Sanat Meclisi - Tavır Dergisi

Transkript

Sanat Meclisi - Tavır Dergisi
Sahibi
Tavır Yayınları adına
Bahar Kurt
Sorumlu Yazı işleri Müdürü
Yeliz Yılmaz
Genel Yayın Yönetmeni
Gamze Mimaroğlu
Yayın Danışmanları
Veysel Şahin
Naciye Yavuz
Yazışma Adresi
İstanbul
Mahmut Şevket Paşa Mah.
Mektep Sk. No: 4-B
Okmeydanı - Şişli / İstanbul
İletişim
Tel: (212) 238 81 46
[email protected]
www.tavirdergisi.org
Ankara
İdilcan Kültür Merkezi
General Zeki Doğan Mah.
İmam Alim Sultan Cad. No: 12/19
Mamak
Tel: (312) 391 37 75
Hesap no (TL)
68-6634140
Selma ALTIN
Garanti Bankası Galatasaray / İST
Hesap No (EURO)
Selma ALTIN
Garanti Bankası Galatasaray / İST
Fiyatı (DÖVİZ)
Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro
Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro
İsviçre: 7,5 Frank İngiltere: 4 Sterlin
Posta Çeki Hesap No
Selma ALTIN
515 72 82
Abone Bedeli (Yıllık)
50 TL
Baskı:
Ada Ofset Matbaacılık Tic. Ltd. Şti.
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi
E Blok (ZE2) 1. Kat
Topkapı / İSTANBUL
14460
Yayın Türü: Yerel Süreli
IÇINDEKILER
aralik 2015
3
Mete YILMAZER
23 Hayati AZİM
5
Berrin SOYDAŞ
24 TAVIR
6
Fazıl AKTAŞ
8
Sanat Cephesi
10
Sinan GÜMÜŞ
12
Grup YORUM
14
Sanat Meclisi
34 Berkan ÖLMEZ
16
18
Sanat Meclisi
36 Fazıl AKTAŞ
19
Umut Seçimlerde Değil..
Akan Kan Nehirleri
Aynı Denize Dökülür
Kapitalist Koç’un Sayıklamaları
Adalet İstiyoruz
Bin İnsanlık Suçu
Vize Uygulaması
Şakılar Vize Tanımaz Efendiler
Bütün Sanatçılar Birleşin
Sempozyumdan Kısa Kısa
Tavır
Sanat Meclisi ile Röportaj
Sanat Meclisi
Sempozyum Sonuç Bildirgesi
Berkin’den Soma’ya
19 Aralık
26 Çiğdem GAMZELİ
Uyarı
28 Günay ÖZARSLAN
Canan’ın Gözleri
31
Kıssadan Hisse
Gerçek ve Yalan
32 Erkan KARAASLAN
Vatansız
Hapishaneden 10 Dakika
Mülteci
38 Devrim SAVAŞ
Gel Vatandaş...
40 Burak ERGÜN
Modern Zamanlar
20 Arif DAMAR
42 İdil Devrim
21
46 HABERLER
Şiir üzerine...
Gülten AKIN
Küçük Kızın Türküsü
Kitap: Ateş Geçitleri
22 Dilek Doğan’ın Teyzesi
Dilek’e Ağıt
1
MERHABA
Sanat Meclisi geçtiğimiz ay ülkemiz açısından bir ilki gerçekleştirerek tüm sanat
disiplinlerinden sanatçıları biraraya getirdi ve iki gün boyunca süren sempozyumda
toplam 16 saat boyunca tartıştı. AKP iktidarının hayatın diğer alanlarına olduğu gibi
sanat alanına da gerçekleştirdiği saldırılara karşı, sanatın kendi iç sorunlarına karşı
birlikte mücadele ederek daha büyük, daha güçlü örgütlülükler kurmak gerektiği
konusunda yüze yakın sanatçı birlik oldu. Bu sayımızda genişçe yeralan bu sempozyumdan geriye 19 maddelik bir sonuç bildirgesi yayınlandı. Sanat Meclisi sadece kararlar
alan değil, kararı hayata geçiren olma iddiası ile yoluna devam ediyor. Tavır Dergisi
olarak bizim de yeraldığımız bu meclise dergimizin sayfalarında yer vermeye de devam
edeceğiz.
Emperyalizmin ve işbirlikçi iktidarların beslemesi IŞİD kan dökmeye, katletmeye devam
ediyor. Geçtiğimiz sayımızda Ankara’da yitirdiklerimiz vardı, bu sayıda Paris’te... Emperyalizm, kanlı terör örgütleri ile halkları korkutacağını, sindireceğini zannediyor hala.
Devrimci müzik grubumuzun Grup Yorum’un yurtdışına çıkışı engellendi. Alman
emperyalizmi yurtdışında yaşayan onbinlerce insanın biraraya gelmesinden kaygı
duyuyor. Sömürülerinin, ırkçılıklarının teşhir edildiği yerlerdin Yorum konserleri.
Avrupa’nın pekçok ülkesinde iki kat ezilen, sömürülen yabancıların biraraya gelmesi hel
ki “Irkçılığa Karşı Tek Ses Tek Yürek” demesi emperyalizmin işine gelmiyor. Bunun için ne
yasa dinliyor ne hukuk ne de insan hakkı. Vizesi olanlar bile “emir yukarıdan” denilerek
sınır dışı ediliyor.
Mülteciler... Sokak sokak yaşıyorlar. Emperyalizmin ülkelerinden ettiği, savaştan kaçarak bir umut yollara düşen mülteciler; yıllar
sonra anlatılacak hikayeler biriktiriyor. Acı, gözyaşı, çaresizlik, sömürü, hasret hikayeleri... Bu sayımızda ülkelerini terkedip büyük
umutlarla Avrupa kapılarını zorlayan mültecilere mektubumuz var.
2016 yılının ilk ayları yoğun geçecek. Tatlı bir telaş, yürütücü bir heyecan, ısrarcı bir emekle tüm Tavır sevenleri ile buluşacağız. En
büyük silahımızdır eleştiri, özeleştiri... Tüm çalışanlarımız, okuyucularımız, dağıtımcılarımızla Ocak ayında geleceğimizi örgütleyeceğiz.
2016’da görüşmek dileği ile...
Dostlukla...
NOT:
Değerli okurlarımız Tavır’a göndermek istediğiniz her türlü çalışmalarınızı “[email protected]” adresine gönderebilirsiniz.
2
Umut seçimlerde değil,
halkın ellerindedir,
Umut halk meclisleridir
Son seçimlerde halkın bir kesimi hayal
kırıklığına uğrarken, iktidar da beklemediği oy artışı karşısında hayretlerini
gizlemedi. Özellikle aydın, sanatçı kesim
şaşkındı. Önemli bir yakını vefat etmiş
gibi yas tutanların ön safında aydınlar,
sanatçılar edebiyatçılar vardı. Hatta
ülkeyi terk ettiğini açıklayan bile oldu.
5 ay önceki zafer sarhoşluğunun
ardından kısa süre içinde ruh halinin bu
kadar değişmesinin nedeni nedir?
Seçimlerden önce memleketin hali neydi
ki, seçimlerden sonra ne oldu? Seçim
sonuçlarına neden şaşırıyorlar? 7 Haziran
seçimleri gerçekten zafer miydi?
En büyük yanlışları milletvekili seçimlerine büyük anlamlar yüklemelerdir. En
büyük suç da seçimin bir kurtuluş gibi
gösterilmesidir. AKP biraz oy kaybedince
sevinç çığlıkları attılar. Oysa seçimlerden
önce de AKP'nin halka karşı saldırılarını
arttıracağını görmemek için kör olmak
gerekirdi. Ama halk seçime çağırıp umut
veren partiler ve onları destekleyen
aydınlar devlet ve faşizm gerçeğini yok
saymışlardı.
Ülkemizin sanatçılarının, aydınlarının
kaderi midir böyle yanılmak? Dünyada
faşizme karşı, emperyalizme karşı güçlü
tavır alan aydınları biliriz. Oysa ülkemizde
böyle bir aydın tavrı, aydınların faşizme
karşı güçlü direniş geleneği yoktur.
"Ülkemiz tarihsel olarak, kapitalizmin
kendi doğal yatağında gelişmediği, bu
nedenle de güçlü bir burjuvazinin
oluşmadığı bir ülke. Dolayısıyla burjuva
aydınının besleneceği kent kültürü de
yok denecek kadar zayıftır. Batıda
kapitalistleşme sürecinin başlangıcıyla
birlikte, giderek artan biçimde düşün,
sanat, edebiyat vb. alanlarda çağa
damgasını vuran ve bugün hâlâ anılan
'burjuva aydın' tipini ülkemizde bulmak
olanaksızdır. Tarihsel, sosyal, kültürel
şartların sonucu olarak burjuvazi (ve
aydını) tarihsel misyonundan kopuktur.
Bu böyleyken, bizim gibi bağımlı bir
ülkenin ''güdük'' burjuvazisinin ''güçlü''
aydınlar yaratması da olanaksızdı. Her ne
kadar bu misyona soyunanlar olmuşsa da
bunu başaramamışlardır. Doğallıkla
ülkemizde, bir toplumsal grup olarak
burjuva aydın kategorisinden söz
edemiyoruz." (Haklıyız Kazanacağız)
Aydınlarımız işte bu sınıfsal karakterlerinden dolayı seçimlere bel bağlarlar. Bu
nedenle tutarlı bir çizgileri yoktur.
"halkın, gözü, kulağı, dili olmaları
gerekirken, kör, sağır, dilsiz rolü oynayanlar, belki kendilerine aydın diyebilirler,
ama, halkın gözünde böylelerinin hiçbir
değeri yoktur.
Aydın olma misyonundan çok uzak, ama
aydın sıfatı taşıyan bir yığın insanın, halka
ve halkın mücadelesine ne kadar zarar
verdiklerini, baskı dönemlerinde yılgınlık
tohumları saçtıklarını, resmi ideolojiyle
aynı sesi veren bir koro oluşturduklarını
görüyoruz. Ama bunu yadırgamıyoruz.
Çünkü yurtsever ve demokrat olmanın
hiç de kolay olmadığı, bunun bile bir
bedelinin olduğu ülkemizde aydın
olmanın da yüklüce bir bedeli var. Sorun
bunu göze alamamaktan kaynaklanıyor.
Halkı ve egemen sınıfları birbirinden
ayıran uçurum her gün biraz daha
derinleşirken, aradaki köprüler de birer
birer atılıyor. Aydınlar ise hâlâ arada
duran köprülerden biri olma isteğinden
kurtulamıyorlar. Geleneksel tavırlarını
her şeye karşın daha fazla sinerek
sürdürüyorlar."
Haklıyız Kazanacağız isimli kitaptan uzun
bir alıntı yaptık. Aydınlara dair yapılan
tespit ülkemizdeki faşizme karşı aydınlarımızın tavırsız kalışını anlatıyor. Onlarca
yıldır değişmedi Aydınların tavrı. Askeri
cuntalar gelmiş, yüzbinlerce insana
işkence yapılmış, binlerce kişi katledilmiş,
ama aydınlarımız sessiz. Kör, sağır ve
dilsiz'ler...
Küçükburjuva sınıf karakterlerinden
dolayı, başka bir alternatifi düşünemiyorlar bile. Seçimlerden umut bekliyorlar.
Halkın örgütlenmesi, halkın mücadelesini
görmez, hatta hor görürler. Halka
güvenmiyorlar. En küçük halk hareketinde müthiş bir heyecana kapılıyorlar ama
saman alevi gibi sönüyor bu heyecanları.
2013 Haziran Ayaklanması dönemi bu
konda öğreticidir. Çok yakın bir tarihte
birçok aydın Taksim Meydanına çıktı,
şarkılar yaptı, "Gezi Ruhu"ndan bahsetti.
Çok kısa süre sonra AKP toparlanınca
Aydınları'da hedef aldı. AKP'nin baskılarına karşı çok hızlı bir şekilde aydınlar
saflarını terkettiler. Halkla birlikte
göründükleri kısa bir sürecin sonunda
yine kendi kabuklarına çekildiler.
Halka güvenmedikleri için, on yıllardır her
seçimde umuda kapılırlar ve yine sonları
hüsranla biter. Çünkü seçimlerin etkisi
kısa sürede geçiyor. Ve çıplak gerçekle,
açlık, yoksulluk ve faşizmle baş başa
kalıyor ülkemizin aydınları. İşsiz kalmak,
konser yapamamak, reklam filminde
oynayamamak en büyük ceza oluyor
onlara. Çünkü özendikleri burjuvalar gibi
yaşamak istiyorlar ama bunun için çok
fazla ödün vermeleri gerekiyor.
1 Kasım seçiminde de umutlarını seçim
sonuçlarına bağlamışlardı. Yine yanıldılar.
Seçimler sadece Faşizmin maskesidir!
"Tek Yol Seçim” diyerek halkın daha fazla
umutsuzlaşması, teslim olmasına yol
açıyorlar. Halkımız faşizmi iyi bilir.
Amerikalı askerleri 1970'lerde kovarken
Faşistler saldırmıştı. Maraş, Çorum, Sivas
katliamlarından bilir faşizmi. Martın
16'sında 7 canımızı alanlardan bilir. Gece
kapısının kırılmasından, zorla koparılıp
alınmasından bilir. Her hakkını
3
istediğinde coplanmasından. Hücrelerde
elleri kolları bağlıyı yakmalarından bilir...
Böyle ceberrut bir devletin, böyle
gırtlağına kadar suça batmış bir devletin,
böyle halkın kanını emen, açlığa mahkum
eden devletin geleceğini oy sandığına
bağlaması düşünülemez. Dünya tarihinde böyle bir şey olmamıştır. Devlet
organları seçim sonucuna göre pılını
pırtısını toplayıp terk etmezler. Tarihte
böyle olmuştu, gelecekte de böyle
olacaktır. Bu tarihsel gerçeklere gözlerimizi kapatamayız, unutamayız. Hayal
kırıklığının nedeni de budur.
Şairin dediği gibi o namert eller bir bir
kırılacaktır. Ve seçimle faşizmi yenebileceğine kim inanır? Bile bile aldanmak
niye, boş hayallere kapılmak neden?
Halkın aydını, sanatçısı, yazarı seçimleri
umut kapısı olarak görüyorsa büyük bir
cehalet içindedir.
"Düşündüğünü bile düşünmeyeceksin"
diyor faşizm. Onların düşmanlığı
namertçedir. Bu nedenle, seçimlere
katılmak, faşizmin seçim sistemini
meşrulaştırmaktır. Ona güç vermektir.
Kitlelerin kandırılmasına ortak olmaktır.
Kitleleri, sandıktan halkın özgür iradesinin çıkacağına inandırmaktır.
Ülkemizde demokrasi, sadece faşizmin
tekelindedir. Sömüren emperyalistlere
demokrasi vardır. Halk için demokrasi
yoktur, faşizm vardır. Halk ise kan bedeli
can bedeli haklar kazanmıştır.
Kazandığımız hakları korumak için de
bedel öderiz. Artık çocukların bile ezbere
bildiği bir gerçektir, Türkiye'yi Amerika
Yönetiyor!... Çıkacak seçim sonucuna
göre Amerika ülkeyi terk edip gitmeyecektir. Amerikan emperyalizmini kovmadan
halk için demokrasi gelmeyecektir.
Son 70 yılda ülkemizde ortalama 3 yılda
bir hükümetler değişmiş. Madem
seçimler “halkın özgür iradesini temsil
ediyor” 70 yıldır seçimler yapılıyor neden
halk için demokrasi yok o zaman? Bizi
sömürenlerin partisi değişiyor ama hep
sömürülen biz oluyoruz.
Yazarlar, sanatçılar, yönetmenler,
ülkemizin aydınlarını ne yapmalı?
Umutsuzca seçime sürüklenen halkımıza
ne demeli? Başka çıkış yolu yok mu
gerçekten, başka kurtuluş yolu yok
mudur?
Spartaküsleri, Bedreddinleri, Pir Sultanları, Dadaloğullarını hatırlayalım. Tarih
4
boyunca egemenler kıyıcı olmuşlardır ve
kalleştirler. Her zaman halkları sırtından
hançerlemiştirler. Buna karşın, ne kadar
güçlü görünürlerse görünsünler, eninde
sonunda yok edilmiştirler. En büyük güç
her zaman halkın örgütüdür.
Bizim caddelerimizde de
Açmaz
Açamaz
Deme
Hiç
Bir
Zaman
Bu
Nar
Çiçeği
Açacaktır
Elbet
Bizim
Caddelerimizde de
Bayram
Olacak
Halkın
üstüne
Böyle
Kalksa da
Faşist
Namlular
Namert
Ellerdir
En
Sonda
Bir
Bir
Kırılacak
Osmanlı nice katliamlar yapsa da,
sarayları saltanatları yok olmuştur.
Emperyalist ülkeler işgal etse de
ülkemizi, kurtuluş savaşında yoksul
Anadolu halkı örgütlenmiştir. Düşman
işgalinden kurtarmıştır ülkemizi.
Küçücük ülke Vietnam... Yüzbinlerce
kişilik ordular, bizzat Amerika'nın
yürüttüğü savaşta Amerika'ya unutamayacağı bir ders vermiştir. Bütün Avrupa
emperyalizminin desteğiyle Sovyet
halklarına saldıran Alman Faşizmi yok
edilmiştir. Çok büyük bedeller ödenmiş
22 milyon Sovyet vatandaşı hayatını
kaybetmiş, ama teslim olmamış. Faşizmin
başkentine dünya halklarının umudu Kızıl
Bayrağı dikmiştir.
Binlerce yıllık tarihimiz göstermiştir ki, ne
atom bombaları, ne yangın bombaları
değildir tarihi değiştiren. Tarihin en yıkıcı
ve yapıcı gücü milyonlar ve milyarlarca
eldir. Bugün sanatçının görevi bu elleri
birleştirmektir, halkı birleşmeye
çağırmaktır.
Umut halkın ellerindedir, halk meclislerindedir. Sadece dünyada değil,
ülkemizde de olumlu örnekleri var. İlk
olarak Gazi Mahallesi'nde kurulan Halk
Meclisleri 1996'lı yıllarda onbinlerce kişiyi
temsil ediyordu. Barınma sorunu, ulaşım
sorunu, yolların yapılması, sağlık vb.
birçok sorun Halk Meclisleri komisyonlarında çözülüyordu. Halk çok basit
yöntemlerle sorunlarını çözüyordu.
Hırsızlık olayları büyük oranda bitirilmişti.
Okmeydanı'nda kurulan halk meclisi ise
kadın çalıştıran içkili barlara karşı
kampanya yaptı. Ve binlerce kişi,
öncülüğünü kadınların çektiği eylemlerle
bu tür barlar'ı mahalleden kovdular.
Halkın tek çözümü işte bu Halk Meclislerindedir. Halkın aydınları, sanatçıları da
kendi meclislerini kurmalıdır.
Bugün çalışmalarını sürdüren Sanat
Meclisi bu uğurda çalışmalara başlamış
ve birçok sanat dalında mücadele ediyor.
Berkin Elvan için yaptıkları klip ülke
gündemine oturmuştu. Yani sanatçılar
çok şey yapabilir, yeter ki isteyelim. Umut
sadece kendi ellerimizdedir.
Metin YILMAZER
Akan Kan Nehirleri
Aynı Denize Dökülür
Öfkeliyiz, hem de çok… Hem de matem
tutmaya vakit kalmadığından sevdiklerimizin, büyük insanlık ailesinin acısını bir
kenara bırakacak kadar… Öfkeliyiz…
Büyük katliam haberleri televizyon
ekranlarından geçiyor. Sorumlusu
emperyalizm olan yeni yeni katliamlar
izliyoruz. Ankara’da, Şarm El Şeyh’te,
Paris’te, Diyarbakır’da… O kadar çok
ölen oluyor ki… Gün içinde sessiz sedasız
gidenlere bakamıyoruz bile… Oysa
emperyalizm hergün öldürüyor. Her gün
birimizi ve hatta onlarcamızı ve hatta
yüzlercemizi alıyor aramızdan… Genç,
yaşlı, çocuk vs demeden; öğretmen, bilim
insanı, doktor vs akmadan; hep alıyor.
Doğası gereği… Emperyalizm savaşlarla
yönetmeye çalışıyor. Derinleşen ve
boğazına sarılan krizi savaşlarla ve
katliamlarla püskürtmeye çalışıyor. Kuzu
kuzu söz dinleyen işbirlikçi menfaattarlarıyla yetiştirdikleri terör örgütleriyle
korkuyu hakim kılmak istiyor tüm
halkların üzerinde.
Korkuyu yaymak, ölümleri-sayıları
kanıksatmak… Sonuç? Tek bir sonuç
istiyorlar, cepler dolacak. İstikrar
dedikleri bundan ibaret, terörle
mücadele edilmeli dediklerinin altında bu
yatıyor. Zirveleri bunun için yapıyor,
birliklerini bunun için koruyorlar. Bunun
için ölüyor ve bunun için hiç aralıksız
öldürüyorlar birer ikişer, yüzer biner…
Ve istiyorlar ki kimse sesini çıkarmasın.
Oldu… Kafamızı gömüp toprağa
görmeden, yorganın altında sessizce,
sırtımızı dönüp umursamadan yaşayıp
gidelim. Onca ağır katliamın sorumluluğunu tüm halklara, insanlığımıza atıp
kurtulmaya çalışıyor. Ne diyorlardı
“Hepimiz suçluyuz”. Kim verdi tırlar
dolusu silahı, kim eğitti kamplarında kim
yetiştirdi, kim doyurdu karınlarını
katillerin. Kim dedi, yürü ya kulum…
İnsanlık mı? Yok, yok öyle yağma…
Yapıyorsunuz, katlediyorsunuz, yok
ediyorsunuz, yıkıyorsunuz... Hesabını da
vereceksiniz. Kaçamazsınız. Bugünden
kiraladığınız uzay gemilerinizle uzaya mı
gideceksiniz. Dünyanın değil, evrenin
hangi köşesine gitseniz bulur sizi o
insanlık… Bulur ve sarar hesabını, yerde
kalmaz insanlığın ahı…
Ne için yapılıyor onca katliam… Kimilerine göre din için… IŞİD gibi, El Kaide gibi
örgütlerle ayrıştırarak, parçalayarak
öldürüyor. Hem öldürüyor hem de
halkları birbirine düşman etmeye
çalışıyor. Sonra kendi beslemesi örgütlerle savaşıyoruz yalanlarıyla kanlı ellerini
temizlemeye çalışıyor emperyalizm.
Oysa yıllarca aynı şeyi yapmadı mı, belki
böyle biranda yüzlerle ifade edilmedi
ölenlerin sayısı. Belki biranda bu kadar
yakıcı olmadı, bu kadar korkutucu
görünmedi gözlere… Ama yıllarca
öldürdü… Bombalarla, füzelerle,
yozlaştırma – asimilasyon politikalarıyla,
tecritle öldürdü… Hem de çok. Hala da
devam ediyor. Hem öldürdüler hem de
sonrasında binbir türlü yalanla, lafazanlıkla yeni yeni katliam planlarının, sömürü
ve yağmalama politikalarının malzemesi
haline getirdiler bu katliamlarını...
İşte yıllardır sürgit devam eden bu
politikalarının sonucudur Paris’te
yaşananlar da. 132 kişi katledildi
Paris’te… Ve yüzlerce kişi yaralandı.
Genç, yaşlı, Fransız, Türk… bakılmadan…
IŞİD’in gibi katliamcı örgütleri beslerken,
ezilen halkların üzerine salarken düşünemediniz mi? Ha, yoksa kendi halkınız da
mı umurunuzda değil? Halkı hedef
almayan eylemleri sadece devrimciler
yapar. Emperyalizmin ise halkı hedef
almayan tek bir eylemi yoktur. Terör
listeleri çıkarır ve devrimci insanların
başına ödül koyarlar. Sokak ortasında ve
hatta evinin içinde vururlar gencecik
insanları. Sonra mağduru oynarlar.
Irak’tan Afganistan’a, Afrika’dan Filistin’e,
Somali’ye, Suriye’ye… oluk oluk kan
akıtmadan bıkmıyor emperyalizm. Yalnız
o kadar temizlik düşkünü ki, elleri
kirlenmesin de aman yüzüne kan
gelmesin diye kanlı örgütler kuruyor.
Ama nafile…
Bu çekilen tüm acılan halkları birbirine
yaklaştırıyor biryandan. Emperyalizm
sanmasın ki her defasında plan tutar.
Bölerim, parçalarım, yanıma kar kalır.
Öyle değil… Sadece kültürel yakınlık
değil, acılar birleştirir halkları… Fransız
halkını Müslümanlara düşmanlaştırma
oyunu tutar mı tutmaz mı bilemeyiz ama
en nihayetinde emperyalizme karşı
dökülen kanların hesabı birleşir. Akan kan
nehirleri aynı denize dökülür.
Bizim ülkemizde de çok gördük kanlı
günleri. Kürdistan oluk oluk kan akıyor…
Maraş’tan, Çorum’dan, Sivas’tan,
hapishanelerden, maden ocaklarından,
tersanelerden… Akmaya da devam
ediyor. O denize ulaşıyor çocuklarımızın,
gençlerimizin, işçilerimizin… akan kanı…
Akan kan korkumuzu alıp götürüyor,
sabrımızı da… Geriye bir taş gibi öfke
kalıyor ve bir de taprak gibi sevgimiz…
Düşmana öfke, dosta sevgi… Büyüyor…
Acılarımız gibi buluşuyor umudumuz…
Dinine bakmadan, milliyetine bakmadan,
farklı kültürleri zenginlik sayarak, farklı
dilleri zenginlik sayarak birleşiyor. Ve bu
savaşı başlatanlar, can çekişmeyi
başlatanlar değil; halkların kardeşleri
kazanacak… Savaşa savaşa…
Berrin SOYDAŞ
5
KAPİTALİST KOÇ’UN
SAYIKLAMALARI
Bülent Abi, bak sen de benim gibi
düşünüyorsun ne güzel. Değişmeliyiz
hepimiz, bu sistemi elbirliği ile değiştirmeliyiz… İlahi, yok efendim ben kim
komünizm kim, güldürme beni lütfen.
Değişmeliyiz değiştirmeliyiz derken öyle
diyalektiği yeni öğrenen gençler gibi
değil aksine kapitalizmi insanileştirmekten bahsediyorum. İnsanileşmez mi, abi
niye öyle diyorsun ya vardır bi çaresi…
Sen de şu barbarlar gibi vahşi kelimesini
kullanmıyor musun vallahi sinir oluyorum. Ben de biliyorum elbette öyle
olduğunu ama abi yerin kulağı var, bizim
ağzımızdan öyle şey duyarsa bu
baldırıçıplaklar bize ne yapmazlar sonra
6
maazallah… Deme lütfen abi öyle şeyler.
İnsanileştirmek ne demek mi, bak
anlatayım… Ne bileyim az biraz elimizi
cebimize atalım, insani yardım, sosyal
hizmet, yeni iş alanları, yeni istihdam
vesaire olmaz mı? “Cık” mı? Ya Bülent abi
sen söyle o zaman, senin dediğin değişim
nasıl olacak? Sen de mi bilmiyorsun,
bilsen söylerdin evet.
Ama abi bak şu Marksistlerin dergilerinde “Gecekondulardan gelip
gırtlağımızı kesecekler” lafı daha sık
yazılır oldu, yeminle söylüyorum bu
lafımız ne zaman duysam elim gırtlağıma
gidiyor, sanki kesilmiş gibi hissediyorum.
Hangi terbiyesiz söyledi o lafı sen
hatırlıyor musun, ulan başka laf mı
bulamadın korkunu anlatacak, hayvan?
Sen de hatırlamıyorsun değil mi, bi
yakalasam soracağım ben ona… Abi dur
yapma öyle, espri mi yaptığını sanıyorsun
o boğaz kesme işaretiyle? Mizah bu değil
abi, hiç gülmüyorum görüyorsun. Ben
nelerin nelerin derdindeyim, sen neyin
peşindesin.
Abimizsin, işin duayenisin, hani deyim
yerindeyse kapitalistlikte herkese tur
bindirirsin, esas sizlerin bunları düşünmesi lazım, benim gibi yenilere bırakıyor-
sunuz, olmuyor böyle lütfen…
Ha ne diyordum abi bak G20 Zirvesi
toplandı. Bizim bademler, başta da şu
megaloman ve minik şebeği, gülersin
tabi değil mi, hakkaten abi adamı
konuşturmadı bile zirvede, her şeyde o
vardı, rezil etti o şebeği gerçekten. Hani
bu adamdaki hırs Hitler’i bile ağlatır
yeminle. 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın başında bu olsaydı soğuk moğuk
dinlemez bütün Alman ırkını o topraklara
gömerdi de teslim olmazdı valla. Neyse
ya bizim dediklerimizi yapıyor ya sen ona
bak. Ha çalıyor tabi ama abi çaldıklarına
baksana, ondan on milyon bundan yirmi
milyon, çapsız tabi n’olacak fıtratı bu hah
hah hah… Dur abi biraz da ben güleyim,
hep sen mi güleceksin? Bak Halit Narin
geldi aklıma, sen hatırlarsın benim yaşım
yetmiyor. 12 Eylül’de, “Şimdiye kadar
işçiler güldü şimdi sıra bizde” demiş ya,
hatırladın değil mi?
Hakkaten abi siz de o zamanlar büyük
tehlike atlatmışsınız ha, babam hep
anlatırdı bize o yılları. Az para
dökmemişsiniz askeriyeye anarşistlerden
kurtulmak için. Tabi canım tabi vatan
elden gidecekti nerdeyse bilmez miyim?
Yapma Bülent abi, sen de ben de
biliyoruz ki vatan matan kimin umrunda,
paracıklar gidecekti asıl paracıklar.
Dedem anlatmıştı bi kez, en korkağınız
da şu Sakıp’mış, adam iki bavul dolusu
parayla gitmiş Türkeş’in yanına, al senin
olsun yeter ki şu anarşistleri tepele
demiş. Dedemden de para istemiş biliyor
musun, adam burada bile Kayserililiğini
göstermiş bak, canının derdine
düşmüşken bile para hesabı yapıyor,
dedem uyanık tabi nakitim yok Sakıp
Ağa, demiş savmış bunu. Dedemde zaten
hiçbir zaman nakit olmazdı ki hah hah
hah… Ha bu Sakıp bize çok gelirdi biliyor
musun, 12 Eylül’ün ertesi günü
damlamıştı bize, tabi o koca çenesiyle
kahkahalar atarak girdi içeri, “Vehbi Bey
bu, bir gün kaybedersin ertesi gün
kazanırsın değil mi?” dedi dedeme.
Dedem de buna gene Allah’ın sevgili
kullarıymışız, verilmiş sadakamız varmış
ki kurtulduk bu anarşiklerden. Eh
sadakamız biraz büyük oldu ama ne
yapalım kaz gelecek yerden tavuk
esirgeyecek değildik ya? Para, “Sen
kaybedebilirsin ama ben hiç kaybetmem,
ben eşeğimi sağlam kazığa bağlarım her
zaman. Sen çakallara yem verdin ben
çakalların ağababalarına, esas sahiplerine; ben asıl sahiplerini satın aldım”
demişti. Hah hah ha… Aman abi imse
duymasın bu dediklerimi.
Ha abi bak dedemin “Herkesin bir fiyatı
vardır” anlayışı vardı biliyor musun? Bi de
fıkrası vardı bununla ilgili, hani adam
kraliçeye bu lafı söylemiş de kraliçe
benim de mi demiş ya. Adam da “Bana
bir gecenizi ayırın size 999 bin katrilyon
sterlin vereyim” demiş, kraliçe “Siz o
kadar parayı nerden bulacaksınız” diye
sorunca da, “Bakın fiyatta anlaştık, iş
parayı bulmaya kaldı” demiş… Neyse
işte, Sakıp Ağa da demek aynı kafadandı
bizim dedeyle ki hiç bozulmadı valla,
herhalde sevinçtendi, yoksa dedem bunu
itin şeyine soktu soktu çıkardı o gün. Hah
hah ha.. Aman abi kimse duymasın. Yerin
kulağı vardır. O ne? Birimi var abi orda.
Ha… Yok yok ben öyle sandım.
Evet abi gevezeliği bırakıyorum haklısın,
ama bak laf lafı açıyor görüyorsun. Ne
diyorduk G20 zirvesinden bahsediyorduk. Abi bence zirvenin ana konusu
kapitalizmi insanileştirmek olmalıydı
çünkü iş böyle devam ederse ne G20’si
ne G10’u, zirve toplamaya ülke kalmayacak baldırıçıplaklar hepimizi tepeleyecek.
Bakma aslında hepsi de bunun farkında,
başta da Amerika. Görmüyor musun abi,
adamların girmediği ülke kalmadı, krizini
atlatmak için işgal etmediği yer yok
neredeyse. Eh o krizde de biz değil miyiz
sanki? Adam bize de yüklüyor krizin
önemli bir miktarını, her yerden
kazanıyor yani. Eh tabi adam güçlü, krizini
atlatıyor da olan bize oluyor, en başta
bizim gibi ülkeler gidiyor, terörden
başımızı kaldıramıyoruz.
Ama bak bu iş onlara da artık bulaştı ya
ben en çok buna seviniyorum. Şu kibirli
Fransızların aşk başkenti noldu öyle
Bülent abi değil mi? Kendi elleriyle kendi
cellatlarını yarattılar valla elbirliği ile.
Suriye sevdasına besledikleri yamyamlar
geldi sekiz yerde birden eylem yaptı
Paris’in orta yerinde. Abi gene bizim
bademlere can kurban, bunların iktidar
olduğu ülkede yaşanır mı ya değil mi? Abi
sana bunlar hiçbir şey yaptırmaz, golf bile
oynatmaz, düşüncesi bile korkunç…
Tamam kullanalım mullanalım ama bir
yere kadar değil mi? Sonra Ladin gibi
okyanusun dibine abi, neme lazım en iyi
Müslüman ılımlı Müslüman gene. Hırsız
da olsa ılımlısından şaşmayacaksın hah
hah hah… Senden aldım sırayı sana bi
daha vermem gülme işini bilesin hah hah
hah. Aman abi kimse duymasın, herkes
bizi sadece kapitalist sanıyor.
Bak gene gırtlak dedim, kesiyorlar
dedim, ne bok yedim de dedim bilmem,
gene gırtlağım ağrıdı… Hah aldın sırayı
gülersin tabi, napayım abi korkak de ne
dersen de gırtlak denildi mi ağrıyor işte
bu meret.
Abi sen onu bunu bırak da ne yapacağız
onu söyle. Ben attım bi laf ortaya sen
peşimden geldin, oradan birileri daha
atladı beni haklı gören sözler etti filan,
eee gerisi? Tın yok hiçbirinizde, abi
durum gerçekten ciddi niye anlamıyorsunuz? Akarken dolduruyoruz küpleri
tamam anladık ama abi bir yandan da
herkes servet düşmanı oluyor karşımızda,
sadaka madaka nereye kadar gidecek ki?
Bizim megaloman, sadaka toplumu
yarattım diye övünüyor salak; ama bu
papaz her zaman bu pilavı yemez abi.
Yakında bizim Migrosları yağmalarlar
bunlar Meksika’daki gibi, Arjantin’deki
gibi. Hadi üçünü beşini yağmalasın ama
işi sadece market yağmalamayla kalmaz
da senin benim tüm fabrikalarımıza
getirirlerse ki bu hiç de uzak ihtimal değil
çünkü bu ülkede hala Leninist yapılar var
elde silah gündüz gözüyle Adliyeye dalıp
savcı vuranlar var, o zaman ne yaparız abi
sen söyle ne yaparız? Bak betin benzin
attı birden, o kadar ilaç üretiyorsun vardır
yanında sakinleştirici filan, at bi tane de
rahatla hah hah hah…
Mizah bu değil mi? Benim lafımı bana
satıyorsun, kapitalizmden mizahta bile
sıyrılamıyorsun, bi espri yaptım on
dakikadır ayılamıyorsun hah hah hah…
Niye kızıyorsun Bülent abi ya şiirli miirli
espri yapıyorum sana daha ne istiyorsun?
Abi yaşına hürmeten bi şey demiyorum
ama niye küfrediyorsun şimdi, abi bak
tansiyonun yükselecek kötü bi şey olacak
sakin ol lütfen abi. Abi ne oluyor, yüzüne
bi şeyler oluyor değişiyorsun, sen sen sen
Bülent abi değilsin, kimsin sen peki, o
elindeki bıçak mı ne o? Hayır hayır dur
lütfen kesme gırtlağımı dur, ne istersen
veriririm duuuur duuur, hayıııııııııırrrrrr….
Oh oh oh rüyaymış vallahi de billahi de
rüyaymış, rüyaymış rüyaymış… Tanrım
peki gırtlağım niye bu kadar ağrıyor?
Fazıl AKTAŞ
Müslümanlıkta bile liberalizm lazım, bu
IŞİD’de liberalizm ne gezer abi, adamların
elinde bıçak gırtlak kesiyorlar boyuna…
7
ADALET İSTİYORUZ...
AND OLSUN ŞART OLSUN AHIMIZ MAHŞERE KALMAYACAK.
HAK YERİNİ BULACAK.
Fransa'da karikatüristler, İslamcı örgüt
tarafından öldürüldükten sonra, nefreti
nefretle kaldıramazsın… diye akıl
vermişti bazı TV programcıları. Bu
düşünce tek başına programcının
bireysel düşüncesi de değil. Birçok yazar,
araştırmacı, profesör aynı şekilde
düşünüyor.
İslamcı örgütlerin katliamcılığı yıllardır
devam ediyor. Onar onar, yüzer yüzer
katlediyorlar. Bombalı araçlar patlatıyorlar. İslamcı örgütlerin hiçbir adalet
kıstaslarının olmadığını biliyoruz, işkence,
tecavüz, katliam yaparlar arkasından da
Allahu Ekber nidaları atarlar. Bu örgütleri
besleyen de esas olarak yine Amerika,
Fransa, Almanya... Buna karşılık ne
yaparlar, birkaç kısa televizyon programda söz edilir ya da edilmez. Reyhanlı'da El
Kaide'nin patlattığı bomba unutturuldu,
hiç kimse ondan söz etmiyor artık. Ama
aynı İslamcı örgüt Avrupa'da birini
öldürdüğünde, işler değişiyor. Çünkü
orada "kıymetli bir kurban" öldürülmüş
oluyor.
Ama sorun şu, Fransa’daki karikatürcüleri
öldürenlerin peşinden sürek avı başlatan
bir ordu gitti. Ve insan avı başlattılar. Bir
anda bütün yasalarını hiçe saydılar, hiçbir
kanun tanımadılar. Hatta rehineleri bile
öldürdüler. Kapitalizm böyle bir nefretle,
böyle bir kinle saldırıyor halklara.
Dünyanın gözü önünde yaşanan bu insan
avını canlı yayınlarda izlettiler. Avrupa'da
8
demokrasiden bahsedenler bu insan
avını aklından çıkarmasınlar. Fransa'nın
Cezayir’de döktüğü kan nehirler olup
akmıştır. Nato'dan önce davranıp Libya’yı
bombalayan da Fransa'ydı. Yani masum,
şirin bir Paris yok karşımızda. Eyfel'in
ışıltıları altında romantik gezilerin
başkenti değil Paris. Yüzlerce yıldır Afrika
ve Ortadoğu’da en çok kan döken
ülkedir. Televizyon programcıları bunu
unutturuyorlar. Neymiş, Fransa
Müslüman halka en çok olanak tanıyan
ülkeymiş... Tanıyacak tabi... Yüzlerce yıl
sömürdüler ve köleleştirdiklerini
Fransa’ya hizmetçi olarak getirdiler.
Milyonlarca Afrikalı şimdi Fransa’da
yaşıyor. Fransa hak vermek zorunda.
Yoksa ayaklanmalar patlıyor. Kimse
Fransa'nın demokratlığından
bahsetmesin.
İşte o Fransa öyle bir kinle insan avı
başlattı ki, aklımızdan çıkarmamamız
gereken yer orasıdır. Nereden geliyor bu
öfke. Karikatürcülerin intikamı değil
sadece. Yüzlerce yıllık egemenliğin
öfkesidir. Ortadoğu’da, silah verdikleri
İslamcıların, yüzerce kişiyi katletmeleri
Fransız egemenlerini umurunda bile
değildir, tersine sevinirler çünkü büyük
paralar kazanırlar. Ya da Paris'de bile bir
sürü cinayet işleniyor. Ama Paris'in
ortasında "kölelerin" efendilerine silah
çekmesi... İşte Fransız egemenlerini ve
dünyanın büyük devletlerinin patronlarını öfkelendiren budur. Sıradan bir
cinayet değildi bu. Nasıl cesaret ederler
bir Fransız vatandaşına silah çekmeyi...
Kölecilikten beri devam eden, kölelere
karşı olan kinlerini anında gösterdiler.
Büyük bir sınıf kiniyle, dünyanın bütün
egemenleri birleşti. Aralarında ne kadar
husumet olsa da, halka olan kinleri, halka
olan düşmanlıkları onları birleştiriyor.
Hiçbir yasa, kural tanımıyorlar.
Egemenlerin bu kini, bu öfkesi Nazileri
doğurmuş, Hitler'in önderliğinde 44
milyon insanı katletmişti.
Nefreti nefretle çözemezsin diyenler,
bunu öncelikle Fransız devletine
söylemeli. Benzerleri ülkemizde de
yaşanmıyor mu? Sivas katliamı, ülkemizin
en değerli yazarları, aydınları diri diri
yakıldı. Tek kişiden hesap sorulmadı.
Daha sonra milletvekili oldular. Sivas
Katliamı nasıl çözülecek. Yüzleşerek mi?
Kiminle yüzleşeceksin? Nasıl yüzleşeceksin? Yüzleştin diyelim, ne soracaksın? En
önemlisi 35 aydınımızı yakanlara Ne
yapacaksın?
Yüzleşmek lazım diyenler düşünmeden
konuşuyor. Bu soruların hiçbiri aklına bile
gelmiyordur. Yüzleşmek dedikleri
unutmaktır. Düzenin yasaları bile, bu
"demokrat" yazarlardan daha ileri, en
azından ceza verilmesi gerekir diyor.
Anayasasında bile bu cinayetlerin, bir
cezası var.
-
Aydınlarımız, sanatçılarımız, hiçbir
anlama gelmeyecek kavramları uydurarak, kendileri sorumluluk almaktan
kaçıyorlar. Bu suçlar cezasız mı kalsın.
Mahkemeler yıllardır tek bir kişiyi bile
cezalandırmadı. Ülkemizde halka karşı
işlenen hiçbir cinayetin hesabı sorulmadı.
Düzen, halkı daha çok sömürmek ister.
Köle gibi çalışmasını ister. En küçük bir
başkaldırıyı, ihanet olarak değerlendirir.
Tayyip'in dönüp dönüp Berkin Elvan
demesinin nedeni de budur. Büyük bir
öfke duyuyor, büyük bir kin duyuyor.
Çünkü Berkin Elvan milyonlarca insanın
duygusunu, düşüncesini Tayyip'e karşı
birleştirdi. Tayyip iktidar koltuğuna,
çıkarlarına yönelik en küçük bir tehdide
bile tahammül edemez. Nasıl ki Fransa
da, güpegündüz insan avına çıktılar.
Aynısını Tayyip Haziran ayaklanması
sürecinde yaptı. Dünyanın başka
ülkelerinde de zenginlerin saltanatını
koruyan iktidarlar, halka düşmandırlar.
Halk onlara göre, onların ayak işlerini
yapacak olan kulları, köleleri olmalıdır.
Barış... diyorlar. Halkın kanı ne zaman
dökülürse, koro halinde "BARIŞ" diyorlar.
Nefreti nefretle kaldıramazsın,
yüzleşmek lazım diyorlar. Hiçbir zaman
aydınların, katliam yapan devletin
kapısına dayanıp, yüzleşmeye çalıştığını
görmedik. Sadece bu gidişata dur demek
isteyenleri durdurmak için uydurulmuş
bir kavramdır "yüzleşmek."
"Kapitalizmin para için işlemeyeceği
cinayet yoktur. Yüzde on garantili kar her
yerde kulanılabilir. Yüzde 20 de kızışan,
yüzde elli de delice bir cesaret gelir.
Yüzde yüzde tüm insani yanları ayakları
altına alır. yüzde üçyüzde, işlemeyeceği
cinayet yoktur, darağacı pahasına bile
olsa... " İşte Tayyip Erdoğan'ın ve
egemenlerin ruh hali böyledir. Bedeli ne
olursa olsun sömürmek istiyorlar.
Bu ülkenin aydını, sanatçısı da halkın
yanında olmalı. Hak yerini buluncaya
kadar adalet istemekten vazgeçmemeli.
Halkla birlikte "ADALET İSTİYORUZ"
alıncaya kadar mücadele etmeye devam
edeceğiz… diyebilmelidir. Aydının görevi
halkın öfkesini yumuşatmak olmamalıdır.
Halk fırsatını bulduğunda hesap sorar
zaten. "yüzleşmek lazım" "Nefretin diliyle
konuşmamak lazım" gibi halkı uyutan
olmamalıdır. Böyle yaparak, Zalimlere,
egemenlere hizmet eder. Böyle
yapmamalı, aydının yeri halkın yanıdır.
Sanat Cephesi
Biz, hayaller âleminde yaşamıyoruz.
Bütün tarih boyunca sanatçılar, zalimlere,
egemenlere karşı öfkeyle yazmış
söylemişler. "ok gıcırtısından, düşman
kanından, çizmem dolup, şalvar ıslanmalıdır" demiş Köroğlu.
Berkinleri katlettiler, Hasan Feritleri
katlettiler, milyonlarca gaz bombası
atıyorlar... Maden kazalarında yüzer yüzer "Biri yer biri bakar, Kıyamet ondan kopar"
katlediyorlar. Biz hesap istediğimizde de, demiş Ruhi Su...
RUHİ SU - ATASÖZÜ
Dinleyin arkadaşlar bir atasözümüz var
Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar
Kıyamet dedikleri ha koptu ha kopacak
Yoksuldan halktan yana bir dünya kurulacak
Görmüşler ileriyi atalarımız demek
Herkese yeter dünya herkese yeter ekmek
ENVER GÖKÇE
AND OLSUN ŞART OLSUN
Ben
Böyle
Taşların
Çukurların
Içinde
Kalmışsam
Yalnızsam
Hor
Görülmüşsem
Arkasızsam
Ve
Böyleyse
Bahtı
Siyahım
Yemin
Kasem
Olsun
Ve
And
Olsun
Şart
Olsun
Yerde
Kalmaz
Ahım
9
BİR İNSANLIK SUÇU
VİZE UYGULAMASI
Bu dünya üzerindeki her insanın,
dünyanın tüm güzelliklerinden, zenginliklerinden faydalanma hakkı vardır.
Bu dünya üzerindeki her insanın,
insanlığın yüzbinlerce yılda biriktirdiği
tüm bilgiye, kültür hazinesine, tecrübeye
ulaşma hakkı vardır.
Bu dünya üzerindeki her insanın,
dünyanın tamamını görme, gezme,
ziyaret etme hakkı vardır. Diğer halkları
tanıma, kaynaşma, onlarla dayanışma
içinde olma hakkı vardır.
Ama bu hakları kendilerine ‘devlet’ diyen
örgütlenmeler tarafından gasp edilmektedir.
‘Devlet’ isimli bu örgütlenmeler,
insanlığın ilk gününden beri yok. İnsanlar
on binlerce yıl devletsiz yaşayabildiler.
10
Ne zaman ki savaşlar başladı, insanlar
başka insanları köleleştirmeye başladı ve
köle sahipleri köleleştirdikleri bu insanları
zorla çalıştırmaya başladı; yani kısaca
sınıflar ortaya çıktı; devlet de o zaman
doğru.
Yani devlet bir sınıfın bir başka sınıfı
kontrol altında tutma, ona hükmetme
aracı olarak, bu ihtiyacın sonucunda
ortaya çıktı. Günümüzde de devletin tek
amacı budur.
karakoluyla, ordusuyla, maliyesiyle,
okuluyla... Kısaca yüzlerce kurumlaşmasıyla bu görevini yerine getirir.
Bu görevlerin başında, dünya zenginliklerinin bir avuç asalak tarafından
paylaşılıp, milyarlarcasının bunlara
erişememesine rağmen, bu düzenin
sorunsuz işlemesini sağlamak gelir.
Yani yasalar güçlüden yanadır. Burjuvaziyi
halklardan ayrıcalıklı tutar ve onu korur.
Bu eşitsizlik devletler ölçeğinde de
geçerlidir. Ülke içinde nasıl ki güçlüler ve
yoksullar varsa, devletler içinde de güçlü
olan ve zayıf olanvardır. Ülke içinde güçlü
olan burjuvazi, zayıf olan proletaryadır.
Devletlerde ise güçlü olan sömürücü
Her şeyiyle burjuvaziye hizmet etmek için olandır yani emperyalistlerdir. Zayıf olan
şekillendirilmiş olan devlet ise; yasasıyla, ise sömürge ülkelerdir.
anayasasıyla, hapishanesiyle, polisiyle,
Azınlık olan burjuva sınıfı, devasa
çoğunluktaki halk yığınlarını kontrol
altında tutmak ve denetlemek için
devlete ihtiyaç duyar.
Ülke anayasaları nasıl ki zenginleri
koruyorsa, uluslararası yasalar da zengin
ülkeleri korur. Ülke içindeki eşitsizlik,
uluslararası alanda böyle işler.
Örneğin burjuvazinin kendisinin bile
kabul ettiği, evrensel bir hak vardır.
Seyahat özgürlüğü... Her insan istediği
her yere gidebilir, gidebilmelidir denir.
Devletlerin uygulamasında ise bunun
önüne geçen sayısız yasa vardır.
Bunların başında da vize uygulaması gelir.
Devletler, kendi ülkesinden olmayan
kişilerin ülkelerine gelişine karar vermek
için kişiyi incelemeye alır. Ve bu inceleme
sonucunda ülkesine girip giremeyeceğine karar verir. Bu uygulamaya ‘vize’
uygulaması denir.
Ama burada tam bir eşitsizlik vardır.
Gelişmiş bir ülkenin yani diğer halkları
sömüren bir ülkenin vatandaşıysanız,
hiçbir vize uygulamasına tabi
tutulmazsınız. Örneğin bir ABD vatandaşı, bir İngiliz vatandaşı, bir Alman
vatandaşı elini kolunu sallayarak tüm
dünyayı gezebilir. Bunun için o ülkelerin
devletlerinden izin istemez. Kaldı ki,
kimse de ona vize sormaz zaten. Ya da
tamamen formalite bir uygulamaya tabi
tutulur.
Oysa ki gelişmemiş bir ülkenin,
sömürülmekte olan bir ülkenin sıradan
bir vatandaşı iseniz gideceğiniz ülkenin
konsolosluğu tarafından adeta
cehennem azabı yaşatılır.
Önce yedi sülalenizin durumunu
gösteren belgeler istenir. Yetmez, sonra
ekonomik durumunuzu belgelemeniz
istenir. Banka hesaplarınız, maaş
durumunuz, tapularınız, sigortanız vb...
Tüm özel - mahrem tüm bilgilerinizi
sizden alırlar.
Bunlar da yetmez, eğer ki bunları
tamamlamışsanız bu defa sorgulama
başlar. Adeta polis sorgusudur. Nereye
gideceksin, kime gideceksin, ne
yapacaksın, nerede kalacaksın... Uçak
biletlerinizden kalacağınız otele kadar
tüm bilgileri ayrıntılı olarak isterler.
Bu uygulama tam bir aşağılamadır.
‘Benim ülkeme gideceksin ama önce
bunu hak ediyor musun bir ona bakalım’
denilmektedir adeta. Onu ikna etmek
zorundasınızdır. Bütün belgelerinize
rağmen ikna olmayabilir. Diyelim ki ikna
oldu. Orada bitmez.
kaldırılmak zorundadır.
Bu defa da ülkeye girişte başlar başka bir
seremoni. Pasaport sırasından geçersiniz
ve pasaport polisinin sorgusu başlar.
Onca insan arkanızda sıra bekliyorken
bağıra çağıra aynı soruları bir kez de o
sorar.
Normal şartlarda biraz onuru olan, biraz
gururu olan bir devlet, vatandaşlarını bu
kadar aşağılayan ülkelerle mücadele
eder. Bu uygulamayı ortadan kaldırmaya
çalışır. Bunu yapamıyorsa gerekirse bu
vize uygulamasının aynısını o ülkeye
yapar. Bir yaptırım olarak. Bu uygulamayı
kaldırmaya dönük bir baskı aracı olarak...
Vizeniz vardır ama bunun bir önemi
yoktur. Bu defa da polisi ikna etmek
zorundasınızdır. Nerede kalacaksın, kime
gideceksin, paran var mı... Ve var olan
paranı çıkarıp göstermeni ister...
Ülkemiz halklarının, tüm dünya
halklarının bu şekilde aşağılanmasına,
emperyalizmin uşağı olan iktidarlar son
veremez.
Dolayısıyla aşağılama konsolosluktan
başlar, pasaport sırasına kadar devam
eder.
Onların onuru olsaydı uşaklığı kabul
etmezlerdi.
Gelişmiş ülkenin vatandaşı elini kolunu
sallayarak tüm dünyayı gezer, gelişmemiş
ülkenin vatandaşı her adımda izin almak
zorundadır.
Bu onursuzluğu değiştirecek olan
bağımsız bir ülke kuracak olanlardır.
Eşitsizliği, adaletsizliği ortadan kaldıracak
olanlardır.
Ve bu izin süreci de son derece ırkçı,
aşağılayıcı yöntemlerle yapılır. Dünya
halkları bu yöntemlerle de aşağılanır.
Adeta ‘karşımızda yerinizi bilin, haddinizi
bilin’ denilir...
Dünya halklarına dünyanın tüm zenginliklerini de, bilgi birikimini de, kültürel
mirasını da, dünyanın tüm güzelliklerini
görebilme ziyaret edebilme hakkını da
verecek olanlar sosyalistlerdir, devrimcilerdir...
Seyahat herkesin hakkıdır. Her hangi bir
devlet bunu ‘güvenlik’ vb gerekçeleriyle
gasp edemez. Kontrol etmesi bir yere
kadar anlaşılabilir ama gasp edemez.
Engelleyemez.
Aslında uluslararası yasalar da buna izin
vermez. Ama uygulamada kimse bu
yasaları takmaz, kendi kurallarını uygular.
Bu vize uygulaması nedeniyle Grup
Yorum Almanya’da vereceği 20.000 kişilik
konser için vize alamadı. Alman devleti
vize başvurusunu ‘ülke güvenliği’
gerekçesiyle reddetti.
Vize almayı başaran dört kişi ise gittikleri
Almanya’nın Köln şehri havaalanında
dokuz saat kadar tutulduktan sonra yine
‘güvenlik’ gerekçe gösterilerek ülkeye
iade edildiler.
Bu uygulama nedeniyle aylardır örgütlenmekte olan bir konserine katılamadı
Yorum üyeleri...
Kendileri elini kolunu sallayarak her
istedikleri zaman gelir, bizler ise böylesi
büyük organizasyonlarımıza bile
gidemeyiz.
Sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası
ölçekte de bir adaletsizlik vardır. Bu
adaletsizliğe de ancak sosyalistler,
devrimciler son verebilir.
Buna karşı mücadele etmek için sosyalist
bir ülkeyi beklemeye gerek yoktur. Bu
mücadele günümüzde de karşımızda
duran, yapmak zorunda olduğumuz bir
mücadeledir.
Örneğin ülkemiz aydın ve sanatçıları
olarak bir vize muafiyeti mücadelesi
vermeliyiz. Konsolosluklardaki, sınır
kapılarındaki bu aşağılamaya karşı
birlikte bir program çıkartıp mücadele
etmeliyiz. Gerekirse boykotlar örgütlemeliyiz.
Israrlı olursak kazanacağımız kesindir.
Haklarımızı kimse bize bahşetmeyecek.
Bu hakkımızı da diğer bütün haklarımızı
kazandığımız gibi biz kendi ellerimizle
kazanabiliriz.
Sinan GÜMÜŞ
Bu adaletsizlik, bu eşitsizlik ortadan
11
.
SARKILAR
VIZE TANIMAZ
.
.
EFENDILER!
Bu sene Almanya’da “Irkçılığa Karşı Tek
Ses Konseri”nin dördüncüsü düzenlendi.
Avrupa’nın dört bir yanından ücretsiz
otobüsler kaldırıldı yine Grup Yorum
gönüllüleri tarafından; Akdeniz kıyısı
Marsilya’dan, Alp Dağları’nın ardı Viyana
Innsbruck’dan ve İngiltere’nin kalbi
Londra’dan ve daha pekçok ilden uzun
mesafeler kat ederek geldi yine Yorum
severler. 20 bin yürek olmaktı bu yılki
hedef. Ülkemizde beş şehirde yaptığımız
ve milyonlarca insanın katıldığı 30. yıl
konserlerimizi, Avrupa’da da her zamankinden daha görkemli bir konserle
noktalayalım istedik.
Evet, hedefimiz büyümüştü, ama bu
sefer baskılar da büyüdü. Geçen yıl 15 bin
kişi gelmişti Oberhausen König Pilsener
Arena'daki konsere, bu sene ise 20 bin
kişilik hedefimize ulaşacağımıza dair bir
şüphemiz yoktu. 8'i Türkiyeli 10 esnafın
devlet destekli Nazi çeteler tarafından
katledildiğini teşhir ettiğimiz; Türk, Kürt,
Alman, Arap ırkçılığa karşı birlik olalım
dediğimiz, ırkçı politikalara karşı birlikte
mücadele edelim dediğimiz bu konserleri
Almanya devletinin engellemek istemesi
doğaldı tabi. Halklar arası, özellikle de
yabancılara karşı, düşmanlığı körüklemenin bir devlet politikası olduğunu hep
söyledik. Ülkemizdeki faşizmi insanlara
anlattığımız gibi, emperyalist devletlerin
Ortadoğu halkları başta olmak üzere
bütün halklara çektirdiklerini de
12
anlatmamız gerekiyor.
Onlarca söyleşi planlanmıştı, Almanya
başta olmak üzere bütün Avrupa'da.
Onbinlerce afişimiz vardı Avrupa'nın
bütün şehirlerinin duvarlarını donatacağımız. En önemlisi ise binlerce yürek
vardı bizimle çarpan; bu büyük konseri
mümkün edecek Grup Yorum gönüllülerimiz vardı yine.
Aylar öncesinden başladı konserin
çalışmaları, bizler de Grup Yorum olarak,
yaklaşık bir ay öncesinden Avrupa'ya
gidip, bu çalışmalara dahil olacaktık.
Derneklerde, üniversitelerde, kafelerde
halkla söyleşiler yapacak, insanlara bu
konserin önemini anlatacaktık. Almanya
devleti yapılan vize başvurularının
hepsini reddedince, sadece bir Yorum
üyesi Almanya'ya gidebildi. Grup
Yorum'un Almanya'da yaşayan üyesi
İhsan ile birlikte bir yandan konser
çalışmaları yaparken, bir yandan da vize
yasağına karşı bir kampanya yürütüldü.
Oradaki dostlarımızın yardımıyla Alman
kamuoyuna taşıyabildik vize yasaklarını
ve Alman Sol Partisi'nin de desteğiyle
teşhir ettik bu hukuksuzluğu.
***
İki Yorum elemanı ve her seferinde
yanlarında oturup onlarla birlikte konseri
anlatan Yorum gönüllüleri bir söyleşiden
ötekine dolaştı. Çok kişiyle tanıştı,
konuştu ve görüş aldılar. Alevi
derneklerinde yapılan söyleşilerde halkın
Türkiye'deki faşist iktidara ne kadar
öfkeli olduğunu tekrardan gördük, çünkü
onlar vatanlarından uzakta yaşıyor
olsalar da şuan, bir parçaları hala kendi
topraklarında. En çok karşılaşılan soru;
Yorum’un, özellikle de seçim sonrası,
ülkemize dair umutlu olup olmadığıydı.
Aldıkları cevap ise çok net ve tatmin edici
oluyordu, tek yolun mücadeleden
devrimden geçtiğini anlatıyordu her
seferinde Yorum. İnsanlar umut
aldıklarını dile getirdiler birçok kez,
devrimcilerden aldıkları umuttu bu.
Yorum'un ne kadar halklaşmış olduğunu
bir kez daha gördük Almanya'da, her
yerde çok sıcak karşıladılar. Soru yağmuruna tuttular her söyleşi sonrasında,
sıcak sohbetler gelişti derneklerde.
Konser tarihi gittikçe yaklaşıyordu ve
emperyalist Alman devleti, Yorumculara
vize vermemekte ısrar ediyor. Hatta
üyelerinin bir kısmına Schengen yasağı
koymak için işlem başlatmıştı. Buna
cevap olarak Avrupa Yorum'u kurarız
dedi Yorum. Peki Alman devleti bilmez
mi Yorum'un halk olduğunu? Bilmiyorduysa da şimdi öğrenmiş olurdu.
Yorum’un müzisyen dostlarından ve
Yorum üyesi Bahar'dan oluşan 5 kişilik bir
grubun vize aldığını öğreniyoruz.
Konsere gitmek üzere İstanbul'dan
havalandılar. Fakat Düsseldorf Havalimanı’nda vizeleri olmasına rağmen
gözaltına alındılar ve yaklaşık 8 saatlik
sorgudan sonra sınırdışı edildiler.
Mevzubahis Türkiyeli devrimciler olunca
Almanya Devleti’nin ne kadar pervasızlaştığını, kendi yasalarını çiğnediğini
gördük. AKP faşizmiyle işbirliği içinde
olduklarını bir kez daha gözler önüne
serdiler. Bizler, devrimciler, bunların
demokratlığının lafta olduğunu her
zaman söyledik, ama burjuva demokrasisini toz pembe görenlerin gözünü bir
nebze de olsa açtı bu konser süreci. Kafa
kesen IŞİD militanlarını dahi ülkeye alan
Alman emperyalizmi, yüzlerce kez ülkeye
girip konserler vermiş devrimci bir müzik
grubunu ülkesine almamıştır, çünkü
bizlerin silahı onları daha çok korkutmakta; yani düşünce ve fikirlerimiz.
Konserin bir hafta öncesinde tüm
müzisyen ekibi toparlanmıştı. Çoğunluğu
Yorum sevenler, geçmişte de birlikte
çaldığımız dostlarımız ve eski Yorum
üyeleri... 14 Kasım günü 30'a yakın
üyeden oluşan bir Avrupa Grup Yorum'la
çıkılacaktı. Beş gün beraber çalarak,
kaynaşmıştı ekip, repertuarı eksiksiz
çalıştı. Coşkuluydu, yaptığı işin önemini
çok iyi kavramıştı, her şeyi göze alarak bir
araya gelen bir ekip oluşturulabilmişti
Almanya'da da. Kimi okulundan, kimi
işinden feragat ederek, kimi rahatsızlıkları olmasına rağmen bir oldu tüm
ekip.
Gelelim o büyük güne. Herkeste tatlı bir
telaş, ama biraz da kaygı. “Paris katliamı
var, konser tehlikeli; Yorum gelemedi,
konser olmayacak” söylentileri yayılmıştı
Almanya'da. Bazı radyolarda konserin
iptal edildiğine dair yalan haberler
yapılıyordu. Henüz bir gün geçmemişti
Paris katliamından; korkup, kaygılanıp,
gelmeyen bir sürü insan demekti bu. IŞİD
çetelerinin benzer katliamları Almanya'da da yapacağı korkusu hakimdi
insanlarda. Bu katliam öfkemizi daha da
arttırmıştı egemenlere karşı, yüzden
fazla halktan insan katledilmişti. Bizi tam
olarak neyin bekleyeceğini kestiremiyorduk, bu nedenle yoğun önlemler aldık biz
de... Bir yandan da Fransa ve
İngiltere'den otobüslerin gelemeyeceği
haberi ulaşmıştı bizlere ki bunun da
asılsız olduğunu öğrendik. 20 bindi
hedefimiz ama olumsuzluklara bakarak
daha düşük bir katılımın olacağını
düşünüyorduk haliyle. Saat 17.00
olmuştu artık ve sahnenin arkasında
herkes hazır bekliyordu. Perdenin
kenarından bakınca salonun alt kısmının
tamamen dolduğunu görmek bizleri çok
rahatlatmıştı o anda. O gün oraya tek bir
izleyici dahi gelmiş olsaydı, program
yapılacaktı eksiksiz, o konuda emindik
ama binlerce insanın sahiplendiğini
görmek bambaşka bir duyguydu bizler
için. Kızıldere şarkısını kitleyle sahne
arkasından söyledikten sonra Yorumcu
iki arkadaş sahneyi aldı, “Şarkılara Vize
Koyamazsınız” diyerek kısa bir konuşma
yaptı ve ardından sahneye diğer
arkadaşları davet ettiler. Çok coşkuluydu
kitle. Sahnedekiler de çok heyecanlıydı,
çünkü o gün orada bir tarih yazılıyordu.
trompet, trombon, basgitar, e gitar, yan
flüt ve keman, eksiksiz bir ekip vardı
sahnede. Kemanda Alman dostumuz Eva
ve yanında bir söyleşi esnasında
tanıştığımız 11 yaşındaki en genç Yorum
gönüllüsü vardı sahnede. 15 kişilik de
güçlü bir koromuz vardı bizimle sahneyi
paylaşan. Güleycan'la başladı konser. Ses
sistemi sorunlu olmuş olsa da, bir çuval
inciri berbat edemedi, çünkü bizleri
sahiplenen 7 bin kişilik bir kitle vardı
karşımızda. Yani bir halk korosu...
Alışıldığın dışında 'Geçti Dost Kervanı'
türküsünü hep beraber söyledik sadece
çalınan bağlama eşliğinde.
Bütün engelleme girişimlerine rağmen
bizleri Oberhausen'de yalnız bırakmayan
İspanyol rapçı Pablo Hasel de adalet
savaşçıları için yaptığı şarkıyı söyledi.
Dans gösterisi ve konuşmaların da
olduğu programda coşku hiç eksik
olmadı.
4 saati aşan konser Çav Bella'yla noktalandı. Her şey beklediğimizden de güzel
geçmişti. Belki 20 bin kişi gelmemişti
ama; çok değerli, her şeye rağmen
Yorum'u sahiplenen, 7 bin kişilik bir kitle
gelmişti. “Irkçılığa karşı tek ses, tek
yürek” olmak için gelmişti.
Bir kez daha tarih yazılmıştı 14 Kasım'da,
yine bir ilki gerçekleştirmiştik belki de.
Evet, sizce de öğrenmiştir değil mi,
Alman devleti türkülerin susmayacağını?
GRUP YORUM
Mey, zurna, bağlama, akustik gitar, davul,
13
SANAT MECLİSİ:
“Bütün Sanatçılar Birleşin!”
Sanat Meclisi “Bütün sanatçılar birleşin!”
diyerek bir sempozyum gerçekleştirdi. 1.
Sanat Sempozyumu... Tüm sanat
dallarından sanatçılar bu çağrı ile 6 - 7
Kasım 2015 günlerinde İstanbul Akatlar
M. Kemal Kültür Merkezi’nde bir araya
geldiler. 2 gün boyunca süren oturumlarda sanatçılar hem mesleki sorunlarını
konuştu hem de çözüm önerileri üzerine
tartıştılar. 3. gün ise Okmeydanı Sibel
Yalçın Parkı’nda bir festival düzenleyerek
sempozyum sonuçlarını halkla paylaştılar.
Ülkemizde tüm sanat dallarının bir araya
getirildiği ilk sempozyum olma özelliğini
taşıyan bu sempozyumda ayrıca Sanat
Meclisi kendisini tanıtarak, hedeflerini de
tüm sanatçılarla paylaştı ve tartışmaya
açtı.
Yakın zamanda gerçekleşen seçimlerin
ardından AKP’nin tekrar tek başına
iktidar olmasının ardından yapılan ilk
örgütlenme etkinliği niteliğini de taşıyan
sempozyumda, AKP iktidarının sanat
alanına ve sanatçılara yönelik baskıları da
konuşuldu. Her geçen gün daha büyük
tehdit altında yaşayan sanatçılar; kendi
alanlarını, sanatlarını, kişiliklerini,
yaratılarını koruma görevi ile de karşı
karşıya kaldıklarını konuştular. Yıllardır
kangrenleşmiş sorunların artık bir an
evvel çözülmesi gerektiği konusunda
hemfikir olan sanatçılar çözüm için
adımlar atmak gerektiğini vurguladı.
Alanın tüm sorunlarını, ihtiyaçlarını tespit
14
etmek için saatlerce çalıştı ve defalarca
kez sadece bu konu ile ilgili toplantılar
yaptı Sanat Meclisi.
Sanat Sempozyumu 6 - 7 Kasım 2015
günlerinde toplam 16 saat süren
tartışmalarla gerçekleştirildi. Şiir, müzik,
tiyatro, plastik sanatlar, sinema alanlarında çalışmalar yapan 80 sanatçının
katılımıyla gerçekleşti bu sempozyum.
gerçekleştirdi. Gezi ayaklanması tarihinde kurulduklarını anlatarak o günden bu
yana tüm etkinlik, eylem, açıklama ve
üretimlerini anlattıkları sunum yaklaşık
yarım saat sürdü. Sunuma video kurgu da
eşlik etti.
İlk oturum meslek örgütlerini konu aldı.
Şair İbrahim Karaca’nın yönetiminde
süren oturumda Av. Selçuk Kozağaçlı,
Efkan Şeşen, Fırat Tanış, Şebnem
İzleyiciler, Mustafa Kemal Kültür
Sönmez ve Dursun Karaca yer aldı.
Merkezi’ne geldiklerinde onları ilk olarak Meslek örgütü nedir, işlevi ve işleyişi nasıl
duvarlardaki Sanat Meclisi’nin pankartları olmalıdır ve bütün sanatçı ve meslek
karşıladı. Fuayede aynı zamanda Sanat
örgütlerinin dayanışma ve güç birliği
Meclisi’nin etkinliklerinin fotoğraflarıniçinde olmasının mümkün olup olmadığı
dan oluşan bir sergi de yer aldı. Sanat
tartışıldı.
Meclisi nerede yer almışsa kare kare
yansıyor bu panolara... Yine duvarlara
Sanat Meclisi bu konuda “Daha militan,
asılan pankartlar oturumlara geçmeden kendini düzenin dümen suyuna hapsetfikir veriyor ve sizi hazırlıyor tartışmameyen bir örgüte ihtiyaç var artık. Hem
lara... Sanat Ama Kimin İçin, Sanat Ama
bir okul olma görevi üstlenen hem de
Nasıl, Sanatta Meslek Örgütü Sorunu,
sorunlara kalıcı ve köklü çözüm önerileri
Sanatta İş Güvenliği – İş Güvencesi – İş
üreten, faşizme karşı savaşta birliği ve
Sağlığı... Ne çok sorunu var sanat alanının beraberliği geliştirme hedefiyle çalışan
ama Sanat Meclisi bunların her birinin
bir örgüt...” dedi.
örgütlenme ile, dayanışma ile çözülebileceğini söylüyor.
Günün ikinci oturumu ise “Sanatta İş
Güvenliği, İş Güvencesi, İş Sağlığı Sorunu”
Sempozyum 6 Kasım Cuma günü başladı. üst başlığı ile tiyatro yönetmeni Ragıp
Öncelikle oyuncu Mehmet Esatoğlu bir
Yavuz, müzisyen Hüseyin Turan, kurgucu
giriş konuşması yaparak konukları
Aytekin Birkon, müzisyen Özcan Erkişi,
selamladı. Kısaca bu sempozyumun
tonmaister Murat Başaran’ın katılımı ile
oluşum aşamasını anlatan Esatoğlu’nun
gerçekleşti. İleri Demokrasi: "Düşün ama
ardından sanatçı Barış Güney ve Grup
Açıklarken Bana Sor!", Taşeronlaşma:
Yorum elemanı Selma Altın Sanat
Sanatçının "Satılışı" , Sözleşme Terörü:
Meclisi’ni tanıtan görsel bir sunum
Yasal ama Gayrimeşru! Fiziksel Koşullar:
"Ölümüne" Sanat! başlıklarının tartışıldığı
oturumda öncelikle şehir tiyatroları
bünyesinde karşımıza çıkan “taşeronlaşma” sorunu konuşuldu. AKP iktidarı ile
birlikte sanatçıların ihale ile satın alınması
noktasına kadar vardığı konuşuldu. İş
sağlığı konusunda çalışma sürelerine
değinildi. Dizilerde, stüdyolarda
insanların 21 saate varan sürelerde
çalıştığı, sağlıklarını yitirdikleri, iş
kazalarına nasıl zemin hazırlandığı
anlatıldı. Dizilerin 180 dakikaya
varmasının sebebinin tamamen reklam
şirketlerinden daha fazla para almak
olduğu anlatıldı.
Yıllarca mücadele edilerek kazanılan tüm
haklar, günümüzde taşeronlaşma ve
çeşitli yasa düzenlemeleri ile tekrar
ellerinden alınmaya çalışılıyor. Bununla
da kalmayıp, sözleşme maddeleri ihlal
edilme pahasına sanatçılar işten atılıyor.
En ilkel koşullarda çalışmaya zorlanan
sanatçılar “işsizlik” tehdidi ile susturulmaya çalışılıyor. Düşüncelerini açıklaması
engelleniyor. Tüm bu sorunların
konuşulduğu oturumda aynı zamanda
yeni işe başlayan sanatçılarla hiçbir
alanda konuşmama, hak aramama ve
görüşlerini açıklamama şartının çalışma
koşulu olarak dayatıldığı ortaya kondu.
Tiyatrocu Osman Genç’in yöneticilik
yaptığı oturumda stüdyolarda çalışan
sanatçıların çalışma saatlerinin belli
olmaması ve sürekli dizi sektörüne iş
yetiştirme telaşı ile nasıl hayattan
koptukları anlatıldı.
Üçüncü oturumda ise “Sanat Ama Kimin
İçin?” sorusuna cevap arandı. Tiyatrocu
Mehmet Esatoğlu’nın yöneticiliğinde
Zerrin Taşpınar, Meral Yıldırım Gökoğlu,
Özgür Başkaya ve Caner Bozkurt bu
oturumdaki konuşmacılardı.
Ruhumuza Sızmaya Çalışan Bir Truva Atı:
Sam Amca Sanatı, İktidarın Dev(!) Sanat
Faaliyeti: ‘AK’layıp ‘P’aklamak!, Sanatçının
Tarafsız Olması Mümkün müdür: Faşizme
Karşı Bir Taraf Değil Bi-Taraf Olma
Sorunu, Işık İhtiyacı: Korkuyu Ateşe Verip
Karanlığı Aydınlatmak!, Halktan Yana
Sanat ama Halkın İçinde: İnsan Ruhunun
Mimarı Olmak konuları konuşuldu bu
oturumda.
Öncelikle sanat nasıl bir atmosferde
yapılıyor konusu ile başlayan oturumda
şair Zerrin Taşpınar ülkemiz gençliğinin
durumu ile ilgili olarak bir sunum yaptı.
Zerrin Taşpınar: "Kapitalizmin dayattığı
sanat üzerine çok şey söylendi. Ben
sanatla halkın arasını açmaya yarayan
truva atından söz edeceğim. Hiçbir
dönemde nüfus artışına oranla okur
artmaz. Sanırım diğer sanat dalları için de
bu böyle. 'En büyük' adı altında sunulan
yazarlar çok satarlar ama TRT'de emek
veren sanatçıların sanatının ne kadar
sattığı hep tartışma konusudur. AKP
döneminde TRT'den atıldım, kültür sanat
programı yapıyordum. Sanatın görevi
sokakta yaşayan çocukları görünür
kılmaktır. Onları gözlemleyin, sizden niye
korktuğunu anlamaya çalışın. Kapitalizm
geleceğimizi, büyük bir okur kitlesini, bir
şeyler alabilecek çocukları, gençleri
bizden koparıyor.” dedi.
Halkla sanatın nasıl buluşacağı,
buluşturulacağı konuşuldu. Sanatın
görevi üzerinden bakıldığında tüm
kitlelerin, ezilen tüm insanların
yaşadıklarının basın tarafından görülmemesini, sanatçının görevinin tüm
yaşananları görünür kılmak olduğu ifade
edildi.
İkinci gün oturumlarına geçilmeden evvel
Selma Altın bu sempozyumun neden
yapıldığına dair bir bilgilendirme yaptı.
Mehmet Esatoğlu kısa bir konuşma
yaparak yakın zamanda yitirdiğimiz
onurlu aydın ve sanatçıları selamladı.
Mehmet Esatoğlu "Nazım Hikmet bu
ülkeden gitmek zorunda bırakılmıştır
ama yazdıkları buradadır. Ülkenin paçavra
medyası anlatmaz ama bu ülkenin
yazarları şairleri vardır, Ataol Behramoğlu
vardır" diyerek Ataol Behramoğlu'nu
sahneye davet etti ve 50. Sanat yılını
kutladı. Ataol Behramoğlu konuşmasına
şu sözlerle devam etti; "Sanatsal yaratı
dediğimiz şey, kişiseldir, kendi birikimleriyle baş başadır. Fakat toplumla iç içe
olmazsa kısır kalır. Bireysellik içinde
kaybolup gider. Yaşadığı çağın sorunlarını
durumunu anlamak için çalışmazsa
gerçek bir sanatçı olunamaz. Sanatçının
örgütlenmesi, özellikle bizim gibi
ülkelerde ve böyle dönemlerde özel bir
önem taşır. Sadece sanatın gelişmesi ve
sanatçının özlük hakları bakımından
değil, toplumun ve kendi sorunlarını
çözebilmek için gereklidir." Ataol
Behramoğlu şiirleri ile sunumunu
noktaladı.
“Sanat Ama Nasıl” konulu, 2. günün 1.
oturumu Heykeltıraş Kemal Tufan'ın
moderatörlüğünde Cengiz Gündoğdu,
Mehmet Aksoy, Erkan Oğur, Ayça
Telgeren ve Mehmet Sinan Kuran ile
yapıldı. Yozlaşma’nın Şeytan Üçgeni:
Geçmişten Kaçış, Batı Hayranlığı,
Yabancılaşma; Yenilikçilik: Dün ile
Beslenip Yarına Varmak, Ustalaşma,
Gelişme Sorunu / Popülerlik ve Yetinme-
cilik: Star Mezarlığında Bir ‘Garip’ Olmak,
Sanatçının Özgürlüğü Nerede Başlar,
Nerede Biter: Özgürüm ama Kafesim
Dar!, Sanat Üretiminde Bireysellik ve
Kolektivizm: Tek Elin Nesi Var? Konuları
çerçevesinde tartışıldı.
Sanatçının bireyselliği, örgütlenme
zorunluluğunun seyircilerle birlikte
tartışıldığı bu oturumun ardından
fuayede Umudun Çocukları Orkestrası,
Büyü ve Haklıyız Kazanacağız isimli
şarkıları çaldılar.
İkinci günün son oturumunun yöneticiliğini ise Grup yorum elemanı İnan Altın
yaptı. Bu oturuma yazar Emrah Serbes,
yönetmen Hüseyin Karabey, İdil Halk
Tiyatrosu’ndan Veysel Şahin, müzisyen
Orhan Şallıel, şair ve fotoğraf sanatçısı
Mehmet Özer katıldı.
Sanat Üretiminin Önündeki Engeller ve
Çözüm Önerilerimiz isimli oturumda
“Piyasa: Böyle Yaparsan Satar!, Sanat Sermaye Çelişkisi: Fırsat Eşitsizliği, Sansür
– Otosansür: Sanatta Gizli - Açık İşgal,
İçsel Olgu, Elitizm - Halktan Kopukluk:
Kimse Beni Anlamıyor! ,Yüzünü Halka
Dönmek: Kaynağa Yolculuk başlıkları
tartışıldı.
Halkın içinde üretirken halkı katarak nasıl
estetik bir boyuta getirebiliriz sorusunun
tartışıldığı bir oturum oldu. Bu
tartışmanın sonunda İnan Altın, sorunların karşı Sanat Meclisi’nin tartışmalarla
karar altına aldığı çözümleri sıraladı. Bu
çözüm önerilerinin de tartışılmasıyla
sempozyumun son oturumu da sona
erdi.
İki gün süren sempozyum kapanış
konuşması ile sonlandırıldı. Sanat Meclisi
son olarak “Bütün Sanatçılar Birleşin!”
diyerek ertesi gün Okmeydanı Sibel
Yalçın Parkı’nda yapacağı Sanat Festivali’ne çağrıda bulundu. Yüze yakın
sanatçının katıldığı sempozyum toplam
16 saat sürdü.
Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda yapılan
festival, ayrıca Sanat Meclisi’nin 3. Halk
Festivali. 16.30’da başladı. Erkan Oğur,
Hüseyin Turan, Efkan Şeşen, Grup Yorum,
Barış Güney, Ozbi, Niyazi Koyuncu, Erdal
Bayrakoğlu konserlerinin yanı sıra Tiyatro
Simurg ve İdil Halk Tiyatrosu’nun oyunları
da sahnelendi. Osman Genç ve İbrahim
Karaca’nın da şiirler okuduğu festival,
soğuk havaya rağmen 500 kişinin
katılımıyla 22.30’a kadar devam etti..
SANAT MECLİSİ
15
İbrahim Karaca ; "Tek tek karşı
çıkılamayan bu kölelik düzenine bir cephe
olarak, blok olarak karşı çıkmak lazım"...
Şebnem Sönmez "Çalışma bittikten sonra
işçi değilim, seyredenin parmağının
ucundayım. Seviyorsa izler, sevmiyorsa
kanalı değiştirir. Oyuncu reklam verenin
en çok ihtiyaç duyduğu kişidir, oyuncuya
muhtaçtır."
"Ben 50 yaşındayım hala işsizlik korkusu
yaşıyorum. Gelir garantimiz yok,
öncelikle buna evet diyerek
başlayacaksın."
"İki kuşak reklamla dizinin bütün maliyeti
çıktığı gibi, kar da sağlanıyor!"
Efkan Şeşen "Hepimizin, bütün sanat
disiplinlerinin sorunlarının altını çizebilen
en geniş birlikteliği oluşturmaya
ihtiyacımız var."
Ragıp Yavuz "Sanatta taşeronlaşmanın
16
ilk deneyimi utanç verici bir şekilde
İstanbul şehir tiyatrolarında yaşandı.”
"Sosyal devrim dedigimiz şey sınıf
kavgasının bir sonucudur. Sınıf kavgasını
da sınıflar yapar."
Hüseyin Turan "Konser için yaptığımız
görüşmeleri kiminle yapıyoruz? İkinci el
bile değil. Üçüncü, dördüncü sıradaki
aracı ile görüşüyoruz. Aslında bizi satan
kişi bu... Bu kelimeyi özellikle kullanıyorum. Satılıyoruz. Sanatçıları satan aracı
şirketler var."
"Yeni ve pırıl pırıl bir nesil geliyor, onlar
için bir şeyler yapmalıyız."
Özcan Erkişi "Ölümüne sanat, gerçekten
uğruna ölünebilecek bir amaç varsa
yapılabilir.. Her şeyden önce örgütlü
olmak gerekir. Gece ortalama 70-80
liraya çalışan insanlar var. Bu insanlar en
az 30 lirasını yol parası veriyor. Bu
insanların ev geçindirdiklerini düşünebiliyor musunuz? Enstrüman çalan insanların
haklarını savunabilecek bir örgüt yok.
Benim gibi düşünen benim gibi olan
insanların birleşmesinin gerekliliğini
savunuyorum. Şu an müzisyenlik en rezil
günlerini yaşıyor. Bunu kabul etmeyen
müzisyen yoktur. Hiçbir müzisyen bu
şartlarda çalışmak istemez. İnsanlar
sadece geçinmenin mücadelesini veriyor.
Zaten sistem de bunu istiyor. Hiçbir şey
düşünme, sadece boğaz tokluğuna çalış.
Sizin düşünmenizi istemiyor.
Kitabın alınması değil, okunması mühim.
Seyyar kütüphane gibi dolaşabiliriz."
Hüseyin Karabey; "Kitap ya da sinema
ürünümüz dağıtıma girmezse seyirciyle
buluşamaz. Biz almayız, diyorlar ve
seyirciyle buluşamıyoruz. İstanbul film
festivalini kanallar canlı yayınlıyor ama bir
tanesi de o filmlerden birini göstermiyor.
Bu filmler halka ulaşamasın ki, o çöp
dizilerini gösterebilsinler. Halk bu tür
şeyleri sevmiyor demek tamamen yalan.
Cebinden para harcayarak bu filmlere
gidebilecek olan çok az. Çoğunluğun
televizyondan başka eğlencesi yok. O
kanallardan birini seçiyor, o çöp
dizilerden birini izliyor.
Yapmamız gereken bu ve bunun gibi
şeylerin karşısında durmak. Bunun için de
birbirimizi dinlememiz gerekiyor. Oturun,
düşünün, birlik olun, bir çatı etrafında
toplanın... Sanat Meclisi de bunun için var
zaten, hepimiz buradayız, hepimiz bir
amaç için buradayız. Sanat Meclisi tüm
sanat disiplinlerini kapsadığı için çok
önemsiyorum, sadece müzisyenler,
sinema değil heykeltıraş, ressam ve tüm
sanat disiplinleri aynı çatıdayız."
Osman Genç "Sanat Meclisi olarak Nazım
Hikmet'in de dediği gibi 'Vatan hainliğine
devam ediyoruz'."
İnan Altın (Grup Yorum) "Mahallelerde,
köylerde festival yapmaktaki amacımız
tek taraflı bir şey değil. Biz de oradan
birçok şey alıyoruz. Parayla satın
alamayacağımız bir motivasyon
sağlıyoruz. Bu bağ (halkla olan bağ) ne
kadar güçlü olursa bizi de o kadar
güçlendiriyor."
"Halk parası olmadığı için enstrüman bile
alamıyor, tiyatroya, konsere gidemiyor.
Sanat, bir ihtiyaç olmaktan çıkarılıyor.
Halkın kültür – sanat damarları kurutuluyor"
Cengiz Gündoğdu; "Yabancılaşmadan
kurtulmanın tek yolu çelişkilerle
yaşamaktır. Çelişkisiz yaşam, yabancılaşmaya neden olur."
Emrah Serbes; "Ben herkesin sanatçı
olabileceğine inanıyorum. Bunun %90'ı
emektir, çalışmadır, ancak %10'u
yetenektir."
Veysel Şahin; "Bizim dahilere ihtiyacımız
yok; biz halka inanıyoruz, halkın sanatına
güveniyoruz. Onlar bir avuç, güçlü olan
biziz. Tek yapacağımız şey bir deryayı
büyütmek ve bütün Anadolu’ya yaymak.
Sanat Meclisi olarak alternatif bir dergi
çıkarabiliriz. 'Halk için sanat seminerleri'
turnesi de yapılabilir. Bu mutlaka
örgütlenmeye de hizmet edecektir,
oradaki şehirlere de yayılmasına hizmet
edecektir."
"Sanat sanki zenginlerin, burjuvazinin
işiymiş gibi gösteriliyor. Bu böyle değil."
Orhan Şallıel; "World müzik diye bir şey
çıktı şimdi. Artık kapitalizm ve
emperyalizm kendi kaynaklarını bitirdi ve
şimdi yavaş yavaş otantik olanların
peşine düşmeye başladı. Bunun için
büyük paralar veriyorlar."
Emrah Serbes; "Avm'lerin içindeki
kitapçılar, internetten siparişler tekele
dönüşüyor. Bağımsız kitapçılar batmaya
başlıyor. Kitapçıya giderseniz sohbet
edersiniz, kitaplara bakarsınız. Bu
kalmıyor artık. Bana imza günü yap
diyorlar. Ben de 'Avm'de değil, şehrin
ortasındaki kitapçıda yaparım' diyorum.
Özgür Başkaya Siz ya işçi sınıfının
emekçilerin yanındasınızdır ya da
karşısındakilerin. Bu kadar basit...
Demokrasi mücadelesi denilen şey bu
ülkede artık komedi... Sosyalizme
endeksli olmayan bir demokrasi mücadelesi
mümkün değil. Hiç uzatmaya gerek yok."
Heykeltıraş Mehmet Aksoy; "Sanatçının
kişiliği yoksa sanatı da yoktur. Kişiliğini
geliştirmesi gerekir. Ben kimim, ne
düşünüyorum ne hissediyorum.. Bunların
sorulması gerekir."
17
Sempozyum ara performans çalışmasından...
SANAT MECLİSİ İLE SEMPOZYUM ÜZERİNE...
Sanat Meclisi’nin yapısı ve hedefleri
hakkında bilgi verebilir misiniz?
Mehmet Esatoğlu: Sanat Meclisi; 2012
yılında sonlarında ilk buluşmalarını ve
tartışmalarını yapmaya başladı. Çeşitli
eylemlerle etkinliklerle ilerliyorduk. 2013
Haziran’ındaki ayaklanma, bizim çalışmalarımızda da bir sıçrama yarattı. Ayaklanmanın tam ortasında yaptığımız 250
kişilik bir toplantı ile kuruluşumuzu ilan
ettik ve Sanat Meclisi adını aldık. Birçok
eylem ve etkinlik düzenledik. Meslek
örgütü olarak, demokratik kitle örgütü
olarak, halktan yana sanatçılık olarak
belirlediğimiz yapımızı adım adım
örgütlüyoruz. Sanatçıların bütün dallarda
faaliyet gösterenlerini tek çatı altında
toplamayı hedefliyoruz. Hepsinin birbiri
ile dayanışmasını örgütlemeye
çalışıyoruz...
Erdal Bayrakoğlu: Sanat Meclisi sanatın
bütün disiplinlerinin bir araya gelmesiyle
oluşan bir yapıdır. Hem sanatın ve
sanatçının önündeki sorunları tespit edip
onlara kalıcı çözümler bulmak hem de
sanatın halka daha çabuk ve düzeyli
ulaşmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Aynı zamanda gücünü halktan alan bu
yapı toplumun sorunlarına da duyarsız
kalmayıp, bu sorunlara sanatsal tepkilerle çözüm aramaya çalışan demokratik
kitle örgütüdür.
Sempozyuma neden ihtiyaç duydunuz?
Efkan Şeşen: Sanat Sempozyumu
demek, adı üzerinde, zamanın bizim
adımıza biriktirdiği mesleki-estetik vb. bir
dizi sorun etrafında çözümler aramak
amaçlı bir araya gelişin canlı sunum ve
söyleşilerini gerçekleştirmektir. Bu
başından beri konmuş bir hedefti. Ama
bugünkü süreç biz sanatçıları ; iktidarın,
her alanda olduğu gibi sanat alanındaki
kurum, değerler ve birikimleri baskılayıp,
18
yasaklayıp yok etmek ağır saldırısı ile
karşı karşıya bıraktığından bir yandan
"Bütün Sanatçılar Birleşin" ana sloganı
çağrısıyla bütünleştirdik sempozyumumuzu..
Buket Onat: Her geçen gün büyüyüp
içimize dek sızmaya çalışan kapitalizm ve
belli bir kesim insanlar dışında kalan koca
bir halkı aptal yerine koyan, ezen, ezdiren
faşizmin karşısında örülmeye çalışılan bu
duvarın daha çok emeğe daha çok
tuğlaya ihtiyacı var. Bu nedenle halka da
açık olan sempozyum ve ardından
geleneksel sanat festivalimizi
gerçekleştirmek istedik
Hangi sonuçlara vardınız?
İnan Altın: Yapacak çok işimiz olduğunu
gördük öncelikle. Hem alanımıza sahip
çıkmak zorundayız; sanatçılar yalnız,
güvencesiz, sağlıksız koşullarda çalışıyor.
Üretme koşulları ellerinden alınmış.
Bunun koşullarını düzeltmemiz gerektiğinde hem fikir olduk öncelikle. Bunun
dışında bir demokratik kitle örgütlü
olmak, halkımızın yaşamından kopuk
olmamak, güncel gelişmeler, katliamlar,
baskılar karşısında sessiz kalmamak,
ülkemizin aydın ve sanatçıları olarak
ortak tavrımızı örgütlememiz gerektiğini
konuştuk. Ve yine halkımızın kültür sanat
eğitimi ve izleyicisi olma hakkını bu
düzenin gasp ettiğini, bizim Sanat Meclisi
olarak bunun alternatiflerini de
üretmemiz gerektiğini konuştuk.
Yaratacağımız kurumlaşmalarla,
düzenleyeceğimiz etkinliklerle bu
konuda da çözümler üreteceğiz...
Sizin açınızdan en çarpıcı yanı neydi?
Efkan Şeşen: En çarpıcı yan, sempozyuma katılımcı olan sanatçılar ve izleyicilerin birikmişliklerinin dışa vurumundaki
canlılıktı… Hatta konu başlıklarından
çıkıp "içini dökme" anları çok yaşandı…Bu da herkesin kendi meslek kurum ve
örgütlerindeki tıkanma,hantallaşma
sorununu ne kadar ağır bir hal aldığının
ve Sempozyum Sloganımız olan "Bütün
Sanatçılar Birleşin" vurgusunun bugün
için ne kadar elzem oduğunun bir
fotoğrafıdır..
Sanatçıların ve halkın katılımı nasıldı?
Mehmet Esatoğlu: Ben 1974 den bu
yana ülkede yapılan hemen hemen tüm
sanat toplantılarına katıldım. Salonların
dolup taştığı toplantılar da gördüm. “70
sanat örgütü” diye başlayan ama salonda
kırk kişinin bile olmadığı toplantıları da.
Aslolan salondaki kalabalık değil iş
yapmak, sorunlara çözüm bulmak,
dünyayı değiştirmek ve enginleri feth
etme ruhuyla dolu sanat insanlarının bir
araya gelmesidir. Sanat Meclisi 1.
Sempozyumu’nda salon tıka basa dolu
değildi ama iş yapmak için bir araya
gelmiş kararlı bir kesim yanyanaydı.
Halkın katılımı ise bana göre yeterli
değildi.
Eklemek istediğiniz birşey var mı?
Mehmet Esatoğlu: Biz üç yıl bir eylem
birlikteliği içinde demirin tavında
dövülmüş bir örgütlenmeyiz. Sanat
Meclisi birbiriyle toplantıdan toplantıya
buluşan bir birliktelik değildir. Aksine
eylem içinde mücadeleyi de arkadaşlığı
da örgütlemiş bir yapısı vardır. Bu
birlikteliği örgütleyenler aldıkları kararlar
için savaşmaya hazır, bunun için bedel
ödemeyi de göze alan sanatçılardır.
Geçmiş üç yıllık eylem birlikteliğimiz
bunu ortaya koymaktadır. Yapacak çok
işimiz var. Yürünecek çok yolumuz var.
Yolumuz açık olsun.
SANAT MECLİSİ 1. SANAT SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ
Sanat Meclisi bileşenleri, 6- 7 Kasım 2015 günlerinde
1. Sanat Sempozyumu için İstanbul Akatlar M. Kemal Kültür Merkezi’nde bir araya geldi.
Sanat alanımız her geçen gün yükselen baskı ve tehditlerle büyük bir tehlike altındadır. Ülkede kazanılan her seçim sonrası tüm
kesimlere saldırılarını yükselten AKP iktidarının 1 Kasım sonrası hedeflerinden birinin de sanat alanı olduğu açıkça görülmektedir.
Sanat alanının varlığını koruması, eldeki haklarını yitirmemesi, yıllardır dillendirdiği sorunlarına çözüm bulabilmesi adına
Sanat Meclisi 2015’in ilk günlerinde hazırlık çalışmalarına başladığı Sanat Sempozyumunu
6-7 Kasım 2015 günlerinde toplam 16 saat çalışarak gerçekleştirmiştir.
Şiir, müzik, tiyatro, plastik sanatlar, sinema alanlarında çalışmalar yapan
80 sanatçının katılımıyla gerçekleşen bu sempozyumun sonuç bildirgesi aşağıdaki gibidir:
1- Ülkemizde sanatçı ve meslek örgütlerinin büyük kısmı; yönetimleri çıkmaz
içinde bocalayan, içsel ve dışsal (devlet
politikaları) nedenlerle işlevi kağıt
üstünde kalan, varlık sebebine
yabancılaşan ve tabanlarından hızla
uzaklaşan birer tabela örgütü haline
gelmişlerdir.
2- Sanat kesiminde yer alan sanat
insanları, alanlarındaki örgütlenmelere
karşı güvenlerini yitirmiş durumdadırlar.
3- Sanat alanında tüm disiplinlerden
sanatçıları ve alanın bizatihi kendisini
korumak ve kollamak için bir güç
birliğine acilen gereksinim vardır. Bu
nedenle sadece sanat disiplininin kendi
içinde değil, disiplinler arası dayanışma
ve güç birliğini de örgütleme zorunluluğumuz vardır.
4- Sanat alanında iş güvenliği, iş güvencesi ve iş sağlığı tehdit altındadır.
5- Sanat insanları tarafından onlarca
yıldan beri mücadele ederek kazanılan
haklar, taşeronlaştırma ve yasa düzenlemeleriyle ellerinden alınmış, hedefte son
kırıntılar vardır.
6- İşsizlik korkusu tüm alandaki çalışanların tepesinde “Demokles’in Kılıcı” gibi
sallanıp durmaktadır. Bu nedenle her
kesimdeki sanat çalışanları en ilkel
çalışma koşullarına boyun eğmektedirler.
7- Sanat insanları bir yanda görüşlerini
açıkladıklarından ötürü, demokratik
tepkilerini gösterdiklerinden ötürü,
demokratik muhalefetin içinde yer
aldıklarından ötürü işlerinden atılıp,
ekmeklerinden olup, kara listelere
alınırken öte yandan yeni işe başlama
durumunda olanlara ise hiçbir alanda
konuşmama, hak aramama ve görüşlerini açıklamama şartı çalışma koşulu
olarak dayatılmaktadır.
8- Sanat alanı örgütlenmeleri ve çevrelerinde, perspektif sorunu nedeniyle
büyük bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır.
9- Örgütlenme ihtiyacı yalnızca “ekonomik iyileşme” dürtüsüne indirgenip
“demokratikleşme talebi” göz ardı
edilmiştir. Hem ekonomik, hem demokratik alanda bir mücadeleye ve bunu
örgütleyecek örgütlenmelere ihtiyacımız
vardır.
10- Sanat alanında bir kural haline
getirilen sansür ve oto sansürün etkisini
kırmak, sanatçıların bireysel karşı
çıkışlarıyla mümkün olmamaktadır.
Bunun için de örgütlü olmak bir ‘tercih’
değil, zorunluluktur.
11- Sanat örgütlenmelerinin, aynı
zamanda bir kültür sanat politikasına
sahip olması gerekir. Bu politika,
toplumsal kültür ve kültürel yabancılaşma konusunda derli toplu bir donanımla
hareket etmelidir. Halkın estetik
beğenisini geliştirirken, yaşadığı hayatı o
estetik beğeniyle bilince dönüştürecek
bir sanat üretimini örgütleme hedefimiz
olmalıdır.
12- Sanat ve sanatçı, piyasanın insafına
terk edilmiş durumdadır. Bu da sanat
üretimine ciddi zarar vermektedir.
Sanatçı kendi istediğini değil, piyasanın
istediğini üretmek zorunda kalmaktadır.
Bağımsız ekonomik ve demokratik
kanalların açılması, hedefine bunu koyan
bir sanat alanı örgütlenmesiyle
mümkündür.
13- Sanat alanında piyasa koşulları
egemen kılınarak üretilen her türden
sanatsal yapıt kitleleri düşünsel olarak
geriletmekte, sanatsal beğenisini
törpülemekte ve onu yozlaştırmaktadır.
14- İşsiz ve yoksun kalma korkusu
hakimdir. Bu nedenle sanat insanları
örgütlü hareket etmeye yanaşmamakta;
bir meslek örgütü olsa bile kendini yalnız
hissetmekte, bireysel tepkilerini çoğu
zaman devlet baskısına muhatap
kalmayacak ölçüde bir “sitem” düzeyinde
tutmakta ve oto sansürü hep aklında
tutmaktadır.
15- Çıkarları aynı olanların aynı yerde,
ayrı olanların ise ayrı yerde durması en
doğal olandır. Resmi kaygıları kendine
kaygı olarak almayan birlikteliklere
ihtiyaç vardır. Çünkü sanatın kaygısı,
hayatı ve toplumsal gerçekliği estetize
etmektir.
16- Sanatçı, politik atmosferin inşa ettiği
korku ortamına karşı bir duruş sergilemelidir. Bu bir aydın olarak onun başlıca
görevidir.
17- Geniş kitleleri cehalet içinde bırakan,
kafalarını her türden gerici düşüncelerle
dolduran, din ve milliyet ayrımı yaparak
toplumu birbirine düşman eden ve
çatışma ortamına iten politikalara karşı
durmak, daha güzel bir dünyadan yana
taraf olmak bir aydın sorumluluğudur.
Sanatını halkın yanında durup halkın
içinde üretebilme becerisini göstermek
ise ‘insan ruhunun mimarı’ olmaktır.
18- Sanatın ve sanatçının özgür
düşünme, üretme ve paylaşmasının
önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.
19- Sanat Meclisi yukarıdaki anılan
koşulları değiştirmek üzere 1. Sanat
Sempozyumu sonrasında yaptığı
saptamalar doğrultusunda hareket
edecektir.
Yani sempozyumdan öğrendiklerimizle
çok daha güçlü diyoruz ki;
Bütün Sanatçılar, Birleşin!
SANAT MECLİSİ
19
Şiir depremdir, şiir ayaklanmadır, şiir başkaldırıdır. Şiir şimşektir, yıldırımdır, gök gürültüsüdür şiir. Şiiri,
yani yıldırımı hiçbir siper-i saika durduramaz. Şiir korkunçtur, güzeldir. Hiçbir kapı, hiçbir duvar önünde
duramaz. Kapı tunçtan, demirden, çelikten de olsa önünde duramaz.
Şiir yürür, ezer geçer. Şiir her şeyden, herkesten daha güçlü, daha yıldırıcıdır. Şiir sınır tanımaz, ne kral
tanır, ne imparator. Şiir Cengiz Han'dan da, Sezar'dan da, Hitler'den de, Büyük İskender'den de büyüktür.
Şiirin yürüdüğü yolun bitimi yoktur. Şiir sonsuzluğa gider, sonsuzluktan gelir. Şiir hiçbir güce boyun
eğmez. En güçlüden daha güçlü, en güzelden daha da güzeldir. Eşsizdir, bir benzeri daha olmamıştır ve
olmayacaktır da.
Şiir bütün dillerden başka, bambaşka bir dille konuşur. Ama onun dilini, söylediğini herkes ama herkes
anlar. Şiiri hiçbir güç tutsak edemez. Altın da, pırlanta da, elmas da şiirden değerli değildir; olmamıştır,
olmayacaktır. Şiir dilsizleri konuşturur, sağırların kulaklarını açar. Şiir buluttur, yağmurdur, gökyüzüdür.
Şiirin arkadaşları, dostları vardır. En yakın dostu bilimdir. Sonra musiki ve resim gelir. Şiirde müzik de
vardır, resim de, yontu da. Mimar Sinan'la da dosttur, Darwin, Einstein'la da.
Şiir gelecektir, umuttur, özlemdir, mutluluk ve güzelliktir. Şiirden en zalim, en gaddar, en acımasız krallar,
imparatorlar bile çekinir, korkar. Şiir ölümü bilmez, şiir yaşamdır. Şiir, sevinç ve mutluluktur.
Şiir kötümserlik bilmez, tanımaz. İyimserdir, cömerttir ve gençtir, delikanlıdır. Yakışıklıdır şiir. Şiir
sonsuzluk gibi en güzel kokar; güllerden de, karanfillerden, zambaklardan da güzel. Şiir deniz gibidir.
Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir de tıpkı öyledir. Homeros, Dante, Shakespeare şiiri anlatmak için
büyük çaba harcadılar ama şiiri deniz gibi tam anlamıyla kimse, hiç kimse anlatamadı.
Deniz gibi, o da yalnız kendi anlatır kendini. Şiir sevgilidir, şiir yazandan iyi koca olmaz. İyi baba, iyi oğul,
iyi kız da olmaz belki ama iyi arkadaş, iyi dost, iyi kardeş olur. Şiir sevgilidir dedik ve hep sevgili kalmıştır
ve kalacaktır.
Şiir ne tanker, ne şilep, ne gemidir. Şiir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir aldatmaz,
çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir. Emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider.
Şiir durmaz ve durdurulamaz. Şiire ne boyunduruk, ne tasma takılır.
Şiir zincire vurulamaz. Şiire kelepçe takılamaz. Şiir özgürdür, özgürlüktür. Şiir zalimlere, alçaklara,
namussuzlara meydan okur. Onun gücü en güçlüye boyun eğdirir. Engel tanımaz. Engelleri yıkar ve ezer
geçer. Şiir ölümsüzdür. Şiir olmasa, sevdalılar söyleyecek söz bulamaz; o zaman sevda da, aşk da olamaz.
İnsanoğlu yok olur. Şiirdir insanoğlunu sürekli kılan.
Anaların şefkati, babaların güveni, çocukların kıvancıdır. Şiiri anlatmaya çalıştım ama ne gezer. Önce
söylediğim gibi şiiri, deniz gibi kendi, yalnız kendi anlatır. Yaşasın şiir! Yıkılsın diktatörler, krallar, asiller,
emperyalistler. Şiir zaten onları hep ama hep yıktı ve hep yıkacaktır. Ne mutlu şiir yazan, şiir okuyan, şiir
sevene. Ötesi yok...!
20
Arif DAMAR
Akan sular durulur mu
Ağlamayla yorulur mu
Ana ciğerin yitirmiş
Arasak da bulunur mu
Devrimciler derneğinde
Yüzüğü yok parmağında
Ben de bir güzel yitirdim
Doğanların oymağında
Hastane bizim olaydı
Bahçesi üzüm olaydı
Dilek düşmüş can veriyor
Yastığı dizim olaydı
Savaştır bizim elimiz
İstanbul’a düştü yolumuz
Böyle kader gördünüz mü
Sizi de bulur ölümüz
Hastanenin ağacına
Gel oturak yamacına
Elin kırılsın doktor
Zehir m, kattın ilaca
Faşist silahı eline almış
Fişeği ağzına sürmüş
Böyle kader gördünüz mü
Suçsuz sebepsiz kıza kıymış.
(
Dilek’e
Armutlu’nun dört arası
Ne uzak imiş yarası
Kızımı soran olursa
Yarası faşist yarası
Çıksam yüce dağ başına
Bizim eller görünür mü
Geriye kalmış kanlı penye
Anan duysa darılır mı
Geriye kalmış kanlı penye
Baban görse sarılır mı
Odağında budağında
Kan kalmamış dudağında
Şimdi Dilek çıkar gelir
Yoldaşların yedeğinde
Şimdi Dilek çıkar gelir
Çifte abisinin yedeğinde
Ufak ufak çay taşları
Sürmeli çotuk Dilek’in kaşları
Toplanmış toplanmış gelir Faşist vicdanın yok muydu
Şu Dilek’in yoldaşları
Dört kardaşa bir bacı çok muydu
Faşist vicdanın yok muydu
Yolda devrimciler görse
Bir anaya bir kız çok muydu
Tutup eve getirirdi
Sen sürmeliye kıydın
Anne açlar susuzlar mı?
Senin vicdanın yok muydu
Hemen sofra hazırlardı
(Dilek’in teyzesinin mezarı başında yaktığı ağıttan...)
22
Soma'dan
boğulurken yerin
yedi kat altında toprak
su aldı babamın yırtık lastikleri
cebimde anamın
yüzme bilmeyen
iğne oyası tülbenti
üşüdü kömür karası
kırıldı
karımın toprak tenceresi
ölüm sessizliğine
babam dedi
oğlumun deprem gözleri
Berkin'lere
çocuklar yalnız ölmez
vurulur her çocukla
bir de ana
acı artık uslanmaz
utanmalı biraz
yangın yeridir yasım
ıssız
ya tutuşacak gözlerim yangında
ya sönecek yangın göz yaşımda
acı artık uslanmaz
susmalı biraz
Hayati AZİM
23
24
25
!
Yetkililer, kuvvetli sağanak yağış nedeniyle halkı, sel ve su
baskınlarına, toprak kaymalarına karşı uyarıyor!
Uyarıma geldi sağol beyim,
Kanalizasyondan taşan suyun arıt iç mi dersin,
Yoksa o dereden bu dereye, o selden bu sele gariban kanatlan
da uç mu dersin?
Yetkililer, son yılların en soğuk kışı yaşanacağından halkı
donma tehlikesine karşı uyarıyor!
Uyarıma geldi sağol beyim,
Maden ocağına daha fazla can mı lazım dersin,
Yoksa sokakta yatan evsiz garibana "hakkındır, soğuktan don"
mu dersin?
Yetkililer, iş kazaları konusunda madencileri uyarıyor!
Uyarıma geldi sağol beyim
“Önce tedbir sonra tevekkül” mü dersin,
Yalan söylersin! Senin kaza dediğin cinayettir, katliamdır
Katil de sensin, cani de sensin
Ermenek’te yerin yedi kat dibinde boğulana “iyi öldüler” mi
dersin?
Sözün bittiği yerdir burası, diyecek bir şey yok,
Elbet bir gün o ölülerin yumruğunu sen de yersin
Yetkililer, kış saati uygulamasına 8 Kasım’da geçileceğinden saatlerini 1 saat geri alması hususunda halkı uyarıyor!
Uyarıma geldi sağol beyim,
Kaç saat çaldın ömrümden bir saatin lafını mı edersin,
Yoksa "Memleketi geri götürmüşüm bir saat çok mu?" dersin?
Yetkililer, vatandaşlık hakkını kullanılması, demokrasiye
katkıda bulunması için seçimlerde oylarını mutlaka
kullanmaları hususunda halkı uyarıyor!
Uyarıma geldi sağol beyim,
Yok birbirimizden farkımız hangimizi seçersen seç mi dersin,
Yoksa "bu bir demokrasicilik oyunudur, oy kullan kendinden
geç!" mi dersin?
26
Yetkililer, sokağa çıkma yasağının başladığı, kimsenin
sokağa çıkmaması gerektiği konusunda halkı uyarıyor!
Uyarıma geldi sağol beyim
Boş sokaklarda boş duvarlara
“Esedullah Timi burada” yazmak,
“Kurdun dişine kan deydi” yazmak delikanlılık mı dersin,
Geç bunları bir kalem,
Dağı, taşı, köyü, ormanı mı yakmadın,
Dilimi, kültürümü mü yasaklamadın,
“kart kurt” mu demedin, asimile mi etmedin,
Ne kazandın? Hiç!
Bak direniyor Silvan, Cizre, Yüksekova
Yalnızca beşlik yedilik çocuklar değil
Direniyor dağ taş orman köy ova
Sen bu kafayla daha çok kan dökersin
Yakar yıkar Kürdü inkar edersin
Bu halk yine de sana boyun eğmez
Sen de bunu unutma iyi edersin
Yetkililer, teröristleri ihbar edenlere ödül verileceği;
görenlerin, duyanların polise ihbar etmesi hususunda
halkı uyarıyor!
Uyarıma geldi sağol beyim,
"Dünya menfaat dünyası, su akarken doldur." mu dersin,
"Muhbirlik fıtratın olsun, ödülü boldur.." mu dersin?
Yetkililer, Nobel ödülü alamadığı için alınganlık gösterenlere karşı halkı uyarıyor
Uyarıma geldi, insanlık tribünden sen saraydan bir bak
beyim,
Bak ki Soma’dan, Suruç’tan, Ankara’dan, Silvan’dan
Bak ki Berkin’den, Dilek’ten, Günay’dan,
Bak hele Elif Şafak Bahtiyar elleriyle daha güzelini beyim,
Katil ödülünü veriyor sana gariban..
Ecelin mübarek ellerimdedir, “uyarmadı deme gariban..”
27
Günay ÖZARSLAN’ın kaleminden...
Canan, sokağın köşesindeki tek katlı taş
evlerin camından dışarıyı seyrediyordu.
Oturdukları sokak çok kalabalık olurdu.
Değişik insanlar geçerdi. Kimi meraklı
gözlerle etrafı inceler, fotoğraf çekerdi
kimi de hızlıca yürüyüp giderdi.
Ve tabi karşı komşuları Ahmet Amca,
kaldırımdaki sandalyesinde her zaman
sessizce otururdu.
İşte Canan evlerinin camından bu
insanları izlemeyi çok severdi. Daha altı
yaşındaydı. Tüm arkadaşları okula
gitmişti ama o bir sene daha beklemek
zorundaydı “Allah büyükmüş” annesi hep
böyle derdi. Annesine okula gitmek
istediğini söylediğinde annesi “Kızım
Allah büyük bu sene olmadı ama inşallah
seneye gideceksin” derdi.
Canan’ın babası hurdacılık yapıyordu.
Annesi de bazen başkalarının evini
temizlemeye gidiyordu. Evde tek kaldığı
zamanlarda korkuyordu ama “Yoksulluk
işte, mecbur” diyordu.
Evde tek olduğu zamanlar camdan hiç
ayrılmazdı. Gözünü Ahmet Amca’nın
üzerine diker öylece beklerdi. Ahmet
Amca da onun evde yalnız olduğunu
anlardı ve ona mutlaka çikolata verirdi.
Canan, Ahmet Amca’nın neden hep
orada oturduğunu annesine sormuştu.
Annesi Ahmet Amca’nın bir oğlu
olduğunu onun yıllar önce kaybolduğunu
bir daha da bulamadıklarını işte Ahmet
Amca’nın da böyle oturarak oğlunun
28
yolunu gözlediğini söylemişti.
Annesinin işe gittiği bir gün, canan
dışarıyı izliyordu. Bu sırada beyaz saçlı bir
abla fotoğraf makinası ile ona yaklaşmış
ve fotoğrafını çekmek istediğini
söylemişti. Canan birden heyecanlanmıştı. Kafasını demir parmaklıklardan
çıkartmak ister gibi bir hamle yapmıştı.
Ve düşünmüştü “Acaba nasıl çıktım” diye.
Ve Canan nereden görecekti fotoğraf
dergilerinin birinde çıkan fotoğrafını ve
altında “İşte yoksulluğun resmi Nazım
Usta” yazıldığını.
Her yoksul çocuğu gibi Canan da azla
yetinmeyi bilir, küçük şeylerle kocaman
mutluluklar yaşardı. O gün babasının
elinde, elbisesi, yüzü tükenmez kalemle
çizilmiş eski bebeği gördüğünde nasıl da
mutlu oldu. Babası ona dünyanın en
güzel bebeğini almıştı. Ya da Canan öyle
sanıyordu.
***
Hasan çöpün kenarında gördüğü o
bebeği alıp kızına götürmeye karar
verdiği zaman Canan’ın çok sevineceğini
biliyordu.
Hasan, Hatice’sini sevdiğinde onu
prensesler gibi yaşatamayacağını da
biliyordu. Ama işte adı üstünde, sevdaydı;
değil mi ki uğruna dağlar delinmiş, çöller
geçilmiş.
Hasan’ın anası geçimlerini sağladıkları iki
inekten birini satıp oğlunun düğününü
yaptıktan sonra; Hasan’a düşen, sevdiğiyle birlikte bir kat döşeğini alıp gurbete
gitmek olmuştu.
Onlar biliyorlardı “Kısmetini veren
nimetini de veriyordu” artık, ama işte...
Tam yedi yıl olmuştu Tarlabaşı’nda iki
gözlü konduda geçim derdine düşeli.
Hasan, Hatice’sinin zengin evlerine
temizliğe gitmesini istemezdi, Canan’ına
en güzel oyuncakları almayı,onu en iyi
okullarda okutmayı isterdi ama “kadere
söz geçiremezdi ki.”
Hasan koltuğunun altındaki bebekle eve
girdiğinde Canan’ın gözleri bir parladı ki
güneş yanında halt etmiş.
Hatice kızının babasına doğru heyecan
içinde koştuğunu gördü, o anda gözüne
Hasan’ın koltuğunun altındaki eski bebek
çarptı. Yüreği burkuldu. Düşündü, kızları
mı bahtsızdı, yoksa öte dünyada
çekeceğimiz sefaların cefasını çekip de
sınanıyor muyuz? Yeter artık, yeter! Ve
sonra hemen pişman olmuş bir suratla
“Allah’ım sen isyanımı bağışla” dedi.
***
Hatice, köyünün güzeli, parmakla
gösterileniydi. Evin en büyüğüydü.
Çilekeşti. Anası tarlaya, davara gittiğinden daha dokuzunda ocak başında
yemek kaynatmaya, kardeşlerine analık
yapmaya başlamış. Anası da, babası da
gece gündüz demez çalışırlardı ama yine
de elde yok avuçta yoktu. Hatice ta o
zamanlardan bunun nedeni olarak
köylerine gelen askerleri görürdü. Ayda
birkaç defa gelirler hem babasını döver,
hem de buğdaylarını, yoğurtlarını,
sütlerini döker, çiğnerlerdi.
“Dağdakileri beslemeyin yoksa sizi
burada yaşatmayız” diye de tehdit
ederlerdi. Hatice’nin babası askerlerin
ardından “Dilimiz lal, ayaklarımız toprağa
basmasın diye yapıyorlar bunları ama ne
dilimi unuturum ne de atamızın kanının,
terinin aktığı bu topraklardan göçer
giderim” derdi. Öyle de oldu. Sefalet
içinde ama boyun eğmemenin onuruyla
toprağında canını verdi.
sarılmış öylece bekledi. Biraz zaman
geçtikten sonra kızının nefes alışları
normale dönmüş, dışarıdaki sesler de
uzaklaşmıştı.
“Fa-şiz-me Kar-şı O-muz O-muz-a”
Canan düzelince cama Ahmet Amca’ya
koştu. Bir de ne görsün, Ahmet Amca’nın
sandalyesi bir yerde kendisi bir yerdeydi.
Etrafında diğer komşular onu eve
götürmeye çalışıyordu ama o hiç
konuşmadan öylece onlara bakıyor ve
eve girmiyordu.
***
Sonra polisler sağa sola küfürler ederek
aynı şekilde geri döndüler. Canan onları
görünce yine kendisini odanın içine
fırlattı.
Hatice, kızını böyle görünce yine o
askerlere lanet etti. Topraklarını onlara
zindan etmişlerdi, onları koca şehrin
acımasız kollarına atmışlardı.
Hasan kapıda göründü. Telaşlıydı. Bu
civarlarda eylem olduğunu, polisin
saldırdığını duymuş, evdekileri merak
ettiği için gelmişti.
Canan ise ne aç karnını hatırladı, ne de
başka bir şey, bebeğiyle oyuna dalmıştı.
Hatice bir solukta yaşananları, yedikleri
gazın kızlarını ne hale soktuğunu anlattı.
Ana yüreği işte Hatice de kızıyla aynı
durumdaydı ama o bunun farkında dahi
değildi. Canan da anasının lafının ortasına
girip beyaz dumanın onu nasıl soluksuz
bıraktığını, gözlerinden yaşlar aktığını,
ellerini kollarını sallayarak babasına
anlatıyordu.
Ertesi sabah Canan her zamankinden
erken uyanmıştı. Birlikte uyuduğu
bebeğini yorganının altında arıyordu.
Bulduğunda ise ilk aldığı gibi mutlu
olmuştu. Babası önceki gün topladığı
hurdaları depoya götürmek için evden
çıkmak üzereydi.
Canan hemen cama koştu. Evet işte
Ahmet Amca oradaydı. Heyecanla
bebeğini ona gösteriyordu ama Ahmet
Amca öyle derin dalmıştı ki Canan’ın tüm
çabaları boşunaydı. Az sonra Canan da
vazgeçmiş ve yine oyuna dalmıştı.
Hatice, iki göz olan evini göz açıp
kapayıncaya kadar temizlemişti.
Dışarıdan sesler geldiğini duyunca
Canan’la Hatice aniden cama atıldılar.
“Hükumet İstifa” diye kalabalık bir grup
bağırıyordu. Peşlerinde polisler de onları
kovalıyordu.
Polis birden o pis kokulu, insanın boğazını
sıkan o acı dumanı atmıştı. Gazın
atılmasıyla Canan ile annesi camı hızlıca
kapatıp kendilerini eve zor atmışlardı.
Ama dumanı yutmuşlardı evin içine de
girmişti. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Hatice, yavrusunu, o yaş akan gözlerini
gördükçe göğsünden kesik kesik çıkan
hırıltıları duydukça panik oluyordu.
Musluğun başında Canan’ın yüzüne su
vuruyordu. Camı açsa dışarısı daha da
beterdi, sanki sis çökmüştü sokaklarına.
Çaresizce odanın ortasına oturup kızına
Hasan da kulağı onlarda, gözü televizyonda neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
***
Günler geçiyordu ne ülkenin sokaklarında ne de Hasanların sokağındaki
eylemler bitiyordu. Bu karışıklık
içerisinde Hasan işe çıkamıyordu. Her
yerde polis saldırısı, gazı, gözaltısı
olduğunu televizyondan izliyordu. Birkaç
gün sonra artık ekmek alacak paraları da
kalmamıştı. Ne olursa olsun işe gitmeliydi.
Hasan arabasını hazırlayıp, şapkasını
taktıktan sonra evlerinin yokuşundan
aşağıya doğru arabasını geri çeke çeke
yavaşça indi. Ortalık sakin görünüyordu.
Canan, adını Sevgi koyduğu bebeğiyle
camlarının önünden hiç ayrılmıyordu.
Sokakları o kadar kalabalık olmuştu ki,
hergün binlerce insan geçiyordu. Hem
geçenlerin bazıları Canan’a çikolata,
gofret gibi şeyler veriyorlardı.
Ahmet Amca neredeyse evine hiç girmez
olmuştu. Gözlerini gelen geçenden
ayırmıyordu. Canan nereden bilecekti
Ahmet Amca’nın pır pır eden yüreğinin
heyecanını. Değil miydi ki yıllar önce
Ahmet Amca’nın oğlu da böyle bir
eylemde gözlerden yitmişti, bir daha da
ortaya çıkmamıştı. Ne ölüsü, ne de dirisi
yoktu ortada. Ve Ahmet Amca şimdi
“onu meçhule götüren böylesi bir gün
belki onu geri verecekti” diye düşünüyordu.
Tanır mıydı oğlunu? Kaybolduğunda on
yedisindeydi. Daha bıyıkları yeni terlemişti. Şimdi yam 33 yaşındaydı. Bekliyrdu
Ahmet Amca, çıkıp gelecekti o, böylesi
bir günde arkadaşlarını yalnız bırakmazdı.
Oğlu gelecekti gelmesine ama onu
tanıyacak mıydı?
***
Hasan birkaç saat gezdikten sonra
meydana doğru gitmiş ve orada günlerdir sokaklarda olanları görmüştü. Ne
kadar da kalabalıklar diye geçirdi
aklından. Biraz tedirgin, biraz da merakla
meydana doğru yaklaştı. Herkes nasıl da
mutlu görünüyordu. “Burası başka bir
dünya mı?” Normalde gözünü bir dakika
üzerinden ayırmadığı el arabasını
kaygısızca, kendisinin de anlamadığı bir
güvenle, oracıkta bırakıp meydanı, parkı
gezmeye başladı.
Herşey çok farklıydı. Alandakileri yıllardır
tanıyor gibiydi ki alandakiler de Hasan’a
öyleymiş gibi davranıyordu. Genç bir kız
Hasan’ın omzuna dokunup “Hadi, yemek
saati, yemeğe” dedi. Hasan çevresine
bakındı. Evet, kendisine söylüyordu.
Birden eli cebine gitti ama cebi boştu. Kız
tekrardan “hadi, hadi” deyip yürümeye
başladı, Hasan da takıldı peşine yemek
kuyruğuna girdiler. Kimse yemek parası
vermiyordu. “Ama nasıl olur” diye geçti
Hasan’ın aklından. Kimi insanlarsa
ellerinde tencerelerle, poşetlerle geliyor,
yemek dağıtılan yere ellerindekini
bırakıyordu.
Hasan yemeğini aldı ve parkta boş
bulduğu bir yere oturdu. Bir yandan
yemek yiyor bir yandan da etrafında olan
biteni anlamaya çalışıyordu. Günlerdir
haberlerden izlediği, hakında “çapulcu,
bir avuç marjinal” denilenler bunlar mıydı
yani?
Hasan bir rüyadan uyanır gibi irkildi.
Aklına arabası, ekmek teknesi geldi.
Yediklerini öylece bırakıp arabasının
yanına gitti. Arabası olduğu yerde
duruyordu. Bir oh çektikten sonra biraz
daha hurda toplamaya çıktı.
29
Hasan eve döndükten sonra
yaşadıklarını, gördüklerini Hatice’ye
anlattı. Ertesi gün yine gitti. Bu defa
elinde bir paket meyve suyu vardı.
Elindekini yemek dağıtılan masaya
utangaçca bıraktı ve hemen oradan
uzaklaştı.
Hasan hergün parka uğruyordu. Yeni
insanlarla tanışıyor sohbetler ediyordu.
Bazen Canan’ı ve Hatice’yi de götürüyordu.
***
Hasan işten dönmüştü. Canan camın
önünde Sevgi bebeği kucağında dışarıyı
izliyordu. Hasan da hurdaları depoya
vermiş arabasını kapının önüne yerleştiriyordu. Birden yine o koku yayılmaya
başlamıştı. Hemen içeri koştu. Bir yandan
öksürüyor bir yandan da annesinin
bacağına sarılıyordu. Hasan da arabasını
hızlıca bağlayıp eve girdi. Açık olan camı
kapattı. Televizyon canlı olarak polisin
alandakilere saldırısını gösteriyordu.
Canan cama doğru koştu, kapalı olan
camdan Ahmet Amca’ya bakıyordu. Ona
bağırıyordu, el sallıyordu ama Ahmet
Amca gözünü yoldan geçen kalabalıktan
bir dakika bile ayırmıyordu.
Cananların sokağı yine çok kalabalık
olmuştu. İnsanlar meydana doğru
koşuyordu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra gaz kokusu daha da keskinleşmeye, sesler yaklaşmaya başlamıştı.
Yani polis bu taraftan doğru geliyor
30
demekti bu. Hasan evde zor duruyordu.
O meydanda duranları tanımıştı. Onların
Hasan’ın, onun gibilerin yoksulluk içinde
yaşamasına karşı olduklarını biliyordu.
Ama nasıl gidecekti? Ya tutuklanırsa...
Geride bıraktığı çocuğu, karısı ne yapardı?
Hatice olduğu yerde meydandakilere
dua ediyordu.
Sesler iyice yaklaşmıştı.
“Kah-rol-sun Fa-şi-zm”
Eylemciler sokaklarına gelmişti. Polise
doğru taş atıyorlardı. Polisler de yine gaz
atmaya başlamıştı. Ahmet Amca sanki
gazdan hiç etkilenmiyormuş gibi
duruyordu. Bastonuna dayanmış, yüzünü
bezlerle kapatmış olan gençlerin
gözlerine bakıyordu. Hasan kapının
önüne çıkmış bir yandan arabasını
gözlüyor bir yandan da polislere bakıp
“defolup gitseler de kurtulsak” diyordu.
biteni izliyordu. Taşlar polislere adeta
kurşuncasına yağmaya başlamıştı. Hatice
soluğu sokakta almış yaralı gencin evine
taşınmasını söyleyip Ahmet Amca’yı
kolundan tutup içeri götürdü.
Ahmet Amca’nın kana bulanmış mendili
bilinci kapalı delikanlının kafasında içeriye
girdiler. Dışarıdakiler öfke ile polisi
sokaktan çıkartmaya çalışıyordu. Polis hiç
durmadan gaz atmaya başlamıştı. Ama
kimse geri adım atmıyordu. Kan
bulaşmıştı bu sokağa ve polisin satılmış
postallarına çiğnetmeyeceklerdi
kanlarını.
Hasan tereddütsüz arabasını bağlı
bulunduğu yerden sökmüş yolun
ortasına çekmiş ve ateşe vermişti.
Mahallesi hep bir elden ellerinde
barikata koyacakları ne varsa Hasan’ın
arabasının yanına taşıyordu.
Tam bu sırada bir delikanlı boylu boyunca
yere düştü. Kimse de ne olduğunu
anlamamıştı ki Ahmet Amca elinden
bastonunu fırlatığ yere düşen delikanlıya
oğlum dite sarılmıştı. Cebinden çıkardığı
karbeyazı mendilini delikanlının kan akan
başına bastırıyordu. Elleri, bacakları tüm
vücudu sıtmalı gibi titriyordu. Ahmet
Amca bir yandan ağlıyor, bir yandan
gökyüzüne bakıp dua ediyordu.
Halk engin bir deniz, hırçın bir dalga
gibiydi. Ne satılık namlulardan çıkan
kurşunlar ne de çapulcu efendilerinin
tehditleri, güçlü(!) devletleri geriletemiyordu halkı. Kan dökülmüştü bir kez.
Anadolu’nun karış karış topraklarını
dolduran kanlar bu defa da Hasanların
sokağına dökülmüştü. Bu sokak vatandı.
Evet bu sokak vatan ve teslim edilmeyecekti işgalci güçlere.
Ahmet Amca’nın feryatları herkese ne
olduğunu anlatmıştı. Hatice camdan olan
Canan bebeğini, Sevgi’sini, unutmuştu.
Küçük gözleri yuvalarında titrek mum
ışığı gibi kıpır kıpırdı. Bir Ahmet Amca’nın
gözünden akan yaşlara, bir yerde yatan
abinin kafasından akan kana bakıyordu.
GERÇEK VE YALAN
Bir Afrika öyküsü. Çok eskiden Ateş, Su,
Gerçek ve Yalan büyük bir evde beraber
yaşarlarmış. Her ne kadar birbirlerine
nazik davransalar da aralarına mümkün
olduğu kadar çok mesafe koymaya
çalışırlarmış.
Gerçek odanın bir yanında oturursa,
Yalan diğer yanında otururmuş. Su,
Ateş’in ayaklarının altında dolaşmamaya
sürekli özen gösterirmiş.
Bir gün birlikte ava gitmişler. Büyük bir
sığır sürüsüyle karşılaşmışlar ve elbirliğiyle hayvanları çevirip köylerine sürmeye
başlamışlar. Otlaklarda ilerlerken,
Gerçek, “Hayvanları eşit paylaşalım. En
hakça olanı bu” demiş. Yalan dışında
herkes Gerçek’e katılmış. O, payının
diğerlerinden fazla olmasını istiyormuş
ama şimdilik ağzını açmamaya karar
vermiş.
Köye doğru yollarına devam ederken
Yalan gizlice Su’ya yaklaşmış ve fısıldamış.
“Sen ateşten güçlüsün. Onu ortadan
kaldır, geriye kalanların payına daha çok
sığır düşsün.”
Su köpürerek, fokurdayarak ateşin
üzerinden akmış ve onu söndürünceye
kadar durmamış. Payına daha çok sığır
düşeceğini düşünerek keyifle kıvrılıp
dolanarak akmasına devam etmiş. Bu
arada Yalan Gerçek’e şu şekilde fısıldıyormuş. “Bak! Gördün mü? Su Ateş’i
öldürdü! Sıcak yürekli arkadaşımızı
gaddarca söndüren Su’yu arkada
bırakalım. Sığırları dağın zirvesinde
otlatmaya çıkaralım.”
Gerçek ve Yalan dağa tırmanmaya
başlamışlar. Su onlara yetişmeye çalışmış.
Ama dağ çok dikmiş ve Su yukarı doğru
akamıyormuş.
Sıçraya kıvrıla, kendi kendinin üzerinden
geçerek aşağıya doğru akmaya başlamış.
Bakın! Görüyor musunuz?! Su hâlâ bugün
bile kıvrılarak dağdan aşağı akmakta.
Gerçek ve Yalan dağın zirvesine
varmışlar. Yalan, Gerçek’e dönerek,
yüksek sesle, “Ben senden güçlüyüm!
Sen benim hizmetkârım olacaksın! Ben
de senin efendin! Sığırların hepsi benim!”
demiş. Kavgaya tutuşmuşlar...
Gerçek ayağa kalkmış ve sesini yükseltmiş. “Senin hizmetkârın olmayacağım!”
Kavgaya tutuşmuşlar. Savaşmışlar
savaşmışlar, savaşmışlar. Sonunda
Rüzgar’ı çağırmışlar. “Hangimiz efendi,
sen karar ver” demişler. Rüzgar karar
verememiş. Esip gürleyerek bütün
dünyayı dolaşmış ve insanlara “Yalan mı
güçlü, Gerçek mi?” diye sormuş. Kimisi
“Yalan bir kelimeyle Gerçek’i yok eder,”
demiş. Kimisi “Gerçek, karanlıkta yanan
küçük bir mum gibi, her durumu
değiştirir” demiş. Sonunda Rüzgâr dağın
zirvesine dönmüş. “Yalanın çok güçlü
olduğunu gördüm. Ama hükmü sadece
Gerçek’in duyulmaya çalışmaktan
vazgeçtiği yerlerde geçer” demiş.
Aslına bakarsak, öykü her şeyi anlatmaktadır. Belki ek olarak şu söylenebilir:
“Gerçek, gecikmeyi sevmez.” dermiş
Seneca... Çok doğru, yalana karşı
gerçeğin kavgası galip gelecektir.
Nihayetinde Emile Zola'nın “Gerçek
daima muzaffer olur” sözünü unutmamak gerekir.
İnsanlığın yüzyıllardır verdiği kavga
gerçekle yalanın kavgasıdır. Ezenle ezilen
arasında süren sınıf mücadelesi bir
yanıyla gerçekle yalanın kavgasında
ibarettir. Che'nin söylediği üzere; ‘Gerçek
devrimcidir.'' Mary Baker Eddy'nin dediği
gibidir; “Yalan ölümlü, doğru
ölümsüzdür.”
31
Toprağın koynunda yatarken evlatları
Yelekleri
Hırkaları
Hüzünlü
Eşarplarıyla
Geldiler
Sıkılmışyumrukları
Öfkelibakışlarıyla
Ogüngeldiğinde
Katilleri
Affetmeyecekler
Ölü biri tek bir şey bilir: Hayatta kalmanın
daha iyi olduğunu. Oysa mesele hayatta
kalmanın çok ama çok ötesindeydi.
İnsanlık lal olmuş, düşünce kaybolmuştu.
Ciğerimizi delen bu hikâyeye yıldızlar da
şahit olmuştu…
Zaman karanlık içinde, karanlık zaman
içinde… Üç yüz yıldız parlamış, kötülüğün
içinde.
Ne yollar ne de yıllar yıldızlarla aramızdaki uzaklığı ölçmeye yetmezmiş. Fakat her
ne kadar uzakta olsalar da her şeyimizi
gözlerlermiş. Düşün ki incir yaprağı
değmezken tenimize üryan gezinmelerimizi izleyip, sonramızın nereye
varacağını merakla beklerlermiş. Yer
kabuğu yarılıp araya sular girende ayrı
32
düşmelerimize, bizden daha çok üzülürlermiş. Sanki biz olmasak kapkaranlık
boşlukta zamanın geçeceğine inanmazlarmış. Asıl büyük korkularıysa geceleri
ışıldayışlarına hayran kalacak başka bir
canlı türünün olmayışıymış. Bu yüzden
insanlığı, bizden daha çok düşünürlermiş.
Bir iğneyi keşfedene kadar soğuktan
donan, bir su yatağına kavuşana kadar
yollarda kavrulan atalarımıza bakıp bakıp
iç çekerlermiş. Derken bin yıllar hatta
milyon yıllar geride kalmış… Ateşi
bulunca kahkahamızın -ki, şimdi ona
kahkaha değil inleme diyoruz- yankılarını
düşünüp o ateşin insanları bir metal
yığınıyla denizin üstünde yürüttüğünü
hayretle karşılamışlar. Yıldızlar, bu
gelişime gıptayla bakar olmuşlar. Güzel
kıyafetler ve yemekler; yaşamı
kolaylaştıran makineler… Evet, hepsi ve
daha fazlası… Fakat varlık içindeki
dünyada yokluk çekenlere akıl erdirememişler. Padişahları, kralları ve bir de
savaşları anlayamamışlar.
İşte yine bir zaman insanlığın savaşına
tanıklık ederken yürekleri parçalanmış.
Diğer savaşlar kadar acımasızmış, ama bu
kadar çirkinini ilk defa görmüşler. Öyle ki
savaş esnasında en vahşi canlıdan daha
vahşileşen ve bundan büyük haz
duyanları gören bir yıldızın gözlerinden
akan kan her yerini kızıla kesmiş. Her
gece bu vahşete tanık olmak yıldızlar için
katlanamaz bir hale gelmiş…
Bu acıyı en derinden hisseden, ince
duyguların ışığı Yıldız Ana, yıldızlar ile
insanoğlunu ilk defa yan yana getirecek
fikri dillendirmiş: “Kardeşlerim, biliyorum
hepimiz tedirginiz. Fakat yıllarca ışığımızı
önemseyen bu güzel insanlar olmazsa biz
hangi amaçla burada duracağız? Bu
gördüğümüz vahşet belki de bulaşıcı bir
hastalık gibi yayılacak. Eskisinden daha
büyük silahlara sahip insanlık, bunun
sonucunu düşünecek vicdandan yoksun
artık. Olup biteni anlamak için bir yıldızı
yeryüzüne gönderip sonrasında ne
yapacağımıza karar vermeliyiz.”
Tartışmalar devam etse de Yıldız Ananın
söyledikleri çoğunluk tarafından kabul
edilmiş. Seher adındaki yıldız keşif
yapmak için Bewelat Ülkesi’ne inmiş.
Seher yıldızının anlattığıdır:“Bizim
gördüklerimiz, ancak ışığımızın değdiği
yer kadar. Karanlıkta kalmış bu ülkede
vahşeti gördüm. Ölü bedenlerin yaşayanlara göre şanslı olduğu bu yerde,
yaşayanlar da onurlu bir ölüm istiyor
sadece. Kanla sulanmış topraklar,
çocukların iri gözlerine takılıp kalmış
sessiz çığlıklar; insanlığın vücut bulduğu
ilk evi kirletmesinler diye, kendi bedenlerini bıçaklayan kadınlar… Tüm bunlara
sebepse insan vücutlu, fakat kocaman ve
her yerinden kıllar fışkıran yılanbaşlı
mahlûklar. Her yanı sarmışlar, geceleri
ortaya çıkıp çıkıp vahşetlerine yenilerini
ekliyorlar. Bewelat halkı onları yok
ettikçe, bu mahlûkların başı olan Kara
Yürek tarafından yenileri gönderiliyor.
Kara Yürek, kendi ülkesinden çok
uzaktaki bu toprakları böyle yönetiyor...”
gereken karanlık yerlerde sinsice
gizlenmiş bu mahlûkları Bewelat’a
göstermektir. Biz aydınlattıkça insanoğlu
kendi yolunu bulacaktır.”
Anlatılanı dehşet ve üzüntü içinde
dinleyen yıldızlar bu ülkeye yardım
edebilmek için ne yapılması gerektiğini
bir türlü bilememişler. Sanki bu anı
bekliyormuş gibi tüm gözlerin kendine
çevrildiğini gören kızıl yıldız, sonrasında
yıldızlar tarihine geçecek o güzel
konuşmasını yapmış.
Bewelat bilgesi Rubar kadının anlattığı:
“Her yanımızı sarmışlardı, gecenin
karanlığında bir türlü göremiyorduk
düşmanı. Bıçağımı hazır ettim. Onurlu bir
ölüm için bekliyordum. Bedenime
batırdığım bıçağı yavaş yavaş itmeye
başlamıştım ki birden evin içi ışıkla doldu.
Herhal öldüm dedim kendi kendime, hak
katında sualsiz cennete geldim. Dışarıda
bağırışları duydum, ağlamakla gülmek
arası, bizimkilerin sesiydi. Kapıyı açtım,
ne göreyim! Anlatsam inanmazsınız.
Sanki kar yağmış lapa lapa, her yer
bembeyaz, tüm mahlûklar şaşırmış,
kaçıyorlar… Ardında savaşçılarımız, bir
bir vuruyorlar. Vurulan mahlûklardan
yeşil kanlar fışkırıyor. Kadını erkeğiyle
Kızıl yıldızın anlattığıdır: “Dinleyin
kardeşlerim, Seher yıldızının da dediği
gibi, biz sadece ışığımızın gidebildiği
yerleri aydınlatabiliyoruz. Şu an onlara
çok uzaktayız, buradan onlara hiçbir
faydamız olmaz. Onları belki tamamen
kurtaramayız, fakat karanlıkta kalmış bu
ülkeyi aydınlatabiliriz. Yapmamız
Geceydi, karanlığın sonsuza dek süreceği
hissiyle bekleyen Bewelat halkı, toprak
damlı evlerinde birbirine sarılıp ölümün
sırasını bekliyordu. Karanlığın içinde
parlayan üç yüz yıldız, ancak çocukların
uçarı hayallerindeydi ki insanlık çocukların hayalini ilk o zaman ciddiye almaya
başlamıştı… Beklenmeyen bu aydınlık
tüm mahlûkların çirkin suratlarını birden
ortaya çıkarmıştı…
tüm köy ayaklanmış. Tez zamanda
köyümüzü bu mahlûklardan temizledik.
Hemen koşup çocuklarımı sakladığım
çukurdan çıkardım. Köyde nasıl bir
mutluluk var, ateşler yakıldı; türküler
söylenip, halaylar çekildi. Gel zaman git
zaman bizi aydınlatan bu yıldızların
arasına sinsice giren bir mahlûkun koca
bir ateşle kendini patlattığını duyduk.
Oracıkta birçok yıldızın ışığı sönmüş. Çok
üzüldük, dedim ki kendi kendime yıldız
da olsa bekleyeni vardır elbet. Yıldız da
olsa ağlayanı vardır elbet. Keşke
sönmeseydi yıldızlar.”
Neydi ki suçumuz? Işığımızı mutlulukla
izleyen dünyanın bozulmamış kadim
halkını aydınlatmak mıydı? Sönse de
birçoğumuzun ışığı, fakat ne yeşil kanlı
mahlûklar ne de Kara Yürek, karanlıkları
aydınlatmamızı engelleyemeyecek!
Yıldızların konuşmaları devam ederken
Mavi yıldız, türküsüne çoktan
başlamıştı…
Mavi yıldızın ağıtı:
“Kara kara zamanlara
Kara yazı yazanlara
Işığımız hançer olsun
Yürek kara atanlara”
Erkan KARAASLAN
33
Hapishaneden
10 Dakika
Sesini kat sesime çoğul olalım!
Ne duvarları
Ne infaz mangaları
Unutturamaz karanfil kokusunu
Çiğdemlerin tadını *
Eğer faşizmle yönetilen bir ülkede yaşıyorsanız; düşüncelerinizden ve eylemlerinizden
dolayı , yani adaletsizliğe, yoksulluğa, zulme,
sömürüye karşı olduğunuzdan dolayı
yurdunuzdan sürgün edilebilir, tutsak düşebilir,
işkenceden geçirilebilir veya katledilebilirsiniz.
Dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi
ülkemizde de saydıklarımız fazlasıyla
yaşanmaktadır. Malum dünya burjuvazinin
ablukası altında ve sınıf savaşı tabii olarak
sürmekte. Sen de bu çürük düzen karşısında
adaletsizliğe karşı direnen, padişaha el etek
yüz sürmeyen tarihler boyu ezilenlerin safında
mücadele veren onurlu insanlardan birisin. Ne
ucuz pespaye çıkarların vardır ne de bir
pişmanlığın; ne bir aman dilemişsindir, ne de
bir ah duymuştur kahpe senden. Adımlarını
attığın zorlu dolambaçlı bu uzun yolculukta,
yani devrim yolunda; bir düşman politikasıdır
tutsaklık. Devrimci için ise onur ve namusun,
direniş ve iradenin, inanç ve haklılığın sınav
yerlerinden sadece biridir.
Tutsaklık, her gün nerde nasıl davranacağını,
neyi ne zaman yapacağını belirleyen tretmanlarla doludur ve her biri seni düşüncelerinden
koparmak içindir. Bir özgür tutsak her şeyden
vazgeçer fakat düşüncelerinden asla. Ve bu
düşünce bize diyor ki; hak verilmez alınır.
Kazandığımız haklarımızı büyük bedellerle
söke söke aldık.7 yıl direndik ölüm oruçlarında.
Henüz bitmeyen bir sürecin (ölüm orucu)
belirli bir safhasında aldığımız haklar bunlar.
Bizim için her birinin önemi çok büyük ve onur
meselesidir. Onun için her gün hapishanelerden hak ihlallerine ilişkin hablerler ve buna
karşı başlatılan direnişler duyarsınız. Hakkımız
olan her şeyi alacağımızı bilerek direnirsiniz.
34
Tarihinizden aldığınız güçle direnirsiniz.
İnsanlık tarihi boyunca Bruno gibi, Pir Sultan
gibi, Boby Sands’ler gibi, İbrahimler gibi…
Mahir yüreğiniz ve dört duvara sığmayan Engin
bilincinizle, 122 kere parçalarsınız duvarları. İlk
hapishaneye girdiğinizde başlar bu irade
savaşı.
-Bak kardeş biz senin iyiliğin için söylüyoruz.
Ayakkabı bağcıklarını ver kendini asarsın falan.
-Vermem. Psikopat değiliz, deli de değiliz!
Devrimciyiz biz.
-Bak burada prosedür böyle emir yukardan biz
de emir kuluyuz eve ekmek götürüyoruz. Sen
soyun elbiseleri ver bir bakıp geri vereceğiz.
-Sen bana inançlarından soyun diyorsun, elbise
hikaye. Geç bu numaraları, vermem.
Böyle başlar ve çıkana kadar bitmez bu irade
savaşı. Çeşitli biçimlerde hep karşına çıkar seni
“ıslah” etme politikaları. Tecrit başlı başına
yetmez . Tretman uygulamasıyla da iradeni
hep yoklar düşman. Ödül-ceza mantığını
oturtmaya çalışır senin kafanda.
-Gelin bir anlaşma yapalım. Sabahları toplu
slogan atmayın ayda bir halı sahayı açalım size.
Eğer teslim olmaz, yılmaz isen işte zafer senin
demektir ve sen artık bir tutsak değil özgür
tutsaksın artık. Bu gücü aldığın yürek bilincin
mayası seni yenilmez bir nefer, dört duvar
arasına sığmayan bir beyin, yaratıcı ve üretken
bir birey haline getirir.
ait ve o yerin asli ferdi olarak görüyorsan,
hayallerini, umudunu yitirmemişsen gür bir
sesle parçalayabilirsin duvarları.
-Günaydın arkadaşlaaaaaar!
-Her şey devrim için. Her şey….
İşte bizi biz yapan sohbetlerimiz, havadan
hücremize düşen toplarımız, bazen sesi
uzaktan gelen bir enstrümanımız, bir kitap,
eline dost kaleminden gelen bir mektup,
açık-kapalı görüşler ve haftada bir kere
yaptığın telefon görüşmesi: Hapishaneden 10
Dakika
Telefondan Önce...
Hapishanede günler yoğun geçer bir özgür
tutsak için. Hep öğrenme, paylaşma ve üretme
üzerine kuruludur yaşamı. Her şeyden ve
herkesten öğrenebilirsin; yaratıcılığın ve
üreticiliğin sınırı yoktur. (Borudan flüt
yapmaktan çay kaşığı çöplerinden ev yapmaya,
gazete kağıtlarından heykel yapmaktan,
ayakkabı boyasından tablolar yapmaya
kadar, çizim, şiir, müzik, araştırma, haber,
spor ve en önemlisi bol bol okuma…)
Bunu tüm arkadaşlarınla, içeri ve dışarıyla
bazen olması gerektiği bazen de dolaylı
şekilde paylaşırsın. İşte bu anlardan biri
de telefon görüşmeleridir.
Dakikalar yaklaşıyor. Kapı şimdi açılır. O
10 dakikanın coşkusu ve sabırsızlığı içini
kaplar bir anda. Adımlar hızlanır voltada
arkadaşlarınla, bir yandan sohbet sürer
Nasıl mı? Cevap, Yaşasın Komün. Tek de olsan, fakat herkes bilir o an kafalar telefonda.
yüzlerce insanla da olsan eğer içinde biz olma Düşünürsün! Şunu söyleyeceğim, bundan
coşkusunu yitirmemişsen, hala kendini bir yere söz etmeyi de unutmayayım, bunu da
soracaktın, acaba şu iş ne oldu, şunları
istemeyi unutmayayım gerçi mektupta
istedim ama olsun yine de hatırlatayım.
Ve onlardan gelecek haberler için
sabırsızlanırsın bir yandan. Minik bir plan
program, sıralama yaparsın. Fakat, hiçbir
zaman tutmaz bu minik program bunu
sen de bilirsin. Kapı açıldı. Daha ilk anda
irade savaşı başlar.
-Ayakkabılarını çıkar.
-Nedenmiş?
-İçine bakacağız.
Nedenini şöyle açıklarlar. Onlara zarar
verecek bir şey koymuş olabilirmişiz içine.
İşin komik yanı hapishaneye giren tüm
materyallerin kendi kontrolünden
geçmesi. Plastik çatal kaşık, plastik tabak,
elmayı bile kesmeyen köreltilmiş bıçak,
sayıyla verilen süpürge sapı… Ölçülerek
verilen çamaşır ipi.
-Elindeki cihazla kontrol et işte çıkarmam.
-Yok prosedür böyle çıkarman lazım.
Bir kere daha reddi yiyince başlar
ayaklarına sarılmaya, sen de patlatırsın
sloganı: Tecrite Son!
Bu psikolojik işkence yapacağın telefon
görüşmesi heyecanına engel olamaz.
Telefona doğru koridorda koyulursun
yola.
Telefonda duyduğun ilk sesin sıcaklığı
kaplar tüm hapishaneyi ve seni; oradan
bir an çekip alır. Sanki dostların hemen
yanı başındaymış gibi. Arkadaşlardan biri
sırtını duvara dayamış, diğeri koridorda
kısa mesafeli voltada kulağı telefonda,
diğerinin iki eli cebinde yere bakarak
gülümsüyor, bir diğeri nöbetçi yemek
yapmaya ara vermiş eli yıkamış sile sile
geliyor, Bir diğeri yoğunlaştığı işin
başından kalkarak odadan çıkıyor. Ne
gözlerin dolar, ne de sesin titrer; ne de
soğuk ve mekaniktir her şey. Sadece
duymak istersin karşındakini, ne
söyleyeceğini düşünmeden ve uzun
gülüşler alır yerini. Bu yüksek sesli
gülüşmeler sarar insanı; gelmişi geçmişi
geleceği her şeyi hatırlatır. Ardından da
ilk soru gelir, cevabı bilinen bir soru…
Telefon Anı...
-Nasılsın?
-İyidir iyi. Siz? Arkadan bir diğer arkadaş
verir cevabı. Yüreğiyle konuşur seninle.
-Biz de çok iyiyiz. Telefon hoparlörde
herkes burada dinliyor.
- Nasılsınız?
Daha gür bir sesle cevap gelir.
- Biz iyiyiz, herkes…
Çat. Telefon kapandı. Tam o sırada
ahizeyi patlatmak istersiniz duvarda.
Bilcümle şeyler gelir aklına öfkeden.
Derken bir gardiyan gelir karşıdan
sallanarak.
- Telefonda çok kişi var. Konuşma takip
edilemiyor. Bir de telefon açılınca adını
soyadını söylemen gerekiyor. Karşıdakilerde akraban falan mı? Sorun oluyor yani.
Yukarıdakiler öyle söylüyor.
- Daha doğru düzgün konuşamadık bile
bu bir. İkincisi kimle konuşacağımız size
mi sorucam, dinleyip dinleyememek
senin sorunun. Eylem yatırmayın bize. Bir
daha kapatmayın. (Kapattıkları ve eylem
yaptığımızda olmuştur. Neticede hak
verilmez alınır!)
Tekrar ararsınız.
- Alo duyuyor musunuz?
- Evet. Noldu yaa?
- Önemli bir şey değil. Dinleyemiyormuş.
O anda kendindeki öfkenin karşıda da
koptuğunu hissedersin. Ama bu hoş
sohbetimizin önüne geçmemeli diye
düşünürsün. Zaman akıyor, zaman...
Başlarsın hızlıca konuşmaya, başlar
çeneler çalışmaya. Bu konuşmada
dışarıdaki her şeyden haber dar olursun.
Güncel her şeyi sıkı bir şekilde gazete,
televizyon ve dergiden takip ediyorsundur ama yine de yoldaşlarından dinlemek
bir başka olur ve küçük ayrıntılar daha da
vakıf eder seni ve sende anlatırsın içeriyi.
Bir yandan zaman, bir yandan heyecan,
bir yandan anlatılanları akılda tutmaya
çalışmak (konuşulanları heyecanla
bekleyen arkadaşların var) derken
zamanın sonuna gelirsin.
-Alo kapanacak birazdan. Ee başka bir şey
diyor musun?
-Seni çok seviyoruz. Beste, şarkı yap;
Tavır’a yazı yazmayı unutma.
-Tamam, yazarız elimiz döndüğünce hep
beraber. Hee bak aklıma gelmişken…
-... (Dıııııttt.)
Telefondan Sonra
Daha sözlerini anlatacaklarını tamamlayamadan biter süren. Telefondan
sonraki ilk dakikalar biraz zorlar insanı.
Karşıdan aynı gardiyan bitti der gözlerle
sallana sallana gelir karşıdan, sende
ahizenin telefonunu kapamışsındır ve
aklın eksik kalan sözlerinde. Gardiyan
geldiğinde gözlerine bakarak içinden
“Anladık ulan, dakika bitti!” dersin ve
koyulursun dostlarının yanına gitmek
üzere koridorun yoluna.
Hücrene döndüğünde ilk dakika hiçbir
söz ve kelime yeterli gelmez duygularını
anlatmaya; sonrasında senin dokunduğun yoldaş omzuna ya da omzuna
dokunan yoldaş eli sorar “Eeee sen mi
başlarsın anlatmaya ben mi başlayayım.”
çözülür dilin ve başlarsın anlatmaya
derken hoop bir top düşer gökten.
Yoldaşların bir an olsun boş bırakmaz
seni. Öyle yağma yok konuştukların tek
kendine olmaz. O on dakika diğer
hücrelerdeki yoldaşlarla saatler olur akar
gider. Herkes yazar kağıtlara . Kimisinin
annesinden babasından selam, kimisinin
kardeşi evleniyor , kimisinin köyündeki
hikayeler, kimisi dışarıdaki etkinliklerden
haberler getirir.
Bu kısa zaman dilimine çok şey sığdırırsın.
Elbette ki hayat damarlarımız bu 10
dakikaya bağlı değildir. Fakat mesele
irade savaşına ve hakkımızı elimizden
almaya gelince işte o hayat damarı olan
direniş, meşruluk ve zafere olan
inancımız harekete geçer. Kısa zamanlara
çok şey sığdırmanın ustaları bizler
mücadelede her nerede olursak olalım,
koşullar zaman ve mekan ne olursa
olsun, hep bir ağızdan aynı türküyü söyler
aynı güneşin sofrasına otururuz. Biz; bizi
biz yapan değerlerimiz için, bizi ayakta
tutan düşüncelerimiz için, inancımız ve
haklılığımız için yaşar, komün için ölürüz!
*Hasan Biber
Berkan ÖLMEZ
Kırıklar Hapishanesi’nde direniş ve zafer:
Özgür tutsaklara hastane ve adliyeye
giderken çift kelepçe takılmak istendi.
Özgür tutsaklar çift kelepçeyi tedavi
haklarının gaspı olarak değerlendirip
eylem yapmaya başladılar. Önce 2
haftalık açlık grevi yaptılar. Hapishane
yönetimi pek oralı olmadı. Sonra
hastenede slogan atmaya başladılar. Bu
kez de tutsakları hastanenin en tenha
olduğu zamanlarda götürmeye
başladılar, yine de rahatsız oluyorlardı.
Sonra tutsaklar oturma eylemi ve aktif
direnişe başlayınca ilk başlarda hiç oralı
olmayan hapishane yönetimi sorunu
çözmek zorunda kaldı. Ve çift kelepçe
saldırısı püskürtüldü. Bu arada özgür
tutsak Erdal Berk’in kolu kırıldı
hastanede direndiği için, Fikret Kara
işkenceden kaynaklı kollarını bir süre
kullanamadı, onlarca tutsağın tedavi
hakkı aylarca engellendi. Ama zafer
direnenlerin oldu. Bu arada TAYAD’lılar
dışarıda basın açıklamaları, eylemler, suç
duyuruları, hastanede nöbet eylemleri
yaparak destek oldular…
35
Varı yoğu ne varsa satmış savmış,
kendisinin, eşinin ve üç çocuğunun gemi
parasını denkleştirmiştir. Gecenin bir
vakti sahile yanaşmış lastik bota binerken
paranın kalan kısmını insan kaçakçısına
vermiş ve tümüyle ıslak vaziyette İtalya
kıyılarına doğru yola çıkmıştır Senegalli
aile... Meksikalılar bir kamyonun gizli
bölmesinde Amerika’ya geçerken sınırda
havasızlıktan ölmek üzereyken sınır polisi
tarfından tırdan çıkarıldıklarına belki de
yakalandıklarına seviniyorlardı, ölümden
döndükleri için. Kimbilir belki de şanssızlıklarına küfredenler de vardı içlerinde
öyle ya şimdi sınırdışı edilmek, ayrıldıkları
kendi ülkelerine, gene eski yaşamlarına
dönmek de var. Çekilmez yaşamlarına
geri dönmektense ölmeyi tercih ederlerdi belki... Dünyanın başka başka
ülkelerinde, insan kaçakçılarına her şeyini
veren Kürt’e, Arap’a, Ermeni’ye, Ukrayna’lıya, Sırp’a, Boşnak’a velhasıl her dilden
her milliyetten insana rastlarız bu
manzaralara... Bu ve buna benzer gerçek
öykülerin her biri üzerine filmler çekilir,
romanlar yazılır. Adlarının içinde hep bir
kelime geçer: Mülteci!
Mülteci, yani Türkçe karşılığıyla “sığınmacı”... Örneğin, BM verilerine göre,
Ağustos ayı sonu itibariyle Irak’ta 168 bin,
Mısır’da 110 bin, Ürdün’de 515 bin,
Lübnan’da 716 bin ve Türkiye’de 460 bin
Suriyeli sığınmacı var resmi rakamlarda
ama Türkiye’deki toplam sığınmacı
36
sayısının 2 milyonu aştığı belirtiliyor ki
bunun doğruluğunu sokaklarda yatan,
dilenen Suriyelilere bakarak bile söyleyebiliriz... Suriye’nin resmi makamlarınca
açıklanan ve ülkeyi terk eden Suriyelileri
ifade eden 8 milyon mültecinin çoğunun
Türkiye dışında gideceği bir yer de pek
gözükmüyor ayrıca... Avrupa ve
Kanada’da ne kadar var net bir veri yok
ama onbinlerce olduğu kesin... Ortada
deyim yerindeyse neredeyse nüfusunun
yarısı boşal(tıl)mış koca bir ülke var.
Emperyalizmin girdiği krizi atlatma
yöntemi olarak belirlenen işgal, iç savaş
çıkarma, halkları birbirine kırdırma vb.
yollarla iktidarı ele geçirme operasyonlarından sonuncusu Suriye’de hayata
geçirilmiş ve çıkan savaştan kaçan
Suriyeli göçmenler başta komşu ülkeler
olmak üzere dünyanın birçok ülkesine
kaçmışlar... Sadece Suriyeliler değil
emperyalizmin girdiği her ülkenin
haklarının, hatta daha da genişletmek
gerekirse emperyalizmin sömürü
politikaları sonucunda açlığın ve yoksulluğun kucağına düşen ülke halklarının
insanca bir yaşam uğruna belki yollarda
öleceklerini bile bile insan kaçakçılarının
eline düştüğünü biliyoruz. Bu tablo
bütünüyle emperyalistlerin elinden
çıkmadır, bu tablonun tek sorumlusu
onlardır, onların baskı ve sömürü
politikalarıdır...
Bugün İstanbul’un göbeğinde,
Aksaray’da lastik bot, can yeleği, büyük
balon(Bunlar telefonların, paraların
ıslanmaması için alınıyor) aleen satılıyor.
Buradan alınan botlarla Kuşadası’na
gidiliyor ve bir gece yarısı Midilli’ye
doğru yola çıkılıyor. Başarabilenler şanslı,
başaramayanlar Alyan bebek gibi,
Ege’nin mavi karanlığında boğuluyor. Bu
arada bu botların batması değil batırılması söz konusu çünkü AB ülke dışişleri
bakanlarının gizli bir toplantıda mülteci
botlarının batırılması kararı alındığı
söyleniyor. Bu işi de Yunanistan yapıyor
parayla. Alan memnun satan memnun.
Mülteciler Yunanistan’ı geçiş üssü olarak
kullanıp Avrupa’nın zengin ülkelerine
gidiyorlar, zengin ülkeler bu insanların
Yunanistan’a bile çıkmalarını istemiyorlar
bu yüzden ve Yunanistan’a kamyon
yüküyle para veriyorlar. AB ülkelerinin
insan hak ve özgürlüklerine olan düşkünlükleri(!) göz yaşartıyor değil mi? Bir
cinayet şebekesi duruyor karşımızda.
Parayı Kabe bellemiş, yaşamlarını kar
üzerine kurmuş emperyalistlerin
gözünde hiçbir insanın değeri yoktur.
Onlar parayla kirlettikleri dünyayı
yaşanmaz hale getirmiş bir avuç sömürgen olarak insanlık suçu işlemeye devam
ediyorlar.
Kaçak göçmen ticareti bugün dünyanın
en büyük kirli para trafiğini de yönetmektedir. Kuzey Irak'tan, Bangladeş'ten,
Pakistan'dan, Suriye’den ve Afrika'nın
ücra köşelerinden kaçan insanlar
gittikleri yerdeki yasal ücretin yüzde beşi
gibi paraya çalışmak zorunda bırakılan
yirmi birinci yüzyıl kölelerinden başka bir
şey değildir.
Mültecilerin sayısının artması, kaçak
işçilerin sırtından elde edilen artıdeğer
sömürüsünün de tavan yapması demek
aynı zamanda. Çünkü bu kaçak işçiler öyle
komik ücretlerle çalıştırılırlar ki ertesi gün
işe gelebilmeleri, açlıktan ölmemeleri
bile mucizedir. Çoğu insan gibi yaşayamaz, iş kazaları ile ölür ya da sakat kalır.
Sosyal güvenlikleri de yoktur doğal
olarak.
İş bulamayanlar, iş bulabilenlerden daha
kötü durumdadır elbette. Özellikle
ergenlik çağındaki genç kızlar Belçika'da
sapık Katoliklerin, Almanya'da gözünü
seks bürümüş porno tacirlerinin,
Hollanda'da uyuşturucunun su gibi aktığı
Amsterdam genelevlerinin yatak
odalarında bulur kendilerini. Günlük
kazançları azami 20 dolardır. Onları
“satanların” kazancı ise 500 ile 1000 dolar
arasında değişiyor.
Çok çarpıcı bir örneği burada dile
getirmek gerekiyor. İsviçre'de 1986
yılında yakalanan Polonyalı 15 yaşındaki
bir genç kız, tam üç ay süren rehabilita-
syon sonrasında ve ailesinin mafya
tarafından öldürülmeyeceği garantisinin
kendisine verilmesi üzerine 12 yaşından
bu yana zorla fahişelik yaptığını ve tüm
Avrupa'yı dolaştığını anlatmıştır. Genç
kızın ifadesinden hareket eden İsviçre,
Belçika, Fransız polisi; ülkelerinin içi işleri
bakanlıklarına kadar uzanan korkunç ve
bir o kadar da iğrenç ilişkiler ağında
dönen kaçak göçmen ticareti ile
karşılaşmış ancak yine bu insanları iğrenç
asalaklar olarak gören Hristiyan
Demokrat milletvekileri ve parlamenterlerin baskısı ile konu kapatılmış, olayın
üstüne giden pek çok milletvekili ve
araştırmacı ise istifa etmek zorunda
kalmıştır. İşte medeni Avrupa... Medeniyetiniz batsın!
Geçtiğimiz 12 yılda Türkiye geçişli
kaçaklardan yolda ölen sayısı 2,500’dü.
Dünyada şu an, Birleşmiş Milletler
verilerine göre, 32 milyondan fazla insan
“kaçak göçmen” konumunda; çadırlarda,
kamplarda, kağıtsız, belgesiz yeni bir
hayata başlamayı bekliyor. Her yıl,
ortalama 300 bin insan onlara katılıyor.
Bu sayı da her geçen yıl artıyor.
Daha fazla istatistiki bilgiye gerek yok
artık. Çünkü her rakam ayrı bir trajediyi
anlatıyor, her biri bir hançer gibi
saplanıyor yüreklerimize. Alyan bebeğin
kıyıya vuran minicik bedenine üzülmenin
daha fazla Alyan’ın öleceği gerçeğini
ortadan kaldırmıyor. Çünkü emperyalist-kapitalist sistem var oldukça insanlar
emperyalist sömürücülerinin işgaliyle
veya çıkarttığı iç savaşlarla artık
yaşamanın bile mümkün olmadığı
ülkelerini terk etmeye devam edeceklerdir. Daha iyi koşullarda yaşama umudu
da devam edeceğinden yine göçler
gündeme gelecektir. Kimdir bunun
müsebbibi? Kim döküyor bunca insanı
yollara? Kim ölümü bile göze aldırarak bir
can simidine sarılıp binlerce kilometre
yola çıkaran? Adları sır değil. Tek bir
kelime altında toplayabiliriz tüm katilleri:
Emperyalizm!
Sorun bu kadar sade, bu kadar açıktır.
Bırakın sosyo-ekonomik koşulları,
psikolojik etkenleri vs. Bu gerçeğe kulak
verin, bu gerçeğe dönün. Sebep emperyalist-kapitalist sistemin ta kendisidir!
Sebep ortadan kalkmadıkça bu sorun da
ortadan kalkmayacaktır. Sınıfsız ve
sömürüsüz bur dünya kurulduğunda her
insan kendi ülkesinde insanca yaşayabilecektir. Bunun için ise mücadele etmek,
savaşmak gerekiyor. Her geçen gün
sayıları artan ve ölümle yaşam arasında
bir lastik bota mecbur bırakılan kaçak
göçmenler aşkına da vatanından
kopartılan milyonlar aşkına...
Mültecilere açık mektup
İnsan yaşadığı ülkeye benzer. Sizler şimdi hiç benzemediğiniz yerlerdesiniz. Köklerinizi birer birer söktünüz topraklarınızdan ve
“kurtuluşu” gurbet ellerde aradığınız için yollara düştünüz.
Başardınız ve artık birer mültecisiniz. Başardınız diyorum çünkü başaramayanlar şu an ya okyanusların, büyük denizlerin dibindeler
ya da cesetleri kıyılara vurmuş durumda… İnsan kaçakçılarının o medet umduğunuz büyük ve müreffeh devletlerle yaptığı gizli
anlaşmalar sonucunda oluyor bunlar tabi ki… Tekneler bilerek batırılıyor, bir taşla birçok kuş vurulmuş oluyor kaba bir benzetmeyle…”Değer mi?” sorusunun tam da sorulacağı yer burasıdır.
Cevabını istemediğimiz sorudur aslında bu… Kim vatanından uzakta kalmak ister ki? Siz de istemezdiniz biliyoruz ama bunun
böyle olmaması için ne yaptığınızı da sorgulamanız gerektiğini düşünüyoruz. Kendinizce haklı gerekçeler bulabilirsiniz vatanınızı
terk etmenize ama inanın hiçbiri haklı değildir olamaz! Açlık, yoksulluk, işsizlik, inkar, asimilasyon, baskı, yasak, işkence... istediğiniz
şeyi sıralayın ama bunların hiçbir ama hiçbiri sizin ülke topraklarını terk etmenize yeterli gerekçe değildir, olamaz! Neden derseniz,
tüm bunlara rağmen terk etmeyenler var ve insanca yaşam kavgasını sürdürüyorlar. İnsanca yaşam dedik, evet siz de öyle
diyorsunuz Avrupa'ya, Amerinka'ya veya başka “büyük ve müreffeh” ülkelere gitme gerekçesi olarak. Kalanlar ve bu uğurda bedel
ödeyenlere ne diyeceğiz? Ya da daha doğru bir ifadeyle siz ne diyeceksiniz? Biz kendimizi kurtardık siz kendi aptallığınıza yanın mı?
Baskı ve sömürünün olmadığı bir-iki sosyalist ülke dışında tüm dünyada emperyalist sömürü hakim bugün. Çok demokratik, çok
özgür bir dünya bulacağınızı sanıyorsanız çok büyük bir yanılgı içerisindesiniz. Sömürünün kaynağına gidiyorsunuz. Emperyalist-kapitalist sistem ortadan kalkmadan sömürü ortadan kalkmayacaktır ve gittiğiniz her yerde sömürülmeye devam edeceksiniz.
Sömürüye karşı savaşmadan da baskıdan ve sömürüden kurtuluşun olmayacağını bilmelisiniz. O yüzden kalın ve savaşın. Ülkenizi
bağımsız kılın ve emperyalist sömürü zincirinin dışına çıkarın. Açlık ve yoksulluğa son vermenin yolu bedellerin göze alındığı zorlu
bir savaşa kalkışmaktır, bu cesareti gösterin. Göstermezseniz bilin ki acı çekmeye devam edeceksiniz.
Vatanınızı terk etmeyin!
Emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı dövüşün!
Acıya son verin!
FAZIL AKTAŞ
37
“GEL VATANDAŞ NE ALIRSAN 3 BİN EURO”
Çok fazlaca duyarız:
“Bilmem nerede ucuzluk. Şok!”
“Yarı fiyatına. Şok!”
“Almayanı dövüyorlar. Şok!”
Şimdi bu tarz bir haberi anlatacağız size.
Ucuzluk haberi. Nerede diye merak
etmeyin, maalesef geç kaldınız. Çünkü
alan aldı satan sattı. Bir kıyafet mağazası
ve en ucuz ürünleri 3 bin Euro. Yani bizim
mahalle bakkallarındaki ucuzluk günlerine pek de benzemiyor. H&M işbirliğiyle
Türkiye’ye gelen Fransız lüks moda evi
Balmain’in ürünlerini kapabilmek için çok
konuşulan bir izdiham yaşandı. Ayılanlar
bayılanlar, birbirini ezenler, ameliyatlı
ameliyatlı gelenler ne ararsanız var. En
çok da konuşulan yan şuydu ki; haberi
haber yapan olay da bu oldu. Düzenin
kullandığı en pespaye suratları Fatih Ürek
ve Nur Yerlitaş da bu izdihamın bir
parçası olmuşlardı. Hâlbuki ki biz onları
daha çok tv programlarında insanların
hayatlarıyla, kıyafetleriyle, yoksulluklarıyla dalga geçerken ve her türlü değerin
içine tükürürken görmeye alışmıştık.
Ama ucuzluktaki izdihamla biraz da olsa
“karizmaları” çizildi.
Fatih Ürek denen adam (adam demeye
dilimiz varmıyor) kendini şu şekilde
savundu. "Aslında biz VIP davetli olarak
gittik. Başta her şey normaldi, bizi
şampanyalarla karşıladılar... Ama kapılar
açılınca neye uğradığımızı şaşırdık...
38
İnsanlara bir haller oldu, çıldırdılar... Biz
de kendimizi o çılgınlığa kaptırdık... Elimi
uzattığım kıyafete bir başkası yapışıyordu, fenalaşanlar oldu... Nur Yerlitaş
bayılacak gibi oldu, hemen sakin bir yere
götürdük... Ben de bir köşeye oturup,
sakinleşmek istedim. O arada bir
mankenin üzerindeki ceketi kimsenin
almadığını fark ettim, fırsat bu fırsat
deyip üzerinden çıkarıp aldım. Mücadelenin sonunda yaklaşık 3 bin lira harcayarak
7-8 parça palto ve ceket aldım. Özellikle
daha önce fiyatının 40 bin lira olduğunu
bildiğim bir paltoyu bin liraya almak beni
çok mutlu etti. Aslında düşününce bu bir
görgüsüzlük değil... Dünyanın her
yerinde bu organizasyonlarda benzer
şeyler yaşanıyor. Bunun parayla ilgisi yok,
ben çok eğlendim..."
Öyle bir anlatıyor ki sanırsın ülkeyi
düşman işgalinden kurtarmış yaralı
arkadaşına kendi bedenini siper etmiş. En
önemlisi de 40 bin liralık bir paltoyu bin
liraya almış. Adam daha ne yapsın!
Peki diğer konuklar nasıl anlatıyor bu
izdihamı?
- İnsanlar birbirlerini öldürecek gibiydi,
reyonlar yıkıldı. İnsanlar kaç numara
olursa olsun alıyorlar, sonra internette
satıyorlar...
- Mecburen koşturdum son birkaç şey
kalmıştı aldım. Yılda bir kere denk geliyor
almazsam olmuyor.
- Bu ürünler ne Paris'te var ne başka
yerde. Ürün geliyor ve bitiyor ondan
geliyorum...
- Gece 03.00'te gelenler oldu. Daha yeni
ameliyat oldum ben, ittirdiler canım çok
acıdı.
- Normalde 3000-4000 euroluk ceketler
599 liraydı...
Söylenecek söz yok. Acı bir gülümseme
beliriyor insanın suratında ve utanıyor
insan. Onların düştüğü hale onlar adına
utanıyor. Bu nasıl bir rezilliktir. Bunun
adını koymak bile zor. İnsanlar nasıl bu
kadar şuurlarını kaybedebilmişler.
Aslında bu sorunun cevabı bir muamma
değil. Televizyonda izlediğimiz, dergilere
kapak olan her gün başka bir kıyafetle
evimizi şenlendiren ünlü ablalarımız
abilerimiz bu markaları giyiyor. O
ünlülerin pazardan giyinmesi haber
niteliği taşıyor. Ama bizim pazardan
giyinmemizin bir haber niteliği yok.
Çünkü onlar gibi haber olmak için değil
zorunluluktan beş liraya tişört alıyoruz.
Bir kumaş parçasına bilmem kaç bin
Eurolar vermek için birbirini ezenlerin
yanı sıra bir liralık ekmeğe ulaşabilmek
için canını ortaya koyan ve birbirini ezen
insanlar da bu ülkede yaşıyor. İnsanlara
hayvan muamelesi yapan bedava yiyecek
dağıtıcıları, makarnayı ekmeği öyle bir
fırlatıyorlar ki; o bir lokma ekmeğe
kavuşmak için birbirlerini ezmek zorunda
kalıyor insanlar.
İki ayrı uç iki ayrı sefalet. Tam da bunun
üzerine ünlü iş adamı Ali Koç G20
zirvesinde bu duruma bir açıklık getirdi.
Dedi ki; “Eşitsizliğin ortadan kalkması için
kapitalizmin ortadan kalkması gerekir.
Ben en azından eşitsizliğin minimum
seviyeye indirilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir”.
Sözlüğe aymazlık yazın yüksek ihtimalle
karşılığında Ali Koç çıkacaktır. Halkın
kanını emen halkın emeğini sömürerek
servetine servet katan en büyük
eşitsizliklerin en büyük adaletsizliklerin
ülkemizdeki başrol oyuncusu olan Ali
Koç, yoksulun halinden anladı ve sorunu
tespit etti. Peki sormak istiyoruz kendisine “eeeeeee?”
Sorun kapitalizm peki çözüm ne? Biz
söyleyelim çözümü. Sen ve senin gibiler
yok olduğu vakit sorun çözülmüş olacak.
Madem bu kadar dert ettin kendine,
çözüme de ortak ol.
Uyduruk bir markayı satın almak için
birbirini ezecek bilinç seviyesine nasıl
geldiğimizi anlatmıyorsunuz. Sanki
yaşananların sizlerle hiç ilgisi yokmuş gibi
sistemi suçluyorsunuz.
Başka bir çözüm önerisi de Tayyip’ten
geliyor. İşverenlere sesleniyor.
“Ey İşverenler işçilerinize biraz daha fazla
para verin ki tahrik olmasınlar. Terörü
bitirelim.”
Evet, sorun sistemde. Size inanıp, oy
verenlere ilk defa doğru bir şey söylediniz. Ağzınızdan ilk defa doğru bir kelime
çıktı. Bu sistemin köpeği olmanın bu
sistem aracılığı ile insanları iliklerine
kadar sömürüp inim inim inletmenin
bedelini ödeyeceksiniz. Evet, bu bir
mücadele... Ama Fatih Ürek’in uyduruk
bir mont kapma mücadelesine
benzetmeyin. Daha kanlı daha canlı daha
gerçek bir mücadele... Ve bütün emperyalistlere açtığınız kapılarımızın ilelebet
dışına atılacağınız, döktüğünüz her kanın,
ölen her çocuğun hesabını vereceğiniz bir
mücadele. Korkun bu mücadeleden!
Ey soysuz; zenginden alıp fakire verdiğin
beş kuruş seni kurtarabilecek mi
zannediyorsun. Kimin malını kime
lutfediyorsun. Bu ülkede yaşayan her
yoksulun gelip sizi bulacağını çok iyi
biliyorsunuz. Sorun biz değiliz kapitalizm
diyorsunuz. Ama bu sistemin sizin
sayenizde ayakta kaldığını, insanları
ekmek alamayacak duruma sokup
dilencileştirdiğinizi anlatmıyorsunuz.
Devrim SAVAŞ
Kapitalizmde giyim-kuşam; moda denilerek tüketim ve kar sektörüne dönüştürülür. Sosyalizmdeise temel ihtiyaç olarak görülür ve
üretimi ve de tüketimi toplumun ihtiyacına göre belirlenir. “Bir elbise; kapitalizmde satmak, sosyalizmde ise giymek için yapılır.”
Kapitalizm ürünlerden kar sağlamak isterken, sosyalizmde ürünler ihtiyaçların karşılanması için üretilir.
* 2015 yılının Kasım ayında açlık sınırı 1.390,61 TL; yoksulluk sınırı 5.529,66 TL.
* Her beş saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor.
* Her gün açlıktan ölen sayısı 26.700 kişi.
* Dünyadaki açların toplam sayısı 783.680.390 kişi.
* Dünyanın en zengin insanının serveti 280 milyar dolar.
* 1.5 milyar insan günlük 2 dolardan daha az gelirle çalışmak zorunda.
* Bir otomobil fuarında 10 dakika tanıtım yapan kadın mankene verilen para 100 bin dolar, aynı otomobil fabrikasında asgari ücretle
çalışan işçinin aynı miktar parayı kazanabilmesi için gerekli süre 20 yıl.
* Tüm dünya nüfusunun eğitim gideri 6 milyar dolar, temel gıdalara ulaşması için 13 milyar dolara ihtiyaç var.
* Avrupa’da parfüme harcanan para 12 milyar dolar.
* Avrupa ve ABD’de kedi-köper maması içn harcanan para 17 milyar dolar.
* ABD’de zayıflamak için harcanan para 50 milyar dolar.
*Dünyada bir yılda kozmetiğe harcanan para 200 milyar dolar. (Bu para Afrika’nın açlıktan ve susuzluktan kurtulmasına yeter.)
39
Dişliler ve çarklar arasında yutulanların
hikayesini veya başka bir deyişle
günümüz gerçeğinin yaklaşık seksen yıl
öncesini kendi zamanın çok ötesinde bir
anlatımla bize ulaştıran asıl adı Sör
Charles Spencer Chaplin olan ancak tüm
dünyanın Charlie Chaplin olarak tanıdığı
ve 1914 yılındaki “Kid Auto Races at
Venice” filminde başrolde canlandırdığı
melon şapkalı, bol pantolonlu, dar
ceketli, kocaman ayakkabıları ve elinde
bastonu ile kendine özgü bir yürüyüşü ile
yarattığı “Şarlo” karakteri olarak bilinen
Charlie Chaplin’in kapitalizm ve sistem
eleştirisini çok başarılı bir şekilde
gerçekleştirdiği filmin adıdır Modern
Zamanlar.
Filmin açılış sahnesinde kullanılan imge
filmin karakterinde önemli bir yer
tutuyor. Koyunların sürü halinde hep
beraber ağıllarına girmesi ile film
başlıyor. Bu sahneye paralel olarak metro
istasyonundan yine hep beraber
çalıştıkları fabrikaya doğru yürüyen
işçilerin görüntüsü belirmeye başlıyor. Bu
sahnede tüm koyun sürüsünün içinde,
beyaz koyunlar arasında sadece bir adet
siyah koyun gözümüze çarpar. O siyah
koyun aslında filmimizin kahramanı
Şarlo’nun kendisidir.
Şarlo fabrikada diğer işçiler ile beraber
ruh sağlığını ve beden sağlığını bozacak
derecede durmadan çalışan bir fabrika
işçisidir. Şarlo karakterinin yaşadıkları
üzerinden filmin aslında anlatmak
istediği, Sanayi devriminden sonra
gelişen Kapitalizm ile beraber
gerçekleşen makinalaşmanın, özellikle
işçi sınıfı üzerindeki etkilerini, işçilerin
gün geçtikçe yaşadığı ağırlaşan yaşam
koşullarını, kapitalizmin yarattığı
“öldürücü”, “insanlıktan çıkaran”
koşullarını ve ayrıca yine bu sistemin
toplumsal etkilerini, olumsuzluklarını ilk
andan itibaren çok güçlü bir şekilde
gözler önüne seriyor. Şarlo’nun fabrikadaki görevi durmadan, bıkmadan,
usanmadan başında bulunduğu
makinanın şeridinden hızlı bir şekilde
önünden geçen vidaları sıkmaktır.
Makina’nın durmaması ve o vidaların
sürekli olarak sıkılması gerekiyordur.
Çünkü bir yandan burjuvazinin temsilcisi
patron, diğer yandan patronun gözüne
girmek isteyen ustabaşı tarafından
sürekli talimatlar ve emirler verilmektedir. Bu vida sıkma işleminin “iş bölümü”
40
olarak fabrikada o kadar çok üstünde
durulmuştur ki, sürekliliği ve makinanın
hızlılığı sonucunda oluşan sinir krizinden
dolayı sokaktaki kadının palto düğmelerine kadar vidaya benzeyen her şeyi
sıkmaya çalışmaya başlamıştır ve kendini
akıl hastanesinde bulmuştur.
Kapitalizme ve yaşanan makineleşmeye
karşı Charlie Chaplin’in eleştirilerinin
belki de en büyük silahı ve en iyi
uyguladığı yöntem olan mizah filmin
önemli noktalarından biri. İşçilerin yemek
yiyerek geçirdiği zaman kaybını önlemek
isteyen patronların otomatik yemek
yedirme makinası yapması filmde mizah
ile iç içe geçmiş önemli sahnelerden
biridir. Yine nasıl çalıştığını ve ne işe
yaradığını bilmediği makinanın
çarklarının arasına sıkışmasını içeren
sahne de hem mizahi yönü hem politik
eleştirisi ile önemlidir. ''yemek yemek icin
durmayin. rakiplerinizin onunde durun!
bellows beslenme makinesi ile artik
yemek molalari ortadan kalkacak, üretim
artacak, gideriniz azalacak.'' Ayrıca bu
eleştirilerin içinde en çok 1930’lu yıllarda
Amerika’da yaşanan Büyük Buhran yer
alıyor. Ve tabii Fordizm olarak nitelendirilen ve Amerika burjuvazisinin isimlerinden Ford markasının yaratıcısı Henry
Ford tarafından yaratılan Üretim Bantı
sistemine karşı eleştiride filmde yer
almaktadır.
Charlie Chaplin’nin özellikle üzerinde
durduğu, yine filmin önemli bir noktası
Devlet – Burjuvazi (Sermaye) arasındaki
bağdır. Mizahi bir şekilde bunu en net
olarak anlattığı sahne ise hiçbir şeyden
habersiz Şarlo’nun tesadüf eseri eline
geçen bir kızıl bayrağı taşıması sonucunda işçilerin yaptığı eylemde tesadüfen
kendini en önde bulması ve polisin
eylemcilere müdahele etmesiyle de en
sonunda kendini komünist bir lider olarak
hapishanede bulmasıdır. Burada aslında
vermek istediği mesaj, işçilerin hak
aramasına karşı her koşulda polisin
tahammülsüzlüğü ve burjuvazi ile birlikte
olduğunu göstermesidir. Burada şunu
belirtmek gerekir, film yayınlandığı
zaman Almanya ve İtalya’da yasaklanmış,
ABD’de ise filmin komünist propaganda
yaptığı söylemlerinden dolayı çok düşük
bir gişe yapmıştır.
Chaplin Sistemin sadece işçileri sömüren
yönüne değil bunun ile birlikte insanların
makinalaştıkça insani değerlerinden
uzaklaştığının altını çizer. Bu değerler
cesarettir,umuttur ve direnmedir. Filmde
bunun örneklerinden biri sokakta
yaşanan grev sırasında babası öldürülen
ve kendisi gibi yoksul bir genç kız olan
Gamin ile beraber yaşadıklarıdır. Gamin
ile Şarlo’nun bir anlamda yoksulluklarını
paylaşmalarıdır. Gamin’in yoksulluklarından kaynaklı yaşadıkları birçok olaydan
yılması ve bıkması, bir sürü badireler
atlamaları sonucunda Şarlo’ya sorduğu
“Bunca zahmete değer mi?” sorusuna
verdiği cevapta vardır. “Gülümse
umudunu kaybetme. Başaracağız.” İnsan
ilişkilerine dair yine çarpıcı bir örnekte
Gamin’in filmin sonunda Şarlo’nun
çalıştıkları restorantta şarkı söylemesini
istemesi ve şarkı sözlerini gömleğine
yazması önemli bir yer. “Güzel bir kız ve
yaşlı bir adam caddede flört ediyorlardı.
Adam şişman ihtiyarın biriydi ama elmas
yüzüğü kızın gözünü kamaştırdı.”
Filmin sonu ise kapitalizme ve yaşanan
toplumsal dezanformasyona rağmen
hiçbir şekilde umudunu kaybetmeyen ve
yeni bir ufuğa doğru giden elele
tutuşmuş Gamin ve Şarlo’nun yürüyüşü
ile bitiyor.
Film dönemine göre 1.5 milyon dolarlık
büyük bir bütçe ile çekilmiş. Ancak gişe
de 1 milyon dolara ulaşabilmiş. Yine o
dönem için 10 aylık gibi uzun bir dönemde çekilmiş. Kurgu öncesi 100 km
uzunluğunda bir negatif film harcanmış.
Filmin İlk senaryosunda sonunda
Şarlo’nun sinir krizi geçirip hastahanede
delirmesi ile bitirmeyi düşünmüş ancak
sonra bundan vazgeçilmiş. Film de insanı
hem gerilime sokan hem de eğlendiren
meşhur paten sahnesinde ise yine
dönemine göre değişik bir teknik
kullanılmış. Şarlo’nun paten ile düşeceği
yer olarak gösterilen alt katlar çizim ile
yapılmış ve çekim ile gerçek bir hava
yaratılmış. Filmin bir önemli yanı da
Charlie Chaplin’nin filmin sonunda
söylediği ve sözlerini bilerek uydurduğu
şarkıyı söyleyerek ilk defa bir filmde sesi
duyulmuştur. Charlie Chaplin’nin yaptığı
son sessiz filmdir. Şarkının sözlerini
uydurma sebebi ise Sesli Sinemaya karşı
tepkisel olmasından kaynaklıdır. Hiç bir
zaman sesli sinemayı benimsememiş aynı
endüstrileşme ve makineleşmenin
sinemada olmasından rahatsız olmuştur.
Şarkının sözlerini uydurmasının sebebi bir
tepki olarak görülüyor. Ayrıca Şarlo
karakterinin de son filmidir. Daha sonra
hiç bir filmde Şarlo karakteri ile yer
almamıştır.
Künye
Yönetmen: Charlie Chaplin
Senaryo: Charlie Chaplin
Oyuncular: Charlie Chaplin, Paulette
Goddard, Henry Bergman, Tiny Sandford,
Chester Conklin
Müzik: Charlie Chaplin
Süre: 87 Dakika
They Live (Yaşıyorlar)
Sırt çantası ve ağzında kürdanı, düzene
uyum sağlayamamış, umursamaz tavırları
ile geldiği şehri meraklı gözlerle inceleyen bir adamla karşılaşıyoruz. Filmin
kahramanı Nada.
Nada’nın neden o şehirde olduğunu
gitmiş olduğu iş bulma kurumunda
anlıyoruz. Nada evsiz ve işsiz biri olarak iş
bulup çalışıp para kazanmak istiyordur.
Ancak bu durum onun için kolay olmayacaktır. Daha sonra kendi girişimleri ile
bulduğu iş ise ağır çalışma koşulları olan
“sömürünün” sert yaşadığın inşaat
yapımıdır.
Çalıştığı inşaatta yine kendi gibi işçi olan
Frank ile tanışır. Nada’nın yaşadığı
barınma sorununu çözmesinde yardımcı
olacak olan kişidir Frank. Beraber şehrin
dışında, derme çatma barakalarda
Nada’nın yaşamını sürdüreceği yer olur.
Burada Frank ile yaşamlarına dair olan
sohbetlerinde Nada’nın söylediği
"Amerika'ya inanıyorum, kurallara
uyuyorum." cümlesi filmin başında ki
özgürlüğüne düşkün izleniminden uzak
kalıyor.
Yönetmen bu barakalarda “komün” bir
yaşantı olduğu izlenimini verir. Ayrıca bir
yandan barakaların olduğu yerde ki ufak
kilise de rahibin söylemlerinde ve kaçak
televizyondan bu yaşamda herşeyin
tüketime dayalı olduğunu, herşeyin bir
yalan üzerine kurulu olduğunu anlatır.
Burada aslında yönetmenin filmi tam
olarak nereye koyacağını kestiremiyoruz.
Marksist işçi sınıfına ait bir kapitalizm ve
sistem eleştirisi mi? Yoksa Kilise üzerinden mi bir sistem eleştirisi?
Nada’nın aydınlanması kiliseden bulduğu
gözlük ile başlıyor.Bu gözlük ona aslında
dünyanın gerçeklerini ve nasıl yönetildiğini göstermektedir. Gözlük ile beraber
karşısına çıkanlar “İTAAT ET” “BAĞIMSIZ
DÜŞÜNCE YOK” “TÜKET” “EVLEN VE
ÇOĞAL” gibi ve yine çarpıcı bir örnek
paraya bakınca gördüğü “BU SENİN
TANRIN”. Filmin aslında sistemi
eleştirirken bir yandan da seyirciyi
yaşadığı hayatı sorgulamasına yönelik bir
kaygı taşıdığı hissediliyor.
Nada’nın Frank’a gerçekleri göstermek
için çabaladığı ve Frank’ın yaşamında ki
kaygıları,ailesinin geleceğini düşünmesi
ve gerçekler ne olursa olsun görmek
istememesinden,kendi kişisel çıkarlarını
herşeyin üstünde tuttuğu için yaptıkları
kavga sahnesi ise yönetmenin sahneyi
sevmesinden kaynaklı uzun tutulmuş. Bu
durum filmden seyircinin kopmasına
neden oluyor.
Filmin yönetmeni John Carpenter yine
kapitalizm eleştirisinde polisin barakaları
yerle bir etmesi, asıl gerçekleri göstermeye çalışan insanlara karşı uyguladığı
şiddet ile kapitalizm de devletin zor ve
baskıcı tutumunu eleştirmektedir.
Koskoca devletin ufacık bir mahalle bile
sayılmayacak barakada yaşayan insanlara
saldırması bunu içeren bir mesaj özelliği
taşıyor. Özellikle polis tarafından
arandıklarında geçen diyalog filmin bu
eleştirisini gösteriyor.
Şehir bizi arayan polislerle dolu.
Ve polislerin çoğu insan. Hükümete
meydan okumaya çalışan komünistler
olduğumuz söylendi. Ve bazıları üye
oluyorlar.
– Yani insanların onlara katıldığını mı
söylüyorsun?
– Çoğu çıkarları için katıldı. Terfi
alıyorlar, banka hesapları kabarıyor, yeni
evler, arabalar Mükemmel değil mi?
Yine uzaylılarla işbirliği halinde
olan bir işadamının dedikleri de filmin
önemli noktalarından.
“Artık ülkeler yok. Artık iyi adamlar yok.
Tüm oyunu yönetiyorlar. Tüm gezegene
sahipler. İstedikleri her şeyi yapabilirler.
Bir değişim için bu bile iyi. Eğer onlara
yardım edersek para kazanmamız için bizi
rahat bırakacaklar. Siz de iyi bir yaşamdan
faydalanabilirsiniz. Bunu herkes ister.”
Filmde bu düzeni oluşturan ve ayakta
durmasını sağlamak için herşeyi yapan
olarak gösterilenlerin uzaylı olması filmin
bir eksiğini oluşturuyor. Yönetmenin
bilerek böyle bir tercih de bulunduğu
şüphesiz büyük ihtimal.
Filmin yine önemli noktalarından biri
sistemin sahiplerinin medya ile insanların
gözünü kapatmaları, gerçekleri görmelerini engellemeleri medyanın bu sistem
içerisinde ki yerini gösteriyor.
John Carpenter’ın Ray Nelson'ın Eight
o'clock in The Morning isimli kısa
hikayesinden uyarladığı film kapitalizm
eleştirisi konusunda çokça içerdiği
mesajlarla ve Nada’nın kendini insanlar
için “feda” etmesi ile son buluyor. Yine
yönetmen Nada’nın kendini “feda”
etmesinden sonra ne olacağına dair
soruları da cevaplamadan bitirmiştir.
Yönetmen: John Carpenter
Senaryo: Ray Nelson, John Carpenter
Müzik: John Carpenter, Alan Howarth
Oyuncular Roddy Piper ,Keith David, Meg
Foster , George ‘Buck’ Flower ,Peter
Jason
Süre: 93 dakika
Burak ERGÜN
41
Bir şeyin değerini, onun için feda
edebildikleriniz belirler.
Vatanınız için nelerinizi feda edebilirsiniz?
Ateş Geçitleri, vatanları için canlarından
bile vazgeçebilenlerin hikâyesidir.
M.Ö. 480. Pers kralı Xerxes, Heredot’a
göre 2,6 Milyonluk (1) ordusuyla
Yunanistan’ı işgal etmek üzere gelmiştir.
Karşısına, henüz savunmaya geçmemiş
olan yunanlılari harekete geçirmek ve
yunanlılardaki direniş ateşini kıvılcımlamak isteyen Sparta kralı Leonidas ve
onun 300 kişilik özel bir birliği çıkar.
Ateş geçitleri bu savaşın, öncesinin ve
Feda fikrinin hangi durum ve koşullarda
olgunlaşabildiğinin hikâyesidir.
“Yanıt ver Aleksandros, vatandaşlarımıza
zafer kazandıran, düşmanı yenilgiye
uğratan şey nedir?”
ni gösterdi. “Korku”.
İnsanlık tarihi biraz da ezen-ezilen
arasında ki savaşın tarihidir. Ve bu savaşta
“Korku”; zalimlerin, hükmetmek ve baskı
altında tutabilmek için kullandıkları
temel silahlardan birisi olagelmiştir. Ve
aynı tarih; zalime direnenlerin, onun
karşısında korkmadan dimdik ayakta
durmalarıdır da.
Etrafı yüzlerce katil tarafından
sarılmışken ve biran sonra öleceğini
biliyorken dahi “haydi cesaretiniz varsa
gelin” yada “Asıl siz halkın savaşçılarına
teslim olun” diyenlerdir zalimin korku
silahını etkisiz kılan.
Dienekes, “O geceyi hatırlar mısın, Kseo,
hani Ariston ve Aleksandros’la oturup
korku ve onun karşıt duygusunun ne
olabileceğinden bahsetmiştik” diye
sordu.
Hatırladığımı söyledim.
Çocuk Sparta tarzına uygun kısa bir yanıt
verdi. “Silahlarımız ve ustalığımız”.
Dienekes “Bu doğru ama bir şey daha
var” diye tatlılıkla ekledi ve “İşte bu,”
diye Phobos’un yüksek tepedeki heykeli-
42
Sorumun yanıtını aldım. Yanıtı, tüccar ve
Scythia’lı dostlarımız verdi.
Dienekes; “korkunun karşıtı” dedi,
“aşktır”.
Bağlılıktır, inançtır, en yoğun ve en saf
haliyle hissetmektir aşk. Sorumluluktur,
kendini ve çevreni değiştirmek
geliştirmektir aşk. Güzel olan şeye
duyulan özlem, acı çekenin yanında
olabilme arzusudur aşk. Devrimdir,
devrimcidir aşk.
Ve Dienekes’in de dediği gibi, eğer
korkuysa karşındaki; halkına olan
bağlılığın, yoldaşına olan inancın,
vatanına karşı olan sevgin ve sorumluluğundur aşk.
Sevdalıdır bu yürekler
Halka,
Vatana
Özgürlüğe
Yaşama sevdalı.
Her çığlıkta
Sevdalıların kanatlanıyor
Yürekleri.
Kanatlanıyor
Onur, ahlak
Ve
İnsana dair
Tüm güzellikler.
“Halkım”
Diyor
“Vatanım”
Diyor,
Seviyoruz seni (2).
Dienekes’in de anlatmak istediği; tamda
Hüseyin Çukurluöz’ün yukarıdaki şiirinde
çok çok güzel anlattığı işte bu sevdadır.
Ve aynı sevda Hüseyin Çukurluöz de de
öyle büyüktür ki; 249 gündür aç olan
bedenini Vatanı için ateşin ortasına
yatırmış ve korkmadan sloganlarla
karşılamıştır ölümü.
Korkunun karşıtı olan, Hüseyin’in
yüreğinde ki işte bu sevdadır.
Öğretmen yaşlı gözlerle “spartalılara
ihtiyacımız vardı. Onlardan elli tanesi
şehri kurtarabilirdi.” dedi.
Bruksieus gitmemiz için bizi dürtükleyip
duruyordu.
Adam ”Ne kadar hissizleştiğimizi görüyor
musunuz?” diye devam etti. “Bilinçsiz bir
haldeyiz. Aklımız başımızda değil.
Spartalılar hiçbir zaman bu hale
düşmez.” Kararmış manzarayı göstererek, “Bu onların cevheridir. Bu dehşetin
içinde gözleri açık ve bacakları
titremeden ilerliyorlar.
Bruksieus bizi geri çekmeye çalışıyordu.
“Elli tanesi”! diye adam hala bağırıyordu,
karısı onu ağaçların arkasına götürmeye
çalışırken. “Beşi! Biri bile bizi kurtarabilirdi.”
“Tek başına bir mum, devirir geceyi. Tek
bir can, neleri neleri devirmez ki?”
Tek başına olmak, tek başına direniyor
olmak yenilgi yada eksiklik değildir.
Mesele tek başına kalsan bile direnebilecek sevdaya sahip olabilmektir.
“Tek başına tarih yazma iradesi gösteren
ülkeler, örgütler, kişiler, zaten o andan
itibaren çoğalmaya da başlamış olurlar”
(3) diyor Dayı.
Ve Dayı’nın bu, “Direniş seni çoğaltacaktır” tespitini kim Hamiyet Yıldız’dan daha
iyi gösterebilirdi ki bize. “1 Aralık'ta
faşistler ellerinde silahlarla geldiler. Basın
Yayın'da o sırada bizim sadece bir
arkadaşımız var; o da Hamiyet. Hemen
tavır koyuyor ve faşistlerin afişlerini
indiriyor. Hamiyet'in bu tavrı faşistlere
karşı protesto eylemi olarak işgalin
gerçekleştirilmesinde büyük rol
oynamıştır”(4).
Ateş Geçitleri’nden bağıra bağıra bize
seslenen öğretmen “biri bile bizi
kurtarabilirdi” diyor. Ve o öğretmenin
anlatmak istediğini Hamiyet Yıldız 2500
yıl sonrasından gösteriyor: Sen tek başına
da olsan başla. Çoğalır sana omuz
verenler.
“Bir gece düşümde falanj’la* (bir çeşit
yaya savaş taktiği) yürüdüğümü gördüm
diye devam etti İntihar. Düşmanla
karşılaşmak için bir düzlüğü geçiyordu.
Bizden olan savaşçılar her yanımdaydı,
önümde, arkamda, her iki yanımda. Bu
savaşçıların hepsi kendimdim. Yaşlı
halim. Genç halim. Daha sonra falanjı
mükemmel yapanın aralarındaki tutkal
olduğunu anladım. Onları bağlayan
görünmez bir tutkal. Siz Spartalıların
birbirinizin beynine yerleştirmeye
çalıştığınız tüm talim ve disiplinin aslında
hüner ya da zanaatı arttırmak için değil,
yalnızca bu tutkalı sağlamlaştırmak için
olduğunu fark ettim”.
“Örgütüm al beni halkımla yeniden
yarat”
Hamiyet’i tek başına da olsa harekete
geçiren, Hüseyin Çukurluöz’e “Vatanım,
Seviyoruz seni” dedirten işte bu görünmeyen tutkaldır. Örgüttür. Ve yazılan
onca yazı, söylenen onca söz ve verilen
onca şehitler senin de yüreğinde vatan
sevdasıyla yoğrulmuş bu tutkal biraz
daha sağlam olsun diyedir.
Romandaki İntihar karakterinin fark
ettiği “herkeste kendi yüzünü görmek”
bugün büyük ailemizde somutlaşıyor.
Kimi yaşlı, kimi genç, ileride ya da biraz
daha geride. Ama büyük ailenin her bir
ferdinde aynı vatan sevgisi ateşi, ayn
mazluma olan düşkünlük, aynı düşmana
olan öfke harlanır.
Yürüyüş’teki bir yazıda, “Örgütlü insan;
‘birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için’
demenin gücünü taşır” diyordu.
Devamında da “İnsanın onuruyla
yaşamasının tek yolu devrim; devrimi
yapabilmenin tek yolu da halkı örgütlemektir”(5) yazan bu yazı tam da İntihar
karakterinin vurguladığı o tutkalın, tüm
halka yayılmasını istemek, halkların
kurtuluşunun sadece kendi elinde
olduğunu ve aynı sevdayla yoğrulmasından geçtiğini anlatmak değil midir?
Kral ”Ölüm şimdi yanı başımızda
duruyor” diye konuştu. ”Onu hissedebiliyor musunuz kardeşlerim? Ben hissediyorum. Ben insanım ve ondan korkuyorum.
Gözlerim, o an geldiğinde beni yüreklendirecek bir şeyler arar.” … “Bu gücü
nereden bulduğumu size söyleyeyim
dostlarım! Önümüzde kızıllar içinde
duran oğullarımızdan. Evet. Ve gelecek
savaşlarda onların yerini alacak olanların
yüzlerinden. Ama hepsinden fazla,
yüreğim cesaretini; sessizce kuru gözlerle
gidişimizi seyreden kadınlarımızdan
alıyor.”
***
Savaş bittiğinde üçyüzler ölüme
gittiğinde; o zaman tüm Yunan onların
buna nasıl dayandığını görmek için
Spartalılara bakacak.
“Peki, ama leydi, Spartalılar kime
bakacak? Sana ve şehit düşenlerin
eşlerine ve annelerine, kız kardeşlerine ve
kızlarına. Eğer onlar sizin kalplerinizin
ıstırapla parçalanmış ve kırılmış
olduğunu görürlerse; onlarınki de
kırılacaktır. Ve Yunan’ınki de onlarla
birlikte kırılacaktır. Ama eğer dimdik,
gözlerinde yaş olmadan dayanırsanız,
yalnızca kaybınıza katlanarak değil
bunun kibrini küçümseyerek karşılarsanız ve bunu gururla kucaklarsanız;
Sparta dayanacaktır. Ve tüm Hellas da
onun arkasında duracaktır.
Sizi, Leydi ve üçyüzler de savaşçıları
bulunan hemşireleri bu berbat dava
uğruna dayanması için neden seçtiğime
gelince, çünkü bunu sizler, ancak sizler
başarabilirsiniz.
***
“Aleksandros devam etti; Çocukluğumuzda öyküsünü dinlediğimiz anne gibi: Aynı
savaşta beş oğlunun da öldüğünü haber
aldığında, yalnızca şunu sormuş:
Ulusumuz kazandı mı? Kazandığını
öğrenince kuru gözlerle evine doğru
yürümeye başlamış ve şunu söylemiş:
Öyleyse mutluyum. Kadınların
fedakârlıklarının bizi böyle etkilemesi bu
nedenden değil mi –bütünü parçadan
üstün tutmak asaleti?”
Ölüm orucu şehidi Gülsüman Dönmez
oğlu Sinan’a yazdığı mektupta (6) “Seni
canımdan çok seviyorum. Bunun için
ölüm orucundayım ya...” diyordu.
Aleksandros’un söylediği bütünü
parçadan üstün tutma asaletini kim
Gülsüman Dönmez’den daha yalın daha
net bir şekilde gösterebilirdi ki. Canın,
can parçan oğluna seni çok seviyorum ve
ben senin için ve diğer bütün çocuklar
için bütün insanlar için ölüm orucundayım diyen Gülsüman Ana, fedakâr ve
devrimci kadına, bütünün mutluluğu
adına kendi can parçasından vazgeçişe en
43
net örnek değil midir?
Hapishane görüşlerinde karşılaştıkları
onca işkence ve hakarete rağmen kuru
gözlerle ve mağrur duruşlarıyla kadınların başardığı, sadece “düşmanı
sevindirmemek” değil; Leonidas’ın da
dediği gibi onlara bakan herkese umut ve
direnç de vermektir. Evladı işkence
gören, hapsedilen, katledilen her bir
ananın, eşin, kız kardeşin bu dik duruşları
öncelikle mücadele içerisindeki devrimcilerin sonrasında da tüm bir halkın en
önemli dayanak noktalarından birisidir.
Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur.
Sabo’nun son anlarında dahi “Eşime,
önderime, Devrimci Sol önderine
selamımı söyleyin” sözü yada Sevgi
Erdoğan’ın eşiyle omuz omuza
sürdürdüğü mücadeleyi ve onun
ölümünden sonra onun devrettiği
bayrağı onurla ve Leonidas’ın söylediği
gibi dimdik, gururla taşıdığını biliyoruz.
O Sevgi Erdoğan ki; sırf ismini öğrenmek
için gözaltında çocuklarına dahi işkence
yapılırken, Aleksandros’un söylediği gibi
bütünü parçadan üstün tutma asaletiyle
duruyordu dimdik.
44
O sevgi Erdoğan ki, Uşak Cezaevi’nde
sadece kadınlarımızın olduğu bir direniş
adası kurmuş ve düşmanın karşısında
dimdik durmuş, yoldaşları Berrin Bıçkılar
ve Yasemin Cancı’nın feda ateşiyle
tutuşturdukları direnişi Armutlu’ya
taşımıştır.
Kral, bir yoldaşın ses tonuyla acelesiz,
dostça bir tonda “Onlardan nefret ediyor
musun, Dienekes? diye sordu. Dienekes
tereddütsüz nefret etmediğini söyledi.
“İncelikli ve soylu yüzler görüyorum.
Düşünüyorum da, pek çoğu, dostların
masasında bir gülümseyiş ve takdirle
karşılanıyordur.
Leonidas açıkça efendimin cevabını
onayladı. Ancak gözleri hüzünle buğulanmıştı. ”Ben de onlar için üzülüyorum”
diye itiraf etti. “Aralarında en soylu
olanları şimdi burada, bizimle birlikte
çarpışmak için neler vermezdi”
Yürüyüş’ün her sayısında mutlaka bir
tane ve hemen hemen her sayısında
birden fazla olmak üzere, diğer yayınlarda ve kitaplarda da ısrarla ve sürekli
vurgulandığı üzere siper yoldaşı diye
düşündüğümüz kişilere, kurumlara,
yapılara dair yazılar vardır. Dienekes’in de
dediği gibi “Hayır onlardan nefret
etmiyoruz, baktığımız yerden bakabilmeleri, bilerek yada bilmeyerek yapılan
hataları düzeltebilmeleri için ve bizim
durduğumuz yerde yani tamda düşmanın
tam karşısında ve dimdik durabilmeleri
için çabalıyoruz. Yürüyüş’teki bir yazıda
“Dışımızdaki sol ile ideolojik mücadeleyi;
Birlik-Eleştiri-Birlik temelinde ele alırız”(7)
diyordu. Dienekes’in birlikte savaşılmasına dair duyduğu özlem ve istek bugünün
istek ve beklentisinden hiç de farklı değil.
Birlik önerilecekse eğer, önce ona karşı
birleşeceğin düşmanın karşısına ilk sen
geçmelisin. Dimdik ve tam karşısına
üstelik. Tıpkı Leonidas ve Spartalılar’ın
Düşmanın karşısına geçtiği gibi. “Halka ve
sola “birleşelim, savaşalım” çağrısı
yaparken kendisi pasif ve kendi kabuğuna çekilmiş değildir”(8) diyen büyük aile
bunun sayısız örnekleriyle doludur.
İşte bu kraldır, majesteleri. Bir Kral
kudretini adamlarını köleleştirerek değil,
onları hür kılarak gösterdiği
davranışlarıyla gösterir.
Ateş Geçitleri; vatan, direniş, feda,
liderlik gibi değerlerin zamandan
bağımsız ve her dönem önemli olduğunu
anlatma açısından değerli bir kitaptır.
Kral olarak belirtilen karakter önder ve
yöneticidir de aynı zamanda. Ve Kral’a
addedilen vasıf temelde bir öndere,
yöneticiye addedilmiştir.
“Yönetici, önder insan yetkilerine ve
konumuna güvenerek insanlar üzerinde
baskı kurmayan, yeteneklerine, önderlik
sanatına, daha çok özverisine güvenerek
yöneticiliğini kabul ettiren insandır”(9)
diyen Dayı’nın tanımı ‘Ateş Geçitleri’nde
tanımlanan yöneticilikle aynıdır.
“Eğer bu geçitlerden bugün geri
çekilirsek, kardeşlerim, şuana kadar
kazandığımız tüm zaferler ne olursa
olsun, bu savaş bir yenilgi olarak kabul
edilecektir. Tüm Yunan dünyasını
düşmanın onu en çok inandırmak istediği
şeye inandıran bir yenilgi: Perslere ve
onun milyonlarına karşı süregelen
savunmanın anlamsızlığına. Eğer bugün
burada kendi canımızı düşünürsek,
şehirler de birer birer arkamızdan teslim
olacaklardır; ta ki Hellas’ın tümü düşene
kadar. Ama biz, burada üstesinden
gelinmesi olanaksız yüzlerce olasılığa
karşı dimdik durup, onurla ölerek
yenilgiyi zafere dönüştüreceğiz. Hayatlarımızı feda ederek müttefiklerimizin ve
geride bıraktığımız kardeşlerimizin
kalplerine cesaret tohumları ekeceğiz.
Tam anlamıyla zafer kazanacak olanlar
onlardır, bizler değil. Bugün bizim
rolümüz direnmek ve ölmektir”
Leonidas söz konusu vatansa yeri
geldiğinde ölmek gerektiğini ve bu
ölümün bir yenilgi değil tam aksine zafer
olduğunu/olacağını o kadar güzel
anlatmış ki. Teslim olmamanın ve
direnmenin onuru 2500 yıldır onunla
birlikte. Bugün onun anıt mezarında
kendisinden silahlarını bırakmalarını
isteyen elçiye verdiği o onur dolu ve
muhteşem cevap yazılıdır: “Gel ve kendin
al.” Aynı onur dolu direniş, aynı teslim
olmama ruhu “asıl siz halkın savaşçılarına
teslim olun çığlığıyla, bugün devrimci
hareketin her bir şehidinde, her bir özgür
tutsakta vücut bulmuştur.
“Ölmemiz gerekiyor. Evet öleceğiz ki
ardımızdan gelenler, bizden öğrenerek
uğrunda ölünmeye değer bir dava
olduğunu göreceklerdir. Ve bundan
dolayıdır ki, biz ne kadar çok ölürsek,
ideolojimiz, düşlerimiz, inançlarımız,
değer ve geleneklerimiz o kadar
yaşayacaktır”(10) diyen Osman
Osmanağaoğlu Leonidas’la aynı
düşündüğünü ondan 2500 yıl sonra bu
sefer Ege’nin bu yakasından ilan etmiyor
mu?
Yürüyüş’te “Feda” üzerine yazılmış bir
yazıda; “Feda”da “kayıp” yoktur, kazanan
feda göze alındığı an belli olmuştur.
Çünkü halklar için hem savunma kalkanı
hem de düşmanı vuran bir silahtır. Feda
bu ikisini birleştirir. Halkların direnme ve
savaşma iradesinin önünde bir kalkandır,
onu korur, düşmanı ise beyninden
vurur”(11) diyordu. Leonidas’ın “biz
burada ölüyoruz ki bütün Yunan
dirensin” sözü ya da Osmanağaoğlu’nun
“değerlerimiz ve düşlerimiz yaşasın diye
öleceğiz” sözü bundan daha doğru daha
net nasıl anlatılabilirdi ki!
Aralarında nice zaman farkı olmasına
rağmen aynı amaç ve aynı değerler için
feda ettiler kendilerini ve geride kalanlara aynı sözlerle sesleniyorlar;
“Ölümümüz inandığımız değerler yaşasın
diyedir.”
Her bir şehit, hele de feda savaşçıları
halka, vatana ve değerlere olan bağlılığı
ifade eden o “tutkal”ın en sağlam olduğu
halkalardır. Onlardan öğrenecek o kadar
çok şeyimiz var ki.
Spartalı’sının sesine 2500 yıl sonrasından
ses veriyorlar: Uğruna ölecek kadar çok
sevdiğimiz bu vatan bizim.
Not: Bir kitap tanıtımında bugüne dair
birçok örnek ve kaynak gösterilmesi ilk
başta garip gelebilir ama kitabın bana
göre zaten en güçlü tarafı da bu. Kitap
geçmişe dair gerçek bir olayı kurgulanmış
şekilde anlatıyor olmasına rağmen
günümüzle sağlam bir şekilde bağ
kurabiliyor. Biraz da kitaba nereden ve
hangi gözle baktığınızla ilgili olmakla
birlikte, kitabı okuduğunuzda örnek
verilen diğer olaylarla çok çabuk bağlantı
kurabiliyorsunuz.
Ateş Geçitleri
Steven Pressfield
Bilge Kültür Sanat Mart 2001 baskısı
Kaynakça:
1- Heredot- Tarih Sayfa 592
2- Hüseyin Çukurluöz- Efsanelerden
Destanlara Sayfa 92
3- Bir Devrimci Dursun Karataş. Cilt2
Sayfa 378
4- http://www.ozgurluk.info/sehitlerimiz/sehitler-html/Hamiyet%20Yildiz-anlatim.htm
5- Yürüyüş Sayı 446 Sayfa 23
6- http://www.ozgurluk.info/sehitlerimiz/sehitler-html/Gulsuman%20Donmez-ozgecmis.htm
7- Yürüyüş Sayı 485 Sayfa 27
8- Zafer Yolunda 1 Sayfa 173
9- Bir Devrimci Dursun Karataş Cilt2
Sayfa 436
10- Canım Feda- Ahmet İbili Sayfa 152
11- Yürüyüş Sayı 480 Sayfa 30
“Bir canım var, feda olsun halkıma” diyen
Ahmet İbili’ler, kızı Pınar’a yazdığı
mektupta “Çöplüklerde ekmek toplayan
arkadaşlarını düşün. Onlar ne çileler
çekiyorlar. İşte bizim mücadelemiz
kimsenin bu halde olmaması içindir diye
seslenen Şenay Hanoğlu’lar, “Zaferimiz
fedayı kuşanan yüreklerimizdedir.” diyen
Selma Kubat’lar, Alişan Şanlı’lar, İbrahim
Çuhadar’lar, Leonidas’ın ve onun ‘300
45
HABERLER
Nazım Hikmet son 50 yılın en iyi şiirleri arasında...
Londra’da bulunan sanat merkezi Southbank Center, son 50 yılın en güzel 50 aşk
şiiri arasına Nazım Hikmet’in ‘Severmişim Meğer’ şiirini de aldı. Şiirler, Southbank
Center’ın şiir dalında bir yıllık bir çalışmayla 30 ülkeden şairleri arasından belirlendi.
Piyanist Martello bu kez de Paris için çaldı.
Gezi Direnişi sırasında İstanbul Taksim Meydanı'nda piyano çalan Davide Martello,
bu kez de Paris Katliamı için Paris'te çaldı. Martello, kanlı saldırıda en çok kaybın
yaşandığı Bataclan konser salonunun yakınlarına piyanosuyla gelerek John
Lennon'un şarkısı olan Imagine'i çaldı.
Kemal Sunal'ın filmlerde giydiği kıyafet ve kullandığı eşyalar
sergilenecek.
52. Uluslararası Antalya Film Festivali'nde "Kemal Sunal Sergisi" açılacak. Yapılan
açıklamaya göre, Türk sinemasının önemli isimlerinden Kemal Sunal'ın vefatının 15.
yılı dolayısıyla açılacak sergi, sanatçının filmlerinde giydiği kıyafet ve kullandığı
eşyalardan oluşacak. Festival 29 Kasım- 6 Aralık 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilecek.
Yazar Hakan Günday'a ödül...
"Medicis Yabancı Edebiyat Ödülü"ne yazar Hakan Günday layık görüldü. Ödül
komitesi yapılan açıklamada, ödülü, kaçak göçmenleri konu alan "Daha" kitabıyla
Hakan Günday'ın aldığını duyurdu. Başkent Paris'te yapılan ödül töreninde hazır
bulunan Günday'ın, Fransızcaya "Encore" ismiyle çevrilen kitabı, babası insan
kaçakçılığı yapan 9 yaşındaki Gaza isimli bir erkek çocuğunun hayatını konu alıyor.
Yaşar Kemal'in 'O Güzel Atlar'ı Çankaya'da...
Çankaya Belediyesi’nce yapılan, Yaşar Kemal’in adını Yaşamkent’te yaşatacak parkın
çalışmalarında sona yaklaşıldı. Yaşar Kemal adının verildiği parkta, anıt heykel
kaidesine yerleştirildi. Heykeltıraş Metin Yurdanur tarafından yapılan anıt heykeli,
parkta hazırlanan kaidesine yerleştirildi. Yaşar Kemal’in 'O Güzel İnsanlar' şiirindeki
'O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler' dizelerini çağrıştıran anıt heykel, Yaşar
Kemal’in büstü ile at figürlerini içeriyor.
Maden işçilerinin Kınık’ta düzenlediği Grup Yorum Konseri’ne Valilik
engeli...
İzmir’in Kınık ilçesinde, Maden İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin
düzenlediği Grup Yorum konseri valilik tarafından yasaklandı. Bunun üzerine
dernek yöneticileri adına Av. Dinçer Çalımlı, valiliğin yasaklama kararına itirazda
bulundu. İtirazı değerlendiren İzmir 6. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı
verdi. İlan edilen tarihte 22 Kasım Pazar günü yapılan konsere Soma katliamında
yaşamını yitirenlerin yakınları da katıldı. Konserde iş kazalarında hayatını kaybeden
tüm işçiler anısına saygı duruşunda bulunuldu.
46
Umudun Çocukları Orkestrası, Dilek Doğan için açılan açlık grevi
çadırında çaldı...
Umudun Çocukları Orkestrası, 18 Ekim tarihinde evinde polis kurşunuyla vurularak
katledilen Dilek Doğan için adalet için Küçük Armutlu mahallesinde açılan açlık
grevi çadırını ziyaret etti. Çadırda neden açlık grevinde olduklarını, adaletin nasıl
sağlanacağı üzerine grevcilerle sohbetler edildi. Çadır şenlik yeri havasında
sürdürülüyor Küçük Armutlu’da. Umudun çocukları da kendi enstrümanlarıyla
şarkılar çalarak destek verdi. Ardından Dilek’in evine giderek ailesine başsağlığı
diledi.
Sanat Meclisi Dilek Doğan’ın ailesini ve açlık grevi çadırını ziyaret
etti!
Dilek Doğan'ın katillerinin bulunması talebi ile başlatılan açlık grevinin 23.
gününde sanatçılar Küçük Armutlu'da açılan açlık grevi çadırında buluştu.
Sanatçılar direnişe destek vermek amacı ile geldiklerini belirterek Dilek'in annesi
Aysel Doğan, babası Metin Doğan ve kardeşi Emrah Doğan ve Dilek'in
arkadaşlarından bilgi aldı.
Dilek Doğan'ın kardeşi Emrah Doğan'ın da aralarında bulunduğu açlık grevcileri,
adaletin sadece direnilerek yerine getirileceğini bildiklerini ve gizlilik kararı
konulan dosyanın bir an evvel sonuçlanıp davanın açılmasını istediklerini belirttiler.
Sonuç alana kadar, katiller bulunup yargılanana kadar mücadelelerini sürdüreceklerini söyleyen aile ve arkadaşları açlık grevinin 23 gündür sürdüğünü ve 6 Aralık
tarihine kadar da devam edeceğini ifade etti.
Sanat Meclisi ülkemizde artık bu türlü saldırıların arttığını fakat omuz omuza birlikte mücadele etmek gerektiğini ifade ederek
bundan sonra da Dilek'in katillerinin bulunması için verilen adalet mücadelesinde ailenin ve Dilek'in dostlarının yanında olacaklarını
söylediler. Ve tüm aydın sanatçılara bu mücadeleye destek vermeleri için çağrıda bulundular. Ziyarete gelen sanatçılarla şarkılar
söylendi.
Can Dündar ve Erdem Gül tutuklandı.
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara
Temsilcisi Erdem Gül; MİT TIR'larıyla ilgili yayımladıkları haber ve görüntüler
nedeniyle haklarında başlatılan soruşturma kapsamında tutuklanma istemi ile
mahkemeye sevk edildi. İstanbul Nöbetçi 7. Sulh Ceza Hakimliği, Can Dündar ve
Erdem Gül'ün tutuklanmasına karar verdi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın avukatı Muammer Cemaloğlu 2
Haziran'da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmek üzere, Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı'na, Can Dündar hakkında, genel yayın yönetmeni olduğu
Cumhuriyet gazetesinde geçen yıl Hatay ve Adana'da, MİT'e ait yardım TIR'larının
durdurulmasıyla ilgili, "gerçeğe aykırı bazı görüntü ve bilgiye yer verdiği" gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuştu.
26 Kasım Perşembe günü görülen davada, Can Dündar ve Erdem Gül'ün savcılık tarafından hakimliğe ''Devletin güvenliği veya iç
veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin
etmek'', ''Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri siyasal veya
askeri casusluk maksadıyla açıklamak'' ve "Silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek ve isteyerek yardım etmek" suçlarından
tutuklanmaları talebiyle sevk edildikleri bildirildi.
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara temsilcisi Erdem Gül tutuklanarak, Silivri Cezaevi'ne
götürüldü.
47
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi katledildi
Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, Sur’da yaptığı açıklamadan sonra başından
silahla vurularak hayatını kaybetti.
Diyarbakır’ın Sur ilçesine bağlı Balıkçılarbaşı semtinde bulunan ve kurşunlanarak
tahrip edilen tarihi Dört Ayaklı Minare’nin önünde Diyarbakır Baro Başkanı Tahir
Elçi, bir grup avukatla açıklama yaptıktan sonra silahlı saldırıya uğradı. Tahir Elçi,
öldürülmeden kısa bir süre önce "CNN Türk'teki sözlerimiz nedeniyle öldürme
biçimiyle birlikte tehdit edenler: sizden korkan sizin gibi alçak olsun. 1990'lı
yıllardan bugüne JİTEM'ci ağababalarınız ve Generallerinizde boyun eğmedim,
sizden mi korkacağım..." ifadelerini kullanmıştı.
Elçi’nin kaledilmesinin ardından açıklama yapan Halkın Hukuk Bürosu avukatları “Sevgili meslektaşımız Tahir Elçi’yi saygı ve sevgiyle
selamlıyoruz. Gözün arkada kalmasın. Kürt halkının ulusal mücadelesinden, demokrasi, bağımsızlık, sosyalizm mücadelesinden geri
adım atmayacağız. Devleti sevindirmeyeceğiz. Tüm katliamların ve Tahir Elçi’nin hesabını soracağız.” dediler.
Tahir Elçi, bir ay önce "PKK terör örgütü değildir" sözleri nedeniyle gözaltına alınmıştı. Adli kontrol şartıyla serbest bırakılan Elçi
hakkında, "terör örgütü propagandası" suçundan 7.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırlanmış, yurtdışına çıkış yasağı
da konulmuştu.
Fotoğrafçı Sultan Güner’e; Berkin, Suruç, Gezi, Ankara Katliamı
sansürü...
Fotogen Sanat Derneği’nin düzenlediği ‘30 Yılda…’ başlıklı sergide fotoğraf
sanatçısı Sultan Güner’in Berkin Elvan, Ankara Katliamı, Suruç ve Gezi Direnişi
fotoğrafları sansürlendi. Serginin hazırlık aşamasında sanatçının galeride yerleştirilen 8 fotoğrafından 4’ü kaldırıldı. Durumu öğrenen Sultan Güner, Dernek Başkanı
Atilla Tanyeli’nin fotoğraflar sergide yer alırsa çalışanların sürgününe neden
olabileceği uyarısında bulunduğunu söyledi.
“Kimsenin sürgün edilmesini istemem” diyen Sultan Güner istemeden de olsa
fotoğraflarının sergiden kaldırılmasına razı oldu. Güner, dernek Başkanı Tanyeli’nin
8 fotoğraflık alana 4 fotoğraf yerleştirilerek kalan alanın boş bırakılacağını ve gelen
ziyaretçilere sansüre dair açıklama yapılacağını belirtmesine karşın bunun uygulanmadığını söyledi. Güner, “Ancak bu sözlere karşın sergiye gittiğimde benim dört
fotoğrafım duvarı doldurmuş, aralıklar açılmış, öyle bir yerleşmiş ki orda bir eksiklik
yok gibi” dedi. Bu durumun ardından sergiye giderek boşluk yaratan ve karanfil
bırakan Güner, gelen ziyaretçilere sansürü anlattı. Yoğun ilgiyle karşılaşan Güner,
bu durum içine sinmeyince ertesi gün sergilenen 4 fotoğrafını da kaldırarak
kendisine ayrılan alana, “Sansüre hayır! Kaldırılan 4 fotoğrafıma tepki olarak kalan 4
fotoğrafımı sergiden çekiyorum!” yazılı bir pankart astı ve karanfiller koydu.
Devlet Tiyatroları işçileri 12 Aralık’ta grevde...
Türkiye Otel, Lokanta, Dinleme Yerleri İşçileri Sendikası (TOLEYİS), 12 Aralık’ta
Devlet Tiyatroları’nda greve çıkacaklarını açıkladı. 12 Aralık'ta Devlet Tiyatroları
sahnelerinde “perde açılmayacak”. 2 ilden 650 DT çalışanı greve gidiyor. DT’nin
Türkiye’nin 12 ilinde faaliyet gösteren sahnelerinde, büro çalışanlarıyla birlikte,
ışıkçı, sesçi, kondüvit, aksesuarcı, sahne makinisti gibi teknik ekibe bağlı 650 süreli
sözleşmeli personel bulunuyor. “Süreli sözleşmeli personel” çalışanları, bir ayda 26
iş günü üzerinden çalışıyor ve kamudaki pek çok haktan mahrum kalıyor. DT
yönetimi, çalışanları, yılda 15 gün ücretsiz izne çıkarmayı zorunlu tutuyor. Aralarında 18 yıldan daha fazla süredir çalışan “süreli sözleşmeli personel” olmasına karşın
DT yıllardan bu yana “kadro” sınavı açmıyor.
Çalışanlar da kadroya giremiyor. Yıllardan bu yana “süreli sözleşmeli personel” çalışanları, artık haklarını elde etmek amacıyla,
Türkiye Otel, Lokanta Dinlenme Yerleri İşçileri Sendikası’na (TOLEYİS) üye oldu. DT’de sahnelenen oyunların en önemli kadrosunu
oluştan 650 çalışan 12 Aralık’ta greve gidiyor. Greve giden işçiler 12 Aralık’ta “perdeleri kapatacak.”
48

Benzer belgeler