ODTÜLÜ Dergisi - Sayı 52 7.3 mb

Transkript

ODTÜLÜ Dergisi - Sayı 52 7.3 mb
SAYI 52 NISAN-MAYIS-HAZIRAN 2014
SAYI 52 NISAN-MAYIS-HAZIRAN 2014
Promete’den sonrası
İnsanlığın doğayla imtihanı
Ateşi kontrol eden insanın sonunda hükümranı olduğu
doğayla ortak geleceği...
ODTÜ’DEN HABERLER... TÜRKIYE’NIN EN İYI UYGULAMA ÖRNEĞI ODTÜ’DEN... ODTÜ SÜRDÜRÜLEBILIR ENERJI KOMISYONU’YLA ENERJI ÜZERINE...
ISSN: 1309 - 2626
ODTÜLÜ
ODTÜLÜ
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Sevgili ODTÜ’lüler ve
ODTÜ Dostları,
İÇİNDEKİLER
Elinizdeki yaz sayısı ile ODTÜLÜ bu kez
insanlığın geçmişten bugüne çevresi ile
olan ilişkisini odak noktasına alıyor.
Evrimin bu istisnai çocuğu, o güne dek
tapındığı, sığındığı, korktuğu ve huşu
duyduğu doğa ile ilişkisinde
“bilinmezliğin erki”ni ateşi kontrol
ederek kırdı. Böylelikle kendi
hükümranlığının ilk adımlarını atan
insan, yirminci yüzyılın ortalarına
geldiğinde sanayii devrimi sonrasında
büyük bir iştahla “keşfettiği” doğal
kaynakların hiç de sonsuz olmadığını
fark etmeye başladı. Bugün,
gezegenimizin geleceğini konuşurken,
bu gezegendeki varlığımızın
sürdürülebilirliğini nasıl
sağlayabileceğimiz en kritik sorulardan
biri haline geldi.
02 ODTÜ’DEN HABERLER
12 DOSYA:
ODTÜ, henüz kurulurken içinde
bulunduğu dünyayı dönüştürmeyi hayal
eden, yapıtaşlarını gördüğü bu ufka
göre düzenleyen istisnai bir üniversite.
Bozkırın ortasında on yıllardır süren bir
ağaçlandırma kampanyası başlatan,
bizzat yerleşkesi flora ve faunasıyla
önemli bir doğa alanı olan ODTÜ, sıra dışı
araştırma projeleri ile de sürdürülebilir
bir yaşam için önemli katkılarda
bulunuyor.
28 ZEKI VE YALNIZ...
İşte bu nedenle, ODTÜLÜ de bu sayısında
çevre ve sürdürülebilir yaşam üzerine
söz üreten isimleri bir araya getiriyor
ve soruyor: “İnsanın doğa ile ilişkisinde
geldiği bu son kavşakta bizleri ne
bekliyor?”
DOĞA ALANLARI
Sizleri, kimileri için “göz kamaştıran
bir ilerleyişe” kimileri için de “içimizi
titretecek bir kıyamet senaryosuna”
işaret eden bu sorunun cevabı için pek
çok değerli isimle birlikte düşünmeye
davet ediyoruz...
Doç. Dr. Barış Sürücü
40 ÜLKEMIZ GÖLLERININ
EKOLOJIK DURUMU
Prof. Dr. Meryem Beklioğlu Yerli
PROMETE’DEN SONRASI...
44 KURAKLIĞIN AYAK SESLERI
14 4+1 SORUDA ECCE HOMO
Doç. Dr. İsmail Yücel, Prof. Dr. Murat Türkeş,
Prof. Dr. Zuhal Akyürek
Ömer Madra
48 BAŞKA BIR ENERJI MÜMKÜN MÜ?
20 KENT VE DOĞA:
Söyleşi
BIR SÜREKLILIK...
52 KIR
Prof. Dr. İlhan Tekeli
Ümit Şahin
24 BIR ÇILGIN PROJE:
54 TÜRKIYE’NIN EN İYI UYGULAMA
KANAL İSTANBUL
ÖRNEĞI ODTÜ’DEN
Prof. Dr. Emin Özsoy
Prof. Dr. Celal F. Gökçay
26 YAŞAMA DAVET:
56 YERKÜREYE BÜTÜNCÜL
PERMAKÜLTÜR
BIR YAKLAŞIM
Burcu Tunakan
Söyleşi
60 BIR YERLEŞKEDEN
Doç. Dr. Ayşe Gül Gözen
ÇOK DAHA FAZLASI
32 BAL ARISI
64 “BU DÜZENDE ÇEVRE ANCAK
ARAŞTIRMALARI
SÜNDÜRÜLEBILIR!”
Doç. Dr. Meral Kence
34 AKDENIZ FOKLARI’NIN ÖYKÜSÜ
Doç. Dr. Ali Cemal Gücü
36 TÜRKIYE’NIN ÖNEMLI
Dicle Tuba Kılıç
Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Mezunlarla
İletişim Dergisi
Nisan-Mayıs-Haziran 2014
Sayı 52
ISSN: 1309 - 2626
“ODTÜLÜ Dergisi, ODTÜ
Kariyer Planlama Merkezi’nin
mali desteği ile yılda dört
kez yayınlanmaktadır.”
Yazışma Adresi
Mezunlarla İletişim
Müdürlüğü
ODTÜ Rektörlük 1.Kat
06800 Ankara
Tel: (0312) 210 71 07
Fax: (0312) 210 13 58
[email protected]
www.mezun.metu.edu.tr
Söyleşi
65 BIZ BENCIL CANLILARIZ
Söyleşi
66 ERDEMLİ’DEN HABERLER
70 KUZEY KIBRIS KAMPUSU
ODTÜ Adına Sahibi
Prof. Dr. Ahmet Acar
Koordinasyon
Nokta Çelik
Sayfa Uygulama
Serhan Baykara
Yazı İşleri Müdürü
Doç. Dr. Barış Sürücü
Reklam Sorumlusu
Z. Emir Özer
Yayın Kurulu
Doç. Dr. Barış Sürücü
Damla Özlüer (Myra)
Nokta Çelik
Rauf Kösemen (Myra)
Yapım
MYRA
www.myra.com.tr
Yardımcı Proje
Sorumlusu / Yardımcı
Editör
Burcu Tunakan
Katkıda Bulunanlar
Dr. Aydın Tiryaki
Eren Aslıhak
E. Neşe Öztürk
Talat Doğan
Z. Emir Özer
Tasarım Danışmanı
Rauf Kösemen
Editör
Damla Özlüer
Yayın Tasarımı
Çağlar Atalay
Röportaj Fotoğrafları
Bingül Özcan
Deşifre
Resul Ayaz
Baskı
İmak Ofset
www.imakofset.com.tr
ODTÜLÜ
kısa kısa
ODTÜ’den Haberler
Geçtiğimiz aylar ODTÜ için hareketli, heyecan ve gurur vericiydi.
Ödüller, kampanyalar ve etkinliklerle dolu üç aya kısa bir bakış...
Ocak 2014
ODTÜ’DE BELGELI
KALITE
ISO 9001: 2008 Kalite
Yönetim Sistemi
çalışmalarına başlayan
ODTÜ Öğrenci İşleri Daire
Başkanlığı, 27 Aralık 2013
tarihinde ISO 9001:2008
Kalite Yönetim Sistemi Belgesi almaya hak
kazandı. Kurulmuş olan Kalite Yönetim Sistemi
ile tüm ürün ve hizmetlerin, kullanıcı isteklerinin
ve yürürlükteki yasal mevzuat şartlarının
karşılanması sağlanıyor.
Şubat 2014
10-11-12 ŞUBAT, ODTÜ DAS 2014
ODTÜ DAS (Dönem Arası Seminerleri) ilk defa 2013 başında 4 paralel
salonda 48 oturumda, büyük bir ilgi ve katılım ile gerçekleşmişti.
ODTÜ DAS, herhangi bir sempozyumdan farklı olarak çeşitli alanları
kapsıyor. Farklı alanlardan katılımcıların deneyimli hocalar ile
birlikte bilgilerini güncellemelerini, disiplinler arası ilişkilerini
artırmalarını ve çok yönlü gelişmelerine katkı vermeyi amaçlıyor.
ODTÜ DAS’ın 2013’te gördüğü büyük ilgiden cesaret alınarak, ODTÜ
DAS 2014, 10-12 Şubat’ta 6 salonda, 72 oturumla gerçekleştirildi.
Mart 2014
ODTÜ
KARIYER
FUARI
Ocak 2014
MERKEZ LABORATUVARINA ULUSLARARASI
AKREDITASYON
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Merkez Laboratuvarı (MERLAB),
Türk Akreditasyon Kurumu (TÜRKAK) tarafından yapılan denetim
sonucunda, farklı alanlarda gerçekleştirilen araştırma ve ölçümlerin
uluslararası geçerliliğe sahip olduğunu belirten akreditasyon
sertifikasını almaya hak kazandı. ODTÜ Merkez Laboratuvarı,
Türkiye’de uluslararası akreditasyona sahip olan malzeme ve
biyoteknoloji alanındaki ilk üniversite merkez laboratuvarı.
2
ODTÜ’DE GEÇEN DÖNEM
Her yıl ODTÜ Kültür
ve Kongre Merkezi’nin
büyük ve küçük
fuaye alanlarında
gerçekleştirilen
ODTÜ Kariyer
Fuarı, bu yıl da 6-7
Mart tarihlerinde
gerçekleşti. 1999 yılından bu yana 57 firmanın
katılımıyla gerçekleştirilen etkinlik, 2 gün sürüyor ve
2000’den fazla öğrenci ve mezun tarafından ziyaret
ediliyor.
Mart
2014
GÜNLÜK
HAYATTA
BILIM VIDEO
YARIŞMASI
“Günlük Hayatta
Bilim Video
Yarışması” ODTÜ
Toplum ve Bilim
Uygulama ve
Araştırma Merkezi
(TBM) tarafından
gerçekleştirilen
ödüllü bir yarışma.
Katılımcılar, günlük
hayatımızdan bir
olayı/olguyu/konuyu
bilimsel kavramlar (sosyal bilimler, temel bilimler, mühendislik
bilimleri, tıp vb.) kullanarak herkesin anlayabileceği bir şekilde
en fazla 4 dk’lık bir video ile açıklayacaklar.
Mart 2014
BIR AĞAÇ SIZDEN, BIR ORMAN
BIZDEN!
“ODTÜ ORMANI”nın geliştirilmesi amacıyla ODTÜ
Geliştirme Vakfı öncülüğünde başlatılan “Bir Ağaç
Sizden, Bir Orman Bizden” kampanyası, tüm ODTÜ
dostlarını Türkiye’nin ve dünyanın kent
bölgesinde insan eliyle yaratılmış en geniş orman
ekosistemlerinden “ODTÜ ORMANI”na yeni ağaçlar
kazandırmaya davet ediyor.
Mart 2014
ODTÜ, 9 ALANDA DÜNYANIN EN
İYI 200 ÜNIVERSITESI ARASINDA
İngiltere merkezli Quacquarelli Symonds
(QS) kuruluşu, bilim alanlarına göre dünya
üniversiteleri 2014 yılı sıralaması sonuçlarını
ilan etti. Sıralama, saygınlık ve araştırma verileri
kullanılarak 30 ayrı bilim alanında dünyanın
ilk 200 üniversitesini belirliyor. Toplam 9 bilim
alanıyla öne çıkan ODTÜ, 3 alanda ilk 100
üniversite, 2 alanda ilk 150 üniversite ve 4 alanda
ilk 200 üniversite listelerinde yer aldı.
Mart 2014
DÜNYANIN EN SAYGIN ÜNIVERSITELERINDEN BIRI:
ODTÜ
İngiltere merkezli Times Higher Education (THE) tarafından oluşturulan ve
akademik dünyanın en prestijli üniversiteleri listesi olarak kabul edilen
“World Reputation Rankings”te, ODTÜ bu yıl da Türkiye’den yer alan tek
üniversite oldu. Dünya çapında en itibarlı 100 üniversitenin belirlendiği
sıralamada ODTÜ, 71-80 bandında yer aldı.
SAYI 52
3
ODTÜLÜ
haber
ODTÜ’de Yemyeşil Bir Şenlik
ODTÜ’nün 20 Nisan’da düzenlediği Ağaçlandırma Şenliği’nin katılımcıları,
12 bin adet fidan dikti. Gölbaşı ilçesine bağlı İncek Mahallesi’ndeki ODTÜ
arazisinde, “Bir Ağaç Sizden, Bir Orman Bizden” sloganıyla düzenlenen etkinlik
kapsamında Capoeira’dan halk oyunlarına kadar farklı gösteriler düzenlendi.
Ş
enlikte konuşan ODTÜ Rektörü
Prof. Dr. Ahmet Acar, doğaya ve insana karşı
saygının, demokratik modern toplumlarda yaşayan
iyi vatandaşların paylaşması gereken temel
değerler olduğunu söyledi. Acar, genç nesillere
öncelikle bu değerlerin öğretilmesi gerektiğini
ifade etti. Bu konuyu, topluma karşı sorumluluk
olarak gördüklerini aktaran Acar, doğanın tahrip
edilmesiyle elde edilen zenginliğin sürdürülebilir
olmadığını vurguladı.
4
Üniversitelerin, bu konuda duyarlı olması
gerektiğini kaydeden Acar, doğaya ve insana
saygının, toplumda temel değer olarak
benimsenmesinin ve yeni nesillere aktarılmasının
ülke geleceği için önemli olduğunu belirtti.
“Bir Ağaç Sizden, Bir Orman Bizden” kampanyası
kapsamında 300 bin ağaç dikileceğini belirten
Rektör Acar, “Ağaç dikim çalışmalarını Ekim
ayında başlattık. İlk etapta 7 binden fazla ağaç
ODTÜ’DE YEMYEŞIL BIR ŞENLIK
diktik. 3 Kasım’da Eymir Gölü’ndeki etkinlikte
7 bin 500 ağaç diktik, bugün yapılan şenlikte
de 12 bin ağaç dikiyoruz. 18 Ekim’den bu yana
diktiğimiz ağaç sayısı 62 bine ulaşacak,” dedi.
“Bir Ağaç Sizden,
Bir Orman Bizden”
kampanyası
kapsamında
300 bin ağaç
dikilecek.
Acar etkinlikte ayrıca, “Bu tür alanlara hep
birlikte ağaç dikeceğiz. Sizlerin katılımı, bizlere
büyük bir güç veriyor. Kampanya duyuruları, bir
ay önce başladı ve hızla yayılıyor. Ümit ediyorum,
kampanya süresi içinde 300 bin ağaç hedefini
kolaylıkla geçeceğiz,” şeklinde konuştu. Acar’ın
konuşmasının ardından, belirlenen alanlarda
öğrenciler, mezunlar, öğretim üyeleri ve
vatandaşlar tarafından 12 bin fidan dikildi.
“Bir Ağaç Sizden, Bir Orman Bizden” kampanyası,
1958 yılından bu yana sürdürülen ağaçlandırma
projeleri ile İç Anadolu bozkırında neredeyse
yoktan var edilen, doğaya sevgi duyan herkesin
ortak eseri olan “ODTÜ ORMANI”nın
geliştirilmesi amacıyla ODTÜ Geliştirme Vakfı
öncülüğünde başlatılmıştı. Kampanyaya 16 Aralık
2014 tarihine kadar destek vermek mümkün.
SAYI 52
5
ODTÜLÜ
haber
ODTÜ, Arılarla Altın Madalyaya Uzandı!
ODTÜ iGEM Takımı, Koloni Çöküş Sendromu üzerine hazırladığı projeyle, 2013 Genetiği Tasarlanmış Makineler
Yarışması’ndan (The International Genetically Engineered Machine Competition) altın madalya ile döndü.
bu maddeyi zehirsiz hale getirebilen bir enzim
bularak, enzimi kodlayan genleri, tasarladıkları
genetik devreye ekledi. Bu genetik devreyi de,
arıların midesinde arılarla beraber yaşayan
bakteri türlerinden birine aktardı.
ODTÜ iGEM
Takımı, bu yılki
yarışmaya arıların
kaybolmasına
sebep olan Koloni
Çöküş Sendromu
üzerine yaptığı
çalışmayla katıldı.
Altı yıldır yarışmaya katılan ve genellikle çevre
projeleri yapan ODTÜ iGEM takımlarının 2013
yılı katılımcıları, gerek tarım gerekse doğa için
çok tehlikeli olan Koloni Çöküş Sendromunu
(CCD) çalışma konusu olarak seçmişti. Koloni
Çöküş Sendromu, arıların ciddi oranlarda
kaybolmasına ve ölmesine sebep oluyor.
Arıların kaybolmasına karşı çözümler arayan
ODTÜ 2013 Takımı’nın oluşturduğu sistem
üç farklı parçadan oluşuyor. İlk parçada,
neonicotionid denen tarım ilaçlarının arılar için
zehirli olan temel maddesi, arıları zehirlemeyecek
hale dönüşecek şekilde tasarlandı. Takım, iGEM
yarışmasının da öncülüğünü yaptığı, biyolojinin
yeni bir alanı olan sentetik biyolojinin yardımıyla
ODTÜ iGEM; biyoloji, çevre mühendisliği, istatistik, moleküler
biyoloji ve genetik bölümlerinin birinci ve ikinci sınıf
öğrencilerinden oluşan dinamik, renkli, kalabalık ve genç bir
takım. Doç. Dr. Meral Kence, Doç. Dr. Zeynep Kalaylıoğlu, Doç.
Dr. Mesut Muyan, Prof. Dr. Gülay Özcengiz danışmanlığında,
ODTÜ Biyomedikal Mühendisliği Bölümü’nde yüksek lisans
öğrencisi Alişan Kayabölen’e teşekkürü bir borç biliriz. Gelecek
hedefi olarak projemizin eksiklerini tamamlayıp, Türkiye’yi
etkileyen Koloni Çöküş Sendromu’na ucuz ve kolay ulaşılabilir
bir çözüm üretip, arıcılıkla ilgilenenlere sunmak istiyoruz.
Side Selin Su Yirmibeşoğlu, ODTÜ iGEM 2013 takımı kaptanı
6
HABER
ODTÜ 2013 Takımı ayrıca, arıların bağışıklık
sistemini güçlendiren bir molekül (p-coumaric
acid) olduğunu buldu. İnsan sağlığını da koruyan
önemli bir antioksidan olan bu asit, arılar
tarafından polenlerden alınıp balda depolanıyor.
Ancak arıcılar genellikle arılara kış balı
bırakmadığı ve arıları früktoz şurubu ile beslediği
için, arılar bu antioksidana ulaşamıyor. Bu
molekülü arılar kendileri üretirse, hâlihazırdaki
beslenme sorunlarını da çözebileceğini düşünen
takım, bu molekülün üretilmesini sağlayacak bir
gen buldu. Bu gen ile oluşturulan parça, arıların
midesinde bu molekülü oluşturan enzimler
yaratarak arıların doğal bağışıklık sistemini de
güçlendirmeyi amaçlıyor.
Takım son olarak da, parçaları aktardıkları
bakterileri kontrol etmeyi ve kurdukları gen
dizilimlerinin doğaya kaçmasını engellemeyi
amaçladı. Bu parça, arılar, arıcılıkta kullanılan,
doğada bulunmayan ve arılar için zararsız bir
şekeri tükettikleri sürece bakteriyi hayatta
tutuyor. Bu şekerin yokluğunda bakterinin
kendini öldürerek yok olmasını sağlıyor.
Türkiye’ye Örnek Takım
Türkiye’deki en deneyimli iGEM takımı
olan ODTÜ İGEM Takımı, İTÜ ve Başkent
Üniversitesi’nde iGEM takımlarının kurulmasına
önayak oldu ve bu sene ODTÜ Geliştirme
Vakfı Lisesi’nde ikinci bir iGEM takımı kurdu.
Bu takımla kapalı alanlarda daha sık görülen
karbonmonoksit zehirlenmelerine çözüm
olabilecek internet ve mobil ağlar kullanan
biyolojik bir sistem geliştiriliyor.
Adana’da ODTÜ Günleri
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin, Türkiye çapında düzenlediği “ODTÜ Günleri” 22 Şubat’ta
Adana Çukurova Belediyesi Kültür Merkezi’ndeydi.
Gençlere üniversite yaşamı ve meslek seçimi
hakkında geniş çaplı bilgi vermeyi amaçlayan
ODTÜ Günleri’nde öğrenciler bölümlere ilişkin
tüm konularda bilgi alabiliyor. Akademik
imkânların yanı sıra öğrenci topluluklarından
sosyal tesislere, kütüphaneden burslara kadar
birçok alanda ODTÜ’nün tanıtıldığı etkinlik,
öğrencilerin doğru karar verebilmeleri için
önemli bir girişim.
Dünyada 85’in üzerinde ülkeye yayılmış
110 binin üzerinde mezununun başarılarıyla
uluslararası arenanın en prestijli
üniversitelerinden biri olan Orta Doğu Teknik
Üniversitesi, Adanalı üniversite adayı
öğrencileri ve ailelerini ODTÜ hakkında
bilgilendirmek için 22 Şubat’ta Adana’yı ziyaret
etti. İngiltere merkezli Quacquarelli Symonds
(QS) kuruluşunun bilim alanlarına göre yaptığı
dünya üniversiteleri sıralamasında 9 farklı bilim
alanının hepsinde ön sıralarda yer alan ve
İngiliz Times Higher Education (THE)
tarafından 150’den fazla ülkede 10 binin
üzerinde akademisyenle yapılan ankette
dünyanın en saygın üniversiteleri arasında 71-80
bandında bulunan ODTÜ’nün, Çukurova Kültür
Merkezi’nde düzenlediği ODTÜ Günleri’ne
Adanalı üniversite adayları ve aileleri katıldı.
Ziyaretçi gençlere ve ailelerine, ODTÜ
Ankara ve ODTÜ Kuzey Kıbrıs kampuslarında
uygulanmakta olan lisans programları,
kampus özellikleri, yurt ve burs olanakları,
öğrenci kulüpleri ve etkinliklerle ilgili bilgiler
aktarıldı. Güzel Sanatlar, Eşli Danslar, ODTÜ’lü
Jonglörler Topluluğu tarafından sunulan
eğlenceli aktivitelerin gerçekleştirildiği ODTÜ
Günleri’nde Radyo ODTÜ de gün boyu müzik
yayını yaptı.
ODTÜ Günleri,
Adana’nın
ardından İzmir
ve İstanbul’da da
gerçekleştirilecek.
ODTÜ mezunları, öğrencileri, aday öğrenciler
ve akademisyenler arasında güçlü bir bağ
kurulması yönünde ilk adım olarak başlayan
ODTÜ Günleri, Adana’nın ardından İzmir
ve İstanbul’da da gerçekleştirilecek.
SAYI 52
7
ODTÜLÜ
teknokent
Çevre İlişkisini
Modellemek
Teknoparklar, kurdukları altyapılar ve katma değeri yüksek işlerin
desteklendiği girişimcilik iklimleri ile önemli bir ekosistem olarak
ortaya çıkıyor.
X Yazı
UFUK BATUM
ODTÜ TEKNOKENT
Genel Müdür Yardımcısı
8
K
ve denetleyici, vatandaşlık hakkından doğan
bazı hakların yerine getirilmesini sağlayan
bir yapılanma içine girer. Çıktısı ise refah
toplumudur.
Kurum ve kuruluşların amaçlarına ulaşırken
farklı motivasyonlardan besleniyor olması son
derece normaldir. Kamu, daha ziyade düzenleyici
Özel sektörün daha belirgin bir motivasyonu
vardır: Yatırım yaptığı ve riske ettiği parayı
mümkün olan en kısa sürede geri alabilmek. Yani
işletme kâr etmeli ki yatırımcı kâr payı alarak
memnun olsun ve elindeki bu sermayeyi yeni
işlere yatırsın. Eğer bu döngü başarılı yürüyorsa
özel sektör kamunun üzerinde bulunan
“istihdam yaratma sorumluluğunu” hafifletmiş
olur. Çünkü başarılı işletmeler büyürken kayda
urumlar, kuruluşlar ve şirketler niçin
vardır? Bir sorunu çözmek, yeni ürün
ve hizmet geliştirmek, ortaya bir değer
koymak, bir ihtiyacı karşılamak için değil mi?
Örneğin TÜBİTAK Türkiye’nin bilimsel
ve teknolojik altyapısını güçlendirmek ve AR-GE
çalışmalarını desteklemek için; Emniyet Genel
Müdürlüğü asayişi sağlamak için; üniversiteler
eğitim vermek, araştırma yapmak ve toplumsal
katkı sunmak için kurulmuşlardır.
ÇEVRE İLIŞKISINI MODELLEMEK
değer düzeyde istihdam sağlar. Ayrıca kamunun
gelir vergisi, kurumlar vergisi, damga vergisi,
katma değer vergisi ve diğer başlıklar altında
bu gelire ortak olması da cabası. Özel sektörün
etkin ve kârlı olduğu bir piyasada adil bir sistemle
vergi de toplanıyorsa ve bu kaynak yine şeffaf bir
şekilde topluma hizmet olarak geri dönüyorsa
işte bunun adı “refah toplumu” olur.
Türkiye her alanda ve her sektörde yeniden
yapılanmaya çalışıyor. Bazı alanlarda nitelikli
yaklaşımlar öne çıkarken diğer bazı alanlarda
patinaj yapılıyor. Düşük gelirden orta gelire
çıktık, şimdi üst gelire sıçramak istiyoruz. Bu pek
kolay değil; belki de şu an “Orta Gelir Tuzağı”
sorunu ile karşı karşıya olduğumuz için
akıllarımız iyice karıştı. Bu yolculuğun aslında
gayet doğal olduğunu unutmayalım: Japonya 23,
Güney Kore ise 18 yılda üst gelire çıkmıştı.
Geriden geldiğimizden olmalı, Türkiye’nin iştahı
daha da açık; 10 yılda, yani 2023’e kadar bunu
başarmak istiyoruz.
İşte bu bağlamda teknoparkların önemi ve değeri
anlaşılıyor. Kurdukları altyapılar ve katma
değeri yüksek işlerin desteklendiği girişimcilik
iklimleri ile önemli bir ekosistem olarak ortaya
çıkıyorlar. Beraber çalıştıkları üniversitelerin
bilgi üretiminin piyasaya akması ve topluma
refah sağlaması için çok doğru bir kanal olarak
yapılanmış durumdalar. Önümüzdeki dönemde
bu yapılanmanın daha da gelişeceğini tahmin
ediyorum. Kamunun hem maddi hem de hukuki
konularda bu gelişime ön açması bence takdir
edilmesi gereken bir husus. Kurulan ve hızla
gelişmekte olan bu ekosistemin en azından
birkaç yıl daha desteklenmesi gerekiyor.
Bu gereğin kamu tarafından fark edildiğini
anlıyorum. İşte bu çok iyi bir haber.
İki yıldır yapılan “Teknoparklar Performans
Endeksi”nde birinciliğini koruyan ODTÜ
TEKNOKENT’in üzerine düşen sorumluluk,
doğal olarak çok daha fazla. Liderlik tabii ki hoş
bir konum, ancak bir o kadar da zor. Sektör
ve paydaşlar sizi izliyor, ekosistemde hoş ve
yapıcı bir rekabet de söz konusu. Her an daha
Başlamasına bizzat
katkı verdiğim
“6 Üstü 1 Kapak”
kampanyası ile
2013 yılında
200 kg. mavi
kapak toplayarak,
Uluslararası Omurilik
Felçliler Derneği’ne
teslim ettik.
yenilikçi olmanız gerekiyor. Model geliştirmek,
iyi uygulamaları paydaşlara açmak, değer
üretmek, çevreci olmak… Lider olmanın bazı
gerekleri ama yetmiyor, yetmeyecek…
ODTÜ TEKNOKENT olarak sosyal
sorumluluklarımızı her zaman önceliklerimiz
içerisinde tutuyoruz. Beşeri sermayeye yatırım
yapıyoruz. Bilgiye ve tecrübeye inanıyoruz.
Yıllardır sürdürdüğümüz çalışmalarda ve
programlarda gençlerin yeteneklerini ve itici
gücünü keşfettik. Sizlerin de desteğiyle başlatmış
olduğumuz “Kitap Toplama Kampanyası”nı
daha da büyütmek istiyoruz.
Evet, biz teknolojik ürünler peşindeyiz. Nitelikli
girişimcilerin değer üretmelerine, istihdam
sağlamalarına ön ayak oluyoruz. Ama bunu
daha kaliteli bir çevrede ve temiz bir doğada
yapmak istiyoruz. O açıdan ağaçlandırmaya
inanıyoruz; plaket veya benzeri ödül yerine değer
verdiğimiz paydaşlarımız adına fidan dikiyoruz.
Plastiğin doğada yok olmasının asırlar aldığını
bildiğimizden Mavi Kapak kampanyasına devam
ediyoruz. Bütün bu gayretlerle Türkiye’nin üst
gelir grubuna çıkmasına katkı vermekten mutlu
oluyoruz. Büyümek ve gelişmek çok önemli,
sürdürülebilirlik ise çevre ve doğa bilincinden
geçiyor.
SAYI 52
9
ODTÜLÜ
haber
Teknoloji ve İnovasyon
Girişim Sermayesi Yatırım Fonu
ODTÜ TEKNOKENT ve Rhea Portföy, 10 yıl ömürlü, 100 milyon TL hedef büyüklüğünde, teknoloji
ve inovasyon odaklı bir Girişim Sermayesi Yatırım Fonu (“TeknoFund”) kurma sürecini başlattı.
ülkemiz girişimcilerinden dünya çapında
şirketler çıkabilmesi vizyonunu taşıyor. Bu
amaçla, her projede finansal desteğin yanı sıra
mentorluk, yönetsel, stratejik ve operasyonel
destek ve ilişki yönetimi ile değer yaratarak
uzun vadeli sermaye kazancı elde edilmesi
hedefleniyor.
TeknoFund,
çekirdek ve
başlangıç
aşamasındaki
proje ve girişim
şirketlerine yatırım
yaparak, ülkemiz
girişimcilerinden
dünya çapında
şirketler
çıkabilmesi
vizyonunu taşıyor.
Kuruluş çalışmalarına 80’li yıllarda başlanan
ve 2000’li yıllarda Türkiye’nin ilk teknokenti
ünvanını alan ODTÜ TEKNOKENT,
kuruluşundan bu yana yarattığı ekosistemi
güçlendirmek üzere, bünyesinde yer alan ön
kuluçka/kuluçka merkezleri ve iş hızlandırma
programları yoluyla girişimciliği desteklerken,
kurduğu finansal destek mekanizmalarıyla
yatırımcıları ekosistemine çekerek, girişimcilere
büyüme olanakları sunuyor. Yarattığı marka
ve kazandığı know-how ile çevre ülkelere
verdiği hizmetlerle Türkiye’yi teknoloji üssüne
dönüştürmek üzere çalışmalarını sürdürüyor.
2010 yılı başında kurulan ve faaliyetlerine
başlayan Rhea Portföy, Türkiye’de girişim
sermayesi ve alternatif yatırım ürünlerine
odaklanmış lider bir varlık yönetim şirketi.
Rhea Portföy, halihazırda Rhea Girişim
Sermayesi Yatırım Ortaklığı’nın portföy
yatırımlarını yönetiyor.
TeknoFund, çekirdek ve başlangıç aşamasındaki
proje ve girişim şirketlerine yatırım yaparak,
10
ODTÜ TEKNOKENT – Rhea Portföy işbirliğiyle
oluşturulan “TeknoFund”, girişimcilik konusunda
bilgi ve deneyimlerle, yenilikçiliği ve yaratıcılığı
desteklemek, girişim çabalarının ticari değer
kazanmasını sağlamak suretiyle yatırımcı
ve girişimcileri buluşturmada katalizör rolü
oynayacak. Bu işbirliğinin en büyük hedefi,
ileri teknolojiye dayalı katma değeri yüksek
ürün, hizmet ve teknolojileri global ölçeklere
taşıyabilmek ve sürdürülebilir kılmak.
TeknoFund, ürün geliştirme, prototip oluşturma
ve/veya tamamlanmış prototip sonrası üretim,
satış ve ilk pazarlama faaliyetleri için 1.000.000
TL - 5.000.000 TL arasında finansman
ihtiyacında olan çekirdek ve/veya başlangıç
aşamasındaki girişim şirketlerine yatırım
yapacak. Amaç, bu şirketlerin değer yaratma
sürecini hızlandırmak ve bu değer artışından
yararlanmak.
Fon kapsamında, yatırım tutarına bağlı olmak
üzere, 10-30 arasında girişim şirketine yatırım
yapılması öngörülüyor.
TeknoFund portföyünün yönetimi, Rhea
Portföy çatısı altında, ODTÜ TEKNOKENT
ve Rhea Portföy tarafından oluşturulacak bir
Yatırım Komitesi liderliğinde, uzman Yatırım
Takımı tarafından yürütülecek. TeknoFund
portföyü, proje ve girişim şirketlerinin
seçimi de Yatırım Komitesi tarafından karara
bağlanacak. Teknofund hakkında detaylı bilgiye
www.teknofund.com adresinde ulaşılabiliyor.
TEKNOLOJI VE İNOVASYON GIRIŞIM SERMAYESI YATIRIM FONU
ODTÜLÜ
dosya
PROMETE’DEN
SONRASI...
İnsan ateşi kontrol altına aldı ve çevresi ile ilişkisi sonsuza dek değişti.
Görünen o ki, bir zamanlar tapındığı doğaya hükümran olan insanın bu
yolculuğunun ceremesini sadece Promete çekmeyecek.
12
SAYI 52
13
ODTÜLÜ
dosya
4+1 Soruda Ecce Homo
X Yazı
ÖMER MADRA
“Bir şey biyotik topluluğun bütünlüğünü, istikrarını ve güzelliğini
korumaya yöneldiğinde doğru, bunun aksine yöneldiğinde yanlıştır.”
Aldo Leopold, A Sand County Almanac, 1949
14
4 + 1 SORUDA ECCE HOMO
İ
lk soru: Neler oluyor yahu?
Cevabı galiba hepimiz biliyoruz ama
-korkudan olsa gerek- çokluk bilmezden
geliyoruz. Ne var ki, korkunun ecele faydası
yok. Olan şu: Gezegenimiz kozmik boyutta
bir şantiyeye dönmüş durumda. İnsanlık,
medeniyet inşaatını dev iş makineleriyle
sürdürüyor. Tüm akarsular bentleniyor;
nehirler, göller barajlanıyor; dağlar kazılıyor;
kayalar çatlatılıyor; denizler taranıyor;
deniz canlıları radarlarla tüketiliyor; deniz
diplerine, ovalara, dağlara, yaylalara su
kuyuları açılıyor; taş ocakları, kum ocakları,
kömür ocakları çalıştırılıyor; boksit, altın,
bakır, koltan madenleri, diğer metaller,
nadir metaller çıkartılıyor; petrol boruları,
katran kumu boruları, doğal gaz boruları
döşeniyor; demiryolları, karayolları, köprüler,
havalimanları yapılıyor; arklar açılıyor;
kanallar kazılıyor; yaylalar düzleniyor; yağmur
ormanları kesiliyor; orman tabanları ateşe
veriliyor; küller ve molozlar denizlere, derelere,
çaylara boca ediliyor; geniş topraklarda dev
makineler tek kültür tarımı yapıyor; mahsulü
ekiyor, biçiyor; ürünü topluyor, ambalajlıyor,
gemilere, kamyonlara, trenlere dolduruyor,
satıyor ve aldığı paralarla yeni kazılar, yeni
inşaatlar, yeni yollar ve köprüler yapıyor...
İnsanlığın ve medeniyetin arş-ı âlâya
yükselmesi için yürütülen bu muazzam faaliyet
sonucu, dünyayı battaniye gibi saran “sera gazı”
salımları da arşa yükseliyor, karbon molekülleri
birikiyor, iklim değişiyor ve yeryüzünün “suyu
ısınıyor” – hem de müthiş bir hızla! 2014
Nisan’ında yeni rekor kırıldı! Gerçek bir dünya
rekoru: İnsanlık tarihinde ilk kez bütün bir
ay boyunca atmosferdeki karbon yoğunluğu
milyonda 400 parça seviyesini (400 ppm) aştı!1
Şimdi de ikinci soru o zaman: Peki, ne
olacak bu kâinatın hali?
Kelimenin her anlamıyla can alıcı olan
bu iki soruyu kafasında dolandıranlar için gayet
aydınlatıcı bir “görsel” dolanıyor şu sıralarda
sanal âlemde. Çevre Bilimleri Araştırmaları
İşbirliği Enstitüsü adlı kuruluş (CIRES), gezegen
atmosferinin insanoğlu (ya da kızı) tarafından
Korkunun ecele faydası yok.
Gezegenimiz kozmik boyutta
bir şantiyeye dönmüş durumda.
mahvedilmesini 90 saniyelik bir “animasyongrafik” ile gözler önüne seriyor.2 Küresel Isınma
101 dersi gibi! Derste zaman tüneline giriyoruz ve
faltaşı gibi açılmış gözlerle grafikteki hareketi
izliyoruz: Bir buçuk dakika içinde karbondioksit
ve diğer sera gazlarının yoğunlaşmasının tarihine
bakakalıyoruz. Son çeyrek yüzyıl içinde de en az
800 bin yıldır eşi benzeri görülmemiş bir
yükselişe, bir kozmik “rekor”a tanık oluyoruz!
Bu korku filmi ya da “şaşı bak şaşır” gösterisi,
kadim zamanlar içinde iniş çıkışlara rastlanmış
olsa da, bu yükselişin kesinlikle biricik
olduğunu bize öğretiyor. İklim bilimciler, son 2
bin yılda CO2 gazının üç aşağı-beş yukarı 280
ppm civarında sabit kaldığını, ama Endüstri
Devrimi’nden başlayarak günümüze kadar
müthiş bir “karbona hücum” yaşandığını,
seviyelerin durmadan yükseldiğini bildiriyorlar.3
İnsanlık, dünyanın en önde gelen iklim
bilimcilerinden James Hansen’in kıyametin
tavanı olarak belirlediği 350 ppm “dönemecini”
ta 1989’da aşmıştı zaten! Artış hızı o tarihten
beri ayrıca ivme kazanmış durumda. ABD
Okyanus ve Atmosfer Araştırmaları Merkezi
(NOAA) Yıllık Seragazı İndeksi’nin son
verilerine göre: 2012-2013 arasında CO2 artışı
dünya çapında %1,5 olmuş. Anlamı şu: İnsan
kaynaklı uzun ömürlü sera gazları bir yılda
%1,5 artarken, 1990’dan beri, yani son çeyrek
yüzyıldan kısa sürede %34 artmış – buyrun,
buradan yakın.
Bilim dünyasının neredeyse tamamının tutarlı
ve giderek artan uyarıları karşısında insanlık
meseleyi her geçen gün daha da içinden
çıkılmaz hale getirmekte yekta bir tutum
sergiliyor. Yeryüzü sistem araştırmacılarından
biri şöyle özetliyor: “Sonuçlarının ne olacağını
bilmeden ‘elektrikli battaniye’nin ibresini
yükseltip duruyoruz ... ama ibreyi aşağı
çekmek gittikçe zorlaşacak.”4
SAYI 52
1 “Concentrations of the
greenhouse gas carbon
dioxide in the global
atmosphere are surpassing
400 parts per million (ppm)
for the first time in human
history,” http://keelingcurve.
ucsd.edu/
2 Time history of
atmospheric carbon
dioxide from 800,000 years
before until Jan 2014, http://
git.ac/GsHzd
3 Brian Kahn, http://git.ac/
ZFieo
4 “Humanity’s Destruction
of Earth’s Climate...” http://
git.ac/rJT9w
15
ODTÜLÜ
dosya
İnsanlığın, Endüstri Devrimi’nden bu yana,
yaklaşık 200 senedir, doğanın “dizginlenmesi”,
“boyunduruk altına alınması”, “alt edilmesi”
yönünde hareket ettiği ve “doğal kaynaklar”
diye adlandırdığı şeyleri, yani doğanın ta
kendisini sonsuza kadar tüketmeye yönelik
olarak önü alınmaz bir koşuda olduğu
açıkça görülüyor. Bilim dünyası, şu anda
içinde bulunduğumuz çağa “antroposen”
(anthropocene) demeye başladı: Yani, yaşayan
dünya üzerinde insan etkisinin başat güç
olduğu çağ.
Ama, bu dehşet çemberinin başlangıç
noktası gerçekten Endüstri Devrimi midir,
orası biraz kuşkulu. Yeni araştırmalar,
insanlığın merhamet nedir bilmediğini ve
iki milyon yıldır doğal dünyanın amansız
düşmanı olduğunu ortaya koyuyor maalesef.5
Antroposen, çok daha erken bir tarihte, bundan
2 milyon yıl önce bir katliam zinciri ile de
başlamış olabilir pekala. Afrika savanlarında
iki ayağı üzerinde doğrulan yaratık, daha işin
başından itibaren “dünyaları yok eden” idi.
Homo erectus adlı atamızın, kendisini
yenilmez yapan özellikleri vardı: zekâ ve
yaratıcılık, işbirliği yaparak sorun çözme,
darda kaldığında yiyeceğini değiştirebilme
esnekliği ve bir de fırlatma becerisi olan kollar.
Böylece, uzak mesafeden savaşma yeteneği,
insanlık tarihinin hem temel göstergesi hem de
belirleyicisi oldu: Dev etobur yırtıcıları
avlarından uzaklaştırırken, otobur canavarları
da bitkin düşürüp yok etti.6 Megafauna (dev
hayvanlar) üzerine çalışan bilim insanları, son
zamanlarda, insanların gezegen üzerindeki
etkisine dair yeni bir anlayışın haritasını
çizdiler: Buna göre, atalarımız nereye gittilerse,
canlılar âleminin (biyosferin) işleyiş tarzını
değiştirip harikalar diyarını silip süpürdüler.7
Ve insanlık asla durmadı, dur durak bilmedi,
yok etmeye devam etti ve ediyor da. Şu anda
içinde yaşadığımız gerçekten olağandışı dönem
hakkında Altıncı Yok Oluş – Doğal Olmayan
Bir Tarih adlı harika bir kitap yazmış olan
16
4 + 1 SORUDA ECCE HOMO
Elizabeth Kolbert, atalarımızın yok eden ve
“yaratan” ikili doğasına ilişkin müthiş ironiye
dair çarpıcı gözlemler yapıyor. Bizim 40 bin yıl
kadar önce oraya geçmeden Avrupa’da en az 100
bin yıl yaşayan ve herhangi bir omurgalıdan
daha fazla iz bırakmayan kardeşlerimiz
Neanderthaller’i “göz açıp kapayıncaya kadar”
kısa sürede tümden halletmemizin ve şimdi de
yeniden “yaratmaya” kalkmamızın traji-komik
hikâyesini şöyle anlatıyor:
“DNA’mızın içinde bir yerlerde, bizi
diğerlerinden ayıran kilit mutasyon (veya
mutasyonlar) yatıyor olmalı: Bizi, en yakın
akrabasının kökünü kazıyabilecek, ardından da
kemiklerini topraktan çıkarıp genom haritasını
yeniden düzenleyebilecek türden bir yaratık
yapan mutasyon(lar).”8
Sumatra gergedanlarını, boynuzlarını öğütüp
kokain gibi burnuna çekmek için öldürüp yok
oluşun eşiğine getirdikten sonra, son kalan
dişillerden Suci çiftleşsin diye içine ultrason
cihazı sokmak ya da son kalan Hawaii kargası
erkeklerinden Kinohi’nin spermlerini binlerce
kilometre ötedeki dişiye göndermek gibi
patetik çabalar, insanı duyarlandırmıyor değil.
Ne var ki, Kolbert’e göre asıl önemli olan,
insanların dünyayı değiştirme kapasitesi. Bu
elbette moderniteden önce başladı, ama tam
ifadesine modern çağda endüstri devrimi
ile ulaştığı şüphe götürmez. Bu kapasite,
muhtemelen bizi insan yapan niteliklerden, o
kıpır kıpırlığımızdan, yaratıcılığımızdan, dil
kullanımımızdan, sorun çözmek ve karmaşık
görevleri başarmak için işbirliği yapma
kabiliyetimizden ayırt edilemez.
“İnsanlar, doğal dünyayı temsil etmek üzere
işaret ve semboller kullanmaya başladıkları
andan itibaren o dünyanın sınırları dışına
taştılar. [...] ‘İletişim, toplumları bir arada
tutar ve insanların evrimden kaçmalarını
mümkün kılar.’ [...] Eğer insanların öteki türler
için neden o kadar tehlikeli olduğunu tahayyül
etmek istiyorsanız, Afrika’da omuzunda
kalaşnikofla bir fil avcısını, Amazon’da elinde
elektrikli testereyle bir kereste tüccarını ya da
daha iyisi, kucağında kitapla koltukta oturan
kendinizi gözünüzün önüne getirin, yeter.”9
Dünyayı işaretlerle ve sembollerle temsil etme
kapasitesi ile birlikte, onu değiştirme
kapasitesi de “bonus” olarak geliyor ve
değiştirme de, artık nasıl oluyorsa, aynı
zamanda yok etme kapasitesi demek oluyor.
“Bizi Neanderthaller’den ayıran şey, sadece
minik bir dizi genetik çeşitlemeden ibaret, ama
bütün farkı da işte bu yaratıyor.10
Kolbert’le birlikte Amerikan Doğa Tarihi
Müzesi Biyoçeşitlilik Salonu’nun zeminine
gömülü plaketten okuyoruz:
“Bundan 500 küsur milyon yıl önce karmaşık
hayvanların evrilmesinden bu yana, iklim
değişikliği ve başka sebeplerle 5 büyük kitlesel
yok oluş yaşandı [...] Şu anda Altıncı
Yok Oluş’un tam ortasında bulunmaktayız – ki,
bu sefer bunun tek sebebi, insanlığın ekolojik
manzarayı baştan başa dönüştürmesinden
başka bir şey değil.”
SAYI 52
5 Ayrıntılar için bkz.:
George Monbiot, “Is
this all humans are?
Diminutive monsters
of death and
destruction?”
http://git.ac/yGSov
6 a.g.e.
7 Paleontologlar
Lars Werdelin and
Margaret Lewis’in
çalışmalarından
alıntılar ve Mart
2014 Oxford’daki
Megafauna
konferansından
gözlemler için, bkz.:
a.g.e.
8 Elizabeth Kolbert,
The Sixth Extinction
– An Unnatural
History, Henry Holt &
Company, 2014, s. 240
9 a.g.e., s. 266
10 a.g.e., s. 258
17
ODTÜLÜ
dosya
İnsanlar tüketimi artırdıkça daha
benmerkezci, başka canlıların hayatına
karşı daha umursamaz oluyor.
Önce kendi aile ağacımızı budamakla işe başladık:
Neanderthaller’le Denisovanları hacamat ettikten sonra şimdi
birinci ve ikinci derece kuzenlerimiz şempanzeler, bonobolar,
orangutanlar, goriller üzerinde çalışıyoruz... Maşallah megafauna
da elimizden kurtulmuyor. Bir zamanlar Türkiye’den Çin
sahillerine kadar her yerde serazad dolaşan Asya fillerinin
%97’sini – dişlerinden güzel süs eşyaları yapmak uğruna – filler
cennetine gönderdik. (Ki mesela, filler yağmur ormanlarında
yüzlerce ağaç türünün tohumlarının dağıtıcısı durumunda;
filler olmadan, bu ağaçlar işlevsel bakımdan soyu
tükenmiş sayılıyor.) Asya gergedanlarının %99’unu da
-boynuzlarından kudret macunu yapmak için- bitirdik.11
Üçüncü soru: Biz bu muyuz yani? Böyle soruyor Monbiot.
“Hiçbir kapıyı kapalı bırakmayan, hiçbir saklanacak yeri
tarumar etmeyen, uzun zaman önce karalar üzerindeki
büyük yırtıcılara yaptığımızı şimdi de denizlerin büyük
canlılarına yapan küçük boyutlu bir canavardan ibaret
miyiz biz?” Sonra da cevap bulmaya çalışıyor: “Yoksa,
durmasını bilecek miyiz? İki milyon yıldır yaratıcı bir
biçimde yıkmak için kullandığımız pratik zekâmızı,
evrim tarihimize meydan okumak için kullanabilecek
miyiz?”12
Cevap hiç kolay değil. Son araştırmalar gösteriyor ki,
insanlar zenginleştikçe ve tüketimi artırdıkça daha
benmerkezci, başka canlıların hayatına karşı daha
umursamaz oluyor. Yükselen tüketimin doğrudan zararları bir
yana, ekonomik büyümenin gezegeni nasıl koruyacağı büyük
bir muamma. Dolayısıyla bir kısır döngünün kıskacı içindeyiz.
Monbiot bir başka yazısında bunu şöyle anlatıyor:
“Doğaya ne kadar zarar verirsek, o kadar daha umursamaz
oluyoruz; aşırı tüketicilik ilişkileri, toplulukları ve Yeryüzü’nün
fiziki dokusunu ne kadar tahrip ederse, hayatlarımızdaki büyüyen
boşluğu gidermek için o kadar daha çok alışveriş yapıyoruz.
Bütün bunlara, bir de, basın ve politikacıların zengin Anglofon
ülkelerdeki aşırı neoliberalizmi yüceltmesini, finans ve fosil
yakıt sektörlerindeki büyük güç temerküzünün değişimi önleme
yolundaki sert lobisini ekleyelim…”13
18
4 + 1 SORUDA ECCE HOMO
Homo sapiens altıncı
yok oluşun sadece aktörü
olmakla kalmayabilir, onun
kurbanı olma riski de vardır.
Peki biz ne olacağız? Dördüncü soru da bu. Kolbert’e göre bunun
muhtemel bir cevabı, bindiğimiz dalı kestiğimiz; yani “ekolojik
manzarayı baştan başa dönüştürdüğümüz” için, kendi soyumuzu
da tüketeceğimiz. (Öteki olasılık, insan zekâsı ve teknoloji, kendi
yarattığı sorunu nasıl olsa çözecektir diyen bakış açısı. Nâm-ı diğer:
“Bize bir şey olmaz ağbi!” yaklaşımı.)
Öyle ya, evrimin kısıtlamalarından kendimizi kurtarmış olmamız,
yeryüzünün biyolojik, fiziki ve jeokimyasal sistemlerinden
bağımsız kaldığımız anlamına gelmiyor. Tropik yağmur
ormanlarını kesip, atmosferin bileşimini değiştirip, okyanusları
asit çukurlarına dönüştürerek bu sistemleri bozunca, kendi hayatta
kalma şansımızı da ciddi şekilde tehlikeye atıyoruz. Altıncı Yok Oluş
kitabı şu cümlelerle sona eriyor:
“Jeolojik kayıtlardan çıkarttığımız birçok ders var, bunlardan
en ciddi olanı belki de şu: Hayatta da, tıpkı yatırım fonlarında
olduğu gibi, geçmişteki performansın gelecekte aynı
sonuçları vereceğinin hiçbir garantisi yok. [...] Antropolog
Richard Leakey uyarıyor: ‘Homo sapiens altıncı yok oluşun
sadece aktörü olmakla kalmayabilir, onun kurbanı olma
riski de vardır.’ [...] Bizim için ‘şu an’ olan o şaşkınlık
verici an itibarıyla ve pek farkında olmaksızın, hangi
evrim patikalarının açık kalacağına, hangilerinin de
sonsuza kadar kapanacağına karar vermekteyiz.
Şimdiye kadar bunu başarabilen hiçbir yaratık olmadı.
Ve, ne yazık ki bu bizim en kalıcı mirasımız olacak.
İnsanlığın yazdığı, çizdiği, resmettiği, inşa ettiği her şey
toz olup gittikten ve yeryüzü dev farelere miras
kaldıktan-ya da kalmadıktan-sonra, çok uzun bir süre
yeryüzünde hayatın gidişâtını Altıncı Yok Oluş
belirleyecektir.”14
Doğru söze ne denir?
Kısır döngüyü nasıl kıracağımız, insanları nasıl
uyandıracağımız ve onları dünyayı kurtarmak üzere
muktedirlere karşı nasıl topyekûn mücadeleye sokacağımız
meselesi önümüzde duruyor. Bu da beşinci, bonus soru.
Cevabı bilen beri gelsin.
11 Bkz.: Monbiot, a.g.e.
12 a.g.e.
13 http://www.theguardian.com/environment/georgemonbiot/2014/may/09/why-wecouldnt-care-less-about-the-natural-world
14 Kolbert, s. 267-269
SAYI 52
19
ODTÜLÜ
dosya
Kent ve Doğa:
Bir Süreklilik...
Kentlerin sürdürülebilirliğini
sağlamanın bizim elimizde
olduğunu unutmamamız gerekir.
X Yazı
PROF. DR. İLHAN TEKELİ
ODTÜ Mimarlık Fakültesi (Emekli)
İ
nsanlığın buluşlarından en önemlisinin
kent olduğu söylenebilir. İnsanların
kentlerde toplu olarak bir arada yaşamaları,
uygarlıkların doğmasını kolaylaştırmış/
sağlamıştır. Düşünsel ürün olarak, sanat eseri
olarak, teknoloji olarak ne üretildiyse bunların
ortaya çıkmasının gerisinde kent olgusunun
etkisini görmemek olanaksızdır. Kent doğayla
ilişkisi bulunmasına karşın, temelde insanın
ürettiği, bir anlamda doğal olmayan bir sistemdir.
Buradaki sürdürülebilirlik tartışması
bakımından, insanın ürünü olan eko-kenti üç
aşamada tartışmakta yarar vardır. Birinci aşama
sanayi öncesi dönemin eko-kentidir.
20
Bu aşamada kent, insan vücudunun
kapasitelerine ve taleplerine göre oluşmuştur.
Bu bir yayalar kentidir. İlişki kurma
hızı, yerleşmenin büyüklüğü, beslenme
gereksiniminin niteliği, içinde yaşayacağı
konutun niteliği hep insan vücudunun
niteliklerine göre oluşmaktadır.
Bu dönemde kentler küçük yerleşmeler olduğu
için, doğadan aldıklarının hacmiyle, doğaya
bıraktığı atıkların hacmi küçüktür. Böylelikle
bir ekolojik kriz doğmamakta, doğaya bırakılan
atıklar doğal süreçlerle dönüştürülebilmektedir.
Bu, insan vücudunun kapasiteleriyle uyumlu
olan kentin aşılması, sanayi devrimiyle
KENT VE DOĞA: BIR SÜREKLILIK...
gerçekleşti. Bu devrimle birlikte, insanlar kendi
kararlarını kendi vücudunun kapasitesinin
dışındaki kapasitelerle uygulamaya koyabilme
olanağı buldu. Sanayi devrimi, kent yapısının
oluşumu bakımından iki konuda önemli
kapasite artışı getirdi. Bundan biri olan kent içi
ulaşımda geliştirilen teknolojiler, insanın kent
içindeki yer değiştirme hızını ve yer değiştirme
menzilini artırdı. Çok daha uzaklardan, çok
daha büyük miktarlarda kaynak nakledilebilir
hale geldi. İkinci önemli değişiklikle, tarım dışı
üretimde organik enerji (insan+hayvan gücü)
yerine inorganik enerji, büyük ölçüde fosil
yakıta dayanan enerji kullanılmaya başlandı.
Bu değişiklik kentle doğanın ilişkisini çok
değiştirdi ve kapitalist sistemin değerleriyle bir
araya gelince dünyada eko-krizin doğmasına
neden oldu. Bu kentler büyük miktarlarda doğal
madde, fosil yakıt kullanmaya başladı. Tüketilen
su miktarları, atık su miktarı, kentin yarattığı
katı atık miktarları çok arttı. Kentlerin çevre
üzerindeki ayak izleri büyüdü, bu ayak izleri
kentin yakın çevresine olduğu gibi çok
uzaklara da uzanır hale geldi.
Bugün, bir yandan sanayi toplumunun ortaya
çıkardığı eko-kriz karşısında gelişen çevrecilik
hareketi ve sürdürülebilirlik konusunda
alınan yollar ile dünyanın bilgi toplumuna
geçişiyle artan izleme kapasitesi dolayısıyla,
hem kentlerin yapısında hem de kentlerin
sürdürülebilirliği için alınan önlemlerin
mantığında önemli bir değişme yaşanmaktadır.
Bu bakımdan dönüm noktası 1992 yılında
Rio’da toplanan Çevre ve Kalkınma Zirvesi
oldu. Kentler, çok merkezli hale gelerek yeni bir
biçim kazanırken, kent içi araçlı yolculuk talebi
azaltılarak, enerji kullanımı ve olumsuz
etkiler de azaltıldı; aynı zamanda kentin
metabolik sistem olarak temsilinde doğrusal
olmayan geri beslemeli döngülere dayanan bir
mantık kullanılmaya başlandı. Reuse, (yeniden
kullanım, recycling gibi) döngüsel ilişkiler ön
plana geçince, kentin ayak izini küçültmek için
adım atılmaya başlandı.
Bu üçüncü aşamada, bir kentin sürdürülebilirlik
koşulunu sağlamak için altı konuda stratejik
tercihler yapmak gerekecektir. Bunlar;
Ekolojik tasarımda amaç
doğa üstünde dominant
bir kontrol sağlamak için
bir müdahale değil, doğanın
süreçlerine yaratıcı bir katkı
için bir müdahale olmalıdır.
• Kentin dokusunun kentin ayak izini küçültecek
şekilde tasarlanması,
• Kent içi ulaşım sisteminin düzenlenmesi, fosil
enerjiye bağımlılığının ve sera gazı üretiminin
azaltılması,
• Kent atıklarının bir kaynak olarak
değerlendirilmesi,
• Kent ekonomisinin sürdürülebilirliğe katkı
yapacak şekilde geliştirilmesi,
• Kentin beslenmesi ve gıda güvenliğinin
sağlanmasında ayak izinin küçültülmesi,
• Kentlinin doğayla doğrudan ilişkisinin açık
tutulması (biophilia) olarak sıralanabilir.
Sürdürülebilirliğe tasarım tercihleri yoluyla
yapılabilecek bir katkı da kentteki binalar
grubunun oluşturduğu kentsel dokuya ilişkin
olmaktadır. Avrupa kentsel şartı bu konudaki
tercihini kompakt kent olarak yapmıştır.1
Yüksek yoğunluklu yerleşmeler %50 daha az
arazi kullanmakta, altyapı harcamalarını
%45, hava kirlenmesini %45, su kullanımını
%35 azaltmaktadır.2 Yapılan bazı hesaplar
kompakt şehrin karbon emisyonunu %30, enerji
tüketimini %50 azalttığını göstermiştir.3 Bu
nedenle ABD’nin düşük yoğunluklu kentlerinde,
aradolgu (infill) projeleriyle yoğunluklarını
1 Timothy Beatley: “Planning for Sustainability in European
Cities: A review of Practices in Leading Cities” (2003), Stephan
M. Wheeler, Timothy Beatley (editors): The Sustainable Urban
Development, Routledge, London, 2009.
2 Richard Register: a.g.e., ch. 4.
3 Douglas Farr: Sustainable Urbanism, Urban Design with Nature,
John Wiley& Sons. Inc, Hoboken: New Jersey, 2008, s. 44.
SAYI 52
21
ODTÜLÜ
dosya
Artık, kentin su ile
ilişkisinin yeniden
kurulmasının
düşünülmesi
noktasına
gelinmiştir.
artırmaya başlamışlardır.4 Bu projelerle, kentler
arazi kullanımlarını yeniden tasarlayarak,
işyerlerini, konutları ve hizmetleri artırarak,
ayak izlerini küçültmektedirler.
Kentte ulaşımın sürdürülebilirliğini artırmak
için ilk aşamada, araçların etkinliğini artıran
teknolojik çözümlere yönelinmiş, daha az fosil
yakıt kullanan araçlar geliştirilmiştir. Bu konuda
küçümsenemeyecek yol alınmıştır. Bu çizgideki
gayretler güneş ve hidrojen enerjisiyle ya da
hibrit araçların piyasaya sürülmesiyle devam
etmektedir. Ama bu yaklaşım bir bakıma dar
kapsamlıdır. Daha sonra, daha entegre çözümler
önerilmeye başlanmıştır. Meseleye, yolculuktaki
araç türü tercihlerinin yönlendirilmesi,
ekonomik özendiricilerin kullanılması, arazi
kullanma kararlarının yeniden düzenlenmesiyle
uzun mesafe yolculukların azaltılması,
kurumsal reformlar ve teknolojik yeniliklerin
kullanılmasıyla yaklaşılmaya başlanmıştır.
Sürdürülebilir bir kent için, kent içi ulaşımdaki
çözümler temelde iki alana yoğunlaşmaktadır.
Bunlardan birincisi kent içindeki yaya
yolculuklarının ve bisiklet kullanımının
artırılması, ikincisi ise araçlı yolculuklardaki özel
otomobil payının düşürülmesi ve kamu ulaşım
sistemlerinin payının yükseltilmesidir.
4 Stephen M. Wheeler: “Infill Development” Smart Infill Creating
More Livable Communities in the Bay Area (2002), Stephan
M. Wheeler, Timothy Beatley (editors): The Sustainable Urban
Development, Routledge, London, 2009.
22
Günümüzde bir kent metabolizmasından beklenen,
kente gelen doğal kaynak akımıyla, bunun
kullanım sonrası atıklarının doğaya ne tür bir
dönüşüm sonrasında salınacağı ya da sistem
içinde nasıl yeniden kullanıma sokulacağını
belirlemesidir.5 Atık suyun kentten
uzaklaştırılmasında, atık su artık bir atık diye
değil, kaynak diye değerlendirilmektedir.6 Sanayi
toplumunda bu atık sular mekanik ya da kimyasal
olarak temizleniyordu. Lineer bir mantık
hakimdi. Günümüzde doğal döngülerden
yararlanarak temizleme yoluna başvurulmakta,
atık su bir tür kanalizasyon bataklığı içinde
dönüştürülmekte ve döngüsel mantık hakim
olmaktadır.
Artık, kentin su ile ilişkisinin yeniden
kurulmasının düşünülmesi noktasına
gelinmiştir. Yüzey sularının dinlence ve eğlence
için kullanılması, bataklıkların taşkın ve su
depolama bakımından rolünün hesaba katılması,
yağışın yeraltı suyu (aquifer) için sızdırılma
alanlarının ayrılması, taşkın için açık alanlar
bırakılması vb., kent planlarının lejantlarında
yer almaya başlamıştır. Yeşil alanlar, yağışların
5 Herbert Girardet: “The Metabolism of Cities” from Creating
Sustainable Cities (1999), Stephan M. Wheeler, Timothy Beatley
(editors): The Sustainable Urban Development, Routledge,
London, 2009.
6 John Tillman Lyle: “Waste as a Resource” from Regenerative
Design for Sustainable Development (1994), Stephan M. Wheeler,
Timothy Beatley (editors): The Sustainable Urban Development,
Routledge, London, 2009.
KENT VE DOĞA: BIR SÜREKLILIK...
sızarak yeraltı suyu haline gelmesini hızlandırır.
Bu nedenle kent planlarının lejantlarında
yer alan yeşil alan, tarım alanları, meralar
ve ormanları da bu sistemin parçası olarak
düşünmek gerekir.7
Ev ve sanayi atıklarının kullanımında
geri dönüşüm yoluna gidilmesi, atık
miktarını azaltmakta ve bu yolla enerji
tasarrufu bakımından da önemli bir etki
yaparak sürdürülebilirliğe yaklaşılmasını
kolaylaştırmaktadır. Başlangıçta zincirleme
kullanım düşünülerek yapılacak tasarımlar geri
dönüşümü etkinleştirmektedir. Günümüzde, katı
atıkları geri dönüştürerek, miktarını azaltan ve
düzenli çöp döküm yerlerinde çöplerin ayrışırken
oluşturduğu CH₄ toplanarak enerji üretiminde
kullanılmaktadır. Ayrıca eski çöplük alanları
zaman içinde yeşil alanlar haline getirilmektedir.
Günümüzde katı atık yönetim sistemlerinin
etkinleştirilmesinde önemli yol alınmıştır.
Kent ve doğayı bir karşıtlık olarak düşünmek
yerine bir süreklilik olarak da düşünebiliriz.
Bu sürekliliğin bir ucunda kent varken diğer
ucunda yaban (wild) vardır.8 Yabanda ve kentte
aynı doğal süreçler yer almaktadır. Güneş
ışığı hem binaları ısıtmakta hem de bitkileri
büyütmektedir. Kent, doğa dışı değildir. Yabanın
insanlar tarafından kendi gereksinimlerini
karşılamak için dönüştürülmesiyle ortaya
çıkmaktadır. Aynen tarlaların gıda üretiminde
kullanılmasında olduğu gibi. Kent, doğal
süreçleri göz önünde tutarak tasarlanmalıdır.
Bu süreçleri görmezden gelmek, pahalı
ve riskli olmaktadır. MacHarg kentte
doğaya ihtiyacımızın kırsal alandaki doğa
ihtiyacımızdan az olmadığını söyler.
Doğadan kopan bir insanın psikolojik sorunlarla
karşılaştığı bilinmektedir. Burada söz konusu
olan Avrupa’nın manikürlü kent parklarından
farklı bir şeydir. Burada söz konusu olan ve
yaban hayatını değerli kılan çeşitlilik düzeyi,
7 Ian L.McHarg: “Plight and Prospects”, Design with Nature (1969)
8 Anne Whiston Spirn: “City and Nature” from Granite Garden:
Urban Nature and Human Design (1984), Stephan M. Wheeler,
Timothy Beatley (editors): The Sustainable Urban Development,
Routledge, London, 2009.
Kent, doğal süreçleri
göz önünde tutarak
tasarlanmalıdır.
bitki çeşitliliğiyle orantılıdır. Bu alanların
olabildiğince büyük olmasına çalışılır. Bunların
arasında yaban hayatı koridorlarının kurulması,
yaban alanlarının etkinliğini artıracaktır.9
Ekolojik tasarımda amaç doğa üstünde dominant
bir kontrol sağlamak için bir müdahale değil,
doğanın süreçlerine yaratıcı bir katkı için bir
müdahale olmalıdır.10 Ama insanlığın şimdiye
kadar bu konudaki performansı çok başarılı
değildir. İnsan doğa üzerinde dominant bir
hakimiyet kurmaya yöneldiğinde ortaya çıkan
sonuç, eko-kriz olmuştur. Ama bu sonuç, insanın
tasarım kapasitesindeki zaafiyet dolayısıyla değil,
daha çok kapitalist sistemin işleyişi dolayısıyla
olmuştur. Bilinçli olarak tasarlanmış
ve yönetilmiş ekosistemler kent süreçleri
ve doğal süreçlerin simbiosis’ini gerçekleştirir.
Tasarımı yalnız çevreyi denetleme süreci olarak
değil, bir öğrenme süreci olarak görmek gerekir.
Bu öğrenme süreci ancak toplumsal hareketlerle
bütünleştiğinde etkili olacak ve kapitalist
sistemin getirdiği sınırlamaları zorlayabilecektir.
9 Douglas Farr: a.g.e., s. 49.
10John Tillman Lyle:Design for Human Ecosystem, Van Nostrand
Reinhold, New York, 1985, s. 16.
SAYI 52
23
ODTÜLÜ
dosya
Bir Çılgın Proje:
Kanal İstanbul
Kanal İstanbul çılgınlığı toplumda birçok özlemle endişeyi birlikte yarattı.
İstanbul’un sorunlarına mucizevi bir çözüm bulunacağı beklentisi içindeki halkın
bir kesimi ile, rant beklentisindeki bir kesim özlemleri paylaşırken, tahrip görecek
orman ve su havzalarının, denizlerin, kısaca doğanın korunmasını benimseyen
kesim ve bilim insanları endişeleri paylaştılar.
X Yazı
PROF. DR. EMIN ÖZSOY
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü
24
K
anal İstanbul, yerkabuğunda açacağı
çatlağın yanında, toplumda da epey derin
çatlaklar açtı. Uluslararası sözleşmeler
ve çevre hukuku yansımaları, devasa iklimsel,
ekolojik, sosyo-ekonomik sonuçları olabilecek
bir mega-tasarıma, ancak ciddi bilimsel
araştırmalar sonucunda karar verilebilir.
Oysa hem Kanal İstanbul’un hem de bağlantılı
3. köprü, 3. havaalanı ve otoyollar boyunca
şimdiden gerçekleştirilen doğa tahribatı ve
spekülatif arazi paylaşımları, Kanal İstanbul’dan
vazgeçilse bile yapılan tahribatın kalıcı olacağını
düşündürmektedir.
Karadeniz ile Akdeniz arasında su, madde,
enerji geçişlerini denetleyen Türk Boğazlar
Sistemi (TBS), zıt özellikli iki-tabakalı akım
yapısına ve hidrolik kontrol sonucunda oluşan
tekil bir “maksimal değişim” rejimine sahiptir.
İstanbul Boğazı Marmara çıkışında,
Karadeniz’den taşınan ve Şekil 1’deki jet
karışımı ile sağlanan besin aktarımı, organik
madde üretimini birinci derecede etkiler. Uydu
verileri ve ölçümlerin de gösterdiği gibi, yüzey
sularındaki organik ve partikül madde yükü, ışık
geçirimini sınırlamakta, çöken artıklar yüzey
tabakasının hemen altında aşırı oksijen
BIR ÇILGIN PROJE: KANAL İSTANBUL
Doğa hazinelerimizin
en değerlisiyle barış
içinde yaşama
olanağının riske
sokulması, ileride
mega sorunlara yol
açabilir.
Şekil 1: 16 Nisan
2004 tarihli
Uluslararası
Uzay İstasyonu
Programı,
astronot fotoğrafı,
ISS008-E-21752,
NASA
(http://git.ac/A2uis).
tüketimine, kısacası “eutrophication”
ve “hypoxia” süreçlerine neden olmaktadır.
Yarım yüzyıl öncesine kadar, şimdi adı bile
bilinmeyen ıstakoz, kılıç balığı ve uskumrunun
vatanı olan, masmavi suları yaşam ve medeniyet
kaynağı olan Marmara Denizi, son yıllarda
“kaykay” ve zararlı (toksik) alg patlamalarına,
giderek daha çok sahne olmaktadır ve adeta
can çekişmektedir. 24–29 Nisan 2013 tarihleri
arasında Marmara Denizi genelinde yaşanan
toksik alg patlamasının İstanbul Boğazı jet
akımlarıyla ilişkisi Şekil 2’de MODIS Aqua uydu
ve yolcu uçağı resimleriyle ortaya konmaktadır.
Bu dönemde İstanbul Üniversitesi ve TÜBİTAKMAM tarafından incelenen bazı örneklerde,
Noctiluca Scintillans adlı toksik alg saptanmıştır.
Tekil nitelikleri bulunan TBS’nin hidrodinamik
yapısının araştırılması, açık deniz koşullarına
göre çok daha güçtür. ODTÜ Deniz Bilimleri
Enstitüsü’nde sürdürülen çalışmalarda, en basit
geometri ile modele eklenen Kanal İstanbul
ile İstanbul Boğazı’nın akuple davranışları
öngörülmeye çalışılmıştır. Kanal İstanbul
prototipinde iki tabakalı akım, Marmara Denizi
çıkışına doğru hızlanmaktadır ve toplam akımda
yaratılan 600–800 m3/s gibi bir artışla besin
yüklü Karadeniz suyunun Marmara Denizi’ne
(Sakarya nehri yıllık debisinin dört katı ile)
eklenmesi anlamına gelmektedir. Sonuç olarak,
a
b
Şekil 2: (a)
Marmara Denizi 25
Nisan 2013 tarihli
MODIS uydu resmi,
(b) Marmara Denizi
üzerinde 28 Nisan
2013 tarihinde
uçaktan elde
edilen fotoğraf
(Dr. Bettina Fach,
ODTÜ-DBE)
açılan ikinci kanalın, yani Kanal İstanbul’un
Karadeniz ve Akdeniz arasındaki su dengesini
etkilemesi kaçınılmazdır.
Kanal İstanbul ve bağlantılı projeler, ek yükler
yaratarak ve Karadeniz ile TBS’nin iklimini ve
duyarlı su dengesini değiştirerek, halen de büyük
çevresel riskler altında bulunan tüm bölgeyi
tümüyle yaşanmaz bir hale getirme potansiyeline
sahiptir. Yaşadığımız iklim değişimi çağında,
en duyarlı bölgemizden birinin tahribata
uğratılması ve burada yaşayan insan nüfusunun
deprem riskine rağmen daha fazla artırılması,
rant uğruna sağlıklı ve doğa hazinelerimizden en
değerlisiyle barış içinde yaşama olanağının riske
sokulması, ileride mega sorunlara yol açabilir.
Bu denizlerin uluslararası ekonomik ve doğal
kaynaklar kullanımında veya stratejik, askeri,
politik düzlemlerde, ülkemizi haksız duruma
sokup zayıf düşürebilir. Bizden uyarması!
SAYI 52
25
ODTÜLÜ
dosya
Yaşama
Davet:
Permakültür
Doğa ile uyum içerisinde sürdürülen bir yaşam yerine, zarar gördüğümüz bir
sistem içerisine giren kent tasarımlarını tercih ediyoruz. Oysaki sürdürülebilir
insan yerleşimleri kurgulayabilmemizi sağlayan bütünsel bir tasarım sistemi de
mevcut: Permakültür.
X Yazı
BURCU TUNAKAN
26
G
ünümüz kent
yaşamında, doğa ile olan
bağımız her geçen gün
biraz daha yıpranıyor.
Doğa ile uyum içerisinde
sürdürülen bir yaşam yerine,
zarar gördüğümüz bir
sistem içerisine giren kent
tasarımlarını tercih ediyoruz.
Hırsla önümüze gelenleri ezip
geçiyor, kesiyor, yıkıyoruz.
Ancak, doğa ile uyumlu yerleşim
sistemleri geliştirdiğimiz
bir yaşam alanı yaratmak,
sürdürülebilir yaşam alanları
yaratmak anlamına geliyor.
Permakültür kavramsal,
stratejik ve maddi bileşenleri,
tüm canlıların yararına
çalışacak bir model içerisinde
bir araya getiren bir sistem.
Buna arazi ve insanların
uyumlu bütünlüğü sayesinde
yiyecek, enerji, barınak ve diğer
maddi, manevi ihtiyaçların
sürdürülebilir bir şekilde
YAŞAMA DAVET: PERMAKÜLTÜR
karşılanması da diyebiliriz.
İlk permakültür enstitüsü
olan Avusturalya Permakültür
Enstitüsü’nün yaptığı
tanımlamaya bakacak olursak
permakültür, doğaya karşı değil,
doğa ile birlikte hareket etmeyi;
sürüncemede kalmış, hesapsız
kitapsız eylemlerde değil, uzun
süreli ve akılcı gözlemlerde
bulunmaya; tek bir getiriye
odaklanmadan, sistemleri tüm
işlevleriyle birlikte ele almaya
ve de sistemlerin kendi kendine
evrilmesine olanak tanımaya
dayalı bir felsefeyi benimser.
Permakültür fikri, 1970’lerde
Bill Mollison’ın özellikle
sürdürülebilir tarım ile
ilgili yaptığı araştırmalar ve
uygulamaların sonucu ortaya
çıkar. Kavram, İngilizce’de
kalıcı tarım anlamına gelen
permanent agriculture’dan
türetilmiş. Başlarda bir
“sürdürülebilir tarım” anlayışı
olarak ortaya çıksa da,
zamanla insan yerleşimlerinin
kendine yeterli, istikrarlı,
herkes açısından adil ve
canlılığı tüketerek değil,
canlılığı artıracak şekilde
işleyebilmesine yönelik
bir “sürdürülebilir kültür”
anlayışına dönüşür. Son yıllarda özellikle kapitalist
sistem içerisinde sıkça
kullanılan sürdürülebilirlik
kavramını, permakültür
içerisinde yeniden açıklamak
gerekir. Sürdürülebilirlik,
sistemin tükettiğinden
fazlasını üretebilmesi
anlamına gelir. Bu temelde,
gelecek nesillere yaşanabilir
bir dünya bırakabilmenin
yolu permakültürden geçer.
Sürdürülebilir yaşam alanının
mantığı oldukça basit
ve net. Topluluklar, varlığını
sürdürmek üzere kullandığı
kaynakları yerine koymadığı
zaman, bu kaynaklar tükenir.
Dolayısıyla da yaşanılan alan
maddi, manevi zenginliklerini
yitirir ve yaşanılır olmaktan
çıkar. Bulunduğu yeri yaşanmaz
hale getirerek yok olmuş şehir
uygarlıklarıyla dolu bir insanlık
tarihimiz var. “Problem
çözümdür, doğayı gözlemle,”
der permakültür. Doğanın
kendi kendini iyileştirmesine
olanak tanımak için mücadele
eder. Mollison’a göre bunun
birinci koşulu, “varlığımızı
sürdürmek için gereken en az
arazi miktarında, en fazla bitki
çeşitliliğine sahip sistemler
kurmaya” odaklanmak ve el
koyduğumuz toprakları yaban
hayatın emrine geri vermektir.
Permakültür, sadece ekolojik
olarak doğayla uyumlu
tasarımlar yapmayı kapsamaz.
Tüm disiplinlerden feyz alarak,
bütünlüklü bir sistem
tasarımını hedefler. Büyüyen,
gelişen ve kendini yenileyen bir
sistemdir. Permakültür daha iyi
bir yaşam için bir alternatiftir;
hem kendi varoluşumuz hem de
gelecek nesilllere yaşanabilir
bir dünya bırakmak için bir
sorumluluk alma çağrısıdır.
Alternatif bir yaşam alanı
yaratılan permakültür sistemi
içerisinde, pek çok faaliyet
var. Örneğin, kentte balkonda
sebze üretimine alışkınız. Kent
içinde bahçeli geniş evlerden
apartman hayatına geçişte,
pek çoğumuzun aile büyükleri,
kendi ürününü yetiştirmekten
vazgeçmemiş, balkonlarında
SAYI 52
biber, domates gibi ürünlerini
yetiştirmeye devam etmişti.
Bir başka yakın örnek ise,
özellikle son dönemde yeniden
karşımıza çıkan mahalle
bostanları. Yedikule Bostanı,
Cihangir Bostanı ve Kuzguncuk
Bostanı’ndan sonra İstanbul
içerisinde pek çok mahalleli
ve kollektif kendi mahalle
bostanını oluşturmaya başladı.
Şehir çiftlikleri de uzun
yıllardır var. Türkiye’de en çok
bilinen permakültür çiftliği ise
İzmir’e bağlı olan Marmariç
Permakültür Çiftliği. Marmariç
Permakültür verdiği eğitimler,
atölyeler ve oluşturduğu yaşam
alanının yanı sıra, bugünlerde
Avustralya Permakültür
Araştırma Enstitüsü işbirliğiyle
Türkiye Permakültür Araştırma
Enstitüsü’ne de evsahipliği
yapıyor. Permakültür
çiftliklerine Kızıltepe,
Ahlatdede, Bostancık, Gelemer
gibi daha pek çok örnek
verebiliriz.
İçinde yaşadığımız yıkıcı
sisteme son vererek Bill
Mollison’un bahsettiği
istikrarlı toplumları kurmak
düşündüğümüz kadar zor değil.
En önemlisi ise yaşanabilir
bir dünya yaratma arzusuyla
yanıp tutuşan ve dayanışmayı
bekleyen büyük bir kalabalığız.
Marmariç
Permakültür
Çiftliği Avustralya
Permakültür
Araştırma
Enstitüsü
işbirliğiyle Türkiye
Permakültür
Araştırma
Enstitüsü’ne
ev sahipliği yapıyor.
27
ODTÜLÜ
dosya
Zeki ve Yalnız...
Bu sayfalarda geridönüşümün teşviki, doğal denge, çevre kirliliği, hayvanların
barınak alanlarının Homo sapiens alt tür sapiens tarafından tahribi, hayvanların
neslinin tükenişi, kelaynaklar, yunuslar, yağmur ormanları, küresel ısınma
olmayacak. Feneri, karanlığın teamül dışı bir yerini aydınlatmak için kullanacağım.
X Yazı
DOÇ. DR. AYŞE GÜL GÖZEN
ODTÜ Biyolojik Bilimler
Öğretim Üyesi
E
ditörden insanların doğal çevredeki
yalnızlığı, diğer canlılarla doğal bir
biçimde ilişki kuramaması çerçevesinde
yazı yazma daveti aldığımda bir “challenge”la
karşı karşıya olduğumu fark ettim. Bu sözcük her
ne kadar Türkçe’ye meydan okuma diye çevrilse
de İngiliz dilindeki hissiyatı başka. Türkçesi yok
aslında. Önümde iki seçenek vardı; ya benden
önce yazının teklif edildiği ODTÜ’lüler gibi
“Efendim bu sıralar çok yoğunum,” deyip
28
ZEKI VE YALNIZ...
başkasına pas atmak ya da oturup dilimin
döndüğünce bir şeyler karalamak. İkinciyi seçtim.
Nadiren yalnız kalabilen bir insan olarak,
gezegendeki yalnızlığımız fikri hoşuma gitti.
Yalnızlık fazlasıyla insanî bir algı durumu, avını
bekleyen bir yılanın yalnızlık algısıyla pek işi
olmasa gerek. Ya da “Yemekten sonra başka bir
yılanla takılsam mı?” demez herhalde. Yılan
sosyal hayatıyla ilgili hiçbir okuma yapmamış
olsam da böyle tahmin ediyorum. Bu minvalde,
aşağıda okuyacağınız yazıyı kaleme alacağım.
Eğer, yazıyı okuyup bitirirseniz eleştirinizden
önce Alfred Hitchcock’un The Rope isimli filmini
seyredin. Daha önce seyrettiyseniz hemen
yaklaşımımı çözersiniz. Seyretmediyseniz,
bir zahmet seyredin, zahmet etmeyecekseniz
nezaketinizi bozmayın. Başlayalım bakalım,
klavye beni nerelere götürecek...
Akıllı telefon; artık duman işaretlerine ve atlı
postacılara gerek yok. Televizyon, HD, 3-D; artık
evinizdeyken Çin Seddi’nde bir yürüyüş yapar,
koral riflerindeki balıklarla yüzebilirsiniz. Bütün
bu bilim ve teknoloji beynimizin ürünüdür.
Ne beyin ama! Matematik ve fen bilimlerinde
ulaştığımız noktada üretebileceğimiz teknolojinin
sınırı yok. Hepsi konforumuz için.
Zekâmız bizi diğer hayvanlardan öyle ayrı bir yere
koyar ki, içimizden Erik von Döniken gibi bazıları
buraya başka bir gezegenden gelmiş olmamız
gerektiğini söylerler. Ama öyle değil, biz de
diğer hayvanlar gibi bu gezegende kökenlendik.
Evrimsel sürecimiz sırasında oluşan bir tuhaflık
yüzünden zekâmız gelişti ama çevre algımız
dumura uğradı. Algılarımız yeterli olmadığı için
çevremizle ilgili her sorunumuzu zekâmızla
çözdük. Doğada eli kolu bağlı kalmıştık, hayatta
kalmak için kullanabileceğimiz tek özelliğimize,
zekâmıza sarıldık.
Matematik ve fen bilimlerinde bunlar olurken,
beyin başka bir açıdan da evrimleşmekteydi.
Romantizm, güzel sanatlar, edebiyat, beşerî
ilimler, hukuk, iktisat, siyaset... Ve bunların
getirdiği hümanizma ile doğaya dönüş çabası.
Beyin bu aşamada kendisini öyle yanıltır ve
yönlendirir ki, modern insan tam da editörün
bahsettiği yalnızlığın kucağında bulur kendini.
(Bu sorunun sosyal karşılaştırmalı antropolojik
analizi Profesör Joseph Campbell tarafından
Transformation of Myth Through Time'da
yapılmıştır, vaktiniz olursa bakın.) Neden? Bunun
üstünde çalışalım şimdi; ben biraz bilgi, birkaç
örnek vereyim, siz zenginleştirin, beyin derseniz
sizde de var.
Zekâ beynimizin bir işlevidir. İnsan beyni ise
hayvan evriminin en yeni sürümüdür. Hâlâ
deneme aşamasında olan, henüz bütün testlerden
başarıyla geçmemiş bir organ olan beynimiz,
ironiktir ki en güvendiğimiz organımız haline
gelmiştir. Amerikalılar cesareti beyne değil
bağırsaklara atfederler “He has guts” diyerek.
Aslında doğrudur, bir sürü insan beyni yerine
bağırsaklarıyla düşünür. Hem gastrointestinal
sisteminizde beyninizdekinden daha çok nöron
olduğunu biliyor muydunuz?
Zekâmızın tecrübelerimizle gelişip kolektif
bilincin ortaya çıkması yavaş ve uzun bir süreç
oldu. Sonra insan beyni sıçramalar gösterdi: yazı,
matbaa, buhar makinesi, telgraf, telefon, radyo,
otomobil, radyoaktivite, uçak, izafiyet, kuantum,
fraktal, genetik kod, bilgisayar, uzay mekiği,
uydu, kaos... Ekleyin ekleyebildiğiniz kadar.
Zekâ öyle güçlü ve kolektif bilinç öyle hükmedici
oldu ki insan algı bozukluğu yüzünden bir türlü
içinde rahat edemediği gezegeninin doğasını
kendi konforuna yönelik olarak değiştirdi.
Şömine, soba, kalorifer; artık kışın üşümek yok.
Klima, buzdolabı; artık yazın bunalmak yok.
SAYI 52
Romantizmle başlayalım, herkes sever. Türün
devamına yönelik kimyasal ve davranışsal üreme
olgusunu yüceltmenin adını romantizm
koymuşuz. Romantizm kolektif bilincin parçası
olduktan sonra bu en basit ve en temel biyolojik
olguyu yücelten insan beyni, milyonlarca klasik
ve modern edebiyat ürünü, sinema filmi, şarkı
sözü üretti, üretmekte. Olay buraya gelince
durmak olur mu? Tekstil sektörü gelişti, kozmetik
sektörü bilimsel kimlik kazandı, medeni hukuk
kapsam sınırlarını kaybetti, olgu beşeri ilimlerin
belkemiği haline geldi, tıbbın ana konularından
biri oldu, en temel iktisat problemlerinden
birinin Nobel ödüllü çözümünde kullanıldı.
Bu temel biyolojik olguyu yavrulamak yerine
yavru dışında her şeyi üretmek için kullanmaya
başladık ve sürdürüyoruz. Çok garip. Bu konuyu
Profesör Robert Sapolsky layıkıyla anlatır.
İngilizceniz iyiyse Sapolsky’nin Stanford
Üniversitesi'nde verdiği “Human Behavioral
Biology” derslerini izleyin. Aydınlanma
yaşayacaksınız. Sapolsky, ne beyin ama!
29
ODTÜLÜ
dosya
İnsan beyni diğer hayvan akrabalarımızdan
farklı olarak sadece realitenin içinde var olmakla
ilgilenmez, sürekli realite yaratır. İnsan beyni
bir realite makinasıdır. Diğer hayvanları sevimli
bulur, onlara insanî kimlikler atfeder. Onları
okula gönderir, aile ve toplumsal hayatlar verir.
Buna “Disney” diyoruz. Walt Disney, müthiş bir
beyin. Bunu bitkilere ve biyolojik vasfı olmayan
objelere de yapar. Çocukluğunuzdan başlayarak
çevrenizdeki her türlü objenin bir ruhu olduğu
kolektif bilinciyle hareket edersiniz. Çünkü çizgi
filmlerde böyle gördünüz.
İnsanın kendi burnunu ziyadesiyle gaytaya
buladığı bir başka zekâ ürününe -ki hakkını
vermek lazım romantizmi fersahla geçen bir gücü
vardır- para diyoruz. Zekâmızla ürettiğimiz bu
değer sisteminin mütevazı köleleri olarak yaşam
mücadelesi veriyoruz. Kolektif bilincimizin en
önemli, en kudretli, en arzu edilen “one and only”
ögesi para. Eğer sizin paranız yoksa başkalarının
parasıyla yaşarsınız, hiçbirinizde para yoksa,
para bulmanın yollarını ararsınız. Bulamazsanız
bittiniz. Unutmayınız parayı beynimiz icat etti,
nerde ve nasıl bulacağını da bilir. Para konfordur,
para güçtür, para eğer çok fazlaysa kudrettir.
Karizmatikseniz paraya gark olursunuz, paranız
varsa bu size karizma sağlar. Çok garip.
Beyniniz sürekli çocukça davranmaya itiyor
sizi. Sürekli oyun oynuyorsunuz. Kravatlı, ciddi,
kellifelli adamlar futbol diye deli oluyorlar.
Kumar oynuyorsunuz, tiyatro oynuyorsunuz, film
çeviriyorsunuz, oynamıyorsanız seyrediyorsunuz.
Ahlak kuralları koyup buna göre oynuyorsunuz,
etik diyorsunuz kural içinde oynamaya
çalışıyorsunuz. Ama bu ikisi en çok ihlal
edilen kuralları içerir. Kayınvalideye oyunlar,
kayınpedere oyunlar, komşulara oyunlar. Amma
oyunbaz bir türüz biz. Evrimimizin bir yerinde
gelişim evrelerini belirleyen genlerimizde bir
tuhaflık olmuş ve olgunlaşmak yerine çocuk
karakterini tutakalmışız (retention of juvenile
characters). Bu konudaki veriler Harvard ve
Max Planck’taki evrimsel gelişim biyolojisi
araştırma ekiplerinden geliyor. Bu ne demek
anlıyor musunuz? Bir yavru şempanze oyun
evresini tamamlayıp vakur ve olgun bir erişkin
statüsüne geçerken, biz hep oyun oynayan
çocuklar olarak kalıyoruz. Bizim türümüz böyle
işte, bedensel olarak büyüsek de davranışsal
olarak çocuk kalıyoruz. Bu da bize hayal gücü ve
hayalleri gerçekleştirme yetisi veriyor. Bu konu
merakınızı cezbettiyse evo-devo diye internette
sörf yapın biraz. Erişkin insanın kafatasının
yavru şempanzenin kafatasıyla aynı topografide
olduğunu gösteren resimlere bakacaksınız.
Kimsiniz siz ve ne istiyorsunuz? Modern insanın
yeni oyunlarından biri de, içinde bir türlü rahat
edemediği için türlü teknoloji geliştirmek zorunda
kaldığı doğayı koruma oyunu. Bu konudaki
kurallar da ahlak kuralları gibi en çok ihlal edilen
ve en çok yeniden yorumlanabilen kuralları
içeriyor. Doğayı korumak için bu alanda bilim
dalları icat edelim, bu bilimi yaparken de bir
sürü enstrüman kullanalım, uydu verilerinden
yararlanalım, deney yapalım, asitler, bazlar, tuzlar,
ultra zehirli polimer yapıtaşları kullanalım. Peki
bu sanayi doğa dostu mu? Kim takar, ben oyunumu
oynarken mutluyum! Farelerle, tavşanlarla,
atlarla bilim yapıyoruz diye türlü deney yapalım.
Bunlar diğer canlılara saygı çabamızla uyuşuyor
mu? Kim takar, ben daha sonra yunusları
koruma cemiyetine yüklü bir bağış yaparım!
Zekânızla her yaptığınızı rasyonalize etmeye
muktedirsiniz. Kuş gözlemcisiyseniz, fotoğraf
makineleri, dürbünler, infrared dürbünler,
teleskoplar, cipler. Kaşifseniz, uçaklar, gemiler,
türlü aksesuar, avcıysanız tüfekler, barut, sonar,
tekneler, mazot. Sporcuysanız... Ne endüstri ama,
spor. Ayakkabısından sayaçlarına, cihazlardan
kıyafetlere, gözlüklere, spor dediğiniz şeyin
doğallıkla hiçbir ilgisi olamayacağının farkında
değilseniz, bir spor mağazasına kısa bir gezi yapın,
spor olsun, bu dünyayı besleyen teknolojiye ve
endüstriye hayranlığınız artsın.
Bütün bunların içinde çocuk aymazlığının en
güzel örneği üniversitelerde ortaya çıkar. Gıda
mühendisi mezun ederiz. Ne yapacak bu adam?
Raf ömrü uzatmak, mikroplanma önlemek,
tazelik korumak, bozunma engellemek. Bunlar
doğal yollarla yapılabilir mi? Moleküler biyolog
ve genetikçi yetiştiriyorsunuz. Antibiyotik
ve hormon üreten bitkiler tasarlayacak,
rekombinant aşı üretecek, kuraklığa, tuza
dayanıklı bitki tasarlayacak, önüne gelen
geni ve canlıyı klonlayacak. İnşaat mühendisi
mezun ediyorsunuz, sonra da bina, yol, köprü
yapmasın diyorsunuz. Elektrik mühendisi,
makine mühendisi mezun edip sonra da her şey
elektronik olmamalı, bu kadar teknoloji bağımlısı
olmayalım diyorsunuz. Kellifelli adamlar bu
çocukluğu ancak insan türünde yapar. Ne tuhaf.
Daha önce hiçbir canlı Nuh
Tufanı'na sebep olmamıştı,
bu bir ilk olacak. Hiç merak
etmeyin Homo sapiens olsa da
olmasa da bakteriler hep olacak.
Yavaş yavaş finale gelelim. Türümüzün
kendisine ve diğer türlere verdiği zararın
ve gezegendeki yalnızlığının sorumlusu kendi
zekâsıdır, hayal gücüdür, oyunbazlığıdır ve
sürekli gerçeklik üretme çabasıdır. Bu “Ben
bu gezegende yalnızım,” söylemi de yeni
oyunumuzun özgün temalarından biri gibi,
ne dersiniz?
Bir biyolog ve zen düşünüşü tutkunu olarak bu
yeni çevre öncelikli oyuna şöyle bakıyorum.
Bundan önce abiyotik sebeplerle gezegenimiz
beş toplu nesil tükenmesine maruz kaldı yani
beş tane Nuh Tufanı yaşandı, bazen meteorlar,
bazen dünyanın kutuplarının değişmesi. Her
seferinde biyolojik çeşitlilik artarak gezegeni
yeniden istila etti. Yepyeni türler evrimleşti.
Yepyeni dengeler kuruldu. Altıncı felaket bizim
zekâmızın ürünü olacaksa, bırakın bu da bizim
türümüzün şanı olsun, daha önce hiçbir canlı
Nuh tufanına sebep olmamıştı bu bir ilk olacak.
Hiç merak etmeyin Homo sapiens olsa da
olmasa da bakteriler hep olacak, tek hücreli
ökaryotlar hep olacak, onlar oldu mu da her
türlü evrimin malzemesi hazır demektir.
Türümüzün holding yöneticisi, politikacı,
telekominikasyoncu, aerospace ve aeronotikçi,
sibernetikçi üyeleriyle başa çıkmanın hiçbir
yolu henüz icat edilmediğinden, oyununuzu
onların kurallarıyla oynamak durumundasınız
yoksa oyun dışı kalırsınız. Aslında 1949 yılında
Moniz’in Nobel ödülü aldığı, adına lobotomi
denen bir yol var ancak tavsiye edilmez.
Kendinizi yalnız hissetmenizin nedeni
çaresizlik mi? Başka bir oyun bulun.
SAYI 52
31
ODTÜLÜ
dosya
PROF. DR. AYKUT KENCE’NIN MIRASI
Bal Arısı
Araştırmaları
Türkiye, ilk ve en önemli evrimsel biyoloğunu
kaybetti. Prof. Dr. Aykut Kence, son olarak
ODTÜ’de ekosistemde hayati bir rol oynayan
bal arıları ile ilgili çalışmalarını sürdürüyordu.
Prof. Dr. Kence’nin çalışmalarını, eşi Meral
Kence kaleme aldı.
X Yazı
DOÇ. DR. MERAL KENCE
ODTÜ Biyolojik Bilimler
Öğretim Üyesi (Emekli)
Prof. Dr. Aykut Kence
B
al arıları sosyal böcek olmaları, sosyal
yaşam içerisinde iş bölümü göstermeleri,
çok çeşitli iklim ve flora koşullarına
uyum sağlayabilmeleri gibi özellikleri
bakımından genetik, davranış, bireylerarası
iletişim, öğrenme ve hafıza çalışmaları için
bilimsel açıdan önemli bir model organizma.
Sosyal yaşamın evrimi de araştırmacıların
ilgisini çekiyor. Son yıllarda bal arısı model
organizmalar arasında anılıyor ve davranış
ekolojisi, evrimsel biyoloji, sinirbilim
(neuroscience), öğrenme alanlarındaki
araştırmaların odağı oluyor.
Bal arısı, çiçekli bitkilerin önemli bir
bölümünün tozlaşmasını (polinasyon)
sağlayarak biyoçeşitliliğin korunmasına
olan katkısı, zirai bitkilerde yine tozlaşma
ile ürün artışı sağlayan ve değerli bir besin
maddesi bal üretimi ve diğer arı ürünlerinin
üretimiyle de ekonomiye katkısı açısından yeri
doldurulamayacak önemli bir canlı. ABD’de
yapılan tahminlere göre bal arılarının tozlaşma
yolu ile ekonomiye katkısı yılda 5 ile 15 milyar
Dolar arasında değişiyor. Bu katkı bal üretimiyle
elde edilen gelirin 100-200 katı.1
32
BAL ARISI ARAŞTIRMALARI
En eski medeniyetlerden olan Hitit Krallığı
döneminde (M.Ö. 1650-1500 C) Anadolu’da
arıcılık yapıldığı yasa metinlerinden anlaşılıyor.2
Günümüzde Türkiye, 4.5-5 milyon koloni
varlığıyla Çin’den sonra dünyada 2. sırada.
Türkiye, çok çeşitli iklim koşullarına sahip
olması, jeolojik yapısının bölgeden bölgeye
farklılıklar göstermesi ve üç fitocoğrafik
bölgenin (Irano-Turan, Euro-Siberian, ve
Mediterranian) kesiştiği yerde bulunması
nedeniyle büyük bir biyoçeşitliliğe sahip. Ayrıca
Anadolu, bal arılarının ilk türleştiği yer olan
Afrika’ya da yakın. Türkiye, mevcut beş bal arısı
ırkı ile [(Anadolu’da endemik A. m. Anatoliaca
(Anadolu arısı), A. m. Caucasica (Kafkas arısı),
A. m.meda (İran arısı), A. m. syriaca (Suriye
arısı) ve Trakya’da A.m. carnica (karniyol arısı)]
dünya bal arısı çeşitliliğinin önemli bir kısmına
sahip. Ek olarak, alttürler içerisinde farklı yerel
çevre koşullarına uyum sağlamış ekotipler de
saptanmıştır.
ODTÜ Biyoloji Bölümü’nde ekolojik genetik
laboratuvarında yapılmış olan çalışmalarda,
Türkiye’deki bal arısı toplumlarında
Türkiye, mevcut
beş bal arısı ırkı
ile dünya bal arısı
çeşitliliğinin önemli
bir kısmına sahip.
mikrosatellit analizleri ile belirlenen genetik
çeşitlilik düzeylerinin Avrupa ülkelerindeki
genetik çeşitlilikle kıyaslandığında çok daha
yüksek olduğu gözlendi.3-4 Genetik çeşitliliğin
yüksek olması değişen çevre koşullarına
uyum sağlayabilme ve hayatta kalma başarısı
gösterebilme bakımından canlı toplumlarının
önemli bir özelliği.
Bal arılarının ekosistemdeki rolleri, değişik
nedenlerden dolayı bal arılarının ölüm
oranlarının artmasıyla sekteye uğruyor. Son
yıllardaki araştırmalar dünya genelinde,
Türkiye’de de eşzamanlı görülen %25-30
oranındaki bal arısı ölümlerine5 pek çok
faktörün neden olduğunu gösteriyor. Bunlar
arasında bal arılarında hastalıklara yol açan
bakteriler, virüsler, Nosema mantarları, Varroa
akarları en çok arı ölümüne neden olan etkenler.
Bunlardan en yaygını ve yoğun arı kayıplarına
yol açan Varroa akarı ve virüsle enfekte
olmuş akarlar bal arısı bağışıklık sistemine
zarar veriyor ve taşıdıkları virüslerin çoğalıp
yayılmasına neden oluyor. Diğer yandan, bazı
bal arısı kolonilerinin Varroa enfeksiyonuna
dayanıklı olduğu ve kovan içinde bu parazit var
olsa bile koloninin yaşayabildiği gözleniyor.
Varroa’ya dirençlilik tımarlama davranışıyla ya
da kalıtsal hijyen davranışı ile ortaya çıkıyor ve
“Varroa duyarlı hijyen” olarak tanımlanıyor.
Aykut Kence’nin “Ortak Bahçe”si
ODTÜ’de Aykut Kence’nin oluşturduğu ve
içinde farklı ırkların karışmadan sürdürüldüğü
“ortak bahçe”, arılarla ilgili yapılan araştırmalar
için uygun bir ortam oluşturuyor. 4-5 arı ırkını
aynı zamanda ve aynı ortamda karşılaştırma
olanağı buldukları için ve üniversitemizin
sunduğu diğer olanakların da katkısıyla Avrupa
ve ABD’den araştırmacıları da cezbediyor
ODTÜ’de Bal Arıları ile yapılan araştırmaları
şöyle gruplandırabiliriz:
• Türkiye’deki bal arılarındaki genetik çeşitliliğin
belirlenmesi,
• 2007 yılından itibaren dünya genelinde
olduğu gibi ülkemizde de görülen yoğun arı
ölümlerinin bölgelere göre saptanması için
yapılan, anketlere dayanan araştırmalar,
• Yoğun arı ölümlerine neden olan faktörlerin
belirlenmesi,
• Varroa akarına dirençli kolonilerin belirlenmesi
ve bu parazite dirençlilik bakımından
ırklararası farklılıkların saptanması.
Bal arılarının ekosistemlerde polinasyon
hizmetlerinin çok önemli olduğu, artık
herkesce biliniyor. Bal arıları ve ürettikleri
bal aynı zamanda çevre sağlığı açısından
biyobelirteç olarak da kullanılıyor. Arılarda
ağır metal, pestisit kalıntıları, yoğun ölümler
hakkında; balda ise polen analizleri o çevredeki
bitki zenginliği açısından ve ekosistemin sağlığı
hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor.
Bu araştırmaların sonuçları arıcılarımızla
ve arıcılıkla ilgili yetkililerle paylaşıldı,
ülkemizin önemli bir zenginlik kaynağının
korunması ve ekoloji ve ekonomiye
katkılarının sürdürülebilir olması için
korunması gerekliliği ve koruma yöntemleri
de çeşitli toplantılarda sunuldu. Aykut
Kence’nin Artvin Camili bölgesinde saf kalmış
olduğunu saptadığı Kafkas arısının ilgili
bakanlıktan bölgenin izole bölge olması için
yaptığı başvuru kabul edildi. Kence, Kırklareli
bölgesinde de bir izole bölge oluşturulmasında
emek sarfetti. Aynı şekilde Muğla ve Yığılca
arılarının da farklı olduğu ve Anadolu arısının
birer ekotipi olduğu sonucuna vardı,
bu bölgelerin de izole alan olması
ve korunması için uğraş verdi.
SAYI 52
Kaynaklar:
1 Southwick, E. E. &
Southwick, L. Jr. 1992.
Estimating the Economic
Value of Honey Bees
(Hymenoptera:Apidae) as
agricultural Pollinators in
the United State. Journal
of Economic Entomology
85: 621-633.
2 Pilar de la Rua,Rodolfe
Jaffe, Raffaele
Dall’OlioOlio, et al., 2009.
Biodiversity, conservation
and current threats to
European honeybees.
Apidologie 40:263-284.
3 Kence, M., Kence,
A., Kandemir, İ.
1998. Türkiye’de
bal arısı ırklarının
karakterizasyonu ve
Korunması. TÜBİTAK
VHAG-1077 no’lu proje
raporu.
4 Bodur, Ç., Kence, M.,
Kence, A. 2007. Genetic
structure of honeybee,
Apis mellifera L.
(Hymenoptera:Apidae)
populations of
Turkey inferred from
microsatellite analysis.
Journal of Apicultural
Research 46(1):61-67.
5 Tugrul Giray, Meral
Kence, Devrim Oskay,
Mehmet Ali Döke, Aykut
Kence. 2010. Scientific
note: colony losses
survey in Turkey and
causes of bee deaths.
Apidologie 41:451-453.
33
ODTÜLÜ
dosya
X Yazı
DOÇ. DR. ALI CEMAL GÜCÜ
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü
Öğretim Üyesi
Akdeniz Fokları’nın Öyküsü
1990’lı yılların başında popüler olan Akdeniz fokları, soylarının tükenmesi tehdidi
ile karşı karşıyayken ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü’nden araştırmacıların
başlattığı çabalarla yeniden yaşama dönmüş, tehlike nispeten atlatılmış gibiydi.
Şimdi, Akdeniz Fokları’nı yeni tehlikeler bekliyor. ODTÜ DBE’den Ali Cemal Gücü,
Akdeniz foklarının öyküsünü sizler için yazdı...
1
* İng. Göçebe
34
990’ların başında, Akdeniz Foku’nun popüler
olmaya başladığı yıllarda fok ölümleri de
haber niteliği kazandı. O yıllar, en ücra
kıyılardan bile fok haberlerinin sıkça gazetelere
düştüğü yıllardı. Aynı dönemde, fokların
yaşadığı dahi bilinmeyen Mersin’den peş peşe fok
ölüm haberleri gelmeye başladı. İzmir Foça’da
fok koruma çalışmalarına öncülük eden bir
dostumuzun “Ne oluyor sizin oradaki foklara? Bir
bakıversenize...” demesi üzerine Deniz Bilimleri
Enstitüsü’nden tecrübesiz, hatta çoğu fok dahi
görmemiş bir ekip fokları soruşturmaya başladı.
Ekip, bugün Akkuyu Nükleer Santrali yapılan
AKDENIZ FOKLARI’NIN ÖYKÜSÜ
bölgede karşılaştıkları ilk foka, oraya ulaşmak
için kiralanan sandalın adını vermişti.
Kısa bir süre sonra “Mazlum fok” da öldürüldü.
Ölü bulunduğu yerde karşılaştığımız bir çobana
sorduğumuzda “Eyiden eyiye böcüymüş o bee!”
demişti. Böcü, göçerlerin nomad* yaşamlarının
korkulu rüyası, yetiştirdikleri hayvanlara
musallat olan kurt, pars gibi yırtıcılara
verdikleri addır. Fok da ağlarında yakalanan
balıklara musallat olduğu için bu ismi layık
görmüşlerdi. Aslında bu isim öldürülmelerinin
nedenini de açıklıyordu.
Koruma önlemleri 2000’li
yılların sonunda delinmeye
başladı. Artan yavru ölümleri
Akdeniz fokunu tekrar
yok oluşa sürüklemekte.
Enstitü’nün yürüttüğü balıkçılık
araştırmalarından, balık stoklarının tükendiği
biliniyordu. 1980’lerde sadece küçük kayıklarla
avlanan balıkçılara büyük tekneler eklenmiş;
bir trolün tamamını bir yılda tarayabileceği
avlaklarda 15 trol avlanınca balık hızla tükenmiş;
aç kalan fok ağdaki balıklara yönelmiş; zaten
pastanın büyük dilimini trollere kaptırmış ağ
sahibi küçük balıkçı, foku günah keçisi bellemişti.
Bunun üzerine çalışmalara başlandı. Fokların
yoğun olarak gözlendikleri alanlar belirlendi
ve bir koruma planı oluşturuldu. Plan Tarım
ve Köyişleri ile Kültür Bakanlıkları’na iletildi.
Mersin’in Bozyazı ve Aydıncık ilçelerinde bir
saha, trol avcılığına kapatıldı. Buna karşılık
olarak da bu saha dışında kalan bölgedeki
trollere uygulanan 3 mil yasağı 2 mile çekildi.
Üreme mağaralarının önü, yavru fokların ağlara
dolanıp ölmemeleri için her türlü balıkçılık
faaliyetine kapatıldı. Karada ise önemli yaşam
alanı olarak tanımlanan toplam 75 km’lik
bir sahil şeridi, 1. derece doğal sit ilan edildi.
Foklar alınan önlemlere hemen cevap verdi.
Durma noktasına gelen üreme tekrar başladı.
Yılda 7 yavruya kadar yükselen üreme başarısı
sonucunda Mersin popülasyonu kalabalıklaştı
ve yayılmaya başladı. Önce bu aileden genç bir
erkek fok Hatay Samandağ sahillerinde gözlendi.
Burada, Mersin’den farklı bir koruma stratejisi
uygulandı. ODTÜ ekibi, bölgedeki balıkçıları bir
kooperatif altında toplamak için çeşitli fonlardan
destek buldu. Kooperatif kuruldu; denize ve
foka en az zarar verecek yöntemlerle yakalanan
balıklar, internet üzerinden doğrudan tüketiciye
pazarlanmaya başlandı.
Ardından 2007’de KKTC sahili de araştırıldı.
Tüm kıyı tarandı, fok mağaraları belirlendi ve bu
mağaralardaki fokların rahatsızlık verilmeden
izlenebilmesi için fotokapanlar yerleştirildi.
Elde edilen veriler Mersin’den başka bir erkek
fokun KKTC’de yeni bir aile kurduğunu gösterdi.
Buradan, Mersin’deki korumanın aslında tüm Doğu
Akdeniz’i etkilediği anlaşıldı. Çalışma genişletildi;
Antalya’da önce Olimpos Beydağları Milli
Parkı, ardından da Kaş-Kekova ÖÇK alanındaki
mağaralara da fotokapanlar yerleştirilerek,
Doğu Akdeniz’deki toplam fok sayısı,
doğurganlıkları ve dolaşım sınırları belirlendi.
Ancak 2000’li yıllarda alınan koruma önlemleri
2000’li yılların sonunda delinmeye başladı.
Nükleer santral, hemen yanında çimento fabrikası
ve termik santrallere hizmet etmek üzere inşa
edilen Yeşilovacık deniz terminali, önemli fok
habitatlarının turizm alanı olarak ilan edilmesi
gibi girişimler sonunda, artan yavru ölümleri
yok olmanın eşiğinden döndürülen Akdeniz
fokunu tekrar yokoluşa sürüklemekte. Ekip
üç yıldır çalışmalarını son umut olarak, BERN
ve BARSELONA sözleşmeleri yoluyla Türkiye’ye
baskı yapılmasını sağlamak amacıyla fokların
bölgedeki mevcudiyetlerini kanıtlama ve karşı
karşıya oldukları tehlikeleri belgelemeye odakladı.
Ağ sahibi küçük
balıkçı, foku günah
keçisi bellemişti.
SAYI 52
35
ODTÜLÜ
dosya
D
Türkiye’nin Önemli
Doğa Alanları
X Yazı
Dünyada her 13 dakikada bir canlı türü
yok oluyor. Bu hızlı yok oluşa rağmen
ODTÜ Fizik
’00 gezegenimizdeki doğal yaşam hâlâ çok
zengin ve umut verici. Ülkemizde de durum
farklı değil. Bir yanda doğayı yok eden
projeler hız kazanırken diğer yanda doğanın
yaşaması için çabalayan insanların sayısı
artıyor ve en önemlisi doğadaki döngü tüm
Fotoğraf:
Ahmet Özyurt
güzelliğiyle sürüyor.
DICLE TUBA KILIÇ
36
TÜRKIYE’NIN ÖNEMLI DOĞA ALANLARI
oğanın yaşaması için
yürütülen çalışmaların
bir bütünlük içermesi
ve sınırlı kaynaklarla en iyi
sonucun alınması için çeşitli
yöntemler geliştiriliyor.
Bu yöntemlerden biri olan
doğa koruma çalışmaları, canlı
türlerinin sağlıklı topluluklar
oluşturmaları ve yaşam
döngülerini devam ettirmeleri
için gerekli tüm coğrafyaların
doğal özellikleri bozulmadan
saklanmasını esas alır.
“Önemli Doğa Alanı”
(ÖDA) kavramı da bu ilkeyi
esas alarak doğadaki canlı
türlerinin nesillerini
sürdürebilmeleri için özel
önem taşıyan coğrafyaları
tanımlıyor. ÖDA çalışmaları,
canlı türleri ve doğal
kaynaklarla birlikte
yeryüzünün en özel doğal
alanlarının korunmasını
amaçlıyor.
ÖDA yaklaşımı Doğa
Derneği’nin de içinde olduğu
dünyanın önde gelen doğa
koruma kuruluşlarında
görev yapan bir uzman ekip
tarafından geliştirilmiştir.
ÖDA’lar uluslararası öneme
sahip olduğu kanıtlanmış
alanlardır ve alan korumaya
ihtiyaç duyan türlerin
dağılım ve nüfuslarını
esas alan standart, küresel
ölçekte uygulanabilir ve eşik
değerlerine bağlı bilimsel
kriterler vasıtasıyla seçilir.
Bu kriterler, alan koruma
önceliklerini ortaya çıkarırken
iki önemli noktaya vurgu
yapmaktadır; hassaslık
ve benzersizlik. Hassaslık
Önemli Doğa
Alanları
envanteri,
Doğa
Derneği’nin
önderliğinde,
pek çok
kuruluşun
ve bilim
insanının
katkısıyla
açıklanmıştır.
kriterini sağlayan ÖDA’lar,
nesli tehlike altında olan
canlı türlerinin önemli
popülasyonlarını barındıran
alanlardır. Benzersizlik
kriteri ise dünya üzerinde dar
yayılışlı canlı türleri, belirli
dönemlerde bazı alanlarda
yoğunlaşan türler ve biyoma
özgü türler için önem taşıyan
alanları belirlemek için
kullanılır.
Dünyanın İlk ÖDA
Envanteri
Ülkemizin Önemli Doğa
Alanları envanteri, Doğa
Derneği’nin önderliğinde,
pek çok kuruluşun ve bilim
insanının katkısıyla
tanımlanmıştır. 2004 yılında
basılan Türkiye’nin Önemli
Doğa Alanları kitabı, dünyada
ÖDA metodolojisinin ülke
ölçeğinde yapılmış ilk
uygulamasıdır. Bu nedenle
çalışma sırasında küresel
standartlara dayalı bir
yöntemin ulusal veya yerel
ölçekte uygulanmasına dair
pek çok sorunun yanıtı
aranmıştır. ÖDA metodolojisi,
küresel standartlara
dayanmasına rağmen, bölgesel
veya ulusal ölçekte çalışma
yapan pek çok uzmanın
(özellikle akademisyenlerin)
bilgisinden en verimli şekilde
yararlanmayı ve bu uzmanları
alan belirleme sürecine dâhil
etmeyi sağlamıştır.
ÖDA kavramına ilham
veren çalışma Dünya Kuşları
Koruma Kurumu (Bird Life
International) ve ortakları
tarafından başarıyla yürütülen
“Önemli Kuş Alanları”dır.
Bu çalışmalar kapsamında
elde edilen deneyimler,
ÖDA kitabıyla birlikte
yedi farklı canlı grubunu
daha (bitkiler, memeliler,
sürüngenler, çiftyaşamlılar,
içsu balıkları, kelebekler
ve kızböcekleri) içerecek
şekilde genişletilmiştir.
Bu sonuçlar Madagaskar,
Kenya, Filipinler ve benzeri
ülkelerde yürümekte olan ÖDA
çalışmalarına ışık tutmaktadır.
Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik
SAYI 52
açısından
dünya ölçeğindeki
değeri, bu çalışmanın
doğa koruma bilimleri
açısından önemini daha da
artırmaktadır.
Doğa Derneği’nin yaptığı
çalışmada, Türkiye’de binlerce
türün vazgeçilmez yaşam alanı
olan 305 Önemli Doğa Alanı
tanımlanmıştır. Bu alanlar
bitki, çiftyaşamlı, içsu
balıkları, kelebek, kız böceği,
kuş, memeli ve sürüngen
türleri için küresel ve/veya
bölgesel ölçekte önemlidir.
Bu alanların toplam yüzölçümü
20.278.788 hektardır ve bu alan
Türkiye’nin %26’sını kaplar.
Bu sonuç bize ülkemizin dörtte
birinin uluslararası öneme
sahip olduğunu ve bu alanlarda
insan ve doğanın uyum içinde
yaşama şansı olduğunu
gösteriyor.
ÖDA kavramına
ilham veren
çalışma Dünya
Kuşları Koruma
Kurumu (Bird Life
International)
ve ortakları
tarafından
başarıyla
yürütülen “Önemli
Kuş Alanları”
Fotoğraf:
Melih Özbek
En Büyük Tehdit Su
Politikaları
Doğa Derneği’nin çalışmasına
göre, ÖDA’lar dolayısıyla
doğamız üzerindeki en
ciddi tehditlerin başında
yanlış su politikaları ve bu
çerçevede yapılan barajlar ile
tarım alanlarını genişletme
çalışmaları geliyor.
37
ODTÜLÜ
dosya
Fotoğraf:
Cüneyt Oğuztüzün
2004’ten sonra
ülkemizde
ne yazık ki doğaya
zarar veren
uygulamalar
artmış
ve yeni yasal
düzenlemelerle
bu projelerin önü
açılmıştır.
38
Bu çalışmalar sonucunda çok
sayıda sulak alan ve bozkır
ÖDA’sı -bu alanlarda yaşayan
canlılarla birlikte- yok olmuş,
bir kısmının da ekolojik
bütünlüğü büyük ölçüde zarar
görmüştür. Örneğin Orta
Anadolu’daki sulak alanların
büyük bir kısmı, dolayısıyla
pek çok içsu balığı ve kuş türü
böyle yok edildi. 2004’ten sonra
ülkemizde ne yazık ki doğaya
zarar veren uygulamalar artmış
ve yeni yasal düzenlemelerle bu
projelerin önü açılmıştır.
Doğayı Nasıl
Koruyacağız?
Son yıllarda doğa koruma
çalışmalarında sivil toplum
ve akademik bağlamda pek
çok gelişme kaydedildi.
Önemli Doğa Alanları’nın
ve bu alanlardaki önemli
canlı türlerinin korunması
için pek çok çalışma başladı.
Ülkemizin biyolojik çeşitliliği
hakkında yapılan araştırmalar
arttı.
Sonuç olarak, Anadolu
doğasının yaşaması için
nerede ve nasıl koruma
çalışmaları yapılması
gerektiğini biliyoruz. Ancak
karar mercii olan kurumlar
bu gelişmenin çok gerisinde
kaldı. Öyle ki, 2003 yılında
hazırlıklarına başlanan tabiatı
koruma kanunu önce yılan
TÜRKIYE’NIN ÖNEMLI DOĞA ALANLARI
hikâyesine döndü ve ortadan
kalktı. Sonra da doğanın ranta
açılmasını sağlayan yeni bir
taslağa dönüştürüldü. Ancak
bu taslak Gezi olaylarıyla
birlikte şimdilik gündemden
kalktı.
Doğayı korumak onun etrafını
çevirip, doğal alanlarda
insanlara yasaklar koyan
bir anlayış değildir. ÖDA
kavramı, bu alanlarda doğa
ile insanın uyumlu yaşamının
sürdürülmesini temel alır.
Bu nedenle, bu alanları
korumaktan korkmak yerine
ülkemizin doğasına ve onu
yaşatan kültürel değerlerine
sahip çıkmak gerekiyor.
ODTÜLÜ
dosya
Ülkemiz Göllerinin
Ekolojik Durumu: Eymir
ve Mogan Gölleri Örneği
X Yazı
PROF. DR. MERYEM BEKLIOĞLU YERLI
ODTÜ Biyoloji Bölümü
Limnoloji Laboratuvarı
40
Ankara yakınında bulunan bu iki gölden yola çıkarak tüm ülke
için genelleme yapmamız doğru olmaz, ancak ülkemizin diğer
göllerindeki durumu “zaman yerine mekan yaklaşımı” ile kuzeyden
güneye doğru araştırdığımız 50 gölden edindiğimiz bilgi ile birlikte
değerlendirebiliriz.
ÜLKEMIZ GÖLLERI EKOLOJIK DURUMU: EYMIR VE MOGAN GÖLLERI ÖRNEĞI
T
atlı su kaynakları karalarda yaşayan tüm
canlıların hayatlarını devam
ettirebilmeleri için gerekli en temel
ve aynı zamanda da en kısıtlı doğal kaynaktır.
Zira dünyadaki tüm su kaynaklarının sadece
%0.03’ü kullanılabilir ve bunun da önemli bir
kısmını oluşturur.
Ülkemiz coğrafi, jeolojik ve iklim koşulları
birlikte düşünüldüğünde, ağırlıklı olarak
yarıkurak Akdeniz iklim kuşağındadır ve Türkiye
tatlı su kaynakları açısından da su zengini bir
ülke değildir. Kişi başına düşen yıllık su
miktarına göre ülkemiz su azlığı yaşayan bir ülke
konumundadır. Kişi başına düşen yıllık
kullanılabilir su miktarı 1.519 m3 civarındadır.
Sucul
ekosistemler ve
sahip oldukları
su, sürdürülebilir
kullanımı
sağlandığında
tükenmeyecek
bir doğal kaynaktır.
Sucul ekosistemler ve sahip oldukları su,
sürdürülebilir kullanımı sağlandığında
tükenmeyecek bir doğal kaynaktır. Ancak
endüstri devrimi ile başlayan yoğun ve geri
dönülmez şekilde doğal kaynak kullanımı,
insanlık tarihinde ilk defa insanın doğayı kendi
elleriyle şekillendirdiği “antroposen” adı verilen
yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur.
Antroposende, su kaynakları geri dönülmez
şekilde kirlenmekte, biyoçeşitlilik yok olmakta
ve sucul ekosistemlerin bizlere sunduğu hizmet
ve ürünler (ör: içme, sulama suyu, balıkçılık,
sazcılık, pirinç üretimi, iklimi yumuşatma vb.)
azalmaktadır. Özellikle 1970 ile başlayan
tarımdaki “yeşil devrim” ile inorganik gübre,
tarım zararlılarıyla mücadele için pestisitlerin
kullanımıyla endüstrileşen tarım dünya
yüzeyinde meydana gelen en büyük değişim olan
arazi kullanımıyla doğal ekosistemlerin
tahribatına neden olmuştur.
Özellikle tarım, ülkemiz gibi yarıkurak iklim
koşullarının yoğun olduğu bölgelerde hem yüzey
hem yeraltı suyunu %80 kullanan havzalardaki en
önemli faaliyettir. Bu durum, göllere gelen su
miktarını azaltmakta ve tarımda kullanılan
gübreyle azot ve fosforca (suni gübrelerin ham
maddesi) zenginleştirerek kalitesini bozmaktadır.
Böylece göller daha az ama azot ve fosforca yoğun
sulara maruz kalır, gölde besin tuzlarının (azot ve
fosfor) aşırı artışı sonucu aşırı bitkisel plankton
(fitoplankton) ürer. Özellikle zehir üreten
SAYI 52
Su kaynakları geri
dönülmez şekilde
kirlenmekte,
biyoçeşitlilik yok
olmakta ve sucul
ekosistemlerin bizlere
sunduğu hizmet ve
ürünler azalmaktadır.
türlerin (siyanobakteri) artışı ve azalan oksijen
miktarıyla beraber balık ölümleriyle sonuçlanan
“ötrofikasyon” veya “besin ağı bozulumu” adı
verilen problem ile karşı karşıya kalınır. Kentlerin,
kasabaların evsel atıksuları arıtılmadan su
kaynaklarına verildiğinde de benzer şekilde
ötrofikasyona neden olmaktadır.
Dünya’nın yaşadığı ve antroposen döneminin
tetiklediği en önemli sorunlardan bir tanesi ise
küresel ısınmadır. Ülkemiz ve içinde bulunduğu
yarıkurak Akdeniz iklim kuşağı için yapılan
modeller (öngörü sınırları içinde) yağışlarda
önemli azalma, sıcaklıklarda önemli artışlar ve
kuraklığın artacağı ile ilgili öngörüler
üretmektedir.
Ülkemizde yaygın şekilde bulunan sığ göllerin
küresel ısınma ve ötrofikasyondan nasıl
etkileneceklerini tanımlamak, bu değişimlerin
etkilerini azaltmak, korumak ve bozulmuş
olanların da restorasyonu için öngörüler
üretebilmek amacıyla TÜBİTAK, AB FP-7 ve
ODTÜ-BAP projeleriyle desteklenen araştırmaları,
ODTÜ Biyoloji Bölümü, Limnoloji Laboratuvarı
olarak yürütmekteyiz. Sığ göl ekosistemlerinde
yaşanan bu karmaşık değişimleri tanımlamak
üzere, uzun dönemli izleme, zaman yerine mekan
yaklaşımı ile ülkemizin kuzeyinden güneyine 50
gölün araştırılması, paleoekoloji ve modelleme
yöntemleri birbirini tamamlayıcı şekilde
kullanılmıştır.
41
ODTÜLÜ
dosya
Ülkemizde ilk defa
biyomanipülasyon restorasyon
tekniği başarıyla Eymir
Gölü’nde uygulanmıştır.
Aynı su toplama havzasını paylaşan Eymir ve
Mogan Gölleri Ankara’nın 20 km güneyinde,
ODTÜ kampus arazisi ve Gölbaşı ilçesinde yer
alan ve birbiri ile bağlantılı, Orta Anadolu’da
yarıkurak iklim kuşağındaki 2 sığ göldür. Tektonik
olaylarla meydana gelen çökme sonucu oluşmuş
olan Mogan-Eymir-İncesu deresi hattını izleyen
çukurluk derelerin getirdiği alüvyonla Mogan ve
Eymir Gölleri’ni oluşturmuştur. Mogan Gölü kot
farkıyla 3 m daha yukarı havzada olduğu için
yeraltı ve yerüstü sularıyla kuzey doğusundaki
Eymir Gölü’nü %95 oranında besler.
1970’lerden itibaren Gölbaşı kasabasının
arıtılmamış kanalizasyon sularının Eymir Gölü’ne
doğrudan verilmesiyle, gölde besin tuzlarının
(azot ve fosfor) aşırı artışı nedeniyle “ötrofikasyon”
veya “besin ağı bozulumu” yaşanmıştır. 1990’lara
kadar da ODTÜ kampusunun ana içme suyu
kaynağı olarak kullanılmış olan Eymir Gölü suları,
kullanım değerini kaybetmiştir. ODTÜ’lü öğretim
üyeleri ve ASKİ işbirliği ile 1995 yılında devreye
giren Gölbaşı kanalizasyon sistemiyle Eymir
Gölü’ne doğrudan evsel atıksu verilmesi
durdurulmuştur.
1997 yılında başlayan ve her 15 günde bir
örnekleme ile devam eden Eymir ve Mogan Gölleri
uzun dönemli izleme programıyla bu iki göl
ekosistemindeki değişimleri araştırmaktayız.
Uzun yıllar içinde göle verilen arıtılmamış evsel
atıksularındaki besin tuzlarının bir bölümü göl dip
çamurunda biriktiğinden, uzaklaştırma sonrası da
dip çamurundan salınan besin tuzları gölün
ötrofik durumunun devam etmesine neden
olmuştur. Ekolojik izlemenin ilk yıllarında
(1998-1999) gölde azalan su berraklığını artırmak,
suiçi bitki gelişimini ve gölün ekolojik zenginliğini
tekrar geri kazanmak için Avrupa ve Amerika’da
uygulanan restorasyon tekniği olan
“biyomanipulasyon” yöntemini ülkemizde ilk kez
42
uyguladık. Biyomanipülasyon, ötrofikasyon ile aşırı
artış gösteren balıkların biyokütlelerini azaltarak bu
balıkların beslenmelerinin ekolojik yapıyı
bozmalarını engelleme prensibine dayanır. Bu
amaçla ülkemizde ilk defa biyomanipülasyon
restorasyon tekniği başarıyla Eymir Gölü’nde
uygulanmıştır. Sazan ve kadife balık stokları
denetimli olarak %50 azaltılmıştır. Azaltılan sazan
ve kadife stokları sonucu Eymir Gölü’nün 2000–
2003 yılları arasında su berraklığı artmış, ekolojik
zenginliğin adeta altyapısı olan suiçi bitkileri geniş
alanları kaplamış ve gölde 1940’larda bulunan
sadece berrak sularda yaşayabilen bitki türleri bile
geri üremeye başlamıştır.
Ancak 2003-2008 yılları itibariyle başlayan
kuraklık, biyomanipülasyonla elde edilen ekolojik
iyileşmeyi, göl suyu seviyesindeki aşırı düşüş
ve göl suyu hidrolik bekleme süresindeki artışla
tersine çevirdi. Kurak dönemde havzadan hiç su
ve besin tuzu gelmediği halde her iki gölde de besin
tuzları (azot ve fosfor) göl sedimanından sıcak ve
kurak yıllarda daha fazla salınarak tekrar arttı ve
göller ötrofikleşti, özellikle balık ölümleri ve toksin
üreten siyanobakterler arttı. Aslında kurak
periyotta bu göller sadece ötrofikleşmemişlerdi,
aynı zamanda da “tuzlanmışlardı”. Her 2 gölün
tuzluluk değerleri kurak periyotta 3 kat artmış ve
tatlı su gölleri olan Eymir ve Mogan Gölleri acısu
kategorisine geçmiştir. Tuzlanma, kuraklığın bir
sonucudur. Göllerde kuraklık sonucu su seviyesi
düştüğünde, göllerin çıktıları akmadığı için hidrolik
bekleme süreleri doğal durumundan uzaklaşarak 6
ay ile 1 yıldan 10 yıllara kadar uzar. Böylece kurak
dönemde göllerden su sadece buharlaşma ile
uzaklaştığı için göllerdeki tuz yoğunluğu artar. 2009
yılına kadar devam eden bu uzun kurak periyotta
ötrofikleşme ve tuzlanma sonucu gölün su kalitesi,
ekolojik ve koruma değerleri kaybolmuştur. Eymir
Gölü’nün kurak periyotta bozulan ekolojik yapısını
restore etmek için, yeniden başlattığımız
biyomanipülasyon çalışması ile artan sazan
ve kadife balık stoklarının denetimli olarak
azaltılması çalışması devam etmektedir. 2009 yılı
itibariyle başlayan ıslak periyot ile artan yağışlar,
gölün su seviyesini artırarak hidrolik bekleme
süresini artırmış; tuzlanma ve ötrofikasyonu
azaltarak ise gölün su kalitesini ve ekolojik yapısını
iyileştirmiştir. Ancak kuraklık, özellikle küresel
ÜLKEMIZ GÖLLERI EKOLOJIK DURUMU: EYMIR VE MOGAN GÖLLERI ÖRNEĞI
ısınmanın bölgemizde beklenen en önemli
etkisidir ve eğer havzada etkin besin tuzu kontrolü
yapılmaz ise, kurak periyotlarda bu göllerin
ekolojik yapılarında meydana gelen bozulma
kaçınılmaz olacaktır.
Ankara yakınında bulunan bu iki gölden yola
çıkarak tüm ülke için genelleme yapmamız doğru
olmaz; ancak ülkemizin diğer göllerindeki
durumu “zaman yerine mekan yaklaşımı” ile
kuzeyden güneye doğru araştırdığımız 50 gölden
edindiğimiz bilgi ile birlikte değerlendirebiliriz.
Bu 50 gölde yaptığımız anlık fotoğraf çekme
örneklemesi sonuçları göstermiştir ki, ülkemizin
kuzeyinde yüksek rakımda bulunan ve havzasında
tarım ve hayvancılığın minimum olduğu göllerde
suların ekolojik ve koruma değeri, su berraklığı
ve suiçi bitki çeşitliliği çok yüksektir. Ancak
düşük rakımlı ova göllerinde havzadaki tarım
ve hayvancılık faaliyetlerinin yüksek olması
sonucu, bu göllere gelen azot ve fosfor yoğunluğu
fazladır. Ayrıca sıcaklığın da fazla olması
bu göllerde siyanobakter başta olmak üzere aşırı
bitkisel plankton üremesine neden olmakta
ve suiçi bitki kaplama alanı az, bulanık ve koruma
ve ekolojik değeri düşük göller yaratmaktadır.
Özellikle bu göllerde su ve hava sıcaklığındaki
artış küçük vücutlu omnivor (bitkisel+hayvansal
besinlerle beslenen) balıkların sayıca çoğalmasına
neden olur ve bu balıklar göllerin ötrofik durumda
kalmasına beslenme biçimleriyle katkı sağlarlar.
Düşük rakımlı ova göllerinden güney
enlemlerinde olanlar da kuzeydekilere göre daha
fazla buharlaşma, daha fazla hava ve su sıcaklığı
ve yağış mevsimselliği görülmektedir.
Bu durum güney ova göllerinin tuzlanmasına
ve daha fazla ötrofikleşmesine neden olmaktadır.
Eymir ve Mogan Gölleri’nin kurak dönemlerde
(2003-2008) daha fazla ötrofikleşmesi ve
tuzlanması da bu durumla benzerlik gösterir.
Ötrofik ve tuzlu olan bu göllerde fitoplankton,
zooplankton ve suiçi bitki çeşitlilikleri negatif
olarak etkilenmektedir. Güney enlemlerindeki
göllerden edindiğimiz bu deneyim ülkemizin
küresel ısınma ile yüz yüze kalması durumunda
artan sıcaklıklar ve kuraklıkla beraber göllerin
daha fazla ötrofikleşip tuzlanacağına işaret
etmektedir. Yine bu araştırdığımız 50 gölde
yürüttüğümüz ve göl tabanında biriken biyolojik
fosilleri kullanarak, göl ekosisteminin geçmiş
yapısının belirlenmesi amaçlı paleoekolojik
araştırmalarda, geçmişte yaşanan kurak dönemlerde
de tuzlanmanın arttığı ve ötrofikleştiğinde de suiçi
bitkilerin azaldığı, zooplankton ve suiçi
fosillerindeki değişimden anlaşılmaktadır.
Yine ülkemizin en büyük tatlı su gölü olan
Beyşehir Gölü ve havzasında arazi kullanımı
ve iklim değişiminin etkilerini araştırmak amaçlı
yürüttüğümüz modelleme araştırması, Beyşehir
Gölü’ne gelen su miktarı ile su ve göle gelen besin
tuzlarında en az %30 azalma olacağını
göstermektedir. Göl içi fitoplankton miktarının ise
%10 azalacağı modellenmiştir. Bu sonuçlar ötrofik
Eymir ve Mogan Gölleri’nden elde edilenin
tam aksidir. Şöyle ki; kurak periyotta bu göllerde
besin tuzları göl tabanından salınarak fitoplankton
kütlesinin aşırı artışına neden olurken, zaten besin
tuzu yoğunluğu hep düşük olan Beyşehir Gölü’nde
küresel ısınmanın neden olacağı kuraklık, besin
tuzlarının artmasına neden olmamıştır.
Her 15 günde
bir örnekleme
ile devam eden
Eymir ve Mogan
Gölleri uzun
dönemli izleme
programıyla
bu iki göl
ekosistemindeki
değişimler
araştırılıyor.
Bu durumda ülkemiz göllerini küresel ısınmanın
neden olması muhtemel ötrofikasyondan korumak
için havzadan göllere gelen besin tuzunun
azaltılması ve göllere gelen su kaynaklarının
korunması sağlanmalıdır.
SAYI 52
43
ODTÜLÜ
dosya
Kuraklığın Ayak Sesleri
X Yazı
DOÇ. DR. İSMAIL YÜCEL*
PROF. DR. MURAT TÜRKEŞ**
PROF. DR. ZUHAL AKYÜREK*
*ODTÜ İnşaat Müh. Böl. Su Kaynakları Lab.
**İstatistik Bölümü Bağlantılı
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
40 yıla yakın bir süredir ısınma eğilimi içerisinde olan Türkiye’nin,
doğu bölgelerindeki nehirlerin akım zamanlarındaki öne çekilme,
bu ısınma periyodunun sadece şehirlerde değil, kırsal arazide de
gerçekleştiğini doğrular nitelikte.
G
enel olarak kuraklık
(kuraklık olayı),
dünyanın herhangi
bir bölgesinde ve herhangi bir
zamanda, yağışın belirli bir
süre uzun süreli ortalamanın,
ortancanın ya da belirlenen
bir normalin altında kalması
sonucunda ortaya çıkan
şiddetli/aşırı su açığı ya da
yetersizliğini tanımlamak
için kullanılan bir kavramdır.
Kuraklık, iklim değişimleri ile
bağlantılı olarak (iklimin çeşitli
zaman ölçeklerindeki kendi
değişkenliği) oluşur ve ardışık
birkaç yıl ya da daha uzun bir
süre boyunca etkili olabilir.
Temel olarak, şiddet, süre
ve coğrafi yayılış bileşenleri ile
nitelendirilebilen üç boyutlu bir
doğa olayı olan kuraklığın tek
bir tanımı yoktur. Günümüzde
kuraklıklar, meteorolojik,
tarımsal, hidrolojik
ve sosyoekonomik kuraklık
olmak üzere 4 ana gruba
ayrılarak incelenir. Kuraklığın
en genel tanımı, başta
yazdığımız meteorolojik
kuraklık için yapılandır.
Kuraklık olayları, insan
yaşamını ve sağlığını,
sosyoekonomik ve ekolojik
44
KURAKLIĞIN AYAK SESLERI
sistemleri doğrudan ya da
dolaylı olarak çeşitli düzeylerde
etkileme gücüne sahip ciddi bir
tehdittir. Bu yüzden, suyun
kullanımı ve yönetimi ile ilgili
etkinliklerden, yağışların
yetersizliğinden ya da yağış
şeklinin ve şiddetinin
değişmesinden (ör. kar yağışının
azalması, hızlı kar erimesi
ve kısa süreli sağanakların ya da
şiddetli yağışların sıklığının
artması vb.) etkilenme süresine
göre, kuraklık olgusunun
izlenmesi ve planlanmasını
zorunlu kılmaktadır. Uzun
süreli ve geniş alanlı
meteorolojik kuraklık
olaylarında, toprakta bitkinin
kökleriyle kullanabileceği suyun
(toprak nemi) azalması ya da
tükenmesi, tarım alanlarının
sulanmasında önemli
sorunların yaşanması,
hidrolojik açıdan ise, barajlarda
yeterli tutarda su
toplanamaması, içme suyu
kaynaklarının yetersiz kalması
ve çevrenin, toplumsal yaşamın
ve sosyoekonomik sistemlerinin
olumsuz yönde etkilenmesi gibi
önemli sorunların ortaya
çıkması, kaçınılmaz olarak
beklenen olumsuz sonuçlardır.
Kuraklık olayları, özellikle
Türkiye’nin batı ve güney
bölgelerinde egemen büyük
iklim durumundaki yazın
kurak subtropikal Akdeniz
ikliminin görüldüğü yarıkurak,
kuru-yarınemli ve yarınemli
arazilerde oluşan uzun süreli,
şiddetli ve geniş alanlı
kuraklıklar, arazi
bozulumunun önemli olduğu
çölleşme süreçlerine açık
alanlarda, çölleşme süreçlerini
hızlandırıp kuvvetlendirerek,
çölleşme ile savaşım eylem ve
etkinliklerini kısıtlar, çölleşme
riskini arttırır.
Dünya Meteoroloji Örgütü’ne
göre, “bir yılın toplam yağışı,
bir alanın yarısından (% 50)
fazlasında en az ardışık 2 yıl
süresince uzun süreli ortalama
(en az 30 yıllık) ya da normal
yağış (genellikle 30 yıllık)
tutarının % 60’ından düşük
olduğu zaman bir alanın
kuraklıktan etkilendiği” kabul
edilir. Bu tanıma ve çeşitli
kuraklık belirleme/izleme
yöntemlerine dayalı
çalışmaların sonuçlarına göre,
Türkiye’de İç Anadolu ve Doğu
Anadolu bölgelerinin bazı
bölümlerinde 2012 yılında
başlayan, 2013’te çok daha
geniş bir alanda etkili olarak
devam eden ve 2013 yaz
kuraklığı ile de birleşerek
şiddetlenen bir kuraklık 2014
yılında da etkili olmaktadır.
2013 yılında geniş alanlı bir
meteorolojik kuraklık olarak
başlamış olan 2013-2014
kuraklığı, etki süresi uzadığı
için giderek çeşitli bölgelerde
ve çeşitli sistemler açısından
Türkiye’nin 25 havzası için havza
yönetim planlarının mevcut ve
olası iklim değişimi etkileri dikkate
alınacak şekilde oluşturularak acilen
uygulamaya konulması gerekir.
tarımsal ve hidrolojik
kuraklığa dönüşmüş
durumdadır.
Sıcaklık ve yağışlardaki
değişmeler, hidroloji ve su
kaynakları için çok önemli
sonuçlar doğurabilir. Çok
miktardaki yağışlar taşkınlara
neden olurken az miktarda
yağışla beraber yüksek
sıcaklıkların görülmesi
kuraklığa neden olur. İklim
değişiminin su kaynakları
üzerinde böylesine önemli bir
etkisi olduğundan, su
kaynakları sistemlerinin
planlanması ve yönetilmesine
yönelik kararlar alınırken, bu
değişimin iyi ve doğru şekilde
değerlendirilmesi gerekir. Bu
hüküm özellikle su temini,
taşkın kontrolü ve
hidroelektrik enerji üretimi
amaçlarına hizmet eden su
kaynağı sistemleri için
geçerlidir.
Sıcaklık ve yağış gibi iklim
parametrelerinin değişken
olması nedeniyle su
kaynaklarının trendinin
bilinmesi, yapılacak olan
çalışmalar sırasında en önemli
etken olacaktır. Türkiye’de bu
amaçla, dört havza (Fırat,
SAYI 52
Dicle, Aras ve Çoruh)
üzerindeki 15 akarsu gözlem
istasyonundan elde edilen
1970-2010 yılları arası günlük
gözlem verilerine, parametrik
olmayan MannKendall ve
Spearman’s Rho testleri
uygulanmıştır. Akarsu gözlem
istasyonlarının haricinde bu
istasyonlara en yakın
şehirlerin meteoroloji gözlem
istasyonlarından alınan
sıcaklık ve yağış verileri
incelenmiştir. Bu bölgedeki
nehirler coğrafi
konumlarından dolayı kar
erimelerinden beslendiğinden,
buna bağlı olarak akım
zamanlarındaki değişimler
incelenmiştir. Bu coğrafyadaki
nehir akım istasyonlarının,
erken kar erimesi sonucunda
akım zamanının öne çekilmiş
olması, bölgede gerçekten bir
ısınma, yani sıcaklık artışının
var olduğunu göstermektedir.
Bu istasyonların ve
bu istasyonlara en yakın
meteoroloji gözlem
istasyonlarının sıcaklık, yağış
ve akım verileri, trend analiz
metotları ile incelendiğinde son
40 yılda günlük ortalama
sıcaklıkların 1.60oC arttığı
tespit edilmiştir.
45
ODTÜLÜ
dosya
büyük bir çoğunluğunda kar
erimesinden dolayı oluşan
akım, su yılında gerçekleşen
toplam akımın %60-70’ini
oluşturmaktadır.
Uzun süreli
kuraklık olayları,
tarım, orman
ve hayvancılığı,
yeraltı ve yerüstü
kaynaklarını,
yeterli ve
nitelikli içme
suyuna erişimi,
enerji üretimini,
özellikle dağ ve
karasal sucul
ekosistemleri çok
olumsuz etkiler.
46
Analiz sonuçlarına göre akım
erimelerinin erkene çekilmesi,
yıllık toplam yağışta önemli bir
değişim olmazken kar
yağışında azalma olması ve
yıllık ortalama sıcaklıkların
ciddi oranda artması birbirini
tamamlamaktadır. Bölgede
ısınmadan kaynaklı kardan
yağmura doğru bir dönüşüm
olduğu gerçeği ortaya
çıkmaktadır. Bunun sonucunda
kar erimesinden beslenen
nehir akımlarında da
değişimler olmaktadır.
Su kaynakları açısından
bakıldığında depolanan
kar, bankadaki para olarak
değerlendirilebilir. Ortalama
yüksekliği 1.000 m civarında
olan ülkemiz nehirlerinin
ODTÜ İnşaat Mühendisliği
Bölümü Su Kaynakları
Laboratuvarı’nda yürütülmekte
olan EUMETSAT-HSAF projesi
kapsamında Türkiye
ve Avrupa’daki dağlık
alanlardaki kar kaplı
alanlar günlük olarak uydu
görüntülerinden izlenmektedir.
2000 yılından bu yana yukarı
Fırat havzasındaki kar kaplı
alan değişimi incelenmekte
ve uygun hidrolojik
modelleme ile oluşacak akım
değerleri önceden tahmin
edilebilmektedir. Yukarı Fırat
havzası, Keban Barajı’na
girdi sağlayan Karasu nehri
havzasıdır. Bu havzada genel
olarak kar yağışı yüksek
alanlarda Ekim ayı itibari
ile başlamakta ve Haziran
ayına kadar bölgenin yüksek
yerlerinde kar görülmektedir.
2014 yılında ise 1.100-1.500 m
arasındaki yüksekliklerde
KURAKLIĞIN AYAK SESLERI
18 Şubat 2014 itibari ile kar
gözlenmediği, 1.500-1.900 m
arasındaki yüksekliklerde ise
25 Mart 2014 itibari ile karın
eridiği belirlenmiştir. Yersel
ölçümlerden de 1.758 m’de
yer alan Erzurum meteoroloji
istasyonu bilgilerine göre son
14 yılın ortalama kar kalınlığı
değerinin 17,03 cm olduğu,
2014 Ocak ayı itibari ile ise kar
derinliğinin 4,77 cm olduğu
bilinmektedir. Aynı havzanın
akım değerlerine bakıldığında
2007 yılında oluşan kuraklık
ile akım değerlerinde ciddi
düşmelerin olduğu, nispeten
ıslak geçen ve ortalamada daha
fazla kar düşen 2012
ve 2013’teki akımların kurak
dönemlerde gözlenen akım
değerlerinden çok farklı
olmadığı görülmüştür.
Bu durum pek çok yerde
özellikle sulama için gerekli
su ihtiyacının yeraltı suyu
kaynakları kullanılarak
kontrolsüz olarak yapıldığını
ve kar erimesi ile oluşan
akımın öncelikle yeraltu suyu
depolamasını doldurmaya
çalıştığını göstermektedir.
40 yıla yakın bir süredir ısınma
eğilimi içerisinde olan
Türkiye’nin doğu bölgelerindeki
nehirlerin akım
zamanlarındaki öne çekilme,
bu ısınma periyodunun sadece
şehirlerde değil kırsal
arazide de gerçekleştiğini
doğrular niteliktedir. Ancak
ısınma eğilimi belirgin olsa bile
Türkiye’de iklim değişimini
anlayabilmek ve su kaynakları
planlamasını daha sağlıklı bir
şekilde yapabilmek için, uzun
süreli ve daha çok bölgeyi
kapsayan nehir havzalarına
yönelik çalışmalar yapılması
gerekmektedir. Bu kapsamda
yersel verilerin zamansal ve
mekansal sürekliliği önem
taşımaktadır. Uydu
teknolojilerinin yanı sıra yersel
ölçümlerin yapılacak çalışmalar
için önemi büyüktür.
Önümüzdeki aylarda yeterli
yağış düşmezse, Türkiye’nin
büyük bölümünde, özellikle
Güney ve Doğu Marmara, Kuzey
Ege, İç Anadolu, Güneydoğu
Anadolu’nun batısı ile Orta
ve Doğu Akdeniz’de ciddi
tarımsal ve içme suyu (özellikle
İstanbul, Ankara, Bursa,
Konya gibi büyük kentler)
sıkıntısı yaşanabileceği dikkate
alınmalı ve var olan kuraklık
yönetimi kapsamında gerekli
önlemler alınmalıdır. Kuraklık
olaylarının etkili olduğu birçok
bölgede, yerel ve bölgesel
ziraat odası ile sulama birliği
yöneticilerinin açıklamalarına
ve Devlet Su İşleri’nin verilerine
göre, tarım arazilerinin toprak
nemi ile içme ve sulama amaçlı
baraj ve göletlerle hidroelektrik
santrallere su sağlayan
barajların doluluk oranlarında,
önemli azalmalar gerçekleşmiş
durumdadır.
Bu kapsamda, halka ve suyu
kullanan tüm kullanıcılara,
sektörlere kuraklık olayının
büyüklüğü ve olası etkileri ile
kuraklıkla mücadele ve akılcı su
kullanımı yöntem ve teknikleri,
davranış seçenekleri
anlatılmalıdır. Bu son kuraklık
olaylarının sürmesi ve yaz
kuraklığı ile birleşmesi
durumunda, Güney Marmara’da
Kuzey Ege’de Türkiye’nin tahıl
SAYI 52
Önümüzdeki aylarda
Türkiye’nin büyük
bölümünde ciddi tarımsal
ve içme suyu sıkıntısı
baş gösterebilir.
ambarı özelliğini taşıyan İç
Anadolu Bölgesi’nde (özellikle
Konya Ovası’nda) ve orta-doğu
Akdeniz bölümlerinde, önemli
tarımsal rekolte düşüşleri
ve ekonomik kayıpların ortaya
çıkabileceği göz önünde
tutulmalıdır. Kısıtlı olan su
kaynakları söz konusuyken su
kullanımında oluşan kayıpların
en aza düşürülmesi, sulama
yöntemlerinin buna bağlı olarak
modernize edilmesi, bitki
deseninin mevcut su kaynakları
dikkate alınarak seçilmesi,
Türkiye’nin 25 havzası için
havza yönetim planlarının
mevcut ve olası iklim değişimi
etkileri dikkate alınacak şekilde
oluşturularak acilen
uygulamaya konulması
gerekmektedir.
47
ODTÜLÜ
dosya
Başka Bir Enerji
Mümkün mü?
ODTÜ Mezunları Derneği bünyesinde kurulan Sürdürülebilir Enerji Komisyonu,
enerji başlığı altındaki farklı görüşleri bir araya getiriyor ve hayati önemde bir
soru soruyor: Nasıl bir enerji? Komisyon Başkanı Murat Orhan Baybars ve iki üyesi
Arif Güner ile Belit Karelit, hem komisyonu hem de enerji yolculuğumuzu anlattı.
K
omisyon nasıl
kuruldu?
Murat Orhan
Baybars: Komisyon dernek
bünyesinde sürdürülebilir
enerji kaynak çeşitliliği, çevre
etkileri, enerji verimliliği,
enerji arz güvenliği, enerji
piyasası, enerji politikaları
ve stratejileri konularında
çalışmaları yürütmek üzere
kuruldu. Özelikle enerji
sektöründe çalışan arkadaşlar
komisyona üye oluyor.
Komisyondaki arkadaşların
çağrıları neticesinde
veya duyarak katılım
sağlanabiliyor. Komisyondaki
üyelerin meslek faaliyetleri
çok çeşitlilik göstermesine
rağmen, genellikle enerji
dalında çalışan arkadaşlar
ilgi gösteriyorlar ve bir araya
geliyorlar.
Komisyon uluslararası
konferanslar düzenleyen ve
enerji politikaları üzerine söz
üreten bir yapı değil mi? Bir
tür “think tank” kuruluşu gibi
faaliyet gösteriyorsunuz...
48
BAŞKA BIR ENERJI MÜMKÜN MÜ?
Murat Orhan Baybars:
Komisyonun amacı içinde
ülke ve dünya gündeminin
ilk sıralarında yer alan enerji
ve arz güvenliği konularında
ODTÜ Mezunlar Derneği
üyelerinden sektörde deneyimli
uzman, bilim adamı, bürokrat
ve teknokratları bir araya
getirerek kamuoyuna ve başta
ODTÜ öğrencileri olmak üzere
gelecek kuşaklara bilgi
ve tecrübe aktarmak.
Arif Güner: “Think tank” çok
doğru bir tespit bence. Çünkü
gerçekten komisyon üyeleri
arasında Türkiye’nin enerji
politikalarının ve sektörün
en üst düzey yöneticilerinden
oluşan çok ciddi bir grup bu.
Sektörden katılan genç, yeni
arkadaşlarımız da enerjinin
sadece mühendislik alanından
değil, hukuki, finansal
boyutları dahil her alanından
arkadaşlarımız.
Bu alanları kapsayan çok
yetkin, bir kısmı sektörde
duayen olarak bilinen,
bir kısmı da bu konuda çok
ciddi emeği olan ve çok ciddi
projelerde yer almış, masanın
her tarafına oturmuş çok ciddi
bir birikimimiz var. Enerji
Bakanı’nın bile dikkatini
çektik ve toplantımıza
katıldı. Birçok eski teknokrat,
bürokrat ilgi duydu ve bizimle
tanışmak, konuşmak istedi.
Bizler tam da bir “think tank”
grubuyuz diyebiliriz.
Beril Karelit: Bu komisyonda
pek çok farklı görüş bir arada
ve komisyon kendine ait bir
görüş belirtmiyor;
daha çok, bu görüşleri ve farklı
birikimleri buluşturuyoruz.
Mimar farklı bakıyor, elektrik
mühendisi farklı bakıyor,
makine mühendisi farklı
bakıyor. Onlar farklı baktıkları
için de, örneğin ben bir jeoloji
mühendisi olarak daha fazla
şey öğrenebiliyorum.
Buraya çok ciddi bir emek
ve zaman ayırıyorsunuz.
Ve bunu gönüllü olarak
yapıyorsunuz.
Murat Orhan Baybars:
Komisyona kendi birikimimizi
aktardığımız kadar, oradan
farklı bilgileri de alıyoruz.
Enerjinin her çeşidi ve alanı
konuşuluyor. Yani gazdan
rüzgara, rüzgardan güneşe,
güneşten hidrolara, aklınıza
gelebilecek her şey. Hem
onlar konuşuluyor, hem de
bunların yapım yöntemleri,
makineleri, ekipmanları,
fiyatlamalar… Bu birikimin
paylaşılıyor olması komisyonu
bir cazibe merkezi haline
getiriyor. Kişiler kendi spesifik
alanlarının dışında da yer alan
SAYI 52
konuları en yetkili ağızlardan
öğrenmek ve görüşlerini
paylaşmak imkânı buluyorlar.
Bunlar komisyonun
haftalık toplantılarının
içinde yaşananlar. Bir de,
komisyonumuz bir dönem
içerisinde 6-7 kez panel
düzenliyor. Bu panellere de
dışardan ya da içimizden
belli konularda izleyicileri
ve Türkiye’yi aydınlatmak
üzere konular seçiliyor. Ayrıca
nadiren yayınlarımız da
oluyor.
Soldan Sağa:
Komisyon üyeleri
Arif Güner,
Beril Karelit ve
Komisyon Başkanı
Murat Orhan
Baybars.
Peki verimli enerji kullanımı
derken neyi kastediyoruz?
İnsanın doğadaki enerjiyi
artı değer yaratmak üzere
hakimiyetine alması nasıl
oldu ve nereye doğru ilerliyor?
Arif Güner: Temelde güzel
bir soru ama cevabı zor. Bu
konu üzerine farklı bağlamlar
kurulabilir, ben kişisel
görüşümü aktaracağım.
Enerji, insanoğlunun
hem kendini hem doğayı
dönüştürdüğü ve küçük
bir enerji kaynağıyla
49
ODTÜLÜ
dosya
dünyadaki bütün iktidar
manüplasyonlarını sağladığı,
çok temel bir etken.
Savaşların da nedeni.
Ben, çok fazla enerji yerine,
enerjinin gerektiği kadar
kullanılmasından ve
mümkünse doğayla uyumlu,
çevreci ve daha temiz enerji
kaynaklarından yanayım.
Yani yeşil çevre, yeşil şehir,
yeşil ulaşım gibi olabildiğince
doğayla uyumlu olmalı.
Ve doğayı tahakküm altına
almayan enerji kullanımı
bence çok kritik. Yenilenebilir
enerji, yapılan bütün kentlerin
dönüşümü, yeşil şehir veya
sürdürülebilir şehirler nasıl
olur gibi başlıklarda tartışmayı
başlatabilirsek, Fukuşima
gibi, Çernobil gibi, Three
Mile Island gibi, insanlara
kabuslar ve korkular yaşatan
ve binlerce insanın hayatına
mal olan enerji tercihleri
yerine daha az enerji kullanan,
yerel, doğal, ölçeği küçük,
sürdürülebilir bir enerji
dönüşümü de konuşulacak.
50
Yol ayrımındayız. Ya sonsuz
enerjimiz var diyerek
insanoğlu her türlü şeyi
yok edecek, kendisi de bu
sürecin içinde yer alacak.
Ya da insanlık geriye dönüp
bakarak daha doğayla uyumlu,
enerjisini doğadan aldığı ve
bir takım geriye
döndüremeyeceği risklerini
öngörüp, bertaraf ettiği bir
sisteme yönelecek. Bu politik
bir soru. Ve iki taraflı cevabı
var. Dünyada ne pahasına
olursa olsun daha çok gelişme,
büyüme, rant isteyen kapitalist
mantıkta dünyayı ve doğayı
da sömüren, onu özneden
nesneye dönüştüren bir bakış
var. Bir yanda da daha doğayla
uyumlu, gelecek nesilleri de
öngören ve gözeten doğru ve
gereken enerjiyi benimsemek
var. “Niçin enerji”, “nasıl
enerji”yi sorgulayıp ihtiyaca
göre yeni bir enerji ahlâkını,
yeni bir modeli, yeni bir enerji
planlamasını içeren yeşil bir
ekonomi de olabilir bu.
Yani insanın ihtiyacı olan
enerjiyi tanımlamak, aynı
zamanda başka birtakım
perspektifleri de tanımlamak
anlamına geliyor.
Murat Orhan Baybars:
Kesinlikle. Bütün kaynakların
kullanımıyla ilgili bu durum.
Su için de geçerli, hepsi için
geçerli bir yaklaşım
ve model. Ben, insandan
ve insan çıkarından yanayım.
İnsan enerjiyle ilk kez ateşin
keşfiyle tanıştı. Barınma,
ısınma ve bir şeyler yapma
ihtiyaçlarını giderdi.
BAŞKA BIR ENERJI MÜMKÜN MÜ?
“Nükleerin en
kötü hediyesi,
nasıl kontrol
edileceği
bilinmeyen
atıklardır.
Bizim gelecek
nesillere
böyle bir
hediye
bırakma
hakkımız
yoktur.”
Medeniyet geliştiğinde de
doğada bulabildiklerini
kullanmaya başladı.
Derken endüstri devrimine
geldiğimizde buharlı
makinenin icadı kömürün,
fosil yakıtın kullanımını çok
yaygınlaştırdı. Ardından
otomotiv sektöründeki
gelişmeler, petrolün
çıkarılmasını ve kullanımını
yaygınlaştırdı. Ve biz bu fosil
yakıtları sürdürülebilir enerji
kategorisine koymuyoruz.
Çünkü bunları yerine koymak
mümkün değil. Bunlar gittikçe
tükeniyorlar. Doğalgaz da
buna dahil. Fosil yakıtların
kullanımından dolayı dünyada
karbon emisyonlarının
artmasıyla sera etkisi ile
karşılaştık. Dünyada hâlâ
delicesine fosil yakıtlar
kullanılıyor. Tüketilene
kadar da kullanılacağını
düşünüyoruz.
Ama buna mukabil
sürdürülebilir kaynaklar da
popülaritesini artırmaya
başladı. Nedeni fosil
kaynakların azalmaya
başlaması. Sürdürülebilirlerin
içinde yeniden yerine
konabilir bu potansiyeller
hidroelektrik santraller, güneş
enerjisi ve rüzgardır diyelim.
Nükleer de çok “sevimli”
bir yakıt olmasına rağmen,
atıklarının sonsuza kadar
muhafaza edilmesi gerekliliği
var. Yani 100 yıl mı, 100 bin
yıl mı belli değil. Nükleerin en
kötü hediyesi, gelecek nesillere
nasıl kontrol edeceğini
bilmediği, nasıl saklayacağını
bilmediği atıklardır. Bizim
gelecek nesillere böyle bir
hediye bırakma hakkımız
yoktur. O yüzden karşıyım.
Arif Güner: Bir nükleer
santralden elde edilen
elektrikle de çayınızı 100
derecede ısıtabilirsiniz,
pilden, güneşten ya da sudan
veya başka bir kaynaktan da.
O zaman biz bu riskleri niye
üstleniyoruz? Bunu başka
bir şekilde halledeceksek
veya başka basit ve risksiz
yöntemlerle daha ucuza
ve bu tür korkular olmadan...
Ve suçsuz günahsız binlerce
kişiyi, o bölgede yaşayan
canlıları etkileyecek bir şeye
nasıl ve niye karar veririz?
Bence temel soru bu. İkilem
bu dünyada: Bunu isteyenler
ve istemeyenler. Bence
istemeyenler doğru. Dünya
yeni bir yol haritası, yeni
bir başlangıca doğru gidiyor
diye umut ediyorum. Böyle
olmasını da istiyorum. Ama
bu temel bir soru, henüz
çözülmemiş bir soru.
Bu noktada aramızdaki
jeoloji mühendisine
soralım. Biz bu yerküreyi,
yerküredeki kaynakları nasıl
kullanıyoruz?
Beril Karelit: Sonuçta tüm
kaynakların en başında güneş
var. Bütün bu enerjilerin
sağlanabilmesi için güneş
olması lazım. Bir bu kaynak
var. Bunun dışında yerkürede
kullandığımız sürdürülebilir
bir kaynak daha var, jeotermal.
Bundan hiç bahsetmedik.
Onun da sürdürülebilirliği
ve Türkiye’de büyük bir
potansiyeli var. Petrol,
doğalgaz, kömür gibi
fosil yakıtların biteceğini
biliyoruz. Bunlar sonuçta
sınırlı. Buna göre önlemler
alınmaya çalışılıyor. Daha
çok yenilenebilir enerji
kaynaklarına yatırım yapmaya
çalışılıyor. Bu konuda teknoloji
geliştirilmeye çalışılıyor.
Biz yer küremizi sanayi
devriminden sonra pek iyi
kullanamadık. Nüfusumuz
çok fazla arttı. Kaynaklarımız
sınırlı. Kaynaklar sınırlı
olduğundan, nüfus
arttıkça da savaşlar olmaya
başladı. Kaynaklarımızı
iyi kullanamadığımız
için çevremizi kirletmeye
başladık. Suyumuz da sıkıntı
SAYI 52
çıkarmaya başlayacak.
Enerji politikasında doğru
şekilde ilerlersek, daha
çok yenilenebilir, temiz
enerjiye doğru yönelirsek,
var olan santralleri bir anda
kapatamayız ama bunları
daha verimli kullanmaya
başlarsak daha çok enerji
üretiriz. Daha çok enerji
üretmek demek, çevreyi
temizlemek için de bir fırsat
demektir. Mesela ileride temiz
su istiyorsak yine enerjiye
ihtiyaç duyuyoruz. Onu
temizlememiz ve rehabilite
etmemiz ya da yer altındaki
suları çekmemiz de enerji
demek. Bu yüzden enerjiyi
doğru kullanmamız gerekiyor.
Bu şekilde çevremize de katkı
sunarız. Yani yaptığımızı
geri döndürmemizin yolu da
enerjiden geçiyor.
51
ODTÜLÜ
dosya
Kir
X Yazı
ÜMIT ŞAHIN
Sabancı Üniversitesi İstanbul
Politikalar Merkezi, Dr.
52
Issız bir radyoaktif mezarlık haline gelmiş cennet
görünümlü bir mercan adasıyla, lağım ve çöp
birikintileriyle dolu bir Ortaçağ kenti arasında bir fark
olmadığı, hatta birincisinin çok daha kirli ve tehlikeli
olduğu gerçeği, insanın doğaya olan müdahalesinin,
kirlilik algısının değişmesine imkân tanımayacak kadar
yüksek bir hızda gelişmesi nedeniyle anlaşılamaz bir
fenomen olarak kalıyor.
KIR
O
n yedinci yüzyılda Paris “korkunç
ve çok kötü kokan bir yer” olarak
tanımlanıyordu. “On sekizinci yüzyıl
Paris’inde Tuileries’deki bir dizi porsukağacı
açık hava tuvaleti olarak kullanılıyordu... Kent
sokakları hayvan dışkıları, hayvan leşleri,
süprüntüler ve kasapların kestiği hayvanların
artıklarıyla doluydu. On dördüncü yüzyılda
Paris’te yılda ortalama 300.000 hayvan
kesiliyor, bu hayvanların yenmeyen kısımları
ve iskeletleri ise sokaklarda ve derelerde
çürümeye bırakılıyordu.”1
Pasifik okyanusunun ortasında, Marshall
adalarının kuzeyindeki mercan adalarından
Bikini atolü. Derin bir okyanusla çevrili,
ortasında mavi yeşil bir lagün bulunan,
Hindistan cevizi, papaya ve ekmek ağaçlarının
süslediği ıssız bir kumsal... ABD, Bikini
atolünde 1946 ile 1958 arasında 23 nükleer
silah denemesi yaptı. Hiroşima ve Nagazaki’ye
atılanların bin katı büyüklükteki bir dizi atom
ve hidrojen bombası yerin üstünde, havada
ve suyun dibinde patlatıldı. Bikini halkı
sürüldü. Kumsalın, lagünün ve ağaçların her
bir noktası sezyum 137 partikülleriyle ve sayısız
radyoaktif elementle sonsuza dek yıkandı.2
Hangisi daha kirli?
Neyin temiz, neyin kirli olduğuna bilim değil,
kültür karar veriyor. Dini kurallar, yasaklar,
tabular ve estetik yargıları; duyularımızın nasıl
şekillendiğini; neyin kabul edilebilir, neyin
edilemez olduğuna dair yasaları tarih veya
deneyimler belirliyor.
Kısa yoldan söyleyecek olursak, sanayi
uygarlığı, biyolojik atıkların hakim olduğu o
eski ve “kirli” dünyayı, kimyasal ve radyoaktif
atıkların sinsice kapladığı “daha temiz” bir yer
haline getirmiş bulunuyor. Çevrenin temiz
olması hâlâ bu yüzden hijyen olarak
anlaşılıyor. Partikül maddeler ve kükürt
dioksitten oluşan nefes alması zor bir hava
kirliliğiyle başetmeyi başaran Batı uygarlığı,
gözle görülmeyen, kokusu olmayan, sağlığı da
doğrudan etkilemeyen karbon dioksitin yine
Kısa yoldan söyleyecek olursak,
sanayi uygarlığı, biyolojik
atıkların hakim olduğu o eski
ve “kirli” dünyayı, kimyasal
ve radyoaktif atıkların sinsice
kapladığı “daha temiz” bir yer
haline getirmiş bulunuyor.
aynı fosil yakıtların yanması sonucunda
atmosferi doldurup küresel iklimi kendi
kurduğu uygarlığı yok edecek düzeyde
değiştirmesi gerçeği karşısında çaresiz kalıyor.
Yediği gıdalarda ve içtiği suda mikrobik
kirliliği önleyip en azından ishalli
hastalıklardan kaynaklanan ölümleri azaltan
sanayi toplumları, aynı gıdaların genetiğini
değiştirip, kimyasal zehirler, hormonlar ve
ilaçlarla doldurarak kronik hastalıkların ve
kanserin salgın haline gelmesine neden
oluyor. Kötü kokan, sevimsiz ve tehlikeli
fabrika atıkları atık yakma tesislerinde
yakılıp, bacadan da dünyanın en kanserojen
kalıcı organik kirleticisi olan dioksin
atmosfere salınarak sanayi atıkları sorunu
“çözülmüş” oluyor.
Ama tam da algımızı belirleyen şey “kültür”
olduğu için, bizim için hâlâ ilk tablo
“kirli”dir. Kimyasal birer zehir olan temizlik
malzemelerinin o “pisliği” gözümüzün
önünden kaldırıp hijyen sağlaması aslında
yeterlidir. İnsanlığın bu “kir” algısıyla,
iklim değişikliğinin, kimyasal ve radyoaktif
felaketin tek kaynağı olan sanayi uygarlığının
sorumluluğunu kavraması pek mümkün
değildir.
Çevre “kirliliğine” karşı mücadele etmek
için, bilimin öncülüğünde yola çıkan çevre
hareketlerinin, ekolojik kriz karşısındaki nihai
başarısızlığının bir nedeni de belki budur.
SAYI 52
1 Clive Ponting,
Dünyanın Yeşil
Tarihi: Çevre ve
Uygarlıkların
Çöküşü. Çeviren:
Ayşe BaşcıSander, Sabancı
Üniversitesi,
İstanbul, 2000.
2 Michon
Mackedon,
Bombast: Spinning
Atoms in the
Desert, Black Rock
Institute Press,
Reno, 2010.
53
ODTÜLÜ
dosya
Türkiye’nin En
İyi Uygulama
Örneği
ODTÜ’den
ODTÜ TEKNOKENT Membran
Arıtma Tesisi, Rio+20,
Sürdürülebilir Kalkınma
ve Yeşil Ekonomi Türkiye
Raporu için seçilen en iyi
uygulama örneği oldu.
Tesis, geleceğin önemli
sorunlarından biri olan
temiz su temini için önemli
bir örnek.
X Yazı
PROF. DR. CELAL F. GÖKÇAY
ODTÜ Çevre Mühendisliği
Öğretim Üyesi
54
D
ünya nüfusu 7 milyar kişiyi geçerken,
içme suyu kaynakları üzerindeki
en önemli baskı kentleşme olgusu.
Birleşmiş Milletler kentleşme verileri
ve kestirimlerine göre 2006 yılında dünya
kentleşme oranı %50 iken 2025 yılında
%55; 2050 yılında ise %70 civarına çıkacak.1
Ülkemizde kentleşme oranı’nın 1960 yılında
% 33.3 iken, 2000 yılında % 71.4’ü bulduğu
bildiriliyor.2 Kentleşme ülkemizde dünya
ortalamasının da üzerinde. Büyüyen ve
kalabalıklaşan kentlerin su temini ise, başlı
başına bir sorun teşkil ediyor. Suların sadece
bir kez kullanıldığı yirminci asrın doğrusal
teknolojilerinin terk edilerek yerlerini kapalı
döngü sistemlere bırakma gereği ortada. Kapalı
döngü sistemler ile büyük şehirlere sonsuz
kaynak sağlanabilecek.
ODTÜ’de atıksuların arıtıldıktan sonra
sulamada kullanılmaları 1960’lara kadar gidiyor.
Yerleşke kurulurken kuzeyde arıtma lagünleri de
eşzamanlı olarak kuruldu. O yıllarda amaçlanan,
birkaç bin olan ODTÜ nüfusunun atıksularının
arıtılarak kavaklık alanın sulanmasında
kullanmaktı. Atıksu kalitesinin iyileşmemesi
ve belediye kanalizasyonunun yerleşkeye
ulaşmasıyla birlikte lagün sistemi terk edilmiş
TÜRKIYE’NIN EN İYI UYGULAMA ÖRNEĞI ODTÜ’DEN
ve bu arazi ODTÜ TEKNOKENT’e gelişim alanı
olarak tahsis edilmişti.
ODTÜ TEKNOKENT VRM Tesisi’ni 2004
yılı Mayıs ayında Berlin Teknik Üniversitesi
(TUB) İnşaat ve Çevre Mühendisliği Bölümü
öğretim üyesi Prof. Dr. Werner Hegemann
ile bir araştırma projesi çerçevesinde lagün
sisteminin sınırları içinde kurmaya başladık.
Projeye Alman HUBER A.G. gerekli ekipmanı
hibe etmek suretiyle taraf oldu. 2004 yılı Eylül
ayı itibariyle imalat ve montaj işlerine başlandı
ve üç buçuk ay kadar süren montaj işlerinden
sonra tesis ASKİ Arıtma Tesisi’nden temin
edilen biyolojik çamur ile birlikte işletmeye
alındı. Resmi açılış 6 Haziran 2005 tarihinde
bir seremoni ile yapıldı.
VRM tesisi, bugün saatte yaklaşık 10 m3
evsel atıksuyu arıtacak kapasitede. Tasarım
akısı 15 L/m2/saat olmasına karşın kolaylıkla
yapabildiği akı 11-12 L/m2/saat civarında. Günde
arıtılan atıksu miktarı 200 m3 civarında olup,
bu debi yaklaşık 2000 kişilik nüfusa eşdeğer.
Tesisten çıkan su, içme suyu görünümünde
olup bulanıklık değerleri daima 2 NTU
altında. Atıksular tesisten sterile yakın çıkıyor
ve doğrudan sulamada veya içme dışında
kullanılabilecek nitelikte. Giriş Koli Basili
sayısı 108-1010 /100 mL kabul edilecek olursa
bakteri arıtım verimi %99.999999 civarında.
Yine atıksudaki organiklerin bir ifadesi olan
Kimyasal Oksijen İhtiyacı (KOİ) değeri % 97
üzerinde arıtılıyor.
MBR Tesisi atıksularının ODTÜ’de geri
kullanım uygulaması
2005 yılında devreye alınan VRM tesisi bugüne
değin, birkaç arıza dışında, aralıksız çalıştı.
Önceleri bir araştırma tesisi olarak başlatılan
VRM tesisi sonraları kış aylarında boşa akan
suların toplanması için biriktirme yapılarının
ve sulama sisteminin tamamlanmasıyla
birlikte TEKNOKENT’in sulama ihtiyacını
karşılar hale geldi. Tesis, ODTÜ TEKNOKENT
işletmesi için açık alan çim sulamasında çok
ekonomik bir çözüm oluşturdu.
Tesiste atıksudan 1 m3 sulama suyunun
hazırlanması 1,15 TL civarına mal olmaktadır.
Statüsü icabı Ankara Belediyesi’nden m3 başına
7.2 TL ödeyerek endüstri tarifesi üzerinden
su satın almakta olan ODTÜ TEKNOKENT
idaresi, VRM tesisi sayesinde m3 başına 5 TL
üzerinde tasarruf ediyor. İdarenin yıllık su
tasarrufu 50 000 m3 ‘ü geçiyor ve yılda 200.000
TL üzerinde maddi tasarruf sağlanıyor.
ODTÜ TEKNOKENT idaresi açık alan çim
sulamanın yanı sıra gelecekte inşa edilecek
ofis bloklarında da arıtılmış suları tuvaletlerde
kullanmayı düşünüyor.
ODTÜ VRM
tesisi membran
teknolojisinin
gelecekte
kentlerde
karşılaşılacak su
sıkıntılarının önüne
geçmek için uygun
teknoloji olduğunu
kanıtladı.
ODTÜ-VRM Tesisi işletmeye alındığı 2005
yılında Türkiye’deki gerçek boyuttaki ilk
uygulamaydı. Tesis yaklaşık iki yıl sonra
Bodrum Konacık Belediye Başkanı tarafından
ziyaret edildi ve ODTÜ Tesisinden etkilenen
başkan daha sonra kendi beldesi için bir
membran tesisi kurdurarak 2010 yılında
işletmeye aldı. Bugüne değin bir doktora ve beş
y. lisans tezinin yapıldığı tesiste her yıl 6-10
lisans öğrencisi yaz stajlarını yaptı.
ODTÜ VRM tesisi membran teknolojisinin
gelecekte kentlerde karşılaşılacak su
sıkıntılarının önüne geçmek için uygun teknoloji
olduğunu kanıtladı. Ülke ve dünya genelinde
yaygın uygulamada karşılaşılacak darboğaz ise
yetişmiş eleman eksikliği ile ucuz ve güvenilir
membran temini zorluğundan kaynaklanıyor.
SAYI 52
1-2 Turkey’s
Sustainable
Devolopment
Report Claiming the
Future 2012, Ankara,
Haziran 2012.
(http://git.ac/ASXPp)
55
ODTÜLÜ
dosya
Yer Sistem
Bilimleri çok geniş
bir yelpazede
disiplinlerarası
bir yapıyı içeriyor.
ODTÜ YER SISTEM BILIMLERI PROGRAMI
Yerküreye Bütüncül
Bir Yaklaşım
Gezegenimizin hal-i pür melaline baktığımızda, önümüzdeki acil meselelerin tek
tek ele alınamayacağı ve bütüncül bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğunu görmek
mümkün. ODTÜ, Türkiye’de ilk defa 22 disiplini bir araya getirerek açtığı yüksek
lisans ve doktora programında bu bütüncül yaklaşıma fırsat veriyor. Programı,
Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ayşen Yılmaz ile konuştuk.
56
YERKÜREYE BÜTÜNCÜL BIR YAKLAŞIM: ODTÜ YER SISTEM BILIMLERI PROGRAMI
Ayşen Hocam, siz Kimya Bölümü mezunusunuz,
Oşinografi ile ve ardından Yer Sistem Bilimleri
ile yolunuz nasıl kesişti?
1979, Hacettepe Üniversitesi Kimya Bölümü
mezunuyum. Kimya Bölümü’nde İngiliz profesör
bir hocamız vardı, kuantum kimyası dersini
veren. Çok ağır, zor bir ders. Fakat bu kadar derin
bir konuyu bize sevdirerek öğretebilen gerçekten
muazzam bir insandı, geçen ay da kaybettik.
Profesör Alec Gaines. O, Hacettepe’den ayrılıp
ODTÜ’nün Erdemli Deniz Bilimleri Enstitüsü’nün
kuruluşunda yer almış ve sonrasında da öğretim
üyesi olarak çalışmıştı. Erdemli’ye gittiğinde
bizi de çağırdı. Biz, ilk öğrencileri sayılırız. Ben
orada devam ettim. Master ve doktoramı aldım.
Deniz bilimleri çok zevkli, heyecan verici bir
alan. Her çalışmada, her araştırmada, her saha
çalışmasında heyecanla, hevesle ve uyumadan
çalışıyorsunuz. Erdemli’de 25 sene kaldık.
Ardından eşimle birlikte, kızlarımızın
eğitimini de düşünerek Ankara’ya geldik.
O sıralarda burada Yer Sistem Bilimleri’nin
açılacağı konuşuluyordu. Oşinografi, iklim
bilimleri ile çok bağlıdır. 2 ilke vardır: Denizler
iklimi regüle eder, iklim de denizleri. Buradaki
bölümü tam olarak 2010’da kurduk ve böylece,
Ankara’ya geldik. Ama benim kadrom hâlâ
Erdemli’dedir. Çok sık gidip geliyorum. Projeler
devam ediyor, öğrencilerim var.
Yer Sistem Bilimleri derken tam olarak neden
bahsediyoruz?
Doğadaki tüm bileşenlerden bahsediyoruz.
Su kütle, hava kütle, atmosfer, yer, buzullar
ve biyolojik çevre, biyolojik kütle ve tabii insan da
işin içine giriyor. Bu küresel bileşenler daha önce
birlikte düşünülmüyordu. Halbuki, örneğin insan,
önemli bir faktör olarak direkt işin içindedir.
Hem doğadan etkilenir, hem kötü ve iyi yönde
doğayı etkiler. Çok disiplinli olmayan bölümler işi
sadece bir yanından tutar. Oysaki ele aldığı alanla
ilgili belki 20-25 bileşen var. Mesela kirletilen
bir alanda toplum artık yaşayamıyor. Bir yerden
bir yere göç oluyor. Böylelikle sosyolojinin de
işin içinde olduğu bir meseleden bahseder hale
geliyoruz. Kuraklık, susuzluk oluyor, tarımda o
sene çok etkili üretim olmuyor, bir bakıyorsunuz
gıda fiyatları birden artıyor. Düşündük ki bunların
hepsi birbiriyle etkileşen durumlar ve doğa
problemlerinin çözüm süreçlerinde mutlaka
strateji geliştiren, planlama yapan karar vericiler
ve ekonomistler de olmalı. Bölüm kurulurken,
böyle bir interdisipliner program olacağı
söylenerek farklı bölümlere katkı çağrısı yapıldı.
22 bölümden, biz bu bölümle direk bağlantılıyız,
şu yönden katkı veririz diyerek toplantılara
gelmeye başladılar. 3 sene boyunca hemen hemen
her hafta toplanarak dersler tasarlandı, vizyon
misyon belirlendi.
“Sürdürülebilir
kalkınma
bağlamında
ihtiyaca
yönelik olarak
doğal kaynak
kullanımı ile
çevre arasındaki
hassas dengenin
sağlanması bir
zorunluluk.”
Bu program, Yer Sistemi’nin daha yakından
anlaşılmasına, bazı bilinmeyen yönlerinin
keşfedilmesi için geçmiş ve geleceğe yönelik
değerlendirmelerin yapılmasına, karmaşık
süreçlerin incelenmesine, meydana gelen iklim
ve çevre değişikliğinin insan ve diğer canlılar
üzerindeki etkilerinin araştırılmasına yönelik
bir program. Yer Sistem Bilimleri çok geniş
bir yelpazede madde ve malzeme, süreçler,
yerkürenin değişimi ve evrimi konularında
atmosfer, karasal alanlar, okyanuslar, denizler
ve göller ile biyolojik çevrenin birbiri ile ilişkisini
ve etkileşimini inceleyen geniş bir disiplinlerarası
yapıyı içeriyor.
Sürdürülebilir kalkınma bağlamında ihtiyaca
yönelik olarak doğal kaynak kullanımı ile
çevre arasındaki hassas dengenin sağlanması
bir zorunluluk. Bunun için de artan talep
doğrultusunda ulusal, bölgesel ve küresel bazda
Yer Sistem Bilimleri’nde yapılan uygulamalı
SAYI 52
57
ODTÜLÜ
dosya
araştırmalarda ve çalışmalarda yetişmiş insan
gücüne büyük bir gereksinim var. Bu gereksinime
katkıda bulunmak ve Yer Sistemi konusunda
araştırmalar/çalışmalar yapmak amacıyla bu
lisansüstü program oluşturuldu.
Program, başta ODTÜ Çevre, Jeoloji, İnşaat,
Havacılık ve Uzay, Endüstri ve Kimya
Mühendisliği Bölümleri ile Mühendislik Bilimleri,
Biyoloji, Kimya, Fizik, İstatistik, Şehir ve Bölge
Planlama, İşletme, Ekonomi, Uluslararası
İlişkiler, Felsefe Bölümleri, Deniz Bilimleri
Enstitüsü ve Fen Bilimleri Enstitüsü’nde yer alan
lisans ve lisansüstü programların destekleri
ve disiplinlerarası sinerjinin gücü ile ortaya çıktı.
Akademide bu türden interdisipliner çalışma
alanlarının oluşmasına çok fazla örnek var mı?
Örnekleri uluslararası platformlarda var. Çok
önceden başladı. Hatta böyle ayrı ayrı kurulmuş
spesifik bilimleri birleştirmeye başladılar birçok
üniversitede. Tabii o üniversite örneklerini de
inceledik. 17-18 üniversite örneğini inceledik.
Türkiye’de ise çok örnek yok. Belki 1-2 disiplinin
birleştiği programlar var. Ama bu kadar çok
disiplinin birleştiği bir program yok.
Bu ihtiyacı doğuran şey nedir?
İhtiyaç konunun kendisinden doğuyor. Tek
tek ele alarak çözülemiyor ve bütüncül bir
yaklaşımla sorunlara bakmak gerekiyor. Genelde
araştırmalarda tez yapan öğrenciler bir hocayla
çalışırlar, belli dersleri alırlar. Seçmeli belki 1-2
ders alırlar. Biz öğrencilerimizin bütün derslerini
farklı alanlardan almalarını, farklı hocalarla
çalışmalarını istiyoruz. Diyelim biyolojiden
mezun olan biri makro-mikro ekonomi
arkasından planlama okuyor. Öğrencilerimiz
başta biraz zorlandı, ancak çok ciddi ilerleme
kaydettiler. Bizim hedefimizdeki öğrenci sayısını
çok rahat yakaladık hatta başvuruların yarısını
alamıyoruz, zira çok talep var.
Bölümün amacı nedir?
Özellikle iklim değişikliği bağlantılı bir doğa
problemine bütüncül bir yaklaşımla bakıp,
ona çözüm üretmek ve ileriye dönük planlama
yapmak, strateji geliştirmek.
Program çerçevesinde çok ilginç alanlarda
araştırmalar yapılıyor ve bu listeye web
sitemizden ulaşılabiliyor.
Öğrencilerimizin yaklaşık %80’i çalışıyor.
Kamuda, sivil toplum örgütlerinde, üniversitede,
özel sektörde çalışan, kendi firması olan
öğrencilerimiz var. Mesela karbon ticareti üzerine
bir firma kurmuş, 37-38 yaşlarında. Biri ben bu
konuda kendimi geliştirmek istiyorum diyor
ve doktoraya başlıyor. Hocalık aynı zamanda
öğrenciliktir, öğrencilerimizden çok şey öğreniriz.
Programımızdaki öğrenci çeşitliliği farklı
katmanlardan birikimlerin de karşılaşmasına
ve karşılıklı öğrenmeye katkıda bulunuyor.
Programın hedefleri
•Yer sisteminde yaşamı doğrudan etkileyecek, örneğin küresel ısınma ve iklim değişikliği, doğal
kaynakların kullanımı ve tükenmesi, çevrenin tahrip edilmesi, biyoçeşitliliğin azalması gibi
konularda araştırma ve çalışma yapacak olan kişilerin eğitimi ile bu alanda gerekli insan
kaynaklarının yaratılması,
•Yer sisteminde doğal ve insan kaynaklı sistemlerin etkileşimini anlamak ve değerlendirmek üzere
disiplinlerarası yaklaşımı destekleyen akademik platformun oluşturulması,
•Geçmiş ve günümüzdeki iklim değişimlerinin araştırılması ile geleceğe yönelik tahmin
modellerinin geliştirilmesi,
•Ani iklim değişiklikleri, doğal afetler yaşanması durumunda analitik düşünce yaklaşımıyla
problem çözmeye yönelik strateji geliştirilmesi, karar verme mekanizmalarının işlevselliği
ve planlama konularında çalışmalar yapılması,
•Yer sistemi ve çevresel problemler konularında ekonomi politikalarının geliştirilmesi üzerine
çalışmaların yapılması.
58
YERKÜREYE BÜTÜNCÜL BIR YAKLAŞIM: ODTÜ YER SISTEM BILIMLERI PROGRAMI
ODTÜLÜ
dosya
Bir Yerleşkeden
Çok Daha Fazlası
Modern Türkiye’nin ilk üniversite yerleşkesi ODTÜ, 1961’den bu yana devam eden
eşsiz ağaçlandırma programı, atık projeleri ve çevresi ile uyumlu mimarisi ile
sadece bir üniversite kampusu değil, başkentin sert iklimini bile yumuşatabilen/
dönüştürebilen, her gün yenilenen, vizyoner bir proje.
60
BIR YERLEŞKEDEN ÇOK DAHA FAZLASI
ODTÜ 1995 yılında
Ağa Han Mimarlık
Ödülü’nü almaya
hak kazandı.
O
DTÜ 1956 yılında
kurulacağı zaman biri
kentin içinde biri de
40 km kadar dışında iki alan
seçeneği vardı. ODTÜ Rektörü
Kemal Kurdaş, kadim
ormanların nicedir filiz verdiği
ikinci alanı seçti. Kent ikliminin
ağaçları olmadan asla
yumuşamayacağı bilgisi ile
büyümüş bir İstanbullu olan
Kurdaş, yeni Türkiye’nin
başkentinin ağaçtan yoksun
manzarası ile şok geçirmişti.
ODTÜ’nün kurulacağı alanı
seçerken de iki amacı vardı:
Başkentin sert iklimini
değiştirmek ve Eymir Gölü
çevresini tüm bölge için bir
tazelenme alanı haline
getirmek. Bu iki iddialı hedefle
başlayan ODTÜ Kampusu, 1995
yılına gelindiğinde bozkırın ve
ormanın bir arada bulunduğu,
farklı yaşam ortamlarını
barındıran ve tüm doğal
varlıkların kampus hayatının
bir parçası olarak görüldüğü
yerleşkesi ile Ağa Han Mimarlık
Ödülü’nü almaya hak kazandı.
ODTÜ, 58 yıldır bu bakışla
projeler üretmeye devam ediyor.
1961 yılında tamamlanan ODTÜ
yerleşkesinin tasarımı geçen
zaman içinde yeni detaylar
SAYI 52
eklenerek geliştirildi. Kampus
alanı pek çok farklı işlevi yerine
getirecek şekilde planlandı.
Ana strateji, geleneksel yaya
ilkelerine uygunluk ve çevre
düzenlemeleri ile daha keyifli
bir alan yaratmak üzerine
kurulmuştu. Bu strateji, merkezi
kampus alanının her köşesine
insan temelli bir bakışı getirdi.
Yer döşemeleri, ışıklandırma,
merdiven boşlukları, kayalar,
havuzlar, çeşmeler, banklar
ve heykeller yaya koridorlarının
çevresine özenle yerleştirildi.
Yaya sisteminin bütünlüğü
içinde farklı stiller başarı ile
bir araya getirildi.
61
ODTÜLÜ
dosya
ODTÜ
mezunlarının
hep bir ağaç ve
Kemal Kurdaş
hikâyesi olmuş.
Ya beraber ağaç
dikmişler ya da
uyandırılıp yurttan
ağaç dikmeye
götürülmüşler.
Mezuniyet
hediyesi olarak
yerleşkenin kuzey
batı bölümüne
dikilmiş vişnelerin
meyvesini,
tohumunu
almışlar.
Bütün İç Anadolu bozkırında
yaşamını sürdürmeyi başarmış
birkaç orman parçasından
biri olan Beynam Ormanı
bize Anadolu doğasında insan
etkisi ile yaşanan 10.000 yıllık
bozulma sürecini gösterirken,
ODTÜ Ormanı da bu süreci
tam tersine çevirebilmek için
ortaya konan çabayı gösteriyor.
Karaçamlarla birlikte yaygın
olarak kullanılan diğer türler ise
sarıçam ve Toros sediri.
ODTÜ Ormanı
ODTÜ Ağaçlandırma
Programı, kuruluş yıllarındaki
Türkiye’de büyük çaplı bir
ağaçlandırma daha önce
hiç yapılmamışken başladı.
ODTÜ’deki ağaçlandırma
girişimi bu alanda çok önemli
bir adım oldu. Program,
ağacın üniversite kimliğinin
bir parçası da olmasına
sebep oldu. Ağaçlandırma
programı, sonradan kurulan
üniversitelere örnek oldu,
kampusların ağaçlandırılması
bir gelenek haline dönüştürüldü
ve ODTÜ’de yapılan çalışma
örnek olarak gösterildi.
ODTÜ’de yapılan ağaçlandırma
çalışmasının diğer bir önemli
özelliği de geleneksel olarak
sadece çam ve diğer iğne
yapraklıları kullanmak yerine,
bozkıra özgü diğer ağaç, ağaççık
ve çalı türlerinin de kullanılmış
olması. Böylece yerleşkede
ekolojik açıdan fakir, tekdüze
bir yeşil ağaç örtüsü değil,
birçok farklı canlıyı bünyesinde
barındırabilecek zengin bir
yaşam ortamı oluşturuldu.
Bu sayede yerleşkede çok zengin
bir flora ve fauna gelişerek
hayatını devam ettirmeyi
başardı.
62
ODTÜ Bozkırı
ODTÜ Ormanı’ndan
bahsederken bozkırı da
unutmamak gerekir. Bozkır
örtüsünün en iyi korunduğu
yerlerden biri de ODTÜ
yerleşkesi. Bu sayede yerleşkede
700 civarında bitki örtüsü ile
birlikte 100’den fazla kelebek
türü barınıyor. Yine bozkıra
özgü ötücü kuşların da sayısı bir
hayli fazla.
ODTÜ Doğası
ODTÜ yerleşkesi doğal
varlıkları açısından son
derece zengin bir alan. Bu
zenginliğin en önemli sebebi
bir yandan ODTÜ’nün bitkileri
ve hayvanları korunurken,
diğer yandan da ağaçlandırma
çalışmaları ile birçok tür
için yeni yaşam ortamları
yaratılması.
ODTÜ yerleşkesinin en önemli
özelliği kent ekolojisi açısından
ele alındığında ortaya çıkıyor.
Ankara gibi bir metropolün
merkezinden 5 km uzakta
yüzlerce bitki, kelebek türü
ve tilki, porsuk gibi memelileri
barındıran bir alanın
bulunması çok önemli.
BIR YERLEŞKEDEN ÇOK DAHA FAZLASI
ODTÜ Florası
Bozkır örtüsü, barındırdığı
çok sayıda otsu tür nedeniyle
onlarca yıldır insan
etkisinden uzak olmanın
sonucunda biyolojik açıdan
son derece değerli ve nadir
bir örnek oluşturmuş. Doğal
bozkır örtüsünde bulunan
bitki türlerinin 50 tanesi
sadece Türkiye’de bulunan,
endemik dediğimiz, koruma
açısından öncelikli türler.
Yerleşkenin doğal alanlarında
yirmiden fazla ağaç türüne
rastlanabiliyor.
ODTÜ Faunası
ODTÜ faunası içerisinde en iyi
çalışılmış canlı grubu kuşlar.
Yapılan gözlemler sonucunda
bugün yerleşkede 210’dan fazla
kuş türü (Türkiye avifaunasının
yarısı kadar) tespit edildi.
Görülen kuş türünün fazlalığı,
ODTÜ sınırları içinde farklı
yaşam alanlarının bulunması
ve civarında bozulmamış başka
bir doğal alanın bulunmaması
sayesinde. Bu açıdan özellikle
Eymir Gölü ve sazlıklar büyük
bir öneme sahip. Türkiye’de
nadir olarak rastlanan birçok
kuş türü ODTÜ’de kaydedildi
(bknz. Okgt.blogspot.com).
Bunlar arasında ülkede ilk
defa kaydı buradan verilen
Çiğdeci (Acridoteres tristis)
ile son yüzyılda bilinen beş
kayıttan ikisi ODTÜ’den olan
Akkaşlı Kirazkuşu (Emberiza
leucocephalos) özellikle
belirtilmeli.
Kuş göçlerini araştırmak
ve türlerin popülasyon
biyolojilerini öğrenmek için
dünyada standart bir yöntem
olarak kullanılan halkalama,
Türkiye’de ilk defa ODTÜ
yerleşkesinde sistemli bir
şekilde uygulandı ve ODTÜ,
Ulusal Halkalama Programı’nın
kurucularından oldu. Bu konuda
Türkiye’deki ilk tez çalışmaları
ODTÜ’de gerçekleşti. Yine bir
ötücü kuş türünün telemetri ile
izlenmesi Türkiye’de ilk defa
ODTÜ’de Yalıncak mevkiînde
gerçekleşti.
ODTÜ’nün kuşları kadar
çeşitlilik göstermeseler de
yerleşke arazisinde irili ufaklı
memeli türleri de yaşıyor.
Yarasalar (Cihiroptera), kirpi
(Erinaceus concolar) ve soreks
(Crocidura spp.) gibi
böcekçiller; otçul türler içinde
tavşan (Lepus europaeus),
çayırlıklar ve yol kenarlarında
tarla fareleri (Microtus
guentheri ve M. Levis),
çalılıklarda Anadolu orman
faresi (Apodemus withherbyi),
açıklık ve kurak kesimlerde
avutlaklar (hamsterler)
(Cricetuleuse migratorius
ve Mesocricetus brandti) ve çöl
faresi (Meriones tristami),
nadiren gelengi ya da yer
sincabına (Spermophilus
Zengin flora
ve fauna,
ODTÜ’nün
doğal açıdan
taşıdığı önemi
gösteriyor.
xanthoprymnus) uygun
habitatlarda rastlanıyor. Toprak
altında kör fare (Nannospalax
nehringi) bir kilit tür olarak
işlev görüyor.
Hiç şüphe yok ki ODTÜ
faunasının en ilgi çekici türleri
etçil yırtıcılar: tilki (Vulpes
vulpes), porsuk (Meles meles),
sansar (Martes foina), alaca
kokarca (Vormela peregusna),
gelincik (Mustela nivalis)
ODTÜ’de kaydedilmiş başlıca
yırtıcılar. Bazı yıllarda, karlı kış
aylarında güneydeki tepelerden
ODTÜ’ye inen tek tük Kurt
(Canis lupus) ODTÜ
yerleşkesinin artık gerçek bir
doğal alan niteliği kazandığını
vurguluyor.
Omurgasızlar fazla
bilinmemekle birlikte son
yıllarda kelebekler üzerine
yapılan çalışmalar bu kalabalık
grup açısından da ODTÜ’nün
özel bir önemi olduğunu
ortaya koyuyor. ODTÜ Biyoloji
Bölümü, Doğa Koruma Merkezi
ve Butterfly International
adlı kurumlardan uzmanların
son 6 yılda ayrı ayrı yaptıkları
araştırmalar sonucunda
ODTÜ’de 100’ü aşkın gündüz
SAYI 52
kelebeği türü tespit edildi.
Bu türlerin arasında, Avrupa
ölçeğinde tehlike durumunu
yansıtan SPEC sınıflamasına
göre öncelikli birçok tür
bulunuyor. Özellikle Güzel
Nazuğum (Euphydryas
orientalis) türünün dünyada ve
ülkemizde bilinen en önemli
popülasyonu yerleşke sınırları
içinde.
ODTÜ yerleşkesi İç Anadolu
bozkırlarının mümkün
olduğunca az müdahale edilmiş,
otlatma baskısından uzak, tarım
ilaçlarının kullanılmadığı,
doğallığını koruyan birkaç
bozkır ekosisteminden birini
barındırıyor. Bu yüzden de
ODTÜ yerleşkesi Türkiye’nin 65
Önemli Kelebek Alanı’ndan biri
olarak seçildi.
ODTÜ’de kaydedilmiş hayvan
türleri arasında, Türkiye’nin de
imzaladığı uluslararası Bern
Sözleşmesi’ne göre mutlak
koruma altında olması gereken
türler de var. ODTÜ listesinde
yer alan 49 omurgalı türün bu
sözleşmeye ait Appendix II
kapsamında, yaklaşık 200
omurgalı türünün ise
Appendix III kapsamında
korunması gerekli.
63
ODTÜLÜ
söyleşi
“Bu Düzende
Çevre Ancak
Sündürülebilir!”
ODTÜ Çevre Topluluğu köklü bir
geleneği olan, çeyrek asırlık bir
topluluk. Düzenledikleri sempozyum
ve toplantılara ek olarak, burs için
geri dönüşüm gibi projeleri de
sürdüren bir fikir topluluğu.
Bize topluluğu anlatır mısınız?
Hüseyin Sinan Güler (Uluslararası
İlişkiler): ODTÜ Çevre Topluluğu 25
yıllık bir topluluk. Fikir toplulukları
arasında ilk kurulan topluluklardan
biri. Kuruluş gayesi, genel olarak
çevreye gönül vermiş insanların
ODTÜ özelinde de Ankara genelinde
de, bir farkındalık oluşturmak
amaçlı başlattığı bir etkinlik.
Mevcut sorunları analiz edip bunlar
hakkında çözüm bulmaya, farkındalık
oluşturmaya çalışıyoruz.
Şu anki durduğunuz yerden
baktığınızda insanlık olarak
bu gidişatın sürdürülebilirliği
var mı?
Doğan Kemal Cenan (Maden
Mühendisliği): Bu çevre problemleri
küresel sorunlar olarak görülüyor.
Şimdi bu bağlamda sürdürülebilir
kalkınmaya sıcak bakmıyoruz.
Birlikte çalıştığımız, iş yaptığımız,
diğer üniversitelerdeki çevre
kulüpleri de fazla kalkınmaya sıcak
bakmaz. Sürdürülebilir kalkınma,
doğanın metalaştırılma süreciyle eş
64
zamanlı gitmekte. Bu gidişatın
sürdürülebilirliği yok. Bunun sebebi
sadece çevresel sorunlar değil. Bu,
çevresel sorunların sebebi. Çevresel
sorunlar doğrudan çözülemez çünkü
çevre sorunları bir semptom.
Semptomal tedavi çözüm değildir.
Hastalığın kökenini çözmek lazım.
Biz de hastalığın kökenini, kullanılan
iktisadi düzende görüyoruz.
Dolayısıyla sorunu düzene bağlarız ve
bu düzen içinde de çevrenin, doğanın,
yaşamın sürdürülebilirliği yoktur.
En fazla sündürülebilirliği vardır.
Kulüp, Çevre Sorunlarına Öğrenci
Yaklaşımları Sempozyumu adlı bir
sempozyum düzenliyor.
Afife Kara (Psikoloji): Bu yıl 17.’si
düzenlendi. Yılda 2 kez düzenleniyor.
Biri forum, biri sempozyum.
Forumlarda sempozyumlardaki
konular belirleniyor; çevre ve sağlık,
çevre ve felsefe, ulaşım politikaları,
kentsel dönüşüm ve mülksüzleştirme
gibi. Bunlara öğrenci yaklaşımlarını
sunuyoruz. Türkiye’den çok fazla
üniversite katılıyor. ÇSÖY genellikle
toplumcu ve bütüncül bir yaklaşıma
SÖYLEŞI
sahip. Sponsor alınmıyor, tamamen
öğrenci özkaynaklarına bağlı. İlkesel
olarak sponsor kabul edilmiyor.
Doğan Kemal Cenan: Çevre bilinci
aşılamak adına faydalı olduğu için ve
doğal kaynakların da bir yere kadar
korunması gerektiği için, yine
semptomal sayabileceğimiz şeylere de
yöneldiğimiz oluyor. AŞTİ’deki Ekim
şenliğine senelerdir katılırız. Bunun
yanı sıra başka şekillerde de ağaç
dikmeye giriştiğimiz olmuştur. Bunun
haricinde de, enerji üretim
biçimlerinden olsun, suyun
metalaştırılması üzerinden olsun,
yaklaşımımız daha ziyade fikir kulübü
olarak olur. Bunun dışında yerel
anlamdaki direnişlere katkı
sağlıyoruz. Gerze’de bir termik santral
direnişi sürecine biz de topluluk
olarak destek verdik. Geçtiğimiz
haftalarda Hevsel’de bir ağaç kıyımı
gerçekleşti. 8 bin kadar ağaca kıyıldı.
Aynı zamanda orası da bölgenin
coğrafyanın, ekolojisinin önemli bir
parçasıydı. ODTÜ’de bir süreç
örülmesine öncü olarak destek olduk.
Biz Bencil Canlılarız
ODTÜ Biyoloji ve Genetik Topluluğu, Evrim Ağacı, Evrim Konferansı gibi ilgi
çeken etkinliklerinin yanı sıra, Yalıncak Balı gibi sıradışı projelerde de yer alıyor.
Topluluk üyeleri ile ekoloji-evrim ilişkisi yönlendirmesi üzerine konuştuk...
Bize biraz Biyoloji ve Genetik
Topluluğu’ndan bahseder
misiniz?
Çisel Kemahlı (Biyoloji):
Biyoloji ve Genetik Topluluğu,
2005 yılında Biyoloji Topluluğu
ve Genetik Topluluğu’nun
birleşmeleriyle kuruldu.
O yıldan bu yana sürekli
etkinlik düzenliyoruz. En çok
bilinen etkinliğimiz Ulusal
Evrim Konferansı. Bu sene,
konferansı kaybettiğimiz
hocamızın adına, Aykut Kence
Evrim Konferansı olarak
düzenledik. Geçen sene de
ekoloji grubumuzu kurduk.
Alt gruplarımız var toplulukta.
Onun bünyesinde geçen
Mart ayında da bir etkinlik
düzenledik, 5. Ulusal Çevre
ve Ekoloji Öğrenci Kongresi.
Ayrıca ODTÜ’de hocalarımızla
yürüttüğümüz farklı
projelerimiz var.
Batuhan Teryapan,
(Moleküler Biyoloji,
Genetik): Biyogen’in çalışma
prensibi 2011 yılından itibaren
alt gruplara ayrılarak işleri
yürütme şeklinde gelişmeye
başladı. Bunun öncüsü Evrim
Ağacı. Biyolojinin ilgilendiği
alan canlılar. Canlılar bir
evrim sonucunda bu noktaya
geldi ve evrim hâlâ devam
ediyor. Ekoloji de canlıların
çevreyle ve birbirleriyle olan
etkileşimi incelediği için
evrimi yönlendiren süreçleri
inceliyor. Ekolojiyi kesinlikle
biyolojiden ayrı tutamıyoruz;
çünkü çevresel faktörler canlıyı
etkiliyor, canlılar birbirlerini
etkiliyor bundan dolayı evrim
ve ekoloji çok önemli bir alt dal.
Peki ya diğer projeleriniz?
Batuhan Teryapan: Örneğin
Yalıncak balı. Aykut Hoca
popülasyon genetiği
ve ekoloji çalışıyordu. Bunun
için arıyı model organizma
olarak kullandı. Bu çalışmayı
yapabilmesi için okul Aykut
Hoca’ya kovan alanı ve arılık
sağladı. Aslında Yalıncak balı
buradaki popülasyon genetiği
çalışmasının bir yan ürünü,
bilimin topluma yansıması da
diyebiliriz.
Arılar temel dölleyicilerden
biri. Bitkilerin tozlaşmasını
sağlıyor. Eğer arılar olmasa
arılar sayesinde çoğalan
bitkiler çoğalmayacak. Bitki
demek ekosistemin temel
basamaklarından biri demek
ve bu basamak ortadan kalktığı
zaman bütün canlılar gibi
temel kitledeki değişimden
dolayı insanlar da etkilenecek.
Arıların yok olması da
ekosistemin çöküşü demek.
SAYI 52
İnsanın doğayla olan ilişkisi
epey hasarlı gibi?
Çisel Kemahlı: Biraz bencil
canlılarız diyebiliriz aslında.
Sadece kendi hayatımızı
sürdürmemizi göz önüne
alarak ona göre hareket
ediyoruz. Aslında farkında
değiliz ama dünyada birçok
canlı var ve biz dünyanın
küçücük bir parçasıyız.
Bütünleştirici bir şekilde
hayata devam etmemiz
gerektiğini anlamamız
gerekiyor. Yaşadığımız
çevresel sorunlardan ötürü
bunun biraz olsun farkına
vardığımızı düşünüyorum.
Dünyada da çevreyle,
ekolojiyle ilgili korumaya
yönelik çalışmaların
bu açıdan arttığını
görebiliyoruz.
Biyoloji ve Genetik
Topluluğu’ndan
Çisel Kemahlı ve
Batuhar Teryapan’la
hem topluluk
projelerini hem de
ekolojik sorunları
konuştuk.
65
ODTÜLÜ
erdemli kampusu
Adana’da ODTÜ Günleri!
Deniz Bilimleri Enstitüsü,
22 Şubat Cumartesi günü
Çukurova Kültür Merkezi’nde
düzenlenen ODTÜ Günleri’ne
katıldı ve Adana’da denizlere
merak duyan liselileri,
ODTÜ’nün aktif deniz
bilimleri araştırmaları
altyapısı ve gelecekte deniz
bilimleri araştırmalarına
dahil olmak için
seçebilecekleri lisans
programları konusunda
bilgilendirdi.
ODTÜ Deniz
Bilimleri Enstitüsü,
aday öğrencilerle
buluştu.
ODTÜ DBE, yalnızca liseliler için
değil, lisansüstü öğrenciler için de
önemli bir merkez. Deniz fiziği,
kimyası, biyolojisi ve jeolojisinin
birbirleri ile ilişki içerisinde
araştırıldığı ODTÜ Deniz Bilimleri
Enstitüsü’nün lisansüstü öğrenci
profili de çeşitli disiplinlerden
oluşuyor. Matematik, istatistik,
fizik, kimya, biyoloji, jeoloji gibi
temel bölümlerin yanı sıra çeşitli
mühendislik dalları da deniz
bilimleri çalışmalarında yer
alabiliyor.
Denizimi Tanıyorum ve Koruyorum!
Yürütücülüğünü
Dr. Yeşim Ak
Örek’in yaptığı
proje kapsamında
800 ilköğretim
öğrencisine eğitim
verilecek
66
ODTÜ Deniz Bilimleri
Enstitüsü, 40 yıllık bilgi
ve tecrübesini gelecek
nesillere aktararak denizlerin
tanınmasına ve deniz koruma
bilincinin artırılmasına katkı
sağlamaya devam ediyor. 2012
ve 2013 yıllarında TÜBİTAK
4004 Bilim ve Toplum
Projeleri kapsamında
desteklenen Denizimi
Tanıyorum ve Koruyorum I
ve II projeleri yerel ve ulusal
çapta büyük ilgi görmüş ve
ülkemizde bu tür eğitimlerin
önemini ve gerekliliğini
ortaya koymuştu. Geliştirilen
programıyla bilimi
öğrencilere eğlenceli bir
şekilde aktarmayı ve bilimsel
bakış açısını oluşturmayı
amaçlayan projenin üçüncüsü,
bu yıl da TÜBİTAK tarafından
desteklenmeye uygun
bulundu. Bu yılki
proje ile ulusal boyut
kazanacak olan deniz
bilimleri eğitimi Dokuz Eylül
Üniversitesi Deniz Bilimleri
ve Teknolojisi Enstitüsü,
İstanbul Üniversitesi Su
Ürünleri Fakültesi, Trabzon
Su Ürünleri Merkez Araştırma
Enstitüsü ve Mersin İl Milli
Eğitim Müdürlüğü’nün de
iştirakleri ile Türkiye’yi
çevreleyen her deniz
bölgesinde gerçekleşecek.
HABER
Yürütücülüğünü Dr. Yeşim
Ak Örek’in yaptığı proje
kapsamında 800 ilköğretim
öğrencisine verilecek
eğitimle, onların doğaya
ve canlılar arasındaki
ilişkilere bakış açısı
geliştirilecek ve proje
donanımlı çevre gönüllüleri
yetiştirmeye katkı
sağlayacak.
ODTÜ Erdemli’den
Nefes Aldıran Etkinlik!
ODTÜ’nün Erdemli’deki Deniz Bilimleri
Enstitüsü’nde her yıl Orman Haftası’nda
geleneksel hale gelen “Ağaç Dikme Etkinliği”
bu yıl da Erdemli Orman İşletme
Müdürlüğü’nün katkılarıyla 19 Mart 2014
tarihinde gerçekleşti. Bu kapsamda deniz
tarafındaki enstitü arazisine 20 ıhlamur, 20
defne, 50 mavi selvi ve 550 fıstık çamı olmak
üzere toplam 640 adet ağaç dikildi. Düzenlenen
ağaç dikme etkinliği Erdemli Orman İşletme
Müdürlüğü personeli ve ODTÜ-DBE personel
ve öğrencilerinin ortak katılımı ile gerçekleşti
ve Erdemli kampusunun daha da yeşil hale
getirilmesi yolunda önemli bir adım daha atıldı.
Ağaçlandırma çalışmalarına önem veren
ODTÜ-DBE kampusu’na geçen yıl da ODTÜAnkara Ağaçlandırma Müdürlüğünce 2.925 adet
kızılçam, 2.000 adet toros sediri ve 200 adet
servi ağacı dikilmişti.
“Ağaç Dikme
Etkinliği”
kapsamında
toplam 640 adet
ağaç dikildi.
SAYI 52
67
ODTÜLÜ
erdemli kampusu
Bilim Dünyası “SIR”ünü Kaybetti...
Uzun yıllar ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü’ne katkı veren, bilim dünyasının zarif “sir”ü Alec Gaines’in vefatının
ardından, söz Deniz Bilimleri Enstitüsü’nden arkadaşları ve öğrencilerinde...
etmiş, bu dönemde de Türkiye’deki öğrenci ve
araştırmacılara destek vermeyi sürdürmüştür.
Kendisi ile tanışma ve çalışma fırsatı bulan herkes,
Alec Gaines’in iş ahlakı ve bilimsel disiplinin
yanı sıra, -Britanya, Uzakdoğu ya da Türkiye,
neresi olursa olsun- yaşadığı topluma ve insanlığa
olan derin sevgisinden ve gösterdiği sorumluluk
bilincinden etkilenmiştir.
Sir Alec, Prof. Dr.
Ümit Ünlüata ve
eşi Jill ile
68
Dr. Alexander Frederik Gaines, Türkiye’deki bilim
çevresine katkı vermeye Hacettepe Üniversitesi
Kimya Bölümü’nde başlamış, Türkiye’yi “kömür
kimyası” ile tanıştırmıştır. Daha sonra, Çukurova
Üniversitesi Kimya Bölümü’nün kuruluşunda
görev almıştır. Bu dönemde ODTÜ Deniz
Bilimleri Enstitüsü (DBE) ile ortak çalışmalara
başlamış, Enstitü’nün “petrol ve petrol türevi
deniz kirliliği” konusunda uzmanlaşmasını
sağlamıştır. Yine aynı dönemde, çalışılması çok
zor bir konu olan “deniz ortamındaki hümik
maddenin tanımlanması ve deniz kimyasındaki
rolü” üzerinde yaptığı çalışmalar ile Türkiye’deki
deniz kimyasının gelişmesine çok önemli
katkılarda bulunmuştur. Seksenli yılların başında
ülkesine (Birmingham Üniversitesi’ne) gitmiş
ve orada teknolojiye katkı sağlayan araştırmaların
yürütüldüğü kömür laboratuvarını kurmuştur.
1986 yılında tekrar ODTÜ Deniz Bilimleri
Enstitüsü’ne dönerek, 1998 yılında emekli
oluncaya kadar, hem bilimselliği hem de
kişiliğiyle çok değerli katkılarda bulunmuştur.
DBE’de Kimya Bölümü’nün ders ve araştırma
kapasitesini geliştirmiş, yayın kalitesinin
gelişmesinde de büyük rol oynamıştır.
Bu sürede TÜBİTAK Marmara Araştırma
Merkezi (MAM) ile DBE arasında işbirliğini
de kuvvetlendirmiş ve MAM’a gönüllü
danışmanlık hizmeti vermiştir. 1998 yılında
ülkesine döndükten sonra da bilimsel
araştırmalara Glasgow Üniversitesi’nde devam
Son dönemlerinde bile, ilerleyen yaşına rağmen,
daha barış dolu bir dünya için, nükleer silahların
azaltılması konusunda sivil toplum kuruluşlarına
liderlik etmesi, bu sevgi ve sorumluluk bilincinin
bir sonucudur. Bedeninin kadavra olarak
kullanılmasını vasiyet ederek, tüm yaşamını
adadığı bilime, vefatından sonra bile hizmet
etmeye devam etmiştir. Hem mücadeleci ve
enerjik hem de sosyal, düşünceli ve son derece
nazik kişiliği ile hep imrenilen, örnek alınan bir
bilim adamı olmuştur.
Alec Gaines, tükenmek bilmez yaşam enerjisi ile
ölümün kondurulamadığı insanlardandı. Varlığı
öğrencilerinin, genç bilim insanlarının yaşantısını
ve hayata bakışını değiştirdi, geliştirdi. Yaşamı
boyunca seçtiği zor yollarda büyük bir kararlılıkla
ilerledi. Yapmak istediklerini gerçekleştirmesi için
çok büyük bir desteği vardı. Onun kadar insancıl,
nazik, sevecen olan eşi Jill Gaines, belki de
hayattaki en büyük şansıydı.
Bilim dünyasının “Sir”ü, dostumuz, DBE
yerleşkesinde büyüyen çocukların “Alec Amca”sı…
İdealist, romantik, sevimli, güçlü, huysuz ve
vefakar hocamız… Çok iyi bir bilim adamı, müthiş
bir arkadaştınız. Farklıydınız. Sizi tanıdığımız
için çok şanslıyız. 5 Mart 2013 tarihinde sizi
sonsuzluğa uğurladıktan sonra bile, öğretmeye
devam ediyorsunuz.
Sevgi, saygı ve minnetle...
BILIM DÜNYASI “SIR”ÜNÜ KAYBETTI...
ODTÜLÜ
kuzey kıbrıs kampusu
SEES bu bölgede
tek, özel bir
program
Kıbrıs’ta Benzersiz
Bir Program
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda 2010 yılında
ilk öğrencilerini kabul eden “Sürdürülebilir Çevre ve Enerji Sistemleri”
(Sustainable Environment and Energy Systems – SEES) Yüksek Lisans Programı
yeni öğrencilerini almaya hazırlanıyor.
“Kıbrıs Adası İyi Bir Laboratuvar”
K
ıbrıs’ta tek olan “Sürdürülebilir Çevre
ve Enerji Sistemleri” (Sustainable
Environment and Energy Systems –
SEES) Programı’nın benzeri dünyada henüz az
sayıda bulunuyor. Program koordinatörü Yrd. Doç
Dr. Ali Muhtaroğlu ile program üzerine konuştuk.
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nun bu yüksek
lisans programına yönelmesinin nedenleri
neler? Neden Kuzey Kıbrıs?
Tüm dünyada ön plana çıkmış olan küresel
ısınma ve dünyamızın sürdürülebilirliği ile ilgili
problemlerin gün geçtikçe öneminin hızla artış
göstermesinden ötürü bizler de bu alanda çalışma
70
yapmamız gerekliliği üzerinde karar kıldık.
Ayrıca bölgede bu tür çalışmalar için özellikle
bir ihtiyaç olduğunu düşündük. Burada bir araya
gelen öğretim üyesi grubunun bu konuya büyük
önem vermesi de yüksek lisans programının
kurulmasında önemli bir etken.
Dünyanın birçok yerinde olduğu kadar, Kıbrıs
Adası’nın da çevre konularında, sürdürülebilir
konularda çalışmalara ihtiyacı var. Su kaynakları,
enerji kaynakları ve çevre konularında,
çalışmalara, araştırmalara, eğitime ihtiyaç var.
Araştırma açısından, Kıbrıs’ın bölge olarak
küçük olmasına rağmen tüm bu konularda iyi
bir laboratuvar ortamı sağladığını düşünüyoruz.
Şu ana kadar değişik ülkelerden aramıza katılan
KIBRIS’TA BENZERSIZ BIR PROGRAM
öğrencilerimiz bu çok özel konumdaki güzel
kampusumuzun sosyal-kültürel olarak zengin
ve sakin, akademik olarak yoğun ortamını çok
çabuk benimsiyorlar.
Programı tercih eden öğrenci profili genel
olarak nasıl?
Uluslararası ve çok disiplinli öğrenci profiline
sahibiz. Küresel sorunlarla uğraştığımız için
öğrencilerimiz de doğal olarak sadece Kıbrıslı
öğrenciler değil. Kayıtlı öğrencilerimizin
büyük çoğunluğu Ortadoğu ve Asya’dan olup,
batıda Latin Amerika ülkelerinden doğuda Sri
Lanka’ya çok geniş tabanlı bir kitleden başvurular
oluyor. Türkiye’deki üniversitelerde özellikle
mühendislik programlarından lisans derecesi alıp
çevre, enerji ve su kaynakları konularına yakınlık
hisseden öğrenciler de başvuruyor. Genel olarak
motivasyonu yüksek öğrencilerden bahsediyoruz.
O derece ki sürdürülebilirlik konularında daha
bilinçli ve eğitimli olmak adına öğrencilerimizin
%10’u kampusumuza ikinci bir yüksek lisans
derecesi için geliyorlar.
“Bölgede Tek”
SEES bu bölgede tek, özel bir program, ancak
yüzyılımızın ana gündemini sürdürülebilirlik
oluşturduğu için bu tür programlar hızla
yaygınlaşıyor. Amerika’da bu işin öncülüğünü
Berkeley, MIT gibi akademik anlamda başarılı
olan çok iyi üniversiteler yaptı. Biz de bu konuda
yeterli birikimimiz, yeterli araştırma isteğimiz,
bu konulara çözüm getirme ve eğitim verme
kapasitemiz olduğunu düşündüğümüz için
bu programı açmaya karar verdik. 21. yüzyılın
en önemli sorunlarına kalıcı çözümlerin ancak
interdisipliner (disiplinlerarası) yaklaşımlarla
getirilebileceğine inanıyoruz.
Su kaynakları, enerji ve çevre; bu üç konuyla ilgili
sorunların çözümünde çevre, inşaat, elektrik,
makina gibi mühendislik alanları ve ekonomi,
işletme, siyasal bilim gibi sosyal bilimlerden
oluşan birçok disiplinin senteziyle oluşan
yöntemler ön plana çıkıyor. Eğitimini verdiğimiz
uzmanlık türleri ve kabiliyetler, öğrencilerimizin
her şeyden önce bu “interdisipliner” olarak
tanımladığımız yaklaşımı benimsemesini
gerektiriyor.
Bu yönden kampusumuzda iyi bir ortam olduğunu
düşünüyoruz. 19. ve 20. yüzyılda disiplinlerin
gelişim sürecinin bir sonucu olarak büyük
üniversitelerde, hatta küçük üniversitelerde
bile departmanlaşma var. Her bölüm kendi
ortamında, zihinsel ve fiziksel olarak ayrılarak
yani sınırlar yaratarak, birbirlerini görmeden
yıllarca farklı çalışmalar yapıyorlar. Benzer
problemler söz konusu olduğunda bile, bilim
adamları birbirlerini görmeden ve etkileşimde
bulunmadan çalışabiliyor. ODTÜ Kuzey Kıbrıs
Kampusu’nda en avantajlı yanlarımızdan biri,
“21. yüzyılın en önemli
sorunlarına kalıcı
çözümlerin ancak
disiplinlerarası yaklaşımlarla
getirilebileceğine inanıyoruz.”
Sürdürülebilir Çevre ve Enerji Sistemleri
Yüksek Lisans Programı disiplinlerarası
olma özelliği ile de dikkat çekici. Nedir
disiplinlerarası?
Daha önce bahsettiğim gibi inceleme alanımız,
sürdürülebilir çevre, sürdürülebilir enerji
kaynakları ve sürdürülebilir su kaynakları.
SAYI 52
71
ODTÜLÜ
kuzey kıbrıs kampusu
farklı disiplinlerin aynı binalarda bir araya
gelebilmesi, her gün birbirimizi görmemiz.
Çalışmalarımızdan haberdar oluyoruz, etkileşim
doğal oluyor. Küçük bir kampus olmamız,
dinamik olmamızı da beraberinde getirerek bu
konuda yardımcı oluyor.
“ODTÜ Çevre Mühendisliği Katkıları”
Merkez kampusa göre küçük bir kampusta
olmamız doğal olarak bazı eksiklikleri de
beraberinde getiriyor. Eksik olduğumuz alanlarda
merkez Ankara’dan destek alıyoruz. Örneğin
kampusumuzda Çevre Mühendisliği lisans
programı olmaması önemli bir eksikliğimiz.
Ancak ODTÜ (Ankara) Çevre Mühendisliği
Bölümü bu konuda bize büyük destek veriyor.
İlgili alanlardaki derslerimizi oradan gelen
hocalarımız açıyorlar. Eğitim seminerlerine
ve farklı projelerimize katkıda bulunuyorlar.
ODTÜ Çevre Mühendisliği için kardeş
programımız diyebiliriz.
“Araştırmalar ve SEES Paydaş Ağı”
Araştırma alanlarınız nelerdir?
Bünyemizde yapılan araştırmalar ve ilgi alanları
alternatif enerji kaynakları, yönetim
ve uygulamaları, enerji mikro ve makro
sistemleri, atık yönetimi, iklim değişikliği,
su döngüsü, yapısal ve işlemsel alanlarda akıllı
kablosuz ağ uygulamaları, yeni malzemeler
ve sürdürülebilir üretim olarak sıralanabilir.
Mezunlarınız ne yapıyorlar?
Yeni bir program olduğumuz için henüz
az mezunumuz bulunmakla birlikte,
başarıları dikkat çekiyor. Burada kazandıkları
araştırma ve sorgulama kabiliyetleriyle büyük
çoğunluğu akademik kariyer yolunu seçmiş
durumda. Amerika, Avrupa ve Asya’nın seçkin
üniversitelerinde ve ODTÜ Ana Kampus’ta
doktora yapan mezunlarımız bulunuyor. Şu anki
resim, varsayım ve beklentilerimizi onaylar
nitelikte: Disipliner veya disiplinlerarası doktora
programları, disiplinlerarası eğitim ve araştırma
temeli olan öğrencilerimize rağbet ediyor. Başarılı
72
“Henüz az mezunumuz
bulunmakla birlikte
başarıları dikkat
çekiyor.”
öğrencilerimizin mezun olana kadar birkaç
uluslararası konferansta bildiri sunum tecrübesi
kazanmış ve çoğu zaman iyi bir dergide yayın
yapmış olmaları, tercih edilmelerini sağlıyor.
İşbirlikleriniz, sosyal sorumluluk projeleriniz
bulunuyor mu?
İşbirliği ağlarımızı genişletiyoruz.
Programımızın özellikle Avrupa’daki
üniversiteler ve sürdürülebilirlik eğitimi veren
programlar tarafından tanınırlığı her geçen
gün artıyor. Daha önce bahsettiğim gibi içinde
bulunduğumuz coğrafyanın ve dünyamızın
ihtiyaçlarına, kuruluşumuzdan beri duyarlıyız.
SEES Bahar Seminerler dizimiz 14 haftalık yoğun
bir programda, hem yerel hem uluslararası
uzman konuşmacılarla öğrencilerimiz ve
konusuna göre bazen devlet yetkilileri ve sivil
toplum örgütlerini bir araya getiriyor. Bölge
için önemli bir pilot sayılabilecek ODTÜ KKK
Yeşil Kampus İnisiyatifi’ni üniversitemiz lisans
ve lisansüstü öğrenciler, akademik ve idari
kadrolarla elele yürütüyoruz. Sonuç odaklılık
prensibi taşıyoruz. Şu an kampus olarak 2017 Yeşil
Kampus hedeflerimize odaklanmış durumdayız.
Kazançlarımızı yerel yönetimlerle paylaşıyoruz.
Bir de bu yıl hem üniversiteliler hem de
liseliler arasında üçüncüsünü düzenlediğimiz
Uluslararası Yeşil Beyin (greenbrain.ncc.metu.
edu.tr) yarışmamız var. Bu yarışmayla geçen
yıl 20 farklı ülkede 500’ü aşkın “yeşil beyinli”
gencimize ulaştık. Yarışma jürimize hem
kampusumuzdan, hem Ankara kampusumuzdan,
hem de diğer üniversitelerimizden onlarca uzman
katkı koydu. Bugüne kadar imza attığımız daha
birçok proje saymak mümkün. Katılımcılığı
teşvik ediyoruz.
KIBRIS’TA BENZERSIZ BIR PROGRAM
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
SAYI 52 NISAN-MAYIS-HAZIRAN 2014
SAYI 52 NISAN-MAYIS-HAZIRAN 2014
Promete’den sonrası
İnsanlığın doğayla imtihanı
Ateşi kontrol eden insanın sonunda hükümranı olduğu
doğayla ortak geleceği...
ODTÜ’DEN HABERLER... TÜRKIYE’NIN EN İYI UYGULAMA ÖRNEĞI ODTÜ’DEN... ODTÜ SÜRDÜRÜLEBILIR ENERJI KOMISYONU’YLA ENERJI ÜZERINE...
ISSN: 1309 - 2626
ODTÜLÜ
ODTÜLÜ

Benzer belgeler