LüoL V×Q×I× GLUHQL\RU

Transkript

LüoL V×Q×I× GLUHQL\RU
7UEDQWDUW×üPDV×
+D\GL
NDG×QODU
V|PUOPH\H
ª
°±¶°.&$-°4°
4BZ,BTN5-
%XUMXYDSDUWLOHULQ
WLPVDK\U\ü
ª
\DíDVÜQ
VRV\DOLVW
LíÁLGHPRNUDVLVL
)UDQVD·GD
LüoLV×Q×I×GLUHQL\RU
,J¦YNÀNRN_NPNF^GT^ZSHFI»S^FNƦNXÂSÂKÂJRJPQNQNP^FÆÂSÂS^»PXJQYNQRJXNSJ
PFWÆ +WFSXÂ_HF Iµ[»ÆY» 8ÂSÂKF PFWÆ XÂSÂK R»HFIJQJXN Gµ^QJ TQZW NÆYJ
0HWDO7ú6·OHUL
VDGHFHPHWDO7ú6·OHULGHùLOGLU
Türkiye işçi sınıfı içerisinde mücadele
birikimiyle önemli bir yere sahip metal
işçilerinin her kazanımı emeğin korunması mücadelesini geliştirecek, sınıfa
karşı sınıf duruşunu ilerletecektir. ª
$KELUGHüX
ûLOLROPDVD\G×
İşçi sınıfı bugün Fransızca dövüşüyor, doğrusu şu; işçi sınıfı aslında
proleterce dövüşüyor, proletaryanın devrimci dilinden dövüşmeyi de
elbet başaracak. Kendi sınıf çıkarı için dövüşen işçiler, kendi sınıf çıkarı
için delice dövüşen burjuvaziye yanıt vermeyi böyle öğreniyor. ª
%LU´EHEHNµ
YHELU´oDQWDµ
“Fatmagül’ün Suçu Ne?” gündeme hangi oyuncuya daha iyi tecavüz edildiği ile oturdu. Medyanın
ve “sosyal medya”nın derhal devreye soktuğu foto
galeriler, videolar, en “sert” tecavüz sahnelerinin
bulunduğu filmlerden/sahnelerden yayılan
ª
Özelleştirme,
taşeronlaştırma
ve
bununla birlikte gelen iş cinayetleri,
madenlerdeki değişim sürecinin sadece
bir yönü. Asıl olaraksa, tümden en
gelişmiş teknolojiyle maden...
ª
NƦNRJHQNXN
ñíÁL0HFOLVL267ñ0nGH
Sendikada örgütlendikleri için işten atılarak
direnişe geçen UPS işçilerinin, Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde tek başına direnişe başlayan
Türkan Albayrak’ın, Tuzla’da tek başına direnişte olan Zeynel Kızılaslan’ın ve çeşitli emek
kollarında çalışan işçilerin sesini duyurmak için
OSTİM metro çıkışındaydık.
daha sessiz”. Tabii efendim ne demek!? Burjuva
diktatörlüğünün baskıları ve provokasyon girişimleri İşçi Meclisi’mizin sınıf kardeşlerimizle
buluşmasını engelleyemez.
Biz sesli ajitasyon yaparken etrafımızı birden
polisler sararak bir gerginlik ve provokasyon ortamı yaratmaya çalıştılar. Burjuvazinin
polisinin etrafımızı sarması ve kimlik kontrolü
yapmasının asıl amacı ise bizim üzerimizden
OSTİM işçilerine gözdağı vermekti.
Ankara’dan İşçi Meclisi Okurları
Polisin bu tutumunu, burjuvazinin ‘demokrasi
ve özgürlük’ palavralarını anlatarak sesli bir
şekilde teşhir ettik. Etrafta işçiler de birikmeye
başlamıştı. Bu arada İşçi Meclisi okuru OSTİM
işçileri de yanımıza gelmişlerdi. Provokasyonu
boşa düşen polis geri adım atarak yanımızdan
uzaklaştı.
OSTİM işçilerinin yanımıza gelmeleriyle birlikte kimliklerimizi geri alırken sivil polis “gazete satışı yapmamızda bir sıkıntı yokmuş da,
bağırarak satmamalıymışız, kabahatler kanunu
varmış, vatandaş şikayetçi oluyormuş, para cezası kesilirmiş” gibi laflar geveledi. Aldığı cevap
karşısında da, yardımcı oluyormuş pozlarında (çevrede birikenlerin gözünde fazla teşhir
olmamak için) “tabii bağırabilirmişiz ama biraz
Burjuva Demokrasisinde İşçilere Özgürlük Yok!
Yaşasın Sosyalist İşçi Demokrasisi!
Mersin Limanı’nda bir çığlık
Öncelikle İşçi Meclisi gazetesine başarılar
diliyorum. Emek sömürüsü olmadan da yaşanabilir mi? Elbette, hem de öyle bir yaşanır ki!
İnsan düşündükçe hemen bir şeyler yapmak
istiyor. Her işçinin emekçinin temel görevidir
emek sömürüsüne karşı birşeyler yapmak.
Mersin gibi bir yerde asgari ücretle çalışıyorsan, bir de bu yetmezmiş gibi işçinin cebine
göz dikmiş para hırslı patronlar varsa vay
işçinin haline… Bu sömürüye karşı bir şeyler
yapmak, her işçinin emekçinin görevidir diye
düşünüyorum.
Tüm işçiler ve emekçiler el ele verseler zammızulmü elbette bitirirler. Yeter ki el ele versek.
Yaşasın İşçi Emekçi Birliği!
'HYULPFL3UROHWDU\DnQÜQLONVD\ÜVÜÁÜNWÜ
Proletarya Sosyalizminin Temel Çizgileri başlığını taşıyan 170 sayfalık dergide önsözün
ardından “Emperyalist Kapitalizmin İçsel Dönüşümü”, “Faşizm Çözülüyor”, “Proletarya Devrimi ve Proletarya Sosyalizminin Ayırt Edici Çizgileri: Teori, Program, Strateji,
Taktik ve Örgütlenmede Temel Kopuş Halkaları”, “TİKB: Tarihsel-Siyasal-Örgütsel Sorunlar”, “Yeni Bir Örgüt ve Önderlik Anlayışı: Teorik, Siyasal, Örgütsel, Pratik Çalışmaların İç İçe Yürütülüşü”, “Gelişkin Bir Sınıf Çalışmasına Doğru” bölümleri yer alıyor.
Derginin arka kapağından:
“Kolay ve kısa dönemli çözümler yoktur. Bunların vaatçisi de olmayacağız. Bizi son derece
zorlayacak, canımızı yaka yaka ilerleyeceğimiz stratejik bir bakış içerisinden, çözümün
taktik halkalarını oluşturarak, her adımda, her aşamada daha ileriye giderek, kendimizle
savaşarak zorlu bir yolda ilerleyeceğiz. Bizim açımızdan açık ve net olması gereken şudur:
Sınıf devrimciliğinde somutlanmış, maddi toplumsal temelini işçi sınıfında, bilincini komünizmde bulan -çok kararlı bir çubuk bükmeyle bunları laf olmaktan çıkartacak- proletarya sosyalizmi!”
İsteme Adresi:
Pina Basım Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.
Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11
Beyoğlu-İSTANBUL
Tel: 0212 2512089
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı:3 - Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 89
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
NƦNRJHQNXN
7ÖUEDQWDUWÜíPDVÜ
+D\GLNDGÜQODUVÐPÖUÖOPH\H
tahakkümüne, aile kurumuna, hele
ki ev hizmetçisi konumuna halel
gelmeyecekti. ‘Zeytini ekmeklen ye,
sokağa türbanla çık…‘ Türban “özgürlüğü”, işte bunun “özgürlüğü”.
Türbanlı burjuva kadınlar, daha “görünür” oldu; makam otolarına, ciplere, lüks restoranlara, “İslami yaşayışa uygun alternatif tatil köyleri”ne
kuruldu… İşçi, emekçi, eğitim görmek isteyen milyonlarca kadına ise
yol türbanla gösterilmek isteniyor.
“Teferruat” mı?!
0FIÂSÂSYTUQZRZS
MJWFQFSÂSIFY»WGFSQÂ
TQRFPPTÆZQZ^QF[FW
TQRFXÂSÂSÖµ_L»WQ»P×
IN^JXF[ZSZQRFXÂSÂ
JQGJYYJPNPFGZQ
JYRJ^JHJÀN_9»WGFSÂS
N¦NSIJMJRJWPJÀNS
PFIÂS»_JWNSIJPN
YFMFPP»R»S»SMJR
IJGZWOZ[FXÂSÂKXFQ
XN^FXFQYTUQZRXFQGNW
GT^ZSIZWZÀZSXFPQÂ
TQIZÀZSZGNQJHJÀN_
0FIÂSÂSµ_L»WQJÆRJXN
NƦNXÂSÂKÂSÂS
PZWYZQZÆZ^QFF^SÂ
R»HFIJQJUTYFXÂSIF
XÂSÂKFPFWÆÂXÂSÂK
XF[FÆÂSIF^FYÂ^TW
Televizyonlarda her akşam türban
tartışması var. Her tartışmada, türbanın kadının İslam dinine göre yaşama tercih ve özgürlüğünün ifadesi
olduğunu bir kez daha “öğreniyoruz”.
“Türban, devlet vesayetine son”muş!
Devletin artık vesayet etmeyeceği
kim peki? Yüzde 50’sinden fazlası
asgari ücretle, sigortasız, güvencesiz
çalışan işçi sınıfı? Bırakalım mesleğini yapmayı, herhangi bir işte çalışabilme ihtimaline bile sevdalı genç,
diplomalı işsizler, eğitim emekçileri... Yaz kış ürüne göre oradan oraya,
üstelik de ırkçı faşist baskılarla karşılaşarak seyrüsefer halindeki Kürt
tarım proleterleri? En küçük sendikal talep için dahi işten çıkarılan
mücadeleci işçiler? Burjuva devletin
Orta Vadeli Program‘ında “esnek
çalışma”ya tabi tutulacak derken
türbanlısını türbansızını ayırmadığı
kadın işçiler? Daha ölüsü bile bulunamayan madenciler?
Hayır, çayıra salınan “cumhur”, bu
değil. Önceki dönemin dar TÜSİAD temelini genişleten, bağımlı
tekelci burjuvazinin yeni bileşimi.
Erdoğan, özgürlük derken, tekelci
burjuva sınıf egemenliğinin daha
geniş bir zemine oturmasını kastediyor. Bastırılan tüm kesimlerin
sınıfsal-toplumsal olan hariç sisteme
içerilme özgürlüğü! Ulusal sorunun,
kadın sorununun, mezhepler soru-
nunun… sermaye için ehven burjuva liberal çözümü!
‘Ekmeklen ye, türbanla çık…’
Dinler, kölenin kölesi kadına örtünmeyi emretti. İslamiyet, ergenliğe
ulaşan -bu, sıcak ülkelerde 9 yaşa
bile düşebilir- kadına örtün, ziynetlerini gizle, dedi. Kapitalizm, ülkemizde kadın özgürlüğünün en temel
unsurlarını onyıllarca ondan sakındı. Dine, geleneklere yaslanarak
kadını erkeğin ve ailenin hizmetine
koştu! Bugünün kadın özgürlüğü
diye çığrışan burjuvaları, kadının
her yönlü esaretinin üzerine yan gelip yatmışlardı…
Neoliberal kapitalizm kadın ve çocukların, erkeğin sosyal güvencesine dayalı korunmasına her tür
güvenceyi yok ederek son verdi.
Herkesin çıplak, güvencesiz işgücü
olması kuralı, artan yoksullaşma,
göçler ve kırın çözülmesi, kadının ev
yükü ile birlikte sermayeye gitgide
daha fazla koşulmasını getirdi. Ülkemizdeki biçimlenişiyle neoliberal
kapitalizm, kadına hem ev emekçisi,
hem vasıflı/vasıfsız ama güvencesiz
işgücü, hem tüketici, hem ev doktoru, hem ayakkabı boyacısı… profilini verirken ona sokağa çıkış kapısını
da açtı. Mahallesinin dışına çıkmamış, bir gece bile ev dışında kalmamış kadına hayatı gösterdi. Fakat bir
koşulla: Erkeğin kadın üzerindeki
Kadının toplumun her alanında
türbanlı olmak koşuluyla var olmasının “özgürlük” diye savunulmasını elbette ki kabul etmeyeceğiz.
Türbanın içinde hem erkeğin kadın
üzerindeki tahakkümünün hem de
burjuva sınıfsal-siyasal-toplumsal
bir boyunduruğun saklı olduğunu
bileceğiz. Kadının özgürleşmesi,
işçi sınıfının kurtuluşuyla aynı mücadele potasında, sınıfa karşı sınıf
savaşında yatıyor. Bu yangını bezlere büründürüp söndürmenize, yeni
kadın kuşaklarını zehirlemenize izin
vermeyeceğiz diyeceğiz. Dini, mezhebi vb yüzünden kimseye baskı
yapılmamasını savunurken, “özgürlük” adına “Haydi başörtülü kızlar
okula” sloganlarının peşine de düşmeyeceğiz!
Fakat işçilere tek düşman olarak
AKP hükümetini gösterip burjuva
sınıf egemenliğini gizlemeyi kendisine görev bilenleri unutmayalım!
Başını TKP‘nin çektiği bu kesimler,
dinin yaşamda daha fazla yer bulmaması adı altında -en son yan çizip
kıvırtan CHP‘den sonra- kaderimizi
ordunun, Yargıtay Başsavcısı’nın vb
gürlemelerine bağlamamızı istiyorlar. Dinin toplumsal-sınıfsal temellerini kurutmak için hiçbir şey yapmadan, polisiye ve askeri tedbirlerle onu
-hem de büyük bir sahtekarlıkla- geriletmeye çalışmanın tam da yangına
benzin dökmek anlamına geldiğini
gizliyor; sınıf işbirliğinin en kirlisine, darbecilerle kucaklaşmaya girişiyorlar. Sınıf mücadelesine en uzak
olanların türban yasağına en sevdalı
olmalarının sebebi bu…
Kadınlar ve işçi sınıfı, türban tartışmasında tıpkı liberal “özgürlük” savunucuları gibi bunların da burjuva
karakterini bir kez daha bir görmek,
kendi özgürlük ve kurtuluşunun yolunu sınıf dışı tuzaklara düşmeden
çizmek zorunda!
NƦNRJHQNXN
%XUMXYDSDUWLOHULQWLPVDK\ÖUÖ\ÖíÖ
Burjuva muhalefet partilerinde de burjuva siyasetin yeni neoliberal düzlemine geçiş ve bu çerçevede dönüşüm sarsıntıları arttı. Saadet Partisi
bölündü. MHP referandumdan ciddi oy ve irtifa
kaybederek, daha fazla içe dönüp savunmaya çekilerek çıkabildi. CHP’nin ise Kemal Kılıçdaroğlu
ile girdiği “kırmızı çizgilerinin” silinmesi ve liberal
dönüşüm süreci, türban konusunda yeni gelgitler
ve sarsıntılar ile hızlanıyor. Tüm burjuva muhalefet
partilerine sirayet eden bu sarsıntı ve çatlamalarda, burjuva rejimin önceki biçiminin ve geleneksel
devlet ideolojisi-politikası kodlarının, tüm kurum
ve organlarıyla çözülmesinin hızlanmasını görmeliyiz. Tıpkı ordu ve yargı gibi, geleneksel rejim partisi karakterine sahip CHP, MHP, SP gibi partilerin
bu sarsıntı ve çözülmeyi daha şiddetli yaşamasında
şaşıracak bir şey yoktur. Bu, burjuvazinin ihtiyacına artık yanıt vermeyen geleneksel devlet rejimin
tüm kurum ve organlarıyla çözülmesi ve azami sömürü ve azami egemenlik için yeniden yapılandırılmasının geleneksel burjuva partileri nezdindeki
ifadesidir.
Referandumdan eli güçlenerek çıkan AKP ise, eski
rejim kalıntısı muhalefetin yaşanan çözülme ve liberal dönüşüm sarsıntılarıyla zayıflamasıyla, genel
seçimlere daha rahatlamış biçimde ve pervasızlaşarak gitmektedir.
Sınıf bilinçli işçilerin burjuva siyaset sahnesindeki
bu gelişmelerden çıkarması gereken dersler şunlardır:
1- Karşı karşıya olduğumuz yalnızca AKP’nin güçlenmesi değil, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ve
sömürüsünün yeni bir temelde örgütlenmesidir.
AKP bunun bugünkü yürütücüsüdür. Ancak di-
ğer burjuva partilerin de ondan bir farkı giderek
kalmamaktadır. Tüm burjuva partileri ve devlet
kurumları, burjuvazinin bu yeni egemenlik biçimi
çerçevesinde yeni bir potaya dökülmekte, bir nevi
AKP’lileşmektedir.
2- Buna, önceki rejim ve kalıntılarına yapışarak
karşı koymaya çalışmak nafile çabadır. Bağımsız
sosyalist devrimci sınıf savaşımı çizgisine sahip olmayan tüm burjuva ve küçük burjuva siyasetler, bu
süreçte hızlanan bir çözülme yaşamakta, ya eski rejim kalıntılarına tutunmaya çalışarak ya da AKP ve
neoliberalizm yörüngesine girerek, eriyikleşmektedir. Asıl yapılması gereken, burjuvazinin bu yeni
egemenlik düzleminden geriye değil, ileriye doğru
bağımsız sınıf mücadelesini geliştirmektir. Burjuva sınıf egemenliğinin yeni biçimi olan neoliberal
burjuva demokrasisinin, kendisine tam karşıt bir
eksenden gelmeyen her türlü kurum ve partiyi, her
türlü hareketi, her türlü muhalefeti nasıl kolayca
yutup öğüteverdiğini iyi görmeliyiz. Bunun karşısında ancak sosyalist devrimci proleter mücadele
çizgisi ve sosyalist işçi demokrasisi ile çıkılabilir ve
başarılı bir mücadele yürütülebilir.
SP: Erbakan ve Milli Görüş çizgisindeki Saadet Partisi’nin
oy oranının azlığına karşın, geleneksel radikal dinci, antibatıcı, anti-siyonist söylemleriyle politika sahnesinde ve
(kendisinden kopmuş) AKP üzerinde belli bir etkisi ve basıncı vardı. AKP benzeri liberal islam çerçevesinde Numan
Kurtulmuş’un da partiden geniş bir kesimle birlikte ayrılmasıyla, Erbakan ve Milli Görüş çizgisinin de ıskartaya
çıkartılma süreci hızlanmış oluyor.
CHP: Deniz Baykal operasyonuyla CHP’de
burjuva egemenliğin ve politikasının neoliberal düzlemine geçişin startı verilmişti. Orduya ve yargıya dayalı politika yapan CHP,
ordu ve yargıda çözülmeyle birlikte boşlukta sallanmaya başlamıştı. Kılıçdaroğlu ile
CHP, önceki rejim partisi görünümünden
sıyrılıp neoliberal siyaset düzlemine geçmeye çalıştıkça, önceki varlık kodları olan antiAKP’cilik, türban ve Kürt sorunundaki söylemlerini değiştirmeye çalıştıkça, büsbütün
boşa düşüp AKP’nin oyuncağı olmaya başladı. CHP’deki iç çözülme ve dönüşüm sarsıntılarının bugünkü gelgitleri ne olursa olsun,
daha neoliberal-kemalist bir çizgiye, bir tür
İngiltere’deki Blair benzeri “üçüncü yol” versiyonuna evrilmesi ile sonuçlanacaktır.
TKP, Halkevleri gibi ulusalcıdevletçi reformist hareketler ise
burjuva muhalefet partilerinin
çözülmesinin doğurduğu boşluğu doldurmayı marifet sayarak,
onların yerini alıyorlar!
MHP: Referandumdan ciddi oy, taban ve konum kaybederek çıktı. Faşist rejimin bu elikanlı faşist partisinin,
faşist rejimin çözüldüğü, burjuvazinin Kürt, Alevi,
Ermeni, Kıbrıs sorunlarında neoliberal politika düzlemine geçtiği yerde, zemin kaybetmesi kaçınılmazdı.
Burjuvazi onu yedekte tutmaya ve ihtiyaç duyduğu
yerde vurucu güç olarak kullanmaya devam edecek,
ancak neoliberal siyasetin yeni düzleminde biraz daha
geri plana çekecektir.
NƦNRJHQNXN
%LUoEHEHNpYHELUoÁDQWDp
toplumsal çürüme kokusuna, bulvar
tiyatrocusu Ali Poyrazoğlu’nun tecavüzle ilgili aşağılık ‘muhabbet’i, bu
‘muhabbet’e kadınlar dahil gülüşülüp
alkışlanması eklendi. Cinsel taciz ve
saldırganlığın emekçiler, gençler arasında da yaygın dili, kendisine yeni bir
fantezi daha edindi!
Vedat Türkali’nin senaryosuna dayanan “Fatmagül’ün Suçu Ne?” 1986’da
filme çekildiğinde hangi toplumsal
etkiyi yaratmıştı bilmek zor. O yıllara damgasını vuran, Ümit Efekan’ın
yönettiği “Madde 438”di. TCK’nın
438. maddesinde, “fuhuşu kendine
meslek edinen bir kadın”a tecavüz
edildiğinde, suçluya verilecek cezanın
üçte ikisine kadarı indirilir deniyordu. 1990’da bir tecavüz olayında verilen cezanın kurbanın fahişe olduğu
gerekçesiyle indirilmesinin ardından
Anayasa Mahkemesi’ne yasanın iptali için yapılan başvuru reddedildi.
Olayın yarattığı tepkilerle birlikte yasa
yürürlükten kaldırıldı.
Tecavüzcünün kurbanıyla evlenerek
cezadan kurtulması ise, ta 2005’e kadar yasalardaki yerini korudu. Ancak
dizinin kadın sorununun çok daha
gün yüzünde olduğu 2010 yılındaki etkisi, bu yükün sistemin yüzüne
tokat gibi çarpılması olmadı. Onun
yerine, her 29 saniyede bir -saatinize bakın!- bir kadının -çevrenize
bakın!- tecavüze uğradığı, en gelişmiş kapitalist ülkelerde “bile” tecavüz olaylarının ancak yüzde 20’sinin
rapor edildiği bir dünyada -kapitalist
topluma bakın!- “Fatmagül’ün Suçu
Ne?” gündeme hangi oyuncuya daha
iyi tecavüz edildiği ile oturdu. Medyanın ve “sosyal medya”nın derhal devreye soktuğu foto galeriler, videolar,
en “sert” tecavüz sahnelerinin bulunduğu filmlerden/sahnelerden yayılan
“Ne kadar kötü kokarsak o kadar
iyi”… Sıra, kapitalizmin ayrımsız her
şeyi “ürüne” dönüştürme, kadını aşağıladıkça kendisi de düşkünleşen bir
yığına çevirdiği erkeği “ürüne yönlendirme” kuralına uygun olarak “Fatmagül donu” ve “şişme Fatmagül’e”
gelmiş. İnsanın en doğal ve en insani
edimlerinden birini, içinde bırakalım
aşkı, artık insanın bile olmadığı tiksinti verici bir kullanım ilişkisine çeviren kapitalizmin “erotik ürün sanayii”, kimbilir hangi merdiven altında,
kadınıyla erkeğiyle kimbilir kaç işçiye
bu püsürü ürettirmiş.
Bu rezaleti bugün “herkes” yadırgadı,
“ahlak ve edep dışı” bulup kınadı. Ne
gam! Ve ne ikiyüzlülük! Aynı “herkes”,
kadını hiç değilse “seyirlik bir nesne”
olarak görmeye devam etmiyor mu?
O halde burada “kınanan”, aşağılık
da olsa bir “aşırılık” olmuyor mu? En
gelişmiş, kadının en “özgür” olduğu
söylenen, parlamentolarında yüzde
50 temsil oranına ulaştığı kapitalist
ülkelerdeki “piyasa”nın ülkemizde
geleneklerimizden, aile yapımızdan
dolayı tutunamayacağını mı düşünüyoruz yoksa? Aynı geleneklerin, aynı
aile yapısının içinde neleri saklı tuttuğunu ve şimdi çözüldükçe kustuğunu
unutarak? Pornografinin internet ortamında en fazla aranan konu olduğunu gözardı ederek?
Gençlerin diline düşen Mavi
reklamındaki “Vay vay vay
çantaya bak…” mı? Sokağın
en “alışılageldik” taciz
formatıyla o, kimsenin ilgisini
çekmiyor!!
Kadınların ezilmişliğini, cinsel saldırı
nesnesi olmalarını sadece “empati yaparak” ortadan kaldıramayız. Nerede
oturuyorsanız oradan düşünürsünüz
ve kökleri binlerce yıla dayanan bu
kire bir şekilde ortak olursunuz. Kapitalizm sırf bu nedenle bile bir gün
fazla yaşamamalıdır. Ama… aynı zamanda bizzat kapitalist sistemin çocuğu olan bu sanayii yerle bir etmenin,
onu plastikleriyle boğmanın sırası gelmedi mi?
Geriye dönük yapılan bir araştırmaya göre,
ABD’de 17,7 milyon kadın ve 2,8 milyon
erkek yaşamının bir kesitinde tecavüze
uğradı. Araştırmanın ertesi yılı, 300 bin
kadın, 92 bin erkek tecavüze maruz kaldı.
ABD nüfusu 300 milyon. ABD’de her 4
kız ve 6 erkek çocuktan biri cinsel tacize
uğruyor ve ancak 20 tacizciden biri ağır
cezaya çarptırılıyor.
Toplumsal çürümenin en belirgin göstergelerinden biri olan
tecavüzdeki artış, cinsel saldırganlığın geleneksel tabulara
bağlanamayacağı gelişmiş kapitalist ülke devletlerini “meşgul” ediyor;
cezaların ağırlaştırılması, tecavüzcülerin kısırlaştırılması gibi yöntemler
dahil tartışılıyor. Tecavüzün rapor edilmesindeki en önemli engellerden
biri, soruşturma ve mahkeme sürecinin ayrı bir tecavüz olması. İtalya,
Güney Kore ve Avustralya’da mahkemeler, blucinli bir kadına tecavüz
edilemeyeceği gerekçesiyle tecavüzcüyü beraat ettirdi. Avrupa’nın çocuk
fuhuşu turizminin gözdesi Güneydoğu Asya ülkelerine Türkiye’deki
firmalar da bayi “motivasyon” gezileri düzenliyor.
Angelina Jolie’nin ilk yönetmenlik denemesini
yapacağı film, onbinlerce Bosnalı kadın ve
çocuğa tecavüz edilen toplama kamplarında,
“tecavüzcüsüne aşık olan bir Boşnak kadını”
anlatıyor. Bosnalı kadınlar, bir başka “şişme
bebek” hikayesi olan bu Hollywood temasına
karşı “Toplama kampında aşk olmaz” diye
öfkeyle haykırdılar. Bosna Hersek devleti
ise, “Kaynağın kötüsü olmaz” diyerek filmin
Bosna’da çekilmesini kabul etti!
NƦNRJHQNXN
0HWDO7ñ6nOHULVDGHFHPHWDO7ñ6nOHULGHðLOGLU
-N¦GNW9Á8XFIJHJJPTSTRNPYFQJUQJWQJÖJPRJÀNRN_N¦NSR»HFIJQJJIJWJP×PF_FSÂQFRF_'ZWOZ[F_NN¦NSJPTSTRN[JXN^FXJYF^WÂ
IJÀNQINW3JTQNGJWFQ^JSNIJS^FUÂQFSIÂWRFJPTSTRNPTQIZÀZPFIFWXN^FXNXN^FXNTQIZÀZPFIFWYTUQZRXFQ[JP»QY»WJQGNWXFQIÂWÂIÂW
Metal sektöründe patronlar ve işçiler
2008 krizini nasıl geçirdiler? Metal
patronları, tepesinde oturdukları
burjuva devletle birlikte, bu krizi de
fırsata çeviriverdi: Vergi muafiyeti,
teşvik primleri, “istihdam giderlerini
azaltıcı önlemler”, sömürünün önünün daha bir açılması… Biz işçiler
için ise sıfır zam, sosyal haklarımızın gaspı, esnek çalışma, toplu işten
çıkarmalar!.. Metal sektöründe TİS
sürecine bu koşullarda girildi.
Metal sektörü tekelci burjuvazinin
can damarlarından biridir. Bu yüzden MESS’in TİS stratejisi her zaman
burjuvazinin bir bütün olarak işçi sınıfına saldırı stratejisi olarak hazırlanır. Bunun, metal grup sözleşmesindeki somut ifadesi; güvencesizlik
ve esnekleştirme, sıfır zam, ikramiyelerin çalışma günleri esasına göre
belirlenmesi (yani ikramiye hakkının
uçurulması da diyebiliriz) vb. vb…
MESS’in metal işçilerinin sırtındaki
zehirli hançeri Türk Metal Sendikası esnek çalışmayla derdi olmadığını
kerelerce ispatlamıştı. İstediği zam
oranı ise %5+25 kuruş! Metal işçileri
arasında ücret makasını daha bir açıp
bölünmesine hizmet eden, saat ücreti
4 TL’nin altında olan metal işçilerinin
ağırlıklı bir bölümü için sıfır sözleşmenin bir başka versiyonu! Buna yanıt metal işçisinin Türk Metal hançerini sırtından söküp atmak olmalıdır.
Birleşik Metal İş ise TİS’de esnek
çalışmanın dayatılması anlamına
gelecek maddelerin grev nedeni olduğunu önden ilan etmiş olmasına
rağmen işçi sınıfının mücadele kapasitesini geliştirecek hiçbir hazırlığın içerisinde değil. Hazırlanan TİS
taslağına damgasını vuran, asgari savunma çizgisidir. Hak kazanmak için
mücadele değil, süregiden hak kayıplarını bir nebze azaltma çizgisidir.
Bunu aşan tek talep işgünün 8 saatten
7.5 saate, haftalık çalışmanın da 37.5
saate düşürülmesi talebidir. (Metal
işkolunda çalışma saatlerinin düşürülmesi ve “6 saatlik işgünü insanca
yaşanacak ücret” önümüzdeki günlerde uluslararası işçi sınıfının ortak
talebi olarak sıkça gündem olacaktır.
İşçi sınıfı uluslar arası bir sınıftır. Taleplerimizin belirlenmesinde bu da
temel bir belirleyen olarak devreye
girmelidir.)
TEKEL işçilerinin eylemleriyle kısmi bir canlanma yaşayan işçi sınıfının öz savunma eylemleri, son dönemlerde metal sektöründe giderek
ağırlaşan çalışma koşulları ve düşen
ücretler zemininde de kendisini his-
settirmeye başladı. Metal sektöründe de örgütlenme arayışları ve işten
atılmalara karşı direnişler gelişiyor.
Pasif direnişler yerini bugün için
sınırlı kalsa da, işgal ve eylemli dayanışma eylemlerine bırakmaktadır.
Dün
metal sektörünün
kümeleşme noktalarından biri
olan Gebze’de
işgalin adı ÇELMER’di, bugün
MUTAŞ
Demirçelik… MESS
patronlarıyla kolkola
ihanet sözleşmesinin taslağını hazırlayan Türk Metal’e
karşı öfkenin adı dün Bursa’da
Bosch, Renault işçileriydi, bugün alttan alta kaynayan Ford
Otosan işçileri… İşte metal
TİS’lerinde burjuvaziyi ve sınıf
işbirlikçilerini rahatsız eden, ihanet
belgesini imzalayıvermeyi zorlaştıran
güç bu alttan alta gelişen işçi öfkesidir.
Ancak metal işçisinin örgütlenme
arayışları, öfke birikimi bir mücadele kanalı bulamadığında tıpkı Türk
Metal’in ‘98 ihanetine karşı gelişen
öfke patlaması gibi sönümlenir. Bu
öfke birikimine yön verecek olan
sınıfın mücadele programı ve öz örgütlülükleridir. Metal işçileri işyerlerinde, sendika ayrımı yapmadan
havzalarda işçi komiteleri ve meclislerini örgütlemeli, TİS komiteleri
kurmalı, güvencesizlik saldırısıyla
karşı karşıya olan sınıfın tüm bölükleriyle ortak mücadele platformlarında buluşmalıdır. Sendika ağalarının ihanetinin önüne geçecek
olan ancak metal işçilerinin
ortak mücadele programı
ve mücadele inisiyatifini
geliştiren taban organlarıdır.
Hiçbir TİS sadece ekonomik
taleplerle, “ekmeğimiz için
mücadele ederek”, kazanılamaz. Burjuvazi
için ekonomi
ve siyaset ayrı
değildir. Neoliberal yeniden yapılandırma ekonomik olduğu kadar, siyasi, siyasi
olduğu kadar toplumsal ve kültürel bir saldırıdır. MESS patronlarının dayattığı esnek çalışmayı İş
Yasası’ndan, “istihdam giderlerini
azaltmayı ve istihdamı artırma”yı
(kısa zamanlı çalışma, telafi çalışma,
işçi kiralama vb. gibi esneklikte sınır tanımayan uygulamaların yanısıra, bölgesel asgari ücret) hedefleyen Ulusal İstihdam Stratejisi’nden
bağımsız ele alabilir miyiz? Mutaş
işçilerinin fabrika işgali, işçilere
yiyecek ve su verilmesini dahi engelleyen polis ablukasından, devlet
teröründen bağımsız düşünülüp örgütlenebilir mi? Ve yine Mutaş işgali, direnişi duyar duymaz soluğu sınıf kardeşlerinin yanında alan Yücel
Boru, Çel-Mer işçilerinden bağımsız düşünülebilinir mi? Ve bizim TİS
stratejimiz sadece hak kayıplarını
bir nebze azaltmakla sınırlı olabilir
mi?
Bu da TİS sürecinin protesto niteliğini aşmayan eylemlerle asla olamaz. Fransa’dan yükselen sese kulak
verelim; grev, işgal, blokaj! Türkiye
işçi sınıfı içerisinde mücadele birikimiyle önemli bir yere sahip metal
işçilerinin her kazanımı emeğin korunması mücadelesini geliştirecek,
sınıfa karşı sınıf duruşunu ilerletecektir. Metal Grup TİS’i dün de sadece Metal TİS’i değildi, ama artık
hiç değil!
Kahrolsun Ücretli kölelik düzeni!
TİS komitelerimizi, işçi meclislerimizi kuralım, TİS sürecinin inisiyatifini elimize alalım!
Kahrolsun Türk Metal ağaları!
Grev, işgal, blokaj!
6 Saatlik işgünü, insanca yaşanacak ücret!
İşten atılmalar yasaklansın!
Kölece çalışmaya, kölece yaşamaya
hayır!
Birleşe birleşe kazanacağız!
NƦNRJHQNXN
ñíVL]OLðLPL]LQHYUHOHUL
Bir umutla ayrıldığım iş ortamına, umutsuzluklarla geri dönmek zorunda kalıyorum. Beni buna
zorlayan ”işsizlik”!
Ayrılırken daha iyi koşullarda ve beni mutlu edebilecek iş bulma umudum, işsizliğin karanlığında
kaybolmamak için, bu kez işin koşul ve şartlarına
bakmadan bir iş bulma isteğine dönüşüyor. Çünkü
işsizlik de beni yalnızlaştırıyor, eve hapis edip,
sosyal ortamdan uzaklaştırıyor.
Tabii bu süreçte bir de işten ayrılırken hiç hesaba
katmadığımız çevre faktörü var. “Nasılsın kızım,
nereye kızım?” soruları yerine “İş bulabildin mi
kızım?” , “Çalışıyor musun” soruları başlıyor. Bu
ve buna benzer sorulara “işsizim” demiyorum;
çünkü, sınavlarım oluyor her defasında. Sınavlar hiç bitmiyor, KPSS, AÖF, bankaların açtığı
sınavlar…. diye alıp başını gidiyor sınav isimleri.
Sonuçları her defasında olumsuz olsa da, umutsuz
olunmuyor! Bu nedenle benim işsizliğimin diğer
adı sınavlar. Çünkü sınavlara hazırlanmak için
işten ayrılıyorum, yoksa çalıştığım işte çok ”mutluyum”!!!
Aslında benim işsizliğimin evreleri var. Bunu
sizinle paylaşmak istiyorum ve biliyorum ki her
işsizin işsizlik evreleri var, hatta bazılarının sonu
intihar bile olabiliyor:
1. Evre: “Oh beee….” Çünkü benim emeğimi sömüren, beni benden uzaklaştırıp, yabancılaştıran,
yalnızlaştıran işten kurtuldum, özgürüm. Yeniden
hayal kurma cesareti gösterip, umutlanıyorum ve
bu beni çok mutlu ediyor.
2. Evre: Bu mutluluğun yerini “Neden çıktım ki,
hiçbir işyeri bir diğerinden farklı değil, hepsi emek
sömürüsü üzerine kurulu, keşke kalsaydım, hiç
değilse beni tanıyorlardı, alışmıştım da…. üfffff
param da bitti, aileme yük oluyorum. Almak
istediklerim, yapmak istediklerim ne kadar da
fazla. Bunlar için paraya, para için de acil bir işe
ihtiyacım var” biçiminde pişmanlık içeren cümleler alıyor.
3. Evre: “İşsizim, yalnızım, beni sevmiyorlar, çünkü
bir işe yaramıyorum. Sadece tüketiyorum, ilk
bulduğum işe girmeliyim, sınavlar da bitti. Şimdi
herkese işsizim demek…… üffff…. keşke…….”
4. Evre: Yeni ve farklı bir iş, aynı kendinden uzaklaştırma, aynı yalnızlaştırma, aynı mutsuzluk...
Durum bu. Peki ya çözüm? Çözüm yok mu sizce
arkadaşlar?
Ankara’dan bir İşçi Meclisi okuru
%HQÁÐ]ÖPÖJHUÁHNOHíWLUHFHNRODQÜP
Üniversiteyi bitireli yıllar olmuştu,
hatırlıyorum yana yakıla iş arıyordum. Biliyordum bu işin aslında en
zor iş olduğunu. En zor işti benim
için de işsizlik!
İlk iş olarak bir arkadaşın tavsiyesiyle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne
başvurarak ücretli öğretmenlik yaptım. Şimdi bakıyorum da gerçekten
ücretli kölelikti yaşadığım: Kendi
imkanlarımla gidiş-dönüş yapıyor,
kendi imkanlarımla karnımı doyuruyordum ve üstelik sigortam da
“okulun bütçesi yok” bahanesiyle
ödenmiyordu.
“Bu böyle olmayacak” dedim ve bir
yıl sonra binbir zahmetle, binbir
aracıyla perakende ve turizm sektöründeki bir holdingte bir iş buldum.
Maaş asgari ücret, servis ve yemek de
var. Ya sonrası? Ölü gibi bir yaşam,
saatlerce karşılığı alınmayan zorunlu
mesailer, hafta sonu da dahil olmak
üzere resmen kölece bir yaşam. Yaşadığım yerin küçük bir ilçe oluşundan
burada çalışanlar için bunlar bile lütuf gibi geliyordu. Oysa ki, saatlerce
gece mesaisi yapıp ertesi gün işe 15
dakika geç kaldığım için maaşım
kesildiğinde ilgili müdür “Mesaiye
kalman senin sorunun, zamanında
bitirseydin işini” diyordu.
“Kamu” dedim tekrar, ne de olsa
“devletin güvencesi”! Yine binbir
zahmet ve aracıyla ilçe belediyesine
bağlı belde belediyesinde iş buldum
bu sefer de. Bu kez en azından zorunlu mesai yok diye sevinirken, Belediye başkanı çoktan patron olmuş da
haberim yokmuş meğer. Asgari ücret
veriyor, “Fakat seni 5 ay 29 gün çalıştırabilirim” deyiverdi. Meğer kamuyu
çoktan parçalamışlar, beni de geçici
mevsimlik işçi statüsünde almışlar
işe. 5 ay 29 gün sonrası “Sözleşmeni
yenileyemem, böyle idare et, bir çözüm bulacağım” dedi ve buldu: 1 yıl
güvencesiz çalıştırma! Belde belediyelerinin kapanıp İlçe belediyelerine
bağlanmasıyla sayın patron başkan
tekrar lütfetti, “sigortanı yaptık ki ilçe
belediyesine devrolabil diye”, aslında
işin hukuksal boyutu korkutuyordu
onu…
Artık mangalda kül bırakmayan,
“özgürlüğün ve emeğin bekçisiyim”
diyen CHP‘li bir belediyedeydim,
görece daha iyi şartlarda sigortam
ödeniyor ve mesai ücretimi az da olsa
alabiliyordum. Ne mi oldu? 1 yıl sonra “kadro fazlası” diyerek sözleşmemi yenilemediler ve işten çıkarttılar
beni ve benim gibi 100’e yakın arkadaşı. Ertesi günlerde gözümüzle gördük, yeni arkadaşları işe aldıklarını.
Şimdi sigortasız bir işte çalışıyorum,
çünkü bu düzende yaşamam için kazanmam lazım az da olsa. Nasıl da
alıştırdıklarını görüyorum bir taraftan da bizi, azla yetin işçi! Sen kimsin
ki!
Ben kim miyim? Çözümü gerçekleştirecek olanım. Çözüm bizim kendi
meclislerimizde. Kendi yönetimlerimize ihtiyacımız var, patron veya
burjuva demokrasisinin partileri bi-
zim için değil, ait oldukları sınıf için
demokrasi dağıtıyorlar ve hiç birisi
işsizliğe çözüm değil, bizim kurtuluşumuz proletarya demokrasisinde.
Bizim kurtuluşumuz kendi ellerimizle yaratacağımız dünyada. Onların demokrasisinde işçi ve emekçiler
için çözüm yok.
Yaşasın sosyalist işçi demokrasisi!
İstanbul’dan bir İşçi Meclisi okuru
NƦNRJHQNXN
)UDQVDnGD
LíÁLVÜQÜIÜGLUHQL\RU
Geçtiğimiz iki ay boyunca dünya işçi
sınıfı, emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı Fransızca dövüştü! Gazetemiz İşçi Meclisi yayına girdiği sırada
Fransa işçi sınıfı son iki aydaki 7. genel grevini gerçekleştirmek üzereydi.
yapılan röportajda “Biz emeklilik
yasasını geriye çektiremiyebilir, yenilebiliriz, böyle de olsa üzülmem, çünkü yol açıldı” dedi. Bu ifade tesadüf
değil.
Emeklilik yasa tasarısının geriye çekilmesi için yaklaşık iki aydır süren
grev ve gösteriler son etaba girmiş
durumda. Yasa çıktıktan sonra yapılacak genel grevlerde izlenegelen reformist hat aşılıp genel grev genel direniş çizgisine sıçranmaz, tüm hayatı
kilitleyecek, daha kitlesel ve eylemin
politik karakterine uygun bir tutum
geliştirilmezse işçi sınıfının devrimci
bir kararlılık ve özveriyle sürdürdüğü
eylemlerin başarıyla sonuçlanması
olasılığı görünmüyor.
Sınıfa karşı sınıf mücadelesi böyle
olur işte. Tüm ülke ulaşım ağını felç
etmek, Fransız burjuvazisini -çalışmayınca işçiler- iki litre benzine
mahkum etmek, ülkenin tüm lise ve
üniversitelerini bloke etmek, burjuva demokrasisinin işçiler için değil,
sermaye için bir demokrasi olduğunu başı sıkışan burjuva devletin polis
saldırısıyla tüm dünyaya bir kez daha
teşhir etmek böyle olur işte!
Geleceğin sınıfı proletaryanın gücünü bugünden göstermesi demek ki
böyle oluyor. İşçi sınıfının tüm hayatı
felç etmesine karşın Fransız toplumundan aldığı destek Sarkozy hükümetini şimdiden gelecek seçimler
için kara kara düşündürüyor. “Babalarımızı emekli etmezseniz biz nasıl iş
bulacağız” diyen liseli ve üniversiteli
gençler, işçi sınıfının yanında, onunla birlikte dövüşünce nasıl bir güç ve
dinamizm katıyorlar, bunu Fransa’da
görüyoruz bir kez daha. Öğrencilerle
işçilerin, işçi sınıfının vasıf, yaş, cinsiyet, milliyet tanımadan kolektif bir
bilinçle direnmesi böyle oluyormuş
diyoruz.
Grevlerin içinden…
Grevlerin seyrine ilişkin olarak bazı
öncü işçilerden aldığımız bilgiler
şöyle: Marsilya, Havre, Toulouse ve
rafinerilerde, Paris’in bazı bölgelerinde grevler daha canlı olarak sürüyor. Eğitim emekçilerinde ise grevlere katılım oldukça düşük. Grevler,
neredeyse bütünüyle kamusal alanla
sınırlı. Bu da grevlerin etkisini çok
azaltıyor. Fransa’da en az 30 milyon
işçi olduğunu varsayarsak, kitlesel
grevlere katılımın 2 ila 3 milyon 100
bin arasında olması eylemin zayıflığı
olarak ortaya çıkıyor. Keza grevci kitlesinin büyük sayıda olduğu yerlerde
dahi grev kırıcılık yaparak çalışmaya
devam edenlere yönelik hiçbir şey yapılmıyor olması da bir sorun. Grevlerin daha yükseltilmesi ve hayatı
durduracak bir genel grev düzeyine
çıkartılması amacıyla çeşitli devrimci
grup ve kişilerce yürütülen girişimler ise cılız ve etkisiz olarak kaldı. Bu
amaçla farklı sendikalar içerisinden
ortak imzalı bir metin çıkarıldı. Fakat
metin, gerek sürecin ve grevin değerlendirilmesi yönüyle, gerekse hedef
koyucu olmayışıyla ve temellerinin
zayıflığıyla sonuçsuz kaldı.
Yukarda belirttiğimiz birkaç bölgede
grevler ve gösteriler daha canlı geçmesine karşın onların içerisinden
sendikaların içinde ya da dışında ortaya çıkmış veya nüvesel farklı sınıf
örgüt biçimleri bulunmuyor. Kuşkusuz tüm hareketin bilgisine sahip değiliz. Yerel düzeylerde devrimci etki
yaratmaya yönelik çalışmalar az da
olsa var. Fakat bunlar hareketin yığınsallığı içerisinde kaybolan bir durumdalar. Sözü edilebilir bir etkileri
yok. Bu sadece sayısal olarak çok az
olmaktan da kaynaklanmıyor, politik
perspektif sunma ve örgütsel biçimler
önerme yönüyle de, sınıfın siyasal bilincini geliştirme amaçlı bir faaliyeti
örgütleme yönüyle de çok zayıflar.
Yasa geçti…
Fransa son bir ay içerisinde 7. genel
grevini yaşıyor. Yine de emeklilik yaşını yükselten yasanın parlamentodan geçmesi engellenemedi. Burjuva
meclis, işçilerin meclisi değil! Bu tarihsel gerçeği işçi sınıfı Fransa’da bir
kez daha tecrübe etti. Parlamentoda
geçen ay boyunca iki reformist parti,
Sosyalist Parti ve Komünist Parti
çok sayıda değişiklik önergesi vererek yasanın çıkmasını geciktirmeye
çalıştılar. Fransa’da işçi sınıfı etkin ve
köklü bir sosyalist devrimci partiye
henüz sahip değil. Siyasal inisiyatif
sendikalarla paslaşma halinde parlamentoda değişiklik önergeleriyle engelleme muhalefeti yürüten Sosyalist
Parti’de. Sosyalist Parti yöneticileri,
popüler isimleri büyük eylemlere
kattılar ve her gün hükümete saldıran
açıklamalar yaptılar. Bu süreçte Sarkozy’ nin UMP’si zayıflarken Sosyalist Parti ise kaybetmiş olduğu oyları
geriye almış görünüyor. Yasayı değiştireceği vaadiyle de kitlelerin umudunu seçime doğru çekiyor.
Eylemlerin örgütleyicisi sendikalar ve
özellikle CGT. Sendikaların özellikle
CGT’nin süreçteki belirleyiciliği, eylemin etki gücünü büyütmekle birlikte zayıf karnını da oluşturdu. Çünkü
sendikalar direnişçi bir geleneğe sahip de olsa, aşağıdan sınıf tarafından
ittirilseler de, kendiliğinden bilincin,
bugüne dek Sosyalist Parti ve Komünist Parti’nin parlamentodaki
muhalefeti ile bağlantılı bir hareket
geliştirmenin dışına çıkmış değiller.
Militan bir sınıf hareketi geleneğinden geliyor olmanın canlılığı CGT’li
bazı işçi gruplarından yansıyor olmakla birlikte, eylemler süresinde
ekonomist reformist bir hattın dışına
çıkılmadı. Bunun sonuçları görüldü.
Son etaba girerken
Yaptığımız konuşmalarda yaklaşık iki
aydır kitlesel biçimler kazanarak süren grev ve gösterilerin sınıf hareketi
üzerindeki etkisini ölçmeye, anlamaya çalıştık. Bir kadın işçi kendisiyle
Bir yenilgi durumunda sınıf hareketinde belli bir gerilemeye yol açacak
olsa da sınıfın belli bölüklerine özgüven kazandırması yönüyle de eylemin sınıf üzerinde etkisi olacak ve
sendikal ve siyasal yeni arayışlara da
yol açacaktır. Kesin olan bu. Ayrıca
bunun daha devamı da var. Fransa 6
Kasım’a, yeni bir genel greve hazırlanıyor. Avrupa burjuvazisi, emeklilik yaşını Avrupa genelinde bir çok
ülkede 65’e çekmişti. Ancak Fransa
işçi sınıfı başarıya aç işçi sınıfı hareketine yeni bir soluk taşıdı. Akdeniz
ülkelerindeki kriz dalgası ve birbiri
ardına ekonomik çöküşler ulusallığı
aşmayan, ancak yaygın ve kitlesel işçi
eylemleriyle karşılanmıştı. Bunun birikimi oluştu. Sönümlenmeye yüz
tutan ateş bu kez Fransa’da harlandı.
İşçi sınıfının Fransızca dövüşmeyi
hatırlaması önümüzdeki dönemde
İngiliz işçi sınıfına da esin kaynağı
olursa, AB burjuvazisinin Almanyaİngiltere-Fransa’dan oluşan üçlü sacayağındaki dengesizlik büyüyecek.
Avrupa’daki burjuva demokrasisi, işçi
sınıfının tepkisini düzeniçi/sendikal
mücadele ve reformist partiler aracılığıyla sistem içinde çözüm yönünde
soğursa da, siz bir de inisiyatifin biz
işçilere geçtiği, kendi mücadeleci sınıf
örgütlenmelerimizle, devrimci işçi
meclis ve konseyleri ile bu eylemlerin öncülüğünü yapacağımız günleri
düşünün. İşçi sınıfı bugün Fransızca
dövüşüyor, doğrusu şu; işçi sınıfı aslında proleterce dövüşüyor, proletaryanın devrimci dilinden dövüşmeyi
de elbet başaracak. Kendi sınıf çıkarı
için dövüşen işçiler, kendi sınıf çıkarı
için delice dövüşen burjuvaziye yanıt
vermeyi böyle öğreniyor.
NƦNRJHQNXN
Grevci bir işçi veya bir öğrenci değilseniz grevin soluğunu duyacağınız, gücünü hissedeceğiniz yerler
metrolar ve sokaklar. Trene bindiğiniz andan itibaren grev yapan
işçiler, boykotçu öğrenciler, yürüyüşe katılmak için yola dökülmüş
büyük gruplarla bir aradasınız. Yürüyüşe gitmek için bindiğim trende
boykota giderek okulu kırmış, öğrenci neşesiyle yürüyüşe katılmak
için yola çıkmış liseli bir öğrenci
grubuyla karşılaştım. Yürüyüş alanına kadar onlarla birlikte gittim.
Genç ve eylemde olmanın canlılığıyla «ertesi gün de sürecek mi?”,
“süresiz mi yapacağız?” soruları ve
yanıtlarıyla aralarında boykotu konuşuyorlar.
Liselerden boykota katılımda önceki grevlere göre hızlı bir artma var.
Öğrenci hareketindeki gerileme önceki kitle grevlerine düşük katılımda görülüyordu. 12 Ekim grevine
ise lise öğrencileri kitlesel ve canlı
bir katılım gösterdiler. 357 ile 400
arasında lisede boykot gerçekleştirildi ve lise öğrencileri yürüyüşlerde de aktif olarak yer aldılar. Halen
liseliler ve üniversiteliler eylemdeki
en aktif ve militan kesimi oluşturuyor. Yürüyüş alanına başka bir trenle gelen bir yoldaş lise öğrencilerinin “Boku yedin Sarkozy/Gençlik
sokağa iniyor!” sloganını attıklarını
söyledi. Montpellier lise öğrencileri
caddeyi çöp bidonlarıyla kapatarak
blokaj gerçekleştirdiler.
Liseli ve üniversiteli gençlerin genel grevin en canlı ve mücadeleci kesimini oluşturması tesadüf
değil. Öğrenciler, karar alma ve
uygulama süreçlerinde gazetemiz İşçi Meclisi’nin savunduğuna
benzer biçimde bir çeşit doğrudan demokrasi uyguluyorlar. Tüm
okulun katıldığı 500 ila 1000 kişilik toplantılarda eylemin biçimi,
zamanı birlikte belirleniyor; ardından işbölümüyle, militan blokajlar
gerçekleştiriliyor. Léonard De Vinci Lisesi’nden bir İşçi Meclisi okurunun mektubunu yayınlıyoruz:
Hemen hemen tüm liseler yaklaşık
bir haftadan beri seferber oldular.
Tüm öğrenciler sokaklara döküldü. Bir ay içerisinde beş kere, üç
milyon kişi sokaklarda birleştiler
emeklilik reformunu protesto etmek için. Bunlara rağmen, Sarkozy
emeklilik reformunu gerçekleştireceğini dile getirdi. Bu liselileri daha
da kızdırdı. Bu açıklama herkesi
greve doğru yönlendirdi. Geçen
hafta olduğu gibi, bu hafta da daha
ileri gidebileceğimizi göstereceğiz
devlete. Yani geleceğimizle oynamalarına izin vermeyeceğimizi…
Lisemizde demokratik bir şekilde eylemlerimize devam etmemiz
gerektiğine karar verdik ve bunu
göstereceğiz. Geleceğimiz bizim
elimizdedir, ama onu elde edebilmek için güçlerimizin birleşmesi
şarttı!
Fransa’daki Türkiyeli göçmen işçilerin Fransız işçi sınıfının mücadelesine uzaklığı temel bir sorun.
Yoğun olarak bulundukları inşaat
sektöründe işçiler arasında 10-15 yıl
çalışarak birikim yaratma ve daha
fazla çalışmama düşüncesi yaygın.
42 yıl çalışma ve sonra emekli olma
düşüncelerinde yer almıyor. Sınıf
niteliğinin ve bilincinin gelişmemişliğiyle kısa dönemli beklentilerle hareket ediyorlar.
de önce göçmen emekçileri vuracak
olan bu yasaya karşı mücadele etme
duygu ve bilinci de gelişmiş değil.
Bırakalım genel göçmen emekçiler
kitlesini, devrimci örgütler ve işçileşmiş devrimcilerde dahi Fransa’da
ve diğer Avrupa ülkelerindeki işçi
sınıfı mücadelesine kayıtsızlık derecesinde bir uzaklık vardır. Enternasyonalist bilinç, mücadeleye ve yaşama inmediği gibi, Fransız işçilerden
Bu geri bilincin kaynağında
Avrupa’da süregelen devrimci çalışmanın demokratik göçmen faaliyeti
niteliğinde oluşu bulunmaktadır. Bu
duyarsızlık ve geri bilinç, göçmen
emekçilerin düzensiz çalışma koşullarıyla da birleşince Fransız işçiler
genel grev yaparken ona katılmayan ve çalışmaya devam eden bir
göçmen işçi kitlesi fotoğrafı ortaya
çıkartmaktadır. Sadece emeklilik yaşının 60’da kalması için değil, kamu
harcamalarının daraltılmasıyla göçmenlerin sosyal haklarını daraltmaya başlamış olan saldırılara karşı bu
ülkelerdeki mücadeleyle bütünleşen
yeni bir hat oluşturmak zorunludur.
Yürüyüş alanına kadar birlikte
gittiğimiz grupla metroya geçtiğimizde CGT’li işçilerin bulunduğu vagona bindik. Metroda herkes grevci, herkes yürüyüşçüydü.
CGT’li işçiler gösteriye trende
başlamışlardı. Bir anda Enternasyonal söylenmeye başlandı.
Ardından sloganlar, bağırışlar,
Sarkozy’e selam göndermeler,
avcı borusu ve düdük sesleri…
Ardından grevcilerin dilinden
düşmeyen «Geriye çekin, geriye
çekin/çekmezseniz ne olacağını
biliyorsunuz!» başladı. Bu bir tür
tekerleme gibi, alaycı ve meydan
okuyan bir şekilde şarkı gibi başlıyor, kısa, kesik vurgulu sloganlarla bitiyor.
Genel grevi başarıyla bitireceğimize inanıyoruz ve gerekirse daha
da ilerigidebileceğimizi göstereceğiz.
”Gerçekçi ol Imkânsızı iste”
Che Guevara
Paris’teki yürüyüşe ”A BAS LE REGİME DE’SCLAVAGE SALARİE /
PROLETARİAT
REVOLUTİONNAİRE” (Kahrolsun Ücretli Kölelik
Düzeni / Devrimci Proletarya) pankartıyla katıldık. Pankartımızı 1830
barikatçılarının anısına dikilmiş Bastille Anıtı’nın parmaklıklarına, sendikaların arasında bir süre yürüdükten
sonra da güzergah üstünde bir başka
yere astık. Eyleme çağıran duyuru
afişlerimiz Strasburg Saint Denis’ye
asıldı. Belli sayıda bildiri dağıtımı
gerçekleştirildi. Bu sınırlı çalışma öncekinden farklı bir bilinç ve duyarlılık
yaratmaya yetmedi; bunun kısa dönemde olmayacağını da bilen ısrarlı bir devrimci çabayla çalışmamızı
farklılaştıracak ve bu ülkelerdeki sınıf
mücadelesinin bir parçası da olacak
yeni bir duruşu ortaya çıkartacağız.
NƦNRJHQNXN
%DQNDODUGDÐUJÖWOHQHOLP
Kriz çığlıklarının ayyuka çıktığı, işsizliklerin yoğun
yaşandığı şu dönemde, kar açıklayan bir bankada
çalışıyorum, fakat bunun yanında çalışanlara yapılan zam oranları ise açıklanan karla ters orantılı, aksi
kapitalizmin özüne aykırı olurdu zaten.
Bu ters orantı sadece kar oranları ile değil, mevcut
hakların bile zaman içinde sinsice, garip bir şekilde
buharlaşmasında da kendini gösteriyor.
Örnekse, gişede çalışan personele, müdür insiyatifine her ay sabit olarak verilen bir miktar prim,
“sistem iyileştirmesi” aldatmacası ile, iptal edilerek,
performansa dayalı prim sistemine geçiliyor. Dolayısıyla her ay sabit olan bu kazanç, tahmin edilebileceği üzere oynak bir hal alıyor; kimse kimseye ne
kadar prim aldığını söyleyemiyor, hem yasak hem de
aslında hiç de adil olmadığının herkes farkında, her
şeye rağmen bazılarının yüzü gülüyor, bazılarının ise
tam tersi…..
Banka çalışanlarının örgütlenememelerinin başlıca
sebebi olarak, performansa dayalı prim sistemi uygulaması baş sıralarda yani. Patronlar ve temsilcileri bunu büyük ustalıkla kullanıyor.
Ayrıca, önce banka personeli olan, fakat zaman içinde taşeron firmaya aktarılan bir grup çalışan var ki,
bu taşeronlaştırma zaman içinde banka personelinin
büyük bir bölümünü kapsayacak gibi görünüyor;
üretim süreci kendini güncellerken hizmet sektörü
de bundan nasibini böylece alıyor. Öncelikle temizlik personeli ve bir kısım güvenlik görevlisi bu kapsamda başka firmalara aktarıldı, bunun neticesinde
maaşlarında ciddi oranda bir azalma ve özel sağlık
sigortası kapsamından çıkartılma, en bariz mevcut
hak gaspı olarak sayılabilir.
Gişe ve diğer operasyon kadroları da, yakın bir zamanda taşeronlaştırılacak gibi görülmekte. Bunun
sinyalleri verildi. Artık operasyon kadroları şube
müdürüne bağlı değil, hepsi genel müdürlük bün-
yesinde toplandı. Bu gerçekleştiği zaman kar oranlarında yine ve yeni bir artış söz konusu olacak.
Çalışanlar olarak bütün bunların farkında olmamıza
karşılık, iş güvencesinin son derece pamuk ipliğine
bağlı olması, böyle bir ortamda eli ve kolu aynı anda
bağlayıveriyor. Sürekli olarak işsiz kalmakla ve yedek
işsiz ordusu da kullanılarak hem ailemiz tarafından,
hem de yöneticilerimizce tehdit ediliyoruz. Yani mahalle baskısı burdan da vuruyor bizleri.
Zaten kurgulanan sistem öyle güzel işliyor ki, biraz
önce bahsi geçen yüzü gülen arkadaşları ilk önce
karşımızda buluveriyoruz. Böylelikle birbirine yabancı, kendine yabancı bir çalışan güruhu olmaktan
öteye geçemiyoruz, münakaşalar hep tek taraflı, hep
kişisel boyutta oluyor.
Uğranılan haksızlıkların asıl sebebi, bizi bu halde sömüren zihniyetin ta kendisi olan kapitalizm, bu şekilde kendini gizlemeyi başarıyor. Ama biz onu her
halinden biliyoruz, tanıyoruz.
Bir kaç yıl öncesinde Türk Telekom çalışanlarının,
bankaları da etkileyen yarım günlük iş bırakma eylemini hatırladığımda ise, her şeyin daha bitmediğini düşünüyorum. Bile isteye bankaların iş bırakma
durumu olmamasına karşılık, Telekom hatlarına
bağlantılı çalışma sebebi ile yarım gün boyunca iş
dünyasının nasıl kitlendiğini görmek önemli ve aynı
zaman da bir o kadar da keyifli idi.
8 saat görülen çalışma satlerinin nasıl da öyle olmadığını, 24 saatimizin en az 12 saatini işyerine hibe
ettiğimizi düşünmek bile tüyler ürpertici. Kendine
vakit ayıramayan, adeta köleleşmiş insanlar olmak
istemiyoruz.
Öyleyse örgütlenerek, bu işi biz de başardığımızda,
sorunlarımızı o zaman çözmeye başlayacağız.
$ODUP
Köşemizin ismi bir çok yerde merak
konusu olmuş. Bizde bu sayımızda köşemizin 7. Alarm olmasının nedenini
açıklamak istedik.
İşçi Meclisi’ni çıkarmaya karar verdiğimizde, İşçi Meclisimizin hangi ihtiyaca
cevap vereceği, içeriğini tartıştık. İşçi
Meclisimiz işçilerin sadece okuduğu bir
yayın olmamalıydı. Metal sektöründen
bir grup işçi arkadaş İşçi Meclisinde sürekli bir köşemiz olsun dedik. Binlerce
dolar maaş alan burjuva kalemşörleri
köşe yazarlarından neyimiz eksikti. Köşemizin isim ne olsun tartışması yaparken bir arkadaşımız 7. Alarm olmasını
önerdi. Nedeni ise çalıştığımız fabrikada
yaşadığımız bir olayı anlatarak açıkladı.
Bilirsiniz fabrikalarda işbaşı, çay saatleri, öğle ve akşam paydosu olmak üzere
günde yaklaşık 6 defa alarm zili çalar.
En kahredicisi ise işbaşı olanlarıdır.
Yavaş hareketlerle
gidilir işin başına.
Yoğun bir şekilde
,»SIJPJ_
mesaiye kaldığımız
GZFQFWR
ama yinede ücretUFYWTSN¦NS
lerimizi zamanında
alamadığımız
¦FQÂ^TW
bir dönemdi. Tep&QFWRÔÂL»S
ki olarak işbaşını
belirten alarm zili
LJQJHJPGN_
çaldığında ağırdan
¦FQFHFÀÂ_
alarak makinalarımızın başına giderdik. Köşemizin
ismini öneren arkadaş o günlerde şöyle
demişti. “Günde 6 kez bu alarm patron
için çalıyor. 7. Alarmı gün gelecek biz
çalacağız.” İşte köşemizin ismi böyle ortaya çıktı. İşçi ve emekçi kardeşlerimizin
öneri, eleştiri, ve katkılarını bekliyoruz.
Fransa da işçi-emekçiler ve öğrenciler
emeklilik yasa tasarısına karşı haftalardır kitlesel bir direniş sergiliyorlar. Öğrencilerin, işçi ve emekçilerle birlikte gelecekleri için sokaklarda barikat barikat
verdikleri mücadeleyi Fransa burjuvazisi “demokrasiye karşı yapılan eylemler’’
olarak gösterme çabası içerisinde.
1999 yılını unutmadık. 17 Ağustos depreminde “özgürce” ölüyorken yıkıntılar
arasında biz, bizim burjuvalarımız bir
gece geçiriverdiler mezarda emeklilik
yasasını. Sizin demokrasisiniz, mezarda
emeklilik, açlık, yoksulluk, geleceksizlik
ve gerçek özgürlüğümüzün önüne bir
perde olarak koyduğunuz liberal özgürlüklerden başka bir şey değil.
Fransa işçi ve emekçilerinin emeklilik
yasasına karşı verdiği mücadele bize nasıl kazanacağımızın yolunu gösteriyor.
Fransa’dan öğrenciler sesleniyor ’’babalarımız emekli olmazsa bize iş yok.’’ Bizde diyoruz ki; biz mücadele etmezsek,
çocuklarımıza gelecek yok.
[email protected]
İşçi Meclisi Okuru Bir Banka Çalışanı
NƦNRJHQNXN
$KELUGHíXìLOLROPDVD\GÜ
Şili’de, Cerro San Jose Bakır ve Altın İşletmesi’nde, yerin 700 metre
altında 69 gün kaldıktan sonra kurtarılan 33 işçiden 31’i hastaneden
taburcu edildi. Yeraltında aşırı nem
yüzünden zatürre teşhisi konulan,
dişlerinde apse olan iki işçinin tedavisi ise sürüyor.
Şili Cumhurbaşkanı Sebastian Pinera, kurtarılan madencileri kaldırıldıkları Copiapo Hastanesi’nde ziyaret ettikten sonra; ikinci hamleyi de
yaptı: “Ülkemizde madenlerin insanlık dışı koşullarda çalışmalarına asla
izin vermeyeceğiz! San Jose’deki kazanın tekrarlanmasını önlemek amacıyla bir yasa tasarısı hazırlayacağız.
Bu konuda radikal bir değişim gerçekleştireceğiz. Şili’deki madencilerin
güvenliği, gelişmiş ülkelerdeki meslakdaşlarıyla aynı düzeyde olacak.”
NASA’ya kadar uzanan, dünya çapında bir kurtarma operasyonuna
dönüşen, madencilerin kurtarılmasının ardından; işçi sağlığı ve güvenliği
hamlesi. Ne oluyor? Şili Cumhurbaşkanı Pinera, bu hamlelerin arka planını şöyle açıklıyor: “İnsanların artık
Şili’yi, yıllarca askeri rejim tarafından
yönetilen bir ülke olmaktan çok, halkının madencilerini kurtarmak üzere
birleştiği bir ülke olarak hatırlamasını umuyorum.”
Ah işte; bizim Çalışma Bakanı’nı hasetinden çatlatan da tam burası! “Biz
olsak 3 günde çıkarırdık!” diye, sahneye rezilce zıplamasının nedeni tam
da bu işte!
Aynı ligde mücadele eden iki kapitalist ülkenin, mali sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda girdikleri değişim
sürecindeki rekabeti. Şili, madencilerin yaşadığının dünya çapında öğrenilmesinin ardından, bunu bir fırsat
olarak değerlendirip, kapılarını tüm
dayanışma ve desteklere açarak, dünya çapında bir kurtarma operasyonuyla birlikte, tüm puanları topladı.
Madenlerde çalışma koşullarını düzelteceği sözü vererek de, prim yapmayı sürdürüyor. İçeriye; işçi sınıfı
ve emekçilere yönelik olarak; faşist
diktatörlüğün amansızca bastırdığı
ihtiyaçları, biriken kin ve öfkeyi, kapanmamış yaraları, gerek o döneme
ait yargılama süreçleriyle, gerekse
madenlerin başına cumhurbaşkanlarını dahi koşturarak, burjuva demokrasisinin kanallarında soğurmaya
çalışıyor.
Türkiye ise, hala, deprem sonrasında
dünyanın her yerinden akan yardımlara yasak koyan; 2008-2010 arasında 182 maden işçisinin iş cinayetiyle
katledildiği; sadece 2010’un ilk altı
2F^ÂXÔYF?TSLZQIFPÔYF
RJ^IFSFLJQJSLWN_ZUFYQFRFXÂ
XTSZHZSIFNƦNSNSHJXJIN
¦ÂPFWÂQÂWPJSNƦNSNSHJXJIN
MFQFLµH»PFQYÂSIF¦ÂPFWÂQRF^Â
GJPQN^TW
ayında, 66 maden işçisinin öldüğü;
Başbakanının maden cinayetlerine
“kader” dediği, bakanların “güzel
ölüm!” dediği, iş cinayetlerinin olduğu madenlerin başına ambulanstan
önce jandarmanın gönderildiği, bir
ülke olarak duruyor…
Şimdi, ölçütler değişti, beklentiler ve
basınç alabildiğine arttı. Üstelik tam
da, işçi sağlığı ve güvenliği hizmetini
taşeronlaştıracakken; sermayeyi, 50
işçinin altında sömürdüklerinden,
işçi sağlığı ve güvenliği hizmetini
muaf tutacakken!
İpi ilk kim göğüslerse, ölçütü o koyup, parsayı o topluyor. Türkiye burjuvazisi ve devletinin dövünmesi hiç
de boşuna değil. Madenlerde, çok
yönlü bütünden giriştiği dönüşüm
süreciyle, öne çıkmayı hedefliyordu. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve
bununla birlikte gelen iş cinayetleri,
madenlerdeki değişim sürecinin sadece bir yönü. Asıl olaraksa, tümden en gelişmiş teknolojiyle maden
haritalarının çıkarılması, akredite
edilmesi, taşeronların sürdüğü tarlaya emperyalist maden tekellerinin,
yerli ortaklarla birleşerek konması,
madenlerde çalışma koşullarının
geliştirilmesi, iş güvenliğiyle ilgili
yasa ve yönetmeliklerin çıkarılması
vb., bütünden akmakta olan bir dönüşüm süreci. Ah, bir de şu Şili olmasaydı!..
Onlar dövünedursunlar; biz eleştirinin ötesine geçmeliyiz.
Birincisi; Çalışma Bakanlığı’na bağlı İş Sağlığı ve Güvenliği Genel
Müdürlüğü’dür! Hazırlanan İşçi
Sağlığı ve İş Güvenliği Yasa Tasarısı,
tümden yırtılmalı; tüm işkollarından,
mühendisler dahil işçi komitelerinin
talep ve kararları doğrultusunda, yeniden yazılarak, eylemlerle yaşama
geçirilmesini dayatmalıyız.
İkincisi,
Şili
Cumhurbaşkanı
Pinera’nın, “halkının madencilerini
kurtarmak üzere birleştiği bir ülke”
anıştırması; kapitalizm koşullarında, olanaksızdır. Maden işçileri, sınıf kardeşlerini kurtarmak için seferber olsalar dahi; madenin sahibi
San Jose Bakır ve Altın İşletmesi,
sahip olduğu donanımı onların eline vermezse, ne olacak? Sermayenin devleti, cumhurbaşkanını değil,
jandarmayı koşturursa ne olacak?
NASA, kapsülün yapımına izin vermeseydi? Ya, o hep duyduğumuz,
“kaynak yok!” ekosu ortalığı kaplasaydı?…
İşte bu yüzden; kapitalizm koşullarında “halk birleşemez”; çünkü,
işçiler, emekçiler, birbirleriyle doğrudan ilişki kuramazlar; onları bir
araya getiren işgüçlerinin meta olması, işgüçlerini sömürüp semiren,
üretim koşul ve araçlarına sahip
sermaye, onları sömürülecek işgücü konumunda zorla tutan devlet
vb.dir. Kurtarma operasyonunda da,
sermayenin ve devletinin, icazetine
tabidirler. Bunlara tam karşıt biçimde ve etraflarını ve zihinlerini, yaşamlarını ve emeklerini kuşatan bu
prangalara karşı savaşarak, kazanıp/
kaybederek ama bu yolda güçlenerek, kanırta kanırta ilerleyerek, gün
gün birleşerek sonunda kendi dünyalarını kuracaklar, başka bir yolla
değil!
NƦNRJHQNXN
<ÜNÜOVÜQEXNHQW
Kondulara saldırdılar. Kepçe, zabıta, çevik kuvvet, cop, gaz, kurşun.
Ardlarında yıkılmış evleri bıraktılar.
Bir de Zehra’yı…
“Çocuklarımı benden daha fazla
seven olabilir mi?”
Sultanbeyli’de, 17 Nisan 2009’da,
halde işçilik yapan Tuncay Yarap,
gecekondusunu yıkmaya gelen ekipler karşısında, kendi kızını rehin
aldı. 4 aylık kızı Zehra’nın boğazına
bıçak dayadı: “Burası için çocuğumu
da öldürürüm!” Uzun süren ikna çabalarından sonra, çocuğunu bıraktı.
Gözaltına alındıktan sonra, kondusu yıkıldı. Tuncay Yarap, şunları
söyledi: “Hal’de işçiyim, günde 10
lira kazanıyorum. Ayda 300 liraya
geçim savaşı veriyorum. Olay günü
önce komşularımın evini yıktılar.
Onları teselli etmek için yanlarına
gittim. Sonra benim evime de göz
yaşartıcı bomba attıklarını görünce,
içeri koştum. Bir anlık öfkeye kapıldım. Ne yapacağımı bilemiyordum.
Kesinlikle çocuğumu öldürmek gibi
bir niyetim yoktu. Çaresizlikten ne
yapacağımı bilemedim. Benim hayatım, herşeyim zaten çocuklarım.
Bu evi onlar için yapmıştım. Çocuklarıma bir bardak süt getirmek
için gece gündüz çalıştım. Bu yıkılan evi 10 bin lira borç altına girerek çocuklarım için yaptım. Onları
benden daha fazla düşünen, benden
daha fazla seven olabilir mi?”
“Gecekondu, çocuktan daha
önemli o pislik için”
Saldırı, sadece kepçe ve copla yürütülmedi. Kondularda yaşam savaşımı veren işçi, emekçiler; sermaye
medyası tarafından hedefe çakıldılar, aşağılanıp dışlandılar.
“Fakirmiş… Gecekonduda yaşıyormuş… Acımıyor muymuşuz kendilerine? Hadi oradan maskaralar!
Sizin neyinize acıyacakmışım? Gelip, dere yatağına ev yapıyorsunuz.
Sonra da başlıyorsunuz ağlaşmaya:
‘Devlet nerede? Devlet yok mu?’
diye. Devlet mi çağırdı sizi oraya?
Fakirmiş.. Yalan… ‘Fakirim’ diyen
hokkabazın günlük geliri, devletin
genel müdüründen çok daha fazla.
Hele, memurunun, öğretmeninin,
polisinin, subay astsubayınınkinden
üç dört misli. Benim memurum, öğretmenim, polisim, subayım, işe her
gün tıraş olmuş, ütülü pantolon temiz gömlekle gidecek. Öbür soytarı,
kokuşmuş üst baş. Bir haftalık sakal
ve belki de bir hafta hiç çıkarılmadan
giyilmiş elbise ile dolaşacak. Hazinenin ya da özel şahsın arazisini işgal edip gecekondu dikecek. Sonra o
gecekondular, görevliler tarafından
yıkılmak istendiğinde, çatısına çıkacak iki üç yaşındaki bebeyi de kolundan tutup, kurbanlık koyun gibi
sallandıracak ve bağıracak: ‘Bu evi
yıkarsanız, bu çocuğu öldürürüm’
diye. Öldürür tabii. Çünkü gecekondu, çocuktan daha önemli o pislik
için. Geri zekalı sapık için, çocuk
yapmaktan kolay ne var? Atar karıyı
aşağıya. Çıkar horoz gibi üstüne. Beş
dakikada Beşiktaş işi, yeni bir çocuk
yapıverir. Ama ev yapmak kolay mı
bir daha?… Yok mu bir de ‘fakirik,
fukarayık’ ayakları. Ve bunları savunan popülistler yok mu!” (Memduh
Bayraktaroğlu, Akşam gazetesi, 9
Kasım 1995; İstanbul Alibeyköy’de
yaşanan sel felaketi üzerine)
Sermayenin dayattığı yeni yaşam
tarzı
Kondular, yerlebir edildi; ediliyor.
Sermaye, çılgın gibi gayrimenkule
akıyor. Kamu arazileri, kondu bölgeleri, SİT alanları parsellenip, toptan kapatılıyor. Yapay göllü, havuzlu, bahçeli, teraslı siteler, residanslar,
villalar yükseliyor… 100 binlerden
başlayıp, milyonlarca liraya varana
kadar!
Ev almak, ev sahibi olmak; dev çaplı
kampanyalarla teşvik ediliyor. “Kira
eder gibi ev sahibi olun!”, “10 bin lira
peşinle ev sahibi yapıyorum!” vb.
Tüm bu kampanyalarla, sermaye,
topluma, işçi sınıfı ve emekçilere,
kendi ihtiyaçları doğrultusunda,
yeni bir yaşam tarzını dayatıyor.
Mekanın, sağlığın, ulaşımın, eğitimin vb. herşeyin metalaştığı, paraya
tahvil edildiği; sermaye birikiminin
aracına dönüştüğü, bir yaşam tarzı.
“Metaların dünyasının büyüyüp, insanların dünyasının alabildiğine küçüldüğü bir yaşam.”
Önceki dönemin dayanışmacı ilişkilerinin tümden yıkılıp, yerlerine
bireysel olarak sahip olma, rekabet
ilişkilerinin geçirildiği, bir yaşam
tarzı. Yaşam boyu ipotek altında,
taksitleri ödemeye bağımlı; bu yüzden de sermayeye köleliği alabildiğine arttırılmış bir yaşantı geliştiriliyor.
“Amerikan rüyası”nın sonu
Türkiye’de yeni başlayan, ABD’de
korkunç bir yıkımla sonuçlandı.
Konut kredileri kriziyle birlikte,
ABD’de, 2007’den bu yana, 2,5 milyon eve, kredi taksitlerini ödeyememe nedeniyle, bankalar tarafından
el kondu! Sadece geçen ay, el konan
ev sayısı 103 bin! “Amerikan rüyası”,
dev çaplı bir el koyma harekatıyla,
işçi ve emekçilerin tüm birikimlerini yatırdıkları evlerden atılmalarıyla
sonuçlandı…
Geliştirilen, bize dayatılan, kapitalist kentsel dönüşüm ve yaşam tarzı, tekellerin sermaye birikimlerini
arttırmaya, karlarını azamileştirmeye koşullu. Bizleri metalaşmanın bataklığında boğarak, insan
olmaktan çıkarmayı hedefliyor.
Buna karşı, artık ne sadece yıkımlara direnişle sınırlanabiliriz, ne de
kondulara güzelleme düzülebilir.
Ne de sadece, bize dayatılana hayır
demekle sınırlanabiliriz… Egemenliğini kuran kapitalist kentsel dönüşüm ve yaşam tarzından ileriye; işçi
sınıfının kentsel dönüşüm programını ve yaşam tarzını kurmaya yöneleceğiz.
Fabrika işçilerinin, yıkım tehdidi altındaki semtlerde oturan işçi
ve emekçilerin, mühendis ve mimarların yer aldıkları komitelerin
temelinde yer aldığı; mekanı ve
barınma hakkını sermayeleştiren
tekellere karşı mücadeleyle birleştirilecek olan; sosyalist bir kent ve yaşam tarzının toplumsallaştırılması
mücadelesi.
NƦNRJHQNXN
'LUHQPH\LELUOLNWHÐðUHQGLN
Merhaba. Kendini tanıtır mısın?
-Adım, Elif Özlem Yağcı.
Kaç yıldır TEKEL’de çalışıyordun, ne iş yapıyordun?
Elif Özlem YAĞCI: 17 yıldır TEKEL’de çalışıyordum, İzmir’ de, İstanbul’da ve tekrar İstanbul’da
geçti bu yıllar. TEKEL’de Tonga işçisiydim, yani
açılmış tütünlerin balyalar halinde fabrikalara
gitmesinde dikim işini yapıyordum.
Tekel’ in kapanacağını nasıl duydun?
Elif Özlem YAĞCI: 2008 yılında ilk olarak duydum, sendikadan gelmişlerdi TEKEL kapanacak
dediler, ayrıntısını bilmediklerini söylediler. Ama
bir taraftan da yaprak tütün kalacak demişlerdi.
Bizi uyuttular resmen.
Sonrasında Ankara sürecine varan direnişler.
Senin açından nasıl başladı, nasıl gelişti ve nasıl
bitti direniş?
Elif Özlem YAĞCI: Böylesine bir direniş olacağını ummuyordum aslında, sendikayı işçiler
sıkıştırdı eylemler konusunda. Sonrasında Ankara’ ya yola çıktık otobüslerle ama bizi Samsun
yoluna götürdüler. Yolları kapattık. En sonunda
Ankara’ya vardığımızda bir kısmımız Armada’nın
önündeydik, bir kısmımızı da Abdi İpekçi Spor
Salonu’na kapattılar. Bende Armada’nın önündeydim bizi Abdi İpekçi Spor Salonu’na götürmek için
otobüs tuttular fakat biz kabul etmedik ve 3.5 saat
yürüyerek kendimiz gittik. Bu arada Abdi İpekçi
Spor Salonundakiler kapıları zorladılar ve içeriden
mücadele ederek çıkabildiler. Polis sürekli saldırıyordu. Sendikaya en başından beri güvenmiyorduk ama halka inanıyorduk, şu anda yanımızda
bulunmayan siyasi partiler, sendikalar ve diğerleri
o süreçte eylem medyatik olduğunda bir an bizi
yalnız bırakmadılar.
Bitişini de sendika ağaları tarafından duydum.
Mustafa Türkel mesaj gönderdi, 4-C’yi imzalayın diye. Mahkemede çözümleneceğini söylüyordu. Dağılma böyle başladı, bazı arkadaşlar
imzaladı.
Tekrar Direniştesiniz. Neden buradasın?
Elif Özlem Yağcı: Sendika eylem kararlarını
uygulamadığı için buradayım, güvenceli ve sosyal
haklarımı alabildiğim bir iş istiyorum.
Sendikanın bugüne kadar ki tutumu nasıl. Sizinle görüşmek istediler mi?
Elif Özlem YAĞCI: 2 kişi temsilci istediler. Biz ise
hep beraber gitmek istedik neticede her birimiz
farklı yerlerden geliyoruz ama muhatap alınmadık.
Neler yaşıyorsun burada, neler kazandırdı sana
direniş?
Elif Özlem YAĞCI: İlk önceleri işsizlik maaşı
alıyordum ama azdı. Maddi manevi zorluklar yaşadım tabi ama ailem en başından beri yanımda.
Ankara sürecinde daha çok güveniyorlardı sonuca
fakat burada ilk günlerde pek umutlu değillerdi fakat ilk Taksim eylemimizi izlediklerinde inançları
arttı onların da. Ev ortamına alışık olduğum için
burası elbette zor, Yalnız kalamıyor, tam anlamıyla
dinlenemiyorum fakat hep beraber olmayı beraber
yaşamayı ve beraber direnmeyi öğrendim.
İ.M. : Bir mesajın var mı?
Elif Özlem YAĞCI: Evet Ankara’da olanlar, bizi
desteklediklerini söyleyenler nerede? Medya, sendikalar, siyasi partilerin hiçbiri yok…. Neredeler ?
Bir ölümün ardından
Yazıldığı gibi yaşanmıyor
ki ölüm. Bir dostun ölümünün açtığı yara kapanmıyor ki hiçbir teselliyle.
Günlük
koşturmacalar
içinde kaybolan bizleri hor
görüyor, iş cinayetleri ile
kaybettiğimiz her işçi dostumuz. Ve dostluğumuz
aynı sınıfa ait olmanın da
ötesindeyse utanç içinde
kalıyoruz onları uğular-
ken. Bu utançla yazıyorum
Mutasım’ın
hikayesini.
Urfa’da yüzlerce kilonun
altında kalan, yüzünü ancak bir defa gördüğüm
dostumun hikayesini. Kalbi patlamış, tek parça kalmamış bir bedenin geride
bıraktığı öfkeyle doluyum
şimdi. Kapitalizm sadece
geleceğimize çakılmış bir
tabut çivisi değil bugün-
süzlük, şimdisizlik… Nefes alamadığımız, yarattığı
boğuntudan sıyrılıp da kaderimizi kendi ellerimize
alamadığımız bir dünya
yaratıyor bize. Onların
dünyasında Mutaassımlara düşen, gecenin bir yarısında ölmek oluyor. Ya onların dünyasında ölmeye
devam edeceğiz ya da kendi dünyamızı yaratacağız.
NƦNRJHQNXN
o.DGÜQDSR]LWLID\UÜPFÜOÜNp
3RODWOÜn\DJLUPHGL
Buradaki evden kastımız, derme çatma çadırlar… Derme çatma dediğimize bakmayın; kadınlar o koşullarda dahi toprağın üzerine serdikleri
tertemiz kilimler, oldukça düzenli bir şekilde üst
üste dizilen rengarenk yorganlar ve oturma odası
görünümü verdikleri bir yaşam alanı yaratmışlar.
Tabii bir de yemek yapma vazifesi var… Fakat
mutfak konusunda pek de şanslı değiller. Çadırın
önüne kurulmuş çamurlarla örülmüş ocaklarda
yapıyorlar yemeklerini. “Böyle yemek pişirmek zor
olmuyor mu?” dediğimizde, “Zaten pişirecek pek
bir şey bulamadığımızdan çok da sorun olmuyor”
yanıtını alıyoruz. Tabii bu 6-7 çocuğunu ve kocasını doyurma görevini yerine getirmesine engel
teşkil etmiyor.
Kadının her gün erkeklerle eşit çalışma koşullarında tarlada üretim sürecine dahil olması, eve
gelindiğinde geleneksel işbölümünün devamını
engellemiyor. Hatta kadınların “mesaileri” sabahları erken kalkıp kahvaltı hazırlamak, tarlada öğlen yenecek yemeği organize etmek; akşamları ise
akşam yemeği, çadır temizliği, çamaşır ve bulaşık
(elektrik ve su olmadan) gibi işler yüzünden daha
da uzuyor.
Referandum sırasında en fazla kullanılan sloganlardan biri de ‘kadına pozitif ayrımcılık’tı. Slogan,
bir inşaat kapitalistine ilham verdi. Star Towers
projesinde komşuluk ilişkilerini yeniden canlandırmaya dönük sohbet odaları gibi ortak kullanım
alanlarının yanında, kadınlara özel yüzme havuzu
da var. Tanıtım toplantısında, “… evlerin asıl hakimi olan kadınlarımıza özel ayrıcalıklar yapmayı
ihmal etmedik” denildi.
Geçtiğimiz günlerde, her yaz başı genellikle Kürt
illerinden Ankara’ya çalışmaya gelen mevsimlik
tarım işçilerini ziyaret ettik. Ziyaretimizin amacı
özellikle kadın işçilerle sohbet etmek ve onların
yaşadığı sorunları yakından görebilmekti. Ve görünen o ki, “pozitif ayrımcılık” Polatlı’ya girmemişti!
İlk gittiğimiz andan itibaren kötü yaşam koşullarının kadınları iki kat daha fazla vurduğunu
gördük. Zira kadınlar, erkeklerden farklı olarak
hem evde(!) hem de tarlada çalışmak zorunda.
Geleneksel kıyafetleriyle fotoğraflarını çekmek
istediğimizde de ciddi bir dirençle karşılaşıyoruz. Birlikte çay içip sohbet ederken içeri
bir erkek girdiğinde kadın hemen ayağa kalkıp yerini ona veriyor ve artık sohbete devam
etmiyor… Kadına kodlanmış ve içselleştirilmiş
ahlaki ve geleneksel değerler, işçilerin doğdukları yerden kilometrelerce uzakta olduğu gibi
sürdürülüyor.
Bunu bir çırpıda değiştirmek ne kadar zorlu olsa
da, ücretlerin yükseltilmesi, insanca barınma -çocukların eğitim-koşullarının sağlanması. kahvaltı
ve öğle yemeklerinin kapitalist tarafından temin
edilmesi için mücadeleyle işe başlamak, kadınla
erkek arasındaki ilişkileri de yerinden oynatmanın
zorunlu ön koşulu!
o.DQGÜUÜOGÜNp
Ankara Üretiyorum Fotoğraf
Atölyesi olarak bir haber üzerine
bir Pazar günü yine yollara düştük.
Haber; “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca ”Mevsimlik Gezici
Tarım İşçilerinin Çalışma ve Sosyal
Hayatlarının İyileştirilmesi Projesi”
(METİP) ilk olarak pilot bölge seçilen Polatlı’ya bağlı Sarıoba köyünde
hayata geçirildi” diye başlıyordu,
Altyapı, elektrik, temiz su, yol vs. nin
iyileştirileceği, herşeyden önemlisi
de tarlada çalışmak zorunda oldukları için okula gidemeyen çocuklar
için, çözümün aslında bu olmadığı
bilinciyle ama yine de yüzümüzde
tebessümle ve daha iyi koşulları
fotoğraflayacağımızı, bambaşka bir
Polatlı-3’ü herkesle paylaşmak ümidiyle fotoğraf makinalarımıza daha
da bir güçle sarılarak otobüse bindik.
Beklentimiz, prefabrik konutlar ve
o şekilde bir okul görmek idi, hatta
okulda Polatlı-1 ve 2’yi de gösteririz
diye yanımıza projeksiyon cihazı ve
bilgisayar bile aldık. Nasıl olsa artık
daha önceki senelerde yaşadığımız
elektrik sorunu ”çözülmüştü”…
Sarıoaba köyüne girdiğimizde,
durumu anlatarak konutların nerde
olduğunu, tarlaya gitmek üzere olan
Diyarbakırlı tarım işçisi arkadaşlara
sorduk, bize garip bir şekilde gülerek
az ilerde çadırların olduğu yeri tarif
ettiler. Israrla prefabrik konutlar
olduğunu hatırlattık. Yine güldüler,
üstelik bu sefer daha da manidar…
Tarif edilen yere gittik. Yine onlarca
çadırdan oluşan bir çadırkent ama
daha öncekilerden daha çok çadır,
biraz daha nizami sıralanmış. Yüzümüzdeki gülümseme biraz azalmadı
dersem yalan olur, sonra diğerlerinden daha büyükçe yanyana 3 çadır
gördük. Okul olmalı diye düşündük
ki tahminlerimiz doğru çıktı. Birdenbire etrafımızı küçük arkadaşlarımız
kapladı. Maalesef ki doğru yerdeydik.
Maalesef ki diyorum çünkü herşey
aynıydı. Çadırkent aynıydı, ufak tefek
farklılıklar ise şöyle; aralara serpiştirilmiş kabin tuvaletler, yani hem duş
hem tuvalet. Dolaşmaya başladık,
birde üzeri kapatılmış, altı açık geniş,
boş ve garip çadırlar. Kabin tuvaletlerin fotoğrafını çekmek istedik. Kapısını açmaya çalıştık fakat açılması
imkansız. Zorlamaya devam ettik
fakat açılmak bilmiyor lanet kapılar.
O anda küçük rehberimiz koşarak
yanımıza geldi ve oraların vidalarla
kilitli olduğunu söyleyince, yüzümüzde azıcık kalan gülümseme bu
sefer tamamen gitti… Anlayacağınız
kabin tuvaletlerin fotoğrafını sadece
uzaktan çektik, zaten onlarda sadece
uzaktan bakıyorlar, kullanılmıyor
yani. Ayrıca 7 çadıra küçük bir kabin
düştüğü detayı da belki dikkatinize
değer. Boş ve garip çadırlara gelince, mutfak olarak tasarlanmışlar.
Bulaşık yıkamak, yemek pişirmek
için kadınlara özel yani, ama henüz
tasarım halinde... Oralara da garip
garip baktık, belki fotoğraflarda rastlarsınız siz de. Elektrik olayı ise şöyle;
direkler var ama bağlantı yok, yani
çadırlara henüz elektrik girememiş.
Tekrar başa dönersem, okula girdik,
gezdik, sıralar ve kara tahta süper.
Çocuklarda bu durumdan memnun
gibiler, arkada küçük bir de oyun
parkı var. Velhaslı kelam biz ise çok
kötü “KANDIRILDIK”…
NƦNRJHQNXN
7ÖUNDQYH7ÖUNDQ
Kadın işçilerin ve işçi sınıfının yaşamında 100 gündür bir Türkan var.
1992’de başlayan 18 yıllık işçi yaşamında hiç kendi isteğiyle işten ayrılmamış, konfeksiyon atölyelerinde,
emekçi memur ve işçi hareketinin
bir dönemki etkin mevzilerinden
Gayrettepe Telekom’da ve en son
Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde temizlik işçisi olarak çalışmış bir kadın
işçi. Çalıştığı her işyerinde kölece çalışma ve yaşam koşullarına sessizce
boyun eğmek yerine direnmeyi ve
sınıf kardeşlerini örgütlemeyi seçen
bir öncü işçi.
Hiç kendi isteğimle işten
ayrılmadım
2002 yılında taşeron temizlik işçisi olarak girdiği Gayrettepe
Telekom’da, ne Türkan Albayrak
ne de diğer taşeron işçiler işyerinde
örgütlü sendikaların görüş alanına
giriyorlar. Türkan sendikanın iş bırakma eylemlerine de katılmasına
ve sendikayı aramasına rağmen bu
çabaları hiçbir karşılık bulmuyor. Bir
işçi olarak yalnız fiziki değil moral
sınırları da aşan çalışma koşullarına
tepki gösterince işten çıkarılıyor. Taşeron firma Piramit A.Ş., Sarıyer’de
oturan Türkan’ı gidip gelmek zor gelir, vazgeçer diye Paşabahçe Devlet
Hastanesi’ne yönlendiriyor.
2005 yılında çalışmaya başladığı son
işyerinde işçilere imzalatılmak istenen kölelik sözleşmesi, Paşabahçe
Devlet Hastanesi Acil kapısının karşısındaki direniş çadırının da sebebi
oluyor! İşyerinde örgütlü Türk-İş’e
bağlı Sağlık-İş sendikasına arkadaşlarıyla birlikte üye olmak için harekete geçiyor. Kölelik sözleşmesini
başlangıçta 96 işçiden 90’ı imzalamazken, patronun ve Sağlık-İş’in
baskı ve tehditleri sonucu işçilerin
önemli bir bölümü sözleşmeyi imzalamayı kabul ediyorlar.
İşçilerin son kalan 10’unun da çözülmesiyle birlikte patron Türkan
Albayrak’ı işten atacak cesareti
kendinde buluyor. Türkan ise daha
önce sendikal faaliyet ve eylemleri
nedeniyle işten atılan işçilerin, kadın direnişçilerin yolunu izleyerek
kuruyor 2 oda 1 salon çadırını; asıyor pankartlarını. Paşabahçe Devlet
Hastanesi’nde Acil Servis’in karşısından 100 gündür direniş umudunu
saçıyor.
Mucize gerçek olur
Erkek işçilerin ağırlıklı olduğu temizlik işlerinde Türkan’ın varlığı
kadın işçilerin örgütlenmesini kolaylaştırmış. Türkan, sözleşmeyi
imzalamamak için en fazla direnenlerin kadın işçiler olduğunu, en
fazla kadın işçilerin ayakta kaldığını
söylerken gözleri gururlu. Toplantılara kadın işçilerin katılımını sağlamak için hastane bahçesinde bir
araya geldiklerini anlatıyor. Hiçbir
şeyin imkansız olmadığını, fakat
çoğu AKP referansıyla işe giren işçilerin sözleşmeye hayır demesinin
mucize gibi olduğunu söylüyor. Fakat çalışma koşullarının mücadeleye ne kadar yöneltici olduğunun da
farkında. Aynı zamanda İstanbul’un
en eski işçi bölgelerinden biri olan
Paşabahçe’de kuşaklar boyu işçi olan,
sendikalı olmayı doğal gören işçilerin sendikaya öcü gibi de bakmadıklarına işaret ediyor.
Süleyman hep Başbakan!
İşçilerin üye olmaya çabaladığı
sendika Türk-İş’e bağlı Sağlık-İş.
Sağlık-İş Türk-İş içerisindeki faşist
sendikalardan biri. Dahası, tam bir
“Süleyman hep Başbakan” durumu
var! 77 yaşındaki Genel Başkan Mustafa Başoğlu, 1965 yılından bu yana,
yani tam 45 yıldır ağalık koltuğuna
çöreklenmiş durumda. Taşeron işçilerin örgütlenme çabalarına adres
olan Sağlık-İş, işçilerin direnişini
kırmak için pervasızca işe girişiyor.
Ve Türkan Albayrak’ı terörist ve provokatör olmakla suçlayacak kadar
gözü dönmüş bir tutum sergiliyor.
Destek bir yana takoz olan Sağlıkİş’in pervasızlığı ancak, işçilerin
yüzüne çarpacağı sınıf mücadelesi
yumruğuyla püskürtülebilecek.
Kazanmanın yolu mahkemeden
geçmez
Türkan Albayrak’ın açtığı işe iade
davası 6 Ekim günü başladı. Üsküdar İş Mahkemesi‘nde görülen ilk
dava 22 Kasım’a ertelendi. Türkan’ın
işten çıkarılma gerekçesi, başkaldıran pek çok işçiyle aynı. Verilen işi
yapmamak. Türkan Albayrak patronun bu saldırısına karşı iş arkadaşla-
rını tanık gösterecek. Üstlerine aynı
zamanda hastaları da riske atan hastabakıcılıkla ilgili işler de yıkılmasına karşın, o, işini savsaklamadan
iyi yapan bir işçi. İşini iyi yapmadığı
takdirde sınıf kardeşlerinin saygısını kazanamayacağını vurguluyor.
Davanın epeyce sürdükten sonra
işe iade kararıyla sonuçlanacağının,
buna karşın işe alınmayacağının da
farkında. Ama çadırı mahkeme kararına endeksli kurmadığını, her koşulda mücadeleye devam edeceğini
söylüyor.
Biz otururken gelen eşi Mustafa Albayrak uzun yıllar Hak-İş, Türk-İş
ve DİSK’te çalışmış. Haklı bir vurguyla işyeri komitelerinin oluşturulmasına pratikten girilmesini, bu
görevin devrimci öncü işçilere düştüğünü söylüyor.
Türkan Albayrak’ın 18 yıllık işçi
yaşamı taşeron, sözleşmeli çalışmaya karşı mücadele deneyimleriyle
dolu. Telekom‘da iken taşeron işçilerin kadrolu olma umuduyla ses
çıkarmadıklarını, Paşabahçe Devlet
Hastanesi’ndeki hemşire ve doktorların da sıra hiç kendilerine gelmeyecekmiş gibi davrandıklarını söylüyor. “Benden önce atılan olsaydı
çadırı kurdururdum herhalde” derken de gururlu. Artık işçi sınıfının
her kesiminin asli çalışma biçimi haline gelen taşeron, sözleşmeli, esnek
çalışmanın kader olmadığını, nasıl
geldiyse geri gidebileceğini söylüyor
son olarak. Direnince umutlu oluyorsun, Türkan Albayrak’ın direnişinin mesajı bu!
si için Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneği‘ni kuran, siyasal konum
itibariyle de darbeciliğe toplumsal
destek sunan Türkan Saylan. Şu sıralar yayınlanmakta olan Türkan dizisi, özellikle eğitim görme, bir işte
çalışma ve kendini buradan gerçekleştirme imkanından yoksun kalan
milyonlarca kadını ekrana bağlıyor.
Burjuvazinin onyıllara yayılı kadın
politikalarından “özür dilemelerinden” biri aynı zamanda. TÜSİAD’ın
adından “adam” kelimesini çıkarması gibi, bu da kapitalizmin kadına
yönelik -emperyalist kapitalist ülkelerde çok daha ilerisi uygulananpolitikalarının sınırlarından birini
gösteriyor.
Burjuvazinin Türkanı model
olamaz
Kadın emekçilerin burjuva sınıf
egemenliğinin yeni kadın politikasındaki yerini ise, gitgide çoğalacak
olan sınıf örgütçüsü kadınlar gösterecek!
Diğer Türkan mı? O, burjuva bir ailenin 1950’li yılların toplum ve üniversite ortamında cins ayrımcılığıyla
başa çıkarak tıp alanında önemli bir
mesleki kariyer elde eden, bunu insanlığa bir görev anlayışıyla yapan,
genç kadınların eğitim görebilme-
Gündüz gece direniş çadırında
olan Türkan Albayrak’ın direnişine
destek olmak, ziyarete gitmek
için ona 0 530 777 68 79 numaralı
telefondan ve pasabahcedirenisi.
blogspot.com
adlı
internet
sitesinden ulaşabilirsiniz.
9ALN`ZCAk9f+akDEgILk
KAPITALIZMIkTARIHINkhePLagaNEkGeNDERECEgIZ
.DV×P·GD$QNDUD·\D
.ÐOHFHHðLWLPH
$h&HEHFL.DPSV
6DNDU\D0H\GDQ×
NÐOHFHÁDOÜíPD\DKD\ÜU
YÖK’ün kuruluşunun 29. yılındayız. YÖK deyince
binlerce öğretim görevlisi ve öğrencinin üniversitelerden atılması, üniversitelerin kışlaya çevrilmesi,
bilim adı altında üniversitelere Türk-İslam sentezi
müfredatların dayatılmaya kadar vardırılması hafızalarda yer etmiştir.
Buna karşın 12 Eylül faşizmi ve üniversitelerdeki
öğütme makinası YÖK, üniversiteleri dikensiz gül
bahçesine çevirememiş, yeniden burçlarını dövmeye başlayan devrimci öğrenci hareketi ile karşı karşıya kalmıştır. 1980’li yılların sonlarından itibaren
işçi sınıfının bahar eylemleri, emekçi memur hareketi, Kürt halkının serhıldanları ile eşzamanlı olarak
nisbi bir yükselişe geçen öğrenci hareketi, 12 Eylül
psikolojisinin okullarda da dişe diş geriletilmesinde
belli bir rol oynadı. Çok geçmeden üniversiteler faşist rejimin ve üniversitelerdeki aygıtı olan YÖK’ün
yoğunlaşan yeni bir baskı ve saldırı dalgasına konu
oldu ve polis, panzerler, disiplin soruşturmaları,
üniversitelerin ayrılmaz parçası olmaya devam etti.
6 Kasım, YÖK’ün üniversitelerin üzerine kara bir
bulut gibi çöktüğü tarihtir. Öğrenci hareketi bu kara
günü bir mücadele gününe çevirmiştir. 6 Kasım
29 yıldır öğrenci hareketinin mücadele taleplerini
alanlara kitlesel olarak çıkarak gündeme getirdiği
gündür. 6 Kasım aynı zamanda öğrenci gençliğin
mücadele gündemini de yansıtır. 29 yıldır devrimci,
demokrat, yurtsever öğrenci, eğitim emekçisi hareketleri YÖK’e, okullardaki polis-jandarma-idare
baskılarına, karton kafa yetiştirme müfredatlarına
karşı mücadele etti. YÖK’ün yıkılması başarılamadı. Ancak, verilen mücadeleler faşist rejimin üniversitelerdeki aygıtı olan YÖK’ün ipliğinin pazara
çıkarılmasında, yıpratılmasında ve giderek çözülmeye başlamasındaki etkenlerden biri oldu.
Bu süreç içerisinde YÖK de, sermayenin neoliberal
dönüşümü çerçevesinde yapısal bir dönüşüm geçirmeye başladı. YÖK, yalnızca rejimin üniversite
bekçisi olarak değil, üniversitelerin daha doğrudan tekelci sermaye iştahasına sunulması, özelleştirilmesi, özel üniversitelerin açılması, üniversitesanayi işbirliği, eğitim ve bilginin sermayeleşmesi,
paralı eğitim, diplomalı işsizlik dönüşümünü yönetme misyonuna da sahipti. Bu açıdan da YÖK sopayı elden bırakmayarak ve her daim bunun önünü
açmak için de kullanarak, üniversitelerde neoliberal
dönüşümü yönetme lanetli görevini de bir noktaya
kadar yerine getirmiştir.
YÖK son dönemlerini yaşamaktadır. Bunun nedeni, üniversite sisteminin baştan aşağıya daha
doğrudan bir sermaye birikim ve egemenlik aracı
olarak yeniden yapılandırılmasının bir biçimi olan
YÖK’ün giderek onun bir engeli haline gelmesidir.
Üniversiteleri şirket, öğretim üyelerini ve öğrencileri daha doğrudan sermaye kölesi, öğrencilerin 4’te
birinden fazlasını ucuz iş gücü ve tamamını bir iş
kapısı için sınav cehenneminden başını kaldıramaz
hale getiren YÖK açısından “işlem tamam”dır! O
şimdi, giderayak üniversitelerde türbanın serbestleştirilmesi, sivil polisin sınıflara kadar girmesi gibi
üniversitelerin sermaye birikiminin yeni organizasyonuna hazırlanmasında rol kesmektedir.
Bu yüzden 6 Kasım’ı geleneksel planda “YÖK’ü protesto” ile sınırlamak, artık devrimci demokratik bir
talep dahi olmaktan çıkmış, burjuva demokratik
çerçevede burjuvazinin üniversite programından
kendini ayrıştıramaz hale gelmiştir. Üniversitelerin
yalnızca sermayeye üretim ve sömürü “girdisi” üreten değil, baştan aşağıya yüksek karlı bir sermaye
birikim ve egemenlik sektörü olarak yeniden yapılanması hızlanırken, onları daha organik uzantısı haline getiren sermaye açısından da YÖK kurtulmaya çalıştığı bir yüke dönüşmüş durumdadır.
YÖK burjuvazinin yeni neoliberal anayasa programı çerçevesinde ya kaldırılacak ya da ordu, yargı vb.
de olduğu gibi daha geri plana ve alt düzeye çekilerek devamı sağlanacaktır. Üniversitelerde başlamış
olan da çok daha doğrudan ve derinlemesine bir
sermaye egemenliği ve sermayeleşme sürecidir.
Üniversiteler ve eğitim sistemi sermayeleşirken
öğrenciler ve eğitim emekçileri işçileşmektedir.
Öğrencilere diplomalı ücretli köle, taşeron işçi olabilmek için bile kat kat sınav cehennemine indirgenmiş öğrencilik dayatılmaktadır.
Neoliberal burjuva demokrasisinin YÖK’ün cesedini sündüre sündüre kaldırma ayinlerine kenar süsü
olmak istemiyorsak, 6 Kasım gündemimiz, her zamankinden fazla şunları içermelidir:
Yalnızca YÖK’ü değil, kapitalizmi tarihin çöplüğüne göndereceğiz!
Kölece eğitime, kölece çalışmaya hayır!
Ücret ve sınav köleliliğine hayır!
Eğitimde sermaye için değil, bugünün ve geleceğin işçileri için demokrasi!
Hayallerimiz metalaştırılamaz!
Selam olsun Fransa işçi sınıfı ve öğrencilerinin
birleşik mücadelesine!