[İHSAN ELİAÇIK] İslam` da Cariye Var mı? Cariye, özellikle savaş

Transkript

[İHSAN ELİAÇIK] İslam` da Cariye Var mı? Cariye, özellikle savaş
[İHSAN ELİAÇIK]
İslam' da Cariye Var mı?
Cariye, özellikle savaş sonucu esir düşmüş ve bir efendiye köle yapılmış kadın demek.
Bu nedenle yazıya esir almak, köleleştirmek, cariye yapmak ile ilgili bir girişle başlayalım.
“Ölümüne girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse esir almak bir
peygambere yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah sizin
için ahireti istiyor. Allah çok güçlüdür, çok bilgedir.” (Enfal; 8/67)
Bu ayet Bedir savaşında ele geçirilen esirlere ne yapılması gerektiği tartışması çıkınca
nazil oldu.
Rivayete göre Hz. Peygamber’in (s.a.v) yanına içlerinde kendi amcası Abbas ve amca
çocuğu Akil b. Ebi Talip’in de bulunduğu yetmiş esir getirildi. Hz. Ebubekir bunların
fidye alınıp serbest bırakılmasını teklif ederken, Hz. Ömer öldürülmelerini, Abdullah ibn
Revaha da odunu bol bir ateşte yakılmalarını teklif etti. Hz. Peygamber bu teklifler
üzerine duygulanarak Ebubekir’i İbrahim ve İsa’ya, Ömer’i Nuh ve Musa’ya benzeten
bir konuşma yaptı ve fidye alınarak serbest bırakılmaları yönünde eğilim gösterdi. (Razi,
İbn Kesir, Kurtubi).
Dikkate edilirse ayette fidye almanın kınanıp, Hz. Ömer’in görüşü doğrultusunda
öldürülmeleri gerektiği yolunda bir görüş belirtilmiyor. Sonuçta esirlerin
öldürülmemiş olması, Allah tarafından da Hz. Ömer’in teklifi doğrultusunda
öldürülmesinin istendiği yorumunu geçersiz kılmaktadır. Bilakis, tartışmaya katılan
tarafların hepsi birden eleştiriliyor ve bu tartışmanın kendisi mahkûm ediliyor. Kur’an,
esirlere ne yapılacağı konusunda taraf olmuyor. Ömer’in teklifi doğru Ebubekir’inki
yanlış demiyor.
Kuran’ın burada odaklandığı şeyin, kendilerinden çok şey beklediği Bedir’e çıkan bu bir
avuç insanın “saf bir yürek temizliği içinde” olup olmadıkları olduğunu anlıyoruz. Yani
asıl ganimet, ele geçirme, fidye, boyunlarını vurma, ateşte yakma vs. bunlar için tartışıp
durmalarına içerliyor.
Âdeta “Siz bunlar için savaşmadınız, sizin davanız esir, köle, fidye, ganimet,
öldürme, yok etme vs. değil” demeye getiriyor ve demek istiyor ki: Ölümü göze
alarak, yiğitçe ve mertçe giriştiği bir meydan savaşı sonucu olmadıkça bir peygambere
esir almak yakışmaz. Savaşta yenilen taraf esir düşer; bu savaşın evrensel bir kuralıdır.
Fakat bundan kişisel menfaat temin etmeye kalkmak, insanları köleleştirme
amacı için kullanmak doğru değildir. Zafer sarhoşluğu içinde elinize esir düşen
insanları öldürmeyi veya onları para karşılığı serbest bırakmayı düşünebiliyorsunuz.
Hâlbuki siz saf hürriyet ve adalet savaşçısı olmalısınız. Böyle şeylere tenezzül
etmemeniz gerekirdi. Size yakışan budur…
Sonuçta, önceden fidye karşılığı bırakılanların ardından esirlerin her on kişiye okuma
yazma öğretme karşılığı serbest bırakıldığını görüyoruz. Bilebildiğim kadarıyla dünya
tarihinde bu bir ilktir.
***
“Kur’an’ın ruhunu” bu olay vesilesi ile çok iyi kavradığı anlaşılan Hz. Ömer’in sonraki
icraatlarının hep bu yönde olduğunu görüyoruz. O Hz. Ömer ki sonraki savaşlarda
esir alınıp köle pazarlarında satılmak istenen insanları serbest bırakıp
memleketlerine geri göndertmiştir. (bkz. “Kur’an köleliği kaldırdı mı” başlıklı
makalemiz).
Hele, Bedir’de ortaya çıkan “Kur’an’ın ruhu”nun, Hz. Ömer’den sonra Hz. Ali’de
billurlaşan ifadesini şu olayda daha da net görüyoruz;
Hz. Ömer’in hilafeti sırasında Suriye’nin fethi sebebiyle sayıları yüz bini bulan erkekli
kadınlı esirler ele geçmişti. Bu kadar insana ne yapılacağı sorun olunca Hz. Ömer
sahabeleri topladı ve onlara görüşlerini sordu. Yapılan tartışmalar sonucunda hepsi için
“idam” kararı çıktı. Fakat bu Hz. Ömer’in içine sinmedi ve kararı kabul etmeyerek, o
anda hasta olduğu için toplantıya gelemeyen Hz. Ali’ye haber gönderdi ve görüşünü
sordu.
Hz. Ali’nin verdiği cevabı lütfen dikkatle okuyun. “Kur’an’ın ruhu ve vicdanı” derken
neyi kastettiğimi mükemmel anlatıyor.
“Ey Ömer! Bunların hepsi Bizans’ın zulmü altında inleyen sefil ve biçare
insanlardır. Artık bunlar bizim halkımızdır. Bunların kolları ve cesetleri
kazanıldı, şimdi de yüreklerinin kazanılmasına sıra geldi. Görüşüm şudur:
Hepsini kayıtsız şartsız serbest bırak! İslam’ın sevgi, merhamet ve adaleti
altında saadetle yaşasınlar. Varsınlar çoluk çocuklarına kavuşsunlar.” (Filibeli
Ahmet Hilmi; İslam Tarihi, shf. 287)
Hz. Ali, Hz. Ömer’in şahsında gelecek nesillerin Müslümanlarına çok esaslı bir mesaj
veriyor ve adeta şunu demeye getiriyor: “Biz bu dini niçin kabul ettik, bu din neden
var? Et kokmuş, tuz da kokarsa halimiz nice olur. Neden, niçin savaşıyoruz ey
Ömer!”
Hz. Ömer bu görüşü büyük bir sevinçle kabul etti. Yüz bin esirin serbest bırakılması için
derhal bölge komutanı Ebu Ebeyde b. Cerrah’a emir gönderdi.
O devrin savaşlarında eşi ve benzeri görülmeyen bu alicenap hareket, o yüz bin esiri,
İslam’ın gönüllü savaşçısı haline getirdi. Böylece İslam, fethettiği o gün için Bizans
toprağı olan Suriye’den bir daha çıkmadı…
“Fetih” açmak demek; gönüller açmak, yürekler fethetmek… İşgal ise zorla
şekillendirmek... Bugün üzerine yan gelip yattığımız İslam dünyası topraklarının ne ile
kazanıldığını sanıyorsunuz? Dünya Bizans’ın ve Sasani’nin zulmü altında ezilirken,
İslam’ın, o günkü dünya kamuoyunda estirdiği hürriyet ve adalet rüzgarı ile değil mi?
***
Şimdi…
Giriş biraz uzun oldu ama lütfen “kadın köle” demek olan cariye konusunu bu giriş
ışığında okuyun.
“Cariye” kelimesi Arapça (CRY) kökünden geliyor. Sözlükte “olmak, geçmek, koşmak,
akmak” demek. Yapmak, yürütmek, uygulamak (icra), akıcı, akan, geçerli (câri), kız
çocuğu, halayık (câriyeh), su üzerinde akan, gemi (câriyetun), askerin günlük yiyeceği
(cerâye), rota, alt yapı, kanal, çığır, akım yeri (mecra), akan, dolanan, elektrik akımı
(cereyân) kelimeleri bu kökten…
Şu halde cariye, akan, elden ele dolanan, parayla alınıp satılabilen köle kadın demek.
Kur’an bir eski dünya alışkanlığı olan esir kadınların elden ele dolaşması, alınıp satılması
olayına nasıl bakmaktadır?
Evlilik yetmiyormuş gibi, bir de “cariye” adı altında bir takım kadınlara sahip
olunabileceğini, hatta bunun bir sınırının da olmadığını mı söylemektedir? Dahası bunu
Müslümanlara tavsiye mi etmektedir?
***
Kur’an fekku ragabe (kölelik zincirlerini kırmak, parçalamak) ve tahriru regabe
(kölelere özgürlük, hürriyet) diyerek köleliği kaldırma çağrısı yaptı. Aşama aşama
kaldırma operasyonlarına girişerek köleliğin olmadığı bir toplum idealini Müslümanların
önüne koydu. Bu çağrı o günkü dünyada muazzam bir rüzgar estirdi. Fakat köleci dünya
buna direndi. (Bkz. “Kur’an köleliği kaldırdı mı” başlıklı makalemiz).
Hayatın diğer tüm alanlarında olduğu gibi, savaşlardan da en çok zarar gören kadınlar
oluyordu. O günkü dünyada savaşta yenilenin, borcunu ödeyemeyenin kendisi
köle karısı veya kızı da cariye olurdu. Kadınlar alınıp satılır, elden ele
dolaştırıldı. Bir cariye pazarına gidip kurbanlık hayvan seçer gibi kadının dişlerine, etine,
boyuna posuna vs. bakıp satın alarak evinize götürebilirdiniz. (Tayland da hala bu
uygulama devam ediyor. Zengin batılılar parayla kadın ve çocuk satın alıp
evlerine/villalarına götürüyorlar).
Her zaman mağdurun, mazlumun, ezilenin yanında olan ve hatta onların sesi ve soluğu
olarak doğan Kur’an’ın böylesi bir uygulamayı onaylaması mümkün müdür?
Kur’an’a baktığımızda kadınların çok kötü olan durumlarını düzeltmeye yönelik ayetlerin
geldiğini ve bir dizi reforma giriştiğini görüyoruz. Kadınlarla ilgili bütün ayetleri bu
çerçevede anlamak icab eder.
Bu nedenle Kur’an’da “cariye” kavramı geçmez.
Kur’an’da geçen “meleket eymanuhum” kavramını “cariyeler” olarak yorumlayanlar
yanılıyorlar. Bu kavramın cariye manasına yorulması hem beyhudedir hem de
Kur’an’ın ruhundan habersiz olmak manasına gelir. Şu halde bir çok meal ve
tefsirde “cariye” olarak yorumlanan bu kavramı biraz deşelim bakalım ne demekmiş…
MELEKET EYMANUKUM: Harfi harfine “Sağ ellerinizin sahip olduğu” demektir. Bu
deyimle iki mananın kastedildiği anlaşılıyor;
1- Veli, şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikah sahibi olmak
2- Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak. Yani ister hür ister esir böyle “meşru nikah
sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. Çünkü
“Sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikah mülkiyeti veya nikah sahibi
olmaktır. Zira bu tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu
olmadığı Mekke dönemi ayetlerinde de geçmektedir (70/30). Bu kavramın maksadı
insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memluke
(esir, köle) ise nikah sahibi olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan men etmektir.
Cenabı-ı Hak bunu “sağ elin sahip olduğu” ile ifade etmiştir. Çünkü “sağ elin sahip
olduğu” hem nikah ile evlenilen kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar
hakkında söz konusudur (Razi).
Demek ki savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya serbest bırakma söz
konusu değilse, siyasi olarak esaret altında olurlar fakat onlarla cinsel ilişkiye girilemez.
Yani “cariye” yapılamaz. Bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikah
kıyılması gerekir. Buna ise “eş” denilir. İslam vicdanı her ne şekilde olursa olsun
“nikahsız” ilişkiye cevaz vermez.
***
Bu çerçevede Hz. Peygamber’in iki tane cariyesi olduğu görüşü de doğru değildir. Çünkü
bunlardan ilki Reyhane, Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdı. Bu
kabile ile yapılan savaş sonunda esir düştü. Hz. Peygamber Reyhane’yi önce serbest
bıraktı sonra da evlenme teklif etti. O da kabul edince nikah kıyarak evlendi. (Belazuri,1,
920).
Mariye ise babası İranlı, annesi Yunan Mısırlı Hrıstıyan bir hanımdı. H. 7 yılda Hz.
Peygamber’in İslam’a davet mektubuna bir yazı ile karşılık veren Mısır Kralı tarafından
gönderilmişti. Hz. Peygamber’in Reyhane’ye yaptığını ona da yaptığı anlaşılıyor. Çünkü
Kur’an içlerinde Mariye’nin de olduğu Hz. Peygamber’in hanımlarından ayırdetmeksizin
“Ey peygamber eşleri” diye bahseder. Başka bir tabir kullanmaz. Mesela şu ayette adı
geçen hanım Mariye idi.
“Ey peygamber! Eşlerini memnun etmek için Allah’ın serbest bıraktığı şeyi niçin
kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır.
Allah yeminlerinizi bir çözüme bağlamayı istemektedir.” (Tahrim; 66/1-2).
Eğer Mariye cariye olsaydı, onu kendine haram kılma (tahrim) söz konusu olmazdı. Bu
nedenle bir çok müfessirin bunun bir boşama (talak, zıhar) olup olmadığını tartıştığını
görüyoruz. (Razi, Kurtubi, İbn Kesir, Zemahşeri). Tahrim, talak, zıhar vs. ise nikah
sorumluluğu altındaki “eşler” için geçerlidir. Buradaki eş ise Hafsa, Aişe ve Zeynep ile
aynı statüde olan Mariye idi. Dahası Mariye, Hz. Peygamber’in tek erkek evladı olan
İbrahim’in annesiydi. Cariye statüsünde olması bu açıdan da mümkün değildir.
“ Meleket eymanuhum” kavramına dönelim…
Genellikle “cariyeleri” diye çevrilen bu deyimin geçtiği ayetlerin meali, bu durumda,
örneğin şöyle olmak icab eder;
“Kesin olan şu; müminler kurtulacak!
Onlar namazlarında korku ve titreme içinde olanlardır.
Onlar faydasız boş işlerlerle uğraşmayanlardır.
Onlar karşılıksız arındırıcı harcamada bulunanlardır.
Onlar iffetlerini koruyanlardır. Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte
olanlardır. Çünkü bu ayıplanacak bir şey değildir.
Kim bunun ötesini ararsa, onlar da haddi aşanlardır.
Yine onlar sözü ve emaneti namus bilenlerdir.
Onlar namazlarını asla ihmal etmeyenlerdir.
İşte onlardır varis olacak olanlar.
İşte onlardır ebedi Firdevs’e varis olanlar…” (Mu’minun; 23/1-11)
Ayette geçen “Ezvâcuhum ev ma meleket eymânuhum” ifadesi, “Yalnızca eşleri veya
cariyeleri ile birlikte olanlardır.” değil; “Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları
ile birlikte olanlardır” manasına gelmektedir. Kadın erkek bütün eşleri kapsamaktadır.
Çünkü 11 ayetlik yukarıdaki pasajda konu erkek ve kadın bütün müminlerin temel
özelliklerinin sıralanmasıdır. Aradaki “ev” bağlacı seçenek bildiren “veya” değil; açıklama
getiren “yani” anlamında kullanılıyor. Kur’an’ın kendi kendini tefsir ettiğine dikkat ediniz.
“Düşünmek veya/yani şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren
O’dur” (Furkan; 25/62) ayetinde geçtiği gibi.
Şu ayet ise, esir alınarak köle yapılan ve böylece evlilik dışı nikahsız cinsel ilişki
kurulabilen kadın demek olan “cariye” uygulamasına yol olmadığının apaçık delilidir:
“Hür mümin kadınlarla (muhsanât) bir yuva kurmaya güç yetirecek durumda
olmayanlarınız, savaşta esir alarak sahip olduğunuz (ma meleket eymânukum) iman
etmiş kadınları düşünebilir. Allah imanınız ile ilgili her şeyi biliyor. İman edenler artık
birbirinin can yoldaşıdırlar. Şu halde onları namusuyla yaşamaları şartıyla, ailelerinden
izin alarak ve mehirlerini vererek nikâhlayın.” (Nisa; 4/25)
Dikkate edin, düpedüz ailesinden izinli, mehirli, normal (meşru) evlilikten bahsediliyor.
Rızası olmadan, izin alınmadan, mehir verilmeden, nikah kıymadan, sırf savaşta elime
esir düştü diye kadıncağızı cariye yapmak bunu neresinde? Her şeyden önce bu Kur’an’ın
ruhuna ve vicdanına ters.
***
Şöyle bir soru soralım, daha iyi anlaşılsın. Bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline
erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce, binlerce esir düşse, özellikle kadın olanlarına ne
yapmak lazım gelir?
Eskiden (ihya çağları) üretilen cariye fıkhına göre; ganimet olarak askerlerin mülküne
birer ikişer verilip cariye yapılırlar. Ancak bu rastgele ve kuralsız bir şekilde de olmaz.
Cariyenin önce hamile olduğunun anlaşılması için bir ay bekletilir. Cariyeye sadece
efendisi dokunabilir. Efendisinden çocuğu olursa artık başkasına satılamaz ve efendisi
ölürse azat edilir. Efendisinden başka birisiyle evlendirilirse cinsel hakları evlendiği adama
geçer ve fakat mülkü efendisinde kalmaya devam eder. Hür eşlerdeki dört sınırı
cariyelerde gözetilmez. Eğer efendisinden çocuğu olmazsa alınıp satılabilir. Cinsel ilişkide
kullanılmaları için askerlere rasgele dağıtılamaz.
Bunlar geçmiş çağlarda (ihya çağlarında) üretilen ve esir kadınların aşama aşama
topluma kazındırılmalarını amaçlayan iyileştirilmiş kölelik hukukudur. En azından Roma
veya Sasani kölelik uygulamasından daha insaflı olduğu kabul edilmelidir.
Ancak bu uygulama kendi döneminde olumlu işlevler görmüşse de artık bir anlamı
kalmamıştır. Kur’an’ın öngördüğünün bu olduğunu söylemek de mümkün değildir. Bu
konuda geçmiş çağlar boyunca üretilen fıkıh, girişte değindiğimiz Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin
ufkunu yakalamaktan uzaktır. Müslümanlar, tarihin ve insanlığın kendilerinden beklediğini
yapmamışlar, ellerindeki Kitap’ın gerisine düşmüşlerdir. Hadi iyi niyeti elden
bırakmayalım; o günkü insanlık şartlarını aşmaya güçleri yetmemiştir.
Ancak bugün öyle değil.
Onlardan dahi iyi bir noktadayız ve cesur olmamızı gerektirecek bir çok sebep var.
Bugün yeniden üretilecek (inşa çağı) fıkhında bunun adı “savaş esirleri hukuku”dur. Buna
göre bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce
esir düşse şunlar yapılır: Güvenliği sağlanmış korunaklı bir yerde bekletilirler. Ganimet
olarak görülemezler. Esir alan askerlere dağıtılamaz, hiçbiri köle ve cariye yapılamaz. Evli
olanların evlilikleri devam eder. Esir düştü diye ailesinden veya eşinden zorla
koparılamaz, hangi dine göre kıyarsa kıymış olsun nikahı feshedilemez. Her türlü kötü
muamele, angarya, işkence, tecavüz, cinsel taciz yasak olur. Misafir muamelesi görürler.
Ya esir mübadelesi karşılığında serbest bırakılırlar.
Ya fidye veya tazminat karşılığı salıverilirler.
Ya örneğin, lisan belletme, teknoloji öğretme, meslek kazandırma vs. karşılığı üçer beşer
serbest bırakılırlar. İçlerinden kendi istekleri ile evlenmek ve Müslüman toplumda
yaşamak isteyen olursa, kendi rızasıyla, ailesinin izni alınarak (hatta çağrılarak) ve
mehirleri tastamam verilerek bekarlarla telli duvaklı, davullu zurnalı baş göz edilip
serbest bırakılırlar.
Ya da zamanın Ali’si çıkar, hepsini bir meydana toplar, etkili, dokunaklı ve gayet
centilmen bir hitapla; insanlığa ne getirmek istediklerini, niçin savaştıklarını, hürriyetin ve
adaletin insanlık açısından önemini, İslam’ın sevgi ve merhamet dini olduğunu, kendilerini
diğer din ve ideolojilerden ayıran farkın ne olduğunu, neye hizmet için var olduklarını tıpkı
Hz. Ömer’e anlattığı gibi anlatır ve kayıtsız şartsız hepsi yurtlarına, yuvalarına
gönderilerek serbest bırakılırlar.
Kur’an’ın, girişte anlattığımız Bedir esirleri uygulamasında, daha sonraları da Hz. Ali’nin
cevabında ifadesini bulan “ruhunu ve vicdanını” esas alan bir fıkıh çağımızda kanaatimce
böyle olmak icap eder.
Geçmişte Bizans’ın ve Sasani’nin köleci düzenlerine ve saray cariyelerine kendini
kaptıranlar, ne yazık ki İslam’ın hürriyet ve adalet iklimini çoraklaştırmış, vicdanını
kurutmuş, insanlıkta estirdiği o muazzam rüzgarı içten kırmış, üstelik bunun farkına bile
varamamışlardır. Zihnini ve ufkunu eski (ihya) çağlarında donduran bir çoğumuz, hala
farkında olmadığı için geçmişin cariye hukukunu aşamamaktadırlar. Halbuki her çağın
fıkhı o çağda üretilir, o çağı yaşayanlarca üretilir.
Yazının giriş bölümünü tekrar okuyun; o muazzam rüzgar tekrar oradan esecek, başka
yolu yok.
http://www.haznevi.net/Bolum.aspx?BID=52
ÂZAD ETME, MÜDEBBER KILMA VE MUKÂTEBE YAPMA
VE KÖLE İLE MUSAHABE (ARKADAŞLIK) BÖLÜMÜ
UMUMÎ AÇIKLAMA
BİRİNCİ BAB
KÖLE ÂZAD ETMENİN FAZİLETİ
İKİNCİ BAB
KÖLEYE MUSAHEBE VE MUAMELE ADÂBI
İYİ MUAMELE
KÖLEYİ AFFETMEK
KÖLEYE MUSAHABE VE MUAMELE ÂDÂBI
HİZMETÇİNİN DÖVÜLMESİ VE KAZFI
KÖLENİN TESMİYESİ
ÜÇÜNCÜ BAB
AZAD ETME
DÖRDÜNCÜ BÂB
MÜDEBBER KILMA, MÜKÂTEBE YAPMA..
ÂZAD ETME, MÜDEBBER KILMA VE MUKÂTEBE YAPMA
VE KÖLE İLE MUSAHABE (ARKADAŞLIK) BÖLÜMÜ
(Bu bölüm dört babtır)
BİRİNCİ BAB
KÖLE ÂZAD ETMENİN FAZİLETİ
İKİNCİ BAB
KÖLE İLE MUHASEBE VE KÖLE EDİNME ÂDÂBI
İYİ MUAMELE
KÖLEYİ AFFETMEK
KÖLEYİ DÖVME VE KAZF
KÖLEYİ TESMİYE
ÜÇÜNCÜ BAB
ÂZAD ETME
DÖRDÜNCÜ BAB
MÜDEBBER KILMA, MÜKÂTEBE YAPMA
UMUMÎ AÇIKLAMA
Kölelik insanlığın eski bir müessesesidir. Bunu İslamiyet vaz´etmemiştir. Kölelik esas itibariyle
savaştan kaynaklanmaktadır. Zira kazanan taraf, mağlub olan tarafı esir etmekte ve
köleleştirmektedir. İslam geldiğinde bu müessese vardı.
İslam bunu tek başına kaldıramazdı, çünkü beynelmilel bir yaygınlığa sahip idi. Öyleyse bunun ilgası
beynelmilel karşılıklı anlaşmalarla mümkün idi. İslam´ın bunu tek taraflı yasaklaması olamazdı. Zira
savaşta elde edilen esirlere yapılacak muamele, her iki tarafın mutabakatı ile tesbit edilir. İslam,
Batılıların yaptığı gibi hür insanları köleleştirmeyi kabul etmez. Bilindiği gibi, bugün Amerika´daki
siyahîlerin menşei Afrika´dan baskınlarla yakalanıp Amerika´da köleleştirilen hür insanlardır. İslamiyet
bunu tecviz etmez.
İslam kölelere bir kısım haklar tanıyarak onların durumunu düzeltmiştir. Bazılarını hatırlatalım:
* Kölelere okumayazma öğretilmesi teşvik edilmiştir.
* Mekteplerde muallimlerin kölehür hiçbir çocuğa ayırım yapmaması, hepsine eşit muamelede
bulunması emredilmiştir.
* Kölelerin, efendisinin yediğinden yemesi, giydiğinden giydirilmesi tavsiye edilmiştir.
* Kölelere hürriyete kavuşma fırsatları verilmiştir. Kefaret gerektiren bir çok cezada ilk şık köle âzad
etmektir.
** Yemin kefareti.
** Zıhâr kefâreti.
** Katl kefâreti.
** Oruç kefâreti gibi.
* Mukâtebe, yani efendiyle anlaşarak hürriyetini kazancıyla satınalma anlaşma yapma hakkı, 4184
numaralı rivayette görüleceği üzere bu âyetle sâbit olan bir haktır. Birçok âlimler kölenin mükâtebe
talebine efendinin itiraz hakkı olmadığı görüşündedir.
* Mahkeme hakkı: Köle haksız muameleye maruz kalırsa kadıya çıkabilir. Efendi köleye dilediği
muameleyi yapamaz.
* Hayat hakkı: Efendi köleyi öldüremez, işkence edemez, herhangi bir uzvunu sakatlayamaz. Aksi
takdirde suçlu duruma düşer.
* Müteakiben görüleceği üzere köle âzadı en hayırlı amellerden biri kılınmıştır. Kölelik statüsüne
İslam´ın getirdiği bu iyileşme, tarihte İslam dışı memleketlerden kölelerin İslam beldesine kaçmasına
sebep olmuştur.
İslam tarihi, dinin getirdiği bu ıslah sayesinde kölelikten yetişen nice sultanlar, vezirler, valiler, askeri
komutan ve fatihler tanır. Hele âlim o kadar çok ki... Daha ilk asırda, Sahâbe ve Tâbiîn devrinde ilim
hayatı köle asıllıların eline geçmiş durumdadır. Bir rivayeti buraya kaydedeceğiz
Zührî anlatıyor:
"Abdülmelik İbnu Mervân´ın huzuruna çıkmıştım. Bana: "Ey Zührî nereden geliyorsun " diye sordu.
Ben: "Mekke´den geliyorum" deyince, aramızda şu konuşma geçti:
"Mekke halkına mürşidlik edecek geride kim kaldı
"Atâ İbnu Ebî Rabâh."
"Arap asıllı mı, mevâli mi " (Mevâli, âzadlı köle demektir.)
"Mevâlîdendir."
"Pekâla Mekkelilere ne ile hükmeder "
"Diyânet ve rivayetle" (Hz. Peygamber´in sünneti ile.)
"Diyanet ve rivayet ehli irşad etmeye layıktır. Yemen ehline kim mürşidlik ediyor "
"Tâvus İbnu Keysân."
"Arap asıllı mı, mevâlîden mi "
"Pekâla onlara ne ile hükmedecek "
"Mevâlidendir."
"Atâ´nın hükmettiği ile (yani Diyanet ve Rivayetle)."
"Öyleyse layıktır. Mısır ahalisine kim mürşidlik edecek "
"Yezid İbnu Ebî Habib."
"Arap asıllı mı, mevalîden mi "
"Mevâliden."
"Şam ahalisine kim mürşidlik ediyor "
"Mekhul."
"Arap asıllı mı, mevâlîden mi "
"Mevâlidendir. Huzeyl kabilesine mensup bir kadın tarafından âzad edilmiş. (Sudan asıllı) Nûbî bir
köledir."
"Cezîre ahalisine kim mürşidlik ediyor "
"Meymun İbnu Mihrân.""Arap asıllı mı, mevâlîden mi "
"Mevâlîdendir."
"Horasan ahalisine kim mürşidlik ediyor "
"Dahhâk İbnu Müzâhim."
"Arap asıllı mı, mevâliden mi "
"Mevâlîden."
"Basra ahalisine kim mürşidlik ediyor "
"el-Hasan İbnu Ebî´l-Hasan (Hasan Basrî) Hazretleri."
"Arap asıllı mı mevâliden mi ""Mevâlîden."
"Helâk olasıca, Kûfe´ye kim mürşidlik ediyor ""İbrahim en-Nehâî."
"Arap asıllı mı, mevâlîden mi "
"Bu Arap asıllıdır."
"Ey helâk olasıca Zührî, beni biraz ferahlattın. Allah´a kasem olsun, mevâlî, Araplar üzerine efendi
olmuş bulunuyor. Araplar minberin dibinde otursun da mevâli üstüne çıkıp bunlara hutbe okusun ha
(olacak şey değil)!"
"Ey mü´minlerin emîri, bu Allah´ın takdiridir. O´nun dinini kim tatbik eder korursa, efendi olur, kim de
tatbik etmez, elden kaçırırsa zelil olur!"*1+
BİRİNCİ BAB
KÖLE ÂZAD ETMENİN FAZİLETİ
‫ـ‬4149 ‫ـ‬1‫ ػٍ ـ‬ٙ ‫ شج أت‬ٚ‫ْش‬
‫ق ال‬: ]
[.‫ صاد‬ٙ ‫ ح ف‬ٚ‫أخشٖ سٔا‬: »
#:
«. ّ‫خاٌ أخشج‬ٛ ‫ان ش‬
٘‫ ٔان تشيز‬.
1. (4149)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim bir müslüman erkeği âzad ederse, onun her bir uzvuna mukabil, bunun bir uzvunu
Allah ateşten âzad eder."
Bir diğer rivayette şu ziyade var: "...hatta fercine mukabil fercini..." *Buhârî, Itk 1; Müslim, Itk 24,
(1509); Tirmizî, Nüzûr 19, (1547).+*2+
‫ـ‬4150 ‫ـ‬2‫ع قغ‘ا ت ٍ ٔاث هح ٔػٍ ـ‬
.
:
‫ق ال‬: ]
#ٙ ‫ف‬
[. ّ‫ دأد أت ٕ أخشج‬.
:
2. (4150)- Vâsile İbnu´l-Eska´ (radıyallahu anh) anlatıyor: " Kendisine -katl sebebiyle ateş- vacib olan
bir arkadaşımızla Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelmiştik.
"Ona bedel bir köle âzad edin, Allah da onun her bir uzvuna bedel sizden bir uzvu ateşten âzad etsin!"
buyurdu." *Ebu Dâvud, Itk 13, (3964).+*3+
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivayet köle âzad etmenin faziletini beyan etmektedir: Âzad eden, âzad ettiği kölenin her bir
uzvuna mukabil bir uzvunu cehennem ateşinden korumaktadır. Kur´an-ı Kerim´de (fekkü rakabe)
tabiri de bu meseleye temas eder. Bir hadiste fekkü rakabe, "kölenin hürriyetine kavuşma işinde ona
yardımcı olmak" olarak açıklanır. Rabbimizin "zor geçidi aşmak" olarak tavsif ettiği fekkü rakabe
(Beled 11-13)´nin âzad etme ma´nâsına da geldiği söylenmiştir. Âzad olmasında yardımcı olmak "zor
geçidi aşmak" kıymetinde ise, bütünüyle âzad etmek çok daha kıymetli bir amel olmalıdır.
2- Nesâî´nin bir rivayeti şöyledir: "Hangi müslüman, iki köle müslüman kadını âzad ederse, onlar
bunun ateşten kurtuluşunu sağlarlar, onlardan iki kemik bunun bir kemiğine bedel olur. Hangi
müslüman kadın, bir kadın müslümanı âzad ederse, onun hürriyeti, bunun ateşten âzadlığına sebep
olur." Bu hususta başka rivayetler de var.
3- Rivayetler âzad etmenin faziletini ifade ederler, ancak erkeğin âzad edilmesi kadının âzad
edilmesinden daha kıymetli olmaktadır. İbnu Hacer bunun sebebini: "Çünkü, kadının hür kılınması,
çoğu kere onun zayi olmasına sebep olmaktadır. Halbuki erkeğin hürriyete kavuşmasında, kadında
bulunmayan bazı umumî ma´nâlar mevcuttur. Kaza (hakimlik yapma) yetkisi, cihad, şehâdet gibi
erkeklere mahsus ammeye bakan menfaat ve yetkiler var." diye açıklar.
4- Hadiste geçen "Allah onun herbir uzvuna mukabil, bunun bir uzvunu ateşten halas eder" ifadesi,
tam istifadenin olması için kölenin eksiksiz olmasının, bütün uzuvlarının mevcut bulunmasının
gereğine bir işarettir. Hattâbî, iğdişlik gibi, bir menfaat sağlayan eksikliğin, elde edilen o menfaatle
telafi edileceğine dikkat çekmişse de, Nevevî diğer âlimler eksiksiz olanın âzad edilmesinin her
halukârda evlâ olacağını söylemiştir.
5- İbnu´l-Münir, kefâret olmak üzere âzad edilecek kölenin müslüman olması gereğine hadiste işaret
olduğunu belirtmiştir. "Zira der, kefaret ateşten kurtarıcıdır, öyleyse, bunun ateşten kurtulmuş biriyle
olması gerekir."*4+
İKİNCİ BAB
KÖLEYE MUSAHEBE VE MUAMELE ADÂBI
* İYİ MUAMELE
‫ـ‬4151 ‫ـ‬1‫ ػٍ ـ‬ٙ ‫ت كش أت‬
٘‫ ان تشيز‬.
‫ق ال‬: ]
#:
[. ّ‫أخشج‬
1. (4151)- Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kötü muamele sâhibi cennete giremez." *Tirmizî, Birr 29, (1947).+*5+
‫ـ‬4152 ‫ـ‬2‫ث ت ٍ ساف غ ٔػٍ ـ‬ٛ ‫ي ك‬
#
:]
#:
‫ ادج‬ٚ‫ان ض‬. »ًٍٛ ‫ ان شؤو ضذ «ان‬.
ٍ‫ ُح ي‬ٛ ٓ‫حال شٓذ ق ذ ج‬ٛ ‫ ث‬ٚ‫يغ حذ‬
[. ّ‫دأد أت ٕ أخشج‬.»
«
2. (4152)- Rafi´ İbnu Mekîs (radıyallahu anh) -ki Cüheynelidir, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte Hudeybiye seferine katılmıştır- anlatıyor; "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İyi muamele artmadır -veya uğurdur dedi- kötü huyda uğursuzluktur." *Ebu Dâvud, Edeb, 133, (5162,
5163).][6]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen hüsnü´lmeleke, "köleye iyi muamele etmek" ma´nâsına gelir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), emri altında bulunan kimselere, efendi durumunda olan büyüğün
iyi muamele etmesini tavsiye etmekte, bunu uğur olarak tavsif etmekte, kötü muameleyi de
uğursuzluk. Şârihler: Efendi, emri altındakilere iyi davranırsa onlar da samimi hislerle, severek,
isteyerek güzel hizmet ederler. Böylece karşılıklı muhabbet, saygı doğar. Bundan da huzur ve bereket
hâsıl olur. Kötü davranış da aksi bir netice hasıl ederki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu,
uğursuzluk diye tavsif etmiştir.
2- Köleye iyi muameleyi tavsiye eden Ebu Dâvud hadislerinden birkaçını kaydediyoruz: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)´ın ölmezden önce söylediği en son sözü: "Namaz, namaz, ellerinizin sahib
olduğu köleler hususunda Allah´tan korkun!" oldu." "Köleleriniz kardeşlerinizdir. Allah onları sizin
ellerinizin altına (emaneten) koymuştur. Öyleyse kimin elinin altında kardeşi varsa, ona, yediğinden
yedirsin, giydiğinden giydirsin, yapamayacağı işi buyurmasın, buyurduğu takdirde yardım etsin."(88)
"Kim kölesine tokat atar veya döverse bunun kefareti onu âzad etmesidir."*7+
* KÖLEYİ AFFETMEK
‫ـ‬4153 ‫ـ‬1‫ػًش ات ٍ ػٍ ـ‬
#.
:
[. ّ‫ ٔان تشيز٘ دأد أت ٕ أخشج‬.
‫ق ال‬: ]
ٗ ‫سط إن‬
#
:
1. (4153)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a
gelerek: "Hizmetciyi ne kadar affedeyim " diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm susup cevap vermedi.
Adam tekrar:
"Ey Allah´ın Resûlü! Hizmetcimi ne kadar affedeyim " diye sordu. Bu sefer: "Her gün yetmiş kere
affet!" cevabını verdi. *Ebu Dâvud, Edeb 133, (5164); Tirmizî, Birr 31, (1950).+*8+
‫ـ‬4154 ‫ـ‬2‫ـ‬
:]
#
.
:
.
.
.
ّ‫ إ ان خً غح أخشج‬ٙ ‫ان ُ غائ‬.»
:
[.
« ‫ ٔأت ثاػّ ان شجم حشى‬.
2. (4154)- Ma´rur İbnu Süveyd rahimehullah anlatıyor: "Ebu Zerr´i gördüm, üzerinde bir takım (hulle)
vardı, kölesi de aynı şekilde bir takım giyiyordu. Bunun sebebini sordum. Bana şu cevabı verdi:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan şöyle söylediğini işitmiştim:
"Onlar sizin kardeşleriniz ve yakın adamlarınızdır. Allah Teâlâ Hazretleri onları ellerinizin altına
(emaneten) koymuştur. Kimin kardeşi eli altında ise, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin,
yapamayacağı iş buyurmayınız, eğer buyurursanız onlara yardım edin." *Buhârî, İman 22, Itk 15, Edeb
44; Müslim, Eyman 40 (1661); Ebu Dâvud, Edeb 133, (5157, 5158, 5161); Tirmizî, Birr 29, (1946).][9]
AÇIKLAMA:
Nevevî der ki: "Hadiste gelen "yediğinden yedirme, giydiğinden giydirme" emri vecibe değil, istihbab
ifade eder. Efendiye vacib olan, kölenin yiyecek ve giyeceğini ma´ruf üzere te´mindir. Maruf demek
bölgenin, şahısların âdetlerine, durumlarına uygun olarak demektir. Bu, efendinin yediği ve giydiği
cinsten de olabilir, daha düşük de olabilir, daha fevkinde de olabilir. Hatta efendi, âdete muhalefet
ederek, kendisi, zühd veya cimrilik sebebiyle emsâlinden daha düşük bir seviye ile iktifa edecek olsa,
kölesine cimrilik etmesi, rızası olmadan kendisi gibi olmaya zorlaması helal olmaz."*10+
‫ـ‬4155 ‫ـ‬3‫ ٔػٍ ـ‬ٙ ‫ شج أت‬ٚ‫ْش‬
‫ق ال‬: ]
#
[. ّ‫ أخشج‬،٘‫ْٔزا ان ثخاس‬
،ّ‫ ٔان تشيز٘ دأد ٔأت ٕ ن فظ‬.
3. (4155)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Birinize hizmetçisi yemeğini getirince, onu beraber yemek üzere oturtmayacaksa, hiç
olsun bir iki lokma veya bir iki yiyecek versin. Zira yemeğin hararet (pişirme) ve muamele (zahmeti)ni
o çekmiştir." *Buhârî, Et´ime 55, Itk 18; Tirmizî, Et´ime 44, (1854); Ebu Dâvud, Et´ime 51, (3846);
(Müslim, Eymân 42, (1663).+*11+
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen "lokma" veya "yiyecek" tabirleri ravinin bir tereddüdü olmaktadır, aynı ma´nâda
kullanılmıştır.
2- Hizmetçiye bir iki lokma verilmesi, yemeğin azlığı veya çokluğuna göre, şartlara göre az veya çok
miktarda yapılacak ikramı ifade eder.
3- Bu hadis daha önce Ebu Zerr´den kaydedilen rivayette ifade edilen efendi ile köle arasında eşitlik
sağlama meselesinin bir istihbab olduğunu, yemede ve giymede eşitliği sağlamak veya köleyle
beraber yemenin efendinin ihtiyarına bırakılan müstehab bir tavır olduğunu ifade eder. İbnu Hacer
der ki: "İbnu´l-Münzir bütün ilim ehlinden şunu nakletmiştir: Vacib olan, efendinin köleye, o bölgede
emsalinin çoğunlukla yediğinden yedirmektir, katık ve giyecek için de hüküm böyledir. Efdal olanı
hizmetçiyi de ortak etmek ise de, efendi nefîs olanları kendine ayırabilir."*12+
KÖLEYE MUSAHABE VE MUAMELE ÂDÂBI
* HİZMETÇİNİN DÖVÜLMESİ VE KAZFI
‫ـ‬4156 ‫ـ‬1‫ ػٍ ـ‬ٙ ‫ذ أت‬ٛ ‫ان خذس٘ ع ؼ‬
‫ق ال‬: ]
[. ّ‫ ان تشيز٘ أخشج‬.
#:
1. (4156)- Ebu Saîdi´l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Biriniz hizmetçisini dövünce, hizmetçi Allah´ın ismini zikrede(rek Allah aşkına vurma
diye)cek olursa derhal elinizi kaldırın." *Tirmizî, Birr 32, (1951).+*13+
AÇIKLAMA:
1- Tîbî, te´dib maksadıyla dövme sırasında Allah´tan yardım dilemek kasdıyla ismi anıldığı takdirde
Allah´ı tazimen dövmeyi bırakmak gerektiğini, ancak hadd cezası tatbik edilirken, Allah´a sığınacak
olursa dinlememek gerektiğini söyler.
2- Kritik durumlarda Allah´ın adına müracaat etmek, Kur´ânî bir irşaddır. Binaenaleyh, mü´min kişi
sıkışık anlarında O´na başvurduğu gibi, kendisine karşı başvurulduğu takdirde, onun hakkını vermeli,
Allah´a tazimen isteneni yerine getirmeli, davranışından vazgeçmelidir. Âyet şöyle:
"Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın
meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz
Allah´ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının" (Nisa 1).*14+
‫ـ‬4157 ‫ـ‬2‫ ح ٔػٍ ـ‬ٚٔ‫ ذ ت ٍ ي ؼا‬ٕٚ‫ق ال ي قشٌ ت ٍ ع‬: ]
.
:
#.
:
٘‫ٔان تشيز‬.ُٗ ‫ا» ٔي ؼ‬
.
.
«
‫ت ك ف ؼم يا ي ثم‬.ٔ»
:
#
:
:
[. ّ‫دأد ٔأت ٕ ي غ هى أخشج‬
« ٖ‫ خذيك ان ز‬ٚ
ٌ‫ أَ ثٗ أٔ ك ا‬.
2. (4157)- Muâviye İbnu Süveyd İbni Mukarrin anlatıyor: "Bizim bir âzadlımıza bir tokat attım ve
kaçtım. Sonra öğleden az önce döndüm, babamın arkasında namaz kıldım. Babam âzadlıyı da beni de
çağırdı. Sonra hizmetçiye: "Misilleme (onun sana yaptığının mislini) yap!" dedi. Hizmetçi affetti.
Bunun üzerine babam anlattı: "Biz Benî Mukarrin, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında tek
bir hizmetciye sahiptik. Ona birimiz bir tokat vurdu. Bu hadise Aleyhissalâtu vesselâm´ın kulağına
ulaşmıştı: "Onu âzad edeceksiniz!" emir buyurdular. Kendisine: "Ondan başka hizmetçileri yok!"
dendi. Bunun üzerine: "Öyleyse onu hizmetlensinler. Ancak ne zamandan ondan müstağni olurlarsa,
derhal yol versinler!" buyurdular." *Müslim, Eymân 31, (1658); Tirmizî, Nüzûr 14, (1542); Ebu Dâvud,
Edeb 133, (5166, 5167).][15]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, hizmetçi ve kölelere iyi muameleyi, gönül alıcı davranmayı emretmektedir. Hadiste geçen
"misilleme yap" cümlesini bazı âlimler "kısas olarak sana yapılanın aynını yap" diye açıklamışlardır.
Ancak buradaki kısas şerî kısas değildir. Çünkü, kısas hudûd´a giren ağır suçlarda muteberdir. Halbuki
atılan bir tokat, şerî kısas olmaz. Bu çeşit cezalar tâzirdir. Öyleyse "misilleme yap" emri hizmetçinin
gönlünü almaya râcidir, vecibe değildir. Ayrıca tokat vurana da bir derstir.
2- Bazı rivayetlerde Süveyd´in yedi kardeş oldukları, tokadın yüze atıldığı, yüze vurmanın haram
edilmiş olduğu vs. bazı teferruat daha gelmiştir.
3- Rivayetlerde mevlâ, hâdim aynı ma´nâda kullanılmaktadır. Köle demektir. Hâdim erkek ve kadın
her ikisi için kullanılır. Rivayetten tokatlanan hâdim´in kadın olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen
hâdime diye ifade edilmemiştir, çünkü Araplar hâdime şeklini kullanmazlar, kadın içinde hâdim
derler. [16]
‫ـ‬4158 ‫ـ‬3‫ ٔػٍ ـ‬ٙ ‫ان ثذس٘ ي غ ؼٕد أت‬
:
.
.
:
:]
.
.
:
[. ّ‫ ٔان تشيز٘ دأد ٔأت ٕ ي غ هى أخشج‬.
#:
:
3. (4158)- Ebu Mes´ud el-Bedrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben köleme kamçıyla vuruyordum.
Arkamdan bir ses işittim. "Ebu Mes´ud, bil!" diyordu. Öfkeden sesi tanıyamadım. Bana yaklaşınca
onun Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) olduğunu gördüm.
"Ebu Mes´ud bil! Ebu Mes´ud bil!" diyordu. Kamçıyı elimden attım.
"Ebu Mes´ud bil! Allah senin üzerinde senin bunun üzerindekinden daha fazla muktedir" dedi. Ben:
"Bundan sonra ebediyen köle dövmeyeceğim" dedi. *Müslim, Eyman 34, (1659); Ebu Dâvud, Edeb
133, (5159, 5160); Tirmizî, Birr 30, (1949).+*17+
‫ـ‬4159 ‫ـ‬4‫ ٔػٍ ـ‬ٙ ‫ شج أت‬ٚ‫ْش‬
‫ق ال‬: ]
#:
[. ّ‫ إ ان خً غح أخشج‬ٙ ‫ان ُ غائ‬.»
« ٙ‫ َٔ حِٕ ت ان ضَ ا ان شي‬.
4. (4159)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim kölesine kazıf´ta bulunursa (zina isnadı yaparsa) kölesi bu iftiradan beri ise, Kıyamet günü celde
uygulanır. Dediği doğru ise o başka." *Buhârî, Hudûd 45; Müslim, Eyman 77, (1660); Ebu Dâvud, Edeb
133, (5165); Tirmizî, Birr 30, (1948).+ *18+
AÇIKLAMA:
1- Kazf, iftira demektir. Öncelikle zina iftirasına denir ise de, başka çeşit suçların iftirası için de
kullanılabilir. Şeriatımızda zina suçu isnad etmenin cezası ağırdır. Kâzıfa yani iftiracıya seksen sopa
vurulur.
2- Bu rivayet, kölesini zina ile suçlayan efendiye dünyada celde cezası verilmeyeceğini ifade eder.
Çünkü, dünyada da ceza verilecek olsaydı, Resulullah´ın onu belirtmesi gerekirdi. "Resulullah bunu,
hürle köleyi ayırmak için beyan buyurmuştur" denmiştir. Zira köle kazıfta bulunsa cumhura göre celde
cezasının yarısı tatbik edilir.
Mühelleb: "Hür kimse, köleye kazıfta bulunsa celde tatbik edilmeyeceği hususunda icma var" demiş
ise de icma iddiası hatalı bulunmuştur. Zira, İbnu Ömer, Hasan Basrî, Ehl-i Zâhir bir başkasının ümmü
veledine zina iftirasında bulunan kimseye hadd vurulacağı görüşündedirler.
Nevevî der ki: "Hadiste, köleye kazıfta bulunan kimse dünyada hadd tatbik edilmeyeceğine işaret
edilmiştir, bu hususta icma vardır. Ancak, yine de kâzıf, tâ´zir edilir. Çünkü köle, muhsan kabul
edilmez. O isterse tam köle, isterse hürriyet şâibesi bulunan köle olsun, müdebber, mükâteb veya
ümme veled olsun farketmez, hepsi böyledir (gayr-ı muhsan kabul edilirler.)" İmâm Mâlik ve Şâfiî
rahimehümullah: "Köle zannıyla hür kimseye kazıfta bulunana hadd cezası gerektiğine
hükmetmişlerdir.
Müdebber; Efendisinin "Ben öldükten sonra hür olsun" dediği köledir.
Mükâteb: Efendisiyle anlaşarak hürriyetini satın almak üzere ödeme yapan köledir.
Ümmü Veled: Efendisinden çocuk doğuran köle. Bu artık satılamaz, efendisi ölünce hür olur, kimse
ona vâris olamaz.*19+
* KÖLENİN TESMİYESİ
‫ـ‬4160 ‫ـ‬1‫ ػٍ ـ‬ٙ ‫ شج أت‬ٚ‫ْش‬
.
‫ق ال‬: ]
:
#:
:
[. ّ‫خاٌ أخشج‬ٛ ‫ دأد ٔأت ٕ ان ش‬.
.
.
1. (4160)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden kimse "kölem", "cariyem" demesin. Köle de Rabbî (sahibim), rabbetî (sahibem)
demesin. Mâlik (efendi) "Oğlum" "kızım" desin. Memluk (köle) de Seyyidî (efendim), seyyidetî desin.
Zira hepiniz memluklersiniz. Rabb de aziz ve celil olan Allah´tır." *Buhârî, Itk 17; Müslim, Elfâz 14,
(2249); Ebu Dâvud, Edeb 83, (4975, 4976).+*20+
‫ـ‬4161 ‫ـ‬2‫ ـ‬ٙ ‫ ح ٔف‬ٚ‫سٔا‬: ]
:
:
:
:
[.
2. (4161)- Bir rivayette şöyle gelmiştir: "Hiç kimse "Rabbini (efendini) doyur; "Rabbine abdest suyu
dök"; "Rabbine su ver" demesin. Bilakis "Seyidim"; "efendim" desin.
Sizden kimse abdî (kulum), emetî (cariyem) de demesin. Bilakis "oğlum", "kızım, "yavrum"desin."
*Müslim, Elfaz 15, (2249).+*21+
‫ـ‬4162 ‫ـ‬3‫ ـ‬ٙ ‫ن ً غ هى أخشٖ ٔف‬: ]
.
[.
3. (4162)- Müslim´in bir diğer rivayetinde: "Sizden kimse "kölem!" "cariyem!" diye söylemesin.
Hepiniz Allah´ın kölelerisiniz, bütün kadınlarınız da Allah´ın kullarıdır." *Müslim, Elfaz 13, (2249).+*22+
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerde köle ve hizmetçilerle efendiler arasında
birbirlerine hitab etme edebini öğretmektedir.
Efendinin büyüklenme havası taşıyan kölem, cariyem, hizmetçim gibi tabirlerle hitabını Resulullah
yasaklamaktadır. Bu tabirler efendide büyüklenme ifade ettiği gibi, muhatab tarafta da eziklik
meydana getirir. Buhârî, hadisi "Köle üzerine büyüklenme (tetâvül)´ün mekruh olması adını verdiği bir
babta kaydeder. Böylece, her çeşit büyüklenme tavrının mekruh olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Bu
durumda büyüklerin en uygun ifade tarzı "oğlum", "kızım" "yavrum", "evladım" gibi şefkat, sevgi ve
merhamet ma´nâlarını beraberinde getiren kelimelerin kullanılması uygun olmaktadır. Bu kelimeler
muhatapta da saygı ve hürmet hislerini uyandırır.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), köle ve hizmetçilerin, aynı zamanda Allah için de kullanılan Rabb
kelimesini, efendileri için kullanmamalarını emretmektedir. Rabb arapçada sahip, evin büyüğü,
terbiyecisi gibi ma´nâlara gelir. Rabb kelimesi Allah için kullanılır. Rabbülâlemîn, Alemlerin sâhibi,
idarecisi, terbiyecisi ma´nâsında Allah için kullanılmaktadır. Bu kelimenin Arapçada kullanılışı günlük
olarak çok yaygın da olsa, Resulullah, efendi ma´nâsında insanlar için köleler ve hizmetçiler tarafından
kullanılmasını hoş karşılamıyor.
İbnu Hacer, nehyin sebebini "Rububiyyetin hakikatı Allah´a mahsustur, zira gerçek rabb (sahip) mâlik
olan ve eşyaya kıyam verendir. Bunun hakikatı ise ancak Allah´da bulunur" diyerek açıklar. Hattâbî
der ki: "Yasağın sebebi, insan merbub (terbiye edilen, sahip olunulan)dır ve Allah´a karşı her çeşit şirki
terkederek tam bir tevhidle kulluk yapmak zorundadır. Bu yüzden O´na, isimde bile benzerlik
mekruhtur, ta ki en küçük bir şirk ma´nâsına düşmesin. Bu hususta hür ile köle arasında fark yoktur.
Ancak, diğer hayvanlar ve cansızlar arasında ibadete mahal olmayan şeyler için, izafet (tamlama) ile
birlikte kullanılmasının bir mahzuru yoktur. Rabbu´ddar (ev sahibi), rabbu´ssevb (elbise sahibi) gibi."
Haliyle bu ruhsat Araplar için. Bizim dilimizde eşya için de kullanılması münasebet almaz.
İbnu Battal der ki: "Allah´tan başka hiç kimse için rabb kelimesinin kullanılması caiz değildir. Tıpkı ilah
kelimesinin kullanılması gibi..." İbnu Hacer, bu yasağın kelimenin izafetsiz ve mutlak kullanılışı ile ilgili
olduğunu, izafetli olunca mahzurun kalkacağını, Kur´an´dan da bir delil kaydederek açıklar: Hz. Yusuf,
meşhur kıssasında: "Efendinin yanında beni an" (Yusuf 42) demiştir. Hadiste ise Kıyamet alametleri
sayılırken: "Câriyenin efendisini doğurduğu zaman" buyurulmuştur. *23+
‫ـ‬4163 ‫ـ‬4‫ ش ٔػٍ ـ‬ٚ‫جش‬
‫ق ال‬: ]
#:
[. ّ‫ دأد ٔأت ٕ ي غ هى أخشج‬ٙ ‫ ٔان ُ غائ‬.
4. (4163)- Hz. Cerîr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hangi köle kaçarsa, bilsin ki ondan zimmet (garanti) kalkmıştır, dönünceye kadar namazı kabul
edilmez." *Müslim, İmân 122-124, (68, 69, 70); Ebu Dâvud, Hudûd 1, (4360); Nesâî, Tahrimu´d-Dem
12, (7, 102).][24]
AÇIKLAMA:
İslam, köleye iyi muamele yapılmasını emrederken, efendinin de hukukunu ihmal etmemiştir.
Kölelerde efendilerine sadakatlı olmak, üzerlerine düşen hizmeti hakkıyla yapmak zorundadır.
Sadedinde olduğumuz hadis, kaçmayı yasaklamaktadır. Kaçan köleden zimmetin kalkması, şeriatın
ona tanıdığı koruma garantisinin kalkmasıdır. Hadisin Ebu Dâvud´daki vechi bu hususta daha açıktır:
"Köle dar-ı harbe kaçarsa kanı helal olur." Yani böyle birisi öldürülecek olsa katiline herhangi bir ceza
terettüp etmez. Hele bir de irtidad etmiş ise. Tîbî der ki: "Dinden dönmemiş de olsa hüküm böyledir,
çünkü, kanını heder edecek işler yapmıştır. İslam diyarını terketmek, müşriklerin himayesine (civâr)
girmek gibi. Nesâî´nin bir rivayetinde "Köle efendilerinden kaçarsa namazı kabul edilmez,
(dönmeden) ölürse kâfir olarak ölür" buyurulmuştur." [25]
ÜÇÜNCÜ BAB
AZAD ETME
‫ـ‬4164 ‫ـ‬1‫ػًش ات ٍ ػٍ ـ‬
‫ق ال‬: ]
#:
[. ّ‫أخشج‬
،‫ٍ ن فظ ْٔزا ان غ تح‬ٛ ‫خ‬ٛ ‫ان ش‬.»
« ٌ‫ان ُ ق صا‬.ٔ»
« ‫ ٔان ً قذاس ان حذ يجأصج‬.
1. (4164)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Kim, kendisi ile bir başkası arasında (ortak) olan bir köle(deki kendine mahsus hisse)yi âzad
ederse, köleye onun malından adilane bir kıymet biçilir, ne eksik nede fazla. Sonra, eğer zenginse,
onun malından *Ortaklara hisseleri verilerek+ köle âzad edilir. Değilse köleden âzad ettiği kısım âzad
olmuştur." *Buhârî, Şirket 5, 14, Itk 4, 17; Müslim, Itk 1, (1501); Muvatta, Itk 1, (2, 772); Ebu Dâvud,
Itk 6 (3940, 3941, 3942, 3943, 3944, 3945, 3946, 3947); Tirmizî, Ahkâm 14 (1346, 1347); Nesâî, Büyû
106, (7, 319).][26]
AÇIKLAMA:
Birkaç kişi arasında ortak olan bir köleyi, ortaklardan biri, kendi hissesini âzad edecek olursa, imamlar
farklı hükümler beyan etmiştir. Rivayette görüldüğü üzere, âzad eden zengin ise, köleye adilane bir
değer biçildikten sonra öbür ortaklarının hisselerini de verir ve köle onun adına âzad edilmiş olur.
Mâlik ve Şâfiî hazretleri böyle hükmeder. Adam fakirse ondan geri kısmın parası taleb edilmez. Ebu
Hanîfe´ye göre ortağı muhayyerdir, dilerse hissesini âzad eder veya hizmet mukabili köleyi âzad eder.
Her iki durumda velâ hakkı ortakların olur. Veya âzad eden, zenginse, kendi hissesinin kıymetini
tazmin eder. Veya tazmin ettiği hisseyi köleden bilahare alır, bu durumda velâ hakkı âzad edenindir.
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed´e göre, zengin olma halinde âzad eden, diğer borcu tazmin eder,
fakirse köleden hizmet ister ama köleden geri para isteyemez, velâ her iki halde de âzad edene
aittir.[27]
‫ـ‬4165 ‫ـ‬2‫ ٔػٍ ـ‬ٙ ‫ان ذسداء أت‬
[. ّ‫ دأد أت ٕ أخشج‬.
‫ق ال‬: ]
#:
2. (4165)- Ebu´d-Derda (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Köleyi ölme anında âzad edenin misâli, doyduğu zaman hediyede bulunan adam gibidir." [Ebu
Dâvud, Itk 15, (3968); Tirmizî, Vesâya 7, (2124).+*28+
AÇIKLAMA:
Bu hadis, başta köle âzadı olmak üzere her çeşit bağış ve hayrın, nefsin hırsına, şahsî arzusuna rağmen
yapılmasını teşvik etmektedir. Doymuş olan değil, aç adamın, yani yemeye ihtiyaç ve iştahı olan
adamın yapacağı bağış daha kıymetlidir. Böylesi bağışlar, Allah rızası içindir veya ahiretin dünyaya,
nefsin bencilliğine tercih edilerek yapılan bağıştır. Bu çeşit bağıştan ferdin istifadesi çok olur.
İnsanlar, şahsi arzularını tatminden sonra bağışta bulunmayı esas almaya başlasalar, bağışlar
gerçekten son derece azalır. Çünkü, dünya hırsı tatmin olmak bilmez. Çoğu insanın bugünyarın
derken, eceli beklenmedik bir anda geliverir, bağış yapmaya fırsat da bulamaz. Hülasa hangi açıdan
bakarsak bakalım hadis gerçekten hikmetlidir.*29+
‫ـ‬4166 ‫ـ‬3‫ٍ ت ٍ ػًشاٌ ٔػٍ ـ‬ٛ ‫ح ص‬
.
#
[. ّ‫ ان ثخاس٘ إ ان غ تح أخشج‬.
:]
.
3. (4166)- İmran İbnu Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir adam, öleceği sıra, kendine ait altı
köleyi âzad etti. Onlardan başka malı da yoktu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onları çağırdı.
Onları üç gruba ayırdı, sonra aralarında kur´a çekti. İkisini âzad etti, dördünü köle olarak bıraktı.
Adamı da şiddetle azarladı." *Müslim, Eyman 56, (1668); Muvatta, Itk 3, (2, 774) Tirmizî, Ahkam 27,
(1364); Ebu Dâvud, Itk 10, (3958, 3959, 3960, 3961); Nesâî, Cenâiz 65, (4, 64).+*30+
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, ölüm anında yapılan bağış hibe, vasiyet gibi tasarrufların, ölüme muallak tasarruflar gibi
olduğunu göstermektedir.
2- Şeriatımız, maldan üçte bir nisbetinde vasiyeti meşru kılmış ise de fazlasına müsaade etmemiştir.
Üçte iki varislerin hakkıdır, o vasiyet edilemez, bağışlanamaz. Bu sebeple Resulullah bütün malı altı
köleden ibaret olduğu halde onları da âzad ederek, vârislere hiç mal bırakmayan adama kızıyor ve bu
gayr-ı meşru bağışı bozarak meşru şekle sokuyor.
3- Nevevî, bu hadiste, İmam Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshak, Dâvud-ı Zâhirî, İbnu Cerîr ve cumhur´un kura
hakkındaki görüşlerne delil olduğunu belirtir. Onlara göre, bu çeşit durumlarda âzad edilecek
olanların tesbitinde kur´a esastır. Ebu Hanîfe merhum: "Kur´a bâtıldır, bu işte onun medhali yoktur,
her bir köle, hissesi nisbetinde âzad edilmiş olur, mütebâki kısmını hizmetle ödeyerek hürriyetine
kavuşur" demiştir. Şabî, Nehâî, Şureyh, Hasan Basrî ve İbnu Müseyyeb de Ebu Hanîfe gibi
düşünmüşlerdir.*31+
‫ـ‬4167 ‫ـ‬4‫ػًش ات ٍ ٔػٍ ـ‬
ٌ‫ان خطاب ت ٍ ػًش أ‬
‫ق ال‬: ]
[. ّ‫ يان ك أخشج‬.
4. (4167)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) diyor ki: "Hangi cariye, efendisinden bir çocuk dünyaya
getirirse, artık efendi bu cariyeyi satamaz, hibe edemez, miras da kılamaz. Hayatta oldukça ondan
istifade eder, öldü mü artık cariye hür olur." *Muvatta, Itk 6, (2, 776).+*32+
AÇIKLAMA:
Efendisinden çocuk doğuran cariyeye ümmü veled denir. Ümmü veled artık sıradan bir köle değildir.
İbnu Ömer´in belirttiği gibi, satılamaz, hibe edilemez, ona varis de olunamaz. Efndisinin vefatından
sonra hürriyetine kavuşur. Bu hususta icma vardır. Bütün imamlar böyle hükmetmiştir.*33+
‫ـ‬4168 ‫ـ‬5‫ج ُذب ت ٍ عًشج ٔػٍ ـ‬
‫ق ال‬: ]
#:
[.
ّ‫ٔان تشيز٘ دأد أت ٕ أخشج‬.» ‫‘ا‬
« ‫ جًغ يٍ ٔك م ق اسب‘ا ْى‬ٚ ‫ ُك‬ٛ ‫ ُّ ت‬ٛ ‫َ غة ٔت‬. ‫ ط هق‬ٚٔ
ٙ ‫ جٓح يٍ ق اسب‘ا ػ هٗ ان فشائ ض ف‬،‫يٍ سحاو‘ا رٔ٘ يٍ ٔان ًحشو ان ُ غاء‬
ّ‫ٔان ث ُت و‘ك ا َ كاح‬
‫‘ٔا‬،‫ ٔيزْة خت‬ٙ‫ ؼ تق أَ ّ ان شاف ؼ‬ٚ ّٛ ‫ خٕج‘ا دٌٔ ٔان فشٔع صٕل‘ا ػ ه‬.
5. (4168)- Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim zûrahm mahrem birisine mâlik olursa o hürdür." *Ebu Dâvud, Itk 7, (3949);
Tirmizî, Ahkâm 28, (1365); İbnu Mâce, Itk 5, (2524).+*34+
AÇIKLAMA:
Zûrahm, ebediyen nikah edilmesi haram olan yakınlar, akrabalar demektir. en-Nihâye´de Feraiz
bahsinde, kadın tarafından akrabalara zûrahm dendiği belirtilir: Anne, kız, kızkardeş, teyze, hala gibi
nikahlanması haram olanlar. Muhrim (veya mahrem veya muharrem) denmesi, diğerlerinden tefrik
içindir.
Hadis, yakın akraba, şu veya bu şekilde kişinin mülkiyetine geçmesi halinde onların hür olacaklarını,
yakınların köle statüsünde tutulmayacağını beyan etmektedir. İbnu´l-Esir, Sahâbe ve Tâbiînden ehli
ilmin ekseriyetinin buna hükmettiğini belirtir. Ebu Hanîfe, Ashabı, Ahmed İbnu Hanbel, hep bu
görüştedirler.
* İmam Şâfiî ve diğer bazı selef ülemâsı ise evladın, babaların, annelerin âzad edileceğine, diğer
yakınların âzad edilmeyeceğine hükmederler.
* İmam Mâlik, "evlad, ebeveyn ve kardeşler hür olur, başkaları olmaz" diye hükmetmiştir.*35+
‫ـ‬4169 ‫ـ‬6‫ة ت ٍ ػًشٔ ٔػٍ ـ‬ٛ ‫ّ ػٍ شؼ‬ٛ ‫جذِ ػٍ أت‬
‫ق ال‬: ]
#
:
.
:
.
#: ٙ‫ػ ه‬
.
.
#:
# ٗ‫ػ ه‬
:
[. ّ‫دأد أت ٕ أخشج‬.»
‫ش ػ هٗ رك ش جًغ‬ٛ ‫اط غ‬ٛ ‫ ق‬.
ٗ ‫ان‬
.
.
« ‫ان قطغ‬. ٔ»
:
«
6. (4169)- Amr İbnu Şu´ayb an ebîhi an ceddihî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)´a yardım taleb etmek üzere bir adam gelip: "Ey Allah´ın Resulü! (Efendim) falana ait şu
cariye var ya (onun yüzünden efendim bana sıkıntı veriyor)" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm "Vah! Neyin
var " deyince adam: "Bela hâsıl oldu. Köle (ben demek istiyor) efendinin cariyesine bakmıştı, efendi
kıskançlıkla erkeklik uzvunu burdu (hadım etti)" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Adamı bana getir!"
emretti. Efendi çağırıldı ama getirilemedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: "Öyleyse git, sen
hürsün!" ferman buyurdu. Adam: "Ey Allah´ın Resûlü! (Efendimin kölesi olmamda direnmesi halinde)
kim bana yardımcı olacak " dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sana yardımcı olmak bütün müslümanlara
terettüp eder" cevabını verdi." *Ebu Dâvud, Diyât 7, (4519); İbnu Mâce, Diyât 29, (2680).+*36+
AÇIKLAMA:
Hadis, görüldüğü üzere, efendisi tarafından, cariyesine baktığı için, erkeklik uzvu burularak hadım
edilen bir kölenin şikayetine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın verdiği hükmü aksettiriyor.
* Köle hür olacak.
* Bu hükmün uygulanmasında bütün müslümanlar kölenin yardımcısı olacaklar.*37+
‫ـ‬4170 ‫ـ‬7‫ ُح ٔػٍ ـ‬ٛ ‫ع ف‬
‫ق ال‬: ]
.
.
:
:
[. ّ‫ دأد أت ٕ أخشج‬.
7. (4170)- Sefîne (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)´nın kölesi idim.
Bir gün bana: "Seni âzad ediyorum, ancak yaşadığın müddetçe Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a
hizmet etmeni şart koşuyorum dedi. "Sen bu şartı koşmasan da başka bir şey yapacak değilim!"
dedim. Beni âzad etti ve bana bu şartı koştu." *Ebu Dâvud, Itk 3, (3932); İbnu Mâce, Itk 6, (2526).+*38+
AÇIKLAMA:
Hattâbî der ki: "Bu, şart adıyla ifade edilen bir vaaddir. Bu vaade uymak gerekli değildir. Fakihlerin
çoğu, âzad ettikten sonra şart koymayı sahih kabul etmiyorlar. Zira âzadlık başkasının mülkiyetini
kabul etmeyen bir şarttır. Hür kimsenin hâsıl edeceği menfaatlere, kendisinden başka kimse, ücret
karşılığı ve benzeri bir durum olmadan, mâlik olamaz."
Begavî´nin Şerhu´s-Sünne´sinde denir ki: "Bir kimse, kölesine: "Bana bir ay hizmet etmen şartıyla seni
âzad ettim" dese, o da kabul etse, derhal hür olur ve ona bir aylık hizmet terettüp eder. Eğer: "Bana
ebediyyen hizmet etmen şartıyla" deseydi veya "Bana hizmet etmen şartıyla" deyip mutlak
bıraksaydı, o da kabul etseydi, derhal hür olur, efendisine kölelik kıymetini borçlanırdı. Bu şart âzad
olmaya makrun olursa, köleye kıymetini ödeme borcu terettüp eder, hizmet terettüp etmez. Ama
âzad olduktan sonra bu şart koşulursa, bu şarta uymak gerekmez, köle üzerine bir borç da terettüp
etmez, fukaha çoğunluk itibariyle böyle hükmetmiştir."
Neylü´l-Evtâr´da: "Bu hadisle, bir şarta muallak (bağlı) âzad etmenin sıhhatine istidlal edilmiştir" denir
ve İbnu Rüşd´ün: "Köleyi efendisi, senelerce hizmet şartıyla âzad etse, onun âzadlığı hizmet
etmedikçe tahakkuk etmeyeceği hususunda ihtilaf edilmemiştir" dediği kaydedilir.
İbnu Raslân da şunu söyler: "Bu meselede ihtilaf edildi. İbnu Sîrîn, buna emsal meselelerde şartı sabit
görürdü. Ahmet İbnu Hanbel´e aynı mesele soruldu. "Bu hizmeti köle, onu kendine şart kılan
sahibinden satın alır" cevabını verdi, "parayla mı "denince, "evet" dedi.[39]
‫ـ‬4171 ‫ـ‬8‫ػًش ات ٍ أٌ ت ه غّ أَ ّ يان ك ٔػٍ ـ‬
:[.
:]
8. (4171)- İmam Mâlik´e ulaştığına göre, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e âzad etme şartıyla satın
alınan rakabe-i vâcibe´den sorulmuştu. "Hayır, olmaz" cevabını verdi." *Muvatta, Itk 12, (2, 778).+*40+
AÇIKLAMA:
Rakabe-i vâcibe, kişiye, dinî bir vecibe olarak âzad etmesi gereken köledir. Yani, Kur´an-ı Kerim´de
zikri geçen hallerin birinde âzad edilmesi gereken köleye denir. Sözgelimi yemin kefâreti, katl kefâreti,
zıhâr kefâreti olarak zikredilen köle âzadları vacib olan âzadlardır. Bunlara rakabe-i vâcibe denmiştir.
Bir de tetavvu âzadlar vardır; Resulullah´ın vaadettiği sevabı elde etmek üzere köle âzadı. Şu halde bu
iki âzad mahiyetce farklı olduğu gibi, âzad edilecek kölelerde aranacak şartlar da farklı olabilecektir.
İşte İbnu Ömer´e sorulan husus şu olmaktadır: "Üzerinde köle âzad etme borcu bulunan bir kimse,
bunu yerine getirmek üzere, bir başkasından bazı şartlarla kayıtlı olarak bir köle satın alıp onu âzad
edebilir mi " İbnu Ömer (radıyallahu anh) buna "Hayır!" diye cevap veriyor.
Öyle ise, rakabe-i vâcibe´nin tam bir köle âzadı olması gerekmektedir. Bir başkasının ortak olduğu, bir
başkasına biraz borç ödemek, hizmet etmek gibi herhangi bir şartla kayıtlı olan kimsenin âzad
edilmesi, o vâcib âzad etme borcunu yerine getirmiyor.
İmam Mâlik, İbnu Ömer´in "Hayır!" cevabını şöyle açıklar: "Çünkü, bu tam bir rakabe (köle) değildir.
Zira satıcı, âzad etmek şartıyla satın alana, fiyatından bir miktarını eksik tutmuştur."
İmam Mâlik devamla der ki: "Kişinin tetavvu niyetiyle âzad edeceği köleyi âzad etme şartıyla satın
almasında bir beis yoktur."
Yine der ki: "Rakabe-i vâcibe´de hristiyan, yahudi köleyi, mükâteb köleyi, müdebber köleyi, ümmü
veled´i, birkaç yıl sonraya hürriyetine kavuşma şartına sahip köleyi, âmâ köleyi âzad etmek caiz
değildir."
Şu halde rakabe-i vâcibenin hem müslüman hem de rakabe-i tâmme (tam köle) olması gerekir.
Tetavvu olarak, nasranî, yahudi, mecusi âzad edilebilir.
İmam Mâlik, Muvatta´da rakabe-i vâcibe´nin rakabe-i mü´mîne olması gerektiğini söyledikten sonra,
kefâret olarak yedirilmesi gereken yemeğin de mutlaka müslüman fakirlere yedirilmesi gerektiğini
ilave eder.
* Şunu belirtmede fayda var; İmam Mâlik´i rakabe-i vâcibe´nin müslüman köleden olma şartını
koymaya sevkeden husus Kur´an-ı Kerim´deki katl kefaretiyle ilgili âyetten çıkarılmıştır. Orada âzad
edilecek kölenin mü´min olması şart koşulur (Nisa 92). Diğer kefaretlerde ise bu şart görülmez. Ancak
mutlakın mukayyede hamli umumî bir prensip olması haysiyetiyle mezkur âyetin hükmü diğer
mutlaklara teşmil edilmiştir.*41+
‫ـ‬4172 ‫ـ‬9‫ذ ت ٍ ف ضان ح ٔػٍ ـ‬ٛ ‫َ صاس٘‘ا ػ ث‬
:
[. ّ‫ يان ك أخشج‬.
:]
9. (4172)- Fudâle İbnu Ubeyd el-Ensârî (radıyallahu anh)´tan anlatıldığına göre Fudâle´ye, "üzerinde
bir köle âzad etme borcu bulunan kimsenin veled-i zina´yı âzad etmesi caiz olur mu " diye sorulmuş, o
da "Evet" demiştir. *Muvatta, Itk 11, (2, 777).+*42+
AÇIKLAMA:
Burada da rakabe-i vâcibe hakkında sorulmakta ve zina mahsûlü bir kölenin âzad edilmesinin caiz
olup olmadığı mevzubahis edilmektedir. Bu soru Ashab´tan Fudâle´ye sorulmuş, o da "caiz olur"
demiştir.
Zürkânî, bilhassa katl kefaretinin edasında bu kölenin mü´min olması gereğinde icma ve nass
olduğunu kaydeder. Zıhâr kefareti ihtilaflıdır.
Önceki hadisle ilgili açıklamamıza da bakılmalıdır. *43+
‫ـ‬4173 ‫ـ‬10‫ ت ٍ ػ ثذان شحًٍ ٔػٍ ـ‬ٙ ‫َ صاس٘‘ا ػًشج أت‬
ٗ ‫إن‬
.
.
:
#
:
:]
:
:
[. ّ‫ يان ك أخشج‬.
10. (4173)- Abdurrahman İbnu Ebî Amra el-Ensârî rahimehullah´ın anlattığına göre "annesi, bir köle
âzad etmek istemiş ve bunu sabaha tehir etmiş, annesi de bu sırada ölmüştür. Abdurrahman Kâsım
İbnu Muhammed´e: "Ben anneme bedel bir köle âzad etsem, anneme faydası olur mu (sevabı ulaşır
mı) " diye sorar. Kâsım: "Sa´d İbnu Ubâde (radıyallahu anh) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a
gelip: "Annem vefat etti, ben onun adına bir köle âzad etsem ona faydası olur mu " diye sormuştu.
"Evet!" cevabını aldı" dedi. *Muvatta, Itk 13, (2, 779).+*44+
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Zürkânî´nin açıkladığı üzere muhtelif vecihlerden gelmiştir. Rivayetlerin çoğunda Sa´d İbnu
Ubâde (radıyallahu anh)´ın, Resulullah´tan annesi adına tasaddukta bulunmanın annesine bir faydası
olup olmayacağını sorduğu rivayet edilmiştir; bazılarında da burada olduğu gibi, köle âzad etmenin bir
faydası olup olmayacağını sormuş olmalıdır. Her hal ve kârda ülemâ ölü adına tasaddukta bulunmanın
da, köle âzad etmenin de caiz olduğunda icma eder.
Bu durumda âzad edilen kölenin velâ´sına gelince:
* İmam Mâlik ve ashâbına göre, kimin adına âzad edildi ise ona aittir.
* İmam Şâfiî ve ashâbına göre, âzad edene aittir.
* Kûfîlere göre, Ölenin emri (vasiyeti) ile yapılmışsa ölene ait, değilse âzad edene aittir. *45+
‫ـ‬4174 ‫ـ‬11‫ حٖٗ ٔػٍ ـ‬ٚ ٍ ‫ذ ت‬ٛ ‫ق ال ع ؼ‬: ]
ٙ ‫أت‬
[. ّ‫ يان ك أخشج‬.
ٙ‫ف‬
11. (4174)- Yahya İbnu Saîd rahimehullah anlatıyor: "Abdurrahman İbnu Ebî Bekr (radıyallahu
anhümâ), uyuduğu bir uykuda vefat etti. Kız kardeşi Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) onun adına birçok
köle âzad etti." *Muvatta, Itk 14, (2, 779).+*46+
‫ـ‬4175 ‫ـ‬12‫ػًش ات ٍ ٔػٍ ـ‬
‫ق ال‬: ]
[. ّ‫دأد أت ٕ أخشج‬.ّ‫» ٔق ٕ ن‬
‫ي ُّ ان ؼ تق ك اٌ إرا ت زن ك نّ ان ًان ك عًح‬
ٍ‫ان ًال ي‬
‫ ٔان ً ؼشٔف ن ه ُ ؼًح‬.
«
#:
‫أٌ إ ٔا ع تح ثاب ان ُذب ٔجّ ػ هٗ ْزا‬
‫ف ُذب‬
ٗ ‫ ت ًا ي غايح تّ إن‬ٙ ‫ ذِ ف‬ٚ
12. (4175)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim malı olan bir köle âzad ederse, kölenin malı kendisinin olur, yeter ki efendisi bu
hususta bir şart koşmamış olsun." *Ebu Dâvud, Itk 11, (3962); İbnu Mâce, Itk 8, (2529).][47]
AÇIKLAMA:
1- Normal olarak kölenin kazancı efendisine aittir. Öyleyse, köleye mal nisbet edilerek, malı olan köle
denmesi, kölenin mal sahibi olduğu ma´nâsında değildir. Öyleyse bu, "elinde mal bulunan ve kesbiyle
hâsıl" ma´nâsına gelir.
2- "Kendisine aittir" ifadesinde kendisi ile kim kastediliyor Köle mi efendi mi; ikisine de râci
olabilmektedir. Âlimler ihtilaf etmiştir. Çoğunluk, âzad eden efendi demiştir. Şu halde ma´nâ "Kölenin
elindeki malı, efendi köleye bağışlarsa onun olur, değilse efendinindir" demektir. [48]
‫ـ‬4176 ‫ـ‬13‫ ؼح ٔػٍ ـ‬ٛ ‫ ت ٍ ست‬ٙ ‫ػ ثذان شحًٍ أت‬: ]
:
.
[. ّ‫ يان ك أخشج‬.
ٗ ‫إن‬
13. (4176)- Rebîa İbnu Ebî Abdirrahmân anlatıyor: "Zübeyr İbnu´l-Avvâm (radıyallahu anh) bir köle
satın aldı ve onu âzad etti. Bu kölenin, hür bir kadından oğulları vardı. Hz. Zübeyr: "Oğulları benim
mevâlimdir" dedi. Annesinin efendileri: "Hayır, onlar bizim mevâlimizdir" dediler. Bunun üzerine
dâvaları Hz. Osman (radıyallahu anh)´a intikal etti. O, velâ´nın Hz. Zübeyr´e ait olduğuna hükmetti."
[Muvatta, Itk 21, (2, 782).][49]
AÇIKLAMA:
Velâ, daha öncede geçtiği üzere, lügat açısından tasarruf, muâvenet, muhabbet demek olup kurb
(yakınlık) ma´nâsına olan velî kelimesinden alınmadır. Ancak fıkıh tabiri olarak, verâsete sebep olan
hükmî bir akrabalığı ifade eder. Bu akrabalık bazan akidle teessüs eder ki, buna velâ-i müvâlât denir,
bazanda âzad etme sonucu efendi ile âzadlı arasında teessüs eder ki, buna da velâ-i ataka denir. Şu
halde, bu hadiste geçen velâ´ dan murad velâ-i atakadır. Mevlâ, bir ma´nâda, arada velâ-i ataka bağı
bulunan hükmi akraba demektir. Daha âmiyane tabiriyle âzad edilmiş köle diyoruz.
Mevlâ´nın bir diğer ma´nâsı, köle âzad etmiş efendi demektir. Sahip ma´nâsına, Allah için de
kullanıldığı malumdur.*50+
‫ـ‬4177 ‫ـ‬14‫ػائ شح ٔػٍ ـ‬
[. ّ‫ يان ك أخشج‬.
‫ق ان ت‬: ]
#
:
14. (4177)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a "Hangi köleyi
âzad etmek efdaldir " diye sorulmuştu."
Fiyatça yüksek olanı ve efendisinin nazarında en nefis olanıdır!" cevabını verdi." *Muvatta, Itk 15, (2,
779); Buhârî, Itk 2; Müslim, İman 136 (84).+*51+
AÇIKLAMA:
1- Buhârî´nin rivayetinde soru sâhibinin Ebu Zerr el-Gıfarî (radıyallahu anh) olduğu tasrih edilmiştir.
2- Hadis´te en efdal âzad için iki ölçü verilmiştir:
1) Pahası yüksek olan.
2) Sahibinin yanında nefîs olan.
Ülemâ, meselenin tahlilinde bazı farklı neticeler ileri sürmüştür:
Nevevî der ki: "Allah bilir ya, bu hadis tek bir köle âzad edecek kimse içindir. Amma, bir kimsenin,
mesela bir dirhemi olsa, bununla bir köle satın almak ve âzad etmek istese, derken bu paraya nefîs bir
köle veya değerce düşük iki köle alabilecek olsa, iki köleyi alıp âzad etmesi efdaldir." Devamla der ki:
"Bu, kurbanlığın hilafınadır. Şişman bir kurbanlık daha efdaldir, çünkü bunda matlub olan etin iyi
olması, öbüründe köle âzadıdır."
İbnu Hacer der ki: "Bana zâhir olan şudur: "Bu meseledeki hüküm, şahsa göre değişir. Bazı tek şahsın
âzad edilmesi ile, âzad eden, çok sayıda kimseyi âzad etmekten daha fazla istifadede bulunur. Bazısı
güzel etten ziyade, daha fazla dağıtabilmek için miktarca çok olan ete muhtaçtır, çünkü ete muhtaç
olanlar çoktur. Şu halde bunda esas olan, azlıkçokluktan ziyade (içinde bulunulan şartlara göre) en
çok faydalılıktır."
Hadisten hareketle: "Bir kimsenin müslüman köleden daha pahalı olan kâfir kölesini âzad etmesi
efdaldir" diye hükmedilmiştir. Ancak bu hükme, Esbağ ve başka âlimler muhalefet ederek: "Murad
müslümanlar arasında kıymetce üstün olandır" demişlerdir.
Kâdî İyaz der ki: "Kafiri âzad etmenin câiz olduğunda ihtilaf yok, ancak tam fazilet mü´minin âzad
edilmesindedir."
İmam Mâlik´in: "Fiyatca yüksek olanın âzad edilmesi, kafir de olsa efdaldir" diye, hadisin zahirine göre
hükmettiği rivayet edilmiştir. Ancak, ashabından olan-olmayan pek çok âlim ona bu meselede
muhalefet etmiştir. Esahh olan da muhalif görüştür. Hatta Kurtubî demiştir ki: "Müslimi âzad etmenin
efdal olması, hem müslümanın hürmeti, hem de şehâdet, cihad (kaza, zekât gibi kafire câiz olmadığı
halde hür müslümana caiz olan ammeye faydalı hizmetler) sebebiyledir." Bir kısım hadisler, ayrıca
erkeği âzad etmenin, kadını âzad etmekten efdal olduğunu ifade eder.
Tirmizî´nin bu hususa açıklık getiren bir rivayeti şöyle: "Hangi müslim, iki müslüman köle kadını âzad
ederse, bunlar onun ateşten kurtuluşuna sebep olur..." (Hadisi 4151 numaralı hadisin şerhinde tam
olarak kaydettik). Bu rivayette bir erkeğin âzad edilmesi, iki kadının âzad edilmesine denk
tutulmuştur. Bunun sebebi, fayda açısından bakınca, erkeğin içtimâî faydası kadından fazladır.
Dediğimiz gibi cihada katılabilir, kadılık yapabilir, zekat verebilir, şehadette bulunabilir vs. Ayrıca
erkeğin hizmeti daha çok aranan bir hizmettir, verimlidir. Bu sebeple geçmiş devirlerde erkek köleler
daha çok görülmüştür. Âlimler, bir kısım cariyelerin âzad edilmesine, onların ziyan olması gözüyle
bakmışlardır, korunmalarının devamı için âzad edilmemelerini haklarında hayırlı bulmuşlardır.
Bazı âlimler, meseleye bir başka noktadan yaklaşarak: "Koca hür de olsa, köle de olsa kadından
doğanlara hürriyetin daha çok sirayet edeceğini söylerek kadının âzad edilmesinin efdal olacağını
söylemiş ise de, böyle söyleyenlere erkekleri âzad etmedeki yukarıda zikredilen umumî menfaatlerle,
kadınların zâyi olma durumları hatırlatılarak âzad edilmesinin efdal olduğunu söylemişlerdir.
Şu halde, sadedinde olduğumuz hadisin zâhiriyle hüküm vermezden önce, nazar-ı dikkate alınması
gereken başka rivayetler ve bir kısım izâfi durumları bilmek gerekmektedir; ülemâmız bunu yapmıştır.
[52]
DÖRDÜNCÜ BÂB
MÜDEBBER KILMA, MÜKÂTEBE YAPMA
‫ـ‬4178 ‫ـ‬1‫جات ش ػٍ ـ‬
:]
ٍ ‫ت‬
#
:
[. ّ‫ ان خً غح أخشج‬.
1. (4178)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam, kölesini "benden sonra hür olsun" diye
âzad etmişti. Sonradan ona ihtiyacı doğdu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) köleyi alarak: "Bunu
benden kim satın alacak " dedi. Nuaym İbnu Abdillah İbni´n-Nehhâm (radıyallahu anh) şu şu miktar
fiyata satın aldı. Resulullah o parayı (köle sahibine) verdi." *Buhârî, Büyû 59, 110, İstikrâz 16, Husumât
2, Itk 9, Kefâretu´l-Eymân 7, İkrâh 4, Ahkâm 32; Müslim, Eymân 41, (997); Ebu Dâvud, Itk 9, (3955,
3956, 3957); Tirmizî, Büyû 11, (1219); Nesâî, Büyû 84, (7, 304).+*53+
AÇIKLAMA:
1- Kölesi olan bir kimse: "Kölem, ben öldükten sonra hürdür" derse, bu köleye müdebber denir.
Çünkü, hürriyeti ölme şartına bağlanmıştır. Kelime geri, arka ma´nâsına gelen dübürden gelir.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, müdebber kölenin, ihtiyaç halinde satılabileceğini, bunun cevazını
göstermektedir. Çünkü rivayet, müdebbirin kölenin parasına muhtaç duruma geldiğini ifade ediyor.
Rivayette yok ise de, adam durumu Resulullah´a arzetmiş, Aleyhissalâtu vesselâm da bizzat satış işiyle
ilgilenerek cevazı göstermiştir. Buhârî´nin bir rivayetinde ise, "Başka hiçbir malı bulunmayan bir
kimsenin yegâne mülkü olan tek kölesini müdebber kıldığı Resulullah´ın kulağına gelmiş, Resulullah da
köleyi sekizyüz dirheme satıp, parasını adama göndermiştir."
3- Tariklerin çoğunda, kölenin sekizyüz dirheme satıldığı belirtilir.
4- Bazı rivayetlerde adamın borçlu olduğu, diğer bazılarında muhtaç olduğu, diğer bazılarında başka
malı bulunmadığı açıklanır. Aslında bunların hepsi bir kapıya çıkarak müdebberin satılmasını meşrû
kılan gerekçeyi gösterir. Çoğunluğun ittifak ettiği husus, müdebberin, sahibinin sağlığında satılmış
olmasıdır. Sadece Seleme İbnu Küheyl´den Şerîk´in rivayetinde "Bir adam öldü, geriye bir müdebber
ve borç bıraktı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın emriyle, borçlarının ödenmesi için müdebber
satıldı" denir. Hadisi kaydeden Dârakutnî, Şerîk´in bu rivayette hata ettiğini şeyhi Ebu Bekr enNeysâburî´den kaydetmiştir.
Alaeddin Mağoltay, Telvîh´de der ki: "Ülema, müdebberin satılıp satılamayacağı hususunda ihtilaf
etmiştir:
* Ebu Hanîfe, Mâlik ve bir grup Ehl-i Kûfe, efendinin müdebberini satamayacağına hükmetmiştir.
* Şâfiî, Ahmed, Ebu Sevr, İshâk ve Ehl-i Zâhir câiz demiştir. Hz. Âişe, Mücâhid, Hasan Basrî, Tâvus da
bu görüştedir.
* İbnu Ömer, Zeyd İbnu Sabit, Muhammed İbnu Sîrîn, İbnu Müseyyeb, Zührî, Şâ´bî, Nehâî, İbnu Ebî
Leyla, Leys İbnu Sâd mekruh olduğuna hükmetmişlerdir.
* Evzâ´î, "âzad etmek isteyen satın alabilir" demiştir.
* Ahmed İbnu Hanbel de "efendisi borçlu olmak kaydıyla câizdir" demiştir.
* Mâlik "ölüm sırasında satabilir, hayatta iken satamaz" demiştir."*54+
‫ـ‬4179 ‫ـ‬2‫أٌ َ اف غ ٔػٍ ـ‬
‫ يان ك‬.
‫ػًش‬
[. ّ‫أخشج‬
:]
2. (4179)- Nâfi anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), kendine ait iki cariyeyi müdebber kıldı.
Onlar müdebber oldukları halde İbnu Ömer onlara temasta bulunuyordu." *Muvatta, Müdebber 4, (2,
814).][55]
‫ـ‬4180 ‫ـ‬3‫ة ت ٍ ػًشٔ ٔػٍ ـ‬ٛ ‫ّ ػٍ شؼ‬ٛ
‫ق ال جذِ ػٍ أت‬: ]
#:
[. ّ‫ ٔان تشيز٘ دأد أت ٕ أخشج‬.
3. (4180)- Amr İbnu Şuayb an ebîhi an ceddihî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Kim kölesi ile yüz okiyye üzerinden mükâtebe yapsa da, kölesi bunun on
okiyyesi hariç hepsini ödese, yine de köledir." *Ebu Dâvud Itk 1, (3927); Tirmizî, Büyu´ 35, (1260); İbnu
Mâce, Itk 3, (2519).+*56+
‫ـ‬4181 ‫ـ‬4‫‘ٔ ـ‬
‫دأد‬: ]
[.
4. (4181)- Ebu Dâvud´un bir rivayetinde şöyle buyurulur: "Mükâteb, üzerinde bir dirhemlik borç
kaldığı müddetçe köledir." *Ebu Dâvud, Itk 1, (3926).+*57+
AÇIKLAMA:
Mükâtebe veya kitâbet, efendi ile köle arasında cereyan eden hürriyetini satın alma anlaşmasıdır.
Köle, varılacak mütabakatla tesbit edilen belli bir meblağı kazanarak, efendisine ödemek karşılığında
hürriyetini satın almak isteyebilir. Bu antlaşmayı yapan köleye mukâteb, efendiye de mükâtib denir.
Yukarıdaki rivayetler, kölenin, borcunu son kuruşuna kadar ödemedikçe kölelikten kurtulamayacağını
ifade eder. İbnu´t-Tîn mükâtebe akdinin İslam´dan önce de mevcut olduğunu, İslam´ın bunu ikrar
ettiğini belirtir. Mesele üzerine selef ihtilaf etmiştir:
* Abdullah İbnu Sâbit, Hz. Zübeyr, Süleyman İbnu Yesâr, Zeyd İbnu Sâbit, Hz. Âişe, İmam Mâlik
mukâtebin az bir borcu da olsa köle olmaya devam ettiği kanaatinde idiler.
* Hz. Ali: "Yarısını ödedi mi artık kölelikten çıkar, borçlu durumuna geçer" demiştir. Hz. Ali´nin,
"ödediği nisbette hürriyete kavuşur" dediği de rivayet edilmiştir.
* İbnu Mes´ud: "Köle ikiyüz dirheme mükâtebe yapmış ve fakat gerçek değeri yüz dirhem ise, yüz
dirhemi ödedi mi hür olur" demiştir.
* Atâ: "Mükâteb kitabetinin dörtte üçünü ödedi mi hür olur" demiştir.
* İbnu Abbâs, merfûan, "mukâteb ödediği miktarca âzad edilir" hadisini rivayet etmiştir (Nesâî).
Zürkânî´nin kaydına göre, bu meselede cumhurun delili, Berîre ile ilgili rivayettir. Mukâtebe yapmış
olmasına rağmen borcunu ödeyemediği için satılmıştır. Onun hakkında Zeyd İbnu Sâbit´le Hz. Ali
(radıyallahu anhümâ) tartışmışlardır. Zeyd: "Zina yapacak olsa recmeder, şehâdette bulunacak olsa
şâhidliğini kabul eder misin " der.
Hz. Ali "Hayır!" deyince, Zeyd: "Öyleyse, üzerinde borç kaldıkça o köledir" der. Hattabî: "Bu hadis,
mükâtebin satılması caizdir" diyenlere delildir, çünkü o köle ise memluktur, asıl vasfı olan mülk olma
durumunda devam edince, onda bir başkasının mülkü meydana gelmez. Böylece satılması
yasaklanamaz. Hadiste ayrıca, mükâteb taksidlerini tam olarak ödemeden ölürse, âzadlığına
hükmedilemez, hatta borcunu karşılayacak mal bırakmış da olsa. Çünkü, köle olarak ölünce ölümden
sonra da hür olamaz. Efendisi malı alır, evladları varsa efendiye köle olurlar. Bu hüküm Ömer İbnu´lHattab ve Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anhümâ)´dan rivayet edilmiştir. Ömer İbnu Abdilaziz, Zührî,
Katâde de bu görüşü benimsemiştir. İmam Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel de bu görüştedirler."
* el-Erdebili, el-Ezkâr´da der ki: "Çoğunluk, "Mukâteb taksidlerini ödemezden önce ölse, kalan az da
olsa çok da olsa, borcunu ödeyecek mal bıraksa da bırakmasa da, geride çocuğu kalsa da kalmasa da,
bu hadise göre köle olarak ölür" diye hükmetmiştir.
Ebu Hanîfe der ki: "Mükâteb, geriye borcunu karşılayacak mal bırakarak ölmüşse âzad edilir,
bırakmamışsa âzad edilmez."
İmam Mâlik der ki: "Geriye evlad bırakmışsa âzad edilir, değilse edilmez."
Hadiste, mükâtebin bütün taksitlerini ödemedikçe âzad edilmeyeceği hususuna delil vardır. Sahâbe,
Tâbiîn ve Etbâuttâbiîn´den çoğunluk böyle hükmetmiştir. *58+
‫ـ‬4182 ‫ـ‬5‫ػ ثاط ات ٍ ٔػٍ ـ‬
‫ق ال‬: ]
#:
،
#
٘‫ ن ه تشيز٘ ٔان ه فظ ٔان تشيز‬.
[. ّ‫دأد أت ٕ أخشج‬
5. (4182)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Mükâtebe karşı bir hadd işlenir, (diyet almaya hak kazanırsa) veya mirasa mazhar olursa,
(borcunu ödeyerek) hürriyetinden kazandığı miktarca onlara vâris olur." Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurdular: "Mükâteb, ödediği hisse nisbetinde hür diyeti öder, geri kalanı köle
diyetinden öder." *Tirmizî, Büyû´ 35, (1259); Ebu Dâvud, Diyât 22, (4582); Nesâî, Kasâme 36, (8, 45,
46).][59]
AÇIKLAMA:
Hadis şunu demek istemektedir: Mükâteb için bir diyet veya mirâs sabit olursa, diyet ve mirastan,
hürriyetten kazandığı miktarca hak alır. Mesela kitabetinin yarısını ödemiş, o sırada babası hür olarak
vefat etmiş ise mükâtebden başka vârisi de yoksa, ondan malın yarısına varis olur veya mükâtebe
karşı bir cinayet işlenmiş ise, o da mükâtebe borcundan bir miktar ödemiş ise, câni, öldürülen
mükâteb´in vârislerine, diyet olarak, ölenin mükâtebe karşılığı olarak ödediği miktarın karşılığını hür
diyetinden, efendisine de mütebâkisini köle diyetinden öder. Mesela, efendisiyle bin dirhem üzerine
mukâtebe yapan kimsenin kıymeti yüz dirhem ise ve beş yüz dirhemi ödemiş olsa ve öldürülse,
kölenin vârislerine, diyetin yarısı binden beşyüz, efendisine de kıymetinin yarısı olan elli dirhem verilir
(Mirkât´dan).*60+
‫ـ‬4183 ‫ـ‬6‫ع هًح أو ٔػٍ ـ‬
‫ق ان ت‬: ]
[. ّ‫ ٔان تشيز٘ دأد أت ٕ أخشج‬.
#
6. (4183)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize
buyurdular ki: "Sizden birinin mükâtebetinin size hala ödeyeceği borcu varsa da, ona karşı örtünsün."
[Ebu Dâvud, Itk 1, (3928); Tirmizî, Büyû´ 35, (1261); İbnu Mâce, Itk 3, (2520).+*61+
AÇIKLAMA:
Bu hadis, mükâtebe yapan kadına kölesi ödemeye devam ederken, artık hürriyetine kavuşmuş
yabancı gibi davranmasını emretmektedir. Zira, artık onun üzerindeki mülkiyetinin kalkması yakındır,
bir şey yaklaştı mı, onun hükmü verilir. Bunun ma´nâsı, mükâteb kölenin artık kadın efendisinin
yanına önceden olduğu şekilde serbestçe girmesini yasaklamaktadır.
Bu hüküm 4180´de Amr İbnu Şuayb´dan kaydedilen hadisin hükmüne muhalefet etmektedir. Çünkü
orada ödenmemiş son kuruşa kadar, mükâteb köle addedilmektedir. İmam Şâfiî bu iki rivayeti şöyle
cem eder: "Bu son rivayet Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerine hastır, böylece
ümmehâtu´lmü´minîn, mükâteblerine karşı örtünmelidirler, onlar borçlarını tamamen ödememiş
olsalar da: "Mevzuun bazı teferruatı var ise de günümüzde tatbikatı olmadığından bu kadarını yeterli
görüyoruz.*62+
‫ـ‬4184 ‫ـ‬7‫يان ك ت ٍ أَ ظ ت ٍ يٕ عٗ ٔػٍ ـ‬
‫ق ال‬: ]
ٗ ‫إن‬
.
[. ّ‫ ان ثخاس٘ أخشج‬.
:
.
:
7. (4184)- Musa İbnu Enes İbn-i Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor: "Sîrîn, Hz. Enes´e mükâtebe yapma
talebinde bulundu. Hz. Enes çok zengindi, mükâtebe yapmayı reddetti. Sîrîn Hz. Ömer (radıyallahu
anh)´a başvurdu. Hz. Ömer, Enes (radıyallahu anhümâ)´yı çağırarak: "Sîrîn´le mükâtebe yap!" emretti.
Enes (radıyallahu anh) yine kabul etmedi. Hz. Ömer, çubuğuyla Enes´e vurdu. Ve şu âyeti okudu:
"Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek (mukâtebe yapmak) isteyenlerin, -onlardan bir iyilik
görürseniz- bedel vermesini kabul edin" (Nur 33). Bunun üzerine Hz. Enes mükâtebe yaptı." *Buhârî,
Mükâteb 1.+*63+
AÇIKLAMA:
1- Sîrîn, meşhur fakih Muhammed İbnu Sîrîn´in babasıdır. Aynu´t-Temr esirlerindendi. Hz. Enes
(radıyallahu anh), onu Hz Ebu Bekr´in hilafeti zamanında satın almıştı. Hz. Ömer ve başkalarından
hadis rivayet etmiştir. Sîkalardandır. Hz. Enes´le 40 bin dirhem üzerinden mükâtebe yaptığı
rivayetlerde gelmiştir.
2- Mükâtebe yapmanın bu hadise göre vacib olduğu anlaşılmaktadır. Zira, Sîrîn´in talebini Hz. Enes
reddedince, Sîrîn Hz. Ömer´e şikayet eder ve Hz. Ömer, Hz. Enes´i buna mecbur eder. Bilhassa çubuk
vurma hadisesini bazı alimler vücuba delil kılmışlardır. Atâ, İshak (rahimehümullah) vacib olduğuna
hükmedenlerdendir. İmam Şâfiî ve Zahirîler de bu görüştedirler. İbnu Cerîr´in tercihi de böyledir.
Bir kısım âlimler de âyette geçen: "Onlarda bir hayır görürseniz" kaydını gözönüne alarak gayr-ı vâcib
olduğuna hükmetmiştir.*64+
‫ـ‬4185 ‫ـ‬8‫ػائ شح ٔػٍ ـ‬
:]
‫ ح‬ٚ‫ ان غ تح سٔا‬.
[.
8. (4185)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Berîre mükâtebe bedelini ödemede yardım istemeye
geldi..."
Bu rivayet Bey´ bölümünde tam olarak Kütüb-i Sitte rivayeti olarak kaydedildi (281. hadis, 1. cilt, s.
495).[65]
‫ـ‬4186 ‫ـ‬9‫ ٔصاد ـ‬ٙ ‫ان ُ غائ‬: ]
#
.
.
:
[.
9. (4186)- Nesâî´nin rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Berîre (radıyallahu anhâ) kendi nefsinin
hürriyete kavuşması için dokuz okiyye üzerine mükâtebe yaptı. Her sene bir okiyye ödeyecekti.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu, (hürriyetine kavuştuğu zaman) kocası ile beraberliğe devam
etme veya boşanma hususunda muhayyer bıraktı. Kocası köle idi. Berîre kendini (kocadan ayrılmayı)
tercih etti. Urve der ki: "Kocası hür olsaydı, Aleyhissalâtu vesselâm Berîre´yi muhayyer
bırakmazdı."*66+
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis 281 numarada (1. cilt, s. 495) ve 4077-4078 numaralı hadislerde açıklandı ve kaynakları da
gösterildi. Oralara müracaat edilsin.
2- Burada şunu ilave edelim: Bazı rivayetler, İslamî dönemde cariyelerden ilk mükâtebeyi yapanın
Berîre olduğunu söyler. Erkeklerden de ilk mükâteb Selman Fârisî veya Ebu´l-Müemmil (radıyallahu
anhüm) olmalıdır.
İbnu Hacer´in kaydına göre Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan sonra ilk defa mükâtebe yapan
Ebu Umeyye Mevlâ Ömer´dir, onu da Sîrîn Mevla Enes takip etmiştir. Hadise çok yaygın olmasa bile,
halifeye başvurup zorla bu hakkı kullanacak derecede hükmünün kölelerce bilinmesi, kölelerin kültür
seviyesini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. *67+
-------------------------------------------------------------------------------*1+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/545-548.
*2+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/549.
*3+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/549.
*4+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/550.
*5+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/551.
*6+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/551.
*7+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/551-552.
*8+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/552-553.
*9+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/553.
*10+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/553.
*11+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/554.
*12+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/554.
*13+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/5.
*14+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/5.
*15+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/6.
*16+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/6.
*17+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/7.
*18+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/7.
*19+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/8.
*20+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/9.
*21+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/9.
*22+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/9.
*23+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/9-10.
*24+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/11.
*25+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/11.
*26+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/12.
*27+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/12-13.
*28+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/13.
*29+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/13.
*30+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/14.
*31+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/14.
*32+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/14-15.
*33+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/15.
*34+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/15.
*35+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/15-16.
*36+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/16.
*37+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/16-17.
*38+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/17.
*39+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/17-18.
*40+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/18.
*41+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/18-19.
*42+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/19.
*43+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/19.
*44+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/20.
*45+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/20.
*46+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/21.
*47+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/21.
*48+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/21.
[49+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/22.
*50+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/22.
*51+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/22.
*52+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/22-24.
*53+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/25.
*54+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/25-26.
*55+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/26.
*56+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/27.
*57+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/27.
*58+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/27-28.
*59+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/29.
*60+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/29.
*61+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/29.
*62+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/29-30.
*63+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/30.
*64+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/30-31.
*65+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/31.
*66+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/31.
*67+ İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/31.
Asrın Getirdiği Tereddütler
Nasıl Oluyor da Bu Din Köleliği Mubah Kılıyor?
Fethullah Gülen
01.09.1979
Bir Din ki, Allah Tarafından Geldiğinden ve Beşeriyetin Hayrı İçin
Gönderildiğinden Şüphe Yoktur. Hâl Böyle İken Nasıl Oluyor da Bu Din Köleliği
Mubah Kılıyor?
Bu mevzûun tarihî, içtimâî ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Sabırla takip ettiğimiz
zaman, hem sualimizin cevabını hem de daha sonra aklımıza gelebilecek istifhamların
cevabını bulabiliriz:
1) Evvelâ, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım
sebepleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Tarihî materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve
ezen gibi düşünceler... Sonra içtimâînin tekâmülü içinde, tabiat ve fıtrat, kölelik ve esaret
ve daha sonra, işçilik ve âdil olmayan ücret gibi mefhumlar biraz da istismar edilerek öyle
yaygınlaştı ki; hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimal vermeyecek
şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı
davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.
2) Tarihin eski devirlerinde; hususiyle Roma ve Mısır'da, kölelere yapılan vahşiyâne ve
zâlimâne muamele, içimizde burkuntular hâsıl ediyor ve tiksindiriyor. Onun içindir ki;
asırlar sonra dahi olsa, kölelerin ehramlara taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine
karışıp kaybolduğunu; zâlim idarecileri eğlendirmek için arenâlarda aslanlarla
boğuştuğunu; boynundaki utandırıcı tasmasıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenlerden
de nefret ediyoruz.
3) Son olarak yakın tarihte ve günümüzde, esirlere karşı yapılan gayri insanî muamele;
mürüvvetsizlik, her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alâkadar etmiş, öfkelendirmiş ve
ayağa kaldırmıştır.
İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu müdafaa eden
sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o yerden göğe kadar
haklıydı; fakat, İslâm'a hücum ve tenkidinde büyük bir haksızlık irtikâp ediyordu. Çünkü,
menşe itibarıyla kölelik İslâm'a dayanmadığı gibi, mevcudiyeti de onunla devam
ettirilmiyordu. Kölelik, geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve
mevcudiyetini sürdürdü. Bu itibarla biz de önce onu meydana getiren âmiller üzerinde
durmak istiyoruz.
Kölelik, harpler yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde sürüp gider.
Müreffeh bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şehâdetiyle bir zevk ve
safâ devleti idi. Elbiselerin en güzelini giyerek; sofralarını çeşit çeşit süsleyerek; insanı
utandırıcı en sefil arzular içinde behîmî bir hayat yaşıyordu. Bu israf ve sefâhetin; bu lüks
ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganimet; esirler ve halâik
gerekti. Bunun için, Romalı harp ediyor, müstemlekeler kuruyor ve bu istikamette dünya
üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek istiyordu. Müslümanlar, Mısır'ı fethettiklerinde bu
havayı, bütün çirkinliğiyle orada müşâhede etmişlerdi. Ticarî emtia pazarları gibi, esir
pazarları.. kadın-erkek en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve
açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi.. akşamları pis kokulu ve haşarâtın
gayet mebzûl bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması.. hatta çok defa böyle bir yerde
dahi, onlara yatıp istirahat etme imkânının verilmemesi.. ellisinin-yüzünün üst üste yığılıp
bir yerde kalması, Müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok
müteessir olmuşlardı. Onlar uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle, bu yarayı tedavi
etmelerine karşılık, Batılı, eski Roma ve Mısır'ın bu çirkin mirasını, herhangi bir
rötuşlamaya tâbi tutmadan, olduğu gibi alıyordu. Bundan sonra köle, o günkü batılı
ağalara uşaklık yapacak; onların keyfi için dövüşecek; onları eğlendirmek için ölecek ve
öldürecekti. Tıpkı sefîh ve sefîl Romalıyı eğlendirmek için, glâdyâtörlerin yaptığı gibi...
İslâm, evvelâ, köleliği bir vak'a olarak ele aldı. Sonra kölelerin ne ticaret ne de eğlence
metâı olmadığını hatırlattı ve insan olduklarına dikkati çekti: "Sizin bazınız bazınızdandır."
(Nisâ, 4/25) "Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim onu hapseder veya gıdasını
keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz, kim onu hadım yaparsa onu hadım yaparız."
(1) gibi ilâhî prensipleri ilân ederek, düşünceye istikamet verip inhirafın önüne geçti. "Siz
âdemoğullarısınız. Âdem de topraktandır." (2) "Biliniz ki, hiçbir Arab'ın Arap olmayana ve
hiçbir Arap olmayanın da Arap olana; hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza
üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvâ iledir." (3) Yani bütün üstünlük ve meziyet, Yaradan'ın
insana bakışı ve insanın bu bakış ve hitap karşısında tavır ve davranışlarını düzeltmesine
bağlanıyordu. İslâm'ın bu yumuşak havası sayesinde bütün bir mâzisi esarette geçmiş hadîsin ifadesiyle- nice saçı başı dağınık kimseler vardır ki, eşraf ve ileri gelenlerden hep
tâzim görmüşlerdir. Hz. Ömer (ra) "Bilâl, Efendimiz; ve onu Efendimiz Ebû Bekir (ra)
hürriyete kavuşturdu." (4) derken, bu mânâya saygısını ifade ediyordu. İslâm, onları da,
âlemşümûl kardeşliği içinde mütalâa ediyor ve her şeyden evvel "Hizmetçi ve köleleriniz
kardeşlerinizdir. Kardeşi, elinin altında bulunan her fert, ona yediğinden yedirsin,
giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor
işler teklif ederseniz, behemehal onlara yardım ediniz." (5) "Sizden hiçbiriniz, 'Bu
kölemdir, bu câriyemdir.' demesin. Kızım veya oğlum, yahut kardeşim desin." (6)
Buna binâen, Hz. Ömer (ra) Mescid-i Aksâ'nın teslim alınması için yaptıkları
seyahatlerinde, bineği Medine'den oraya kadar hizmetçisiyle nöbetleşe kullanmışlardı. Hz.
Osman (ra) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün
önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmişti. Ebû Zer (ra) takım elbisesinin bir
parçasını hizmetçisine giydiriyor, bir parçasını da kendi sırtına alıyordu... (7)
Bütün bunlarla kölenin de bir insan olduğunu, hatta diğer insanlardan farkı olmayan bir
insan olduğu anlatılıyor ve böylece bu birinci merhale sağlama bağlanıyordu. Tekrar
hatırlatmak gerekirse, dünyanın en metruk, en ücrâ bir yerinde, duyguları itibarıyla bâkir
bir topluluk için, bu büyük bir inkılâptı. Zira muâsır millet ve devletler, kölenin insanlığı
hususunu düşünmeye bile yanaşmadıkları bir dönemde, arenalardaki vahşi boğuşmalara,
iş yerlerindeki insafsız kırbaçlara ve onların insanlıklarıyla istihzâ ve alaya karşı, en çaplı
en tutarlı ve en müsbet bir davranış mâşerî vicdanın kabulüne takdim ediliyordu.
Bu yapıcı ve müsbet muâmelenin köleler üzerinde de değişik bir tesiri olmuştu. Köle
müsavât prensibiyle insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına; hatta
hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen, efendisinden ayrılmak istemiyordu.
Zeyd bin Hârise ile başlayan bu durum, devam edip gitmişti . Peygamber Efendimiz (sav)
Zeyd'i hürriyete kavuşturup, babasıyla gidebilme hususunda serbest bırakmasına
rağmen, o; Efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Ve daha sonra bir sürü köle de
hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira, bunlar o kadar güzel muâmele görmüşlerdi ki,
kendilerini, efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendileri de öyle biliyor ve
titizlikle onların hukukuna riayete çalışıyorlardı. Esasen başka türlü yapamazlardı da.
Çünkü bugün onlara mâlik görünseler bile yarın kimin kime mâlik olacağını kestirmek
mümkün değildi. Kaldı ki prensipler de çok sert ve bu anlayışı ayakta tutacak güçte idi.
"Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu
hapseder ve gıdasını keseriz." (8) Bu türlü cezaî müeyyideler karşısında efendi, ihtiyat ve
tedbir içinde, köle ise gâyet emindi. Bütün bunlar, evvel ve âhir, tarihte eşi
gösterilemeyecek büyük hâdiselerdi ki, bu mevzûda İslâm'ın getirdiği şeylerin birinci
merhalesini teşkil ederler.
İkinci merhale, hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan
bir insanı köleleştirme büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen geliri kullanmak
ve istifade etmek ise, kat'iyen haramdır. Hürriyete dokunan her hareket ve davranış
kınanmış olmasına mukâbil, ona hizmet edici her hamle de, İslâm nazarında takdir
görmüştür. Bir insanın yarısını hürriyete kavuşturmak, hürriyete kavuşturan için
vücûdunun yarısını âhiret azabından kurtarmak, bütününü azat etmek ise, vücûdunun
tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm'da köleleri hürriyete kavuşturma,
uğrunda bayrak açılan bir mevzûdur. İslâm, yerinde onu bir vazife sayar, yerinde fazîlet
der, teşvik eder, yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukavelelerle, ona giden
kapıları açık tutar.
Bu hususta gösterilen en çalımlı gayret de, her gayret gibi, yine İslâm'ın zuhûruyla
başlamış ve devam etmiştir. Peygamberimizin (sav) ve Hazreti Ebû Bekir'in (ra) köle alıp
âzât etme mevzuundaki gayretleri ve bu uğurda tükettikleri servet herkes tarafından
bilinen hususlardandır.
Önceleri şahsî mal ve servetlerle sürdürülen bu faâliyet, daha sonraları devletçe ele alınıp
yapılan vazifeler arasında mütalâa edilmeye başlandı. Peygamberimiz (sav), on kişiye
okuyup yazma öğreteni hürriyete kavuşturuyor ve bunu mâlî imkânsızlıklar içinde
kıvrandığı bir devrede yapıyordu. Daha sonraki devre, hususîyle Ömer İbn Abdülaziz
döneminde ise, zekâtın sarf yerlerinden biri şekliyle tatbikat zemini buluyor ve sağdan
soldan gelen yığın yığın esir, hazineden paraları ödenerek hürriyete kavuşturuluyordu.
Bunlardan başka, bazı dinî vazifelerdeki hatalar, bazı davranışlardaki inhiraflar ve bir
kısım günah irtikâpları, hep köle hürriyete kavuşturma mükellefiyetini getiriyordu.
Yemin edip, sonra da yemini bozmada, zihâr muâmelesinde, adam öldürme cinayetinde
hep bir tutsağın âzat edilmesi tavsiye ediliyordu. "Kim hataen bir mü'mini öldürürse,
onun keffâreti bir mü'min kölenin âzâdı ve ölenin ehline teslîmen ödenecek bir diyettir."
(Nisâ, 4/92)
Bir cinayetin hem cemiyete, hem de öldürülenin ailesine bakan yönleri bulunduğundan;
diyet, maktûlün ehline verilmiş bir tarziye vesilesi olduğu gibi, esiri hürriyete
kavuşturmak da -topluma hür bir fert kazandırma ölçüsüyle- cemiyete ödenmiş bir hak
sayılmaktadır. Buna göre de, bir ölü karşılığında, diğer bir insanın hürriyete erdirilmesi,
âdeta bir ferdi ihyaya denk tutulmuştur.
Bunlardan başka İslâm'da "mükâtebe" ve "tedbir" yolları ile de, köleler hürriyete
kavuşturulur. Bunlardan birincisi; efendisiyle köle arasında, üzerinde anlaşabilecekleri bir
miktar mal te'diyesiyle yapılan yazışmadır. Böyle bir yazışma ile köleye hürriyet yolu
açılır. Kur'ân'ın bu mevzudaki açık beyanından anlıyoruz ki, kölenin bu mevzûda
getireceği teklifi, efendi kabul ettikten sonra, geriye, üzerinde anlaşmaya varılan paranın
kazanılıp getirilmesi kalıyor. İkincisi ise; efendinin vefâtı veya herhangi bir hâdiseye
bağlamakla yapılan hürriyet va'didir ki, "Ben vefat edince sen hürsün." şeklinde söz
verdikten sonra, tedbir yapılmış ve esire artık hürriyet yolu açılmıştır. Bundan başka,
sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma faâliyeti her türlü tavsifin üstünde geniş bir yer
işgal etmektedir. Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah'ın ihsan ve
lütfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler
gözetilerek esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur.
Burada denilebilir ki; "Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele
yapılmasında, ne kadar ileriye gidilirse gidilsin; hatta isterse hepsi birden hürriyete
kavuşturulsun, yine de köleliğin kabul edildiğini, hükümlerinin buna göre getirilmiş
olduğunu ve fıkıh kitaplarında da ahkâmın bu istikamette cereyan ettiğini görüyoruz ki,
bu da köleliği kabullenmesinden başka bir şey değildir. İnsanlığın dem ve damarına
işlemiş pek çok fena huy ve âdetleri, bir hamlede kaldıran İslâm'ın, köleliği
kaldıramaması düşünülemez. Kaldırabilirken kaldırmaması, onu tahkir etme mânâsına
gelmez mi?"
Her şeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği vâz' ve icat etmediği gibi, onun
koruyucusu ve devam ettiricisi de olmamıştır. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar
münasebetiyle oluşturdukları bir müessesedir. Devletler arasında harpler devam ettiği
müddetçe -ki, insanlık tabiatını değiştirmedikten sonra kıyamete kadar devam edecektiresaret ve köleliğin önüne geçmek de, tek başına hiçbir millete mukadder olmayacaktır.
Şimdi düşünelim;
Biz bir devletle harbe tutuştuk; esir aldık ve bizden esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak
çeşitli muamele şekilleri vardır:
1)
2)
3)
4)
Bazı zâlim idarelerde olduğu gibi, hepsini kılıçtan geçirme,
Yahut esir kamplarında bakım ve görümlerini yapıp muhafaza etme,
Veya onlara kendi memleketlerine dönüp gitme imkânlarını sağlama,
Yahut da, alıp onları mü'minlere dağıtıp, ganimetten bir parça sayma.
Şimdi geriye dönüp teker teker bunların üzerinde duralım:
1) Evvelâ hangi vicdan ve insaf, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün insanları acımaksızın
kılıçtan geçirmeye taraftar olur. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, Kartacalılara
revâ görülen mezâlim, hâlâ Romalının alnında utandırıcı bir leke olarak kendini
göstermektedir. Buhtunnasır'ın acımaksızın yaptığı muamele; firavunların gadri ve cevri,
beşerin hâfızasından silinmeyen zulüm tablolarındandır. Uzağa gitmeye ne lüzum var;
Balkanlarda bizim çekip gördüklerimiz; bir dönemde Rusya'da doğranan otuz milyon
kurban; Naziler tarafından katledilen binlerce insan... Bütün bunları hoş görecek bir insan
gösterilebilir mi?..
2) Esir kamplarının tiksindiriciliği de bundan geri değildir. Yirminci asır, esir kamplarının
en çirkinlerine şâhit olmuştur. Bilûmum Balkanlardaki esir kampları, hususîyle Edirne
(Sarayiçi), vahşilere rahmet okutturacak kadar şenâetlerle doludur. Amerikalılar, Japon
kamplarından şikâyet ederler, eğer kadınlarının memelerinin kesilip, iffetlerine ilişildiği;
erkeklerinin ağaç kabuğu yiyerek ölüme terk edildiği (Sarayiçi) mazlumlarının;
Azerbaycan ve komunist Rusya'daki mağdurların uğradıkları zulümleri görselerdi,
Japonlardan çektiklerini de, onlara çektirdiklerini de çok hafif ve ehemmiyetsiz
addedeceklerdi. İkinci Cihan Harbiyle, hem Avrupa, hem de Asya, esir kamplarını en acı
şekilleriyle hem gördü hem de yaşadı. Demek ki bu yol ve bu usûlü denemek ve tatbik
etmek, insaf ve insanlıkla telifi mümkün olmayan bir vahşet ve hunharlıktan başka bir şey
değil!..
3) Esirleri kendi memleketlerine iâde gibi insanî bir yolu takdirle karşılarız; ancak, onlar
bizden aldıkları esirleri öldürüyor ve iâde etmiyorlarsa, bu, kendi insanımıza karşı
vefâsızlık ifadesi olur.. hele iâde ettiğimiz kimselerin, bizden bir kısım mâlûmatlarla
yurtlarına ve birliklerine dönmeleri; hem düşmana strateji kaptırma, hem de kendi
birliklerimizde moral çöküntüsüne mukabil, düşmanı cesaretlendirme, güçlendirme ve
daha dinamik olarak saldırıya geçmelerine yardımcı olmadan başka bir şey değildir. Belki
böyle bir iâde muamelesi, ancak, devletlerin karşılıklı anlaşmalarıyla tecviz edilebilir ki;
bu da dün ve bugün sık sık başvurulan hususlardan biri olmuştur. Bundan sonra da
başvurulabilir ve bir ölçüde köle döküntüleri önlenmiş olur.
4) Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin, harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu
kalıyor ki, İslâm, iş bu muvakkat esir etme yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan
imha yolu... Ne esir kampları ve oradaki mezâlim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir
yol; belki bütün bunların çok fevkinde tabiat-ı beşere de yakışır bir yol...
Her mü'minin hânesindeki esir; doğruyu, güzeli, yakından görme imkânını bulacak.
Gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek -nitekim binlerce
misaliyle de öyle olmuştur- sonra da hürriyete kavuşturularak, Müslümanların istifade
ettiği bütün haklardan istifade etme imkânı kendisine verilecektir. Bu yol ve bu usûllerle
binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Mâlik'in şeyhi Nâfî'den alın da, Tâvus bin
Keysan ve Mesruk gibi yüzlerce tabiîn imamını da içinde sayacağımız büyük bir "Mevâlî"
topluluğu hep bu yolla yetiştirilmiştir.
Bununla beraber, biz bu tatbikata muvakkat dedik; Zira bu şekilde bir tatbikat tekerrür
edip dursa bile, İslâm'da hürriyetin esas olması, esaretten kurtulma hususunda istifade
edilecek yolların çokluğu ve dinin değişik yollarla bu mevzûda yaptığı ısrarlı teşvikler,
köleliğin ârızî ve tebeî olduğunu gösteriyor. Ne var ki, dünya devletleri aynı şey üzerinde
ittifaka varacakları âna kadar, başka kesimlerde kölelik üretilecek ve işlettirilecektir.
İslâm'ın bu mevzûda, tek başına verdiği hükümler ise, sadece kendi cemaati dairesi
içinde kalacaktır. Nitekim o, hükmünü vermiş ve prensiplerini vaz'etmiştir. Cihan sulhunu
temine gayret gösterenler, sadece bu prensiplere âlemşümûl tatbikat zemini hazırlamakla
mükelleftirler. Zaten bu da İslâm'ın tâdil ve ıslah etmek üzere ele aldığı hususlardandır
ki; en vahşi ve gayr-i insanî bir durumdan, hayra ve güzelliğe çıkarma yolunu gösterir. Ve
kendi sınırlarını aşan hususları da, geleceğin devlet idarecilerine teklif eder.
Bu mevzuda diğer bir husus da, kendi toplumumuzun bütün fertlerinin, İslâmî mânâda
olgunlaşmış olmamasıdır. Esasen herkesi melekler seviyesine çıkaracağına dair, dinin
herhangi bir tekeffülü yoktur. Onun, kudsî prensiplerine sımsıkı sarılmak suretiyle
yükselip melekleşenler olduğu gibi, kendini aşamamış bir kısım ham-ruhlar da
bulunabilecektir. Ve böylelerin, teferruata ait meselelerde ihmal ve kusurları da
görülecektir. İşte, bu tip insanlarda, köleliğin yaşaması arzusu ve bu hususta diğerlerinin,
yani kölelik üreten milletlerin yanında bulunmaları da olabilecektir.
Bir mesele kaldı ki; o da; belli devirlerde, hürriyete kavuşturma yolları mevcutken ve
biliniyorken; mü'minlerin, uzun zaman ellerinde esir ve köle bulundurmuş olmalarıdır. Bu
ise, anlatılan şeylerle, pratikte görülen şeylerin tenakuzu gibidir.
Evet, ilk asırdan başlayarak, belli devirlerde mü'minlerin bu müesseseyi işlettiğini
görmekteyiz. Fakat, bunda iki ciddî sebep ve sâik var: Bunlardan biri efendilerle alâkalı,
diğeri de kölelerle. Biraz evvel temas ettiğimiz gibi, İslâm tatbikatta mükemmel insan
teminatını, insandaki irade ve hürriyetle alâkalı olarak mütalâa etmektedir. Binaenaleyh,
nâkıs ve nâtamam fertler, olgun insanlara ait bir kısım işleri eksiksiz yapamayacaklardır.
İşte, bu türlü fertlerin, terbiye-i Muhammediye (sav) ile olgunlaşacakları âna kadar, bu
işin tam tatbikat bulmaması bir bakıma normâldir. Kaldı ki, üç beş sergerdanın behîmî
hislerini yaşamalarını vesile ederek İslâm'ı karartmağa çalışmak da haksızlık ve
insafsızlıktır.
İkinci şık, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususta da, İslâm'ın tatbikatı, tabiat-ı beşeri
hesaba katma ölçüsü içindedir ve orijinaldir. İlk Müslümanlar, köleleri evvelâ insan
olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan vahşetlerini izâle etme, aile kurma yolunu
gösterme ve hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır.
İtiyat ve alışkanlıklar, insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hâli
ihyâ etme, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Ve o, bir fıtrat
deformasyonudur. Islahı uzun zaman ister. İşte mü'minler de, bunu yapmışlardır.
Her mü'min, "Kardeşim" deyip bağrına bastığı kölesine, müstakil çalışma, müstakil
kazanma; yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş, alıştırmış zarar melhuz değilse veya hayır ümit ediyorsa- sonra da hürriyete kavuşturmuştur.
Eğer bu ameliyelere tâbi tutulmadan o istîdat ve kabiliyetleri köreltilmiş insanlar,
sırtlarında bir "âr" olarak taşıdıkları insanlıkla, topluluk içine salınsalardı, akvaryum
balıkları veya kafes kuşları gibi, içtimâînin karmakarışık dolapları karşısında şaşkına
dönecek ve eski hallerine avdet hissine kapılacaklardı. Bu ise, köleler adına hiçbir hayır
ifade etmeyecekti. Nitekim, hayat kanunlarına karşı câhil pek çok köle daha sonraları arz
edildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika Reisicumhurlarından Abraham Lincoln'in bir
hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin
yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün
hayat boyu veya hayatının bir kısmında esir yaşamış bir insan, hep emir al mağa
alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur; ancak, makine gibi dıştan idare
edildiği için, böyle biri, elli yaşında da olsa, çocuk mesabesindedir. Hayatı bilen ve hayata
açık olan birinin yanında, tâlim ve terbiye görmeye, hayat ve onun kanunlarını
öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki
müstemleke hâline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pek çok devletlerde de
hissedilen bir marazdır. Evet, bu milletlere dahi, uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve
benlik kazandırılmazsa.. yabancı devletlere yabancı milletlere karşı bağlılıktan ve alkış
tutmaktan geri kalmayacaklardır. Hatta diyebilirim ki, şahsiyetini yitirmiş milletlere,
yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekten daha zordur.
Her ne ise, sadet haricî oldu...
İşte İslâm; köleye, benlik, insanlık şuurunu kazandırmakla işe başlamış, onun inhiraf
etmiş ruhuna muvazene getirmiş; kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiş; âdeta
"İste vereyim." der gibi yapmıştır. Sonra da, hayata salıvermiştir. Zeyd bin Hârise'nin
yetiştirilip hürriyete kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlendirilmesi,
sonra, içinde, eşrafın da bulunduğu bir İslâm ordusuna kumandan tayin edilmesi, kademe
kademe plânlanan hedefin gözetilmesinden başka bir şey değildir.
Bilâl-i Habeşî'nin (ra) ilk saflarda yerini alması, Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'in (ra)
Müslümanlar nazarında gıpta edilecek bir mevkide olması, Selman-i Pâk'in Ehl-i Beyt-i
Resûlullah'dan sayılması, kölenin Müslümanlıkta ve Müslümanların hânelerinde ne hâl
aldığının canlı misalleridir. Bunları, yüzlerceye iblâğ edebiliriz. Ancak soru cevap mevzuu
içinde bu kadar kabarık muhteva sıkıcı olur mülâhazasıyla kısa kesiyorum...
Hulâsa olarak diyebiliriz ki; İslâm köleliği vaz'etmedi; bilâkis onu tâdile koyuldu ve
kurutma yollarını gösterdi. Şayet harplerin döküntüsü esirler ve bir kısım sefil ruhların
bunu teşvik ve terviçleri olmasaydı, kölelik İslâm'ın muallâ bünyesinde, tenkit edildiği
şekliyle asla pâyidâr olamazdı. Zaten, zarurî olarak karşısına çıkan kölelik için de o,
ahkâm vaz' etmişti ve onu arz edildiği şekilde sefalet ve perişaniyetten; mazlumiyet ve
mağduriyetten halâs ederek, mutlak hayra ve mutlak güzele yönelmişti.
İslâm'ın başlattığı, ferdî köleliği kaldırma hamlesiyle bugün, bu cins kölelik artık
kurutulduğu gibi, devlet ve milletlerin köleliklerinin de sona ermesi niyaz ve dileği ile
sözlerime son veriyorum.
Arızî: Dış tesirle meydana gelen, sonradan olan.
Avdet: Dönüş
Behîmî: Hayvanca, hayvanî
Deformasyon: Bozulma, aslından uzaklaşma
Ehram: Kaidesi üç, dört veya çok kenarlı olan ve tepeye doğru küçülerek bir noktada
birleşen şekil, piramit
Emtia: Mal, eşya
Halaik: Kadın köle, hizmetçi
İnhiraf: Doğru yoldan çıkma, sapma
İstifham: Soru
Mebzul: Bol miktarda, fazlaca
Mevâlî: Azad edilmiş köle
Sergerdan: Başı dönen, şaşkın
Mükâtebe: Efendisi ile kölesi arasında bir bedel karşılığında özgürlük etme üzerine
kurulu olan bir akit.
Müsavât prensibi: Eşitlik ilkesi
Tebei: Tâbi, varlığı başka bir şeyle mümkün olan
Tecviz: Cevaz verme, uygun bulma
Tedbir: Vukuu köle sahibinin ölümüne bağlanmış olan köle âzâdı.
Tediye: Eda etme, ödeme
Zihâr muâmelesi: Bir kimsenin karısına, "Sen bana anamın sırtı gibisin." diyerek onu
kendisine haram kılması
[1]
[2]
[3]
[4]
[5]
[6]
[7]
[8]
Ebû Dâvud, Diyât 7; Tirmizî, Diyât 16; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/408
Ebu Dâvud, Edeb 120
Müslim, İmare 36; Tirmizî, Cuma 80, Cihad, 28
İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe 1/209
Müslim, Eyman 29; Müsned 5/161
Muslim, Elfaz 3; Müsned 2/484
Ebû Avâne, Müsned 4/72; Beyhakî, Sünen 8/7
Ebû Davud, Diyet 7; İbn Mâce, Diyet 23; Nesâî, Kasem 10
Sızıntı, Eylül 1979, Cilt 1, Sayı 8

Benzer belgeler