İndirmek İçin Tıklayınız!

Transkript

İndirmek İçin Tıklayınız!
Haziran 1998 Sayı: 6
Politik İbrahim Karaca
3
Ateş ve Yürek Pınar Arda
7
Şimdi Onlara "Kayıp"mı Denir? Vefa Saygın Öütle
8
Devrimci Müzik Sultan Çınar
10
Özgür Düşünce Dimitır Polyanov
15
Sadık Kalacağım Can Yıldırım
16
Eşkıya Türküleri Kayhan Demir
18
Hiciv ve Mizah Pertev Naili Boratav
21
Kavganın Alevli Yoldaşları Selçuk Demirci
24
Kafkas Tebeşir Dairesi Ya da Hueı-Lan-Ki Yiğit Tuncay
27
Oyun "Duvarları Yıkacağız" Ayşe Gülen Halk Sahnesi
34
Martı-Martılog-Martıloji İbrahim Karaca
39
Kitap "CIA, Che'ye Karşı" Zerrin Kayalı
40
Sinema-Emperyalizm Tibet'i Keşfetti Veli Göktaş
42
Haber/Yorum Tavır
44
Aylık Sanat Dergisi
İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. tarafından yayınlanmaktadır.
Sahibi
Aynur Cihan
Taksim
Ayşe Nil Halk Kütüphanesi
İstiklal Cd. Korsan Çıkmazı
Saadet Apt.4/2 Beyoğlu
Abone Koşullan
(6 aylık) 900.000.-TL
(1 yıllık) 1.800.000.-TL
Yazıişleri Müdürü
Yasin Ali Türkeri
Yazışma Adresi
İdil Kültür Merkezi Dereboyu C. No: 110/55
Ortaköy/lstanbul Tel/Fax:(212) 261 32 19 •
İzmir
Ege Kültür Sanat Merkezi
1. Beyler No: 22 Kat: 4/403 Kemeraltı
Hesap No:
(TL): 1116-344793 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-İstanbul
(DM): 1116-281093 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-İstanbul
Adana
inönü C.
Aydın İşhanı No:505
Ofset Hazırlık
Tavır Yayınları
Okmeydanı
Okmeydanı Halk Kültür Merkezi
Piyalepaşa C. No: 148
Almanya
Hagedorn str. 15
47169 Duisburg
Tel:(00 49 203) 40 11 26
Baskı
BAŞAK OFSET
TAVIR'dan
"Ve sizi, ey alev kanatlı yoldaşlar,
ve sizi, ey gençler, ne kadar övsem az,
bu oluşan, bu uçsuz bucaksız dünyanın
tüm ozanlarıyla sizi değişmem."
Bulgar ozan Polyanov'un dizelerindeki gibi, kavgamızın "alev kanatlı yoldaşları"
dedik onlara. 1 Mayıs'ı adına layık bir 1 Mayıs yapan, 12 Eylül suskunluğundan çıkarıp
öne atılan ve bedellerle ülkemiz halklarına kazandıranları görmezden gelenler bir kez
daha yanılmışlardı. MGK'nın her türlüsü; sendikacısı, solcusu ve bizzat kendisi önce
masabaşında anlaşmışlardı. MGK, "siz geçin alana, gerisini bize bırakın" demişti kendi
solcularına ve sendikacılarına.
Ama ne büyük bir yanılgı? Nasıl da büyük bir yanlış hesap? Et tırnaktan ayrılır mı?
Bizsiz 1 Mayıs olur mu? 1 Mayıs içi boş, kof bir eğlenceliğe dönüştürülebilir mi?
Dönüştüremediler... Değiştiremediler 1 Mayıs'ı. O gün, o büyük aile bir kez daha
buluştu toplanma yerinde. Aylar öncesinden başlayan baskı, gözaltı furyası, binlerce
umutlu insanın biraraya gelerek korteje katılmasını engelleyememişti. Analar her zaman
ki gibi en öndeydiler; kararlı, öfkeli, acılı. Sadece ellerinde tuttukları fotoğraflarla değil,
inançlarında getirmişlerdi şehitlerimizi alana. Tüm alanlar toplanmışlar, sırayla
dizilmişler. Biz de aldık yerimizi; adını aldığımız İdil'imizle, Ayşe Gülen, Ayşe Nil'imizle
ve itinayla hazırladığımız pankartlarımızla olunması gereken yerdeydik. Halkın sanatçısı
nerede olması gerekiyorsa, o gün biz oradaydık.
Ve işte onlar... Alev kanatlı yoldaşlar... Sadece bir gösteriş miydi, üzerlerindeki
uyumlu kıyafetler, taşıdıkları sancaklar? Hayır, değildi. An geldi zorladılar demirden
engeli, an geldi dövüştüler yiğitçe. İşte bu nedenle kavgamızın alev kanatlı yoldaşları
dedik onlara. Ailemizin tüm fertleri gibi övünüyor ve değişmiyoruz onları hiç bir şeye.
Kapağımızı da yarattıkları güzelliğe ayırıyoruz.
Onlar kaybettiklerini sanacaklar... Ama tarih, kendisini güzelliklere doyuranları silmez
sayfalarından. Onlar sileceklerini sandılar. Bir kez daha yanıldılar. Kaybedilmek istenen
dört devrimci; Neslihan Uslu, Metin Andaş, Hasan Aydoğan ve Mehmet Ali Mandal.
Halklarımızın devrim umudu onlarla büyüyor şimdi, büyüyen öfkemizle birlikte. Tüm
kayıplarımız bulunana ve hesapları sorulana kadar durmak yok bize, susmak yok. "Şimdi
Onlara Kayıp mı Denir?" diyoruz sayfalarımızda ve sesleniyoruz tüm insanlığa.
"Kaybedilmek istenen vatanındır, sahip çık yurduna ve kazan onu."
Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere...
Dostlukla...
2
MAKALE
İbrahim Karaca
politik
T
oplumsal yaşamı­
mızda öyle kav­
ramlar vardır ki,
duyulduğunda ve­
ya herhangi bir
bütün içinde hisse­
dildiğinde soğukitici etkiler uyan­
dırır. O kavram veya o kavramı
hatırlatan bir diyalog geliştiğin­
de, eskiden beri bilinçaltımızda
adeta yığılan sahneler yeniden
canlanır. Ama aynı kavramlar,
farklı kişi veya kesimlerce daha
değişik karşılanır. Bu açıdan ba­
kıldığında, bir kargaşa gibi görü­
nen manzaranın aslında bir kar­
gaşa değil, yaklaşım biçimiyle
ilgili bir sorun olduğu görülür.
Yani; kargaşa, o kavramın ken­
disinde değil, farklı beyinlerde
oluşan farklı sahneler arasında­
dır. Burada duygusal dürtüler,
yaklaşımlar da önemlidir. İnsan,
bazı kavramlara duygusal yakla­
şabilir. Akıl, duyguyu geriden
izler ya da hiç izlemez. Örneğin;
din sözkonusu olduğunda bu
böyledir. İster negatif ister pozi­
tif bir yaklaşım olsun, karşılan­
ma biçimi duygusal olabilmekte­
dir. Dinsel ayet gibi algılanan
bazı politik kavramlar sözkonu­
su olduğunda da bu böyledir. Ama burada suç ya da olumsuz­
luk, o politik kavramın kendisin­
de değildir. O kavramdan neyi
anladığımıza, o kavrama hangi
anlamları yüklediğimize bağlı­
dır. Yüklediğimiz anlamlar ise,
bizim hayat karşısındaki duruş
noktamızdan bağımsız değildir.
Hem de o kadar bağımsız değil­
dir ki; hayattan insandan ve in­
san ilişkilerinden söz edildiğin­
de bile karşımıza çıkar.
Edebiyat ve sanat alanında da
bu durum aynıdır.
Hep söyleriz; "edebiyat ve
sanat,
hayattan-insandan
bağımsız olamaz" diye. Sanat, ha­
yatın ve insanın bir başka boyut­
ta algılanması, estetize edilmesi
değil midir? Ama, hayatın bir
boyutunu sanatınıza taşıdığınız­
da, o yönünü seslendirdiğinizde,
hep yok sayılan yan/arına vurgu
yaptığınızda özel bir adlandır­
maya tabi tutulursunuz.
Geçmişte, günlük konuşma­
larda en yumuşak tarafından
yoksulluğa göndermeler yaptığı­
mızda bile "yine komünistlik ya­
pıyorsun"
yargısıyla defalarca
karşılaştığımı hatırlıyorum. Oy­
sa yoksulluk denilen şey, mars
gezegeniyle ilgili bir sorun de­
ğildi. Bizzat kendi ailemiz-çevremiz onu yakından tanıyor, ya­
şıyordu. Bu yargı, içinde bir suç­
layışı da barındırıyor kuşkusuz.
"Yine ağzını bozuyorsun" veya
"Öyle ayıp şeyler söylersen ağ­
zına biber sürerim" gibi bir uya­
rı sanki. Üstelik, " k o m ü n i s t "
sözcüğünün anlamına hayatında
hiç irdelemeden yapılan bir uya­
rı. Belki de dünyaya soldan ba­
kan insanlara uygulanan teröre
karşı duyulan korku... Televiz­
yonlarda sosyetenin bunalımlı
hayatı üzerine yapılan dizilere
çakılıp kalan, bilmem hangi zi­
bidi şarkıcının (sanatçının değil)
tıngırtılarıyla oyalanan, atılan ve
kaçırılan goller üzerine saatlerce
çene yarıştıran, ama bizzat yaşa­
masına rağmen beynini kendi
hayatının kenarından bile geçir­
meyen insan, sizi hangi duygula­
ra sevkeder? Böyle kalabalıklar,
aslında hangi toplumsal ilişkile­
re taban olurlar ve kendilerini de
tutsak alan hangi sınıfsal ilişki­
lerin sürüp gitmesine yardımcı
olurlar? Burada, "çoğunluğun
tercihine-eğilimine saygı" gibi
bir düşünce aklımıza gelmeli
mi? Böyle bir kalabalığın terci­
hine veya o tercihle oluşacak yö­
netsel yapıya " d e m o k r a s i " adı­
na da olsa saygı, nasıl bir saygı­
dır? O tercihler gerçekte kimle­
rin tercihidir, oraya hangi "öz­
g ü r i r a d e " ile varılmıştır acaba?
"Kendinden başkasında belirerek, kendine karşıt bir konuma
geçmek" olarak adlandırılan ya­
bancılaşma kavramı, neyi hatır­
latır bize? Sorulan çoğaltabiliriz
ve çeşitlendirebiliriz.
"Karaman
koyununu
güde
güde getirdim" diye devam eden
bir türkü vardır. Kapitalizm, kit­
leleri bu türküdeki koyuna çevir­
miş durumdadır. Ve üstelik, sürü
giderek büyümektedir. Birileri
çıkıp da güdülmekte olan bu ka­
labalığa
"güdülme ey sürü!"
derse, iki türlü suç işlemiş olur
sanırım. Suçlardan biri, kalabalı­
ğa " s ü r ü " demek, diğeri de bu
kalabalığı sürüp gitmekte olan
düzene karşı kışkırtmaktır her­
halde. Birinci suç hakaret, ikinci
suç "anarşistlik" tir. Sürü gü­
dülmesin... Sürü kendi kendini
mi gütsün? Hayır, sürü olunma­
sın. Karaman'ın koyunundan
bahsederken, çaktırmadan politi­
ka yaptık yine.
İnsanlarımız, politika denil-
3
Politika, hayattan ayrı bir
kavram değil. Hayattan söz
etmek de politikadır. Hayata
duyarlı olmak, politikadır.
Hayata duyarlı olmak
"kötü" değildir. Kötü olan,
ucuz olmaktır. Hayatı şiire
taşımak, şiiri hayattan
damıtarak yaratmak
güzeldir. Sanatını hayatın
devingen yanından
beslemek, onu tekrar
insanın yanma koymak
güzeldir. Kötü olan hayatın
bu yanını perdelemek,
törpülemek, yok saymaktır.
diğinde bilmem hangi parti ile öteki parti üzerine çene yormayı
ya da bir liderle öteki lideri çe­
kiştirmeyi anlıyorlar. Tıpkı fut­
bol fanatiklerinin dalaştığı gibi.
"Ekmeksiz kalabalık", böyle
güdülmüş yıllar yılı. Kalabalık
olmaktan çıkıp örgütlü kitle hali­
ne gelen halkın haklı mücadele­
sini saptırmak, cılızlaştırmak,
sindirmek, tecrit etmek, yok et­
mek için olmadık yöntemler de­
niyorlar. Bergama köylülerinin
siyanür direnişinin arkasında
başka hinlikler aranması bun­
dan.
Duvarlara "Kahrolsun Em­
peryalist Savaş!" yazan çocuk­
ların doğduklarına pişman edil­
meleri bundan. "Semtimizde bi­
rahane batakhane istemiyoruz!"
diyen halkın üzerine "güvenlik"
güçleriyle gidilmesi bundan. Anadil hakkını ve yalnızca savaş
öncesine dönmeyi içeren uydu­
4
ruk bir barış karşısında gerçek
barışı savunmanın "bölücülük"
sayılması bundan. Ezilen çoğun­
luğun insanca yaşayacağı günle­
ri devrimde gören halkın evlatla­
rının zindanlara doldurulması,
katledilmesi, kaybedilmesi bun­
dan.
Daha ne diyebiliriz ki?
Politika, hayattan ayrı bir
kavram değil.
Hayattan söz etmek de politi­
kadır. Hayata duyarlı olmak, po­
litikadır. Hayata duyarlı olmak
" k ö t ü " değildir. Kötü olan, ucuz
olmaktır. Hayatı şiire taşımak,
şiiri hayattan damıtarak yarat­
mak güzeldir. Sanatını hayatın
devingen yanından beslemek, onu tekrar insanın yanına koymak
güzeldir. Kötü olan hayatın bu
yanını perdelemek, törpülemek,
yok saymaktır. Sanatını hayat
karşısında bir itirafçı, bir koru­
cu, bir işbirlikçi gibi kullanmak
kötüdür. Kötüyü yüceltmek, onu
makyajlamak, ona güzellemeler
dizmek politikadır. Kötü, poli­
tiktir.
"Şiiri, sanatı, edebiyatı poli­
tikaya alet etmeyin" yakarışı,
politik
bir yakarıştır. Burada
söylenmek istenen, genellikle içeriğe dönük bir olumsuzlamadır. Burada bir karşı duruş sözkonusudur. Ama, söylenmek is­
tenen şey "sanatınız şu veya bu
partinin emrine vermeyin" ise,
durum farklıdır.
Ülkemizde zaman zaman or­
man yangınları çıkar ve biz bu
yangınları televizyon ekranların­
dan içimiz sızlayarak izleriz.
Gerçekten de, orman yakmak in­
san yakmakla birmiş gibi gelir
insana.
Bazı ormanlar da gerilla barı­
nıyor bahanesiyle yakılır. Eğer
siz sanatınıza "politika" bulaştırmamayı kesinlikle kararlıysanız, yazacağınız şiirde, yapaca­
ğınız filmde, çizeceğiniz resim­
de bunu es geçeceksiniz.
Üstelik, yazmak isteyip de
çeşitli kaygılarla yazmaktan vaz­
geçtiğiniz için değil, yazmayı
"kesinlikle" düşünmediğiniz için yazmayacaksınız. Sonra baş­
ka bir orman yangım için timsah
gözyaşları dökeceksiniz. Öyle
ya, eğer bir orman gerillayı barındırıyorsa, yakılmayı haketmiştir. Siz en iyisi, kafanızdaki
hayali sevgiliye aşk meşk şiirleri
yazın. Diyarbakır'da gazete sa­
tan onbeş yaşındaki çocuklara
satirli saldırılar düzenlenirken,
onları şiirinize, sanatınıza taşı­
mayın. Görmeyin. İlle de gör­
mek istiyorsanız, "politik" ol­
madan yazın.
"vah zavallı esmer çocuk
Gözleri boncuk boncuk"
Nasıl?
Eh, olabilir.
Bazı kavramlar gerçekten de
öyle olur olmaz, yerli yersiz kul­
lanıldı ki, itici geliyor bazen in­
sana. Sanki o kavramdan sık sık
söz edilirse, güvenli bir sığınaktaymışsınız duygusuna kapıla­
caksınız. Yazıyla, sözle yaratı­
lan bir "kurtarılmış alan" ade­
ta. Bu satırları okuyan bazı dost­
lar sıkılır mı bilmem, ama şunla­
rı belirtmekte yarar görüyorum:
En "keskin" olan, "en devrim­
ci" olan demek değildir. İçinde
"devrim" sözcüğünün sık sık
geçmesi de bir şiiri veya şarkıyı
devrimci yapmaz. Sanatsal dü­
zey, belli bir çizginin üstünde ol­
malıdır. Bunu başarabilecek güç
ve güven içinizde belirmemişse
eğer, o sanat eserini üretmeye­
ceksiniz. Devrimci kültür sanat
adına düzeysizlik örnekleri sunulmamalı. Kitleye sanatsal olan
kullanılarak mesajlar iletilirken,
hiç beğenemediğimiz düzen sa­
natçılarının da gerisine düşülmemelidir. Slogancı, politik, sivri,
keskin vs. gibi adlandırmalar
(suçlamalar) karşısında söyleye­
cek sözümüz olmalı. Sanatsal
düzeyi düşük bir eser, yukarıda­
ki suçlamalara muhatap bile olamaz bence. Ondan önce, sanatla
ilgili eleştirileri göğüsleyebilecek güçte olmalı. Sanatımız,
kendine seçtiği o mütevazi yolda
sendelemeden yürümeli. Yarı­
nın demokratik kültürünü bu­
günden oluştururken, geçmişten
kalan kültür mirası içerisindeki
hastalıklı ve geri unsurları ayık­
layacağımızı söylüyoruz. Ama,
bunu söylerken benzerlerini üretmeye hiç gerek yok. Arabesk,
bitkin, kararsız, bunalımlı, uçuk;
yüksekten atan yeni bir birikime
kapalı olmak gerekiyor. Bunalan
insanı yazarken bunalımın bir
parçası olmak, bizim işimiz de­
ğil.
Şairin, kalemi eline aldığında
"politik bir şiir yazmalıyım" di­
ye bir derdinin olduğunu sanmı­
yorum. Adına ne denirse denil­
sin, o, bir şiir yazmak üzeredir.
Onun için oturmuştur kağıdın
başına. Kafasındaki tabloyu, şii­
rin diliyle anlatmak istemekte­
dir. Biz insandan sözediyoruz.
Ne demişti şair?
"Sana
Büyük
Bana
Bana
Bana
bin teşekkür
ızdırap
sevmeyi
hakikati
insanları öğrettin"
Şair yaşadıklarından, yaşa­
nanlardan, duygularından, göğ­
sündeki tıpırtılardan bir iz bırak­
mak istemektedir şiire. Onu coş­
kulandıran, öfkelendiren, ağla­
tan, güldüren, düşündüren hayat
ile birlikte tıklatmaktadır şiirin
kapısını ve yedeğine aldığı o şi­
irle dalacaktır yine hayatın içine.
Fırına gitmek için sokağa çıkan,
ancak, nişan alınarak sırtından
vurulan, sımsıkı avucunun içindeki ekmek parasıyla yerde can­
sız yatan Şırnaklı küçük çocuğu
yazacaktır, "acaba şiirimin boy­
nuna 'politik şiir* yaftasını asar­
lar mı?" diye düşünmeden. "Şi­
irim, şiir oldu mu?" diye düşü­
necek, bir de tarihe bıraktığı şiir­
li notun insan yanımızı ne kadar
onardığını yalnız. Ya da ne bile­
yim, keyifli bir pazar günü ge­
çirmek için nehire balık tutmaya
giden orta yaştan bir Latin Ame­
rikalı'nın, günler önce gözaltına
alınan bir kayıp cesedine takılan
oltasının dile getirdiği, sözün ifade etmekte bocaladığı o 'an'ı
yazacak. Ve sorduracak ihsan olan herkese. Bütün bunlar ne­
den? Ne için? Neleri bastırmak
için, nelere yol açmak için? İnsana yönelen bu şiddet, hangi
sınıfsal çıkar ilişkilerini sürekli
kılmak için? Ne adına?
Şişli'de faşist darbecilerin
Santiago stadyumuna doldur­
dukları beşbin kişi arasında bu­
lunan Victor Jara, öldürülmeden
birkaç gün önce bestelediği şar­
kısında şöyle diyordu:
bağladığı " k u r b a n l a r ı n ı " neden
ve kimin adına denizin dibine
yollamıştı? Şimdi geriye dönüp
baktığında, asıl kurban kimdi di­
ye sormuş mudur acaba hiç ken­
dine? Şimdi ihtiyar sayılan Yüzbaşı Scilingo'yu bir cellat haline
kimler ve hangi lanetli ilişkiler
getirmişti? Şimdi Düzgün Tekin'in annesi, bu eski yüzbaşının
anlattıklarını dinlediğinde neler
düşünür? Bütün bunlar, hangi
düzenin devamı içindir?
Eğer sinemacıysanız, filmle­
rinizde hayatı işlemelisiniz. Öykücüyseniz, öykülerinizde hayat
olmalıdır. Şairseniz, şiirlerinizi
hayatın içinden Çıkarmalısınız,
nasıl çıkartılırsa bir inci tanesi,
"Ne kadar zor şarkı söylemek
Şarkılaştırılan dehşetse"
En "keskin" olan, "en
devrimci" olan demek
değildir. İçinde "devrim"
sözcüğünün sık sık geçmesi
de bir şiiri veya şarkıyı
devrimci yapmaz. Sanatsal
düzey, belli bir çizginin
üstünde olmalıdır. Bunu
başarabilecek güç ve güven
içinizde belirmemişse eğer, o
sanat eserini
üretmeyeceksiniz. Devrimci
kültür sanat adına
düzeysizlik örnekleri
sunulmamak Kitleye
sanatsal olan kullanılarak
mesajlar iletilirken, hiç
beğenemediğimiz düzen
sanatçılarının da gerisine
düşülmemelidir.
İnsan toplumunu bir cangıla
çeviren vahşiliği yaratanlar, bu
cangılın ortasında neden hep
kendilerini öven törenlere gerek
duyarlar?
Biliriz ki, "birikim talandan,
zenginlik soyup soğana çevir­
mekten kaynaklanır."
Yukarıda sorduğumuz soru­
ları bununla birlikte düşünürsek,
oluşturulan şiddet iktidarının da­
yandığı ana kaynağı daha iyi an­
layabiliriz. Her Cumartesi günü
Galatasaray'da oturan Cumartesi
annelerini, Arjantin'de Mayıs alanında oturan Plaza del Mayo analarını daha iyi anlayabiliriz.
Onlar, yol bilmedikleri için kay­
bolan oğullarını değil, sömürü
ve talan düzenine karşı mücade­
le ederken gözaltına alınıp kay­
bedilen oğullarını arıyorlar, on­
ların hesabını soruyorlar.
Arjantin ordusunda bir subay
olan Yüzbaşı Scilingo, otuz tu­
tukluyu canlı canlı denize attığı
günden beri, Lexotanil denilen
maddeyi (veya ilacı) almadan ya
da iyice kafayı çekmeden uyuyamadığını itiraf etmişti. Önce ba­
yıltıp sonra ayaklarına ağırlık
5
midyenin karnından, okyanusun
derinliklerinden. Müzisyenseniz, hayatın tınılarını taşımalı
şarkılarınız.
Hayatı ve insanı sanatına ko­
nu etmek, sanatını bunun için
var etmek sanatçıyı "politik"
yapıyorsa, varsın yapsın. İnsan­
dan, sanattan ve hayattan söz ede ede hem insandan, hem sanat­
tan, hem hayattan kaçışın sanatı­
nı icra eden satancıya da "belleksiz" ve " b e y i n s i z " derler.
Kimse öyle demese bile, ben öy­
le diyorum.
Hayattan kaçan " s a n a t ç ı " ,
hayatın güzelliklerini işleyemez,
hissedemez. Onun için hayatın
güzelliği demek, kalem kaşlı ba­
dem gözlü bir dilberdir. Ya da
sırım gibi, yakışıklı bir prens...
En alttakilerin hayatı, hayat de­
ğildir. Söz etmeye, vurgu yap­
maya değmez. Söz edersen, sa­
natını politikaya alet etmiş olur­
sun. Beş yıldızlı otellerden,
mevsimlik aşkların gizeminden,
sosyeteye uygun yaşamlardan,
borsadaki iniş çıkışlardan, hızlı
yükselişlerden, sert düşüşlerden,
iflaslardan, intiharlardan, cina­
yetlerden, polisiyeden, karanlık
ilişkilerden konu devşiren bir
"sanat". Alın size tonlarca konu.
Köy denildiğinde bizim köyü
değil, herhangi bir tatil köyünü
anlamalısınız. "Yakalarsam öperim"li şarkılar dinlemelisiniz.
Hayatı çekilmez kılan o kadar
çok şey var ki... Bari sanat bunu
hatırlatmasın. Sizi eğlendirsin,
dinlendirsin, hayatın çekilmezliğinden çekip alsın. Şöyle gözle­
rinizi kapadığınızda dalıp gider­
siniz. Tatil yapamasanız bile, gi­
recek deniz bulamasanız bile,
kendinizi bir deniz kenarında
hissedebilirsiniz. Akdeniz'in se­
rîn mavi sularında ahenkle dans
etsin saçlarınız.
Hayatın zorluklarını aşmak için çalışın, çabalayın, mücadele
edin. Ama verdiğiniz mücadele
bu zorlukları doğuran düzene
karşı olmasın. Yırtıcı olun, yiyin
6
birbirinizi. Sınıf bilinci, sınıf da­
yanışması gibi komünist yalan­
larına kanmayın.
Bakın, patronunuz yatırım
yapmış, size iş imkanı sağlamış.
Komünistler size ne veriyor?
Asgari ücretle mi çalışıyorsu­
nuz, daha fazlasını kazanmak için ikinci iş yapın, mesaiye ka­
lın. Eve gittiğinizde çocuklarını­
zı uyurken bulun, ne zararı var?
İşyerinde yöneticilerin, patronun
gözüne girin. İyi işçi olun. Uysal
olun. Örnek olun. Sendikalı ol­
mayın. Olursanız, patronun "okeylediği" sendikaya üye olun.
Ekmeğinizi taştan çıkarın. Har­
camalarınızı iyice kısın. Mülk
sahibi olmak için para biriktirin,
repo yapın, dolar mark alın. Aç­
lıktan ölen mi var? Tutumlu olun, para biriktirin, gidin hayatı
kolaylaştıran eşyalardan satın alın. Tek kapılı buzdolabınızı ve­
rip yerine bir " n o frost" alın. Özenin.. Hep özenin. Çocuğunuz
yaz tatilinde su satsın, kaportacı­
da çalışsın, hafta sonu da kuran
kursuna gitsin. Çalışmaktan po­
sanız çıksa da sabırlı olun. Çalış­
mak ibadettir. Düzlüğe çıkınca­
ya kadar sabredin. Akşam eve
geldiğinizde, taksidinizi öde­
mekte olduğunuz TV'nizin kar­
şısına geçin; oradaki dizileri,
şarkıları, futbolları, televoleleri
seyredin... İyi gelir. Yarım saat
sonra tatlı bir uyku çökecektir
gözkapaklarınıza. Kendinizden
geçeceksiniz. Haydi kalkın, ya­
tağınıza geçin. Dinlenin yarın
yepyeni bir gün, cıvılcıvıl bir
gün (ve iş) sizi bekliyor. Uyku­
suz kalmayın.
Kısacası, hayatın nimetlerin­
den yoksul ve yoksun kalsanız
da onlara ulaşmak için mücadele
edeceksiniz. Bir yaşama kavgası
vereceksiniz. Ama, sormayacak­
sınız kendinize bu yoksulluğun,
yoksunluğun ve özgürlüksüzlüğün nedenini. Kavganız "poli­
tik" olmayacak. Hayat karşısın­
da, "apolitik" bir politika izle­
yeceksiniz. Sanatınız, şiiriniz,
şarkılarınız bu düzeni sorgulaya­
cak bir bilinç birikimi yaratma­
yacak.
"Bir gün karşılaşırsam yüzü­
ne haykıracağım. 'Ne hakkın var
bu kadar güzel bir şarkıyı mana­
sız sözlerle mahfetmeye' diye so­
racağım" diyen kızgın adamın
hoşuna gidecek "süper" şarkılar
yapacaksınız. O baş yazarı kız­
dıran sözler neydi dersiniz?
"İnsanların
içindeyim
Seviyorum insanları
Hareketi
seviyorum
Düşünceyi
seviyorum
Kavgamı seviyorum
Sen kavgamın içinde
Bir insansın sevgilim
Seni seviyorum"
Geçmişte, bir gazetede oku­
duğum şekliyle; "İsveç'in küçük
bir kasabasından kalkıp, zar zor
biriktirdiği parayla İngiltere'ye
gidip, Endonezya'ya satıldıktan
sonra götürülmeyi bekleyen sa­
vaş uçaklarına hangarda hesap
veren genç kadına" hiçbir anlam
veremeyeceksiniz. Bilinciniz o
kadını kavrayamayacak düzeyde
olacak. "Belki de yaşamı boyun­
ca adımını atmayacağı bir ülke­
de, yüzünü
göremeyeceği bir
halkın tepesine bomba yağdıra­
cak uçakların varlığı onun huzu­
runu kaçırmıştı." Sizin için yal­
nızca bir haber olacak bu.
E, ne yapalım... Bir parmağın
beşi de bir değil ki..
Şimdi bana; "evet, ama beş
parmağın beşini de ihtiyacı ka­
dar kan gidiyor" demeyin, "po­
litik" oluyorsunuz. Böyle gel­
miş, böyle de gidecek. Unutma­
yın. "Yarın, bir başka gündür".
Fazla mı "politik" oldum acaba? İçinizi kararttıysam affola.
"Bizim
içimiz
kararmaz"
dediğinizi duyuyorum. Onlar
isteseler de karartamazlar. Bi­
zim içimizde düz ovalar, yük­
sek dağlar... dağlarda türküler
var. •
DENEME
pınar arda
ateş ve yürek
Yüreğini
özgürlüğe
ateşleyenlere...
Soğuk...
Kar, dam boyu yükselmiş; titreten bir ayaz, dört yanım lekesiz beyaz. Bir
incecik duman tüter uzakta. İçim ısınır, işlemez ayaz. Seyre dalmışım
yalımları; vurur kendini sağa sola, uzanır yukarı, daha yukarı. Ateşin en
sıcak yeri, en yüksek noktası... Dağların zirvesi en soğuk... Ateş, yanardağ
gibi...
Karanlık...
Göz işlevini yitirmiş; var mı yok mu, açık mı kapalı mı, yitirmiş önemini...
Boşluktur, anlamsızlıktır, dehşetli yalnızlıktır; insansızlıktır velhasıl... Bir tek
kibrit çöpü, bir tek mum, bir tek kıvılcım siliverir dehşetini. Gecenin sehere
dönüşünü seyre dalmışım. Açılır rengi gökyüzünün, yavaş, sabırlı, muzaffer
gün...
Yürek...
Kor ateş düşüverdi mi, bilinçle yoğrulmuşsa hele, durulamaz önünde.
Neylesen kar etmez, buyruğu reddedilemez. Neler yapabileceğini kul bilemez.
Seyre dalmışım kocaman yürekli, gül yüzlüleri, can feda edilesi yollarına
sevdalarının. Onuru, yüzakı, kahramanları halklarının...
Ölüm ve zulüm,
Soğuk ve karanlık,
Ateş ve yürek,
Özgürlüğü haykırmak gerek.
Bir tek kibrit çöpüdür heybetin ölüm,
Bedenimin külünde
İşte yine yeniksin kahpe zulüm...
7
vefa saygın öğütle
şimdi, onlara
"kayıp" mı denir?
H
alklarımız çeşitli adlar
vermiş kaybolana. Yi­
tik, zayi, kayıp... Anlat­
mak istedikleri hep;
sevdikleri, yokluğunda
aradıkları olmuş.
Kayıp... Ne kadar da soğuk bir
kelimedir. Hele ki bu kayıp, bir in­
sansa... Gurbettekinin uzak da olsa
bir adresi vardır; göçüp gidenin ise,
baş yaslanıp ağlanacak bir mezar ta­
şı... Oysa ki "kayıp"...
Birer birer kopuyor insanlarımız
dallarımızdan. Karardığın sahipleri,
yüreklerine çöreklenen umutsuzluk­
larını yaymak istiyorlar insanlığa.
Umutsuzlar çünkü; köhnemiş, çürü­
müş ne varsa onlara ait. Bizim ise,
pırıl pırıl bir gelecek var ellerimizde.
Ve açtığımızda avuçlarımızı, dünya­
nın aydınlanmadık hiçbir köşesi kal­
mayacak.
Yine can yolundu canımızdan.
8
Duyduk ki; efeler diyarı Ege'de dört
canımız; Neslihan'ımız, Metin'imiz,
Hasan'ımız, Mehmet Ali'imiz ka­
ranlıklara karışmışlar. Üç ay kadar
olmuş, haber alınamıyormuş. "Ka­
yıp" diyorlar onlar için.
Geçen sene bu aylar... Toprakla­
rına zehir saçan siyanürcü şirkete
karşı çoluk-çocuk demeden mücade­
le eden Bergama köylülerine destek
vermek için Bergama'dayız. Dire­
nişteki köylerden Narlıca'ya indiği­
mizde, bizi yaşlıca bir köylü karşılı­
yor. Köyün kahvesindeki sohbette
zamanın nasıl geçtiğini anlamıyo­
ruz. Bizi karşılayan köylü, o sıcak,
samimi üslubuyla anlatıyor da anla­
tıyor:
"...Mesela gizli bir işgal eylemi­
miz vardı. İlk işgal eylemi... Gece
04.30'da... 'Şafak Operasyonu' di­
yorduk ona." Gülüşüyoruz. "..MİT
arabası, sivil polis dördü çeyrek ge­
çinceye kadar köylerde dolaştı, tur
attı. Yani bir şey olacak. Oysa hiç
kimse yok sokakta. Gidiyor Berga­
ma'ya. Çay içiyor. Bir telefon geli­
yor: 'Bergama köylüleri şantiyeyi
bastılar'.:.
Adamı görevden almışlar... Şey
diyor adam: 'Yahu kimse yoktu, onbeş dakikada onbin kişi nereden çık­
tı, nerde siniyordu bunlar?' Hafta
Sonu gazetesi şey dedi: 'Dıştan ge­
tirdiler, köylüleri ormana gizlediler'
Halbuki böyle değildi. Mesela bizim
köyde kaç kişi var; on kişi... Akşam­
dan iki kişi biliyor olayın tarihini ve
eylemi. Eylem olacak... Nerede ola­
cağı, ne olduğu söylenmeden bu iki
kişi komiteleri dolaşıp, 'hazırlanın;
son saatte haber edeceğiz, hedefin
neresi olduğunu' diyor. Herkes ha­
zır. Komiteler köylerde bekliyor...
Komiteleri hane hane böl­
dük... Bizim köyde kaç tane hane var;
yüz tane... Bir kişi on evi kaldıracak.
Kim önce kaldırırsa, o başarılı... Bir
kişi koşturarak, beş dakikada on ta­
ne evi kaldırıyor. Tek kelime: 'tak,
tak, tak... Eyleme kalk' Hemen on
dakikada köylü, çoluk-çocuk trak­
törlerini sabaha karşı 04.30'da çı­
kardılar sokağa... Bindik; binmemizle oraya varmamız beş dakika aldı.
O karakola haber edecekler, komi­
ser giyinecek... Hey yavrum, hey!.."
Ne de güzel anlatıyor yaşlıca
köylü. İnsan kalkıp -gidemiyor ya­
nından. İçi kıpır kıpır, 50'sinde de­
likanlı...
"...Köylülerde öyle korku diye
birşey yok...Bir gün bir haber geldi:
İzmir'in büyük otellerinden birinde,.
madenle ilgili bir basın açıklaması
varmış. 'İyi' dedik. Hiç kimseye söy­
lemedik. Şu gördüğünüz arabalar­
dan çok bizim köylerde; 40'ar kişilik, 50'şer kişilik... Elli tane bulduk
bunlardan. Doğru İzmir'e... Cumhu­
riyet Meydanı'na bıraktık arabaları.
Sabah sekiz buçuk ve kimsenin haberi yok... Bizim başkan; 'Otelin alt sa­
lonunda slogan attıralım' dedi. 'Ha­
yır' dedim: 'Oteli işgal edelim'. 'Na­
sıl?' dedi. 'Yahu' dedim 'gel sen, onu biz uydururuz'... Kapının ağzına
vardık. Daha kitle gelmeden, bir elli
kişi kadar kapıya vardık. Başkan;
'Buradaki otelde bir basın açıkla­
ması varmış' dedi... 'Biz, madeni is­
teyen köylüleriz. Bizi şirket davet et­
ti'. Görevli hemen konsolosa bildi­
rip 'madeni isteyen köylüler geldi'
deyince, 'alın içeri' demişler... Otel
de beş yıldızlı ve yüzlerce korumaları var... Bizim elli kişi bir daldı içeri.
Diğerleri köşede zuladan bakıyor.
Elli kişi bindirince, hepimiz daldık içeri; oteli işgal ettik. Adamlar öyle
pastalar, masalar... her türlü hazırlık
yapmışlar:.. Ne kadar basın varsa orada... Bir girdik; o kapıdan, o kapı­
dan, o kapıdan... Adam 'n'oluyo' de­
di. 'Kalk!' dedi halk. 'Kürsü bizim'
dedi, mikrofonu aldılar konsolosun
elinden..."
Metin Abi'ydi konuştuğumuz
köylü. Metin Andaş... Tamı tamına
bir halk adamıydı O.
Köye gitmek için el kaldırdığım
bir traktörde, köylüyle aramda geçen
bir diyalogu hatırlıyo-Nereye gidiyorsun,
yiğenim?
-Narlıca Köyü'ne gi­
diyorum.
-Kimin var Narlıca'da?
-Metis Abi'yi arıyo­
rum, Metin Andaş'ı...
-Tanır mısın Metin'i?
-Tanırım, arkadaşım­
dır.
Yüzündeki
bütün
kuşku dağılıyor köylü­
nün: "Desene, sen de
bizdensin"
Onlardan biriydi Metin Abi. Köylüleriydi.
Aynı toprağa ter akıtmış­
lar, aynı güneş kavurmuştu yüzlerini. Aynı umudu büyütmüşler, aynı
nefreti bölüşmüşlerdi.
Zehir saçan şirket, dal­
dırdığında ellerini top­
raklarına, aynı kavganın
alevli rüzgarı yaladı su­
ratlarım. Aynı öfke gelip
oturdu gözbebeklerine.
direnç türküsü
kavga ustam şimdi sen
direnç türküleri yakıp da
bir umut çoğaltısı atıp yüreğimize
sır oldun
düştün demek
yangınlı sevdalara
durdun demek
en coşkulu halaya
gözlerinde yeşerirdi
baharleyin gelincikler
harmanlanan başaklarda
gizliydi hüznün
güz yağmurlarında...
ellerin işçi eli
yüreğin yangın yeri
sen güneşin oğlu
kavganın direngen ustası
"Pat!" diye düştü yi­
ne OKM'den içeri, beraberinde ya­
şam coşkusunu da taşıyarak. Ayşe
Gülen Halk Sahnesi oyuncuları, sah­
nede bir oyunun provasını alıyorlar.
"Hayat" teklifsiz; olanca sıcaklığıy­
la katılıyor provaya. "Şurasını şöyle
yapsak, burasını böyle etsek"... Giriveriyor kolektif üretimin içine.
1 Tüm OKM'liler tahır O'nu. Asıl
adı "Neslihan"; ama "Hayat"tır O
herkes için. Çünkü, hayat gibi dolu
doludur O.
Neslihan Uslu, Metin Andaş,
Hasan Aydoğan ve Mehmet Ali
Mandal'dan 31 Mart'tan bu yana
haber alınamıyor.
Onlar için "kayıp" diyorlar. Olur
mu hiç?
Daha dün görmüşler onları.
Hayat, üniversitede bir boykotun
önündeymiş. Anfi anfi, koridor kori­
Gamze
Mimaroğlu
dor örgütlüyormuş boykotu.
Metin Abi, işgal etmiş Bergama­
lı köylülerle birlikte siyanürcü şirke­
tin şantiyelerini. Nasıl da titriyormuş
zehir saçan şirketin patronları.
Hasan, Tokat köylülerini çağırıyormuş; dağlara, halkın ordusunu
kurmaya. İ
Mehmet Ali'nin çağrısı ulaşmış
cephe gerisine; "Yüzünüzü vatanını­
za dönün, vatanın özgürleşmesi için
emek harcayın".
Şimdi onlara "kayıp" mı denir?
Yıkılacak karanlığın saltanatı.
Bir kıvılcımla tutuşacak. Oğlunu,
Düzgün'ünü çöplüklerde arayan Elif
Ana'nın gözbebeklerine oturan çelik
mavisi öfkenin alevi, tutuşmadık ka­
ranlık bırakmayacak. Ve o gün gel­
diğinde kaybedenler, başlarını soka­
cak bir tek dam bulamayacaklar! •
9
TARTIŞMA
sultan çınar
grup yorum'un tartışmasına bir öneri
DEVRİMCİ MÜZİK
Hatırlanacağı üzere, dergimizin Ocak '98 tarihli 4. sayısında Grup Yorum tarafından bir
tartışma başlatılmıştı. "Artık Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz" diyerek, aslında son iki yıldır
kendi içinde tartıştığı bir konuyu halka açan Grup Yorum'un bu tartışma çağrısına,
karşılıklar gelmeye başladı. Sultan Çınar tarafından dergimize gönderilen bu yazı, buna bir
örnek oluşturuyor. Elbette ki, bu yazının içeriği de tartışılacak, müziğimizin yeni formları
üzerindeki tartışma zenginleştirilecektir. Grup Yorum'un başlattığı tartışmaya bir açılım
olması açısından Sultan Çınar'ın dergimize gönderdiği bu yazıyı yayınlıyoruz.
G
rup Yorum, yıllar
önce yapmış ol­
duğu
müziği,
"Çağdaş
Halk
Müziği"
olarak
tanımlamıştı. Bu
tanım, o günün
koşullarında, ge­
rek Yorum'un gerekse de Çağdaş
Halk Müziği'nin üstlendiği mis­
yon açısından yerine oturuyordu.
Ancak gelinen aşamada, Grup Yo­
rum'un yaptığı müziği Çağdaş
Halk Müziği kavramı içinde gör­
menin, gerçeği ifadelendirmede
yetersiz kaldığı da bir gerçektir.
Her şeyin değişmekte olduğu bir
dünyada, müziğin de değişmesi
kaçınılmazdı. Çünkü değişim top­
lumun ve doğanın esasıdır. Grup
Yorum'un son iki yıldır yaptığı
müziği Çağdaş Halk Müziği gibi
artık sınırları giderek belirsizleşen
bir tanım içinde değerlendirmediği
yönündeki açıklaması oldukça
doğru bir çıkış olmuştur. Şüphe­
siz, Grup Yorum'un yaptığı Çağ­
daş Halk Müziği'ni reddetmek de­
ğil, onu aşan özelliklerini, farklı­
lıklarını yeni bir tanıma kavuştur­
maktır.
10
Bu noktaya gelinmesinde iki
temel olgu vardır. Bunlardan bir
rincisi Grup Yorum'un yıllar için­
de elde ettiği birikime uygun ola­
rak geçirdiği nitel dönüşümdür.
Artık Grup Yorum, Çağdaş Halk
Müziği'ne damgasını vuran türkü
formunu titizlikle korumakla bir­
likte türküden destana, marştan
enstrümantale kadar çok değişik
formları müziğinde kullanan bir
düzeye ulaşmıştır. Tek bir biçime
bağlı kalmayan üretimleriyle Grup
Yorum, Çağdaş Halk Müziği ka­
lıplarını aşmıştır.
Müziğin biçiminde ulaştığı bu
zenginliğe paralel olarak Grup Yo­
rum, içerikte de devrimci bir dö­
nüşümü ifade etmektedir. Halkın
yaşadığı sorunları, acılan, kavga­
ları, kısacası "emekten sevdaya
kadar" her konuyu açık bir dille ifade etmekte ve çözüm yollarını
göstermektedir.
Üretimlerinde
devrimin, silahlı mücadelenin
meşruluğunu, kavganın tadım hiçbir belirsizliğe uğratmadan ver­
mektedir. Sızlanmayan, gelenek­
ten beslenen, "acıyı bal eyleyen",
en zorlu anlarda bile umutsuzluğa
kapılmadan yiğitçe türkü yakan bir
müziktir yaptığı. Grup Yorum'un
müziğindeki içerik ile biçim, tam
bir uyum içindedir. Mübadelenin
coşkusunu, kararlılığını ifade eden
sözleri, insanları sarıp sarmalayan,
adeta buram buram Anadolu ko­
kan bir müzik tamamlar. Mesajlardaki cüreti ve müziğindeki zengin­
liği, hiçbir 'Çağdaş Halk Müziği
sanatçısı'nın ürettiklerinde bula­
mayız.
Grup Yorum'u, yaptığı müziği
yeni bir adlandırmaya götüren ikinci bir neden de; Çağdaş Halk
Müziği yaptığı iddiasındaki ke­
simlerin yaşadığı kaos ve yozlaş­
madır. Gelinen noktada sol ara­
beskten geleneksel halk müziği
yapanına, protest müzik yaptığını
söyleyenlerden devrimci müzik
yaptığını söyleyenlere kadar her­
kes, kendini Çağdaş Halk Müziği
içinde tanımlamaktadır. Bu duru­
mun Çağdaş Halk Müziği'ni yozlaştıran bir nitelik taşıdığı açıktır.
Çağdaşlıktan herkesin aynı şe­
yi anlamadığı, yapılan müzikler­
den ortaya çıkmıştır. Yaptıkları
müziğe bu adı verenlerin' büyük
bir kısmı, bırakalım üretimlerinde
çağı yakalamayı, en genel sorun­
larda bile herhangi bir duyarlılık
göstermemektedirler. Onlara yön
veren, çağın sorunlarını ele alarak
geleceğe ışık tutmak değil, popü­
lizmleri ve değerleri sömürten pi­
yasa kaygılarıdır.
Grup Yorum'un müziği ise, ge­
rek içerik olarak ve gerekse de bi­
çimde nesnel gerçekliği, toplumsal
sorunları ve gelişme dinamiklerini
yansıttığından dolayı, elbette ki
çağdaştır. Ama O'nun çağdaşlığı,
Livaneli'nin, Ferhat Tunç'un, Kızılırmak'ın, Ahmet Kaya'nın vb.
anladığı bir çağdaşlık değildir.
Doğru bir ideolojiden, örgütlü
bir mücadeleden ve devrimci ya­
şamdan güç alan Grup Yorum'un,
tüm küçük-burjuva sanatçılardan
farklılığını ifade edecek ve kendi
nitel dönüşümüne uygun düşecek
yeni bir tanımlamaya gitmesi kaçı­
nılmazdı. •
Grup Yorum'un yaptığı müzik,
devrimin müziğidir. Bu niteliğin­
den dolayı, "devrimci müzik" ya
da "devrimci halk müziği" olarak
adlandırılması, yaşanan gerçekli­
ğin tam olarak ifade edilmesidir.
"Devrimci müzik" tanımı, sa­
dece bir etiket değil, pek çok özel­
liğin, devrimci ilkenin bu tanımda
cisimleşmesi demektir. Bu, dev­
rimle doğrudan kurulan bir bağ de­
mektir.
Grup Yorum özgülünde yola
çıkarak devrimci müziğin genel il­
kelerini somutlamak; aynı zaman­
da Çağdaş Halk Müziği yaptığını
söyleyen küçük-burjuva sanatçıla­
rıyla Grup Yorum arasındaki fark­
ları da göstermiş olacaktır.
Devrimci Müziğe Yön veren
Devrimci İdeolojidir
Emperyalizme bağımlı, faşizm
ile yönetilen bir ülkede yaşıyoruz.
Halklarımızın sömürü ve zulüm
düzeninden kurtuluşunun yolu da,
bundan dolayı anti-faşist, anti-emperyalist bir iktidar mücadelesin­
den geçmektedir. Silahlı mücade­
leyi, devrim mücadelesinin odağı­
na yerleştirmeyen bir ideolojinin,
gerçek anlamda iktidar kavgasını
yürütmesi mümkün değildir.
İktidar mücadelesinin bir par­
çası olarak kendini tanımlayan
devrimci müzik ise, kaynağını;
halkımızın bağımsızlık, demokra­
si, sosyalizm savaşından, bu sava­
şımın gereklerinden alır. Proleter
bir ideolojiye, bu ideolojinin yön
verdiği devrimci savaşa ve yaratı­
lan değerlere sahip çıkanlar, an­
cak, üretimlerinde hayatı bir bütün
olarak sunabilirler, Müziğin içeriğini işçi sınıfı ideolojisiyle donatmayanların top­
luma vereceği mesajlar, daima bir
muğlaklık, yetmezlik taşıyacaktır.
Sorunun temeline inmeme, ger­
çeklerden kaçma, gerçekleri yarıkapalı bir biçimde ortaya koyma,
sınıf savaşını yansıtmama, çözüm
sunamama ve benzeri gibi pek çok
sanatçıda kendini açığa vuran za­
afların kaynağı da burasıdır.
Kimi sanatçıların, zaman za­
man bireysel duyarlılıkları sonucu
devrimci mücadelenin kimi tema­
larım yetkin bir biçimde işlemele­
ri, elbette doğru bir ideolojiye sa­
hip olduklarını göstermez. Geç­
mişte, Zülfü Livaneli'nin süreci ifade eden bazı türküleri, tam da
böylesi örneklerdendir. Önemli olan; üretimlerinin geneline bunun
damgasını vurması, devrimin yük­
seliş dönemlerinde olduğu gibi,
düşüş dönemlerinde de devrimci
duyarlılığın, kararlılığın taşınma­
sıdır.
Bugün kendini Çağdaş Halk
Müziği tanımı içine sokan pek çok
sanatçı, müzikte politikanın, ideo­
lojinin yansıtılmaması gerektiğini
savunur. Hatta devrimci sanat ürünlerini kabalıkla, dogmatiklikle,
slogancılıkla suçlarlar. Yürekleri
kavganın ortasında çarpmadığı için, inancın, kararlılığın ve coşku­
nun ifade edildiği müzik biçimini
böyle suçlamaları doğaldır. Oysa
ki onlar, ideolojik olmadıklarını ileri sürdükleri ürünleriyle, farkın­
da olsun ya da olmasınlar, politika
yapmaktadırlar. Bu da kaynağını;
. burjuva, küçük-burjuva ideoloji­
sinden almaktadır.
Devrimciliği içselleştirmemiş,
bilinçli bir faaliyet ve yaşam biçi­
mi haline getirememiş kimi sanat­
çılar ise, sanatlarını politikanın
hizmetine sokma adına kaba bir
slogancılığa düşmektedirler. Mü­
ziği, kafiyeli bir bildiri okumaya
dönüştürenlerin, devrimci ideolo­
jiyi doğru bir tarzda yansıtmaları
sözkonusu dahi olamaz.
Buradan yola çıkarak, sanatta
sloganın yeri olmadığı gibi bir so­
nuç da çıkarmamak gerekir. Eğer
ideoloji ya da slogan, belirli bir es­
tetik süzgeçten geçirilip sunuluyorsa, mesele yoktur. Karşı çıkılan
şey; kolaya kaçan, belli bir duygu
zenginliğini ifade etmeyen üretim­
lerdir. Böyleleri için ustaların söy­
lediği çok yerinde bir söz vardır:
"Bir fikrin rezil edilmesinin en ko­
lay yolu, onu kötü bir şekilde sa­
vunmaktır."
Devrimci ideolojiyle donanmayan bir. müzik, geçmiş birikimi
doğru bir tarzda değerlendiremeyeceği gibi, geleceği de temsil edemez. Böyle bir misyonu ancak,
halkların bilincini ve beğenisini
devrimcileştiren, dünyayı yeniden
kurma ideali taşıyan bir ideoloji­
den güç alan bir müzik üstlenebi­
lir.
Birçok çevrenin ve kişinin yö­
neldiği kapalı, dolaylı anlatımlar,
anlaşılmaz imgeler, mücadelenin
yakıcı sorunlarından kaçış, tali ve
marjinal konulara yöneliş, müzi­
ğin ana örgüsünü oluşturur. Pir
Sultan'ın, Dadaloğlu'nun türküle­
rinin söylenmesi de, bu durumu
kurtarmaya yetmez. Aslında bun­
lara yön veren duygu; popülizm­
dir, bedel ödeme korkusudur. Kı­
sacası; yaptıkları müzikle taraf ol­
madıkları, iki arada bir derede
yüzdükleri ve burjuvaziye hizmet
ettikleri açıktır.
Diğer bir grup ise; anlaşılmak
için sanat yapmadıklarını, halk için sanat yapmadığını ileri sürerek
soyutluğa, elitizme düşenlerden oluşur. Adeta halkla alay eden bu
kesimler, doğrudan doğruya burju­
vazinin sesini dillendirirler.
11
Gelinen noktada sol
arabeskten geleneksel halk
müziği yapanına, protest
müzik yaptığını
söyleyenlerden devrimci
müzik yaptığını
söyleyenlere kadar herkes,
kendini Çağdaş Halk Müziği
içinde tanımlamaktadır. Bu
durumun Çağdaş Halk
Müziği'ni yozlaştıran bir
nitelik taşıdığı açıktır.
Sonuç olarak; devrimci sanatçı,
örgütlü sanatçıdır. Ama devrimci
sanatçının örgütlülüğü, her şeyden
önce düzen içi bir örgütlülük de­
ğildir. Yaşanan koşulları, en ger­
çek şekilde ifade eden ve iktidar bi­
linci ile donanan bir örgütlülüktür
bu.
Devrimci Müzikte İçerik ve
Biçim
Üretilmiş herhangi bir sanat ürünü, içerik ve biçimden meydana
gelir. Devrimci müziğin içeriği
söz, biçimi de müziktir. Burada
belirleyici olan içerik olmakla bir­
likte, özü yansıtmayan biçimin
varlığı koşullarında, mevcut içeri­
ğin anlamını yitirmesi de kaçınıl­
mazdır. Onun için, öz ve biçim ilişkisi diyalektik bir bütünlük taşı­
mak zorundadır.
Devrimci müziğin sözleri, pro­
letarya ideolojisinin estetize edil­
miş bir yeniden üretimidir. Burada
müziğin işlevi ise; sözlerinin bu ideolojik içeriğinin etkisini duygu­
sal yönden arttırmaktır.
Devrimci müziğin içeriği, en
genel olarak iki kaynaktan esinlenir. Bunlardan birincisi; Anadolu
halklarının tarihinden süzülüp ge­
len anonim ya da ozanlara ait dire­
niş şiirleridir. İkinci kaynak ise;
günümüzün ilerici devrimci şairle­
12
rinin şiirleri veya devrimci müzik
yapan grupların kollektif üretimle
yarattığı şiirlerdir.
Devrimci sanatçının gelenek­
selden beslenme anlayışı, bu şiir­
leri süzgeçten geçirmeye, yaşam
biçimiyle alıp işlemeye dayanır.
Çünkü geleneksel halk türküleri­
nin sözleri, büyük bölümüyle gü­
nümüzün karmaşık sorunlarını ifa­
de etmekten uzaktır. Ancak, yaşa­
nan savaşların acılarını, örneğin
jandarma baskısını işleyen, feodal
sömürüyü eleştiren direniş şiirleri
de vardır. Sahip çıkacağımız kay­
nak da bunlardır. Yani Pir Sultan,
Dadaloğlu, Köroğlu vb. ozanların
direniş şiirleridir. Direniş şiirleri,
sorunun temeline inmezler, genel­
likle dert yanarlar. Yaşanan sorun­
ların nedenlerini, nasıl çözüme ka­
vuşturacaklarını, verilecek kavga­
nın biçim ve yollarını yarı kapalı
bir şekilde ortaya koyarlar. Buna
rağmen, bu şiirlerin bestelenmesi
halinde, kitleleri duygusal yönde
etkileyen türküler ortaya çıkabil­
mektedir.
Geleneksel halk şiirinden-türkülerinden yararlanma adına hare­
ket eden küçük-burjuva sanatçıla­
rı, bu değerleri sömürüye tabi tut­
maktadırlar. Özellikle toplumda
halk müziğine karşı yoğunlaşan il­
giyi, kendi çıkarlarına, popülist
duygularının tatminine hizmet edecek şekilde değerlendirmekte­
dirler. Bu çabalar, bir yönüyle
günceli ifade edememe, düzen sı­
nırlan dışına çıkamama kaygısıyla
da ilgilidir.
Bir başka sömürü de, Kürt Hal­
kı'nın geleneksel türkülerinin ele
almışında yaşanmaktadır. Türkü­
lerin asimilasyonu da diyebilece­
ğimiz bu durum, Kürtçe sözlerin
yerine, türkünün anlamını da bo­
zan Türkçe sözler yazmakta somutlanır.
Devrimci sanatçılar; Anadolu
topraklarında yüzyıllar boyunca iç
içe yaşamış ve halen de böyle ya­
şayan halkların kültürüne, türküle­
rine karşı yönelen bu tecavüzü,
saygısızlığı mahkum ederler ve A-
nadolu halklarının zengin müziği­
nin kendilerine sunduğu birikimi
sahiplenirler. Elbette bunu yapar­
ken, halk şarkılarının-türkülerinin
karakteristik dil yapısını bozmaz,
mümkün olduğunca otantik ve sa­
deliği esas alan bir düzenlemeyle
yorumlarlar.
Diğer bir kaynak olan politik içerikli şiirleri müziklendirmedeki
amaç; kelimeyi süslemek değil, onu hedeflediği amaç doğrultusun­
da açıklamaktır. Kullanılan müzi­
ğin türü, ritmik yapısı, armonik
dokusu veya enstrümanların seçi­
mi, bu amaç göz önüne alınarak
belirlenmelidir.
Devrimci müziğe kaynaklık eden şiirlerde, yakınma ve belirsiz­
lik yoktur. Emekçi sınıfların, ezi­
len halkların birliği, mücadelesi açık-seçik ifade edilir. Emekçilerin
somut yaşamlarını, dertlerini, kavgasını dile getiren; sıcak içten sözlerdir bunlar. Proletarya ideolojisi­
nin ve onun örgütünün propagan­
dasını yaparlar; halkların özlemle­
rini dile getirirler; yeni-sömürgecilik ilişkileri temelinde yaşanan
çelişkileri, bu çelişkilerin halklar
üzerindeki etkilerini anlatırlar; kit­
leleri mücadele lehine motive ederler. Halkın müzik zevkini devrimcileştirerek dinlenmelerini amaçlarlar.
Küçük-burjuva sanatçılarının
ürünlerindeki sözlere damgasını
vuran ise; subjektivizm ve muğ­
laklıktır. Kendi bunalımlarını yan­
sıtan bu sözlerin konuları, genellikle doğa, aşk, çiçekler, barış, in­
sancıllık, sevgi, kuşlar vb. olmak­
tadır. Politika kaygısı güttükleri ürünlerde dahi açık ve net olma­
makta, egemenlerin çizdiği sınırla­
rın dışına çıkamamaktadırlar. An­
cak güçlü bir popülizme sahip ol­
duklarından, kimi toplumsal olay­
ları işleyen (Sivas, Kızıldere, De­
niz vs.) parçalar yapmaktan da ka­
çınmazlar. Kaset satışlarını arttır­
ma düşüncesiyle, Alevi ve Anado­
lu halklarının yarattığı değerlere el
uzatabilmektedirler. Bu talancı
zihniyetlerinden, ilerici-devrimci
şairler de payına düşeni alırlar.
Ünlü şairlerin şiirlerini besteler­
ken, devrimci bir duyarlılığı taşı­
madıklarından dolayı, genellikte
şiirlerin gücünü yansıtamazlar.
Devrimci Müzik, Geleneksel
Müzikten Beslenir
Marksist-Leninistler'in dünya­
ya bakışı çok boyutlu ve bütünsel­
dir. Çok sesli müzik ise; gelişmiş
tekniği ite günümüz yaşamının bu
çok boyutluluğunu karşılayabile­
cek özellikler göstermektedir.
Bunun yanı sıra, çok sesli mü­
ziğin temel alınması, her şeyin çö­
zümü değildir. Sorun; yaşamın çok
boyutluluğunu, halka anlayabile­
ceği bir şekilde sunabilmektedir.
Yani evrensel olan ile ulusal olanı
doğru bir tarzda harmanlamak; bu­
nu yaparken de halktan kopmamak, ona yabancılaşmamaktır.
Evrensel olan ile ulusal olanın
ilişkisini Bolşevik önderlerden
Jdanov şöyle tanımlar;
"Enternasyonal sanat, ulusal
sanatın gerilemesi ve sönükleşmesinden kaynaklanmaz. Tam tersine
enternasyonalizm, ulusal kültürün
geliştiği yerde boy verir. Yalnız,
yüksek düzeyde gelişmiş kendi mü­
zik kültürüne sahip olan bir halk,
diğer ulusların müzik zenginliğini
değerlendirebilir."
Ulusallıktan evrenselliğe uza­
nan yolda çok sesliliğin geliştiril­
mesi, birden kazanılacak bir hedef
değil, aşama aşama elde edilecek
bir sonuçtun Çok sesliliği amaçla­
yan bu sürecin her aşamasında, ulusal olanı ön planda tutmak gere­
kir. Bunun pratik oluşumu ise, ge­
leneksel halk müziğinde var olan
çok sesli potansiyeli alıp işlemek;
evrensel müziğin gelişmiş tekniği,
armonik sistemi ile yeniden dü­
zenlemektir.
Çok sesli müzikte dikkat edil­
mesi gereken şey; halkın kulağı ve
dilidir. Halkımızın kulağının batı
çalgılarına karşı yabancı olduğu,
bunları benimsemekte zorlandığı
bilinen bir gerçektir. Devrimci
müzik; bundan dolayı, batı çalgıla­
rı yerine ulusal çalgıları ön plana
çıkarmalıdır. Batı çalgılarını, ulu­
sal sazların yetmediği yerlerde
destekleyici olarak almak gerekir.
Halkın kulağına yabancı olmayan,
yerli sazların (bağlama, kaval,
mey, cura, sipsi, kemençe, kabak
kemani vb.) tercih etmek; ezgide
ve içerikte verilmek istenen mesa­
ja ya da duyguya da denk düşecek­
tir. Ancak bu konuda bir bağnazlı­
ğa düşmemek, ulusal sazlar gibi içeriği doğru bir şekilde veren, her
türlü batı sazlarını da giderek artan
Marksizmin-Leninizm'in,
yarını bugünden kurma
ilkesini, yarının müziğini
bugünden yapmaya
indirgeyerek çoksesli
müziklerini küçük bir
azınlığın hizmetine
sunmaktadırlar. Lenin, bu
anlayışta olanlara; "İşçi ve
köylü kitleleri kara ekmeğe
muhtaç durumdayken, ufak
bir azınlığa pasta sunmamız
doğru olmaz" diyerek karşı
çıkar.
oranda kullanmak gerekir.
Devrimci müziğin dili, halkın
kullandığı dil olmalıdır. Çünkü
kitlelere gitmek, onlara öncülük
etmek, bilinç taşımak ve eğitmek;
halka yabancı, onun anlamadığı
bir dille yerine getirilemez. Şüp­
hesiz dilin anlaşılır olması da yet­
mez. Aynı zamanda bunun müzi­
ğin ezgisiyle etkileyici bir bütün­
lük oluşturması da şarttır. Halkı
ancak, kendi yaşamından esintiler
sunan bir müzik etkileyebilir. Önemli olan, yapılan müziğe halkın
ısınması; onu kendisinin bir parça­
sı olarak duyumsamasıdır.
Üzerinde durulması gereken
bir başka nokta da; devrimci müzi­
ğin ezgi ve formlarına, geleneksel
halk müziğinin ezgi ve formlarını
katabilmektir. Tek bir forma bağlı
kalmayan devrimci müzik, halkı­
mızın yakaladığı ilerici-devrimci
duygu ve düşüncelerin ifadesi olan
ezgileri ve geleneksel türkü for­
munu, yaratacağı marş ve türkü­
lerde kullanabilmelidir.
Devrimci sanatçılar, halk mü­
ziğinin ezgi ve formundan yararla­
nırken, kinlilerinin yaptığı gibi ka­
ba bir aktarmacılığa düşmezler;
kendi zenginliklerini, birikimlerini
de bunlara katarlar. Bu yapılmadı­
ğı sürece halk müziğinin otantik
formunu geliştirmeye değil, oldu­
ğu gibi korumaya düşülür ki, bu da
monotonlaşmaya yol açar. Bu teh­
likeden, çok seslilik ve zengin ar­
moniler kullanılarak kurtulunabi-
linir.
Devrimci müziğin ulusal yönü;
Anadolu halklarının sorunlarım,
onların diliyle işlemesi, halk mü­
ziğinin ezgi ve formlarından ya­
rarlanması, ulusal sazları ön plana
çıkarması demektir. Çıkış noktası
Anadolu halklarının gerçekliği ol­
mayan bir müziğin, ulusal özelliği
de yoktur.
Devrimci müzik, gıdasını halk
yığınlarının gerçekliğinden alır­
ken, aynı zamanda gelecek toplu­
mun değerlerini de bağrında taşır;
yeni insanın, yeni toplumun oluş­
masına hizmet eder.
Sapmalar ve Devrimci Müzik
Emperyalizmin kültür politika­
sını hakim kılmak isteyen egemen­
ler, geleneksel halk müziğinin de­
mokratik özünün gelişmesini en­
gellemeye, onu yozlaştırmaya, ya­
rattığı değerleri yok etmeye çalış­
maktadır.
Devrimci sanatçılar; halkın
müziğinin özünü korumada, em­
peryalizmin yabancılaştırma poli­
tikasına karşı geleneklerin biriki­
mini sahiplenmede tek alternatif­
tir. Bu misyonu üstlenirken, gerici-yoz burjuva anlayışlara olduğu
13
kadar, ondan beslenen "sol" görünümlerine karşı da mücadele eder.
Çünkü, ilericilik-devrimcilik adına
ortaya çıkanların mücadeleye ver­
dikleri zarar, çoğu kez burjuva sa­
natçıların verdiklerinden daha et­
kilidir.
Bugün, geleneksel halk müzi­
ğinin Özünün yadsınmasına, yozlaştırılmasına ya da sömürülmesi­
ne hizmet eden çok değişik müzik
biçimleri kitlelere sunulmaktadır.
Bunları' birer sapma olarak görmek
gerekir.
Bu sapmaların bir ayağını, mü­
zikte ilericilik-sosyalistlik adına
yola' çıktığını söyleyen ama halk­
tan kopuk üretimleriyle elitizme
düşenler oluşturur. MarksizminLeninizm'in, yarını bugünden kur­
ma ilkesini, yarının müziğini bu­
günden yapmaya indirgeyerek
çok-sesli müziklerini küçük bir azınlığın hizmetine sunmaktadırlar.
Lenin, bu anlayışta olanlara; "İşçi
ve köylü kitleleri kara ekmeğe
muhtaç durumdayken, ufak bir azınlığa pasta sunmamız doğru ol­
maz" diyerek karşı çıkar. Sanatı,
biçim estetiğine indirgeyen bu elitistlerin, halka bir şey vermedikle­
ri, ülkemizde 1930'larda yaşanan
deneyimle somutlanmıştır. "Türk
Beşleri" olarak bilinen sanatçıla­
rın, müzikte devrim adına yaptık­
ları üretimler, aradan 70 yıl geç­
mesine rağmen bugün dahi halk ta­
rafından dinlenmemekte, sınırlı bir
kesime ancak sunulabilmektedir.
Elitistler, akademi-teknik dü­
zeyi yüksek, çok sesli bir müzik
yapmalarına rağmen, içeriği yadsı­
yan, düzene muhalif olmayan sa­
natsal üretimleriyle halktan kop­
makta ve objektif olarak da, gerici
bir konuma savrulmaktadırlar.
Geleceğin müziği elbette, çok
sesli bir müziktir. Ancak bu müzi­
ği adım adım geliştirmek, halka
rağmen değil onunla birlikte oluş­
turmak gerekir. Devrimci sanatçı­
lar, çok sesli müzikleriyle ama on­
dan da öte, halka olan bağlılıklarıyla elitizme karşı çıkmalıdır.
Müzikte ikinci bir sapma ise;
14
halkın ve mücadelenin yarattığı
değerleri sömüren popülist anla­
yıştır.
Popülizm, günümüz sanatçıla­
rında sıkça görülen bir hastalıktır.
Para hırsı, şöhret olma tutkusu,
düzene cepheden karşı çıkmama,
örgütsüzlük vb. pek çok özelliğin
yön verdiği bu tip sanatçılar, yek­
pare bir bütün oluşturmazlar. Bun­
lardan kimileri, türkü formunu ko­
ruyarak çok sesli üretimleri yapa­
bilmekte, ancak devrimci mücade­
lenin yaşayan özünü yansıtmaktan
kaçınmaktadırlar. Yaşanan sürece,
halkların mücadelesine gösterilen
bu duyarsızlık, onları, coşkusuz
bir söyleyişe götürmektedir. Coş­
kulu bir anlayışa yönelmemelerini,
marş formunu benimsememeleri­
ni, halkların mücadelesinin meşru­
luğuna inanmamalarına bağlayabi­
liriz. Yaptıktan daha çok; ünlü ozanların türkülerini, Alevi deyişle­
rini, halkların yarattığı anonim
türküleri çok sesli hale getirmek­
tir. Halk türkülerini çok sesli hale
getirmek, ilerici Özü olan türküleri
açığa çıkarmak olumlu bir çaba gi­
bi görünse de, aslında bu bir kaçış­
tır. Sadece derlemelerle yetinme­
nin, güncele eğilmemenin, eğilse
bile süreci ifade etmemenin bir ya­
nı düzen dışına çıkmamaysa, öteki
yanı da popülist duygularını tat­
min etmektir. Gelenekselden bes­
lenen ama müzeciliğe denk düşen
bu yanlarıyla olduğu kadar, düzen
içilikleriyle de reddedilmesi gere­
kirler.
Bu kesim içinde göreceğimiz
bir başka grup da, "sol arabesk"
olarak değerlendirilenlerdir. Bun­
ların müziği, halkların kültürünü,
devrimci değerleri yozlaştırmada
burjuvaziye büyük katkılar sun­
maktadır. Müziklerindeki temalar;
halkın isyanını, hak alma isteğini
körelten bir muhtevadadır. Dert ve
hüzün yüklü parçalarıyla topluma
kaderciliği aşılarlar, beğenilerini
dejenere ederler. Bunların müziği;
lümpenlerin, yılgınların, dönekle­
rin müziğidir. Yani, yeri gelir in­
sanları ağlatırlar, yeri gelir göbek
attırıp efkar dağıttırırlar.
Devrimin yarattığı değerleri
sömüren böyleleri; yaşam biçimleriyle, müziklerinin içerik ve biçi­
miyle, yorumlarıyla devrimci sa­
natçılar tarafından teşhir ve tecrit
edilmelidirler.
Popülizm kategorisi içinde gö­
rebileceğimiz bir diğer anlayış da;
slogancı müzik yapanlardır. Bun­
lar daha çok, sanatın kendine özgü
estetik normlarını reddederek mü­
cadeleye zarar verirler. Kafiyeli
bildiri de diyebileceğimiz sözlere,
tek sesli bir müziğe ve içten olma­
yan, halka itici gelen bir söyleyişe
başvururlar. Devrimci değerlerden
güç almalarına rağmen, bu değer­
leri sıradanlaştırırlar. Sanat dilleri,
estetikle bütünleşmiş bir yaratıcı­
lıkları yoktur. Toplumsal beğeni
düzeyini ifade etmeyen, işledikleri
konuları da değersizleştiren bu
müzik türü,' devrimci sanatçıların
mücadele alanına girer.
Sonuç olarak;
Devrimci müzik; devrimci il­
keler üzerinde yükselen, Anadolu
halklarının yarattığı kültüre daya­
nan ye evrensel değerler ile besle­
nen çok sesli bir müziktir. Günü*
müzün yoz-dejenere müziğine kar­
şı olduğu gibi, ayakları Anadolu
topraklarına basmayan, halka te­
peden bakan, batı hayranı bir eli­
tizme de karşıdır.
Çağdaş Halk Müziği'ni temel
alarak başladığı yürüyüşünde dev­
rimci müzik, bugün ona aşan bir
noktaya ulaşmıştır. Geleneği bu­
güne, bugünü geleceğe bağlama
anlayışı, onu daha da geliştirecek,
zenginleştirecektir.
Bu yürüyüşte yer almayan,
kendini tekrar edenlerle, dün oldu­
ğu gibi gelecekte de saflaşılacaktır. Çağdaş Halk Müziği'nden dev­
rimci müziğe geçiş, bir niteliği ifa­
de etmekle birlikte, bugün için özünde küçük-burjuva sanatçılarla
devrimci sanatçıların bir saflaşmasıdır.
Grup Yorum, bu yanıyla "Bir
Kar Makinası" olmaya devam edi­
yor... •
ŞİİR
dimitır polyanov
ÖZGÜR DÜŞÜNCE
Gençlik yıllarımızın ateşinde,
gem almaz yaşamın eşiğinde,
odur gözlerimizi açan
önümüzdeki uzun yola çıkarken,
o bir peri tanrıça, bilgelik, yüce,
adı özgür düşünce.
Bir tedirgin yürek, bir ateş tohum,
bir bakarsın keder, bir bakarsın sevinç,
bir bakarsın çığlık,
bir bakarsın ateş parçası güneş,
ne engel tanır, ne baskı,
ne sınır, ne zulüm,
Promete'dir onu ilk veren bize,
adı özgür düşünce.
Önümüzde tekmil gizleri
odur açan, birer birer çözen o,
yaşadığımız günleri ve geleceğimizi
ışınlarla aydınlatan, çizen o,
yoktur çözemediği sorun, anlam, bilmece,
adı özgür düşünce.
Boş yere didinirler dururlar cüceler,
durdurmaya çalışırlar düşünsel uçuşu,
durdurmak isterler ışını, yok etmek isterler,
ama düşman belki bin kez gördü ki, sonuç şu
İstediğince yırtınsın dursun, vuramaz onu zinhar
adı özgür düşünce.
Koşun bayrakları dalgalandırarak,
özgür düşüncenin şarkı söylediği yere,
bir bu şarkıyı duyan kişi
insan gibi yaşadım diyebilir ancak,
mutludur kişi onu gördüğü sürece,
adı özgür düşünce.
(Çev: A. Kadir - Fahri Erdinç)
Dimitır Polyanov: 1876-1953 yılları arasında yaşamış olan Bulgar proleter şiirinin kurucusu.
ÖYKÜ
can yıldıran
D
uvarın dibindeki kü­
tüğe oturmuş, eve çı­
kan patikanın aşağısındaki zeytinliğin
dibinden boylu bo­
yunca akıp giden ır­
mağın sesini dinli­
yordu. İçindeki barı­
şıklığa, dinginliğe, huzura eşlik eden bir
türkü söylüyordu Badıl Çayı. Başta ala­
balıklar olmak üzere bilcümle balık düğün-dernek kurmuş eğleniyor, yosunlar
kendilerim ırmağın akışına teklifsizce bı­
rakmış, dansediyor; zeytinliğin aşağıları­
na doğru yuvarlanıp gidiyor; damarları­
na ırmağın soğuk ve berrak suyunu çe­
ken çam ağaçlan pürlerini, kozaklarım
ırmağa armağan ediyor, şenlikten, şölen­
den geri kalmıyorlardı.
Balta ve motor seslerinin, tomruk
yüklü kamyon bağırtılarının henüz du­
yulmadığı, cırlavukların dahi, Badıl Çayı'nın bu dingin ezgisini bozmamak için
çenelerini tuttukları sabahın bu ilk saat­
lerinde doğanın berrak, büyüleyici sesi,
O'nun yüreğindeki, beynindeki dinginli­
ğin, huzurun bir yansımasıydı sanki.
Huzurluydu. Yaşamının alt üst oldu­
ğunu hissettiği o günlerin ardından şim­
di huzuru bulmuştu. Hırçın dalgalı gün­
lerin ardından, şimdi durulmuş, çarşaf
gibi sakin, akıp giden denizin dinginliğindeydi yüreği.
Hangi zamanda ve nerede olursa ol­
sun; İster ormanda dolaşırken, evde an­
nesiyle konuşurken, köylülerin arasına
karışırken; ister yemek yerken, uyurken,
uyanıkken olsun o görüntüler gözlerinin
önünden hiç girmemiş; yaşadıkları, pay­
laştıkları tüm günler, geceler, olaylar, ey­
lemler, sohbetler dört bir yandan kuşat­
mıştı Özgür'ü; dalların hışırdamasında,
suların çağıldamasında O'nun sesini;
meyveye duran ağaçlarda, kızaran do­
mates fidelerinin arklarında O'nun çapa
16
darbelerini, alın terini; coşkuyla akan
Badıl Çayı'nda O'nun şen kahkahaları­
nı; dağın yamaçlarındaki o harabelikte
O'nun özlemlerini görmeye, duymaya
başlamış, doğanın her devinimi, hareket
eden her canlı, her görüntü O'na yoldaşı­
nı, Hasan'ı anımsatır olmuştu.
Türkülerini ağız dolusu söyleyebilsin; hayatım, bir tepeden diğerine koşar­
ken pervasız ve tereddütsüz sürdürebilsin diye, ekmeğin ve sütün hasretim çek­
mesin diye, doğduğu gün kulağına fısıl­
damışlardı ismini. Adı gibi "özgür" ol­
sun demişlerdi büyükleri...
İsminin şenliği, yüzünden silinip git­
mişti. Ne söylediği, ne anlattığı ve ne ko­
nuştuğu belli olmayan, kendine sorulan
sorulara belirli-belirsiz cevaplar veren,
kafasını öne eğip geçmişe dalıp giden,
ürkek bakışlarla çevresinin tarayan bir
insan olup çıkmış, O'nu yıllardır tanı­
yanları şaşırtır olmuştu.
Tarlalar, evler, arabalar, evlilik vaadleri... "O kadar acı çektin, değer mi, yaşamak ne güzel, kimse için ölmeye değ­
mez"li konuşmalar karşısında yüreğine
bir taş oturur, sesi soluğu çıkmaz olurdu.
Düşünceli düşünceli gözlerim kaçıran,
kararsızlığa düşen, ne olduğu anlaşılma­
yan tepkiler veren bir insan, hiç özgür olur mu?
Üzerinde "El Fatiha" yazan mermer
taşın ve çınar ağaçlarının görüntüleriyle,
çığlıklar atarak, tere batarak uykuları bö­
lünmüş; yediği içtiği ayrı gitmediği, ey­
lemlerde, işkencelerde, hapishanelerde
omuz omuza direndiği, bir dilim ekmeği
paylaştığı yoldaşı Hasan, O'na hep sor­
gulayan gözlerle bakmış, rahat bırakma­
mıştı.
Kısacası günler, geceler boyunca ya­
şamı alt üst olmuştu. Huzursuz, denge­
siz, kararsız bir dolu zaman geçirmişti.
Şimdi, duvarın dibindeki kütüğe otur­
muş, eve çıkan patikanın aşağısındaki
zeytinliğin dibinden boylu boyunca akıp
giden ırmağın sesinin, Badıl'ın ezgisini
dinlerken, işte tüm bu yaşadıklarım dü­
şünüyordu.
Gözlerini toprağa asıp, derin düşün­
celere dalıp, hesaplaşmalarını çoğalttığı
bir sabah vakti anası yarana gelmiş, oğ­
lunun derdine derman olmak için konuş­
mak istemişti. "Bir şeyim yok" demişti
Özgür. Paylaşmak istememişti düşünce­
lerini. Uzun bir süre oğlunun yanında
sessizce kalan Gülfıdan, oğlunun düşün­
celerini dağıtacak, darmadağın edecek,
beyninde depremler yaratacak bir soruy­
la bozmuştu sessizliği.
-Hasan nerede Özgür? O'nu niye
getirmedin ?
Özgür sarsılmış, ne diyeceğini bile­
memiş, utanmıştı. Hasan'la köye geldik­
leri o günü anımsamıştı. Üç günlük bir
tatil için gelmişlerdi. Ailesinin devrimci­
lere iyi bakmamasına rağmen Hasan, kı­
sa bir sürede ev halkıyla kaynaşmış, ken­
disini sevdirmişti. Daha gelişlerinin ilk
günü tarlaya inmiş, meyve ağaçlarının
dibini kabartmış, domatesler için ark aç­
mıştı.
Anasının sorusuyla birlikte, yaşadık­
ları o üç gün bir film şeridi gibi gözleri­
nin önünden geçmeye başlamıştı. Karşıki dağların eteklerine doğru çıktıkları,
gerilla üzerine coşku dolu sohbetler et­
tikleri o günler, ilk günkü gibi yeniden
canlanmıştı Özgür'de. Tüm bunları dü­
şündükçe, yaşananlar yüzüne yüzüne
çarpmaya başlamış, utancından uzun bir
süre sessiz kalmış, "Ana, Hasan şehit
düştü" diye zar zor cevap verebilmişti.
Anasının gözünden yaşlar, hiç bu
kadar hızlı dökülmemişti. Derin derin iç­
ler çekmiş; Hasan'ı öven, Hasan'ın ken­
dinde bıraktığı etkiyi anlatan bir ağıt tut­
turmuştu ince ince, yanık yanık...
Anasının bu hali, bu davranışı Özgür'ün yüreğindeki közü yangına çevir­
mişti. Günler, geceler boyu dinmemişti
yangın. Kavgadan geri durması için on­
ca dolap çeviren, etmediğini bırakmayan
anası, hem de üç günlüğüne tanıdığı bir
insanın ardından dakikalarca ağlamış, ağıtlar yakmıştı.
"Anam üç günlüğüne tanıdığı bir in­
san için onca gözyaşı dökerken ben, yıl­
larca birlikte olduğum, herşeyi paylaştı­
ğım canım yoldaşım için anam kadar ve­
falı olamayacak, O'nun kavgasını, öz­
lemlerini sürdüremeyecek, O'nun dökü­
len kanının hesabını soramayacak mı­
yım?" diye kendi kendine sordu bir gün
Özgür. Haftalardır yaşadığı alt üst oluş­
lar anasının ağlamasıyla daha da derin­
leşmişti ama şimdi daha bir berraktı dü­
şünceleri. Vefa, özveri, yoldaşlık sıra sı­
ra akü beynine.
Yine uykusuz kaldığı bir gecenin sa-
bahında gün henüz ışırken, dışarıya, bah­
çeye çıkmış; Hasan'ın dibini çapaladığı
limon ve portakal ağaçlarının arasında
dolaşmıştı. O ağaçlar, meyveye durmuş­
tu şimdi. Birlikte diktikleri domates fi­
danlarının arkları hala Hasan'ın çapa ve
tırmık darbelerini koruyormuş gibi gel­
mişti Özgür'e. Gerillaya olan özlemle­
rinden bahsettikleri o dağlardaki çam ağaçlarının dallarından çıkan hışırtılar
sanki, o gün verdikleri sözleri anımsatı­
yordu Özgür'e.
Bu ağırlığa, kuşatmaya daha fazla
dayanamamıştı. "Karmaşık düşünmeye,
kendimi haklı çıkarmaya çalışmama hiç
gerek yok. Anam bana vefa duygusunu
hatırlattı. Mücadele etmek için çok sebep
var, ama vefalı olmak bile yeterliymiş"
diye bitirmişti hesaplaşmalarını.
Toprak Çatlatan ayaz, güneşi sırt üs­
tü devirmeye çalışırken, rüzgarın soğuk­
tan kurumuş yüzleri yalayıp geçtiği bir
seher vakti, tavuk kümeslerinin önünde
bir avuç yem dururken konuşta anacığıyla. Herbiri bir inci tanesi kadar değer­
li yaşların nasıl ciğerini delip geçtiğini
anlattı anacığına. "Ah!" dedi Gülfidan,
yüreğinin içinden kopan bir sesle, "bil­
seydim bu yaşların yolunu düzleyeceğini, döker miydim hiç? Mil çekerdim de
gözpınarlarıma, dökmezdim" dedi içli
içli. •
"Anacığım, bîr tek davranışınla ba­
na çok şey anlattın. İçinde bulunduğum
kararsızlığa, çaresliğe son verdin. Ben
bugün birlikte çok şeyi yaşadığım, pay­
laştığım yoldaşıma ihanet edersem, vefa­
sız davranırsam yarın sana da ihanet eder, vefasız davranır, kötü bir evlat olu­
rum. Ne sana ne de kendime bir hayrım
dokunmaz" diye uzun uzun anlattı anası­
na.
Her şeye bir kılıf bulan, oğlunu yo­
lundan caydırmak için her şeyi yapan
Gülfidan'ın, oğlunun bu sözlerine diye­
cek bir şeyi kalmamıştı. Çünkü haklıydı
Özgür. O'nu yeniden kaybedeceğine üzülmüş ama bir parça da gurur duymuş­
tu oğluyla. "Yolun açıkolsun" demekten
öte bir söz bulamadı oğluna.
İşte şu an Badıl'ın ezgisini dinlerken,
doğanın o berrak, büyüleyici sesinin Öz­
gür'e, içindeki dinginliğin ve huzurun
bir yansıması gibi gelmesinin nedeni, he­
saplaşmalarının bitmesinden başka bir
şey değildi.
Gözleriyle karşıki dağın yamaçlarım
-binlerce yıl önce tanrılar diyarı olan
Beydağları'nı- tararken aklına Hasan'la
olan sohbetleri geldi. Bu dağların öyküsünü anlatmıştı Özgür. "Bak Hasan,
zevklerine çok düşkün olan bu tanrılar,
Toroslar'ı yaratırken hiçbir masraftan
kaçınmamışlar. Apollon, güneşin en sa­
rısını ve en sıcağını bu topraklar için ayırmış. İşte bundan dolayıdır ki; yöremiz
insanları sıcakkanlı, tez canlı olmuşlar.
Tanrıça Demeter türlü meyve, sebze ve
bitkilerin tohumlarını bir gece yarısı bu
topraklara serpiştirniş ve bir de el ver­
miş ki, koca koca ağaçlar bitivermiş
dağlarda, köylüler topraklarından yılda
üç, dört kez ürün kaldırır olmuşlar. İşte
gördüğün bu harabe, eskiden bu tanrıla­
rın sitelerinden biriymiş." Bu sitedeki
içtikleri sigaranın tadı bir başka gelmişti
Hasan'a. Doğanın bu eşsiz güzelliğine
hayran kalmış; bîr de bu güzellikten, be­
reketten yöre köylülerinin alın terleri kadar yararlanamadıklarım öğrenince üzül­
müş ve "Hareket izin verirse dökülen alınterinin hesabım sormak için bu dağla­
ra çıkalım olur mu?" demişti. Dağlara olan sözlerini, işte o gün vermişlerdi; Son­
ra Özgür anlatmaya devam etmişti bu
dağların, Toroslar'ın öyküsünü.
"Ellerinde baltaları, kadın-erkek,
çoluk-çocuk hep birlikte ayağa kalkıp
Şahkulu önderliğinde ayaklanan Tahta­
cılar'ın, Türkmenler'in ve tımarlı sipahi­
lerin isyan ettiği topraklar burasıdır.
Bedrettin müritlerinden Abdal Musa ve
Kaygusuz'un, Hakikat kelamım yaydık­
ları diyar, işte bu Toroslar'dır." Hay­
ranlığı ve özlemi bir kat daha artan Ha­
san; "Tanrılar ve dervişler diyarında yaşıyormuşsun da haberimiz yokmuş. De­
sene bu köyün insanları, o isyana der­
vişlerin soyundan geliyor? Onlara ilkin
bu tarihlerini anlatarak çalışmaya baş­
layabiliriz" demiş ve heyecanla Toroslar'a bakmıştı.
Gözlerini dağlardan aşağılara, evin
bahçesine doğru indirdi. Meyve yüklü
dallara, sebze arklarına takıldı bakışları.
"O isyancı dervişlerin tarihine, senin öz­
lemlerine sadık kalacağım Hasan. Sözü­
müzden geri durmayacağım" diye geçir­
di içinden.
Meyve yüklü ağaçlardan ve arklar­
dan kafasını tam kaldırmıştı ki, anasının
omuzuna dokunan ellerini hissederek
kafasını çevirdi. Anası biraz hüzünle, bi­
raz da gururla baktı oğluna.
Hüzünlüydü, çünkü ayrılık vakti gel­
mişti. Bir daha ana şefkatiyle oğlunu sa­
rıp saramayacağım bilmediği bir ayrılık- »
tı bu. Anasının elindeki çantayı aldı Öz­
gür ve yere bıraktı. Henüz babası ve kar­
deşi uyanmamıştı. Kollarım anasının
boynuna doladı. Anası da onu belinden
sardı. Sımsıkı kucaklaştılar, hiç bırakmamacasına. Yanaldan ıslanan Özgür, ana­
sının öpücüklerine bırakmıştı kendisini.
Anasının yufka kokan, katmer kokan
gömleğinin kokusunu içine çekti uzun uzun. Kınalı saçlarından avuçladı. Başım
omuzlarına gömdü anasının. Uzun bir
süre böyle kaldılar. Gülfidan'ın gözyaş­
ları bu kez Özgür için akıyor, "ahh Öz­
gür, ahh Özgür" diye mırıldanıyordu.
Ayrılığın daha da zorlaşmaması için ba­
şım anasının omuzlarından kaldırdı Öz­
gür. Kınalı saçlarını bıraktı. Kollarım is­
teksizce çözdü. Kısa bir an göz göze gel­
diler. Sonra yere eğildi ve çantasını aldı,
"Hoşçakal ana" dedi. Ve arkasını dönüp
yürümeye başladı.
-Çantana yufka, peynir kattım, kat­
mer de yaptım senin için, sen seversin di­
ye... Ağlamaklıydı anasının sesi.
"Ana buraya arkadaşlarım gelirse,
onlara da yufka vermeyi unutmayasın."
diye cevapladı anasını. Ve gözlerini, anasının dolu dolu olmuş gözlerinden kaçırıp, hiç ardına bakmadan yürümeye de­
vam etti. Uzun bir süre ardından bakakaldı anası.
Özgür, Döndü ebelerin bahçesine
gelmişti ki, anasının sesini duydu bir kez
daha.
-Özgür, bir daha ne zaman gelirsin
oğul?
Özgür yürümeye devam etti. "Bu
dağların bir yakasında Tevfik yatıyor,
bir yanında Tarık abiler,Besat..." diye içinden cevap verdi anasına. "... Bu dağ­
lar, Toros Dağları'dır; bu Toroslar'ın
yoluna düşenler ayağa kalktığında, Badıl Çayı'na koşa koşa, bata çıka vardık­
larında, oğlun Özgür, özgür bir vatan olup dönecek sana" demek geldi içinden.
Dilinin dediği ise, kocaman seslerden
dökülen üç kelimeydi:
"BİR GÜN MUTLAKA!" •
17
İNCELEME
kayhan demir
T
arih kitapları hep
onları yazdı; kralla­
rı, padişahları, derebeylerini ve onların
yandaşlarını, yani
bir avuç olanları...
Kitaplar hep ege­
menlerin, zalimle­
rin "zaferleri" ve "kahramanlıkları"
ile doludur. Halkın kahramanlarını,
yazmaz bu kitaplar. Bu tarihi yazan­
lar, tarafsız değildir; onlar, bir avuç
olandan yanadır.
Oysa sıkıntıların, haksızlıkların,
ezilmişliğin, horlanmışlığın doğal
bir sonucu olarak "başkaldıran"ların
ve bu yüzden kelle koltukta savaşır­
ken "başveren"lerin tarihi, dolu do­
ludur. Yaşamı içinde biçimlenmiş,
resmi tarihin aksine dilden dile; şiir­
le, türküyle, destanla bugüne ulaş­
mıştır bu tarih. Kitaplar, zalimlerin
şatafatlı yaşamlarını yazarak onları
övedursun; "asiler", yoksul milyon­
ların umudu olarak yaşamım sürdü­
rür.
Anadolu, bir ayaklanmalar tari­
hidir. "Haksızlığa karşı hak aramak,
zulme karşı başkaldırmak" ekmek
kadar, su kadar doğaldır Anado­
lu'da. 13. yüzyılda Amasya yöresin­
de Baba İshak; 15. yüzyılda Aydın
18
yöresinde Şeyh Bedrettin, Börklüce
Mustafa, Torlak Kemal; Teke yöre­
sinde Karabıyıkoğlu; 16 yüzyıl ve
sonrasında Şahkulu, Köroğlu, Nurali
Halife, Sülün Koca, Baba Zünnun,
Domuzoğlan; Tokat yöresinde Bozoklu Celal; Kırşehir yöresinde Ka­
lender Çelebi; Sivas yöresinde Pir
Sultan Abdal; Kalenderoğlu Meh­
met, Kara Sait, Dağlardelisi, Tanrıbilmez, Baldırıkısa, Kafir Murat, Ağaçtan Piri, Yağmur, Şahverdi, Kekeç Mehmet, Dadaloğlu, Katırcıoğlu, Canbulatoğlu, Hekimoğlu, Sepetçioğlu, Kozanoğlu, Elbeylioğlu, İslamoğlu, Kamaroğlu, Bozbeyoğlu,
Tahiroğlu, Sandıkçıoğlu, İnce Memed, Çakıcı Efe, Yörük Ali Efe ve
onların önderlik ettiği ayaklanma­
lar, Anadolu'nun gerçek tarihidir.
Neden binlerle, onbinlerle baş­
kaldırmışlar, neden ölümüne bir is­
yanı örgütlemişlerdir? Çoğu eşini,
çocuğunu, ailesini bırakıp çıkmıştır
dağa. Hepsinin ortak bir özelliği var­
dır; yoksuldurlar. Adaletsizliğin içinden çıkıp gelmişler, haksızlığa
uğramışlardır. Bunun için ayaklan­
mışlar, baş alıp başvermişlerdir.
İktidarlarının sarsıldığım gören
egemenler, bu ayaklanmalardan öle­
siye korkmuş ve bu ayaklanmaları
vahşice bastırma yoluna gitmişler­
dir. Kuyucu Murat'lar, Çelebi Mehmet'ler, işte bu tarihin yazıcılarıdır.
Ayaklanmacılar ise kimi zaman "ça­
pulcu, bir avuç serseri"dir, kimi za­
man "terörist"... Devletin asîsi, ça­
pulcusu halkın kahramanıdır.
Ünlü tarihçi Hobsbown "Yasala­
ra ters düşüp, saldırıp zor kullana­
rak soygun yapan bir çeteye dahil
herhangi bir kimse..." diyor eşkıya­
yı tanımlarken. Halkbilimciler de eş­
kıyalık için "kırsal kesimdeki sınıf
kavgasının en keskin biçimlerinden
biri ya da bir toplumsal protesto olayı, bir patlama" diyorlar.
Anadolu'da eşkıyalar, çoğunluk­
la zenginlere ve yabancı işgalcilere
karşı ortaya çıkmıştır. Faaliyetleri de
çoğunlukla kendi bölgeleriyle sınırlı
kalmıştır.
Eşkıyalığın da adına leke süren
bir zihniyet, yaygın olmasa da oluş­
muştur. Irz düşmanlığı yapan, halkın
malına göz koyan, ağalarla beylerle*
işbirliği içinde olan ve böyle bir suç­
tan dolayı devlet tarafından arandığı
için dağlara çıkanlara da eşkıya den­
mektedir. Fakat, bizim yazımızda asıl öne çıkarmak istediğimiz eşkıya­
lar, "erdemli eşkıyalar"dır.
Erdemli eşkıyanın niteliklerim
şöyle sıralayabiliriz: Eşkıya suç işle­
yerek değil, adaletsizlik sonucu ya­
salara karşı gelir. Adaletsizliklere
karşıdır, zenginden alıp fakire verir,
kendini koruma ve öç alma dışında
adam öldürmez. Bu yüzden de halk
tarafından sevilir, sayılır; yardım gö­
rür, desteklenir. Halk, onları "ele
geçmez, kurşun işlemez" olarak bi­
lir.
Araştırmacı-Yazar Pertev Naili
Boratav "Halk, gerçekten kahra­
manlarını seçer; elbette bir tavuk
hırsızı, hiçbir zaman Köroğlu ya da
bir Çakırcalı gibi kahraman ilan edilmemiştir." diyor.
Eşkıyalar hakkında sağlıklı de­
ğerlendirmelere ulaşabilmek için
halkın görüşlerine yer vermek duru­
mundayız. Bunun için de en bilinir
kaynak; eşkıya türküleri ve destanla­
rıdır. Eşkıya türküleri, Anadolu'nun
dört bir yanında söylenmiş, dilden
dile aktarılarak bugünlere gelmiştir.
Anadolu insanı tarih boyunca acısı-
nı sevgisini, yergisini, övgüsünü,
açlığını, yaşadığı zulmü kısacası ya­
şadığı her şeyi türküleriyle dile ge­
tirmiştir. Eşkıya türküleri de adeta
başkaldırı tarihinin canlı tanıklarıdır.
Halk, kahramanlarını türkülerinde
yaşatmıştır.
Peki bu eşkıya türküleri kimler
tarafından, nasıl yazılmıştır? Bunları
incelediğimizde önümüze şu başlık­
lar çıkar:
1. Türküler, ayaklanma önderle­
rinin kendilerince üretilir. Pir Sultan
Abdal, Dadaloğlu, türküleri gibi...
"Pir Sultan'ım, Huda yardım etmez mi?
Müminler bağında bülbül ötmez mi?
Bunca yattığımız gayrı yetmez mi?
Kalkalım bakalım Nic'olursa olsun"
"Dadaloğlu'm bir gün kavga kurulur
Öter tüfek, davlumbazlar vurulur
Nice koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir"
2. Türküler, ayak­
lanma liderlerinin
yandaştan tarafın­
dan üretilir.
"Kılıç üşürürdü
beyi, sultanı
Atını koşturdu
veziri, ham
Biz de helal ettik bu
kuşça canı
And verdik, yoluna
dökeriz kanı"
"İriş Dede Sultan,
kavgaya iriş
İmdi can günüdür
gazaya giriş"
Bu türküde de gö­
rüldüğü gibi halk,
Şeyh
Bedrettin
müridlerinden ya­
na gönül vermek­
te, sultana, beylere
karşı çıkmaktadır.
Çakırcalı'nın en önemli kurmayı Hacı Mustafa
3. Türküler, devlet
yanlısı şairler, ozanlar tarafından
üretilir.
"Haydaroğlu aklın yok mu başında
Niçin Al-Osman'a asi olursun
Her ne zulüm eyledinse dünyada
Ettiklerini bir bir bulursun"
Eşkiya türkülerinde başkaldırı
ve yiğitlik, hüzünle iç içedir. Türkü­
lerin temel özelliği "ağıt" ve "isyan"la yüklü olmalarıdır.
"Kıratın boynunda püsküllü koza
Kanlarım damladı çimene toza
Kurtulursam eğer sorarım size
Dayan İnce Memed dayan n'idelim
gardaş n'idelim oy
Tut elimden İnce Memed gidelim
dağlar gidelim oy"
Eşkıya türküleri, diğer türkü bi­
çimleri gibi sözlü halk edebiyatı ürünlerinden olduğu için biçimsel olarak onlara benzerler. Bu türküler
adlarına yakıldıkları kişi, kahraman,
efe ve zeybeklerin karakterlerine uy­
gundur ve genellikle bu kişilerin yi­
ğitliklerini göstermek için "Hey",
"Bre", "Aman Aman" gibi nidalar içerir. Eşkıyalık, Anadolu köylerinde
hayat bulduğu için, doğa, bu türküle­
rin baş öğesidir. Türkülerde genel­
likle ayaklanma önderinin bütün ki­
şilik özelliklerine yer verilir. Türkü­
lerin kendine özgü ağır ama kıvrak
oyunları da yaratılmıştır.
Eşkıyaları ve yaşadıkları dönem­
leri öğrenmenin, tanımanın bir yolu
da onların türkülerini incelemekten
geçiyor. Dergimizin bu sayısından
başlayarak eşkıya türkülerini öykü­
leri ve notalanyla birlikte sayfalarımıza taşıyoruz. Bu aynı zamanda
küçük kesitler halinde de olsa Ana­
dolu halklarının zulme karşı direni­
şinin anlatımıdır. •
Kaynakça:
Eşkıyalık ve Eşkıyalık Türküleri
Mehmet Bayrak
Ege'de Eşkıyalar
Sabri Yetkin
Türk Halk Eylemleri ve Devrimler
Çetin Yetkin
Öyküleriyle Halk Türküleri
Hamdi Tanses
19
hekimoğlu
Fatsa-Ordu
Hekimoğlu derler b e n i m aslıma
Aynalı m a r t i n yaptırdım da n a r i n i m
kendi neslime
Konaklar yaptırdım d ö ş e t e m e d i m
Ünye Fatsa bir oldu da narinim
baş e d e m e d i m
Konaklar yaptırdım m e r m e r direkli
Hekimoğlu dediğin de n a r i n i m
aslan yürekli
Ünye Fatsa arası o r d u da k u r u l d u
Hekimoğlu dediğin n a r i n i m
orda vuruldu.
O
rdu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Babası, henüz
Hekimoğlu küçük yaştayken ölmüştür. Hekimoğlu, çevresinde dürüstlüğü ve yiğitliğiyle
tanınır. Hekimoğlu, yörede egemenlik kurmuş olan Gürcü Beyi Sefer Ağa'nın sözlüsünü
sevmiştir. Bazı kaynaklara göre Hekimoğlu'nun sevdiği kızın, Gürcü Beyi'nin kızı olduğu iddia
edilir. Kız da Hekimnoğlu'nu sevmektedir. Bey ilişkiyi duyar duymaz Hekimoğlu'na, kendisiyle teke
tek dövüşmeyi önerir. Hekimoğlu "Aynalı Martin"ini* alır ve çarpışma yerine gider. Bey, sözünde
durmamış adamlarıyla pusu kurmuştur. Çatışma başlar. Hekimoğlu, beyin en önemli
adamlarından birini öldürerek kuşatmayı yarar ve çıkar. Köyüne gidip yanına iki akrabasını
alarak dağa çıkar. Olay, yörede büyük yankı uyandırır. Köylüler, Hekimoğlu'na kucak açar.
Hekimoğlu, yoksul köylülerle dostluk kurar; zenginlerden aldığını köylüye dağıtır. Hekimoğlu'nun
çevresine pek çok köylü katılır. Hekimoğlu, beyin korkulu rüyası olmuştur. Bey, jandarmayla
birlikte O'nu her yerde aramakta fakat halk koruduğu için bulamamaktadır. Hekimoğlu'nun
yanında bulunan yeğenleri bir gün köye inip, Hekimoğlu'na yakınlığı ile bilinen muhtarın evine
giderler. Muhtar, Hekimoğlu'na dost görünmesine rağmen beyle işbirliği içerisindedir. Bu yüzden
de Hekimoğlu'nun yeğenleri köye indiğinde jandarmaya haber vererek iki genci katlettirir. Olayı
duyan Hekimoğlu, adamlarıyla muhtarın evini basar. Fakat köyde pusu kurulmuştur.
Hekimoğlu'nun adamları katledilir. Kendisi de ağır yaralı olarak bölgeden çıkar. Fakat gücü
kesilir ve bir ağacın altında ölür.
Hekimoğlu ve adamlarının cesetleri Fatsa'ya götürülüp halka teşhir edilir.
İşte bu olaydan sonra yiğitliğiyle yöreye nam salan Hekimoğlu'nun türküsü dilden dile dolaşır.
* Aynalı Martin: Hekimoğlu, Özel olarak yaptırdığı mavzerinin üzerine ayna yaktırmıştır. Çatışmalarda
bu aynayla düşmanın gözünü kamaştırarak düşmanı etkisiz hale getirmektedir. •
20
ARŞİV
pertev naili boratav
halk dilinde
HİCİV VE MİZAH *
ALİ VEYA RUŞEN ALİ KÜÇÜK BİR ÇOCUKKEN, BABASI hizmet ettiği beye (yahut paşa veya padişaha) seçtiği iki tayı
beğendiremediği için gözleri çıkarılmak suretiyle cezalandırılır. Ali büyür, delikanlı olur: Babasının felaketine sebep olan taylara
da, körün tavsiyelerine göre bakılmıştır. Bunlardan bir tanesi, körün meşhur kır atı alacalar.
Kır At. eşi bulunmaz bir küheylan olunca, kör ona oğlunu bindirir ve intikamını almak için dağlar başına yollar. O tarihten
itibaren artık körün oğlu, Köroğlu olmuştur.
Köroğlu, Çamlıbel'de yerleşir. Kahramanlığıyla dünyaya şöhret salar. Bu şöhretiyle etrafına topladığı yine kendi gibi halktan
kahramanlarla Köroğlu, beylere, paşalara ve hükümdarlara meydan okuyan, onları titreten bir kuvvet halini alır. Beyin, paşanın,
padişahın zulmünden kaçanlar, O'na sığınır. Köroğlu, sade bir haydut olarak kalmaz. Zayıfların hamisi, adalet dağıtan bir hakim
olarak da hüküm sürer.
Çamlıbel saltanatı böylece devam eder gider: Tüfek icat edilinceye kadar... Köroğlu delikli demiri ilk görüp, bunun nasıl adam
öldürdüğünü anladığı gün:
"Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu...
Eğri kılıç kında paslanmalıdır"
diyerek ortadan sır olur.
Bu, dediğim gibi, destanımızın esas temidir. Araya yine rivayetlerin ekseriyetinde bulunan birçok ayrıntı giriyor...
Bu Köroğlu hikayesinin kaynağı, geçtiğimiz Nisan ayında yitirdiğimiz Pertev Naili Boratav'dır. Yaşamım, Anadolu halk
kültürünün incelenmesine adayan bir kişidir Pertev Naili Boratav.
Anadolu kültürüne ait bir bilgi edinmek isteyen ya da bu kültüre ilgi duyan herkesin kitaplığında bir Boratav kitabı bulmak
mümkündür. Hemen herkes bir şekilde duymuştur bu ismi ama ayrıntısını çok az kimse bilir. Araştırmalarının değerini pek az kimse
bilir.
Engin bir derya olan ve içinde bir çok ilerici öğe taşıyan Anadolu halk kültürü, bugüne dek hep yozlaştırarak aktarılmıştır.
Boratav, bu geleneğin dışında sayacağımız ender isimlerdendir.
Kimdir Pertev Naili Boratav... Dergimizin geçen sayısında Pertev Naili Boratav'ı, ölümü nedeniyle kısaca da olsa tanıtmıştık.
Halk bilimci, araştırmacı, yazar.:. Yaşadığı türlü zorluklara rağmen, yılmadan Anadolu halklarının yarattığı binlerce yıllık mirası
bazen yaya, bazen eşek sıranda Anadolu köylerini gezerek günışığına çıkartmak için elinden gelen tüm çabayı sarfeden bir insandır
Boratav. Yaşamı boyunca Anadolu halk ozanlarım, halk fıkralarım, genel olarak halk kültürünü günışığına çıkaran eserlere imza attı.
1940 yılında, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Halk Edebiyatı kürsüsünü kurdu. Kısa bir süre sonra, oluşturduğu bu
kürsü komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle kapatıldı. Üzerinde oluşturulan baskı nedeniyle, çalışmalarının
engellenmesinden dolayı yaşamım yurtdışında sürdürmek durumunda kaldı. Boratav, bu baskılar karşısında asıl olarak kaçış tavrım
seçen değil, sürgün edilen durumundadır. Yurtdışına çıkışı sırasında askerlerin yaptığı aramada üzerindeki Türkiye haritasına dahi el
konulmuştur.
"Boratav üzerinde neden böylesi bir baskı ağı kuruldu? Boratav, nasıl bir hareketin içindeydi?" diye düşünülebilir. Ülkemizin
artık emperyalizmin direk himayesine girdiği yıllarda atılan her ilerici adım, devletin terörüyle karşı karşıyaydı. Halkın benimsediği,
kendinden bir şeyler bulduğu veya halk yararına eserler üreten aydınlar da bu süreçte cenderenin ağırlığını üzerlerinde
hissetmişlerdir. Üniversitede kurduğu kürsünün adının başında "halk" olması, Boratav'ın "komünist" olması i ç i n yeterliydi.
Yıllarca vatanından sürgün edilmiş bir şekilde yaşayan ama yine de Anadolu'yu yazan Boratav, geçtiğimiz aylarda 91 yaşında
yaşamını noktaladı. Televizyon ekranlarında, inanken haberlerinin ardında anlık bir bölümle verilen cenazesi gösteriyordu ki;
21
Boratav'ı sadece bir kaç kişi uğurlamaya gelmişti. Böylesi bir ozanı binlerle uğurlamak, O'nun yapıtlarını, anlatmak istediğini
sahiplenmenin bir göstergesi olacaktı ama olmadı.
İşin devlet cephesine gelince... Yine aynı pervasızlıkla hareket ediyordu devlet Bu kez, yıllarca ezip zulmettiği bir insanı
sömürmekte pervasızdı devlet Geçtiğimiz günlerde, Boratav'ın adıyla açılan bir kütüphanede boy gösteren devlet yetkilileri, günah
çıkarmaya çalışıyorlardı. Boratav'ın ne kadar büyük bir araştırmacı olduğundan dem vuruyorlardı. Bugün, Anadolu halklarının
türkülerini yapanları hapseden, onlara zulmeden devlet 40 yıl önce bu zulmü yaşattığı bir insanı timsah gözyaşlarıyla sahiplenmekle
aklanacağım sanıyor.. Hayır! Ne o günkü, ne de bugünkü iktidarlar, işledikleri bu suçlardan ötürü aklanamazlar.
Peki, ülkemizin en komünist sokulan Boratav'ın ölümü üzerine ne söylemişlerdir? Hiçbir şey... Çünkü Boratav'ın yaşarken
söylediklerinden çok fazla bir şey anlamadıkları için, kimdir, nedir pek umru olmamıştır en komünist solumuzun.
Halka ve halkın kültürüne yabancılaşan sol, halkım tanımak için alıntı kültüründen sıyrılıp "bu halkın kültürü nedir?" diye
merak etseydi, eline alacağı ilk kitap Boratav'ın kitapları olacaktı ama sol, bu kitaplara bile yabanadır. Üstelik bu kültürü, bunları
araştıranları küçümser. Küçümsedikçe küçülür, farkında bile olmaz.
Ülkesinin insanlarının gelenekleri görenekleri, giyimi, kuşamı, kültürel gelişimi ve tarihi üzerine tek bir söz söylemeyen bir sol,
nasıl halk adına yola çıkar?
Peki sanat camiası ne yapıyor? Onlar ise sizlere ömür... Kendi tasalarına düşmüşler ki, ne yaptıklarını kimse bilmemektedir.
Kendilerine bile sahip çıkmamaktadırlar. Kendi dünyalarım kurmuşlar ve dünyada sadece kendileri olsun istiyorlar. Dışlarında kimse
olmasın. Bu küçücük dünyalarında kendi aralarında kavgalar etsinler, daha sonra barışsınlar, daha sonra tekrar küssünler. Ardından
bu bunalımlı ruh halini anlatan eserler üretsinler.
Elinden geldiğince, mütevazi bir çabayla halk kültürümüzü bize aktaran, bunu yazılı bir belge niteliğine büründüren Pertev Nali
Boratav, örnek aldığımız bir insandır. Kendisini sahipleniyoruz. Üretimlerimiz, onların bize aktardıkları üzerinde şekilleniyor..
Devrimci Halk Kültürü'nü, Anadolu'nun bağrından olumlu değerlerini süzerek ve yeni değerler ekleyerek şekillendiriyoruz.
G
azetelerin, mecmuaların bulun­
madığı çağlarda ve yerlerde halkın içtimai tenkit ve hiciv ihtiya­
cını karşılayan halk edebiyatı çeşitleri içinde "fıkralar" en başta gelir Şüphe yok
ki halk şairlerinin mizahi destanları, taş­
lamaları, belli hadiseler veya şahıslar için
yakılmış kötüleyici türküler de aynı ga­
yeyi gözeten nevilerdir; hatta, masalların
bile çoğunda bu hiciv ve tenkit gayesini
bulmak mümkün olur, ama bunlarda,
halk fıkralarındaki kestirmelik ve kesin­
lik yoktur; bu nevilerin içinde hiciv ve
tenkit, nevi tayin eden unsur değildir;
fıkralar ise, bu amaçlarıyla diğer nevi ve
çeşitlerden ayrılırlar.
Onun içindir ki, halk fıkraları, öteki
halk edebiyatı çeşitleri gibi, kendi başla­
rına bir sanat varlığı' olarak ortaya çık­
mazlar, hiçbir zaman, masal, türkü, des­
tan... gibi çeşitlerde olduğu gibi fıkra, sa­
dece fıkra dinlemek zevkim karşılamak
için dinlenmez; günün saatin meselesi
hakkındaki düşüncesini iyi anlatabilmek
isteyen kimse zaman ve zamana uygun
bir fıkra getirir: Adı belli veya adsız bir
kahramanın şahsında yahut da onun di­
liyle zamanı, zamanın insanları, olayları
hakkındaki düşünüşünü ortaya koyar.
Yine bunun içindir ki, halk geleneklerinden fıkra, çokluk kadın meclislerinin de­
22
ğil, erkek meclislerindeki sohbetlerin cilasıdır: Çünkü içtimai hiciv ve tenkit, ka­
dından çok erkeğin işidir.
Fıkra anlatmak büyük bir maharet ve
sanat ister, herkesin anlattığı fıkra aynı
zevki, aynı neşeyi vermez; fıkrayı yerli
yerinde anlatmak ve yoluyla anlatmak
sanatım bilenlerdir ki ona hakiki değeri­
ni verirler, onların dilinde fıkralar, asal
amaçlarındaki tesiri yapar. Bir vaka veya
şahıs için uygun fıkrayı seçmek, hem de
fıkranın mizah veya hiciv unsurunu be­
lirtecek bir eda ile anlatmak, hususiyetle,
hikayenin düğüm noktası diyebileceği­
miz yere kadar ağır ağır gelip, düğümü
maharetle ve süratle çözüvermek, bunu,
topluluğun üzerinde soğuk tesir bırak­
madan yapabilmek herkesin kan değil­
dir, her zümre halk içinde bu işin ustala­
rı vardır, meclislerde herkes bunların ağ­
zına bakar, bunlar "zemin ve zamanı" bi­
len, fıkrayı yerinde yerleştiren nüktedan,
zarif, hoşsohbet, sözü sohbeti dinlenir diye vasıflandırılan kimselerdir. Halkın hi­
civ ve mizah iradesini, çoğu asırlar bo­
yunca pek az değişikliğe uğramış muay­
yen kalıplar içinde, tazeliğini ve kuvveti­
ni kaybetmeden nesildin nesile bu söz
sanatkarları naklederler. Bunlar, kendile­
ri de birer fıkra kahramanlandır; Nasret­
tin Hoca'yı, İncili Çavuş'u, Bekri Musta­
fa'yı tarihte aramaya ne hacet.. Onları
her köyde, her kasabada bulabilirsiniz;
halk mizah ve hicivinin bu ölmez çehre­
leri, nikbin gülüşleriyle her yerde karşı­
mıza çıkar, bunların başlarından geçen
tuhaf vakalar yahut da başkalarının ba­
şından geçmiş diye anlattıkları, çokluk
yarattıkları neşeli fıkralar Hoca Nasret­
tin'in, İncili'nin, Bekri'nin fıkra külliyat­
larım nesilden nesile şişirecektir..
Fıkraların mekanizması, yapılışı bir
çok hallerde konulan ve güldüren, tesir
eden "nükte" motifleri, milletlerin müş­
terek malıdır. Bizim Nasrettin Hoca'nın
başından geçmiş diye anlattığımız ve
güldüğümüz vakayı Fransızlar Panurge'ün diye anlatırlar; Araplar Cuha'ya
mal ederler. Almanlar Eulenspiegel'e...
Bu fıkra kahramanları, adeta insanların,
ancak içtimai şartlarda tayin olunabilen
belli hiciv ve tenkit görüşlerin birtakım
vakalar halinde kendi şahsiyetleri etra­
fında toplanmışlar, bu vakalar, bir hika­
ye şeması içine girip milletten millete
kolaylıkla geçmiş; kim bilir belki de, bir
çok hallerde, milletlerin birbirinden ha­
beri olmadan, içinde yaşanan şartların
aynı olması neticesiyle, aynı zamanda
muhtelif milletlerde doğuvermiştir.
. Halk fıkralarım birçok çeşitlerde a-
yumak mümkün... Bunları bir defa, bazı
meşhur tiplerin adlarına bağlananlar, anonim olanlar diye ikiye ayırabiliriz. Her
milletin mizah ve hicvinin mümessili olarak yaşayan bir veya bir kaç kahraman
vardır, bunlar zümre sınırlarım aşıp, bü­
tün insanları eğlendirecek ve güldürecek
kadar "insani" vasıflar taşırlar, "bizim
Nasrettin Hoca'mız, halk filozoflarının
dünyaca en çok tanınmışı, eh çok sevil­
mişidir.
Adsız fıkraları, mesela "adamın bi­
ri," diye anlatılanları da bir kaç çeşide ayırmak mümkün olur. Bir kısmının mev­
zuları zümrelerdir: İskoçyalılar'ın hasis­
liğini, İngilizler'in soğukkanlılıklarım
yahut geç intikallerini, Lazlar'ın saflığım
vs. anlatan fıkralar gibi... Bunlar şüphe­
siz, kavmi rekabetlerin meydana getirdi­
ği hiciv ve mizah fıkralarıdır, bunların
daha mahdut zümreleri ele alan çeşitleri
imparatorluk merkezlerinde rağbetle olan diğer halk sanat mahbullerinde gör­
düğümüz vasıflarıyla karşımıza çıkan
Mesela, Karagöz ve ortaoyununda taklit
yoluyla alay edilen taşra halkının her biri hakkında İstanbul'da mizahi fıkralar
anlatılırdı; keza, şehirlerin kasabaların,
hatta köylerin birbiri hakkında anlattıkları fıkralar da "coğrafi zümreleri mevzu edinmiş" fıkralar arasında yer alır, Anka­
ralı, Çankırılı'yı kötüleyen bir fıkra anla­
tır: bakarsınız ki aynı fıkrayı Çankırılı,
Ankaralı hakkında anlatmaktadır.
Bir kısım adsız fıkralar da, tarikat,
meslek veya sanat erbabını mevzu edin­
miştir. Halk asırlar boyunca, birtakım iç­
timai vazifelerin mümessilleri hakkında
tecrübeleri sonunda, iyi veya kötü, müs­
pet veya menfi kanaatlar edinmiştir' ki
bunların ifadesini, her milletin halk ede­
biyatındaki fıkralarda buluruz. Türk fık­
ralarında hocalar; obur, doymak bilmez,
menfaatinden başka bir şey düşünmez,
küstah ve kabadır, fıkralar bize onları
böyle gösterir. Bir misal: "İki hoca bir
köyde düğün ziyafetine davetli imişler; o
kadar yemişler ki kamıldayamaz hale
gelmişler; köylü bunları bir arabaya
yüklemiş yola koymuş... Yolda hocanın
bir tanesi uzakta görülen ve ziyafet ışığı
olduğunu tahmin ettiği bir ışığı arabacı­
ya göstermiş demiş ki: 'Oğlum, çek şu
köye, orada da bir ziyafet var galiba!' Arabacı: 'Hoca' demiş, 'insqf et yerinden
kamıldayamaz haldesin; doymadın mı?' takdim etmiş. Abdülkadir dik dik Derviş
Hoca yanında, fazla yemekten çatlamış, Mehmed'in gözlerine bakmış, demiş M;
cansız yatan arkadaşını arabacıya gös­ 'Derviş Mehmet, doğru söyle, Hacı Bay­
tererek: 'Doymak diye bununkine der­ ram kardeşimden bana bir tane seccade
mi getirdin?' Derviş Mehmed: 'Evet
ler!' demiş? Bir insanın ölümünü bu ka­
şeyhim!' demiş. O zaman Abdülkadir, odar insafsızca -fakat başarılı- alay mev­
turduğu yerin yanıbaşındaki pencereyi
zuu yapan bu fıkra, üzerinde biraz düşü­
açmış, seslenmiş: 'Ey kardeşim Hacı
nürsek ne kadar vahşi bir ifade gizliyor;
Bayram! Bana gönderdiğin seccade kaç
fakat bıraktığı tesire bakalım: Bu hiç de
tane idi, bir miydi, üç müydü?' Derviş
öyle, tiksindirici ve ürpertici değil, bunda
Mehmed pencerede şeyhi Hacı Bay­
kötülükten ziyade gülümseyen, iyi niyet­
ram'ın başını görmüş; Hacı Bayram,
li bir tenkit ve mizah çeşnisi tadıyoruz.
Abdülkadir hazretlerinin sualine cevap
Hristiyan memleketler halkı da, papazla­
vermiş: 'Abdülkadir kardeşim, Derviş
rını böyle alaya almışlardır.
Mehmed yalan söyler, ben sana üç sec­
Halkın, keramet sahibi şeyhler karşı­
cade yolladım!' Bunun üzerine Derviş
sındaki hicivci tavrına kuvvetli bir ifade
Mehmed dayanamamış, pencereye doğ­
veren fıkralar da -hocalar hakkındakiler
ru yaklaşmış ve her iki şeyhe birden: 'Be
kadar bol olmasa bile- rastlarız. Nasrettin
herifler' demiş, 'Madem birbirinize bu
Hocanın meşhur ve eski bir fıkrası bun­
kadar yakın oturursunuz, bu zavallı Der­
ların en güzellerinden biridir. "Hoca, ge­
ce alem-i manada arş-ı alanın muhtelif viş Mehmet' e ne diye üç aylık yol yürü­
tabakalarında yaptığı seyranları anlatan türsünüz!' "
Şeyyad Hamza'yı sorar: 'Derviş, yedin­
Umumi olarak halk fıkralarına onla­
ci katta yüzüne yelpaze gibi yumuşak bir
şey dokundu mu?' Şeyyad Hamza, kera­ rın mevzuları ve alaya aldıkları, hiciv ve
mette hocadan geri kalmadığını göster­ tenkit ettikleri zihniyetler, şahıslar ve omek için, 'evet' cevabım verir. Hoca da laylara dair çok şeyler söylenebilir. Ya­
zık ki bunların birçoğu, hatta en kuvvet­
o zaman der ki: 'İşte o benim eşeğimin
lileri, yazılması ayıp sayılan çeşittendir,
kuyruğuydu!' " Halkın, hatta en büyük
bunların -fonetik alfabelerle yapılmış ba­
ve en çok hürmet gösterdiği, evliya mer­
zı dar ilim ve ihtisas neşriyatı müsteshatebesine götürdüğü büyük şeyhlerine bi­
neşrini cemiyetin adet ve teamülleri ade­
le, zaman zaman, pek Nasrettin Hoca ka­
ta yasak etmiştir; bunlar sadece kulaktan
dar keskin ve iğneli bir dille olmasa bile,
kulağa, birbiriyle pek samimi kimseler aakü selimin oldukça haşin bir tenkidiyle
rasında anlatılıp meraklılarının defterle­
dokunmaktan geri durmadığım göster­
rine yazılmakla kalacaktır. Bununla be­
mek için bu çeşitten başka bir misal da­
raber halk fıkralarının okunabilecek ka­
ha vereyim: Fıkra, halk edebiyatı çeşitle­
dar "edepli" olanları da boldur. Şimdiye
rinde her zaman gördüğümüz bir anak­
kadar fıkra külliyatları, memleketimizde
ronizmle Abdülkadir Geylani ve Hacı
dikkatsiz, itinasiz ve zevksiz baskılar ha­
Bayram'ı aynı yıllarda yaşatıyor "Hacı
linde basılagelmiştir; hiç bir iyi sanatkar,
Bayram, müritlerinden Derviş Mehbunları ele alıp işlememiştir. Mevzuları
med'e üç tüne halı seccade vermiş. 'Al
bunları, Bağdat ta Abdülkadir kardeşi­ ve nükteleri bakımından eşsiz Türk fık­
me ilet!' demiş. Derviş Mehmet fakir, ne raları yazık ki günden güne bozulan halk
kitapları halinde yaşamaya çalışıyorlar.
yapsın, yayan yapıldak yola koyulmuş
Halk fıkraları, halkın psikolojisinden,
kona göçe, bir ayda Adana'ya varmış;
'Bağdat'taki adam ne bilecek seccadele­ zihniyetinden, insanların birbirlerini na­
rin üç tane olduğunu; şunlardan birini sıl gördüklerinden bize çok şeyler öğre­
satayım da burada biraz dinleneyim, bir tecek mahiyette şeylerdir. Onları topla­
kaç gün yiyip keyfime bakayım!' demiş. mak, güzel kitaplar halinde bastırmalı, okumalı ve okutmalıyız. •
Ve düşündüğünü yapmış. Bir ay daha
yol gitmiş. Halep'e varmış, orada da ay­
nı düşünce ile ikinci seccadeyi okutmuş.
Bağdat'a tek seccade ile varmış; şeyhi­
* Yurt ve Dünya Dergisi, Sayı 25, Ocak 1943
nin hediyesini Abdülkadir hazretlerine
23
selçuk demirci
İleri; şimdi son kavga için
İleri; yürekle bilinçle
Tutuyoruz sözümüzü
Haydi yoldaş! Elele, zafere
Bayraklarımızı dalgalandırarak yürüyoruz, hasretimiz olan özgürlüğün şarkı
söylediği yere; zafere. Bizimdir bu yol, hakettik onu. Ne ihanetler, ne sarp
yollardan yılarak geri düşenler, ne de düz ve rahat yollar arayıp şarkılarını
karanlıklarda söyleyenler... Hayır! Bu yol bizim. Biz layığız ona. Yürüdükçe
dikleşiyor ama bedenlerimizle düzleştiriyoruz. İşte bir engel daha: "Bizsiz 1 Mayıs"
Yalanın ve onursuzluğun girdabından çıkarıp bedenlerimizi, kulak veriyoruz o
içten, o gerçek çağrıya. Bizleri boş umutlarla besleyenlere ve mezara dek kendi
kaderimize terkedenlere karşı, yürüyoruz ışıltısında bayrağın. Yan yana, omuz
omuza, tepemizde kırmızı kırmızı parlayan bayrağımızla, ne erkek ne kadınız, ne
genç ne yaşlı; omuzbaşımızdaki devrimin yeni insanı. Ve yanıbaşımızdan uygun
adım geçen siyah bere, beyaz gömlek, kırmızı fular; alev kanatlı yoldaşlar;
İleri; şimdi son kavga için!
24
Bayrağımız gibi sıcak ve samimi, -ne kadar da güzel- yoldaş oluyoruz
birbirimize. Dirseklerimizi kavuştururken birbirine, güven duyabiliyorsak
yanımızdakine ve gülen bakışlarımız çakıştığında yıldızımızın sarı ışıltısını
görebiliyorsak gözbebeklerimizde; özgürüz artık, zafer o kadar yakındır bize.
Dünyanın en güzel en görkemli ailesine has bir coşkuyla;
İleri; yürekle,
bilinçle!
İçimizde bir öfke seli kabarıyor. Nefrete dönüşüyor güneşli bakışlarımız,
önümüzdeki karanlık engele karşı. Düğmelerine basılmayı bekliyor kara giysili
robotlar ve panzerler, halka zulüm kusmak için. Ve bir avuç egemen, milyonların
gözü önünde el sıkışıyor ihanetin savunucularıyla, 1 Mayıs ezilen halkın kavga •
günü olmasın diye. Direnci ve umudu silmek için insan yüreğinden, arkadan
vurmak için haklı kavgamızı,
ellerindeki kara hançeri
kaldırırlarken havaya; satılan
vatandır, aldatılan halk. Ama
tarih yazdı sayfalarına
ihaneti, bedelini de yazacak
zaferimizi anlatan coşkulu
satırlarının arasına.
Bizse yürüyoruz kanımıza
karışan hasretimizle birlikte,
kutlayacağımız kurtuluş
günlerine doğru. Yürüdükçe
kırıyoruz bileklerimizdeki
zinciri. Özgürlük tohumları
serpiyoruz geçtiğimiz alanlara.
Yürüyoruz aklibaslı
Bedreddinler gibi ve gür bir
ırmak gibi fışkırıyor
yüreğimizden Pir Sultan
türküleri. Kırmızı bir gül olup
açılıyor yüreğimiz. Aynı şeyi
duyuyor, aynı şeyi düşünüyor,
aynı şeyi söylüyoruz;
Haydi yoldaş! Elele,
zafere!
Ey vatan, ey alınyazımız! Biz
25
sürdürebiliyorsak
zincirinden boşanmış
öfkemiz içinde savaşımızı,
hiç sönmeyecek demektir
tepemizdeki güneşin sarı
ve kırmızı çakan ışıltısı.
Acılarla dağlanan
yüreğimize gün
gelecek sevinç
oturacaktır. Zorbalık ve ihaneti
güç ve bilinçle çalarken yere, her
adımda daha yakın görüyoruz cennetimizi;
özgür vatanı. Ve arkamıza dönüp baktığımızda yaşlı
gözlerimizle, canımızdan çok sevdiğimiz şehitlerimiz var
mavzer olmuş bedenleriyle yol olan, yollar açan. Biliyor bizi bu acı,
bu öfke ve koskoca bir dünya bayraklaşıyor avuçlarımızın içinde. Biliyoruz,
bir kez girdik mi savaşa dayanmak gerek. Katlanacağız her acıya ama yakınıp
sızlanmayacağız hiçbir vakit, istediği kadar ağır olsun işkence.
Dört bir yanda ışısın diye hayat, bereketini halka saçsın diye kurutulmuş toprak
ve milyonlarca acılı yüz kavganın alev kanatlı yoldaşları gibi aydınlansın diye;
İleri; şimdi son kavga için
İleri; yürekle bilinçle
Tutuyoruz
sözümüzü
Haydi yoldaş! Elele, zafere.
26
ARAŞTIRMA
yiğit tuncay
KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ
YA DA
HUEİ-LAN-Kİ
Emperyalizmle özdeşleşmeye giden tüm düşünsel faaliyetlere karşı ve
hocam Oben Güney'in anısına...
T
avır Dergisi'nin Aralık '97 tarihli sayısındaki
"Çanlar Kimin İçin Çalı­
yor?" adlı yazımızda, üs­
tünde önemle durulması
gereken bir konuya kısa­
ca şöyle değinmiştik:
"(...) Tarihçilerin çoğu,
tiyatro sanatının kökleri olan bu
dansların kökenim, Eski Yunan'a da­
yandırmaktadır. Oysa ki, gölgede ka­
lan araştırmacıların ortaya koyduğu
gibi, tiyatro sanatının kökleri Orta
Asya ve Uzak Doğu'ya dayanmakta­
dır. Yine bazı araştırmacıların söyle­
diği gibi, Çağdaş Batı Tiyatrosu'nu
tanıyabilmenin ön koşulu; Orta Asya
ile Uzak Doğu tiyatrolarını tanımak
gerektiğidir. Çünkü, bütün Avrupa ti­
yatrosuna kaynaklık eden Yunan dra­
mı da buradan gelişmiştir. Bu uyarıyı
dikkate alan batılı tiyatro adamları­
na, Bertolt Brecht ve Antonine Artaud
gibi isimleri örnek gösterebiliriz."
Yaptığımız bu vurguya bir örnek
verecek olursak, şu anda sahnelen­
mekte olan ve B. Brecht'in yazdığı
"Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyunu
gösterebiliriz. Çünkü "Kafkas Tebe­
şir Dairesi" adlı oyun, eski bir Çin ef­
sanesinden yola çıkılarak yazılmıştır.
Kuşkusuz ki Brecht, Marksist olarak
ve Marksist dünya görüşüne dayalı
bir estetiğin geliştirilebilmesi nokta­
sında, Platon, Aristoteles ve tüm bun­
ların en birikmiş biçimi olan Hegel ile kavgasında başaşağı duran aklı ayakları üstüne oturtabilme çabasını
gösteren önemli düşünürlerden biri­
dir.
Bu anlamda tüm insanlık tarihini
tek başına Antik Yunan'a yaslamak
ve "yaratan ki o'dur" mantığıyla' ha­
reket ederek, Yunan toplumunu "gök­
yüzünden yeryüzüne" indirip, bir de
bu toplumu tüm halklardan tecrit edil­
miş bir biçimde ele almaya kalkış­
mak, Güneş-Dil Teorisi'nde olduğu
gibi kendini sadece oradan başlatma­
ya çalışmak, kafayla yürüyüp ayak­
larla düşünmek değil midir? Hem bi­
limsel açıdan, hem de yöntemsel açı­
dan başaşağı duran bu tutum, orada
kendiliğinden bir toplum icad etmiş
ve tüm tarihi de sadece bu toplum üs­
tünden tasarlayan ütopik tarihselciliği
üretmiştir.
"Marks'da ütopyacılığın zerresi
yoktur" derken Lenin, tam da bu nok­
taya işaret eden veriler vererek şöyle
devam ediyordu: "O, 'yeni' bir top­
lum tasarlamaz, 'yeni' bir toplum icad etmez. Hayır, o sadece, yeni top­
lumun eskisinin içinden doğuşunu,
eski toplumdan yeni topluma geçiş bi­
çimlerim, doğal bir süreç olarak in­
celer." (Lenin, "Devlet Ve İhtilal", s.
64, Bil. Ve Sos. Yay., 1969) Tarihseldiyalektik maddeciliğin ışığında bu
hataya düşmeyen Brecht, estetiğim
kurarken, yaptığı araştırmalarla gerek
Yazısız Tarihi (Prehistoire) olsun, ge­
rekse medeniyetten sonraki Tarih'i
(Histoire) ya da bu iki çağın arasına
sığdırılan Öntarih'i (Protohistoire)
görmezden gelmemiştir.
Bizim için de, Protosümerlerden
tutun da Batı Roma'nın yıkılışına,
Batı ortaçağının bitişinden günümüze
kadar gelen süreci, somutun zenginli­
ğinde soyutlama yaparak ele almak
zorunluluğu karşımızda durmaktadır.
"Yeryüzünden gökyüzüne" çıkabil­
mek açısından durmaksızın birbirinin
27
içine boşalan halkları ve bu halkların
birbiriyle sentezlenişini, temeli eme­
ğe dayanan, yani üretim biçimlerinin
bir sonucu olan kültürlerin iç içe ge­
çen sürekliliğini, yıkımlarla (Katastrophe) beslenen sıçramalarını göre­
bilmeliyiz. Böylesi bir çaba, Marksist
olarak, görünenin arkasını görebilme
tutkusundaki insanın ve tarihsizleştirilmeye çalışılan halkların önünü aça­
caktır.
Brecht, tiyatro yöntemim oluştu­
rurken üç ana damardan etkilenmiştir.
Bunlar; Gerçekçilik, Dışavurumculuk
akımları ve Çin Tiyatrosu'dur. Ger­
çekçilik, tiyatrosunda Brecht'e öz-biçim temelinde etkin olmuş; Dışavu­
rumculuk, biçim ve söyleyiş yönün­
den etkilemiş; Çin Tiyatrosu ise kav­
ram ve teknik yönünden fikir vermiş­
tir. Özellikle Çin Tiyatrosu'ndaki ya­
bancılaşma teknikleri, Brecht'i fazla­
sıyla etkilemiştir.
Marks, yabancılaşma kuramım
ortaya atarken, kendi emeğine yaban­
cılaşan işçinin artık fabrikada kendini
olumlamadığım ve işçinin üretimle
bir özdeşleşmeye gitmediğini farketmiştir. Çünkü emekçi, kendi ürettiği
metayı vitrinlerde görür ama, onu ala­
bilecek maddi güce sahip değildir. Bu
durum işçi ile ürettiği meta arasında
bir mesafenin doğmasına neden ol­
muştur. Emekçide meydana gelen bu
yabancılaşma, bir bilinç durumudur.
Ancak, bilimsel temellerine oturma­
mış bir bilinç durumudur. Tamamı ile
toplumsal pratikten yola çıkılarak çö­
zümlenen ve artık bir başkasının özel
mülkiyetinde olan üretim araçlarınla
özdeşleşemeyen emekçinin yabancı­
laşmasını, işçi sınıfının bilimi olan
Bilimsel Sosyalizm 'in devrimci teori­
sine dönüştürmek gerekmektedir. Bu
da işçinin bilimsel temellere oturma­
mış bilinç durumuna da eleştirel ba­
kabilecek bir bilinç durumunun yaratılabilmesiyle mümkün olabilir. Gö­
rüldüğü gibi, yaşamın bu gerçeklerine
koyulan bilinçli bir yabancılaşma efekti, görünenin arkasını görebilme
yetkinliğini verir bize. Yalnız, burada
dikkat edilmesi gereken bir nokta var­
dır. O da, emekçinin bulunduğu du­
rumdan, bilimsel temellere' oturtul­
28
muş eleştirel bilince kadar giden bir
özdeşleşme söz konusudur. Aynen
Brecht'in de dediği gibi: "Ne var ki,
insan soyu için en yüce kararlar gök­
yüzünde değil, yeryüzündeki savaşım­
ların sonunda verilir, kafaların içinde
değil, 'dışarıda' belirlenir bu kararlar. Kimse savaşan sınıfların üstünde
yer alamaz, çünkü kimse insanların
üstüne çıkamaz. Savaşan sınıflara bö­
lünmüş olduğu süre, bütün toplumun
sözcülüğünü yapacak ortak bir nesne
yoktur. Bu yüzden, 'tarafsız olmak',
sanatta 'egemen taraftan olmak' an­
lamına gelir ancak." (B. Brecht, "Sa­
nat Üzerine Yazılar", s. 32, Cem
Yay., 1997)
Peki Brecht'in Bilimsel Sosya­
lizm ile donatacağı, Çin Tiyatrosu'ndan aldığı teknikler nelerdi? İs­
terseniz kısaca Çin Tiyatrosu'na şöy­
le bir göz atalım: Bilindiği gibi Çin atalarının M.Ö. 3000 yıllarında Gobi
çöllerinden buraya gelerek yerleştik­
leri sanılmaktadır. Dünyanın en eski
uygarlıklarından biri olan Çin'de ge­
lişim, Mezopotamya, Mısır, Hint uy­
garlıklarından daha sonraki yıllara
rastlamaktadır. Ancak, önemli bir özelliği vardır Çin'in, o da; 4 bin yıl
kesintisiz aynı uygarlığı ve kültürü
evrimleriyle sürdürebilmiş olmasıdır.
Çin'de kullanılan dilleri, çok genel
bir bölümlemeye götürecek olursak;
Tibet- Birman dilini kullananlar ve
Assam dilini kullananlar diye iki bö­
lüme ayırmak mümkündür.
Çin'in yönetimsel etkinliğine iliş­
kin verilere baktığımızda, karşımıza
çıkan Şang-Yin devletidir. M.Ö.
1750-1650 yılları... Gelişim ise, daha
sonraki dönemlerde görülmektedir.
Kimi tarihlerde M.Ö. 1300, kimile­
rinde 1500-1350 arası, bir başka iddi­
alara göre M.Ö. 1250 olarak da kabul
edenler vardır. Çin yeni "Çung Kuo"
sözcüğünün anlamı "Ortadaki Dev­
let"tir. Orta sözcüğü "yeryüzünün or­
tası" anlamındadır. Devletlerini, yer­
yüzünün ortasında kurduklarına inan­
mışlardır.
Çin'in tarihsel gelişiminde, "ger­
çek olaylar"dan yola çıkan birtakım
mitlere rastlanmaktadır. Çin Kralı Li,
mitlerde anlatılan dokuz büyük yöne­
ticinin sonuncusuydu. Cimri, kötülüksever, yalancı, ikiyüzlü, kısacası
değersiz bir insandı. Koyduğu ağır
vergiler yanında, kendi yönetimine
muhalefet edenleri cezalandıran yasa­
lar da çıkarmıştı. Bu nedenle sokak­
larda kimse O'nun hakkında konuşa­
mazdı. Çünkü, kralın parayla tutul­
muş fedaileri tarafından öldürülece­
ğinden korkardı halk. İçişleri Bakanı
Şato: "Bütün eleştirilerin kökünü ku­
ruttum." diye böbürlenir, Prens Şao:
"Çok yanlış yapıyorsun Kral" der.
"Halkın ağzım kapatmak, akarsula­
rın önünü kesmekten daha zordur.
Kaldı ki, suyun akışını kesersen, su
her yere taşar. Seller sarmaya başlar
her yanı. İnsanların dili de aynıdır."
Doğallıkla gülüp geçer Li: "Bu yok­
sullar, bilgisizler, görev yapmaktan,
buyruk dinlemekten başka bir şey bil­
meyen bu zavallılar, ne yapabilirler
ki bana..." diye düşünür. Ama halk
başkaldırır sonunda. Kovarlar kralı
başkentten...
Bu mitin, daha çok masalın Çin
Tarihi'nde önemli bir yeri vardır.
Zorbalık-Akıl ikilisinin, ülkenin bü­
tün bir oluşumu içinde nasıl köklü de­
ğişimlere uğradığım açıklar. Bu olayı,
Çin'in tarihsel süreci boyunca çeşitli
biçimlerde saptamak olanaklıdır. Derebeyi-Halk Bilgini arasındaki çatış­
malarda halkın yararına gelişebilmiş
bir toplumsal biçimlenme savaşı, as­
lında Çin tarihini oluşturmaktadır.
Eski Yunan Uygarlığı'nda olduğu
gibi; Doğu'da Çin, Batı'da Yunan ay­
nı politik içerikte, aynı "Hellad - ÇuHia" (Bütün Yunanlılar-Bütün Çin) ideasıyla, aynı kent devletleri kuruluş­
larıyla ve temeldeki felsefesel yaşam
sonuçlarıyla, büyük bir benzerlik gös­
termektedir. M.Ö. 480-220 tarihleri
arasına rastlayan Çin felsefesinin ge­
lişimi, hemen hemen Eski Yunan'la
eşitlik kurmaktadır. Aralarındaki ay­
rıcalıklar, tarihsel oluşumun toplum­
sal yapısında görülmektedir. Eski Yunan'ın "demokrasi" düşüncesi, hiçbir
biçimiyle Çin yönetiminde yer alma­
mıştır. Tekerklilikle yönetilen ülkede,
kralın üstünde biri vardı gene de. Bu­
na Çinliler "T-ien" ya da "Şang-ti"
diyorlardı. Gök ya da Enüst anlamına
geliyordu. Kral, ancak O'nun üvey
oğluydu. Gök, ya da Enüst Ata, yer­
yüzünü krala bir gök borcu, bir süre için adanan gök armağanı olarak ver­
mişti. Kraldan sonra Prens Ağa'lar alıyordu sırayı. Hakseverlik (çung),
prenslerin en görkemli kişilik yapısı
olarak kabul edilmişti. "Li" adı veri­
len ahlaksal değerler, halkın düşünce­
lerinden derlenmiş bir ceza yasalarıy­
la (Kün-tse) düzene tutulurdu.
İşte bu sonuçlardan ortaya çıkı­
yordu, Çin'deki en büyük felsefi dö­
nem ve politik, ahlaksal oluşumların
yöntemlerim saptayan "100 Okul".
adlı yarı dinsel öğretilere dönük felse­
fe kuruluşları. Aynı zamanda bu sü­
reçte Çin felsefesinde bir sürü düşü­
nür çıkıyor karşımıza. K'ung Ç'iu,
Usta Kung ya da K'ung Fu Tzu adla­
rıyla da anılan, M.Ö. 551 yıllarında aristokrat bir ailenin çocuğu olarak
doğmuş olan Konfıçyus bunlardan bi­
ridir. Konfiçyus'a göre: "... Doğa ve
gök, belli bir yolda (Tao) hareket et­
mekteydi. Aynı, düzenli-üstün bir top­
lumda yaşayan 'Altın Çağ'ındaki bir
insanın, kendisi için belirlenmiş bir
yerde ve yaşantıda, bütün geleneksel
ritüellere uyması örneğinde görülen
bir harekettir bu. (...) İnsanların ya­
şamı ise alınyazılarına bağlıdır. Do­
ğuştan zenginlik ve iyilik; yalnız gök' yüzünün armağanıdır..." Tümüyle bu
düşünceler politik bir görüşten uzak
ama, ahlaksaldır. En büyük ağırlığı
"eğitim"e veren bu görüşler, "... Bü­
tün insanlar kendi doğalarıyla birbi­
rine benzemektedir. Aralarındaki
farklılık, eğitimleri imasında ortaya
çıkmaktadır:.." yaklaşımıyla bütünleniyordu.
Yaşamı boyunca yetiştirdiği öğ­
rencileri, Konfiçyus'un düşünceleri­
nin günümüze kadar gelmesini sağla­
yan yazdı yapıdan oluşturmuşlardır.
Öğrencilerine göre Konfiçyus, Çüntzu, yani soylu ve yüksek kişilikli bir
insandı. Öğrencileri arasındaki en önemli kişi ise Meng-tsi'ydi (M.Ö.
372-278). Latinler O'na, "Mencius"
diyorlardı. Meng-tsi'ye göre: "İnsan­
lar doğuştan iyidirler ve dört özelliğe
sahiptirler; utanma duygusu, başka­
larını anlama duygusu (ortak duygu),
alçakgönüllülük, gerçeği yalandan ayırma duygusu..."
Çin felsefesine önemli bir sıçrama
sağlatan düşünür ise Mo-tsi'dir (öteki
adları Me-ti, Mo-tse ya da Mo-di;
M.Ö. 381-479 tarihleri arasında yaşa­
mıştır). Özellikle Brecht'i etkileyen
bu düşünür, tümüyle Konfiçyus oku­
luna karşı çıkışıyla bilinir. Mo-tsi, öğretisiyle mutlak insan sevgisinin ve
toplumlar arasında koşulsuz barışın
önderliğini yapmış bir düşünürdür.
"Toplumun mutluluğunu sağlamak ve
kötülükle savaşmak", Mo-tsi'nin önemle üstünde durduğu görüş açısı­
dır. Yine Mo-tsi'ye göre, her kuram
ve uygulamadaki her önlem açısından
ölçüt, bunların toplumun gelişmesini
engelleyip engellemediğidir. Top­
lumsal gelişmeyi engelleyen en önemli neden ise savaştır; savaş, Motsi'ye göre, bolluğa son verir, ailele­
rin parçalanmasına yol açar ve nüfusu
azaltır. Mo-tsi'nin görüşleri bir çok
bakımdan materyalist görüşleri içer­
miştir. Çünkü, tümüyle uygulamaya
yönelik oluşu nedeniyle, dogmatik ol­
maktan uzaktır. Bu felsefede her şey,
doğrudan yaşamdan edinilen deneyi­
me dayanır, sonuçlara varma yönte­
mi, diyalektik yöntemdir ve günlük
deneyimlerden yüksek düzeydeki bil­
giye varılması, ancak diyalektiğin aracılığıyla düşünülebilir. Eleştirel bir
irdeleme için ise, insanların yaşam­
dan doğrudan edindikleri, başka de­
yişle görme ve duyma aracılığıyla ka­
zandıktan deneyimler, öngörünün te­
meli olmalıdır. Örneğin "kader" diye
bir şeyin var olup olmadığını anlamak
için, yazgının insanların yaşamların­
daki deneyimleri arasında bulunup
bulunmadığına bakmak gerekir. An­
cak, Mo-tsi'nin öğretisinde nesnele­
rin görece yapısından, sürekli değişi­
minden sık sık söz edilir. Brecht'in sağlığında basılmayan,
ölümünden sonra bulunan ve bir ara­
ya getirilen Mo-tsi metinleri, önce ya­
zarın O'nun öğretisiyle bir hesaplaş­
mayı içermektedir. Brecht, ahlak an­
layışım da bu düşünürün görüşleri üs­
tünden temellendirmiştir. Özellikle I.
ve n. emeryalist paylaşım savaşların­
da da, Brecht'in tutumu mutlak barışı
arayan ve bu mutlak barışında emek­
çi halkların iktidarında görmesiyle
bütünleşmiştir.
"Duvara tebeşirle yazılan
'Savaş istiyoruz!'
En önce vuruldu
bunu yazan."
Çin'de edebiyatın gelişimi de bu
felsefi etkinliklerin ışığında olmuştur.
Önceleri Çin Tiyatrosu'nun edebiyat­
tan, yani sözlü anlatıma dayanmayan
bir yapıda olduğunu görüyoruz. Eski
Yunan tragedyalarından çok daha es­
ki olan Çin dramı, M.Ö. 2000 yıllarına kadar dayanmaktadır. Önceleri sa­
raylarda var olan geleneksel dansçıların ve ezgicilerin hatta palyaçoların,
gösteriler sırasında konulu kısa oyun­
lar, oynadıklarım biliyoruz. M.Ö. I ve
II. yüzyıllara dayanan bu eğlenceler,
kuşkusuz ki dinsel eğlencelerin ardın­
dan gelen bir süreçtir ama, her zaman
konu ve yapı olarak halka bağlı kala­
bilmiştir. Çin'de tiyatronun başlangı­
cı sayılan "Vu" dansıdır. Ancak, bu
"Vu" dansı, Eski Yunan tapınakların­
da yapılan danslarla farklılıklar göste­
ren bir yol izlemiştir. Çünkü, büyücü­
lerin" ve derebeylik süresince etkili olabilmiş yan büyücü kişiliği taşıyan
hekimlerin yaptığı "Vu" danslarından
doğmamıştır
gerçek
"dram"lar
Çin'de. Bu noktada ölüler adına yapı­
lan anma törenlerine eğilmek daha
doğru olur. "Vu" dansı, sonraları mü­
zik ve ezgi eşliğinde "Yengi Danslan"na dönüşmüş ve bir de buna, "Ba­
le" örneğinde savaş konusunu içeren
gösteriler eklenmiştir. Örneğin "Sa­
vaş Hatlarını Yarma" (P'o-çen) adlı
bale yapıtının, bugünkü Çin Tiyatro­
su'na etkisi çok büyük olmuştur.
Genelde dans ve müziğe dayanan
Çin Tiyatrosu'na edebiyatın girişi,
çok ilginçtir ki Moğollar döneminde
olmuştur. 1211'deki Cengiz Han'ın
akınları ve oğlu Kubilay'ın kendini
Çin İmparatoru ilan etmesiyle kuru­
lan Yüan Soyyönetimi (1279-1368)
esnasında, Çin'de edebiyatın tiyatro­
ya girişini görebiliyoruz. Hatta bu du­
rum, halk arasında başkaldırmalara
neden olmuştur. Tarihe mal olan
"Kırmızı Türbanlılar", böylesi dire­
nişlerin sonunda genişleyen bir halk
29
ayaklanmasıdır (1351-1368). Çünkü,
Yüan baskısının bazı edebiyat anla­
tımlarını zorladığını görüyoruz. Ör­
neğin; Gösteriler düzenlemeyi, özel­
likle savaş gösterileriyle eğlenmeyi
seven Moğollar'ın, Çin yazarlarını ti­
yatro alanına çektiklerini, savaşı ve
kahramanları oynayan oyunculara,
bunları yazan yazarlara ayrıcalıklı bir
davranış gösterdiklerini söylemek hiç
de yanlış olmayacaktır. Dolaylı da ol­
sa Moğol etkisinin, oyun yazarlığının
ve gösterilerinin gelişimin­
deki katkısı yadsınmamalıdır. Ayrıca, günümüze kadar
gelen kalıntı oyunlar ve ya­
zarların adları, hep bu döne­
me denk düşmektedir.
Yüan Soy yönetiminden
sonra ortaya çıkan Kun-çü
gösterileri, tiyatronun kendi­
sini sürdürmesine olanak
sağlar. Ardından, taşra halk
tiyatroları gelişir, yaygınla­
şır. Halk tiyatroları, toplu­
mun uyanmasını, düşünsel
gelişimini sağlamış önemli
kuruluşlardır Çin'de. Köylü­
nün sorunlarına eğilen bu ti­
yatro oyunları, giderek XIX.
yüzyıl "Köylü Ayaklanma­
sı"na önderlik eder. Savaşın
temelini kurar. Hiçbir uygar­
lık ve tiyatro tarihinde böyle­
si bir örneğe rastlayamıyoruz. Bu gelenek ve yarattığı
politik güç, ünlü "Afyon Sa­
vaşları"nda da aynı direnişi
İngiliz
Emperyalizmi'ne
karşı göstermiştir sonraları.
712-756 yılları arasında
yaşamış Kral Hüan-tsung,
"oyuncuların patronu" ola­
rak bilinmektedir. Tarihe "Armut
Bahçeleri" diye geçen ilk oyunculuk
okulunu kurmuştur. Okul, öğretici-eğitici olmaktan çok, "doğasal yete­
nekleri koruma" amacıyla çalışmıştır.
Ama, bugün bile oyunculara "Armut
Bahçeleri'nin Oğullan" denmektedir.
Bütün bu gelişmelerin ardından Çin
Tiyatrosu'nda iki gelenek belirmiştir:
Güneydoğu Çin ezgilerine dayanan
ve bir konunun halka duyurulmasını,
açıklamasını yapan bir oyunculukla
30
gösteriler düzenleyen Nan-si Tiyatro­
su ve dört perdelik oyunlar oynayan,
kuzey halk ezgilerini söyleyen Pel-saçü Tiyatrosu.
Sahnenin üç yanı açık bir şekilde
oyunlar sergileyen Çin tiyatroları,
perdesiz, yardımcı aksesuarlar kul­
lanmadan, yalnız çok zengin giysile­
riyle oyunlarım sergilerlerdi. Sahne
değişimleri çalgıcıların "vurgu"larıyla belirtilirdi. Bilindiği gibi, ezgisizmüziksiz bir tek Çin tiyatro yapıtı
yoktur. Müziğe dayalı bu oyunlarda iki ayrı stilde müzik kullanılırdı: Ol­
dukça durgun, ama renkli bir müzik
türü olan Kuan-kü ile Moğol asıllı, açık hava gösterileri için yazılmış gü­
rültülü bir müzik türü olan Pan-tsi.
Herhalde Brecht'in, Çin Tiyatro­
su'ndan niye bu kadar etkilendiği an­
laşılmıştır sanırım. Bir de tabi ki, Çin­
li oyuncunun gösterdiği konu ve rolü
ile kesinlikle özdeşleşmeden, bir ya­
bancılaşma içinde oyununu sergile­
mesi de oyunculuk tekniği açısından
çarpıcı fikirler vermiştir. Brecht tüm
bunların dışında, başta da belirttiği­
miz gibi "Kafkas Tebeşir Dairesi" ad­
lı oyununu, Çin'de, yaklaşık XII.
yüzyılı XIII. yüzyıla bağlayan yıllar­
da Li-Hing-Tao'nun yazdığı "Tebeşir
Dairesi Üstüne Bir Anlatı" (HueiLan-Ki) adlı oyunu geliştirerek yaz­
mıştır.
Li-Hing-Tao ise, 1060 yıllarında
öldüğü sanılan Pao-Çeng üstüne söy­
lenen efsanelerden yola
çıkarak yazmıştır bu oyunu. Pao-Çeng'in yaşa­
mı oyunun anlaşılması
bakımından önemlidir.
Çünkü Brecht'in oyu­
nundaki "Ön Oyun" Pao
Çeng ile ilgili hatırlat­
malar taşımaktadır. "Ön
Oyun"daki gibi, PaoÇeng'in yaşamında da
toprak meselesi vardır.
Pao-Çeng yoksul bir ai­
lenin çocuğudur. Kendi­
sini yetiştirip kral danış­
manlığına kadar yükse­
lir. Haklı kararlan, çalış­
kanlığıyla, rüşvet alıp
zengin olan devlet gö­
revlileriyle mücadele­
siyle ve halkı sömüren­
lerle yaptığı amansız sa­
vaşlarla tanınır. Toprak
sahibi zenginlerin, hem
topraklarım, hem de ke­
selerini büyütmeleri, özel mülkiyetin çokluğu
ve devletin topraklarının
köylüyü doyuracak ve­
rimlilikte olmayışı, tüm
Bertolt Brecht
sorunların çerçevesini
belirlemiştir. Bir kaç direnen köylü­
nün elinde kalmış toprakların, zorla
özelleştirmeciler tarafından ucuza ka­
patılması ve satış işlemlerinde akla
sığmaz sahtekarlıklar göze çarpmak­
tadır. Zenginlerle işbirliği yapan dev­
let adamları, hem para sahibi olmakta, hem de zenginlerden oluşmuş çev­
releriyle politik güçlerini arttırmakta­
dırlar. Devleti kuşatan bu soysuz çıkarcıları, en az yoksul halkı kadar iyi
tanıyan Pao-Çeng, duruma el konma-
sı gerektiğini krala açıklar. Vang-ansi'nin devlete yeniden biçim verme
savaşı (1021-1086) bu düşüncelerden
doğmuştur.
Pao-Çeng'in yaşamına ilişkin bu
gerçekler, Li-Hing-Tao'ya 'Tebeşir
Dairesi Üstüne Bir Anlatı"yı (HueiLan-Ki) yazması için gerekli malze­
meyi vermiştir. Brecht ise, olayı bir
başka bölgede, yani Kafkasya'da ge­
çirir. Bir bakıma, Gürcüstan'dır bura­
sı. "Niye Gürcüstan?" diye sorulacak
olursa; bu konu başlı başına ayrı bir
meseledir. (Gürcüstan'ın stratejik önemine ilişkin verdiğimiz bilgileri,
yakında Yar Yayınları'ndan çıkacak
olan, "Ekim Devrimi'nde Bir Gürcü Mayakovski" adlı çalışmamızda bu­
labilirsiniz.) Brecht'in oyununun giriş
bölümü olan "Ön Oyun", Kafkas­
ya'da, bombalanmış bir köyün yıkın­
tıları arasında geçer. İki Grusinyalı
kolhoz, her ikisinin de üzerinde hak
iddia ettiği bir vadinin sahibinin kim
olacağım belirlemek için bir araya ge­
lirler. Başkentten gelen ve tartışmayı
yönetecek olan bir uzman da onlarla
birliktedir.
Keçi yetiştiricisi "Galinsk" kolhozu, Hitler'in orduları ülkeyi kuşattı­
ğında hükümetin verdiği bir emirle
vadiyi boşaltmıştır. Faşist birliklerin
püskürtülmesinden sonra, hepsi de
eski memleketlerini sevdiklerinden
ve keçileri oradaki otlaklardan daha
çok hoşlandığından kolhoza yerleş­
meyi yeniden düşünürler. Meyvacılıkla uğraşan komşu "Rosa Luxemburg" kolhozunun üyeleri, civar dağ­
larda partizanlar olarak memleketleri­
ni korumak için savaşmışlardır. Ça­
tışmaların azaldığı dönemlerde meyvacılıkla uğraşan kolhozu, suni sula­
ma yoluyla daha büyük ve daha karlı
bir ölçekte, yeniden inşa etmek için
bir plan geliştirilmiştir. Ama proje an­
cak uğrunda savaşılan vadi de proje­
ye dahil edilebilirse yarar sağlayabi­
lecektir. Tartışma esnasında şarap, tü­
tün içilir ve sonra ozan Arkadi çağır­
tılır.
Tüm bu öykü, sosyalist bir toplu­
mun halihazırda var olduğu bir ülke­
de geçer. Tüm bir kolhoza mekan oluşturan vadinin sahibinin kim olaca­
ğı konusundaki anlaşmazlık kısa bir
sürede karşılıklı tartışmayla, barış içinde ve herhangi bir resmi yasaya ya
da bir yargıca başvurmaksızın sonuç­
landırılacaktır. Hepsi savaşın ne anla­
ma geldiğini bilmektedirler ve savaş
yanlısı olmamışlardır. "Rosa Luxemburg" kolhozunun üyeleri barışı yeni­
den kurabilmek için partizan olmuş­
lar ve faşist birliklere karşı savaşmış­
lardır. Çiftçiler memleketlerim yeni­
den inşa edebilmek için, kendi çiftlik­
lerini kendileri ateşe vermişlerdir.
"Galinsk" kolhozunun üyeleri için
çiftliğin yok edilişini anlayabilmek
çok zor bir şeydir. Bu hoş bir şey de­
ğildir ve çiftçiler de bundan çok hoş­
nut değillerdir ama, zorunlulukların
bir sonucudur. Ayrıca, yeni bir sula­
ma planı çizebilmek için kalemi bul­
mak bile, cephane ve silahları temin
etmek kadar zor olmuştur. Tartışma­
da aklın argümanları memleket sevgi­
sine ağır basar, çünkü "bir toprak
parçasına yararlı şeyler üretmekte
kullanılan bir araç gözüyle bakılmalı­
dır."
"Ön Oyun"dan soma hep beraber
verilen iyi kararların keyfi içinde,
"Rosa Luxemburg" kolhozu, tartışma
sona erdikten soma bir oyun temsil
etmek isterler. Bu temsil ise, 'Tebeşir
Dairesi Üstüne Bir Anlatı" olacaktır.
Bir ayna imgesinde (Gleichnis) bir
şey üzerinde hak iddia etmenin ona
harcanan emeğe ne kadar bağlı oldu­
ğu anlatılacaktır. Ve gösterme yoluy­
la, az önce yaşadıkları her şey, yani,
şu anda var olan toplumsal düzen içe­
risinde akla uygun bir tarzda yasa
bulmanın ve onu akla uygun şekilde
uygulamanın mümkün hale geldiği
gösterilecektir.
Burada hemen yine Li-Hing-Tao'nun yazdığı 'Tebeşir Dairesi Üstü­
ne Bir Anları" (Huei-Lan-Ki) adlı oyuna dönelim ve. bakalım nasıl geliş­
miş öykü: Yoksul, dul, bir lokma ek­
meğini bile zor kazanabilen Bayan
Çang, Sung Soy yönetiminde yaşa­
yan büyük çoğunluğun simgesidir.
Bu yoksul kadının Çang-Li adında bir
oğluyla, Çang-Hai-t'ang adında yete­
nekli ve güzel bir dansçı kızı vardır.
Derken bir gün zengin Bay-Ma, kızı
görür. Büyük zenginliğe sahip olan
Bay Ma'nın bir karısı olmasına rağ­
men zenginliğini bırakabileceği bir
çocuğu olmamıştır. Bunun üstüne
Bay Ma, güzel kızı ister. Anne Bayan
Çang, bunun bir fırsat olacağım ve
yoksulluktan kurtulabileceklerini var­
sayarak kızım verir. Güzel kız, daha
bir yıl geçmeden bir erkek çocuk do­
ğurur. Ama Bay Ma'nın ilk karısı du­
rumdan hoşnut değildir. Evine gelen
güzel ve yoksul bu kızın tüm hakları­
nı elinden aldığını düşünmektedir.
Bay Ma'nın ilk karısının kini gün
geçtikçe büyümektedir. Güzel ve
yoksul kızın erkek kardeşi olan ÇangLi'yi, kızkardeşine karşı kışkırtır. Bir
gün gelir Bay Ma'nın ilk karısı, gizli­
den gizliye ilişkide olduğu yargı evi­
nin yazıcısı Çao'nun yardımıyla Bay
Ma'yı zehirleyerek öldürtür. Suçu ise,
güzel . ve yoksul kız Çang-HaiTang'ın üstüne atar. Bununla da kal­
maz, genç kızın doğurduğu erkek ço­
cuğun aslında kendisine ait olduğunu
iddia eder. Çünkü ancak bu yolla öl­
dürdüğü Bay Ma'nın mallarına el ko­
yabilecek ve yargı evinin yazıcısı olan sevgilisi Çao'yla bolluk içinde bir
yaşam sürebilecektir.
Olay, yargılama evine düşer. Ya­
lancı şahitlere kanan yargıç, genç ve
güzel kızı suçlu bulur. Bayan Ma amacına ulaşmıştır. Genç kız ise, çeşit­
li işkencelere maruz kalır. Sonunda
genç kız, Bayan Ma tarafından tutul­
muş iki adamla birlikte, en yüksek
yargılama evinin bulunduğu Kai-feng
kentine yollanır. Aslında bu iki ada­
mın görevi; fırsat bulduklarında bir
kenarda kızı öldürmektir. Yol boyun­
ca işkenceler sürer ve hatta yolda bu
durumla karşılaşan, artık zengin ve
saygıdeğer biri olmuş genç kızın er­
kek kardeşi de ailenin onurunu kirlet­
tiği gerekçesiyle kızı döver. Ancak,
tüm haklan ve oğlu elinden alınmış
yaralı genç ana durumu anlatınca, er­
kek kardeşi yaptığından utanır, kızkardeşini korumaya karar verir.
Olayın geri kalanı, artık, en yük­
sek yargılama yeri Kai-Feng kentinde
sürecektir. Kai-Feng kentinin yüksek
yargıcı ise, yukarıda sözünü ettiğimiz
Pao-Çeng'dir. Mahkeme kurulur. Pa31
o-Çeng, her iki tarafın suçlamalarını
dinler. Her iki taraf da kendince haklı
nedenler ileri sürmektedir. Bunun la­
zerine Pao-Çeng, ortaya tebeşirle bir
daire çizilmesini buyurur. Dairenin
ortasına da küçük çocuğu koydurur.
Sonra da her iki tarafa dönüp şöyle
der: "Kim çocuğu, kolundan tutup
kendi yönüne çekerse, çocuk onun­
dur." Denemeyi üç kez tekrarlatır.
Her seferinde yaşlı Bayan Ma çocuğu
hızla kendi tarafına çeker. Genç ana
Çang-Hai-T'ang ise bir güç bile har­
camaz. Bunun üzerine Yargıç PaoÇeng sorar: "Neden be kadın, çocuğu
kendine çekmek için bir güç harcamı­
yorsun?" Genç ana başını önüne eğe­
rek, ürkek bir sesle cevap verir. "Oğ­
luma olan sevgim engelliyor bunu.
Daha küçücük o. Canı acıyabilir. Ona kötülük yapmaktan korkuyorum."
Büyük Yargıç Pao-Çeng gerçeği
anlar ve genç anaya oğlunu, tüm mal­
larım geri verme konusunda bir yargı­
ya varır. Çin'deki öykünün bu biçimi­
ne Brecht başka bir mantıkla yaklaş­
mıştır. O da, Brecht'in oyununda ço­
cuğu yetiştiren ve doğuran ikileminde
getirilmiş olmasıdır. Yine Brecht'in
oyununda varılan yargı ise, bu iki­
lemden yola çıkıldığında, çocuğu ko­
lundan çekip de onu incitmek isteme­
yen, onu yetiştirmiş olan kadındır.
Böylelikle Brecht, sadece onu doğur­
muş olan ama, ona emek vermeyen ananın kan bağının ötesinde bir şey ta­
şımayan değerlerinin yanında, onu
doğurmamış ama, bütünüyle yetişme­
sine emek vermiş bir anayı haklı bu­
lacaktır. Bu da, iki kolhozun toprak
tartışmasında varacakları noktaya işa­
ret eden bir öykülemedir.
Bu oyun Brecht açısından, biraz
kendi ile de çatışmadır. Oyundaki ka­
rakter, sanki kendi portresidir. Kar­
maşık olan bu tipoloji, sıkılgan, sal­
dırgan, zeki, saf, esprili, ciddi, alçak­
gönüllü, kendini beğenmiş, içten ve
uzak bir karakterdedir. Oyun, bu an­
lamıyla duygu ve aklın savaş alanı gi­
bidir. Sonunda sağduyu kazanır. Onun için de oyundaki karakter, doğru­
ya yönelik bir insandır. Yapmak iste­
diği şeyler, tasarladıkları, hep sezgi
ve sağduyusu ile suya düşmektedir.
32
Tıpkı Brecht'in akılcı bir yolda yap­
mak istediklerinin, onun şiirsel yete­
neğiyle çatışması gibi. Sonuçta duygu
ve imgelem iyi düşünmenin, sağduyu
ve halk bilgeliği ise güzel söylev çek­
menin yerini tutar.
Oyunda, özdeşleşmenin yerine
geçen yabancılaşma tekniği, bir yar­
gıya varılabilmesinin önünü açar.
Doğruyu bulabilmenin bir yoludur
bu. Ancak, dikkat edilmesi gereken
nokta, nesnelciliği burjuvazinin koy­
duğu gibi algılamamaktır .Çünkü on­
lara göre nesnel olan, toplumsal olay­
ların hakkındaki her bilimsel analiz
ve yargı durumunda, gerek dünya gö­
rüşü, gerekse ideolojik açıdan soyut
bir tarafsızlıktır. Bu tarz bir yabancı­
laşma, tüm dünyayı sınıflardan arın­
dırılmış bir biçimde ele almaya kadar
gider. Fil dişi kulesinde oturanların
durumuna düşmemek için, emekçi sı­
nıftan tutun da bu toplumsal pratikten
soyutlanan ve bir iradeye dönüşecek
olan bilimsel sosyalizmin bilinciyle
donanmış bir özdeşleşme söz konusu­
dur. Çünkü, sınıflı toplumlarda, top­
lumsal olayların her analizi ve buna
bağlı varılan her yargı, aslında, sınıf­
sal bakımdan koşullanmıştır. Bu nok­
talara dikkat edildiği takdirde,
Brecht'i Batı akılcılığına sıkıştırmak
isteyen, Brecht'i inceleme zahmeti
göstermeden bu sonuçlara varanlara
ilişkin olarak, O'nun kurduğu bu di­
yalektik ilişkinin yeterli olacağını sa­
nıyorum. .
Yine yazının başında değinmeye
çalıştığımız noktaya ilişkin olarak,
Mısırlı bir rahibin Solon'a söyledikle­
rini örnek göstermek yeterlidir: "Ey
Solon, Solon! Siz Yunanlılar daima
çocuk olarak kalacaksınız. Ne zaman
en güzel, en değerli düşüncelerin si­
zin ülkenizde başladığını duysak, şa­
şırıyoruz. Çünkü sizin güzel ve değer­
li dediğiniz o düşünce ve oluşumlar;
anımsanabilen en eski dönemlerden
bu yana komşu ülkelerinizde ve bizde,
bizim topraklarımızda söylenmekte,
kullanılmaktadır."
İşte görüldüğü gibi bu Mısırlı ra­
hibin söylediklerini, Platon, kendi uy­
garlığının gerçeğini açıklamak ama­
cıyla yineliyor hiç değiştirmeden ve
düşünce adamının onurunu gösteriyor
bu güzel örnek. Brecht de bu onuru
taşıyan, dünyaya mal olmuş bir değe­
rimizdir. Böylelikle anlaşılmıştır ki;
Yunan felsefesi, ne sanatı, ne de tiyat­
rosu gökyüzünden yeryüzüne inme­
miştir.
"Tiyatro bir uygarlık potasıdır."
Bu potada, demiri, çeliği, bakın, erit­
meye devam edeceğiz. İnsanı köleleştiren teknolojiye karşı, insanı yücel­
ten bir teknolojiyle ve sanatımızla da
kavgamıza devam edeceğiz. Bu nok­
tada, gün geçtikçe yoksullaştırılan,
düşünsel anlamda da yoksullaştırılmaya çalışılan emekçi insanlarımızın
mücadelesinde önemli bir uğrak nok­
tası olmaya devam edecek tiyatro­
muz.
Yeri gelmişken ve bu konuya de­
ğinen açılımlarla, Brecht'in sözleriyle
bitirelim tarih yolculuğumuzu: "(...)
Sanatımızın karşılığını ödemek kenar
mahallelerde oturanlara güç gelebi­
lir, yeni eğlenme biçimini öyle he­
mencecik kavramayabilirler; beri
yandan, biz de onların neyi gereksin­
diğine ve gereksindikleri şeyin kendi­
lerine en iyi nasıl sunulacağına iliş­
kin pek çok şeyi önce onlardan öğren­
mek durumunda kalabiliriz; ancak,
şunu kesinlikle biliyoruz ki, bu insan­
lar tiyatromuza asla ilgisiz kalmaya­
caktır, çünkü doğabilime pek uzakmış
gibi görünmeleri, doğabilimden uzak
tutuldukları içindir yalnız. Doğabilimi benimseyebilmeleri için, ilkin ken­
dilerinin yeni bir toplumbilimi gelişti­
rip uygulamaya koymaları zorunlu­
dur; ancak böyle bir yoldan bilim çağının çocukları olma niteliğini kaza­
nabilirler. Onları harekete geçirme­
dikçe, bilim çağırtın tiyatrosu kendili­
ğinden harekete geçemez. Üretkenliği
eğlencenin temel kaynağı kılan bir ti­
yatronun, onu aynı zamanda kendine
konu yapması gerekir; dört bir yanda
insanın yine insan tarafından kendini
üretmesinin, bir başka deyişle geçi­
mini sağlamasının, eğlendirme ve eğlendirilmesinin engellendiği günü­
müzde bu işe alabildiğine bir şevk ve
hamaratlıkla sarılması zorunludur."
OYUN
ayşe gülen
halk sahnesi
DUVARLARI
YIKACAĞIZ!
Oyuncular:
Bakan, 1. Yardakçı, 2. Yardakçı, 1. Erkek Tutsak, 2. Erkek Tutsak, Kadın Tutsak, 1. Ana, 2. Ana, 3.
Ana, Baba, 1. Polis, 2. Polis
(Kadın tutsak, eteklidir. Bakan ve yardaklar, takım elbiseli ve kravatlıdırlar. 3. Ana, başında beyaz
tülbent, kırmızı bant, basma eteği, kazak üzerinde el örgüsü yelek vardır. Erkek tutsaklar, traşlı ve temiz
giyimlidirler. Baba, kasketlidir. Üzerinde eskice bir palto vardır. Polislere şapka, tahtadan cop, ve bot
gereklidir. Bulunabilirse lacivert mont ve pantolon olabilir. Beyaz tülbent ve kırmızı bantı sadece 3. Ana
takar. Diğer analarda, değişik şekillerde tülbent takarlar. Yine yelekleri ve basma etekleri vardır.
Radyonun haber müziği ile haberler başlar. Perde kapalıdır. Konuşmalar efektle verilir. İstenirse
oyuncularda bunu canlı olarak oynayabilir.)
- Radyo Düzen: İyi akşamlar sevgili dinleyicilerimiz. Radyo Düzen haber merkezinin
hazırlamış olduğu haberleri sunuyoruz. Bugün Adalet bakanımız sayın Moltan Bulgurlu,
cezaevlerinde yeni bir sisteme geçileceğini, bu sistemin tutuklular ve hükümlüler
açısından çok yararlı bir sistem olduğunu, eğitim, kültür ve sosyal açıdan reform niteliğini
taşıdığını söyledi. Şimdi çok sayın bakanımız Moltan Bulgurlu ile canlı telefon bağlantısı
gerçekleştiriyoruz.
Alo iyi günler sayın bakanım. Bugün yaptığınız açıklamada oda sistemine geçeceğiniz
bildiriliyor. Çok sayın bakanım, bu konuya bir açıklık getirir misiniz?
- Moltan Bulgurlu: Teşekkürler evladım. Efendim cezaevlerinin, terör okulu olmasına, bu
şekilde kullanılmasına karşı yeni bir sistem yani oda sistemini getirdik. Bu sistemle 7080 kişilik koğuşlarda bulunan evlatlarımızın sağlığını düşünerek ikişer üçer ve hatta birer
kişilik, Avrupai görünümlü odalarda ağırlamak istiyoruz. Efenim bir kişi grip oluyor, bütün
mahkumlar hemen hasta, sonra gürültü, sinek vızıltısı, çorap kokusu, horlama gibi,
evlatlarımızı tehdit eden bu unsurlar da böylece ortadan kalkacak. Bizim getireceğimiz
çağdaş, laik, coğrafi ve jeolojik bir oda sistemiii... Hepimize hayırlı olmasını dilerim.
- Düzen Radyo: Efendim teşekkür ederiz. Düzen Radyo'nun hazırladığı haber bültenini
dinlediniz...
(Düzen Radyo'nun haber programının sonlarına doğru perde açılmaya başlar, sahne ışıkları yanar fon
müziği ile beraber, sahnedeki oyuncular sırasıyla konuşmaya başlarlar. Sahnede dört oyuncu vardır.
Sahnede dağınık vaziyette donmuş biçimde durmaktadırlar. Fonda hafif çatan bir müzik vardır.)
- 1. Ana: Ben dedim ona, "devletle başa çıkılmaz, devletin eli uzundur, tankı vardır,
34
topu vardır . Ne yaparsak yapalım, kılı bile kıpırdamaz bu domuzların. Olan evlatlarımıza
olur.
- 2.Ana: Ben yavrumu ölüm orucunda yitirdim. Ancak ölümler olunca uyandım. Önceleri
inanamadım. "Devlettir, büyüktür, öldürtmez" dedim. Eylem yapanlara kızdım. "Devlete
karşı gelmeyin, bizim devletimiz şevkatlidir" dedim. Ama yavrumu, yiğidimi yitirdim. O
zaman anladım, gerçek gücün bizlerde olduğunu. Onların yürekleri biz olmalıydık. Sesi
soluğu biz olmalıydık. Görüyorum hepsi burada, İdil'im, Berdan'ım, Aygün'üm; tüm
tutsaklar artık benim yavrularım. Bundan sonra ben de varım bu kavgada. Analar, babalar;
yılmayın, susmayın, yavrularımızı öldürtmeyin bu köpeklere...
- Baba: Bunlar yine açlık grevine başlarlar. Ben ona hep söyledim. "Oğlum uslu uslu
otur, sana ne millet aç kalmış, gecekondusu yıkılmış. Sanki biz kendimizi doyurduk da.
Çalışan kazanır, kimseye karışma devletle uğraşma; it, iti ısırmaz" diye kaç kere söyledim
sana oğul, ama dinletemedim.
- 3. Ana: Bak şu köpeklere alçaklar, namussuzlar yine başladılar. Yok oda sistemiymiş,
konforluymuş. Hay hepsi başınıza yıkılsın emi! Yine herzaman ki gibi yalan söylüyorlar.
Burası bayağı bir hücre, bayağı bir tabutluk. İşte evlatlarımızı, canlarımızı buraya koymak
istiyorlar. Yavrularımız güneş görmesin, insan yüzü görmesin istiyorlar. Kilitleyin kendinizi
bir odaya, bir gün hiç çıkmayın.. Bakın bir saat dayanabiliyor musunuz? Yine yıkacağız
hücrelerini başlarına, yine biz kazanacağız. Eee ne demişler; yenilen pehlivan güreşe
doymazmış derler, doğruymuş. Yine zaferi biz kazanacağız.
Görüyorum görüyorum işte her yerde biz varız, halk var. Analar, babalar, işçiler,
öğrenciler her yerde bizim sesimiz çınlıyor. Evlatlarımızı ne pahasına olursa olsun bu
tabutluklara sokturmayacağız/Yıkacağız zindanları başlarına. Zafer yine bizim olacak.
(Bizim Radyo'nun haberleri efektten verilir. Sahnenin yerine göre örneğin, piknikte, fabrikada bir
oyuncu da haberi sunabilir.)
Bizim Radyo: Merhaba dostlar. Bizim Radyo'nun hazırlamış olduğu haber bültenini
sunuyoruz. Evet sayın dinleyenler; hapishanelerdeki gerginlik, gün geçtikçe tırmanıyor.
Devletin son olarak gündeme getirdiği hücre tipi hapishaneler için içeride ve dışarıda bir
dizi eylemlilikler yapılmaya başladı. Dışarıda basın açıklamaları toplantılar devam ederken
hapishanelerde malta işgalleri ve uyarı açlık grevleri başladı.
(Sahne karanlıktır. Sahnede 4-5 oyuncu vardır. Sigara içmektedirler. Kahkahalar, konuşmalar,
birbirine karışır. Kahkahalar, gülüşmeler, konuşmalar çoğalmaya başlar. Politikacı söze girer. Bu bölüm
hep karanlıkta oynanır. Amaç, düzenin kirli ilişkilerini vermektir. Arada belli belirsiz sözler vardır.
Labarba yapılır. Labarba; sözlerin, kahkahaların karışık karışık söylenmesidir.)
- Kardeşim, millet uyandı, madeni işleteceğim diyorsun, kaymakamını doyur
jandarmasını doyur, allahın köylüsü dolar İstiyor mark istiyor.
- Arzettim efendim, bizim ihale işi tamam vallahi elimde yüz tane özel timim var.
Getiririm Taksim'in göbeğine, Taksim'i işgal ederim. .
- Rantı paylaşmasını bileceksin kardeşim. Kokuyu almayı bileceksin kardeşim. İktidara
gelecek Partiyi, iyi tahmin edip ona göre masraf edeceksin.
- Vatanseveriz ama vatan için de o kadar para harcanmaz yani.
(Arada kahkahalar atılır, bu sözler birbirine karışmış olarak söylenir. 1. Politikacı, kızarak söze girer. )
- 1 . Politikacı: Beyler susar mısınız biraz! Beyler, bu sefer daha dikkatli olmalıyız.
35
Geçen seferki gibi taviz vermemeliyiz.
- 2. Politikacı: Evet efendim, haklısınız.
- 3. Politikacı: Haklısınız efendim.
- 1 . Politikacı: Bizden evvelkiler 3-5 çapulcuyla masaya oturdular. Devleti teslim ettiler.
Ama biz akılcı yol izliyoruz. Tüm planımız gizli gizli, kademe kademe hayata geçecek. Bu
hücre sistemi ile bunları dize getireceğiz.
Sekreter: (Telaşla bağırır) Efendim, gazeteciler geldi.
Moltan Bulgurlu: Amman çocuklar açık vermeyelim.
(Işıklar yanar, gazeteciler gelmiştir. Bakan, hücre tipinin yanında poz vermektedir. Seçim konuşması
yapar gibi anlatmaya başlar.)
Moltan Bulgurlu: Oda sistemimiiiiiiiz Avrupa standartlarına göre ayarlanmış oluuup
yavrularımızın rahat etmesi içiiin elimizden gelen tüm gayreti gösterdik. Bu çocuklar, her
ne kadar suçlu da olsalar devletin himayesi ve şevkatli kolları arasında huzuuur içinde
yaşamaktadırlar.
Gazeteci: Efendim anlatır mısınız, bu hücreler kaçar kişilik?
Moltan Bulgurlu: Efendim bu hücreler, (Bakanın yanındaki yardaklar durumu kurtarmak için
öksürürler) pardon bu konforlu odalarımız birer, ikişer kişilik olup mahkumların rahat etmesi
için yapılmıştır.
Gazeteci: (Hücreyi göstererek) Efendim, bu odada bir fotoğrafınızı alabilir miyiz?
(Bakan şaşırır, kem-küm eder. Yardaklarına döner; yardaklarından olur işaretini alması üzerine
hücreye girer. Hücrenin mazgalından 5-10 saniye korkuyla bakar, yardaklar hep bir ağızdan, "Maazallah
efendim maazallah'' diye bağırırlar.)
Moltan Bulgurlu: (Elindeki mendille terini siler, korkusunu belli etmemeye çalışır) Ee şey
gördüğünüz gibi odalarımız gayet rahat, içinde lavabosu, tuvaleti, televizyonu olan bir aile
yuvasıdır. (Kendine güveni gelmiştir) Tutuklu aylarca hatta yıllarca burada rahat rahat huzur
içinde mutlu bir şekilde yaşayabilir.
Gazeteci: Efendim, bu sistem için hücre diğer bir tabirle tabutluk diyorlar. Siz
olsaydınız burada yaşar mıydınız?
Bakan: (Bocalar) Sorun burada yaşayıp yaşamama sorunu değil. Lütfen evladım olayı
provoke etmeyelim. Ee şimdi yani şey, bana göre şöyle bir olay var. (Sesini yükseltir)
Vataan, milleet, Sakarya. Sevgili kardeşlerim biz bu cennet vatan için Çanakkale'lerde...
(Işık söner)
(Sahnede bir parmaklık vardır. Tutsaklar parmaklığın arkasındadır. Bir tutsak bildiri okur)
1. Erkek Tutsak: Yoldaşlar, devlet emekçi halkımızı, halklarımızı, teslim alma yolunun
hapishanelerden geçtiğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle hapishanelerdeki devrimci
direnişi kırmak için dönem dönem yeni saldırı planları hazırlamaktadır. Yoldaşlar, şimdi
36
ise allayıp pulladıkları ya tutarsa mantığıyla hareket ederek birer, ikişer, üçer kişilik
konforlu odalar sistemi adı altında kamuoyunu kandırmayı, gerçekte ise biz devrimci
tutsakları teslim almayı, tecrit etmeyi, dış dünyadan soyutlamayı, bu hücrelerde birer
birer öldürmeyi hedefliyorlar.
Yoldaşlar, bizler tarihimizin hiçbir döneminde, düşmana ve zulme boyun eğmedik.
Metris'lerde, Bayrampaşa'larda, Buca'larda, Ümraniye'lerde tutsak düştüğümüz bütün
zindanlarda, bedenlerimizle direndik. Tarihimizden, önderlerimizden, şehitlerimizden
aldığımız güçle bizleri de teslim alamayacaklar.
Yoldaşlar, bu saldırılara karşı bedenlerimizle, onurumuzla, özgür tutsaklığımızla cevap
vereceğiz.
Öleceğiz tabutluklara girmeyeceğiz. Özgür tutsaklar teslim alınamaz. (Işıklar söner)
(Işıklar açıldığında, parmaklığın önünde bir baba vardır. Babanın başı eğik ve üzgündür. )
1. Tutsak: Hoş geldin baba, seni gördüğüme çok sevindim. Yeğenim Berdan nasıl?
Annemler nasıl?
Baba: Hoşbulduk oğul, hepsi çok iyi. Berdan sana resim yapmıştı ama içeri almadı
köpekler. (üzgün bir şekilde) Oğul, yine sayım vermemişsiniz. Yazık değil mi size, niye böyle
yapıyorsunuz?
1. Tutsak: Bu onlara bir uyarıdır baba. Bizleri birbirimizden koparmak ayrı ayrı
hücrelere bölmek istiyorlar.
Baba: Neden oğul neden bunları yapıyorlar?
(Tutsak babasıyla konuşurken sevecen ve öğreticidir.)
1. Tutsak: Bak baba, bizi anlaman lazım, hücre bizleri birbirimizden ayırmak, yalnız
bırakmak bizleri tek tek alıp işkenceye götürmek, hainliğe zorlamak içindir. Hücrelerle bizi
insanlığımızdan soyundurmak istiyorlar, bu hücrelerde bizleri birer birer öldürmek
istiyorlar. Baba sen bana neler öğretmiştin hatırlıyor musun? Aynı tabaktan yemek yemeyi,
dürüst olmayı, onurlu, namuslu yaşamayı. Yani baba bana öğrettiğin bütün güzel şeyleri
geri almak istiyorlar.
Kadın Tutsak: Bak baba; Bizler halkımız aç kalmasın, yoksulluktan hastahanelerde
rehin kalmasın, konduları başlarına yıkılmasın diye buradayız. Baba, insanları köylerinden
zorla göç ettiriyorlar, evlerini yakıp yıkıyorlar. Bizler katliamlar, işkenceler, gözaltılar,
kayıplar, infazlar olsun istemiyoruz.
Baba: Haklısınız yavrularım ama elden ne gelir ki?
Kadın Tutsak: Çok şey gelir baba, çok şey. Sizler dışarda, bizler içerde mücadelemizi
yükseltirsek, üstesinden gelemeyeceğimiz zorluk yoktur.
(Işık söner)
(Işık açıldığında, analar oturma eylemindedirler. Ellerinde dövizler vardır. Dövizlerde; "Özgür tutsaklar
Onurumuzdur", "Tabutlukları Yıkacağız" gibi sözler yazılıdır. Aynı zamanda dövizlerde yazılanlara benzer
sloganlar atarlar. Polisler, "Dağılın" anonsu yapar. Fonda siren sesleri, sloganlar vardır. Polisler analara
saldırır. Saldırı 15-20 saniye sürer. Polisler anaların direnişi karşısında geri çekilirler. Bu sahnede çok
az ışık vardır. Olanak varsa; yanıp sönen flaşör ışık kullanılabilir)
(Bu sahnenin ardından sahnedeki tüm ışıklar yanar. Fonda, hareketli bir marş vardır. Analar
37
toparlanırlar, sloganlarla birlikte yürüyüşe geçerler. Sahnede bir tur attıktan sonra, sahneden inip,
izleyicilerin arasına karışarak bildirileri dağıtırken şu sözleri söylerler)
-
Evlatlarımızı tabutluklara sokturtmayacağız.
Yıkacağız zindanlarını başlarına.
Sen yoksan bir kişi eksiğiz, sen de katıl bize.
Sesimize ses ver.
Biz doğurduk sizlere öldürtmeyeceğiz.
(Analar bu sözleri söylerlerken, iki kişi de yazılama yapmaktadır. Yazılama yapmak için salonun
duvarlarına önceden karton yapıştırılır. Anaların sözleri ve yazılamalar bittikten sonra bir ananın "Hadi
arkadaşlar, toparlanın gidiyoruz' demesiyle birlikte sahneye dönülüyor. Yazılama ve bildiri dağıtma
sahnesi hareketli ve kısa olmalıdır.
Tüm oyuncular sahnededir. Bir kısmı parmaklığın yanında, bir kısmı da hücrenin yanında dururlar.
Kadın tutsak parmaklığın arkasından çıkar ve aşağıdaki şiiri okur.)
t
Kadın Tutsak:
Günlerdir yağmur yağıyor düşlerime
Canım oğul güzel yiğit
Düşmüş mahpus damına
Günlerdir yağmur yağıyor
Sıkışıp kalmışım bir bulutun altında
Göçmen bir kuş gibiyim
Gözlerimde uyku
O bulut boğmasın seni de
Son sözüm sendedir oğul
Su deme yansa da yüreğin
Ateş deme donsa da bedenin
Bırak ses versin duvar
Çığlığını kessin karanlıklar
Eskisi gibi bulayım yine seni
Zırhında dursun yüreğin
Verme emanetini
Her gece düşümde gülüşün
Aynı göğün altında
Hasret kalsak da birbirimize
Aynı güneş vurur yüzümüze
Ne güzel
Dilimizde hep aynı ezgi
(Okuduktan sonra yerine geçer. Fonda Grup Yorum'un "Devrim Yürüyüşümüz" adlı parçası
çalmaktadır.)
Tüm Oyuncular: Bu tabutluklara girmedik, girmeyeceğiz. Özgür tutsaklar teslim
alınamaz. Yıkacağız zindanları başlarına!
(Parmaklık ve hücre yıkılır, Işık söner) •
38
DEĞERLENDİRME
ibrahim karaca
martı,
martılog,
martıloji
K
irlenmiş değil, kirletil­
miş bir dünyada yaşıyo­
ruz. Çevre kirliliği, ha­
va kirliliği, frekans kir­
liliği... İnsan kirliliği.
Bakmayın siz "temiz
toplum", "temiz çevre" söylemle­
rine. Temizlikten kim söz ediyor,
asıl bu önemli.
Kirliliğin kaynağı, çürümenin
ağababası, pisliğin öncüsü hangi
çevrelerdir?
Oradan beslenenler kimlerdir?
Ütopyası elinden alınmış bir top­
luma temizlikten söz etmek neye
yarar? Ütopyası olmayanların te­
mizlikten söz etmeye hakları var
mı? Eğer varsa, bu kavramdan
farklı şeyleri anlıyoruz demektir.
Kendi lanetli gecesini sürdürmek
için sürü bilinci yaymak isteyen
sisteme secde edenler, nasıl bir
temizlik isteyebilirler? Berga­
ma'yı bir siyanür cehennemine çe­
virmek isteyenler, bir avuç altın için kendi mahkemelerinin kararla­
rını bile uygulamayanlar nasıl bir
temizlik isteyebilirler? Manisa'da
dal gibi gençleri işkence tezgahla­
rından geçiren, işkencecileri akla­
yan bir düzenek, nasıl bir temizlik
isteyebilir? Ülkenin bir bölümü­
nün cehenneme döndürülmesini
görmezden gelenler nasıl bir te­
mizlik isteyebilirler? Zehirli varil­
lerini üçüncü dünya topraklarında
depolayan "uygar batı", nasıl bir
temizlik isteyebilir? Gettolaşmanın had safhaya ulaştığı metropol­
lerde, kendilerini "seçkin-mo-
dern" yerleşim birimleri oluştu­
ran, oralara "kaçan" cebi dolu azınlığın anladığı temizlik, nasıl bir
temizliktir?
Peki, kirletilen her şey için
gerçekten kaygı duyanlar kimler­
dir?:
Ne zaman bir martı görsem,
hep kirlenmişlik gelir aklıma.
Gördüğüm her martı beni alır, ço­
cukluğuma ve çocukluğumun geç­
tiği o yoksul ama güzel kıyılara
götürür. Denizi bırakıp kentin
cangılına dalan, çöplüklere dolu­
şan, oralarda yiyecek arayan beya­
zı azalmış martıları gördükçe içim
daralır belki, ama yine de, kirletilememenin simgesidir onlar. Hele
şiir sözkonusu olunca, içerisinde
geçen her "martı" sözcüğü, ber­
rak bir gökyüzünü yerleştirir bi­
lincimize.
Şair, güdülmeye direnendir. O
yüzden sürünün dışındadır. Bazen,
yalnızlık duygusu içindedir. Şiirsiz bırakılmış bir dünyada, o, şii­
rin yanında yer almaktan öte, onu
solumaktadır.
"eski bir uygarlığın
battığı yerden
denizden
bölünmüş zamanlardan geliyorum
peşimde getirdiğim
yalnızlık"
Yalnızdır şair. Ama, yüceltmez
yalnızlığı. Geçilecek yollardan bi­
ri sayar. Çünkü, şiirin yanında yer
alanlar, ona yarenlik edenler, mar­
tı sesleriyle dolacak bir gökyüzü­
nü taşırlar yanlarında... Beyaz,
berrak, temiz...
"lekesiz bir martı gibi konuyorum
Kadıköy'de kayalıklara"
"Martıloji" adlı şiir kitabını okurken, ister istemez bunları ge­
çirdim aklımdan. Bu kitaptaki şiir­
ler, kendisini "Bay Martılog" di­
ye çağıran Muharrem Hüseyinoğlu'na ait. Kitabı okurken, şiirlere
inceden inceye sinen bir sitemi de
hissediyor insan.
"üç kuruşa pazarlıyorsun
geçmişi
gözünü kırpmadan
utanmadan. . ."
Bu dizeler bir sitem değil mi?
Bu insan denizinde bir martı olabilmek, kendini bir martının ye­
rine koyabilmek güzeldir. Düşleri­
ni bir martının özgürce kanat vur­
duğu güneşli, mavi bir gökyüzüne
çevirmek güzeldir. Martı gibi ka­
labilmek ise hem güzeldir, hem
zordur. Hem kendine, hem dünya­
ya karşı direnmeyi gerektirir. Sana
daha ne söyleyebilirim ki "Bay
Martılog"?. . .
Bu duyarlılığa ulaşan şair, bir
yol ayrımına gelmiş demektir.
İnsani-toplumsal duyarlılıklar,
şairi hayatın biraz daha içine çağı­
rır. Tıpkı deniz nasıl çağırırsa bir
martıyı... •
39
DEĞERLENDİRME
zerrin kayalı
CIA,
CHE'YE KARŞI
D
ünya devrimcisi
Che, 1967 Ekim'inde
Bolivya
dağlarında şehit
düştüğünde; ABD
y ö n e t4 m i n i n
1960'da
Was­
hington'da aldığı
"Che'yi katletme kararı" gerçekleş­
miş oluyordu. Ama tarih bu katli­
amı, Amerikan Emperyalizmi'nin
hanesine zafer olarak kaydedemiyordu. Tıpkı Mahir Çayan'ın dedi­
ği gibi "Her engebede düşen gerilla­
ların gövdesi bir devrim fırtınası ya­
ratır". Che'nin gövdesi de fırtınalar
yarattı. Che fırtınası dünyayı sardı.
Üzerinden otuz küsur yıl geçmesine
karşın, Che fırtınası hala dinmedi.
Geçtiğimiz yıl, Che yılı ilan edil­
di. Her devrimci öndere yapılmak is­
tenen; onları efsaneleştirip, kahramanlaştırıp içini boşaltma işlemi
Che'ye de uygulandı. Üstelik bu uy­
gulama, Che yılında daha da yoğun­
laştırıldı. Onun emperyalizme karşı
. giriştiği mücadele, teorik planda bi­
limsel sosyalizmin ışığında yarattığı
eserler, bu yıl içinde hep es geçildi.
Daha çok özel hayatı, aşkları ve bi­
raz da kahramanlıkları üzerinde du­
ruldu. Dünyada burjuvalar O'nu
"marka"' haline getirmeye çalışır­
ken; ülkemizde de içi geçmiş, ölü
soyucu solcular da onun sırtından az
40
ekmek yemedi. Posterleri, albümle­
ri, CIA kaynaklı kitaplar, kolyeler,
anahtarlıklar vs. fahiş fiyatlarla satıl­
dı. Tüm bunlar; Che gibi bir değerin
içselleştirilmesine değil, dışsallaştırılmasına hizmet ediyordu. Che, ar­
tık boynumuzda kolye idi.
Elbette iş bununla da bitmedi.
Daha düne kadar Che'ye küfür eden;
Moskova şabloncusu, Tiran şabloncusu, Pekin şabloncusu. Troçkist ar­
tıkları, işi bitmiş solcular "Che Guevaralog" oldular. Başımıza Che
"uzmanı" kesildiler. Oysa bunlar da­
ha düne kadar Che'ye, bütün dev­
rimcilere dedikleri gibi; "goşist, kü­
çük burjuva maceracısı" gibi nite­
lendirmelerde bulunuyorlardı. Ama
şimdi Che'yi"anlatmanın dayanıl­
maz hafifliğiyle" uçuyorlar. Fakat
hiçbiri, hayatları boyunca O'nun dü­
şüncelerine, ideallerine, yaşama bi­
çimine samimiyetle inanmadılar, ha­
la da inanmıyorlar. Ama Türkiye'de
O'nun gibi düşünen, O'nun gibi ya­
şamaya çalışan, aynı idealleri payla­
şan yoldaşları da vardı ve hala da
var. Mahirler ve onların çizgisinde
yürüyen devrimciler; bir tek onlar
Che'nin yoldaşlarıdır Türkiye'de.
Yıllardır yayınladığı kitaplarla
haklı bir saygınlık kazanan Yar Ya­
yınları, Che üzerine yazılmış önemli
bir belgeyi sunuyor bizlere.
Yar Yayınlan, Che'nin aramız­
dan ayrılışının otuzuncu yıldönümü­
ne denk gelen günlerde, Che ile ilgi­
li yeni bir kitap yayınladı. CIA,
Che'ye Karşı adlı kitabın yazarları"
Adys CUPULL ve Froilan GONZALEZ, Che Guevara'nın hayatı konu­
sunda uzmanlaşmış iki Kübalı gaze­
teci... Bu kitabı da (diğer kitapları
olduğu gibi) Nadiye R. ÇOBANOĞLU dilimize çevirdi. Kitaba önsözü
Philip AGEE yazmış. Philip AGEE
eski bir CIA ajanı; üstelik Che'yi
bulmaya çalışan grubun da içinde
yer almış bir ajan. Ama Che'nin ha­
yatından, CIA'nın "olumsuzlukla­
rı"ndan etkilenip ajanlıktan ayrılmış,
devrimcilerle dayanışma içine gir­
miş, CIA operasyonlarını dünya ka­
muoyuna açıklamış biri. Philip
AGEE, önsözün ilk satırlarında du­
rumunu şöyle anlatıyor:
"Ernesto Che Guevara sağlığın­
da da, ölümünden sonra da başkala­
rının yaşamı üzerinde inanılmaz, bü­
yük bir etki yaratmıştır. Ben de böy­
le etkilenenlerden biriyim. Elinizde­
ki kitabı okurken, ömrümün son yirmibeş yılı sinema şeridi gibi gözleri­
min önünden geçiyor." (CIA Che'ye
Karşı sayfa 7.)
Che'den böylesine etkilenen bu
kişi, aynı zamanda Che'yi kavrayan
da bir kişidir. Bu kavrayışını şöyle
ifade ediyor Philip AGEE:
"...Ama Che, her şeyden önce
devrimci düşünceleriyle, özellikle
devrimin, yaratacağı dönüşümle,
çalışmaya özendirici manevi etken­
lerin değerini, maddi özendiriciler­
den daha üst bir düzeye yükseltece­
ğine derin inancıyla ünlüydü." (age
sf 11.)
Önsözün ardından gelen ilk bö­
lümde, Che'nin önderliğinde Boliv­
ya Kurtuluş Ordusu'nun doğuşu ile
CIA'nın ve Birleşik Devletler Boliv­
ya Elçiliği'nin kontr-gerilla faaliyet­
lerine aktif katılımı anlatılıyor.
Başlıktan anlaşılacağı üzere,
Che'nin başında bulunduğu Bolivya
Kurtuluş Ordusu, sadece Bolivyalı
egemen güçlerin silahlı güçleriyle
değil, aynı zamanda fiili olarak CIA
ile de savaşmıştır. CIA, bu savaşta
oldukça zorlanmışta. CIA'nın en
önemli başarısızlıklarından biri, ki­
tapta şöyle anlatılmaktadır;
" "...Bu gözden kaçırma olayı,
CIA'yı casusluk örgütünün büyük
bir başarısızlığını kabul etmek zo­
runda bıraktı; çünkü Che'nin Boliv­
ya yolculuğu ve Bolivya'ya CIA'nın
Sahip olduğu geniş olanaklara karşın fark edilememişti. (age sf 27)
Kurtuluş Ordusu mücadeleye
başladıktan sonra, O'nun olabilecek
uluslararası desteklerini engellemek
için, La Paz Uluslararası Havaala­
nı'nda ve sınır noktalarında tüm yol­
cular, CIA tarafından kontrol edili­
yordu. Bu CIA ekibi içinde "Lyon
Kasabı" namıyla ünlenmiş Nazi artı­
ğı Klaus Barbie de bulunuyordu.
Barbie, ele geçen gerillalara yapılan
işkencelere katılmakla birlikte, Bo­
livya Devlet Başkanı General Rene
Barrientos'a danışmanlık da yapı­
yordu. Kitabın ilk bölümlerinde, bu
tip tarihi bilgiler ayrıntılarıyla veril­
miş. Bu arada kitabın dışında bir
noktayı belirtmeliyiz, o da şut bilin­
diği gibi CIA ve MOSSAD, sadece
Ortadoğu'da değil, dünyanın her yerinde devrimci halk kurtuluş hare­
ketlerine karşı ortak mücadele et­
mişlerdir. Faşist silahlı güçlerin eği­
tim, operasyon ve sevklerine ... ne­
zaret etmişlerdir. Elbette Latin Ame­
rika'da da aynı işleri birlikte yap­
mışlardır. Üstelik Yahudi MOS­
SAD'lılarla CIA elemanı Naziler,
omuz omuza bu mücadeleyi yürütmüşlerdir.
Kitabın diğer bölümlerinde
CIA'nın ülkedeki tüm kilit noktalara
nasıl sızdığını; posta, telefon, telgraf
ağının denetlenmesinden, onların bu
etkinliklerinden rahatsızlık duyan
üst rütbeli subayların, askerlerin tas­
fiyesine, öldürülmesine ve gerillaya
destek sunan işçilerin, öğrencilerin;
baskı ve terörden bıkıp isyan eden
halkın katledilmesine kadar pek çok
olayı nasıl organize ettiğine tanıklık
edeceksiniz. Che'nin yaralı olarak
ele geçirilip, Washington'dan gelen
emirle nasıl öldürüldüğünü öfkele­
nerek okuyacaksınız. Che'nin ölümünden sonra Bolivya'da ve Latin
Amarika'da biç bir şeyin durulmayıp aksine nasıl bir kargaşa yaşandı­
ğının anlatımını da bulacaksınız bu
kitapta... Che ve diğer gerillaların
yanı sıra şehirdeki gerilla; bilgili,
kültürlü şehir gerillası güzel insan
TANYA ile de tanışacaksınız.
Kitabın diğer dikkat çekici ve
hayatımızda bugün de önemli bir yer
tutan yanı da ideolojik saldırılar ya­
ni sözün şiddeti
"Gizli servisler, gerilları gözden
düşürmek için her çareye başvuru­
yorlar; onları birtakım uyduruk ci­
nayet ve suikast ifliralarıyla yıprat­
maya çalışıyordu. Gerilla savaşçıla­
rını bir avuç kiralık asker, maceracı,
ırz düşmanı olarak tanıtıyorlardı.
CIA, onların yabancı işgalciler ol­
duğu izlenimini uyandırmaya, geril­
laların çoğunun Bolivyalı olduğu
gerçeğini gizlemeye özen gösterdi.
CIA operasyon bölgesinde yalan
yanlış haber yayma kampanyalarına
girişti, gerillaların aslında Paragu­
aylı olduğu söylentisi ağızdan ağıza
dolaştı. Bundan amaç, halkın milli­
yetçi duygularını galeyana getir­
mekti."
Kitabın 51-52. sayfalarından ak­
tardığımız bu yalanların hepsi boşa
çıkarılmıştır. Üstelik bunların hepsi,
bu yalanlan yayanların kendileri ta­
rafından halka uygulanmıştır. Aynı
zamanda gerillaların doğru eylem
tarzı, ahlaklı tavırları halkın yalanla­
ra inanmasını engellemiştir. Bu dezenformasyon hareketleri; kitabın
altıncı bölümünde "Che'nin Bolivya
Günlüğü ve CIA'nın yeni dezenformasyon kampanyası" bölümünde
ayrıntılı olarak anlatılmıştır. CIA,
çeşitli ilişkilerle satın aldığı gazete­
cileri, yayıncıları "Gerillaları mace­
racı, Tanya'yı da adi bir kadın yapıp
çıkardık mı başarıya ulaştık demek­
tir" diyerek bu yönde yayın yapma­
ya yöneltmiştir. Bununla neyi hedef­
ledikleri, 170. sayfada şöyle anlatıl­
makta:
"Devrimci hareket içindeki etki­
si ve imajı zedelendiği ölçüde, asıl
hedefin Tanya değil, Che olduğunu,
devrimi başarmanın yolu olarak si­
lahlı mücadele teorisini çürütmek
gerektiğini, Che'nin ilkelerinin etki­
sinin ve değerinin hor görülmesini,
aşağılanmasını sağlamanın zorunlu­
luğunu, solun içinde var olan bölün­
me ve çelişkileri beslemek amacıyla,
Bolivya'daki olaylardan yararlana­
cağını belirtti."
Bunlar bir CIA programı olarak
belirtiliyor ve şöyle devam ediliyor:
"Bu ve benzeri etkenler kullanılarak, Che'nin Bolivya'yı seçerken
yanıldığı düşüncesi çevreye yayıla­
bilirdi pekala. Zaten bu ülkede, mü­
cadele için gerekli koşullar yoktu;
Che eğer öyle davrandıysa, Kübalı
yetkililerle anlaşmazlığı yüzünden­
di; bu ve benzeri 'düşüncelere' her­
kesi inandırmak gerekiyordu." (age
sf 172)
Bu kitapta; Bolivya'da yaşanan
gerçeklerin iç yüzünü öğrendikçe,
konu hakkında özellikle sol görünen
yayınevlerinin yayınladıkları kitap­
ların iç yüzünü de daha rahat görebi­
leceksiniz.
Sonuç olarak kitap; mücadelenin
çok yönlülüğüne dikkat çekmekte ve
bize ideolojik mücadele cephesinin
önemini hatırlatmaktadır. •
Yazanlar:
Adys CUPULL
Froilan GONZALEZ
Türkçesi:
Nadiye R. Çobanoğlu
YAR YAYINLARI, 286 Sayfa
41
EMPERYALİZM
TİBET'İ KEŞFETTİ
S
inemalarda geçtiği­
miz aylarda gösteri­
me giren üç film,
emperyalizmin yeni
ilgi alanını gözler önüne seriyor. Ameri­
kan Emperyalizmi,
sinema tekelleri ara­
cılığıyla şimdi de Çin ve Tibet me­
selelerine el attı. Her akşam tele­
vizyonlarımıza konuk olan Tibetli
rahipler ve onların yaptığı açlık
grevleri, liderleri Dalai-Lama...
Tüm bu zat-ı muhteremlerin birden
bire sinema salonlarına doluşması
bir rastlantı olmasa gerek.
Kundun, Tibet'te Yedi Yıl ve
Kızıl Köşe isimli üç filmin temel
konusu barbar, işgalci, talancı
Çin'in, 'komünist' zulmü. Üç
filmde de konu temel olarak bu te­
malar üzerine oturtulmuş.
Yönetmenliğini Martin Scorsese'nin yaptığı "Kundun" isimli
film, halen yaşayan Tenzin Ghatsu'nun yani 14. Dalai-Lama'nın
yaşam öyküsünü anlatan görüntülü
bir biyografi niteliğinde. Filmi iz­
lerken görüyoruz ki; yönetmenin
42
filmi çekerken kullandığı kamera­
larda objektif yerine subjektif kul­
lanılmış. Her biyografi gibi, Scorsese de bu filmi çekerken bu bilgi­
leri Dalai-Lama'dan almış. Tabi ki
sadece Dalai-Lama'nın yorumu ye
anlattıklarıyla sınırlanan bir biyog­
rafi bu. Buna bir de emperyalizmin
yorumu eklenince ortaya çıkan ya­
pımı 'al gözüm seyreyle'!
Yine Dalai-Lama ve Tibetliler
esas alınmış bir film de "Tibet'te
yedi Yıl"... Bu filmde de Avustur­
yalı bir dağcının İkinci Dünya Sa­
vaşı devam ederken Himalayalar'a
gelişi ve burada Dalai-Lama ile ta­
nışması, onun danışmanlığını üst­
lenmesi anlatılıyor. Ve yine fon­
dan tüm değerleri ayaklar altında
ezen komünistler... Filmdeki dağcı
gerçekte yaşamış bir kişi; ismi Heinrich Harrer... Filmde haris, ben­
cil bir kişiliği canlandırıyor. Nazi
partisi tarafından gamalı haçlı bay­
rağı Himalayalar'ın tepesine dik­
mekle görevlendirilmiştir. Bir SS
üyesidir. Tibet'te yaşadığı bu yedi
yıl boyunca, budizmin felsefesiyle
haşır neşir olmuş, bencil kimliğin­
den sıyrılmıştır. Filmin tanıtım ya­
zılarında bu yedi yılın Tibet için
köklü değişim yılları olduğu belir­
tiliyor. Burada kastedilen "köklü
değişim", Mao Zedung önderliğin­
deki Çin Devrimi'dir. Kaba, kibir­
li Çinli devrimciler, köklü değişi­
mi silah zoruyla, zorbaca gerçek­
leştirmektedirler. Tabi diğer yanda
Tibetli budist rahiplerin insani ve
pasif direnişleri vardır. Bu Avus­
turyalı dağcının kimliğine gelince,
O da Nazi Partisi'ne üye bir faşist­
tir.
Çin Devrimi'nin köklü bir de­
ğişim olduğu doğrudur. Zaten
"devrim" denilen şey de, köklü bir
değişimden başka bir şey değildir.
Bizim aklı evvel dağıtımcı firma­
lar, felsefe sözlüklerini yeniden
yazarcasına tespitlerde bulunmuş­
lar.
"Kızıl Köşe" isimli filmde ise,
olay günümüzde geçiyor. Başrol oyuncusu, tam bir adaletsizlikle idam edilmek istenen bir Amerikalı'dır. Bundan sonrası, adaletsiz
bir ülkede sürüp giden adalet sava­
şıdır. Bu adaletsiz ülkeyi Amerika
mı zannettiniz? Yanıldınız; burası
yine Çin'dir.
Bu filmlerin üçünde de ilkel,
kibirli ve talancı etiket yapıştırı­
lanlar özünde devrimcilerdir. Ala­
bildiğine karikatürize edilmiş sah­
nelerle ise, önce Çin Devrimi'nin
önderinden, Mao Zedung'tan baş­
lanmıştır.
Emperyalizmin sinema tekelle­
ri yıllardır emperyalist sistemin
karşısında duran ne varsa bunu
kendi alanlarından, psikolojik sa­
vaşla yok etmeye yönelik çalışma­
lar yürütmüştür. Emperyalizmin,
dünya halklarına karşı sürdürdüğü
savaşta sinema endüstrisinin aldığı
görev, pahalı ve gözalıcı prodüksi­
yonlarla psikolojik savaş yürüt­
mek, bilinçleri çarpıtmak ve uyuş­
turmaktır. Amerikan sinema en­
düstrisinden ardarda çıkan yüzler­
ce 'soğuk savaş', 'KGB', 'Ruslar
Geliyor' edebiyatıyla donanmış
filmlerin ardından şimdi hedefte
yeni ufuklar vardır. Yakında James
Bond ve Rambo'yu Tibet ya da
Küba topraklarında görürseniz hiç
şaşırmayın. Vietnam Halkı'ndan,
dünya döndükçe unutamayacağı
bir darbe yiyen Amerikan Emper­
yalizmi, adeta yaşanan tüm ger­
çekliği tersine çevirerek yüz­
lerce Vietnam filmi çekmiştir.
Bir yeni-sömürge ülke olan
vatanımızın çocukları, yıllar­
ca Rambo'nun, Vietnam'ı di­
ze getirdiğini zannederek ya­
şadı. Bunlar bile Vietnam
Halkı'nın zaferini gölgeleye­
memiştir. Emperyalizmin, yeni-sömürgelerine yaydığı bu
filmler bayatlayınca, tekeller
yeni kar kapılan bulmak ve
yeni bilinçleri karartmak amacıyla rotayı Çin'e çevirdi.
Çünkü bu etiketinde bile olsa
sosyalist yazıyordu. Öyleyse
silinmeliydi. O zaman, 'öz­
gürlük savaşçıları', ajanlar,
gizli servisler, rambolar, ak­
törler, aktristler, yönetmenler,
film makaraları... bil cümle
psikolojik savaş aygıtları gö­
rev başına! Şimdi özgürleşe-
cek topraklar, Tibet topraklarıdır!
Haydi gazanız mübarek ola!
Emperyalizmin özgürlük kav­
ramının, iliklerine kadar esirleştirmek olduğunu en iyi bilen halklar­
danız. Budist rahiplerin son süreç­
te hemen her akşam televizyonlar­
da- yer alması, Budist hareketin li­
derinin sanayiinin tekellerinin rek­
lam aracı olması ve reklam panola­
rında boy göstermesi, üstüne üst­
lük buna ilişkin üç filmin ardarda
sinemalarda yer alması bir tesadüf
müdür? Tibet üzerinden yeni çı­
karlar, yeni pazarlar peşinden ko­
şan emperyalizm, işe Çin Devri­
mi'nin önderi Mao Zedung'tan
başlamıştır.
Dünya devrimci hareketlerinin
önderlerinden olan, fikirleri, öğretileriyle hemen her ülke devrimine
özgün deneyler sunan bu önder, bi­
linçli bir çabayla karikatürize edil­
miş, kimliği, kişiliği, idealleri çar­
pıtılmıştır. Bu çarpık karakter üze­
rinden propagandaya girişen em­
peryalizm, sosyalizmin ne kadar
baskıcı bir sistem olduğunu beyin­
lere kazımaya çalışıyor. Nasıl olsa
kamera da, stüdyo da, oyuncu da
bu tekellerin himayesindedir ve is­
tenen, istenildiği gibi şekillendiri-
lecektir. Ama gerçekler öyle mi­
dir?
Emperyalizmi cezbeden; ne Tibet mistisizmidir, ne de özgürlük
aşkıdır. Emperyalizmi cezbeden;
sosyalizme vuracağı silahlarıdır.
"Kundun" filmini çeken Martin
Scorsese, Tibetli budistlerin otantizminin ve mistisizminin kendisi­
ni çok etkilediğini söylüyor. "Kızıl
Köşe" filminin başrol oyuncusu
Richard Gere ise, Scorsese'ye göre
daha cüretli ifade ediyor düşünce­
lerini.
Richard Gere ile yapılan bir
çok röportajda Gere, budist oldu­
ğunu, Çin'deki komünist sisteme
karşı mücadele ettiğini vurgulu­
yor.
Çin'deki sistem ne kadar dev­
rimcidir, devrimin değerlerini ne
kadar sahipleniyor? Kapitalizme
doğru hızlı bir yol alış içinde mi­
dir, değil midir? Bunların hepsi
tartışılabilir, tartışılmalıdır. Fakat
sorun; emperyalizmin devrime ve
devrimci önderlere saldırma tutku­
sundan vazgeçmemesidir. Dünya
halklarının güçlü bir kazanımı olan
Çin Devrimi'nin ve önderinin ka­
ralanmasına asla ama asla müsaade
etmemeliyiz. •
"Tibet'te Yedi Yıl" filminden bir sahne
43
AHMET LATİF TİFTİKÇİ VE AYNUR CİHAN ALAK
ÖZGÜRLÜKLERİNE
KAVUŞTULAR!
2 Şubat 1998 günü gözaltına alı­
narak bir hafta süren işkenceli sorgu­
ların ardından çıkarıldığı Devlet Gü­
venlik Mahkemesi tarafından tutuk­
lanan Ayşe Gülen Halk Sahnesi
oyuncusu, Ortaköy Kültür Merkezi
(OKM)'nin kapatılmasıyla birlikte
yayını durdurulan Kültür ve Sanatta
TAVIR Dergisi'nin yazıişleri müdü­
rü ve Gülsuyu-Gülensu Halk Meclisi
Girişimi üyesi A. Latif Tiftikçi, 14
Mayıs Perşembe günü İstanbul 2
No.lu DGM'de görülen ilk duruşma­
sında, savcının itirazlarına rağmen
tahliye edildi.
Öte yandan, 15 Mayıs günü İs­
tanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde görülen duruşmada, İdil Kül­
tür Merkezi ve Kültür Sanatta TA­
VIR Dergisi sahibi ve Okmeydanı
Halk Meclisi üyesi Aynar Cihan
Alak ile tutuklanan Halk İçin Kurtu­
luş Gazetesi çalışanları da tahliye
edildi. Hatırlanacağı üzere Aynur
Cihan Alak, 27 Şubat günü Halk İçin
Kurtuluş Gazetesi merkez bürosuna
yapılan polis baskını sırasında, gaze­
te çalışanlarıyla birlikte gözaltına
alınmış, yedi gün süren işkenceli
sorguların ardından, çıkarıldığı
DGM tarafından tutuklanarak Ümra­
niye Hapishanesi'ne konulmuştu.
A. Latif Tiftikçi ve Aynur Cihan
Alak, savunmalarında, yıllardır dev­
rimci sanat faaliyeti içinde oldukları­
nı, halkın sanatçısı olduklarını ve bu
yüzden Halk Meclisleri'nde çalıştık­
larını, bundan büyük gurur duyduk­
larını belirttiler.
Şimdi sizlere, arkadaşlarımızın
duruşmalarda yaptığı savunmalardan
bazı bölümler aktarıyoruz:
44
İSTANBUL 2 NO.LU DEVLET
GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANIĞI'NA
Adım Ahmet Latif Tiftikçi. Tiyat­
ro sanatçısıyım. Kültür ve Sanatta
TAVIR Dergisi muhabiri ve Çağdaş
Gazeteciler Derneği üyesiyim. Aynı
zamanda Halk Meclisi üyesiyim. Ti­
yatro çalışmalarımı, merkezi Orta­
köy'de bulunan İdil Kültür Merkezi
bünyesindeki Ayşe Gülen Halk Sah­
nesi' nde sürdürüyorum.
Yaklaşık on yıl boyunca sürdür­
düğüm tiyatro faaliyetlerimde hep
halkın yanında oldum. Oyunlarımızı
hep yoksul, emekçi insanlara sergi­
ledik. Bir kez olsun halktan uzak,
halktan kopuk bir yaşam ve düşünce
tarzı içinde olmadım.
Ama on yıllardır siyasi iktidarla­
rın politikalarında öngörülen sanat
ve sanatçı anlayışı halktan kopuktur.
Sanatçı, tepeden bakar halka. Üre­
tim ve faaliyeti, ülkemiz gerçeğine
uzaktır. Eğlence ve eğlendirme kav­
ramı içi boş, kof, geleneklerimize ve
ahlak anlayışımıza ters, gerçekler­
den uzaklaştırmaya yöneliktir.
Bugün sanat, bir metadır ülke­
mizde ve sanatçı da pazarlanan bir
üründür. Belirleyici olan Amerikan
Emperyalizmi'nin tekellerinin, her
alanda olduğu gibi kültür sanat ala­
nında da ülkemizi bir pazar alanı
olarak görmesidir. İzleyici bir müş­
teridir artık, sanatçı ise tüccar...
Ve bu anlayış, Anadolu insanına,
zengin kültürel değerlerinden, onun­
la oluşan gelenekleri ve yaşam tar­
zından uzak, çok farklı ama geri bir
kültürü ve yaşam biçimini dayatmak­
tadır. Bugün, yoğun ve vahşi bir sö­
mürüyle birlikte artık en insani de­
ğerlerimizi; insan sevgisini, çıkarsız
ve hesapsız insan ilişkilerini, paylaş­
ma, dayanışma, yardımlaşma duygu­
larımızı, ahlak anlayışımızı, hesapsız
ve politik çıkarlara alet edilmeksizin
uygulayacağımız dini inançlarımızı
ve ulusal onurumuzu yitirmeye prog­
ramlanmış bir kültürel bozgun, kül­
türel işgal yaşıyoruz.
Ama bu ülkede halkın sanatçıları
da vardır. Halkın sanatçısı, halkın
içindedir; onlardan biridir, çıkarsız
ve hesapsızdır. Halktan yana bir sa­
natçı olarak, hep bunun bilinciyle
hareket ettim. Sanatsal faaliyetle­
rimde yoksul, emekçi halkın acıları­
nı, sıkıntılarını, dilemlerini, sevinç­
lerini anlatan, yani kendi gerçeğini
ifade eden tiyatro oyunlarında yer
aldım. Kimi zaman sokaklarda, mey­
danlarda oynadık oyunlarımızı. Kimi
zaman ekmek kuyruklarında çile çe­
kerken, zamları protesto eden oyun­
larımızda gördü halk bizi. Kimi za­
mansa fabrika önlerindeki işçiler izledi oyunlarımızı. Zonguldak maden­
ci direnişinde oyunlarımızla yer al­
dık. Paşabahçe Şişe Cam işçilerinin
grevinden Beykoz Deri Kundura iş­
çilerinin direnişine, konfeksiyon işçi­
lerinden Mersin liman işçilerine ka­
dar onlarca işyerinde, fabrikada,
sendikal faaliyetlere ve direnişlere
oyunlarımızla katkılar sunduk. Gün
oldu, dar ve çamurlu sokaklarda
yoksul gecekondu halkının direncine
ortak oldu oyunlarımız. Gün oldu,
hapishanelerdeki hücre politikaları­
na, idamlara, infazlara ve kaybetme­
lere karşı çığlık olduk oyunlarımızla.
Susurluk'taki kazayla ortaya çıkan
Susurluk Devleti'ne karşı yüzbinlerce emekçi "Sürekli Aydınlık" der­
ken, biz de oyunlarımızla haykırdık;
"Bağımsız, Demokratik Türkiye" di­
ye ve karşı çıktık kontrgerilla uygu­
lamalarına.
Sistemin salt ticarete dayalı sa­
nat ve kültür politikalarına uygun
hareket eden bir sanatçının ödülü;
aldığı paradır, parlak neon ışıkları­
nın en tepesinde, isminin en büyük
yazılmasıdır. Şan, şöhrettir onun
ödülü. Halkın sanatçısının ödülü ise;
halkın duygularına ortak olmak, öz­
lemlerini halkın özlemleriyle buluşturmak, yeni üretimlerini halka taşı­
mış olmaktır. Ve en önemlisi; bunun
kabul görmesidir.
Ben Halk Meclisi üyesiyim. İşte
benim ödülüm de budur. Bulunduğu
bölgede halk, kendi sorunları ve ge­
leceği için birlikte kararlar alırken,
benim de bu kararlara ortak olabil­
mem ve çözümler için onlarla birlik­
te emek harcayabilmem, bir onurdur
benim için.
inançlarım, geleceğe ilişkin umutla­
rım, düşüncelerim, onurum ve bunun
bana verdiği mutluluk elimden alına­
mamıştır. İster hapishanede olayım,
ister çölde; insan onurlu ve mutlu ol­
mak için gerekli olan her şeyi bula­
bilir. Haklı olduğumu biliyorum ve
düşüncelerime uygun, doğru bir bi­
çimde yaşadığıma inanıyorum. Aynı
biçimde yaşamaya da devam edece­
ğim.
Dergimiz sahibi Aynur Cihan
Alak ise, Halk İçin Kurtuluş Gazete­
si çalışanları ile birlikte 15 Mayıs
1998 Cuma günü İstanbul 6 No.lu
Devlet Güvenlik Mahkeme'sinde
görülen davasında şunları vurgula­
mıştır:
"...Yaptığımız devrimci sanat,
sömürü ve zulüm politikalarıyla ezil­
meye çalışılan emekçi halkın müca­
delesinin içinden doğmuştur. Dev­
rimci sanatçı, halklarımıza yönelik
kültürel, siyasal, ekonomik ve askeri
saldırıları karşısında her zaman hal­
kın yanıbaşında, onunla omuz omuza
olmuştur. Halkın umudu, öfkesi ne­
redeyse, yerimiz de orası olmuştur.
Yarattığımız değer ve geleneklerin
halkın içinde kökleştiğini gören dev­
let bu nedenle sanatımıza ve bizlere
saldırarak boğmaya çalışmıştır. Bu
nedenle sahibi bulunduğum Kültür
ve Sanatta TAVIR Dergisi'ne sayısız
davalar açmış, faaliyet yürüttüğü­
müz kültür merkezimizin kapısına ki­
lit vurmuş, kültür-sanat faaliyetleri­
mizi engellemeye çalışmıştır. Çünkü
devrimci sanat yapmak, devletin kar­
şısında olmak demektir. Devletin,
devrimci sanatçılara düşmanlığı da
bu nedenledir. Bu yüzden de halktan
yana düşünen, mücadele eden herkes
devlet gözünde "suçlu" sayılıyor.
Bizler halkın sanatçılarıyız. Halkın
sanatçıları olarak Halk Meclisle­
ri'nde yeralmak, üzerimize düşen so­
rumluluğun bir gereğidir. Halkın sa­
natçısı olarak, halkın yanında, Halk
Meclisleri'nde yeraldık..."
Yaşadıkları yerlerde giderek bü­
yüyen sorunlarla kendi kaderine terkedilen halkın, en meşru ve öz örgüt­
lenmeleridir Halk Meclisleri. Halkın
kendi sorunlarına sahip çıkması, çö­
zümler için bir araya gelip örgütlen­
mesi ve sorunlarının takipçisi olma­
sı, yasal ve demokratik bir haktır ay­
nı zamanda.
Yaşam içerisindeki hiçbir etkinli­
ğimi gizli saklı yapmadım. Çalışma­
larımı sürdürdüğüm kültür merkezi,
kaldığım ev herkes tarafından bili­
nir. Ancak yine de susma hakkımı
kullandım. Çünkü saldırı ve işkence
çok açık ki kişiliğime, düşünceleri­
me, inançlarıma ve asıl olarak be­
nim şahsımda Halk Meclisleri'ne idi.
Saldırı, halkın onuruna ve namusunaydı. Susarak ve ifade vermeyerek
bu onuru koruduğuma inanıyorum.
Tutuklanarak dilediğimce ve in­
sanlığa karşı sorumluluğumla yaşa­
ma hakkım elimden alınmıştır. Öz­
gürlüğüm kısıtlanmıştır. Ancak
45
HABER/YORUM
Ankara Film Festivali'nde
Ödüller Sahiplerini Buldu
1-10 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen 10. Uluslararası Ankara Film
Festivali sonuçlandı. Pier Paolo Pasolini ve Krzysztof Kieslowsky filmlerinin
özel gösterimler halinde sunulduğu festivalde, çeşitli ülke sinemalarından
350'ye yakın film gösterildi.
Jürisini Sami Şekeroğlu, Ali Hakan, Yusuf Kurçenli, Erhan Bener ve Tülay Eratalay'ın oluşturduğu "Ulusal Yarışma" bölümünde "en iyi film" seçi­
len "Usta Beni Oldürsene", altı dalda ödül kazandı. Zeki Demirkubuz'un
"Masumiyet"i ise, üç dalda ödül kazandı. Bu arada, hemen hemen bütün fes­
tivallerde ödül alan Nuri Bilge Ceylan'ın "Kasaba" adlı filmi, bu festivalde
ödül alamadı.
ÇASOD'da Yönetim Değişikliği
Geçtiğimiz günlerde 4. Genel Kurulu'nu gerçekleştiren ÇASOD (Çağdaş
Sinema Oyuncuları Derneği), yeni yönetim kurulunu oluşturdu. Yeni yönetim
kurulunun başkanlığına Rutkay Aziz getirilirken, başkan yardımcılıklarını
Bülent Kayabaş ve Sumru Yavrucuk üstlendi. Bunların yanı sıra, Kutay Köktürk genel sekreter, Kenan Bal sayman olarak görev alırken, Menderes Sa­
mancılar, Taner Barlas, Yalçın Güzelce ve Suavi Eren asil üyeler olarak be­
lirlendi.
Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği'nin yeni yönetimle birlikte bugüne
kadar gelişen sürecin aksine bir "arkadaş kulübü" olmaktan çıkıp, sinema
emekçilerinin sorunlarına kalıcı çözümler arayan ve bu konuda kararlı
çabalar içerisinde olan bir kurum haline gelmesini diliyoruz.
Tiyatrolara Yasaklama ve Baskın
Ankara Ekin Tiyatrosu, İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun yazdığı "Bir
Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü" adlı oyunlarını Trabzon'da sergilerken oy­
nadıkları salonu polis bastı. Oyun sırasında salonu basan polis, oyunu dur­
durarak sakıncalı bulduklarını ve bu nedenle oynamasına izin verilmeyece­
ğini söyledi. Baskını oyunun bir parçası sanan seyirci, polisin sözlerine ön­
ce inanmak istemedi ancak daha sonra gerçek olduğunun farkına varınca,
polisin bu tavrını protesto etti.
Ankara Birlik Tiyatrosu tarafından Yılmaz Güney'in yaşam öyküsünü
konu edinen "Bir Güzel Çirkin Kral" adlı oyunu yurtiçi ve yurtdışında bir
çok defa sergilenmesine karşın önce Urfa, ardından da Diyarbakır'da Vali­
lik tarafından yasaklandı. Bu keyfi yasaklama kararlan karşısında Ankara
Birlik Tiyatrosu, yasaklamaların kalkması için Urfa ve Diyarbakır İdare
Mahkemeleri'ne başvurdu.
Kocaeli Bölge Tiyatrosu'nun "Hakkari'de Bir Mevsim" adlı oyunu da
Urfa Valiliği tarafından yasaklandı.
Önceden izin verildiği ya da oynanması için hiç bir yasal engelin bulun­
madığı koşullarda dahi valilik ve polis tarafından sanatsal faaliyetlerin en­
gellenmesi, Susurluk Devleti'nin kültür-sanat alanındaki baskıcı yüzünü bir
kez daha gözler önüne seriyor.
46
Grup Yorym
30 Mart 1998;
Çapa Tıp Fakültesi'nde düzenlenen
Kızıldere Anması'na katılarak bir dinleti
verdi.
9 Nisan 1998;
Nil ve İdil'in mezarları başında yapılan
anmalara katılarak, birer dinleti verdi.
12 Nisan 1998;
İdil Kültür Merkezi'nde, "30 Mart-17
Nisan Devrim Şehitlerini Anma Günleri"
kapsamında düzenlenen etkinlikte yaklaşık
700 kişiye seslendi.
12 Nisan 1998;
Okmeydanı Halk Meclisi'nin 1. Kuruluş
Yıldönümü nedeniyle "Sibel Yalçın Direniş
Parkı"nda düzenlenen şenliğe katılarak bir
dinleti verdi.
25 Nisan 1998;
Malatya'da iki seans halinde
gerçekleşen konserde, yaklaşık 3000 kişiye
seslendi.
1 Mayıs 1998;
1 Mayıs'a, "Grup Yorum" imzalı
pankartı ile katıldı.
17 Mayıs 1998;
SEV-DER (Kahramanmaraş Sevdilli ve
Çevresi Kültür Dayanışma Derneği) Gençlik
Komisyonu tarafından düzenlenen pikniğe
katıldı. Piknikte kısa bir dinleti
gerçekleştirdi.
24 Mayıs 1998;
Antalya'da, Konyaaltı Açık Hava
Tiyatrosu'nda bir konser verdi. Yoğun
yağmur yağışı altında geçen konser
yaklaşık 3500 kişinin katılımıyla
gerçekleşti.
28 May» 1998;
Bu sene 12.si gerçekleşen Geleneksel
KISA KISA
İTÜ Şenliği'nin son gününde, yaklaşık 700
kişiye seslendi. Şenliğe ayrıca Onur Akın,
Ferhat Tunç ve bazı amatör müzik
toplulukları da katıldı.
Özgürlük Türküsü
29 Mart 1998;
Ankara Seyranbağlar Halkevi'nin 4.
kuruluş yıldönümü şenliğinde bir konser
verdi.
6 Nisan 1998;
Maliye-Sen tarafından 2 No'lu Şube'de
gerçekleştirilen Kamu Emekçileri Şehitleri
Anması'nda bir dinleti verdi.
12 Nisan 1998;
İdil Kültür Merkezi'nde, "30 Mart-17
Nisan Devrim Şehitlerini Anma Günleri*
kapsamında düzenlenen etkinlikte yaklaşık
700 kişiye sestendi.
14 Nisan 1998;
SES (Sağlık Emekçileri Sendikası)
Aksaray Şubesi'nde devrim şehitlerini
anmak için düzenlenen etkinlikte bir
dinleti verdi.
17 Nisan 1998;
Gülsuyu'nda 30 Mart-17 Nisan Devrim
Şehitlerini Anma Günleri kapsamında
düzenlenen etkinliğe türküleri ve marşları
ile katıldı.
19 Nisan 1998;
Ankara Haklar ve Özgürlükler
Platformu tarafından düzenlenen
geleneksel 1 Mayıs pikniğinde bir dinleti
verdi.
1 Mayıs 1998;
1 Mayıs'a, "Özgürlük Türküsü" imzalı
pankartı ile katıldı.
27 Mayıs 1998;
12. Geleneksel İTÜ Şenliği'ne katılarak
bir dinleti verdi.
Sabahattin Ali,
Katledilişinin 50. Yılında Anıldı
Devrime olan inancını hiç yitirmeyen, her türlü baskıyı inatla göğüsleyen ve kontrgerilla tarafından katledilen Sabahattin Ali, ölümünün 50.yılmda, Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenen bir törenle anıldı. Anmada bir
konuşma yapan yazar Konur Ertop, Sabahattin Ali'nin eserlerinin günümüz­
de de güncelliğini koruduğuna dikkat çekerek, özellikle "İçimizdeki Şey­
tan" adlı romanında anlattığı yozlaşmış entellektüel çevrelerin bunalımları­
nın bugün de aynı şekilde sürdüğünü belirtti. Fotoğraf sanatçısı İsa Çelik'in
hazırladığı dia gösterisiyle devam eden anma etkinliği, Edip Akbayram'ın,
Sabahattin Ali'nin şiirlerinden bestelenen türkülerini seslendirmesiyle sona
erdi.
Kayıplar İçin;
Sanatçılardan Basın Açıklaması
İzmir'de 31 Mart tarihinden bu yana kendilerinden haber alınamayan ve
kaybedilmek istenen Neslihan Uslu, Metin Andaş, Hasan Aydoğan ve
Mehmet Ali Mandal için çeşitli sanatçıların katılımıyla bir basın açıklaması
gerçekleştirildi. 1 Haziran 1998 Pazartesi günü TOBAV (Tiyatro, Opera,
Bale Sanatçıları Vakfı)'da gerçekleştirilen basın açıklamasına şair Ruhan
Mavruk, tiyatro sanatçısı Orhan Aydın, Sine-Sen ikinci başkam Yusuf Çetin,
yazar Güngör Gençay, ressam İrfan Ertel, ekonomist Arslan Başer Kafaoğlu,
yazar-şair Muzaffer Dizman, Grup Yorum gibi aydın ve sanatçıların yanısıra
kayıp yakınları, çeşitli kültür merkezleri ve kitle Örgütlerinden de temsilciler
katıldılar. Arslan Başer Kafaoğlu tarafından okunan basın açıklamasında şu
görüşlere yer verildi: "(...) İnsanca yaşam mücadelesi içinde olan bu
kişilerden haber alınamaması tedirgin edici bir durum olduğundan, bizler de
kaybedildiğini düşünmekteyiz (...) Bugüne kadar ülkemizde yaşanan yüzlerce
kayıp olayı endişemizi daha da artırmaktadır. Tarih boyunca dünyada bu tür
vahşet örnekleri yaşanmıştır. Ama tarihsel süreç içinde bunların failleri bir
insanlık suçlusu olarak hatırlanmaktan kurtulamamışlardır. Bizler ülkemizi
ve halkımızı seviyoruz. Tüm insanların onurlu ve eşit koşullarda yaşayacağı,
düşüneceği ve düşüncesini özgürce ifade edebileceği bir toplumdan yanayız.
Niteliği ne olursa olsun hiç bir canlıya psikolojik ve fiziksel işkence
yapılmasını istemiyoruz. Gelin bu amaç için elele verelim, kayıplar bulunsun
ve anaların gözyaşı dinsin..."
Yapılan açıklamanın ardından sanatçılar sırayla görüşlerini belirttiler.
Ruhan Mavruk, kaybedilmek istenen kişilerin bilinen, tanınan insanlar
olduklarını, bu nedenle endişelerinin daha büyük olduğunu ifade ederken,
Arslan Başer Kafaoğlu, "Yaşananlar Arjantin'deki faşist, askeri diktatörlük
döneminden farklı değildir" diyerek, kayıpların akıbetlerinin açıklanmasını
istedi. Ardından söz alan Halkın Hukuk Bürosu avukatı Behiç Aşçı, kayıplar
için İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Başbakanlık, TBMM ve karakollar
ile hapishanelere yapılan bütün başvuruların sonuçsuz kaldığını, İzmir DGM
Savcılığı'na yapılan başvuruda savcının önce Metin Andaç'ın 6 Nisan'da
gözaltına alınıp serbest bırakıldığım söylemesine karşın daha sonraki
başvurularda hiç gözaltına alınmadığını belirttiğim söyledi.
Kayıplar için bugüne kadar bir çok sanatçının bulunduğu 110 imza
toplandığım ve toplanmaya devam edileceğini belirten sanatçılar "Kayıpların
peşini bırakmayacaklarını ifade ederek basın açıklamasını bitirdiler.
47
HABER/YORUM
BASKILAR SÜRÜYOR
İdil Kültür Merkezi'ne 1 Mayıs Baskını
28 Nisan Sah günü saat 11.00 sıralarında kültür merkezimizi basan polisler, eşyalarımızı talan ettikten sonra,
baskın sırasında kültür merkezinde bulunan Grup Yorum elemanları Fikriye Kılınç, Kemal Sahir Gürel, yazıişleri
müdürümüz ve Özgürlük Türküsü elemanı Yasin Ali Türkeri, FOSEM çalışanları Olcay Karadağ ve Aziz Akal,
kültür merkezi çalışanı Orhan Açıkgöz ve misafir olarak bulunan Özgür Doğan'ı gözaltına alarak, Vatan
Caddesi'ndeki Siyasi Şube'ye götürdüler.
Yine aynı gün, aynı saatlerde İdil Kültür Merkezi ile birlikte bir çok kültür merkezi, dergi bürosu ve DKÖ'yü
basan polisler, onlarca insanı gözaltına aldı.
Konu ile ilgili olarak Grup Yorum, Özgürlük Türküsü, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Fotoğraf ve Sinema.
Emekçileri (FOSEM), Kültür Sanatta TAVIR Dergisi, Grup Yorum Korosu, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi, Ayşe
Nil Halk Kütüphanesi ve İdil Kültür Merkezi tarafından yapılan basın açıklamasında; "...İnsanlarımızı gözaltına
alarak, 1 Mayıs'ta alanları yalnızlaştırmanın hesabını yapan devlet, yıllardır olduğu gibi yine yanılmaktadır ve bu
kaçınılmaz yenilgisini bir kez daha yaşayacaktır. Binlerce insanı da gözaltına alsalar, onbinler yine 1 Mayıs'ta
alanlara akacak. Durduramayacaklar halkın coşkun, akan selini..." denildi.
Gözaltına alman İdil Kültür Merkezi çalışanları, 2 Mayıs'ta çıkarıldıkları DGM Savcılığı tarafından serbest
bırakıldı.
Delikanlı Taşanlar'ın "0lur"uyla...
Grup Yorum'un 29 Mayıs tarihinde Bursa'da gerçekleştireceği konser, Valiliğin "olur"uyla, Bursa Emniyet
Müdürlüğü tarafından yasaklandı.
Yasaklanma gerekçesi olarak, Grup Yorum'un Bursa Konseri için başvuru yapan Mix Radyo TV ve Reklam San.
Tic. A Ş . Yönetim Kurulu'na Bursa Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü tarafından gönderilen yazıda şu sözlere yer verildi:
"İlgi dilekçenizle 29.05.1998 günü saat 20.00'da İlimiz Kültürpark Açık Hava Tiyatrosu'nda tertiplemek istediğiniz
ve sanatçı "GRUP YORUM'un" katılacağı KONSER'e Valilik Makamının 20.05.1998 gün ve 2324 sayılı olurları ile
gerekli izin verilmemiştir."
Bursa Valisi "Delikanlı" Orhan Taşanlar, İstanbul Emniyet Müdürlüğü yaptığı dönemde Grup Yorum konserlerini
engellemek için tüm keyfiliğini ve baskı yöntemlerini pervasızca kullanırken, şimdi keyfiliğini iki satırlık bir karşı
yazıyla ve "olur"la sürdüreceğini zannediyor. Ancak kendisi de iyi biliyor ki, tüm engellemelere karşın İstanbul'da
Grup Yorum'un halkla buluşmasını engelleyememişti. Grup Yorum en zor koşullarda dahi etkinliklerini, faaliyetlerini
sürdürmüştü. Vali Taşanlar, İstanbul'dan kaçarken, bir çok şeyden olduğu gibi Grup Yorum'dan da kurtulamayacak ve
onun ismini daha çok duyacak. Sadece konser başvurularıyla değil, engellemelere rağmen gerçekleşecek etkinliklerle
Grup Yorum, Bursa'da emekçi halkla bir çok kez biraraya gelecek.
105.7 Çevre Radyo'ya 30 Gün Kapatma Cezası Verildi
Emeğin, Özgürlüğün, Kardeşliğin Sesi 105.7 Çevre Radyo, 4 Aralık 1997 tarihinde yayınlanan istekler progra­
mında bir şarkı sözünün "toplumu şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa sevk ettiği ve toplumda nefret duyguları oluştur­
duğu" gerekçesiyle 30 gün süreyle kapatıldı.
Gerekçe olarak, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)'nun 3984 sayılı kanununun 4. maddesinin (g) bendi hük­
münün ihlali gösterilen kapatma cezası, 15 Mayıs Cuma günü saat 00.00'dan itibaren yürürlüğe girdi.
Bunların yanı sıra, 8 Nisan günü, Bayrampaşa Hapishanesi'ne, tutsakları ziyarete giden 105.7 Çevre Radyo
program yapımcısı Çiğdem Güner, görüş çıkışı Siyasi Şube polisleri tarafından firar girişimi bahane edilerek gözaltı­
na alındı. Üç gün gözaltında tutulan Çiğdem Güner, 11 Nisan günü çıkarıldığı Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafın­
dan tutuklanarak Ümraniye Hapishanesi'ne konuldu.
Ayrıca 1 Mayıs günü, Abide-i Hürriyet Meydanı'ndaki mitingi izlemeye giden 105.7 Çevre Radyo muhabirleri
Martı Çağın ve Selda Yeşiltepe, polisin saldırısı sonucu gözaltına alındılar. Vatan Caddesi'ndeki Siyasi Şube'de
. gözaltında tutulan radyo muhabirleri, 6 Mayıs günü, savcılığa çıkarılmadan serbest bırakıldılar.
48

Benzer belgeler