temmuz/ağustos 2011/04 fiyatı 2 tl ıssn 1302

Transkript

temmuz/ağustos 2011/04 fiyatı 2 tl ıssn 1302
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
TEMMUZ/AĞUSTOS 2011/04 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X152
•
Değerli okuyucu,
Öncelikle; 151. sayımızda, Ali Osman Başeğmez
adlı okurumuzun “Ciddiyet talebine önce kendimiz
uyalım!” başlıklı eleştiri yazısına yer vermiş,
tavrımızı bu sayıda yayınlayacağımızı açıklamıştık.
Konu hakkında kendi içimizde tartışma henüz
sonuçlanmadığı için tavrımızı gelecek sayımızda
yayınlayacağız. Bu gecikme için siz okurlarımızdan
özür diliyoruz.
Bu sayımızın başyazısını 12 Haziran'da yapılan
genel seçim sonuçlarının değerlendirmesine ayırdık.
Geniş emekçi kesimlerin nasıl seçim oyunu ile
aldatıldığını ortaya koymaya çalıştık.
Barış, Demokrasi, Özgürlük Blok’u adaylarından
KCK tutuklusu altı milletvekilinin tahliye talebi
reddedilirken seçime girdiği Amed'de bağımsız
adaylar içerisinde en fazla oyu alan Mehmet
Hatip Dicle’nin de milletvekilliği YSK tarafından
düşürüldü.
Egemenler Barış, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun
seçim başarısının intikamını almaya, provokasyon
yaratmaya çalışıyorlar. Halkların Kardeşliği
sayfalarımızda Kürt halkına yönelik bu saldırıları
kınayan ve Kürt ulusunun da gerçek çıkarlarının
bu düzeni yıkmakta olduğunu vurgulayan bir
değerlendirmeyi bulabilirsiniz. Yine aynı sayfalarda
demokratik özerklik üzerine ve Çerkeslerin anadil
talebi üzerine iki makale okuyabilirsiniz.
Kadın sayfalarımızda genel seçimler öncesinde
K ADER'in yür üt tüğ ü seçim kampanya sını
değerlendiren ve 2011 genel seçimlerinin kadın
milletvekilleri açısından sonucu ortaya koyan bir
yazıya yer verdik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Bu sayımızın Panorama bölümünde Sudan'da iki
ayrı devlet oluşumunu değerlendiren, bu sürecin
arka planını ele alan bir yazı ve Yemen'de ortaya
çıkan halk ayaklanması ve ardından yaşanan
gelişmeleri değerlendiren yazılar bulabilirsiniz.
Sayfalarımızın devamında, Mayıs ayında çeşitli
bölgelerde okurlarımızın kendilerinin düzenlediği
yada kimi devrimci dost kurumlarla birlikte
düzenledikleri İbrahim'i anma toplantılarının
değerlendirmelerini okuyabiliriniz.
Uluslararası alandan ise Berlin'de, geçtiğimiz
günlerde Hopa'da yaşanan devlet terörünü protesto
eden bir etkinlik haberine, Enternasyonal Forum'un
notlarına, Uluslararası Af Örgütüne yer verdik.
Eylül sayısıyla tekrar buluşmak üzere....
Yeni Dünya İçin Çağrı
Haziran 2011 ✓
Üç Ay Süren, Günlük Dizi “Yalan, Demagoji, Küfür Fırtınası” nın
Sezon Finali 12 Haziran’da
Yapıldı
gündem
editörden - içindekiler
EDİTÖRDEN
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Sezon Finali 12 Haziran’da Yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
10 soruda Boykot.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
PANORAMA
Afrika kıtasında yeni bir devlet! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35
Salih’in yerine kim gelecek? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
SAVAŞ İSTEYENLER PROVOKASYON YAPIYOR! . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
Demokratik özerklik üzerine bir kez daha. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
Çerkesler: “Ana dilimizi bilmiyoruz!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
GÜNCEL
En çılgın proje…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42
SUSMADIK, SUSMAYACAĞIZ! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43
Berlin’den “eşkiya” Hopa’ya selam!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
İbrahim Kaypakkaya, DHB ve YDİ Çağrı tarafından anıldı . . . . . . . 46
Komünist önder İbrahim Kaypakkaya anıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47
İbrahim Kaypakkaya’yı Adana’da andık. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48
GÜNCEL
Enternasyonal Forum’dan Notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25
Uluslararası Af Örgütü 50 Yaşında. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29
YENİ KADIN DÜNYASI
KADER'e bak... Meclis yine erkek!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33
2
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Liselilerden YGS protestosu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 152 Temmuz/Ağustos 2011 • ISSN
1301-692X152• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212)
613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]
S
on üç aydır hangi kanalı açsak karşımıza hep
aynı dizi çıkıyordu:
Oyuncularının her biri, bir diğerinin kuyusunu kazıp, onu küfürlerle aşağılayarak kendini yücelttiğini
sandığı küfür fırtınası dizisi. Alçak, namussuz, şerefsiz, müfteri, yiyici, vatan haini, vs. bu dizi oyuncularının birbiri hakkında bolca kullandığı “iltifat”lardı.
Bunların her biri bir yandan birbirlerine küfür yağdırırken, diğer yandan da rakiplerini küfür ettikleri
için suçlayacak, onları edebe davet edecek kadar yüzsüzleşebiliyorlardı.
Öyle bir dizi ki, oyuncularının her birinin en güçlü
silahlarından biri demagoji idi. İnsanların içgüdüsel
duygularını kendi lehine, rakibinin aleyhine harekete
geçirmeyi sanat haline getirmek, bu sanatta “ustalaşmak” bu oyuncuların temel özelliklerinden biri idi.
Kendilerini takım taraftarlığı düzeyinde izleyen milyonların önünde, her gün bu konuda en ustanın kimi
olduğu sorusu demagoji fırtınası dizisinin en önemli
sorularından biri idi. Dizinin baş oyuncusu ile ikinci
oyuncu arasında bu konuda kıyasıya bir rekabet yaşanıyor, ikinci oyuncunun birinciye “ gel gel yiğitsen
karşıma çık, istersen bütün yardımcı oyuncuları da
al, gel karşıma, yüz yüze tartışalım, ben seni ve takımını tek başıma mahvedeyim” meydan okumalarına, baş oyuncu “sen daha amatör ligdesin, biz dünya
liglerinde başa oynuyoruz, büyü de gel!” cevapları
veriyordu. Bu çok seviyeli demagojileri de taraftarlar
çılgınca alkışlıyor, “vur vur inlesin”, “ bir daha, bir
daha” çığlıkları demagogları daha da azdırıyor, demagojinin dozu her gün daha da artıyordu.
Dizinin başrolünde ise kuşkusuz ve rakipsiz ola-
3
yan sonuçlar şöyledir:
12 Haziran 2011 Genel Seçiminin Resmi olmayan
sonuçları:
PARTİLERE GÖRE TÜRKİYE GENELİ OY
DAĞILIMI
Parti Toplam Oy AKP 21.466.446 CHP 11.147.692 MHP 5.576.116 BGSZ 2.826.031 SP
535,532 327,306 HAS
BBP
315,919 DP
280,862 HEPAR 122,308 DSP 106,324 64,213 DYP
TKP 61,224 MP
59,830 MMP
36,914
EMEP
31,562 LDP
15,457 Oy Oranı 49.95 %
25.94 %
12.98 %
6.58 %
1.25 %
0.76 %
0.74 %
0.65 %
0.28 %
0.25 %
0.15 %
0.14 %
0.14 %
0.09 %
0.07 %
0.04 %
MV sayısı
326
135
53
36
Kazanılan Milletvekillikleri sayısı konusunda 15
Haziran itibarıyla henüz açık olmayan iki nokta var:
1. 15 Haziran’da MHP’nin itirazı üzerine yapılan
yeni sayım sonucu İstanbul 1. bölgede bir milletvekilliğinin AKP den MHP’ne geçtiği MHP sözcüleri
tarafından açıklandı. AKP adına yapılan açıklamada
ise bunun doğru olmadığı açıklandı. Bu konuda kararı YSK verecek. Eğer MHP açıklama yaptığı doğrultuda karar çıkarsa, MHP’nin Milletvekili sayısı 55’e
yükselecek. Buna karşı AKP’nin milletvekili sayısı bir
eksilecek.
2. Şu anda KCK davası nedeniyle hala tutuklu bulunan ve bağımsız Milletvekili seçilen Hatip Dicle hakkında bir başka davadan verilmiş olan 1 yıl 8 aylık
ceza Yargıtay tarafından 9 Haziran’da onaylanarak
kesinleşti. YSK 10 Haziran’da yaptığı açıklamada zaman geçtiği gerekçesiyle Hatip Dicle’nin isminin listelerden silinmeyeceğini açıkladı. Seçimlerden sonra
da Hatip Dicle’den 1 hafta içinde savunma istedi.
Hatip Dicle’nin avukatları “cezanın mahsup edilmesi” için Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme, Dicle’nin KCK davası kapsamında
tutuklandığı 24 Aralık 2009 tarihinden bu yana ceza-
evinde yattığı süreyi 1 yıl 8 aylık cezaya saydı. Bu karar ile Hatip Dicle’nin Milletvekilliğinin önünde bir
engel kalmadı. Fakat yine de son kararı YSK verecek.
YSK’nin listelerin kesinleştirilmesi aşamasında bir
dizi bağımsız adayın adaylığını güya hukuki gerekçelerle engelleme kararı aldığı; bu kararın objektif
olarak seçim ortamını germe işlevi gördüğü ve ancak
halkın ayaklanması ertesinde geri çekildiği bilindiğinde, şimdi Hatip Dicle’nin Milletvekilliğinin iptali
yönünde karar çıkması yüksek bir ihtimaldir. Böyle bir kararın ne anlama geleceği de bellidir: halkın
kimi seçtiği değil, yargıçların kimin seçildiğine karar
vermesi belirleyicidir ülkelerimizde. Bu kuralı yalnızca halkın ayaklanması, zoru bozabilir.
22 Temmuz 2007 seçimleri ile
karşılaştırma:
Partilerin bu seçimlerde başarısını ölçmek açısından
bir önceki genel seçimle karşılaştırma doğru olur. 22.
Temmuz 2007’deki kesin resmi sonuçlar şöyle idi:
idi. 1 Milyon 606.602 oy geçersiz sayıldı. Geçersiz oy
% 4,46 idi. Oy kullanmayan, geçersiz oy toplamı tüm
seçmenin % 19.88 idi.)
Partilerin aldıkları oylar ve çıkardıkları milletvekili sayısına gelince durum şöyle idi:
AKP 16,327.291 46.58%
341
CHP 7.317.808 112
20.88 %
MHP 5.001.869 70
14.27 %
BGSZ 1,835.486 26
5.24 %
SP
820,289 2.34 %
HAS (Bu parti 2007 seçimlerinde SP içinde idi.)
BBP
( Seçimlere parti olarak katılmadı. Yalnızca başkanı Sivas’ta Bağımsız olarak katıldı ve seçildi)
DP
1.898.873 5.42 %
HEPAR (Yoktu)
DSP (CHP listelerinde yer alarak girmişti.)
DYP
(DP saflarında katılmıştı)
TKP 79,258 0.23 %
MP
(2007 seçimlerinde yoktu)
MMP (2007 seçimlerinde yoktu)
gündem
gündem
4
rak yalanlar, yalan vaatler duruyordu. Dizinin bütün
oyuncuları, izleyicilere kendilerinin dizinin birincisi seçilmesi halinde (ki bu oyun dizisinin sonunda
izleyicilerin oyu ile seçilecek olan birinciye iktidar
öngörülüyordu) “yok yok” u vad ediyorlardı. Biri örneğin her yoksul aileye 600 liradan başlayan hibeden
söz ediyor, diğeri bunu kendilerinin zaten çoktan
verdiğini söylüyorlardı. Biri mazot fiyatını 1,5 liraya
indireceğini vaad ediyor, diğeri kaynağı nerede diye
soruyor, “benim adım bilmem ne” cevabını alıp, oturuyordu. Birilerinin hilalli kartı ile halkımıza bedava
alış veriş vaat ediliyor, öteki İstanbul’a ikinci boğaz
getiriyor, Ankara’ya yeni bir Ankara, İzmir’e ikinci
bir İzmir ekliyordu. Çılgın projelerden geçilmiyordu
Yalan Fırtınası dizisinde!
Neyse 11 Haziran’da bu üç aylık günlük dizinin finali yayınlandı. Sonra 12 Haziran’da toplam 50 Milyon 339 bin 596 seçmen sandık başına çağrıldı. Bunlardan 43,913,276’sı, yani tüm seçmenlerin % 87.23
ü bu çağrıya uyarak oy kullandılar. Bu aslında çok
yüksek düzeyde yoğun katılım dizinin izleyicilerinin
bu diziyi ve bu dizi sonunda kendilerine biçildiği söylenen aslında çok yanıltıcı olan hakem/seçmen rolünü çok ciddiye aldıklarını gösteriyor. Ülkelerimizde
siyasete soyunan her aktörün bu olguyu çıkış noktası alması, ülkelerimiz gerçeklerine uygun bir siyaset
geliştirilmesinin ön şartıdır. Kullanılan bu oyların
42,973,736’sı, yani % 97.86’sı geçerli sayıldı. Geçersiz
sayılan oyların bu kadar düşük olması- hele hele bu
seçimlerde oy pusulasında 15 parti yanında bağımsızların yer aldığı, yanlışlık olasılığının oldukça yüksek
olduğu bilindiğinde- aslında seçmenin gayet bilinçli
tercihler yaptığının işaretidir. Sonuç olarak katılmayanlar, geçersiz sayılan oyların toplamı 7,365,860’tır.
Bu tüm seçmenlerin % 14.63’üdür. Bu bundan önceki
genel seçimlerle karşılaştırıldığında görece düşük bir
orandır. Yani yalan, demagoji, küfür fırtınası dizisinin yapımcıları izleyicileri bu dizinin kurmaca değil,
belgesel olduğuna inandırmada başarılı olmuşlardır.
Bir kez daha illüzyon, gerçekmiş gibi kavranmıştır.
Soruna genel yaklaşıldığında şu tespit edilmek zorundadır: 2011 Genel Seçimleri Türkiye egemenleri
açısından büyük bir zaferdir. Onlar ezilen halk yığınlarına kendi sömürü düzenlerini, demokrasi olarak
yutturma konusunda giderek ustalaşmakta, milyonlarca emekçiyi kendi iktidar dalaşlarının bir aracı
olan seçimlerle avutma ve uyutmayı başarmaktadırlar.
Verilen ve geçerli sayılan oylar bazında resmi olma-
Son üç aydır hangi kanalı açsak karşımıza hep aynı dizi çıkıyordu:
Oyuncularının her biri, bir diğerinin kuyusunu kazıp, onu küfürlerle
aşağılayarak kendini yücelttiğini sandığı küfür fırtınası dizisi.
Alçak, namussuz, şerefsiz, müfteri, yiyici, vatan haini, vs. bu dizi
oyuncularının birbiri hakkında bolca kullandığı “iltifat”lardı.
Bunların her biri bir yandan birbirlerine küfür yağdırırken, diğer
yandan da rakiplerini küfür ettikleri için suçlayacak, onları edebe
davet edecek kadar yüzsüzleşebiliyorlardı.
Toplam kayıtlı seçmen sayısı: 42.799.303 ( Buna
göre 4 yıl içinde seçmen sayısında 7 Milyon 540 bin
293 artış söz konusudur. Bu anormal, ortalama nüfus artışı vs. ile açıklanamayacak bir artıştır. Bu artış Adrese Dayalı Nüfus Sayımına geçişle, E devlete
geçişle, her TC vatandaşına bir vatandaşlık numarası
verilmesi ile vs. açıklanmaktadır. Eğer 2011 rakamları doğru ise, 2007 de milyonlarca oy kullanma hakkı
olan insanın doğru sayım yapılmadığı için oy kullanamadığı çıkar ortaya.)
Toplam oy kullanan seçmen sayısı: 36.056.295 (Yani
%15.43 oy kullanmadı. Seçime katılım oranı % 84.53
EMEP
26.292 0.08 %
LDP
35,364 0.10 %
2007 seçimlerinde ayrıca 2011’de seçimlere katılmayan Genç Parti 1.064.871 oyla oyların % 3.04’nü
almıştı. 2011 seçimlerine katılması YSK kararıyla engellenen ÖDP’nin 2007 de aldığı oy 52.055 oran olarak % 0.15 di. Bunun dışında İşçi Partisi 128.148, %
0.37; Bağımsız Türkiye Partisi 182,095 ,% 0.52; Halkın
Yükselişi Partisi 179.010 ,%0.51 oy almıştı. Aydınlık
Türkiye Partisi isimli partinin de aldığı oy 100.982,
oy oranı % 0.29 idi.
2007 seçimlerinde 26 bağımsızın 21’i, şimdiki
5
BDP’nin öncülünün desteklediği bağımsızlardı.
Bu iki tablo karşılaştırıldığında aslında egemenler
arasındaki iktidar dalaşı açısından, onların kendi
düzenlerine meşruiyet kazandırma açısından önemli
olan seçim sonuçlarında görülenler şunlardır:
1.AKP bu genel seçimlerde gerek oy sayısı, gerekse
oy oranı açısından en iyi sonucunu almıştır. AKP’nin
seçmen nezdindeki desteği, mutlak egemenliği perçinlenmiş, onaylanmıştır.
2011 seçimine tek başına hükümet partisi olarak giren AKP, seçimlerden yine çok rahat bir biçimde tek
başına hükümet kuracak bir çoğunlukla çıkmıştır.
326 Milletvekili, tek başına hükümet kurmak için gerekli olan mutlak çoğunluktan (276) 50 fazladır. Yani
Türkiye’yi 4 yıllık yeni bir tek başına AKP hükümeti
dönemi beklemektedir. Ve bu seçimlerde AKP’nin ve
onun rakibi partilerin performansları göz önüne alındığında 4 yıl ertesinde de AKP hükümranlığının –
demokratik onaydan geçerek- sürmesi-, evet AKP’nin
2023’te de iktidar olma iddiasının gerçekleşmesi hiç
de küçümsenecek bir ihtimal değildir.
AKP 2011 seçimlerinde, 2007 seçimlerindeki oyunu 5 Milyon 139 bin 152 arttırmıştır. Oy oranındaki
artış % 3.37’dir.
AKP, üçüncü dönem seçimlerle işbaşına gelen, seçmen tarafından onaylanan bir parti olarak, hükümet
olmanın getirdiği normal oy yıpranmasını yaşamamıştır. Tersine 2002 seçimlerinde % 34.28 olan oy
oranını, 2007 de % 46.58’e, 2011 de ise % 49.95 ‘e çıkarmayı başarmıştır. Bu seçimlerle işbaşına gelen hükümetler açısından kural dışı bir durumdur.
AKP 2011 seçimlerinde geçerli her iki oydan birini
alarak da, bugün bütün dünyada seçimlerle işbaşına
gelen hükümetler açısından gıpta edilen bir sonuç almıştır.
2. AKP’nin oy ve oy oranı artışı, Milletvekili sayısına yansımamış, Milletvekili bazında AKP’nin meclisteki temsil sayısı düşmüştür. AKP Anayasayı – otomatikman halkoyuna götürme kaydıyla- tek başına
değiştirecek çoğunluğunu kaybetmiştir.
Partilerin çıkardığı milletvekilleri sayısı konusunda her şeyden önce şu bilinmelidir:
12 Eylül rejiminden miras kalan ve hükümet partilerinin hiçbirinin hiçbir dönemde değiştirmek için
ciddi bir girişimde bulunmadığı aşırı adaletsiz seçim
sistemi (% 10 ülke barajlı, d’Hont sistemi) Ülke barajını aşan partilere oy oranlarının üzerinde temsil
Bunda birden fazla faktör rol oynadı.
Bunun en baştaki nedeni, bu seçimlerde “küçük”
partilerin unufak olması, % 10’u geçemeyen partilerin oy oranlarının en büyüğünün bile % 1’lerde sürünmesi, bunun sonucunda kayıp oy sayısı ve oranının, geçen genel seçimlere göre çok düşük olmasıdır.
Yani % 10 barajı sonucu, barajı geçen partilere eklenen haybeden gelen oylar düşmüştür. Sonuç olarak
üç parti yüzde beş kayıp oyu paylaşmıştır aralarında.
Bunun dışında YSK’nın her ilin çıkaracağı milletvekili sayısını belirleyen kararı bu gerilemede rol oynadı.
YSK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS)
verilerine dayanarak her ilin çıkaracağı milletvekili
sayısını yeniden belirledi. Bunu yaparken aynı zamanda en az nüfuslu illerde de, nüfus sayısı ne olursa
olsun en az iki milletvekili çıkacağı kuralını değiştirdi. ADNKS sonuçlarına 28 ilde nüfus sayısı azalırken
53 ilde nüfus artmıştı.
Bu yeni rakamlara göre 12 ilin milletvekili sayısında artış olurken 25 ilin milletvekili sayısında düşme
oldu. Artış olan iller, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa,
Diyarbakır, Kayseri, Sakarya, Şırnak, Tekirdağ, Van,
Gaziantep Kocaeli fazla milletvekili çıkarma imkanı
elde etti.
70 milletvekili çıkaran İstanbul 85 milletvekili sayısına ulaştı. Ankara’da Milletvekili sayısı 29’dan
31’e, İzmir ise 24’den 26’ya çıktı.
Buna karşı Konya, Tokat, Trabzon, Yozgat, Afyonkarahisar, Ağrı, Aksaray, Aydın, Bitlis, Çankırı, Çorum, Erzincan, Erzurum, Giresun, Isparta, Karabük,
Karaman, Kastamonu, Kırşehir, Kütahya, Kırıkkale,
Malatya, Ordu, Sinop ve Sivas gibi illerde ise milletvekili sayısı eksildi.
Önceki seçimlerde uygulanan oy sayısı düşük olan
illerde en az iki milletvekili çıkarma hakkının elinden alınması sonucu Bayburt’un milletvekili sayısı
da 1’e indi. Milletvekili sayısı azalan illerde AKP’nin
güçlü olması, AKP açısından kayıp anlamına geliyordu.
Nüfusun arttığı şehirlerde ise genelde şimdiye kadarki seçimlerde AKP’nin oy oranının, Türkiye genelinde aldığı oydan düşük olması, buna karşılık
CHP’nin oy oranının da –yine genelde- CHP’nin
Türkiye genelinde aldığı oy oranından yüksek olması
(Örneğin bu seçimlerde CHP’nin Türkiye genelinde aydığı oy % 26 iken, İstanbul’da aldığı oy % 31)
sonucu bu yeni düzenleme AKP’nin aleyhine bir rol
oynadı.
CHP’nin oy sayısını ve oy oranını arttırması, milletvekili sayılarına 2007’ye göre artı 23 milletvekili
olarak yansıdı.
Üçüncü olarak, 2007’de edilen yeni laflar ve atılan
kimi adımlar sonucu AKP’ye belli bir umut bağlayan Kuzey Kürdistan ve Kürt oylarının bir bölümünün bu seçimlerde BDP merkezli “Emek, Demokrasi
ve Özgürlük Bloku”na yönelmesi –bir anlamda geri
dönmesi- de, AKP’nin Kürtler arasındaki - en başta
da Kuzey Kürdistan’daki- gücünü zayıflattı.
Bunların sonucunda % 3,3’ü aşan oy oranı artışına
rağmen, AKP’nin meclisteki temsil gücü azaldı. Böyle bakıldığında AKP’nin seçim zaferi buruk, AKP’nin
seçim hedeflerinin en önemlisine varamamış olduğu
bir seçim zaferidir.
3. 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde BDP merkezli “Barış, Demokrasi, Özgürlük Bloğu” nun desteklediğini ilan ettiği 43 ilden 66 bağımsız adayın
36’sı seçilmiş; Blok hedeflediğini ilan ettiği 30-35
milletvekili sayısına fazlasıyla ulaşmıştır. Kürt sorununun BDP( ve tabii PKK) siz çözümünün olmadığı,
olamayacağı bir kez daha kanıtlanmıştır.
Bilindiği gibi BDP açık antidemokratik % 10’luk
ülke barajının kaldırılması için mücadele yürüttü.
Ancak AKP hükümeti 12 Eylül askeri faşist rejiminin koyduğu bu olağanüstü yüksek barajı aşağıya
çekmeyi reddetti. Bu seçimlere de % 10 barajı ile gidileceği ve CHP ve Saadet Partisi gibi partilerle de
ittifak imkanı olmadığı kesinleştikten sonra, BDP
bu seçimlere bağımsız adaylarla girme kararı aldı.
Seçimlere girerken PKK’nin legal görünümü imajından kurtulabilmek için de hem PKK dışındaki Kürt
milliyetçisi güçlere, hem de Türkiye Sol’unda Kürt
ulusal mücadelesine olumlu yaklaşan gruplara bir
blok oluşturma çağrısında bulundu. Sonuçta 17 küçük örgüt BDP merkezli “Barış, Demokrasi, Özgürlük Bloku” nu oluşturdular. Blok 43 ilden 66 bağımsız
adayı destekleyeceğini ilan etti. İlan edilen bağımsız
adaylar listesine seçilme şansı olan kimi seçim bölgelerinde BDP’liler dışında kişiler de kondu. Örneğin
İstanbul’da EMEP başkanı Levent Tüzel; Yönetmen
Sırrı Süreyya Önder; Mersin’de Dev Genç yöneticilerinden ve THKP-C kurucularından Ertuğrul Kürkçü; Kuzey Kürdistan’da Şerafettin Elçi, Altan Tan gibi
BDP’li olmayan Kürt siyasetçiler listelerde yer aldılar.
Bu bloğun seçim başarısı, seçimlerden oylarını ve
bağımsız Milletvekili sayısını arttırarak çıkması egemen sınıfların istemediği bir şeydi. Blok reformcu
bir temelde de olsa, T.C.nin bugüne kadarki yapılan-
gündem
gündem
6
Sonuçlardan Sonuçlar:
hakkı sağlamaktadır. % 10 barajı nedeniyle meclise
giremeyen partilerin oyları+ yeterli oy alarak meclise giremeyen bağımsız adayların oyları, aldıkları oy
oranı ölçüsünde, % 10 barajını aşan partilerin oylarına eklenmektedir. Yani % 10 barajı nedeniyle “kayıp”
oy sayısı ve oranı ne ölçüde yüksekse, barajı aşan partiler açısından bu onların o ölçüde lehine olmaktadır.
(Bu seçimlerde kayıp oy oranı oyların dört merkezde
yoğunlaşması sonucu % 5 civarında oldu. Bir önceki
seçimlerde bu oran % 13 civarında idi. ) Bu sistemde
en fazla oy oranına sahip parti en büyük avantaja sahip olmaktadır. Milletvekili sayısı bazında, örneğin
bu seçimlerde AKP’nin oy oranı % 49,9 iken, bunun
meclise yansıması Milletvekilinin % 59’u biçimindedir. Adaletsizlik kayıp oy oranının daha yüksek olduğu 22 Temmuz 2007 seçimlerinde çok daha büyüktü.
AKP oyların % 46.58’ni almıştı, fakat Mecliste Milletvekillerinin %62’sine sahipti.
Bilindiği gibi mevcut geçerli Anayasanın 175. maddesine göre Anayasa maddelerinin değiştirilmesi için
(dolayısı ile yeni bir Anayasa yapılması için de) en az
“Meclisin üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun
gizli oy”u – yani en az 330 oy- gereklidir. Ve “Meclisçe
üye tam sayısının beşte üçü ile veya üçte ikisinden az
oyla -yani 330 ile 367 oy aralığı- kabul edilen Anayasa değişikliği… Cumhurbaşkanı tarafından meclise
iade edilmediği taktirde halk oyuna sunulmak üzere
Resmi gazetede yayınlanır.” (Anayasa, madde 175)
AKP 2007 seçimlerinde % 46,58 oy oranı ile 342
milletvekili çıkarmıştı. Yani Anayasayı tek başına
değiştirecek çoğunluğa sahipti. Ve o bu çoğunluğunu bilindiği gibi 2010 yılında sonuç olarak tek başına
yaptığı ve 12 Eylül 2010’da halk oyuna sunulup % 58
oyla onaylanan değişikliklerde kullandı.
AKP, 2011 seçimlerine girerken kuşkusuz Meclisteki bu beşte üçlük çoğunluğunu korumak, hatta
arttırarak halkoyuna gitme zorunluluğunun kalktığı
2/3 çoğunluğu (367 Milletvekili) sağlamak hedefleri
ile de girdi. Nitekim bu hedef Erdoğan’ın kimi mitinglerinde halktan oy taleplerinde dile de getirildi.
Ancak sonuç olarak AKP’nin oy sayısı 5 milyonun üzerinde, oy oranı % 3,3 den fazla arttığı halde,
AKP 2007 seçimlerinden daha az milletvekili çıkardı. Milletvekili sayısı Anayasayı –halkoyuna götürme
şartıyla- tek başına değiştirmek ya da tek başına yeni
Anayasa yapmak için gerekli 3/5 çoğunluğun (330)
altına, 326’ya düştü. AKP 2007’ye göre 5 milyondan
fazla oy aldığı 2011 seçimi sonucunda, 2007’ye göre
16 milletvekilliği kaybetti. Bu nasıl oldu?
7
leme girişiminde bulunabilir. Diğerlerinin de KCK
davasından hüküm giymeleri ve bunun onaylanması
halinde bu yasama döneminde engellenmeleri ihtimali –az da olsa- vardır.
*Blok’un Erzurum, Dersim, Malatya, Antep, Maraş ve Adıyaman hariç Kuzey Kürdistan’daki bütün
adayları Milletvekili seçildiler.
Ayrıca İstanbul’a, bu kez Adana ve Mersin’de kazanılan Milletvekillikleri de eklendi.
*Blok, oylarını Bitlis’te %18, Ağrı’da %19, Bingöl’de
%9, Van’da %17, Hakkâri’de %23, Şırnak’ta %21,
Mardin’de %22, Urfa’da %6, Batman’da %12 ve
Amed’de %15 artırdı.
*Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu İstanbul’da
toplam 350 binin üstünde oy toplayarak bugüne
kadar bu ilde BDP ve öncüllerinin aldığı oylarda,
en yüksek seviyeye ulaştı. İstanbul’daki oy sayısı
Amed’in ardından BDP ve öncüllerinin seçimlerde aldığı en yüksek oy sayısı olarak da tarihe geçti.
Blok İstanbul’da yüzde 5.3’lük bir oy oranı elde etti.
Bu sonuçla Blok İstanbul’da üç milletvekili çıkardı.
Blok adayları arasında en çok oyu İstanbul üçüncü
bölgeden aday gösterilen EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel aldı. Tüzel 137 bin 660 oy topladı. Birinci
bölge adayı Sırrı Süreyya Önder 120 bin oy, üçüncü
bölge adayı Sebahat Tuncel ise 93 bin oy aldı. Bu aynı
zamanda Blok’un batıda BDP tabanından daha geniş
bir tabana oturduğunu da gösteriyor.
*Blok, Adana ile Mersin’de de büyük bir başarı kazandı. Adana’da Bloğun adayı Murat Bozlak yüzde
8’e yakın oyla Meclis’e girerken, Mersin’de Blok adayı
Ertuğrul Kürkçü, 2007 seçimlerinde BDP adayının
aldığı oy oranının yaklaşık yüzde 30 üstünde bir
oranla Meclis’e girdi. Ertuğrul Kürkçü, 96.000 küsur
oyla seçildi.
Blok’un bu başarısı aynı zamanda BDP’nin tabanına ne kadar hakim olduğunun da bir göstergesidir.
Bloğun özellikle birden fazla bağımsız adayla seçimlere katıldığı illerde adayların hemen her birinin
birbirine yakın sayıda oy alarak seçilmesi yürütülen
disiplinli çalışmanın ve tabanın BDP’ye bağlılığının
açık göstergesidir.
Bloğun birden fazla adayla seçimlere katıldığı illerde durum şöyle:
Hakkari’de: AKP’nin vekil çıkaramadığı ilde, Selahattin Demirtaş, Esat Canan ve Adil Kurt neredeyse
birbirine eşit oy alarak seçildi. Demirtaş 31 bin 927,
Canan 31 bin 765, Kurt ise 30 bin 977 oyla seçildi.
Batman’da: ise iki adaydan Ayla Akat Ata 57 bin
302, Bengi Yıldız ise 56 bin 691 oy aldı. Dağılımın en
zor olacağı kent ise kuşkusuz 6 adaylı Amed’di: Bu
ildeki blok adayları da birbirlerine yakın oyla seçildiler: Hatip Dicle 78.220, Leyla Zana 71.231, Altan Tan
69.292, Şerafettin Elçi 66.119, Nursel Aydoğan 65.138
ve Emine Ayna ise 61.232 oyla seçildiler.
Mardin’de: Ahmet Türk 60.023, Gülseren Yıldırım
56.129, Erol Dora 52.582;
Muş’ta Sırrı Sakık 36.567, Demir Çelik 39.318 gibi
çok yakın oylar alarak seçildiler.
4 adaylı Van’da Kemal Aktaş 65.447, Özdal Üçer
51.357, Aysel Tuğluk 49.339, Nazmi Gür 41.212 oyla
seçildi.
Hesabın ‘şaşar gibi’ olduğu tek il ise Urfa’ydı. Bu
kentte İbrahim Ayhan 77.416 oy alırken, seçimi ancak
son anlarda kesinleşen İbrahim Binici 42.463 oy aldı.
Blok İstanbul 3. bölgede de iki aday göstermiş, ancak eski BDP İl Başkanı Mustafa Avcı, seçime iki hafta kala EMEP lideri Levent Tüzel lehine çekilmişti. Bu
bölgede Tüzel 137.725 oy alırken, çekilmesine rağmen
Avcı’ya da 4.294 oy çıktı. Bu sonuç, çekilme kararının da ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Zira alınan
toplam oy muhtemelen iki adayın da seçilmesine yetmeyecek, belki ikisi birden Meclis dışı kalacaktı.
Bu sonuçlarla ortaya bir kez daha çıkan gerçek
nettir: BDP Kürt sorununun çözümünde, tabanının
desteklediği bir parti olarak, olmazsa olmaz bir siyasi
aktördür. BDP siz (ve PKK siz) çözüm yoktur.
4. CHP seçimlerden bugünkü yönetimin, her şeyden önce de Kılıçdaroğlu’nu şişiren kimi medyanın
beklentisinin altında bir oy oranı ile çıkmıştır. Alınan sonuç 2007’ye göre “anlamlı bir artış” dolayısı ile
başarı olarak değerlendirilmeye de, iddialı çıkışlarla
ve pompalanan hava ile karşılaştırıldığında başarısızlık olarak değerlendirilmeye de açık bir sonuçtur.
Kendisine “Yeni” sıfatını yakıştıran Kılıçdaroğlu/
Tekin ekibinin CHP’si 12 Haziran seçimlerinden
bundan önceki genel seçime göre oylarını sayı olarak
3 milyon 830 bin civarında; oran olarak ise % 5.8 arttırarak çıktı. Milletvekili sayısı açısından ele alındığında, CHP’nin Milletvekili sayısı 23 artarak 112’den
135’e çıktı. Bu Milletvekili sayısının % 20 civarında
artması anlamına geliyor. Geçen dönem parlamentoda yer alan güçler açısından ele alındığında, BDP/
Bağımsızlar dışında Milletvekili sayısı artan tek parti
CHP’dir. Bunu başarı olarak görmek ve göstermek
isteyenler açısından bu sonuç küçümsenmeyecek bir
başarıdır. Nitekim Kılıçdaroğlu seçim sonuçları belli olduktan sonra CHP Merkezinin önünde yaptığı
açıklamada tam da oyların, oy oranının ve milletvekili sayılarının arttığına vurgu yaparak, ne kadar
“başarılı” olduklarını açıkladı.
Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var:
“Yeni CHP”nin seçimlerdeki –aslında seçim ertesi
ilk açıklamalar dikkate alındığında görünen odur ki
kendinin de fazla ciddiye almadığı iddiası-, tek başına
iktidar olma iddiası idi. Sorulan bütün sorulara parti
yönetimi, tek başına iktidar olmak istiyoruz cevabını
veriyordu. Bunu hemen bütün partiler, büyüklükleri yüzdelerle değil bindelerle ifade edilen partiler de
söylüyordu. Dilin kemiği yok. Oranlar bağlamında
ise yüzde kırklara yakın oranlar ifade ediliyor; seçimden iki gün önce Gürsel Tekin, AKP ile aradaki
farkın 1-2 puan olduğunu, seçimin sonucunun herkesi şaşırtacağını söylüyor; CHP’nin % 40’dan aşağı
almayacağı konusunda iddiaya giriyordu. Kılıçdaroğlu başarı çıtasını genelde tek başına iktidar olarak koyduktan sonra; yüzde 40 oranını telaffuz ediyor; başarısızlık durumunda yönetim olarak çekip
gideceklerini söylüyor; başarısızlık oranı bağlamında
somut soruya somut cevap vermekten kaçınıyor “anlamlı bir oy artışı olmazsa” ile yetiniyor, seçim sonrası için gardını alıyordu. Parti yönetimi açısından
durum bu iken, ne olursa olsun AKP gitmeli medyası
Kılıçdaroğlu ve CHP’ni cilalıyor, parlatıyor, şişirdikçe şişiriyor, beklentileri yükseltiyordu. “Yeni” CHP
kemik Kemalist oyların % 20 civarında olduğunun ve
bunların her şart altında zaten CHP’ne gideceğinin
hesapları temelinde, oy arttırmak için, bir yandan
olağanüstü popülist bir seçim kampanyası yürütüyor
(Kılıçdaroğlu’nun bu seçimlerdeki vaatlerinde yok
yoktu!), diğer yandan partiye AP-DYP-DP çizgisinden Demirel’ci adayları alarak, bu çizginin oylarını
kendine eklemeye çalışıyordu. CHP kendi yaptırdığı
seçim anketlerinde yüzde otuzların epey üstünde görünüyordu. Hiçbir gerçek değeri olmayan moral anketleri medyaya CHP’nin gücünü gösteren belgeler
olarak servis ediliyordu.
Bunun yanında AKP 9 yıldır hükümet idi. Türkiye’deki bütün olumsuzlukların siyasi sorumlusu AKP hükümeti idi. Ve AKP hükümeti CHP’nin
propagandasına göre ülkeyi tek parti tek kişi yönetimine “sultanlığa”, faşizme sürüklüyordu. Tam bir
korku imparatorluğu kurmuştu. AKP’ye muhalif
herkes Silivri’ye atılıyordu.vs. AKP 9 Milyon emeklinin, bütün emekçilerin, 1,7 milyon sınav mağduru
gencin haklarının yenmesinin sorumlusu idi. Kürtler ve Aleviler zaten AKP’ye oy veremezdi. Kitlesel
gündem
gündem
8
masını en açık sorgulayan, özellikle Kürt sorununda
mevcutlar içinde en ileri, burjuva anlamda en demokratik çözüm programına sahip olan; bunun yanında
kadın sorununda, çevre sorununda, emekçi hakları
sorunlarında da seçime katılan mevcutlar içinde en
ileriyi temsil eden ve seçilme şansı olan siyasi güç
konumunda idi. Verili şartlarda Kuzey Kürdistan’da
–öncelikle Güney Doğu Anadolu’da – birinci siyasi
güç konumunda idi ve bölgede tek rakibi hükümet
partisi AKP idi.
Bloğun seçim başarısı, partiler arası rekabet açısından Kuzey Kürdistan’da AKP’nin gerilemesi anlamına gelirken, T.C. devleti açısından Kürt nüfusun
devletten daha da uzaklaşmasının teyidi anlamına
gelecekti. Bu yüzden Bloğun seçim başarısının engellenmesi için onun karşısına büyük engeller dikildi.
BDP’li siyasetçilere yönelik KCK operasyonları seçim
kampanyası döneminde hız kesmeden sürdürüldü.
YSK sudan bahanelerle aldığı bir kararla, BDP’nin
sembolleşmiş kimi isimlerinin adaylığını engellemeye kalktı. Fakat halkın ayaklanması sonucu tükürdüğünü yalamak, aldığı güya “hukuki” kararı kaldırmak zorunda kaldı. AKP seçim kampanyasında
stratejisini Kuzey Kürdistan’da kaybedilmesi oyları,
batıda fazlasıyla telafi etmek, öncelikle de MHP oylarını geriletmek üzerine kurduğundan, ırkçılık konusunda adeta MHP ile yarışan, BDP ile PKK’ni aynı kefeye koymaya ağırlık veren bir söylem tutturdu. Blok
adaylarının ve BDP’nin seçim bürolarına saldırılar,
mitinglere polis müdahalesi, çatışmalar seçim kampanyasının sürekli yol arkadaşı oldular.
Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, Blok (dolayısı
ile BDP) oy oranını %1 civarında (% 6.58’ lik bağımsız oy içinde seçilemeyen Ergenekoncuların, Kuzey
Kürdistan’da seçilemeyen kimi feodallerin, Abdullatif Şener gibi siyasetçilerin oyu da vardır. Bağımsız
olarak seçime katılanlar içinde bu kez, Blok adayları
dışında seçilmiş olan tek bağımsız yoktur.) milletvekili sayısını ise 22 den 36’ya çıkararak % 64 civarında
arttırmıştır. Bu büyük başarıdır. BDP, AKP’nin yanında bu seçimden galip çıkan partidir.
Blok’un seçim başarısı konusunda şunları not etmek gerek:
Blok’un seçilen 36 vekilinden altısı KCK operasyonu kapsamında tutuklu bulunan isimler. Bunlar: Hatip Dicle (Amed), Selma Irmak (Şırnak), Faysal Sarıyıldız (Şırnak), Gülseren Yıldırım (Mardin), İbrahim
Ayhan (Urfa) ve Kemal Aktaş (Van). Bunlardan Hatip
Dicle konusunda YSK onun Milletvekilliğini engel-
9
eylemlerde halk AKP’ye tepkisini dile getiriyordu. 1
Mayıs’ta batı dünyasının en büyük katılımlı 1 Mayıs
gösterisi, aynı zamanda AKP hükümetine karşı bir
gösteri idi. Yani görünürde bütün veriler AKP’nin bu
kez baş aşağı gideceğini gösteriyordu. Bunun tersini
söyleyen anketler filan “ısmarlama” anketlerdi, gerçeği yansıtmıyordu.
Seçimler öncesinde CHP’nin ve CHP yanlısı medyanın bastığı hava bu idi, beklenti CHP’nin en az yüzde otuzun üzerine çıkması; AKP’nin ise % 40 civarına
gerilemesi idi. 13 Haziran’da “Yeni” CHP’nin “Yeni”
Türkiye’si düşü görenler hiç de az değildi.
Bu hayal balonları ilk sonuçlar gelmeye başladığı
zaman patladı. Sonuç yukarıda: CHP bırakalım tek
başına iktidar olacak oyu almayı, gerçekçi hedef olarak düşünülen % 30’nun yanına bile yaklaşamadı.
AKP ile CHP arasındaki fark, nerdeyse CHP oyu ve
oranı kadar. Şu anda ancak iki CHP, bir AKP ediyor.
AKP dışındaki bütün partiler + bağımsızlar ancak
AKP’ nin boyuna erişebiliyorlar. 12 Haziran seçimlerinin sonucu bu. Ve bu bağlamda esas önemli olan
AKP’nin küçülmediği, tersine büyüdüğü. Bu sürdüğü
sürece, AKP dışındaki bir partinin veya bir koalisyonun hükümet olması hayaldir. Bu gerçek karşısında
bir muhalefet partisinin çıkıp “başarılı” olduk değerlendirmesi yapması, gerçekte kendi kendini avutmadan başka bir anlam taşımaz. Kılıçdaroğlu’nun ve
bugünkü “yeni” CHP yönetiminin “başarıdan” söz
etmesi öncelikle CHP içine, CHP içi iktidar dalaşının
muhalif tarafına mesajdır. Biz buradayız, gitmiyoruz, istifa etmeyeceğiz vs. mesajıdır. Nitekim seçim
sonuçlarının belli olmasının hemen ardından CHP
içinde, Kılıçdaroğlu ve ekibinin “Partinin DNA’sı ile
oynadığı” “eksenini kaydırdığı”nı düşünen ve söyleyen, o ekibe göre çok daha tutucu-ideolojik Kemalist
olan kesim “başarısızlık” değerlendirmesi, ve olağanüstü Kongre talebiyle ortaya çıktı.
Her iki kesime de “haklılık” sağlayan bu seçim sonuçları, önümüzdeki dönemde CHP içinde –seçimler için ertelenen– iktidar dalaşının sonlanmadığını,
sertleşerek süreceğini gösteriyor. Bu iktidar dalaşının
belli bir noktasında CHP’nin yeni partiler doğurması
ihtimali de vardır. Şu anda CHP içinde merkezi elinde tutan ve CHP’yi belli bir anlamda AKP siyasetleri
ile ona alternatif yapmaya çalışan Kılıçdaroğlu-Tekin
ekibi yanında; Baykalcılar, Sav’cılar, açık Ergenekoncular, Demirelciler, Sarıgülcüler ve daha bir dizi hizip vardır. Seçimler için bir kenara konan iç kavgalar
şimdi yavaş yavaş gündeme gelecektir.
5. MHP seçimlerden kan kaybederek çıktı. Seçim
sonuçları MHP içinde yürüyen iktidar dalaşını daha
da sertleştirecektir.
MHP 12 Haziran seçimlerinden oyları % 1,29 oranında, Mecliste temsil açısından da 70’den 53’e düşe-
önemli ölçüde bu tema üzerine oturttu ve mağduriyet
zırhına bürünerek seçmenden inadına oy istedi. Kimileri bu konudaki komplo teorisini bu kadar ilerletmediler. Yalnızca MHP’nin % 10’nun altında kalması
en çok kime yarar sorusuna “AKP’ye yarar”; bu kadar
profesyonel bir işi Türkiye’de kim becerebilir sorusuna “önemli devlet kurumlarını elinde bulunduran
AKP” cevaplarını vererek bu işi AKP’nin yaptığını
açıkladılar. Olamaz mı? Neden olmasın? Bütün burjuva partileri gibi AKP’de her türlü üç kağıdı yapar.
Yapar da, ispatı nerede? Hem eğer kime yarar sorusundan sonuca varılacaksa, birincisi, MHP’nin meclis dışında kalması durumunda bundan CHP’de aldığı oy oranında yararlanır. Yani onun da çıkarı vardır.
İkincisi, anketlerin büyük çoğunluğunda AKP’nin
tek başına iktidarı kesindi. Tek başına iktidar olan bir
AKP açısından, % 10’a yakın ve fakat 10’dan az bir
oyla Meclis dışında kalıp, iyice azgınlaşan ve kontrol
dışına çıkması mümkün olan bir MHP’mi daha iyidir yoksa zayıflayarak da olsa mecliste olan ve oyunu meclis kuralları içinde oynama durumunda olan
bir MHP mi daha iyidir? Yani bu işi AKP’nin yapma
ihtimali olduğu kadar, yapmama ihtimali de vardır.
Kuşkusuz AKP bu kaset krizinden MHP’yi zayıflatmak için elinden geldiğince yararlanmıştır. MHP’nin
de elinden geldiğince mağduriyet zırhına bürünerek
yararlandığı gibi.
Kaset krizinde, kasetlerin kaynağı/amacı bağlamında bir başka teori, “derin devlet” içinde yer alan
“birileri” tarafından CHP ertesinde, MHP’nin de
yeniden dizayn edilmek istendiği üzerine kurulu.
Buna göre, askeri darbe ve yargı darbesi ile AKP’nin
işbaşından uzaklaştırılması ihtimali azaldığı ölçüde,
onu götürmenin tek yolu olarak seçimler, AKP’nin
alternatifinin yaratılması kalıyor. Bunun için CHP
ve MHP’nin seçilebilir alternatifler haline getirilmesi gerekiyor. CHP’nin Baykal yönetiminde ilerleyip
gerçek alternatif olması mümkün değildi. Baykal ile
CHP sınırına dayanmıştı. Ve bu sınır AKP’nin en
ileri noktasında AKP’nin yarısı oylan bir sınırdı. Bu
durumu değiştirmek için CHP de kaset operasyonu
başarıyla gerçekleştirildi. Bahçeli yönetimi için de
CHP’deki Baykal yönetimine benzer bir durum var.
Onunla MHP’nin daha fazla gelişmesi mümkün değil. O zaman MHP’yi büyütecek bir alternatif için
bu yönetimin değişmesi gerek. Bunun için CHP’de
başarı ile denenmiş kaset operasyonunun bir benzeri MHP’ye karşı uygulamaya kondu. Bunu yapanlar
aynı zamanda bunun AKP’ye mal edileceğini, bunun
gündem
gündem
10
Kaset krizinde, kasetlerin kaynağı/amacı bağlamında bir başka
teori, “derin devlet” içinde yer alan “birileri” tarafından CHP
ertesinde, MHP’nin de yeniden dizayn edilmek istendiği üzerine
kurulu. Buna göre, askeri darbe ve yargı darbesi ile AKP’nin
işbaşından uzaklaştırılması ihtimali azaldığı ölçüde, onu
götürmenin tek yolu olarak seçimler, AKP’nin alternatifinin
yaratılması kalıyor. Bunun için CHP ve MHP’nin seçilebilir
alternatifler haline getirilmesi gerekiyor. CHP’nin Baykal
yönetiminde ilerleyip gerçek alternatif olması mümkün değildi.
Baykal ile CHP sınırına dayanmıştı.
rek ( YSK yeni sayımı geçerli sayarsa 54 olma ihtimali
var) 17 (veya 16) % 24 oranında eksilerek, küçülerek
çıktı. Neresinden bakılırsa bakılsın MHP yönetimi
açısından bu seçim bir başarısızlık, bir yenilgidir.
MHP yönetimi şimdi bu yenilgiyi, belli bir dönem
MHP’ni % 10 sınırında gösteren anket sonuçları ile
karşılaştırıp, biz dimdik ayaktayız, bütün komplolara
vs. rağmen halkımız MHP’ne destek vererek, baraj sorunu olduğunu söyleyenlere gereken cevabı vermiştir
vs. teraneleri ile başarı gibi satmaya çalışsa da, yenilgi gerçeğinin üzerini örtemez. Bu yenilginin boyutu,
MHP’nin seçim kampanyasını üzerine kurduğu “tek
başına MHP iktidarı” “gümbür gümbür geliyoruz”
palavraları ile karşılaştırıldığında, çok daha büyüktür. Kuşkusuz MHP’nin Türk ırkçılığı konusunda en
azgın konumdaki parti olduğu bilindiğinde bu yenilgi olumlu bir gelişmedir.
Seçim kampanyası sırasında kendilerini bugünkü
MHP yönetiminin muhalifi, gerçek ülkücüler olarak tanımlayan bir grup adına internet ortamında
patlatılan “Kaset krizi” sonuç olarak Bahçeli’nin 15
kurmayından 9’nu devre dışı bıraktı , Bahçeli’yi de bu
kurmaylarla çalıştığı için çok zor duruma düşürdü.
Bu “Kaset krizi” – illegal yollarla dinleme, izleme sonucu üretilmiş olan ve çok planlı ve bilinçli bir şekilde servis edilen kasetlerin gerçek kaynağı kimdir ve
amacı nedir konusu açıklığa kavuşmadığı sürece- bir
dizi spekülasyonun, komplo teorisinin konusu oldu,
olmaya devam ediyor. MHP’nin bugünkü yönetimi
açısından da, her şeyden AKP hükümetini sorumlu
tutanlar açısından da, bu kasetlerin kaynağı AKP’
dir. AKP (kimi için Gülen Cemaati/Gülen Cemaati bunlara göre zaten AKP’dir, onların arkasında da
zaten Amerika vardır. Amerika’da da zaten Yahudi lobisi egemendir. Vs vs. ) Üçte iki çoğunluk elde
edebilmek için MHP’yi % 10’nun altına düşürmek
amacıyla bu kasetleri üretmiş ve piyasaya sürmüştür.
Bu kaset krizi, AKP’nin MHP’ne ve Türkiye’ye karşı
alçakça bir komplosudur. Çünkü bilindiği gibi, AKP
ABD’nin emrinde, PKK ile Türkiye’yi bölme konusunda anlaşmıştır. Bunun için Anayasa değişikliği
yapmak istemektedir. Anayasa konusunda bu gidişe
dur diyecek tek güç MHP’dir. Bu yüzden AKP (Gülen Cemaati- Amerika–Yahudiler!) MHP’ni meclisten
uzak tutmak istemektedir. Bunun için MHP’ye karşı
kaset komplosu kurmuşlardır. (Bu arada kimi kişisel
zaafları olan arkadaşlarımız da bu tuzağa düşmüştür. Kendimizi onlardan ayırmak zorunda kalmışızdır!) MHP kaset krizi patladıktan sonra kampanyayı
11
olduğu görülmüştür. Geriye kalan CHP ve MHP yi
alternatif haline getirmektir. Ancak bu, bu partilerin
bir bölümünün –belki birleşerek- marjinal gruplar
olarak varlığını sürdürmeyecekleri ve hatta yenilerinin kurulmayacağı anlamına gelmiyor. Bilindiği gibi
“umut” en son ölecek olan şeydir.
7. 12 Haziran seçimleri Türkiye’de açık askeri vesayet ve darbe savunucusu, Ergenekoncu anlayışın
seçmen tabanının oldukça dar olduğunu gösterdi.
12 Haziran seçimlerinde seçime katılan ve % 10
barajını aşan partilerden hiçbiri gelinen yerde açıkça
askeri vesayet ve darbeyi savunamadı. Tersine partilerin tümü resmi açıklamalarında askeri vesayet ve
darbelere karşı çıktılar, lanetlediler. Tabii ki bu lafta
lanetleme partilerin pratik tavırları göz önüne alındığında relative oluyor. Örneğin iktidar partisi AKP
güya askeri vesayet ve darbelere en fazla karşı olan
parti görünümünde. Fakat işine geldiği zaman askeri
darbenin dayattığı sistem parçalarını sonuna kadar
savunuyor. Seçim sisteminde % 10 barajını savunduğu gibi. Ya da “Yeni” CHP’nin başkanı bir askeri
darbe karşısında “tankın üzerine ilk çıkan ben olurum” diyor. Fakat aynı “yeni” CHP listelerinin baş
köşelerine Haberal gibi, Balbay gibi, Cihaner gibi Ergenekon sanıklarını yerleştirmekte bir sakınca görmüyor. MHP, biz askeri vesayete karşıyız diyor, fakat
İstanbul’da yine Ergenekon tutuklusu emekli bir generali listesinin birinci sırasına yerleştiriyor.
CHP ve MHP listelerinde seçilecek sıralara yerleştirilen Ergenekoncular böylece bu partilerin kontenjanından seçilerek meclise taşındılar. Bu kişilerin
onları aday gösteren partilere artı oy getirip getirmediklerini ölçecek bir verimiz yok. Fakat her halükarda
bunların bağımsız adaylık koymaları halinde, onlara
giden oyların CHP ve MHP’den eksilen oylar olacağını söylemek, bu anlamda bu partilerin bu kişileri
aday göstermesinin bir mantığı olduğunu söylemek
mümkün.
12 Haziran seçimlerine CHP ve MHP listelerinde
yer bulamayan kimi Ergenekoncular da bağımsız
aday olarak katıldılar! Ve her biri çok “meşhur” olan
bu adaylar Doğan’lar, Özkan’lar, Perinçek’ler vs. yüzlerce kişinin fedakarca seferber olduğu bir kampanya
ertesinde seçmenler nezdinde boylarının ölçüsünü
aldılar. Tuncay Özkan’ın Cumhuriyet mitingleri döneminde toplumun çoğunluğunu oluşturduklarını
göstermek için başlattığı “Biz kaç kişiyiz” kampanyasının ilginç sorusu seçmenden cevabını aldı: Bir taneninizin bile bir seçim bölgesinde bağımsız olarak
seçim kazanmanızı mümkün kılmayan kadarsınız!
8. 12 Haziran Seçimleri bir kez daha Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimci-radikal sol’un olduğu gibi,
sınıf siyasetini temel aldığını söyleyen reformist-legalist solun seçmen tabanının çok dar olduğunu; bu
tabanın oy bazında % 1-2 yi geçmediğini gösterdi.
Türkiye’de devrimci-radikal illegal örgütlerin bir
bölümü bu seçimlerde de boykot çağrısı ve çalışması yürüttüler. Bu yüzden bu örgütlerin bu seçimlerde
kaç oy aldığı, seçmen bazında desteklerinin oranının
ne olduğunu somut verilerle söylemek mümkün değil. Ancak şu net: Bu örgütlerin seçmen bazında etkisi ve cürümü esasta kendi örgütlü tabanları ve belki
onların en yakın akrabaları, eş dost kadardır. Bu
ise en iyi halde onbinli kesirlerle ifade edilebilecek bir
büyüklüktür.
Reformist-legalist sola gelince: Şimdi Blok listelerinden seçilen üç kişiye bakıp, bunların illegal sol örgütlerden ciddi bir şekilde daha güçlü olduklarını vs.
savunanlar, evet iktidar alternatifi olunduğu, seçim
sonuçlarının bunu gösterdiği vs. i savunanlar olacaktır. Var da! Bu kendi kendini kandırmaktan başka bir
şey değildir. Gerçekte reformist, legalist örgütlerin en
güçlüleri olan Emep ve ÖDP’nin kendi adlarına yalnız başlarına seçime girmeleri halinde alacakları oy,
onların da meclise girmesini mümkün kılmayan bir
büyüklükte/ daha doğrusu küçüklüktedir.
Bu bağlamda önümüzde bir TKP örneği var. Toplumsal harekette öneminin oy sayısından çok daha
fazla olduğunu iddia eden, bu iddia ile Türkiye çapında seçimlere girip –bunu eleştirdiğimiz sanılmasın,
tabii ki seçimlere devrimci bir program ve propaganda ile katılınabilinir, eleştirdiğimiz bu değil, eleştirdiğimiz yürütülen propagandanın reformist içeriği ve
kendini dev aynasında görüp gösteren sübjektivizm500 bin oy toplama hedefini iddialı bir şekilde ortaya
koyan TKP’nin aldığı oy Türkiye çapında 60.224. Bu
oran olarak Binde 14 anlamına geliyor! Ve bu seçimlere 500 bin oy hedefi ile giren TKP’nin 8 milyona
yakın artı seçmenin olduğu seçimlerde aldığı oyun
geçen seçimlere göre çoğalmadığını, tersine 19 bin
eksildiğini görüyoruz. Bu aslında solun halktan kopuk, halktan habersiz halinin pür melalinin mikro
düzeyde bir örneği yalnızca!
Ve esas sonuç: Burjuvazinin bir seçim sahtekarlığı
komedisi daha başarıyla sahnelendi. Biz İşimize Bakalım!
Bu son bölümde anlattıklarımızdan çıkan bir sonuç var: Biz henüz burjuvazinin seçim sahtekarlığı
oyununda, bu oyundan zengin taktiklerle fazla yararlanabilecek düzeyde bir güce sahip değiliz. Yaptığımız en uç noktada, gücümüz ölçüsünde seçim ortamından yararlanarak, ilkesel kimi doğruları işçi ve
emekçilere daha fazla taşımak oluyor.
12 Haziran seçimleri başta Türkiye’nin devrimci bir durumdan ne kadar uzakta olduğunu, iktidar
mücadelesinin ne yazık ki burjuvazinin değişik kesimleri arasında bir mücadele olarak yürüdüğünü,
devrimci–radikal solun iktidardan çok çok uzaklarda olduğunu, iktidar mücadelesinde şimdilik dikkate
alınmaya değmez bir büyüklük olarak hareket ettiğini bir kez daha gösterdi.
Bu gerçeği, bu bize acı verse de, olduğu gibi tespit
etmek, bu gerçeği devrimci tarzda değiştirmenin ilk
ve ön şartıdır. Ne yazık ki, bu çıplak gerçeği kendine
devrimci diyen örgütlerin büyük çoğunluğu görmemekte, devrimcilik adına reddetmekte devam ediyor.
Fakat istekleri gerçeğin yerine koymakla gerçeklik
değişmiyor!
Gerçekleri olduğu gibi tespit etmek, aynı zamanda bugün nelerin mümkün olduğunu görmek,
“başarısızlık”lardan moral bozukluğuna kapılmamak anlamına gelir.
Yapılması gereken, tespit edilmiş doğru yolda, sağa
sola sapmadan yürümeye, işçi sınıfının partisinin
inşasını işletmeleri temel alarak ilerletmeye devam
etmektir.
Bu arada güncel siyasi gelişmelerde takınılacak tavırlarda çıkış noktamız hep, anda esas görevimiz olan
işçi sınıfının ileri kesiminin bilinç seviyesini yükseltmek ve onları parti inşasına kazanmak olmalıdır.
Şimdi seçimler ertesinde Anayasa tartışmaları gündeme gelecektir.
Bizim bu tartışmalara katkımız, gerçekten demokratik bir Anayasa talebidir. Sömürü düzenlerinin en
demokratik Anayasası bile, son çözümlemede sömürü düzenlerinin sürmesini garanti altına alan Anayasalardır. Bunlar gerçek anlamda, yani işçilerin,
emekçilerin, yani toplumun çoğunluğunun çıkarlarını merkeze koyma anlamında demokratik değildir.
Bizim Anayasa önerimiz, Halkın Demokratik Diktatörlüğünün programı ile örtüşen bir Anayasadır.
Anayasa tartışmalarında bizim yapacağımız, elimizdeki tüm imkanları kullanarak bu düşünceleri emekçilere taşımak olacaktır.
İşimiz budur. İşimize bakacağız!
16 Haziran 2011 ✓
gündem
gündem
12
AKP’ne karşı tepki yaratacağını da biliyorlardı. Vs.vs.
teori bu. Olmaz mı? Olur! Olur da ispatı nerede? İlk
teorideki gibi bunun da ispatı kendinden menkul!
Yok!
Biz bu teoriler yerine şu an olanları tespit edip geçelim:
*MHP’nin Bahçeli’nin 15 kişilik yönetiminin 9 “güvenilir” ismi geri çekilmek zorunda bırakılmıştır.
*Bahçeli’nin güvenilirliği sarsılmıştır.
*Kaset krizi MHP içinde alttan alta yürüyen iktidar
dalaşını su yüzüne çıkarmıştır.
*Seçim sonuçları ile bu iktidar dalaşının daha da
serleşeceği kesindir. MHP’nin içindeki iktidar dalaşında kavgaların, bölünmelerin gündeme gelmesi
kimseyi şaşırtmamalıdır.
6. 12 Haziran seçimleri burjuvazinin % 10 barajının altındaki “küçük” partilerini bütünüyle
önemsiz, hesaba katılması gerekmeyen büyüklükler
seviyesine geriletti. Bunların büyük bölümü için bu
seçimler tabela indirme sonucunu verecektir.
12 Haziran seçimlerinin yukarıda belgelenen resmi olmayan sonuçlarına göre, % 10 barajını aşan üç
egemen sınıf partisi –AKP, CHP, MHP- dışındaki
burjuva partilerinden yalnızca SP % 1’i aşmış (%1,25)
durumdadır.
SP dışındaki burjuva partileri yüzde değil, binde ve
onbindelik kesirlerle ifade edilen partiler durumundadır. SP’de , HAS Partinin ondan ayrılması ile küçülen, oy kaybeden bir parti konumundadır.
2007 seçimlerinde % 5.42 oy alarak, varlığını sürdüren DP , 2011 deki % 0.65 oyla silindi. DYP %
0.15’lik oyunun DP’ye eklenmesi halinde de bu iki
partinin büyüklüğü % 0.80’le dikkate alınmaya değmez bir büyüklük olmaktan çıkmıyor!
Bu AKP’nin seçmen nezdinde artık geçmişte merkez sağ olarak adlandırılan akımın oylarını bütünüyle kendi içinde erittiğini, AKP çok büyük hatalar
yapmadığı ve bölünmediği vb. sürece (ki ufukta böyle
bir şey görünmüyor) bu alanda yeni güçlü bir alternatifin mümkün olmadığını gösteriyor. SP dışındaki
partiler ( o diğerlerinden belli ölçüde farklı, kendine
özgü din ideolojisini temel alan bir parti. Şeriata en
yakın legal parti. O maksimal % 2-3 partisi olarak
varlığını sürdürecektir.) partiler siyasi parti olarak
varlık nedeni kaybolmuş olan partilerdir. Normal
olan bunların tabelayı indirmeleri, kendilerine en
yakın partiye katılmalarıdır. Bir bölümünün bunu
yapması mümkündür. Burjuvazinin AKP’ye “merkez
sağda yeni bir alternatif” çıkarma çabalarının boş
13
Araç olarak kullanmak derken ne demek
istiyoruz?
Seçim döneminde kitleler siyasetle yakından ilgilenmeye başlarlar. Bu dönemde canlı ve yararlı tartışmalar yürütülür. Bu nedenle seçim süreci kapitalist
sistemin, seçimlerin, meclisin ve burjuva partilerin
teşhiri ve devrimin, halk iktidarının propagandası
için kullanılmalıdır. Aynı şekilde meclise girebilmenin koşulları gerçekleştiğinde meclis kürsüsü de işçi
ve emekçilerin, ezilenlerin çıkarları doğrultusunda
kapitalist sistemin, burjuva partilerin, meclisin teşhir
edildiği, devrimin gerekliliğinin propagandasının bir
araç olarak kullanılmalıdır.
Seçimlere hangi koşullarda katılabiliriz?
12
Haziran Genel Seçimlerinde sandığa gitmemeyi, seçimleri boykot etmeyi, hiçbir
parti ve adaya oy vermemeyi savunduk ve bu tavrın
çağrısını yaptık. Boykot tavrımızın daha iyi kavranabilmesi için 10 soruya verdiğimiz cevaplar şeklinde
boykot tavrımızı açıklıyoruz.
Boykot demekle ne kastediyoruz?
Seçimleri Boykot etmek dediğimizde sandığa gitmemeyi, hiçbir parti veya adaya oy vermemeyi kastediyoruz. Bu anlamda andaki tavrımız pasif boykottur.
Bu sınıf içerisindeki gücümüze ve güç dengelerine
bağlı bir şeydir. Güce ve etki alanımıza bağlı olarak
aktif boykotta savunabiliriz.
Seçimleri neden boykot ediyoruz?
14
Bunun birçok nedeni var. Burjuva Kapitalist ülkelerde seçimler kitleleri aldatmanın bir aracı olarak kullanılır. Alınan kararlar sermayenin istek ve talepleri
doğrultusunda alınır. Parlamento sermayenin çıkarları doğrultusunda alınan kararlara bir demokrasi
maskesi örter. Bu sistem içinde geçerlidir. Kapitalist
sistemde sömürenler yönetir, sömürülenler yönetilirler. Sömürenler zaman zaman sömürülenlerin
hoşnutsuzluğu arttığında sus payı için bazı kırıntılar
verirler. Ama kapitalist sistem bu çarkın dışına çık-
maz. İşte bu kaba sömürü çarkını maskelemek için
sömürenler seçimlere ve parlamentoya gereksinim
duyarlar. Böylece sömürülenleri her şeyin demokrasi çerçevesinde yürütüldüğü masalı ile kandırırlar.
Sömürülenler de 4-5 yılda bir sandığa giderek bu demokrasi oyununa alet olurlar. Böylece sömürenlerin
parlamentodaki temsilcileri meşruiyet kazanırlar.
Bu çark kendi döngüsü içerisinde kırılamaz. Yani
sahte demokrasi oyununa aday veya seçmen biçiminde alet olarak bir şey değiştirilemez. Bu çarkı
tamamen kırmak ve ortadan kaldırmak gereklidir.
Bunun için bir devrim gereklidir. Kitlelere seçimlerle
ve parlamentoyla bir şeylerin değiştirilebileceği inancını yaymak devrimin çıkarlarına terstir. Bu nedenle
seçimleri boykot ederek, demokratik halk devrimin,
halk iktidarının, sosyalizmin propagandası yapılmalıdır. Seçimler ve parlamento bu amaç için sadece
kullanabilecek araçlar olarak görülmelidir.
Seçimleri ve meclisi tamamen reddediyor
muyuz?
Hayır reddetmiyoruz. Reddettiğimiz şey seçimlerin
ve meclisin, işçi ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin demokrasi yalanıyla kandırılmalarının bir
aracı olarak kullanılmasıdır. Oysa seçimler ve meclis
milyonlarca sömürülen kitlelerin temsilinin ve ger-
Seçimlere devrimci bir program temelinde, devrimci
adaylarımızla katılabilecek gücümüzün olduğu koşullarda katılabiliriz. Bunun için işçi sınıfı içinde güç
olmak, bağımsız siyaset ve adayların işçi sınıfı tarafından desteklenmesi, sahiplenilmesi gerekir. Ayrıca
böyle bir programa sahip devrimci parti ve bağımsız
adayları destekleme şeklinde de seçimlere katılabiliriz.
Blok veya diğer devrimci grup ve partileri
ne şekilde değerlendiriyoruz?
Blok ezilen Kürt ulusunun ulusal talepleri etrafında
kurulmuş ve bu temelde de en temel talebi Kürt ulusunun ulusal talepleri olan bir oluşumdur. Biz bu oluşuma karşı değiliz, olumsuz değerlendirmiyoruz. Ancak blok devrimci bir program sunmamaktadır. Blok
işçi ve emekçilerin, Kürt ulusunun ve diğer ulus ve
ezilen milliyetlerin gerçek alternatifi değildir. Çünkü
Kürt ulusu da dahil, işçi ve emekçilerin, ezilen ulus
ve milliyetlerin gerçek kurtuluşu devrimdedir. Bu
nedenle Bloğu ve (kimisi devrimci de olsa, devrimci bir program sunmadıkları sürece) blok adaylarını
desteklemiyoruz. Diğer devrimci örgütlerin bağımsız
adaylarla seçime katılmalarında da sık sık aynı sorun
var. Seçime giden adaylar devrimci bir program sunmuyorlar.
Seçimler Boykot edildiğinde oyların
burjuva partilere gittiği iddia ediliyor?
Şu andaki seçim sistemine göre bu doğru değildir.
Verilmeyen veya geçersiz sayılan oylar hesap içerisinde alınmaz. Verilen ve geçerli sayılan oylar partilerin
oy oranlarını ve milletvekili sayılarını belirler. %10
barajını aşamayan partilerin, seçilmek için yeterli
sayıda oy alamayan bağımsız adayların oyları, barajı aşan partilerin oy oranlarına bağlı olarak dağıtılır.
Yani gerçekte sandığa gitmeyenlerin oyları ve geçersiz sayıların oylar değil, barajı aşamayan partilere ve
seçilemeyen adaylara verilen oylar burjuva partilere
gider.
gündem
gündem
10 soruda Boykot...
çek sorunlarının çözüm araçları olmalıdır. Bu kapitalist sistemde bu mümkün değildir. Çünkü kapitalist
sistemde meclis burjuva diktatörlüğünün gizlemenin
bir aracıdır.
Tüm seçimleri mi boykot ediyoruz?
Hayır. Her seçim döneminde yapılan seçime, seçimde aday olanlara ve gücümüze göre bir değerlendirme
yapıyoruz. Farklı koşullar altında seçimlere katılmayı
ve oy vermeyi propaganda edebiliriz.
Boykot kararı merkezi olarak ve tüm
bölgeler için mi alınıyor?
Hayır. Yerel seçimlerde yerelde aday olan kişilerin
niteliği o bölgedeki yoldaşlarımız tarafından değerlendirilir ve ona göre tavır belirlenir. Yani bir bölgede
seçimlere katılıp bir adaya oy verirken, diğer bölgelerde seçimleri boykot edebiliriz. Varolan adayları değerlendirmek yanında gücümüzün olduğu bölgelerde
kendi adaylarımızı çıkarabilir ve seçmenlerden devrim ve sosyalizm için adayımıza oy isteyebiliriz. Aynı
durum Genel Seçimlerde de ortaya çıkabilir. Genel
seçimlerde gücümüzün olduğu bölgelerde bağımsız
olarak kendi devrimci adaylarımızı gösterebileceğimiz gibi, devrimci programa sahip başka bir devrimci adayı da destekleyerek seçimlere katılabiliriz.
Bu durumda da bir bölgede bağımsız aday için seçim
çalışması yürütülürken diğer bölgelerde seçimleri
boykot edebiliriz.
Boykotun amacı nedir?
Boykotun amacı bu sistem içerisinde gerçek bir çözümün olmadığı, bu nedenle sandığa gidilerek sistemin
sahte demokrasi oyununa meşruiyet kazandırılmaması gerektiğini savunuyoruz. Boykot nedeniyle sandığa gitmeyen her bir oy bu sistemin bütününe güvenmemeye verilmiş bir oydur. Boykot burjuvazinin
seçim sahtekarlıklarına alet olmamak, seçimin figüranları olmayı reddetmektir. Boykot devrimden yana
seçimini yapmaktır.
20.06.2011 ✓
15
✌
SAVAŞ İSTEYENLER
PROVOKASYON YAPIYOR!
“Y
16
üksek Seçim Kurulu”, 12 Haziran seçimlerinin üzerinden 11 gün geçtikten sonra, 12 Haziran Seçimlerinin “kesin sonuçları”nı resmen açıkladı.
Yüksek Seçim Kurulu resmi sonuçları açıklamasının bir gün öncesinde de Barış, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu Bağımsız Adayı olarak Amed’de seçime
katılıp bağımsızlar içinde en yüksek oyla seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal ettiğini ve milletvekilliğinin onun yerine sıradaki en fazla oy alan
adaya verileceğini açıklayan kararını Resmi Gazetede
yayınlayarak duyurmuştu. Sıradaki en fazla oy alan
milletvekili adayı ise AKP den Oya Eronat idi.
YSK MHP’nin İstanbul’da yaptığı itirazı da görüşüp karara bağlamış, gümrük oylarının dağılması
temelinde MHP’nin itirazının da geçersiz olduğuna
hükmetmişti. Böylece ilan edilen resmi kesin sonuçlara göre önümüzdeki dönemde Millet Meclisinde
AKP 327; CHP 135; MHP 53 Milletvekili tarafından
temsil edilecek. Yeni Mecliste yer alacak, BÖD Bloku
Milletvekili sayısı YSK’nın kesin sonuç açıklamasına
göre 35 olacak.
YSK’nın kararları bilindiği gibi YSK dışında hiçbir
kurum tarafından değiştirilemiyor. Hatip Dicle’nin
avukatlarının hemen yaptığı karar düzeltme talebi de
YSK tarafından reddedildi.
YSK’nın Hatip Dicle’nin Milletvekilliğini iptal etme
kararı bir dizi yasaya dayandırılarak, bunun hukuki bir karar olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılıyor.
Gerçekte alınan kararın hukukla – hele hele adaletle!- bir ilgisi yoktur. Karar açıkça siyasi, hukuk kılıfı
geçirilmeye çalışılan, guguki bir karardır. YSK Hatip
Dicle’nin Milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olduğuna, aday olarak seçimlere katılabilir olduğuna
karar vermiş olan kurumdur. YSK, Yargıtay ve Danıştay Genel Kurulları tarafından seçilen 11 hakimden
oluşan, yüksek yargının bir parçası olan bir kurumdur. Şimdi bu kurum, Yargıtay’ın 22 Mart’ta aldığı bir
onama kararı, kendi eline 9 Haziran’da ulaştığı gerekçesiyle, ortaya yeni bir durum ortaya çıktığını ilan
ederek, Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal etme
kararı alıyor. 9 Haziran, seçimlerden üç gün önceki
tarihtir. Ve artık Hatip Dicle’nin yerine bir başka bağımsız adayın listelerde yer alması mümkün değildir.
Yani adı “yüksek” olan yargı hile ile, Hatip Dicle’nin
milletvekili seçilmesi halinde onu meclise sokmayacak bir tuzak kurmuştur. Olan budur. Bu tuzak,
aslında objektif olarak Kürt sorununda barışçıl bir
çözüm istemeyen güçlerin bir edimidir. Savaşı yükseltmek isteyen güçlerin açık bir provokasyonudur.
Bu tavırla Barış Özgürlük ve Demokrasi Bloğu adaylarına oy veren seçmenlere, öncelikle de Kürt ulusal
kimliklerine sahip çıkan ve bölgedeki adaylarını kendi adayları olarak kavrayan Kürt seçmenlere verilen
mesaj açıktır: Sizin kimi seçtiğiniz önemli değildir.
T.C.nin “yüksek!!!” yargısı olarak biz kimin seçilmiş
olduğuna kendimiz karar veririz! Alınan bu karar aslında Kürt ulusuna karşı sürdürülen savaşta ısrar ve
kararlılık ilanıdır!
Burada T.C.nin gözünde Hatip Dicle’yi seçip meclise gönderen 80.000 oyun değeri, 11 yüksek hakimin
iki dudağı arasından çıkan söz kadar değildir. Olgu
budur. Burada üzerine çok konuşulan, büyük laflar
edilen “halkın iradesi” hiç değerindedir. Ve yüksek
yargı bu guguki kararı, Barış Özgürlük ve Demokrasi
Bloğu’nun seçilmiş Milletvekili adına yapılmış olan,
“İçimizden birinin bile engellenmesi halinde Meclis’e
gitmeyiz. Ya hep beraber, bütün seçilmiş arkadaşlarımızla birlikte gideceğiz. Ya hiçbirimiz meclise gitmeyeceğiz” açıklamasının ertesinde, bu tavrın bilgisi
temelinde almıştır. Aldığı karar açıkça, siz meclise
gelmeyin, sizi mecliste istemiyoruz kararıdır.
Barış Özgürlük ve Demokrasi Bloğu adına seçimle-
re katılıp, Milletvekili seçilen adayların guguki engellenmesi yalnızca Hatip Dicle’nin Milletvekilliğinin
iptali ile sınırlı değil. Onun dışında seçilmiş bağımsız
Milletvekillerinden 5’i daha; KCK davası nedeniyle
tutuklu. Bunlar da henüz seçmen onları bütün engellemelere rağmen milletvekili seçmiş olmasına rağmen, serbest bırakılmış değil. Ve Savcı mütalaasında
bunların serbest bırakılmasına karşı çıktı.
Nitekim Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi, Milletvekili seçilen Selma Irmak, Kemal Aktaş ve Faysal
Sarıyıldız ile milletvekilliği düşürülen Hatip Dicle'nin
tahliye taleplerini reddetti.
Burada da seçmen iradesi hiç, belirleyici olan irade
egemen sınıfların, T.C.nin yargısı. Bu yargı bir yandan adayların seçilme hakkı olduğunu tasdikliyor,
fakat diğer yandan onları seçilmeleri halinde, tutuklu
tutmaya devam etme hakkını kendinde görüyor! Ve
bunun hukuki olduğunu söylüyor. Bunun adı hukuk
değil guguktur! Ben yaptım oldu tavrıdır.
Benzer bir guguki tavır CHP ve MHP listelerinden
seçime girip seçilen üç Ergenekon tutuklusu için de
yaşanıyor. Bunlardan CHP’li ikisi ve MHP’li olan
hakkında tutukluğun kaldırılması talebi ilgili mahkeme tarafından reddedildi. Burada da, bir yandan
birileri tutuklu halde iken Milletvekili adaylığına baş
vuruyor. Yargı seçilmelerinde sakınca yoktur diyor.
Söz konusu adaylar seçime katılıyor halk oyuyla seçilip Milletvekili oluyor. Fakat yargının bir başka bölümü, seçilmiş olsanız da fark etmez, tutukluluk haliniz
devam edecektir kararı alıyor. Yani güya halkın oyuna başvurulmuş olan seçimler bu somutta gerçekte
hiç değerinde, bir göz boyamadan başka bir şey değil.
Bugün barıştan, demokrasiden yana olan bütün
güçler, bu kararlara karşı çıkmalıdır. Milletvekili seçilmiş olup ta, tutuklu olan herkes serbest bırakılmalıdır.
Hatip Dicle’nin Milletvekilliliğinin iptali, yalnızca
ona, BDP’ne; Kürtlere değil, barıştan, demokrasiden,
özgürlükten yana olan herkese açık saldırı ve savaş
ilanıdır. Demokrasiden yana olan, Kuzey Kürdistan
Türkiye’de akan kanın durmasından,barıştan yana
olan herkes bu karara karşı çıkmalı, kaldırılması talebini eylemlerle yükseltmelidir.
Bu kararlar evet yargı kararlarıdır. Fakat hiçbir siyasi güç, en başta da her iki seçmenden birinin oyu
ile yeniden hükümet olacak olan AKP, “Bu yargı
kararıdır”, “Yasalar herkes için geçerlidir”, “Hukuki
süreç işliyor” vs. ile sorumluluğu başkalarının üzerine atıp, kendini kurtaramaz. AKP bugün bütün
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
Guguk son sözünü söyledi!
12 Haziran seçimlerinin resmi kesin sonuçları açıklandı!
17
✌
Hatip Dicle’nin Milletvekilliliğinin iptali, yalnızca ona, BDP’ne;
Kürtlere değil, barıştan, demokrasiden, özgürlükten yana
olan herkese açık saldırı ve savaş ilanıdır. Demokrasiden
yana olan, Kuzey Kürdistan Türkiye’de akan kanın
durmasından,barıştan yana olan herkes bu karara karşı
çıkmalı, kaldırılması talebini eylemlerle yükseltmelidir. Bu
kararlar evet yargı kararlarıdır. Fakat hiçbir siyasi güç, en
başta da her iki seçmenden birinin oyu ile yeniden hükümet
olacak olan AKP, “Bu yargı kararıdır”, “Yasalar herkes
için geçerlidir”, “Hukuki süreç işliyor” vs. ile sorumluluğu
başkalarının üzerine atıp, kendini kurtaramaz. AKP bugün
bütün gelişmelerin siyasi sorumlusudur.
18
somut adımlarla, yapılacak, yasa değişiklikleri vs. ile
sağlayabilir. Onun bu konudaki tavrı önümüzdeki
dönemin gelişmeleri açısından turnusol kağıdı işlevi
görecektir.
Bütün gelişmelerin gösterdiği gerçek şudur:
Eğer demokratik haklar elde etmek istiyorsak,
bunları egemen sınıf partilerinden ve diğer kurumlarından beklememeliyiz. Onların her birinin ağzında gevelediği demokrasi, en iyi halde kendileri için
demokrasidir ve bizim kendilerine inanıp onların
peşinden gitmemiz için kullandıkları bir araçtır.
Demokratik her bir hak için kararlı olarak mücadele etmeliyiz. Demokratik haklar, barış, özgürlük vb.
Demokratik Özerklik
üzerine bir kez daha
ancak mücadeleyle, isyanla egemen sınıflardan söke
söke kazanılır. Bunu örneğin YSK’nin daha aday listelerinin hazırlanması sürecinde kimi BDP adaylarını engelleme yönünde aldığı karara karşı kararlı halk
direnişinde gördük.
Ve demokratik hak mücadelemizde şunu da hiç
unutmamalıyız:
Sömürücü sınıfların egemen olduğu bütün sistem-
lerde, elde edilmiş olan bütün demokratik haklar
sonuçta sınırlıdır ve her zaman geri alınma tehdidi
altındadır. Gerçek demokrasi, işçiler, köylüler, bütün emekçiler için güvence altına alınmış en geniş
demokrasi ve özgürlükler, ancak işçi sınıfı önderliğinde, halkların kendi iktidarlarında mümkündür.
Bu yüzden demokrasi barış özgürlük mücadelemizi,
işçilerin köylülerin emekçilerin kendi iktidarları için
devrim mücadelesinin bir parçası olarak kavrayıp
yürütmeliyiz.
25 Haziran 2011 ✓
D
üzen partilerinin bol vaatli, bol gürültülü bir
seçim oyununu daha geride bıraktık. İşçi ve
emekçilerde bu vaatlere inanarak sandık başına gitti.
Doğru bulduğu parti ve bağımsız adaylara oy verdi.
Bu seçim döneminde Kürt sorunu konusunda düzen
partileri neredeyse devletin geleneksel politikasının
ötesine geçen bir açıklama yapmadılar. AKP “Kürt
sorununda milli birlik ve beraberlik projesine” indirgediği siyasetinde, “Kürt sorunu yok, benim Kürt
kardeşlerimin sorunu var” geleneksel statükocu siyasetine geri döndü. “Yeni” olduğunu söyleyen CHP
Kürt sorunun da geleneksel siyasetini devam ettirirken, “Yerel yönetimlerde özerkliğin” olabileceği
mesajını verdi. Bu mesajı verirken Anayasanın ilk üç
maddesinin “değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceğini” Genel Başkanları Kemal Kılıçdaroğlu tarafından net bir biçimde açıklandı. MHP de bilinen geleneksel tavrını devam ettireceğini, Amed’de yaptığı
mitingde de dile getirdi.
Bu seçimde BDP’nin desteklediği Emek, Özgürlük,
Demokrasi Bloğu adaylarının seçim gündeminin
ana eksenini Kürt sorunu oluşturuyordu. Ağustos
2010 tarihinden itibaren daha da yoğun bir temelde
gündemde tutulan “Demokratik Özerklik Projesi”
Newroz kutlamaları ve sivil itaatsizlik eylemlerinde
daha da yoğun bir şekilde gündeme getirildi. Aynı
zamanda Blok adaylarının seçim propagandalarının
ana gündemini oluşturdu. Önümüzdeki dönemde
seçimin ikinci galibi olan BDP’nin, Anayasa tartışmalarında yeni Anayasaya destek vermek için ölçüsü
Demokratik Özerklik olacağı kesin.
“Demokratik Özerklik” üzerine 2010 EylülEkim’de çıkan 147. sayımızda tavır takınmış şu değerlendirmeyi yapmıştık:
“DTK’nin demokratik özerklik projesi aslında
ulusların kendi kaderini tayin hakkının sulandırılmış halidir. Bu ulusal hakkın rafa kaldırılması, Kürt
halkının mücadele azminin reformist talepler uğruna
heba edilmesidir. Talep bugün var olan zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Çünkü her
sorunu çözebilecek sihirli bir değnek gibi gösterilen
Demokratik Özerklik kapitalist-emperyalist sistem
içerisinde getirilen, zoraki birliği kültürel hakları tanıyan zoraki bir birlik haline dönüştüren bir taleptir.
Bu yanıyla da proje Türk ve Kürt burjuvazisinin uzun
vadeli çıkarlarına hizmet etmektedir.”
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
gelişmelerin siyasi sorumlusudur. Yüksek yargının
Hatip Dicle’den hile ile boşalttığı koltuğa hemen bir
AKP milletvekilinin oturmaya kalkması, bu bağlamda AKP’nin “ileri demokrasi” söylemlerinin nasıl
sahtekarlık olduğunun açık bir kanıtıdır. AKP eğer
isterse, YSK kararı ve Ağır Ceza Mahkemeleri kararları ile çıkarılmış olan bu krizin yükselen bir savaşa yol açmamasını, yapılacak açıklamalarla, atılacak
19
✌
Demokratik özerk yönetimlerin gerçekte kendi kendilerini yönetebilmesi için demokratik bir düzenin
olması lazım. Kapitalizmin egemenliği koşullarında
bu tam anlamıyla mümkün değil. Bazı Avrupa ülkelerinde bunun kısmen uygulanması, o ulusların her
türlü hakka sahip olduğu anlamına gelmiyor. Kaldı ki
buralarda da sermayenin iktidarı tehlikeye girdiğinde, sermaye gerçek yüzünü gösterecektir. Sermayenin
egemen olduğu bu ülkelerde esas olan sermayenin çıkarlarıdır. Unutulmamalıdır ki sermaye çıkarlarına
ters olan hiçbir şeye müsaade etmeyecektir. Ulusal
sorunun çözümünü salt özerkliğe indirgemek onun
özgürlük alanını daraltmaktır. Bugün ortaya konan
demokratik özerklik de, devleti ve sistemi sorgulamadığı, devleti yıkmayı hedeflemediği için gerçekte TC
devletinin varlığını güçlendirmek anlamına gelmektedir. Demokratik Özerklik; ana dilde eğitim ve bölgesel özerkliğe indirgenerek “87 yıllık cumhuriyetin
demokratikleşmesinde de büyük bir hamle anlamına
gelecektir.” değerlendirmesi yapılıyor. Yazının devamında toplumsal gelişmeleri anlatırken kölecilik döneminde ortaya çıkan dinlere övgüler dizmekten de
geri durulmuyor.
Kürt sorunu nasıl çözülecek?
Hatip Dicle geçerken Ekim Devrimi’nin devlet olgusu
ile bütünleşerek nasıl yozlaştığını anlatıyor. Önce şunun bilinmesi lazım. Ekim devrimi, Paris Komününün ilk deneyimini dışta tutarsak bir ilk deneyimdi.
Lenin’in deyimi ile “Buz kırıldı yol açıldı.” Sovyetlerdeki yozlaşma 1960’ların başında Kruşçev ile başlayıp
Gorbaçov’la biten dönemi kapsayan bir yozlaşmadır.
Lenin-Stalin dönemini aynı kefeye koyarak yapılan
bir değerlendirme ayakları yere basmayan bir değerlendirmedir. Aşağıda bu soruna tekrar değineceğimiz için geçiyoruz. Yine Hatip Dicle’ye bakalım;
“Tüm Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında
yaşadığı aslında tarihten ders çıkararak, ulus-devletçilikten demokratik ulusçuluğa dönüşümdür. ABD
zaten her zaman demokratik ulusların ulusu olarak
kalmayı başardı. SSCB’de ise, ulus devletçilik ve demokratik ulusçuluk iç içe yaşadı. Hindistan’da da
demokratik ulusal eğilimler hep güçlü oldu. Afrika
ve Latin Amerika’da demokratik ulusal eğilimler
her zaman ağır bastı. Katı ulus-devletçilik, Ortadoğu
başta olmak üzere bazı ülkelerle sınırlı kaldı. Bunların da hızla çözülüş sürecine girecekleri kesindir.
Unutmayalım ki “farklılık içinde birlik” halinin en
uygun formasyonu demokratik ulus yapılanmasıdır.”
Hatip Dicle bu yazısında “Demokratik Özerklik”
konusunda nereyi örnek aldığını tarihte örnekler vererek açıklıyor. En çok üzerinde durduğu örnek ise,
İspanya örneği. İspanya bütün yazıda önemli bir yer
tutmaktadır. Hatip Dicle ulus devletçiliğe karşıdır ve
fakat demokratik ulustan yanadır. Peki demokratik
ulus içinde burjuvazi de olacak mı? Olacaksa işlevi ne
olacaktır? Sömürü olacak mı? Tüm bunlar bütün yazı
içerisinde tartışılmamaktadır. Dünyanın en büyük
haydutlarından biri olan ABD olumlu örnek olarak
verilmektedir. Bu da Demokratik Toplum Kongresi
ve onu temsil eden Hatip Dicle’nin soruna burjuva
demokrasisi çerçevesinde baktıklarını gösteriyor.
Dicle “Devlet+Demokrasi formülü, Demokratik
Özerklik statüsünün en özlü ifadesi olmaktadır. Bu
formüldeki demokrasinin temel politik biçimi ise
Demokratik Konfederalizmdir. Bunu devlet olmayan
siyasi yönetim biçimi olarak da tanımlamak mümkündür.“ diyor. Devamında ise, “devlet+demokrasi
formülüyle barış içinde bir arada yaşayabilirler. Diyalog, ilkeli uzlaşı ve demokratik müzakere yoluyla,
ilkeli barışı kalıcı kılabilirler.“ diyor. Burada “devlet
olmayan” “Konfederalizm” “Devlet+demokrasi” nasıl olacak belli değil. Ezenle ezilenin olduğu bir yerde
“barışı kalıcı” nasıl kılabiliriz diye insan sormadan
edemiyor. Tarihsel olarak baktığımızda ilkel komünal toplumdan sonra sınıf savaşımları her zaman olmuştur. Dicle‘nin örnek verdiği İspanya‘nın Katalon
bölgesinde de, “sağlık ve bazı sosyal alanlarda kesinti yapılmasını öngören” (Kaynak 16 Haziran Özgür
Gündem) yasalara karşı parlamento önünde gösteriler yapılmaktadır. Dicle’nin Katalan değerlendirmesi
şöyledir:
“ÖZCESİ; İspanya Anayasası ve Katalan Statüsü ile
ilgili olarak belirtilen bu hususlar, Devlet+Demokrasi
formülasyonunun ve Devlet ile Devlet olmayan siyasi
bölgelerin demokratik uzlaşısının nasıl gerçekleştirilebileceğine, somut ve çarpıcı bir örnektir. Kürtlerin
demokrasi ve özgürlük taleplerinin böyle bir çerçeve
içinde çözülebileceğine ilişkin de, somut bir yanıt olmaktadır.”
Hatip Dicle’nin Kürtler için istediği “Demokrasi”
sömürü sisteminin de devam ettiği bir demokrasidir.
Belli reform talepleri kabul edildiğinde sorun görmüyor. İkincisi demokrasi sınıflar üstü bir kavram
değildir. Burjuvazinin egemen olduğu yerde en fazla burjuva demokrasisi vardır. Bu demokrasi işçi ve
emekçiler üzerinde diktatörlük, açlık yoksulluk işsizlik demektir. Yani Kürtler başta olmak üzere, diğer
ulus ve azınlıklar için istenen gerici burjuva diktatörlüğüdür. Hatip Dicle ve DTK bu konuda net tavrını
ortaya koymalıdır.
Devamla şöyle diyor:
“Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında her açıdan
çok renkliliği yansıtan bu gerçek fotoğraf, aslında büyük bir zenginliği de ortaya çıkarmaktadır. Herkesim
özgürce demokratik tarzda örgütlenip sorunlarını
tartışarak ortaya koyduğunda ve kendi çapında çözümlere ulaştığında katılımcı demokrasinin gerçekleştirilmesinde büyük mesafeler alınacağı açıktır. Bu
durum, gerçek manada demokratik toplum ve Demokratik Özerkliği yaşamsallaştırma anlamına da
gelmektedir. Devletin de zihniyet ve idari yapılanma
alanında kendini demokratik reformlara tabi tutarak,
bir demokratik anayasa temelinde yeniden reorganizasyonu Devlet+Demokrasi formülasyonunun hayat
bulması demektir.
Örnek olarak anadilde eğitim hakkının kullanılması, bir Kürt bireyi açısından hem Diyarbakır’da
hem de İstanbul’da BÖLGE YÖNETİMLERİ tarafından karşılanacak; aynı şekilde bir Türk çocuğunun
kendi anadilinde eğitimi, Edirne’de ne kadar kolaysa,
Hakkari’de de o derece kolay olacak ve herkes resmi
dil Türkçe’yi öğrenerek ortak iletişim diline de kavuşmuş olacaktır. Benzer biçimde bir Alevi inançlı
yurttaşın kendi cemevlerinde ibadeti, Türkiye’nin
hangi bölgesinde olursa olsun, özgür ve bu hakkı kullanabilecek olanakları olacaktır. Şüphesiz ki bu örnekler daha da çoğaltılabilir.
Aynı zamanda bu model “Demokratik Türkiye
Cumhuriyeti, Demokratik Özerk Kürdistan” formülasyonu ile Kürt sorununun demokratik çözümü
ve Kürtlerin kendi kendilerini yönetme, kendi geleceklerini özgürce belirlemelerine de demokratik bir
zemin sunacak; 87 yıllık cumhuriyetin demokratikleşmesinde de büyük bir hamle anlamına gelecektir.
Bu demokratik zemin üzerinden Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinin güçlenmesi ve bir bütün olarak
Türkiye toplumunun barış içinde, 2023 yılındaki
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümüne
esenlikle ulaşması bir hayal olmaktan çıkıp gerçeklik
kazanacaktır. Ve bu anlamda bu yol takip edilmeye
değer bir yoldur.”
Bu görüşü savunanların sosyalizmle hesaplaşmaması düşünülemez. Dicle Avrupa’daki yaklaşımı
överken sosyalizmle şöyle hesaplaşıyor:
“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, uzun yıllar
salt devlet kurma hakkı olarak algılandı. Lenin ve
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
20
Biz bu sayımızda Hatip Dicle’nin kaleme aldığı 10
bölüm halinde Günlük gazetesinde yayınlanan “Demokratik Özerklik üzerine” yazısı üzerine duracağız.
Hatip Dicle bu yazı dizisini kaleme alırken şu notu
düşüyor. “Bu denemeyi yazarken eserlerinden geniş
ölçüde yararlandığım Sayın Abdullah ÖCALAN, Sayın Prof. Dr. Oktay UYGUN ve Sayın Prof. Dr. Atilla
NALBANT’a teşekkürü borç bilirim”. Bu yazı dizisine Özgür Gündem’in internet sitesinde de erişilebilir.
Hatip Dicle Demokratik Özerklik kavramını şöyle
açıklıyor: “Özerklik” esas olarak, Arapça “muhtariyet”, Yunanca “Otonomi” kavramlarının Türkçesidir ve “kendi kendini idare etme” durumunu anlatır. Aynı şekilde “Demos” halk ve “Kratiya”, kendini
yönetme anlamına geldiği dikkate alındığında; Demokratik Özerklik, “halkın kendi kendini yönetmesi” demektir. Bu nedenle de demokrasiden ayrı düşünülemez…. Şu da bir gerçek ki, kendi öz çıkarlarını
sağlam bir düşünsel zemine, politik çizgiye, örgüt ve
eylem gücüne kavuşturamayan; kavuşturduğunda ise
sürekli kılmayan ya da yozlaşıp zıddına dönüşmesini
engelleyen, ulusal, sınıfsal veya cinsel anlamda ezilenler; tarih boyunca yönetim nesnesi olmanın ötesine geçememişlerdir.”
Doğrudur. “Demokratik Özerklik halkın kendi
kendini yönetmesi demektir” soruna salt bu bakış
açısı ile baktığımızda sorun yok. “Sağlam bir düşünsel zemine” oturan bir özerkliğin politik çizgisi,
özerkliğin sürekli kılınması için önemli. Bu politik
çizgi nasıl bir çizgi olacak, hangi sınıfsal, ekonomik
temellere dayanacak bunun tartışılması lazım.
Hatip Dicle devamla şöyle diyor: “Eğer günümüzde demokratik, özerk yerel yönetim kavramından söz
edebiliyorsak, bunun halk kitlelerinin, devlet olgusu karşısında, bir başka yaklaşımla toplumun devlet
karşısında, “kendi kendini yönetmek” için verdiği
uzun ve özverili mücadelelerinin ürünü olduğunu
kavramak durumundayız. Zaten demokratik özerk
yönetimlere esas meşruiyet kazandıran ve onu günümüzde demokratik toplumlarca tercih edilen bir
yönetim tarzı olarak gündemleştiren de, temeldeki
bu niteliğidir. Sözü edilen yönetimler, kitlelerin özyönetim gücünü açığa çıkarabildikleri, demokrasinin
beşiği ve okulu olabildikleri ölçüde gerçek tanımlarına kavuşmaktadır.”
Toplumun devlet karşısında kendi kendini yönetmesi burjuva devlete rağmen nasıl mümkün olacak?
Bu devlet hangi sınıfın devleti? Bu sorulara cevap verilmediği sürece, burada bu haliyle bir şey anlatmıyor.
21
✌
tıklarına bakalım.
Stalin; “SERMAYE EGEMEN OLDUĞU SÜRECE, ÜRETİM ARAÇLARINDA ÖZEL MÜLKÜYET SÜRDÜKÇE VE SINIFLAR VAROLDUKÇA,
ULUSLARIN EŞİTLİĞİ GÜVENCELENEMEZ.
SERMAYENİN İKTİDARI SÜRDÜKÇE VE ÜRETİM ARAÇLARINA SAHİP OLMAK İÇİN SAVAŞILDIKÇA, ULUSLARIN EŞİTLİĞİ VE ULUSLARIN EMEKÇİLERİNİN BİRLİĞİ SAĞLANAMAZ.
TARİH ULUSAL EŞİTSİZLİĞİN YOKEDİLMESİ,
EZİLEN VE EZİLMEYEN ULUSLARIN EMEKÇİLERİNİN KARDEŞÇE İŞBİRLİĞİ REJİMİNİN KURULMASI İÇİN TEK ÇARENİN KAPİTALİZMİN
TASFİYE EDİLMESİ VE SOVYET DÜZENİNİN
KURULMASI OLDUĞUNU SÖYLEMEKTEDİR.”
Stalin burada açık bir dil kullanıyor. Sermayenin
egemenliği koşullarında ulusların eşitliği güvencelenemez diyor. Ulusal sorunun gerçek çözümünün
demokratik devrimde, sosyalizmde olduğunu, burjuvazinin önderliğindeki çözümlerin gerçek çözümler olmadığını gösteriyor. Biz bir kez daha soruyoruz
ülkelerimizde yaşayan farklı ulusların eşit olmamasının nedeni ne? Bu yazıda buna cevap yok. Tam tersine
sorunun nedenini ortaya koyanlara, “Ulusların kendi
kaderini tayin hakkı, uzun yıllar “salt devlet kurma
hakkı olarak algılandı. Lenin ve Stalin’in bunu aşırı
bir şekilde devlet kurma ilkesi olarak ele almaları tarihi felaketler getirdi.” diye saldırılıyor.
Sosyalizm ezilen uluslara ne getirdi ona bakalım.
Ekim Devrimi ile birlikte bir halklar hapishanesi
olan Çarlık Rusya’sında uygulanan acımasız ulusal
baskı bir çırpıda ortadan kaldırıldı. Rusça’nın resmi
dil olmasına son verildi. Bütün ulusların kendi anadillerinde eğitimi ve özerk yaşamaları için (illa da
ulusların ayrılıp ayrı devlet kurmaları propaganda
edilmedi) yasalar çıkarıldı. Bu yasalar kısa zamanda
hayata geçirilmeye başlandı. Zorunlu bir devlet dilini
savunmak gericilik olarak adlandırıldı, zorunlu devlet dili olan Rusça, zorunlu olmaktan çıkarıldı. Bütün
dillere eşit davranıldı. Resmi dil konusunda Hatip
Dicle ne savunuyor; “herkes resmi dil Türkçeyi öğrenerek ortak iletişim diline de kavuşmuş olacaktır.”
diyerek resmi dile karşı çıkmıyor.
Ulusların kendi kaderini tayın hakkı nedir?
Hatip Dicle bu hakkı salt devlet kurma hakkı olarak
gördüğü için yani bilinçli olarak tahrif ederek eleştiriyor. Peki, nedir Ulusların Kendi Kaderini Tayın
Hakkı? Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin be-
lirlemesi demek, bir ulusun nasıl örgütleneceğine
kendisinin karar vermesi demektir.
Açıktır ki bir ulus kendi özgür iradesi ile nasıl örgütleneceğine kendisi karar verebilecek imkâna sahip olduğunda, bu imkânı çok değişik biçimlerde
kullanabilir. Ulus olarak bütünü ile ayrı örgütlenme,
ayrı devlet olarak ortaya çıkma, bir başka devlet ile
konfederatif biçimde birleşme, bir devlet çatısı içinde federatif bir cumhuriyet olma, özerk bölge olma
vb. vb. Sorun şudur ki, ayrılma, kendi kaderini tayin
hakkının kullanımının en üst biçimi, uç noktasıdır.
Ayrılma hakkı savunulmadığı noktada, ulusun kendi kaderini tayın hakkının savunulmasından söz
edilemez, çünkü bu hak sınırlanmıştır. Özgür birlik,
ancak özgürlüğe sahip ve eşit olan halklar arasında
mümkündür. Eğer bir halk ayrılma hakkına sahip
değilse, o her halükarda ancak birlik biçimlerinden
birini seçmek durumu ve zorundaysa, o zaman onun
kendi kaderini kendisinin özgürce belirleme hakkından söz etmek sahtekârlık olur. Bu yüzden komünistler programatik olarak ayrılma hakkı ile kendi kaderini belirleme hakkını haklı olarak eşitlerler.
Bu bağlamda Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini
Tayın Hakkı ve Sosyalist Devrim” başlıklı makalesinde ulusal sorunda sosyalizmin amacının ne olduğu bağıntısında şöyle denmektedir:
“Sosyalizmin amacı yalnızca küçük devletlere (bölünmenin ÇN) ve ulusların her türlü tecridinin ortadan kaldırılması değil, sadece ulusların yakınlaştırılması değil, aynı zamanda onların kaynaştırılmasıdır
da. Ve tam da bu amaca ulaşmak için biz bir yandan
kitleleri Renner ve Otto Bauer’in fikrinin (“ulusal
kültürel özerklik” denen şey) gerici karakteri konusunda aydınlatırken, öte yandan, ezilen ulusların
kurtuluşunu, genel boş sözlerle, içi boş laf ebelikleriyle, sosyalizmle avutarak değil, bilakis berrak ve tam
bir şekilde formüle edilmiş siyasi bir programla, hem
de ezen ulus sosyalistlerinin ikiyüzlülüğü ve korkaklığı üzerinde özellikle durarak talep etmeliyiz. Nasıl
ki insanlık, sınıfların ortadan kalkmasına ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün geçiş dönemi ile ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz kaynaşmasına da ancak
tam kurtuluşun, yani tüm ezilen ulusların ayrılma
özgürlüğünün geçiş dönemi ile varabilir.” (age., s.75)
Bir diğer önemli mesele de Sovyetler Birliğinde
5.12.1936’da 8. Sovyet Kongresi tarafından onaylanan Anayasa üzerine tartışmadır. Burada anayasa
taslağının 17. maddesine ilişkin bir değişiklik önerisi
üzerine bir tartışma yürür. Öneri, Birlik Cumhuri-
“Demokratik Özerklik” gerçekte merkezi
devletin yetkilerinin azaltılması, yerel
yönetimlerin yetkilerinin artırılmasıdır. Bu
biçimi ile demokratik özerklik dünyanın bir
dizi ülkesinde var. Türkiye’de de olması,
andaki duruma göre ileri ve olumludur.
“Demokratik Özerklik Projesi’nde karşı
çıktığımız yan bu değildir. Tam tersine
bunun ana göre olumlu bulduğumuzu ifade
ediyoruz. Karşı çıktığımız, itiraz ettiğimiz
nokta, demokratik özerkliğin gerçekleşmesi
durumunda Kürt ulusal sorunun
çözüleceğinin propaganda edilmesi, ulusal
sorunda çözüm olarak sunulmasıdır.
yetlerinin, Sovyetler Birliği’nden gönüllü ayrılması
hakkının korunmasından söz eden 17. maddenin tamamen çıkarılması yolundadır. Öneriyi getirenlerin
gerekçesi; Sovyetler Birliği’nden ayrılmak isteyen tek
bir cumhuriyet bile olmadığı, o nedenle 17. maddenin
pratikte bir anlamı bulunmadığı yönündedir.
Stalin bu önerinin doğru olmadığına ve Kongre
tarafından kabul edilmemesi gerektiğine inandığını
belirterek “17. maddenin çıkarılması birliğin gönüllülük karakterini zedeleyecektir” diye karşı çıkıyor.
Bu temelde anayasanın 17. maddesi olduğu gibi kalıyor. İlgili madde şöyledir:
“Madde 17) Her Birlik cumhuriyeti, SSCB’den özgürce ayrılma hakkına sahiptir.” (Stalin Eserler cilt 14
s. 110, İnter Yayınları)
Biz bir kez daha “sermaye egemen olduğu sürece,
üretim araçlarında özel mülkiyet sürdükçe ve sınıflar var oldukça, ulusların eşitliği güvencelenemez”
diyoruz. Sosyalizmin yolunu açacak olan Demokratik Halk iktidarı; Kürt ve Arap ulusunun ayrılıp ayrı
devlet kurma hakkını kullanacağı ortamı yaratacak,
azınlık uluslara tam hak eşitliği sağlayacaktır. Diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme, ayrılma hakkının kullanılmasının teminatı
olacaktır.
Bizim anladığımız demokrasi budur.
18.06.2011 ✓
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
22
Stalin’in bunu aşırı bir şekilde devlet kurma ilkesi
olarak ele almaları tarihi felaketler getirdi. Oysa demokratik konfederalizm, demokratik ulus seçeneğinin yönetme şekli olarak, bir halkın kendi geleceğini
özgür ve demokratik yollarla belirleyebilmesinin de
bir biçimi olmaktadır. Ancak bunun için devletin
(bn. Hangi devletin?) demokrasiye duyarlı olması
şarttır. (…) Ancak 1950’lerden sonra Avrupa’da bu
yaklaşım yumuşatılarak demokratikleştirilmiş ve etnisite temelli bir ulus tanımı yerine demokratik-ulus
anlamında İspanyol ulusu, İsviçre ulusu gibi kapsayıcı ulus tanımları geliştirilmiştir.”
Öncelikle Hatip Dicle Lenin ve Stalin’e dayandırdığı bu görüşler için kaynak belirtmeli. Yoksa ben söyledim oldu mantığında mı? Dicle’nin Ulusların Kendi
Kaderini Tayin Hakkı’na (UKKTH) burjuvazinin bakış açısı ile saldırması anlaşılırdır. Çünkü Dicle Kürt
sorununun çözümünü burjuva dar sınırlar içerisinde
görmektedir. Hatip Dicle devlet olgusuna böyle saldırırken, devletin nasıl bir kurum olduğuna pek değinmiyor. O zaman biz söyleyelim. Devlet toplumun
sınıflara ayrılması ile birlikte ortaya çıkan bir baskı
aracıdır. Köleci toplumdan günümüze kadar ezenlerin ezilenler üzerinde bir baskı aracı olarak varlığını
sürdürmüştür. İlk defa Rusya’da Bolşevikler önderliğinde işçi ve emekçiler burjuvazinin iktidarını alaşağı etmiş, işçilerin emekçilerin iktidarını kurmuştu.
Bu seferde işçilerin emekçilerin devleti olan Sovyetler
ezenler üzerinde baskı uygulamış, ezilenler için ise en
geniş demokrasi uygulamıştı. Bu diktatörlük ezilenler
için gerekli miydi, değil miydi? Sorunun özü budur.
Bu söylem yeni de değil. Burjuvazi bu düşünceyi hep
savundu ve geniş emekçi yığınlara propaganda etti.
Geldiğimiz noktada önemli ölçüde başarılı da oldu.
Ama bu başarı geçici bir başarıdır. Hatip Dicle’nin
1950’ler sonrası Avrupa örneğini vermesi, tamda burjuva bakış açısının bir örneğidir.
“Demokratik Özerklik” gerçekte merkezi devletin
yetkilerinin azaltılması, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasıdır. Bu biçimi ile demokratik özerklik
dünyanın bir dizi ülkesinde var. Türkiye’de de olması,
andaki duruma göre ileri ve olumludur. “Demokratik
Özerklik Projesi’nde karşı çıktığımız yan bu değildir.
Tam tersine bunun ana göre olumlu bulduğumuzu
ifade ediyoruz. Karşı çıktığımız, itiraz ettiğimiz nokta, demokratik özerkliğin gerçekleşmesi durumunda
Kürt ulusal sorunun çözüleceğinin propaganda edilmesi, ulusal sorunda çözüm olarak sunulmasıdır.
Şimdi Lenin ve Stalin’in ulusal soruna nasıl yaklaş-
23
halkların kardeşliği için
24
“Ana dilimizi bilmiyoruz!”
T
ürkiye’de yaşayan Çerkesler son yılların en
büyük mitingini düzenlediler. 15.000’i aşkın
kitle ile Çerkesler İstanbul Beşiktaş’taki Barbaros
Meydanı’nda 21 Mayıs’ta bir araya geldiler.
21 Mayıs 1864’te Çarlık Rusya’sında verdikleri bağımsızlık savaşını kaybedince, 1,5 milyon Çerkes
Türkiye’ye sürülmüştü. Bu sürgünde on binlerce Çerkes Karadeniz’in sularında ya da hastalık ve açlıktan
ölmüştü. Bu sürgünün 147. yıldönümünde Çerkesler
Beyoğlu’nda bulunan Rusya Konsolosluğu önünde
Rusya’yaya “soykırımı tanı” çağrısında bulundular.
Konsolosluk önünde yapılan eylemde açılan, “21
Mayıs 1864 Çerkes sürgününü unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız” ve “İnsan soykırımı
tanır. 21 Mayıs sürgündür, soykırımdır” gibi pankartlarla taleplerini dile getirdiler. Barbaros Meydanı’ndaki etkinlikte taleplerin dile getirildiği dövizler taşındı. Bu dövizlerden birinin üzerinde “Biz bu
topraklar için savaşırken Türkçe bilmiyorduk, bugün
anadilimizi bilmiyoruz” yazısının yer alması dikkat
çekti.
Kafkas Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Cihan Candemir, bir açıklama yaparak, 19. yüzyıl başlarından itibaren yıllar süren Kafkas savaşlarında
milyonlarca Çerkes’in soykırıma uğradığını, 1,5 milyon Çerkes’in ise vatanından sürgün edildiğini dile
getirdi. Candemir, “Sürgün ve soykırıma uğrayan
Çerkesler yerleştirdikleri yerde de yaşam savaşına devam etmişlerdir. Bugüne kadar Türkiye’yi yönetenler
farklı dili konuşan farklı gelenekleri olan bütün diğer
halklar gibi, Çerkesleri de yok saydılar. Dilimizi, kültürümüzü yok ettiler. Çerkesleri katledenler, sürgün
edenleri ve halkımıza yapılanları asla unutmadık,
unutmayacağız. Sürgün ağıtımız ise, dönüş bayramımızdır “ dedi.
Çerkesler sıklıkla attıkları sloganlar ile Türkiye’deki bütün kültürlerin güvence altına alınmasını,
kimlik ve kültürel haklar, çiftte vatandaşlık hakkı,
anadilde eğitim, anadilde radyo ve televizyon yayını,
Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığının Türkiye tarafından tanınmasını istedi. Sürgünde hayatını
kaybedenler için Abhazca duaların edilip, Çerkesce
Çerkesler’in taleplerinin birinci
sırasında, insan haklarına saygılı bir
Anayasa yer alıyor. Bu ülkede yaşayan
tüm halkların kimliklerinin ve kültürel
haklarının güvence altına alınmasını
talep ediyorlar. Çok kültürlülüğü tehlike
olarak gören “bölüneceğiz” fobisine
kapılmış hastalıklı Türk şovenisti
mantık, ‘Kürtler bölünmek istiyordu,
şimdi de Çerkesler çıktı başımıza’ diye
saldırıya geçecekler.
ağıtların mırıldandığı anma etkinliğinde, yaşamını
yitirenler için denize karanfiller bırakıldı.
1918-1923 yılları arasında Beşiktaş Akaretler’deki
bir okulda Çerkesler anadillerinde eğitim görmüşler.
Daha sonra bu okul kapatılarak Çerkesler’in asimilasyon süreci başlatılmış.
Çerkesler’in taleplerinin birinci sırasında, insan
haklarına saygılı bir Anayasa yer alıyor. Bu ülkede yaşayan tüm halkların kimliklerinin ve kültürel
haklarının güvence altına alınmasını talep ediyorlar.
Çok kültürlülüğü tehlike olarak gören “bölüneceğiz”
fobisine kapılmış hastalıklı Türk şovenisti mantık,
‘Kürtler bölünmek istiyordu, şimdi de Çerkesler çıktı
başımıza’ diye saldırıya geçecekler. Çerkesler, “Biz bu
toprakları korumak için savaştığımızda henüz Türkçeyi bilmiyorduk. Anadilimiz bize unutturuldu” diyerek, çocuklarına kendi isimlerinin verilmesini ve
ana dilde eğitim hakkı istiyorlar.
Ülkelerimizde yaşayan bütün uluslara ayrılma hakkı ve ulusal azınlıklara tam hak eşitliği, ancak demokratik halk devrimi ile kurulacak olan demokratik halk iktidarı koşullarında garanti edilecektir.
Halkların Kardeşliği için tek yol devrim!
23 Haziran 2011 ✓
Enternasyonal Forum’dan
Notlar
11
/12 Haziran 2011’de Almanya’nın Gelsenkirchen kentinde geleneksel “Pfingstgençlik
kampı” yapıldı. Bu yılki etkinliklerin en öne çıkanlarından biri Almanya MLP’nin ICOR üyesi uluslararası davetlilerle düzenlediği Enternasyonal Forum
idi. Almanya MLP Başkanı Stefan Engel’in yönettiği
Forum’a, Fas’tan Adib, Türkiye’den Alınteri gazetesi
temsilcisi, Hollanda GML/Rode Morgen den Halinka,
Almanya MLP den Monika, Peru PPP den Ludevico
ve ayrıca özel davetli olarak ILPS üyesi Filipinler KP
temsilcisi olarak Luis Jalondoni katılmışlardı. Davetlilerin 3 turda 3’er dakikalık konuşmalar yaptığı ve
izleyicilerden gelen sorulara yanıt verdiği Forum’u
elimizdeki notlar temelinde özetliyoruz.
Birinci tur: Ülkelerdeki mücadelenin güncel durumu hakkında bilgi.
Ludevico (Peru - PPP): Geçen yirmi yılda Latin
Amerika’da anti-emperyalist ve demokrasi mücadelesi yükseldi ve emperyalizme, özellikle de ABD
emperyalizmine ağır darbeler indirdi. Bir dizi Latin
Amerika ülkesinde bu mücadeleler sonucu anti-emperyalist, özelde de anti- ABD emperyalisti, demokratik hükümetler kuruldu. Bu hükümetlerin renkleri
ve bileşimleri farklı olmasına karşın ortak yönleri
anti-emperyalist konumlarıdır. Peru’da 1990 yılında
ezilen kitlelerin mücadelesi, devrimci ve demokratik
mücadele ağır bir darbe aldı, ama gelinen yerde mücadelenin yeniden yükselmesi söz konusu ve ilk meyvelerini vermeye başladı. Son zamanlarda siyasi mücadele yükseliyor ve önde duran seçimler dolayısıyla
sol birleşti ve Cana Peru (Peru’yu kazan!) adlı yeni bir
cephe oluştu. Peru’da aynı Venezuela’da oldugu gibi
demokratik ilerici bir hükümet var.
Adib (Fas ): Ekonomik krizin bütün dünya üzerinde büyük bir etkisi oldu. Uluslararası burjuvazi,
krizin yükünü işçi sınıfının ve ezilenlerin sırtına
yıkarak bu krizden çıkış yolu arıyor. Bunu yaparken
hiçbir canilikten geri kalmıyor. Kuzey Afrika ve Orta
Doğu’daki sömürünün ikili bir karakteri var. İşçi sınıfı ve ezilenler sadece kapitalist sömürü altında inlemekle kalmıyor, ülkeyi yöneten çete/mafya yapılı,
otokrasi altında inim inim inliyor.
güncel
Çerkesler:
✌
Adib: Arap devrimleri açısından
Avrupa medyasına bakılırsa, o ilk
günlerin heyecanı yok. Tekelci kitle
medyası doğru dürüst haber dahi
vermiyor. Ya da Libya ile ilgili olduğu
gibi, emperyalist müdahaleyi haklı
çıkartacak şekilde propaganda yapıyor.
Fas’a baktığımızda kitleler ve özellikle
de gençlik baskı ve sömürüye karşı
mücadele ediyor, ama burjuvazinin
sadık köpeği, tekelci medya bu
mücadelelere yer vermiyor.
Kriz bizim ülkelerimizde (Kuzey Afrika ve Orta
Doğu ülkeleri) önce küçük küçük patlamalar yarattı ve bunlar daha sonra büyük patlamalara dönüştü. Tunus’ta işsiz kaldığı için sokakta sebze satmak
zorunda kalan bir genç işçiyi polisin tokatlaması
üzerine, bu genç kendisini alenen yaktı. Bu olay, halkın sokağa dökülmesine yol açtı. Egemenler halkın
üzerine gitti, onlara ateş açma tehdidi savurdu, ama
öğrenciler, işçiler, emekçilerin artık hiçbir şey umurunda değildi. Öfke patlaması gerçekleşmiş ve hükümete karşı yönelmişti. Ve sonunda Ben Ali devrildi.
Ve Tunus’tan etkilenen Mısır halkları Mübarek rejiminin yıkılması için yola çıktı. İşçi gençlik yılmadı
ve halk Mübarek hükümetin başından çekilinceye
kadar Tahir meydanında direndi. Ancak bu devrim
sistemin değişmesi anlamına gelmedi. Burjuvazinin
tamamen tasfiyesi hala gündemde duruyor. Bizce
devrim sürdürülmek zorunda. Tunus’tan başlayan
isyan şu an 23 ülkeye sıçramış durumda.
İsyan ateşi Libya’ya da sıçradı. Ancak şu bilinmesi
gerek: Libya’da işçi sınıfı esasta Libyalılardan değil,
Afrikalılardan oluşuyor. Orada farklı bir durum var.
25
kadınların kendi örgütlenmesidir. Bizler bundan 5
yıl önce, 2006 yılında Dünya Kadın Konferansı için
ilk inisiyatifi geliştirdik ve bunun üzerine çeşitli ülkelerde kadın grupları oluşturularak hazırlıklar başladı. Biz gördük ki, kadınların gerçek sorunlarına ve
bizzat onlara dayanılarak yapılırsa, her ülkede böylesi
inisiyatifler gelişebiliyor. Bu süreç içinde bizim birçok
kazanımımız oldu, ilişkilerimizi geliştirdik. Örneğin
biz ilk defa Amsterdam’da 8 Mart’ta bir kadın yürüyüşü örgütleyebildik. Ve bu süreç içinde enternasyonal ilişkilerimiz de gelişti.
Monika (Almanya MLP): Venezuela Dünya Kadınlar Konferansı girişimi çok önemli bir etkinlik oldu.
Bu süreç içinde hem uluslararası alanda hem de ülkelerimizde daha önce edinmediğimiz kadar önemli
deneyimler edindik. Öncelikle de kadınlarla birlikte
iş yaparak, işletmelerde ve farklı alanlarda birlikte
çalışarak ve birlikte örgütleyerek ilişkilerimizi geliştirdik ve sağlamlaştırdık. Bunlara bağlı olarak bulunduğumuz ülkelerimizde 8 Mart eylemlilikleri de daha
iyi biçimde örgütlendi ve kimi eylemler geliştirildi.
Uluslararası alanda kadınların durumuna bakacak
olursak, üretimin yeniden örgütlenmesiyle ilgili bir
gelişme var. Kadın emeği tarihsel gelişmesi açısından
en üst noktaya varmış durumda. Bütün dünyada üretimde yer alan kadınların oranı büyük ölçüde artmış
durumda. Uluslararası proletaryanın parçası olarak
işçi kadınların oranı artmış durumda –örneğin tekstil alanında. Bütün dünyada kadınların proleterleşmesi ve kadın istihdamının artması söz konusu. Hatta kadınların aileyi esas geçindiren olma durumunda
büyük bir artış söz konusu, öyle ki, bazı ülkelerde esas
gelir sağlayanlar olarak kadınların oranı erkekleri de
geçmiş durumda. Karakas’ta bunları öğrendik. Örneğin, Kolumbiya’da kadınların % 54 oranında esas
gelir sağlayıcı konumunda olduklarını öğrendik.
Enternasyonal kadın hareketi ilk tarihsel çıkışı itibarıyla sosyalistlerin elindeydi. Daha sonraları revizyonizme bağlı olarak kapitalist restorasyonla birlikte
bu geriledi ve işte bu araya BM ve Sivil Toplum Örgütleri girerek kadın hareketine egemen olmaya çalıştılar. Fakat burjuvazi, onun BM gibi örgütleri vs.
Kadınların gerçek kurtuluşunu istemiyor. Onların
amacı kadın emeğinin kapitalist üretim sistemine
entegre edilmesidir.
Fakat bugün görüyoruz ki, dünyanın her yerinde
kadınlar özgürlükleri ve hakları için mücadele ediyorlar. Ve örneğin Arap ülkelerinde kadınlar devrim
içinde devrim yapıyorlar.
Sorular:
*Alınteri temsilcisine soru: Türkiye’de işçilerin durumları ve mücadeleleri nedir? ML’ler işçiler arasında
hangi yöntemlerle çalışıyorlar?
*Honduras’da seçimle başa gelen demokratik hükümet ABD’nin desteklediği Contra’lar tarafından
devrildi. Bu diğer Latin Amerika ülkeleri açısından
bir tehlike değil mi? Honduras olayının diğer ülkelerdeki mücadeleye etkisi nedir? Sindiriyor mu, yoksa
daha çok harekete mi geçiriyor? Diğer Latin Amerika
ülkeleri üzerindeki etkisi nedir?
*Almanya’da proleter gençlik hareketi mücadele etmek istiyor, ama gençlik bölünmüş durumda… Sizin
ülkenizde durum nedir?
Yanıtlar:
Alınteri temsilcisi: Bugün Türkiye’de seçimler var.
Çok kritik bir süreçten geçiliyor. Bir sol seçim bloğu
kuruldu ve ilk kez Kürt hareketi ile sol/sosyalist gruplar birlikte hareket ediyor. Bunun sonucunu bugün
göreceğiz. AKP seçimi kazanacak, ama hangi oranla kazandığı önemli. Belli bir sınırı aşarsa, hem işçi
hareketine hem de Kürt hareketine saldırıların artacağını düşünüyoruz. İşçi ve emekçi hareketi son ikiüç yıldan beri daha önceki durgunluktan sıyrılmaya
başlamış durumda. TEKEL mücadelesi önemliydi ve
diğer alanlarda da işçi ve emekçilere de etkisi oldu.
Bu mücadele özellikle değerliydi, çünkü aynı zamanda sendika ağalarına karşı da yönelen bir mücadeleydi. Bugün sosyal güvensizlik sürüyor. Türkiye’deki
devrimci ve demokratik hareketler bunlara karşı ortak bir mücadele geliştiremiyor, yön veremiyorlar. Bu
önemli bir zaaf. Eğer bu başarılırsa, Kürt mücadelesi
ile dayanışma içinde diğer mücadele de ivme kazanacaktır.
Ludvico: Başta ABD olmak üzere emperyalistler çok rahatsızlar ve fırsat bekliyorlar. ABD Latin
Amerika’yı her zaman arka bahçesi olarak gördü ve
komplo ve entrikalarla yeniden etki kazanmak istiyor. Honduras’ta olduğu gibi, Kolumbiya’da olduğu
gibi… Bugün Kolumbiya’da 7 ABD askeri üssü kuruluyor. Honduras’ta Selaya ilerici hükümeti darbeyle
devrildi. Fakat kitleler bundan ders çıkardılar. Sinme durumu yok, bilakis mücadeleler sürüyor. Latin
Amerika’da ezilenlerin birliğinin sağlanması çok
önemli. Bu anlamda ICOR çok önemli. Anti emperyalist ve demokratik hareketler kıtada gelişiyor. Bu
hareketler ancak demokratik devrimlerde kalmayıp
sosyalizmi hedeflerlerse gelişebilirler. Bu mücadele
içinde proletarya partileri inşa edilir ve güçlenirse
kazanılabilir. Marksist-Leninistlerin çözmesi gereken
sorun budur ve biz bunu yapmaya çalışıyoruz.
Adib: Arap devrimleri açısından Avrupa medyasına bakılırsa, o ilk günlerin heyecanı yok. Tekelci
kitle medyası doğru dürüst haber dahi vermiyor. Ya
da Libya ile ilgili olduğu gibi, emperyalist müdahaleyi haklı çıkartacak şekilde propaganda yapıyor. Fas’a
baktığımızda kitleler ve özellikle de gençlik baskı ve
sömürüye karşı mücadele ediyor, ama burjuvazinin
sadık köpeği, tekelci medya bu mücadelelere yer vermiyor.
İşçi sınıfı enternasyonaldir. Biz ML parti olarak
ICOR içinde yer alıyor ve diğer örgüt ve partilerden
karşılıklı öğrenmeye çalışıyoruz. Bizim bir amacımız
da Afrika işçi sınıfıyla sıkı ilişkiler geliştirmek ve birliği sağlamaktır.
Fas’ta devrimci hedefine ulaşıncaya kadar genç işçi
sınıfı mücadelesini sürdürecektir. Son dönemdeki
mücadele içinde biz 8 genç yoldaşımızı kaybettik, ancak yılgınlık yok, mücadelemizi sürdüreceğiz.
Luis: Gençlik Filipinlerde çok etkin. 75 bin genç
Başbakanlık binasını sardı ve bu hükümetin devrilmesine yol açtı. Kırda her gün yeni gençler kitleler
halinde Yeni Halk Ordusu’na katılıyor ve 110 gerilla
alanında halk savaşını sürdürüyor. Halk örgütlerini
koruyor ve kırsal alanda gerçek reformlarına yardımcı oluyor. Okuma-yazma ve halk sağlığı alanında
geniş çaplı faaliyetlerini sürdürüyor. Yeni Halk Ordusunda örgütlü gençliğin hedefi önümüzdeki 5 yıl
içinde stratejik dengeyi yakalamaktır.
Stefan: Almanya’da atom santrallerine karşı mücadele ve işçi sınıfının mücadeleleri artıyor, ama bunlar
henüz esas olarak kendiliğindenci hareketler, bunlara
nasıl yön vereceğiz sorunu duruyor önümüzde.
Monika: Karakas’ta gelecek kadın hareketinin nasıl olacağı tartışıldı. Enternasyonal kadın hareketinin
sürekliliği sağlanmış bir koordinasyonunun oluşturulması gerektiği noktasında birleşildi. Ancak, şurası
açık: Tek tek ülkelerde mücadeleci kadın hareketlerine dayanabilirse böyle bir koordinasyon işe yarar.
Buradan görev çıkıyor: Eylemler içinde mücadeleye
ivme kazandırma amacıyla, 8 Mart, 1 Mayıs ve 25
Kasım’da kadına yönelik şiddete karşı koordineli eylemlikler düzenlenilmelidir. Karakas’ta Kadın Konferansı bu kararı aldı.
Halinka: Gençlik hareketini güçlendirmeye çalışıyoruz. Almanya’da Rebel ve İspanya gençlik örgütleriyle enternasyonal ilişkiler geliştiriyoruz. Onlardan
öğrenmeye çalışıyoruz. Kadın hareketi açısından da
güncel
güncel
26
(zamanı dolduğu için kesmek zorunda kaldı.)
Alınteri temsilcisi: Herkese merhaba. Adib yoldaş
hepimizi heyecanlandıran süreci özetledi. Kastettiğim Arap devrimleridir. Tunus’ta, Fas’ta başlayan
ve Orta Doğu’ya yayılan, Arap diye her zaman küçümsenmiş, aşağılanmış halkları dünya sahnesine
çıkaran bu isyanlar hepimizi coşturdu. Bu bize enternasyonal birlik ve dayanışmanın ne kadar gerekli olduğunu gösterdi. Tarihsel olarak, proletarya doğuşu itibariyle enternasyonaldir. Bu nedenle Marks,
Komünist Manifesto’da Bütün Ülkelerin İşçileri
Birleşiniz! Şiarını yükseltir. Bu keyfi bir görev değil,
bir zorunluluktur ve bugün kendisini bir kere daha
ivedilikle dayatmaktadır. Günümüzde enternasyonal
birlik ve dayanışma açısından çok büyük olanaklar
gelişti. Yeni liberal politika/küreselleşme proletaryayı
enternasyonalleştirdi. Ulaşım ve iletişim alanındaki
olanakları muazzam ölçüde genişletti. Diğer taraftan
bugün kapitalizmin krizinin derinleştiği bir durumla karşı karşıyayız ve bizim için bir şans oluşturuyor.
Ülkelerimizde devrimci mücadeleyi boyutlandırmak
açısından bir şans oluşturuyor.
Luis Jalandoni (Filipinler): Sizlere Filipinler devrimci hareketinin en sıcak selamlarını getirdim. Proleter enternasyonalizminin bizim için anlamı tek tek
ülkelerdeki mücadelelerin en azami biçimde yürütülmesidir. Andaki durumda bizim hedefimiz halk
savaşını yürüterek stratejik denge pozisyonunu yakalamaktır. Bu mücadele için yürüttüğümüz devrimci
çalışmamız bizim proleter enternasyonalizmine en
iyi katkımızdır. Bunun yanı sıra biz tek tek ülkelerdeki mücadeleleri destekliyor ve uluslararası alanda
çeşitli parti ve örgütlerle ikili üçlü ve çoklu ilişkiler
geliştiriyoruz, uluslararası inisiyatif ve örgütlenmeleri destekliyoruz. Bunlar örneğin ICPMLO, ILPS ve
ICOR’dur.
Emperyalist güçler baskı ve sömürülerini hızlandırırken, kapitalist kriz derinleşirken, devrimci hareketlerin de kendilerini güçlendirmeleri ve proleter
enternasyonalizmin ruhuyla mücadelelerini yükseltmeleri önemlidir.
Halinka (Hollanda GML/Rode Morgen): Hepinizi
candan selamlıyorum. Burada olabildiğim için çok
sevinçliyim. Çünkü burada Venezuela’da birbirimize
yakınlaştığımız kadın arkadaşlarla yeniden görüşme
olanağına kavuştum. Bu yıl bizler iyi şeyler gerçekleştirdik. Venezuela’da Dünya Kadın Konferansını
gerçekleştirdik. Dünya Kadın Konferansı, BM gibi
emperyalist örgütlerden farklı olarak işçi ve emekçi
27
yuyorum. ICOR ve ILPS dünya çapında atom santrallerine karşı mücadeleyi ortaklaşa yürütme kararı
almıştır.
Luis: Biz ILPS olarak ICOR ile atom santrallerine
karşı dünya çapında ortak bir kampanya geliştirilmesi önerisini getirdik. Eylül ayında bu kampanya başlayacak. Bu, proletarya enternasyonalizminin somut
bir örneğidir. Proleter Enternasyonalizminin gerekliliği uluslararası örgütler yaratmaktır. ILPS, ICOR,
Göçmenler Birliği, Kadınlar Birliği… bunlar böylesi
örgütlerdir. Filipinler’de yapılacak olan Enternasyonal Kadınlar Birliği’nin konferansına Almanya MLP
den Monika katılacak. Irak, Afganistan, Filistin konularında olduğu gibi ortaklaşa kampanyalar yürütmeye devam edeceğiz.
Stefan: Yunanistan’da kitlelerin ve özellikle de
gençlik hareketinin mücadelesi sürüyor. Bu mücadeleler Yunanistanlı yoldaşlarımızın bütün enerji ve gücünü oradaki mücadeleye yoğunlaştırmasını gerekli
kılıyor. Bu nedenle, yoldaşlar bugün aramızda değiller, ancak sıcak selamlarını ve bir de mesaj yolladılar.
“25 Mayıs’tan beri IMF ve hükümete karşı mücadelemiz sürüyor, bu amaçla Atina’da meydanlar işgal altında. Ana taleplerimiz: Hükümetin istifası, IMF ile
tüm anlaşmaların feshedilmesi, devletin her türden
soygunculardan temizlenmesi ve gerçek demokrasi.”
Stefan’ın kapanış konuşması:
Emperyalizm bir bütündür ve ona karşı mücadele
de enternasyonal birlik içinde yürütülmek zorundadır. Tek tek ülkelerde mücadelenin gerekliliği kadar
uluslararası alanda da ortak mücadelelerin yükseltilmesi bugün kendini ivedilikle dayatmaktadır. Çok
somut olarak çevre sorunu ve atom santrallerine karşı
mücadele tek tek ülkedeki mücadelelerle çözülemez.
Bu uluslararası mücadelenin, proleter enternasyonalizminin bir parçası olmak zorundadır. ICOR bu açıdan önemlidir. Atom santrallerine karşı ortak tavır
geliştiren kampanya bu açıdan önemlidir.
Yunanistanlı ve Mısırlı yoldaşların da aramızda olmasını çok isterdik. Bu ne yazık ki mümkün olmadı.
Ama kalplerimiz onlarla birlikte. Proleter Enternasyonalizmi açısından hepimize, her birimize büyük
görevler düşüyor. Bunun bilincinde olarak hareket
etmeliyiz.
Yaşasın Birlik ve Mücadele… Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi.
13 Haziran 2011
YDİ Çağrı okuru ✓
Uluslararası Af Örgütü
50 Yaşında
1960
yılında Portekiz’in başkenti
Lizbon’da iki öğrenci bir kahvede, “özgürlük” uğruna kadeh kaldırırlar. O dönemde
Portekiz, Salazar diktatörlüğü ile yönetilmektedir.
Portekiz’de ‘özgürlük’ kelimesi yasaktır. Özgürlüğe kadeh kaldıran bu iki öğrenci tutuklanır ve yedi
yıl hapis istemi ile yargılanır. 39 yaşındaki İngiliz
Avukat Peter Benenson Londra’da metro ile ofisine
gitmektedir. Metro’da Portekizli öğrencilerin yargılanmasını gazeteden okur. Düşüncelerinden dolayı
baskıya maruz kalan ve hapse atılan ilk insanlar değildi Portekizli öğrenciler. İngiliz avukat bu tür haberleri daha öncede okumuştu. Peter Benenson, artık
bu tür haberleri okumadan ziyade bir şeyler yapılması gerektiğini düşünmeye başlar. Metrodan indikten
sonra Londra caddelerinde yürür. St. Martin The
Fields Kilisesinde, aklına yapılması gerekenler gelir.
Eğer tek bir insan protesto gösterisi yaparsa, istenilen sonuç elde edilemez. Ama birçok insan aynı anda
protesto gösterileri yaparsa, bu protesto gösterilerinin
sonuçları daha etkili baskı mekanizması kurabilir.
Peter Benenson 28 Mayıs 1961 yılında ‘The Observer’ gazetesinde “unutulan mahkumlar” başlıklı bir
makale yazar. Peter Benenson, İngiltere’de Observer
gazetesinde yayınlanan “Unutulmuş Mahkumlar”
adlı makalesiyle beraber ‘1961 Af için Çağrı’ adıyla
dünya çapında bir kampanya başlatır. Bu çağrısı dünya genelinde yankı bulur ve akabinde Uluslararası
Af Örgütü’nün kuruluşu gerçekleşir. İlk uluslararası
toplantı Belçika, İngiltere, Fransa, Almanya, İrlanda,
İsviçre ve ABD’den katılan delegelerle gerçekleştirilir.
Din ve ifade özgürlüğünün savunulmasında sürekliliği olan bir uluslararası hareketin oluşturulmasına
yönelik kararlar alınır.
güncel
güncel
28
aynı şey geçerliydi. Mücadeleci bir kadın hareketini
nasıl yarabileceğimizi tartışıyoruz.
Stefan: İspanya Madrid’den Pedro yoldaş aramızda, sözü ona vermek istiyorum. Gençlik birbirinden
öğreniyor. İspanya’da Tahir meydanı yarattılar. Bu
kendiliğindenci hareket nasıl gelişti, Pedro yoldaş?
Pedro: Bu gerçekten çok kendiliğinden oldu. 15
Mayıs’ta gerçek demokrasi talebiyle bir yürüyüş yapıldı. 16 Mayıs ve onu izleyen günlerde kitle mücadeleyi sürdürme kararı aldı. Mücadelemizi sürdüreceğiz, sistem değişinceye kadar mücadele edeceğiz ve
bunu bütün dünyaya taşıyacağız.
Stefan bütün konuşmacılara ICOR’un önemi hakkında söz veriyor:
Alınteri temsilcisi: ICOR’la uluslararası dayanışmanın ilk adımları atılıyor. Emperyalizmin barbarlığı artıyor, ama diğer taraftan devrimci hareketlerin
dayanışma gereğini de artırıyor. ICOR gelecekteki
gelişmiş proleter enternasyonalist birliğin ilk nüvesidir. Bunun için her ülkede sınıf mücadelelerinin güçlendirilmesi gerekiyor. Birbirimizi teşvik etmemizi
gerektiriyor. Başlangıçta eylem vardı teziyle hareket
edip, ortak faaliyetler geliştirmek ve deneyimlerden
karşılıklı öğrenmek zorundayız. ICOR’un kuruluşu
ilettiğimiz her yerde coşkuyla karşılandı.
Ludvico: Devrimci strateji ve taktiğin temeli işçilerin birliği ve örgütlülüğüdür. Bu anlamda ICOR
çok önemlidir. Devrimci güçlerin uluslararası alanda
birliğini nasıl ilerletebiliriz: Zamanında Enternasyonal Konferans’ın oluşturulması için de mücadele etmiştik. Enternasyonal Konferans ve ICOR her ikisi de
uluslararası birlikler, ama aralarında belirli farklar da
var. Enternasyonal Konferans ML parti ve örgütlerin
birliğidir. Şimdiye kadar 10 Konferans yapmış olan bu
Birlik varlığını sürdürecektir. ICOR’un bileşimi daha
geniş ve sosyalizm için mücadeleyi ve proletarya diktatörlüğünü temel alan (ama ML ya da Mao’cu olmak
zorunda değil) örgüt ve partilerin birliği. Bu parti ve
örgütlerin büyük mü küçük mü olduğu önemli değil.
Birlikten güç doğar şiarıyla hareket ediyoruz. ILPS ve
ICOR’un birleşmesi daha da anlamlı olacaktır. Bu anlamda yakınlaşma çok önemlidir.
Stefan: ICOR öncelikle birlikte pratik ve eylem geliştirerek birliğini güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Enternasyonal Konferans’a da ihtiyaç vardır. İdeolojik
ve siyasi tartışmayı koordine etmek açısından. ICOR
öncelikle eylem içinde birbirini tanıma ve birbirine
yakınlaşma ilkesini kendisine temel almaktadır.
Burada önemli bir şeyi açıklamaktan gurur du-
29
maktır.
Uluslararası Af Örgütü’nün dünyanın dört bir yanında 80’den fazla ülkede ofisleri ve daha fazlasında
gönüllü grupları, ayrıca 150’den fazla ülkede 3 milyonu aşkın destekçisi bulunmaktadır. Farklı kültürlere,
farklı dini ve ideolojik inançlara sahip bu insanlar,
temel insan haklarına herkesin sahip olduğu, insan
haklarının herkes tarafından benimsendiği, uygulandığı ve korunduğu bir dünya için çalışma kararlılığında birleşiyorlar. Uluslararası Af Örgütü, aktivist,
üye ve destekçileriyle birlikte, uluslararası dayanışma
temelinde kampanyalar yürüterek, insan haklarını
geliştirmek için yılmadan mücadele veriyor. Uluslararası Af Örgütü dünyanın hemen her bölgesinde
150’den fazla ülkede 3 milyondan fazla üye ve destekçiye ulaştı.
Uluslararası Af Örgütü 50. yıl dönümünün hemen
öncesinde yıllık raporunu açıkladı. Uluslararası Af
Örgütü 50 yıllık geçmişi boyunca, küresel olarak insan hakları için çalışmalar yürüttü. Bu çalışmalar
arasında uluslararası bir hak olarak tanınan ifade
özgürlüğü hakkı da yer alıyordu. Buna rağmen, birçok ülke ifade özgürlüğünü çeşitli yasalar ve gerekçelerle kısıtlamaya devam ediyor. Bazı devletler, Kralı
veya devlet başkanını eleştiren herkesi cezalandırıyor. Kimi ülkelerde kadınların başlarını kapatmaları
için yasalar çıkarılıyor. 2010 yılında, Uluslararası Af
Örgütü dünya çapında 157 ülke ve bölgede yaşanan
insan hakları ihlallerini araştırdı ve belgeledi. 2010
yılında, Uluslararası Af Örgütü ifade özgürlüğünün
hukuka aykırı olarak kısıtlandığı 89 ülkedeki vakalar
üzerine çalışma yürüttü.1961 yılından beri düşünceleri nedeniyle cezaevinde tutuklu bulunan mahkumlar için kampanya yürütülüyor. Şu anda 48 ülkede
düşünce mahkumlarının serbest bırakılması için
çağrı yapılıyor
Uluslararası Af Örgütü 1977 yılında ölüm cezasının kaldırılması için kampanya başlattı. Bu zalimane, insanlık dışı ve onur kırıcı cezanın tamamen
kaldırılması için tüm devletlere çağrıda bulunmaya
devam ediliyor. Uluslararası Af Örgütü’nden gelen
baskı sonucunda Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşme’yi 1984 yılında kabul etti. 147 ülkenin
sözleşmeyi onaylamasına rağmen, işkence hâlâ yaygın olarak uygulanıyor ve Uluslararası Af Örgütü
işkence iddialarını araştırmaya devam ediyor.2010
yılında 98 ülkede özellikle işkence ve diğer kötü muamele vakaları raporlaştırıldı. 1977 yılında sadece 16
ülke ölüm cezasını tüm suçlar için kaldırmıştı. Bu-
gün bu sayı 96’ya yükseldi. Bugün ölüm hücrelerinde
idam edilmeyi bekleyen 20 bin mahkum var. Sadece
Amerika’da 3 bin mahkum ölüm hücrelerinde kalıyor. Ölüm cezaları en çok Çin ve İran’da uygulanıyor.
Sadece 2010 yılında İran’da 252 kişi idam edildi.
Uluslararası Af Örgütü, tıpkı Peter Benenson’un
Af Örgütü’nü kurmak için ilham aldığı Portekizli
öğrencilerin yaptığı gibi, dünya çapında özgürlüğün
şerefine kadeh kaldırarak 50. yılını kutluyor. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu, 11-13 Haziran
2011 tarihinde Köln şehrinde yıllık kongresini topladı. Yıllık Kongre her yıl farklı şehirlerde yapılıyor. Bu
Haziran’da saat 15’te başladı. Almanya Seksiyonunun
yıllık kongresine Mehmet Desde’de davet edilmişti.
Mehmet Desde, bu kutlama programında sekiz dakika süren bir konuşma yaptı. Konuşmasında esas olarak, Türkiye’de yaşadıklarını, dayanışma ve hapishanelere gönderilmesi gereken mektupların öneminden
bahsetti. Müzik gruplarının söylediği şarkılar ve yapılan konuşmalar ile Af Örgütü’nün kuruluşunun 50.
Yıldönümü coşku ile kutlandı.
12 Haziran Pazar günü ülke komisyonları ve özel
komisyonların toplantıları yapıldı. İşkenceye karşı
grubun davetlisi olarak Mehmet Desde bir sunum
güncel
güncel
30
Londra Mitre Mahkemesi’nde Peter Benenson’un
bürosunda gönüllü destekçiler tarafından küçük bir
ofis ve kütüphane açılır. “Üçlü Ağ” her bir grubun
coğrafi ve siyasi alanlarda karşıtlıktan üç mahkumun
vakasını benimsemesi ve grup çalışmalarının bağımsızlığını vurgulamasıyla kurulur. Af Örgütü’nün ilk
mumu, Londra St- Martin’in-The-Fields Kilisesi’nde
10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde yakılır. Uluslararası Af Örgütü’nün ilk şübeleri Almanya ve
İngiltere’de açılır.
“Soğuk savaş”ın hüküm sürdüğü bir dönemde
Uluslararası Af Örgütü kuruldu. Batı burjuvazisi bu
örgütü özellikle doğu bloğu ülkelerindeki insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmak için kullandı. Batı
burjuvazisi, doğu bloğu ülkelerini ‘demir perde’ ülkeler olarak adlandırıyor ve bu ülkelerde uygulanan
insan hakları ihlallerini kendi çıkarları için kullanıyordu. Batı burjuvazisi tam da bu “soğuk savaş” döneminde Uluslararası Af Örgütü’nü kendi çıkarları
için kullanıyordu. Özellikle doğu bloğu ülkelerindeki
insan hakları ihlallerine dikkat çekiliyor, batı ülkelerinde uygulanan insan hakları ihlalleri görmezden
geliniyordu. Sosyal emperyalist kampın çöküşü ertesinde, Uluslararası Af Örgütü genel olarak insan hakları savunusuna yöneldi.
1961 yılının Haziran ayında Almanya’nın Köln
şehrinde gazeteciler için bir yaz festivali düzenlenir.
Carola Stern bu festivalde Erich Baker ile tanışır.
Erich Baker, İngiliz Avukat Peter Benenson’un arkadaşıdır. Baker, Peter Benenson’un siyasi tutsakların
serbest bırakılması için yürüttüğü çalışmaları anlatır. Yaz festivalinin ana teması, özgürlük ve kültür
üzerinedir. Festivale katılan yazar ve gazeteciler, düşünce özgürlüğü ve insan hakları konuları hakkında
bir şeyler yapma düşüncesindeler. Aynı gece Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu’nun kurulması kararı alınır. Carola Stern, gazeteci Gerd Ruge ve
diğer yazarlarla birlikte Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu’nun temeli bu yaz festivalinde atılır.
Gelinen aşamada Uluslararası Af Örgütü Almanya
Seksiyonu’nun 110 bin üyesi var. Almanya’da gönüllü
çalışan 646 gurup var. Uluslararası Af Örgütü, insan
haklarına saygı gösterilmesi, insan hakları ihlallerinin engellenmesi ve bu hakların korunması için
çalışan insanların oluşturduğu, uluslararası alanda
tanınan küresel bir harekettir. Vizyonu, her insanın
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi tarafından kabul edilen insan haklarına ve diğer tüm uluslararası
insan hakları standartlarına erişebilmesini sağla-
“Soğuk savaş”ın hüküm sürdüğü bir dönemde Uluslararası Af Örgütü
kuruldu. Batı burjuvazisi bu örgütü özellikle Doğu Bloku ülkelerindeki
insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmak için kullandı. Batı burjuvazisi,
doğu bloğu ülkelerini ‘demir perde’ ülkeler olarak adlandırıyor ve
bu ülkelerde uygulanan insan hakları ihlallerini kendi çıkarları için
kullanıyordu. Batı burjuvazisi tam da bu “soğuk savaş” döneminde
Uluslararası Af Örgütü’nü kendi çıkarları için kullanıyordu. Özellikle
doğu bloğu ülkelerindeki insan hakları ihlallerine dikkat çekiliyor, batı
ülkelerinde uygulanan insan hakları ihlalleri görmezden geliniyordu.
Sosyal emperyalist kampın çöküşü ertesinde, Uluslararası Af Örgütü
genel olarak insan hakları savunusuna yöneldi.
yıl yıllık kongrenin Köln şehrinde yapılmasının özel
bir anlamı vardı. Çünkü 50 yıl önce Almanya Seksiyonu Köln’de kurulmuştu.
Yıllık Kongre, Yönetim Kurulu adına Stefan
Kesler’in açılış konuşması ile başladı. Yıllık Kongre, kamuoyuna açık bir kongre değildi. Kongreye,
gurupları temsil eden delegeler ve üyeler katılmıştı.
Kongre için hazırlanan karar tasarıları daha önceden
üyelerin bilgisine sunulmuştu. Kongreye sunulan karar tasarıları üzerine tartışıldı ve karar tasarılarına
son biçim verildi. Gelecek çalışma perspektifi üzerine görüş alışverişinde bulunuldu. Çalışma raporu ve
mali raporlar tartışılıp onaylandı. Yeni yönetim kurulu seçildi.
Kongreye paralel olarak 50. Yıl kutlamaları yapıldı.
Köln Dom Kilisesinin önünde yapılan kutlamalar, 11
yaptı. Mehmet Desde, sunumunda yazdığı kitaptan parçalar okudu. Sorulan sorulara cevap verdi.
Türkiye’de işkence yöntemlerinin değiştiğini, işkence
yapanlara ceza verilmediğini, ceza alan işkencecilerin çok az olduğunu ve işkencenin sistematik olarak
devam ettiğini söyledi.
Saat 15.30’da ana salonda, Af Örgütü Almanya
Seksiyonu Genel Sekreteri Wolfgang Grenz’in yaptığı
konuşma ile kongre başladı. Wolfgang Grenz, Af Örgütünün çalışmaları ve yapılması gereken çalışmalar
hakkında bilgi verdi.
Gündem maddelerinden bir tanesi de uluslararası
misafirlerin tanıtılması ve konuşmaları idi. Bu yıl yıllık kongreye misafir olarak Abel Barrera Hernández
ve Mehmet Desde çağrılmıştı. Önce Abel Barrera
Hernández’in kim olduğu tanıtıldı. Tanıtımdan son-
31
hakları için mücadele verdiğini düşünerek katkı sunuyorlar. Ama bu örgütün kimi yöneticileri, görevlerini
kötüye kullanıyor ve örgütün mali imkanlarını kendi
çıkarları için kullanıyor. Andaki durumda Uluslararası Af Örgütü eski genel sekreteri Irene Khan’ın
durumu üzerine tartışılıyor. Irene Khan 2001-2009
yılları arasında Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreterliğini yaptı. Genel sekreterlikten ayrıldıktan sonra
Af Örgütü tarafından Irene Khan’a yaklaşık 800 bin
Avro para ödendi. Irene Khan’a yüklü miktarda paranın ödenmesinde üyelerin büyük bölümünün haberi yoktu. Bu durumun ortaya çıkmasıyla birlikte,
Af Örgütü seksiyonlarından tepkiler gelmeye başladı.
Bu tepkiler sonucu, bağımsız bir komisyon kuruldu.
Bu komisyon Irene Khan’a ve yardımcısına ödenen
parayı araştıracak ve araştırma sonucunu üyelere bildirecek.
Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu her yıl
kongre yapıyor. Bu kongrede bir yıl boyunca görev
yapacak yedi kişilik yönetim kurulu seçiliyor. Genel
sekreter yıllık kongrede seçilmiyor. Genel sekreter
yönetim kurulu tarafından profesyonel menejer olarak istihdam ediliyor. 2009-2011 yılları arasında Almanya Seksiyonunun genel sekreteri Monika Lüke
idi. Yönetim kurulu Haziran 2011 tarihinde Monika
Lüke’nin görevine son verdi. Yönetim kurulu, Monika Lüke ile yönetim sorunlarında anlaşamadığı bilgisini verdi. Görevden almanın arkasında para sorunu
var mı? Bu şimdilik bilinmiyor. Ama Af Örgütü Almanya Seksiyonu kongresine, mali hesapları denetleyen denetimcinin bir raporu sunuldu. Bu raporda
Monika Lüke’nin giderlerinin bir önceki genel sekretere oranla büyük ölçüde arttığı tespitleri var.
Af Örgütü hakkında yaptığımız bu tespitlerden,
bu örgütün içinde çalışılmayacağı sonucu çıkarılmamalı. İnsan haklarını savunmak aslında en başında
komünistlerin ve devrimcilerin görevidir. Esasında
komünistler kendi insan hakları örgütlerini yaratmak zorundadır. İnsan haklarını savunmak gerçek
anlamda devrimcilerin işidir. İnsan hakları savunuculuğu pasifist örgütlere bırakılmamalıdır. Pasifist
örgütler içerisinde de devrimciler çalışmalı. İnsan
hakları mücadelesi, pasifist örgütlerin değil, devrimcilerin mücadelesi olmak zorundadır. Bu anlamda
insan hakları mücadelesi, bizim mücadelemizdir. Bu
mücadele pasifist ve reformist kurumlara havale edilmemelidir.
16 Haziran 2011
Köln’den bir YDİ Çağrı okuru ✓
KADER'e bak...
Meclis yine erkek!
2
011 genel seçimleri öncesinde, Kadın Adayları
Destekleme ve Eğitme Derneği (KADER), 12
Haziran seçimlerinde meclise daha fazla kadının girebilmesi amacıyla bir kampanya başlattı. Kampanyanın sloganı meclise girecek olan tüm milletvekillerinin yarısını temsilen “275 Kadın” idi.
2007 Genel seçimleri öncesinde de ’’Meclis’e girmek
için erkek olmak şart mı?’’ diyerek ’’bıyıklı kampanya’’ yürüten KADER, 2009 yerel seçimleri öncesinde
de Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal ve Devlet
Bahçeli’yi aynı karede buluşturan posterlerle gündeme gelmişti.
Mart ayı başlarında kamuoyuna duyurulan kampanyada hedeflerinin 275 milletvekili olduğunu belirten KADER Başkanı Çiğdem Aydın, "Biz, eşit temsil, gerçek demokrasi, yeni anayasa ve engelleri aşmak
için Meclis’te 275 kadın milletvekili görmek istiyoruz’’
dedi. Kampanyaya yazar Ayşe Kulin, televizyoncu
Ayşe Özgün, Gülben Ergen, Sertap Erener gibi sanatçılar, köşe yazarı Nihal Bengisu Karaca, Ümit Boyner
ve Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat
Doğan Sabancı gibi kadın patronlar da destek verdiler.
Bu kampanyada öne çıkarılan sloganlar “eşit temsiliyet, gerçek demokrasi, yeni anayasa ve engelleri
aşmak” şeklinde belirlenmiş. Kampanyanın sloganlarından ve destekçilerinden de anlaşılacağı gibi bir
burjuva kadın hareketi olarak KADER’in aslında geniş işçi ve emekçi kadınların erkek egemenliği, şiddet, yoksulluk, işsizlik, açlık gibi gerçek sorunları ile
uzaktan, yakından bir ilgisi yok. İşçi ve emekçi kadınların gerçek sorunlarını gündeme taşıyıp talepleri için mücadele vermek gibi bir derdi olmayanların,
Vuslat Doğan Sabancı gibi patroniçelerin desteğine
dört köşe olanların, kadın olsun da kim olursa olsun
mantığı ile yaklaşanların gerçekten kadınların erkek
egemen sistemden kaynaklanan sorunlarına çözüm
bulmaları beklenemez.
KADER, kadın haklarını savunma adına güya sınıflarüstü ve siyasetlerüstü bir çalışma yürütüyor.
Kampanyayı tanıtım basın açıklamasında hangi parti
daha fazla seçilebilecek yerden kadın aday gösterirse
ve meclise en fazla kadını taşımayı vaat ederse o partinin desteklenmesi gerektiği yönlü açıklamalar bu
yaklaşımın açık örneğidir.
Diyelim ki KADER’in kampanyası tutmuş olsun
yeni kadın dünyası
güncel
32
ra Hernández kısa bir konuşma yaptı. Abel Barrera,
yıllardan beri İndigen halkının mücadelesini yürütüyor. Meksika’nın Guerrero şehrinde oturuyor. Meksika nüfusunun %10’nu İndigen halkı oluşturuyor. Bu
ülkede İndigen halkı ikinci sınıf vatandaş muamelesi
görüyor. İndigen halkı yoksulluğun pençesinde kıvranıyor, iş bulamıyor ve çocuklar okula gidemiyor.
Sadece İndigen halkına Meksika devleti baskı uygulamıyor, aynı zamanda mafya çeteleri de İndigen
halkına baskı uyguluyor ve tehdit ediyor. Meksika’da
işkence, tecavüz ve göz altında kaybetme olayları devam ediyor. İnsan hakları savunucusu Abel Barrera
Hernández ve arkadaşları 1994 yılında, Guerrero
şehrinde İnsan Hakları Merkezi’ni (Tlachinollan)
kurdular. Yakın iki arkadaşı öldürüldü. Bu yıl Af Örgütü Almanya Seksiyonu, Abel Barrera Hernández’e
27 Mayıs 2011 tarihinde Berlin’de yapılan bir törenle
insan hakları ödülünü verdi.
İkinci misafiri işkenceye karşı komisyonda çalışan Judith Allert tanıttı. Allert, Mehmet Desde’nin
Türkiye’de işkence gördüğünü, adil bir şekilde yargılanmadığını, Türkiye’de yaşadıklarının kitabını
yazdığını, kitabın burada satıldığını belirtikten sonra
sözü Mehmet Desde’ye verdi. Mehmet Desde, işkence kurbanının sadece kendisi olmadığını, TİHV’in
verilerine göre 12 Eylül askeri darbesinden bu yana
bir milyon insana işkence yapıldığını, kimilerinin
işkencede öldüğünü, kimilerinin sakat kaldığını, kimilerinin de gözaltında kaybedildiğini söyledi. Desde devamla, dayanışmanın bir silah olduğunu, hapishaneye gönderilen her mektubun dışarıya açılan
bir pencere işlevini gördüğünü, kendisine gönderilen
mektupların, kendisine cesaret verdiğini ve dayanışmanın unutulmaması gerektiğini belirtti. Salonda
binin üzerinde insan vardı. Her iki misafirin konuşması ayakta alkışlandı.
13 Haziran Pazartesi gönü öğlen saatlerinde yıllık
kongre çalışmalarını tamamladı.
Uluslararası Af Örgütü 50. kuruluş yıldönümünü
kutluyor. Batı burjuvazisi, bu örgütü 29 yıl boyunca
kendi çıkarları için kullandı. Bu örgüt reformist ve
sistem içi bir örgüttür. Halkların haklı mücadelesinin şiddet temelinde gelişmesine karşı çıkıyor bu örgüt. Yukarda da aktardığımız gibi, bu örgütün gönüllü destekçileri var. Düzenli aidat ödeyen milyonlarca
üyesi var. Düzenli gelirin sağlandığı mali kaynakları
var. Bu örgüt kendi içinde nerde ise bir tekel konumuna gelmiştir. Bu durum ise örgütün giderek yozlaşmasına yol açıyor. Bu örgüte destek verenler, insan
33
ve gerçekten hatırı sayılır oranda kadın meclise girmiş olsun. Bu ezilen işçi ve emekçi kadınların sorunlarının çözüleceği yada çözüm için ciddi adımların
atılabileceği anlamına gelecek mi? Kuşkusuz hayır!
Herşeyden önce eğer bu meclis burjuva sınıfının çıkarlarının korunup kollandığı bir meclis ise, eğer
erkek şovenisti bir meclis ise siz istediğiniz kadar bu
meclise kadın vekil gönderin özde fazla bir şey değişmeyecektir. Bundan daha önemli olanı ise kadın vekillerin sayısından çok bu vekillerin kimler olduğu,
hangi ideolojik yaklaşımlara sahip olduğudur. KADER için bunun hiçbir önemi yoktur. İster MHP’li
faşist ideolojinin savunucusu, ister CHP’li Türk şovenisti yada AKP’li liberal dinci olsun.
12 Haziran seçimleri öncesi mecliste bulunan çeşitli CHP kadın milletvekillerinin nasıl Kürt ve azınlık halklara karşı düşmanlık körüklediklerini, nasıl
Ergenekoncu, darbe savunucusu olduklarını biliyoruz. Ya da Aileden Sorumlu Devlet Bakanımız Aliye
hanımın nasıl kadın düşmanı, kadını erkeğin ve ailenin hizmetçisi olarak gören anlayışlara sahip olduğunu, nasıl eşcinsel düşmanı değerlendirmeler yaptığını
henüz unutmadık. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.
Egemen gerici-faşist ideolojilerin savunucuları olan
kadın milletvekillerinin sırf kadın oldukları için desteklenmesi biz işçi ve emekçi kadınlar açısından olacak iş değildir. Çünkü çok iyi biliyoruz ki kadın sorunu öyle sınıflarüstü, siyasetlerüstü bir sorun değildir.
Burjuvazi ve sermaye sınıfı tüm ezilenlere olduğu
gibi ezilen cins olarak kadınların da düşmanıdır.
Egemenler hergün yaşadığımız ve bitmek bilmeyen
baskıların, ayrımcılığın, şiddetin baş sorumluları ve
yaratıcılarıdırlar. İşte egemen sınıfın kadınlarının da
tüm bu sorunların suç ortakları oldukları unutulmamalıdır.
Genel seçimde kadın oranları
34
12 Haziran’da yapılan genel seçimlerde partilerin ka-
dın vekil vaatlerinin içinin boş olduğu bir kez daha
görüldü. Toplam 550 milletvekilinden, 472 erkek vekile karşılık yalnızca 78 kadın milletvekili meclise
girebildi. Geçen dönem mecliste bulunan 50 kadın
vekil ile karşılaştırıldığında bir ilerleme kaydedilmiş
olsa da 550 sayısı ile kıyaslandığında bu sayı komik
bir sayıdır.
PA NOR A M A
Afrika
kıtasında yeni
bir devlet!
Kadın vekillerin partilere göre dağılımı ise
şöyle:
AK Parti'nin 326 vekilinden 45’i, CHP'nin 135 vekilinden 19’u, MHP'nin 53 vekilinden 3’ü, BDP’nin
desteklediği 36 vekilden ise 11’i kadın.
Diğer partilerle karşılaştırıldığında BDP’nin desteklediği ve seçilen kadın vekiller, bağımsızların milletvekili sayısına oranla daha yüksektir. Bağımsızların
neredeyse üçte biri kadın milletvekillerinden oluşuyor.
81 ili bulunan Türkiye’de toplam 43 ilden seçilen141 milletvekili arasından hiç kadın milletvekili
çıkmadı.
26 ilden birer, yedi ilden ikişer, bir ilden üç, bir ilden de dört kadın milletvekili seçildi. İstanbul, Ankara ve İzmir'den seçilen toplam 142 milletvekilinin
sadece 31'i kadın milletvekili.
Evet. 12 Haziran genel seçimlerinin kadın vekiller
açısından tablosu bundan ibaret. KADER’in kampanyası da pek bir işe yaramadı. Meclis yine erkek çıktı.
İşçi ve emekçi kadınların gerçek kurtuluşunun egemenlerin seçim aldatmacasında olmadığını biliyoruz.
Biz kadınların gerçek kurtuluşu bu aldatmacaya
karşı çıkmak, egemenlerin oyunlarına alet olmamaktır. Kurtuluşumuz kendi alternatifimizi örgütlemekle, erkek egemen kapitalist sisteme karşı emekçi kadın
temsilcilerimizi yaratıp ortaya çıkarmakla mümkün
olacaktır...
Haziran 2011 ✓
- GÜNEY SUDAN CUMHURİYETİ -
Bu yazıyı okuduğunuzda, Afrika kıtasındaki devletlerin sayısı “Güney Sudan Cumhuriyeti” ile artmış
olacak. Güney Sudan, Sudan’dan ayrılma yönündeki
kararını, 9-15 Ocak 2011 tarihlerinde yapılan referandumda, kullanılan oyların yaklaşık %99’u ile verdi. Resmen ayrı devlet olma kararı ise altı aylık geçiş
süreci sonrasında, 9 Temmuz 2011 tarihinde ilan edilecek. Bu altı aylık geçiş sürecinde esas olarak resmi
kurumların birbirinden ayrılması, taraflar arasında
çözülmesi gereken sorunların çözümüne çalışılması
gerektiği yönlü tavır belirlenmişti.
2011 Ocak ayından bugüne kadarki gelişmelere
bakıldığında, sorunların tümü çözülmemiş de olsa,
Güney Sudan Cumhuriyeti adıyla yeni bir devletin
kurulacağı kesin görünüyor.
Sudan’daki çatışmalar ve iç savaş ile ilgili dergimizde takındığımız tavırlar, esasta Darfur’daki katliamlarla ilgiliydi. Fakat, sözkonusu yazılarda Sudan’ın
esas sorunlarından biri olan Güney Sudan ve Güney
Sudan’ın özerkliği için merkezi hükümetle silahlı mücadele yürüten Sudan Halk Özgürlük Ordusu
(SPLA) ve sonradan partiye dönüşen Sudan Halk Özgürlük Hareketi (SPLM) hakkında da bilgi vermiş,
tavır takınmıştık.
panorama
yeni kadın dünyası
12 Haziran seçimleri öncesi mecliste bulunan çeşitli CHP kadın milletvekillerinin
nasıl Kürt ve azınlık halklara karşı düşmanlık körüklediklerini, nasıl Ergenekoncu,
darbe savunucusu olduklarını biliyoruz. Ya da Aileden Sorumlu Devlet Bakanımız
Aliye hanımın nasıl kadın düşmanı, kadını erkeğin ve ailenin hizmetçisi olarak gören
anlayışlara sahip olduğunu, nasıl eşcinsel düşmanı değerlendirmeler yaptığını henüz
unutmadık. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.
30 Temmuz 2005 tarihinde
içinde bulunduğu
Helikopterin düşmesi sonucu
Garang öldü. Yerine yine
SPLM’den biri olan Salva Kiir
geçti. Bu gelişme sonrasındaki
dönemde, özerklik talebi
yerine giderek “bağımsız” ayrı
bir devlet olma talebi ağırlık
kazandı.
Örneğin dergimizin 86. sayısında, sayfa 19-20’de
yayınlanan 15 Ocak 2005 tarihli ve “Darfur’da ölümler sürüyor” başlıklı yazımızda, 9 Ocak 2005 tarihinde SPLA (SPLM) ile Sudan merkezi hükümetiyle
yeni bir anlaşmanın imzalandığını yazmıştık. Şimdi
Güney Sudan’daki gelişmeler sözkonusu bu anlaşmanın ürünü ve sonucudur. Andaki gelişmeyi daha iyi
anlayabilmek için sözkonusu anlaşmaya ve sonrası
gelişmelere kısaca da olsa bakalım.
“BARIŞ ANLAŞMASI”
9 Ocak 2005 tarihinde imzalanan anlaşma ile
Sudan’da 1983 yılından beri yürüyen iç savaşa resmen son verildi. Sözkonusu bu anlaşma esasında
başta ABD emperyalizmi olmak üzere “Batılı” emperyalist güçler ve BM gibi emperyalistlerin kurum
ve kuruluşlarının dayatmasıyla, Sudan yönetimiyle
yaptığı pazarlıklar sonucu gerçekleşmişti. “Tarihi anlaşma” olarak gösterilen bu anlaşma metninin imza
töreninde, o dönem ABD emperyalizminin temsilcisi
Powell’de boy gösteriyordu…
Özellikle 2003 yılından itibaren yoğunlaştırılan
“barış görüşmeleri”nin perde arkasında yatan esas
şey, 1990’lı yılların sonlarına doğru Güney Sudan’da
35
Anlaşma sonrası gelişmeler…
SPLM/SPLA lideri John Garang merkezi Sudan yönetiminde Başkan Yardımcısı ve Güney Sudan’ın da
geçici Başkanı olarak Güney Sudan’ın ayrılması siyasetini savunmuyordu. Esasta özerklik temelinde
birlikte yaşama ve Sudan’ı demokratikleştirerek “yeni
Sudan” haline getirme yönünde tavır takınıyordu.
30 Temmuz 2005 tarihinde içinde bulunduğu Helikopterin düşmesi sonucu Garang öldü. Yerine yine
SPLM’den biri olan Salva Kiir geçti. Bu gelişme sonrasındaki dönemde, özerklik talebi yerine giderek
“bağımsız” ayrı bir devlet olma talebi ağırlık kazandı.
Sudan’a barışın gelmesi sorununda ise SPLM ya da
SPLA ile merkezi yönetim arasındaki çatışmalar esasında son bulmuştu. Ama iç savaş biçiminde olmasa
da, hem Güney Sudan’da, hem de Kuzeyde farklı biçimlerde çatışmalar son bulmadı.
Medyada çoğunlukla aşiret, klan arası çatışmalar
olarak gösterildiği olaylarda binlerce insan yaşamını
yitirdi. Sözkonusu çatışmaların kaynağı, ya da nedeni
ise hemen her somutta farklıdır. Çoğunlukla da arazi, su ve hayvan sürüsü üzerine yürüyen çıkar dalaşı,
sözkonusu çatışmaların kaynağı olmaktadır. Örneğin hayvanların otlatılması ve hayvanlara su içirilmesi, hayvancılıkla uğraşan kesimin yaşam kaynağı
olma durumunda. Bunun için de sulak arazinin, suyun olduğu alanlar gerekiyor. Böylesi alanların azlığı,
Seçimler…
Sudan’da 24 sene sonra ilk kez yapılacak bu seçimlerin önemli sorun çıkmadan gerçekleşmesi, hem
Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir, hem de Güney
Sudan için önemliydi.
Beşir için seçimlerin önemi, yeniden Başkan seçilmesiyle kendisi hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından –Darfur’daki katliamlar nedeniyle–,
savaş suçlusu ve insanlığa karşı cürüm işlemekten dolayı 4 Mart 2009 tarihinde alınan tutuklama kararına ve özellikle “Batılı” emperyalist güçler tarafından
izole edilme çabasına karşı, kendisini Sudan’ın meşru
Başkanı olarak gösterebilmesiydi.
Güney Sudan için ise, bu seçimlerin esas önemi,
2011 yılı başında yapılması öngörülen referandumla
ilgiliydi. Seçimlerde herhangi önemli bir terslik ol-
ması ya da yapılamaması durumunda, Devlet Başkanı Beşir’in eline bahane sunulmuş ve referandumun
yapılması tehlikeye girmiş olacaktı.
Seçimler, 11-15 Nisan 2010 tarihlerinde, 16 milyon
kadar kayıtlı seçmenin (seçmenlerin %80 kadarı) seçim sandığına çağrıldığı ve eş zamanlı çok seçimin
gündemde olduğu –başkanlık, parlamento, eyalet valiliği vb.– biçimde gerçekleşti. Güney Sudan’da ayrıca özerk bölgenin parlamento ve başkanlık seçimleri
yapıldı.
Beşir, kendisi hakkındaki tutuklama kararının
Sudan’ın Kuzey bölgesinin Müslüman kesimi üzerinde yaptığı etkiyle de yeniden başkanlığa seçildi. Güney Sudan’ın konumunu belirleyecek referandumun
yapılması planı da değişmedi. Böylece dikkatler 2011
Ocak ayı başında yapılacak referanduma yöneldi.
panorama
panorama
36
petrol yataklarının varlığının keşfedilmesinden öte,
petrol üretiminin başlatılmasıdır. 2003-2004 yıllarına gelindiğinde ise Çin’in ve giderek Hindistan ve
Malezya’nın da Sudan ile anlaşmalar imzalayarak
ABD ve AB içindeki kimi emperyalistlerin pazarını
ele geçirmeye başlamasıdır.
Anlaşmaya göre Güney Sudan’ın özerkliği kabul
ediliyor, SPLA lideri John Garang merkezi Sudan yönetiminde Başkan Yardımcılığı, Güney Sudan’ın da
geçici Başkanlığı koltuğuna oturtuluyordu. SPLM
parlamentoda milletvekili sandalyelerinin %28’ini
elde ediyordu. Ayrıca Güney Sudan’da çıkan petrolün
gelirleri de ortak olarak paylaşılacaktı.
Bu arada merkezi yönetimin ordusunun Güney
Sudan’dan ve SPLA’nın silahlı güçlerinin Kuzey
Sudan’a ait sayılan bölgelerden çekilmesi, ordu güçlerinin yeniden yapılandırılması vb. vb. konular da
çözülmesi istenen sorunlardı.
Altı senelik bir geçiş sürecinden sonra ise –yani
savaşın sonlandırılmasından barışçıl bir sürece geçiş sonrasında–, yapılacak bir referandumla Güney
Sudan’ın ayrı devlet olup olmayacağı, ya da özerklik
temelinde birlikte kalıp kalmayacağı hakkında karar
verilecekti. Sözkonusu referandumdan önce ise tüm
Sudan’da yapılacak seçimlerin –başkanlık, parlamento, valilikler vb. seçimlerin– gerçekleşmesi gerekiyordu.
bu arazilere birçok kesimin –özellikle de belli mevsimlerde– akışını beraberinde getirmektedir. Bu da
somutta karşılıklı çatışmalara yol açmaktadır.
Güney Sudan bağlamında özellikle 2005 yılından
buyana öne çıkan başka gelişmeler ise, özerk yönetimin kitlelerin temel sorunlarına hemen hemen hiç
cevap verememiş olması, petrolden ve destekçi kimi
emperyalist güçlerden gelen paranın da, yönetim tarafından yiyicilik, rüşvetçilik biçiminde kullanılması vb. tavırlara bağlıdır. Halkın yaşam imkanlarının
durumunun savaş dönemi durumundan daha kötü
olduğu yönlü tespitler, doğrudan kimi yetkililerin takındığı tavırlarda yapılmaktadır.
Bunun yanısıra Güney Sudan’da başlayan iktidar dalaşı da çatışmalara yol açan nedenlerden biridir. Örneğin valilik seçimlerinde seçimi kaybeden
SPLA eski komutanı George Athor Deng, seçimde
sahtekârlık yapıldığı iddiasıyla SPLA’ya karşı silahlı
mücadele başlatmıştır. Bu mücadelenin bastırılma
çabasında SPLA’nın insan haklarını ağır biçimde çiğnediği belirtilmektedir.
BM Koordinasyon Şefi Giovanni Bosco’nun 2010
yılı başında yaptığı açıklamaya göre, 2009 yılında
Güney Sudan’daki çatışmalarda en azından 2500
insan öldürülmüş, 300.000 kadar insan da hayatını
kurtarabilmek için yerinden-yurdundan kaçmak zorunda kalmıştır.
Özetle aktardığımız bu gelişmelere bakıldığında
2010 yılı Nisan ayında yapılması planlanan seçimlerin, hem genel olarak Sudan’da, hem de özel olarak
Güney Sudan’da gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, ya da
nasıl geçeceği soru işaretiydi.
Referandum…
2008 yılı verilerine göre Güney Sudan’ın nüfusu
8,26 Milyondur. Seçmen sayısı ise -bu sayı Kuzey
Sudan’da yaşayan Güney Sudanlıları da içermektedir– 4 Milyon civarında gösterilmektedir. Referandumun geçerli kabul edilmesi için önkoşul, seçmenlerin en azından %60’ının referanduma katılmasıydı.
Yani %59 katılımlı bir referandumda sonuç %100 evet
çıksaydı da, geçersiz sayılacaktı. En az %60 katılımlı
referandumda sonucun kabulü için ise %51 oran gerekiyordu. En gecinde 2009 yılında, eğer referandum
yapılırsa, sonucun ayrılma yönünde olacağına kesin
gözüyle bakılıyordu. Öyle de oldu.
9-15 Ocak 2011 tarihlerinde referandum yapıldı.
Yaklaşık 4 Milyon kayıtlı seçmenin 3,8 Milyonunun
referanduma katıldığı ve yine yuvarlak hesapla %99
oranla ayrılma yönünde oy kullandığı resmi yetkililerce açıklandı. Kimi seçim bölgelerinde kullanılan
oyların seçmen sayısından çok olması, bu bağlamda
seçim sahtekârlığının yapılması da, büyük çoğunluğun ayrılma yönünde oy kullandığı sonucunu ortadan kaldırmadı.
Sudan Devlet Başkanı Beşir referandumun sonucunu tanıdığını açıkladı. “Bağımsızlık”, ayrı devlet
olmayı ilan etmek ise, 6 aylık geçiş sürecinden sonra
9 Temmuz için öngörülmektedir. 9 Temmuz’da resmen Güney Sudan Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan
edilirse, 9 Ocak 2005 tarihindeki “Barış Anlaşması”
planı da esasta yerine getirilmiş olacaktır. Fakaaat(!)
Güney Sudan ile Sudan yönetimi arasındaki sorunlar
bitmiş olmayacaktır!
37
Kalan kimi sorunlar, çelişkiler…
yana olduğunu göstermektedir. Bu da Kuzey Sudan’ın
şimdiye kadarki gelirlerine göre, petrol gelirlerinden
büyük oranda kayba uğraması anlamına geliyor. Bu
konuda anlaşıp anlaşamayacaklarını da önümüzdeki
süreç gösterecektir.
Sınırların belirlenmesi ve petrol gelirlerinin nasıl
paylaşılacağı meselesi aynı zamanda devlet borçlarının paylaşımı meselesinde tarafların tavrını belirlemesine de yol açacaktır. Örneğin, eğer Güney Sudan
yönetimi bu ilk iki sorunda Kuzey Sudan yönetiminin isteklerine taviz vermezse, o zaman Kuzey Sudan
yönetimi Güney’den acısını çıkarmaya çalışacaktır.
Sonuçta, başta sınır belirleme ve petrol gelirlerini
paylaşma meselesi, eğer müzakere ile çözülmezse,
yeni çatışmalara yol açabilecek potansiyele sahiptir.
Burada emperyalistlerin rolüne pek değinmedik.
Güney Sudan’ın ayrılma hakkını kullanması ile, bu
durumu kendi çıkarları için kullanan emperyalist
güçlerin sömürgeci emelleri bir ve aynı olmasa da, sonuçta, Güney Sudan Cumhuriyeti’nin gerçekten bağımsız bir devlet olduğu söylenemez. Sorunun temelinde de, emperyalistler arası dalaş, Sudan’a, Sudan’ın
zenginlik kaynaklarına egemen olma çabası yatmaktadır. ABD ve AB içindeki kimi emperyalistlerin
çabasına rağmen, Çin emperyalizmi sadece Kuzey
Sudan’a değil, Güney Sudan’a da yerleşmiş ve diğer
emperyalistlerin pazarını ele geçirmeye başlamıştır.
Güney Sudan’da hangi emperyalist gücün kazançlı
çıkacağını ise önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Emperyalistlerin şemsiyesi altında kurulan ayrı
devletlerde de, işçilerin emekçilerin gerçek kurtuluşu mümkün değildir. Kapitalist sömürü düzeninin
ve kapitalistlerin egemenliğinin varlığı koşullarında,
kurulan yeni devlet emperyalistlerden bağımsız bile
olsa işçilerin, emekçilerin gerçek kurtuluşu mümkün
değildir. Ne o, ne o!
İşçilerin, emekçilerin, ezilen halkların gerçek kurtuluşu, ancak emperyalizme, kapitalist sisteme karşı
mücadele ile, sömürü sistemini yıkıp yerine işçilerin,
emekçilerin kendi iktidarının kurulmasıyla mümkündür.
Somut olarak Sudan’da, hem Kuzey’inde hem Güney’inde emperyalizme, feodalizme ve gericiliğe karşı
demokratik devrim için mücadele, ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşu ve sosyalizme gidiş için zaruri
mücadeledir. Dayanışmamız bu mücadeleyi yürütenlerledir!
13 Haziran 2011 ✓
Salih’in
yerine kim
gelecek?
panorama
panorama
38
Kalan sorun ve çelişkiler içinde öne çıkan sorunların
başında, Güney Sudan’ın sınırlarının belirlenmesi,
petrolden elde edilen gelirin nasıl paylaşılacağı, devlet borçlarının –yaklaşık 34 Milyar dolar– kimin tarafından ya da nasıl üzerleneceği gibi sorunlardır.
Özellikle sınırların belirlenmesi meselesi daha şimdiden çatışmalara yol açan bir sorun durumundadır.
Örneğin Abyei, Yukarı Nil ve Nuba Dağları bölgelerinin Kuzey’e mi Güney’e mi ait olacağı konusunda her
bölgede referandum yapılması kararı alınmış olmasına rağmen uygulanmamıştır.
Abyei’de özellikle petrol kaynaklarının bulunması
çelişkilerin şiddetlenmesini beraberinde getirmektedir. Abyei’de yapılması gereken referandumun belirsiz tarihe ertelenmesi, tarafların (Kuzey ve Güney’in)
Abyei’yi kendi bölgesine ait olarak görüp silahlı güçlerini bu bölgede tutması, Mart ayı başından itibaren
çatışmalara yolaçmıştır.
Kuzey yönetimi 21 Mayıs’ta Abyei’yi işgal etmiş,
Sudan Başkanı Beşir, Abyei’nin Kuzey’e ait olduğunu ilan etmiştir. Bu arada onbinlerce insan yerinden-yurdundan kaçmak zorunda kalmıştır, yüzlerce
insan yaşamını yitirmiştir. Abyei sorunu, anda çatışmaların temelini oluşturma durumundadır.
Kimi burjuva yorumcular Beşir’in, petrol gelirlerinin paylaşılmasında koz olarak kullanmak için
Abyei’yi işgal ettiğini öne sürmektedir. Pazarlıklar
için bu iddia kabul edilse de, Abyei’nin Kuzey Sudan’a
ait olduğunu savunan Beşir’in, sadece pazarlık için
Abyei’yi işgal ettiğini düşünmenin eksik olduğunu
söyleyebiliriz. Beşir yönetimi ne Abyei’yi, ne de diğer
adı geçen iki bölgeyi Güney Sudan’a vermekten yanadır.
Abyei somutunda yürüyen çatışmalar, Kuzey ile
Güney Sudan yönetimleri arasındaki çelişkilerin, çatışmaların, kısa sürede son bulmayacağına işaret etmektedir.
Güney Sudan’ın ayrılık kararı ile Sudan’da varolduğu söylenen petrol kaynaklarının en azından %75’i,
kimi verilere göre %80’den fazlası Güney’de kalmaktadır. Bu durumda petrolün esas sahibi Güney
Sudan Cumhuriyeti olmaktadır. Fakat bu petrolün
transport yolu ise Kuzey Sudan üzerinden gerçekleşme durumundadır. Çelişki esas olarak Güney Sudan
yönetiminin petrol gelirlerini ortaklaşa paylaşıp paylaşmayacağı meselesinde düğümlenmektedir. Andaki
görüntü, Güney Sudan yönetiminin transport etme
meselesini Kuzey’e fiyatını ödeyerek halletmekten
- YEMEN -
Yemen’de feodal ilişkilerin dini tavırlarla içiçe geçtiği ve kitleler üzerinde
hâlâ önemli bir etkide bulunduğu olgudur. Aşiretler arası çatışmaların
yer yer yaşandığı da olgudur. Fakat, Salih’in yönetimine karşı mücadele,
Tunus, Mısır ve diğer kimi Arap ülkelerinde olduğu gibi “ekmek ve
özgürlük” için mücadeledir.
T
unus’taki gelişmelerin tetiklediği protesto ve isyan eylemlerinin etkilediği ülkelerden biri de
Yemen oldu. 27 Ocak 2011 tarihinden itibaren Devlet
Başkanı Ali Abdullah Salih’in istifasını isteyenlerin
eylemleri hâlâ sürüyor. Gelişmeler öyle ya da böyle,
Salih’in başkanlığı döneminin son bulacağına işaret
ediyor. Açık olmayan şey, Salih’in yönetiminin resmen ne zaman son bulacağı ve onun yerine kimin
geleceğidir.
Yemen’deki gelişmelere özetle değinmeden önce,
burjuva medyanın verdiği haberlerdeki üç noktaya
dikkat çekmek istiyoruz.
Birincisi, Salih’in Yemen’i 32, ya da 33 seneden beri
yönettiği tespitidir. Bu tespit yarı doğru, yarı yanlıştır. Şöyle ki, andaki Yemen, 22 Mayıs 1990 tarihinden
beri vardır. Bu tarihten önce Yemen iki ayrı devletten
oluşuyordu. Salih, 1978’de o dönemin Yemen Arap
Cumhuriyeti’nde (Kuzey Yemen’de) Başkanlık koltuğuna oturmuştur. Ama Yemen Demokratik Halk
Cumhuriyeti 22 Mayıs 1990 tarihine kadar Salih tarafından yönetilmemiştir. Salih’in 32, ya da 33 yıldır
Yemen’i yönettiği yönlü haberlerde, 1990 yılına kadar
iki ayrı Yemen devletinin var olduğu olgusu güme
gitmektedir.
İkincisi, Yemen’deki protestoların, çatışmaların
Tunus ve Mısır’daki gelişmeler sonucu olduğu yönündeki haberlerdir. Özellikle Tunus’taki gelişmelerin Yemen’deki protestoları tetiklediği, kitlelerin
giderek daha fazla Salih’in istifasını istediği yönlü
haber doğrudur, ama yine sadece doğrunun yarısıdır.
Doğrunun diğer yarısı ise, Yemen’deki çatışmaların Tunus’taki gelişmelerden önce var olduğu, ABD
emperyalizminin “terörizme karış mücadele” adına,
Suudi Arabistanı da işin içine çektiği ve Yemen’de El
Kaide’ye karşı mücadele adına savaşı giderek yoğunlaştırmaya çalıştığı gerçeğidir. Bu bağlamda dergimizin 141. sayısında, sayfa 22-24’te ve 26 Ocak 2010
tarihli yazımızda tavır takınmıştık. Yani Yemen’deki çatışmalar Tunus’taki gelişmelerle yoğunlaşsa da,
daha önceden vardı. Andaki çatışmaların bir bölümü
de, bu önceden varolan çatışmaların devamıdır.
Üçüncüsü ise, Salih yönetimine karşı mücadele-
39
Özetle gelişmeler…
40
Burada kendimizi, 27 Ocak 2011 tarihinden itibaren
başlayan protestoları ve bu protestoların bugün vardığı noktayı ele almakla sınırlıyoruz.
27 Ocak’ta Başkent Sanaa’da yaklaşık 16 bin kişinin
katıldığı bir yürüyüşle, Salih’in yönetimi ve uyguladığı siyaset protesto edildi, Salih’in istifası istendi.
Yürüşte dile gelen diğer temel talepler ise, daha iyi
yaşam koşulları, işsizliğe karşı mücadele, rüşvetçiliğe, yiyiciliğe son verilmesi, sosyal adaletsizliğin ortadan kaldırılması, eğitim koşullarının düzeltilmesi
vb. taleplerdi.
2 Şubat’a gelindiğinde Salih, kitlelerin protestolarını dindirebilmek için bir dahaki seçimde (2013
yılında) aday olmayacağını, koltuğunu oğluna da
devretmeyeceğini açıkladı. Bu arada kimi reformlar
yapacağı ve ücretleri artıracağı yönlü açıklamalarda
da bulundu. Yetmedi!
Protesto eylemleri sürdü ve kolluk güçleri eylemcilere saldırdı, kimi protestocular öldürüldü. Bunun
üzerine protestolar giderek daha da yoğunlaştı ve katılım yükseldi. 18 Şubat’ta Taizz şehrinde hem muhalefetin hem de Salih yanlısı kesimin iki eylemi vardı. Her birine 10 bin kişinin katıldığı haberi verildi.
Sanaa’da da Salih yanlıları, muhalif kesime saldırdı.
Yine birkaç kişi yaşamını yitirdi.
21 Şubat’tan itibaren, Mısır’da “Tahrir Meydanı”
örnek alınarak “Değişim Meydanı” adını verdikleri
meydanda kamp kuruldu.
Protestolar, çatışmalar bazen yoğunlaşıp bazen
azalırken, 10 Mart’ta yine Salih’in reformlar yapacağı
açıklandı. Bunun içinde yeni bir hükümetin kurulması ve bu yeni hükümetin de yeni bir Anayasa hazırlaması, güçler dağılımının yeniden belirlenmesi ve
sözkonusu yeni Anayasa’nın yıl sonuna doğru halkın
oyuna sunulması gibi vaatler vardı. Bunlara ek olarak
da başkanlık seçiminin de 2011 sonu, 2012 yılı başlarında yapılacağı açıklandı. Bu da, kitlelerin protestolarını dindirmeye yetmedi! Salih’in istifası istendi.
Bu açıklamadan sonraki dönemde çatışmaların ve
protestoların yoğunlaşmasını tetikleyen esas gelişme
18 Mart’ta yaşandı. Cuma namazından sonra başlayan eylemlere kolluk güçleri şiddetli saldırılarda bulundu. Sanaa’da 52 kişi katledildi ve 240 kişi yaralandı. Salih olağanüstü hal /sıkıyönetim ilan etti ve genel
olarak silah bulundurma yasağı koydu.
Bu olaylar hem kitleler içinde Salih yönetimine karşı gelmeyi güçlendirdi, hem de –Salih’in yönetiminin
sonunu başlatan esas şey– Salih yanlısı olan ve orduda yüksek komutanlık görevlerinde bulunan kimi
generallerin, subayların, kimi diplomatik temsilcilerin –örneğin ataşe veya konsolosların– Salih’e sırtını
çevirip, protestoculardan yana tavır takınmasına yol
açtı. Bu aynı zamanda ordunun da ikiye bölünmesi
anlamına geliyordu. Ordunun bir kesimi protestocuları korumayı görevi olarak ilan ederken, diğer kesimi Salih’i koruyordu.
Aynı biçimde kimi bakanlar da görevinden istifa
etti. Sözkonusu bu kesimin önemli bölümü aynı zamanda Salih yanlısı parti olan “Genel Halk Kongre
Partisi”nden de istifa ettiler. Bu arada Salih’in hükümeti lağvettiği haberi de kamuoyuna yansıdı.
Haşid aşiretinin başı Şeyh Sadık el Ahmar da protestoculardan yana tavır takındı ve böylece Haşid aşi-
reti mensupları da Salih’e karşı cephede yerini aldı.
Bu gelişmelerle güçler dengesinde yeni bir durum
oluştu.
Kitleler hem 18 Mart’taki saldırıları kınamak hem
de Salih’in istifasını dile getirmek için 25 Mart’ı “Öfke
Günü” ilan edip, yine Cuma namazından sonra protestolar gerçekleştirdi. Protestolara onbinlerce insan
katıldı. Bu tarihlerde Salih, geri çekilmeye hazır olduğunu açıkladı. Bunun için siyasi diyaloğa gereksinim
olduğunu, Yemen’in Somali gibi içsavaşa bulaşmadan
bu işi çözmesi gerektiği yönlü açıklamada bulunurken, kendisinin yerine seçilecek kişinin kim olduğunu bilmesi gerektiğini de, bir nevi geri çekilmenin
önkoşulu olarak ilan etti.
Bu süreçte Salih’in başvurduğu taktiklerden biri de,
“ben gidersem El Kaide gelir ve ülke teröristlerin üssü
olur” yönlü tavırdı. Bu bağlamda Yemen gizli haber
alma örgütünden birilerinin 33 El Kaide üyesi olduğu
söylenen kişiyi gizli olarak hapisten serbest bırakması
ise, Salih yönetiminin nasıl bir oyun oynadığına işaret ediyordu.
Nisan ayı başına gelindiğinde ABD yönetimi, ABD
emperyalizminin bugüne kadar desteklediği, El
Kaide’ye karşı mücadele adına ortak hareket ettiği
Salih’ten vazgeçtiğini açıkça dile getirdi. Salih’in geri
çekilmesi yönlü düşünceler, protesto eylemlerinin
yoğunlaşmasıyla birlikte dile getirilse de, artık kesin
kararını verdikleri kamuoyuna da yansıyordu. Tıpkı
Mısır’da Mübarek’e dedikleri gibi, Salih’ten barışçıl
eylemlere izin vermesi ve “düzenli biçimde barışçıl
demokratik bir geçişin” sağlanması isteniyordu. Bunun Salih tarafından yapılmadığı görüldüğünde arabulucular devreye sokuldu.
“Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) (KİK’te Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman,
Katar ve Bahreyn var.) dışişleri bakanları, ABD ve
AB’nin temsilcileriyle de görüşmeler temelinde,
Salih’i ikna etmeye çalıştılar. KİK temsilcilerinin öne
sürdüğü plana göre Salih görevini en geç bir ay içinde
yardımcısına devredecek, muhalefetle anlaşma temelinde geçici bir hükümet kurulacak ve bu hükümetin
esas görevi ülkeyi iki ay sonra seçime götürmek olacaktı. Buna karşılık Salih ve ailesine dokunulmazlık
garantisi verilecekti. Aynı biçimde bu dönemde muhalefetten protesto eylemleri yapmaması isteniyordu.
Muhalefetin imzaladığı bu öneri Salih tarafından,
tam imzalayacağı beklenirken, iki kere de (ikincisi 22
Mayıs’ta) imzalanmadı. Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanı Clinton, KİK’in sunduğu plana atfen “Salih
iktidarı devretme konusunda sözünde durmalı, halkın meşru isteklerine uymalı” biçiminde açıklamada
bulundu. Salih’le ipler kopmuştu artık.
Mayıs ayı sonlarına doğru Salih yanlısı güçlerin
Şeyh Sadık El Ahmar’ın evine saldırıda bulunması
(bombalaması) sonrasında 2 Haziran’da, Devlet Başkanlık Sarayı’na yapılan bir saldırıda kimi görveliler
ölürken Salih’in de de yaralandığı söylendi. Saldırının kim tarafından gerçekleştiği belli değil. Salih, El
Ahmar yanlılarını suçladı.
Salih’in gerçekte yaralanıp yaralanmadığı, yaralandıysa durumunun nasıl olduğu konusundaki haberler,
esasta varsayımlara dayanmaktadır. Fakat, yaralandığının haberinden kısa süre sonra, Salih’in, ailesinin büyük bölümünün refakatiyle Suudi Arabistan’a
gittiği kesin görünüyor.
Salih’i anda Başkan Yardımcısı Hadi temsil ediyor.
Yasal olarak vekaleten 60 gün ülkeyi yönetebilme durumu var. Salih’in Yemen’e geri dönüp dönmeyeceği
üzerine spekülasyonlar dolanıyor. Gidişat şimdilik
dönmeyeceğine işaret ediyor. Kimi haberlere göre
sağlık durumu da iyi değilmiş…
Mayıs ayı sonunda kısa süreli bir ateşkes durumu
yaşandı. Salih’in Suudi Arabistan’a gitmesinden sonra ise Başkan Vekili Hadi ile Şeyh Ahmar tarafından,
muhalefetin diğer kesiminin de onayladığı yeni bir
ateşkes ilan edildi.
Muhalefetin “geçici konsey” oluşturma çabasının
nasıl bir sonuca yol açacağı da şimdilik muamma…
Yazımız yazılırken El Kaide yanlılarıyla çatışmaların yaşandığı haberleri medyaya yansıdı. Yemen’deki gelişmelerin nasıl bir yol izleyeceğini yakında
göreceğiz. Salih’in yönetimine öyle ya da böyle son
verileceği artık kesindir. Sorun, bunun nasıl bir yol
ve gelişmeleri izleyeceğidir. Salih’e alternatif birilerinin olmaması da muhalefetin eksikliklerinden biridir. Andaki gelişmeler Yemen’de kimi demokratik
değişikliklerin yaşanacağını ama sistem içinde kalınacağını gösteriyor. “Batılı” anlamda bir burjuva demokrasisinin Yemen’e yerleşmesi ise daha çok yıllar
alacağa benziyor.
Kurtuluş için tek yol, Yemenli işçilerin, emekçilerin, yoksul köylülerin, feodalizmin, dinin etkisinden
kurtularak sömürü sistemine karşı devrim mücadelesine sarılmalarıdır. İşçi sınıfı önderliğinde demokratik devrim Yemenli ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşunun yolunu açacaktır. Bunun için mücadeleye
değer!
14 Haziran 2011 ✓
panorama
panorama
nin aşiretler arası çatışma olarak gösterilmesidir. Bu
konudaki olgu şöyledir: Daha önceki çatışmaları ve
çelişkileri bir kenara bırakırsak, 27 Ocak 2011 tarihinden itibaren Salih yönetimine karış kitleler, giderek daha fazla katılımla, yaşam koşullarının iyileştirilmesi için, rüşvetçiliğe, yiyiciliğe, sosyal eşitsizliğe,
işsizliğe karşı vb. içerikli taleplerle mücadeleye, Salih
yönetimini protestoya başladılar. Bu arada bu protestoları tetikleyen esas şeyin de, Salih’in planladığı
Anayasa değişikliğiydi. Sözkonusu Anayasa değişikliği, Salih’e ömür boyu Başkanlık garantisi vermeyi
içeriyordu.
Kitlelerin sabrı sınırına varmıştı ve Salih’e ömrü sonuna kadar dayanmak, onlar için artık mümkün görünmüyordu. Salih’in istifasını isteyen ve bu içerikle
protesto eden kitlelerin sayısının giderek yükseldiği
bir durumda Salih yanlısı kimi ordu mensuplarının
protestocuların safına geçmesi ve Haşid aşireti ve taraftarlarının protestoculara katılması, çatışmaların
aşiretler arası çatışma olduğu anlamına gelmiyor.
Olgu, Haşid aşireti yanlılarının protestocuları desteklemesiyle, Salih ile karşıtları arasındaki güç dengesinin protestocular lehine değiştiğidir.
Yemen’de feodal ilişkilerin dini tavırlarla içiçe geçtiği ve kitleler üzerinde hâlâ önemli bir etkide bulunduğu olgudur. Aşiretler arası çatışmaların yer yer yaşandığı da olgudur. Fakat, Salih’in yönetimine karşı
mücadele, Tunus, Mısır ve diğer kimi Arap ülkelerinde olduğu gibi “ekmek ve özgürlük” için mücadeledir.
Emperyalistlerin yerli işbirlikçileriyle birlikte bu mücadelelere müdahalesi ise, bu mücadelelerin sistem
içine hapsedilmesi ve kendi çıkarlarının korunması
içindir.
41
B
aşbakan Erdoğan “çılgın proje” olarak nitelendirilen projesini açıkladı. Projeye göre Karadeniz
Marmara denizine (bir kez daha) bağlanacakmış!
Şimdi bu “çılgın” bir proje mi? Elbette hayır! Buna
“çılgın proje” denmez, dense dense biraz büyükçe bir
kanalizasyon işi denilir… Çok da “çılgın” değil… Biraz büyük ölçekli bir kanal inşaatı sonuçta! Ama öyle
yapılmıyor, proje allanıyor, pullanıyor, “çılgın” olarak
pazara çıkarılıyor.
Hayır bu çılgın bir proje değildir. Dünyanın (ve
Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin) en çılgın projesi devrimdir! Bu projeyi gerçekleştirecek olanlar da sensin,
benim, biziz; işçiler, köylüler, emekçilerdir! Bu proje
gerçekleşemez bir proje değildir, hayır biz istersek,
bunun için örgütlenirsek, bunun için savaşırsak gerçekleştirebiliriz. Böyle bir “çılgınlık” bize; baskının,
zulmün, sömürünün olmadığı, insanın insana kulluğunun ortadan kaldırıldığı, halkların kardeşçe bir
arada yaşadığı bir dünya (ve ülkeler) verecek! Kısacası
bu çılgınlık yapmaya, gerçekleştirmeye değer bir çılgınlık! Gerekli, zorunlu bir “çılgınlık”!
Var mısınız bu “çılgın” projeye katılmaya?!
E, haydi o zaman!!!
Seçimin mizahı, mizahın seçimi!
42
İnternet denilen şey çıktıktan sonra yaratıcı insanların ürünlerine daha kolay erişim olanağı doğdu.
Artık yaratan insan ürününü çok daha geniş bir çevreye yayabiliyor. Mizah alanında da böyle.
Malum seçim döneminden geçiyoruz. Liderler-
de palavranın bini bir para. Aslında onları buraya
“seçmece” diye de aktarabilirdik. Ama mizah biraz
da abartı demek olduğu için bir adım ötesine geçelim dedik ve aşağıdaki “seçim geyiğini” sizler için
seçtik… Vatandaşın birisi yememiş, içmemiş, “boş
oturmaktansa boş çalışmak yeğdir” demiş, politikacı
ağzıyla bir vaad listesi çıkarmış. Seçmen yer mi, yer…
Bu seçmene neler yedirilmedi ki bugüne kadar! Lafı
uzatmayalım, seçtiğimizi sizinle paylaşalım:
‘’Kellere saç hastaya ilaç,
-züğürde para sıvacıya mala,
-Fener‘e Türkiye Kupasını
-Galatasaray‘a feneri yenme garantisi vereceğiz.
-Üstüne İşsize iş, dişsize diş, olmayana çocuk
-üşüyene gocuk, kahvaltıya sucuk, çaya şeker,
-Behlüle Bihter, yemeğe tuz, kolaya buz,
-nazar değmişe hoca evde kalmışa koca vereceğiz!
Hamilelik 3 aya inecek!
Sigara kanser yapmayacak!
Düğünlerde halaya kalkmak zoru...nlu olmayacak!
Pi sayısı bundan sonra 3 olacak,kalan 0,14 fakir fukaraya dağıtılacak!
Hafta sonu tatili 5 gün olacak!
Teneffüsler 40 dk, dersler 10 dk olacak!
Okeye dördüncü aranmayacak, kahvehaneler sigortalı dördüncü oyuncu çalıştıracak!“
(Kaynak: haberegir.com/secim-geyikleri.html)
E, artık bunları yapacak partiye de oy verirsiniz artık!
Mayıs 2011 ✓
Yeni Dünya İçin Çağrı’ya yeni bir ceza daha!
güncel
güncel
En çılgın proje…
SUSMADIK, SUSMAYACAĞIZ!
Yayın hayatına başladığından bu yana, gazetemiz
hakkında onlarca ceza davası açıldı. Gazetemize
milyarlarca lira para cezası, hapis cezaları, toplatma
ve kapatma cezaları verildi. Yargıtay’da görüşülmeyi
bekleyen davalarımız var. Bütün bu baskılara rağmen
gazetemiz bugüne kadar yayın hayatını sürdürdü ve
bundan sonra da sürdürmeye devam edecek.
YDİ Çağrı gazetesinin 72. sayısında (Kasım 2003)
“Irak’ta işgal ortaklığına hayır!” başlıklı bir yazı yayınlandı.
Yazıda, ABD emperyalizmi önderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak, Güney Kürdistan’ı işgal etmelerinin nedenleri irdelemekte; hakim sınıfların, AKP
hükümetinin, Genelkurmay’ın işgale ortak olmak
için ABD emperyalizmi ile yaptıkları kredi pazarlığı,
mecliste Irak’a asker göndermek için 7 Ekim 2003 tarihinde kabul edilen tezkere, egemenlerin emperyalist işgale ortak olmak istemelerinin nedenleri ortaya
konulmakta, işçiler, emekçiler Irak işgaline ortak olmamak için mücadeleye çağrılmaktadır.
Bu yazıya karşı, İstanbul 2. Asliye Ceza
Mahkemesi’nde; “Cumhuriyeti, devletin kurum ve
organlarını aşağılama” suçu ve iddiasıyla dava açıldı.
Dava mahkumiyet ile sonuçlandı. Sorumlu yazı işleri müdürümüz Aziz Özer’e para cezası verildi. Karar
temyiz edildi.
2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kararını görüşen
Yargıtay 9. Ceza Dairesi, mahkemenin kararını “Türk
milleti” adına onadı. Sorumlu yazı işleri müdürümüz
Aziz Özer, “Cumhuriyeti, devletin kurum ve organ-
larını aşağılama” suçu iddiası ile 2.700.00 TL para cezasına çarptırıldı.
21 Şubat 2011 tarihli Yargıtay kararı, İstanbul Basın Bürosu tarafından 15 Nisan 2011 tarihinde Aziz
Özer’in avukatına tebliğ edildi.
Yayın hayatına başladığından bu yana, gazetemiz
hakkında onlarca ceza davası açıldı. Gazetemize milyarlarca lira para cezası, hapis cezaları, toplatma ve
kapatma cezaları verildi. Yargıtay’da görüşülmeyi
bekleyen davalarımız var. Bütün bu baskılara rağmen
gazetemiz bugüne kadar yayın hayatını sürdürdü ve
bundan sonra da sürdürmeye devam edecek.
Gerçekleri yazmak ve yaymak, bu devletin kurumlarının işine gelmemekte, onlar gerçeklerden, gerçeklerin yaygınlaştırılmasından korkmaktadırlar. Fakat
gerçekler inatçıdır! Baskılar, toplatmalar, kapatma
cezaları, hapis cezaları, para cezaları, bizi yıldırmadı,
yıldırmayacak!
YDİ Çağrı gerçekleri yazmaya, işçilerin, emekçilerin uyandırılması, bilinçlendirilmesi, kendi davalarına sahip çıkmalarının sesi olmaya devam edecektir.
1 Haziran 2011 ✓
43
güncel
güncel
Berlin’den “eşkiya”
Hopa’ya selam!
Hopa`da ve sonrasında Türkiye çapında yaşanan
direniş aynı zamanda AKP ve onun temsil ettiği
kapitalizme ve emperyalizme şunu da gösterdi:
Türkiye`nin sadece hırsızları, soyguncuları, gericileri,
faşistleri yok. Bu memleketin başı dik, alnı açık, onurlu
devrimcileri, demokratları ve sosyalistleri de var.
T
44
arih 31 Mayıs 2011. Yer Hopa. ‘İleri demokrasi’
adına devlet terör uyguladı Hopa’da. Recep Tayip Erdoğan, kendisi gibi düşünmeyen, aykırı seslere
tahammül edemediğini bir kez daha Hopa’da gösterdi. RTE ve hükümeti ülkede yaşayanları bir kalıba
sokmaya çalışıyor. Bu kalıba girmek istemeyen, ‘ileri
demokrasi’ adına uygulanan faşizme karşı direnenler
üzerinde tam bir terör estiriliyor. RTE, 31 Mayıs Salı
günü Sarp sınır kapısına gitti. Sarp sınır kapısında
nutuk çektikten ve pembe tablolar sunduktan sonra
Rize’ye gitmek için yola koyuldu. Yol Artvin’den geçiyordu. Yol üzerindeki Artvin’in ilçesi Hopa’da miting kararı alındı. Miting için Sarp’tan Hopa’ya kadar
sahil yolu gelin gibi süslendi. Yolların bakımı yapıldı.
RTE’nin Hopa’da miting yapacağını öğrenen ilerici ve devrimciler, seslerini duyurmak için hazırlık
yapmaya başladılar. Hazırladıkları pankartlarının
bir bölümünü bir inşaatın duvarına astılar. RTE’yi
kızdıran Halkevleri imzalı pankartta “Tek Yol Sokak,
Tek Yol Devrim” sloganı yazılı idi. RTE’nin kolluk
güçleri bu pankartları indirmek istedi. Arbede çıktı. Hopalılar “Su haktır satılamaz” pankartı açarak,
halay çekerek çeşitli sloganlar attılar. Polis müdahale
edince olaylar çıktı. Biber gazından etkilenen emekli
öğretmen Metin Lokumcu kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Polis şiddeti nedeniyle bir kişi daha öldü
Türkiye’de. Üstelik biliyoruz ki, bu son da olmayacak. Yine biliyoruz ki, bir kez daha, bu ölüme neden
olan emniyet görevlileri yargılanmayacak, yargılansa
da ceza almayacak. Yasamanın, yürütmenin ve yargının cezasızlık zırhıyla kuşattığı polis, yine, ihlal ettiği
hakların, aldığı yaşamların bedelini ödemek zorunda
kalmayacak. Bunun bilinciyle de hak arama mücadelesi yürütenlere karşı güç kullanmaya, korumasız
sivillerin üzerine biber gazı atmaya, etkisiz hale getirdiği insanları hınçla tekmelemeye devam edecek.
Hopalılar gazla bombalandılar, polis tarafından
kovalandılar. Metin hocanın, polisin şiddeti sonucu
öldüğünü gördüler. Polis terör estirirken, RTE çıkıp
konuştu. Sonra Rize’ye gitti ve Hopa’yı “eşkıya” bastığı için geciktiğini söyledi. Birinin kalp krizi geçirerek öldüğünü, kim olduğunu bilmediğini, üzerinde
durmaya da gerek görmediğini sözlerine ekledi. Gece
olduğunda, polis insan avına çıktı. Gözaltına alınanlar işkenceden geçirildi. Hopa halkı adına açıklama
yapan avukatlar, yaşanan hukuksuzluğu kamuoyuna
duyurdular. Hopa’da gözaltına alınanlar, Toplumla
Mücadele Yasasına (TMK) göre yargılanacaklar.
Tarih 5 Haziran 2011. Yer Berlin. Metin
Lokumcu’nun katledilmesini ve AKP hükümetinin
zulmünü protesto etmek amacıyla Kottbusser Tor
meydanında bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan
Almanca ve Türkçe konuşmalarda, devletin Hopa’da
uyguladığı zülme dikkat çekildi. Basın açıklamasına
yapılan çağrıda şunlar söyleniyordu:
“Berlin`den “eşkiya“ Hopa`ya selam göndermek,
Metin lokumcu `nun katlini
Protesto etmek için buluşuyoruz
31 Mayıs Salı günü derelerin satılmasını ve çayda
yaşanan sömürüyü protesto etmek için Başbakan R.
Tayyip Erdoğan’ın miting yapacağı alanla arasında
‘üç karayolu’ olan meydanda toplanan Hopa halkına
polis vahşice saldırdı. Saldırı sonucunda devrimci
emekli öğretmen Metin Lokumcu katledildi, çok sayıda kişi de yaralandı ve gözaltına alındı. Hopa`da şu
anda ilan edilmemiş bir „sıkıyönetim“ yaşanmaktadır. Hopa polisin ve jandarmanın ablukası altıdadır.
Evler, işyerleri basılmakta, insanlar gözaltına alınmakta ve işkenceye maruz kalmaktadırlar.
Yaşananlar AKP iktidarının „ileri demokrasi“ adı
altında Kürt halkına ve devrimci, sosyalist muhalif
kesimlere karşı bir süredir uyguladığı baskı, sindirme
ve zulüm politikalarının bir devamıdır.
Hopa`da yaşananlar Türkiye`nin her yerinde devrimci, sosyalist güçler tarafından güzel bir devrimci
dayanışma örneği gösterilerek, hep birlikte protesto
ediliyor. Hopa`daki ablukanın dağıtılması, AKP ve
devlet baskısının, saldırısının, zulmünün geriletilme-
si için Türkiye bir bütün olarak direniş alanı haline
geldi. AKP iktidarının taktığı „ileri demokrasi“ maskesi, Hopa saldırısından sonra ülke genelinde protesto gösterilerine yönelik polis şiddeti ve gözaltılar ile
bir kez daha düştü.
Hopa`da ve sonrasında Türkiye çapında yaşanan direniş aynı zamanda AKP ve onun temsil ettiği kapitalizme ve emperyalizme şunu da gösterdi:
Türkiye`nin sadece hırsızları, soyguncuları, gericileri, faşistleri yok. Bu memleketin başı dik, alnı açık,
onurlu devrimcileri, demokratları ve sosyalistleri de
var.
Bizler de, Hopa halkına uygulanan polis terörünü,
Metin Lokumcu`nun katlini, Türkiye`de AKP iktidarının ve devletin Kürt halkına, devrimci ve sosyalist güçlere karşı uyguladığı baskıları, şiddeti, zulmü
protesto etmek ve Hopa halkıyla, Türkiye`de yaşanan
devlet terörüne karşı verilen mücadeleyle dayanışmamızı seslendirmek için buluşuyoruz. Herkesi bu
protestoya katılmaya çağırıyoruz.“
Gün gelecek, devran dönecektir. Yapılan zulmün
hesabı er geç sorulacaktır.
Berlin’den YDİ Çağrı okuru
5 Haziran 2011 ✓
45
İbrahim’in bize bıraktığı ML
mirasın kimi önemli özellikleri
var. Kemalizm konusunda
İbrahim milattır. Sol içinde
Kemalizm hayranlığının
egemen olduğu bir dönemde,
İbrahim Kemalizmin işçilere,
emekçilere düşman, sözde
demokratik gerçekte askeri faşist
bir diktatörlük olduğunu ortaya
koydu.
21
46
Mayıs Cumartesi günü İstanbul Avcılar’da,
Faşist katillerce katledilişinin 38. yıldönümünde komünist önder İbrahim Kaypakkaya, Devrimci Halkın Birliği ve Yeni Dünya İçin Çağrı tarafından düzenlenen ortak bir panel ile anıldı.
Panel, İbrahim Kaypakkaya yoldaş şahsında dünyada ve Kuzey Kürdistan Türkiye’de devrim ve komünizm mücadelesi içinde toprağa düşen devrimciler, komünistler için yapılan saygı duruşu ile başladı.
İlk konuşmayı DHB temsilcisi yaptı. DHB temsilcisi; devrimci hareketin tıkanıklık içerisinde bulunduğunu, daralma ve önderlik krizi yaşadığını
anlattı. Komünist hareket içerisinde dogmatizm
ve sübjektivizm hastalığı bulunduğunu, İbrahim
Kaypakkaya’nın eksiklikleri, yanlışları olduğunu,
İbrahim’in işçi sınıfını temel almamakla eleştirildiğini, küçük burjuva devrimcisi olarak görüldüğünü,
bu eleştirinin ve değerlendirmenin yanlış olduğunu,
İbrahim’in komünist olduğunu aktardı. İbrahim’in
önünde örnek alacağı bir deneyim olmadığını, onun
kurduğu partinin parti olmadığını, parti öncesi hare-
ket olduğunu, komünist hareketin 1972’de çocukluk
dönemi yaşadığını vurguladı. İbrahim’in Kemalizm
konusunda, ulusal sorun konusunda, parti konusunda eksikliklerine rağmen doğru görüşler ortaya koyduğunu, uluslararası durum ve ülkemiz için sübjektif
değerlendirmeler yaptığını açıkladı.
İkinci konuşmayı YDİ Çağrı temsilcisi yaptı.
YDİ Çağrı temsilcisi konuşmasında kısaca şu noktalara değindi: “Komünist önderleri biz şu şekilde
anıyoruz. Komünist önderlere sahip çıkmak, onların
doğrularını savunmak ve geliştirmek, hata ve eksiklerini eleştirmek, komünizm mücadelelerini ileriye
taşımak Bu temel yaklaşım doğrultusunda İbrahim
yoldaşı anıyoruz. İbrahim Kaypakkaya katledildiği
zaman 24 yaşında genç bir komünist idi. Kendisine
ML bir çizgi bırakan yaşlı bir komünist kuşak yoktu.
TKP yozlaşmış, sınıf işbirlikçisi olmuş, Kemalizmi
soldan destekleyen, sosyal emperyalizmin uydusu bir
parti haline dönüşmüştü. ML eserler daha yeni yeni
Türkçeye çevriliyordu. Bir dizi önemli ML eser daha
Türkçeye çevrilmemişti. Uluslararası komünist hareket içinde Mao Zedung Düşüncesi egemendi. 1960lı
yıllarda modern revizyonizme karşı mücadele içinde
Marksizm’in devrimci özüne sahip çıkan MZD, aynı
zamanda ağır hata ve yanlışlara da sahipti. MZD’nin
yanlışlarına karşı mücadele eden bir parti, kişi de
yoktu. Bu şartlarda İbrahim esası doğru, muazzam
teorik ML bir eser üretti. İbrahim’in gelişme sürecine baktığımızda sürekli kendisini yenileyen, öğrenen, gelişen bir İbrahim görürüz. Eğer 1972 yılında
birileri İbrahim’in yanlışlarını eleştirip İbrahim’e
doğruları gösterseydi, İbrahim’in gelişim süreci çok
daha farklı olurdu. İbrahim’in yanlışlarını eleştiren
hiç kimse yoktu. İbrahim’in yaptığı hatalar, eksiklikler, sıralanan nedenlerden dolayı anlaşılırdır. Ancak
bugün Partizan’a ve Halkın Günlüğü’ne yanlışlarını,
eksiklerini eleştiren, anlatan, yol gösteren birileri var.
İbrahim için anlaşılır olan, bu gruplar için anlaşılır
değildir. Biz İbrahim’den öğrenerek, onun doğrularını savunup geliştirerek, yanlışlarını eleştirerek Bolşevizme vardık. Onlar İbrahim’in yanlışlarını sistem-
Komünist önder
İbrahim Kaypakkaya
anıldı
F
aşist katillerce katledilişinin 38. yıldönümünde,
komünist önder İbrahim Kaypakkaya yapılan bir
yürüyüş ile anıldı.
DHF ile Partizan tarafından organize edilen, çeşitli devrimci kurumların ve bizim de katıldığımız
yürüyüş, Beyoğlu Tünel’de başladı. İstiklal caddesi
boyunca süren yürüyüş, Taksim Tramvay Durağı’nda
yapılan basın açıklaması ile son buldu.
Kortejin en önünde “Kaypakkaya’yı savunmak
onurdur!” pankartı taşındı. Pankartın arkasında yürüyüşe katılan kurumları temsilen birer flama, “İbrahim Kaypakkaya’yı savunmak onurdur!” yazılı yüzlerce döviz taşındı.
Yürüyüş boyunca: “İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür!, Önderimiz İbrahim, İbrahim Kaypakkaya!,
Devrim şehitleri ölümsüzdür!, Faşist devlet hesap verecek!, Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Şehit namırın!, Faşizmi döktüğü
kanda boğacağız!, İbo, Mahir, Deniz, sürüyor, sürecek mücadelemiz!” sloganları atıldı.
Taksim Tramvay Durağı’nda basın açıklaması okundu. Basın açıklamasından sonra, İbrahim
Kaypakkaya’yı “övdüğü gerekçesiyle” 10 ay hapis cezası alan Pınar Sağ ve Avrupa Demokratik Haklar
Konfederasyonu adına kısa birer konuşma yapıldı.
İbrahim Kaypakkaya’yı anma yürüyüşüne iki bin
beş yüz civarında insan katıldı.
Partizan ve DHF tarafından ortak kaleme alınan,
imzalanması için devrimci, demokrat kurumlara
gönderilen, anma yürüyüşünde okunan metni, içeriğinde gördüğümüz bazı sorunlardan ötürü imzacı
olmadık.
Açıklamada; İbrahim Kaypakkaya yoldaş ile diğer
devrimci önderler arasındaki (komünist nitelik ile
küçük burjuva devrimci nitelik) niteliksel fark ortadan kaldırılmakta, İbrahim Kaypakkaya bırakalım
devrimci önderleri, Babek ile Şeyh Bedrettin ile nesimi ile vs. aynılaştırılmaktadır.
“Halkın devrimci ve komünist önderleri de “terö-
güncel
güncel
İbrahim Kaypakkaya, DHB ve
YDİ Çağrı tarafından anıldı
leştirerek Menşevizme vardılar.
İbrahim’in bize bıraktığı ML mirasın kimi önemli
özellikleri var. Kemalizm konusunda İbrahim milattır. Sol içinde Kemalizm hayranlığının egemen
olduğu bir dönemde, İbrahim Kemalizmin işçilere,
emekçilere düşman, sözde demokratik gerçekte askeri faşist bir diktatörlük olduğunu ortaya koydu.
Onun Kemalizm hakkındaki görüşleri, Kemalizmin
sol içindeki egemenliğine ağır darbe vurdu. Ulusal
sorunda, Doğu’nun geriliğinin tartışıldığı bir ortamda, Kürt ulusunun var olduğunu, Kürt ulusu için ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını savunması, Türk şovenizmine darbe vurdu. Bu iki noktada, İbrahim’in
özelliği buzu kırıp yol göstermesidir. Proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği, sosyalizmin inşası için
mutlak gerekli konusunda doğru görüşler savunmuştur. Parti konusunda partinin gerekliliği, özellikleri
hakkında doğru görüşler savunmuştur. Onun siyasi
görüşlerinin esası doğru olmasına rağmen yanlışları da oldu. Çin devriminin deneyimini yanlış bir şekilde genellemesi, MZD’den etkilendiği noktalarda
kimi yanlışlar yapmıştır. Onun hataları bir komünistin hatalarıdır. İbrahim’in hataları onu komünist
olmaktan çıkarmaz.”
Panelin soru cevap, tartışma, son sözler bölümünde; tartışma şu noktalar üzerinde yoğunlaştı. ML
parti, parti öncesi hareket, Mao Zedung, Çin devrimi, Enver Hoca, AEP, 1976 yılında yaşanılan HB ayrılığı, MZD’nin gelişim süreci ve İbrahim üzerindeki
etkileri. Bu noktalarda DHB temsilcisi DHB’nin görüşlerini aktararak savunurken, YDİ Çağrı temsilcisi,
YDİ Çağrı’nın görüşlerini savundu.
DHB temsilcisinin soru cevap bölümünde, kendisine sorulan sorulara cevap bölümünü uzun tutması,
konuşmalarında kullandığı kavramlara dikkat etmemesi (örneğin iki aşamalı parti öğretisini uyduruk
olarak nitelemesi, YDİ Çağrı okurları için “bilmiyorlar, okumuyorlar, araştırmıyorlar” demesi, kapitalist
üretim ilişkilerinin hakim olduğu tespitini kendilerinden daha sonra yapanlar için “bir sabah uyandılar,
kapitalist üretim ilişkileri hakim olduğunu söylediler” demesi vb.) sonucu olarak tartışma yer yer sertleşti.
Çağrılı ve davetli olmalarına rağmen panele hiçbir devrimci yapı katılmadı. Panele 50 kişi katıldı.
Panelde yöntem bağlamında yaşanılan olumsuzluk
dışında, paneli genel olarak olumlu ve verimli olarak
değerlendiriyoruz.
24 Mayıs 2011 ✓
47
rist” değildir. Babekler, Şeyh Bedrettinler, Nesimiler,
Torlak Kemaller, Pir Sultanlar… Deniz Gezmişler,
Mahir Çayanlar, Mazlum Doğanlar, İbrahim Kaypakkayalar “terörist” değildir!”
Ortak metinde İbrahim Kaypakkaya yoldaşın,
“Kaypakkaya, özellikle Kürt ulusal sorunu ve Kemalizm konusunda ortaya koyduğu analizleriyle ülkemiz devrim mücadelesine son derece önemli katkılar
sundu.” Denilerek, özellikle de onun Kemalizm konusundaki görüşleri ile devrimci hareket içinde milat
olduğu gerçeği ortadan kaldırılmaktadır.
“İbrahim Kaypakkaya’yı savunmak onurdur!” başlıklı ortak metni, çok fazla sayıda devrimci, demokrat
kurumun imzalamasını sağlama amacını anlamak
ile birlikte, İbrahim Kaypakkaya’yı, İbrahim Kaypakkaya yapan değerlerin silikleştirilmesini de doğru bulmuyoruz. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın, onu
komünist yapan değerlerin silikleştirilmesine ihtiyacı
yoktur!
Komünist önder İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür!
İbrahim Kaypakkaya Bolşevik mücadelede yaşıyor!
18 Mayıs 2011 ✓
İbrahim
Kaypakkaya’yı
Adana’da andık
güncel
güncel
48
Açıklamada; İbrahim Kaypakkaya
yoldaş ile diğer devrimci önderler
arasındaki (komünist nitelik ile küçük
burjuva devrimci nitelik) niteliksel
fark ortadan kaldırılmakta, İbrahim
Kaypakkaya bırakalım devrimci
önderleri, Babek ile Şeyh Bedrettin
ile nesimi ile vs. aynılaştırılmaktadır.
“Halkın devrimci ve komünist önderleri
de “terörist” değildir. Babekler,
Şeyh Bedrettinler, Nesimiler, Torlak
Kemaller, Pir Sultanlar… Deniz
Gezmişler, Mahir Çayanlar, Mazlum
Doğanlar, İbrahim Kaypakkayalar
“terörist” değildir!”
18
Mayıs akşamı saat 16.00’da İbrahim
Kaypakkaya’nın devletin faşist cellatları
tarafından katledilişinin 38. yıl dönümü dolayısıyla, çeşitli devrimci kurumlarla ortaklaşa bir anma
eylemi düzenlendi. Eylem özelde İbrahim Kaypakkaya anması olsa da, Mayıs ayında yitirilen diğer
devrimci önderler de sloganlar ve dövizlerle anıldılar. Eylem, yürüyüşlü bir basın açıklaması biçiminde gerçekleştirildi. Yürüyüş sloganlar eşliğinde, 5
Ocak Meydanı’ndan başlayıp İnönü Parkı’nda son
buldu. Yürüyüş esnasında “18 Mayıs’ı unutma unutturma!”, “Mahir, İbo, Deniz sürüyor sürecek mücadelemiz!”, “Faşizmi döktüğü kanda boğacağız!”,
“ Yaşasın devrimci dayanışma!”,”, “Faşizme karşı
omuz omuza!” vb. sloganlar atıldı. İnönü Parkı’na
gelindiğinde ise önceden hazırlanan ortak basın
metni okundu.
Sömürü Düzeni, Kaypakkaya’yı Neden
“Suçlu” İlan Ediyor?
Okunan basın metninde bu sorunun yanıtı “Kaypakkaya, özellikle Kürt ulusal sorunu ve Kemalizm
konusunda ortaya koyduğu analizleriyle ülkemiz
devrim mücadelesine son derece önemli katkılar
sundu. Kaypakkaya, ideolojik-teorik alandaki keskin sınıf bilincini, devrimci mücadele konusunda
da gösterdi. Kaypakkaya’nın; görüşlerini, devrimci
bir pratikle buluşturma kararlılığı, O’nun “suçlu”
ilan edilmesinin en başat nedeniydi.” şeklinde verildi.
Basın açıklamasında ayrıca İbrahim’in işçi sınıfının ve ezilen halkların örgütlü mücadelesiyle sömürü düzenine son vermeyi amaçlayan komünist bir
önder olduğuna vurgu yapıldı.
Eyleme bizim dışımızda katılan kurumlar şunlardı: DHF, ÖDP, Halk Evleri, Devrimci Yolda Özgürlük, ESP, PARTİZAN, BDP, DİSK, SDP, Dev-Lis,
TÖP, Sosyalist Gelecek Hareketi, Sosyalist Parti,
Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi.
Kurum sayısı çok olmasına karşın eyleme katılım
temsili düzeyde kaldı. Katılımcı sayısı aşağı yukarı 60
- 65 kişi arasındaydı. Fakat önceki yıllara baktığımızda genel olarak kurumlar kapalı alanlarda içe dönük
anma etkinlikleri gerçekleştirirlerdi. Bu nedenle yıllardan beri ilk kez çeşitli kurumlarla ortaklaşa ve açık
alanda yapıldığı için bu eylem devrimci dayanışma
ruhunu yansıtan, çok önemli ve olumlu bir eylemdi.
İbrahim’i Anmak Suç Sayıldı
25 Mayıs sabahı saat 05.00 sıralarında Terörle Mücadele Şubesince başlatılan bir operasyonla İbrahim
Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümü nedeniyle düzenlenen basın açıklamasına katılanlardan 22 kişi gözaltına alındı. Evler basıldı, eşyalar tahrip edildi.
Fakültesindeki sınavına yetişmeye çalışan öğrenciler
otobüslerden alınarak emniyet müdürlüğüne götürüldüler.
Aynı gün 12.30’da İnönü Parkı’nda göz altıları protesto etmek amacıyla bir basın açıklaması düzenlendi. Açıklamada: “Yerel yönetimlerin yönetme karakterinin burada belirleyici olduğunu düşünmekteyiz.
Bu anma toplantısı Türkiye’nin her tarafında yapılmış olmasına rağmen Adana’da baskı ve operasyonla
karşılanması karşısında bizler emek örgütleri, sendikalar, siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri olarak
bu baskıları ve sindirme politikalarını şiddetle protesto ediyoruz. Bunlar suç ise bilinmesi gerekir ki bu
ve benzeri suçları bizler defalarca işledik ve işlemeye
de devam edeceğiz.” denildi.” Açıklama sırasında sık
sık “Devrimci önderler onurumuzdur!”, “Baskılar
bizi yıldıramaz!”, “Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar
bizi yıldıramaz!”, “Susma sustukça sıra sana gelecek!”
gibi sloganlar atıldı.
Gözaltına alınanlar bir gece emniyet müdürlüğünde tutuldular. Ertesi gün ise adliyeye getirilen arkadaşlarımız burada savcıya tek tek ifade verdikten sonra serbest bırakıldılar. Fakat haklarında terör örgütü
propagandası yaptıkları gerekçesiyle dava açıldı. Serbest bırakıldıktan sonra konuştuğumuz arkadaşlardan savcılıkta kendilerine “İbrahim Kaypakkaya’nın
terörist olduğunu bilmiyor musunuz?”, “Devrimi
kanlı mı yapacaksınız, kansız mı?”, “Mazlum Doğan’ı
tanıyor musunuz?” gibi sorular sorulduğunu öğrendik.
Yasal olarak bu tarz basın açıklamaları, anma ya
da yürüyüşler suç teşkil etmediği halde başlatılan
bu gözaltılar devrimci kurumların baskı altına alınmaya çalışılmasının bir göstergesidir. Özellikle son
dönemlerde demokrasi havarisi kesilenlerin, her iki
cümleden birinde mutlaka kullanılan “ileri demokrasi” sözündeki demokrasiden ne anladıkları ortadadır. Devrimcilerin, demokratik hakları olan bir
basın açıklamasını yaptıklarından ötürü gözaltına
alınmaları, haklarında dava açılması tam da bu “ileri demokrasi”ye yakışan bir uygulamadır. Egemenler
“ileri demokratik” bu ülkede devrimcileri, komünistleri terörist olarak yaftalıyor, baskılarla sindirmeye
çalışıyorlar. İbrahim Kaypakkaya’dan onun mücadelesini sahiplenen devrimcilerden, komünistlerden
korkuyorlar. İbrahim’i anmanın suç olduğu bir yerde
İbrahim’i anmaya ve mücadelesini ileriye taşımaya
devam edeceğiz.
Yaşasın Devrimci Dayanışma!
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
30 Mayıs 2011
YDİ Çağrı/Adana ✓
49
yeni dünya gençliği
Liselilerden YGS protestosu
Y
50
eni Dünya Gençliği olarak Devrimci Liseliler Birliği, Liseli Direnişçi Gençlik ile birlikte
YGS’ye karşı bir basın açıklaması gerçekleştirdik.
15 Haziran Çarşamba günü Avcılar Marmara Caddesi girişinde toplanarak, kısa bir yürüyüşten sonra
basın açıklaması yaptık.
En önde “Kahrolsun şifreci, elemeci, paralı eğitim
sisteminiz! YGS, LYS kaldırılsın!” Türkçe Kürtçe ortak ozalit taşındı.
Kısa yürüyüş ve basın açıklaması sırasında; “Eşit,
parasız, bilimsel, anadilde eğitim!, Kahrolsun eğitim
sisteminiz!, YGS, LGS kaldırılsın!, Savaşa değil eğitime bütçe!, Parasız eğitim, sınavsız üniversite!, Eğitim
haktır satılamaz!, Yaşasın devrim ve sosyalizm!” sloganları atıldı. Basın açıklaması sırasında çevrede birikenler alkışları ile basın açıklamasına destek verdi.
Eğitim sisteminin teşhir edildiği, tüm sınavların
kaldırılmasının talep edildiği basın açıklaması şu şekilde bitirildi:
“Geleceğimize sahip çıkmaya çağırıyoruz. Bunun
yolu eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim ve kapılarının emekçi çocuklarına ardına kadar açık olduğu
üniversite için mücadele ediyoruz. Temelinde böyle
mücadele ile bu yolu yürürsek gerçek anlamıyla bir
gelecek kazanımı sağlayabiliriz. Ve biliyoruz ki tüm
işçilerin, emekçilerin ve onların çocukları olan bizlerin gerçek ve kalıcı kurtuluşu sosyalizmle gelecektir.
Bunun için haykırıyoruz eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim için ‘Yaşasın devrim ve sosyalizm’. Bizler
hakkımız olan geleceğin bize bahşedilemeyeceğini
iyi biliyoruz. İşte bunun için diyoruz ki ‘Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır’. Bunun için bu
düzene ve onun çürümüş eğitimine, sınavlarına karşı
sokakları doldurmaya, örgütlü mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz.”
Basın açıklamasına katılım 15 kişi kadardı. Katılımın az olmasının nedeninin, açıklamanın yapıldığı
saatin (saat 13.30) etkili olduğunu düşünüyoruz.
Yeni Dünya Gençliği olarak, eşit, bilimsel, demokratik, parasız, anadilde eğitim için mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz.
15 Haziran 2011
YDG/İstanbul ✓
BİZİ SEÇMEKLE
NÜKLEERE ONAY VERDİNİZ!
O HALDE AKKUYU HAYIRLI
OLSUN!
TEK VATAN!
TEK MİLLET!
TEK BAYRAK!
TEK DİİİİLL!
HIMMK!
TEEEKKK...
BİİİİİİRRRR!
YA ALLAH ...
BİSMİLLAH...
ALLAHU...
Yeni bir
dünya
gerek ins
anlığa...
Olmaz de
me,
bensiz olm
az de....
Katılmazs
an
bekliyor
barbarlık
!
Temmuz 201
0
Kürt Ulusal
Sorunu ve
Sivil İtaatsiz
Ölümlerde
lik
Yaşamak Se
ninle…
İşsizlik reko
runu Adan
a kırdı!
Kürdistan’d
a yine çocu
k katliamı…
Ortak dil m
i? Nasıl?
Türküm, do
ğruyum, ça
lışkanım…