Sıcak! - Devrimci Proletarya

Transkript

Sıcak! - Devrimci Proletarya
Sıcak!
Ölüm, meslek hastalıkları, sakatlanma; işçi sınıfına bütün bunlar sık sık bir kisve ile geliyor. “Sıcak”, bunların
en kolay kabullenilenlerinden biri oluyor. Oysa daha bu yılın Mayıs başı itibariyle sadece Hindistan’da bu
sebeple ölenlerin sayısı 1118’e ulaştı. 50 derece ölçülen sıcaklarda ölenlerin büyük kısmını inşaat işçileri,
yaşlılar, evsizler oluşturuyordu. 2022 Dünya Kupası’nı 50 derece sıcakta oynanmak üzere rüşvetle satın alan
Katar’da yapılan stadyum, spor tesisi, metro vb. inşaatlarında çoğu Nepalli ve Hintli göçmen işçiler 50 derecede ölümüne çalıştırılıyorlar. İnşaat sektöründe haftada 12 işçinin yaşamını yitirdiği Katar, Dünya Kupası
için 200 milyar dolar yatırım yaptı -bunun içinde Türkiye de 30 milyarlık bir yere sahip. '' 13
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi
Sayı: 59 Temmuz 2015 1 TL
İŞÇİ SINIFI BU SAVAŞA
ORTAK OLMAZ!
“Alın işte IŞİD IŞİD dediniz, IŞİD’le savaşıyoruz” diyerek bir koridor,
insansız bölge, bir geçiş bölgesi falan oluşturuyoruz görünümünde
Suriye’ye yapılacak bir sefer Erdoğan-Davutoğlu’nun tükenmiş dış
ve iç politikasına vurulacak son mezar çivisi olur.
Hüsranla sonuçlanır. Erdoğan en kırılgan dönemini yaşamaktadır.
İçeride bastırma-dışarıda sefer politikası sürdürülebilir değildir.
Gezi Direnişi’nin öncesinde Mayıs ayında yapılan Taksim eylemleri
gibi bir ay dayanır, sonra patlar. Bizim böyle bir gelişme karşısında
esas yükleneceğimiz halka olan yeni bir sokak isyanları dönemi
açılır. Bu yüzden üç günlük deneme sürüşünün ardından gazetelere
düşen son haberler bu seferden vazgeçildiğini, 40 km’ye atış yapabilen obüslerle sınırdan müdahale olasılığının daha ağır bastığını
bildiriyor. Bizim için fark etmez. Buyrun, isterseniz deneyin. Tarih
sefere gidip oradan dönmeyen padişah hikayeleriyle doludur.
Böylelikle siz de tarih olabilirsiniz!
AKP’yle 13 yıl (Yaşadım, Gördüm, Yazdım)
12 yıl Gül’e hizmet eden bir liberal olan Sever’in kitabındaki siyasal geçmiş okuması
bireyler üzerinden akan tipik bir burjuva siyaset okumasıdır. Utangaç bir parti içi
muhalefet manifestosudur aynı zamanda. Bahçeli’nin zamanında çatı aday olarak
Gül’e aday gösterme teklifi getirdiğini öğrendiğimiz kitabın yayınlanışıyla birlikte
Gül ABD, AB, TÜSİAD ve MÜSİAD’a “beni unutmayın” mesajı vermektedir. Bu mesaj
kaydedilecektir. Ancak tüm kararların tek bir kişiye bağlandığı, onun da Saray’a
yerleştiği yapısıyla AKP henüz bu tarz bir restorasyona açık ve hazır değildir.
"6
2
işçi meclisi
Özgür Günlere Merhaba Pikniği Yapıldı
İstanbul’da İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları tarafından düzenlenen “Özgür Günlere Merhaba”
pikniği 21 Haziran Pazar günü Heybeliada’da gerçekleştirildi. Değişik sektörlerden işçiler ve işçi
öğrencilerin katılımıyla gerçekleştirilen piknikte yaklaşık 40 kişi vardı.
Bir arkadaşımız cinsiyetin performatifliği sorununu bize açtı ve
mevcut cinsiyet rollerinin burjuva
toplumun “ahlak yargılarına” göre
mi dayatıldığı yoksa doğuştan mı
geldiği dramatize edilerek tartışıldı. Elbette orada bulunan herkes
burjuva ahlak düzeninin yargılarıKapitalist sistemin hepimizi sıkıştırdığı, zamanına karşı insani olanı savunuyordu
mızı, yaşamımızı ve kısaca insana dair her şeyi
metalaştırdığı bir dönemde biraz olsun kendi ihti- ancak münazara gereği bu “ahlakyaçlarımıza zaman ayırmak adına bir araya geldik. çı” kesimde bulunan arkadaşlarıSabahın ilk saatlerinde birbirimize gülümseyerek mız da iyi rol yaptı. En son ise bu
merhaba dedik. Şehrin gürültüsü ve kirliliğinden rollerin bizlere dayatıldığı ve suni
bir an önce uzaklaşmaya çalışıyorduk. Vapur yol- olduğunu vurgulayarak etkinliğiculuğunda kahkahalarımız ve umudumuzla pikni- mizi noktaladık.
ğe doğru yol aldık,
vapur yolculuğundaki enerjimiz gün
boyu sürdü.
Küçük misafirlerimiz daha ilk
saatlerden itibaren
neşemize neşe kattılar. Sabah piknik
alanında buluşarak
el emeğimizle hazırlayıp getirdiğimiz
ve kolektif olarak
alınan yiyeceklerle
kahvaltımızı hep
birlikte hazırladık.
Kimse çay çağrısına
karşılık vermeyince
kahvaltımızda çayın
eksikliğini hep birlikte duyumsadık.
İstanbul’da İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları tarafından düzenlenen “Özgür Günlere Merhaba” pikniği
21 Haziran Pazar günü Heybeliada’da gerçekleştirildi. Değişik sektörlerden işçiler ve işçi öğrencilerin katılımıyla gerçekleştirilen piknikte yaklaşık 40
kişi vardı.
Pikniğimizi bitirmeden önce de Almanya’da
grevde olan sağlık
işçilerinin direnişini
selamlamak adına
kağıtlara yazdığımız
Almanca mesajla
onlara iletmek üzere
fotoğrafımızı çektirdik.
Kahvaltının ardından kimimiz
voleybol oynarken,
kimimiz uçurtmalarını kapıp ya da yapıp gökyüzüne uçurdu, kimimiz bisikletlerle doğayı keşfe çıktı.
Bazılarımız da sohbet etmeye koyuldu. Kaçamak
yapıp gezenler de gözümüzden kaçmadı ya da denizin çekiciliğine dayanamayıp suya atlayanlar.
Akşam yemeği için kolektif bir şekilde hazırlığa
koyulduk. Yemeğimizi yedikten sonra hep birlikte
küçük bir etkinlik gerçekleştirdik. Temel olarak
“zaman” ve “cinsiyet” ya da “kadın” konularını ele
aldığımız etkinliği gruplara ayrılarak “yarışma”
olmayan bilgi yarışması formunda yaptık. Burada
temel olarak klasik bilgi yarışması formatından
çıkmaya çalıştık; kapitalizmin bizlere dayattığı
bireysellikten uzak, tek ve mutlak doğruların kabul edilmediği, buna alternatif olarak grup içinde
kolektif düşünme yeteneğini geliştirip kendi doğrularımıza veya yanlışlarımıza buradan tartışarak
ulaşmaya çalıştığımız bir format oluşturduk. Sorularımız tek cevaplı olmazken cevaplar da kimi zaman teorik kimi zaman tiyatral oldu. Yarışmamızın jürisi bazen yarım puan verirken, bazen 45 bin
puan verdi, bazense 20 bin puan geri aldı. Sonuçta
ise kolektif düşünme ve beraber iş yapma yeteneğimiz kazanmış oldu.
Son olarak ise kadın konusunda münazara yapıldı.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 59- Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: [email protected]
Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
Bizi en çok sevindirenlerden biri ise
burjuvazinin beş
yıldır tutsak ettiği
devrimci avukat
Cevdet Bayır’ın aramızda olmasıydı.
Ayrılırken herkes
kolektif olarak zamanda ve mekanda
kısmen de olsa
özgürleştiğimiz bu
etkinlikleri yinelememiz gerektiğini
belirtti.
3
işçi meclisi
Suriye’ye Sefer ya da Erdoğan Niye Konuşmaya Başladı?
“Alın işte IŞİD IŞİD dediniz, IŞİD’le savaşıyoruz” diyerek bir koridor, insansız bölge, bir geçiş bölgesi falan oluşturuyoruz
görünümünde Suriye’ye yapılacak bir sefer Erdoğan-Davutoğlu’nun tükenmiş dış ve iç politikasına vurulacak son mezar çivisi
olur. Hüsranla sonuçlanır. Erdoğan en kırılgan dönemini yaşamaktadır.
Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’in gerileyişi, PYD’nin
ilerleyişi sürüyor. Son çarpıcı gelişme geçtiğimiz
hafta Tel Abyad’ın IŞİD çetelerinden kurtarılarak
PYD’nin eline geçmesi oldu. Kendi açısından bir
dağılmaya sebep vermemek amacıyla hem moral
hem de askeri yönden stratejik bir hamleyle IŞİD
hem Kobane’de hem de Kuveyt, Tunus ve Fransa’da
eş zamanlı katliam niteliğinde intihar saldırıları
gerçekleştirdi. Suriye’deki savaşın gelişimi seyrine
bakıldığında artık bir PYD kenti olarak cephe gerisi
haline gelmiş olan Kobane’de “IŞİD saldırısı olabilir” korkusuyla geride Kürt gerillaların asayiş amaçlı
bıraktırılması, böylece PYD ilerleyişinin yavaşlatılması hedefleniyordu.
Kobane’nin bedeller ödenerek temizlenmesiyle bu
şimdilik çözüldü. Suriye’nin kuzeyinde PYD ilerleyişi sürüyor, IŞİD gerilemeye devam ediyor. Kuzey
Suriye’de Türkiye’nin sınır hattına paralel olarak süren savaşta bu hat üzerindeki stratejik yerleşim yerleri doğudan batıya doğru Kobane, Cerablus, Mare,
Afrin olarak sıralanıyor, bunun ardından rejimin
kontrolünde olan Akdeniz’e açılan Hatay’ın alt kısmı var. Türkiye’nin sınır kapılarından birisi olan
Suruç artık PYD’nin elindeki Kobane’ye açılıyor.
sürdürülmesine dayalı oldu. Geleneksel ve giderek
acizleşen Türk dış politikasının Davutoğlu-Erdoğan
yönetiminde AKP’nin 3. döneminde derinleştirilen Sünni İslamcı hattaki Ortadoğu politikası da
aslında bir çeşit ölüm vuruşu oldu, bölgedeki diktatörlükleri sarsan son burjuva-demokratik dalganın
darbeleri karşısında deyim yerindeyse alabora oldu.
Türkiye’nin diğer iki sınır kapısı Öncüpınar ve
Mısır’da faşist diktatörlükle zaptedilen, Suriye’de bir
Cilvegözü ise (yine PYD’nin kontrolündeki Afrin
iç savaşa dönüşen, Türkiye’de de Gezi direnişiyle
kantonunun sağ ve sol yanında olmasına karşın,)
PYD’ye değil IŞİD dışındaki diğer muhalif İslamcı AKP politikalarına toplumsal bir çizik atan hareketlilik, eski durumu parçaladı ve sürdürülemez
gruplara açılıyor. Türkiye’yi ateşlendiren olasılık,
işte bu Kobane ve Afrin kantonları arasındaki Ce- hale getirdi. Gelinen durumda Kürt ulusu Güney
rablus-Mare hattının IŞİD’in elinden PYD’ye geçme Kürdistan’da Barzani yönetiminde bir devlete sahip,
olasılığı. Savaşın gidişatı, cephenin yönü bunu gös- Batı Kürdistan’da (Rojava-Suriye) yeni bir devletin
eşiğine gelmiş, Türkiye’deyse %13 oyla sistemiçi
teriyor.
burjuva egemenlik paylaşımında bir değişim talebine gitmiştir. Kaybeden inkarcı, Erdoğan’ın deyişiyle
Bu durumda basında ÖSO diye geçen ve
tek ulusa, tek devlete, tek millete, tek bayrağa sahip
Türkiye’nin desteklediği İslamcı grupların hariTürk devleti ve burjuvazisinin politikasıdır. Şimdi
tada bir kama şeklinde arada durarak Öncüpınar
sınır kapısını tutması ve PYD’nin Kobane ile Afrin bu gerçeğe gözler kapatılarak, debelene debelene
var olmaya çalışılmaktadır.
kantonlarını birleştirmesini önlemesi mümkün
görünmüyor. Tüm gelişmeler şunu gösteriyor: ABD
Suriye’ye Manşet Seferleri
destekli PYD’nin IŞİD’i bu bölgeden kazımasıyla
birlikte Türkiye’nin yeni bir komşusu olacak. Kuzey
Son zamanlarda Erdoğan yanlısı basında artan saIrak’a benzer şekilde Kuzey Suriye’de de özerk bir
vaş manşetlerinin sırrı burada yatmaktadır. Büyük
Kürt yönetimi tesisi tamamlanmış olacak. IŞİD’e
olasılıkla Genelkurmay’dan sızdırılan bilgilerden
karşı özsavunma güçlerini oluşturmuş, uluslarası
artık açıkça öğrenmiş bulunmaktayız; AKP son
destek sağlamış, kendi içinde demokratik bir yönetim ve güç paylaşımı kurmuş, kadın hareketinin seçim döneminde, bir ay kadar önce bir Suriye sefeönemli bir güç olduğu, PKK’nin çizgisinde laik bir rini ciddi şekilde gündemine almış, ama Genelkurmay Başkanı işi yokuşa sürmüş, yazılı emir istemiş,
Kürt yönetimi! Yeni bir oyuncu, yeni bir kurucu
hatta hastalık iznine çıkmış. İş sündürülünce ve
güç…
CHP üzerinden bir duyum olarak kamuoyuna da
olunca Erdoğan ve Davutoğlu mecburen seferi
Türkiye’nin geleneksel dış politikası- ifşa
ötelemek zorunda kalmışlar, ama ilk paragrafta aknın AKP elinde derinleşen iflası
tardığımız son bir haftaki gelişmeler nedeniyle bu
kez yeniden gündeme almışlar. Erdoğan’ın son üç
Yaşanan aslında Türkiye’nin bölgedeki Kürtlerin
gecedir seçimden beri süren suskunluğunu bozasiyasal temsilinin bastırılmasına dayalı geleneksel rak “sınırlarımızda yeni bir devlete izin vermeyiz”
dış politikasının AKP elinde iflas edişidir. 90’ların bağırmaları bu yüzden, aynı nedenle Yeni Şafak vb.
başından itibaren içeride Kürt savaşının yükseltil- basın da bir kaç gündür “Giriyoruz” manşetleriyle
mesiyle paralel olarak Irak’ta bir Kürt otonomisinin çıkıyor.
oluşumunun engellenmeye çalışılması politikası,
bilindiği üzere Saddam’ın devrilmesinin ardından Oysa bu seferler manşette kalmaya mahkum görüiflas etmiş, Güney Kürdistan yönetimi kurulmuştu. nüyor. Türkiye’nin Suriye’ye kalıcı bir bölge oluşturAKP döneminde Türk dış politikası bu acı gerçema amaçlı girişi olanaklı görünmemektedir. Birkaç
ği hazmetmeye uğraştı, hatta bir dönem Güney
nedenle: 1) Türkiye siyaseti bir ara döneme girmişKürdistan’ın hamiliğine bile soyunduğu oldu.
tir. AKP hükümetten düşmüş, yeni hükümet kuAncak oluşan yeni düzleme uyum amaçlı bu porulmamış, kurulup kurulmayacağı da belli değildir.
litikalar kalıcı olmadığı gibi içeride kalıcı bir Kürt Böyle bir dönemde bir dış seferin etkin ve başarılı
barışıyla da birleştirilemedi. PKK’yle yürütülen
şekilde yönetimi mümkün olmaz. 2) Türk burjuva
görüşmeler hep zamana oynayan tarzda, en aza
devletinin dış politikası başta ABD olmak üzere
doğru çeken, mümkünse hiçbir burjuva-ulusal
uluslar arası muhatapları nezdinde inandırıcılığını
demokratik hakkın teslimi karşılığında bir şey ver- ve meşruiyetini kaybetmiştir. Bölgedeki halklar
meden almaya dayalı olarak ateşkesin olabildiğince tarafından da nefretle anılmaktadır. 3) Türk ordusu
kalıcı bir bölge oluşturma amaçlı bir Suriye seferine hazırlıklı değildir. Hamaset gereği söylendiği
gibi öyle güçlü ve şanlı bir ordu falan da değildir.
Geçtiğimiz yıllarda kendi içine doğru en üst kademelerine yapılan devlet operasyonuna hazırlıksız
yakalanmış ve çözülmüştür. (Bu da kötü bir gelişme
değildir!) Böyle bir sefere çıkıldığında göz önüne
alınması gereken bir dizi etmen olduğunun da farkındadır. Ve son ve belki de en belirleyicisi olarak O
bir NATO ordusudur, ABD’den onay almadan giderayak AKP’nin peşinde bir Ortadoğu macerasına
kolay kolay girişmez.
Sonuç
“Alın işte IŞİD IŞİD dediniz, IŞİD’le savaşıyoruz”
diyerek bir koridor, insansız bölge, bir geçiş bölgesi
falan oluşturuyoruz görünümünde Suriye’ye yapılacak bir sefer Erdoğan-Davutoğlu’nun tükenmiş dış
ve iç politikasına vurulacak son mezar çivisi olur.
Hüsranla sonuçlanır. Erdoğan en kırılgan dönemini
yaşamaktadır. Taksim’de her yıl mekan savaşlarının
bir mevzisi olarak yapılan LGBTİ yürüyüşünde bu
yıl provası yapılan şekilde içeride bastırma-dışarıda
sefer politikası sürdürülebilir değildir.
Gezi Direnişi’nin öncesinde Mayıs ayında yapılan
Taksim eylemleri gibi bir ay dayanır, sonra patlar.
Yukarıda bir Suriye seferini zorlaştıran etmenler
sayılırken unutmadığımız, bizim böyle bir gelişme
karşısında esas yükleneceğimiz halka olan yeni bir
sokak isyanları dönemi açılır. Bu yüzden üç günlük
deneme sürüşünün ardından gazetelere düşen son
haberler bu seferden vazgeçildiğini, 40 km’ye atış
yapabilen obüslerle sınırdan müdahale olasılığının
daha ağır bastığını bildiriyor. Bizim için fark etmez.
Buyrun, isterseniz deneyin. Tarih sefere gidip oradan dönmeyen padişah hikayeleriyle doludur. Böylelikle siz de tarih olabilirsiniz!
Not: Erdoğan’ın Baykal üzerinden tüm muhalefet
liderlerine mesaj gönderdiği anlaşılıyor: “Beni ve
ailemi rahat bıraksınlar, ben bir koalisyonun önünde engel olmayacağım, bunu onlara söyle Deniz
Bey.” CHP’nin son dönemde gemiyi gıcırtıyla çark
ettirerek “rövanşist, intikamcı olmayacağız” açıklamalarının zemini budur.
Olur da bir AKP-CHP koalisyonu kurulur ve 1
Mayıs Taksim’e onların hükümetinde açılmazsa, o
CHP bir siyasi mefta olarak hükümetten ve siyaset
sahnesinden düşmeye mahkum olacaktır, bu da
bizim notumuz olsun.
29 HAZIRAN 2015
4
işçi meclisi
İsviçre’de İnşaat İşçileri Eylemde
İsviçre genelinde Unia Sendikası’na bağlı inşaat
işçileri (Bauarbeiter) eylemdeydi.
15 binin üzerinde ve yaklaşık 80 bin işyerinde
çalışan inşaat işçileri uzun zamandır patronlar
tarafından sürekli ertelenen toplu iş sözleşmesi
(LMV) ve 60 yasında emekli olma hakları için
binlerin üzerinde inşaat işçileri İsviçre’nin Zürich
şehrinde bir eylem gerçekleştirdi.
Devrimci Proletarya okurları olarak bizde Kanton
Lozan tarafından işçilerle birlikte saat 08.30 da
hareket ettik. Bekleme esnasında iş arayan ve para
dilenen kadınlar da dikkatimizden de kaçmadı.
Zürich Merkez Bahnof ’da bir araya gelen işçiler
düdük ve davulları ile Helvetiaplatzt tarafına doğru yürüyüşe geçtiler. İşçilerin çoğunluğunu İtalyan, Portekekiz ve İspanyol ülkelerden gelenler
oluşturuyordu.
Bir buçuk saatlik (yoğun yağmurda) yürüyüşün
ardından ulaşılan miting alanında İtalyan Müzik
grubu işçileri bekliyordu. İtalyan müzik grubu
Bellacav başta olmak üzere bir çok işçi marşlarıyla kitleyi coşturdular. Yer yer sağ yumruklar
havaya kaldırılarak dayanışma sloganları atıldı.
Tıpkı yağan yağmur ardından çıkan güneş gibi
içimizinde ısınıdığını da fark ettik.
Müzik dinletisinin sonunda sendika işçi temsilcileri ve sendika yetkileri tarafından yapılan
konuşmalarda özellikle iş kazaları sonucunda bu
yıl içerisinse 70 nin üzerinde işçilerin hayatını
kaybettiğinin altı çizildi.
3 Hastalık sigortasını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirebilecek
Diğer yanda ise İnşaat patronları, kurdukları sahte sendika Novatrava ile Unia sendikasını toplu iş
sözleşme görüşmelerinden dışlamak istemiş olsalarda sendika bunu geri püskürtmuş durumda
şimdilik.
5 Krizler bahane edilerek işçi çıkarabilecekler
Diğer önemli bir konu ise; eylemin ana teması
toplu iş sözleşmesi ile birlikte emekli yaşının eşitlik adı altında daha önceden kazanılmış hak olan
60 yasında emekliliği diğer iş kolları gibi 65 yasa
çıkarılmasına ortam hazırlanırken bir çok hak
gaspları yapılmak istenmekte. Örneğin; 31 Aralık
2015 tarihi itibarı ile mevcut sözleşmeler iptal
edilerek yeni uygulamalara geçilmek istemekte
yani daha çok hak gaspı olacak.
Bu hak gasplarını sıralayacak olursak
1 Sendikalara üyelik zorunluluğu kaldırılacak
2 Patronlar her an çalışma kontratlarını değiştirebilecek, ödediği ücreti en az’a indirebilecek
4 Yasal izin haklarını herkese aynı olmayacak
şekilde değiştirebilecek
6 Sert havalarda işçi sağlığı ve güvenliği açısından korunma koşulları değiştirilebilecek
7 Şantiyelerde ucuz iş gücü, ucuz ücret uygulaması yapılabilecek
8 Yeni dönemde daha fazla hak gaspı için ne
gerekiyorsa yapılacak patronlar tarafından.
Aslında bakıldığında son dönemlerde tüm ülkelerde hak arayışlarına karşı gelişen işçi eylemleri
ve direnişleri İsviçre ‘de de vücut bulmaya başladı. Tüm iş kollarında örgütlü olan Unia sendikası, var olan kapitalist sistemden kopuk olarak
gerçekte işçi hakları için çalışma yürütürse ciddi
direnişler örgütleyebilir.
Bugün bu eylem gösterdi ki; sendikalar isterse
üretimden gelen gücünü kullanarak sınıf yararına
bir çok kazanım elde edebilir.
Soruşturmalar, İşten Atmalar, Baskılar Bizi Yıldıramaz!
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde işten atılma
tehlikesiyle karşı karşıya kalan Eğitim-Sen Ankara 5 No’lu Üniversiteler Şubesi örgütlenme sekreteri Ar. Gör. Mert Kükrer ve Şube Denetleme Kurulu üyesi teknisyen Barış Çelik, Rektörlük binası
önünde çadır kurdu.
Aralık 2014' te maaş promosyon ihalesi sürecinde
Rektörlüğün belli bankaları tarif eden bir şartname ile ihaleye çıkmak istemesi üzerine EğitimSen tarafından üç günlük bir grev gerçekleştirilmişti.
Bu grev sürecinde yer alan üç Eğitim-Sen üyesine eğitim öğretimi engelleme suçlaması ile
ODTÜ’nün verebileceği en yüksek ceza olan kademe ilerlemesinin durdurulması cezasına çarptırıldı. Bir öğrenciye ise iki haftalık uzaklaştırma
cezası verildi.
Mert Kükrer ve Barış Çelik’in dosyaları ise “Amirine, maiyetindekilere, iş arkadaşlarına veya öğrencilere fiili tecavüzde bulunmak” suçlamasıyla
“kamu görevinden çıkarma” cezasının verilmesi
talebiyle ODTÜ Rektörlüğü tarafından YÖK
Başkanlığı’na gönderildi.
YÖK ve sermaye ile iç içe bir yönetim sürdüren
ODTÜ Rektörlüğü’ nün ODTÜ’ nün asıl sahibi
olan işçi ve öğrencilerine uyguladığı baskı ve
sindirme çabalarına karşı Mert Kükrer ve Barış
Çelik, 23 Haziran Salı gününden bu yana rektörlük binası önünde 7 gün 24 saat süreyle çadırda
kalarak direniş sergiliyor.
Eğitim-Sen İş Yeri Temsilciliğinin Talepleri:
1. Beş sendika üyesi ve bir öğrenciye açılan soruşturmalar ve verilen cezalar geri çekilsin.
2. Aralık ayında işten çıkartılan Eğitim Sen
ODTÜ İş Yeri Temsilcisi işe geri alınsın.
3. ODTÜ’ de sendikal faaliyeti ve örgütlenme
hakkını engellemeye yönelik baskılar son bulsun.
4. ODTÜ’ de yaşanan ve sistematik hale gelen
mobbing ve hak ihlallerinin önüne geçmek için
somut ve kurumsal önlemler alınsın.
Sınıfsız Dergisi olarak Eğitim-Sen üyeleri Mert
Kükrer ve Barış Çelik şahsında üniversite emekçilerinin direnişine sahip çıkıyor ve tüm okurlarımızı ve devrimci, demokrat, yurtseverleri desteğe
çağırıyoruz.
5
işçi meclisi
LGBTİ onur yürüyüşüne polis saldırısı
İstanbul Taksim’den Tünel’e 23. LGBTİ Onur Haftası kapsamında yapılacak 13. Onur Yürüyüşüne
polis saldırdı. Saat 16.30’da İstiklal Caddesi’ne
çıkan eylemciler yavaş yavaş eylemin başlayacağı
nokta olan Fransız Kültür Merkezi önüne doğru yürümeye çalışırken polis Mis Sokak ve Ağa
Cami önünde kitleye saldırdı.
TOMA ve plastik mermilerle saldıran polis ayrıca
Mis Sokak civarına yoğun olarak gaz attı. Çok
sayıda eylemci gözaltına alınırken polis saldırısı
ara sokaklarda devam etti. Galatasaray, Tünel ve
pek çok noktada polis gazlı, TOMA’lı, tazyikli
sulu saldırılarda bulundu. Çok sayıda eylemci de
plastik mermi ile yakın mesafeden yaralandı.
Eylemciler saldırıların ardından ara sokaklarda
bir araya gelerek İstiklal Caddesi’ne çıkmaya çalıştılar. Polis ise bunu engelleyerek göstericilere saldırdı. Kitle beklerken sloganlarla polis saldırısını
protesto etti.
Polis eylemden saatlerce önce eyleme gelen ve
üzerinde yedi renk LGBTİ renklerini taşıyan
insanları özellikle taciz ediyordu. Bir çok insana
LGBTİ kontrolü yaparak gerilimi tırmandıran
polis saldırı yapacağını saatler öncesinden belli
etmişti.
Vali yaptığı açıklama ile eylemin yasaklanmasına
gerekçe olarak ramazan ayı içinde bulunulmasını
ileri sürdü. Oysa geçen seneki 12. LGBTİ Onur
Yürüyüşü de ramazan ayına denk gelmişti.
Devletin tüm engelleme çabalarına rağmen eylemciler kararlı bir şekilde bekleyişlerini ve Caddeye çıkma çabalarını sürdürdü en son aralarında
CHP ve HDP milletvekillerininde olduğu bir
grup İstiklal Caddesinin başında LGBTİ bayrağının arkasında yürüyüşü başlattı ve bayrağın arakası cadde ve sokakalrdakilerin de katılıyla artı.
Ve devletin yasağı sökmemiş oldu.
Milletvekillerininde arasında olduğu yürüyüş
sırasında Galatasary Lisesi önünde bir açıklama
yapıldı. Açıklamada devletin yasakçı tutumu protestoo edilirken saldırılarda kınandı.
Açıklamanın ardından yürüyüş Tünele doğru
devam etti. Polis bu sefrede kitleye Tünel’de saldırdı ve çatışmalar yeniden başladı ve geç saatlere
kadar sürdü. Hatta polis LGBTİlerin akşamki
partisinede biber gazı kullanarak saldırdı.
Eylem boyunca birçok kişi polis tarafından darp
edilirken bazılarıda gözaltına alındı.
Tüm bu saldırılar karşısında inadına eylem gerçekleştirildi ve “yassak kardeşim”in nasıl karşılık
bulacağı sergilenmiş oldu.
İşçi sınıfı bu savaşa ortak olmayacak
KESK, DİSK, TTB, TMMOBB’nin çağrısıyla 2
Temmuz Perşembe günü saat 19.00’da Tünel’den
Galatasaray Lisesi önüne bir yürüyüş gerçekleştirildi. Birçok devrimci ve demokratik kurumda
eyleme katılarak destek verdi. Devrimci Proletarya okurları da eyleme flamalarıyla katıldılar.
“Halkların kardeşliğini ve barışı savunacağız, Savaşa hayır!” yazılı pankart açan kitle “Katil IŞİD
işbirlikçi AKP!”, “Suriye’de savaş istemiyoruz!”,
“Bijî berxwedana Kobanê!” sloganları ile Galatasaray Meydanına yürüdü.
Eylemde ilk sözü alan DİSK İstanbul Bölge Temsilcisi Önder Atay, Sivas’ta aydınları yakanlarla
bugün Suriye’ye saldırı planları yaptığını belirterek sınırdaki provokatif manevralardan vazgeçilmesi gerektiğini söyledi. Atay, işçi sınıfının bu
savaşa ortak olmayacağına vurgu yaptı.
Galatasaray Lisesi önünde eylemi örgütleyen kurumlar adına basın açıklamasını İstanbul Tabip
Odası Genel Sekreteri Samet Mengüç okudu.
Basın açıklaması metni şöyle;
“Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin
Suriye’ye karşı tasarladıkları savaş manevraları,
söylem ve tavırları hem ülkemizde hem de Ortadoğu halklarında doğal olarak endişe ve kaygıya
yol açmıştır. Her savaşta olduğu gibi bu savaşın da
emekçi halkların, gençlerin kanı ve canı üzerinden yürütüleceği çok açıktır. Ülkemiz ve halkımız
karanlık bir geleceğe yönlendiriliyor. Karanlık bir
gelecek istemiyoruz!
Türkiye halkları Ortadoğu’nun her tarafını sarmış
olan ateşin merkezine, bu ateşin harlanması için
feda ediliyor. Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan ve AKP Hükümeti olmak üzere, tarihin
kan ve savaştan medet uman bütün çığırtkanlarının yan yana saf tuttukları zamanlardayız.
Bizler biliyoruz ki bütün tarih boyunca savaşların
kazananı, barışın kaybedeni olmamıştır.
2500 yıl önce Yunanlı Aeschylus: “Savaşta ilk kaybedilen GERÇEKLİKTİR” der.
500 yıl önce François Feneon; “Tüm savaşlar iç
savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir” der.
100 yıl önce Emma Goldman; “Bütün savaşları
çıkaranlar dövüşemeyecek kadar korkak olan ve
bu yüzden dünya gençlerini cepheye süren hırsızlardır” der.
Tarihin bize verdiği miraslardan hareketle;
Tüm savaş çığırtkanlarına, insanlık adına SESLENİYORUZ…
Ey Türkiye’yi yönetenler; gelin insanlığın en acı,
en ilkel, en vahşi aygıtından, savaştan vazgeçiniz,
evet bu savaştan vazgeçiniz. Çünkü savaşlar kötüdür… Hiçbir savaşın kazananı olmamıştır ve
olmayacaktır.
Yapmanız gereken bölgedeki çatışmaları körüklemek değil, barbar IŞİD çetelerine karşı, ülkede,
bölgede ve dünyada barışı savunmaktır.
Kardeşi kardeşe kırdırtmayın, savaşı körüklemeyin, insanlık adına insanlığın ortak düşmanı olan
IŞİD çetelerine karşı direnenlerle birlik olun.
Ve hep birlikte ipek bir yumak sarar gibi haykıralım; insanları insanca yaşatalım ve insan gibi
yaşamak için “SAVAŞA HAYIR” diyelim.
Ve UYARIYORUZ;
Bu savaşın başladığı andan itibaren insanlık tarihinin ve vicdanının yegane suçlusu sizler olacaksınız…
Ve bu andan itibaren halklar ve insanlık kabusunuz olacak.
Nasıl ki insanlık Neron’u, Sezar’ı, Mussolini’yi,
Hitler’i affetmediyse, olası bu savaşın çığırtkanlarını ve sorumlularını da affetmeyecektir.
Burada, 22 yıl önce yaşanan Madımak Katliamı’nı
da unutmadığımızı, unutmayacağımızı adalet
sağlanana, kardeşçe, barışçıl bir ülke yaratılana
dek mücadele edeceğimizi de ifade ediyoruz.
Biliyoruz ki 22 yıl önce Madımak Katliamını yaratanlar, faillerini koruyanlar, savunanlar, bugün
halkları birbirine kırdırmak isteyen, savaş çığlıkları atan aynı zihniyetin temsilcileridir.
Bizler, savaşsız, demokratik, eşitlikçi, kardeşçe
bir yaşam için tüm insanlığı savaşa karşı durmaya, direnmeye ve mücadeleye bir kez daha davet
ederken; Halkların Kardeşliğini ve Barışı Savunacağız Savaşa Hayır! diyoruz…
6
işçi meclisi
AKP’yle 13 yıl
(Yaşadım, Gördüm, Yazdım) ya da
AKP’nin iki dönemi oldu. Birincisi iç gerilim ve çatışmalarıyla birlikte 2010 yılına dek
uzanan ve içeride ordunun devlet politikaları
üzerindeki belirleyiciliğinin çözüldüğü,
dışarıdaysa AB rotasında ilerlendiği ve burjuva reformların ağırlıkta olduğu dönem. Bu
dönem aynı zamanda TÜSİAD’ın ve liberallerin AKP hükümetinin arkasında durduğu
dönemdir. İkincisi 2010 yılı sonrasından
son seçimlere dek uzanan, dışarıda AB’den
uzaklaşarak Ortadoğu’da Sünni İslam’ın temsilcisi rolüyle öne atılma çabasına girip bunu
içeride devlet katında muhafazakar-İslamcı
kökenden devşirme pragmatist kadrolaşmayla
pekiştirerek siyaset mühendisliği çabasına
girdiği dönemdir. Bu dönem aynı zamanda
TÜSİAD ve liberallerin desteğinin çekilmeye başladığı, TUSKON’un da bir süre sonra
arabadan inişiyle birlikte hükümetin sadece
MÜSİAD tarafından ve kendi başına çok
büyük bir kaynak olan zaptedilmiş devlet sermayesiyle desteklendiği dönemdir.
Geçtiğimiz ay içerisinde çıkan ve çıktığı ilk
haftada çok satanlar arasına giren Abdullah
Gül’ün siyasette yeniden parlaması için bir
PR (parlatma) kitabı niteliği taşıyan “Abdullah Gül ile 12 Yıl” kitabı da örtük olarak bu
dönemleştirme bakışıyla kaleme alınmış. Gül
ilk dönemi simgeliyor, Erdoğan ise ikincisini.
AKP Gül varsa iyi, Gül yoksa kötü. Kitaba göre
Gül bir dengeleyici, gerektiğinde masa altından
Erdoğan’ı tekmeleyip susturan, Arınç’ı Erdoğan’a
kırıldığında istifa etmekten vazgeçiren, tutuklanmak istenen gazetecilerin hamisi ve dostu,
Gezi’de 1 Haziran’da barikatları açtıran, Kıbrıs
ve Ermenistan’la çözüm, AB’de ilerleme peşinde
koşan, Ortadoğu’da Türkiye’yi model ülke yapan
bir demokrat kişi. Erdoğan ise tüm bunların
antitezi, tam aksi, siyasette ego sahibi, vefasız,
danışmanlarını ve havuz medyasını tetikçi
olarak kullanıp Gül’e hep çelme atan, onu hep
dolandıran, antidemokrat, pis, kötü insan…
7 Haziran seçimleri AKP’nin hükümeti kaybetmesine yol açtı. Ancak Erdoğan 2019’a kadar
cumhurbaşkanı. O, seçildiğinden bu yana devlet
içerisinde yaşanan hakimiyet kavgasında nihai
bir zafer kazanma amacıyla başkanlık sistemine geçişi savundu. Bu seçimlerde de AKP’nin
Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi (sonradan
darbeyle devrildiler) yeni bir anayasa yapacak oy
çokluğunu elde etmesi için, tüm devlet ve parti
kaynaklarıyla yüklendiği bir seçim kampanyası
yürüttü. Sonuçta başarı elde edemediler. Yeni bir
anayasayı referanduma götürecek bir çoğunluk
elde etselerdi, buna da razıydılar, ama bu da
olmadı, tek başlarına hükümet kuramaz hale
geldiler. Başarılı olsalardı, HDP baraj altında
bırakılsaydı, çok daha sert, çatışmalı, sokağın
rolünün arttığı bir dönem gelecekti. Başarılı
olamadılar, öte yandan AKP de bitip sandığa
falan gömülmedi. %40 oyu bir tarafa, AKP
Erdoğan cumhurbaşkanlığını sürdürdükçe
bitmez ve gitmez. Siyasal rejim krizi de sürer.
Çünkü koalisyon kimler arasında kurulursa
kurulsun -buna döneceğiz- Erdoğan mevcut
haliyle temsil ettiği kesimler ve politikalarla
birlikte burjuva demokrasisi için kendisi bir kriz
kaynağıdır.
12 yıl Gül’e hizmet eden bir liberal olan Sever’in
kitabındaki siyasal geçmiş okuması bireyler üzerinden akan tipik bir burjuva siyaset
okumasıdır. Utangaç bir parti içi muhalefet
manifestosudur aynı zamanda. Bahçeli’nin
zamanında çatı aday olarak Gül’e aday gösterme
teklifi getirdiğini öğrendiğimiz kitabın
yayınlanışıyla birlikte Gül ABD, AB, TÜSİAD
ve MÜSİAD’a “beni unutmayın” mesajı vermektedir. Bu mesaj kaydedilecektir. Ancak
tüm kararların tek bir kişiye bağlandığı, onun
da Saray’a yerleştiği yapısıyla AKP henüz bu
tarz bir restorasyona açık ve hazır değildir. O
yüzden kitap çeşitli bakanlar tarafından hemen
“siyasi paçavra” olarak nitelendirilmiş, ulaştığı
olağanüstü baskı sayısına rağmen popüler ömrü
bir hafta sürmüştür. Şimdi koalisyon pazarlıkları
etrafında kulisler herkese daha cazip gelmektedir, bir süre de böyle gidecektir.
Son seçimlerle birlikte burjuva siyaset bir
ara döneme girmiştir. AKP’nin bodoslama
gidişinin sivri ucu kırılmış, ama muhalefet
onun yerine hükümet olacak bir alternatif
güç elde etmemiştir. Erdoğan aslında kampanya aşamasında (başlatmadan) bitirdiği
müzakerelerle KCK’yla barıştan vazgeçerek
MHP’yle muhalefetin yolunu döşemiştir. Bunun karşısında HDP de elde ettiği oy oranıyla
AKP’yi hükümetten düşürmüş ve Kürtlerin tam
desteğini arkasına almıştır. Sermayenin kolektif aklı yumuşak bir geçiş sağlamak üzere bir
AKP-CHP koalisyonunu vaaz etmektedir; böyle
bir bileşim uyumla çalışırsa Kürt müzakeresinde
geçici olarak kopan ipleri yeniden bağlamakla
kalmaz, topluma (piyasalara) yeni bir burjuva
anayasa umudunu da pompalar.
Ancak bu gerçekleşirse de CHP bir süre sonra
halen bir “Erdoğan partisi” olan AKP’yle ve
bizzat Erdoğan’la yüzüstüne çıkacak olan
çelişkilerini yönetemez hale gelecek, muhtemel
bir erken seçimde de oy kaybedecektir. Aynısı
MHP için de geçerlidir. Ak-Milli Cephe
formülü Kürdistan’da bir süre sonra sokakların
ateşlenmesiyle karşılanacak, uzun süre iktidarda kalırsa da ülke genelinde de başta kadınlar
ve gençler olmak üzere Gezi’nin de katılımcısı
olmuş kitlelerin tepkisini harlamaya aday
olacaktır. Piyasaların istikrarı uğruna MHP Kürt
sorununda çizgilerini pembeleştirirse de, bu
onun için bir sonraki seçimde oy kaybı anlamına
gelecektir.
HDP ise onca “seni başkan yaptırmayacağız”
tantanasından sonra KCK önderlerinin tavsiye
etmeye başladığı üzere AKP’yle bir denkleme
girerse, belki Kürt oylarını koruyacak ama bu
kez de bir sonraki seçimde kendi ifadesiyle
“ödünç aldığı” oyları kaybedecektir. AKP’yle
koalisyon kuracak partinin oy kaybedeceği,
AKP’nin de hükümet kurmazsa dağılmaktan
korktuğu, hepsi açısından biçimsiz bir sonuçtur
aslında bu. 7 Haziran gecesi muhalefet partilerinin hepsi kafalarında mutlaklaştırdıkları AKP
hükümetinin gidişinden şaşkın ve sevinçliyken,
şimdi hepsi kara kara düşünmektedir.
Biz apolitik değiliz, ama burjuva meclise girecek
şu veya bu adayı, şu veya bu partiyi de desteklemedik, bu yönde bir kampanya da yürütmedik.
Türkiye’de faşizmin yıkılmayıp zamana yayılarak
süreç içerisinde çözülmesi, onun yerini toplumsal
yapıdan başlayarak yaşanan
dönüşümle birlikte geri
düzeyde bir burjuva demokrasisinin alışı sürecinde
geride kalan dönemin eski
antifaşist örgütleri ağırlıklı
olarak liberalizme doğru
çözüldüler, nihayetinde
büyük bir kesimi de HDP
programı etrafında birleşti.
Türkiye’de, Kürdistan’da,
bölgede ve dünyada
komünist bir işçi devrimini
ve proleter demokrasiyi savunan parti, örgüt
ve çevre sayısı yok denecek kadar azaldı. Oysa
burjuva demokrasisi özellikle bu geri haliyle bir
siyasi paçavra olarak yırtılıp atılmayı en çok hak
edendir. “Buna gücümüz yok, biraz ilerletelim
bakarız” diyerek burjuva demokrasisine çözülen
yapılar ülke ve bölgeyi ileri bir burjuva demokrasisine taşıyacak bir iç dinamizme de sahip
değildirler ve olamazlar.
Bu demokrasinin ilerisi-gerisi budur işte:
Mevcut mecliste 100’e yakın kadın vekil, Türk,
Kürt, Ermeni, Roman, engelli vekiller temsili olarak vardır. Piyasalar, burjuva toplumsal
yapı, sermaye bileşim olarak kendi suretinde
bir meclis yaratmaya bu seçimde biraz daha
yakınsamıştır; aslında burjuvazinin en köklü
ideolojisi olan liberalizmi çağıran bir bileşimdir
bu. AKP-CHP-MHP-HDP de piyasa ekonomisiyle, burjuvazinin iktidarıyla, kapitalist ekonomiyle çelişen partiler değil, bir üst ve içkin ideoloji
halini almış ve benimsenmiş bu liberalizmle
çeşitli sınıfsal-toplumsal kesimleri buluşturan
partilerdir. (Bu günlerde her parti koalisyon
pazarlıklarında pembeleştireceği kırmızı çizgilerini açıklıyor, “bizim mahalledeki” çeşitli dergi
ve sitelerde de bunlara akıllar verilip hükümetler
kurulup bozulup oy hesapları yapılıyor…) İşte
koalisyon tartışmalarında her partinin her
partiyle koalisyon kurabilme ihtimalinin esas
ve gerçek zemini budur. Bizlerin bu partilerle
“koalisyon” kuramayacak olmamızın nedeni de
budur.
Biz piyasalara karşıyız. Kolektivizmden yana,
planlı, eşanlı karşılanabilecek toplumsal-bireysel ihtiyaçların para dolayımına girmeden
karşılanmasına dayalı, sosyalist bir ekonomiden
yanayız. Biz kapitalistlere, patronlara karşıyız.
İşçiyiz biz. İnsan gibi yaşamak, yaşatmak istiyoruz. Devlette pay sahibi olmak değil, bu devleti
yıkmak, devlet denen laneti ortadan kaldırma
görevine hizmet edecek bir işçi devleti kurmak
istiyoruz.
Biz ulusal haksızlık ve ayrımcılıklarla birlikte
ulusların da silineceği bir dünya devriminden
yanayız. Cinsel eşitsizlik ve ayrımcılıklarla birlikte cinsiyetler üzerindeki baskı ve yasakların
da kalkacağı bir toplumun hayalcisiyiz. Köreltici
işbölümüne, tekel ve rekabete, servet ve tahakküme, doğanın sermayeleşmesi ve tahribine,
şeyleşmeye, şeyleştirilmeye karşıyız. Alın bunlar
da bizim kırmızı çizgilerimiz!
7
Şimdi olması gereken şey
işçi meclisi
Siyaset erkanlarından bir gürühun fabrika
gezmesi, seçim nöbetlerinden bir sahne;
Yüzünde flaşlar patlayan, kamera ışıklarında
bir işçinin. Nasılsın işçi sorusuna verilecek cevap kadar doğal, bu düzen de yaşamak; Saolun
efem.
Oysa söyleyecek çok şey var neresinden
başlamalı, kem küm laflara müsade cevabı
olmadan kalmıştı parmak havada, anlaşıldı!
asalak güçler teorisi yaşamdaki vücudunu tam
karşısında hissetti işçi. Biliyoruz onun eksikliği
değildi.Vücut daha önce bulunmadığı ortamın
hormonal şeyleriydi bunlar, salgıladığı doğaldaralma duygusu, aklın ulaşamadığı refleksif
düşünce durumu aslında, daha önce çalışmadı
o duygular, ilk’ti. Suyun gelmesine hazır hortumun gösterdiği davranış durumu gibi doğaltitreklik’ti.
Şimdi bitti seçim nöbetleri, gürültüleri bitti,
tercih etmemiz gerektiği söylemleri, kendisini
fotoğraf ve müziğiyle yedirmeye çalışan süliyet
siyaseti.
Şimdi tercih edilen şey; Dün yaptığımdan daha
farklı bişey yapamayacak olmam.
Şimdi tercih ettiğimiz şey; Söylemlerin günlük
yaşantıma temas etmediğini anlamam
Şimdi tercih edilen şey; Günlük en fazla ve
en canlı zamanlarda yapılan şeyin en çok
yıldığımız ve en istemez olduğumuz gerçeği
Şimdi tercih ettiğimiz şey; Aslında katilimize
bıçağı vermiş olmamız.
Şimdi tercih edilen şey; Asgari ücret durumu
değil, asgari ücret ile ne yapabildiğimiz gerçeği.
Şimdi ne anlamı var şarkıların, bayrakların ve
“temiz” yüzlü silüetlerin.
Şimdi tercih etmemiz gereken; Geniş güvenlikli, duvarlar arası bürokrat siyaseti değil.
Şimdi tercih etmemiz gereken; Sokak-fabrika
fiili katılım siyaseti.
Kimsenin bilmediğini bildiğimiz falan yok,
biliyoruz ve tercih etmiyoruz.
Bildiğimiz şey; Bilindik şeyler, aynı makine
başında çalışacağım gibi mesela.
Bildiğimiz şey; Kira, fatura, yol, parası, yiyecek
vs aldığımız maaş’a denk düşmeyecek.
Bildiğimiz şey; Arabası olmayanın, olanın
cefasını neden çektiği. Sabah ekzoz dumanına
kapılmak gibi mesela.
Şimdi bildiğimiz şey; Politikacıların halkı kontrol altında tutma siyaseti yaptıkları ve asıl yapmak istedikleri şeyi kendilerinin yapamaması.
Şimdi bildiğimiz şey; Yasa hep onu uygulamayanlar tarafından çıkarıldığı gerçeği.
Şimdi olduran ve olan ayrımı; Şeçimi yapan
geniş işçi yığınlıkları, siyeseti yapan kel, göbekli
patron hegomanyası.
Şimdi olması gereken şey; Teslim edilmiş oyları
geri almak ve tam temsili fabrika-sokak siyasetini işçi meclislerini kurmaktır.
13’ü kadın 15 tarım işçisi öldürüldü
Kapitalizm tarım işçilerini katletmeye devam
ediyor. Manisa’nın Gölmarmara ilçesinde
kasasında tarım işçilerini taşıyan kamyonet,
tankerle çarpıştı. Katliam gibi kazada kamyonette bulunan 13’ü kadın 15 işçi öldü, iki işçi
de yaralandı.
Kaza sabah saat 05.30’da Gölmarmara’ya bağlı
Hacıveliler Köyü yakınlarında meydana geldi.
Hacıveliler Köyü yakınlarında bağa asma
yaprağı toplamaya giden tarım işçilerini taşıyan
kamyonetle bir süt tankeri çarpıştı. Tankerin
şerit ihlali yapması sonucu meydana gelen
kazada, kamyonetin kasasında bulunan işçiler
hayatını kaybetti.
Kamyonetin kasasının açık olduğu, işçilerin
kasada seyahat ettiği bildirildi. İşçilerin çoğu
günde 40-50 lira yevmiyeyle çalışıyorlardı.
işçi meclisi
8
işçi meclisi
9
Charite: Süresiz Grev!
Charite hastanesindeki süresiz grevin ikinci gününde sağlık işçileri Charite Mitte´de grev lokali önünde öğleden sonra toplanmaya başladı. Diğer 4 kampüsten ve kapatılan
servislerden herkes beyaz,mavi yeşil iş önlükleriyle, ameliyat maskeleri, eldivenleri, enjektör-steteskop vb tüm ´iş aletleri´ni donanıp ekipler halinde buluşma yerindeler.
Avrupa’nın en büyük üniversite hastanesi olan Charite´nin sağlık işçileri
süresiz grev kararı aldı. Sağlık işçileri Ver.di sendikasında örgütlüler ve sendikanin uzun bir zamandan beri burada yaptığı toplantılar sonrası grev oylaması
yapıldı. Çalışanların %96 sının onayı ile 22 Haziran’da süresiz grev startı
verildi.
Sendika, aşırı yoğunluk içinde çalışılan servislere 600 bakım personelinin
daha alınmasını talep ediyor. Grevin ilk günü olan dün 500 personelin greve
katılması nedeniyle planlanmış 200 ameliyat iptal edildi, 1000 yatak da boş
kaldı.
Almanya tarihinde ilk defa bir hastahanede toplu iş sözleşmesinde daha fazla
elemanın işe alınması ve iş koşullarının iyileştirilmesi için greve gidiliyor.
Hastalar için de bu önemlidir, çünkü hastaları tehlikeye düşüren grev değil,
olağan durumdur.
inin kendileri tarafından da arzu edilen bir durum olduğunu, ancak Verdi
Sendikasının taleplerinin Almanyadaki bütün hastaneleri ilgilendiren genel
bir sorun olduğunu, bu sebeplede konunun ancak ülke bazında yapılacak yasal
düzenlemelerle çözülebileceğini ifade etti.
Sorunun Almanya genelinde olduğu doğru, siz diğer hastanelerle bir görüşme
içinde misiniz,grevin onlar üzerinde nasıl bir etkisini öngörüyorsunuz?
-Biz henüz diğer hastanelerle görüşemedik ama zaten onlar da zaman zaman aksiyonlar yapıyorlar. Vivantes Klinikleri, Helios Klinikleri de eylemler
yaptılar. Biz bir başlayalım domino etkisi gösterecektir, çünkü her yerde aynı
sorun var. Basın sözcüsü aynı zamanda grev nedeniyle hastaların mağdur
edildiğini, bu sebeplede bunun yanlış bir karar olduğunu söyledi. Hastane
yönetiminin 60 kişilik yeni personel alımına gideceğini, ancak sendikanın
talebinin 600 yeni personel olduğunu bunun getireceği ekonomik masrafları
karşılayabilecek güçte olmadıklarını da söylüyor, ama bu kesinlikle doğru
değil, çünkü Charité 3.000 yatak
sayısıyla Mitte de, Wedding de Virchow Hastenesiyle, Steglitz de Benjamin Franklin Hastanesiyle avrupanın
en büyük üniversite hastanesi olma
özelliğine sahip ve buna bağlı olarak
sadece geçen yıl 7,6 Milyon euro kâr elde
etti.
Bu grevin önemini anlamak için Chariteyi biraz tanımak gerekiyor. Charite
305 yıllık bir hastane. Humbold ve
Özgür Üniversite´ye bağlı, uluslararası,
eğitim, bilimsel araştırma ve deneyler,
hasta bakımı ve tedavilerinin yapıldığı
Avrupa’nın en büyük hastanesi. Fizyoloji ve Tıp dalında Nobel ödülleri
alanların yarısı Charite´den mezun ya
da buradaki araştırmacılardır. 4 bölgede
17 tane Charite merkezinde yaklaşık
100 tane, 3.000 yatak kapasiteli klınik ve
enstitü var, 13.100 kişilik bir işçi ordusunun Berlindeki en büyük işveren sahibi
Charitedir. Hastanenin toplam yıllık
geliri, 1,5 milyar euro.
Charité 104 klinik ve enstitüsünde 13.100 çalışanı ve 1,5 milyar Euro geliri
olan bir üniversite kliniği. Berlin’deki dört şubesinde yılda yarım milyon
hastaya bakılıyor. Charité’de 4.000 doktor çalışIyor ve her ay 7.000 ameliyat
yapılıyor.
Sendika yaptığı grevlerle iki yıldır süren toplu sözleşme görüşmeleri üzerindeki baskıyı artırmaya çalışıyor. Sendika, hastanelerde 162.000 personel
açığı olduğunu, bunlardan 70.000’inin ise bakım personeli olduğunu açıkladı.
Hükümetin bu konuyla ilgili hazırladığı yasa tasarısında ise gelecek üç yıl
içinde en fazla 7.000 personelin alınması planlandı.
Charite’nin sadece Mitte Kampüsünde çalışan yaklaşık 4 bin hastabakıcı ve
hemşireler aşırı iş yoğunluğu nedeniyle artık çalışamayacak duruma geldikleri
için grev kararı almak zorunda kaldıklarını söylüyorlar.
Sendika sözcüsü Kalle Kunkel ile yaptığımız söyleşiyi paylaşıyoruz.
Grev kararını nasıl aldınız?
Sendika sözcüsü Kalle Kunkel: “Hastenede uzun zamandır bu sorun gündemimizi meşgul ediyordu.Her gün üyelerimizden telefonlar ve emailler alıyoruz.
Artık kendimiz yarı sağlıklı durumdayız,biz hastalarımıza nasıl bakalım.
Sayımız çok az ve hiç bir işimizi tam alamıyla yapamaz olduk”.
Kalle; Sendika oarak geçen yıl da iş yavaşlatma ve iki günlük uyarı grevleri
yaptık, yaklaşık 400 ameliyat ertelendi. Hastane yönetimi hiç bir olumlu
yaklaşım sergilemedi ve sorun gittikçe kronikleşti. Üyelerimizle yaptığımız
grev oylaması sonucu %96 sı evet dedi. Bu uyarı eylemlerinde ve grev
kararımızda ana talebimiz bir an önce yeni personellerin alınması. Şu an da
tam alarm durumundayız.
Hastanenin basın sözcüsü, Uwe Dolder personel eksikliklerinin giderilmes-
Ver.di’nin talep ettiği personal sayısı;
yoğunbakım servisleri için 2 hastaya 1
hemşire. Normal servisler için 5 hastaya 1 hemşire. Şu an ki aktüel durumda
ise 12 hastaya 1 hemşire çalışıyor. Almanya genelinde ortalama olarak 1
hemşire 10,3 hasta bakıyor.
Norveçte ise 3,8.
Şu an da bu haberi okuyorsanız, size sendikanın istediği sayı çok lüks gelebilir
ve bu oranları Türkiye ile karşılaştırmayın. Türkiye de nerdeyse 30-40 hastaya
1 hemşire bakıyor. Zaten o da ayrı bir felaket. Burada hesap edilen oran sadece
direkt hasta bakımı ve tedavisini içermiyor aynı zamanda tüm bürokratik
yazışmaları,hasta yakınını bilgilendirme,organizasyonların yapılması, servisteki ekip toplantıları, mesleki iç eğitim ve seminerleri organize etmek vb vb.
Görünen görünmeyen, angarya olan tüm işleri kapsıyor. Öylesine personal
yetersizliği var ki, taşerondan gelen bir hemşire saat 6 da başladığı işe, ancak
iş arkadaşına saat 12 de personal tuvaletinin nerede olduğunu sorabiliyor.
Çünkü o an’a kadar bir şey yemiş ya da içmiş değil. Hastaların %78´i hastane
enfeksiyonu ile ikinci bir tedaviye alınıyor. Nedeni de personelin gereken hijyen önlemlerine zaman ayıramaması ve yeterli malzemenin olmaması, hastalık
kasasının (sigortanın) ödemeleri kısması. Bir çok malzemeyi, ilacı, protezi
hastanın kendi cebinden ödemek zorunda olması. Bu denli iş yoğunluğu ve
stres altında çalışanlar arasında da ciddi gerilimler yaşanması kaçınılmaz
oluyor. Her vardiya bir sonrakine yapılmak üzere bir çok işi bırakmak zorunda kalıyor. İşiniz bitsin ya da bitmesin, sırt çantanızı yorgun omuzlarınıza
atıp hastaneyi arkanizda bırakıp giderken vicdanınızın sesini kontrol altında
tutmak zorundasınız. Ben bu gün hasta insanlara nasıl baktım? Nasıl bir
surat takındım? iş arkadaşıma keşke o işleri bırakmasaydım! Hastaların bir
çoğu ya hayatın ilk yıllarında ya 30-40 yılını çalışarak geçirmiş yoksul emekliler, ya hala çalışanlar, ya işsiz sosyal yardım kasasından geçinenler,ya da
sokakta yaşayan çatısızlar. Ya iş arkadaşlarım hepsi üç beş kuruşa yaşam savaşı
veren vicdanlı ve olağanüstü
bir fedakarlıkla çalışan insanlar. Yani hepimiz aynı sınıfın
mensuplarıyız. Şu lanet olası
kapitalizmin kendisini yeniden
yeniden üretmesinin gönüllü
özgür köleleriyiz. Hal ve durum
böyleyken bu grevin içinde ve
yanında kim olmaz, kim dışında
kalmak ister! Kapitalistlerin kar
hırsının bize dayattığı şeyin adı
bu gün pasif ötenazidir. Öyle
veya böyle ölün! Seçim size
kalmış, ister işinizin başında ister
hasta yatağında!
Charite Grevi:
“MEHR VON UNS IST BESSER
FÜR ALLE!”*
Charite hastanesindeki süresiz
grevin ikinci gününde sağlık
işçileri Charite Mitte´de grev
lokali önünde öğleden sonra
toplanmaya başladı. Diğer
4 kampüsten ve kapatılan
servislerden herkes beyaz,mavi yeşil iş
önlükleriyle, ameliyat maskeleri, eldivenleri,
enjektör-steteskop vb tüm ´iş aletleri´ni
donanıp ekipler halinde buluşma yerindeler.
Grev sözcüsü eylem planı hakında grevcileri
bilgilendiriyor, servislerden gruplar halinde
gelenleri selamlıyor. Gelenler standlardan
afiş, pankart, önlük ve dövizlerini alıyor.
Bir tek kişi bile eli boş yürüyüşe gitmiyor.
Neşe ve öfke, endişe ve özgüven ambivalant
duygular bir arada. Neşeliler; kronikleşen
sorunlar karşısında nihayet tek yumruk
olup, cesur bir adım attılar ve patronunn
saldırısına karşı ilk raund kazanıldı. Grevin
yasaklanması için açılan dava Grevin lehine
sonuçlandı.
Öfkeliler; böylesine ciddi bir sorun
karşısında patron en ufak bir olumlu adım
atmadığı gibi karalama politikası devam
ediyor. Endişeliler; ilk defa süresiz grev içindeler, amaca ulaşılacak mı? yeterince destek ve dayanışma olacak mı? Özgüvenliler; çünki haklılar ve doğru
bir karar aldılar, grev kararı alıncaya kadar tüm ´barışçıl´yöntemler tüketilmiş
sonuçsuz kalmıştı. Artık grev dışında seçenek kalmamıştı ve %96 greve evet
dedi.
Yürüyüş startı verilmeden önce sendike ve işyeri temsilcileri aktuel durum
raporu veriyor. 20 tane servis kardioloji, ortopedi, nöroloji, dermatoloji,
psikiyatri, cerrahi, dahiliye, göz, kulak-burun-boğaz, ameliyathane tamamen
kapandı. Röntgen, Labaratuar ve diğer teknik servisler %70 iş biraktı. Grev
hazırlığı aylarca öncesinden yapıldığı için hasta ve hasta yakınları önceden
bilgilendirildi ve yeni hasta alımları öncesinden durduruldu. 1000 tane ameliyat iptal edildi. Poliklinikler kapandı, acil durumlar için ekipler oluşturuldu.
Eylem yerinde olamayıp çalışmak zorunda olanlar destek mesajlarını yolladı.
Mesajlar coşkuyla karşılanıyor ve ´biz sizin için de buradayız!´
Yürüyüş büyük kampüs önünde başlayıp, tarihi Brandenburg Tor alanına
oradan Sağlık Bakanlığı binasına kadar yaklaşık üç saat sürdü. Sendikanın
öngördüğünden fazla sayıda bir katılım ve destek oldu. Grevdeki postacılar,
fakülte öğrencileri, Ver.di gençlik örgütü kitlesel katıldı. Güzergah boyunca
camlardan, balkonlardan el sallayanlar, caddelerdeki insanlar destek ve sempatilerini gösterdiler. Diğer grevlere göre Charite grevinin Kurrier gazetesine
göre %99 toplumsal bir destek aldığı kürsüden açıklandı.
Grev Avrupa ve Almanya genelinde örnek alınması yönüyle etkisini
göstermeye yavaş yavaş başlıyor ve başka hastaneler de ´biz neden bir şey
yapmıyoruz´u tartışıyor. Bir diğer hastaneler grubu Vivantes eyleme ´bugün
Charite, yarın Vivantes´pankartıyla yürüyüşe katıldı. Bu grev elbetteki domino etkisi yaratacak bu kaçınılmaz. Almanya burjuvazisi bugüne kadar öyle
yada böyle yaşadığı krizin üstünü örtmeye çalıştı. 2007´den bu zaman kadar
Almanya genelinde 70 bin sağlık işçisinin işine son verdiler. Diğer tüm sosyal
alanlarda olduğu gibi tasarruf programı adı altında işten atılanlardan arta
kalanların yaşadığı tek şey az parsonelle aynı işi yapmak.
Bu iş yoğunluğu herkesi hasta etmiş durumda. Almanya genelinde 162 bin
Hemşire ve eğitimli personel eksikliği var. Bu nedenle Ver.di, Almanya genelinde 162 bin eylemi adı altında bir başka eylem çağrısı daha yaptı. Bugün
(24.06) tüm hastane önlerinde 1 den 162 bin´e kadar olan rakamlar ellerinde
tüm sağlıkçılar sokakta olacak.
Bir çok alanda yaşanan bu sorunların bir genel greve dönüşmesi kaçınılmaz.
*Bu grevin temel isteği; personal eksikliğinin giderilmesi ve çalışma
koşullarının iyileştirilmesi. O nedenle eylemin öne çıkan sloganı, personal
durumunu ifade eden ´bizden daha fazlası, hepimiz için daha iyi!´
10
işçi meclisi
Haziran ayında en az 147 İşçi yaşamını
yitirdi…
7 Haziran seçimleri yapıldı ve Meclis’te tek
partili Hükümet dönemi sona erdi. İş cinayetleri
ise seçim süreci sonuçlarına bakmadı ve artarak
devam ediyor. Siyasi partiler seçimlerden evvel
alanlarda iş cinayetleri üzerine de vaatlerde bulundular, bilboardlarda ve reklamlarda bile özellikle Soma katliamı başta olmak üzere iş cinayetlerinin sona ermesi için oy istediler. Bizlerin
de mücadele alanlarında savunduğumuz birçok
talep var elbet. Ancak yeni seçilen Meclis’ten çok
acil temel işçi sağlığı taleplerimiz şunlar:
1- İş cinayetlerinin sorumlusu siyasiler, patronlar, bürokratlar yargılanmalıdır…
2- İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanmasının
en temel unsuru işçilerin sendika seçme
özgürlüğüdür. İşçiler üzerinde örgütlenme
özgürlüğüne dair her türlü baskı sona ermelidir…
3- İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği
kurulları kurulmalı, işler hale getirilmeli ve en
az yarısını işçiler oluşturmalıdır…
4- Başta taşeronlaştırma olmak üzere güvencesiz çalıştırma biçimleri yasaklanmalıdır…
Yukarıda ifade ettiğimiz talepler işçilerin en
temel haklarıdır. Bu bağlamda işçi sağlığı ve
iş güvenliği hakları anayasal güvence altına
alınmalıdır…
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi işçiler, kamu
çalışanları, işçi aileleri, doktorlar, mühendisler,
akademisyenler, gazeteciler, hukukçular… ve
onların örgütlenmelerinin oluşturduğu; devletten ve sermayeden bağımsız; sağlıklı ve
güvenli çalışma mücadelesini yürüten bir koordinasyon, bir emek örgütüdür…
Yazılı, görsel, dijital basından takip
edebildiğimiz, emek-meslek örgütlerinden gelen
bilgiler ile işçiler, işçi yakınlarının bildirimleri
ışığında tespit edebildiğimiz ve her gün güncellenen bilgiler ışığında 2015 yılının ilk altı ayında iş
cinayetlerinde en az 794 işçi can vermiş oldu…
2012 yılından bugüne Haziran ayında yaşanan
iş cinayetlerine baktığımızda son iki yılda iş cinayetlerinin büyük bir artış göstermiş olduğunu
görüyoruz. İşçilerin örgütlenme özgürlüğü
olmayınca, yasal düzenlemeler geriye giden bir
ivme gösterince ve sermayenin kayıtsız şartsız
hareket özgürlüğü neticesinde iş cinayetlerinde
değişen bir şey gözükmüyor…
büyüyor ve özellikle uzunyol şoförleri arasında iş
cinayetlerine yol açıyor. Yine kapsamı çok geniş
olan 10 numaralı işkolunda yani eğitim, sağlık,
büro, diyanet, sinema vb. emekçilerinin ölümleri
öne çıkıyor…
Haziran ayında yaşamını yitiren 147 emekçinin
121’i işçi, memur statüsünde çalışan ücretlilerden; 24’ü çiftçilerden/küçük toprak sahiplerinden ve 2’si esnaflardan olmak üzere 26’sı kendi
nam ve hesabına çalışanlardan oluşuyor…
törlerde çalışıyorlar. Diğer yandan kadınların
iş cinayetleri ya saklanıyor ya da kayıt dışı
çalıştıkları için görünmez kılınıyor. Ancak bizler
SGK’dan daha fazla kadın işçi ölümü tespit
etmemize rağmen yaşananların bir kısmına
ulaşabildiğimizin bilincindeyiz… Kadın iş cinayetlerine bakarsak:
62 yaşındaki taşeron orman işçisi Remziye Uysal,
Antalya Gazipaşa’da tomruk istifi yaparken kepçeden düşen tomruğun altında kaldı…
İşçiler en çok trafik/servis kazaları, ezilme/
göçük, düşme ve diğer nedenlerden dolayı can
verdi…
Mevsimlik tarım işçisi Güler Norman, Şırnak
İdil’de işçileri taşıyan traktöre kamyonet
çarpması sonucu aramızdan ayrıldı…
İş cinayetlerinin nedenleri de hemen hemen
değişmiyor. İşçiler servislerle ya da kendi
imkanlarıyla ulaşımdayken yollara savruluyorlar. Üzerlerine ağır nesneler düşmesi, göçük
oluşması ya da makineye sıkışma sonucu eziliyorlar. Özellikle inşaatlarda çalışırken yüksekten düşüyorlar. Yine son dönemde diğer
nedenler olarak belirttiğimiz başlık içinde; ağır
çalışma koşullarından kalp krizi geçiriyorlar,
baskı politikalarından, işsizlikten ya da borç
kıskacından intihar ediyorlar… İş cinayetlerinin
nedenlerine bakarsak:
40 yaşındaki mevsimlik tarım işçisi Fatma
Kaçmaz’ın da aralarında bulunduğu işçileri
taşıyan traktör, Hakkari Yüksekova Karabey
Köyü’ndende yaylaya çıkarken devrildi…
Trafik, Servis Kazası nedeniyle 42 işçi;
Ezilme, Göçük nedeniyle 33 işçi;
Diğer nedenlerden dolayı (yıldırım düşmesi, arı
sokması, sıtma, kalp krizi, intihar, silahlı saldırı)
2012 yılının Haziran ayında 59 işçi,
26 işçi;
2013 yılının Haziran ayında 104 işçi,
Düşme nedeniyle 22 işçi;
2014 yılının Haziran ayında 151 işçi,
Elektrik Çarpması nedeniyle 10 işçi;
2015 yılının Haziran ayında ise 147 işçi yaşamını
Zehirlenme, Boğulma nedeniyle 7 işçi;
yitirdi…
Kesilme, Kopma nedeniyle 4 işçi;
Patlama, Yanma nedeniyle 2 işçi;
Tarım, inşaat, taşımacılık ve ticaret/büro
Nesne Çarpması, Düşmesi nedeniyle 1 can
işkollarında işçi ölümleri yoğunlaşıyor…
verdi…
Bu işkolları “değişmeyen bir dörtlü”. Zaman
zaman maden, belediye, metal, enerji, kimya
Haziran ayında iş cinayetlerinde 6 kadın ve
ve tersane sektörlerinde de yoğun iş cinay141 erkek işçi can verdi…
etleri gözükmesine rağmen raporlarımızda
işkollarında bu dörtlü çoğu zaman başlığı
İnşaat, maden, taşımacılık, metal, enerji gibi
oluşturuyor. AKP iktidarıyla beraber “çılgın
iş cinayetlerinin sık yaşandığı sektörlerde
projeler”in bir sonucu olarak inşaat işçilerinin
çalışanların hemen hemen hepsini erkek işçiler
ölümü arttı. Yine tarımda yıkımın hızlanmasıyla
oluşturuyor. Bu yüzden iş cinayetlerinde tespit
beraber özellikle yaz aylarında işkolundaki
edebildiğimiz işçilerin büyük bir çoğunluğu
emekçi ölümleri sıçrama gösteriyor. Bu yağma ve
erkek. Kadınlar daha çok tarım, sağlık, eğitim,
talan düzeni geliştikçe ulaşım, lojistik sektörü de
büro, gıda, havacılık, ev içi çalışma gibi sek-
50 yaşındaki aşçı Sultan Yağlı, Aksaray’da
çalıştığı AVM’de çıkan yangında 5.katta bulunan
yemekhanede mahsur kaldı…
THY Kabin Amiri Selda Durmaz, Nijerya’da yatı
görevi yaparken sivrisinek ısırması sonucu sıtma
kaptı. İstanbul’da iki defa gittiği hastanede grip
teşhisi kondu. Son olarak THY Sağlık Birimi’ne
başvurdu, teşhis konuldu ancak can verdi…
5 yıldızlı bir otelde 15 gün önce temizlik personeli olarak işe başlayan 19 yaşındaki İlkay
Mavidemir’e, saat 00.30’da iş dönüşü servisten
inip yolun karşısına geçmeye çalışırken motosiklet çarptı…
Haziran ayında iş cinayetlerinde 8 çocuk ve 47
yaşlı işçi can verdi…
14 yaş ve altında 2 işçi,
15-17 yaş aralığında 6 işçi,
18-27 yaş aralığında 24 işçi,
28-50 yaş aralığında 58 işçi,
51 yaş ve üstünde 47 işçi,
Yaşını tespit edemediğimiz/bilmediğimiz 10 işçi
yaşamını yitirdi…
Ülkemizde bir milyon civarında çocuk işçi
çalıştığını resmi makamlar açıklıyor. Çalışan
çocuklar giderek artıyor. Eğitim sisteminde
4+4+4 modeline geçiş ve meslek liselerinin
11
işçi meclisi
sanayinin ucuz işgücü kaynağı olması temel
sebepler. Diğer yandan yoksulluk gerçekliği
özellikle yaz aylarında çocuk işçiliği artıran en
temel sebep oluyor. İş cinayetlerinde yitirdiğimiz
çocuklarımız ise:
10 yaşındaki Yıldırım Öz, Siirt Kurtalan’dan Muş
Varto’nun Ölçekli Köyü’ne çobanlık yapmak için
babasıyla beraber gelmişti, hayvan otlatırken
yıldırım düştü…
12 yaşındaki Bahattin İlet, Erzurum Özbek
Köyü’ne okulların tatil olmasıyla beraber
çobanlık yapan abilerinin yanına gitmişti, hayvan otlatırken serinlemek için sazlıkta biriken
suya girdi…
17 yaşındaki Suriyeli Ali İbrahim, ailesiyle
dört yıl evvel Kobane’de çatışmadan kaçmıştı.
Adana’da bir fırında 20 TL’ye çalışıyordu, hamur
yaparken sıcaktan bunalınca yüzünü yıkadı, ıslak
elle hamur karma makinesinde çalışırken kazana
değdi ve elektrik çarptı…
15 yaşındaki Burak Aslan, yaz tatilinde
Adana Kozan Varsaklar Mahallesi Küçük Sanayi Sitesi’nde esnaf olan babasının yanında
çalışıyordu. Sanayi sitesi içinde bindiği motosiklete kamyon çarptı…
17 yaşındaki İslam Bayat, Mardin Kızıltepe’de
kalıpçı olarak çalıştığı inşaatın 8.katından asansör boşluğuna düştü…
16 yaşındaki Abdullah Şeker, Kayseri Kocasinan
Mimar Sinan Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi
2.sınıf öğrencisiydi. Okulların tatil olmasıyla birlikte ailesine destek olmak için inşaatta çalışmaya
başladı. 8.katta çalıştığı sırada dengesini kaybederek düştü…
17 yaşındaki Yunus Emre Solmaz, Antalya’da
Kemer’de su sporları merkezinde mesai sonrası
çalışırken jet-ski’leri karaya çıkardığı sırada
kolunun vince sıkışması
sonucu ezildi…
İş cinayetlerinde can veren Suriyeli göçmen
işçiler şöyle:
Ömer Abdullah, Adana Yüreğir’de mevsimlik
tarım işçisiydi. Narenciye bahçesinde çalışırken
serinlemek için elini-yüzünü yıkayacağı kanala
düştü…
Ali İbrahim’e yukarıda çocuk işçilik başlığında
değinmiştik. Ali İbrahim… Hem çocuk hem
göçmen hem işçi… Ailesiyle dört yıl evvel
Kobane’de çatışmadan kaçmıştı. Adana’da bir
fırında 20 TL’ye çalışıyordu, hamur yaparken
sıcaktan bunalınca yüzünü yıkadı, ıslak elle hamur karma makinesinde çalışırken kazana değdi
ve elektrik çarptı…
Ali Şeyh Alio, Kayseri Melikgazi’de belediye
işçisiydi. Yol temizleme çalışması yapan çöp kamyonun devrilmesi sonucu yaşamını yitirdi…
İş cinayetleri en çok İzmir, İstanbul, Adana ve
Antalya’da can aldı…
Haziran ayında iş cinayetleri çok yaygın bir
coğrafyada yaşandı. Türkiye’nin 59 şehri ile
yurtdışında iki ülkede iş cinayetlerinde işçi
kardeşlerimizi yitirdik… Buna göre:
9 ölüm İzmir’de;
8 ölüm İstanbul’da;
7’şer ölüm Adana ve Antalya’da;
6’şar ölüm Adıyaman, Bursa ve Manisa’da;
5 ölüm Samsun’da;
4’er ölüm Kayseri ve Konya’da;
3’er ölüm Aydın, Bilecik, Çanakkale, Denizli,
Gaziantep, Hatay, Karabük, Mardin, Muğla ve
Şırnak’ta;
2’şer ölüm Ankara, Amasya, Balıkesir,
Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, Kastamonu,
Kocaeli, Mersin, Niğde, Sakarya, Sivas, Trabzon
ve Van’da;
1’er ölüm ise Afyon, Aksaray, Bartın, Batman,
Bingöl, Bolu, Burdur, Çankırı, Çorum, Giresun,
Hakkari, Isparta, Kahramanmaraş, Kara-
17 yaşındaki Oğuz Uysal,
Çanakkale Ayvacık’ta bir
işletmede çalışıyordu.
Motosikleti ile eve
dönerken bir otomobil
arkadan çarptı…
Yine aylardır
vurguladığımız bir hususa tekrar dikkat çekmek istiyoruz. Haziran
ayında tarım, madencilik,
iletişim, büro, cam, metal,
inşaat, taşımacılık, tersane, güvenlik ve belediye
işkollarında emekli ya da
emeklilik çağında çalışan 47 işçi yaşamını yitirdi.
İş cinayetlerinde artarak bu yaş grubunun can
vermesi devletin yaşı ilerleyen işçilere / emekçilere verdiği değeri ve sosyal güvenlik sisteminin içinde bulunduğu durumu da gösteren bir
gerçeklik…
Haziran ayında iş cinayetlerinde 3 göçmen işçi
can verdi…
Emperyalistlerin Suriye’deki savaş siyaseti ve
AKP’nin Suriye politikası sonucu yüzbinlerce
Suriyeli yaşamını yitirdi. Diğer yandan iki milyona yakın Suriyeli de Türkiye’ye göç etti. Bu
göçmenlerin ezici bir çoğunluğu fakir ve sefalet
koşullarında yaşıyor. Bu durum onları ucuz
işçiliğin önemli bir kaynağı haline getiriyor. Tabi
herhangi bir statüsü olmayan Suriyeli işçilerin
sosyal güvencesinden de söz etmek abes oluyor.
man, Kars, Kırıkkale, Kırşehir, Malatya, Muş,
Nevşehir, Siirt, Tekirdağ, Tokat, Yozgat, Zonguldak, Cezayir ve Irak’ta yaşandı…
THY ve Sağlık Bakanlığı, Selda Durmaz’ın
ölümünden sorumludur…
20 Haziran’da THY Kabin Amiri Selda Durmaz
aramızdan ayrıldı. Selda Durmaz, Nijerya’da
yatı görevi yaparken sivrisinek ısırması sonucu
sıtmaya yakalanmıştı. İstanbul’a dönüşünde
iki defa gittiği hastanede grip teşhisi kondu.
Hastalığı geçmeyince başvurduğu THY Sağlık
Birimi sıtmaya yakalandığını tespit etti ama artık
çok geçti…
3 gün sonra ise THY Kabin Amiri olan Murat Düzer’in, Nijerya uçuşu sonrası sıtmaya
yakalandığı tespit edildi ve tedaviye alındı…
Peki bu hafta Fortune Dergisi’nin Türkiye’nin
en büyük 500 şirketini açıkladığı sıralamada
geçen yıl olduğu gibi 4.olan THY bu gelişmelerin
basına yansıması üzerine ne yaptı? Kokpit ve
kabin ekipleri uçuş saatlerini doldurduklarında
dinlenmek için gittikleri ülkelerde konaklıyorlar.
Fakat sıtma vakalarından sonra THY, Nijerya’da
yatıyı (konaklamayı) kaldırdı.
Sıtmayı önlemek için kinin kullanılıyor. Ancak
kininin midede rahatsızlıklar, güneşe hassasiyet vb. yan etkileri var. Kolaylıkla aşı üretilme
olanağı varken Dünya Sağlık Örgütü’nün
duyarsızlığı ve ilaç tekellerinin ucuz ve karsız
bulmaları nedeniyle aşı üretilmemekte.
Sıtma ülkemizde Adana merkezli olarak gözükmekteydi. Ancak son yıllarda GAP projesi ile
sulak alanların artması sonucu sıtmanın görülme
merkezi Batman’a kaydı. Yani sıtma Türkiye
genelinde yaygın bir hastalık değil. Özellikle
ülkemizin Batı ve Kuzey bölgelerinde daha çok
yurtdışından dönen gemi adamları, inşaat işçileri
ve havayolu personelinde gözüküyor. Sıtma
Afrika’da grip gibi yaygın bir hastalık olduğu
için anında tanı konup müdahale edilebiliyor.
Ancak ülkemizde yüksek ateş ve halsizlik belirtileri yüzünden grip ile karıştırılıyor ve tanı
konmakta güçlük çekiliyor. Hastaya grip tedavisi
uygulanıyor ve sonuç alınamıyor. Oysa hastanın
nereden geldiği sorulsa kolaylıkla tanı konabilecek ve klorokin tedavisi ile iyileştirilebilecek.
(İnternette arama motorlarında dünya sıtma
haritası yazınca Afrika’nın sıtma merkezlerinden
biri olduğunu görüyoruz)
1- THY, işveren olarak Selda Durmaz’ın
ölümünden sorumludur. Çünkü işveren
çalışanlarının meslek hastalığına yakalanmaması
için gerekli koruyucu önlemleri almak ve bu
önlemlerin denetimini yapmakla yükümlüdür.
Diğer yandan titizlikle çalışanlarına bu konuda
gerekli eğitimi vermek zorundadır. THY Sağlık
Birimi de çalışanlarının sağlığını
düzenli olarak takip etmek
zorundadır…
2- Sağlık Bakanlığı, devletin ilgili birimi olarak Selda
Durmaz’ın ölümünden sorumludur. Çünkü sağlıkta dönüşüm
programı sonrası koruyucu ve
önleyici mekanizmalar tamamen tasfiye edilmiş, tıp eğitimi
niteliksizleştirilmiştir. Meslek
hastalıklarında sıtmada olduğu
gibi tanı bile konulamayacak hale gelinmiştir. Gündelik yaşamımızın her alanını
denetleyen devlet (ki bunu
kontrol altında tutmak baskı
uygulamak için yapıyor) en temel görevi olan sağlık hizmetini yapsa Nijerya’ya
giden Selda Durmaz’da sıtma kolaylıkla tespit
edilebilirdi. Sağlık Bakanlığı, bu duruma tanı
koymak, sonrasında da aile hekimine durumu bildirerek her gün hastanın bir hemşire
tarafından ziyaret edilmesini sağlamak ve ilacını
içirmekle yükümlüdür…
İş cinayetlerine karşı Sendikalı Ol…
Yaşamak için Direnİşçi…
2015 / Haziran ayında iş cinayetlerinde
yaşamını yitiren işçileri saygıyla anıyoruz!
12
işçi meclisi
İnsanlık onuru
işkenceyi yenecek
26 Haziran Uluslararası İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma
Günü’nde kurumlar Taksim’de eylemdeydi.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Türkiye İnsan
hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği’nin
örgütlediği eyleme birçok kurum ve işkence
karşıtları katılarak destek verdi.
Sivas katliamı Kadıköy’de
lanetlendi
UİDDER, Haziran Hareketi, Proleter Devrimci
Duruş, BDSP, Komünist Parti, Halkevleri
Kaldıraç ve AKADER’de katıldı.
2 Temmuz 1993’te gerçekleşen Sivas katliamı
İstanbul’da lanetlendi. Sivas’ta Madımak
Oteli’nde yakılarak katledilen 33 kişinin
anıldığı eylemi Alevi Bektaşi Federasyonu
(ABF) bileşenleri ve Pir Sultan Abdal Kültür
Derneği (PSAKD) örgütlerekn birçok kurumda
katılarak eyleme destek verdi.
Ankara:
UnutMADIMAKlımda
Çok sayıda demokratik kitle örgütü, sendika
ve siyasi yapıların yanında bireysel olarak
katılan birçok kişi katliamı lanetlemek için 3
Temmuz’da saat 17.00’de Alevi örgütlerinin
oluşturduğu Tertip Komitesi’nin çağrısı ile
Toros Sokak’ta bir araya geldi. Önceki yıllara
oranla katılımın kitleselliği dikkat çekiciydi.
Toros Sokak’ta buluşan kitle Kolej Meydanı’na
doğru yürüyüşe başladı
“Mücadeleyi yükselt, gülümse, işkencesiz bir
dünya mümkün!” ana sloganı olan bu yılki
eylem 26 Haziran, Cuma saat 18:30’da İstiklal
Caddesi Tünel’den başlayıp Galatasaray
Meydanı’na kadar sürdü.
Yürüyüş boyunca “İnsanlık onuru işkenceyi
yenecek”, “bibergazı/plastik kelepçe/tecrit
işkencesine son”, “Sokakta işkenceye sok”,
“İşkenceye inat gülümse” sloganları atılırken
yürüyüşte lolipop dövizlerde taşındı.
Galatasaray Lisesi önüne gelindiğinde burada
bir açıklama gerçekleştirildi. Açıklamada
işkenceye karşı cesaret, mücadele, umut ve
dayanışma ile yürüme çağrısı yapıldı.
Eylem çeştili sanatsal etkinlikler ile devam
etti.
Kamp Armen’i geri alacağız
6 Mayıs’ta Kamp Armen’i yıkmak için gelen
dozerlerin durdurulmasıyla başlayan direnişin
52. gününde Kamp Armen için İstanbul, Ankara ve İzmir’de de eş zamanlı olarak protestolar gerçekleştirildi.
İstanbul’daİstiklal Caddesi’nde bir eylem
düzenlendi.
26 Haziran 2015 Cuma günü saat 19.30’da
Tünel’de buluşularak Galatasaray Lisesinin
öbüne yüründü.
Kamp Armen Dayanışması tarafındann
örgütlenen eyleme yüzlece kişi katılırken
yürüyüş boyunca Ermenice, Kürtçe ve Türkçe
sloganlar atılırken”Bağış ne ayol”, “Oyalamaya
son” yazılı dövizlerde taşındı. Eylemde “Kamp
Armen’i geri alacağız”, “Yaşasın halkların
kardeşliği/Bijî biratîya gelan”, “Soykırımın belgesi Hrant’ın Yetimhanesi”, “Hepimiz Hrant’ız
hepimiz Ermeni’yiz” slaganları sıklıla atıldı.
Galatasaray Lisesi önünde yapılan açıklamayı
Diren Cevahir Şen okudu. Açıklamada “1500’ü
aşkın Ermeni yetim çocuğun emeğiyle inşa
edilmiş ancak devlet tarafından gasp edilen
Kamp Armen gerçek sahiplerine hala iade
edilmedi. Direnişimizin 52. günü yaklaşırken
bir kez daha talebimizi haykırıyoruz:
Kamp Armen vakfa iade edilsin! Koşulsuz,
şartsız, hemen şimdi!” denildi.
Eylem Kamp Armen’e, direnişi büyütmeye
çağrısı ile sonlandırıldı.
33 aydın ve 2 otel emekçisinin, Sivas
Madımak otelinde devlet eliyle katledilişinin
üzerinden 22 yıl geçti.
Eylem Kadıköy’de rıhtım meydanında
gerçekleştirildi. Miting tüm kortejlerin
alana girmesinin ardından başlatılırken
ilk olarak başta Sivas olmak üzere tüm
Alevi katliamında katledilenler, Gezi’de ve
Kobane’de yaşamını kaybedenler anısına
saygı duruşu yapıldı.
Saygı duruşunun ardından semah gösterimi
yapıldı. Ardından konuşmalara geçildi.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel
Başkanı Gani Kaplan, 2 Temmuz Madımak
önünde yapılacak eyleme çağrı yaparak
” Öyle bir ses yükseltelim ki sesimizi
tüm şehitlerimiz duysun” dedi. Roboski
katliamınıda hatırlatan Kaplan “Acılarımızı
acılarla örtmeye çalışıyoruz.
Bu toprakların ezilenleri güç birliği yapmadığı
sürece bu katliamların sonu gelmeyecektir.
Gün birlik günüdür” dedi.
Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı
Baki Düzgün, 22 yıl önce Sivas’ta yakanların
bugün Kobanê’yi, Fransa’yı, Tunus’u kan
gölüne çevirenler olduğunu kaydetti ve”Bu
davanın hakimi de savcısı da bizleriz. Bizim
davamızda karar bellidir. Madımak müze
yapılmadıkça Sivas yanmaya devam edecek.
Zaman aşımını tanımıyoruz. Sivas’ın ışığı sönmeyecek.” dedi.
Mitingde, 2 Temmuz’da Sivas’ta yapılacak
mitinge çağrı yapıldı.
Devrimci Proletarya okurlarının da katıldığı
mitinge Alevi örgütlerinin yanı sıra birçok köy
ve mahalle derneği, HDP milletvekilleri Beyza
Üstün, Ali Kenanoğlu, Çilem Öz, CHP milletvekilleri Kadir Gökmen Öğüt, Mahmut Tanal,
Gezi şehidi Mehmet Ayvalıtaş’ın babası Ali
Ayvalıtaş, Barış Anneleri Meclisi, HDP ve HDK
bileşenleri, DİSK, KESK, Mücadele Birliği, DHF,
Kolej Meydanı’na gelindikten sonra, miting ilk önce Madımak Katliamı’nda yakılan
aydınların, Gezi Direnişi’nde katledilen gençlerin ve devrim mücadelesinde yitirdiklerimizin isimlerinin okunması ve Kobane’de
ve Soma’da katledilen sınıf kardeşlerimizin
anısına saygı duruşu ile başladı.
Saygı duruşunun ardından Tertip Komitesi
adına basın açıklamasını Alevi Bektaşi Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi Ali Başak yaptı.
Başak 22 yıldır Alevilerin canının, teninin
maddi ve manevi varlığının yanmaya devam ettiğini, Madımak Katliamı’nın yarattığı
bireysel, toplumsal travma ve buna bağlı
ötekileştirme, asimile etme politikasının AKP
tarafından hala devam ettirildiğini söyledi.
Başak katliamın sorumlularının yargılandığı
davanın zaman aşımından düşürüldüğünü
ancak insanlık suçlarının zaman aşımı
kapsamına alınmaması gerektiğini bir kez
daha söylediklerini ifade etti.
Başak ayrıca şunları söyledi: “İnsanlık tarihine
bu kıyımla utanç sayfalarından birini ekleyen
Türkiye Devleti ne yazık ki hala Madımak
Katliamı ile yüzleşmemiştir, katliamın
arkasındaki karanlık güçler aydınlatılmamıştır,
gerçek sorumlular hala adaletin karşısına
çıkarılmamıştır.
Madımak, devlet yetkililerin olup bitenlere
göz yumduğu planlı bir katliamdır. Bugün
Alevilere dönük fiili katliam sona ermiş
gibi görünse de devletin kullandığı inkar,
imha, nefret ve şiddet dili Alevilerin içinde
bulunduğu tehlikeli durumu hala devam ettirmektedir. Buna karşı tek çare eşit yurttaşlık
ve demokrasi mücadelesini yükseltmektir.”
Konuşmaların ardından miting sahnede semah dönülmesiyle sonlandı.
Sıcak!
Sıcak! Gün, sabahtan yapış yapış bir İzmirAdana sıcağı ile başlıyor; yerden alev fışkırıyor.
Afrika’dan gelen sıcak hava dalgası nedeniyle
hava durumu görsellerinde harita kıpkırmızı.
En yüksek sıcaklık ise Paris’te. 40’ı görüyoruz.
Rüzgâr, ancak esebildiği gece saat 23’te bile sadece ılık -haberlerde 25 derece ile en sıcak geceye
hazır olun deniyor.
Tren rayları da sıcaklıktan etkileniyor ve sık
yapılan rötar gerekçelerine, artık olağanlaşan
“şüpheli koli” vakalarının yanında bu da ekleniyor. Kliması olanlar klimaya yüklendikleri için
1 milyona yakın evin elektriklerinin kesildiği
haberleri geçiliyor. 2003’te sıcaklardan çoğu
yaşlı 15 bin kişinin yaşamını yitirdiği bilgisi
tazeleniyor bir de. Bu kez de hastanelere akın
olduğu söyleniyor, ama şimdilik bir ölüm haberi
yok. Yine de, dışarı çıkar çıkmaz insanın kanı
çekiliyor. İstasyonda bayılmış genç bir adama
ilkyardım uygulandığına tanık oluyoruz. Uzun
bir rötar yapan banliyö trenini beklerken herkesin başına gelebilir!
Belediye, bildik ‘İşiniz yoksa dışarı çıkmayın,
bol sıvı alın, güneşte kalmayın’ uyarılarını
tekrarlıyor. Görüntülere evde yalnız ya da
huzurevlerinde yaşayan 80-90 yaşlarındaki
insanları kontrol eden belediye görevlileri
geliyor. Risk grupları, yaşlılar, hamileler, çocuklardan oluşuyor.
Bu yaklaşımla hem sıcağın kendisi, hem de
sıcağın altında sürdürülebilir bir yaşam konusu, herkesi kesecek tarzda tanımlanmanın
yanı sıra, riskler de belirli yaş kategorilerinin
dezavantajlarına indirgenmiş oluyor -bir fiziksel
dayanıklılık sorununa!
Bu ne kadar inandırıcı olabilir? Birincisi genetiği
ile, toprağı, suyu, iklimi… ile bu denli oynanaduran dünyamızda ne kadar inandırıcı olabilir?
İkincisi sınıflara değmeyen, herkesi kesecek
biçimde yaşanan bir doğa olayı var mıdır?
Üçüncüsü ve hemen bitişiği, siz hiç sıcaktan ölen
bir patron gördünüz mü? Üç soruya da cepten
hayır yanıtı verilebilecek görüntüler alakasızca
geçiyor televizyonlardan.
Yapımı süren
inşaatlar, kuru
temizlemecide
ütü yapan bir
kadın işçi,
kamyonlardan
yük indiren
işçiler. Paris’te
bu yılın Aralık
ayında Dünya
İklim Zirvesi yapılacak.
Ekolojik
semtler, apartmanlar, ekolojik yaşam, hobi bahçeleri… dil
kitaplarının bile vazgeçilmez konularından.
Parklarda oldukça ilginç, pilot örnekler de
görüyoruz. Ancak Fransızca “canicule”, bizim
dilimizde sarı sıcak’ta çalışan bizler, ne bu zirvelerde, ne de haberlerde gündem olabiliyoruz.
Azami sıcaklık sınırı yok
İlk aklıma gelenlerden; özellikle binaların dış
kısmında çalışan işçiler, sadece genç değil orta
yaşları bulan işçiler, birbirine sınıf mücadelesinin bağları ile bağlanamamış işçiler, bu sıcakla
yanıp kavruluyor. Kışın çalışmayı bırakmak için
bir alt sıcaklık sınırı var, biliyorum. Peki ya üst
sınır? Onun bir sınırı yok mu? Bu sıcakta bir işçi
13
işçi meclisi
yaşamını yitirdiğinde hesabını kim verecek?!
Tesadüf, postaneye gittiğimde klima çalışıyor
ve sıcak nedeniyle saat 14.00’ten sonra
çalışılmayacağı duyurusu görüyorum -bu bir
kazanım, ancak postaneler sendikalı olduğundan
ölçü alamıyorum. “İşyerinde bir maksimum
sıcaklık var mı? Sıcaklık bu sınıra gelirse işten
atılmaktan korkmadan çalışmayı reddedebilir
miyim?” Bu kavurucu sıcakla bedensel gücü
sınanan, yaşamı tehlikeye atılan her işçinin
sorması gereken bu sorunun yanıtını, imkanlar ölçüsünde arıyorum. Çalışma müfettişi bir
arkadaş, “Yok,” diyor, “yok işte, böyle bir yasal
sınır yok.” Dayanılmayacak noktaya gelinirse
eğer kuşkusuz es veriliyor, ama bunun sebebi
kazanılmış bir yasal sınırın olması değil. İnşaatta
çalışan arkadaşıma soruyorum. Öğleden sonra
işte bir hafifleme olduğunu ama sıcak nedeniyle
işçilerin kendileri için bir şey yapmayacağını
söylüyor bana. Neden? “Çünkü kışın birçok
işçi çalışmadı, işsiz geçirdi, şimdi bu sebeple
işi durdurmayı kimse kabul etmez.” Emeğin
korunmasının önündeki asıl engel, yani işçiler
arası rekabet ve birlik yoksunluğu çıkıyor yine
karşımıza. Sıcak’tan daha tehditkar. Vazgeçmemek gerekiyor!
“Git evinde bayıl…”
Bir İngiliz işçi, Guardian gazetesine tam
da benim sorduğum soruyu yöneltmiş. Yorum hanesine alt alta dizilen, deneyimlerin
konuştuğu yanıtlar, gerek kapalı gerek açık
alanda bir maksimum sıcaklık sınırı olmadığını
gösteriyor. (Serapool işçileri de 50 derece sıcakta
çalıştıklarını söylüyorlardı.) Bir İngiliz işyeri
temsilcisi “Bu soru bana da sık sık sorulur, ama
yasal sınır yok,” diye yanıt veriyor. “Sendika
yönetmeliklerine göre işyeri içinde maksimum
sıcaklık 30 derece olarak gösteriliyor. Bu da epey
yüksek bir sıcaklık fakat pek çok işyerinde de
hele sendika varsa işletme yöneticileri şanslarını
fazla zorlamazlar zaten. Yine de otomatik olarak
işi bırakırsın diye bir hak yok.”
Avustralya’dan gelen yanıtlar biraz farklı.
Sıcaklık 35 derece olursa saatte 20 dakika
iş bırakma hakkı var ve bu 20 dakikanın da
klimalı bir ortamda geçirilmesi, klima yoksa
işçinin evine gönderilmesi gerektiği yazıyor.
Avustralya’daki bazı “kazanımlar” haricinde,
genel tablo ağır. 1992’de Dünya Sağlık Örgütü
(WHO) bir yönetmelikle kapalı mekan için
üst sınır olarak 24 dereceyi tavsiye etmiş.
İngiltere’nin Lordlar Kamarası’nda ise konu
tartışılırken “WHO yönetmeliğini uygulatıp üst
sınır belirlemek için cesetlerimizi çiğnemeniz
gerekir” demiş tekelci kapitalistlerin temsilcileri.
Çin’de dışardaki sıcaklık 40 dereceye ulaştığı
takdirde tüm işyeri ve okulların kapanacağının
belirlendiği, tam da bu nedenle, sıcaklığın asla
“resmi olarak 40 dereceye ulaşmadığı” belirtiliyor. Bir başka işçi, çalıştığı ofisin metal bir bina-
da olduğunu, içerde 30 derece sıcakta çalışıp eve
giderken güneş çarpmasına uğradığını ve bunu
patronuna söylediğinde aldığı yanıtı anlatıyor:
“Ofiste bayılma.” Klimasız bir trende çalışan bir
demiryolu işçisi, 30 derecenin kendisi için bir
rüya olduğunu söylüyor. İngiltere’nin en büyük
oto satış grubuna bağlı bir taşeron firmada
çalışan oto tamir işçisi, sıktığı boyanın havada
kuruduğuna tanıklık ediyor: “Cuma günü 140
tekerlek ve 40 tampon işim var. İş bırakmak
için maksimum sıcaklık belirlensin artık, ölmek
üzereyim!”
Ölümü getiren ücretli kölelik!
Ölüm, meslek hastalıkları, sakatlanma; işçi
sınıfına bütün bunlar sık sık bir kisve ile geliyor.
“Sıcak”, bunların en kolay kabullenilenlerinden
biri oluyor. Oysa daha bu yılın Mayıs başı itibariyle sadece Hindistan’da bu sebeple ölenlerin
sayısı 1118’e ulaştı. 50 derece ölçülen sıcaklarda
ölenlerin büyük kısmını inşaat işçileri, yaşlılar,
evsizler oluşturuyordu.
2022 Dünya Kupası’nı 50 derece sıcakta oynanmak üzere rüşvetle satın alan Katar’da yapılan
stadyum, spor tesisi, metro vb. inşaatlarında
çoğu Nepalli ve Hintli göçmen işçiler 50 derecede ölümüne çalıştırılıyorlar. İnşaat sektöründe
haftada 12 işçinin yaşamını yitirdiği Katar, Dünya Kupası için 200 milyar dolar yatırım yaptı
-bunun içinde Türkiye de 30 milyarlık bir yere
sahip. Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu ITUC, 2022 Dünya Kupası’nda başlama
vuruşu yapılana dek 4 bin işçinin öleceğini
duyurdu. Suyu bile ücretle içirilen, aylarca
ücretleri ödenmeyen işçiler, sıcakların altında
çalışmaya değil ölüme gönderiliyor. Geçen yılın
Temmuz ayında kalp krizi dahil çeşitli sebeplerle ölen 32 Nepalli işçinin büyük bölümü 20’li
yaşlarındaydı.
Emeğin korunması mücadelesi, çalışılan ortamlarda asgari ve azami sıcaklık sınırının
koyulmasını sınıfsal bir talep olarak gündemine
almak zorunda. Bunu aşan durumlarda işin
bırakılması, saat başı dinlenme molalarının
düzenlenmesi, öğleye kadar çalışma gibi
kazanımlar talep
edilmelidir. Elbette
ki mücadelenin
somut talepleri
iklim koşullarının
farklılığı nedeniyle bölgelere göre
değişkenlik gösterebilir.
Temel yaklaşım
açısından ise,
kapitalizmde
çalışmanın zorunluluk olması ile
bu zorunluluğa
bağlı çalışmanın işkenceye dönüşmesinin,
ölümcülleşmesinin bir göstergesi ile karşı
karşıyayız.
Çalışma zorunluluk olmaktan çıktığında hiç
kimsenin aklına bu koşullar altında çalışma
fikri bile gelmeyecektir, ne pahasına olursa
olsun çalışmanın “normalleştirilmesi” ortadan
kalkacaktır.
Gün gün yaşadıklarımız, çalışmaktan
özgürleşmeye, yaşamın çalışma odaklı düzenlenmesine son verilmesini yakıcılaştırıyor aynı zamanda! Biz çalışma odaklı olmayan bir dünyayı
özlemek ve gerçekleştirmekle yanmalıyız…
14
işçi meclisi
Canı yanan bütün işçiler birlik olup, dışarı çıktı
DİSK Cam-Keramik-İş’de örgütlenmeye başlayan
Serapool işçileri, işten çıkarmalar başlayınca 11
Haziran’da direnişe geçti. İSİG Kadın Meclisi
olarak direnişlerinin 15. gününde Serapool
işçilerini ziyaret ettik. İşçi kadınlarla hem direniş
sürecini hem de çalışma şartlarını konuştuk.
Sendikalaşma süreci 3-4 ay önce başlamış. 140’ın
üzerinde işçi fabrika bahçesinde direniyor.
“İşimiz çok ağır. İş hızı sürekli artarken, eleman
sayısı azalıyor. Biz de imza topladık, patronla
görüşmek istedik. Kabul etmedi. Sendikalaşınca
arkadaşlarımızı işten çıkarmaya başladılar. Biz de
direnişe başladık.”
“Burada hasta olmayan yok”
Çalışma şartlarından bahsetmelerini isteyip,
sağlık problemlerini sorduğumuzda ise aldığımız
ilk cevap “burada hasta olmayan yok ki” oldu.
Fabrikada kadınların sayısı artmaya başlamış.
Bunun nedenini işçiler, “kadınlara söz geçirmek
daha kolay, daha hızlılar” şeklinde açıklıyor.
Koşulları da bir o kadar ağır. 50 dereceye
varan sıcaklıkta ve toz içinde, hızlı çalışmaya
zorlanıyorlar. Üretim bölümüne maliyetli olduğu
gerekçesiyle havalandırma yapılmamış. Koruyucu ekipman olarak çelik ayakkabı, eldiven ve
maskeleri var. Ama çelik ayakkabıların demirleri
ayaklarına batıp da değiştirilmesini talep etmeden, ayakkabıları değiştirilmiyor.
Kullandıkları eldivenlerinde işlevsiz olduğunu,
sıcağı geçirip, ellerine zarara verdiklerini
anlattılar.
Maskeler de aynı şekilde işlevsiz. “Çalıştığımız
yer çok sıcak ve havalandırma yok. 50 derece
sıcakta maskeyi de takınca yüzümüz yara oluyor.”
“Asbest kanser yapıyor diye itiraz ettik, dinlemediler”
Bir diğer tehlike ise asbest. “Üretimde asbest
kullanılıyor. İtiraz ettik kanser yapıyor diye ama
bize, 1000 derece sıcağa o dayanıklı mecbur onu
kullanıyoruz diyorlar. Asbeste karşı hiç bilgi verilmedi. Maskesiz ya da yeterli koruyucu maske olmadan asbestle çalışılan bölüm var. Tek bölümde
kullanılsa da bazen asbest tozu diğer bölümlere
de yayılıyor. Hepimizi etkiliyor.”
Çalıştıkları süre içerisinde ağır kaldırmaktan
ya da 200 kiloluk arabaları çekmekten hemen
hemen bütün kadınlarda boyun ve bel fıtığı var.
Hamileyken ağır kaldırmaktan düşük yapanlar da
olmuş.
Bir kadın işçi ise şubat ayında geçirdiği iş kazasını
anlattı. “10 Şubat’ta elimi makinaya kaptırdım.
Hastaneye gittim. 40 gün rapor verdi. Yönetimdekiler geçmiş olsun bile demedi. İş kazası
kağıdını yönetimden zorla aldım.”
Kadınlar en çok ustaları tarafından maruz
kaldıkları hakaretlerden şikayetçi. “Fabrikadaki
hakaretler beni iyice sinirli biri yaptı. Eve
gittiğimde oğlum bana sen kötü anne oldun
artık dedi. Eşim değişmeye başladın dedi. Ustaya
karşılık verdiğimizde de ceza alıyoruz. Ağır işleri
tek başımıza yaptırıyor.”
Çalışırken işçilerin üzerine büyük bir baskı
uygulanıyor. “Yarım saat yemek molamız var
sadece. Onun dışında hep ayaktayız. 8 saat
çalışsak da 16 saat çalışmış gibi yoruluyoruz. Su
içmeye bile molamız yok. Tuvalete giderken bile
gözetleniyoruz. Bantlı yerlerde çalışınca işi bir
Çalışırken ölmek istemiyoruz!
Ülkemizde artık neredeyse her ay bir veya iki
iş cinayeti yaşanmakta, meydana gelen onlarca
iş kazasında birçok emekçi yaralanmaktadır.
Geçtiğimiz hafta biri Mağusa’da diğeri de
Balıkesir köyünde yaşanan iki iş cinayetinde
iki emekçimiz hayatını kaybetmiştir. 2015 yılı
içerisinde iş cinayetlerinden hayatını kaybeden
emekçilerin sayısı Haziran ayı itibariyle 7’ye
yükselmişti. 2014 yılında iş cinayetlerinden
hayatını kaybedenlerin sayısı 6 iken, 2015 yılında
bu iş cinayetlerinden ölenlerin sayısı 7’ye ulaşmış
durumda. Son beş yıl içerisinde iş cinayetlerinden ölenlerin sayısı ise geçen hafta yaşanan
ölümlerle 30’a ulaştı.
,
Bu ürkütücü tablo yaşamakta olduğumuz sistemin acımasızlığını gözler önüne sererken,
yaşanan ölümlerden dolayı istifa etmek bir yana,
kamuoyundan özür dilemeye bile yeltenmeyen
yetkililerin ve siyasilerin gerçek karakterlerini
göstermektedir.
Son beş yılda ortaya çıkan bu tablodan hem
gelmiş geçmiş hükümetler hem de insan yaşamını
hiçe sayan, tek kaygıları daha fazla kar elde etmek
ve o karı da emekçi hayatı üzerinden sağlayan
patronlar sorumludur!
İş verenler üzerinde herhangi bir denetleme
yapmayan, işçi sağlığı ve güvenliği kriterlerinin
uygulanması için neredeyse hiçbir gerçekçi emek
sarf etmeyen, iş yerlerinde sendikalaşma ve
örgütlenme girişimlerinin patronlar tarafından
yasa dışı bir şekilde bastırılmasına göz yuman
hükümet, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
ve sözde emekten yana siyasiler bugün bu
tablo karşısında halka hesap vermelidir.
İş cinayetlerinin önüne geçilmesi için
yapılması gerekenler çok açıktır!
Uluslararası normlarda, yasalarımızla da
belirlenmiş olan işçi sağlığı ve güvenliği kriterlerinin, ILO düzenlemelerinin uygulanması!
Kısacası yasaların uygulanması!
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın
şov yapmak yerine ciddi bir şekilde Bakanlık
bünyesinde işçi sağlığı ve güvenliği ihlallerini
denetleyecek kapasiteye ulaşarak, temel görevlerinden biri olan söz konusu denetimleri yerine
getirmesi.
Hükümetin her hangi bir iş yeri açma izni
için işçi sağlığı ve güvenliği kriterlerinin
uygulanmasını şart haline getirmesi.
İş yerlerinde sendikalaşmayı engelleyen
işverenlere ağır yaptırım uygulanması.
Sendikalaşmanın önünün açılması! Bunun
patronlara ekstra primler ve teşvikler ödenerek değil, en temel insan haklarından biri
olan örgütlenme hakkını engelleyenlere ağır
yaptırımlar uygulayarak gerçekleştirilmesi.
Derhal iş mahkemelerinin kurulması! Gerek
sendikalaşmaya karşı çıkan iş verenlerin gerekse
de işçi güvenliği ve sağlığı kriterlerini uygulamayan işverenlerin hem şu anki yasal mevzuat
işletilerek yargılanması hem de kurulacak olan iş
mahkemelerinde yargılanması!
Biz aşağıda imzası olan sendika ve örgütler olarak
derhal ve hızlı bir şekilde bu taleplerin yerine
getirilmesini istiyoruz! İş yerlerinde iş cinayetlerinin önlenmesinin iki temel zemini vardır. Bunlardan biri işçi sağlığı ve güvenliği kriterlerinin
uygulanması, denetlenmesi ve yerine getirmey-
saniye bile bırakamıyorsun. Orucunu 11 de açan
oluyor bazen. Oruç tutmayanlara ramazanda
yemek verilmiyor. Hatta içeride yemek yemesi
de yasaklanıyor. Tuvaletlerde gizli gizli yemek
yeniyor.”
“Canımız yanmadan fabrika önlem almıyor”
3 vardiya şeklinde çalışıyorlar. Geç saatlerde evlerine gitmeleri güvenlik açısından sıkıntı yaratabiliyor. “Servisimiz yoktu. Bir işçi arkadaşımız
vardiya çıkışında vuruldu.1995’de biz servis talep
ettik, anca o zaman servis kondu. Yani içimizden
birinin öldürülmesi, canımızın yanması gerekti.”
Patron dayanışması
Başka fabrikalardan Serapool direnişine destek
veren işçilere de ceza gelmiş. Yan fabrikalarındaki
Ülker işçilerinden sosyal medyadan direnişteki
işçilere destek verenler olmuş. O işçilere hemen
ihtar çekilmiş.
“Canı yanan bütün işçiler birlik olup, dışarı çıktı”
Serapool direnişçisi işçi kadınlar kararlı. “Ya
içeri sendikayla birlikte gireceğiz, ya da fabrika
kapanacak.” diyorlar. “Direnişe çıkmayı önceden
hiç düşünmezdik. Televizyonda görünce hep
kızardım işçilere. Artık hak veriyorum. İşimiz
ağır bir de sürekli hakaret işitiyoruz. Zulüm hakaret canımıza yetti.
Daha önceki yıllarda da sendikalaşmaya çalıştık
fakat sonuç vermedi. Öncü işçiler cezalandırıldı
ya da işten çıkarıldı. Bu sefer canı yanan bütün
işçiler birlik olup, dışarı çıktı. Artık daha güçlü
daha sağlamız.”
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kadın Meclisi
enlerin iş mahkemelerinde cezalandırılması.
Bir diğeri ise hem iş ve çalışma huzurunun
sağlanması, emekçilerin gasp edilen haklarının
geri alınması hem de işçi cinayetlerinin önüne
geçmek için özel sektörde sendikalaşmanın
sağlanmasıdır. Çalışma Bakanı bu yönde
çalışmalar yaptığını ifade etse de bizler için
söz konusu girişimler tatmin edici olmak şöyle
dursun, en temel haklardan biri olan örgütlenme
ve sendikalaşma hakkını sulandırmaktadır.
Bizler patronlara prim artışlar ve teşviklerle ne
sendikalaşmanın önünün açılacağını ne de iş
cinayetlerinin engelleneceğini düşünmekteyiz!
Bunun yolu emekçilerin örgütlenme ve
sendikalaşma hakkını garantiye alacak, koruyacak ve ileriye götürecek yasal değişikliklerle
açılacaktır.
Bizler sendikalar, partiler ve demokratik kitle
örgütleri olarak emeğin hakkını gasp edenlere karşı safları sıklaştırarak mücadelemizi
yükselteceğiz. Yukarıda saydığımız taleplerin
gerçekleşmesi için uğraşacak ve takipçisi olacağız.
Çalışırken ölmek istemiyoruz!
Özel sektöre sendika!
İmzalayanlar:
DEV-İŞ (Devrimci Genel-İş, Emek-İş, Petrol-İş),
TÜRK-SEN, BES, GÜÇ-SEN, KTÖS, KTOEÖS,
DAÜ-SEN, BASIN-SEN, KTAMS, KOOP-SEN,
Feminist Atölye (FEMA), Mağusa Gençlik
Merkezi (MAGEM), Mülteci Hakları Derneği
(MHD), Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP), Birleşik
Kıbrıs Partisi (BKP), Yeni Kıbrıs Partisi (YKP),
Bağımsızlık Yolu, Devrimci Komünist Birlik
(DKB), Baraka Kültür Merkezi
15
işçi meclisi
Karker Kobanê
DAİŞ çetelerinin saldırısında katledildi
Sinoplu Arnavut YPG’li Rıfat Horoz (Karker
Kobanê) DAİŞ çetelerinin saldırısında katledildi. Çevresi tarafından “devrim hamalı” olarak
tanımlanan ve uzun süre “sınır nöbeti”nde olan
Horoz, Kocaeli’ndeki evini Rojavalı bir aileye
bırakıp Kobanê’ye geçmiş ve YPG saflarına katılmıştı.
IŞİD’in Kobanê’den temizlenmesi sonrasında,
“Artık burada yapacağım bir şey kalmadı. Ben,
Kobanê’nin yeniden inşa süreci için gidiyorum”
diyen Rıfat Horoz, bir çok denemeden sonra
Kobanê’ye geçti.
Rıfat Horoz, sınır nöbetinde öldürülen Kader
Ortakaya’nın da uzun süre kaldığı köy olan Mısenter köyünde Kader Ortakkaya Kütüphanesi ve
Arin Mirkan Devrim Şehitleri Müzesi’nin kurulmasında rol oynadı.
Bir süre önce gazeteci Rojin Akın’a konuşan, Karker Kobanê, “Gelip devrimi birlikte inşa edelim”
çağrısında bulunmuştu.
Kobanê kent merkezindeki 48. caddenin sonlarında, kanton binasının hemen karşısında; havan
topları, araba enkazları, roket, bomba ve çeşitli
mühimmatların istiflenmiş olduğu bir avlu var.
Burası, savaştan önce spor sahası olarak kullanılıyormuş. Bugün ise savaş müzesi için etraftan toplanan mühimmat ve atıkların geçici bir süre için
istiflendiği bir avlu. Avlu, havan toplarının ucuna
yerleştirilmiş oyuncak bebekler ve yapma çiçeklerle ilk etapta rengarenk bir bahçe görünümünde ama renkler savaşın vahşetini gizleyemiyor.
Derin bir acının sindiği bir bahçe burası…
Biz, acaba şu havan topunun etkisiyle kaç kişi yaşamını yitirdi, şu oyuncak bebek hangi çocuğundu, diye bakınırken, yanımıza yaklaşıyor Karker
Heval. Merhabamıza “dem baş” diyerek karşılık
veriyor. “Burada ne yapıyorsunuz”
diyorum, o da “Ez tevle YPG’e
bume” diyor ve gülerek anlatmaya başlıyor: Adım Karker Kobani,
60 yaşımdayım, Sinopluyum yani
Diyojen’in memleketlisiyim.”
“YPG’ye katıldım” diyor merak
ettiğim şeyleri tahmin ederek. Ne
yalan söyleyeyim şaşırıyorum;
Kobanê direnişinde yer alan çok
sayıda Türkiyeli tanımıştım ama 60
yaşlarında, Sinoplu bir Arnavut…
1. Dünya Savaşı öncesinde gerillacılık yapmış bir babaannenin torunu, Karker Heval. Aslen Priştineli,
2. mübadele döneminde Sinop’a
sürgün edilmişler. Orada doğmuş,
babasının maden ocağında işe başlamasıyla Zonguldak’a taşınmışlar.
Karker Heval ilkokulu
Zonguldak’ta okur. Baba, maden
işçisi ve sendikalı olunca erken
yaşta, grevler ve mitinglerle tanışır.
13 yaşlarındayken babasını maden
kazasında kaybeder ve İstanbul’a
halasının yanına taşınır. Hem okur
hem de bir lokantada bulaşıkçılık
yapar. İstanbul’da devrimci gençlerle tanışır. Zaten halasının oturduğu mahalle devrimcilerin yoğun
olduğu bir mahalledir. Devrimci
bir tanıdığın vasıtasıyla bu sefer
bir kitapçıda işe başlar. 76 yılında
Rizgari hareketinin kurucu üyele-
riyle tanışır ve onlarla hareket eder. ’77’nin kanlı
1 Mayıs’ında da Ala Rizgari kortejinde yerini alır.
’78’de Rizgari davasından tutuklandığında İsmail
Beşikçi’yle aynı koğuşta kalır. “Cezaevi, benim
için büyük bir akademiydi” diyor, Karker Heval.
Okumalar, tartışmalar, platformlarla bir akademiye çevrilmiştir cezaevi. ’91’in sonlarında cezaevinden çıkar ve tekrar İstanbul’a gelir, nakliyat
işleriyle uğraşır. Bir şubesi Antep’te olmak üzere
uluslararası bir nakliyat şirketi kurar. Ancak devrimciliği de elden bırakmaz. Rizgari hareketi içerisinde yer alırken Apocular hakkında zaten bir
fikri vardır. İşi dolayısıyla Antep’e, Siverek’ e gidip
gelirken Siverek ve Hilvan’da çalışmalar yürüten
Batmanlı Cemil ile tesadüfen tanışır.
Aslında Karker Heval’in hayatı Kürtlerle hep tesadüf eseri kesişir. Babasının maden işçisi olması,
ezilen-ezen çelişkisi, ulusların kendi kaderini
tayin hakkı gibi konular hep Karker Heval’i şekillendiren meseleler olur. Kürt, Kürdistan, bağımsız Kürdistan hep ilgisini çekmiştir. “Apocular’ın
talepleri, eleştiri-özeleştiri gibi mekanizmalar
diğer örgütlerde de vardı ama çözümlemede tıkanıklık yaşanıyordu, Apocular’da çözümleme
de işliyordu” diyor, Karker Heval. “Özünde insan
vardı bu hareketin” diyor. HEP-DEP sürecinde
çalışmalarda aktif yer alır, hep sahada çalışır.
“Boşluk varsa orayı doldur” diyerek, ekonomik
açıdan gayet avantajlı bir durumdayken gazete ve
dergi dağıtımcılığı yapar. “Gençlerin çoğu beni
tanır” diyor, gittiği her yerde gençlikle çalışır,
inisiyatif alır, geliştirir.
Ve 15 Eylül 2014… İnsanlık düşmanı DAİŞ çetelerinin Kobanê’ye saldırdığı gün Suruç’a gelir.
Alizer-Mahser ve Musa Anter köylerinde insan
zinciri ve çetelerin Türkiye üzerinden Kobanê’ye
geçişine karşı sınır nöbetlerini örgütlemede aktif yer alır. Halk kürsüleri kurar, eğitimler verir.
“Kürt Halk Önderi’nin çağrısıyla geldiğimiz için
biz, Önderliğin misafirleriydik ve onun bize sunduğu paradigmaya uygun hareket etmeliydik.
O yüzden tek bir anı boş geçirmemeye çalıştık”
diyor.
Toprak evleri (kümbet) tamir edip müzeye, kütüphaneye (Arin Mirkan Şehitler Müzesi ve Kader Ortakaya Kütüphanesi) çevirirler. Tabii tüm
bu işlerle uğraşırken Kobanê’ye geçmenin de yollarını arar. YPG’lilerin kulağına gelmiştir Karker
Heval’in kim olduğu ve neler yaptığı. Bunun üzerine Kobanê’ye davet ederler onu. 3-4 gün gezer
Kobanê’yi. Her tarafta patlamamış bomba, havan
topu ve mayın vardır. Bu durum Karker Heval’i
harekete geçirir. Yetkili bir arkadaşla görüşüp,
etraftaki bomba, havan topu, mayın vb. savaştan
geriye kalan enkazları bir yere toplayıp savaş müzesini oluşturmaya talip olur. Tek ihtiyacı Türkçe
bilen bir arkadaş ve bir arabadır. Hemen organize
edilir ve genç YPG’li Fedai’yi yanına alarak işe
koyulur. Fedai’nin Türkçe ve Kürtçe biliyor olması Kobanêliler ile iletişim kurmasını da kolaylaştırmış. Kobanêliler artık onları tanıyor ve etrafta
gördükleri mayın, bomba gibi mühimmatları
onlara bildiriyor, onlar da gidip topluyor. Bugüne
kadar 800’ü aşkın patlamamış bomba, 120’lik,
80’lik ve 60’lık havan topları, 4 tona yakın mayın,
200’ü aşkın el bombası toplamışlar Kobanê kent
merkezinden.
Rıfat Horoz yaşaımı yitirmeden evvel “Kobanê
şu an en muhteşem anını, inşa sürecini yaşıyor.
Tanık olmak, tarihe not düşmek isteyen, devrimi
ben de örgütleyeyim diyen herkese Kobanê’nin
kapısı açıktır” çağrısı yapmıştı.
Kaynak:ANF
KAPİTALİZM
.
..
İ
N
E
Z
Ü
D
M
A
İ
L
T
A
K
İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi'nden alınmıştır...
6 ayda 794 işçi katledildi!
devrimcİproletarya.net