Parti Okulu - Parti İçi Eğitim Birimi

Transkript

Parti Okulu - Parti İçi Eğitim Birimi
Parti Okulu
Birinci Kitap
“Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı,
yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve
sefalete terk eder.”
Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu
Parti Okulu Açılışı
9 Eylül 2011
Parti Okulu Toplantıları
* Bu kitapta yer alan görüşler konuşmacılara ait olup,
CHP’nin görüşlerini yansıtmayabilir.
** Kitapta yer alan metinler, toplantılardaki konuşmaların ses kayıtlarından
hazırlanmıştır. Metinlerin redaksiyonu yayına hazırlanmadan önce konuşmacılar
tarafından yapılmıştır.
Sayın Turan’a
Sayın Kuruç’a
Sayın Sezer’e
Sayın Gökdemir’e
Teşekkürler...
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
GENEL BAŞKAN YARDIMCISI PERİHAN SARI’NIN
AÇIŞ KONUŞMASI
Saygıdeğer hocalarım,
Değerli arkadaşlarım,
Cumhuriyet Halk Partisi’nin değerli üyeleri,
Değerli basın emekçileri,
Cumhuriyetimizin 88. Kuruluş yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken
düzenlediğimiz, “Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet” konulu panele hoş
geldiniz.
Katılımınız nedeniyle teşekkür ediyor; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Önümüzdeki dönemde sürekli olmasını istediğimiz bir uygulamanın ilkini bugün
gerçekleştiriyoruz.
Bundan böyle, kutlamalar ve anma günlerini ya da gündemin gerektirdiği
konuları uzmanlarla, bilim insanlarıyla, alanlarında yetkin katılımcılarla birlikte
konuşacağız, değerlendireceğiz, yorumlarını ve katkılarını alacağız.
Konuşmaların bant çözümlerini daha sonra yayınlamak ve örgütümüze
ulaştırmak da istiyoruz. Bu toplantı, Halk TV’de de yayınlanacak ve daha geniş bir
dinleyici kitlesine ulaşmış olacak.
Değerli konuklar,
Yarın Cumhuriyet Bayramı. “Sonsuzluğa
Cumhuriyetimizin, 88. Kuruluş yıldönümü.
dek
süreceğine”
inandığımız
Emperyalist işgale karşı, onurlu bir direniş sonucu kurulan Cumhuriyet;
küllerinden yeniden doğan bir toplumun “ulus” olma çabasının, bu tasarıma
dayalı bir varlık yaratma istencinin ürünüdür.
Çağının en ileri halk hareketlerinden birinin sonunda kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, akıl ve bilimin öncülüğünde ileri bir uygarlık hedefine yöneldi.
Sanayii olmayan, yüzde 80’i köylü olan bir toplum, aşama aşama gerçekleştirilen
devrimlerle dönüştürüldü.
Eski kurumlar yerine, yeni bir dünyanın kurumları oluşturuldu.
3
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
Cumhuriyet’in 10. Yılı, yeni değerleri benimsemiş coşkulu bir halk katılımıyla
kutlandı.
Dünyanın ikinci bir paylaşım savaşı yaşadığı günler, Cumhuriyet’in kuruluş
adımlarını yavaşlattı.
Tarihsel süreçte yaşanan bu duraksamalar ve koşulların gerektirdiği tercihler,
Cumhuriyet’in hedeflediği toplumu ve kendini koruyacak ve kollayacak yurttaş
bilincini zayıflatırken, içten içe beslenen karşıt eğilimleri de güçlendirdi.
Günümüze dek Cumhuriyet, demokrasiye kapalı olduğu, bireyi dışladığı, bir
vesayet ve elitler rejimi olduğu gibi sayısız nedenlerle eleştirildi. Cumhuriyet’in
ümmetten ulus yaratma ilkesi, tümden inkar edildi. Neredeyse halka karşı
yapılmış bir karşı devrim gibi nitelendirildi. Cumhuriyet’ten yana olmak;
değişime direnmek ve statükoculuk olarak görüldü/gösterildi. Cumhuriyet’in
ilkeleri ve temel değerleri, yeni dünya düzeninin yaygınlaştırdığı söylemlerle
çarpıtıldı, değersizleştirilmek istendi.
Şimdi, Cumhuriyet değerlerini yadsıyan/gerçekte varlıklarını Cumhuriyet’e ve
değerlerine borçlu olanlar, gerçek bir statüko yaratma peşindeler.
Cumhuriyet değerlerini benimseyen bizler, günümüzde yaşananların tarihin bu
dönemine özgü bir durum olduğunun farkındayız. Zamanın aynası, değişimin
olumsuz anını yansıtıyor.
Oysa önemli olan, geçmiş, bugün ve yarın arasındaki ilişki ve etkileşimdir. İlk
genel başkanımız Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, Cumhuriyet’i
kuran tüm Anadolu halkına şükran ve minnet borçluyuz. Bu gerçek, kuruluştaki
Cumhuriyet’in başkalaşmadan gelişeceğinin, güçleneceğinin, gelecekte
demokratik ve özgürlükçü bir boyuta taşınacağının kanıtlarını ve güvencesini
oluşturuyor.
Bugün, dört değerli konuşmacımız, Cumhuriyet’i geçmişten yarınlara taşıyacak.
Onların değerli yorumları, bizlerin de ufkunu açacak, sorumluluk duygumuzu
artıracak.
Cumhuriyetimizin kuruluşunun, onuncu yılındaki coşkusunu, yüzüncü yılında,
yüzlerce yıl sonrasında yaşamak umuduyla, hepinize saygılar sunuyorum.
4
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
KONUŞMACI: PROF. DR. ŞERAFETTİN TURAN
Teşekkür ederim sayın izleyiciler. Moderatör olduğumu şimdi öğrendim. Onun
ne anlama geldiğini de pek bilmiyorum doğrusu.
Cumhuriyet Bayramı resmen saat 13.00’de başladığına göre ben Cumhuriyet
Bayramınızı kutlamakla işe başlıyorum. Bunu yaratanları saygıyla anıyoruz. 4 kişi
karşınızda. Olabildiğince sizi yormamak için şöyle bir program yaptık. İki saat
süreyle 4 arkadaş yarımşar saat kendi alanlarında açıklamalarda bulunacaklar. İki
saat dolduktan sonra sizin eleştirilerinizi ve sorularınıza geçeceğiz. Sorularınızın
niteliği, içeriği, kapsamı ölçüsünde tartışmalar, konuşmalar devam edecek. Yani
biz iki saat süreyle konuşacağız.
Ben bir tarihçi olarak şöyle bir başlık seçtim. “Atatürk devrimlerinin aydınlığında
geleceğe yürümek.” Bu bir süreç. Yani ben olayları kendi alanlarında bir tarihi
süreç içerisinde tarih bilgisi ve bilinci bakımından irdelemeye çalışacağım.
Bilsay Kuruç arkadaşımızı tanıyorsunuz. Türk Ekonomisi, Cumhuriyet dönemi
ekonomisi konusunda en yetkin arkadaşımız. O, cumhuriyetin gözardı edilen
1930’lardaki durumunu ayrıntılarla çok güzel bir şekilde size sunacak kuşkusuz.
Duygu Sezer arkadaşımız biliyorsunuz dış ilişkiler konusunda Türkiye’de en önde
gelen bir arkadaşımız. O da özellikle bu küreselleşme denen ve her şeyin alıp
satıldığı, insan pazarlarının kurulduğu bu dönemde Türkiye’nin durumu nedir?
Bunun hakkında bizleri aydınlatacak. Genç arkadaşımız o da bir genç. Beni
zaten yaşlı diye seçtiniz buraya. Genç arkadaşımız da cumhuriyet, demokrasi
konusunda yapılan eleştiriler doğrultusunda bir değerlendirme yapacak.
Öncelikle bir iki şeyi vurgulamak istiyorum. Biz boyuna tarihten bahseden ama
tarihin ne olduğunu anlama zahmetine katılmayan bir toplumuz. Biraz bireyler
topluluğuyuz. Hele hele futbol maçları, güreş müsabakaları olduğu zaman eğer
güreşçilerimiz, kulüplerimiz başarılı görülürlerse tarih yazmış olurlar o gün.
Yenilirlerse tarih yazılmaz o zaman. Çünkü bize göre tarih sadece zaferlerin,
utkuların anlatımıdır, hikayesidir. Zaten kulaktan bilgi edinen ve kulaktan kulağa
bilgiyi, kültürü aktaran bir toplum olduğumuz için yazıya da pek önem vermeyiz.
Eski dönemlerde, şeriat döneminde yerde bir kağıt parçası görünce bu kutsaldır
diye alıp deliğe sokarlardı belki Allah’ın ismi, esmaı hüsna vardır filan diye.
Şimdide yazılanlara kimse iltifat etmiyor, kulaktan kulağa devam edip gidiyor.
Bu sabah gazeteleri açtığımda çarpıldım. Ben Vanlıyım ve Erciş doğumluyum.
Diyanet İşleri Başkanımız demiş ki bu imtihandır insanların imtihanıdır. Bizi
5
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
sınıyor. Çünkü böyle sismolojiyle filan depremleri izah etme olanağı yoktur. Bir
gizli kuvvet bizi deniyor. Bundan sonra sıra başkalarına gelecektir. Demek ki,
benim bugün çadırda yaşayan, hasta olan, yaralanan hemşehrilerim herhalde
büyük suç işlemişler ki Diyanet İşleri Başkanı böyle bir fetva niteliğinde bu
bildiriyi sunuyor, katkı yapıyor. Unvanlarının başında Prof. var profesör ama
bereket ki soyadı Görmez’miş. Ondan teselli buldum. Çünkü demek görmeyen
profesörler de var pek çok.
Tarihi bilgiyle bilinç çok önemli bizim için ve ne yazık ki, okumuş, bilgili
kişilerimizde ve hatta kurumlarımızda bir maziperestlik ön planda. Sözlerimi
uzatmadan iki örnek vereyim. Bunlardan birisi Galatasaray Lisesi/Üniversitesi,
diğeri de İstanbul Üniversitesi. Türkiye’de üniversitelerin Abdülhamit
zamanında üç kez kapanıp açıldıktan sonra 1900 yılı Eylül’ünde Darülfünun
adıyla tedrisatı öğretime başladığı bilinen bir gerçek. Ondan önce ne var?
Medrese. Sonra Mustafa Kemal’in 1930’da üniversite reformu var. Gelin görün
ki, İstanbul Üniversitesi Fatih döneminde yapılan medreseye kendini götürüp
bizim geçmişimiz medresedir diyor. Peki niçin medrese? Medrese üniversite
midir? 1453’ten 1900’a gelinceye kadar Türkiye’de medrese üniversite vardı da
kimse bilmiyor muydu? Bunu söylemekle de yetinmiyor. 1981’de Atatürk’ün
doğumunun 100. yıldönümünde üniversite rektörü kalkıyor bir şey buldum
diyor, ben buldum bir şey. Neymiş? 1923’te İstanbul Darülfünunu İlahiyat
Fakültesi Mustafa Kemal’e ve İsmet İnönü’ye fahri profesörlük unvanı vermiş.
Bir üniversite ki, 1923’te Cumhurbaşkanı, o zaman daha Cumhurbaşkanı değil,
Başkomutan Gazi Mustafa Kemal’e doktora payesinin verildiğini bilmiyor. Çünkü
o belgeler birkaç defa yayınlanmıştı. Bunu bilemiyor.
Galatasaray Sultanisi’nin yani lisesinin 1867’de açıldığına ilişkin belgeler
ortada ama Galatasaraylılar ve Galatasaray Üniversitesi – oradaki profesör
arkadaşlarımız da herhalde kabullenemiyorlar – burada eskiden Kapıkulu
Ocaklarına eleman yetiştiren bir Acemi Oğlanları mektebi vardı, Galatasaray
Sultanisi’nin menşei o mekteptir diyorlar. Yani günümüzün önde gelen
kurumlarını Cumhuriyetle yetinmeyip kendilerini kendilerine benzemeyen uzak
geşmişe bağlamaya çalışıyorlar. Ancak Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi, salt
maziperestlikle (geçmiş tutkusuyla) ihyay-ı hayat (yaşamı geliştirmek) mümkün
değildir.
Ben konuşmam için çarpıcı bazı başlıklar seçmeye çalıştım. Bunlardan birisi
bizim bağımsızlık savaşı neydi? Cumhuriyet neydi, nereden geldi? Nitelikleri
neydi? Çok tartışılan millet, Atatürk, milliyetçiliği nedir? Vatan neydi cumhuriyet
6
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
anlayışında? Ve laiklik nereden geldi nereye gitti? Çünkü bugün biliyoruz
Türkiye’nin iki büyük sorunu var. Birisi anayasa yapma sorunu var. Bir de laiklik
tartışmaları var. Anayasa sorunu deyince ben, Turgut Özakman arkadaşımızın
güzel bir oyununu hatırlarım hep. İzleyenleriniz vardır. “Resimli Osmanlı Tarihi.”
Yani 1870’lerde Kanuni esasi hazırlamak için yola çıkan Osmanlı aydınları, ikinci
meşrutiyetin sonuna kadar hep anayasa değişikliği yapalım, anayasayı nasıl
yapalım diye Eshab-ı Kehf gibi, Yedi Uyurlar gibi uyanırlar kalkarlar anayasa
değişikliğiyle, yeni bir anayasa yapmakla işlerin düzeleceğini sanırlar. Sanki
kabahat anayasalardaymış gibi.
Bir de ikincisi, laiklik nedir? Çünkü bugün laiklik tanımlanmamıştır diye bir genel
kanı var. Acaba böyle midir? Benim gibi cumhuriyet yaşlıları biz böylemi okuduk,
böyle mi öğrendik, unuttuk mu, belleğimiz mi zayıf, yoksa inkârcı mıyız?
Mustafa Kemal’in Söylevinin sonundaki bir paragrafı okuyarak konuya girmek
istiyorum. Zaten 10 dakikam geçti. “Ulusal varlığı sona ermiş sayılan bir ulusun
bağımsızlığı nasıl kazandığını bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan
ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmak.” Böyle bir süreç 1927’de.
1931’e geldiği zaman girişilen devrimlerin kurtuluş savaşının devamı olduğunu
da vurgulayarak 1931 konuşmasında şunu söylüyor. Belleğimize kazımamız
gereken Türk devrimi nedir? “Doğunun dinsel, sosyal ve siyasal baskısı ile
batının siyasal ve ekonomik zorbalığından uzak, yeni ve tam bağımsız bir Türk
devleti kurmak için milli mücadelenin (ikinci bir deyimle kurtuluş hareketlerinin)
tümüdür Türk devrimi.” İşte böyle bir devrim karşısındayız. Peki devrimin amacı
nedir? Biz çağdaşlaşma diye bir şey tutturmuşuz gidiyoruz. Çağdaşlaşmadır.
Peki neyin çağdaşlaşması? Ben 10. yıl coşkusunu yaşamış bir vatandaşınızım.
Hem de Bitlis gibi bir yerde ilkokul öğrencisi olarak. Hayatımın en büyük
bayramıydı o. O zaman Onuncu Yıl Nutku’nu da ezberlemiştik biz zaten. Mustafa
Kemal’in, Atatürk’ün gösterdiği üç amaç vardı. Yalnız çağdaşlaşmak filan değil,
muasırlaşmak değil: 1- Yurdumuzu dünyanın en mamur ve uygar ülkeleri
düzeyine çıkaracağız. Yani bir bayındırlık var, bir memleket var, vatan var. 2Ulusumuzu en geniş refah araç ve kaynaklarına sahip kılacağız. Bir kalkınma
var, bir ekonomi var. 3- Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne
çıkaracağız. Peki nedir, bunlar ne yapacaktır? Kurtuluş savaşıyla ne gelmiştir? Bir
cümle söyleyelim. Sınırları belli bir vatana kavuşmuştur Türk halkı. Çünkü vatan
o döneme kadar ya Silistre’dir ya bütün Osmanlı memalikidir bütün ümmeti
Muhammed’in bulunduğu bir yerdir ayrıca vatanım ruy-i zemin diye yeryüzünde
bir anlayış vardır. Sınırları belli bir vatan ilk defa Kurtuluş Savaşıyla beraber
7
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
gelmiş, Misaki milli ile ulusal vatan olmuştur. Mustafa Kemal’in döneminde bu
kavramların açıklanması iki büyük belgede, birisi bir ders kitabı olarak hazırlanan
bir kitapta, diğeri içerisinde bulunduğumuz Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931’te
kabul ettiği tüzüğü ve programında yer almıştır.
1930 yılında hazırlanan Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabı diye bir kitabı
ben 1937 – 38 ders yılında Bitlis ortaokulunun ikinci sınıfında okudum. Bu
tümüyle cumhuriyetin veya devrimin öngördüğü felsefeyi, düşünce yapısını
aktaran, yönlenmeyi, amaçları belirleyen kurumların içeriğini sergileyen,
vatandaşın devlete, devletin vatandaşa karşı olan görevleri hakkında daha
ortaokul öğrencilerine bilgi veren bir kitap idi. Afet hanımın imzasıyla görünür
ama aslında Mustafa Kemal’in görüşlerini yansıtır, ikinci kısmı da Recep Peker
yazmıştır ve devlet kuruluşları; muhtarlıktan başlayarak meclisin çalışmalarına
kadar bilgi veren bir kaynak yapıttı. Bize bu 1940 yılına kadar ortaokullarda ders
kitabı olarak okutuldu. Hemen belirteyim dili ağırdı. 1930’da yazılmış, anlamakta
güçlük çekerdik. Ama ne yazık ki 1940’ta tümüyle öğretimden kaldırıldı ve
yerine yurttaşlık bilgisi diye daha basit bir kitap geldi. Keşke o dili yalınlaştırarak
üniversitelerde ders kitabı, hukuk fakültelerinde ve sosyal bilimler fakültelerinde
ders kitabı olarak okutulsaydı. İkincisi; 1931’de Halk Partisi’nin kabul ettiği tüzük.
Bütün bunların içerisinde onlar var.
Şimdi Kurtuluş Savaşı, Milli Mücadele de yeni bir millet var. Ortaya çıkan devlet
bir ulus devlet. Ulus devlet bugün yadsınıyor. Ama unutmayalım ki; ulus devlet
19. ve 20. yılların gerçeğidir. Nasıl bugün bir globalleşme, küreselleşme diye
bir gerçeğin altına girmişiz, onu kabulleniyoruz ama ulus devlet de 19. - 20.
yüzyılların gerçeğidir. Ama bu ulus devlet nasıl bir devlettir? Çünkü bu ulus
nitelemesine bakmak lazım. Medeni Bilgiler’de Mustafa Kemal’in keleminden
çıkmış millet deyimini okuyayım ben size. Ne diyor? “Türkiye Cumhuriyeti’ni
kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk
halkına. Türkiye halkına, Türk halkına değil. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran
Türkiye halkına, burada ne Kürt var, ne Acem var, ne Çeçen var, ne de başkaları
var. Türkiye halkı. Çünkü bu kurtuluş, milli mücadele elbirliğiyle yazılmış bir
destandır. Ve arkasından değişik millet tanımları var. Bu millet tanımlarından
hiçbirisinde ırkı esas diye bir şey yoktur. Bir kültür milliyetçiliği vardır. Geçmişte
ortak bir maziye sahip olan, halde birlikte yaşayan ve geleceğe birlikte
yürümek isteyen insanların topluluğu, sosyolojik bir tanım. Aynı kitapta Ernest
Rönan’dan esinlenen bir millet tanımları da var. Demek ki, Mustafa Kemal’in
anlayışında yahut millet, milliyetçilik anlayışında hiçbir zaman etnik veya dinsel
8
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
bir ayrıcalık söz konusu değildir. Atatürk milliyetçiliği bu geçmişte kullanılmıştır.
Kullananlardan birisi de benim Türkiye’de sanıyorum. 1968’de Bülent Daver’le
ben kullandım 1969’da Tarih Kurulu’nda bir konferansta. Atatürk milliyetçiliğinin
diğer ırkçı milliyetçiliklerden farkını belirtmeye çalıştım.
Burada bunu bırakıyorum. Gelelim cumhuriyete. Ben tabii cumhuriyet –
demokrasi ilişkisini arkadaşıma bırakacağım. Yine bu sabah gazetelere baktım.
Bizde hep cumhuriyet bayramları gelince Atatürk’ün şu sözü çıkar, başlık
olur: Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz. Yani ne demek o? Atatürk gece yarısı
arkadaşlarını toplamış Çankaya’da, akıllarına gelmiş yarın cumhuriyet ilan
edelim. Böyle yorumlanıyor. Oysa cumhuriyet 1870’lerden beri Türk düşün
hayatına girmiş bir kavram. İşte tarih bilinci budur. Bunu uzatmadan ben size
söyleyeyim. Çünkü Fransız devriminin öngördüğü bütün kurumlar ve kavramlar
yeni Osmanlılar aracılığıyla Namık Kemal, Ziya Paşa aracılığıyla girmiştir.
Ali Süavi aracılığıyla girmiştir ve eğer zaten Namık Kemal’in makalatı siyasi
edebiyesi olmasaydı Mustafa Kemal ve arkadaşları Harbiye’de Fransız devriminin
ayrıntılarını bu kadar yakından izleme olanağı bulamazlardı. Ama bir fark var.
Biz Namık Kemal’e hürriyet perver diyoruz. Ama Namık Kemal cumhuriyet
karşıtıdır. Namık Kemal anayasa karşıtıdır. Çünkü onun inancına göre Osmanlı
toplumu egemenliğe katılma hakkını biat ederek padişaha devretmiştir. Ve
Namık Kemal kanuni esası komisyonuna girdiğinde bile anayasa yapılmasına
karşı çıkmıştır. Ama buna karşılık Ziya Paşa 1870’te Hürriyet gazetesinin yani
16 Mayıs 1870’te çıkan nüshasında “İdareyi cumhuriye ve hükümeti şahsiyenin
farkı” diyor. Yani monarşi ile cumhuriyet idaresini karşılaştırıyor. İsviçre’den
esinlenerek. Bazı satırları okumak isterim. Çünkü herhalde günümüze ışık
tutacak bazı nitelikleri var. Şöyle diyor; İdareyi cumhuriyede padişah, imparator,
sadrazam, hariciye nazırı yoktur. Memleketin padişahı, imparatoru, kralı,
sadrazamı ahaliyi memlekettir. Memleket ahalisidir. İdareyi cumhuriyede bir
nice milyon halk birkaç şahsı menfaatperestin hüküm ve keyfine esir olmayıp
bayügedâ (zengin, fakir) herkes hukuk hürriyetine sahiptir.” Devam edelim.
“Cumhuriyet idarelerinde gazeteler hükümete müdahale etmeye, yardakçılık
yapmaya, yalakalık yapmaya borçlu olmayıp hükmü kanun dairesinde her türlü
tarize, eleştiriye mezundurlar. İdareyi cumhuriyede bir millet meclisi vardır o ne
derse o olur. İdareyi cumhuriyede her şahıs hukuku medeniyesine kadar hür
azade olduğu kadar kanunlara da itaat etmek mecburiyetindedir. Hükümeti
şahsiye de, (monarşide) işin başında bulunan kim ise istediğini yapar, istediğini
cennete, istemediğini cehenneme koyar. Himaye ettiği eşhasdan biri müttehem
olsa, yani suçlansa pençeyi kanundan kurtarır. (Kanunun pençesinden kurtarır.)
9
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
Mahkemede haksız bir iş olsa haklı çıkarır. Adavet ettiği, düşman bildiği bir
adamı kata töhmeti yokken haps nefyeder. (Hapse atar, sürer.) Medari tayişünü
geçim kaynaklarını ihlar eder. Zaruret, sefalet çektirir kimse sesini çıkaramaz.”
1870’de Osmanlı imparatorluğunun durumunu Ziya Paşa böyle savunuyor ve
zaten diyor ki, şahsi hükümetlerin en kötüsü İran’dır, sonra biziz diyor.
Şimdi demek ki, cumhuriyet kavramı 1870’lerde var. Cumhuriyet kurtuluş
savaşının her aşamasında var. Sivas’ta kongre toplandığında Amerikan
Kongresi’ne gönderilen raporlarda Anadolu’da cumhuriyet ilan edilecek
diyor. Ama bana göre daha çarpıcı bir olay var unuttuğumuz. 1922 Kasım’ında
saltanatla hilafetin ayrılması, saltanatın kaldırılması sözkonusu olduğunda
birçok yasa önerileri yapılır. Bunlardan en çarpıcılarından birisi Rıza Nur’un
yaptığı öneridir. Şöyle bir maddelik önerisi var Rıza Nur’un 1922 Kasım’ında.
Diyor ki, Türkiye Cumhuriyeti, bakın daha cumhuriyet ilan edilmemiş Kasım
1922’dir. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti munkariz, yani yıkılmış olan Osmanlı
imparatorluğu yerine kayim olup, geçmiş olup hududu milli dahilinde, (ulusal
sınırlar dahilinde) yegane varisidir imparatorluğun. Yani saltanat kaldırılırken
bile cumhuriyet Türkiye Büyük Meclisinde görüşülmüştür. Onun için böyle
Mustafa Kemal’le İsmet Paşa bir araya gelmişlerde hadi ne yapalım, bugün de
cumhuriyetçilik oynayalım demiş değillerdir.
Bütün bunlardan sonra bir iki dakikam kaldı. Laikliğe değinmek istiyorum.
Laiklik nedir? Benim okuduğum tarih kitapları 1930’larda Türk Tarih Kurumunca
yazılan 4 ciltlik tarih kitabı vardı. Onun ikinci cildi, yani ortaçağlar tarihi
kitabında dinlerin nasıl meydana çıktığına ilişkin bir bahis vardı. Mustafa
Kemal’in kaleminden çıkmış satırları okuyorum ben. Yani ortaokul ikinci sınıfta
bizim, benim yaşımda okuduğumuzda biz böyle dini sosyolojik boyutlarıyla
öğrenmiş idik. Şöyle diyor Mustafa Kemal: “Herhalde şunu kabul etmek lazımdır
ki, hayat tabiatın haricinden gelmiş değildir ve tabiatın tevkinde de, (üstünde
de) değildir. Hayvanlardan ve tabiatın kuvvetlerinden yüzlerce Allahlara
insanları taptırmanın maskaralık olduğunu anlayan papazlar belli başlı Allahları
üçe indirmişlerdir. Baba (Osiris), Oğul (Horüs), Ana (İsis). Teslis yani üçleme,
trinite denilen itikadın esası budur. Masum ve cahil insanları yüzlerce Allah’a
taptırmak ve Allah’ları muayyen gruplara toplamak ve en nihayet bir Allah
kabul etmek siyasetin doğurduğu bir neticedir.” İşte buyurun bir sosyolojik
anlatım. Cumhuriyet çocuklarına bunları okutuldu. Hemen söyleyeyim ki
benim çağdaşlarım işte Türkeş, Demirel, hatta Erdal bey, biz böyle okuduk.
Turgut Özal’da böyle okumuştu kitaplarda. Sonra tabi bir girişim var laikliğin
10
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
tanımlanması. Ondan da kısaca bahsedeyim. 1928 yılında İstanbul Darülfünuna
bağlı ilahiyat fakültesi Dini Islah Layihası diye bir proje hazırlar. Dinde reform
projesi. Bu projeyi hazırlayanların isterseniz ismini okuyum. Fuat Köprülü, İsmail
Hakkı İzmirli, Halil Nimetullah Öztürk, Mehmet Ali Ayni, Şerafettin Yalkaya,
Hilmi Ömer Budda, Yusuf Ziya Yörükhan, Arapkirli Hüseyin Avni, Halil Halit. Dört
yönde dinde reform yapılmasını öngörüyor, içeriyor. Tapınma biçiminde ibadet
yerleri temiz olmalı, düzgün olmalı, oturulacak sıralar konmalı, elbiselikler
konmalı. Tapınma dili mutlaka Türkçe olmalı. 1928 ilahiyat fakültesi hazırlıyor
bunu. Şimdi ilahiyatçılar diyorlar ki Allah kelamıdır değişmez. Sonra tapınmanın
görünüşünde güzel olmalı, coşturucu bir şey. İbadet yerine dinsel müzik olmalı.
Çağdaş enstrümanlarla daima müzik yayını yapmalı camilerin içerisinde. Sonra
tapınmanın ideolojisi diyor. İşte burada yeni bir öneri getiriyor. Artık diyor
İslamiyet’in ne olduğunu yalnız kelamla, tasavvufla açıklamak olanağı yoktur.
Hutbe çok önemlidir. Hutbenin felsefesini ilahiyat profesörleri hazırlamalıdırlar.
Ve bu proje Mustafa Kemal’e sunuluyor, sonradan yayınlandı. Mustafa Kemal
herhalde sanırım ilahiyat fakültesinin yeniden bir şeriat merkezine dönüşmesi
kuşkusuyla bu projeyi uygulamaktan vazgeçiyor.
Ve sonra gelelim Medeni Bilgiler kitabında, hatta Halk Partisi programında
vicdan hürriyetiyle laikliğin tanımları var. Şöyle diyor, iki bağlamda incelenmiştir.
“Vicdan hürriyeti: Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendisine
mahsus siyasi bir fikre malik olmak, mensup olduğu bir dinin icaplarını yapmak
veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim
olunamaz.”
Laikliğe gelince, “Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde
bütün kanunlar, nizamlar ilmin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere,
dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdani olduğundan
cumhuriyet din fikirlerini, buraya dikkat etmenizi rica edeyim - Din fikirlerini
devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır
yani çağdaş terakkisinde başlıca muvaffakiyet âmili (başarı etkeni) görür. Yani
sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, din ve siyaset işlerinin
siyasetten ayrılması. Bu tanımlar Halk Partisi programında olduğu gibidir 1931
– 35’lerde. Ama ne yazık ki 1946 seçimlerinde karşılaşılan manzaradan sonra
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 kurultayında bu maddede görünüşte çok basit
bir değişiklik yapılarak din işlerinin devletten ve siyasetten ayrılmasını içeren
tanım yani üç ayaklı sac iki ayağa indirilmiştir. Bunun nedenlerini bilemiyorum.
Ama şu kadarını söyleyeyim açık kalplilikle, siz partili olarak da bir özeleştiri
11
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
yapmak durumundasınız. 1947 kurultay kitabını okursanız tutanaklarını orada
bu önerilerin Halk Partisi’nin ileri kanadı sayılan 35’ler tarafından yapıldığını,
Nihat Erim’in, Tahsin Banguoğlu’nun, Hamdullah Suphi’nin ve ne yazık ki
o zaman kurultay içerisinde tek bir kişinin, tutanaklar öyle. Behçet Kemal
Çağlar’ın karşı çıktığını biliyoruz. Dışarıda gazetelerde bir kişi var. O da Yaşar
Nabi Nayır. Yapılan bu değişikliğin doğru olmadığını savunan tek gazeteci. İleri
gazetecilerimiz bile işte böyle. Hani biliyorsunuz ben açıkça söylerim. İsmet
Paşa’yı da zorlarlar paşam siz hiç Allah’tan bahsetmiyorsunuz, biz Allah’tan
bahsediyoruz, o da bir yerde onlara Allah’a ısmarladık der. işte İsmet Paşa’yı
böyle bir açmaza sokanlarlar bir grup.
Ben sözlerimi burada kesiyorum ve temenni ediyorum ki, diliyorum bana göre
bütün sorun bizim bireysel ve toplumsal hafızadan yoksun olmamız. Bunu inkâr
edenlere de ayna tutmamaktır. Eleştirimiz yok bizim maalesef. Benim yaşımda
olanlar şimdi kalkıyorlar laiklik tanımlanmamıştır tanımlayalım diyorlar. Hatta
Cumhurbaşkanlığına kadar yükselen bir siyasetçi, Atatürk’ün laiklik anlayışı
ateizmden, komünizmden esinlenmiştir diye demeçte verebiliyor. Adını da
söyleyeyim, Demirel. Demirel’de benim gibi bu kitabı okumuştu herhalde.
Afyon ortaokulunda geçmek için bu tanımı ezberlemişti ama bugün unutmuş
görünüyor.
Teşekkür ederim.
12
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
KONUŞMACI: PROF. DR. BİLSAY KURUÇ
Değerli arkadaşlar, çalışkan arkadaşımız Perihan hanım, kendilerini tanıdığım,
tanımadığım değerli parti yöneticileri ve özellikle genç arkadaşlarımız,
ben iktisat – ekonomi çerçevesinde konuşacağım. Ama önce Türkiye’nin
bugünkü koordinatlarını bir saptayalım. Nerede? Enlemi boylamıyla Türkiye
nerede? Aklımıza, dikkatimize ilk çarpan şey şudur; cumhuriyetin 88. yılını,
cumhuriyetten gitgide uzaklaşma hamleleri yapan bir ülke yönetimi ile
kutluyoruz. Ülke yönetimi cumhuriyetten gitgide uzaklaşma hamleleri yaparken
biz cumhuriyeti kutluyoruz yahut kutlamaya çalışıyoruz. İlk görünen budur
ve cumhuriyetten gitgide uzaklaşma hamlelerini Şerafettin Turan hocamızın
diyanet işlerinden, onların konuşmalarından bahisle verdiği örnek gösteriyor ki
referansları bin küsur yıl öncededir. Yani ortaçağın ilk dönemindedir. Önce bunu
bir saptamamız lazım. Cumhuriyeti kutlamanın ortamını bir saptamamız lazım.
İkincisi; Türkiye ekonomik ve toplumsal yapısı itibariyle nerededir; onun
koordinatını da çok sade olarak saptayalım. 40 yıl önce az sanayileşmiş bir
ülkeydi. Bugün yarı sanayileşmiş bir ülke. Daha doğrusu yarı sanayileşmeye
demir atmış bir ülke. Yarı sanayileşmekten öteye gidemeyen. Çünkü dünya
kapitalizminin kendisine buyurduğu yere demir atmış olan bir ülke. Nedir demir
atmanın göstergesi? Birleşmiş Milletlerin sanayi istatistiklerine bakarsanız
görürsünüz. Sanayileşmenin en berrak ölçülerinden biri olan dünya imalat
sanayi katma değerinin bu ülke kaçta kaçını üretiyor? Dünya imalat sanayi
katma değerinin kaçta kaçını üretiyor? Tahmininiz çok yüksek olabilir. Ama ben
size söyleyeyim. Yıllardır %0,5’ini üretiyor. Yani %1’ini bile değil, %0,5’ini üretiyor.
Onun için bütün reklamlara, medyadaki gürültü patırtılara, işte Avrupa’nın
otomobillerini biz yapıyoruz filan gibi reklamlara bakmayın. Bulunduğu yer
yarı sanayileşmişliktir. Oraya demir atmıştır. Çünkü 30 yıldır Türkiye dünya
kapitalizmine tabi bir kapitalizmdir. Dünya kapitalizmine tabi bir kapitalizmdir
ve yegane ekonomik plan budur. Bunun dışında bir B planı yoktur. Yani %0,5’lik
katma değer payını aşabilme yolunda da bir plan yoktur.
40 yıl önce tam kırsallık ülkesiydi, bugün yarı kırsallığa geldi. Yani yarı
sanayileşmişliğe demir atmış ve yarı kırsal bir ülke. Büyük kentlerimizde
gördüğümüz, kasabaların kentlere dönüşmesinde de gördüğümüz inşaat
malzemesi, yani betonlar ve camlar bizi aldatmasın. Modern kent görünüşleri,
geniş bulvarlar ortaya çıkıyor ve bunları ithal otomobillerle dolduruyoruz. Ama
içindeki insan kırsaldır. En azından yarı kırsaldır. Yani İstanbul’un insanı da yarı
13
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
kırsaldır, Ankara’nınki de yarı kırsaldır, Kayseri’nin ki biraz daha kırsaldır. Kısacası
tablo yarı kırsallıktır. Bu Türkiye’nin son 30 yılda, yani dünyaya tabi kapitalizm
olarak kendine maalesef layık gördüğü rejim aşikar ki 30 yılda bu kadar mesafe
gitmiş ve böyle bir yere gelmişse, bir makas değişikliğiyle böyle bir yere
gelmişse bu insan zayiatı yüksek bir modeldir. En çok bizi ilgilendiren tarafı da
budur. İnsan zayiatının yüksek olması. İnsan zayiatının yüksekliğini biz iktisatçılar
olarak istatistiklerden görüyoruz, işsizlik üretiyor. Yani işsizlik ve kalitesiz
emek üretiyor. Kaliteli emek üretmiyor mu? Üretiyor ama onlar da işsiz olmaya
mahkum. Dolayısıyla 40 yıl öncesinden daha çok işsizlik üreten bir modeldir.
İstatistiklerin verdiği budur. Ama istatistiklerin sayıların arkasında bir de şu var.
Bir de bilinçsiz insan üretmeye dönük bir modeldir. İnsanları bilinçsizleştirmeye
dönük bir modeldir. Yurttaş yerine tüketiciyi tercih eden bir modeldir. Yurttaş ol
yerine, tüketici olu tercih eden bu modeldir.
Kısacası kaynak ve insan zayiatı yüksek bir modelle geldiğimiz nokta budur.
Koordinatları böyle saptamak lazım. O nedenle kuruluşu hatırlamak lazım. Peki
kuruluştan itibaren bunu mu amaçladık ki bu noktaya geldik? Sorular olursa
kuruluştan sonrasında ne var, ne yok soruları olursa onları da yanıtlamaya
çalışırım.
Nereden başlamışız? Birincisi, cumhuriyet bir moral haklılık üzerine kuruludur.
Fransız devriminin, yani haklı bir devrimin, halkların haklı olarak ayaklandığı ve
dünya sahnesine çıktıkları devrimin yansımasıdır. Kaynağını, moral haklılığını
oradan almıştır ve başlangıcı ilginçtir. 1 Eylül 1922 – 29 Ekim 1923 yılına
bakmak lazım. Bu özel bir yıldır. 1 Eylül 1922’de başlıyor İzmir’e girişle ve 29
Ekim 1923 cumhuriyetin ilanıyla sonuçlanıyor. İstenen nedir? Bitkin bir köylüler
ülkesindeyiz. Bitkin, savaşlardan çıkmış üst üste savaşlardan bitkindir, üreticiliği
kalmamıştır, sırtı duvara dayanmıştır. Böyle bir ülkede bir kalite rejimi olan
cumhuriyeti kurmak istiyoruz. Bir an önce barışı istiyoruz. Barışı istiyoruz ama
barıştan daha önemli önemli bir şey var. Eğer yeni bir devlet kurmak istiyorsak,
yeni bir rejim kurmak istiyorsak, eğer bir moral haklılığa dayanan rejim kurmak
istiyorsak, halkların moral haklılığına dayanan bir rejim kurmak istiyorsak, daha
önemli bir şey var. O şey ekonomiktir. Kapitülasyonsuz yani bağımsız bir devlet
kurmak istiyoruz. Lozan’ın bütün çekişmesi budur. Buradadır. Lozan’ın omurgası
budur. Bağımsızlık dediğimiz şey özünde ekonomiktir ve “kapitülasyon yok”
demektir. Kapitülasyonu kabul ettiğimiz anda sınırlarımızı güzel kalemleriyle
emperyalist devletler çizebilirler. Ama o dünya kapitalizmine tabi bir devlet
olurdu. Onun için kapitülasyonsuzdur ve Lozan’ın bütün çekişmesi bunun
üzerindedir. Yani moral haklılık üzerindedir. Sen ve ben eşitize dayanmaktadır.
14
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
Karşı taraf yani emperyal devletler sen ve ben eşit olabilir miyiz sen geri ve
muhtaçsın, ben ise güçlüyüm. Sen benden bir şeyler almak zorundasın, ben sana
verecek miyim, vermeyecek miyim havasındadır. Demek ki, Lozan’ın başladığı
Kasım 1922 ve Lozan’ın bittiği (herhalde Cumhuriyet Halk Partisi 24 Temmuz’da
bunları yayınlıyordur.) 24 Temmuz 1923 arasında, evet senin eşitliğini, ben
ne kadar varsam senin de o kadar varlığını kerhen kabul ediyorum demiştir
karşı taraf. İstemeden kabul ediyorum demiştir. Birinci nokta budur. Ama
bunun içinde bu özel yıl 1 Eylül 1922, 29 Ekim o günün deyişiyle teşrinievvel
1923 arasında yepyeni bir devlet için ve bağımsız bir devlet için bu kurgu nasıl
olmalıyı da çözmek lazım. Bu çok usta bir çözümdür. Barış olmadan siyasallaşma
olur mu? Bu benim konumun dışında kalıyor. Ama omurga kapitülasyonlar
olduğu için iktisatçıları da ilgilendiriyor.
Bağımsızlaşma olmadan siyasallaşma olur mu? Bu çok ustaca çözülmüştür. Buna
girmeyim. Ama şunu söyleyeyim. Kristof Kolomb’un yumurtası gibi Anadolu
ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nden Kolomb’un yumurtayı oturtuşu
gibi Halk Fırkası, yani Cumhuriyet Halk Fırkası, yani Cumhuriyet Halk Partisi
doğmuştur. Adeta cinsiyet değiştirerek olmuştur. Bu parti, bu fırka doğduğu
zaman içinde birbirinden çok farklı düşünceye sahip insanlar vardı. İnsanların
görüşleri uyuşmuyordu. O halde siyasallaşmayı bir parti kurarak ve karşısında
başka partileri de kabul ederek kurmak mümkündü. Ama bu cumhuriyeti baştan
çıkmaza sokacaktı. Onun için bu insanları tek ortak amaç üzerine birleştirebilen
bir parti kurmak şarttı. Mustafa Kemal’in çözümü, dahiyane çözüm buradaydı. Ne
üzerinde uzlaşabilir bu insanlar? Ayrıntılara dökülürse uzlaşmadıkları görülüyor.
Yani tüccarlar, eşraf, büyük toprak sahipleri, emekçiler, bunlar aynı şeyde nasıl
uzlaşabilirler? Çünkü Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi yavaş yavaş ta olsa
başlamış. Kapitalizm gelişmeye başladı mı sınıflar ortaya çıkar ve istedikleri ülke
fotoğrafı birbirinden farklıdır. O halde nerede uzlaşacaklar? Geri kalmışlıktan
kurtulma davasında. Bu dayanışmayla olabilir. Geri kalmışlıktan kurtulma
davası yeni bir devlet kurmanın temelidir. Bunu büyük devletler size ihsan
etmezler, lütfetmezler. Bunu kendiniz alacaksınız. Onun için temeli bağımsızlıktır.
Geri kalmışlıktan kurtulma davası bir defalık bir dava da değildir. Bir yarışın
içindesiniz. Güçlüyle güçsüzün yarışı içinde olduğunuz için bu dava sürekli
bir davadır. Ama mutlaka temelinde bağımsızlık olmalıdır. Lozan bağımsızlık
demektir. Çünkü Lozan kapitülasyon yok demiştir. Cumhuriyetin en büyük adımı
Lozan’dır. Çünkü karşı tarafa, dünya emperyalizmine bunu kabul ettirmiştir.
Herkesi burada birleştirmiştir. Geri kalmışlıktan kurtulma davası. Yani farklı
sınıfları bir ülke halkı yapmıştır. Halkçılığın temeli budur. Halkçılığın temelinde
15
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
bu dayanışma vardır. Bu dayanışma olmazsa halkçılık olmaz. Halkçılık olmazsa
geri kalmışlıktan kurtulma davası diye bir davamız olmaz. O zaman hesapta
olmayan yerlere gideriz.
Kısacası bu bir öğrenme sürecidir. Önce, Cumhuriyet Halk Fırkası’na mensup
olacak olanlar için. Yani, Müdafa-i Hukuk grubu olup şimdi fırkanın insanları
büyük bir öğrenme sürecine girmişlerdir. Bu öğrenme süreci 1923’ün 9
Nisan’ında 9 umde diye bu grubun beyannamesiyle, seçimlerden önceki
beyannamesiyle başlar ve 1931’in Cumhuriyet Halk Fırkası kongresinde, (daha
sonra kurultay denecek) sona erer. 1931’de program çıkar. İlk programı, yani bizi
bugünlere eriştiren ilk program 1931’dir ve bu altı ok 1931’de ilk kez ortaya çıkar.
Bunun bir özelliği var. En uzun ok acaba hangi oktur, ona biraz sonra gelelim.
Cumhuriyet bir köylüler ülkesinde kuruldu. 13 milyonluk bir köylüler ülkesinde
kuruldu. Kuranlar bu noktayı ciddiye alarak, bu noktada gerçekçi olarak kurdular.
Köylü demek ve o günleri bitkin insanları hatırlarsanız köylü demek hasbel
kader tarım yapan insan demek. Üç tane sıska hayvanı vardır, karısıyla tarlayı
sürmeye çalışır ve boğaz tokluğuna ancak geçinir. Karısı bazlama yapar onunla
idare eder. Köylü budur. Köylüyü çiftçi yapmak önemlidir. Çiftçi yapabilmektir
önemli olan. Yani hakiki müstahsil olan köylü efendimizdir. Hakiki müstahsil
olan, yani çiftçi efendimizdir. Çünkü yani gerçek üretici olan köylü efendimizdir.
Yoksa hep biz onu üç sıska hayvanla ve bir dönüm toprakla kaderiyle baş başa
bırakacaksak, onu nasıl efendimiz sayıp bir yeni devletin ve bir kalite rejimi olan
cumhuriyetin efendisi sayabiliriz. O halde bizim görevimiz onu çiftçi yapmaktır.
Köylüyü çiftçi yapmak. Esas birinci mesele budur. Onun için yeni usullerle tarım
cumhuriyetin ekonomisinin lokomotifi olacaktır. Başlangıç bu lokomotifle
olacaktır. Ekonominin lokomotifi tarım olacaktır ve 1920’li yıllar bize gösteriyor
ki, ekonomide ortalama %10’luk bir büyüme hızının, yani bugünün Çin’i kadar
büyüme hızının yakalandığı o ortamda ekilen arazilerin ekilebilir arazilerin,
habire genişlemesiyle tarım (aradaki kuraklık yıllarına rağmen) %10’un üzerinde
bir büyüme hızı sağlamıştır ve köylü cumhuriyet rejimine evet demiştir. Açıkça
veya içinden evet demiştir. %80’i Perihan hanımın söylediği gibi %80’i köylüdür.
Burası geri bir köylüler ülkesidir. Tıpkı kuzey komşumuz gibi o tarihte orası da
130 milyonluk bir köylüler ülkesiydi ve 1920’li yıllarda uygulanan politika ilginç
bir şekilde birbirine benzer. Çok kısaca söyleyeyim, iç savaş Rusya’da 1920’de
bitti. Lenin 1921’in Mart’ında yeni iktisat politikası diye bir şey ilan etti. Yeni
iktisat politikası, baş harfleri NEP. NEP şudur; köylü efendimizdir adeta. Yani
köylüye diyor ki, nereyi ekersen ek mahsulünü senden el koyup almayacağım.
16
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
Pazarda getir sat. Tüccara diyor ki, al adamın mahsulünü sat, ekonomi kendine
gelsin. Demek ki, aklın yolu adeta birdir. Eğer köylü efendimizdir teşhisini,
yani müstahsil köylü efendimizdir teşhisini koymuşsak o zaman köylüyü çiftçi
yapmak istiyoruz. Ve ilk mesele, ilk sorunumuz, ilk misyonumuz budur.
İkincisi; sanayici yaratmak. Çünkü ülkede sanayici var mı? Var ama kuyumcu,
ipekçi, değirmenci filan. Yani manüfaktürün de en basiti. Peki, bir kalite rejimi
olan cumhuriyeti yeni bir rejimi kurmak istiyorsak, bunun sanayi ayağı üzerinde
durmaması mümkün mü? Yani sanayi ayağı üzerinde duramayacak bir rejim
kurabilir miyiz? O halde, bu köylüler ülkesinde mutlaka sanayiyi kurmalıyız ve
artık ne olursa olsun diyorlar 1920’lerde adeta sokaktan geçen adamı, kardeşim
gel sana işte elektriği bedava veriyoruz, gümrüklerden muafiyet veriyoruz,
vergilerde indirim tanıyoruz, sana arazi veriyoruz. Gel sanayici ol diyorlar.
Sana bir de kanun çıkardık. Teşviki Sanayi Kanunu. 15 yıl süreyle seni teşvik
edeceğiz kredilerle. Sana büyük öncelik veriyoruz, diyorlar. Ey özel sanayici, ey
özel sanayici olmak isteyen adam gel sanayici ol lütfen diyorlar. İkinci mesele
1920’lerin damgasını taşıyan budur. Hatta o kadar ki bir de banka kuruyoruz.
Sanayi ve Maden Bankası. Diyoruz ki, bunu devletin sahip olduğu tesisleri
gözetmekle, onları işletmekle görevlidir, ama olabildiği kadar da özel sektörü
destekleyecek, özel sanayiyi destekleyecek diyoruz. Demek ki, sanayiyi ayakları
üzerinde durabileceğimiz bir ekonomik zemin oluşturmakla görevli kılıyoruz,
teşvik ediyoruz.
Üçüncüsü; enflasyonun ne kadar büyük bir bela olduğunu Birinci Dünya Savaşı
yıllarını yaşayan bütün devletler gördüler, Osmanlı devleti de gördü. Fiyatlar
genel seviyesi 1914’te 100 iken, 1918’de 1800 oldu. 100 – 1800. Bu gitgide artan
bir hızla yılda ortalama %300’lük bir enflasyon demektir. Bu enflasyon iki tarafı
kesen bir şeydir. Büyük kitleyi yoksullaştırır, bazılarını zenginleştirir. Zenginleşen
bazıları, ilk kez bunun tadına varan Anadolu’nun büyük çiftçisi, büyük toprak
sahipleri, onlarla et ve tırnak gibi olan tüccar, eşraf filandı. Bunlar zenginleştikçe
bir blok haline geldiler. Ama milli mücadeleye katılmak zorunda kaldılar.
Milli mücadeleyi desteklemek zorunda kaldılar. Çünkü desteklemeselerdi
Anadolu’nun batısını Yunanlılar, yani oradaki varlıklarını Yunanlılar, güneydekini
İtalyanlar, güneydoğudakini Fransızlar filan onlar alacaklardı. Demek ki bu
blok, zenginleşen blok milli mücadeleyi desteklemek zorundaydı. Cumhuriyete
başlarken bunu da hesaba katmak lazım. Bunlar Cumhuriyet Halk Fırkası’nın,
bunların temsilcileri kadrolarında oldular. Kaçınılmaz bir şekilde oldular. Kendi
partilerini kuramadan. Daha sonra kuracaklar. Kendi partilerini kuramadan
17
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın şemsiyesi altına girdiler. Demek ki, devleti bunlarla iç
içe kurmak zorundaydık.
Ama burada bir de önemli sorun vardı. Kolomb yumurtasıyla partiyi kurduk.
Peki bunun içindeki adamlar nasıl siyasallaşacaklar yahut ne kadar siyasallaşmış
olacaklar. 1931’e gelindiği zaman görüldü ki, bu olgunlaşma sınavını bu
insanlar verdiler. Yani siyasallaşmayı becerdiler. Yoksa bu programı 1931’de
ortaya çıkaramazlardı. Bu program onların mezuniyet belgesidir. Siyasette
mezuniyet belgesidir 1931 programı. Daha sonra 1935 programı oldu. Ama
bu gerçek iktidar olabilmek için demek ki, siyasallaşmak gerekiyor. Peki 1931’e
varınca ne görüldü? 1931’de buradaki en büyük oka erişildi. Yani bu okun
adına devletçilik diyoruz. Şu ortaya çıktı. Devletçilik olmazsa bu cumhuriyet
gerçekten kurulamaz. Çünkü 1920’ler çok gerçekçi bir biçimde anayasanın
yapıldığı yıllardı, yasaların yapıldığı yıllardı. Devlet yapısında kurumlaşmaların
yapıldığı yıllardı ve müdafa-i hukuktan partiye geçişin niçin bir olgunlaşma
sınavı olduğu bunların başarılmasıyla ortaya çıktı. Demek ki, 1923 her şeyden
önce bir siyasal devrimdi. Ama ekonomik devrim ancak 1930’a geldiğimiz
zaman yapılabildi. Çünkü şu görüldü. Özel sektörün cılız ve sadece kendini
gözeten, haklı nedenlerle sadece kendini gözeten, yani küçük çıkarların içinde
kalan ufkuyla böyle bir rejim kurulamaz. Eğer cumhuriyet Türklerin rejimi olarak
dünyada var olacaksa, o zaman bunun ekonomik bazının yepyeni bir sermaye
birikimiyle ortaya çıkması lazım. Yepyeni bir sermaye birikimi inşa edilmesi lazım.
Nedir bu sermaye birikimi? Bu sermaye birikimi fabrikalardır, yollardır, barajlardır,
elektrik santralleridir, ortaya çıkacak ürünlerdir. Yani Türkiye’nin birinci sanayi
devrimine, en azından birinci sanayi devrimine yetişebilmesidir. Eğer bu büyük
sermaye birikimini yapamazsa, büyük ölçekli tesisleri kuramazsa bu devlet var
olamaz, bu rejim var olamaz. Onun için çağdaş uygarlığa erişebilmenin yöntemi
bir büyüme modeli (o günlerde büyüme modeli denmiyor buna.) Sonradan
meslektaşlarımız tarafından icat edilen bir terimdir büyüme modeli. Dolayısıyla
bir büyüme modeline sahip olması lazım. Bu büyüme modeli adı devletçilik
olan büyüme ve kalkınma modeli. Bu bir yöntemdir. Neyin yöntemidir? Bir yerde
Şerafettin beyin söylediklerinden yansıdığı gibi çağdaş uygarlığa erişebilmenin
de ekonomiden geçen yolu ancak budur. Bu zemini inşa edemezsek çağdaş
uygarlığa erişebilmenin ve hele Mustafa Kemal’in dediği gibi onun üzerine
çıkabilmenin imkanı yoktur.
İsmet Paşa 1933’te bir yazı yazıyor kadro dergisine. Başlık, fırkamızın devletçilik
vasfı. O yazıyı bulun ve okuyun. Diyor ki, işte bu söylediklerimizi söylüyor. Ancak
18
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
devletçilikle var oluruz. Çünkü sanayileşme yolunu ancak bununla bulabiliriz.
Sanayileşme büyük bir malzeme hareketidir. Çok parçalı bir iştir ve aynı zamanda
büyük bir çağdaş insanı yaratabilme, işbölümünü öğrenen, bilen insanı
yaratabilme hareketidir. Onun için ilk büyük öğrenme süreci, yani siyasetteki ilk
büyük öğrenme sürecine 1930’larda sanayide ve ekonomide bir büyük öğrenme
süreci eklenecektir. O olmadan cumhuriyetin çatısı örtülemez. Cumhuriyet
kendini güvene alamaz.
Özetle; az zamanım kalıyor, uzatmayım.
Son olarak şunu vurgulayayım. Cumhuriyet bir orta sınıf tasarımıdır. Kimdir
orta sınıf? Orta sınıf işte bizleriz. Yani burada konuşanlar, siz söze katılacak
olanlar. Yani öğrencidir, öğretmendir, avukattır, hakimdir, doktordur, serbest
meslek sahibidir. Subaydır, erdir. Yani sermaye sınıfının mensubu değildir. Geniş
ölçüde emekçidir. Ama ne olacak bu memleketin hali sorusunu habire sorup
bunu konuşan insandır, bunu düşünen insandır. İşçi sınıfı haklı olarak kendi
üretim ilişkilerini düşünür. Yani sermaye karşısında ne olacağım, hangi haklara
sahip olacağım öncelikle bunu düşünür. Sermaye sınıfıysa o da normal olarak
temelinde girişimcilik olduğu için ve sınıfsal içgüdüleriyle ekonomi benden
sorulur, hatta iktidar benden sorulur der kapitalizmde. Ama orta sınıf ne olacak
bu memleketin hali sorusunu sormakla görevli. Kendini görevlendiren sınıftır.
Öyle diyelim. Onun için cumhuriyet bir orta sınıf tasarımıdır. Başta söylediğim
gibi bir moral haklılığa dayanmaktadır.
Cumhuriyeti kuran orta sınıfın bir büyük özelliği burada ortaya çıkıyor. Çünkü
aynı yıllarda talihsiz orta sınıf örnekleri var. Mesela bunlardan biri o günün
koskoca sanayi ülkesi olan, ama aciz devlet durumuna düşmüş olan Almanya’nın
orta sınıfıdır. Almanya’nın orta sınıfı Almanya yenik ilan edilip 1918’in sonunda
Almanya için sana bir barış antlaşması yapıyoruz, yani senin boynuna uyacağın
koşulları gösteren bir belge asacağız dedikleri sırada, Alman orta sınıfı Almanya
için bir anayasa yapmaya çalışıyordu. Girişimi anayasacılıktan ibaretti. Yani
buraya ben liberal demokrasiyi getireyim, işte herkes güzel haklara sahip olsun
çalışması içindeydi. Yaptı mı? Yaptı. Weimar anayasası deniyor ona. Peki sonraki
yıllarda ne oldu? Sonraki yıllarda Almanya’yı dünya kapitalizmiyle birlikte
Alman sermaye sınıfı yönetti ve 1929’da Alman ekonomisi bataklığa saplandı.
Amerikan ekonomisi saplanmadan az önce saplandı ve oradan çıktığı zaman
bir de baktı ki başında bir siyasal kabus var. Yani Hitler gelmiş. Alman orta sınıfı
bir ekonomi projesi yapmakla hiç uğraşmadı. Yani ne olacak bu Almanya’nın
hali sorusunun karşılığında sadece anayasa yapmakla uğraştı. Ve o anayasaya
19
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
inanan da kalmamıştı. Almanya’nın başında Weimar cumhuriyetine inanmayan
bir cumhurbaşkanı vardı Hindenburg. Kesinlikle inanmıyordu cumhuriyete ve
cumhurbaşkanıydı. Dolayısıyla Alman sermaye sınıfının aradığı otoriter rejim
Alman orta sınıfının sadece güzel bahçelerde, yani liberal demokrasinin güzel
bahçelerinde anayasayla meşgul olması sonunda ve Alman işçi sınıfıyla bir ittifak
kuramamasının sonunda batağa saplandı.
Bu bakımdan bitkin bir köylüler ülkesi olan Türkiye’nin orta sınıfı ki, o zaman
buna askerler geniş ölçüde damga vurdular. Ama önemli ölçüde de bunun
arkasında Osmanlı’nın son kuşağının büyük bir entellektüel birikimi vardı.
Dolayısıyla Türkiye’nin orta sınıfı sadece anayasa yapmakla, sadece yasalar
yapmakla yetinmedi. Cumhuriyetin doğru ve haklı bir ekonomi projesini de inşa
etmekle kendini görevli kıldı. Ve cumhuriyet 1930’larda devletçilik sayesinde var
oldu.
Bu bakımdan kompledir, cumhuriyet projesi kompledir ve cumhuriyetin bekçisi
olmayı da Mustafa Kemal orta sınıfa emanet etmiştir. Nerede? Ey Türk gençliği
dediği konuşmada. Bu siyasal bir beyandır. “Ey Türk gençliği” orta sınıftır. Acaba
bugün ne derdi diye düşünürsek, isterseniz ben şöyle deyim. Ey Türk kadını!
Teşekkür ederim.
ŞERAFETTİN TURAN- Teşekkür ederiz Sayın Kuruç bu güzel ve karşılamalı
bilgilendirmeden dolayı size teşekkür ediyoruz. Söz sizin Sayın Sezer buyurun.
KONUŞMACI: PROF. DR. DUYGU BAZOĞLU SEZER
***Sayın Sezer konuşmasını yayına hazırlayamadığından sunumunun baskıda
yer almasını istememiştir.
20
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
KONUŞMACI: YRD. DOÇ. DR. OKTAY GÖKDEMİR
Teşekkür ederim. Tabi son konuşmacı olmanın hem avantajları var, hem
dezavantajları var. Dezavantajı dinleyici kalmaması. Yine de var, teşekkür ederim.
Öte yandan benden önceki konuşmacıların yapmış olduğu konuşmalardan
hareket ederek sunumu değiştirmek gibi bir avantajı da var aslında. Mesela
Duygu hocamın sunumu üzerine ben ayrı bir sunum yapabilirim. Katılmadığım
birçok yön var. Ama ben bunlarla şimdi ilgilenmeyeceğim, kendi sunumumu
yapmak istiyorum. En azından küçük bir not olması kaydıyla şunu söylemek
isterim; Arap baharı dedikleri bu Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin
demokrasiye dönüş sürecini ya da Ortadoğu’nun demokrasiyle buluşması
sürecini herhalde hepimiz izliyoruz. Libya şeriata geçti. Tunus’ta, El-nafta şeriat
ilan etmek üzere. Yani kimin demokrasisi, hangi demokrasi? Bunlar üzerinde
ayrıca düşünmek gerektiğini söylemekle yetineyim.
Şimdi efendim tabi, çok nominalist bir düşünme geleneğimiz var. Adçı
düşünüyoruz, bir şeyin adına sahip olmakla kendisine de sahip olduğumuzu
düşünüyoruz. Cumhuriyetle demokrasi böylesine iki kavram. Türkiye’deki
algılanılışı ya da Türkiye’deki içselleştirilmesi açısından. Ben sunumumu bu
iki kavramın Türkiye düşünce dünyasında nasıl algılandığına, nasıl yanlış
yorumlandığına ve günümüzdeki boyutuyla da artık içeriklerinin kalıp
kalmadığına ilişkin bir sunum yapacağım. Ya da daha doğru bir deyişle
söyleyecek olursak, günümüzdeki retoriğe de uygun bir deyişle söyleyecek
olursak, cumhuriyet ölmüştür, ruhuna El Fatiha… Ne demek istediğimi biraz
sonra sunuşumun içerisinde sizlere dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım.
Bir kere cumhuriyet bir kamusal alandaki özgürlükler meseledir. Öncelikle adını
doğru koyalım. Cumhuriyet bir yönetim şekli olmanın çok ötesinde felsefi bir
kavram olarak evet antik Yunan’dan bu yana, Roma’dan bu yana dünyanın tanış
olduğu bir kavramdır. Ama bir felsefi ve siyasal kavram olarak aydınlanma ve
sanayi devrimi sonrası bu modernite dediğimiz kavramın içerisinde kendisine
bir yer bulmuş ve oradan kendisini bir siyasal rejim olarak üretmiş bir yönetim
tarzıdır ve cumhuriyetle demokrasi aynı şeyler değildir. Bizim genelde
karıştırdığımız, üzerinde çokça konuştuğumuz ama bir türlü halledemediğimiz
iki önemli sorundan bir tanesi budur. Cumhuriyetle demokrasi aynı şey değildir.
Cumhuriyet başka bir şeydir, demokrasi başka bir şeydir. Cumhuriyet kamuya
ait demektir. Yani kavramın batı dillerindeki tanımı da budur. Kamunun malı
demektir.
21
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
Kamunun malı ne anlama gelir? Kamusal alan özgürlüğüdür. Kamusal alan
nedir? Bir ülkede yaşayan yurttaşların sadece yurttaş olmaları kaydıyla
katıldıkları alandır ve cumhuriyet kamusal alanda eşit yurttaşların özgürlüğü
projesidir.
Bakın, bir kere daha tekrar edeyim. Cumhuriyet kamusal alanda eşit yurttaşların
özgürlüğü projesidir ve buradan şu sonuca ulaşabiliriz. Cumhuriyet eşittir bir
yurttaşlık projesidir. Biz kamusal alanda eğer cumhuriyetten söz ediyorsak
özel alanda taşıdığımız mensubiyetler ve aidiyetler üzerinden kamusal alana
katılamayız. Çünkü özel alan hepimizin bildiği gibi aidiyetlerin, mensubiyetlerin,
illiyetlerin alanıdır. Orada farklı inançlar olabilir, farklı düşünceler olabilir. Farklı
düşüncelere inanabiliriz ama bunlar bir özel alan meselesidir ve bir aidiyet
meselesidir. Kamusal alana yurttaş olarak katılırız. Eğer biz kamusal alana özel
alanda taşıdığımız imtiyazlarla katılmayı talep ediyorsak ortada kamusal alan
diye bir şey kalmaz.
Buradan çıkaracağımız bir başka sonuç ise; eğer bir ülkede insanlar özel
alanda taşımış oldukları imtiyazları, aidiyetleri, farklılıkları kamusal alana
taşımak istiyorlar ve bunu bir siyasal talep olarak öne çıkarıyorlarsa o ülkede
cumhuriyetten söz edilemez. Böyle olursa o ülkede Cumhuriyetin temelleri
dinamitlenmiş demektir. Bir kere üzerinde önemle durulması gereken
noktalardan bir tanesi budur. Eğer bir ülkede yurttaşlar topluluğu özel alanda
taşımış olduğu imtiyaz ve ayrıcalıkları kamusal alana taşıyıp orada bir siyasi
nüfuz oluşturmaya çalışıyorsa ve bunu da ülke yönetme talebiyle ortaya
koyuyorsa o ülkenin adı cumhuriyet değildir. Bakın çok açık ve net söyledim.
Zaten dünya ölçeğinde de değerlendirdiğimiz zaman bugün dünyada adı
cumhuriyet olan pek çok ülke var. İslam Cumhuriyeti var, Halk Cumhuriyetleri
var, Pretoryen yani Askeri Cumhuriyetler var. Fakat bunların hiçbirisinde genel
olarak baktığımız zaman demokrasi yok. Adı kraliyet olup da cumhuriyet
olmayan yönetim biçimleri var. Ama bunlara da baktığımız zaman (işte İsveç)
bugün hepimizin örnek gösterdiği adı kraliyet olup da demokrasiyi en ince
ayrıntılarına kadar, en ince uzantılarına kadar bütün onsuz olmazlarıyla birlikte
yaşatan sistemler var. Demek ki, buradan bir başka önermeye daha ulaşmamız
mümkün. O da şudur; her demokratik sistem cumhuriyet olmayacağı gibi, her
cumhuriyette de demokrasi olması şart değildir.
Problem burada şudur; cumhuriyetle demokrasiyi birbirine yaklaştıran, birbiriyle
neredeyse (bizim hep sıkça yapmış olduğumuz gibi) özdeş kılan ana mesele
şudur; her ikisinde de seçim ilkesinin olmasıdır. Cumhuriyet seçimli bir yönetim
22
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
tarzıdır. Yani Aristo’dan beri biliyoruz ki, bu devlet şekilleri üzerinde yapılan tüm
açıklamaların, tüm felsefi yorumların, tüm yaklaşımların hemen tamamında
cumhuriyet dışında seçimli bir yönetim şekli yoktur. Siz bu seçimi tek partiyle
yaparsanız, yani parlamenter demokrasiyi işletmeden, çoğulcu parlamenter
sistemi işletmeden tek parti sistemine dayalı bir yöntemle yaparsanız bu ya
totaliter cumhuriyet olur ya da otoriter cumhuriyet olursunuz. Ama parlamenter
demokrasiyi işletip de bu sistemi uygulamaya kalkarsanız o zaman demokratik
cumhuriyet olursunuz. Dünyada da bunun örnekleri var.
Şimdi bu kavramsal çerçeve üzerinde bu şekilde bir tanım sabitlemesi yaptıktan
sonra Türkiye örneğine geçmek istiyorum. Evet, Türkiye’de cumhuriyet 1923’te
kuruldu. Ama bunun fikri arka planının, felsefi arka planının (biraz önce açış
konuşmasında Şerafettin hocamın da ifade etmeye çalışmış olduğu gibi)
meşrutiyet dönemlerinden itibaren tartışılmaya başlandığını ve meşrutiyetin
hemen sonrasında da 1919 – 1922 yılları arasındaki Ulusal Kurtuluş Savaşı ve o
savaşın hemen sonrasında da cumhuriyet yönetimine geçildiğini görüyoruz. Ne
yapılmıştır? Tebaadan yurttaş, ümmetten ulus yaratmanın adı bir Cumhuriyet
Projesi olarak ortaya konulmuştur.
Tabi bu, öyle kolay bir şey değildir. 1919 koşullarını düşündüğümüz zaman,
1922 koşullarını düşündüğümüz zaman öyle kolay gerçekleşecek bir proje
falan da değildir. İşte kişi başına ulusal gelirin 100 dolar civarında olduğu bir
ülke, okuma yazma oranının %5’lerde seyretmiş olduğu bir ülke. Verimli insan
gücünün Trablusgarp Savaşı’ndan bu yana sürekli savaşlarda yitirildiği bir
ülkede eğitimli insan kadrosunun neredeyse yok denecek kadar az olduğu
bir ülkede bu cumhuriyet projesinin gerçekleşmesinden söz ediyoruz. Elbette
ki bunu gerçekleştirirken Mustafa Kemal’in Ulusal Kurtuluş Savaşı içerisinde
izlemiş olduğu yol haritasının çok önemli bir yeri vardır. Gerçi Mustafa Kemal’in
düşüncesinde cumhuriyet fikrinin daha genç subaylık yıllarından itibaren
belirginleşmeye başladığı da aşikardır. Mesela 1911 deydi sanırım, Sofya’da
ateşemiliterken, Bulgar türkoloğu İvan Manolof’a Türkiye’de meşrutiyet ilan
etmekle sorunların çözülemeyeceğini, daha ileri bir yönetim tarzına, cumhuriyet
tarzına geçilmesi gerektiğini işaret etmiştir. Keza 1919’da Ulusal Savaş
başladığında kendisiyle beraber Ulusal Savaş’ın içerisindeki yolculardan birkaç
tanesinden birisi olan eski Bitlis mebusu Mahzar Müfit Bey’e Erzurum Kongresi
öncesinde gizli kalması kaydıyla bir takım notlar tutturmuştur ve notların önemli
birinci maddesi zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağı şeklindeki
imlemedir. Yani bu, gerçekten önemlidir. Henüz daha Kurtuluş Savaşı’nın
23
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
başlangıcı, savaşın hangi yol haritasıyla yapılacağına ilişkin bir belirginlik
henüz yokken cumhuriyetle ilgili bir irade koymayı daha Milli Mücadele’nin
başlangıcında Mustafa Kemal’in kendi fikriyatında oluşmuş olduğunu
görebiliyoruz.
Ama diğer taraftan baktığımız zaman bu seçim meselesine, yani seçilerek yasal
temsil organları aracılığıyla karar alma mekanizmalarını belirleme meselesine
gelince; Mondros Mütarekenamesi sonrası, Cumhuriyet Halk Partisi’nin örgütsel
tabanını oluşturan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve bunların düzenlemiş
olduğu sayısız kongrede yasal temsil mekanizmaları işletilmeye çalışılmıştır
ve her görev seçimle belirlenmiştir. Nitekim buradan hareket ettiğimizde de
Cumhuriyetin bu seçim meselesi üzerinde eski bir geleneğe dayanmış olduğunu
da söyleyebiliriz. Nitekim Mustafa Kemal’in gerek Erzurum Kongresi’nde, gerek
Sivas Kongresi’nde, gerekse Heyet-i Temsilliye Üyeliğinde ve Büyük Millet Meclisi
Başkanlığı’na gelirken bu yasal temsil mekanizmalarını sürekli açık tutması ve
dünya üzerinde örneği görülmeyecek bir şekilde bir taraftan antiemperyalist
bir kurtuluş mücadelesi verirken, diğer taraftan açık bir parlamento aracılığıyla
bu mücadeleyi sürdürmesi daha milli mücadelenin akışı içerisinde rejimin
cumhuriyete doğru gittiğini bize gösteren önemli işaretlerdir. Mesela o dönemin
İngiliz kaynakları, yabancı kaynakları Sivas Kongresi’nden bahsederlerken
Sivas’taki Anadolu Cumhuriyeti ibaresini kullanıyorlar. Yani çok ilginçtir. Ve
cumhuriyet fikri o kadar hemen hocamın dediği gibi 28 Ekim akşamı Çankaya
Köşkü’nde “Arkadaşlar yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” demekle olan bir şey
de değildir. TBMM açılmazdan evvel yine bu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin
gayretleriyle, işte Trakya’da, doğuda muvakkat geçici cumhuriyetler kurulmuştur.
Bu, bize 1923 cumhuriyetinin fikri temellerinin hazırlık aşamasının çok önceden
planlandığını gösteriyor. Ayrıca Nutuk’ta Mustafa Kemal’in olayları bir takım
evrelere ayırarak ve her evreyi vakti geldiği zaman uygulama alanına koyma
suretiyle bu tip bir metotla 1923 yılında cumhuriyetin ilan edilmiş olduğunu
görebiliyoruz. Tabi 1923’te ilan edilen cumhuriyet, bir yurttaş yaratma projesidir.
Tebaadan yurttaş yaratma projesidir. Ümmetten ulus yaratma projesidir, kuldan
da birey yaratma projesidir. Bu doğal olarak Türkiye’nin o günkü sosyolojik
koşulları içerisinde, o günkü ekonomik koşulları içerisinde tepeden inmeci ve
yukarıdan aşağıya doğru organize edici, tepeden inmeci ve tıpkı esinlendikleri
Fransız İhtilali gibi jakoben bir metotla yapılmıştır. Ve o dönemin metinlerinden
biz çok açık bir şekilde okuyoruz ki halka rağmen, halk için yaklaşımı daha
Milli Mücadele’nin Halkçılık Beyannamesi’nde, savaşın içerisindeki Halkçılık
Beyannamesi’nde çok net bir biçimde ortaya konulmuştur.
24
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
Bu cumhuriyetin bugün neden öldüğünü yada ortadan kaldırılmaya çalışıldığını
birazdan açıklamaya çalışacağım. Bu cumhuriyetin temellerinin milli mücadele
ve öncesinden gelen bir birikimle oluşturulduğunu ve bir yurttaş yaratma
projesi olduğunu özellikle altını çizerek tekrar belirtmek gerekiyor. Ve 1920’li,
30’lu yıllarda ekonomik, toplumsal, siyasal, hukuki alanda yapılan devrim
hareketlerinin temel amacı çağdaş uygarlığa ulaşmak ve oranın değerleriyle
kendi içimizden çıkan değerlerin bir sentezini yaparak 20. yüzyıl dünyası
içerisinde çağdaş bir ulus devlet inşa edebilmenin yollarını aramak üzerine
oluşturulmuştur. Ve bunda hiç kuşkusuz eğitimin önemli bir rolü vardır. Tevhid-i
Tedrisat’ın kabul edilmesi 1924’te ve sonra Harf Devrimi, millet mektepleri ve
arkasından gelen Halkevleri, Köy Enstitüleri birikimiyle %80’i köylerde yaşayan
bir topluluğun maraba olmaktan başka, yanaşma olmaktan başka, sığırtmaç
olmaktan başka şansı olmayan köy çocuklarına Tolstoy’u okutarak, keman
çaldırarak gerçekleşmiştir bu gelişmeler. Yani 1920’lerin, 30’ların Türkiye’si ve
o günkü dünya konjonktürü içerisinde, kıta Avrupa’sında bütün totaliter ve
otoriter rejimlerin neredeyse kol gezdiği, faşizmin, nasyonal sosyalizmin bütün
kıta Avrupa’sını etkisi altına aldığı, bütün dünyayı etkisi altına aldığı bir dönemde
bir taraftan açış konuşmasında da işaret edildiği üzere “Vatandaş İçin Medeni
Bilgiler” adlı kitap yazarak şahsi hürriyetleri, demokrasiyi, özgürlükleri Türk
toplumuna anlatmaya çabalayan bir model ve bu modelin içerisinde de dikkat
ederseniz bir 1924 yılındaki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930’lardaki
Serbest Cumhuriyet Fırka denemeleri. Yani çok partili parlamenter hayatı da o
koşullar içerisinde bile işler kılmaya yönelik bir irade beyanının 1920’li ve 30’lu
yıllarda bu cumhuriyet projesinin içerisinde mutlak ölçüde yer almış olduğunu
görüyoruz.
Bakın, o dönemde parlamenter demokrasi deneyimleri başarısız olmuştur,
elbetteki dünya konjonktürü ve Türkiye’nin iç dinamiklerinin zorlamasıyla. Ama
ondan sonra Mustafa Kemal bizatihi kendi partisi içerisinde demokrasiyi yine
işler kılmaya çalışmıştır ve bir Müstakil Grup oluşturmuştur, Cumhuriyet Halk
Partisi içerisinde. Serbest Cumhuriyet Fırka denemesinden sonra o müstakil
gruba hiçbir şekilde ne Genel Başkan, ne parti üst yöneticilerinin katılma,
orayı etkileme, onları yönlendirme gibi bir hakları yoktu. Onlar toplantılarda
düşüncelerini özgürce söyleyebiliyorlar, eleştirel tavırlarını sergileyebiliyorlardı.
Halkevleri’yle de başarısız Serbest Cumhuriyet Fırka denemesinden sonra
kentli orta sınıfı cumhuriyet değerleriyle buluşturmaya yönelik bir projenin
1930’lardaki ilk adımları atılmıştır. Hatta sadece kentli orta sınıfla da kalmamıştır
bu gelişme. Milli mücadelenin önemli toplumsal tabanı olan, sosyolojik
25
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
gücü olan köylüleri de bu işin içerisine katabilmek amacıyla halk odalarını
kurup, köylere kadar yaygınlaştırarak kırsal kesimle cumhuriyet değerlerini
bütünleştirmeye çalışan bir projenin temelleri atılmıştır.
Şimdi tabi bu dönemle ilgili olarak bir diğer önemli örnek de köy çocuklarının
okutulması projesidir. Gerçekten de baktığımız zaman maraba olmaktan,
sığırtmaç olmaktan, yanaşma olmaktan başka şansı olmayan köy çocukları Köy
Enstitüleri projesiyle birden bire dünya klasikleriyle buluşmuştur. Milli Eğitim
Bakanlığı’ndaki çeviri faaliyetlerinin hemen tamamı Türkiye’deki bu cumhuriyet
projesi kapsamında batı entelektüel değerleriyle buluşmuş, kaynaşmıştır.
Ve 1940’larda yoğun tercüme faaliyetleriyle köyde sığırtmaç olarak yaşayan
köy çocukları Tolstoy’la, Balzac’la ve diğer dünya yazarlarıyla buluşmuşlardır.
Mandolin çalmayı öğrenmişlerdir, keman çalmayı öğrenmişlerdir. Ve yavaş yavaş
yurttaş olma gereğini de yerine getirmişlerdir.
Geçenlerde bir haritada gördüm; 21 adet Köy Enstitüsü kurulmuştu. Derdim
Köy Enstitülerini anlatmak değil. Ama onların Türkiye Haritası içerisindeki
yayılma yerlerine baktığımız zaman Diyarbakır’dan Kars’a, Trabzon’dan Edirne’ye,
Balıkesir’den Adana’ya varıncaya kadar bütün Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını
kapsayan bir içerikte. Diyarbakır’da da Köy Enstitüsü kurulmuştur, Kars’ta da Köy
Enstitüsü kurulmuştur, Edirne’de de Köy Enstitüsü kurulmuştur, Isparta’da da
Köy Enstitüsü kurulmuştur. Dolayısıyla böylesine kapsayıcı bir projenin devamı
niteliğinde 1940’lara kadar bu cumhuriyet projesinin yerleştirilmesine yönelik
çabaların başarıya ulaşmış olduğunu söyleyebiliriz.
Şimdi mesele nedir? Dünya neden bölünmüştür? 1946 bir kırılma noktasıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi, dünyanın iki kutuplu bir dünyaya evrilmesi,
Türkiye’nin seçimini batı ittifakından yana yapması, Türkiye’nin politik duruşunun
köktenci bir şekilde değişimi 1946’dır. Orada atılan tohumlar 1946’dan
başlayan süreç, 2011’e gelinceye kadar o 1923’te ilan edilen cumhuriyetin
bütün değerlerini neredeyse ortadan kaldırmıştır. Örneğin; bugün biz Tevhid-i
Tedrisat’tan söz edebiliyor muyuz? Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası’ndan, laik
eğitimden söz edebiliyor muyuz? Daha geçenlerde bu ülkenin Milli Eğitim
Bakanı, Milli Eğitim Temel Kanunu’ndan Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda,
Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda eğitim yapılır maddesini kaldırdı.
Çok uzakta değil. Yani bir iki ay evvel olan bir şeyden söz ediyorum. Demek
ki, Tevhid-i Tedrisat, eğitim ve öğretim birliğiyle ilgili elimizin altında bir şey
kalmadı. Sadece sosyal dersler değil, fen dersleri, bütün müfredat din ile
bilimi uzlaştırmaya yönelik bir içerikle öğrencilerimize sunulmaya çalışılıyor.
26
Kuruluşundan Yarınlara Cumhuriyet
Cumhuriyet; itiraz eden yurttaşlar ister, itaat eden yurttaşlar istemez. Yani biz
normal, gerçek cumhuriyetten söz ediyorsak. Ama bizim eğitim sistemimiz
araştırmayan, sorgulamayan, itaat eden insanlar yetiştirmeye yönelik bir
programla şu anda örülmüş durumda. Sadece eğitim sistemi değil, cumhuriyetin
bütün kurumları şu anda bir dönüşüm geçiriyorlar ve bugün 2011 Türkiye’sinden
1923’e baktığımızda, 2011 Türkiye’sinden 1930’lara baktığımızda biz şu anda
2011 yılında o birinci cumhuriyeti göremiyoruz. Yani adını da koyalım, o
dönem gerçekten birinci cumhuriyettir. Ve o birinci cumhuriyetin ne eğitim
kurumlarını, ne güvenlik politikalarını, ne politik tercihlerini, ne dış politika
tercihlerini göremiyoruz. Evet, mutlaka bunlar değişecektir ama mutlak surette
cumhuriyetle paralel, ondan referans alarak bir şeyler yapılması gerekirken,
bugün bambaşka bir dünyanın seyri içerisinde bulunuyoruz. Ben bunun adını
size söyleyeyim. Bu ideolojisi Teokratik Faşizm olan bir oligarşik sistemdir. Başka
bir şey değildir. Hiç üzerinde fazla konuşmamıza, fazla yorum yapmamıza gerek
yok. Bu teokratik faşizmin önümüzdeki süreçte Türkiye’yi nereye götüreceğini
hep birlikte izleyeceğiz. Maalesef böyle ve hedef şu anda 2023 olarak kurulmuş.
Demek ki 2023’te cumhuriyeti musalla taşına yatırmayı hedefliyorlar.
Hepinize çok teşekkür ederim.
ŞERAFETTİN TURAN- Üçüncü kuşaktan bir Atatürkçüyü dinlediniz efendim. Bizi
dinlediğiniz için teşekkür ediyoruz.
PERİHAN SARI- Ben bugün, bu salonda bulunmaktan çok mutlu oldum. Çünkü
sokağa çıkmak için kendimi daha güçlü hissettim. Sokağa çıkarken daha
donanımlı, daha zenginleşmiş hissettim. Katılımcılarımıza, değerli hocalarımızın
tümüne çok teşekkür ediyorum. Dinlediğiniz içinde sizlere de teşekkür
ediyorum.
27
KONFERANS
Sayın Tekeli’ye
Teşekkürler...
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
GENEL BAŞKAN YARDIMCISI PERİHAN SARI’NIN AÇIŞ
KONUŞMASI
Bugün, “Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler” konulu
konferansıyla Sayın İlhan Tekeli bize yeni ufuklar açacak. Sayın Tekeli tarih
ve siyaset bilimi açısından konuyla ilgili düşüncelerini bizimle paylaşacak.
Geçmişten kişiler, olaylar ve olgularla var olan ve geride kalan bir dönemde
yaşananlardan söz ederken, bugünden gelecek bağlamını kurmak ve bunu
üstelik bugün de yaşayan güçlü bir varlıkla ilgili olarak sürdürmenin güçlüğü
çok açık. Sayın İlhan Tekeli Parti Okulu’nun yarattığı bu akademik ortamda
derin bilgi birikimi ve değerli yorumlarıyla geçmişe bakışımızla ilgili sorunlara
ve sorun alanlarına ışık tutacak. Geçmiş dönemin koşullarında var olmuş kişi,
olay ve olguları günümüz bilgisi ve gerçekliği üzerinden değerlendirmek hiç
kuşkusuz öğretici bir çaba. Ancak geçmişi bugünün bilgisiyle yargılamak,
geçmişi yaşatmanın ötesinde geçmişi yeniden üreten ve geleceğe taşıyan bir
etki yaratıyor. Yaşananların tarihselleşmesini engelliyor. Oysa bugünün gerçekliği
geçmişi yeniden üretmek değil, ortak geleceği birlikte tasarlamak ve yaratmak
olmalı.
Bugün Atatürk’ün güçlü tarihsel kişiliği bu anlamda bize bir kez daha yol
gösterecek. “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye
Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözlerini yaşarken söyleyebilen, gelecek
öngörüsü gelişkin bir liderin günümüzde hak ettiği gibi değerlendirilmesi ve
anakronizme düşmeden döneminin yorumlanması Mustafa Kemal Atatürk’e
olduğu kadar tarihe karşı da bir sorumluluğumuz.
Sözü daha fazla uzatmadan hepinize saygılar sunarak değerli konuşmacımızı
davet ediyorum. Buyurun hocam.
31
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
KONUŞMACI: PROF. DR. İLHAN TEKELİ
Merhabalar. Perihan hanım benden böyle bir konuda konuşma istediği zaman
düşündüm. Tabi Atatürk hakkında konuşmak bugünlerde öyle kolay değil.
Herkes önyargılarla konuşmacıyı dinlediği için ne deyip ne demediğini de
çok anlamadan tepki gösterebildiği için çok dikkatli olmak gerekiyor. Ben de
bu nedenle ev ödevi yaptım. Bayağı da uzun oldu. Bakalım ne kadarını sizinle
bölüşmeye vaktimiz yetecek.
Şimdi şöyle bir konuşma yapmaya çalışacağım. Mustafa Kemal, Türkiye’nin
kurucusudur. Tabii ki her ülkenin kurucusuyla olan ilişkileri özeldir. Yani normal
herhangi bir tanınmış sevilen bir kişiyle kurulan ilişki gibi bir ilişki değildir.
Ben de bu konuşmamda Türkiye’nin kurucu figürü Mustafa Kemal’le nasıl bir
ilişki kurduğunu araştıracağım. İlişki kurma biçimimizin ne kadar hastalıklı,
ne kadar sağlıklı olduğunu irdelemeye çalışacağım. Benim konuşmam,
değişik ilişki kurma biçimleri üstünde yoğunlaşacak. İlişki kurma biçimlerini
aslında üç grup içinde ele alabiliriz. Bunlardan birincisinde; Türkiye’de değişik
çizgilerdeki siyasetçilerin Mustafa Kemal’le kendilerini nasıl ilişkilendirdiği
üzerinde durulabilir. Bir başka deyişle, siyasal söylemleri içinde Mustafa Kemal’i
nereye koydukları araştırılabilir. İkincisinde, tarih yazıcılarının kurdukları
anlatılarda Mustafa Kemal’e ne tür yer verdikleri ya da nasıl bir ilişki kurdukları
çözümlenebilir. Üçüncüsü ise halkın Mustafa Kemal’i yaşamlarında nasıl bir yere
koyduğu araştırılabilir.
Aslında bu üç tür ilişki kurma biçimi birbiriyle ilişki içindedir. Ama ben üçüncüsü
üstünde durmayacağım. Durmamamın nedeni; bu konuda bir şey söyleyebilmek
için görgül araştırmaya ihtiyacımız bulunmaktadır. Ve böyle bir araştırmanın
olduğunu ben bilmiyorum. Bilseydim o araştırmanın sonuçlarını kullanarak,
onun üstünde de konuşmaya çalışırdım.
Bu konuşmada Mustafa Kemal ve toplumun değişik katmanları arasında
kurulan ilişki üzerinde duracağımız için önce bu ilişkide Mustafa Kemal’i nasıl
ele alacağımız üzerinde durmak gerekir. Mustafa Kemal’i nasıl tanımlayabiliriz?
Denilebilir ki, Mustafa Kemal’i anlat anlat bitmez zaten. Ama böyle bir tartışma
için anlamlı tanımlama ne olabilir? Onun için bazı telegrafik saptamalar
yapacağım.
Mustafa Kemal 1880’ler kuşağındandır. Cumhuriyetin kurucuları bu kuşaktan
gelmektedir.Bu kuşakta İnönü’sü var, Atatürk’ü var, Kazım Karabekir’i var, birkaç
yıl öncesinde Mareşal Çakmak var. Türkiye içinde yetişmişler. Yani Türkiye
Cumhuriyetinin kurucu kadrosu dışta eğitim almış bir kadro değil. Osmanlı
aydınlanması içinde, özellikle askeri aydınlanması içinde yetişmiş bir kadro.
32
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
Yani yerel bir kadro. Bunun çok önemli bir özellik olduğunu düşünüyorum. Bu
kuşağın subaylarının eğitimi yalnız okuldaki eğitim olarak düşünürsek eksik kalır.
Bu kuşak çok uzun bir harp döneminde cephelerde görev almış. Trablusgarp’tan
taa Kurtuluş savasının sonuna kadar düşünürseniz 12 – 13 yıllık bir savaş
dönemi. Uzun savaş dönemi bu kuşak için çok önemli bir başka eğitim olmuş.
Karar verme hünerlerini geliştirmek, halkı ve kapasitelerini tanımak, kendi
kapasitesinin farkına varmak bakımından.
Mustafa Kemal yerelde yetişmiş ve yüksek deneyim sağlamış bir kişi. Bu oluşum
süreci içinde gelişmiş bir vizyonu bulunuyor ve bu vizyonu gerçekleştirmek
için gerekli iktidar gücünü eline geçirebileceğine inanıyor. Mustafa Kemal’in
bu vizyonu tabii modernleşmeyle ilgili. Radikal bir modernleşme vizyonuna,
bir gelecek öngörüsüne sahip. Ama bu vizyon yerel kaynaklardan elde ettiği
eğitimle gerekçelendirilmiş.
Bu ya da buna yakın bir vizyon sahibi olma ve iktidar perspektifi olma
o kuşağın genel bir özelliği. Bugünün değerleri içinden bakanlardan
birkısmının Jakobenlik gibi suçlamalarına neden olan bu konum da aslında
genel bir özelliğin yansıması. Ben bu durumu “geç aydınlanan ülkelerin
erken aydınlananların sorunsalı ”diye adlandırıyorum. Eğer Türkiye gibi
modernleşmenin doğduğu Avrupanın Atlantik kıyılarından uzaktaysanız
ülkenin aydınlanması geç olmaktadır. Ama bu ülkede küçük bir grup erken
aydınlanmaktadır. Ve bu aydınlanan kesim kendilerine bir misyon yüklendiğini
hissetmeye başlıyor ve o misyonu gerçekleştirmek için de iktidar sahibi olmaları
gerektiğini farkediyorlar. O misyonu gerçekleştirmek için bir İktidar olma
arayışına giriyorlar.
Şimdi Mustafa Kemal’i kendi kuşağındakilerden ayıran özelliğin ne olduğunu
sorabiliriz. Kanımca bunun yanıtı kahramanlığı falan değil. Bence onu
diğerlerinden ayıran en önemli özelliği yüksek öngörüye sahip olmasıdır. Bu
özelliğini göstermek için bir anekdot anlatayım size. Kurtuluş savaşına girilecek
ve kurtuluş savaşına girilirken tüm ülke de hakim bir propaganda var. Deniliyor
ki, biz bunlarla savaşmadık mı? Savaştık. Bu savaş sonrasında kaybetmedik mi?
Kaybettik ve o savaşa girdiğimizde bizim arkamızda sanayileşmiş bir devlet
vardı. Almanya vardı cephane vb. gereksinmeleri karşılıyordu. Şimdi o da
yok. Öyle ise biz bu savaşı nasıl kazanacağız? Bu soruya olumlu cevap vermek
kolay bir şey değildir. Mustafa Kemal’in yapmak istediği bu kurtuluş savaşında
da bir finansmana ihtiyaç vardır ve bu finansman da eşraftan gelecektir.
Şimdi kurtuluş savaşında siz 10 yıl savaşmış bir toplumdan bazı kesimleri alıp
cepheye götürüyorsunuz, çoluğu çocuğu aç kalıyor ve bunlara maaş verilmesi
gerekiyor. Piyadeye 15 lira, süvariye 30 lira. Şimdi bunu da eşraf finanse
edecek. Şimdi eşrafa bunun olabilir bir şey olduğunun anlatılması gerekiyor
33
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
ki finanse etsin. Ben bunu araştırdım. Mustafa Kemal eşrafı nasıl ikna etmiş
diye.. Eşrafla bu konudaki teması Erzurum Kongresi öncesindeki gece oluyor.
Ve o gece konuşuyor ve bin altın toplanıyor. Ama o geceki konuşması çok
ilginç. Ve kurtuluş savaşı sonuna kadar ne olacaksa adım adım söylüyor. Diyor
ki, İngilizlerle Fransızlar harp edemez. Çünkü kamuoyları artık savaştan bıktı.
Almanya yok ama biz Rusya’ya yanaşarak onların silahlarından yararlanabiliriz ve
sonunda biz Yunanlılarla karşı karşıya kalırız ve biz de onu yeneriz, diye anlatıyor.
Şimdi bu müthiş bir öngörü. Bu bir kere mi olmuş? Hayır. Bazı anlatılara
göre 1932’de, bazı anlatılara göre de 1935’te Mustafa Kemal’in İkinci Dünya
Savaşı’nın sonuna, yani 46 – 47’lere kadar dünyada ne olup biteceğini açık
olarak kestirebildiğini görüyoruz. Bu kapasite onu diğerlerinden farklı kılıyor.
Onun zihninde Kurtuluş Savaşını yapılabilir kılıyor. Ve diğerlerinden farklı olan
önerileri bu öngörü üstüne oturuyor.
Bir başka özelliği. Yüksek ikna edicilik gücüne sahip olması. Bunu CHP’nin
eski Genel Sekreterlerinden Necdet Uğur anlatmıştı. İsmet Paşa’nın Genel
Sekreteriydi. O benim dostumdu rahmetli. İsmet Paşa Necdet Uğur’a, siz,
Mustafa Kemal’i kumandan olarak bilirsiniz, onun esas niteliği kumandanlığı
değil, siyasetçiliğiydi demiş. İsmet Paşa’nın anlatığına göre sabahleyin herkesin
hem fikir olduğu bir konuda Atatürk fikir değiştirdiyse, akşama kadar herkesle
konuşarak onları yeni düşünceye getirebilecek bir ikna edicilik kapasitesine
sahipti.
Çok önem verdiğim bir başka özelliği üzerinde durduktan sonra toplumun
günümüzde Mustafa Kemal’le nasıl bir ilişki kurduğunu ele alacağım. Atatürk
her akıllı adam gibi yaşarken öğrenir, deneyim kazanır ve düşüncesini
değiştirirdi. Onun pragmatistliği çok bilinen bir özelliğidir. Onun belli bir
konudaki fikir değiştirmesini iki farklı düzeyde anlamamız gerekir.
Genellikle yaygın bir pratik var. Atatürk’ün bir yerde söylediği bir sözü ele
alarak Mustafa Kemal’in düşüncesinin ne olduğuna bir yorum yapılıyor, bir
sonuç çıkarılmaya çalışılıyor. Şimdi Mustafa Kemal’in kendisinin öğrenme ve
düşüncesini geliştirme süreçlerinin farkında olduğunuzda ve kendisininin
önemli bir taktisyen olduğunu biliyorsanız bu tür analizlerin ne kadar yanlış
olabileceğini hemen görürsünüz. Mustafa Kemal Harp Okulu’ndan yetişmiş,
başarısını savaşlarda ispat etmiş bir stratejist ve taktisyen. Bir pragmatist olarak
siyasal yaşamında da aynı biçimde davranıyor. Onun hangi sözünün taktik,
hangi sözünün stratejik olduğunu bilmeden ondan yapılacak alıntılarla bir yere
varılamaz.
34
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
Mustafa Kemal her akıllı insan gibi düşüncesini geliştiriyor, daha derinden
değişmelere uğratıyor. Bu konuda genellikle üzerinde durulmayan bir örnek
vereyim. 1926’ya kadar Mustafa Kemal’in 1926’ya kadar olan kültüre yaklaşımıyla
26’dan sonraki bakış açısı arasında çok büyük farklar vardır. 1926’ya kadar Ziya
Gökalp’in hars, medeniyet ayrımına dayanan sentezci anlayışına yakın bir
çizgideyken, 1926’dan sonra bu sentezci yaklaşımı terk ederek köktenci bir
modernleşmeyi benimsiyor. Bunun ilk işareti Medeni Kanun’un olduğu gibi
İsviçre Medeni Kanunu’nun tercüme edilerek alınmasıyla ortaya çıkmıştır. Bunu
Birinci Ulusal Mimarinin temizlenmesi ve müzik alanında yapılan atılımlar
izlemiştir. Eğer bir siyasetçi Mustafa Kemal’i bir muhafazakar olarak göstermek
istiyorlarsa 26’dan önceki sözlerine başvurmaktadır. Öteki türlü göstermek
istiyorsa 26’dan sonraki sözlerinden yararlanmaya çalışmaktadır.
Aslında bir otoritenin sözlerine dayanarak doğru olanı bulmaya çalışmak,
bilimsel bir yaklaşım değildir. Bu tür analizleri skolastik çerçevesi içinde
düşünmek gerekir. Bu konu Türkiye’de çok tartışılmadı, bu tür düşünce pratikleri
çok eleştirilmedi. Ama İttihat ve Terakki zamanında Yusuf Akçura filan bu
konuyu çok tartışmışlardır.
Artık ana soruya geçebiliriz. Önce Mustafa Kemal’le siyaset alanında, daha
sonra tarih yazıcılığı alanında Mustafa Kemal’le kurulan ilişkileri çözümlemeye
çalışacağım.
Mustafa Kemal öyle bir varlık ki, günümüz Türkiye’sinde yandaş olsanız da
karşısında olsanız da oy getiriyor. Tabii böyle bir konuma sahipseniz siyasetçiler
sizi sürekli siyaset içinde tutuyorlar. İçinde yaşıyoruz. Herkes Mustafa Kemal’i
ya kutsallaştırarak ya da anti-kutsallaştırarak siyaset yapıyor. Siyaset Türkiye’de
genellikle kutsal üstünden yapılıyor. Yani kimisi dini kutsallaştırıyor, kimisi
Mustafa Kemal’i kutsallaştırıyor, kimisi milliyeti kutsallaştırıyor. Eğer bir siyaset
alanı kutsallarla işgal edilmişse orada demokrasi olabilir mi? Kutsallar üstünde
konuşulmayanlardır. Sakin bir ortamda yaşanmak isteniyorsa, toplumda
yaşayanların başkalarının kutsallarına saygı gösterilmesi gerekir. Ama siyasal
kamu alanı kutsallara sataşma alanı olarak kullanılmaya başlarsa o toplumda
gerilim ve çatışma azdırılmış olur. Bu nedenle kutsalın siyaset dışı tutulması
gerekir. Laikliğin yapmaya çalıştığı budur. Eğer kamu alanından kutsalı
dışlayamazsanız, kamu alanını ne kadar çok kutsallarla parsellemiş bulunursanız
demokrasinin özgürlük alanı daraltmış olursunuz.
Şimdi sormak gerekir. Siyasetin bu hale getirdiği bir ortamda doğru dürüst
bir tarih yazılabilir mi? Tarih biraz sakin ortamda yazılabilecek bir şey. Böyle
kutsallarla bölünmüş bir ortamda yazılması zor bir şey. Çünkü siyasetçiler
tarihi kutsalları inşa etmek için kullanıyorlar. Tabi kutsalla siyaset yapmanın
35
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
siyaset alanına getirdiği önemli bir çarpıklık var. Biraz önce Perihan hanımda
konuşmasında değindi. Bir siyasi grubun birlikteliğini geleceğin projelerinin
üstüne dayandırması gerekir. Sağlıklı olan, siyasetin amacıyla tutarlı olan
budur. Halbuki bizde siyaset geçmişin yorumlanmasındaki ayrılıklar üstüne
oturtulmaya çalışılıyor.
Şimdi böyle bir siyaset yapma biçimi tarih yazıcılığı üzerinde önemli bir
baskı doğuruyor. Genellikle siyasal partiler geçmişi diğer partilerden farklı
bir biçimde yorumlarken, kendilerine geçmişten günümüze kadar uzanan
bir süreklilik çizgisi oluşturmaya çalışıyorlar. Bu çizgi kutsalla ilişkilendiriliyor
ya da kendilerine geçmişte bir kutsal inşa etmek için kullanılıyor. Siyaset
böyle yapılınca, siyasetin tarihten beklentisi de özel bir nitelik kazanıyor.
Biz kutsalı inşa etmek için geçmişteki tarihi figürleri iyi ya da kötü olarak
tasnif etmeye dönük bir tarih yazmaya çalışıyoruz. Bu tarihi figürün başarısı
ya da başarısızlığının nedenlerini anlamaya çalışmıyoruz. İyi yahut kötü
diye tasnif etmeye çalışıyoruz. Bu iyi adamdır, namuslu adamdır bilmem ne.
Yaptığı iş, oradaki başarı ön planda değil. Kimin yandaşı olduğumuza bağlı
olarak, ele aldığımız kişinin iyi ya da kötü olduğunu ispata çabalayan bir tarih
yazmaya çalışıyoruz. Bir kişinin iyi ya da kötü olduğunu söylemek bir yargıda
bulunmaktadır.
Siyasetçinin işine yaraması beklenen, böyle bir yargıyı biz nasıl geliştirebiliriz?
Ancak bugünkü değerlerimiz üstünden geliştirebiliriz. Çünkü beni siyasi olarak
kendi yanına çekmek isteyen bir siyasetçi beni bugünkü değerlerim üstünden
avlamaya çalışıyor. O zamanda iyi ve kötü yargılaması bugünkü değerler
üstünden yapılıyor. O ne demek? Tarihin bugünkü değerler üstünden yeniden
yazılması demek. O da tarih yazıcılığında “şimdicilik” sapmasını doğuruyor.
İngilizcesi “presentizm” olan bu sapmayı tarihçiler çok eleştirmişlerdir.
Siyasetçilerimizin tarihi kullanma biçimi şimdicilik sapmasına neden oluyor.
Şimdicilik sapması taşıyan tarih de anakronik bir tarih oluyor.
Bu sapmanın ayrıntılarına girmeyeceğim. Ama tarihi kişiliklerin iyi ve kötü diye
sınıflandırılarak kullanılmasının güncel bir örneğini vereceğim. Son aylarda
Başbakanımız Atatürk’e sahip çıkıp İnönü’yü kötülüyor. Günümüzün siyasetçisi
kendisininin gündelik siyasal siyasal taktiklerine uygun olacak şekilde hangi
adamın iyi, hangi adamın kötü olarak görüleceğini belirliyor. Tarih yargıları
önceden belirlenmiş şekilde yazılırsa, bu tarihin tarihliği artık ne olur siz hesap
edin. Kanımca tarih yazıcısı olabildiğince yargıda bulunmaktan kaçınmalıdır.
Mustafa Kemal konusunda önemli bir yargı konusu var. O yargı tek adam
olmasına ilişkindir. Tek adamlık yargısı tabii Cumhuriyet tarihinin yazılmasında
çok etkili olacak bir yargıdır. Atatürk’ün tek adam olduğu konusunda yaygın
36
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
bir oydaşma var. Değil mi? Peki, bu yargıyı kim yerleştirdi? Adını koyan Şevket
Süreyya oldu. Günümüzde bunu pek tartışmıyoruz. Ben de onun için bunu biraz
deşerek, tarihte yargı sorununun üstünde durmak istedim..
Türkiye’de tek adam yargısına nasıl varıldı? Tek adamlık inşa edilen bir şey.
Toplumsal olarak inşa edilen bir şey. Tabi bunun gerisinde ne var? Nutuk var.
Nutuk Mustafa Kemal’in kendisini diğerlerinden ayırdığı bir otobiyografi.
Denilebilir ki nutukla tek adamlık inşa edilmeye başlıyor. Bunu diğerleri kolayca
kabul ediyorlar mı? Örneğin, Amerika’nın kurucu babaları vardır. Bir tane
değildir, babalardır. Bizde de kurucu tek midir, çok mudur? Tek adamlığı kabul
etmemek bakımından en ısrarcı olanın Kazım Karabekir olduğu söylenebilir.
Kazım Karabekir daha sonra Nutuk’a alternatif olarak İstiklal Harbimiz kitabını
yazıyor. Bu konuyu daha açık hale getirmek için ilginç bir anekdot anlatacağım.
Biliyorsunuz işte Terakki Perver parti kapatılıyor, İzmir Suikastı sonrasında.
Kazım Karabekir yargılanıyor, beraat ediyor ama siyasal olarak sahneden
siliniyor. Onu Atatürk’ün ölümünden sonra sahneye tekrar çıkaran İnönü
oluyor. Cumhurbaşkanı olduktan sonra İnönü Atatürk döneminin küskünlerin
gönlünü alıyor. Onlara görevler veriyor. Kazım Karabekir’de tekrar sahneye
çıkınca, tam İkinci Dünya Savaşı arifesinde, Akşam gazetesinde mi, yoksa Tan’da
mı hemen kurtuluş savaşı tarihi konusunda bir seri yazı yayınlamaya başlıyor.
Nutuk’ta Mustafa Kemal ben Samsun’a 19 Mayıs’ta çıktım diye başlıyorsa, Kazım
Karabekir’de ben Trabzon’a filan tarihte çıktım diye başlıyor.
Atatürk’ün ölümü sonrasında, II.Dünya Savaşı arifesinde, kurucu babaların
çoğalması eğilimi belirince İnönü bu yazı serisinin yayından kaldırılmasını
sağlıyor. Ve her paşanın bir alternatif kurtuluş savaşı tarihi yazmasını engelliyor.
İnönü’nün bu müdahalesi üzerine kurucu babaların sayısının artması
engelleniyor. Tek kurucu yargısı güçleniyor. Daha sonra tabi Demokrat Parti’nin
de ortaya çıkması ve İnönü’nün bir başka alternatif kurucu olarak çıkmasını
engellemek için onların yaptığı propaganda birleşince sonra bu konuda
oydaşma sağlanıyor. Bu oydaşmanın adını da Şevket Süreyya yazdığı üç ciltlik
Atatürk biyografisiyle Tek Adam diye koymuş oluyor.
Bu yargı üzerinde durmayı, hem ilginç olduğu, hem Atatürk İnönü ilişkisini
kavramamıza yardımcı olduğu hem de bir tarihsel yargının nasıl bir toplumsal
olay olduğunu göstermek için seçtim.
Artık Atatürk’le tarih yazıcılığının nasıl ilişki kurduğu üzerinde durabiliriz. Tarih
yazıcılığı nasıl bir olay? Tarih ilginç bir metin, bir anlatı formuna sahip. Bir olayı
anlatıyor. Ama bu anlatı zaman içinde bir değişmeyi anlattığı için aynen yaşam
gibi ve çok ikna edici ve onun için de siyasal olarak bu çok kullanılıyor. Siyasal
olarak çok kullanılması ulus devlet olgusunun gelişmesiyle yakından ilişkili.
37
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
Ranke gibi 19. yüzyılın modern tarih yazıcılığının kurucularına baktığınız zaman
ulus devlet ortaya çıkışıyla ilişkili olduğunu hemen kavrarız. Onlar bir siyasal
tarih yazıcısı, onlar farkında olarak ya da farkında olmadan o ulusa “resmi tarih”
yazıyorlar. Her ulus devletin ideolojisini oluşturabilmek için bir resmi tarihe
gereksinmesi vardır. Resmi tarih bir toprakta yaşayan bir topluluğun ezelden
ebede kadar uzanan bir sürekliliği olduğunu kurmaya çalışır. Çoğu kez gerçekte
böyle bir şey yoktur. Bu bir kurgudur. Hayal edilen bir cemiyettir, bir varlıktan
çok bir kurgudur ve resmi tarihler bunu yapmaya çalışır. Bir ulus devletin resmi
tarihini yazmak için bu sürekliliği kurmak tek başına yeterli olmaz. Bu tarih temiz
olmalı, kahramanca bir geçmişi bulunmalıdır. Kutsallaştırılmış kahramanları
bulunmalıdır. Son yıllarda bunlara kurban mağdur mitosları eklendi.
Ama son otuz yıldır yaşanan gelişmeler ulus devlet tarihlerinin yazılma
pradigmalarında bunalımlar yaratmaya başladı. Bu bunalımların gerisinde
küreselleşme ve insan haklarının uluslararası siyasette kazandığı önem ve
araçsallıklar bulunuyor. Artık Westfalia düzeninin ulus devletleri kendi ülkesinde
herkes ve herşey üzerinde, yasama ve yürütme ve yargı yetkilerini kullanmakta
serbest bırakan anlayışı geçerli değildir. Artık Dünya ulus devletlerin insan
hakları ihlalleri konusunda serbest kalamayacakları konusunda bir görüş
birliğine ulaşmış bulunuyor. İnsan haklarına saygı, bu dünyada bir ulus devletin
varolabilmesinin ön koşulu haline gelmiş bulunuyor.
Bu anlayış değişikliği ulus devlet tarihlerinin yazılmasına da yansıyor. İnsan
hakları her ulus tarihinin yazılmasında gözardı edilemez bir ölçüt niteliği
kazandı. Ulus devlet bazlı tarih anlayışından, ulus devleti aşan dünyaya karşı
sorumlulukları içeren bir tarih anlayışına geçildiği zaman işte bu daha önce söz
konusu olmayan tarihle yüzleşmek, hesaplaşmak vs. gibi sorunlar ortaya çıktı.
Şu dakikada biz tarih yazımında yeni bir bakış açısının dünyanın değişmesine
paralel olarak yükselişini yaşıyoruz. Bu açıyı kaybeder ve şimdi biz sadece ulus
devletler döneminin tarih anlayışıyla tepki gösterirsek anakronik kalırız.
Türkiye’de de daha önce sözünü ettiğim, tarihin müthiş ikna ediciliği yüzünden
siyasetçiler bu tarihi kullanmak istiyorlar. Türkiye’de de Cumhuriyet sonrasında
oluşturulan ulus devlet için bir resmi geliştirilmiştir. Bu resmi tarihle nasıl ilişki
kuruluyor? Beklenileceği üzere, bilim çevresinin bazı üyeleri, resmi tarihlerin
içinde bulunan, tam gerçekle tutarlı olmayan şeyleri demistifiye etmekle
kendilerini görevli görüyorlar. Bunda bir sorun yoktur. Yani bir yerde özgür bir
bilim çevresi varsa, demistifikasyonu gerçekleştirmeye çalışacaktır.
Yalnız Türkiye’de bugün resmi tarih üstündeki demistifikasyon iddiaları her
zaman bir alternatif tarih yazma ya da daha özgür bir tarih yazma iddiası
taşıyarak ortaya çıkmıyor. Bu demistifikasyon arayışlarının gerisinde siyasi
38
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
sadakatlerin etkileri çok yüksek. Aslında onlar gerçek tarih yazıyor gibi
görünerek yeni bir resmi tarih yazıyorlar. Şimdi Türkiye’de değişik İslamcıların
ayrı ayrı resmi tarihleri var, ayrılıkçı hareketlerin de ayrı ayrı resmi tarihi var.
Herkes bir resmi tarih yazmaya çalışıyor. Niye? Tarih çok ikna edici. Çok iyi bir
siyasi araç. Onlar siyaset yaparken tarihten yararlanmak istiyorlar.
Bu durumda kendisini demistifiye etmekle görevli sayan tarihçiler için ilginç
bir değerlendirme ölçütü ortaya çıkıyor. Bu tarihçinin tüm resmi tarihler
karşısında; üç ya da dört resmi tarihin hepsini birden demistifiye etmekle
kendisini görevli görmesi gerekir. Eğer kendinizi her birini demistifiye etmekle
görevli görmüyorsanız siz bir militan tarihçisinizdir. Şimdi militan tarihçinin
demistifikasyonuyla, bir tarihçi görevi olarak demistifiye etmenin arasında
bir fark olduğunun farkında olmak gerekir. Bir demokratik toplumda farkında
olmanın ötesinde bir şey gerekmez. Ama farkında olmanız zaten yeterli bir
şeydir. Yani o eleştirel pozisyonunuzu resmi tarihe karşı kullandığınız gibi
alternatif resmi tarihlere karşıda kullanabilmeniz gerekir.
Türkiye’de tarih alanında bir demistifikasyon çabası olduğu açık. Ama bu
demistifikasyonunun ulus devletin resmi tarihinin tümüne yayılmadığı daha
çok bu resmi tarihin bir parçası olan Atatürk’ün yüceltilmesinde yoğunlaştığı
görülmektedir. Bu da Türkiye’de siyasetin Mustafa Kemal’le ilişki kurma biçimi
üzerinden yürütülmekte olmasıyla yakından ilişkilidir.
Ama bu noktada sormak gerekir. Eğer bir tarihçi kendisini resmi tarihleri
demistifiye etmekle görevli sayıyorsa bu yeterli midir? Bence demistifikasyon
bir bilim adamının her zaman görevidir. Ama yetmez. Alternatif tarih yazma için
önerisi olması gerekir. Eğer öneri getiremiyorsanız demistifikasyonunuz biraz
havada kalır.
Sadece demistifikasyon ile yetinmeyerek alternatif bir tarih yazma konusu
üzerinde durmaya başladığımızda karşımıza şöyle bir soru geliyor. Şimdiye
kadar resmi tarihleri gerçeklik iddialarını geriye iterek belli bir amaç için
yazılması açısından eleştirdik. Belli bir amaç için yazılmayan pür bilimsel bir tarih
olabilir mi? Pür pozitivist tarih mümkün müdür? Sadece nesnellere dayanan
bir tarih yazılabilir mi? Böyle bir tarihin yazılamayacağı konusunda tarihçiler
arasında bir oydaşma bulunuyor. Eğer tarih pozitivist olarak yazılamıyorsa,
niye yazılamıyor diye sorabilirsiniz. Birincisi; olguları, demin sözünü ettiğim
bir anlatı formundadır. Olayları arka arkaya dizmekle tarih olmaz. Bunu
bir anlatıya dönüştürmeniz lazımdır. Bu bir edebiyat işidir. Tarihin içinden
edebiyatı temizleyemezsiniz. İkincisi tarih anlatısı içinde yargıların ortadan
kaldırılamayışıdır. Biraz önce tek adam yargısı üzerinde durmuştuk. Daha bir
çok örnek verilebilir. İyi – kötü yargıları vb. Anlatıyı kurarken bunları tamamen
39
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
temizleyemezsiniz. Onun için pür bir pozitivist tarih yazımı mümkün değildir. Bu
saptamadan sonra akla gelen bir başka soru oluyor. O zaman tarih tüm olarak
sübjektifler üstünden yazılabilir mi? Sübjektifler üstünden yazarsanız roman olur.
O da anlatı formundadır. Tarih olmaz.
Bu halde tarihi nasıl yazacağız, diye sorabiliriz. Birkaç şey yapılabilir. Bunlardan
birincisi tarihçinin olabildiğince nesnel olmakla yetinmesidir. Bu halde tarihçi
olabildiğince nesnel olmaya çalışır. Kendisini ne kadar zorlarsa zorlasın tam
nesnel olmayı başaramaz. Ama nesnel olmaya çalışır. Yani şimdi bu nesnel
olmaya çalışmanın iki niteliği vardır. Birisi; bilimsel olmayı sağlar. Çünkü militan
tarihçilikte şöyle vardır. Amaç her şeyi meşru kıldığı için militan tarihin içine
yalan doldurabilirsiniz ve yalan doludur militan tarihlerde. Ama bilimsel iddiası
varsa o olabildiğince belgeye dayanacak, bilgiye dayanacak vs. ve mümkün
olduğu kadar içine az yargı koyacak. Ama bu onu pozitif tarihi yapmaz. Yine
yazana bağlı kılar. Ama bir şey daha yapması lazım. Tarih yazıcısı adil olmak
durumundadır. Adil olmayı ne sağlar? Empati sağlar. Şimdi siz diyelim ki,
Cumhuriyet kuruluyor. Biraz önce üzerinde durduğum üzere, siyasal amaçla
iyi ve kötü yargıları oluşturmak için şimdicilik yaparsanız, Bugünkü değer
yargılarına dayanarak şöyle yaptı da, bilmem ne oldu diye eleştirmeye
başlarsanız haksızlık yaparsınız, adil olamazsınız. Adil olabilmek için tarih
yazıcısının şu soruyu sorması gerekir. Ben olsaydım bu sonucu almak için ne
yapardım?. Böyle bir soruyu sormayan tarihçi adil olamaz. Şimdi tarihçi adil ve
ahlaki olmalıdır ki bilimsel olabilsin.
Bir başka tutum daha olanaklı. Tarihçiler tamamen tarafsız, nesnel bir tarih
yazmanın olanaksızlığını kabul edince çözümü çoğulcu bir tarih ortamı
oluşturmakta buluyorlar. İşte yine adil ve ahlaki olan insanların yazdığı
birbirinden farklı tarihlerin bir arada bulunduğu çoğulcu bir ortamda nihai
yargıları okuyucuya bırakmak yoluna gidiliyor. Burada tarihçinin otoriter
pozisyonunu da terketmesini olumlu bir etki yapacağını eklemek gerekir.
Ben kendi yazdığım tarihlerde bu sorundan kaçınmak için şöyle bir şey
yapıyorum. Biraz önce söylediğim üzere anlatıyı olabildiğince nesnel olarak
kuruyorum. Bu eldeki bilginin, belgenin vs.nin çıkarttığı bir anlatı. Ona ayrı
bir sonuç yazıyorum. Diyorum ki, bundan sonra artık ben konuşuyorum. Bu
benim yargılarım. Siz buna katılmayabilirsiniz. Siz kendi yargılarınızı ayrıca
koyabilirsiniz. Aslında o yorum biçimi, yani benim sonuç olarak yazdığım kesim
aslında benim tarihim, benim tarihi anlayış biçimim. Mesela kadrocular hakkında
yazdığımız kitaba 5 tane ayrı sonuç yazdık. Sen 6. sını, 7. sini, 8. sini yazabilirsin
demek için. Tarih yazıcısının otorite konumundan çıkarak, kendi yargılarını
geliştirmekte okuyucularını serbest bıraktığı zaman zaman iş değişiyor. O zaman
40
Tarih Yazınında Atatürk’ün Ele Alınışı Üzerine Düşünceler
herkes yargılarını kendi değerlerine vs. göre geliştiriyor. Halbuki resmi tarihler
onu yapmıyor. Resmi tarihler neyi yapıyor? Otorite olarak doğruyu, doğru
yorumu ve değer yargılarını sana dikte ediyor. Tarihin özgürleşmesi demek bu
yargılara hapsolmaktan kurtulması demek.
Tarih yazıcılığı konusunda benim bir kitabım var. Birlikte Öğrenilen, Birlikte
Yazılan Tarih. Böyle çoğulcu bir tarihçiliği savunuyor. Türkiye’de eğitimde
yapılanmacı eğitime geçince öğretmen merkezli bir eğitimden öğrenci merkezli
bir sürece geçilmiş oluyor. Öğretmen sınıfa işte bitki nasıl yetişir bir konu
veriyor, çocuklar araştırıyorlar filan, sonra kendileri onu yorumluyorlar filan,
onların görsel olarak sunuşunu yapıyorlar. Aynı şekilde tarihi de ele alıyorlar. Bir
konuyu ele aldıklarında somut olayları koyuyorlar. Sınıf o olayı birlikte öğreniyor
ve birlikte yazıyor. Şimdi bu tamamen özgürleştirilmiş bir tarih. Eğer tarih böyle
yazılıyorsa tarihte bir Ermeni sorunu, Kürt sorunu vs. olabilir mi? Çünkü o tarih
artık dikte edilen bir tarih değil. Herkesin ürettiği bir tarih. Ve tarih müfredatında
sakıncalı konular vb. ortadan kalkar.
Bugün tarih yazıcılığında yalnız küçük gruplara dönük değil, tarihi olaylara
zaman derinliği içinde baktığınız zaman, şimdi mesela bir olay oldu. Ben 10 sene
sonra yazdım, 20 sene sonra yazdım, 50 sene sonra yazdım. Hepsi farklıdır bu
tarihlerin. Çünkü bu zaman derinliği içinde, sadece zaman derinliğinin artması
dolayısıyla yapılacak yorum değişir. Mesela diyelim ki bir değişme var. Şimdi
diyoruz ki, bilgi toplumuna geçiyoruz. Şimdi ona göre senaryo üretiyoruz. Bir
50 sene sonra baktığımız zaman geçtik mi, geçmedik mi? O yaşadığımıza bilgi
toplumu demek doğrumu, değil mi? diye sorgulayabiliriz. Yani Marks kapitalizm
döneminde yaşamasaydı feodal dönem diyebilir miydi? Yani tarih sürekli olarak
yeniden ve yeniden yazılan bir şey. O zaman tarih ne? Bir yaratıcı faaliyet. Tarih
basmakalıp ezberlenen bir şey değil, sürekli olarak yaratılan, yaratıcı bir faaliyet.
Tarihi eğer böyle anlayabilirsek o zaman tarih çok zevkli bir uğraş haline gelir.
Teşekkür ederim.
41
Tarih : 4 Ocak 2012
Saat : 18:30
Sayın İnam’a
Teşekkürler...
İletişim
GENEL BAŞKAN YARDIMCISI PERİHAN SARI’NIN AÇIŞ
KONUŞMASI
Değerli konuklar,
Sayın katılımcılar,
Parti İçi Eğitim çalışmaları kapsamında bundan böyle düzenli olarak yapacağımız
toplantıların ilkini bugün gerçekleştiriyoruz.
Bugünkü söyleşinin konusu, “İletişim”. Konuşmacımız da değerli bir felsefecimiz,
değerli hocamız Sayın Ahmet İnam.
Başlangıçtan günümüze dek insan, sesle, sözle, yazıyla, renk, çizgi, dans, mimik,
giyim ve daha pek çok araçla kendini ifade etmenin, fark edilmenin ve varlığını
anlamlandırmanın yollarını aradı.
Bu arayış, bu anlatma, anlaşılma ve anlamlandırma gereksinimi, iletişim
kurma çabası, sanatın, estetiğin, yazının ve teknolojinin konusu olan yaratıcılık
alanlarını besledi.
En yalın biçimiyle duygu, düşünce ve bilgilerinin başkalarına aktarılması, olarak
tanımlanabilecek iletişim, gerçekte insanın bütün eylem alanlarını kapsıyor.
İletişim, sadece duyularımıza seslenen araçlarla da gerçekleşmiyor. Görme,
iletişimi başlatsa da anlamın ortaya çıkması için daha çok çaba harcamak,
derinlere inmek gerekiyor. Bazen sessizlik ve suskunluk, sesten ve duyumdan
daha etkili bir iletişim aracı olabiliyor.
Kimi zaman önyargılarımız tüm kanalları kapatıyor. Yaşamı anlamlandırmak,
anlam arayışımızın bir parçası olarak karşımızdakinin iç dünyasına yakınlaşmak
yerine yabancılaşmak, iletişimi olanaksız kılıyor. İletişimin karşılıklılık boyutu
oluşmadığında ya da ortadan kalktığında, kendimizi anlatabilmek ve karşıdakini
anlayabilmek için gerekli araçtan / yoldan yoksun kalıyoruz.
İnsanların birbirini / ötekini etkileme çabası, taraflar arasında bir mesaj kodlama
ve açımlama eylemi olan iletişim, bir ilişki olarak teknik bir alana hapsedilerek de
değerlendirilebiliyor.
İletişimi, bir kurgu, bir oyun ve insanlar arası ilişkinin bir aracı olarak gören bu
anlayış, insanca gereksinimlerden doğan bu etkileşimi, insan doğasından
soyutlayıp, nesneleştiriyor/ metalaştırıyor.
45
İletişim
Siyasal alanda iletişim, iktidar-muhalefet karşıtlığının belirleyiciliğinde, bu kez bir
üçüncü tarafı/ seçmeni ya da halkı da kapsayan bir boyut kazanıyor. İletişim, çok
taraflı, çok iletili ve çok amaçlı bir alana taşınıyor. Bu alanda, anlaşma ve uzlaşma
yanında, eleştiri ve karşı çıkış gibi karşıt kavramlar da öne çıkıyor.
Değerli görüşlerini bizimle paylaşması ve iletişim konusuna yaklaşımını
öğrenmek için, Sayın Ahmet İnam’ı davet ediyorum.
46
İletişim
KONUŞMACI: PROF. DR. AHMET İNAM
Efendim hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Benim için gerçekten onur
verici bir durum böyle seçkin bir topluluğa sesleniyor olmak parti çatısında.
İletişimi bir etkileşimin bir alt alanı olarak düşünebiliriz. Bir etkileşim biçimidir.
Evrende her şey birbiriyle şu ya da bu biçimde etkileşir. İletişimin bir etkileşim
olduğunu unutmamakla belki hatırlamakla başlayabiliriz. Peki, nasıl bir
etkileşimdir iletişim? Tabi Türkçemizin olanaklarını gördüğü zaman insan
gerçekten göneniyor, onur da duyuyor.
İleti, batı dillerindeki mesaj karşılığında, iletişim karşılıklı ileti veya iletilenle
sürdürülen bir süreç anlamında anlaşılabilir. Ama bir etkileşim olarak
düşündüğümüzde iletişimi her türlü etkileşimin bir anlamda iletişim
olabileceğini unutmamak gerekir. Yani evrendeki bütün varlıkların birbirini
çekmesi veya şu yada bu biçimde aralarındaki bir etkileşim, itme – çekme veya
daha başka fiziksel, kimyasal dönüşümler yaratma anlamında da belki en geniş
anlamında buna da iletişim diyebiliriz.
Konumuzu insanlar arasındaki iletişime çevirdiğimizde felsefi boyuttan
baktığımızda söyleyebileceğimiz çok şey var. 21. yüzyıldayız arkadaşlar, fakat
hala insanların… Hala sözü de belki de çok burada yerinde değil. Giderek artan
bir iletişimsizlik dönemine girmekteyiz. Tabi paradoksal olan şey de şu, belki
şaşırtıcı. Bu denli iletişim aygıtları gelişmiş, işte sürekli olarak yolda yürüyorsunuz
herkesin kulağında telefon değil mi? Yalnız telefon değil, yani o aynı zamanda
internete girme aracı, aynı zamanda onunla televizyon seyredebiliyorsunuz.
Her şeyi yapabilirsiniz. Yani o denli insanları birbirine teknoloji biryandan
yaklaştırırken bir yandan da garip biçimde insanlar bu kadar çok konuşması ve
bu kadar birbirlerinin yüzünü ekranda da olsa görmelerine karşın acaba ne kadar
kendilerini iletebiliyorlar veya kendilerine iletilenleri anlayabiliyorlar. Burada bir
problem var gibi gözüküyor.
Hatta zaman zaman acaba teknoloji bu denli ilerlemeseydi de işte birbirimize
mektup atsaydık değil mi? O mektupların güzelliğiyle daha sıcak iletişimler
mi kurulurdu acaba? Veya kim bilir belki dumanla mı haberleşseydik? Başka
türlü güvercin ayaklarına mektup yazarak mı iletişimde bulunsaydık diye
düşünebilirsiniz.
Önemli bir iddiadır içimizde iletişim çalışmış arkadaşlarımız hatırlarlar belki.
İletişim aygıtları da, iletişim için kullandığımız araç gereçte iletişimdeki mesaja
dâhildir aslında. Yani neyle nasıl haberleştiğimiz gönderdiğimiz iletiyi şu ya
da bu biçimde etkiliyor. Yani belki benzetmek gerekirse üslup söyleyeceğiniz
47
İletişim
sözün içeriğine dâhildir. Yani nasıl söylediğiniz ne söylediğinizi etkiliyor. Çok
doğru şeyleri yanlış biçimde uygulanmayan, o içeriğine uygun olmayan şekilde
söylemeye kalktığınızda göndermeye çalıştığınız ileti yerine ulaşmayacak.
Çok eski bir model var. İsterseniz o modelden başlayım da o modeli eleştirerek
iletişimi anlamaya çalışalım. Efendim bu model mühendislerin geliştirdiği
bir modeldir 1940’ların sonlarında yanlış hatırlamıyorsam. Yani haberleşme
mühendisliğinde işte elektronik yahut elektrik mühendislerinin geliştirdiği
bir model. İletici var, yani mesajı gönderen gönderici var ve karşı tarafta alan,
alıcı var. Ve arada da ileti var, iletinin gittiği kanallar var. Demek ki en azından
klasik modele göre 4 kavramla karşı karşıyayız. Gönderici, gönderen, alan, ileti
ve iletinin gittiği, gideceği, yol bulduğu, karşı tarafa yöneldiği kanallar. Oluk
filan deniliyor galiba Türkçede kanal yerine. Her neyse. Şimdi bu model belki
elektronik ortamda haberleşmede bize ufuk açıcı olabilir, yol gösterici olabilir
ama insanlar arası örneğin yüz yüze haberleşmelerde, yüz yüze iletişimde
veya hiç konuşmadan birbirinize dokunarak veya gözlerinizin içine bakarak
yaptığınız haberleşmede susarak, gülümseyerek, bedeninizi katarak, yalnız
bedenimizi değil ortamı da katabilirsiniz. Çünkü iletinin hangi ortamda nasıl
bir bağlam içerisinde iletildiği de önemlidir. Yani klasik modelde sadece bir ileti
var. Gönderen, alan ileti ve kanal. Oysa sorun insanlar arası iletişimde bu kadar
basit gözükmüyor. Ne gibi sorunlar var, bu modeli nasıl değiştirebiliriz? İletişimi
nasıl anlayabiliriz? Bir defa arkadaşlar bana öyle geliyor ki iletişimdeki sıkıntı
ileten ve kendisine iletilen bir varlık olarak insanı tanımakla oluşabilir. İnsan bir
iletişim varlığıdır. Tabi yalnız insan değil, belki bütün varlıklar, hayvanları da ele
aldığımızda. Çünkü bütün varlıklara biz ama canlı ve bilinçli bir ölçüde olanları
düşünelim. Sürekli olarak bir yerlerden etkiler gelmektedir. Bu etkilerin önemli
bir kısmının farkında değiliz. Mesela güneş sisteminin bir yerinde, hatta bizim
galaksimizin bir yerlerinde bir patlama olmuştur ve oradan bir takım dalgalar
bize gelmektedir şu anda. Ne bileyim nötrünolar belki içimizden geçmektedir.
Daha başka dalgalar bizim üzerimizden geçmekte bir biçimde bizim
yaşayışımızı, düşünmemizi belirlemektedir. Bunun yanında gönderilen, sürekli
alan bir varlığımız ama diğer yandan kendimiz de iletiler gönderen bir varlığız.
İleti almak ve vermek masum bir iş değildir arkadaşlar. Hepimizin tahmin
edeceği gibi hele siyasetin içinde bulunan arkadaşlarımız, bu modelin safiyetini
hemen anlarlar. Yani bir yandan iletiyi gönderen, diğer yandan alan hep yerinde
duran, hiç değişmeyen şekilde duruyorlar ve ileti arada bir kanaldan gidiyor.
İletişim bir etkileşim olduğuna göre etkileşim de bir kuvvet uygulamadır.
İnsanların birbirleriyle karşılaşmalarında aralarında hemen bir etkileşim
doğar. Bunun farkında oluruz ya da olamayız. Çoğu zaman yolda giderken bizi
birileri görüyordur, seyrediyor. Bazen onların bize bakışını hissederiz. Bakış
hissetme diye bir şey var. Özellikle galiba kadınlar bunu daha iyi hissediyorlar.
48
İletişim
Bakıldıklarını… Değil mi mesela arkamdaki bir insan bile bana baksa a
bakılıyorum değil mi? Bakılıyorum. Demek ki bakılıyorum demek üzerimde bir
takım etkiler var. Evren öyle bir yer ki yapayalnız bir odada kalsam bile muhakkak
benim üzerimde belli bir etki var. Etkilerden arınmış bir konum evrendeki
varlıklar için söz konusu değil. Evrenin herhangi bir noktasına gitseniz hani
boşluk falan filan deniyor ama herhalde orada da bir şeyler olup bitmektedir.
Dolayısıyla hep etki altındayız. Ama biz insanlar bu etki altında olan varlıklar
olarak aynı zamanda etki yaratmak isteyen varlıklarız da. Kendimizi ifade etmek
durumunda olan varlıklarız. İnsan yavrusu dünyaya geliyor ve orada işte bir
ağlama ile belki… Onun bildiğimiz anlamda erişkinlerin anlayabileceği anlamda
gelişmiş bir dili yok. Ama insan yavrusu bir biçimde derdini anlatabiliyor,
anlatmaya çalışıyor nasıl anlatıyorsa. Demek ki daha doğar doğmaz bu dünya
denen gezegende hep bir mesaj vermeye başlıyoruz. Bir sözümüz var. Bir
iletimiz var. O iletimiz hakikaten iletilen iletilecek olan yere gidiyor mu, hedefine
ulaşabiliyor mu?
İletişimin masum olmadığını, bir etkileşim olduğunu, etkileşiminde bir kuvvet
uygulama olduğunu söyledik. Birbirimize kuvvet uyguluyoruz dedik. Bunu
elbette çok duyanlarınız olmuştur ama 20. yüzyılda bu kuvvet kavramını veya
iktidar, güç kavramını dile getiren bir frankofon bir filozof var, belki ilgilenenler
olmuştur aranızda: Michel Foucault. Şimdi ben şu anda bakın sizden yüksek bir
yerdeyim ve belki çok güçlü görünüyorum değil mi mimiklerimle falan. Demek
ki benim etrafımda bir kuvvet alanı doğmuştur ve bu alandan size doğru bir
etki gönderiyorum. Belki karizma dediğimiz şey de böyledir. Sizin de üzerinizde
bana gönderdiğiniz kuvvet var. Belki hafif gülümseyerek iyi palavra ile başladı
filan… Ya bu adam da herhalde bilmiyor canım iletişimi filan, öyle aklına
gelen şeyleri söylüyor palavracı biri olsa gerek diye böyle hani şeyler, hiçbir
şeyi beğenmeyen enteller vardır ya. Böyle uzakta durur. İşte oradan da kuvvet
geliyor sürekli olarak. Hani gıcıklık dalgaları diyebileceğimiz bir takım dalgalar
gönderiyor. Tabi bu dalgalar uyduruk değil arkadaşlar fiziksel bir şey. Yine
bunu ölçme imkânımız da olabilir. Şimdi gençler “elektrik” sözünü kullanıyorlar,
elektriğini aldım, almadım. “Yahu bu kızda da ne elektrik var, maşallah” Oradan
da anlıyoruz ki, demek ki bu iletişim, etkileşimdir ve bu etkileşim de çok
fiziksel bir şeye dayanıyor. Hakikaten bir güç gönderiyoruz. Bazı insanlar vardır
hissetiniz mi? Onların sizin yanınızda mevcut olması sizi rahatsız eder garip
bir şekilde. Eliniz ayağınız titrer, moraliniz bozulur, sakarlık yaparsınız. Mesela
onu görünce çay bardağınız varsa düşürürsünüz, bir türlü doğru dürüst bir
eylemde bulunamazsınız. Böyle uğursuz, meş’um insanlar! (Eskiler “meş’um”
derlerdi böyle insanlara!) Garip bir adamdır,o. Böyle girdiği her yere uğursuzluk
getirir. Hani karikatürlerde kafasının üzerinde bulut olan tipler vardır ya! Bunlar
mistik değil, çok temelden maddesel ve açıklanabilir nerofizyolojik olaylardır.
İletişimin böyle maddesel bir temeli vardır. Neden bunları söyledim? Bir güç
49
İletişim
alanı yaratıyoruz arkadaşlar etrafımızda. Onun için iletişim dediğimiz şey masum
ve bembeyaz bir sayfa üzerinde olmuyor. Bunu bilerek yapmak istemeyebilirim.
Mesela çok sevimli bir insan yavrusunu sevmek isteyebilirim. Böyle onun saçını
okşamak için eğildiğinde o ağlamaya başlayabilir. Aslında bütün yüreğimle ona
sevgi gösteriyorumdur. Yani benim vücudumdan çıkan dalgalar gayet olumlu
dalgalardır. Ama ona ulaştığımda onun bu dalgaları anlaması ve yorumlaması
çok olumsuz bir görünüm altında olabilir. Yani benim şu tebessümümü bir
içtenlik olarak da yorumlayabilirsiniz fakat bir kendini beğenmişlik olarak da
yorumlayabilirsiniz. Çünkü her gülümseme masum bir gülümse olmayabilir,
içten olmayabilir, yapmacık olabilir, yapıştırılmış bir gülümseme, hani
yöneticilerin filan vardır. Nasılsınız çocuklar filan gibi böyle zoraki ve bir maske
olarak takılmış. Ama size bir şey söyleyeyim mi hissetmişsinizdir. Hayvanlar
bizden daha güçlü alıcılardır, etkileşim alıcılarıdır. Mesela siz bir kediyi
sevmiyorsanız kendi onu hemen hisseder. Gel pisi pisi filan deseniz de yanaşmaz
yanınıza. Çocuklar hisseder.
Demek ki arkadaşlar şunu söylemek istiyorum. İletişim dediğimiz şey sadece
sözümüz, ağzımızdan çıkan sözler veya işte kağıda veya bir ekrana yazdığınız
yazılı mesajlar, iletiler değil. Onun arkasında biyolojik, fiziksel, ekolojik temelli bir
yapı var. Bunu iyi anlamak lazım. Özellikle iletişim ustası olmak isteyenler için.
Efendim vücut dilinizi 10 derste nasıl kullanırsınız. İşte tezgahtar olacağım değil
mi, iyi satış yapmam lazım onun için vücudumu veya manken olacağım veya
belki siyasete değil mi? Şimdi televizyonda orada kendimi gösteriyor. Elimi
kolumu nasıl sallayacağım, nasıl bakacağım. Ama bütün bunlar öğrenilmiş,
yapay bir takım mekanik hareketler olarak kaldığında, halk, işte o hayvani
sezgileri güçlü, sezgileri olan o yüce varlık, anlıyor. Argo bir deyimle yemiyor.
Yani bu adamda bir numara var. Yani bu adamın sözleriyle mimikleri uymuyor
birbirine. Çünkü belki de öğrenmiştir hani böyle partiye gitmek için dans dersi
alan tipler vardır. Yani orada bir düğünde şöyle bir tango attırayım filan. Ama
öğrenilmiş tangoyla bir de böyle içten gelen göbek atma arasında farklılık
var. Çünkü birinde beden, o fiziksel olanla düşünsel ve duygusal olan hemhal
olmuştur, iç içe geçmiştir. Orada bir içtenlik, bir kendiliğindenlik vardır. Öbür
tarafta ise bir yapıştırma durum var.
Şimdi bu boşluğu bilen uyanık iletişim satıcıları var. İşte 10 derste nasıl sevimli
görünürsünüz? 20 derste milleti nasıl ayarlarsınız. Yani hepsinin kuralları, nasıl
bakacaksın, nasıl duracaksın, nasıl bilmem ne yapacaksın… Ama orada eğer
o size öğretilenlerle bütünleşemiyorsanız, öğretilenler ile içinizde şimdiye
dek edindiğiniz yaşam deneyimleri harmanlanamıyorsa, bütünleşemiyorsa
veya bizim kültürün deyimiyle hemhal olamıyorsa böyle yapay bir şey kalıyor
geriye. Ve bu elektriği hissedebilirsiniz. Bir süre iyi bir oyuncuysa karşı taraf
50
İletişim
sizi aldatabilir. Mesela, “ne sevimli adam” diyebilirsiniz. “Ne kadar cana yakın!”
Hakikaten cana yakın mı değil mi bir zaman gerekiyor bunu anlayabilmek için.
Nerede açık veriyor, onu gerçekten içselleşmiş, içselleştirmiş mi, içine sindirmiş
mi? Yoksa üzerinde onun iç dünyasında, duygu dünyasında yama gibi duran
bir şey midir? Demek ki her türlü iletişim, etkileşim ve her etkileşim bir kuvvet
alışverişidir. Bunu dediğim gibi isteyerek yapmıyor olabilirsiniz. Yani ben
şimdi bir öğrencimin karşısında öyle mel mel baksam, “ben masumum, ben
sana zarar vermeyeceğim” desem bile işte benim ne bileyim kel kafamı, yaşlı
bedenimi birde hoca moca olduğumu bildiği için, muhakkak bana gardını alarak
bakacaktır. “Ha bu hoca, şimdi ona göre davranmalıyım” diyecek. Öyle bakacak.
Ben senin canını yakan bir varlık değilim mesajı, nasıl verilir bilmiyorum ama.
Çünkü çok da elimizde değil.
Bir başka nokta çıkıyor arkadaşlar. Mesaj, ileti, tümüyle bizim denetimimizde
değil. İşte size iletişimin en büyük sorunlarından biri. Efendim ben istediğim
iletiyi istediğim biçimde, istediğim insana, istediğim gibi iletebilirim. Bu çok
saf bir bakıştır. Bizim kültürümüzde “sen ne söylersen söyle söylediğin ancak
karşındakinin anlayabildiği kadardır” gibi sözler var. Ben gerekli şeyleri söyledim,
anlatacağım. Hep televizyonda öyle tartışmalar olur ya. Gerekli şeyleri söyledim,
söylediğim şeyleri söyledim. Artık susuyorum. E karşı taraf anlamıyor işte.
Yani senin ağzından çıkan şey yeterli değil. Onun ne anladığıdır, önemli olan.
Çünkü sen a demek istiyorsun değil mi? A iletisini göndermek istiyorsun. Daha
doğrusu daha hazin olanı a yı gönderdiğini sanıyorsun. A’yı gönderiyorum
diye düşünüyorsun ağzından b çıkıyor. Farkında değilsin b dediğinin ve b
ileti kanallarına giriyor. Belki o kanallarda giderken c ye dönüşüyor. Şimdi ne
demek istiyorum? Kavga ettiğin birisi var. Diyelim ki eşimle tartıştım ve onun
gönlünü almak isteyeceğim hani böyle eşler arasında kavgalar olur ya veya
küstüğüm, kavga ettiğim, barışmak için giderseniz de vallahi adama gideyim bir
özür dileyim ve biraz gönlünü alayım diye gidersiniz ama daha beter bir kavga
başlar orada. “Yahu ben senden bak özür diledim” dersiniz halbuki öyle bir
dilemişinizdir ki ben seni döveceğim gibi bir şey olmuştur. Siz öyle söylediğinizi
zannediyorsunuz. Demek ki arkadaşlar hani derler ki ağzından çıkanı kulağın
duymuyor mu? Şimdi ağzımdan çıkan benim çıkmasını istediğim midir? O
problem var. Mesela diyorum ki, ben a mesajını karşı tarafa göndereceğim.
Dediğim gibi a yı göndereceğim diye düşünüyorum ama ne oluyorsa yani
Freud’la filan ilgilenen arkadaşlar bilirler sürçmeler var. Dil sürçmeleri var. Bu
bilinç dışı etkilerle oluyor farkına varamıyoruz. Yani tırnak içinde “ruhumuz”
bize ne gibi oyunlar oynuyor bilmiyoruz. Çünkü bizler ruhumuzun sandığımız
gibi efendileri filan değiliz. Bir kısmını biliyoruz arkadaşlar yani nörologlar
yalan söylemiyorsa beyninizin işte korteks kısmının bilincinde olabiliyoruz.
Ama bilincine varamadığımız işte düşlerimizde veya daha başka türlü dil
sürçmelerinde veya daha başka bedensel bir takım ifadelerde veya olgularda
51
İletişim
ortaya çıkan durumlardan anlıyoruz ki farklı şeyler var iç dünyamda, duygu
dünyamda farkına varamadığım. Onun için ağzımdan yani a yı göndereceğim
deyip ağzımdan b çıktığının farkında değilim. Çünkü farkına varsam tekrar o b
değil bir dakika a diye düzeltebilirim.
Şimdi karşı tarafa giderken değişiyor dedik. Ne demek “karşı tarafa giderken”?
Bu ortama bağlı. Yani meyhanede arkadaşıma bunu diyorsam meyhanede de
bir müzik çalışıyorsa, arkadaşımın dikkati bir başka yerlerdeyse o zaman mesaj
o ortam içerisinde yine dönüşüyor. Yani o mesajı camide de verebilirim daha
kutsal bir mekânda. Okulda da verebilirim. Bir mağazada da verebilirim. Buna
göre mesajın iletildiği ortam mesajın yahut iletinin diyelim içeriğini değiştiriyor
ve a – c olarak yol alıyor karşı tarafa varıyor. Şimdi karşı taraf c yi kendi birikimi
deneyimi doğrultusunda d olarak anlıyor. Mesela bir kadın, bir erkek. Şimdi
erkeğin mesajı oraya gidiyor, yani kadın ona şöyle bir bakmıştır. Ya bu kadın
galiba bana biraz yangına benziyor, beni kesti biraz önce. Belki de kadının öyle
bir niyeti yoktur adres soracaktır filan. Yani kötü durumdadır ama erkeklerin öyle
şeyleri vardır hüsnükuruntuları değil mi kendilerine… Kesin bana bitti bu kadın.
Şimdi bu “a” böyle değişe değişe o ortamda d oluyor. Şimdi o d olarak ulaşılan
şeyi belki onun d mesajını yorumlayışı o insanın geçmişi, işte bedensel yapısı,
arzuları, kompleksleri, hastalıkları veya olumlu olumsuz karakter özelliklerine
göre o da kendi içinde değişime uğrayarak belki e ye dönüşüyor olabilir. A’yı
gönderdim e oldu ve zannediyorum ki ben a mesajını verdim. Ne kadar ilginç
bir şey. Yani tabi bu kadar hazin midir insanlar arasındaki. Hakikaten birbirimizi
anlıyor muyuz? Hatta Kafka gibi sorabiliriz hani Kafka hep şaşıyormuş ulan
mektup gönderiyorum adresime varıyor Allah Allah. Çünkü varmaması için
o kadar çok sebep var ki. Hani şimdi belki internette filan olabilir ama yani a
mesajını verdim aa adam beni anladı ha. Allah Allah nasıl anladı? Anlamaması
için o kadar çok etken var ki, ne diyoruz buna? Gürültü, parazit var. Parazit var.
Şimdi klasik teoride parazit kanallardan giderken olur. Yani dışarıdan. Eski
telefon görüşmelerini hatırlayın belki çok gençleriniz hatırlamaz. Değil mi
kuyruğa girerdik postanede işte Adana’yı arayacağız iki saat beklersiniz Adana’ya
Yozgat girer, bilmem işte Samsun girer falan, iletiler karışabilir. Parazit dediğimiz
şeyler var. Yani mesajı bozan, çarpıtan etkenler var. Galiba en önemli parazitte
bizim içimizde olan şeydir. Yani biz hep paraziti dışarıdan alıyor olabiliriz. Mesela
çok öfkelendiğimiz, alçak, hain diye gördüğümüz bir insana ileti gönderirken en
başta kendimiz, bu eşeğe de bu mesajı gönderiyorum hadi bakalım. Şimdi böyle
bir tavır onun daha ilk başta iletinizin bozulabileceği anlamına geliyor ve o ileti
başka türlü değişerek, dönüşerek karşı tarafa gidebiliyor.
O zaman arkadaşlar, en azından 4 temel noktanın veya 5’te diyebiliriz insanlar
arası iletişimde çok temel olduğunu düşünüyorum. Bu tabi teorik temelde
konuşuyorum. Bunu uygulama alanına herkes kendi kaygıları, dünyaya
52
İletişim
iletecekleri açısından yorumlayabilir, dönüştürebilir, anlamaya çalışabilir.
Bundan sonraki konuşmam, farklı boyutlarıyla iletişim sorunlarını bunu aşma
yollarını şimdi sayacağım bu beş nokta üzerinden ele alacak. Bu beş nokta kısaca
özetlendiğinde şöyle sıralanabilir:
1. Her iletişimde bulunanın çevresinde yarattığı biyolojik, ekolojik, ekonomik,
kültürel, siyasal, ahlaki boyutları olan bir güç alanı vardır.
2. İletişim bir etkileşimdir; iletişenler güç alanlarıyla iletişim durumlarını
oluştururlar.
3. İletişimde iletişenlerin üzerlerinde bilinç dışı güçler vardır; iletişenler
iletilerine bilgi, irade, eylem olarak tümüyle egemen olamazlar.
4. İletilerin üzerinde, iletişenlerden, onların bulunduğu ortamdan, çevreden,
iletildikleri kanallardan gelen “parazitler” vardır.
5. Sağlıklı ve hakça iletişim, iletişim durumunun farkında olan, deneyimli,
bilgili, aldatmak ve aldatılmak istemeyen içtenlikli insanlarla başarılabilir.
Şu soruyla başlayayım: Gönderdiğim iletide ne kadar aldatıcıyım? Ne kadar
içtenim? Tabi bunun için belki daha önce sormam gereken soru: Gönderdiğim
iletinin ne kadar farkındayım? Diyeceksiniz ki farkına varmadığın iletiler mi
var? Elbette. Çünkü siz oturuyorsunuz bir yerde diyelim ki bir pastanede,
kafede, kahvede şöyle duruyorsunuz. Etrafta diyelim ki köylük bir yer veya
bir kasaba, kim bilir ne mesajlar gönderiyorsunuz. Yani size bakıyorlar, acaba
vergi memurumu, polis mi, MİT ajanımı, karşı partinin adamımı, yoksa bizden
bir şey mi alacak, kan davasına mı gelmiş? Oysa sizin hiç öyle bir niyetiniz yok,
yolunuz oraya hasbelkader düşmüş olabilir. Ne mesajlar gidiyor sizden. İletişim
felsefesinin en önemli belki ne diyelim ilkelerinden veya sloganlarından veya
kabullerinden biri: Gönderdiğimiz iletilerin efendisi değiliz. İletilerimiz bizim
elimizde değil arkadaşlar. Eğer iletişim ustası olacaksak evvelemirde öncelikle
bunun ayırdına varmak gerekir. “Vallahi beni nasıl istiyorlarsa öyle giyindim.
Kravat, ceket, yahut neyse sarık. Hangi mesajı verecekseniz ona göre giyinmeye
çalışıyorsunuz.. Ama ne yaparsanız yapın vermek istediğiniz mesaja tümüyle
egemen olamazsınız. Karşı tarafa sizin istemediğiniz, vermek istemediğiniz
mesajlarda gider. Bunu belki örneğin internette mesaj yayınlayanlar bilir. Siz
bir şey söylersiniz arkadan bir sürü yorumlar gelir, küfürler gelir. Vay hain, alçak
falan, biz zaten bu adamın ne olduğunu biliyoruz. Oysa sizin hiç öyle bir niyetiniz
yoktur. Bir masumane, tertemiz, hulusi kalple bir mesaj gönderirsiniz kim bilir
kim ne anlar? Öyle bir şarkı var sözleri Orhan Seyfi Orhon’un. Uşşak makamında
Ahmet Çağan bestelemiş. Şöyle diyor bir yerinde:
Uzaktan gülersin, gülümserim ben,
53
İletişim
Bakışır geçeriz, bir şey demeden
Bilmem ki bu garip gülümsemeden,
Ben ne kastederim, sen ne anlarsın.
Görüldüğü gibi, kasıt ve anlama arasında örtüşme olmuyor. Her zaman bir
boşluk var. Çünkü bir defa kastın kendisinde problem çıkıyor. Kastımızın
efendisi olamayabiliyoruz. İstemeden bir söz söylerken kasıt dışı bir şeyde
söyleyiveriyoruz. İyi sözlerin arasında mesela gayet sakin olmaya çalışarak
sinirlenmeyeceğim, sinirlenmeyeceğim karşı tarafı dinleyeceğim diye kendinizi
denetlemeye çalışıyorsunuz ona göre mesaj vermeye çabalıyorsunuz.
Direniyorsunuz fakat son dakikada sizin tepenizi attıracak birisi bir şey yapıyor
öbür tarafta. Hadi o kadar hazırlık, o kadar denetim boşa gidiyor. Başlıyorsunuz
tamamen akıldışı, irrasyonel, denetlenemez tuhaf şeyler yapmaya. İşte o zaman
diyorlar ki foyası meydana çıktı. Hah ben zaten o adamın ne mal olduğunu
biliyordum. Efendi kılığında dolaşıyor. Aslında saldırganın, maçonun, kaba
adamın teki. Halbuki ne kadar talim ettiniz ayna önünde değil mi? O kadar
uğraştınız, kampa girdiniz. Kızmayacağım, kızmayacağım, ilaçlar aldınız kızmama
hapları. Ama yine de şey kaçıveriyor. Peki, ne yapacağız? Galiba ilk yapacağımız
şey bunun ayırdına varmaktır. Yani iletişimin efendisi olamayacağımız, her zaman
iletişim kazaları yaşayabileceğimizin bilincinde olmak gerekir. Önleyebilirsek
önlemeye çalışırız. Ne kadar önleyebilirsek. Önleyemezsek önlenemez. Ve ona
hazırlıklı olmak lazım.
Örneğin, öğretmen sınıfa giriyor kızmayacağım, kızmayacağım, bu çocuklara
kızmayacağım, bağırmayacağım, bağırmayacağım. Belki de doğrusu şu;
bağırmak gerekiyorsa bağıracaksınız. Mesajımızın farkında mıyız? Ne demek?
Acaba farkında mıyım, değil miyim? Farkında değilsem zaten yapacak
bir şey yok. Ama farkındaysam, yani ne gibi mesajları gönderebildiğimi,
gönderebileceğimi, yani ne demek istiyorum. Ben bu sözü söyleyeceğim ama
muhtemelen büyük olasılıkla karşı taraf bundan ne anlar? İşte iletişim ustalığı
galiba o. Ben merkezli bir iletişim, iletişim değildir zaten. 4 köşeli üçgen gibi
bir şey oluyor. Sizin dışınızda bir varlıkla ilişki halindesiniz. Hani bizim felsefede
öteki dediğimiz bir varlıkla karşı karşıyasınız. Dolayısıyla orada kendinizin
dışında bir şeyle etkileşim halinde olduğunuzu unutmamanız gerekir. İletişimin
sağlıklı olması tümüyle sizin elinizde değildir. Ötekinin de katkısı gerekiyor.
İletişimi gönderdiğiniz insan ya da insanlar iletişime katılmıyorlarsa, iletişimin
sağlıklı olmasını istemiyorlarsa siz istediğiniz kadar çırpının o iletişimi sağlıklı
kılamazsınız. Göndermeye çalıştığınız gönlünüzdeki iletiyi gönderemezsiniz.
Zaten arkadaşlar bazı insanlara da bazı iletileri göndermek olanaklı değildir.
Bunu spritualistler kullanırlar işte “öbür taraftan” gelen mesajları almak için
“kanalların” açık olması gerek derler. Kanallarınız kapalı olunca temas mümkün
değildir ruhlarla.
54
İletişim
Şimdi kanal açıklığı sözü önemli bir şeydir. İletişimde kanal açıklığı veya
iletilere karşı kapımızın, penceremizin açık olmasının çok önemli olduğunu
düşünüyorum. Bazı insanlar iletileri almakta çok büyük sorun yaratıyorlar.
Hatta zaman zaman ileti geçirmez varlıklar olabiliyorlar. Hani su geçirmez saat
gibi. Onlara herhangi bir iletiyi iletmek çok zor. Onlar canlarını sıkacak iletilere
kendilerini kapamışlar, istedikleri iletiyi, İstedikleri şekilde alıyorlar. Siz istediğiniz
kadar çırpının.
Sağlıklı bir etkileşim demek ki sadece iletiyi gönderenin tekelinde olan bir
iletişim değil. Karşı tarafın katılımını, katkısını istiyor. Karşı tarafın katılımı,
iletiyi gönderenle karşı tarafın güç alanlarının çarpışmasıyla ilgilidir. Mesela
ben bir mesaj gönderiyorum. Eğer karşı taraf o mesajı, o iletiyi beni ezmek
istiyor bu adam diye anlıyorsa daha doğrusu tavrını öyle görüyorsa o iletinin
içeriğiyle hiç ilgilenmeyecektir ve kendini kapayacaktır. “O hainin hiçbir sözünü
dinlemem.” Diyecektir, örneğin. Hani bazen televizyon kanallarını gezerken
belli kanalları hemen değiştiriyorsunuz. ”Bunu dinlememem lazım. Bundan
mesaj alamam. Bu bir şeytan beni bozabilir” veya “bununla vakit geçireyim
ne söyleyeceğini biliyorum.” Birde o tavır var değil mi? “Ben bu adamın ne
söyleyeceğini biliyorum.” Şimdi bunları, bunları söyleyecek” diyorum, gerçekten
de o beklediğimi söyleyebilir.
Dolayısıyla farkında olmak, yalnızca ağzımızdan çıkanın, düşündüğümüzün
farkında olmak değil. Karşı tarafın da ne söylediğini anlayabilmek, önemli olan
da bu. Türkçeye belki “dışsallık” olarak çevirebileceğimiz, Batılının externalité
dediği bir şey var. Bizim hep dışımızda olan bir şey var. İletişimde, gönderdiğiniz
iletiyle egemen olamadığınız, hiçbir zaman egemen olamayacağınız bir
alandasınız. Oysa, diktatörce bir bakışla gönderdiğimiz iletinin efendisi olmak
isteriz. Öğretmeniz ya, senin kafana vura vura çarpım cetvelini öğreteceğim.
Şimdi benim gönderdiğim mesajlar aynen kafana girecek. Ee, girmiyor. Şimdi
müsaade et. Girmemesine müsaade et öğretmenim. Benim kafama senin
istediğin gibi girmez. Ben çünkü senden farklıyım. Ben ötekiyim. Ben senin bir
parçan değilim. Senin ülkenin bir kölesi değilim. Sen bana saygı göstermediğin
sürece benim farklılığımı, benim biricikliğimi, benim sonsuzluğumu bir insan
olarak anlamadığın sürece ben, bana gönderdiğin iletileri reddedeceğim ya
da çarpıtacağım, kabul etmeyeceğim. Bunu yapıyoruz zaten istemeden. Çoğu
zaman bunu bilinçli olarak yapmıyoruz. Ama bedenimizle birlikte çalışan kendi
iç dünyamız, bizi boyunduruğu altına almaya çalışan iletilere karşı tavır alıyor,
çarpıtıyor, kabul etmiyor, bozuyor. Duymak istemiyor veya duysa da bir köşeye
atıyor. Sanki duymamış gibi yapıyor. Ona acı veren iletileri, onu ezen, yok eden
iletileri duymamış gibi yapıyor. Duyuyor aslında. İşte bilinçdışı dediğimiz şey o.
Örneğin, küçük yaşta babamın annemi sürekli dövüşünü veya içkili vaziyette
eve gelişini, bizlere eziyet edişini görmeyim, unutayım da desem o benim
55
İletişim
bilinçdışıma yerleşiyor ve babamdan gelen iletiler ister istemez değiştiriliyor bir
alıcı olarak ve babamla hiçbir zaman sağlıklı bir iletişim kurma imkânım olmuyor.
Hepimizin etrafında bir güç alanı var. Benim güç alanım sizin güç alanınızı
yok etmeye, aşağılamaya, küçümsemeye yönelik olduğunu siz anlarsanız
ona göre tedbir alıyorsunuz. Siz de belki karşı enerjiler gönderip benim bu
olumsuz tavrımı yenmeye çalışıyorsunuz. O zaman iletişim gerçekleşmiyor,
bir savaşım oluyor. Kim kime sözünü geçirecek bakalım. Orada bir güreş,
bir iletişim boğuşması meydana geliyor. Örneğin, bir şirkette patronsunuz,
“benim dediğim yapılacak” diyorsunuz. Ha ben bir çalışan olarak elbet sesimi
çıkaramıyorum ama bir takım değişiklikler oluyor bende. Hani öğretmenlerin
ceketinin arkasına kuyruk takanlar veya koltuğuna raptiye koyanlar vardır ya!
Belki patronuma “tamam peki nasıl uygun görürseniz efendim” diyorum ama o
gider gitmez hemen karikatürünü yapıp ha ha diye gülüyorum. Bir şey yapmak
durumundayım. Çünkü benim güç alanımı tehdit ediyor adamın güç alanı.
Belki de onun için patronlar şimdi uyanık oldukları için işte “hepinizi Hindistan’a
gönderelim” yahut “bazılarınız orada bir terapi alın, yoga öğrenin, meditasyon
teknikleri öğrenin” diyorlar.
Bakın, insanlar arasındaki iletişim ve etkileşim diyoruz. Ama etkileşim türlerinden
biri arkadaşlar sosyal psikolojik düzlemde veya sadece psikolojik düzlemde
düşünürsek hipnotize etmektir, hipnozdur. İnsanlar birbirlerinin üzerinde hipnoz
etkileri uyandırabilirler. Bilmiyorum hiç hipnoz seanslarına gittiniz mi? Örneğin,
uyutuyorsunuz karşı tarafı ve şu kalemin yılan olduğunu söylüyorsunuz korkuyor
yılan diyor. O kadar kolay şekil verme imkânınız var ki hipnotize ettiğiniz
insanlara! Ve bu hipnotizasyon gücü, bu uyutarak boyunduruk altına alma gücü
yazılı olarak da uygulanabilir. Bir kitap okuyarak da hipnotize olursunuz. Bir
televizyon izleyerek de hipnotize olabilirsiniz. Ses duyarak, adamı görmenize
gerek yok. Telefonda da sizi uyutabilirler.
Acaba uyuyor muyuz? Değil mi? Yaşadığımız bir çok iletişimde çok ya da az
bizi uyutuyor olmasınlar sakın? Hani böyle halkta böyle bir yargı vardır ya
siyasete karşı. “Bu siyasetçiler bizi uyutuyorlar.” Kendi maaşlarına devamlı zam
yapıyorlar ve bizi düşünmüyorlar!” Şimdi halkta böyle bir “uyutulma kaygısı” var.
Uyumayacağız. Biz iletişim tekniklerini bilen insanlar olarak uyumamalıyız. Bu
iletiler güzel iletiler. “Sen halksın, halk sevgilim!” Öyle devrim şiirleri yazılmıştır.
Halk sevgilim bir gün hep beraber ülkede çiçekler açacak, devrim olacak, eşitlik
gelecek falan. İyi de, peki nasıl?
“Aldanıyor muyum?” sorusu önemli bir soru demiştik. Ama “aldatıyor muyum?”
sorusu da onun kadar, hatta ondan daha önemli. Özellikle yöneticiler, siyasetle
uğraşanlar için. Hani şimdi “vicdan”, “şeref” falan gibi laflar çok oluyor. “Kara
56
İletişim
vicdanlı” deniyor örneğin. Aldatmanız da çok farkına vardığınız bir davranış
olmayabilir. Bir tezgâhtar bir şey satacaktır, o aldattığını düşünmüyordur. Bak
hanımefendi ne kadar yakıştı size. Aslında yakışmamıştır, orası burası sarkıyordur.
O, malını biran önce satmaya çalışıyor, aldattığını düşünmüyor. Veya o satarsa
alacağı primi düşünüyor. Kötü bir şey yok orada bir açıdan baktığınız zaman.
Ama alıcı açısından baktığımızda, o aldanıyor elbette. Bir taraf aldatılıyor. Demek
ki aldanmak, aldatmak, aldatışılmak öyle bir söz belki ama karşılıklı birbirimizi
aldatma, iletişimde çok sık yaşanan durumlardır.
İdeal iletişimde a diye düşünüyorum, a mesajı size a olarak gidiyor. Burada hiçbir
çarpıtma yok. “İdeal iletişimi” böyle anlayalım. Bunun önündeki zorluklar ne
kadar çoktur. Benim kafamın içerisindeki a mesajının size a olarak gittiğini nasıl
anlayacağım? Şöyle bir sağlama imkânım yok. Bak Hüseyin şimdi sana a mesajını
gönderiyorum. A’yı anladığın anda gözünü kırp veya elini çırp a geldi de. Böyle
bir sağlama imkânım yok ki. “Ben ne kastederim, sen ne anlarsın” durumu var.
Ama nasıl anlıyoruz? Hayvansal bir duyarlılığımız var. Bütün canlılarda, belki
cansızlarda da! Çok mistik bir şey söylemiyorum, beden anlıyor. Bir insana bir şey
söylediğim zaman anlayıp anlamadığını “gözünden anladım” derler ya! Örneğin,
öğretmenler zaman zaman sorar: “anladınız mı çocuklar?” “Anladık öğretmenim.”
“Hadi yap!” Değil mi, anında anlaşılır, anladı mı anlamadı mı, palavramı değil
mi? “Hadi çöz bakayım göreyim.” Orada anlamışsa o işi yapmak durumundadır.
Anlamak bir eylemdir. Bu çok önemli! İşte Marks’ın ünlü sözü vardı: “Şimdiye
kadar filozoflar dünyayı anlamaya yahut yorumlamaya çalıştılar ama asıl mesele
dünyayı değiştirmektir.” E sevgili Marks amcacığım anlamak eylemdir. Keşke
dünyayı öyle yorumlasalar, öyle anlasalar ki, bu anlamları eyleme dönüşse!
Böyle bir anlama içine girerseniz dünya değişir zaten. Anlamak ayrı, değiştirmek
ayrı değildir. Bunlar beraber, birlikte giden şeylerdir. Deriz ki örneğin, “şimdi bu
yobazı anlarsam bende yobaz olurum.” Ne alakası var? Yobazı anlayamadığımız
için zaten kendimizde yobazlaşıyoruz. Yobaz, tamam çizdik adamı çerçeve
içerisine. Şimdi ondan ne ileti gelirse gelsin biz istediğimizi anlıyoruz. O istediği
kadar a, b, c, d, e desin ben hep f diye anlarım. F, f, f… yobazı lütfen anlayınız.
Bu önemli bir uyarı lütfen unutmayın! Çünkü hepimiz muhtemel yobazlarız
arkadaşlar. Hepimiz yobazlaşabiliriz. Çünkü her şeyin yobazı olabilir. Bilimin
yobazı olabilir, adaletin yobazı olabilir. İşte yobaz olmama iletişime açık olmakla
olanaklıdır. Ama iletişime açık olma hem bir bilinçlilik, aldanma, aldatılma
konusunda bir uyanık olma meselesidir. Önemlisi Habermas da bunu uygular,
önemli bir iletişim düşünürü olarak. İçtenlik, içtenlik çok önemli. İçtenlik şu:
Aldatmayacağım! Olabildiğince farkına varacağım gönderdiğim mesajın ve
aldatmayacağım, aldanmayacağım
İşte Mevlana’ya atfedilen kültürümüzde bir söz vardır ya. “Ya göründüğün gibi ol
ya olduğun gibi görün. ”Oysa böyle bir erdemi edinmek çok zor! Bana sorarsanız
57
İletişim
olanaksızdır. Çünkü bilinçdışı dediğimiz farkına varmadığımız bir sürü güç var.
Ama olabildiğince içten insanlar olabiliriz.
Şimdi stratejik eylemlerde bulunan siyasette içtenlik çok önemlidir. Sizi ele
geçirmeye, yönetmeye çalışan tavırlar ve eylemlerle içten olamayız. “Hüseyin
bak, seninle ilişkimiz içten olacak tamam mı?” Şimdi Hüseyin şöyle bir bakıyor
ki ona söylenen bu söz bir strateji içeriyor. Belki şöyle yanıtlıyor kendisine
yöneltilen bu uyarıyı: “Önce sen içten ol bir bakayım, nasıl bir sonuç çıkacak
karşıma, ona göre kararımı vereceğim.” “Şimdi bu salak içten biliyor musun?
Onun için bunu istediğin gibi yönetirsin.” Yahu, herkesin böyle tilki olduğu
bir dünyada tavşan olarak yaşıyorsun. Onun için tavşan olmayacaksın. Aç
gözünü onlar seni kandırıyorsa sende onları kandır. Şimdi bambaşka bir iletişim
düzlemine giriyorsun. Yani öyle bir iletişim düzlemi ki ağzınızdandan çıkanla
niyetin arasında hiç ilgi yok. “Özgürlük getireceğiz.” Diyorsun, “Özgürlük” neyse
o, getirmek için adamları öldürüyorsun. Ağzınızdan “özgürlük” çıkıyor, yaptığınız
işe bakıyoruz, “özgürlükle hiç alakası yok.” Ya da demokrasi! Demokrasi,
demokrasi diye diye adamları hapse atıyorsun sürekli olarak. Eziyet ediyorsun,
telefonlarını dinliyorsun. Alın size demokrasi! Hani burada, nasıl bir iletişim var?
Burada Frankfurt Okulu’nu biraz karikatürize ederek de olsa bir anlatayım.
Marks’la Freud’u evlendirmişler, bu okulda. Bir anlamıyla Freud ve Marks bir
arada belli kaygılar ve katkılarla harmanlanmış. Diyorlar ki, bu dünyada bir
zulüm var, eşitsizlik var, haksızlık var. Hakça bir düzen yok. Neden? Çünkü sağlıklı
iletişim yok. Sorun yalnızca Marks’ın dediği gibi böyle salt ekonomik, sınıfsal
değil! Daha altta iletişim sorunu vardır. Siz patron olarak çalıştıklarınızla sağlıklı
bir iletişim kurabilirseniz, onları aldatmıyorsanız, hani a’yı düşünüp onlara
hakikaten a’yı a olarak söyleyebiliyorsanız, onlar da size aynı şekilde iletilerini
gönderebiliyorlarsa mesele bitmiştir. Orada aldanma diye bir şey söz konusu
değildir. İletişim olanağı olan, iletişime yatkın, iletişimi sürdürebilecek sabır,
tahammül, sevgi, anlayış, istek, arzu olan insanlar birbirlerini sömürmezler,
birbirlerine yardım ederler. Çünkü sonunda patron da anlar ki, bunları
sömürmek ucundan kendini sömürmek anlamına gelir. Geleceğini sömürmek
anlamına gelir. İnsanlara zarar vermek anlamına gelir. Demek ki bütün sorun
iletişimde.
Şimdi arkadaşlar yapacağımız şey anaokullarına yarından itibaren iletişim
dersleri koymak. İletişim dersi koyduk mu problemi çözeriz. Şimdi bizimkilerin
bakışı o. Ahlak mı bozuldu? Koy bakalım ilköğretim okullarına ahlak dersi
nasıl düzeliyor. Yani oralara da işte müftüleri, imamları gönderdin mi problemi
çözersin tamamen. Hepsi ders: iki kredilik, bir kredilik ders. Çöz gitsin! İletişimin
kitabı da var. Kitabı oku. İdeal iletişimi nasıl sağlarız? 10 derste yetkin iletişim
edinme olanakları. Bu kitabı okuyun iletişim ustası olursunuz. Ne tuhaf bir
58
İletişim
anlayıştır. Ama yalnız iletişime değil birçok şeye de böyle bakıyoruz. Şöyle bir
şey zannediyoruz. Belki bizim anayasadan da beklentimiz böyle bir şey. Bir takım
şeyler var bir yerde duruyor. Kurallar var, örneğin, bizim bir türlü ulaşamadığımız.
Belki de, bir yerlerde bir takım enformasyonlar var. Bizim henüz erişemediğimiz
malumat hazinesi. Oraya eriştik, o malumata sahip olduk mu mükemmel iletişimi
de kurarız, mutlu da oluruz, Türkiye’nin sorunlarını da çözeriz. Bütün sorun o
kuralları koymak, o bilgiye erişmek. Bu beklenti, çok yanlış bir beklentidir. Biraz
argo bir deyimle söylendiğinde: “yok böyle beleş!” Bu iş bu denli kolay değil!
Çarpım cetvelini öğrenir gibi doğru yaşamayı öğreneceksin, bu bilgi de bir
yerlerde yazacak. Doğru yaşamak için aşağıdakiler yapılmalı. a) İşte sabah erken
kalk, dişini fırçala. b) Kahvaltıda şunu ye. c)… Biz bunu istiyoruz. Yahu böyle bir
beklentiyle bu dünyaya nasıl demokrasi gelir? Böyle bir beklentiyle insanlar nasıl
özgür olabilir? Öğretmenim bana adil olmayı öğret. Adil olmayı öğretebilirim
ama çarpım cetvelini öğretir gibi öğretemem. Sana adil olmayı, adaleti,
vicdanlı olmayı ben vicdanlı eylemlerde bulunarak öğretebilirim. Örnek olarak
öğretebilirim. Birlikte yaşayarak, tartışarak, iletişerek, örnek olarak öğretebilirim,
elbette öğrenebilene! Lafla, vaazla öğretemem. Vaaz evet, belki kimi durumlarda,
bir ölçüde gerekli olabilir. Ama sadece sözde kaldığım zaman, öğrenme ezbere
dönüşür, beklentimizin tersine sonuçlara ulaşabiliriz. Öyle babalar vardır sürekli
olarak: “yalan söylemeyeceksin, yalan söylemeyeceksin. Yalan söylersen bak seni
mahvederim.” Derler. Çocuk bir de bakıyor ki babası örneğin ev sahibine sürekli
yalan söylüyor: “Vallahi billahi henüz maaşı almadık” diyor. Oysa almış da bitirmiş
parasını. Devamlı yalan söylüyor herkese. Bitti. Babam istediği kadar bana 10
derste yalan söylememe kitapları okutsun. “Günahtır, cehennemde yanacaksın.”
veya “ayıptır bizim sülalemize yakışır mı?” desin. Tıraş hepsi. Çünkü ben masum
bir çocuk olarak oradaki somut örneklere bakarım.
İletişim de böyle öğrenilir. Sağlıklı iletişime nasıl geçeceğim? “Yahu bizim köyde
bir Hatice Hala’yla Mehmet Dayı vardı. Bir iletişim vardı ki aralarında sorma gitsin!
Aralarında bir muhabbet, bir muhabbet vardı ki sormayın! Hakikaten böyle bir
muhabbet ortamını yaşamışsak, duymuşsak, hatta bir büyük şanstır öyle bir
ortamda bulunmuşsak işte o zaman öğrenme nasıl gerçekleşir bunu anlayabiliriz
İnsanın öğrenme psikolojisiyle ilgili dikkatinizi çekmeye çalıştığım bir özelliği
var. Öyle bilgiler vardır ki, o bilgiler açık açık böyle komutlar halinde bize aktarılır.
Örneğin, ocağı nasıl çalıştıracağım, elektrik fırınını nasıl açıp kapayacağım gibi.
Onların tek tek dile yazıyla ya da sözle dile getirilmiş ifadeleri vardır, onları
anlar, söylenenleri yerine getirir, sonuca ulaşırım. Ama hayatta öğrenmemiz
gereken her bilgi böyle değil ki. Bir aletin nasıl çalıştırılacağını öğrenir gibi
değil. Bu iletişim bilgisi, mutluluk bilgisi, sevgi bilgisi bütün bunlar örtük bilgi
dediğimiz bilgi grubuna giriyor. Örtük bilgiden anlayacağımız şey nedir?
Örtük bilgi işte birlikte yaşayarak ustadan çırağa aktarılabilen, somut yaşam
59
İletişim
durumlarından devşirebileceğimiz bilgilerdir. Kitaplardan değil. Kitaplarda açık
açık dile getirilebilir bilgiler var. Ne olacağı söyleniyor. Oysa öyle bilgiler var ki
onlar satır aralarında yazılıdır. Dile getirilemezler. Birlikte yaşayarak, ustalardan,
onlarla birlikte yemek yiyerek, konuşarak, hatta kavga ederek, birlikte gezerek,
birlikte yaşayarak onların başarılarını, başarısızlıklarını, acılarını, sevinçlerini
yaşayarak anlayabiliriz. Çocuk öyle öğrenmiyor mu? Çocuk ana dilini gramer
kitaplarından öğrenmiyor herhalde. Bizim yabancı dil öğrendiğimiz gibi kitap
okuyarak öğrenmiyor. Yaşayarak öğreniyor. Hiçbir malumat yaşamın, yaşanan
somut durumların yerine geçemiyor. İletişimin de öyle olduğunu düşünüyorum
arkadaşlar. İletişim belli bir iletişim zekâsıyla öğrenilebilir.
Konuşmamın başında demiştim ki, insan iletişimin efendisi değildir. Bunu
hem iletiyi gönderen açısından söylüyorum, hem iletiyi alan açısından.
Örneğin, Amerika diyelim ki bugün dünyayı büyük ölçüde egemenliği altına
almaya çalışıyor değil mi? Ama Amerika gönderdiği bizi yönetme ve ele
geçirme iletilerinin tümüyle efendisi değildir. Çünkü o iletileriyle yapmak
istediğinin tersi de gerçekleşebilir. Bize e gibi bir eylem yaptırmak isteyebilir
ama biz o iletileri farklı anlayabiliriz ve farklı bir eylemde bulunabiliriz. Hiç
kimse ne denli güçlü olursa olsun iletişimin efendisi değil. Ama eğer iletileri
alıp veren insanlarsak anlama, anlatma gücümüzün, irademizin olmasının
çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kendimizi bırakmamamız, teslim
olmamamız gerekiyor. Eğer insanlara söyleyeceğimiz sözlerimiz varsa, bu sözü
söyleyip, bedelini ödeyebilecek gücümüz de olmalıdır. Diyelim ki haksızlığa
uğradığımı düşünüyorum. O zaman ne yapmam gerekiyor? Haksızlığa uğradım
feryadını atabilme gücüm olması lazım. Ve bunu usanmadan, sabırla, sebatla
söyleyebilmek. Dünyadaki zulmü başka nasıl ortaya koyabiliriz? Haksızlığa
uğrayanların susmalarını, kendilerini anlatmamaları, ızdırap çeken insanların
yaşadıklarını iletememeleri, yaşantılarımızın ulaştırılması gerekli yerlere
ulaştırılmaması ne kadar hazindir! Ne kadar eksiğiz söyleyeceklerimizin
olmamasıyla, olduğunda da söyleyememekle ne kadar eksiğiz!
Bu topraklarda ne kadar çok şey yaşanmıştır. Kıyımlar, sevinçler, nice deneyimler
yaşanmış. Binlerce yıllık bir kültürün, zengin bir yaşam deneyiminin üzerinde
duruyoruz, Anadolu insanları olarak. Ama onların yaşadıklarından bize iletilen
ne var? Ya da siz o kadar önemli şeyler yaşıyorsunuzdur ki, ama onları gençlere
anlatamadığınızda ülke kaybetmiyor mu sonuç olarak? Sizden öğrenebilecek,
öğrendiği zamanda hayattaki birçok yanlışlığı yapmayacak insanlar var. O
İnsanlara iletmeniz gerekenleri iletemediğiniz zaman ahlaki bir ödevi yerine
getirmemiş oluyorsunuz. Yaşantılarımızı duyurma, deneyimlerimizi aktarma
sorumluluğumuz her zaman var. Hele şimdilerde örneğin, internette bir
sayfa açabiliriz, mesaj atabiliriz, sesimizi duyurmaya çalışabiliriz, baskılar,
şunlar, bunlar ne olursa olsun. Ama iletişim ahlakı dediğimiz bir ahlak elbette
60
İletişim
var. İletişim adabı dediğimiz bir adap elbette var. Ama iletişimle dünyadaki
zulüm arasında çok yakın bir ilişki var arkadaşlar. Zulüm hala devam ediyorsa
bu dünyada, iletişimde bir sorun olduğu içindir. Efendim diyebilirsiniz ki,
iletişimdeki sorun daha alttaki yapılardaki sorunlardan kaynaklanıyor, olabilir.
Oysa iletişim sorununuz olduğunu, iletişim sorunları yaşadığınızı, bunların neler
olduğunu anlamak, bunun bilincine varmak çok önemlidir diye düşünüyorum.
Bunları konuşmak gerekiyor. İnsanlar çok konuşuyormuş gibi görüyorlar, çok
da fazla bir şey konuşamıyorlar. Muhabbetler sözde var ama geyik. İnsanlar
içlerindeki o can alıcı sıkıntılarını ortaya dökemiyorlar, söyleyebileceklerini
söyleyemiyorlar. Nasıl söyleneceğini de bilemiyorlar.. Nasıl anlatabilirim derdimi?
Kime ve nasıl anlatabilirim bilmiyorlar.
Arkadaşlar, bizim çok müthiş bir olanağımız var. Hamaset olsun diye
söylemiyorum. Bizde muhabbet diye bir kavram var. Muhabbet Arapça
bir sözcük olmakla birlikte, biz onu kendi dilimiz içinde farklı anlamlarla
harmanlamışız! Hani Arap muhabbeti söylemiş olsa bile, onu bizim anladığımız
gibi anlamıyor. Muhabbet hem sevgidir, hem iletişimdir. Dünyanın hiçbir dilinde
bunun olduğunu sanmıyorum. Habermas mesela ideal iletişimi kurmak için aklı
öne sürüyor. Biz sevgiyi. İnanıyoruz ki yine Batılı bir deyimdir ama sevgi her şeyi
yener veya Yunus’un deyimiyle aşk gelecek cümle eksiklikler biter diyor. Bu güç
bizde var. Onun için derdini anlatmayı bilmeyen, bilemeyen veya bunun gereğini
duyup nasıl anlatacağı konusunda sorunları olan insanımıza yardım etmek
gerekiyor. Onların konuşması, onlarla karşılıklı etkileşime geçebilme, onların
yüreklerini tutabilme, onların canlarına dokunabilme çok zor bir şey olmasa
gerek. İşte ancak o zaman ülkemizin yaşadığı şu ağır gerilimler, problemler,
tehditler, tehlikeler belki bir ucundan azda olsa ortadan kalkabilir umudu
taşıyoruz.
“O zaman hadi arkadaşlar iletişime!” diyelim hep beraber. Gönüldeşlerimizle,
Candaşlarımızla. Teşekkür ederim.
61
Tarih : 18 Ocak 2012
Saat : 18:30
Sayın Topuz’a
Teşekkürler...
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
GENEL BAŞKAN YARDIMCISI PERİHAN SARI’NIN AÇIŞ
KONUŞMASI
Değerli konuklar, CHP’nin değerli mensupları, parti içi eğitim çalışmaları
kapsamında düzenlediğimiz bir söyleşide bugün Sayın Ali Topuz konuğumuz.
Sizlere Sayın Ali Topuz’u anlatmaya çalışmayacağım. Aramızda kendisiyle
derin dostlukları paylaşmış, uzun ve yorucu süreçlerde birlikte mücadele
etmiş, yol arkadaşlığı yapmış olan konuklarımız var. Sayın Topuz bu dönemde
parti görevi üstlenerek politik çalışmalarda yer almıyor. Ancak eylemli olarak
politikanın içinde. Anılarıyla ilgili iki kitabı bu eylemliliğin somut örneği. Sayın
Topuz’u anlatmayacağım. Ancak izlinizle bazı düşüncelerimi paylaşmak isterim.
Kendisini ne yazık ki kısa bir süre önce yakından tanıma fırsatı buldum. Birlikte
yaptığımız çalışmalar sırasında partiye karşı duyduğu sorumluluğu, partiye
bağlılığının temellerini gördüm. Birlikte çalıştığımız konular üzerinde gösterdiği
özeni, dikkati, konulara yönelik bütünsel ve eleştirel bakış açısını kurumsal
ve kişisel olarak özeleştiri yapmaktan kaçınmamasını, Cumhuriyet Halk
Partisi’nin örgütsel varlığını her şeyin üstünde tutarak ve esirgeyerek yaptığı
değerlendirmeleri örnek alarak izledim. Yine partiye karşı duyduğu sorumluluk
kapsamında nitelediğim anılarını yansıtan iki kitabını okumaya başlamadan
önce geçmişte yaşanan birçok olayı dinleme fırsatı buldum. Cumhuriyet Halk
Partili olmanın anlamını kendini adayarak çalışmanın sonuçlarını ve ödenen
bedelleri öğrendim.
Sayın Topuz’un yayınlandıktan sonra okuduğum anıları yalnız bir öz yaşam
öyküsünü yansıtmıyor. Bugünü yaratan toplumsal ve siyasal koşullara da
ışık tutuyor. Anıların ilk kitabı olan değişimi yaşamakta yer alan ve Sayın
Topuz’un İstanbul İl Başkanı olduğu dönemde 13-14 Haziran 1970’de yapılan
il kongresinde sunulan çalışma raporu en çok etkilenerek okuduğum konular
arasında. Bu rapora yansıyan yaklaşım düşüncelerin olgunluğu ve önerilen
politikaların gerçekçiliği bugünün Cumhuriyet Halk Partisi’nde de koşulsuz
benimsenmesi gereken konular.
18 yaşının hemen ardından bir 29 Ekim günü başlayan partililik ve partinin her
kademesinde görev yaparak sürdürülen bir ömür. Bernard Shaw bir eserinde
şöyle söylüyor; “Düşlerle ilişki içinde yaşarsanız onların çekiciliğinden bir şeyler
alırsınız. Gerçeklerle ilişki içinde yaşarsanız onların kabalığından bir şeyler
alırsınız. Gerçeklerin kaba, düşlerin gerçekdışı olmadığı bir ülkede yaşamak
isterdim.” Böyle bir ülke tahayyülü için siyaset yapmak, siyasal yaşamda da düşü
ve gerçeği birleştirmek, zoru göze almayı gerektiriyor.
Sayın Ali Topuz’a benimsediği bu zorlu uğraştaki anılarını bizlerle paylaştığı
için teşekkür ediyor, hepinize saygılar sunuyorum. Ve sözü Sayın Ali Topuz’a
bırakıyoruz.
65
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
KONUŞMACI: ALİ TOPUZ
Değerli arkadaşlarım, önce hoş geldiniz. Bu soğuk günde buraya gelmenin çok
kolay olduğunu sanmıyorum ama lütfettiniz geldiniz. Teşekkür ediyorum.
Bu söyleşiyle ilgili olarak doğaçlama yöntemini tercih ettim. Bir konuşma
hazırlığı yaparak buraya gelmek istemedim. Çünkü söyleyeceklerimin hangisini
söyleyeceğim, hangisini geri plana bırakacağım konusunda tereddütler
geçiriyorum ama yine de geniş bir çerçevede düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Bu salonun ortaya koyduğu koşulları ve söyleşinin kendi seyri içinde eğer
lütfeder sorular da sorarsanız onları da dikkate alarak burada, Cumhuriyet
Halk Partisi’nin tarihine ışık tutabilmek veya hep birlikte oluşturduğumuz,
pek çoğunuzla birlikte yaşadığımız bu tarihin önemli bazı kesitlerini yeniden
yaşayabilmek olanağını bulabiliriz diye düşünüyorum.
Şimdi öncelikle şunu söylemek istiyorum. Ben yazar değilim. “Değişimi Yaşamak”
ve “Düzeni Değiştirmek” adlı anı kitaplarım benim hayatımda yazdığım ilk iki
kitaptır. Ama tabi bir siyaset adamı olarak pek çok yerde konuştum, pek çok
konuşma hazırladım, pek çok rapor hazırladım. Ama kitap yazmanın çok daha
başka bir şey olduğunu gördüm. Şimdi öğrendim. Bundan sonra belki daha
geçerli, daha değişik biçimde düşüncelerimi kitaplaştırma olanağını bulacağım.
Ben bir tarihte aramızdan yıllar önce ayrılmış çok saygıdeğer bir siyaset
adamımız olan ünlü politikacılarımızdan Profesör Turan Güneş’e, tabi pek çok
kimseye olduğu gibi ona da hayranlık beslediğimiz dönemde, niye anılarınızı
yazmıyorsunuz diye sormuştum. Sayın Güneş bana kızmıştı, azarlamıştı beni.
Sen benim siyasi hayattan ayrılmamı mı istiyorsun demişti. Ben de demiştim ki;
hocam ne ilgisi var, anılarınızı yazmanızı sizden istemenin siyasetten ayrılmakla
ne ilgisi var. Demişti ki Turan hoca, siyaset adamı politikadan ayrıldığı zaman
yazmalıdır anılarını. Ben bundan tatmin olmadın o zaman. Turan hocamız
hareketli bir insandı fakat bazen ihmal ederdi pek çok şeyi. Kitap yazmak
istiyorsan günde birkaç saatini ayıracaksın, oturacaksın, ciddi çalışacaksın.
Turan hocayı sıkan şeydi bu. Herhalde bunun için yazmadı dedim içimden,
ama sonradan anladım ki gerçekten siyaseti bıraktıktan sonra yazmanın
gerekliliğine ilişkin bir takım gerçekler var ortada. Çünkü bir kere siyaseti bırakan
insan daha objektif bakabiliyor sorunlara. Siyaset yaparken o kadar objektif
bakamayabiliyor. Ben kendimi öyle yorumladım. Bu kitapları yazarken çok
objektif davranma olanağını buldum. Çünkü siyasetten bir beklentim yoktu.
Dolayısıyla gerçekleri bütünüyle kavrayıp yazmak mümkün olabildi. Ama bunun
bir sakıncalı tarafı var. Yaşanmış olaylar, tecrübeler eğer geç olarak gelecek
nesillere intikal ettirilirse, onun yapabileceği katkıyı da geç almak durumuyla
66
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
karşı karşıya kalıyorsunuz. O nedenle ben iki sene önce siyaseti, aktif politikayı
bırakmaya kafamda karar verdiğim için anılarımı da yazmaya başladım. Hem
rahmetli Turan Güneş’i anmak için, hem de anı yazma sürecimin nasıl geliştiğini
sizlere sunmak için bu girişi yapmak ihtiyacını duydum.
Kitaplarımın ikisinin de adı Cumhuriyet Halk Partis’iyle çok ilgili. Zaten anı
kitaplarımın içeriği de Cumhuriyet Halk Partisi ile dopdolu büyük ölçüde.
Neden? Çünkü benim 79 yıllık yaşanmış hayatımın 61 yılı bu çatının altında
geçmiş. Hem bunun sadece 5 – 10 yılı kendisini siyasete hazırlayan, siyaseti
izleyen bir genç olarak üniversite eğitimi sırasında, sorumluluk üstlenmeden
yaşadığım, fakat ondan sonraki büyük kısmı ise daima üstümde bir sorumluluk
taşıyarak yürüttüğüm bir süreç olarak gelişti.
1972’de büyük liderimiz saygıdeğer İsmet İnönü’nün Genel Başkanlıktan ayrıldığı
tarihe kadar geçen dönemi kapsayan birinci kitap bittikten sonra ikinci kitabı
yazmaya başladığım zaman bir de baktım ki 1980’e kadar olan 8 yıllık dönem
içinde benim siyaset dışında kitapta yer alan hiçbir şey yok. Hep siyaset. Bu
doğal. Çünkü o 8 yıl da günde 24 saat siyasetin içinde kaldım. Ama sonra yakın
dostlarım dediler ki, senin bir de aile yaşamın var değil mi? Aile yaşamın nasıl
gelişmişti? Yani ailen nereye gitti? Bu ikinci kitapta eşin nerede? Çocukların
nerede? diye eleştirdiler beni. Bu eleştirilerden sonra ufak tefek de olsa ailemle
ilgili bazı konuları ikinci kitabıma aksettirerek, siyaset dışı bilgilere ve gelişmelere
de bir ölçüde yer verdim.
Bilindiği gibi, kitaplarımın birincisinin adı “Değişimi Yaşamak”. İkincisinin adı da
“Düzeni Değiştirmek”. Değişimi yaşamak zaten her gelişmeyi hedeflemiş insan
için normal bir olaydır. Çünkü yaşam başladığından itibaren hep değişerek
gelişir. Ama benim değişmem ve gelişmem evrim ötesinde devrim sayılabilecek
bir şekilde oldu. Neden böyle oldu? Çünkü benim doğduğum yerdeki çevre
ile benim ondan 18 sene sonra bir üniversite öğrencisi olarak İstanbul’da yer
aldığım çevre arasında çok büyük farklılıklar vardı. Yaşam kalitesi, ekonomi,
eğitim, sosyal ilişkiler, akla ne gelirse her alanda o kadar büyük farklılıklar var ki,
baş döndürücü bir değişim olarak ortaya çıkıyordu benim yaşamım.
Çünkü köyde çıplak ayakla dolaşan bir çocukken, İstanbul Teknik Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi’nde öğrenci oldum 18 yıl sonra. Bu süreç yalnız köyde
geçmedi. Bunun sadece 6 – 7 senesi doğduğum köyde geçti, sonra Doğu
Anadolu’da birkaç yerde bulundum. Batı Karadeniz bölgesinde Zonguldak ve
Safranbolu’da bulundum babamın memuriyeti dolayısıyla. Afyon’da, Kütahya’da
bulundum ve ondan sonra İstanbul’a gittim. İlkokul’un her sınıfını adeta başka
bir yerde okudum diyebilirim. Hatta ilkokulun birinci sınıfını iki yerde okudum.
Yarısı köyde, yarısı Zonguldak’ta Beycuma’da. Zonguldaklı arkadaşlarım var bu
salonda beni dinleyen.
67
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
Babamın bir devlet memuru olması, asker olması, Jandarma astsubay olması
bana bir disiplinli yaşam getirdi. Köyden çıkmışım bir memur çocuğu olarak,
kendimi kanıtlamam gerekiyordu. Okulda yarışma heyecanı verdi bana bu
durum. Her yıl bir okul değiştiriyorum, öğretmen değiştiriyorum, arkadaş
değiştiriyorum. Her gittiğim yerde yarışma ihtiyacı duydum ve bu beni çalışmaya
itti.
Daha ilkokula gitmeden babamın bulunduğu Doğubayazıt’a gitmek için köyden
ilk çıktığım zaman şehre ininceye kadar çarık giydim. Şehre indim, bir dükkâna
girdik ayakkabı, pantolon, ceket, şapka, gömlek giydim. Annem çarşafını çıkardı
o da manto giydi. Biz kıyafet devrimini iki saatte yaptık. Otobüs gördüm, bu
nedir diye şaşırdım. Buna, bu makineye binip baba’ya gideceğiz dediler. Sonra
otobüsün içine girince hani buna binecektik dedim. Ben otobüsün üstüne
çıkacağımızı zannediyordum. İşte buradan ve bu durumdan İstanbul Teknik
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde okuyan bir öğrenci olarak Türkiye’nin en
gelişmiş bölgesine geldim. Ondan sonraki hayatım, Cumhuriyet Halk Partisi ile
ilişkilendiği için çok daha anlamlı, renkli ve heyecanlı geçti.
Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden başlayan bu yeni süreçte, yani Demokrat
Partiye karşı büyük bir muhalefet hareketinin yürütüldüğü süreçte, siyasette de
yenileşmeyi ve değişimi canlı olarak yaşadım. Onun için, bu dönemleri kapsayan
birinci kitabımın adını “Yenileşme ve Değişim” koydum.
İkinci kitap neden “Düzeni Değiştirmek” adını aldı? Çünkü ikinci kitap, 1972 –
1980 yılları arasındaki dönemi kapsıyor. Bu dönemde Cumhuriyet Halk Partisi,
Türkiye’de yeni bir açılım yaparak, büyük bir açılım yaparak, bir değişim hareketi
yürürlüğe koyarak, düzeni değiştireceğim hedefiyle sahalara çıkmıştı. Bu
dönemdeki bütün siyasal çalışmalar düzeni halk yararına değiştirmeye dönük
bir anlayış içinde planlandı, uygulandı, eylemler ona göre sürdürüldü. Bu süreç
içerisinde ben, Belediye Meclis Üyeliği, İl Başkanlığı, Milletvekilliği ve üç kez
Bakanlık görevi üstlendim.
Bulunduğum bakanlıklarda düzen değişikliği anlamına gelen yasal
düzenlemeler ve projeler gerçekleştirerek uygulamaya koydum. O dönem
tam anlamıyla bir düzen değişikliği dönemiydi. O süreçte Cumhuriyet Halk
Partisi, Türkiye’nin en büyük partisiydi. Türkiye genelinde 1973’te oylarımız %
33,3, 1977’de ise % 41,4’e ulaşmıştı. Tek başına iktidar olamadık ama koalisyon
şeklinde hükümetler kurduk. Ama Türkiye’yi hedeflediğimiz noktaya ne yazıktır
ki taşıyamadık.
Eğer biz bu büyük siyasi hareketin oluşumunu, örgütlenmesini, partiyi halkla
bütünleştiren eylemini ve iktidar dönemimizi sonra da beklenen başarıyı
sağlayamamış olmamızı, ciddi, tarafsız ve objektif bir özeleştiri sürecinde
68
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
değerlendirebilmiş olsaydık, 1992 yılında partimiz yeniden siyasal yaşama
başladığında daha doğru ve daha güçlü bir başlangıç yapmış olabilirdik.
Bu özeleştiri bugün yapılabilir mi? Bugün de yapılabilir. Neden yapılabilir? Çünkü
bugün yine partimiz çok zor bir durumda. Türkiye siyasetinin en zor dönemini
yaşıyoruz. Çünkü karşıt güçler yanılttıkları halkın % 50 dolayındaki desteğini
de arkasına alarak; sistemimizi, rejimimizi, demokrasimizi bir karşı devrim
hareketine dönüştürmüş durumdadır
Şimdi, buradan kurtuluş için bir tek çare vardır diye düşünüyorum. O çare
Cumhuriyet Halk Partisi’nin; kuruluş gerekçeleri, temel nitelikleri ve çağdaşlaşma
doğrultusunda hızla demokratikleşmesi, yeniden yapılanması ve yeni söylemi ile
halkla buluşmasıdır.
Çünkü laik demokratik cumhuriyeti kendi temelleri üzerinde yeniden inşa
edebilecek, kaybedilen değerleri yeniden kazanabilecek bir süreç başlatılması
gerekiyorsa bu süreci ancak Cumhuriyet Halk Partisi başlatabilir. Cumhuriyet
Halk Partisi olarak kendimize döner, yine özeleştiri yaparak bugünkü
durumumuza bir teşhis koymaya çalışırsak; yöneticilerimizin büyük iyi niyetine
rağmen bugünkü durumda eğer önemli değişiklikler yapamazsak; iktidarı
caydıracak bir güç haline gelebilmemiz, toplumda güven yaratabilmemiz, halkı
arkamıza alabilmemiz mümkün olamayacaktır.
Konuşmamın sonunda bıraktığımız yerden yine devam etmek üzere bu
değerlendirmelerime ara vererek, yaşamımın çok gerilerine giderek, oradan
tekrar günümüze, dönemimize gelmek istiyorum.
Öncelikle şunu söyleyeyim. Her siyaset adamı, bırakın siyaset adamını, her
insan, yaşamında bir takım olağanüstü tesadüflerle veya koşullarla önemli bazı
noktalarda etkilenirler. Belki de o kişilerin kimlikleri o etkilenme ile şekillenebilir.
Benim için en etkileyici olayı anlatmak istiyorum, oradan başlamak istiyorum.
Yani ben nasıl şimdiki kimliğime geldim, bunun kaynağında ne var diye
baktığımız zaman, bu kendi kendine oluşmuş değil gibi geliyor bana. Sonradan
bu etkiyi anlamaya başladım. Ben 1938 yılında, Patnos’un Sarısu nahiyesi
denilen bir yerde bulunuyordum. Babam jandarma astsubayıydı, orada görevli
olarak bulunuyordu Orası küçük bir yerdi. Süphan dağının dibinde. Evler çatıları
düz ve toprak. Binanın içine girerken başını eğerek gireceksin. Bir göz binada biz
oturuyorduk, yandaki bir göz binada da hayvanlar kalıyordu. Onların sıcaklığı evi
de ısıtıyordu. Şartlar böyle idi. Orada bulundum.
Tabi ben buraya sonraları bakan olduğum zaman, daha sonraları da parti
yöneticisi olarak bir iki defa daha gittim. Çok fazla bir şeyin değişmediğini
gördüm. Burada aramızda Muş il başkanımız da var. Onunla beraber Sarısu’ya
69
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
gittik en son bu kitabı yazarken. Çocukluk arkadaşlarımı buldum orada. Orada
çok fazla kalmadık biz ama bende derin izler bıraktı Sarısu. Kısa bir süre sonra
Sarısu’dan ayrıldık. Kağnı arabasına bindik dönüyoruz babam başka yere tayin
edildi. Uzatmayayım kitapta var, okuduğunuz zaman göreceksiniz. Okuyanlar
belki de hatırlayacak. Karaköse’de yani Ağrı ilinde basit bir otelin bir küçük
odasında ben, babam, annem ve bir buçuk aylık kız kardeşim bir aradaydık.
Babama büyük saygım vardı, onu çekinerek seviyordum. Üniformalı hali
de hoşuma gidiyordu. Baktım babam sabahleyin ağlıyor. Bana göre baba
ağlamaz. Baba ağladığına göre olağanüstü bir durum var demekti. Şimdi bakın
belleğimde hala o günü yaşıyorum ben. Babam ağlıyor ve anneme şunları
söylüyordu. Nazmiye atamız öldü diyordu. Meğer o gün 10 Kasım’mış. Ata kim
bilmiyorum ki ben. Atamız öldü diyor. Baba ağladığına göre bende ağlıyorum.
Arkasından diyor ki, şimdi ortalık karışır. Bir tek şartla iş düzelebilir. Eğer İsmet
Paşa Reisicumhur seçilirse iş düzelebilir diyordu. O dönemden aklımda kalan
kelimesi kelimesine bunlar. Ne İsmet Paşa’yı ne de Atatürk’ü tanımıyorum ve de
bilmiyorum. Ama büyük adam olduklarını anlıyorum.
Sonra benim yaşamımda İsmet Paşa çok belirleyici oldu. İsmet Paşa’ya aile’ce
çok büyük saygı duyduk. Anlatacağım şimdi, size birkaç İsmet Paşa anekdotu
vereceğim. Rahat konuşuyorduk kendisiyle, karşı görüşümüzü de rahat
söylüyorduk kendisine. Olmaz diyorduk bazı konularda kendisine. Bizi sabırla
dinliyordu. Ona söylediklerimizi, ondan sonra hiçbir Genel Başkana söyleme
şansı bulamadık biz. İsmet Paşa’ya bizim söyleyebildiklerimizin onda birini
sonraki genel başkanlara söyleyenler parti içerisinde cezalandırıldılar.
Ben yıllar sonra il başkanı oldum İstanbul’a, Bülent bey Genel Sekreter, İsmet
Paşa da Genel Başkanımızdı. Bülent Ecevit’e, şu İstanbul il başkanını bana
getirin de kendisini tanıyayım demiş. Bende yeni seçilmiştim. Paşa’ya büyük
hayranlığım var ama ilk defa Paşa’yla böyle yüz yüze bir araya geleceğiz. Geldim
Pembe Köşk’e, Paşa biraz sonra merdivenden indi. Geldi İsmet Paşa, Ecevit’le
beni bir arada gördü, etrafına, sağa sola baktı biraz. Bülent Ecevit, Ali Topuz
efendim diyerek beni takdim etti. İsmet Paşa bana dedi ki; bende seni soyadına
bakarak çok iri yarı, uzun boylu birisi olarak tahmin ediyordum. Senden topuz
olmaz. Senden olsa olsa topuzun sapı olur dedi. Öylesine bir ortam yarattı ki
İsmet Paşa ben çok heyecanlandım ve de şımardım tabi. Dedim ki, Paşam bir
şey söyleyebilir miyim? Söyle bakalım dedi. Ben de İsmet Paşa’ya, sizin adınızı
ilk kez 10 Kasım 1938’de Karaköse’de bir otel odasında duydum diyerek, yaşamış
olduğum o heyecanlı günü anlattım. O zaman Paşa bana dönerek, benimle ilgili
daha çok şeyler duyacaksın ve ben seni, benim bugünkü yaşımda göreceğim
dedi. İsmet Paşa’nın yaşama bağlılığına ve karşısındakine verdiği enerjiye bakın.
Paşa’yla böyle başladı benim ilişkilerim.
70
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
İsmet Paşa, ortanın solu hareketini başlatan liderdir. Yanlış hatırlamıyorsam 1963
yılında bir gün İsmet Paşa, Cumhuriyet Halk Partisi ortanın solundadır dedi. Niye
dedi? Çünkü Türkiye İşçi Partisi 1961 anayasasının getirdiği özgürlük ortamında
yeni şeyler söylüyor ve sol içerikli politikalar üretiyordu. Gençlik kesimi, CHP’li
gençlik de dâhil olmak üzere bu politikalardan etkileniyordu. Eğer CHP ortanın
solu gibi bir sosyal politikaya, sosyal demokrasi anlamında bir politikaya
yönelmemiş olsaydı, çoğumuzun İşçi Partisi’ne gitme ihtimali vardı. İsmet Paşa,
çok uygun bir zamanda bu tercihi yapmıştı. Pek çok arkadaşı onu bu konuda
eleştirdi. Ama çok cesur davrandı ve bize Ecevit’i işaretleyerek onu destekledi ve
böylece 1966’da Ecevit’i Genel Sekreter yapacak olan süreç gelişmişti.
1970 yılına gelindiğinde Genel Başkan İnönü ile Genel Sekreter Ecevit arasında
gerginlikler yaşanıyordu. 3 Temmuz 1970’te 20. Kurultay toplanmıştı. Ben il
başkanıyken toplanan bu kurultaya başkanlık etmiştim. İsmet Paşa’yla bu
kurultay sırasında çok yakın ve çok güzel bir ilişkimiz olmuştu. Bu konudaki
ayrıntıları Değişimi Yaşamak adlı birinci kitapta görürsünüz. İsmet Paşa’nın
konuşurken nasıl dikkatli ve ilgili davrandığını, ayrıntılı bir talepte bulunmadan
isteklerini nasıl karşısındakilere ilettiğini ve onlardan da ne beklediğini çok açık
ve çok rahat hissedebiliyorsunuz. Yani şunu şöyle yapın demiyor. Ama öyle bir
anlatım tarzı var ki sizden onun ne bekliyor olduğunu anlıyorsunuz. Siz eğer ona
beklediği gibi cevap verirseniz memnun oluyor. Vermezseniz koşullara bakıyor,
o işi oradan daha ileriye de götürmüyor. Yani, ben bunları ikna edersem bunlarla
beraber bu işi yapabilirim. İkna edemezsem biraz bekleyeceğim ikna etmek için
zaman kazanacağım diye düşünüyor herhalde.
Biliyorsunuz 12 Mart 1971’de bir askeri muhtıra verildi. Başbakan Süleyman
Demirel istifa etti ve şapkasını aldı gitti. Ortalık kaldı bomboş. Askerler müdahale
ettiler. Anayasayı değiştirmek ve meclisi kapatmak istiyorlardı. Ben İstanbul il
başkanıydım. Biz anayasa değişikliğine de meclisin kapatılmasına da karşıydık.
Askeri müdahaleye ve askeri vesayete karşıydık. Ama İsmet Paşa önce karşıyım
dediği konularla ilgili olarak bir müddet sonra biraz geri adım atmış gibi
bir tavır izledi ve ihtilalcılarla o askeri müdahalenin arkasındaki güçlerle bir
takım görüşmeler, tartışmalar yaptı. Ve bir esneme gösterdi. Bazı konularda
bazı şeyler yapabiliriz dedi. Tabi biz çok heyecanlıyız. Partinin her tarafında
isyan başlamış, bu müdahale ve bu istekler kabul edilemez, Paşa bizi niye zor
durumda bırakıyor biçiminde değerlendirmeler yapılıyordu. Biz bu durumu nasıl
anlatacağız vatandaşlara. Öyle bir baskı altında kaldık ki, Ankara’ya gidip Paşa’yla
konuşalım dedik. Ahmet İsvan kulakları çınlasın, İsmet Paşa’nın çok sevdiği bir
kişiydi. Bizim il yönetim kurulunun da benden sonraki yetkilisiydi, il sekreteriydi.
Ahmet İhvan’la beraber Ankara’ya gittik ve İsmet Paşa’dan randevu istedik. Paşa
bize bir erken saatte randevu verdi. Genel Merkezdekilerle konuşmuyor, onlarla
iyice arası açılmış. Paşa’ya biz anlattık derdimizi, siz nasıl yaparsınız Paşam bunu,
71
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
biz çok zor durumda kaldık dedik. Paşa bizi dinledi, dinledi dikildi ve dedi ki;
siz ikiniz İsmet Paşa’nın tarihini kurtarmaya mı geldiniz? Buz gibi oldum ben.
Şimdi öyle bir şey söyledi ki, biz ne yaptığımızın sonradan farkına vardık. Yani
İsmet Paşa’ya diyoruz ki biz, siz doğru düşünemiyorsunuz. Siz tarihinize ters iş
yapıyorsunuz, ona akıl vermeye gitmişiz pozisyonuna düştük. Tabi çok mahcup
olduk. Ondan sonra, bakın ben size anlatayım dedi. Bunlar anayasayı tümden
kaldırmak istiyorlar. Meclisi de kapatmak istiyorlar. Ben bunu kabul edemem
dedi. Bu anayasada emeğim var dedi. Çok uğraştık bunun için dedi. Meclis
kapanırsa ne zaman açılacağı belli olmaz dedi. Gelen idarenin ne yapacağı
o da belli olmaz dedi. İsmet Paşa devam etti; Şimdi benim birinci hedefim
meclisi kapattırmamak. Onunla beraber ikinci hedefim anayasayı tümden
kaybetmemek. Bazı noktalarda taviz verdim, vereceğim, sonra güçlendiğim
zaman bu verdiğim tavizleri geri alacağım. Onun için siz bana mehter takımı
dersiniz biliyorum dedi. İki adım ileri bir adım geri, ne söylerseniz söyleyin dedi.
Benim sorumluluğum var ben bunu böyle yapacağım. Siz de kendi işinizi yapın
dedi bize. Ben o zaman İsmet Paşa’nın bu tavrını benimseyememiştim. Ama
İsmet Paşa’nın ne kadar haklı olduğunu 9 sene sonra anlaşıldı. Çünkü 9 sene
sonra, 12 Eylül 1980’de askerler geldiler hem meclisi kapattılar, hem anayasayı
tümden değiştirdiler. İsmet Paşa 1971’de, 9 yıllık bir ömür kazandırmıştı 19 61
anayasasına.
İsmet Paşa bu davranışıyla çok başka bir büyük hizmet daha yapmıştı. Daha
sonra o kanaate vardım. Eğer İsmet Paşa TBMM’yi açık tutmayı başaramasaydı
ve de anayasayı tümden kaybetmiş olsa idik ortanın solu hareketinin iki
yıl sonra iktidara gelmesi mümkün olamazdı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin
karizmatik Genel Başkanı, kendisi adına eleştirilecek bir sorumluluk üstlenmiş
bile olsa, onun bu sorumluluk duygusu; Cumhuriyet Halk Partisi’nin serbest
bir mücadeleyle ortanın solu hareketini vatandaşa yayarak 1973 genel
seçimlerinden en büyük parti olmasını sağlamıştı. CHP’nin oyları, İstanbul’da
% 48,9’a, Türkiye ortalaması olarak da % 33,3’e çıkararak 1974 yılında hükümeti
kurma hakkı kazanılmıştı. İsmet Paşa kendisi yıpranarak partisinin güçlenmesini
sağlayacak bir ortamı hazırlamıştı. Ben bu olayı çok önemsiyorum.
Tabi İnönü’yle ilgili daha çok anlatılacak şeyler var. Bir şeyi daha anlatarak
geçeyim. İsmet Paşa çevresini ikna etmek için çok çaba sarf ederdi. Grup
toplantılarında 3 saat, 5 saat herkesi dinlerdi. Kurultayda herkesten daha dikkatli
bir kurultay üyesi olarak ön sırada otururdu ve bütün tartışmaları dikkatle
izlerdi. Ve hiçbir zaman meşruiyet dışına çıkarak buyruklarla partiyi yönetmeye
teşebbüs etmezdi. İsteseydi pek çok şeyler yapardı. Beni ikna etmek için çok
çaba sarf etti. Ben biliyorum. Biz Ecevit’in yanında yer aldık. İsmet Paşa’ya
saygıda kusur etmiyoruz ama Bülent Ecevit’i desteklediğimiz biliniyor.
72
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
İsmet Paşa İstanbul’a geldi gözünü tedavi ettirmek için. 15 gün Maçka’daki
evinde kaldı ve gelişinde biz onu karşıladık, gidişinde de uğurladık. O arada da
partiden pek çok kimseyle görüşme fırsatı buldu. Ve gitmesinden bir gün önce
beni Maçka’daki evine davet etti. İl başkanı olarak gittim. Biz İstanbul İl Yönetimi
olarak, Bülent Ecevit Genel Sekreterlikten istifa ettiğinde bir bildiri yayınlamıştık.
Bu bildiriyi bahane ederek İsmet Paşa’nın bana sitemde bulunduğu görüşme
başladı ve bana istifa edip etmeyeceğimi sordu. Seninle ilgili çok sıkıntılar
var dedi, şikâyetler geliyor dedi. İstifa etmeyi düşünüyor musun dedi. Hayır,
düşünmüyorum dedim. Paşa’ya direndim. Niye istifayı düşünmüyorsun dedi.
Çünkü bir kusurum yok dedim, bir kabahatim yok, bir saygısızlığım yok, tüzüğe
aykırı bir davranışım yok. Varsa siz zaten beni alırsınız görevden dedim. Ama
yönetim kurulundaki arkadaşların bana verilen bilgiye göre partiye ve bana
karşı saygısız davranıyorlarmış dedi. Dedim Paşam böyle bir şey olamaz. Öyle
bir şey olsa size gelmeden ben onun icabına bakarım. Ben Genel Başkanıma
saygısızlık yaptırmam. Paşa bana, yani sen şimdi ayrılmayı düşünmüyor musun
dedi. Daha sonra önemli bir sürpriz oldu, bir görevli geldi dedi ki İsmet Paşa’ya
35 kişilik heyete randevu vermişsiniz onlar geldiler ne yapalım. Oturtturun
onları dedi. O gittikten sonra döndü bana dedi ki İsmet Paşa; böyle kinayeli bir
şekilde sevecen bir üslupla. Kim bilir onlar şimdi senin hakkında bana neler neler
söyleyecekler. Paşam dedim biliyorum, ben o adamları tanıyorum ve size neler
söyleyeceklerini tahmin ediyorum dedim. Ama sizden bir ricam var. Siz beni de
alın yanınıza beraber inelim onların yanına benim yanımda, benimle ilgili olarak
size ne söyleyeceklerse söylesinler. Ondan sonra da bana lütfeder 15 dakikalık
bir süre verirseniz yanıtlarım. Eğer benim yanıtlarımdan sonra siz derseniz ki,
Ali ver istifanı. Orada yazar istifamı veririm dedim. Çok kızdı. Dedi ki sen bana
rest mi çekiyorsun. Estağfurullah Paşam dedim. Yani sen kime güveniyorsun da
bana bunları söylüyorsun dedi. Ben size güveniyorum Paşam dedim. Paşa güldü.
Neyime güveniyorsun sen benim dedi. Dedim ki, Paşam ben sizin adaletinize
güveniyorum, partiye bağlılığınıza güveniyorum. Böyle bir karşılaştırma
yaptığınız zaman siz bana diyeceksiniz ki, Ali sen bir yere gitme. Çünkü onların
söyleyeceklerine karşı benim söyleyeceklerimi dinledikten sonra siz zaten onlara
bu görevi vermezsiniz. Ben buna güveniyorum. İsmet Paşa, yanımda bir tartışma
istemem dedi. Sen şimdi git, yarın sabah havaalanında buluşalım dedi. Paşam
geleyim sizi evinizden alayım götüreyim dedim. Hayır dedi. İsmet Paşa’nın bu
tavrı canımı sıktı. İçimden dedim ki tamam 35 kişi geldi, yarın buraya gelmemi
de istemiyor herhalde bizim işimizi bitirecek ve aşağıdakileri görevlendirecek.
O havayla alt kata inerken aklıma bir kurnazlık geldi kendi kendime dedim ki,
şu merdivenlerden inerken ben İsmet Paşa iniyormuş gibi ineyim, aşağıdakiler
Paşa geliyor zannetsinler bakalım beni görünce ne olacak. Bu şekilde ben aşağı
indiğimde 35 kişi birden ayağa kalktı, böyle bir gürültü geldi. Ben önce onların
ayaklarını gördüm, başlarını daha sonra gördüm. Benim inmekte olduğumu
görünce şaşırdılar. Oturamıyorlar da yerlerine. Ben de gittim teker teker ellerini
73
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
sıktım. Baktım ki her gün benim yanımda olan 3, 4 kişi de var aralarında. Ellerini
sıktım Paşa gelecek sizinle konuşacak dedim, allahaısmarladık dedim ben gittim.
Sonra ertesi sabah havaalanında buluştuk. O zaman havaalanlarının bekleme
salonları yeterli değildi. Yürüyerek uçağa gidiliyordu. Dışarıda açık havada
bekliyorduk. Biraz sonra Paşa geldi, kendisini karşıladım ve Paşa’yla yan yana
ikimiz dolaşmaya başladık. Paşa bana bir şeyler söylüyordu. Kısık sesiyle
söylediği için tam anlayamıyordum. Ben cevap veremiyorum, etraftan bakanlara,
Paşa galiba Ali’ye zılgıt çekiyor diye bir görüntü veriyorduk. Hostes gelip uçak
hazır dediği zaman İsmet Paşa şöyle bir durdu, sonra elini omuz’uma koydu,
herkes etrafımızda halka oldu. Herkesin duyacağı sesle dedi ki; İstanbul’a
geldim doktorlarla randevularım vardı. Bu arada parti işleriyle de meşgul
oldum. İstanbul yönetimiyle ilgili durumları da öğrendim. Bir yönetim değişikliği
olabilir mi diye baktım dedi. Ama itiraf edeyim, yönetim değişikliği yapabilmeyi
başaramadım. Sizinle beraber çalışacağız dedi. Allahaısmarladık diyerek uçağa
atladı gitti.
İsmet Paşa bir kurultay olduğunda İstanbul delegelerinin ne yapacağını
biliyordu. Daha önce benimle konuştuğunda ben anlatmıştım İsmet Paşa’ya,
kendisine 87 delegemiz var, bir Ecevit İnönü çelişkisi çıkarsa bunlardan 12
tanesi size oy verir, 75 tanesi size oy vermez demiştim. Dedi sen ne yapacaksın?
Ben sizin talimatınıza uyarak hareket edeceğim dedim. Kendim için bu sözü
veriyorum. Ötekiler için? Ötekiler için bir şey diyemem. Çünkü siz bize söylediniz
bizde Ecevit’in yanına yönlendirdik delegeleri. Şimdi bu kadar kısa zamanda
bu durumu değiştiremeyiz zaman olsa belki anlatabiliriz bunu demişim ve
bundan dolayı da bana kızmamıştı. Bunu bildiği halde ayrılırken, sizinle beraber
çalışacağız diyebiliyordu İsmet Paşa.
Şimdi niye anlattım bunları? Partinin Genel Başkanlarının böyle hareket etmesi
gerekir de onun için anlattım. İsmet Paşa saygıdeğer bir Genel Başkan tutumu
sergilemiştir. Partinin Genel Başkanları kişisel düşünerek hareket edemezler.
Partinin Genel Başkanları partinin yararını öncelikle düşünürler. Kendilerini
düşünme hakları yoktur onların. Onlar orada başarılı olurlarsa kalırlar. Başarılı
olmazlarsa kalamazlar. Kalmamalılar.
İsmet Paşa’yla ilgili çok önemli bir olayı daha anlatacağım ve sonra da
kapatacağım bu konuyu. İsmet Paşa 1961’de ihtilal sonrası, daha seçim
sonuçları yeni açıklandığı bir sırada, milletvekillerinin henüz yemin etmediği
bir dönemde Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında bir cunta İstanbul’da harekete
geçmişti. Toplanmadan meclisi dağıtmak istiyorlardı. Genel Kurmay Başkanı
da onlara bir şey yapamıyordu. O süreçten Türkiye’yi İsmet Paşa kurtardı. O
askerlere bu anayasayı yapan siz değil misiniz? Bu seçimleri bu anayasaya
göre yapmadık mı? Şimdi siz ne hakla muhtıra veriyorsunuz veya meclisi
74
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
dağıtacağız diyebiliyorsunuz? Diyerek, İsmet Paşa, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde
yapılan toplantıda paşaları demokrasiye davet ediyor ve bu sert çıkışla olayı
önlemeyi başarıyor. Muhsin Batur anılarında bu olayı çok güzel anlatıyor.
Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ndeki toplantıya en genç general olarak katılan Muhsin
Batur; köşke giderken çalımlıydık. Ama köşkten ilk demokrasi dersimizi almış ve
aradığımız devlet adamını bulmuş olarak ayrılıyorduk, ama bu durumdan çok
mutluyduk diyor.
İsmet Paşa 1961’de meclisin açılmasını sağladı, açılışa başkanlık etti ve onun
başkanlığında bir koalisyon hükümeti kurulması bir çözüm olarak ortaya
çıktı. Ama ne CHP grubu, ne Adalet Partisi grubu böyle bir koalisyona evet
demiyorlardı. İsmet Paşa kendi arkadaşlarını ikna etmek için çaba sarf etti. Adalet
Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüş Pala, ben grubuma söz geçiremiyorum
diyor İsmet Paşa’ya. İsmet Paşa da ben Başbakan adayı olarak geleyim sizin
grubunuzdaki üyelerle konuşayım,
onları ikna etmeye çalışayım diyor.
Cumhuriyet tarihinde bir başka partinin grubuna bir başka partinin Genel
Başkanının gidip de onların istemediği, yapmak istemedikleri bir şeyi yapmak
ikna etmeye çaba sarf etmiş başka bir örnek yoktur. İsmet Paşa Adalet Partisi
Meclis Grubu’na gidiyor, bir saat konuşuyor, başlangıçta grupta homurdanmalar
var. Homurdanıyorlar, dinlemek istemiyorlar. Ama Paşa sabırlı bir şekilde bir
saat anlatıyor ve tümü ayakta alkışlayarak Paşa’yı oradan uğurluyorlar. Ve onlara
anlatıyor ki, başka çare yoktur. Benim partim de istemiyor, sizde istemiyorsunuz.
Ben Başbakanlık için bunu yapmıyorum. Ben rejimi kurtarmaya çalışıyorum. Siz
bu hükümetin sahibisiniz. Benim yapacağım işleri beğenmezseniz indirirsiniz
beni aşağıya diyor. İkna ediyor ve oradan çıkıyor.
Buraya kadar olanlar İsmet Paşa’dan beklenen bir şeydir. Herkes bunu tahmin
edebilirdi. Tahmin edilmesi zor olan Fakat İsmet İnönü’den beklenmeyen,
önemli bir açıklama gelmişti. Adalet Partisi Grubu’ndan çıktıktan sonra bir
gazeteci soruyor İsmet Paşa’ya. Diyor ki, Paşam siz nasıl cesaret ettiniz de buraya
geldiniz? Size burada bir saygısızlık olsaydı. Ya da sizi dinlemeselerdi ne olacaktı?
Başbakan adaylığından çekilecektim diyor İsmet Paşa. Bu ne demek? Bir insan
eğer başaramazsa işimi bırakacağım düşüncesine samimiyetle inanmasa
bunu yapamaz. Yani zorla Başbakan olacak değil ya. O cesareti gösterip oraya
gitmeseydi o hükümet kurulamayacaktı belki askerler yeniden idareye el
koymaya teşebbüs edeceklerdi.
Ben İsmet Paşa’yla beraber çalışmış olmayı hayatımın en büyük onuru
sayıyorum. O’na karşı koyarken de, onunla beraber olduğumuz zaman da bize
gösterdiği sevgiye ve hoşgörüye hayrandım. İsmet Paşa kendisine yardım
edenlere karşı çok nazik ve sevecen davranırdı. Ahmet İsvan’ın İsmet Paşa’ya
basın özetini götürürken geçirdiği bir trafik kazası nedeniyle gösterdiği ilgi
75
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
olağanüstü düzeydeydi. Ahmet İsvan’ın hayatı, ona hizmet verirken tehlikeye
girdi diye duyduğu ıstırabı yüzünden okumuş bir insan olarak, İsmet İnönü’ye
insani duyguları ve davranışları için de büyük hayranlık duyuyorum. Ondan
örnek alabileceğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum.
Değerli arkadaşlarım, bizim cumhuriyet tarihimizin en büyük atılım hareketi
çok partili hayata ve demokrasiye geçiştir. Cumhuriyet Halk Partisi olmasaydı
1950’de demokrasiye geçilemezdi. Çünkü İsmet Paşa uzun süren İkinci Cihan
Savaşı’ndan sonra 4 – 5 yıllık bir dönemde demokrasiye geçişi hızlandırabilmek
için büyük çaba sarf etti. Onu kitaplarımda göreceksiniz. Ama parti olarak bize
iktidar yüzü gösteren olay, 1971’deki askeri müdahale ortamında gelişen ortanın
solu hareketidir. Ortanın Solu hareketi, İsmet Paşa’yla başlamıştır ama İsmet
Paşa’yla da gerektiğinde tartışmıştır. Ortanın Solu hareketine İsmet Paşa’nın
verdiği destek ve gerçekleştirdiği öncülük unutulamaz.
12 Mart müdahalesinden sonra Ecevit’in istifa etmesiyle ortaya çıkan İnönü
Ecevit gerginliğine rağmen partimiz, gerek örgütlenme açısından, gerekse
mesajını halka taşıma açısından, çok güçlü bir hareketlilik ve çok büyük bir
başarı kazanmıştır. Bu büyük başarı, gençlik kollarımızla, kadın kollarımızla ve
ana kademelerimizle birlikte parti’mizin etkin ve yaygın bir siyasal sürecin içine
sokulmasıyla kazanılmıştır. Bu başarı, seçmen odaklı bir anlayışla, her seçmene
ulaşmayı amaçlayan, onlara düşüncelerimizi anlatma biçiminde sürdürülen
bir sürecin sonucunda elde edilmiştir. Üstelik bu süreç bütün platformlarıyla
mahalle kongrelerinden başlayarak Genel Merkez düzeyine kadar bütün parti
kademelerinde demokratik işleyişin bütünüyle sağlandığı bir yönetim anlayışıyla
götürülmüştür. Ne zaman parti içi demokrasi en geniş ölçüleriyle işletilmiş ise
o zaman partimizin oylarının yükseldiği görülmüştür. 1973 – 1977 genel ve
yerel seçimlerinde bu böyle olmuştur. Partililerimiz, kendi içinde çatışmıştır,
kendi içinde tartışmıştır. Ama oluşturulan ortak akla dayanan politikaları halka
taşımıştır, taşıyabilmiştir. Taşıdığı oranda da başarıya ulaşmıştır.
Şimdi düşünebiliyor musunuz 1965’te ortanın solunu ilk defa seslendirmeye
başladık. Ama ancak 1973’e kadar giden bir süreçte kendimizi topluma kabul
ettirebildik. 1973 seçimlerinde İstanbul’da bir evvelki seçime göre oylarımız % 50
dolaylarında artarak, % 33,8’den % 48,9’a çıkmış, yani oylarımız İstanbul’da 15,1
puan yükselmiştir. 1977 seçimlerinde bu oylar İstanbul’da % 58.2’ye çıkmıştır.
1973’te Ahmet İsvan’ın belediye başkanlığı seçiminde bu oylar % 64 olmuştur.
1973 seçimlerinde İstanbul, Ankara ve İzmir’den başlayan bir yükseliş hareketi,
Türkiye’nin diğer 64 ilinde yaklaşık olarak söylüyorum % 5,9 puan civarında bir
artış sağlayabilirken; İstanbul’da 15,1 puan, Ankara’da 7,6 puan, İzmir’de 8,9
puan düzeyinde artışlar olmuştur. Ama 1977 seçimlerinde Türkiye’nin tümünde
homojen olarak, 8 puan ile 9 puan arasında artışlar sağlanmıştır. Yani büyük
76
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
kentlerdeki hareketlilik, dört yıl gibi kısa bir seçim döneminde bütün Türkiye’ye
yaygın hale gelmiştir. Şu anda Milletvekilimiz olarak aramızda bulunan eski DİSK
Genel Başkanı Sayın Süleyman Çelebi o tarihlerde partimizin bir üyesi olarak
bizim bütün çalışmalarımıza katılmıştı. Sayın Çelebi, örgütlü hareketin ne demek
olduğunu en iyi bilenlerden birisidir. Bir yenileşme ve değişim hareketi olarak
Ortanın Solu hareketi; ideolojisini, mesajını, programını, planlarını, projelerini
hazırlayarak, tartışarak onları önce parti üyelerine özümseterek, sonra da o
üyelerle halka açılarak sürdürülmüş ve başarıya ulaştırılmıştır. Bir siyasi hareket
için büyüme, gelişme ve başarının böyle sağlanabileceği unutulmamalıdır.
Şimdilerde Partimizin yöneticilerince, büyük bir hevesle yenileşme ve değişim
sözcükleri kullanılıyor ve partimizde yenileşme ve değişim olması bekleniyor. Bu
beklentilerin gerçekleşmesi, yenileşme ve değişim sürecinin bütün boyutlarıyla
planlanmasına, gerekli uygun ortamın ve olanakların sağlanmasına bağlıdır.
Ben buradan bu saygıdeğer yöneticilerimize de ifade etmek istiyorum. Bunun
başlangıç noktası parti içi demokrasiyi sağlamaktır. Parti içi demokrasiyi vakit
geçirmeden sağlamamız gerekir. Bu yetmez. Mesajımızı ortak akla dayandırarak
geliştirmemiz gerekir. Bu çerçevede partililerimizin tümünü kapsayan bir eğitim
sürecinin işletilmesi ve örgüt yapımızın geliştirilmesi gerekir.
Sayın milletvekillerimizin ve parti yöneticilerimizin son aylarda çelişkili
açıklamaları olmuştur. Bu çelişkili açıklamalar doğaldır. Neden doğaldır? Çünkü
bu çelişkili açıklamaların konusu olan politikalar, ne Parti Meclisi’nde, ne TBMM
Grubu’nda ne de başka parti platformlarında yetkili organlar ve partililer
tarafından tartışılarak oluşturulmuş politikalar değildir. Herkesin kendince doğru
bildiği politikalardır. Ben Sayın Genel Başkan’a da söyledim. Arkadaşlarımız
bazen farklı farklı açıklamalar yapıyor ve ben çok zor durumda kalıyorum dediği
zaman kendisine söylediğim şey şudur; efendim kendi aranızda tartışmaya
daha çok zaman ayırın. Ne kadar çok beraber yaşarsanız, ne kadar çok beraber
tartışırsanız söz birliği o kadar kolay olur.
Bir örnek vereyim eski dönemlerle ilgili olarak. Ecevit Genel Başkanken ben
Genel Sekreter Yardımcısıydım. Orhan Eyüboğlu da Genel Sekreterimizdi. Biz
her sabah saat 08.00’de, Ankara’da olan Genel Başkan, Genel sekreter ve Genel
sekreter Yardımcıları olarak Genel Merkezde buluşurduk, gazeteleri orada
okurduk ve en az bir saat birlikte değerlendirmeler yapardık. O gün Partimiz
adına yapılacak açıklamalar orada konuşulurdu. Ecevit bir açıklama yapacaksa
yazar getirirdi, onu değerlendirir ve eleştirirdik, gerekiyorsa değiştirirdik. Biz
açıklama yapacaksak yazar getirirdik, gerekiyorsa değiştirilirdi. Beraber çalışırdık.
Şimdi grubumuz hiçbir meseleyi ciddi olarak oturup tartışmıyor. Bence TBMM
Grubu’nda her şey tartışılmalıdır. Parti Meclisi siyasetin odağı olmalıdır.
77
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
Özetleyecek olursak; Partimiz için yaşamsal bir gereksinim olan yenileşme ve
değişim için yapılması gerek ilk işimiz, Parti içi demokrasinin sağlanmasıdır.
İkincisi, Partimizin yetkili organlarında ve her kademedeki demokratik
platformlarında partinin yeni politikalarını ve yeni söylemini geliştirerek
uygulamaya koymaktır. Üçüncüsü ise, vazgeçilmez bir şekilde, bütün üyelerimizi
kapsayan, planlı ve kademeli ciddi bir parti içi eğitim sürecini başlatmaktır.
Büyük bir memnuniyet duyarak ifade etmek isterim ki, Parti Okulu’nun açılışı
ile Parti içi eğitim konusunda çok başarılı olacağın anlaşılan yeni bir süreç
başlatılmıştır. Genel Merkezimizi ve bu eğitim çalışmalarını özverili bir anlayışla
yürüten arkadaşlarımızı yürekten kutluyor ve kendilerine başarılar diliyorum.
Ben Muş il merkezimizde yürütülen bir parti içi eğitim çalışmasına tanık oldum.
Eğiticilerin eğitimiyle ilgili bir çalışmayı izledim. Bu Parti içi eğitim çalışmasında
kullanılan yöntemin; çok ama çok kısa bir sürede, bir günde, iki günde, üç
günde eğitime katılanlar üzerinde yarattığı coşku ve yönlendirme açısından
sağladığı etki son derece başarılı bir çalışma yapıldığının kanıtıdır diyebilirim.
Başlatılan parti içi eğitim çalışmalarının bütün örgütümüze yaygın hale gelmiş
olması şüphesiz CHP’yi iktidar karşısında ciddi bir alternatif haline getirebilecek
süreci hızlandıracağına ve bütün partililerimizi siyaset yapar hale getireceğine
inanıyorum.
Bütün partililerin siyaset yapar hale getirilip, seçmen odaklı bir sürecin içine
girmelerini sağlayabilirsek çok şeyler başarabiliriz. Seçmenlerle bire bir ilişki,
sağlıklı ve sürekli bir iletişim kurabilmenin yolu mahalle ölçeğinde ve mahalle
içinde de sandık bazında örgütlenmeden geçer. 1970’li yıllardaki siyasal
başarının temelinde bu anlayış ve bu uygulama vardır.
300 seçmenin bulunduğu her sandık bölgesinde en az 3 partilimiz sürekli görev
yapar halde bulundurulmalıdır. Bu görevliler, eğitim çalışmalarıyla ve Genel
Merkez’in göndereceği bilgi ve belgelerle de donatılırlarsa, halkın sorunlarını
algılamak ve isteklerini alarak partimizin politikalarını seçmenlerimize aktararak,
böylelikle seçmenlerimizi etkileyerek ve seçmenlerimizle bütünleşerek
örgütümüz için büyük bir canlılık ve Partimiz için de büyük bir başarı
sağlanabilir.
Bakınız son 30 senede Türkiye, toplumsal örgütlenme açısından cemaat
kültürünün egemen olduğu bir noktaya gelmiştir. 1972 – 1980 yılları
arasında Türkiye’de; 1961 Anayasası’nın getirdiği olanaklardan yararlanılarak
sendikalarıyla, sivil toplum örgütleriyle, partileriyle çok etkili bir toplumsal
yapı oluşturulmuştu. Sendikalar ve sivil toplum örgütleri ile bazı meslek
kuruluşları, öğretmenler başta olmak üzere, halkın bilinçlenmesi konusunda
çok etkili olurlardı. Partimizin gençlik ve kadın kolları çok etkili olurlardı ve biz
78
Değişimi Yaşamak Düzeni Değiştirmek
öylece halkla bütünleşirdik. Bugün gençlik kolumuz yok. Kadın kolumuz yok.
Sendikalarımız yok. Sivil toplum örgütlerimiz yok. Vardır diyemiyoruz.
Karşımızdakilerin parti örgütleri canlı, büyük maddi destekleri var. İmamlar
onlardan, öğretmenler onlardan. Bunlardan daha önemlisi tarikat, cemaat
dedikleri belirli belirsiz toplumsal yapılanmalar onlardan. Allah aşkına
bana söyler misiniz? Özellikle sivil toplum örgütlerinde yöneticilik yapmış
arkadaşlarıma söylüyorum. Bir sendika kurmak, bir meslek kuruluşu oluşturmak,
bir vakıf kurmak, bir dernek kurmak, bir kooperatif kurmak Türkiye’de belli
usullere bağlıdır. Neden? Çünkü bu kuruluşların denetlenebilir olması gerekir.
O nedenle bu kuruşların kayıtları olmalıdır. Bu kuruluşların kayıtları yoktur. Bu
kuruluşların yapıları şeffaf değildir. Para kaynaklarını göremezsinizsiniz, para
hareketlerini göremezsiniz, ne iş yapıyor bunu göremezsiniz. Türkiye’nin bence
en dikkat çekici ve mutlak surette şeffaflaştırılması ve denetlenmesi gereken
kurumları cemaatlerdir. Herkes yeri geldiğinde kanaat önderlerinin fikrini alalım
diyor. Nedir ve kimdir kanaat önderleri?
Şimdilerde, buna karşı nasıl bir toplumsal örgütlenme modeli oluşturulması
gerektiği konusu tartışılmalıdır diye düşünüyorum. Onlarla nasıl yarışacağız?
Onları nasıl aşacağız? Halkımızla nasıl bütünleşeceğiz? Bu konulara
odaklanmamız gerekiyor.
Ben bu cemaatleri; kayıt dışı ekonomi gibi kayıt dışı örgütlenme olarak
görüyorum. Bu kayıt dışı örgütlenmeye karşı tavır koymanın bir yolunu
bulmalıyız.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin en öncelikli sorunu halka ulaşabilmek ve halkla
bütünleşmektir. Partimizi demokratikleştirerek, kadrolarımızı gençleştirerek,
parti içi eğitimimizi yaygınlaştırarak ve örgütümüzü etkinleştirerek bunu
başarabiliriz. Partimizin yakın tarihi iyi incelenirse, özellikle 1965 - 1980 dönemi
iyi incelenirse; halkla bütünleşme ve seçimlerde başarı kazanarak iktidara
ulaşabilme konularında örnek alınabilecek uygulamalar bulunabilir. “Değişimi
Yaşamak” ve Düzeni Değiştirmek” adlı anı kitaplarımı bu amaca katkı sağlayabilir
umuduyla yayımladım.
Konuşmamı sonlandırırken, beni ilgiyle dinlediğiniz için sizlere teşekkürlerimi
sunuyor ve yeniden hepinizi saygı ile selamlıyorum.
79
80
Sayın Şenatalar’a
Teşekkürler...
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
GENEL BAŞKAN YARDIMCISI PERİHAN SARI’NIN AÇIŞ
KONUŞMASI
İyi akşamlar, soğuk bir gün, karlı bir gün, buzlu bir gün. Bu zorlu koşullarda,
değerli konuşmacımız Sayın Burhan Şenatalar İstanbul’dan Ankara’ya gelebildi.
Her şeye rağmen gelebildiğiniz için sizlere de katılımınız için teşekkür ediyorum.
Genel olarak ülkemizin içinde bulunduğu koşullar da zorlu koşullar. Partimizin
şu dönemde yaşadığı koşullar da belki olağanüstü koşullar. Ama bütün bu
koşulların varlığı ülkemizin, halkımızın partimize olan ihtiyacını ortadan
kaldırmıyor. Halkımızın da, ülkemizin de partimize ihtiyacı var. Sosyal demokrat
bir partiye Cumhuriyet Halk Partisi’nin daha sosyal demokrat bir parti olmasına
da ihtiyacı var.
“İçinde yaşadığımız koşullar” derken genel bir değerlendirme ya da genel bir
durum saptaması yapmak istemiyorum. Bunları çokça yaptığımızı düşünüyorum.
Şimdi çözüm üretme zamanı ya da çözüm önerme zamanı olduğunu
düşünüyorum. Koşullar eşitsiz, adil değil ve toplumun çoğunluğundan yana
olumsuzluklar yaratıyor, olumsuzluklar doğuruyor. Bütün bunları aşmak için
bizim yöntemlere, araçlara, stratejilere ihtiyacımız var. Sosyal demokrasi bunun
için en uygun çözüm yolu. Bu koşulları aşmaya olanak tanıyan, bunlara çözüm
üretebilen, yöntemler üretebilen bir sistem sosyal demokrasi.
Bu alana ilişkin görüşlerinin tartışılmaz olan, değerli görüşlerini bizimle
paylaşacak sevgili hocamı buraya davet etmeden önce, onun anlatacağı
konulara partimizin içinde bulunduğu durum nedeniyle daha duyarlı
yaklaşmamız, anlama çabası içinde olarak dinlememiz gerektiğini düşünüyorum.
Sosyal demokrasinin örgüt ve siyaset anlayışının, bizim önümüzdeki süreçte
yaşayacağımız kurultayımızda da aklımızda bulundurmamız gereken, bize yol
gösteren düşünceler olacağını biliyorum. Hocamı davet ediyorum. Buyurun
hocam.
83
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
KONUŞMACI: PROF. DR. BURHAN ŞENATALAR
Değerli arkadaşlar, sözlerime başlarken hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Ben kendi adıma bu kadar kalabalık olacağını tahmin etmemiştim. Hava çok
soğuk olduğu için 10 – 15 kişi gelir, ben de hani tiyatroda gösteri başlamadan bir
gece önce son prova yapılır ya, ben de bir son prova gibi gelir giderim İstanbul’a
diye düşünmüştüm. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Tabii kendi açımdan
mutlu olduğum gibi CHP’nin parti okulunda böyle bir toplantıya katılmış
olmanızdan dolayı da mutlu oldum ve bu binanın çok ciddi bir olanak olduğunu
düşünüyorum. İkinci gelişim bu. İki ay kadar önce bir defa daha gelmiştim.
Ve buranın zaman içinde çok daha canlı bir şekilde değerlendirileceğini,
kullanılacağını ümit ediyorum.
Şimdi benim konum çok geniş bir konu doğrusu. Bunun içinden aslında birkaç
parçayı seçsem daha mı iyi olur diye düşündüm. Fakat baştan itibaren de
böyle bütünsel bir sunum yapayım diye yola çıkmıştım. Dolayısıyla o sunumu
yapmaya çalışacağım.
Konumuz sosyal demokrasinin siyaset ve örgüt anlayışı. Özellikle siyaset
anlayışı üzerinde durarak başlayacağım. Örgüt anlayışı üzerinde bundan sonra
duracağım. Türkiye somutuyla ilgili bir şeyler söyleyeceğim, ama daha sonra
söyleyeceğim. Dolayısıyla biraz tarihi ve genel başlayacağım. Sonra Türkiye’yle
ilgili konuşacağım.
1) Şimdi siyaset anlayışı ve örgüt anlayışıyla ilgili iki tane temel soru hemen
akla geliyor. Bunlardan bir tanesi siyaset ne için yapılır? Siyaset ne için yapılır
dediğimiz zaman, buna sosyal demokrasi açısından bir cevap vermeye çalışarak,
o amaçla soruyorum bu soruyu. Yoksa şunu diyebiliriz. İşte günümüzde
Türkiye’de insanların birçoğu imar komisyonuna girmek için siyaset yapıyor vs.
onlara değinmek istemiyorum. Sosyal demokrasi siyasetin amacını esas olarak
dünyanın değiştirilmesi olarak özetliyor. Toplumun değiştirilmesi, insanların
geliştirilmesi. Yani esas olarak karşı karşıya bulunduğumuz tabloyu iyiye doğru
değiştirmek. İçinde bulunduğumuz düzeni iyiye doğru değiştirmek. İnsanların
ilişkilerini iyiye doğru değiştirmek. Kamu yönetimini iyiye doğru değiştirmek.
Esas olan bu dünyayı değiştirmek, toplumu değiştirmek. O anlamda da düzeni
değiştirmek.
Bu genel amacın içinde tabii her sosyal demokrat partinin mutlaka bir kendi
içinde bulunduğu ülkeye göre amaçları, onların altında hedefleri olacak.
Bunları yazdığı bir programı olacak. Düşündüğü bir stratejisi olacak. Buna göre
uyguladığı taktikleri olacak. Siyasetin amacı bu sosyal demokrasi açısından.
84
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
İkinci soru da aynı derecede önemli. Siyaset nasıl yapılmalı? Yani bunu nasıl
yapacağız? Şimdi bir bakış açısına göre mesela sosyal demokrasiden farklı olan
bir sol akıma göre, özellikle Leninizm’e göre bunu yapacak bir parti vardır, çelik
disiplinli bir partidir. Çelik çekirdek vardır, öncü kadrodur vs. vs.
Şimdi sosyal demokrasi siyaset tarzını şöyle görüyor. Yöntem varılacak amaç
kadar önemlidir. Yöntem amaçtan soyutlanamaz. Dolayısıyla nasıl bir dünya
kurmak istiyorsanız, oraya gidiş yolunuz da benzer şekilde olmalıdır. Dolayısıyla
bunun kurallarını, yöntemlerini, süreçlerini düşünmek, kurgulamak lazım.
Tüzük bunun bir parçası. Ama aynı derecede önemli olan, kağıt üzerinde yazılı
olan meseleler kadar en az önemli olan, örgüt kültürü, gelenek, alışkanlıklar.
Dolayısıyla alışkanlıklar ve örgüt kültürü kötü de olabilir. Dolayısıyla çok iyi şeyler
yazılmış bir tüzükle çelişebilir de. Tüzük devamlı çiğnenebilir de. Dolayısıyla
burada kast edilen demek ki yazılı metinlerimiz, sözlerimiz, söylemimiz ve
eylemimiz, davranışımız ve örgüt kültürümüz aynı şekilde olmalı, benzer olmalı,
üst üste olmalı.
2) Şimdi sorduğumuz iki sorunun yanıtlarını aradığımız zaman, yani ne için
yapılıyor siyaset ve nasıl yapılıyor? Ne için yapılmalı, nasıl yapılmalı? Bunların
yanıtının özü aslında sosyal demokrasinin temel değerlerinde yatıyor. Sosyal
demokrasinin temel değerleri tarihsel olarak sosyal demokrasiye münhasır değil,
sosyal demokrasiyle sınırlı değil. Çünkü burada gördüğümüz özgürlük, eşitlik,
kardeşlik aslında 1789 Fransız Devrimi’nin ilkeleri, temel değerleri. Zaman içinde
yalnız eşitlik biraz yanlış yorumlanabildiği için hakkaniyet veya adalet kelimeleri
kullanılarak ifade ediliyor. Daha doğru bir ifade olduğu için. Bence en doğru
ifade hakkaniyettir. Ama adalet diye yaygın olarak da kullanılıyor. Kardeşlik
yerine de dayanışma diyoruz. Bu daha doğru bir ifade.
Şüphesiz bu üç temel değerden ibaret değil sosyal demokrasi. Bunların yanına
mesela uluslararası barışı koyabiliriz. Çevrenin korunması ve sürdürülebilirlik
koyabiliriz. Dolayısıyla tarihsel olarak bu üçü çok söylenegeliyor, ama bunlarla
sınırlı değil. Daha önemlisi sosyal demokrasi açısından önemli bir nokta bu üç
değerin bütünlüğü, bu üç değerin birini tamamlıyor olması ve bu üç değerin
eşdeğerliliği. Yani bunlar arasında bir hiyerarşi yok ve sosyal demokrasi diyor
ki, bunlar birbirini tamamlar. Yani insanlar özgür oldukça eşitliğe doğru gidilir.
Dayanışmayla eşitlik amacına doğru gidilir. Bunlar birbirine rakip değildir.
3) Şimdi özgürlük kavramı bana sorarsanız, Türkiye’de sosyal demokrasinin
üzerinde çok düşünmesi, çok tartışması ve çok irdelemesi gereken bir alan.
Türkiye’de sorduğumuz zaman özgürlüklere taraftar mısın? Hayır diyecek
çıkmaz. “Tabii ki taraftarım” der çoğu kimse. Ama somut konulara geldiğimizde,
85
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
Türkiye’de özgürlük anlayışının o kadar da derin olmadığını, geniş olmadığını
görmek durumunda kalıyoruz.
Dolayısıyla özgürlük konusunu bir klişe olmaktan çıkartmak için hangi
özgürlükler ve bunlar nasıl oluyor, nasıl olabilir, Türkiye’de ne kadar var? Ne
kadar yok? Bizim kendi yakınımızdaki partilerde ne kadar var? Kendi ailemizde
ne kadar var? Bütün bu soruları irdelememiz gerekiyor.
Özgürlük konusunda öncelikle devlet karşısında yurttaşın özgürlüğü önemli.
İkincisi toplum karşısında bireyin, yurttaşın özgürlüğü. Toplumun baskıları
karşısında bireyin özgürlüğü. Bu baskılar bazen bir cemaatin baskısı olabilir,
bir partinin baskısı da olabilir. Bir işyerindeki baskı da olabilir. Toplumun değer
yargıları özgürlükleri bastırıyor olabilir. Türkiye’de de bu bilinen bir sorun.
Piyasa mekanizması ve sermaye karşısında özgürlük. Burada da hem sendikal
ilişkiler açısından, sendikal haklar ve özgürlükler, hem de bireylerin piyasa
mekanizmasının işleyişi karşısında güçsüzleşmesi, işsizleşmesi, yoksullaşması.
Bütün bunlar özgürlükleri sadece teorik hale getirir. Kağıt üzerinde kalmaya
mahkum hale getirir.
Feodal baskılar. Gerek ağa baskısı veya şeyh baskısı gibi. Gerek feodal kültürün
baskıları. Töre cinayetleri vs. gibi. Erkek egemen anlayış Türkiye’de çok ciddi bir
sorun. Erkek egemen anlayış işyerlerinde, ailelerde, sivil toplum ilişkilerinde bir
sürü yerde karşımıza çıkıyor. Özgürlük karşıtı bir sorun da otoriter eğitim anlayışı.
Mesela devlete bir ölçüde tapınma anlayışı eğitim sürecinden geliyor. Devletten
korkma anlayışı eğitim sürecinden geliyor. Kişileri mitleştirme eğitim sürecinden
geliyor.
Türkiye için ciddi bir sorun şovenizm. Tabii kimse kendine “ben şovenim”
demiyor ama kendine sosyal demokratım diyen insanlar arasında da şoven insan
az değil. Dolayısıyla “milletime söz söyletmem, benim tarihim aslanlar gibidir,
tarihime söz söyletmem”. Bu tavırların hepsi aslında özgür düşünceyi frenliyor.
İnsanların her şeyi rahatlıkla ifade etmesini engelliyor.
Dolayısıyla ben özgürlükle ilgili olarak, Türkiye’de sosyal demokratların aslında
yeteri kadar özgürlükçü olmadığına inanıyorum. Sosyal demokratlardan başka
bir hareketin de daha özgürlükçü olamayacağına inanıyorum. Dolayısıyla
sosyal demokratların biz nasıl daha özgürlükçü olacağız sorusuyla çok meşgul
olmaları lazım. Yeterince özgürlükçü müyüz? Hangi konularda özgürlükçüyüz
zannediyoruz da aslında değiliz. Bunun üzerinde çok durmamız lazım. Bize ters
gelen fikirlere yanıt vermeden önce acaba doğru anladım mı, böyle bir özgürlük
86
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
benim değer yargılarımla olamıyor mu? Neden olamıyor? Aslında olabiliyor da,
ben henüz o noktaya gelmedim mi? Bunu sorgulamamız lazım.
Önemli bir nokta da şu: özgürlük anlayışı sosyal demokratlar açısından
liberallerden farklı. Yani liberalizmin özgürlük anlayışıyla sosyal demokrasinin
özgürlük anlayışı farklı. Liberalizmin özgürlük anlayışı devlet karşıtı bir anlayış.
Liberalizme göre özgürlükleri sınırlayan bir numaralı, en önemli unsur devlet.
Dolayısıyla devlet ne kadar az karışırsa, o kadar özgür olurum. Sosyal demokrasi
böyle demiyor. Sosyal demokrasinin devletin rolüne bakışı farklı. Sosyal
demokrasi diyor ki, bazı müdahaleleri devletin benim özgürlüklerimi kısıtlar.
Doğru. Yani devlet gelip şöyle gazete çıkartamazsın, böyle televizyon açamazsın,
şu dilde yayın yapamazsın. Öbür kişiye şu lafı edemezsin, bu kişiye bu lafı
edemezsin dediği zaman, benim özgürlüğümü sınırlıyor. Buna karşı olmam lazım
sosyal demokrat olarak. Ama aynı zamanda şunu da biliyorum ki, örneğin feodal
baskılar, erkek egemen toplum, sermayenin baskıları. Bunlar karşısında sosyal
demokrasi diyor ki, siyasete katılarak, siyaseti etkin kullanarak bu konulardaki
baskıları kaldırma konusunda devlet eliyle, devlet kanalıyla müdahalelerde
bulunmamız lazım. Yani bir anlamda biz sosyal demokratlar olarak devlet
kanalıyla özgürlüklerin yolunu açmakla yükümlüyüz. Dolayısıyla devleti
mutlaka özgürlük karşıtı olarak görmüyoruz. Özgürlük karşıtı bir tarafı olduğu
kadar özgürlüklerin önünü açacak bir takım roller de oynayabilir. Özellikle
insanların temel ihtiyaçlarının karşılanması konusunda, yani eğitime erişebilme,
sağlık hizmetine erişebilme, sosyal güvenlikten yararlanabilme, bunlar benim
özgürlüklerimi kullanmamı mümkün kılıyor, kolaylaştırıyor. Dolayısıyla sosyal
demokrasi bu yönünün önemli olduğunu söylüyor.
Aslında özgürlüklerimizi kullanmanın bir tanımı da şudur; yeteneklerimizi
geliştirebilmemiz. Yani Pülümür’de doğan çocuğun da ODTÜ Makine
Mühendisliğine girebilir olması. Onu biz bu düzeye getirebiliyorsak,
kurduğumuz düzenle onun özgürlüğünü gerçekleştiriyoruz demektir. Eğer biz
onu ilkokul 4’ten itibaren çıkıp hayvancılık yapmak zorunda bırakıyorsak, onun
özgürlüğünü baştan kısıtlamış oluyoruz. Dolayısıyla insanların sadece böyle bir
okul eğitimi almak değil, spora yatkınsa spor yapabilmesini sağlamak, müziğe
yatkınsa müzikle ilgilenmesini sağlamak, yabancı dile yatkınsa yabancı dil
öğrenebilmesini sağlamak. Bütün bunların önünü açmak ve onu teşvik etmek
yeteneklerini geliştirmek demek. Özgürlüğü sağlayacak olan da işte sadece
önündeki engelleri kaldırmak değil, onu teşvik etmek. Dolayısıyla bir anlamda
da yeteneklerini geliştirme yeteneğini kazandırmak. Yani hangi yetenekleri
olduğunu kendisinin kavraması, kendi tercihlerine ve ihtiyaçlarına göre
önünün açık olması, yerel yönetimlerin, gençlik spor bakanlığının, sivil toplum
kuruluşlarının bu yetenekleri kullanmasını kolaylaştırması.
87
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
4) Şimdi geçiyoruz ikinci meseleye. Hakkaniyet, adalet meselesi. Şimdi burada
önce tanıdık olduğumuz bir mesele var. Yani bildiğimiz bir mesele. Gelir
dağılımında adalet, servet dağılımında adalet, sağlık hizmetlerine, eğitim
hizmetlerine erişimde adalet. Türkiye’de muazzam bir sorun olduğunu biliyoruz
bunların. Bunlarla ilgili sosyal demokratların en azından inançlarının çok pozitif
yönde olduğunu biliyoruz. Ama ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını, nasıl
finanse edeceklerini çok da iyi bilmiyoruz. Yani bir anlamda iyi niyet var, ama ev
ödevi eksik.
Şimdi burada paylaşım adaleti yanında önemli olan ikinci nokta “tanınma
adaleti”. Bu ne demek? Biz eğer belli inanç gruplarını diğer inanç gruplarına
göre ikinci sınıf durumuna koymuş isek, orada işte bir adaletsizlik var, orada
bir hakkaniyetsizlik var. Dolayısıyla burada bir tanınma adaleti kavramı ön
plana geçiyor. İnancından dolayı Türkiye’de akla gelebilen ilk grup Aleviler.
Ama aynı zamanda “ben dinsizim” diyen insanlar, “ben tanrıya inanmıyorum”
diyen insanlar, “ben Hristiyan’ım” diyen insanlar, ben “Hristiyanlığı tanıtmak
istiyorum” diyen kişiler. Bunlarla ilgili çok ciddi sıkıntılarımız var. Etnik gruplar
açısından birinci derecede Kürtler. Cinsiyet ve cinsel yönelim. Birinci derecede
kadınlar, arkasından gay, lezbiyenler, transseksüeller. Şimdi bunlarla ilgili olarak
ciddi bir adaletsizlik var. Bu adaletsizlik türleri nerelere doğru gidiyor? Mesela
inkar, yok sayma, küçümseme, hor görme, dışlama, ayrımcılık, baskı, şiddet.
Bunların hepsi ile ilgili de çok ciddi şekilde hesaplaşmak ve bunların hepsine
karşı politikalar üretmek ihtiyacı var. İnsanları kimliksizleştirmek, asimilasyon,
dilsizleştirmek, dilini kullandırtmamak. Bunların hepsiyle çok ciddi hesaplaşması
lazım sosyal demokrasinin. Kuşaklararası adalet, yani çevrenin korunması ve
kaynakların sürdürülebilir bir süreç içinde kullanılması. Bir çoğunuzun bildiğini
tahmin ediyorum. Kızılderelilerin bir sözü varmış. Diyorlar ki, bu dünya bize
dedelerimizden miras kalmadı. Bu dünyayı biz gelecek kuşaklardan ödünç aldık.
Daha sonraki kuşaklara ne bırakıyoruz? Bütün bunları tabii sosyal demokrasi
şöyle bir perspektifle değerlendiriyor. Bizler tekil yurttaşlar olarak çevreyi
kirletme konusunda veya iklim sorunları konusunda fazla zararlı bir faaliyette
bulunmuyoruz. Bunu yapanlar daha çok büyük şirketler, zengin ülkeler, ama aynı
şekilde yeni kalkınmakta olan Çin. Dolayısıyla burada biz gelecek kuşaklarla ilgili
bir adalet düşünüyorsak bunun küresel düzeyde, global düzeyde düşünülmesi
gerektiği de açık.
Öğrenme ve önyargıları aşma gereksinimi hepimiz için çok önemli. İstisnasız
hepimiz için bu konularda bir takım önyargılarımız olduğunu kabul etmemiz
lazım. Bir takım olumsuz alışkanlıklarımız olduğunu kabul etmemiz lazım. Ve
de eğitim süreciyle bize uygulanan endoktrinasyondan gelen önyargılarımız
olduğunu kabul etmemiz lazım. Bunlarla ciddi şekilde hesaplaşmamız lazım.
88
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
Küçük ve ilginç bir örnek vereceğim şimdi size. Lefter’in heykeli. Kadıköy’de
Lefter’in bir heykeli var çoğunuz biliyorsunuzdur. Bu heykelin kaidesinde bir
yazı var. O yazının en altındaki bölüme Cumartesi günü Radikal gazetesinde bir
kadın spor yazarı (F. Pere) dikkat çekti. Ne yazıyor bakın en altında? Hatırladığım
kadarıyla şöyle: “Ordinaryüs lakabıyla anılan efsane 1963’te futbolu bıraktıktan
sonra ülkemizden ayrılmayarak Büyükada’ya yerleşmiştir.” Nedir buradaki
hata? Sanki Türkiye Lefter’in ülkesi değil. Şimdi bakın korkunç bir şey bu. Bakın,
sözde Lefter başımızın üstünde yeri olan bir insan, medarı iftiharımız falan. Ne
demek “ülkemizden ayrılmayarak?” Bir heykel dikiyorlar. Eminim bu yazıyı son
dakikada birisi gelip oraya eklemedi. Fenerbahçe yönetim kurulu muhtemelen
bunu konuştu, etti, a güzel olmuş falan dedi. Zihinlerin bir yerinde bir anlayış
var: demek ki Lefter’in Yunanistan’a gitmesi gerekiyordu, ama gitmedi Lefter.
Bu memlekette 100 sene evvel yüz binlerce Rum varmış, bir kısmı iradesiyle, bir
kısmı iradesine rağmen gitmiş. Ama kalanlar benim kadar Türkiye Cumhuriyeti
yurttaşı. Ne demek ülkemizden ayrılmayarak Büyükada’ya yerleşti. Zaten
Büyükada’da doğmuş. 1925’te doğmuş. Yani deseydi ki, çok sevdiği Büyükada’ya
yerleşmiştir. Anlamlı bir şey olurdu. Şimdi bu konuyu yazar demiş ki, bunu biran
evvel düzeltin. Umarım düzeltirler.
Bu örnek bizim tanınma adaletiyle ilgili bazı şeyleri ne kadar kolay gözden
kaçırabildiğimizi ifade ediyor. Şimdi temel değerlerin siyasete yansıtılması,
temel değerleri önce bizim kafamızda berraklaştırmamız, berraklaştırmamız,
berraklaştırmamız lazım. Çok okuyarak, çok tartışarak, kendi kendimizi
eleştirerek, birbirimizi eleştirerek ilerletmemiz lazım. Ama tabii o kadar kolay bir
şey de değil. Yani ekonomik gelişme düzeyiyle ilgili bir tarafı var bunun. Sınıfsal
yapıyla ilgili bir tarafı var. Hukuk düzeni ne kadar frenliyorsa, onunla ilgili bir
tarafı var. Yani ben şimdi Rumlar, Ermeniler veya Kürtler, Alevilerle ilgili bir şey
okumak istediğim zaman o kitapların bazılarının basılması yasaksa, benim de
kendi zihnimi açmam o derecede zorlaşıyor.
Örgütler içinde birbirimize aktarıyoruz fikirlerimizi. Akraba ziyaretlerinde
çok az oluyor bu. Eğitim düzeyi ve eğitimin içeriği. Eğitimin içeriği Türkiye’de
evvelden beri oldukça şoven ve hala Türkiye’de şu kadar milyon Kürt var
diyoruz, ama edebiyat kitaplarımızda Kürt yazar diye bir kavram yok. Ermeni
yazar diye bir kavram yok. Bu akıl almaz bir şey. Radyoda ismini duyduğumuz
zaman belki Ermeni olduğunu anladığımız besteciler var Türk musikisinde. Ama
kitaplarımızda bunlara hiç değinmemeyi tercih etmişiz.
Dönemin ideolojik rüzgarı da çok önemli tabi. Dönemin ideolojik rüzgarı bir
hegemonya kuruyor. 1950’ler de bütün dünyada antikomünizm hakimdi batı
dünyasında. Türkiye’yi de o etkiliyordu. 68’de bir ferahlama oldu dünyada.
89
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
Türkiye’de de oldu. 1980’lerden itibaren de neo liberal rüzgar geldi. Dolayısıyla
temel değerlerle ilişkimizi dönemin ideolojik rüzgarı da etkiliyor.
5) Şimdi örgütlenmeye nasıl yansıyacak bizim bu temel değerlerimiz? Haliyle
özgürlüğü önemsiyorsak, parti içinde de özgür tartışma olabilmesi ve parti içi
demokrasinin olabilmesi lazım. Parti içi demokrasi her şeyi mutlaka en geniş
katılımla oylayarak yapacağız anlamına gelmez. Ama mümkün mertebe geniş
katılımla yapacağız anlamına gelir. Şimdi biraz sonra örnekler vereceğim. Batı
sosyal demokrat partileri bazı işleri bize göre çok daha geniş katılımla yapıyorlar.
Onun üzerinde duracağım.
En önemli ön koşul eşit ve özgür üyeler. Eşit, özgür, aynı zamanda sorumluluk
sahibi üyeler. Bunun için de kapsamlı, yaygın ve eleştirel eğitim. Önemli bir ilke
de bilgiye dayalı siyaset ve üretime dönük siyaset. Siyasetin Türkiye’de bilgiyle
ilişkisi son derece sınırlı. Çoğu zaman işte kongre meseleleri, lider şu olmasa,
başkası olsa daha iyi olmaz mı meseleleri vs. gibi. Dolayısıyla üretime dönük
olmaktan ziyade çekiştirme, çekişmeye dönük bir siyaset anlayışı.
Önemli bir diğer konu, katılımcı karar ve üretim süreçleri oluşturmak. Yerel
düzeyde, merkez düzeyinde üyeler arasında parti içinde etik değerlerin egemen
olması, yoldaşlık anlayışının egemen olması, hukukun egemen olması. Bu
yoldaşlık anlayışı belki 60’lı yıllarda daha fazlaydı da, şimdi daha zayıflamış
olabilir Türkiye’de. Ben de öyle bir izlenim var. Ve çok fazla geçmiş çelişkilere,
çatışmalara dayalı bir anlayış ve parçalanma eğilimi var. 20 – 25 yıldır siyasetin
içinde olan insanlar geçmişteki kötü deneyimleri, öfkeleri, dargınlıkları aşmalı.
Böyle bir olumsuz hafızayla yoldaşlık olmaz. Öte yandan yoldaşlığın gerçekten
olabilmesi için de süreçlerin, kuralların oldukça nesnel ve saydam olması lazım.
Yerelin önemi ve etkinliği konusunu da kısaca vurgulayayım. Rahmetli Erdal
İnönü’nün şöyle bir tespiti vardı. Diyor ki, yerel örgüte gidiyorsun, “sizin burada
ne gibi sorunlar var” diyorsun diyor. “Güzel güzel onu anlatacağına o da
hemen memleketin genel siyasetine atlıyor” diyor. Şimdi böyle bir sorun var.
Yerel örgütler önemli diyoruz ama yerel örgütler, yerel sorunlar konusunda
ne kadar başarılı, ne kadar becerikli, bu çok ciddi bir sorun. Şimdi yerelin
önemiyle ilgili sizlere benim çok beğendiğim bir örnek vereceğim. Bir kitap.
“CHP’nin Kahramanmaraş’taki son 37 yılı 1973 – 2010.” Kahramanmaraş’la
ilgili bir kitap yazmış bir arkadaşımız. 100 sayfadan fazla, 30 yıllık bir dönemin
Kahramanmaraş’taki siyasetini sayısal verilerle çok güzel analiz etmiş. Sayın
Halûk Gül’ün bu çalışması şimdi gerçekten takdire şayan bir örnek bence. Yani
her yerelde bu tür çabaların gösterilmesi gerekli diye düşünüyorum. Tabii
istatistikleri de yine saygıdeğer Erol Tuncer’in çalışmalarından almış.
90
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
Diğer bir mesele, liderin önemi, lider kültürü. Hatta lider kültü, lidere tapınma
olayı. Kuşkusuz lider çok önemli. Medya çağında lider önemsiz değil, kesinlikle
çok önemli. Ama lider bir mutlak otorite olursa, her şeyi o belirlerse, insanlar
ondan korkarsa, insanlar ona bir şekilde kendini beğendirmek için baskı
hissederse, burada ilişki çarpılmış demektir. Dolayısıyla lider eşitler arasında
birincidir. Lider liderliğini yapacaktır. Zaten kendisi performansıyla liderliğini
kabul ettirecek. Yoksa bir insanın ben liderim demesiyle lider olunmuyor
şüphesiz. Ama Türkiye’de bizim geleneksel kültürümüzden gelen, biraz ailedeki
otorite figürlerinden gelen, lider karşısında üyelerin bazılarının fazla güçsüz
kaldığı, hatta ezik kaldığı biçiminde bir problemimiz var. Dolayısıyla lider
önemlidir. Ama lider kültürünü daha eşitlikçi bir şekilde geliştirmemiz lazım.
Yenilenme ve değişim kapasitesi. Başarılı bir partinin taşıması gereken en önemli
özellik bu. Kendini yenileyebilme kapasitesi, kendini değiştirebilme kapasitesi.
Bunu barışçı yollardan, kırmadan, dökmeden yapabilmesi. Bunu tartışarak,
uzlaşarak yapabilmesi. Şimdi bunlardan birkaçı hakkında biraz parantez
açacağım.
Şimdi, lider meselesiyle ilgili birkaç şey daha söyleyeceğim. Sosyal demokrat
partiler batıda bize göre daha başarılı gözükebilir. Ama 150 yıllık bir tarihten
geliyor Alman Sosyal Demokrat Partisi. Şaka değil, 150 yıl. Ve de bizden farklı
olarak işçi sınıfı hareketinden geliyor. Gerçekten soldan geliyor. Ve bir tarihten
itibaren çok ciddi teorik tartışmalar yapılarak geliniyor. Yani Bernstein’ı var,
Kautski’si var. Bunların hepsi de çok ciddi tartışmalar yapmışlar.
Şimdi 150 yıllık bir tarihten geliyor. İşçi sınıfı hareketinden geliyor. Ona rağmen
çok ciddi sorunlar yaşadılar ve çok ciddi sorunları yaşarken lider konusunda
devamlı bir takım değişimler gerçekleştirdiler. Bu konuda iki ülkeyi örnek
göstereceğim. Bunu çok ciddi şekilde yapmış olan. Bir tanesi Almanya. Uzun
yıllar Willy Brandt gibi karizmatik bir lideri vardı. Arkasından Helmut Schmidt
geldi. 1980’lere girdikleri zaman Helmut Kohl iktidarda ve sosyal demokratlar
sıkıntıda. Önce Vogel isminde görece yaşlı bir lideri getirdiler. O olmadı
değiştirdiler Engholm isminde bir başkan getirdiler. O olmadı, arkasından
Lafontaine’i getirdiler. O olmadı arkasından Müntefering’i getirdiler. O olmadı,
arkasından Kurt Beck diye birisini getirdiler. Hastalandı bıraktı, şimdiki başkanı
getirdiler Sigmar Gabriel. Sigmar Gabriel 59 doğumlu. 18 yaşında partiye girmiş,
18 yaşından itibaren sosyal demokrat pratiğin içinde. 40 yaşındayken Aşağı
Saksonya eyaletinin Başbakanı olmuş, sonra da partinin Genel Başkanı oldu.
Şimdi bakın, 18 yaşında partiye giriyor, 40 yaşında bir eyaletin başbakanı oluyor.
150 yıllık tarih bu olanağı veriyor insanlara. Almanya’da sosyal demokrat partinin
başına geçen insanların veya Başbakan olan sosyal demokratların önemli
91
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
bir kısmının ya mesela Berlin belediye başkanlığı (Willy Brandt) veya eyalet
başbakanlığı deneyimi var, Schröder gibi. Demin Schröder’i atladım, Schröder de
vardı. Scharping vardı. Şimdi bakın, 20, 25 yılda 7 – 8 tane başkan değiştirmişler.
Hiçbiri tekrardan gelip adaylığa girmemiş. Bırakan bırakıyor. Yani bu deneme
tahtası değil. Olmadı, bırakıyor.
Alman sosyal demokrat partisinin başka bir yöntemi daha var. Parti başkanı
mutlaka Başbakan adayı olmayabiliyor. Yani parti başkanlığını çok iyi
yapıyorsunuzdur, ama Başbakan olarak topluma çok cazip gelmeyebilirsiniz.
Parti diyor ki, bu başkanımızdır, ama Başbakan adayı olarak şu kişi toplumda
daha büyük destek görecek. Onu tabii anketlerle zaten anlamış oluyor. Onu
çıkartıyor. Şimdi burada hem akıllılık var, hem de yoldaşlık var, hem de tevazu
var, sabır var.
İngiltere’de de benzer bir sıkıntı yaşandı. 79’da Margaret Thatcher başa geçti.
İşçi hareketini ezdi geçti, sosyal devleti ezdi geçti. Bir şekilde seçim kazanmak
istiyorlar sosyal demokratlar, İngiliz İşçi Partisi. Önce onlar da gittiler sol kanattan
bir yaşlı başkan getirdiler Michael Foot, keskin söylemi vardı. Arkasından Neil
Kinnock’u getirdiler. İki seçime girdi, tutmadı. Partiyi yenilemeye çalıştı, kendi
imajını oturtmaya çalıştı, olmadı. Arkasından Blair geldi, kazandı. Üç dönem
İşçi Partisi arka arkaya seçim kazandı. Blair tamamen yıprandı. Özellikle de Irak
meselesinden dolayı. Irak’ta Amerika’nın peşine takıldı, bütün kariyerini sıfırladı.
Ondan sonra Gordon Brown geldi. İngiliz ekonomisi aşağı doğru gidince, o da
mecbur kaldı bıraktı. Arkasından yapılan seçim çok enteresan bakın. 4 tur seçim
yapıldı başkanlık için. 5 tane aday giriyor. Şöyle bir sistemleri var. Birinci turda
en az alan kopuyor. İkinci turda 5’ten 4’e indiniz. 4’ten en az alan kopuyor, 3’e
iniyor. İkiye geldiğinde karşı karşıya kalan iki kardeşti. Şimdi bizim kuşağımızın
okuduğu yazarlardan biri vardı Ralph Miliband diye. İki tane oğlu var. David
Miliband, Ed Miliband, iki kardeş birbirine karşı aday oldu. Bir tanesi %50.65’le
kazandı. Öbürü de %49.35’le kaybetti. Enteresan tarafı da şu; 4. turda kazanan
ilk 3 turda kardeşinden geride kalmış. Sayılara baktığınız zaman o ikisi arasında
1., 2., 3. turda David ilerde ama 4. tura geldiği zaman Ed Miliband kazanıyor.
Orada şu anda Ed Miliband artık başkan. Başarılı mı, başarısız mı zaman içinde
görülecek.
Şimdi sistemlerden hiçbirini aynen alıp kopya etmek anlamlı olmaz şüphesiz.
Ama kendimize uygun bir sistemi hem adalet açısından, hem performans
açısından oluşturmak gerekir. Bunu söylemeye çalışıyorum.
6) Şimdi sosyal demokrasinin seçim kazanabilmesi için kendi temel değerleriyle
dünya görüşünü içinde yaşadığı toplumun ihtiyaçları, hedefleri, istekleriyle
buluşturması lazım. Kendi değerlerini ve dünya görüşünü insanların istek,
92
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
ihtiyaç, beklenti ve umutlarıyla birleştirmesi lazım. Bu nasıl olacak? Türkiye’de
bunun bugüne kadar olmadığını biliyoruz. Bununla ilgili değişik kanaatler de
var. Mesela bir tanesi “seçmen hep yanılıyor.” Böyle bir şey olmaz. Zaten bir tane
seçmen diye bir kavram yok. Bazen gazetelerde yorumlar çıkabiliyor seçimlerden
sonra. “Seçmen CHP’ye dedi ki, sen muhalefette kal. Seçmen AKP’ye dedi ki sen
de başa geç” yani böyle bir şey olmaz. Seçmen diye tek bir şey yok. Dolayısıyla
seçmen ne hep yanılır, ne de her zaman doğru karar verir. Bu da bir abartma.
Bazı yazarlar da şunu söylüyor: “Seçmen 50’den buyana hep doğru karar verdi”.
Nereden anlıyoruz ki hep doğru karar verdiğini. Yani hep doğru karar vermedi
dediğimiz zaman bu seçmene hakaret değil. Yani burada seçmeni ne aptal
yerine koyalım, ne de son derece zeki ve fevkalade akıllı yerine koyalım. Böyle
bir şey yok. Bazı ülkelerin seçmeni daha eğitimli. Örneğin İskandinav ülkeleri.
Bazı ülkelerin seçmeni çok daha eğitimsiz. Örneğin Amerikan seçmeni. Bir önceki
seçimde Amerika’da Obama’nın kazandığı seçimde biliyorsunuz Sarah Palin diye
bir kadın çıktı, dünyadan habersiz bir kişi. Ama bir sürü insan destekledi. Şöyle
söyleyeyim, Amerika’nın Irak’a girişini Amerika’nın çoğunluğu destekledi. Ve
zannettiler ki, orada kimyasal imha silahları var onun için giriyor Amerika. Bütün
anketlerde bunu söylediler. Doğru olmadığı ortaya çıktı.
Şimdi beklentiler ve umutlar, istekler öfkelerle temel değerlerimi, stratejimi,
söylemimi buluşturmak istiyoruz. Güven verme meselesi çok önemli. Yani
“bunlar yapabilir” dedirtmek çok önemli. Bunlar yapabilir diyebilmek için
de bir; “bunlar dürüsttür, yapma niyetleri iyidir, beni düşünüyorlar, toplumu
düşünüyorlar”. İki; “kapasiteleri var, kadroları var, projeleri, programları var”. Bu
bütünlüğü sağlayamadığım sürece o zaman tabii ki, teveccühe mazhar olmam
mümkün değil. Şimdi burada bir parantez daha açmak istiyorum. Türkiye’de
bir türlü kafaların netleşmediği konulardan biri seçmenin oy davranışıyla ilgili.
Güvenilir araştırmalar şunu gösteriyor mesela, CHP’nin oyları eğitim düzeyi
yukarı doğru çıktıkça, daha yüksek. CHP’nin oyları yaş yukarıya doğru çıktıkça,
daha yüksek. CHP’nin oyları düşük gelirlilerden yüksek gelirlilere doğru çıktıkça
daha yüksek. CHP’nin oyları varoştan apartmanlara ve sitelere doğru gittikçe
daha yüksek. Bu tespit çok önemli. Şimdi bunun kabahatini de şunda mı, bunda
mı göreceğiz önemli değil. Bu tespiti doğru yapmamız önemli. Bu işleri en iyi
bilen akademisyen arkadaşlarımızın çok sayıda araştırmasından ortaya çıkan
bazı noktaları tespit edelim. Bir; sınıfsal aidiyet Türkiye’de oy verme davranışını
ciddi şekilde etkiliyor mu? Etkilemiyor mu? Etkilemiyor. Yani işçiler sola oy verir,
işçi olmayanlar da sağa oy verir. Böyle bir şey Türkiye’de kesinlikle yok. Artı
dünyada da birebir yok. Yani işçiler otomatik olarak sola oy verseydi, İngiltere’de
İşçi Partisinin hiçbir zaman düşmemesi gerekirdi iktidardan. Çünkü çalışan
nüfusun %80’i ve daha fazlası ücretli çalışıyor. Aynı şey Almanya için, Fransa için
geçerli. Dolayısıyla işçi olunca otomatikman sola oy vermiyor insanlar.
93
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
İkinci önemli nokta bu konuyla ilgili olarak. Genellikle gazetelerde görüyorsunuz
sağ, sol yelpazesi oluyor. “Kendinizi nerede görüyorsunuz” sorusu soruluyor.
Batıdaki ülkelerde, özellikle Avrupa ülkelerinde ücretliler, emeğiyle geçinenler
kendini solda görüyor. Ama otomatik olarak sol partiye oy vermiyor. Genellikle
sol partiye oy veriyor. Yani baktığınızda Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin
desteği daha fazla işçilerden ve sendikalardan geliyor. İngiliz İşçi Partisi’nin
desteği daha fazla sendikalardan ve işçilerden geliyor. Ama birebir değil.
Türkiye’de ise hiç böyle değil. Kendini solda görenler ve sağda görenleri
karşılaştırdığınız zaman sol ve sağ Türkiye’de daha çok kültürel ve dini anlamda
anlaşılıyor. Yani sağdayım diyen insanlara bakıyorsunuz, ciddi şekilde dini
pratikleri yerine getiren, dini inançla ilişkisi çok daha kuvvetli olan insanlar
kendini solda görmekten kaçınıyor. Soldayım diyen insanlar da önemli ölçüde
laik olarak kendini gören insanlar. Onun için CHP’nin oylarına baktığımız zaman
şunu görüyoruz. Özellikle 44 yaş üstü, üniversite mezunu kadın kategorisinde.
CHP desteği zirve yapıyor. Bir anlamda laiklik konusunda çok hassas. Dolayısıyla
laiklik konusunda bir numaralı garanti CHP diye düşünüyor.
Şimdi üçüncü mesele; ekonomik konjonktür önemli mi? Ekonomiden
memnuniyet kuşkusuz belirli bir derecede etki yapıyor. Bazen kuvvetli etki
yapıyor, bazen zayıf etki yapıyor. 2002 seçiminde çok kuvvetli etki yaptı. Yani
koalisyon partilerinin hepsini sildi götürdü. ANAP, MHP, DSP’yi sildi götürdü.
DSP bir önceki seçimde %22.1 almıştı, bir sonrakinde 1.22 aldı, 2001 krizine
tepki ve 99 krizine tepki. Amerika’daki başkan seçimleriyle ilgili şöyle bir bulgu
saptanmış. Ekonominin büyüme hızı %3,5’in üzerindeyse, görevdeki başkan
ikinci defa seçiliyor büyük olasılıkla.
Lider ve kadro önemli mi? Şüphesiz önemli. Yani güven verme bakımından
“bunlar yapabilir”, “yapamaz” dedirttiği için.
Kültürel fay hatları ve inanç Türkiye için çok önemli. Türkiye’nin belki de bir
numaralı meselesi burada. Kültürel fay hatları ve inanç çok ciddi, kültürel fay
hatları içine belki etnik kökeni de katmamız lazım. Kürt oylarının parçalanışı çok
net bunu gösteriyor. Ya BDP’ye ya AKP’ye gidiyor. Ya dini nedenle gidiyor, ya
etnik nedenle gidiyor. Alevilerin oyları büyük ölçüde CHP’ye gidiyor. Ekonomi iyi
gitse de, kötü gitse de, az etki yapıyor.
Program, proje, söylem yapıyor mu? Lider ve kadroyla beraber düşünelim. Bir
etki yapıyor şüphesiz.
Şimdi yavaş yavaş sonuna geliyorum. Burayı sona bağlayacağım için biraz
açmak istiyorum. Dünya genelinde 20’şer, 30’ar yıllık dalgalardan söz etmemiz
mümkün. 1970’lerde dünya ekonomisinde ciddi bir kriz yaşandı. Bu sadece
94
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
petrol krizi değildi. Batı ekonomilerinde yaşanan dar boğazların getirdiği bir
krizdi. Buna karşı bir dalga geldi. Bu dalga neo liberal dalgaydı. İngiltere’de 79’da
Margaret Thatcher’ı başa geçirdi. Amerika’da 1980’de Ronald Reagan’ı başa
geçirdi. Ronald Reagan da entelektüel derinliğiyle dikkat çeken bir lider değildi
malum. Federal Almanya’da 82’de Helmut Kohl’u başa geçirdi. Türkiye’de Özal’ı
geçirdi. Özal’ı başa geçiren yalnız halk oyu değildi, seçim değildi. 12 Eylül’dü
onu biliyoruz. 12 Eylül’ün kurduğu baskı rejimiyle yalnız 83’te tekrar seçildi. Ama
83’te de hakiki bir seçim yapılmadı. Onu da tespit edelim.
O dönemde neo liberalizm bir ideolojik hegemonya kurdu ve Margaret Thatcher
ve sonra John Major 97’ye kadar Muhafazakarlar 18 sene iktidarda kaldı. Helmut
Kohl 15 seneden fazla kaldı. Reagan aslında o kazandı, arkasından bir dönem de
baba Bush kazandı 12 sene eder. Dolayısıyla bu neo liberal dalga bütün dünyayı
etkiledi. Türkiye’de de böyle dalgalar var, 80 öncesinde 12 Mart rejimine karşı
askeri darbeye karşı bir özgürlük rüzgarı esti. O yükselen dalganın üzerinde
Bülent Ecevit oyları yükseltti.
Türkiye’de 1990’larda devamlı koalisyonlarla yaşadık. 1990’lardaki seçimlerinin
özelliği şudur; 91, 95, 99 hiçbir parti tek başına %30’u geçememiş. Birinci olan
parti mesela Refah Partisi birinci bir seçimde 95’te. %25 bile almamış. 99’da DSP
birinci %25 bile almamış. 91, 95, 99 seçimlerine baktığınız zaman ilk iki partinin
aldığı oy son seçimde AKP’nin aldığı oydan daha az. 90’lı yılları Türkiye devamlı
koalisyonlarla geçirdi. Devamlı istikrarsızlıkla geçirdi. 91’de negatif büyüme,
94’te negatif büyüme, 99’da negatif büyüme, 2001’de negatif büyüme. O rüzgar
da bu sefer Tayyip Erdoğan’ı aldı getirdi. AKP ne yaptı? Kökten piyasacılıkla,
neo liberalizmle muhafazakar dünya görüşünü buluşturdu. Ve bu dönemde
darbecilikle hesaplaşıyoruz, askeri vesayetle hesaplaşıyoruz diye bir yaklaşım
çıktı. Darbecilikle hesaplaşma işini aslında sosyal demokratların yapmış
olması gerekiyordu. Ama sosyal demokratlar AKP’ye muhalefeti tek muhalefet
perspektifi olarak gördükleri için sen askere dokunuyorsan, ben de sana karşı
çıkarım diye düşünürken bir tuzağa düştüler.
Dolayısıyla CHP, halkçı partiyim diyen CHP bu sefer ordunun sanki yanındaymış,
desteğiymiş gibi bir tablo ortaya çıktı. Bu sorun CHP üzerinde çok ciddi bir yük
oluşturdu. Bugün artık vesayetle hesaplaşma falan kalmadı. Yeni bir vesayet
kuruldu. AKP’nin toplum üzerindeki vesayeti. Bunun için yalnız 2012 tablosunu
ele alarak sona doğru yaklaşıyorum.
2012 tablosu şu; dünyada ekonomik kriz sürüyor ve sürecek. Ekonomik kriz bu
sene bitiyor değil. IMF’nin Başkanı da, Avrupa’nın toparlanması 10 sene alır
diyor. Neo liberalizmin yaldızı döküldü. Şimdi yeni sorular ve yeni tezler var:
devlet bazı şeyleri daha iyi denetlesin. Toplum bazı şeyleri daha iyi bilsin, gelir
95
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
dağılımındaki muazzam bozulmayı nasıl düzelteceğiz, düzeltmek zorundayız.
Bakın korkunç bir örnek var bu konuda. Son 30 yılda ABD’de en zengin %1’in
milli gelirden aldığı pay %8’den %17’ye çıkmış. Bu korkunç bir tablo. Şimdi neo
liberalizmin yaldızı döküldü, kriz devam ediyor. Neo liberalizmin yerine neyi
koyacağımızı her ülke kendisi tartışıyor. Yunanistan, İtalya içinden çıkamadılar.
Seçilmişler yönetemedi, yerine teknokrat başbakanlar geldi. Demokrasinin
tıkandığının açık göstergesi.
Türkiye’de ne oluyor? Türkiye’de yürütme giderek zaten yasamanın elindeki
yetkiyi önemli ölçüde almış durumdaydı, yargıyı baskı altına alıyor. 2012 tablosu
bu. Muazzam bir hegemonya kuruluyor aslında. Medyada kurulmuş durumda.
Ekonomide kurulmuş durumda. Yargıda kurulmuş durumda. Demokrat Yargı
Derneği’nin başkanı Orhan Gazi Ertekin kitap yayınladı bu konuda. Olayı gayet
güzel anlatıyor. Üniversitelerde hegemonya. Bir sürü yeni üniversite açıldı,
topluma hizmet götürüyoruz sloganı altında, o üniversitelerin hepsine bir
takım kişiler atadılar kendi tercihlerine göre. Oralarda bir kadrolaşma cereyan
ediyor. Şimdi bu tablonun tanıklığa ihtiyacı yok ama yine de birkaç tane tanıklık
sunacağım size.
Orhan Gazi Ertekin Demokrat Yargı Derneği eş başkanı. Diyor ki, “Geçmişte de
bir tür hükümranlık vardı diyor yargıda. Şimdi başka tür. Yalnız bugünkü yeni
adli sınıfın farkı çok temel hukuk bilgilerinden yoksun olmasıdır. Geçmiştekilerde
ortalama da olsa bir adliye pratiği ve adalet üretme kapasitesi vardı”. Yani aldığı
hukuk eğitimi yargıçlık deneyimi yetersiz insanlar ideolojik bir tavırla hükümetin
ihtiyaçlarına uygun bir şekilde ilerlemeye çalışıyor.
Ahmet Hakan, sosyal demokrat, solcu demek için bir neden yok. İki tane pasajını
getiriyorum. Yargı eskiden devlet ideolojisinin destekçisiydi. Doğrudur devlet
ideolojisini benimseyen bir yargımız vardır. İdeolojiye aykırı gördüğü kişileri
cezalandırıyordu. Sadece bir örnek vereceğim. Yargıtay’ın Hrant Dink’le ilgili
verdiği karar korkunç bir karardır. Hrant Dink’in ölümüne giden yolun belki de
taşları orada örüldü. Detayına girmeyeyim. Siyasi iktidar ve onun müttefiklerini
rahatsız eden bir durum olduğunda yargının harekete geçtiğini görüyoruz.
Yani resmi ideoloji gitti yerine hükümet ideolojisi geldi. Medyaya nasıl yansıdı?
Şimdilerde gazeteciyi yargılamadan içeri atmak diye bir adet çıktı. Böyle olunca
hepimizi tutuklayabilirler. Artık gazetecileri terörize eden bir ortam var. Yaşını,
başını almış gazeteci arkadaşlarım var. Ya kendisine uygulanan sansürden
şikayet ediyor, genel yayın yönetmeni diyor ki, “bunu koyamayız” diyor, “bunu
yumuşat”. Ya da kendisi bunu nasıl olsa koymazlar diyor kendisi frenliyor. Burada
çok ciddi bir sorun.
96
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
İsmet Berkan, o da liberal bir yazar. “Askeri vesayet bitti mi? Geçmişle
kıyaslanmayacak ölçüde azaldığına kuşku yok. Siyasetçinin eli daha serbest.
Kırmızı çizgileri gelip birisi söylemiyor ona. Peki vatandaş üzerindeki devlet
vesayeti bitti mi? Hayır bitmedi. Hatta azalmadı bile”. Daha doğru söyleyelim arttı
bile.
Şimdi bu bizi sona getiriyor. Bana çok önemli gözüken bir sonuç çıkıyor bütün
bu tablodan. Günümüzün en kilit, en kritik temaları nelerdir? İnsan hakları,
sosyal haklar, sendikal haklar, özgürlükler, ifade özgürlüğü, toplantı özgürlüğü,
örgütlenme özgürlüğü. Bunlarla ilgili çok ciddi bir döneme girdik. Kuvvetler
ayrılığı. Giderek kuvvetler birliğine doğru gittik. Hatta bir de Tayyip Erdoğan
Cumhurbaşkanı seçilecek olursa, kendi arzusuna göre yarı başkanlığa geçilecek
olursa sorunlar çok ağırlaşır. Hukuk devleti bambaşka bir şekilde anlaşılır
oldu, yargı bağımsızlığı zedelendi. Bir yeni anayasa lafıdır dolaşıyor. Fakat
o yeni anayasa mutabakatla hazırlanacak, hem de çok demokratik olacak.
Aritmetik olarak bana imkansız gibi gözüküyor. Demokratikleşme süreciyle
ilgili AKP aslında sınıra dayandı. AKP askeri geriletirken sivilleşmeye giderken
demokratikleşmeyle ilişkisi vardı ve var gibi gözüktü. Şimdi artık AKP’nin pili
bitti. Kürt sorunuyla ilgili AKP muazzam bir çelişki içinde. İki sene evvel Habur’da
kapıyı açtı, gelin dedi. TRT Şeş’i açtı çok güzel. Sosyal demokratlar arasında
önemli bir olay olduğu halde bunu eleştirenler çıktı. Ki çok yanlıştı bence, TRT
Şeş’in açılması doğruydu şüphesiz. Ona benzer şekilde önümüzde bir takım
tartışma konuları çıkacak. Dil meselesi, eğitim meselesi. Buna benzer meseleler.
AKP halbuki şimdi şöyle düşünüyor. Askeri yanıma aldım, asker bana karşı bir şey
yapamaz.
Şimdi bu tablodan ben bir tane sonuç çıkartıyorum. O da şudur; Türkiye
siyasetinde pozisyonlar değişti. Konuşlanmalar, yerleşmeler değişti, roller değişti,
misyonlar değişti. Dolayısıyla bu yeni konuşlanmada AKP statüko partisidir,
eşitsizliğin partisidir, yürütmenin yargı ve yasama üzerindeki baskısının partisidir.
Yurttaşların bilgilenme hakkının önünde bir engeldir. Gazetecilerin ifade
özgürlüğünün önünde bir engeldir. Sosyal demokratların oynayabileceği ve iyi
oynadığı takdirde iktidar olabileceği bir tek yol var. Bir ikinci yol yok bence. O
da değişimin ve dönüşümün öncüsü olmak. Değişimin ve dönüşümün öncüsü
olmak demek ne demektir? Daha özgürlükçü bir Türkiye istiyorum. Aleviler için
de, Kürtler için de, Ermeniler için de, kadınlar için de, gayler için de, gençler
için de, yazarlar için de, çizerler için de daha özgür bir Türkiye istiyorum. Daha
katılımcı bir Türkiye istiyorum. Daha eşitlikçi bir Türkiye istiyorum. Devamlı
olarak bölünmüş parti izlenimi veren tablodan çıkmam lazım. Ev ödevlerini
iyi yapan bir parti olarak dikkati çekmem lazım. Tutarlı gitmem lazım, parti içi
demokrasiyi getirmem lazım. Ama şunu da hatırlamam lazım. Parti hepsi kendi
97
Sosyal Demokrasinin Siyaset ve Örgüt Anlayışı
aklına göre konuşan insanlardan oluşan bir örgüt değildir. Parti içi demokrasi
içerde demokrasi sonuna kadar olmalıdır, ama birileri partinin ortak kararlarıyla
ilgili televizyonları dolaşarak eleştiri yapıyorsa, partiyi devamlı olarak hedef
gösteriyorsa bu parti içi demokrasiyle çelişen bir şeydir. Bana önemli gözüken
nokta 2012’yle ilgili budur. Bunun tercümesi bence: CHP’nin yenilenme sürecini
hızlandırması lazım. Yenilenme sürecini hızlandırıp eylemi, söylemi tutarlı olan,
topluma göz hizasında yaklaşan ve saygısını gösteren bir örgüt olması lazım.
Halkın gerçekten mütevazı, alçak gönüllü siyasetçilere ihtiyacı var. Kendisine
saygıyla yaklaşan partilere ihtiyacı var. Halkın önünü açmak isteyen insanlara
ihtiyacı var. Ve sol da aslında bunu en iyi yapması gereken bir dünya görüşü.
Dolayısıyla 2012 bence büyük bir şans veriyor. Ama hayatın verdiği her
şansı her zaman kullanamıyoruz, o da bir gerçeklik. Dolayısıyla kullanıp
kullanamayacağımız konusunda iddialı bir şey söyleyemeyeceğim.
98
Sayın Ertuğrul’a
Teşekkürler...
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
KONUŞMACI: İLTER ERTUĞRUL
Sayın Genel Başkan Yardımcım, değerli konuklar, hepinize iyi akşamlar
diliyorum. Bugünkü söyleşimizi ayakta, biraz hareketli yapacağız. Daha çok
Kemalizm’in temel değerleri olan altı ilke üzerinde konuşacağız. Söyleşide pek
de alışık olmadığınız veya size değişik gelebilecek şeyler söylenecek, şaşırma
payınızı baştan kabul ederek dinlemenizi rica ediyorum.
Kemalist ideoloji
Kemalizm’in bir ideoloji olup olmadığı, bizim öğrencilik dönemimizde (70’lerin
ikinci yarısı ve 80’lerin başı diyelim) tartışmalı bir konuydu. Kemalizm yeterince
önemsenmezdi ve bunun için de pek bir ideoloji olarak kabul edilmezdi. Ancak,
özellikle 90’lardan sonra, Sovyetler’in de dağılmasından sonra, dünyada pek
başka ideoloji kalmayınca Kemalizm’in de bir ideoloji olduğu yaygın biçimde
kabul edilmeye başlandı.
Kemalizm’in ideoloji olarak kabul edilmesinden sonraki tartışma, Kemalizm’in
nasıl bir ideoloji olduğu noktasına yoğunlaştı. Bu kez “sol Kemalizm”, “sağ
Kemalizm”, “ılımlı Kemalizm” vb gibi değişik kavramlar doğdu. Artık, Kemalizm’in
bir ideoloji olup olmadığı konusundaki tartışma ortadan kalktı. Şimdi
Kemalizm’in nasıl bir ideoloji olduğu tartışmasındayız.
Kemalizm’in nasıl bir ideoloji olduğunu anlamak için, altı ok’u, o altı ilkeyi teker
teker ele almamız gerekiyor.
Kemalizm sağ ya da sol olmayan bir ideoloji midir?
Özellikle, üniversitelerdeki Atatürkçü Düşünce Toplulukları (ADT)’nda
Kemalizm’in “ne sağ, ne sol” bunların tümüyle dışında, daha farklı bir ideoloji
olduğu, hatta sağda da, solda da yer almadığı gibi bir yaklaşım vardır. ADT’lerin
eğitimlerine, toplantılarına gittiğimde görürdüm; artık yavaş yavaş değişiyor:
“Mustafa Kemal ne sağcıydı, ne solcuydu, o bütün bunların dışındaydı”
diye kabul etmek -Türkiye’de verilen eğitimin de etkisiyle- yaygınlaşmış bir
yaklşımdır.
Ancak, siyaset bilimi açısından baktığımız zaman ister sağ olsun, ister sol bütün
ideolojiler bir çizgi üzerinde yer alırlar. Dünyadaki bütün siyasi görüşler sol’dan
sağ’a uzanan bir çizgi üstünde, bir yerde yer alırlar. Bunun dışında, başka bir
yerde olan bir siyasi görüş olamaz. O zaman, “altı ok”, altı ilke çerçevesinde
Kemalizm’in bu çizginin neresinde yer aldığı üzerinde biraz kafa yormamız
gerekiyor.
101
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
Laiklik ve milliyetçilik
Kemalizm’in altı ilkesi içinde yıllardır en çok konuşulan ve hatta tartışmasız
biçimde en çok kullanılan ilke laikliktir. Laikliği bu çizgi üzerinde sol veya sağ bir
yere koymaya kalksak, “laiklik nasıl bir ilkedir” sorusuna ne cevap verirsiniz?
Dinleyiciler – Sol!
Evet, Herkes laikliği kafadan sol’a koyar. Bunun üzerinde ciddi ciddi düşünmemiz
gerek. Altı ilke içinde -biraz şaşıracaksınız ama- çok net söylüyorum; altı ilke
içinde laikliği belki diğer ilkelerin en sağına koymamız gerekebilir. Bunu açıklığa
kavuşturmak için, hemen bir başka ilkeyi ele alıyoruz.
“Milliyetçilik” dediğim zaman soldan sağa uzanan bu çizgi üzerinde nereye
koyarsınız? Sol mu, sağ mı?
Dinleyiciler – Sağ!
“Sağ” mı? Sizin bu sağa koyduğunuz milliyetçilik, aslında Milliyetçi Hareket
Partisi’nin adının başındaki milliyetçilik. Kemalizm’in altı ilkesi içindeki
milliyetçilik, böyle bir milliyetçilik değil.
Mustafa Kemal milliyetçiliği çok kısa ve çok net tanımlar: “Milliyetçilik meselesi
özgürlük meselesidir. Sözkonusu olan bireysel ve toplumsal özgürlüktür.” Yani
bunun arkasında herhangi bir etnik temel, herhangi bir etnik kültür vb bunlar
yok. Bunun arkasında şu var: Kişisel ve toplumsal özgürlük. Böyle dediğim
zaman milliyetçiliği nereye koyarsınız?
Dinleyiciler – Sol!
Sol. Peki, o zaman milliyetçiliğin yerini değiştirdik ve sağ’dan sol’a aldık.
Çok klasik, hepimiz biliyoruz milliyetçilik 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’dan
ve Balkanlar’dan bize geldi. Aslında kaynağı, -yine biliyoruz- Fransız İhtilâli.
Milliyetçilik ile aslında yıkılan ne? Krallık! “Güneşin oğlu”nu yere indirdik.
Egemenliğe öyle bir güçlü bir dayanak bulmalıyız ki, tanrı adına kral tarafından
kullanılan egemenlik, artık başka bir güç tarafından kullanılabilsin. O, öyle
büyük bir güç olmalıdır ki, tanrı adına kral tarafından kullanılan egemenliğin
yerini alabilsin. İşte o güç “millet”tir. Millet öyle bir kavramdır ki, halktan farklıdır.
Klasik Fransız tanımı şudur; şu anda bu coğrafyada yaşayan herkes “halk”tır.
Bunun üstüne millet, o bugünkü “halk”ın dünü ve yarınıdır. Bu “ulus”, öyle
102
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
büyük bir güçtür ki, kral tarafından kullanılan egemenliği kendisine alabilir.
İşte onun için “egemenlik ulusundur.” Çünkü, bu güç, tanrı adına kral tarafından
kullanılan egemenliği yeryüzüne indirecek kadar büyük bir güç olmalıdır. Ama,
bu gücü kullanmak için çok temel bir güce sahip olmamız lazım. İşte o bireysel
ve toplumsal özgürlük, yani yurttaşlıktır. Kul, tebaa ya da köle değil vatandaş
olur isek, ancak “ulus” denen o gücü kullanabiliriz ve “egemenlik tanrının değil,
ulusundur” diyebiliriz.
Bu yüzden, milliyetçiliğin burada sağ, bugünkü MHP’nin başındaki milliyetçilikle
hiç ilgisi olmayan bir şey olduğunu artık sanıyorum anladık. Onun için
milliyetçiliğin sağdaki yerini siliyorum. Çünkü milliyetçilik, aynı zamanda bir
ulusal devrimi ifade ediyor. “Egemenlik ulusun” diyoruz. Bir ulus yaratmayı ifade
ediyor. Bir ulus yaratabilmemiz için temel güç vatandaştır. Gücü vatandaşa
verdik, meclisin de arkasına kocaman yazdık: “Egemenlik kayıtsız şartsız
ulusundur” diye.
Şimdi, laiklik ilkesine dönüyorum. Laiklik dediğim zaman tabii ki hemen hepiniz
“sol” dediniz ve laikliği sol’a yazdık. Emin misiniz? Şunun için emin misiniz?
Tabii ki Türkiye’de sadece laiklik üzerinden siyaset yapan partiler oldu. Sadece
laikliği solculuk sayan partiler oldu. Ama, Avrupa’da örneğin muhafazakâr
partilerin hepsi laik değil mi? Laiklik Türkiye’ye nereden geldi? Avrupa’dan geldi.
Gene biraz Fransız İhtilali’ne bağlayabiliriz. Hatta çok sembolik olarak şöyle
bağlayabiliriz: Biliyorsunuz Batı’da krallara papa taç giydirirdi. Napolyon bir
değişiklik yaptı. Papa’yı taç giydiği salona getirdi, ama tacı masadan aldı, başına
kendisi taktı. Yani egemenliği dinden ve tanrıdan alıp yere indirdi. Bundan
itibaren kiliseyle o büyük mücadele başladı ve bu büyük mücadele nedeniyle
Batı’da bütün partiler laik oldu. Çünkü, temel mesele şudur: Devlet nizamını
neye göre belirleyeceğiz; din kurallarına göre mi, yoksa bize, vatandaşa, dünyevi
kurallara göre mi?
Böyle baktığımız zaman şimdi iddialı bir laf söyleyeceğim kimse alınmasın:
Türkiye’de baştan itibaren, Demokrat Parti, Adalet Partisi, -Demirel’in Yeni PartisiDoğru Yol Partisi çizgisi baştan itibaren laiktir. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi,
MHP, Milliyetçi Çalışma Partisi. MHP çizgisi -türban konusundaki 2007’deki
anayasa değişikliği hariç- laiktir. Türkiye’de baştan beri laik olmayan bir tek
siyasi çizgi vardır. Milli Nizam Partisi, Milli Selâmet Partisi, Refah Partisi, Fazilet
Partisi, AKP çizgisi. Bunun dışındaki Türkiye’deki tüm siyasi çizgiler laiktir. Çünkü,
kısmen bile olsa devlet nizamını dini kurallara dayandırmaya çalışmamışlardır.
Laikliğin bir tek ölçüsü vardır. Devlet nizamını dini kurallara dayandıracak mıyız,
dayandırmayacak mıyız? Böyle olduğu zaman, laiklik sol bir ilke midir, yoksa
şöyle daha ortalarda bir ilke mi? Ortanın solunda, ama orta.
103
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
Şöyle bir sıralama yaptığımız zaman laiklik mi daha sağdadır, milliyetçilik mi
daha sağdadır? Bu altı ilke içinde laiklik diğerlerine göre en sağdadır. Ama
Türkiye’de yıllarca sadece laikliğin sol olduğuna dayalı bir siyaset yapıldı.
Sol-sağ
Buradan şu noktaya gelelim. Solu-sağı neye göre ayırıyoruz? Kimden yana
olduğumuza göre: Emekten yana mıyız, sermayeden yana mıyız? Emekten yana
isek solcuyuz, sermayeden yana isek, sağcıyız. Laik ve sağcı olabilirsiniz; laik ve
solcu da olabilirsiniz. Sizin burada solcu veya sağcı olduğunuzu ayıran başka bir
ölçüte ihtiyacımız var. Kimden yanasınız? Sermayeden mi, emekten mi? Örneğin
hem laik olup hem özelleştirmeden yanaysanız sizi sol cepheye alamayız. Sizi
ancak sağ cepheye alabiliriz. Sanırım, yeterince açık söyledim.
Kemalizm sol bir ideolojidir
Diğer ilkelere kısaca değinirsek; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik,
devrimcilik, bunları sol’a yazmamda bir sakınca yok değil mi? Kimseye
sormadan sola yazabilirim. O zaman Kemalizm nasıl bir ideoloji olur? Yeterince
açık mı? Kemalizm sol bir ideolojidir.
Burada açıklığa kavuşturmamız gereken birkaç nokta var. Birisi cumhuriyetçilik.
Çok klasik bir tartışma, belki ikinci bölümde o tartışmaya değinmemiz daha
anlamlı olur ama birkaç temel noktayı şimdiden belirtmemizde yarar var.
Demokrasi, demokrat, cumhuriyet, cumhuriyetçi
Şimdi, “demokrasi” çok gündemde; “demokrasi” aşağı, “demokrasi” yukarı,
dilinden “demokrasi”yi düşürmeyen bir iktidarımız var, öyleyse anımsamamız
gereken düstur şu: “Bir şey ne kadar çok söyleniyorsa, o kadar azdır.” “Bir şeyin
sözü ne kadar çok ediliyorsa, kendisi o kadar yoktur.
Birincisi, “demokrat”la “demokrasici” farklı şeyler. Özel hayatınızda, toplumsal
yaşamda, siyasi görüşlerinizde “demokrat” olabilirsiniz; ama, “demokrat” olmak
“cumhuriyetçilik”le ters düşen bir şey değil. Bir insan, hem “cumhuriyetçi”, hem
“demokrat” olabilir. Ama bir insan -teorik olarak- hem “cumhuriyetçi”, hem
“demokrasici” olamaz. Fransız ayrımı şu; -çok ayrıntıya girmiyorum- üç ilkesi var,
cumhuriyetçiliğin ve demokrasiciliğin. Bunu liberal demokrasiden başlatıyoruz
fazla derse benzemesin diye uzun uzun anlatmıyorum. Demokrasi; bireyci,
serbest piyasacı ve ruhanî. Cumhuriyet; toplumcu, karma ekonomici ve laik. Bu
yüzden ben hep “demokrat” oldum ama, hayatımda hiç “demokrasici” olmadım,
104
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
ben “cumhuriyetçi”yim. Çok da netim bu konuda. Çünkü “demokrasi” dediğiniz
şey, “liberal demokrasi”dir.
Başta, ister Locke’lardan başlatın, ister Hobbes’lardan başlatın, devletin
kurulmasından başlatın. Biz, “insanın insanı kurdu”, yani “homo homini lupus”
olduğu çağda, kendimize ait yetkileri devlete devrettik. Neyin karşılığında?
İki şeyimizi koruması için: Yaşama hakkımızı ve mülkiyet hakkımızı. Liberal
demokrasinin en klasiği bu. Ama, cumhuriyetçilik demokrasiden başka bir şey.
Cumhuriyet, toplumcu, laik ve karma ekonomici. Demokrasi, ise, bireyci, serbest
piyasacı ve ruhani…
Biliyorsunuz, Mustafa Kemal’in yazdığı ama sonra ortadan kaybedilen, sonra
Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu Araştırma Merkezi tarafından yeniden
basılırken fazla sadeleştirildiği için gerçek anlamını da kaybeden Medeni
Bilgiler’de Mustafa Kemal’in söylediği laf şudur; liberalizm, yani liberal demokrasi
serbest piyasa, rekabet ilkesine dayanıyor ya, Mustafa Kemal’in sözü aynen
şudur; “ekonominin rekabete dayanarak çalışacağını sananlar serap içinde
yaşayan bedbahtlardır.” Böyle bir laf duydunuz mu Mustafa Kemal’den hiç?
Medeni Bilgiler’de yazar. Ama ortaya çıkmaz. “Rekabete dayanan bir ekonomi
olamaz” diyor Mustafa Kemal 1930’da. Yazıyor Medeni Bilgiler’e. Ama biz
bilmiyoruz. Cumhuriyetçilik için sanıyorum bu kadar söz yeter.
Halkçılık
Buradan da halkçılığa geçmemiz gerekiyor. Halkçılık bizim devrim tarihi
yazınında belki de üstünde en az durulan ve hatta iktisat tarihi yazınında
üzerinde en az durulan ve “aman canım popülizm işte” falan diye geçiştirilen bir
şeydir. Halkçılık deyince aklınıza ne gelir: Halkı sevmek falan…
Oysa, Mustafa Kemal 6 Aralık 1922’de “halkçılık ilkesine dayanan Halk Fırkası
adıyla maruf bir parti kuracağım” demişti bu partiyi kurarken: “Halkçılık ilkesine
dayanan”. Yani, aslında halkçılık ilkesi CHP’nin ve Kemalizm’in ideolojik çizgisini
belirten ilkedir. Nedir peki, halkçılık ilkesi? Mustafa Kemal gene 1922’de tanımını
yapıyor: “Liberal de, sosyalist de olmayan” diye. Ama biz halkçılığı daha çok bir
popülizm, halkseverlik falan olarak yumuşatıp geçiyoruz. Halkçılık altı okun
temel noktası aslında.
Devrimcilik
Devrimcilik konusunda bir şey söylememe gerek yok. Zaten onun ne olduğunu
biliyorsunuz.
105
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
Yanlış devletçilik
Şimdi, bu dönemin en tartışmalı, en çok kafa yoran meselesine geliyoruz:
Devletçilik. Burada yaygın görüş şu: Biraz bilgilerinizi yokladığınız zaman aklınıza
herhalde şu gelecektir: “Cumhuriyet 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde liberal bir
politikadan yana tavır aldı. 1930’da, 1929’daki büyük bunalımında etkisi ve
Sovyetler’deki planlamanın başarısı nedeniyle devletçiliğe geçti.” Klasik laf bu
mu? “1930’dan itibaren devletçiliğe geçti.” “1929 dünya bunalımının etkisiyle
geçti.” “Sovyetler’deki planlamanın başarısı nedeniyle geçti.” “Cumhuriyet aslında
devletçi değildi 1930’dan sonra devletçi oldu.” En klasik laf bu. Ve başlangıcı
olarak gösterilen de İsmet Paşa’nın meşhur Sivas konuşmasıdır.
İsmet Paşa’nın Sivas konuşması
Önce internette yer alan yanlış bir bilgiyi düzeltelim. İnternette Sivas
konuşması deyince en çok tıklananlar arasında sevgili hocamız Emre Kongar’ın
bir konuşması çıkıyor. O zaman NTV’de Mehmet Barlas’la “Yorum Farkı”nı
yapıyorlardı. Orada Emre Hoca; “Sivas konuşmasını İsmet Paşa Sivas’ta yapmadı,
herkes öyle sanır. O konuşmayı Ankara’da yaptı” diyor. Hatalıdır. Çünkü, Sivas
konuşması, Sivas’ta yapıldı. Şevket Süreyya, ortalıktaki toz dumana, İsmet
Paşa’nın ses tonuna kadar o günü naklen anlatır. Sivas demiryolu açılırken
yapıldı. Bunu niçin söylüyoruz? Bunu şunun için söylüyoruz. 1930’da İsmet Paşa
Sivas’ta “biz mutedil devletçiyiz” demişti. Devletçilik hakkında ilk kullanışın
bu olduğu iddia edilir. Öyle olmadığını biraz sonra anlatacağım da, devletçilik
lafının ilk defa resmen söylendiği yerin 1930 Sivas’ta “biz mutedil devletçiyiz”
konuşması olduğu söylenir.
İzmir İktisat Kongresi liberal mi?
Bunu da şimdi aklımızda tutuyoruz ve ta 1923’e dönüyoruz İzmir’de toplanan
Türkiye İktisat Kongresi’ne. 17 Şubat’ta, İzmir İktisat Kongresi’nin açılışında
Mustafa Kemal’in yaptığı konuşmaya.
İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin liberal olduğuna delil gösterilen
şeyler kabaca şunlar. Bir, Mustafa Kemal’in açış konuşması. İki, yabancı sermaye
konusundaki bildiri.
Mustafa Kemal, İzmir’e Türkiye İktisat Kongresi’ni açarken şöyle dedi: “sanılmasın
ki, biz yabancı sermayeye hasımız” Evet, “biz yabancı sermayeye hasım değiliz”
dedi, “biz, onlara gereken teminatı vermeye hazırız” dedi ama, ondan sonra öyle
bir “ancaaaak” var ki; benim kuşağım gayet iyi bilir, 1982 Anayasası’nda bütün
özgürlükler ilk tümcede söylenir, sonra arkasından “ancaaaak” denip özgürlükleri
106
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
sınırlayan her şey sayılırdı, geriye özgürlükten bir şey kalmazdı. Mustafa Kemal’in
İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında “biz yabancı sermayeye hasım
değiliz” dediği bölüm, bizim 82 Anayasası’nın özgürlükleri gibidir. Yani aslında
yoktur. Çünkü Mustafa Kemal biz yabancı sermayeye karşı değiliz dedikten
sonra o paragrafın sonunu şöyle bitirir: “Ancak, bir daha asla devlet yabancı
sermayenin jandarması olmayacak. Bir daha burayı kimse esir ülkesi yaptıramaz.”
Mustafa Kemal’in bu sözlerinden, yabancı sermayeyi destekleyen bir mesaj
çıkıyor mu?
Kapitalizmin aşamaları
Dönem şöyledir. İktisatçılar, biliyorsunuz kapitalizmi dönemlere ayırırlar.
İngiliz emperyalizminin sonundayız. Yani kapitalizmin yine bir küreselleşme
dönemindeyiz. Dünyanın her yerinde liberalleşme, serbestleşme, deregülasyon,
sermayeye serbesti moda. Ülkelerin diğer ülkelere sınırlarını sonuna kadar
açması moda ve bu dönemde herhangi bir devletin yabancı sermayeyi
sınırlandırmayı aklından bile geçirmesi mümkün değil.
Cumhuriyeti kuran kuşağın temel değerlerine ilişkin şöyle bir not belki yararlı
olabilir: Birinci Dünya Savaşı’nda 1838’den itibaren kapitülasyonlarla kurulan
ekonomik düzenin sonucunda, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Avrupa veya
Amerika’dan İstanbul’a bir şilep buğday getirmek Anadolu’dan getirmekten
% 75 (yüzde yetmiş beş) ucuzdu. Bir kez daha söylüyorum, İstanbul’a Amerika
ya da Avrupa’dan bir şilep buğday getirmek, Anadolu’dan getirmekten yüzde
yetmişbeş ucuzdu. Kapitülasyon yapısı budur. Onun için, cumhuriyeti kuran bu
kuşağın zaten başka türlü düşünmesi mümkün değildir.
Hatta, yine bir anekdot olsun. Mustafa Kemal, Karlsbaat’a gider biliyorsunuz
tedavi için. İlk gün gider, doktor onu muayene eder, sonra bir diyet yazar “şunları
yiyeceksiniz, şunları yemeyeceksiniz” falan. Mustafa Kemal’e der ki doktor;
“umarım ununuzu yanınızda getirmişsinizdir?”
- Neden?
-Çünkü, biz burada yabancılara ekmek vermeyiz. Ekmek yalnızca vatandaşlarımız
içindir.
Müttefiksiniz değil mi? Aynı cephede savaşıyorsunuz. Sen o ülkeye tedaviye
gidiyorsun, doktor sana diyor ki “sen yabancısın, biz sana ekmek vermeyiz.”
Onun üzerine Mustafa Kemal şöyle der: “Haa, öyle mi bizim ülkemizde de her şey
107
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
yabancılara verilir. O zaman ben acilen İstanbul’a döneyim, yabancılara her şeyin
yasaklanması için kampanya açayım.”
Bunun üzerine doktor ikna olur, Mustafa Kemal’e ekmek verilmesini sağlar.
Böyle bir yapıda yetişen insanların yabancı sermaye anlayışını konuşuyoruz.
Çünkü o dönemde Ankara’nın söylediği, -ki Lozan’da da aynı şey olacak- son
derece basit bir şeydir. Bugün içinde son derece basit, ama bazılarına ve
küreselleşmeye göre son derece yanlış (!) bir şey. Şöyle; “yabancı sermaye bizim
kanunlarımıza tabi olacak” diyor. Şimdi, ben bugün Türkiye’de yabancı sermaye
bizim kanunlarımıza tabi olsun dediğim zaman “Ahir zaman Prens Sabahaddin’i”
Taha Akyol ve diğerleri ortalığı ayağa kaldırır değil mi; “yabancı sermaye gelmez”
diye, “yabancı sermayeye istediği bütün olanakları sağlamak lazım” diye.
Cumhuriyetin istediği sadece yabancı sermayenin bizim kanunlarımıza
tabi olmasını sağlamaktır. O dönem için bu delice bir şey. Lozan’ın birinci
görüşmeleri, birinci aşaması biliyorsunuz İzmir İktisat Kongresi başlamadan önce
kesildi. İzmir İktisat Kongresi Lozan kesildiği zaman yapıldı.
Kongre kararı
Evet, Lozan kesildiği zaman yapıldı; ama, Lozan kesildiği için toplanmadı. İlk
başta söylediğimiz tezin bir diğer dayanağı da şudur; der ki; “Lozan kesildi, biz
Batı’ya bir mesaj vermek için İzmir’de iktisat kongresini topladık.” Lozan kesildiği
için bir iktisat kongresi toplamakla daha önce kararlaştırılmış bir kongrenin
Lozan’ın kesildiği zaman yapılması farklı şeyler değil mi? Biz daha Aralık’ta
İzmir’de bir iktisat kongresi toplamaya karar veririz, bunu her yere duyururuz.
Çünkü Kasım’ın 20’sinde başladı Lozan görüşmeleri ve Lozan’a gidildiği zaman
herkesin kafasındaki, 3-4 haftada Lozan’ın biteceğiydi. Ama Lozan bitmedi.
Uzadıkça uzadı. Onun üzerine bizim önümüze bir metin attılar değil mi? Biz o
metni reddettik Lozan’ı kesip geldik. İşte İzmir İktisat Kongresi, -o görüşün
iddia ettiği gibi- eğer yabancı sermayeye bir mesaj vermek amacıyla toplanmış
ise, zaten İzmir’de verilecek mesaj kalmamış. Mesajı Lozan’ı kestiğin zaman
vermişsin: “Kapitülasyonlar kabul edilmez” demişsin, kesip atmışsın. Çünkü
Lozan’a giden heyete verilen talimatın içinde iki tane kesin madde vardır ki,
bunlar gündeme geldiği zaman “Ankara’ya sormana gerek yok, kesip gelebilirsin”
denmiştir. Biri, Ermeni yurdu meselesidir. İkincisi de kapitülasyonlardır. Ankara’ya
sormaya gerek yoktur. Görüşme kesilir, gelinir. Bu yüzden bu Mustafa Kemal’in
açış konuşmasındaki “yabancı sermayeye karşı değiliz” mesajı, ancak bu kadar
bir mesajdır. Çünkü, yabancı sermayeye mesaj Lozan’ı kesmekle verilmiştir: “Mali,
iktisadi, adli, kültürel vb kapitülasyon yok! İstiklal-i tam istiyoruz! Tam bağımsızlık
istiyoruz!”
108
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
“Sermaye”nin Yabancı Sermaye Bildirisi
İzmir İktisat Kongresi’nin liberal olduğu tezine dayanak gösterilen ikinci konu,
yabancı sermaye konusundaki bildiridir. Yabancı sermaye konusundaki bildiriyi
Milli Türk Ticaret Birliği diye, o zamanki “İstanbul sermayesi”ni temsil eden bir
ekip hazırlamıştır.
Bunları alt alta koyduğumuz zaman; yabancı sermaye bildirisini, sermaye kesimi
hazırlıyor, İstanbul sermayesi hazırlıyor; “demek ki bunların bildirisi yabancı
sermayeden yana bir bildiridir” diye düşünülmüştür. Şimdi bu Milli Türk Ticaret
Birliği bildirisinden birkaç madde söylüyorum;
Bir, bundan sonra şirketlerin hepsi Türkiye’de kurulacak. Türk kanunlarına tabi
olacak. Türk personel çalıştıracak. İki, şu alanlar, şu alanlara yabancıların girişi
hem alan olarak sınırlanacak, hem sermaye oranı olarak sınırlanacak. Artı, bu
şirketlerdeki Türklere düşen hisse doğrudan adamın ismine yazılı olacak. Yani
İlter’e verdiğin hissenin gerçek sahibi sen olmayacaksın, İlter’i bir kenara atıp
şirketin gerçek sahibiymiş gibi karar alamayacaksın. Artı tütün rejisi kalkacak,
yabancı tekeli kalkacak, kabotaj hakkı olacak. Şimdi bu sermaye yanlısı bir
bildiri izlenimi veriyor mu size? Bugün bu sermaye tarafından hazırlandığı ve
sermayenin görüşü dile getirdiği söylenen bildirinin altına Taha Akyol imza
atabilir mi?
Neden? Tabii ki, o günkü sermayedarlar sosyalist falan değildi. Üstelik, o günkü
sosyalistlerin şöyle demeçleri de, gene Kongre’ye sundukları metinlerde var:
“Yabancı sermayeden muhakkak yararlanmak zorundayız. Demiryolları ve
sanayi alanında yabancılara imtiyaz vermek zorundayız.”
Ne bunu diyen sosyalistler liberal, ne bunu dediği için sermaye sınıfı sosyalist.
Dünyanın koşulları o, kapitalizmin koşulları o. Ama, buna rağmen “sermaye
temsilcisi” olduğu kabul edilmiş Milli Türk Ticaret Birliği, “yabancı sermaye
sınırlansın” diyor.
Sırf aklınızda kalsın diye bir rakam vereyim. O, yabancı sermayeden yana
olduğu savunulan Milli Türk Ticaret Birliği’nin, yabancı sermayenin üçte ikisine
sahip olabileceğini belirlediği sermaye tutarı 100 milyon liradır. Diyor ki bildiri,
“yabancı sermaye 100 milyon lira getirirse şirketin üçte ikisine sahip olabilir.”
100 milyon lira ne demekti biliyor musunuz? 1923 bütçesinin tahmini gelirini
söyleyeyim size: 100 milyon liranın altındadır, 93 milyon liradır. O günkü
emisyonu söyleyeyim size: 153 milyon lira. Türkiye’nin bütün parası 153 milyon.
“Bunun üçte ikisini getirirsen ancak” diyor, “tedavüldeki bütün paranın üçte
ikisini getirirsen sana bir şirkette üçte ikisine sahiplik veririm” diyor. O zaman, ne
109
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
bu parayı kimse getirebilir, ne de gelmiştir zaten. Bu da, işte, bu sermaye yanlısı
denen Milli Türk Ticaret Birliği’nin görüşü…
Sonuç: İzmir İktisat Kongresi’nden liberal bir ekonomik tercih yapıldığına
ilişkin somut bir şey yok. Üstelik bu yabancı sermaye konusundaki bildiri
sadece okunmuştur. Diğer konuların hepsi ameleler, işte tarım kesimi, ticaret
kesimi, sermaye kesimi tarafından görülüşmüş, tek tek oylanmıştır. Bu sadece
okunmuştur, hükümete arzına karar verilmiştir. O kadar.
Sonuç, bu İzmir İktisat Kongresi’nden liberal bir ekonomiden yana olduğu
görüşünü çıkartmak çok zor geliyor bana.
Beş yıllık gümrük sınırı
Burada, 1923-1930 arasında başka bir meselemiz var. Lozan’da beş yıllık
gümrük tarifesini kabul ettik ticaret anlaşmasıyla. Beş yıl süreyle, 1916 Osmanlı
gümrük tarifesinin uygulanmasına devam edilecek. Lozan 1923’te imzalandı,
1924’te yürürlüğe girdi. Yani 1924-1929 arası, 1916 Osmanlı gümrük tarifesini
değiştiremiyoruz. Eğer gümrüğünüz yoksa, zaten sanayileşme yolunda herhangi
bir adım atmanız mümkün değil. Çünkü gümrük duvarıyla korumadığınız bir
sanayileşme mümkün değil.
Peki, 1924-1929 arasında bizde devletçilik yok mu? Var. Nerede var?
“Demirağlarla ördük” ya orada var. Çünkü, Bilsay Kuruç’un tanımı şudur:
“Devletçilik = Demiryolları + sanayileşme.”
Sırf sanayileşme olarak alırsanız, evet, 1932’den itibaren başlayacaktır, 1930’dan
itibaren plan yapmaya başladık doğru. Ama devletçiliği “demiryolları + sanayi”
olarak alırsanız, biz 1929’a kadar demiryollarını millileştirdik, kendimiz yaptık,
devletleştirdik. 1930’da “biz mutedil devletçiyiz” dediği zaman İsmet Paşa,
o zamana kadar izlenen ekonomik politikayı söylüyordu, o tarihten sonra
izlenecek olanı değil.
Liberal Serbest Cumhuriyet Fırkası
Niye öyle söylüyordu? Nereden icap etmişti de “biz mutedil devletçiyiz, öbür
türlü değiliz” diyordu? Bizim resmi tarihin diyelim, devrim tarihinin en klasik
konularından biri, hepiniz çok iyi biliyorsunuz, şimdi ona başka bir açıdan
bakacağız: Çok partili yaşama geçiş. 1930’da ne kurulmuştu? Mustafa Kemal,
Fethi’yi çağırdı “sen bir parti kur” dedi, değil mi? Serbest Cumhuriyet Fırkası.
Paris’ten çağırdı “sen bir parti kur” dedi. Hatta yine Mustafa Kemal’in hafif liberal
olduğuna gösterilen dayanaklardan biri Mustafa Kemal’in Fethi Bey’in parti
110
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
programına eklettiği iki paragraftır. Oysa, Mustafa Kemal, “liberal” bir partinin
programına bile, o “devletçi” ilkelerin yazdırılmasını kabul ettirmiştir. Fethi Bey,
“Mustafa Kemal önerdi, ben de kabul ettim, programa girdi” diye ikrar etmiştir.
Fethi Bey, birinci sınıf bir liberaldir. Zaten kurduğu partinin adı “Serbest Parti”.
Yani liberalizmin serbestisi. “Ben liberalim” diye her yerde kendi söylüyor. Hatta
serbest ve liberal ikisi birden tekrarlanmasın diye sadece “Serbest Cumhuriyet
Fırkası” oluyor ve Fethi Bey, “tam liberal’i karşılamamakla birlikte serbest’e razı”
oluyor.
Bu fırkanın, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın temel tezleri şu: “Yabancı sermayeye
açılmamız lazım. Türkiye’de özel sektörü desteklememiz lazım. Teşvik-i Sanayi
Kanunu yeterince iyi uygulanmıyor buradaki teşvikleri arttırmamız lazım.”
Serbest Cumhuriyet Fırkası’yla Fethi Bey, demiryolları politikası nedeniyle
CHP’yi ve İsmet Paşa’yı eleştirirken şunları söylüyordu: “Siz demiryollarını hiç dış
borç almadan tümüyle kendi paranızla yaparak, gelecek kuşakların yükünü tek
bir nesle yüklediniz, tek bir kuşağa, yani bize yüklediniz. Demiryollarını böyle
yapacağınıza dışarıdan borç alıp yapsaydınız daha iyi olurdu. Siz devletçisiniz”
diyordu. “Özel sektöre daha çok yer verin” diyordu. “Dışarıdan borç alın”
diyordu. “Siz devletçisiniz, bu politikayı değiştirin” diyordu. Ona, Fethi Bey’in
bu eleştirilerine karşı İsmet Paşa “biz mutedil devletçiyiz” demişti. Yani, 1930’da
Sivas’ta İsmet Paşa, 1930’dan sonra izlenecek politikaları değil, o zamana
kadar izlenen politikalara yöneltilen eleştirileri cevaplamak için “biz mutedil
devletçiyiz” diyordu.
Devletçilik kimin
Çünkü, bu devletçilik meselesi, konuşmamın en başında söylediğim Medeni
Bilgiler’e Mustafa Kemal tarafından bizzat yazılmıştır. Daha 1929’da yazılmıştır.
1930’da İsmet Paşa “biz devletçiyiz” dediği zaman kendi bulduğu, kendi yaptığı
bir şeyi söylemiyordu. Cumhuriyet son zamana kadar izlediği ve adını bizzat
Mustafa Kemal’in koyduğu devletçilik politikasını izliyordu. Ama bu öyle bir
devletçilik ki ve dönem öyle bir dönem ki Şükrü Kaya’ya soruyorlar mesela
“sizin bu devletçilik dediğiniz nasıl bir politika dünyanın başka yerinde var mı?”
Şükrü Kaya diyor ki, “işte” diyor “Fransızların biraz şeyine benzer” falan. “Ne?
Biz komünistlik mi yapıyoruz!!!” Böyle de bir iç baskı vardır. O yüzden izlenen
politikayı adlı adınca söylemek zordur.
İzlenen politikanın adının bile açıkça söylenemediği bir ortamda yaşanıldığını,
o dönem hakkında ucuz yaftalamalara kalkanların bilgisine ayrıca sunuyorum.
111
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
Kemalizm yerine Atatürk’ün Yolu
Altı ilkeyi böylece net bir biçimde ortaya koyduktan sonra ve Kemalizm’in sol
bir ideoloji olduğunu ortaya koyduktan sonra, bundan nerede nasıl dönüldü,
ne zaman Kemalizm “Atatürk’ün Yolu” oldu üzerine bir dipnot düşmek
gerekiyor. 1953’te, yani Demokrat Parti iktidara geldikten sonra CHP nedense -o
dönemin CHP’si diyelim- kendisini hafif sağa yatırma ihtiyacı duymuş olmalı ki,
programından, tüzüğünden Kemalizm’i çıkararak bunu “Atatürk’ün yolu” haline
getirdi. Bu İsmet İnönü döneminde oldu yani. 60’tan sonra olanları, şunları
bunları biliyorsunuz.
Sovyetler
Cumhuriyetin kuruluş dönemine ilişkin o dönemde adeta “kanka”mız
sayılabilecek Sovyetler’e dair de birkaç şey söylememiz lazım. Bir kitap
önereceğim, lütfen herkes bunu alıp okusun. 2011 Sedat Simavi ödülü kazandı
zaten. Bilsay Kuruç’un MUSTAFA KEMAL DÖNEMİNDE EKONOMİ, Büyük
Devletler ve Türkiye’si. 6 devlet; İngiltere, ABD, Fransa, Almanya, Sovyetler ve
Türkiye, bütün bu ülkelerin 20. yüzyılın başındaki ekonomik ve siyasal durumları
orada var.
Şunun için öneriyorum; çünkü biz sadece buradan, aşağıdan baktığımız zaman
yeterince göremiyoruz. Yukarıdan baktığınız zaman bazı şeyler çok daha
net görülüyor. 20. yüzyılın başında dünyada iki tane büyük devrim var. Biri
Anadolu’da, biri Sovyetler’de. Bunların ikisi de iki köylü ülkesinde devrim. Bir
köylü ülkesinde devrim yapmak, dünyanın en zor işi. Köylü ülkesi şu demek:
Herkes kendisi için üretim yapıyor, pazar için üretim yok. Hatırlayın Sovyetler,
devrimden hemen sonra, bütün toprakları dağıttılar. Ama iç savaş çıktı orduyu
ve şehirleri besleyemedikleri için 1921’de NEP’e geçtiler. Yani kapitalizmle
uzlaştılar. Biz, 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde “yabancı sermaye gelebilir
ancak benim şartlarımla” lafından kalkıp o dönem için “liberal” bir tahlil yapmaya
yelteniyoruz. 1921’de Sovyetler Birliği NEP’e geçti. Çünkü bir köylü ülkesinde
esas mesele halkı doyurmaktır. Doyurmadığınız bir halkla devrim mevrim
yapamazsınız.
Dikkat edin, çok bildiğiniz, çok kullandığımız ama eksik bildiğimiz bir laf: “Köylü
milletin efendisidir.” Hayır efendim, Mustafa Kemal öyle dememiştir: “Müstahsil
köylü, üreten köylü milletin efendisi” demiştir. Yani, “çiftçi milletin efendisi”
demiştir. Kendisi için üretmeyen, pazar için üreten demektir. Bir köylü ülkesinde
devrim bunun için çok zordur. Sovyetler’le Türkiye’nin o dönem yakınlıkları çok
fazladır.
112
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
“Biz 1930’da, sonradan devletçiliğe geçtik” tezine karşı söylemem gereken son
notu söyleyeyim. “Biz Sovyetler’deki planlamanın başarısı nedeniyle planlamaya
geçtik” deniyor ya, o zaman sormamız gereken soru şudur: Madem oradaki
planlamanın başarısı nedeniyle biz de devletçiliğe geçtik, o zaman “Sovyetler’de
planlama kaçta başladı?”
Eğer, bilgimiz yoksa, “1917’de devrim olduğuna göre hemen başlamıştır” diye
düz mantık yürütebiliriz.
Sizi yormadan yanıtını vereyim: 1929 bahar kongresidir planlamanın onay
kararı. 1929 sonunda planlamaya geçildi, ardından da kollektivizasyona.
Türkiye’nin o dönemde Sovyetler’den bir şey alması için onun başarılı olmasına,
kanıtlanmasına falan gerek yok. Zaten emperyalizme karşı aynı mücadeleyi
veren iki devrimden bahsediyoruz. Biri sosyalist, biri değil, ayrı şey. Ama
iki kankadan bahsediyoruz. İki ortak cepheden ve diğer Batı devletlerinin,
emperyalizmin “ya piyasalaş bana tabi ol, ya da yok ol” dediği iki devrimden
bahsediyoruz. O yüzden Sovyetler’le Türkiye’nin benzerlikleri üzerinde çok kafa
yormak gerekir. Belki, 1923, yani İzmir İktisat Kongresi -ki, Bilsay Hoca’nın tezi
budur- Türkiye’nin NEP’i olabilir. Bunun üzerine daha çok kafa yormak lazım.
Neden biz Sovyetler’le bu yakınlık üzerine uzun zaman fazla bir şey
söyleyemedik? 12 Eylül’den öncesini hatırlayanlar gayet iyi biliyor ki, “biz
Kurtuluş Savaşı’nda Sovyetler’den yardım aldık” demek bile o zaman 141142’ye giriyordu. Komünizm propagandasına giriyordu. Sovyetler’den
Kurtuluş Savaşı’nda aldığımız yardımı bile uzun süre söyleyemedik. Onun
için Sovyetler’le Türkiye’nin yakınlığı üzerine çok kafa yormak gerekir. Bu, 20.
yüzyılın başının iki büyük devrimin ve ortak noktalarının üzerine çok kafa
yormak gerekir.
Sosyal demokrasi= Kapitalizm içinde kapitalizme karşı mücadele
Buradan tabii ki, sosyal demokrasiye kısaca değinerek bu akşamki söyleşimizi
bitirmemiz gerekiyor. Aslında sosyal demokrasiye ilk çıkış olarak bakarsanız
zaten Sovyetler’de devrimi yapan da buydu. Ama, “tek ülkede devrim”den
sonra, “tek ülkede devrim” anlayışına geçildikten sonra, Avrupa’daki
gelişmelerden, Soğuk Savaş’tan ve özellikle 1970’deki gelişmelerden sonra
sosyal demokrasinin yeri değişti. Sosyal demokrasi deyince herkesin kendine
göre bir sosyal demokrasi tanımı olmaya başladı.
Oysa, sosyal demokrasi –çağdaş anlamda- tabii ki büyük oranda bir İskandinav
icadıdır. İşçi sınıfının kapitalist sistem içinde olabildiğince çok şeyi o sistem
içinde almasını ve bunu da alabileceğini öngörür, çok büyük de başarılar
113
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
kaydetmiştir. Yine bir kitap önereceğim: “Bilsay Kuruç’a Armağan”, Mülkiye’den
çıktı. Orada Bilsay Hoca’yla yapılmış bir söyleşi var. Affınıza mağruren söyleşiyi
ben yaptım ama, orada bir “Renkli-Sinemaskop” bölümü var. O bir dünya iktisat
tahlilidir ve orada sosyal demokrasi İskandinavya’da nasıl yükseldi, Avrupa’da
nasıl yayıldı; gerek Almanya, gerek Norveç, İsveç örnekleri, hepsi var.
Çünkü, “sosyal demokrasi” dediğiniz zaman işçi partisinin yönettiği bir devlette,
o partinin sendikayla içli dışlı olduğu, biri olmadan diğerinin karar alamadığı,
insanların hem partide, hem devlette görev yapabildiği bir sistemden
bahsediyoruz. “Pilav üstü az demokrasi”, “piyasa üstü az demokrasi” değil sosyal
demokrasi. O, başka bir şey.
Bu sosyal demokrasi nereye kadar gitti ve nasıl gerilemeye başladı hatırlayın.
Olaf Palme’nin öldürülüşü. Biz bunu daha çok orada “başkaları mı yaptı”, “adamın
makam aracı da yokmuş, işe otobüsle gidiyormuş” falan gibi, daha çok magazin
yönüyle ele aldık. Sosyal demokrasinin idam sehpasıdır, Olaf Palme’nin öldürüşü.
Ondan sonra sosyal demokrasi, “üçüncü yol”a doğru kaymaya başladı. İşte o,
“piyasa üstü az demokrasi.” Tony Blair, “üçüncü yol” vs.
Artık, “üçüncü yol” için şu tespiti de yapmamız lazım. 1980, hani küreselleşmenin,
globalleşmenin başı ya ve hep bize şu söylendi ya: “Dünya daha önce hiç
olmadığı kadar küreselleşti. Daha önce hiç olmadığı kadar küçüldü. Artık
bundan sonra yeni bir çağ açıldı. Daha öncekilerin hiçbirisi artık olmayacak.
Dünyanın diğer bir yerindeki şeyi hemen haber alıyoruz.” vs. Ben size başka
bir küreselleşme örneği söyleyeyim. Hindistan’daki İngiliz subayları aynı
gün Londra’daki at yarışlarına bahis oynadığı zaman, dünya, daha önce hiç
olmadığı kadar küçülmüştü. Çünkü, Reuters, Londra’dan Hindistan’a telgraf hattı
çekmişti. Dünyanın daha önce hiç görmediği bir küçülme. Ya da okyanusun
altından telefon hattı çekildiği zamanda dünya daha önce hiç olmadığı kadar
küçülmüştü. Daha önce sırf yazıştığımız insanların artık sesini de duyabiliyorduk.
Oysa, küreselleşme sosyal ya da teknolojik bir olgu değil, ekonomik bir olgu.
Kapitalizm, temel olarak iki sistem halinde hareket eder. Kapitalizmin birinci
döneminde para sermayeye, para üretime yatırım yapar. Para-sermaye-para
üssü olur (MCM’). Ticaretten veya üretimden -her ne ise- parayı yatırdığın
alandan kazandığın paradır, kârın. Kâr oranları azalmaya başladığı zaman,
kapitalizm, paradan para kazanmaya geçer (MM’). İşte onun adı küreselleşmedir.
Bu “küreselleşme” çağında, kapitalizmin bu döneminde dünyadaki bütün
ekonomiler, daha önce yine kapitalizm tarafından kapatılmış bütün ekonomiler,
açılır. Kapitalizmin ilk döneminde bütün devletler kapalıdır, sermaye hareketleri
sınırlıdır. Özal gelip Türkiye’yi dünyaya falan açmadı. Özal kim ki, Türkiye’yi
dünyaya açsın? Zaten Washington’da kararlaştırılmıştı. Dünya Bankası raporu
114
CHP’nin Temel Değerleri Altı Ok ve Sosyal Demokrasi
yazıp verdi Özal’ın eline. Çünkü bütün dünyada ekonomiler artık açılıyordu.
Paradan para kazanma dönemine geçmiştik. Bu paradan para kazanma
döneminde, kapitalizmin küreselleşme aşamasında dünyadaki siyasi figürlerin
de, kapitalizmin bu yeni ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi gerekiyordu. Bunlar,
artık kapitalizmin yeni modeline göre hareket edeceklerdi.
O zaman, kapitalizmin içinde kapitalizme karşı mücadele eden sosyal
demokrasiye bu yeni yapıda yer yoktu. Onun için Olaf Palme öldürüldü, ondan
sonra “üçüncü yol” başladı. Tony Blair’la başladı, Mitterand’la başladı. Mitterand
iktidara sosyalist programla geldi, liberal programla devam etti.
İsterseniz şöyle bitirelim. Bu kaçınılmaz bir şey mi? Hayır. Kapitalizm bir kriz
üretim sistemidir değil mi? Kapitalizm -Schumpeter’in lafıyla- “her krizinde
yeniden kendi küllerinden doğar.” Kapitalizmin bu krizi, dünyada başka bir
kapitalizm yaratacak. Kapitalizmin eski dönemine, MCM’ dönemine dönüyoruz.
İthal ikameci, sermaye hareketlerinin yasak, ekonomilerin dışarıya kapalı
dönemine dönüyoruz. Biz, Türkiye’de kendi fikrimiz olsa da, olmasa da dünya
15-20 yıl sonra –tabii, bizi iyice liberalleştirip her şeyimizi aldıktan sonra- bize
diyecekler ki, “kapat kapıları!”
Onlar bize demeden biz kendi kapılarımızı kapatır, kendi ulusal kapitalizmimizi
kurarsak, bir de buna ek olarak kurduğumuz kapitalizmi diğer ülkelere örnek
olabilecek hale getirebilirsek, -ki, bunu daha önce yaptık ve bildiğiniz gibi, kriz
dönemleri, bir değil, birden çok kapitalizmler dönemidir- Kemalizm ve sosyal
demokrasinin çok doğru bir bağlantısını kurmuş oluruz. Katıldığınız için hepinize
çok teşekkür ederim.
115
Sayın Tekeli’ye
Teşekkürler...
Sosyal Demokrat Stratejiler
GENEL BAŞKAN YARDIMCISI PERİHAN SARI’NIN AÇIŞ
KONUŞMASI
Bugün söyleşi dizilerimizin bu bölümünde konuğumuz Sayın İlhan Tekeli. Sosyal
demokrat stratejileri anlatacak bize. Bu kadar geniş bir katılım olduğu için çok
teşekkür ederim. Bu kadar çok arkadaşımızı bir arada görünce uzun bir konuşma
yapacağımı düşünmeyin lütfen, olabilecek en kısa konuşmayı yaparak zamanı
hocama bırakmak istiyorum.
Sayın İlhan Tekeli’ye çok teşekkür ediyorum. Bugün bizimle gerçekleştireceği
ikinci toplantı. Önümüzdeki dönemlerde de yine katkılarını alabileceğimizi
umuyorum.
Ben sunuşunu yapmak üzere kendisini davet ediyorum.
119
Sosyal Demokrat Stratejiler
KONUŞMACI: PROF. DR. İLHAN TEKELİ
STRATEJİ GELİŞTİRMENİN SOSYAL DEMOKRATLARA
YARAŞAN STRATEJİSİ ÜZERİNE
Çok teşekkür ederim. Bugün konuşmamı stratejiler üstünde yapacağım. Ama bu
konuşma strateji geliştirmenin stratejisi üstünde olacak. Niye doğrudan stratejinin
kendisi üstünde konuşmadığım konuşmam ilerledikçe açıklık kazanacak. Çünkü
süreçlere ağırlık veren bir yaklaşımı önereceğim. Eğer ulaşılacak stratejinin
belli süreçler sonunda ortaya çıkması gerektiğini savunuyorsanız, o süreçlerin
sonucunda ortaya çıkacak şeyleri başlangıçtan biliyormuş gibi baştan söylemeye
kalkarsanız, önerdiğiniz süreçleri ciddiye alınmaması gereken bir oyun haline
getirir. Onun için bir konuşmamda strateji geliştirmenin sosyal demokratlara
yakışan stratejisi ne olabilir gibi bir temayı işleyeceğim.
Önce sunuşumu hafifletmek için bir şey söyliyeyim. Burada stratejinin stratejisi
dediğimde suyunun suyu gibi bir şeyi değil, özünün özü gibi bir şeyi kastettiğimi
belirteyim. Yani daha yoğunlaşmış bir şeyden söz ediliyor.
Eğer ben de, şimdiye kadar çoğu kez yapıldığı üzere, dünyada sosyal
demokrasinin tarihi şudur, sosyal demokrasi şöyle bir ideoloji olarak gelişmiştir
ve bu Türkiye’de bihakkın nasıl uygulanır diye bir tartışma yürütmeye kalkmış
olsaydım, Türkiye siyaseti için olumlu bir yol gösterme yapmamış olurdum. Böyle
elitist ve tepedeki bir konumdan saptanan bir sosyal demokrasi tanımından
yola çıkarak, Türkiye’deki bir sosyal demokrat partinin ne yapması gerektiğini
söylemeye çalışmak aslında skolastik bir yaklaşımdır. Biz genellikle skolastiğin
kötü bir şey olduğunu biliriz. Ama bu yaptığımızın skolastik olduğunun çok
farkında değiliz.
İçinde bulunulan toplumdan bağımsız olarak bir ideal sosyal demokrat parti tipi
oluşturup bunu gerçekleştirmeye çalışmaya başladığımız zaman başarısızlığı
da daha başlangıçta kabul etmiş oluyoruz. Halbuki bu toplumun içine gömülü
olarak toplumun süreçleri içinden üretilmiş bir parti, sosyal demokrasi ya da değil,
topluma yabancılaşmamış olarak, Türkiye’nin kendi koşulları içinde üretildiği için,
daha başlangıçta başarı doğrultusunda önemli bir yol almış olacaktır.
Yine de, çok kaba olarak, sosyal demokrasi dediğimizde neyi anladığımız
konusunda bazı saptamalar yapacağım. Ama bu saptamalar biraz önce
yapmayacağımı
söyleyeceğim
anlamda
stratejilerin
çıkış
noktasını
oluşturmayacaktır. Burada Sosyal Demokratların genelde hangi değerlere sahip
çıktığı ortaya konulacaktır. Günümüzde kişinin bir sosyal demokrat olduğunu
120
Sosyal Demokrat Stratejiler
söylediğimizde şunu anlıyoruz. İnsana ve özgürlüğe saygılı biri. İnsanların
eşitliğine saygılı biri. İnsanların bir toplum içinde yaşadığının farkında olarak
ilişki içindeki insanların yarattığı bir dayanışmayı önemli kabul eden bir kişi.
Eğer bir kişi bu değerlere sahipse kendisini sosyal demokrat olarak adlandırıp
adlandırmadığı da çok önemli olmayabilir.
Bu değerlere sahip çıktığınızda, liberalizmden farkı bir noktada toplum algısı
oluşturuyorsunuz. Liberalizm atomistik ve kendi çıkarını düşünen bireylerden
meydana bir toplum imgesi üstüne kurulu. Oysa bu sayılan değerlere sahip
çıkan bir kişi başkalarıyla ilişki içinde bir insanların oluşturacağı bir toplum
kabulü üstünden düşüncesini geliştiriyor. Dayanışmayı ön plana alıyor.
Yalnız bu dayanışma konusunun tehlikeli bir tarafı var. Dayanışma kavramını
kötüye kullanarak toplumu dışa kapanmanın bir gerekçesi olarak kullanmak
tabii ki çok tehlikelidir. Dayanışmanın insancıl boyutunu ihmal etmeden, o
toplumda sosyal sermayenin gelişmesi bakımından önemini hatırlamakta yarar
vardır. Sosyal sermaye çalışmaları genellikle iki tür sosyal sermaye olduğuna
değinmektedir. Bunlardan biri komünite içindeki dayananışmacı ilişkilerden
kaynaklanmaktadır. Oysa ikinci türü ve daha kritik olanı köprü kuran ilişkilere
dayanan sosyal sermayedir.
Etkili bir sosyal sermaye üretmek için köprü kuran biri olmak gerekiyor. Yani
dünyaya açık, dünyanın düşünce macerasıyla beraber kendi düşüncesini ve
ülkesindeki düşünceyi birlikte geliştirebilen bir kişi. Yani değişmeyi evrimsel
olarak gören ve o değişime kendisine dıştan verilmiş bir şey gibi değil, onun
parçası olarak kendisinin ürettiği bir değişme olarak gören bir kişi gerekiyor.
Böyle insanların oluşturduğu bir toplum hayali; demokratik, adil, dünyayla
sürekli ilişki içinde olan bir toplum hayali olacaktır. Burada şöyle söyleyebiliriz.
Burada bir özgürlük kavramı var, bir eşitlik kavramı var. Ama bunların da
içeriği için, telegrafik olarak bazı şeyler söyleyeceğim. Kendi kişiliğine ilişkin
düşünce ve duygusunda özgürlük. Kendisine ilişkin nesnelerin üzerinde bir
işlem yapabilmek için özgürlük. Toplumsal sözleşme içinde bir gelişme fikrini
taşıyan kapasite yaratabilen bir özgürlük, kapasitesinin türünü saptamakta bir
özgürlük. Bu özgürlüğün sınırı bir arada yaşamaktan doğuyor. Zaten bir arada
yaşamazsanız özgürlüğün anlamı yok. Robenson’un adada tek başına özgürlük
diye bir problemi yok. Tek kişi yaşıyor. Ahlaki sınırlar, bir arada yaşamaktan
geliyor.
Acaba eşitlik nasıl bir kavram? Eşitlik sadece var olanın paylaşımına
dayandırılan bir kavram olabilir mi? Var olanların bir kısmı düşünsel olabilir,
bir kısmı nesnel olabilir, maddi olabilir. Bu paylaşımın ötesine geçen bir eşitlik
kavramı olanaklıdır. Amartya Sen’in kullandığı bir eşitlik kavramı insanların
kapasitelerini geliştirebimeleri üzerindeki bir eşitliktir. Çünkü, insanlar
121
Sosyal Demokrat Stratejiler
toplumda ne bir ödevi, ne bir görevi, ne de kendilerine dıştan verilmiş bir şeyi
meydana getirmek için yoklar. İnsan hakları bildirgesinin temel kabulü şu;
daha doğduğunda insana bir proje olarak bakıyor. Her insan kendi projesini
yaşamı içinde kendi tercihleriyle hayata geçirecektir. Tabii bu yaklaşımın anlamlı
olabilmesi, bir sonuç verebilmesi için o kişilerin her birinin kapasitelerini
geliştirmekte özgür olmaları gerekiyor.
Böyle baktığımızda adil ve dünya içinde saygınlığı olan bir toplumun yurttaşı
olarak yaşayabilen insanlar olarak kendi projesini geliştirerek yaşamdan doyum
alabilecek, kendi varlığını topluma ve dünyaya yararlı bulacak, anlamlı bir
yaşamı olduğu için doyum elde edecek ve evrilerek gelişecek bir toplum. Tabii
burada kapasite inşası çok önemli hale gelmektedir. Anlamlı yaşamı dünyaya
yararlı olmak üstünden tanımlayan bir şey. Tüketim üstünden tanımlayan bir şey
değil. Böyle bir tanımlama gerçekte bir uygar toplumu tanımlamak demek. Eğer
siyaset yapmak, bir yerde bir post kapmak yahut kayırmacılıktan yararlanma
yolunu bulmak değilse, siyasetin anlamlı olması ancak bu uygar toplumun
oluşumuna katkı yapabildiğiniz anda gerçekleşir. Tabii böyle bir uygar toplumu
oluşturmak için siyaset yapmak hakikaten hayatın anlamlı ve doyum sağlayan
bir işidir.
İlginçtir, sosyal demokrasiyi savunanlar uygarlık vurgusunu çok fazla yapmamış
olsa da toplumda sosyal demokrasiyi uygarlıkla özdeşleştiren bir çizginin
zihninin gerisinde olduğunu düşünüyorum. Sosyal demokrasi karşısında vaziyet
alan siyasi partilerin bile bu imgenin bir çeşit etkisi altında olduğu söylenebilir.
Bunu nereden çıkartıyorum? Televizyonlarda yapılan gerginliği yüksek
tartışmalar sırasında çok ilginç bir şey dikkatimi çekiyor. Sosyal demokrasi
dışındaki partilerin mensupları sürekli olarak sosyal demokratlara sosyal
demokrat öyle olunmaz, böyle olunur diye akıl öğretmeye çalışıyorlar. Bunu
sosyal demokratlar ötekiler için yapmıyor. Bak iyi muhafazakar şöyle olunur
demiyor. Bu ilginç bir şey.
Şimdi böyle bir uygar toplumun gelişmesine katkıda bulunan bir siyasal
hareketin stratejisinin nasıl kurulabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağım.
Bunun için bir felsefe kitabı yazıyormuş gibi bir tanımdan yola çıkarak
daha çok kuramsal/felsefi bir egzersiz olarak bunun nasıl kurulabileceğini
ayrıntılandırmaya çalışabilirdim. Oysa şimdi öyle bir şey yapmayacağım.
Bunun tamamen tersi bir şey yapacağım. İdeolojiyi değil, siyasal parti pratiğini
esas alan bir tartışma sürdüreceğim. Bugün sosyal demokratik bir partinin
stratejisinin nasıl oluşması gerektiği üzerinde konuşuyoruz. Diyelim ki parti
diye bir örgüt var. Bu örgüt niçin var? Siyaset üretecek ve bu ürettiği siyasetle
toplumu etkileyecek, toplumda güven sağlayacak, toplumdan oy alacak. Şimdi
ben buradaki tartışmamı siyasal parti, ürettiği siyaset ve halkta sağlayabildiği
122
Sosyal Demokrat Stratejiler
destekten oluşan üçlünün, karşılıklı ilişkileri üzerinden yürüteceğim. Etkili bir
siyaset üretiyorsan iyi oy alıyorsun, kötü siyaset üretiyorsan kötü oy alıyorsun.
Etkili bir siyaset üretemiyorsan söz konusu Parti bunu üretmekten acizdir. O
zaman ne yapman gerekiyor? Bu sonuçlardan ders alarak, geri beslemeyle
örgütünü geliştirmen vs. gerekiyor. Ama bu pratiğe ilişkin tartışmamızın
gelişeceği eksen Şekil (1)’de kısaca özetlenen bu üçlünün iç ilişkisi olacak.
Örgüt
Olarak
Siyasal ParƟ
Bu ParƟnin
Toplumda
Siyasal Ürününün
YaraƴŒŦ
KapsamŦ ve NiteliŒi
Etki
Şekil (1)
Bunun için önce bir siyasal partinin siyasi ürünü nedir sorusuna açıklık
kazandırmak gerekiyor. Bizim siyasal bilim tartışmalarımızda, gündelik
yaşamımızda televizyonlarda siyasal bilimcilerin seçimler sonrasında partilerin
aldıkları sonuçların başarı ya da başarısızlıklarını yorumladığı tartışmalarda
siyasetin ürünün çok dar olarak tanımlandığı bir çerçeveden hareket edildiğini
düşünüyorum. Bu tanımlamalarda ne vardır? Daha çok, partilerin olduğu var
sayılan ideolojik tercihlerinin oy almak için yeterli olup olmadığı üzerinde
durulmaktadır. Bak sen onu dedin de halkın değerlerine ters düştü de az oy
aldın da, bilmem ne yaptın falan gibi. Yani eğer o sözler söylenmeyip başka
sözler söylenseydi seçimin kazanılacağı sanısını yaratan, bütün sorunun seçilen
söylemde olduğu üzerinde duran bir değerlendirme biçimi hakim oluyor.
Acaba bir siyasetin ürünü bu kadar dar olarak tanımlanabilir mi?
Şimdi strateji geliştirmenin stratejisi konusunda birinci önermeyi ortaya
koyabiliriz. Bir sosyal demokrat partinin ya da herhangi bir başka partinin
başarılı bir strateji geliştirebilmesi için siyasetin ürününü çok kapsamlı ve geniş
olarak tanımlaması gerekir. Kanımca strateji geliştirme konusundaki birinci
stratejik tercih budur. Bu noktada esas konumuza girmiş oluyoruz denilebilir.
123
Sosyal Demokrat Stratejiler
TABLO(1) BİR SİYASAL PARTİNİN ÜRETİMİ OLARAK SİYASET
Süreç Tasarımı
ve Sürecin
Sonuçlarının
Alınması
Düşünsel ve
Yazınsal Ürünler
Kamu Alanında
Etki Yaratan
Performanslar
(Kamu alanı aktörü
olarak)
İktidarda ya da
Muhalefette
iken Yaşamdaki
Gerçekleştirme
Partinin iç işleyişi
için süreçler (İç
Tüzük)
*Vizyon (Topluma
vaad edilen
gelecek)
*Halkla ilişki kurma
kalıpları, modelleri
*Halkın sorunlarının
çözümünde
katılımcı süreçler
*Dünyanın gidişinin
yorumu (Siyasal
analiz)
*Kamu alanında
hegemonik
pozisyon
oluşturmaya
çalışmak
*Uygulamada
sorun çözmek ve
yaşam kalitesini
geliştirmede sonuç
alabilmek
*Kamu alanında
ajandayı belirlemek
*Siyasal
mücadelede
yargı denetiminin
işleyişinden
yararlanmak
*Yeni bir siyasal
kültürün
geliştirilmesi için
etkileşme biçimleri
(Parti içinde/ Ülke
içinde)
*Partinin siyasal
etkinlikleri ( Basın
Toplantıları,
Mitingler, Seçim
Kampanyaları vb.)
*Ülkenin gidişinin
yorumu (Siyasal
analiz)
*Diğer partilerin
söylemlerine karşı
söylemler üretmek
*Değerler alanının
geliştirecek öneriler
*Haklar alanını
geliştirecek öneriler
*Görsel ve yazılı
medyada alınan
payı artırmak
*Kamu alanındaki
çarpıtmaları deşifre
eden mekanizmalar
oluşturmak
* Kültür
endüstrisinden
yararlanabilmek
*Başarı öyküleri
üretmek ve bunları
gündemde tutmak
*Katılımcı süreçler
içinde ulaştığı
oydaşmaları ve
programında
verdiği sözleri
gerçekleştirmek
*Yeni siyasal kavram *Hitabet becerisini
*Sonuç alma
sergilemek
ve metaforlar
becesini sergilemek
üretmek
*Sanat çevreleri
içinde yer alabilmek
*Başka partilerin
ele geçiremeyeceği
eleştirel pozisyonlar
üretmek
*Programlar seçim
bildirgeleri, vb. leri
üretmek
124
Sosyal Demokrat Stratejiler
Şimdi size siyasetin ürününü 4 kolonlu Tablo(1)’den yararlanarak anlatmaya
çalışacağım. 4 ana direği olan bir siyasi ürün tanımlayacağım. Birinci kolonda
siyasetin bir ürün olarak ürettiği süreç tasarımları ve bu süreçleri işleterek
aldığı sonuçlar üzerinde duruluyor.. İkinci kolon siyasetin düşünsel ve yazınsal
ürünlerine yer veriyor. Bunların hep altlarını dolduracağım.. Üçüncü kolon ise
siyasetin kamu alanındaki performansı üzerinde duruyor. Çünkü demokrasinin,
özellikle temsili demokrasinin işleyişi için bir kamu alanı ve kamu alanında
etkileşmenin olması gerekir. Kamu alanındaki performans partiler arası
yarışmanın en önemli ögelerinden biridir. Bir siyasal hareket engellenmek
istenilirse, mensuplarının kamu alanınındaki etkisi yok edilmeye çalıştırılır,
konşmaları engellenir. Dördüncü kolon siyasetin yapabilirler algısı yaratmasının
önemi üzerinde duruyor. Bir partinin oy alabilmesi yalnız ideolojisinin doğru
tercihiyle gerçekleşmez. Yapabilir olması hakkında bir kanının pekiştirilmesi
gerekir. Tabii ki tüm partiler iktidarda değildir. İktidarda olanların yapabilir ya da
yapamaz oldukları açıkça belli olur. Muhalefette olan partilerin de yapabilme
kapasitesini göstermek olanağına sahip olabilirler. Merkezde iktidar olmayan bir
parti iktidarda olduğu yerel yönetimlerde yapabilirliklerini sergileyebilir. Yerel
yönetimlerin bazılarında bile iktidarda olmayan bir parti bir STK gibi hareket
ederek muktedir olduğunu gösterebilir.
Bir partinin siyasi ürünün kapsamını betimlemekte bu dört 4 kolonun yeterli
olduğu söylenebilir. Şimdi birinci kolonun içeriğinde nelerin yer alabileceğini
örneklemeye çalışalım. Süreçlerden başlıyoruz. Her parti değişik süreçleri
tasarlar. Mesela şimdi CHP iç işleyişi konusunda tüzük hazırlıyor. Bu nedir?
Tüzük hazırlanması bir süreç tasarımıdır. Birinci kolonun ikinci sırasında halka
ilişki kurma modelleri ve kalıpları yer almaktadır. Bunu, halkın sorunlarının
çözümünde hangi katılımcı süreçlerin kullanılacağı için kendisi muhalefetteyken
ve iktidardayken hangi farklı süreçleri kullanacağına ilişkin süreç tasarımları
geliştirilebilir. Yeni bir siyasi kültürün Türkiye’de tüm siyasal hareketler için
önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de siyasal yaşamın bir çok sorunları
siyasal kültüründen kaynaklanıyor. Bu konuda yeni bir öneri getirmek, yeni
etkileşme biçimleri geliştirmek de bir tür süreç tasarımıdır. Bu yeni kültür
önerisini parti içi ve ülke içi için farklılaştırarak önermek doğru olur. Bir de
partilerin geleneksel faaliyetleri içinde yer alan siyasal etkinliklerin tasarımı var.
Mitingler var, seçim kampanyaları var, basın toplantıları vb.leri var.
Demek ki, partinin süreç tasarımında eğer bir yeni parti dizayn etmek
istiyorsanız, tasarlamak istiyorsanız yahut partide bir reform yapmak
istiyorsanız önce bu süreç tasarımından yola çıkmak gerekir. Bakın dikkat
ederseniz bu kolonlarda ben önce süreç dedim sonrasında düşünceler dedim.
Çünküdüşüncelere göre süreçler tasarlanmayacak. Süreçler düşünceleri
125
Sosyal Demokrat Stratejiler
üretecek. Eğer o düşünceler süreçler içinde oluşmadıysa tepeden geliyorsa
topluma yabancı kalacaktır. O süreçler içinden üretildiyse anlamlıdır.
O zaman süreçler acaba nasıl olmalıdır? Bu süreçler, nasıl tasarlanmalıdır?
Süreçleri, bir grubun yani aklı erenlerin empoze ettiği bir siyasal yaklaşımı
hayata geçirecek araçlar olarak düşünmek doğru olur mu? Kampanyalarda
yapılan budur. Bütün seçim kampanyaları böyle tasarlanır, yürütülür. Acaba bu
doğru bir yaklaşım mıdır? Bu halde tepede bir bilen var. Alttan gelen, toplumun
problemleriyle doğrudan yüzleşmekten doğan, insanların
çeşitliliğinden
kaynaklanan,düşünce zenginliğine kendisini kapayan ve kafasındaki sınırlı
çözüm varsayımlarını empoze eden bir yaklaşım günümüzde savunulamaz.
Böyle bir yaklaşımla Demokrat kelimesi biraraya getirilebilir mi?
Onun için şimdi bakın çok ilginç bir mesele var. Partinin mesajlarının tek taraflı
olarak anlatıldığı güç gösterisi haline gelen toplantılar; diyelim mitingler
vs. bizim geleneksel siyasi kültürümüzün parçası olan süreçler var. Peki, bu
toplantılara gelenler ne yapıyor? Ne kadar doyum alıyor? Gelip başkalarının
onların ağzına koydukları şeyi söyleyip bak bizim taraf ne kalabalık filan diye
sevinip gidiyor. Oysa farklı bir şey mümkün değil midir? Mesela şenlik kavramı
üstünden yola çıkmak. Şenlik insanların katıldığı bir şeydir ve o şenlik içinde
coşku elde edilir. O şenlik içinde yeni şeyler düşünülür. O şenlik içinde yeni
potansiyeller keşfedilir. Yeni sosyal ilişkiler kurulur.
Tabi partilerin değişik süreçlerinin her biri üzerinde böyle ayrıntılı olarak
konuşmayacağım. Ben sadece, süreçten yola çıkmanın ne olduğunu anlatmak
istiyorum.
Örneğin günümüzde partilerin genel kongreleri oluyor. Bu
kongrelerde ne yapılıyor ? Bizde kongrenin esas amacı bir gösteri ve seçim
yapmaya sıkıştırılmış oluyor. Halbuki genel kongre böyle bir şey mi olmalıdır?
Yoksa düşüncelerin geliştirdiği, tabandan, alttan gelen, oluşan düşüncelerin
sonuca ulaştırıldığı, bir anlamda bütün toplumun katıldığı bir düşünce üstünde
oydaşmanın mühürlendiği, imzalandığı bir nokta mıdır? Böyle düşünmeye
başladığınız zaman her şeyi reform edebilecek dayanak elde ediyorsunuz. Yeni
düşünce geliştirecek bir platform ortaya çıkıyor.
Şimdi tablomuzun ikinci kolonuna gelelim. İkinci kolonda düşünsel ve yazınsal
ürünler bulunuyor. Bu ürünleri saymaya vizyondan başlamak gerekir. Bir partinin
topluma vaad ettiğini vizyon ortaya koyar. Ama bunu birisi söylemeyecek. Birinci
kolonda üzerinde durduğumuz, o süreçler içinden oluşması esastır.
Her siyasi partinin düşünsel ürünleri içinde kanımca en önemlisi yeterli siyasal
analiz yapabilmesidir. Bu analiz içinde hem dünyanın gidişinin hem de ülkenin
126
Sosyal Demokrat Stratejiler
gidişinin yorumunu yapabilmelidir. Her siyasetçi önerilerini böyle bir resim içine
oturtursa etkili ya da inandırıcı olur.
Yalnız bunlar yeterli olmaz. Özellikle, sosyal demokrat parti gibi vizyonu olan
bir parti varsa, toplumda var olan değerler sistemini eleştirerek yeni değerler
sisteminin gelişmesini sağlayacak atılımlar içinde olmalıdır. Değerler alanını
geliştirmek çok önemli. Tabii bunlar da süreçlerle ilgili olduğunda anlam
kazanır. Etkili olur. Sosyal demokrat partinin haklar alanını genişletecek bir
söylem oluşturması gerekir. Buna ek olarak, sosyal demokrat partilerden yeni
siyasal kavram ve metaforlar üretmesi beklenir. Ve başkaları rakip partiler
neyse onlar tarafından o yaptığı siyasal analizler var ya dünya ve ülkeyle ilgili
ve getirdiği yeni hak anlayışı ve değerler anlayışına dayanarak başka partilerin
ele geçiremeyeceği eleştirel pozisyonlar inşa etmeli. Programlar ve seçim
bildirgeleri hazırlamalı. Ve diğer partilerin söylemlerine ilişkin söylem analizleri
yapmalı ve karşı söylemler geliştirmeli. Bunlar fikri ürünler. Daha da arttırılabilir.
Ama göz korkmasın diye çok ben bunu uzatmıyorum. Böyle geniş bir ürün alanı
var.
Şimdi gelelim üçüncü kolona, üçüncü kolon kamu alanında etkili bir
performans göstermesini sağlayacak etkinlikler üzerinde duruyor. Bir partinin
kamu alanında etkili olmak için ne yapması lazım? Şimdi diyelim ki bir seçim
kampanyası yapılıyor. Seçim kampanyasında ne yapılıyor? Genellikle bir
iletişim şirketi yahut bu işi bilenlerden bir ekip kuruluyor vs. Partinin hazırladığı
bir program var. Bunu daha iyi anlatabilecek araçsal iletişim rasyonellikleri
geliştiriyoruz. Ne yapıyoruz? Diyoruz ki, işte aman söylediklerin anlaşılsın,
çok uzun konuşma bilmem ne olsun. Bunlar gerekli. Ama bunları mükemmel
yapsan ne olacak? Kamu alanında sana bir hegemonik üstünlük sağlayabilir mi?
Kamu alanını sen bunlarla belirleyebilir misin? Kamu alanındaki acendayı nasıl
belirleyeceksin?
Bizde genellikle siyasi parti pratikleri içinde genellikle arkadan esecek
bir rüzgarın, uygun bir konjonktürün iktidar olmayı kolaylaştıracağına bel
bağlanır. Tamam bunlar siyasette çok önemlidir. Ama ya rüzgar esmezse
ne yapacaksın? Senin kamu alanındaki etkileme biçimin yalnız, ne siyasal
iletişim şirketlerinin araçsal rasyonelitesine ya da konjonktürün getirdiği
fırsatların değerlendirilmesine dayandırılamaz. Bunun ötesinde bir şey yapmak
lazım. Daha derinden bir şey yapmak gerekir. Tabii biz pratikte görsel ve
yazılı medyada alınan payı arttırmak isteyebiliriz, kamu alanındaki acendayı
belirlemek isteyebiliriz. Kamu alanında hegemonik pozisyonlara ulaşmak
isteyebiliriz. Ama daha önemli bir şey insanları daha derinden yakalamaktır. Bu
öyle bir derinden yakalamaktır ki, işte bu başta sözünü ettiğim süreçler insanları
derinden yakalayarak bağlayacak şeylerdir. Ve şimdi eğer insanları derinden
127
Sosyal Demokrat Stratejiler
yakaladıysanız ve derinden yakalamayı bu demokratik süreçler, katılımcı süreçler
vs. içinde kurduysanız karşı propagandanın bu derinden bağlılığı aşındırması
kolay değildir. Parti başkanının konuşmasında bir hata yaptığını düşünelim. Bu
derinden bağlılıklar o hatayı pozitif hale getirecek yeniden yorumları kendileri
üretirler. İnsanların burada bu süreç içinde kamu alanında insanların onuruna
uygun bir bağlılık üretilirse olur.
Genellikle bizde kamu alanındaki etkililik parti başkanının hitabet gücüyle
ilişkilendirilir. Evet bunun çok etkisi vardır. Ama başka şeyler de vardır. Kültür
endüstrisini kullanmak vardır. Sanat alanını kullanmak deyince katiyen
araçsallıktan söz etmiyorum. Buranın sosyal demokrasinin ilkeleriyle tutarlı
bir sanat, siyasi bir sanat yapılsın filan demiyorum. Sanat alanında insanların
özgür olarak çalışmalarına sahip çıkma ve o alanın kendi üretimini özgür
gerçekleşmesinde rol almaktır. Burada hiçbir araçsal bir şey beklenmemektedir.
Araçsal bir şey beklediğiniz zaman batmışsınız demektir. O sırıtır. O iki yüzlülük
hemen görülür. İnsanların karşısında iki yüzlü olmamak gerekir. Kamu alanının,
en cahil insanın bile hemen hissedeceği şey iki yüzlülüktür.
Dinleyici – Doğru damardan girmek değil mi hocam.
Doğru damardan girmek lafını kullanmıyorum. İki yüzlü olmamak lafını
kullanıyorum. Doğru damardan girmek araçsal bir şey içeriyor. Yani arada bir fark
var.
Şimdi diyelim ki, popüler kültür var ve büyük bir popüler kültür endüstrisi
var. Bu popüler kültür endüstrisi karşısında bir siyasal partinin ona yabancı
kalması düşünülebilir mi? Bir partinin bu bakımdan bir partinin sorgulanması
gereken performansı Türkiye’nin popüler kültürünün evrilmesiyle beraber
kendi de evrilebilmekte olup olmadığıdır. Eğer siz samimi olarak özgürlükten ve
demokrasiden yanaysanız onların özgür olması sonunda size çalışır. Ama bunun
hakikaten hiçbir iki yüzlülüğü içermemiş olması gerekir.
Şimdi dördüncü kolona gelelim. Seçimde insanlar oy verirken, Türkiye’de hep
gördük. Sorumlu davranıyorlar. Yani her seçim sonrasında o seçim heyecanı
gidip şöyle biraz zaman geçip baktığınızda, doğru yapmışlar gibi bir yargıya
varanların sayısı artıyor. Çünkü insanlar arasında kendilerine küçük çıkar vaat
edenler ve ona kananlar olabilir ama uzun vadede ülkenin genel gidişinin çok
arızaya uğramadan gitmesini sağlamak istiyorlar. Çünkü insanlar her karışıklıkta
bir şey kaybediyorlar. Onun için iktidara gelmesi için oy vereceği partinin
yapabilir olmasını çok önemsiyor. Yani bir işi becermek, gerçekleştirmek çok
önemli hale geliyor. Bunun için sorun çözme ve yaşam kalitesini geliştirmek
için sürekli girişim içinde olmak oy alabilmek için gerekiyor. Bugün STK’lar bunu
128
Sosyal Demokrat Stratejiler
yapıyor. Bir şey yapmamız için seçim kazanarak iktidar olmanız gerekmiyor. Bir
parti bunu STK’lardan çok daha rahat yapabilir.
Bir siyasal partinin siyasal mücadelede etkili olabilmesinin yollarından biri
de yargı denetimini işleterek sonuç almaktır. Katılımcı süreçler içinde ulaştığı
oydaşmaları ve programında verdiği sözleri gerçekleştirmek, sürekli olarak kendi
faaliyeti etrafında başarı öyküleri üretmek gerekir. Bunlar olmadan kimse güven
duyarak oy vermez. Sonuç alma becerisini sergileyebilmek.
Bu dört kolonda örneklediğimiz tüm bu konuları siyasetin ürünüdür diye
düşünüyorum. Tabii bunları daha da artırmak olanaklıdır. Eğer siyasetin
ürününün Tablo(1)’de verildiği şekilde özetlenebileceğini kabul ediyorsak,
partileri bu tabloyu kullanarak mukayese edebiliriz. Bir ülkede 5 parti
varsa, araştırmacılar bu tabloyu her parti için ayrı ayrı doldurarak yanımıza
getirdiklerinde, göreceğiz ki bazı partilerde matriksin tüm hücreleri doludur.
Bazı partilerin matrikslerinin pek az yeri doludur. Özellikle belli yerleri boştur.
Şimdi bu beş matriks bize, hangi partinin başarılı olup, hangi partinin başarılı
olmadığını analiz etmek için zengin çözümleme olanakları sağlar. Her seçim
sonrasında televizyonlardaki çözümlemelerde olduğu gibi, ideoloji tercihleri
alanına saplanıp kalmaktan kurtarır.
Tablo (1)’de verilen siyaset ürünün kapsamını netleştirdikten sonra, şimdi de
Şekil (1) özetlenen ilişkileri ele alalım. Şimdi siyasetin ürününü belirttikten sonra
bu siyaseti üretebilecek parti örgütü ne olacak diye sorabiliriz. Bu örgütün
kapsamlı siyasi ürünü üretebilecek karmaşıklıkta, komplekslilikte ve içinde
bağlılıklar yaratarak inşa edilmiş olması gerekir. Ama eğer sizin derdiniz size
yakın bir küçük grupla bir küçük partinin lideri olarak kalmak gibi bir amacınız
varsa, bütün bu alanlarda faaliyet göstermeniz gerekmez. Bunun için de çok
küçük bir alanda faaliyet göstererek amacınızı gerçekleştirebilirsiniz. Ama siz
iktidar olmayı istiyorsanız bütün alanlarda faaliyet göstermeniz gerekir. O bütün
alanı doldurmanız gerekir. O bütün alanı doldurmak istediğinizde farkedersiniz
ki, örgütünüz o alanı dolduramıyor. Onu üretemiyor. Eğer siyasi ürünü kapsamlı
olarak tanımlamazsanız cılız bir örgüte mahkum olabilirsiniz. Cılız bir örgütten
çıkabilmek için o birinci ilke olarak onu söyledim kapsamlı bir siyasi ürün
tanımlamak gerekir.
Örgütle devam edelim. Örgüt bir yandan bu kapsamlı siyaset tanımındaki geniş
kapsamlı siyaseti üretebilecek bir kapasite olmalıdır. Siyasi düşünce ve çözüm
üretebilen, yeni süreçler tasarlayabilen, kamu alanında etkili ve sonuç alabilen
bir kapasite. Örgüt çıkış noktasındaki uygar toplum varsayımıyla tutarlı bir örgüt
kültürüne ve siyasal kültüre sahip olmalıdır. Demokratik, adil, dayanışmacılığı
gerçekleştiren dünya düşüncesinin gelişmesinin parçası olabilen kapasitede bir
129
Sosyal Demokrat Stratejiler
örgüt gerekli. Bu örgütün ahlakı olmalıdır. Biliyorsunuz iki tür ahlak vardır. Birisi
sonuç ahlakı, diğeri de deontolojik ahlaktır. Sonuç ahlakı şudur; sonuç almak
için her şey mubahtır ahlakı. Deontolojik ahlakın konulmuş ilkeleri vardır. Bir
sonuca ulaşmak için her şey yapılamaz. Sonuçlar eylemleri mübah kılmaz. Sosyal
demokrat bir partide deontolojik bir ahlak hakim olur.
Bir Sosyal Demokrat Parti, başarıyı ödüllendiren, içinde kariyer yapılabilen,
sadakat esaslı değil, liyakat esaslı, şeffaf, stabil bir örgüte sahip olmalıdır. Bu
örgütün içinde eğitim kaçınılmaz olarak kritik bir yer alır. Katılımcı pratiklere açık,
küçük grup içi sadakatlar oluşturarak parti içi dışlayıcılığın etkili olmadığı bir
örgüt.
Siyaseti hırslı ve acımasız bir hale getirmeyen, siyaset yapmayı anlamlı kılan, yani
o uygarlık arayışına katkıda bulunan bir siyaset biçimi geçerli olmalıdır. Siyaset
yapılmasını siyasetçinin yaşamının eğlenceli ve doyumcu bir parçası haline
getirebilen bir örgüt. Siyasetin anlamlı hale getirilmesi, kliklerle parçalanmış
bir partinin içinde iktidar olmanın kaba doyumundan değil, toplumun iç
dinamiğine katkıda bulunan bir kamusal özne haline getirilebilmesinden geçer.
Günümüzün demokrasisinin gereksinmelerini karşılayabilmek için partileri
kolektif bilişsel sorumluluğa sahip bir öğrenen kurum haline getirmek gerekir..
Böyle öğrenen bir kurum haline gelebilmek şöyle bir şey, onu açmaya çalışayım.
Şimdi bakınız, bir fabrika ne üretir? Diyelim ki tekstil üretir. Tekstil üretirken
pamuk alır, kumaş yapar filan. Ama bunun yanında bir şey daha üretir. O’da
know how dedikleri şeydir. Bu işte öğrenen örgüt olmak bu know how’ı
üretebilmektir. Siyasal partinin öğrenen örgüt olması demek güven üretebilen
bir siyasi pratiğin nasıl yapılabileceğini öğrenmektir.
Şekil (1)’rin üçüncü kutusunu ele alalım. Böyle bir örgüt, böyle bir siyaset
anlayışınız varsa bu siyasetin halktan ne beklentisi olur? Önce birinci beklentisi
güven yaratmaktır. İkincisi oy almaktır? Güven yaratmayan oy alamaz. Yalnız
çıkar söylemiyle oy alınamaz. İlişki kurarak, bireyleri adam yerine koyarak,
onların onurlu yaşamına saygı göstererek oy alınabilir.
Böyle bir partinin beklediklerinin bir başka boyutu, katılımcı süreçlerle yeni
yönetim duyarlılıklarının topluma yayılmasıdır. Bu öncelikle kendi içinde
yarattığı örneklerle ve toplumda uygulamada gerçekleştirdikleriyle toplumun
katılımcılık kültürüne yahut başka bir deyişle toplumdaki yurttaşların pasif
yurttaştan aktif yurttaşa dönüşmesine katkıda bulunmaktır. Bir partinin
toplumdan beklediği ürün yalnız oy değildir. Güven, yeni katılımcılık, yönetişim
süreçlerini benimsetmek, aktif yurttaşa çevirmek, sorunları biriktiren değil,
130
Sosyal Demokrat Stratejiler
sorunları çözen imajını yerleştirmek beklentiler arasındadır. Siyasetin yaşam
kalitesini arttırmak arayışı üzerinde de durmak gerekir. Günümüzde yaşam
kalitesini artırmak, tüketimi arttırmak olarak görülmektedir. Halbuki buradaki
anlamda uygar bir toplumun oluşmasının aktif bir parçası haline geldiğiniz
zaman yaşam kalitesi kavramında bir değişiklik yapmış oluyorsunuz. Tabii bir
parti ve siyaset çalışmaları sonucunda beklediği bu sonuçları alamıyorsa ne
olur? Şekil (1)’deki geri beslemeleri çalıştırıp hem siyasi ürününüzü, hem de
örgütümüzün biçimini yeniden düşünmemiz gerekir.
Konuşmamda geldiğimiz bu noktada bir durum saptaması yapalım. Düşüncemiz
için bir çeşit altyapı oluşturduk. Sizinle bir siyasi örgütün kendisine strateji
oluşturmakta izleyebileceği yolları, genel çerçevesini ve onun içindeki süreçleri,
siyasetin ürününün tanımını filan vererek bir çerçeve oluşturduk. Şimdi
sorabiliriz. Acaba bu çerçeve strateji üretmek için yeterli zenginlikte midir?
Kanımca daha önce kullanılan çerçevelerden daha kapsamlı ve zengindir. Şimdi
bu çerçevenin strateji üretmekte potansiyelini göstermek için bazı örnekler
vermeye çalışacağım. Bu örnekler üstünden biraz spekülasyon yapabiliriz ki, bu
çerçevenin işe yararlığı görünsün.
Tabii eğer bir parti ciddi bir iddia taşıyorsa iktidar olmak isteyecektir. İktidar ele
geçirilen bir şey midir, inşa edilen bir şey midir? Bizim siyasal söylemimizde
iktidar genellikle ele geçirilen bir şeydir. Oysa biz burada bir iktidarın inşasından
söz ediyoruz. Şimdi bu bir partinin iktidarını inşası ne demek? Bunun için o
dördüncü kolonu çok ciddiye alması gerekiyor. Ve tabii birinci kolonu da çok
ciddiye alması demek.
Kanımca Türkiye’de sosyal demokrasinin karşısındaki en önemli sorun siyasal
kültürün durumudur. Bütün partiler demokrat olduğunu söyler. Herkes totoliter,
otokratik siyasal liderlik yapar, ya da böyle bir liderlik beklentisi içindedir.
Demek ki temel sorunumuz siyasal kültürü değiştirmektir. Eğer bir partiye ve
oluşturduğu kimliğe güven yaratmak istiyorsak, geliştirdiği programında söz
verdiklerini somut olarak gerçekleştirmek bile tek başına yeterli olmayabilir.
Daha önemli olan şey içtenlikli yeni siyasal kültürün örneklerini verebilecek
halde bulunmaktır. Bu da stratejik bir tercihtir. Siyaseti bir kör döğüşü
haline getiren sıfır toplamlı olmaktan çıkarmak gerekir. Gerek parti içindeki
çatışmalarda olsun, gerek parti dışındaki genel siyasette olsun kamu alanında
nasıl tartışıyoruz? Şöyle tartışıyoruz. O yapamaz ben yaparım, o kötü, ben
iyi. Bu siyaseti sıfır toplamlı hale getirmektir. Ve siyaset her olayda gerçekle
ilişkisini keserek bir karşıt pozisyon üretmeye döner. Bu da hiç unutmayın ki,
hiçbir pozisyon tamamen yanlış olamaz. Her pozisyon toplumda eğer yankı
bulmak istiyorsa bir miktar gerçeğe dayanmak durumundadır. Onun için sıfır
131
Sosyal Demokrat Stratejiler
toplamlı bir söylem işte bugün olduğumuz durumda bir kaos yaratır ve sürekli
olarak siyasete güvensizlik üretir. Siyasetin en çok ihtiyacı olan şey güvendir. O
güvensizliğe katkıda bulunan bir söylem çok başarılı olamaz.
Bakın, şöyle bir şey var. Bugün siyasetimizde hakim olan bir şey şu; siyasetçi
diyor ki, bütün konularda birinci söze ben sahibim. Seçilmişler her şeyden
üstündür. Ve bu yaşamın işte dikilen heykelinden, bilmem nerede yapılacak
kışlasına, bilmem nerede yapılacak köprüsüne kadar, her şeye karar veriyor. Bu
bir totalitarizmdir. Siyasetin iktidar talebi totalitarist olarak ifade edilememelidir.
Hele bu demokrasi odına sunulamaz. Bu siyaset biçimi güç sergilemeye dayanır.
Bu halde siyasetçi iktidarını güç sergileyerek kuruyor. Halbuki siyaset konsensüs
oluşturarak iktidarını oluşturmalıdır. Siyaseti kutsallar üzerinden yapmamak
gerekir. Siyaseti kutsallar üzerinden yapmaya başladığınız zaman siyasetin
alanını kapatıyorsunuz demektir. Çünkü kutsallar dokunulamaz. Siyasette kutsal
ürettiğiniz zaman, eğer harp etmeyecekseniz, çatışmayacaksanız. ona saygı
göstermeniz gerekir. O zaman en olur? Demokrasinin karar alanlarını daraltmış
olursunuz. Siyasetin içinde kutsalın yeri olamaz vs. Bu örnekleri ben daha da
artırabilirim.
Bu çerçevenin bize bir siyasi stratejinin kurulması için mevcut alışkanlıkların dar
kalıplarının dışına çıkabilecek bir olanak sağladığı görülüyor. Ben bu noktada
duruyum. Sağolun.
132
PANEL
Tarih :13 Mart 2012
Saat : 17:30
Sayın Işık’a
Sayın Tüzün’e
Sayın Soner’e
Teşekkürler...
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
GENEL BAŞKAN YARDIMCISI PERİHAN SARI’NIN AÇIŞ
KONUŞMASI
Düzenlediğimiz toplantının konusu ortaya çıkan gelişmeler doğrultusunda
kadının içinde bulunduğu durum. Günümüzdeki gelişmeleri değerlendireceğiz
konuklarımızla birlikte.
Dünya Ekonomik Forumu 2010 yılı raporuna göre genel sıralamada Türkiye
134 ülke arasında 126. sırada yer alıyor. Kadınların ekonomik, sosyal, siyasal
göstergeler açısından ve eşitlik göstergeleri açısından, siyasete katılım konumu
açısından, ekonomik güç açısından değerlendirildiği bu raporlarda iki başka
göstergeye daha değinmek istiyorum. Bu genel durumu belirleyen iki gösterge.
Ekonomik katılım ve fırsat eşitliği konusunda Türkiye yine 134 ülke arasında
131. sırada yer alıyor. Eğitimde Türkiye 109. sırada yer alıyor. Kadınların %81,
erkeklerin %96’sı okur yazar.
Öte yandan ülkemizde kadınlar şiddete uğruyor. Şiddetle karşı karşıya. Kadınlara
yönelik saldırganlığın artışında devlet adamlarının, siyasetçilerin dili hep
egemen oluyor, belirleyici oluyor. Siyasette ve toplumda şiddet arttığı ölçüde
kadınlara yönelen şiddet de artıyor. Sonuçta kadınlar ülkemizde eşitsiz ve
korunmasız. İçinde bulunduğumuz günlerde kadının toplumsal konumunu
etkileyecek, eşitsizliği derinleştirecek ve şiddete karşı korumada yetersiz kalacak
iki gelişme sözkonusu. Bunları biliyorsunuz. Kadının toplumsal konumunu
güçlendirmek ve kadının şiddete karşı korunmasını sağlamak amacıyla yapılan
yasal düzenleme bugün yürürlüğe girdi. 8 Mart hediyesi olarak kadınlara
verildi ama bu yasal düzenleme kadının adını yok ederek, kadını aile kurumuna
hapsederek ve kadının adını söylediğim gibi yok sayarak yasalaştı.
Hükümet, eğitim alanında da özellikle kız çocuklarının toplumsal konumunu
tehdit eden yeni bir düzenleme kesintili mi, kesintisiz mi olduğu anlaşılamayan
bir eğitim sistemini dayatıyor.
Sevgili konuklar, eğitimin bireyin toplumsallaşmasında, bireyin toplumun
gereksinimleri doğrultusunda biçimlendirilmesinde en etkin yöntemlerden
biri olduğunu biliyoruz. Bireyin doğasında var olan, saklı bulunan özelliklerini
geliştirmesi, kendini gerçekleştirmesi, doğa ve toplumla uyumlu beceriler
edinmesi eğitimle sağlanan özellikler. İnsanın toplumsal ve ekonomik
üretimin sürdürülmesi doğrultusunda biçimlendirilmesi de eğitim aracılığıyla
gerçekleşiyor.
135
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
Tarihsel süreçte eğitim toplumun yalnızca ayrıcalıklı bir kesiminin ulaştığı,
elde ettiği bir olanaktı. Bu süreç, toplumsal mücadelelerle eğitimi hak
kapsamına taşıyan bir biçimde sonlandı ve eğitimin laikleşmesi insanların
özgürleşmesini sağladı. Eğitimin toplumsal işlevi ve insana kattığı değer, bu
alandaki fırsat eşitliğinin sağlanmasını ve eğitimin temel bir insan hakkı olarak
gündeme gelmesini kaçınılmaz kılmıştır. Bu nedenle eğitim hakkı, eğitimde
fırsat eşitliğinin sağlanması demokratikleşme ve gelişme ölçütleri arasında
sayılmıştır tüm toplumlar için. Eğitim sonunda beklenen insanın insanlaşmasını
sağlayacak bir değişimdir. İnsanlaşmış insan direnmesini bilen, kişilikli insan
onurunun farkında olan insan. Bilimselliğe yönelmiş, aklını bilimsel bilgiyle
yönlendiren, kendi geleceğini belirleme iradesini elinde tutan insan. Ülkesini,
halkını, komşusunu sevebilen, seven, kin tutmayan insan, kindar olmayan insan.
Sorumlu ve bilinçli, başkalarının hak ve çıkarlarını da gözeten, inançlara ve
değerlere saygılı yurttaş olabilen insan. İçinde bulunduğu koşulları sorgulayan,
çözüm öneren, özgüveni yüksek, üretken, yaratıcı, dünya uygarlığına katkı
yapabilen insan. Sonuç olarak demokratik bir toplumun gereksindiği ve
demokrasiyi içselleştirerek işlerliğini sağlayacak bir toplumun bireyleri.
Ülkemiz kuruluşunda modern bir toplum olmaya yöneldiğinde öğrenim
birliği ilkesiyle insanı insanlaştırma hedefini de seçti. Bugün bir karşı devrim
sürecinde AKP bu ilkeyi de ortadan kaldırmak isteğinde. Eğitimde reform,
demokratikleşme, eğitimde esneklik gibi olumlu kavramlarla gündeme
gelen sistem değişikliği temel eğitimi dincileştirmeyi, kız çocuklarını eğitim
ortamından koparmayı hedefliyor.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine, Birleşmiş Milletler
Çocuk Hakları Sözleşmesi hükümlerine ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün
kurallarına aykırı biçimde henüz seçme olgunluğuna erişmemiş çocuklar 11
ya da fark etmez 14 yaşından başlayarak mesleğe yönlendirilmek isteniyor.
Türkiye’nin rekabet gücünü artıracak iş gücü olarak hazırlanmaları bekleniyor
çocuklarımızın.
4+4+4 olarak formülleştirilen ve hiçbir bilimsel zemine oturtulamayan bu
eğitim sisteminden etkilenecek olanların başında kız çocukları geliyor. Okulun
toplumsallaşma sürecine katkısı gözardı ediliyor. Kız çocuklarını ve toplumun
geleceğini etkileyecek “haydi kızlar eve” anlamına gelen bu anlayışın bir sonraki
aşaması, “kadının yeri evidir” olacak.
Kadının toplumsal alandan dışlandığı bir yaşam biçiminin dayatılmasına
direniyoruz. Mecliste arkadaşlarımız kaba güçle engellenmek isteniyor,
susturulmak isteniyor.
136
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
Kazanımlarımızı kaybetmek anlamına gelen bu dayatma bugünkü toplantımızın
ana temasını oluşturuyor.
Üç değerli konuşmacımız toplantı için ayırdığımız süre boyunca sizlerle
düşüncelerini paylaşacaklar. Oturumu Sayın Demet Işık yönetecek. Demet
hanımı içinizde tüm katılımcıların tanıdığını biliyorum. İkinci konuşmacımız
Işık Tüzün, Eğitim Reformu Girişimi’nin Koordinatör Yardımcısı. Eğitim alanında
değerli çalışmalar yürüten bir grubun temsilcisi. Üçüncü konuşmacımız, Sevgili
Şükran Soner, emek hakları, emek savunuculuğu, kadın hakları savunuculuğu
konusunda hepimizin çok yakından tanıdığı değerli bir ad.
Ben üç katılımcımızı da buraya davet ediyorum.
137
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
KONUŞMACI: DR. DEMET IŞIK
Hoş geldiniz, Cumhuriyet Halk Partisi’nin güzel, çok eski üyeleri, yeni üyeleri,
safalar getirdiniz. Ben ilk defa görüyorum bu binayı. Bu binayı biz Genel Merkez
olarak kullandık. Çakır çukur çok kötü filan bir yerdi. Şimdi eğitim merkezi olmuş,
güzel odalar yapılmış, masalar konmuş, çok hoşuma gitti bu geldiğim zaman.
İnşallah binaya layık bir eğitimi de götürebiliriz.
Sayın Perihan Sarı’yı hem bu bakımdan kutluyorum, hem de böyle bir eğitime
ihtiyaç duyduğu için teşekkürlerimi sunuyorum.
Şimdi Türkiye hepinizin bildiği gibi çok acayip bir yerden geçiyor. Acayipliği
şurada; kafamız yetmiyor, anlamıyoruz, yani ne cereyan ediyor, nereye
çekilmek isteniyoruz, ne yapılmaya doğru gidiliyor. Ama biz neredeyiz bunu
bilemiyoruz. Bunu böyle karıştıran tabi AKP’de değil. AKP’nin Genel Başkanı, yani
Başbakanımız. Talihsiz bir ülke. Bu hafta olan üç şey var. Birisi, çocuk gelinler için
50 bin imza toplandı. Bunu meclis başkanına götürdük. İkincisi, İstanbul’daki
tahliyeler. 4 gazeteci arkadaşımız çıktı. Bugünde Sivas davası sonuçlandı. Ben
Sivas’ta Madımak’ta yananlardan biriyim. O gün bizim Başbakanımız televizyona
çıktı. Biz zaten yanmıştık, ölmüştük, nerede olduğumuzu bilmiyorduk. Bizi
emniyete götürdüler. Emniyette 5. kata çıkardılar, konuşmayın, susun, gürültü
yapmayın, resim çekmeyin, birisini görürseniz de kafanızı eğin belli olmayın
diye böyle acayip bir şekilde bizi bir yere götürdüler. Derken Başbakan Tansu
Çiller televizyona çıktı dedi ki, “bugün Erzurum’da bir otel yanmıştır. Oteli sahibi
sigortası için yakmıştır, halkımıza hiçbir şey olmamıştır.”
Şimdi insanın bu kadar yönettiği ülkeyi, Türkiye’yi bilmeyen bir Başbakanı
olursa başına çok şey gelir. Bugünde böyle bir Başbakanımız var. Bugünde Sivas
davasını grup konuşmasından sonra kendisine sordukları zaman; “ama demiş
onlarda çok mağdur oldular, içerde çok yattılar” demiş. Bunlardan 6 kişi kırmızı
bültenle arandığı halde bugün Avrupa’da çok rahat gezmekteler. Bir tanesi bu
kadar sene arandığı halde Sivas’ta kendi evinin yatağında öldü. Pasaport alan
var, evlenen var, çocuk sahibi olanlar var. Başbakanın mağdurlar diye üzüldüğü,
insanları otellere sıkıştırıp, yakan insanlar.
Şimdi bunların hepsinin aslında devlette bir kaydının olması lazım. O kayıt
bunların yakalanması için, birinci elden bir delil. Ama öyle bir ülkede yaşıyoruz
ki, bugün içeriye alınan mahkum olmamış derme çatma iddianamelerle içerde
tutulan gazeteci arkadaşlarımız kendileri suçsuzluğunu ispat etmek zorunda
kalıyor. Adliye böyle işlemez. Mahkemeler, delillerin savcılar tarafından toplanıp,
değerlendirildiği sonra iddianamenin yazıldığı yerlerdir. İçeriye alınan, bütün
imkanlardan mahrum bulunan insanlar kendilerinin suçsuzluğunu ispat
138
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
edemezler. Böyle bir şey yok. Ama bu duruma getirilmiştir Türkiye.
Bugün konuştuğumuza bakın, bir haftanın içinde ne kadar çok şey oldu. Hem
Sivas, hem tahliyeler. Tahliyelerde denildi ki, iddianameler yarın öbür gün
değiştirilebilir, bu sebeple tahliye oldu denildi değil mi Şükran?
ŞÜKRAN SONER- Suçun vasıf değiştirmesi.
DEMET IŞIK- Suç vasfı değiştirilebilir denildi. Yani kendilerinin, savcıların onlara
attıkları suçların, yarın, öbür gün vasıf değiştireceği için hani artık bu tutukluluğu
da fazla görmüyoruza getirdiler. İşin aslı öyle değil. AB ve dünya basını çok kötü
yüklenmeye başladı AKP’nin üstüne. Çok kötü. Yani gazeteleri alıp okuduğunuz
zaman bu tutukluluğun bu kadar mesnetsiz, bu kadar uzun, bu kadar “davada
savunmaları” erteleyici, tehdit edici bir halde devamının dünyadaki akisleri
bu tahliyeyi gerekli kılmıştır. Yoksa hiç kimsenin aklı yetip de böyle bir şey
yapmamıştır.
Bunu tabii bir yandan sevinçle karşıladık. Ama Türkiye “gelgit akla” fazla
bağlanmamalı. Bugün bu ama yarın başka bir şey olabilir. Bu çocukların başına
da gelebilir bu 4 kişinin başına da aynı şeyler gelebilir.
Size bu 50 bin imzanın Meclis Başkanına takdim edildiği, çocuk gelinler hakkında
yapılmış olan bir araştırmayı sunmak istiyorum. Araştırmada Türkiye’nin taraftar
olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmelerine göre “18 yaşına kadar
her birey çocuktur.” Reşit olmayanların evlendirilmesi ulusal yasalarca kabul
edilse bile çocuk evliliği kapsamına girer. Küçük yaşta evlilik kadınları eğitim,
sağlık, istihdam gibi bir çok alanda olumsuz etkiler. Küçük yaşta evlilik bir hak
ihlalidir. Duygusal ve cinsel istismardır. Kadınlara karşı ayrımcılığın en erken yaşta
tanışılan biçimidir. Türkiye’de 18 yaşın altında evlendirilen kadınların oranı %28.
Bu araştırma Hacettepe Üniversitesi nüfus etütlerinde yapıldı. Türkiye’de 15 – 19
yaş arası yapılan doğumlarda anne ve bebek ölüm riski yetişkin hamileliklerine
göre 4 kez fazladır. Ama sağlık bakanımız çıkıyor ne diyor? Anne ve çocuk
ölümlerinde hiç ulaşılmamış başarılı rakamlara ulaştık. Yani bu iktidar devlet
yönetiyor değil de kim daha fazla yalan söylüyor o kadar makbul bir hale geldi.
Çocuk evlilikler olduğu müddetçe ana çocuk ölümlerinin azalması mümkün
değil. Dünyada her 10 çocuktan birinin annesi çocuk yaşta. Fakat bu istatistikler
sadece bizde değil, diğer ülkelerde de var. Ama orada bu yaşam tarzının getirdiği
bu istismar çocuklara çok yöneldiği zaman bunu kiliseler telafi ediyorlar. Şöyle;
kiliseler yer açıyorlar. Bu çocukları alıyorlar doğurtturuyorlar, bu çocuklara
annelik öğretiyorlar, bu çocuklara meslek kazandırıyorlar ve bu çocuklar
gelişip kadın haline geldiği zamanda yine korunaklı bir şekilde toplumun içine
gidiyorlar. Halbuki bizim çocuk gelinlerimiz öyle değil. Bir kere çok açık ve net
139
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
bir şekilde bir şey söylemek lazım. Doğu’da ve Güneydoğu’da töre cinayetleri
oluyor ya buna çocuk gelinlerde dahil bu töre cinayetlerinin temelinde ensest
ilişkinin var olduğunu kabul etmezsek biz bu işin üstesinden gelemeyiz. Bu
ensest ilişki annenin, kendi kız çocuğunun intihara götürülmesini başıyla tasdik
eder hale getiriyor. Çünkü kız çocuğuna veyahut gelinine saldıran, tecavüz
eden kişi ya kocası, ya kayınbiraderi ya oğlu. Bunların söylenmesi ensest ilişki
olduğu için yasak ve bunu da toplum telaffuz etmek istemediği için ve oralarda
insanlar kırsal bölgelerde çok sıkışık alanlarda yaşadığı için bu dile getirilmiyor.
Ama sonuçta ne oluyor? Bu kadınlar ya kendilerini asmak mecburiyetinde
bıraktırıyorlar, ya küçük erkek çocukları tarafından öldürülmek mecburiyetinde
kalıyorlar. Ama devlet burada sessiz kalıyor.
Bakınız size çok tipik bir örnekle hayata değgin yaşadığım bir olay anlatacağım.
Benim Almanya’da SPD’de çalışan çok akıllı, çok hoş bir kadın arkadaşım var.
Bu zamanla Almanya’daki biraz yaşlı insanları rehabilitasyon olarak da gezdirir,
dünyanın her ülkesine de götürür. Bir arada, Türkiye’ye getiriyor, gezdiriyor.
Bundan 5 sene evveldi, bu arkadaşım Diyarbakır’dan telefon etti. Demet
dedi ben çok büyük bir çıkmazın içindeyim, ne yapacağımı da bilmiyorum.
Düşündüm sana sorayım, sana anlatıyım dedi. Neredesin? Ben dedi bir
köydeyim dedi. Bu köyde dedi bir ahırda bir kadın tutuklanmış, bağlanmış
bulunuyor dedi. İpini de yanına vermişler, bir tas suyunu da koymuşlar kendi
kendine hallet demişler. Acaba ne yapabilirim diye bana sordu. Acaba ne
yapabilirsin? Milletvekillerini aradım. Bir tanesi çok hoş, Demet hanım söyleyin
hemen bir uçağa atlayıp gelsin dedi. Kadın ahırda diyorum, o bana diyor ki bu
bir milletvekili, atlasında gelsin biz burada her şeyi yaparız. Orada da dedim
her şey yapılacak sen hiç kendini üzme. Ondan sonra valiyi aradım, sonra
kaymakamı aradım, sonra jandarma kumandanını, polisi, savcıyı aradım.
Anlatmak istediğim şey şu; ciddi bir silsile ve zincir kurulursa bu işin üstesinden
gelinebiliyor. Ben milletvekili değilim, ben bu toplumda işi icabı mesul olan
bir insanda değilim. Ama ben 30 senelik sivil örgütçüyüm ve ben 30 senelik
CHP’liyim. Yani toplumun dertlerini bir şekilde halletmeye çabalayan bir
insanım. Hiçbir erkim olmadığı halde. O ahırdan o kadın alındı. Kadın ile getirildi,
bana telefon ettiler nereye gönderelim. Dedim ki, İstanbul’da Mor Çatı var,
ben arkadaşlarıma telefon edeyim siz de hemen kadını oraya götürün. Önemli
olan bu sistemi kurmak ve işletmek. Devletin savcısını, hakimini, jandarma
kumandanını, valisini işin içine sokup da bunu yapmalarını talep ettiğiniz
zaman bu iş oluyor. Bir; ensest ilişkiden dolayı kadının öldürüldüğünü kabul
edeceksiniz. İkincisi; devlet ben bu işin üstesinden gelirim, çünkü benim bu
erkim var diyecek. Bu kadar basit bir şey.
140
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
Çocuk gelinler işinde de böyle. Evlilik yaşını çıkarsınız bir yaş yukarı 18 yaşına
getirirsiniz. Anne babanın ve mahkemenin iznine bağlı olmaktan çıkarırsınız
evliliğe sadece yaş kriterini koyarsınız. Bu yaşa gelmeden evvel evlilik olmaz
dersiniz. Dünya kadar çocuğu kurtarmış olursunuz. Bunu Türkiye yaşamak
mecburiyetinde değil. Ama dediğim gibi doğru dürüst Türkiye’nin yakın tarihini
bilen siyasi kadrolara ihtiyaç var. Türkiye cahili bir başbakan çıkıp Sivas katliamını
Erzurum’da bir otel yandı diyerek anlatırsa bu işin üstesinden gelinmez.
Bugün mahkeme Sivas olaylarında şöyle bir karar verdi. Sivas toplu katliamının
bir insanlık suçu olduğu mahkeme kararıyla tespit edildi. Ama zaman aşımını
ceza kanununa göre vermek zorundayız denildi. Burada kazanç şu; bu toplu
katliam kabul ediliyor bir. Bunun insanlık suçu olduğu tespiti mahkeme
tarafından yapılıyor. Bu ikisi çok önemli.
Bugün grup toplantısından çıkınca gazeteciler sormuşlar Başbakana, Sayın
Başbakan demişler bugün Sivas katliamının son duruşmasıydı ne diyorsunuz?
Valla içerdekiler çok çektiler demiş. Çok yattılar, sefil oldular. Yani sen 32
kişiyi yakarak öldüreceksin, yakacaksın, geri kalanını da sakat edip sokağa
bırakacaksan hiç olmazsa metal olarak. Bırakacaksın ve senin Başbakanın
çıkıp diyecek ki onlarda içerde çok çekti. Bu içerde yatanlardan evli olanlar var,
pasaport çıkaranlar var. İçerdeyken karılarını hamile bırakanlar var. Yani her şey
devletin gözüönünde oldu. Sivas’ta da öyle oldu. Yani halkına zulmetmekten
vazgeçen bir siyasi iradeye kavuştuğu zaman Türkiye herhalde çok rahat edecek.
Aslında tabi böyle panelleri yönetenler çok korsan, tebliğci olurlar. Ama Sayın
Başkanım dedi ki üç konuşmacı var. Şimdi ben üç konuşmacıdan biri olarak
görevimi yerine getirmiş bulunuyorum.
Şimdi kıymetli arkadaşlarım, üniversiteden akademisyen olan arkadaşım size
kendisi kendisini tanıtsın. İnsanlar insanları yanlış tanıtabilir. Ben tanıtırsam bana
göre artı değerleri çıkarırım. Halbuki kendisine sormak lazım sen neyinle meşhur
ve müftehirsin diye. Buyurunuz efendim.
141
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
KONUŞMACI: IŞIK TÜZÜN
Çok teşekkürler. Ben Işık Tüzün, Eğitim Reformu Girişimi Koordinatör
Yardımcısı’yım. Yaklaşık 5 yıldır Eğitim Reformu Girişimi’ndeyim. Ondan
önceyse farklı alanlarda daha kısa dönemli çalışmalarım oldu. Aslında ilk olarak
üniversitede sosyal politikalara ilgi duyarak eğitim meselesine de ilgi duymaya
başladım ve Hollanda’da yaptığım alternatif kalkınma politikalarıyla mastırımda
da tezimi de İstanbul’da kadınların gecekondu alanlarında veya çöküntü
bölgelerinde yoksulluk deneyimleri üzerine yaptım ve orada da tabii eğitim
fırsatlarının eksikliğinin, eğitime erişimin sınırlı olmasının sosyal dışlanmanın ne
kadar merkezinde olduğunu birebir görme fırsatım oldu. Bugün kendimi çok
şanslı sayıyorum. Çok nitelikli olduğunu düşündüğüm, oldukça da genç ve farklı
disiplinlerde uzmanlık sahibi bir grupla Eğitim Reformu Girişimi’nde çalışıyorum.
Ben şu ana kadar daha çok eğitimde çocuk hakları konusunda çalıştım. Eğitimde
çocuk haklarının yanı sıra bu konunun farklı unsurları olarak eğitimde çift
dillilik meselesi ki Türkiye’de çok tartışmalı bir mesele üzerine farklı bir bakış
açısı getirmeye çalışıyoruz. Din ve eğitim yine çok tartışılmalı ve çocuk odaklı
bakmayı bir türlü başaramadığımız bir mesele.
Eğitim Reformu Girişimi’nden çok kısaca bahsedeyim sunuma geçmeden
önce. 2003 yılında... Aslında biraz karışık bir yapımız var. Şöyle açıklayayım,
tüzel kişiliğimiz Sabancı Üniversitesi ama baktığınızda bağımsız ve özerk bir
kurumuz. Bütün karar alma süreçlerimizde, stratejimizi çizmekte, yapacağımız
araştırmaları belirlemekte... 2003 yılında Sabancı Üniversitesi’nde kuruluyor
Eğitim Reformu Girişimi ve yola çıkışında iki tane amacı var. Bir; elbette kız ve
erkek bütün çocukların kaliteli eğitime erişimini sağlayacak politikalara katkıda
bulunmak. Ancak sadece politikaların çıktıları değil, çocukların kaliteli eğitime
ulaşması değil, ERG’nin amaçladığı diğer bir şey de eğitim politikalarının
saydam, katılımcı ve akılcı süreçlerde geliştirilmesi ki bu bugünlerde biraz
eleştirdiğimiz de bir konu aynı zamanda. Bu iki amaçtan yola çıkıyoruz. Birçok
farklı alanda üniversite öncesi eğitime ilişkin yaptığımız araştırmalar var. Aslında
her zaman yapmaya çalıştığımız aynı şey. Öncelikle bir araştırmadan yola
çıkmak. Evet hani bir çoğumuz aklında anektotlar var, gözlemlerimiz var. Ama
politikaların gerçekten kapsamlı araştırmalar üzerine oturması gerekiyor ki
bu Türkiye’de çok yeni gelişen bir kültür. Araştırmalardan yola çıkıyoruz. Önce
sorunlara ışık tutmaya çalışıyoruz. Ardından araştırma bulgularını sadece biz
değil, ilgili akademisyenler, eğitimciler, sendikalar, yeri geldiğinde çocuklar ve
öğretmenler hep birlikte yorumlamaya gayret ediyoruz ve daha sonrada yine
katılımcı süreçlerde mümkün olduğu kadar farklı görüşleri bir araya getirerek
politika önerileri üretiyoruz ve daha sonra da bu politika önerilerinin yaşama
geçmesi için gerek Milli Eğitim Bakanlığı’nın kapısını aşındırarak, gerek meclis
koridorlarını, bu politika önerilerinin yaşama geçmesi için çaba harcıyoruz.
142
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
Ben bugün sadece 4+4+4’e odaklanmayacağım. Yeri geldiğinde ondan
bahsedeceğim. Önce en temel olarak okullaşma rakamları gibi bir yerden
girmek istiyorum. Yer yer de özellikle kız çocuklarına ilişkin gündeme getirmek
istediğimiz bazı konulara değineceğim.
Öncelikle genel olarak okullaşma açısından, çünkü Türkiye’de aslında en çok
konuştuğumuz mesele, en gurur duyduğumuz da ilköğretimde örneğin
okullaşmayı nasıl arttırdığımız, nasıl neredeyse %99’lara taşıdığımız. Gerçekten
de bu önemli bir başarı. 8 yıllık kesintisiz eğitimin bunda tabii ki payı var.
İlköğretime baktığımızda ilk gördüğümüz aslında kız ve erkek öğrenciler
arasındaki -yani kız çocukları için okullaşma oranı %98.2, erkekler içinse
%98.6- fark giderek kapanıyor. Bu son derece olumlu bir gelişme. Fakat yola
çıktığımızdan beri hem ERG olarak, hem eğitimde haklar çalışmalarımızda
üzerinde ısrarla durduğumuz bir şey kayıt sonrası neler olduğu. Eğitime kayıt,
biliyorsunuz artık kayıtlar zaten otomatik olarak da yapılıyor, çocukların okula
devam ettiğinin veya nitelikli bir eğitim aldığının bir göstergesi değil. Elbette
önemli bir gösterge fakat bunun önemli bir ayağı mesela devamsızlık meselesi.
Türkiye’de devamsızlığın giderek arttığını maalesef gözlemliyoruz ve devam
tabii ki hem çocuğun eğitim kazanımlarından, okul süreçlerinden yararlanması
için bir yandan çok önemli, hem de devamsızlık artıkça o çocuğun artık okulla
ilişkisi düzensizleşir ve okulu terk riski de artıyor. Bu yüzden devam meselesine
-ki şu anda ilköğretimde öğrencilerin, son yani geçen senenin rakamlarına göre
yaklaşık %11’i 20 gün ya da daha fazla devamsızlık yapıyor- bakmak lazım.
Ama Türkiye’de ilköğretim zorunlu olduğu için okulu terk diye bir tanım yok.
Dolayısıyla diplomasız ayrılma olarak biz bunu ifade ediyoruz.
Ondan sonra ilköğretim aşamasını biraz geçtikten sonra aslında ilk baktığımızda
ilköğretimden mezun olan çocukların kız ya da erkek %80’i ortaöğretime devam
ediyorlar. Bu son derece önemli ve Milli Eğitim Bakanlığı bu rakamları daha da
artırmayı hedeflediğini söylüyor. Kız çocuklar için bu rakam %80.2, erkekler
içinse %80.5. Fakat şöyle bir şey var; ortaöğretime baktığımızda okullulaşma
oranları arasında ciddi bir fark var. Hatta oradan da bir adım geriye gitmek
gerekiyor. İlköğretimden mezun olan popülasyon içinde kız çocuklarının oranı
%47 iken, erkek çocuklarının oranı %53. Dolayısıyla biz aslında kız çocukları daha
ilköğretimden kaybetmeye başlıyoruz eğitim sisteminden. Bu cinsiyet farkını
incelediğimizde bu özellikle ilköğretimin ikinci kademesinde giderek artıyor.
Örneğin Türkiye genelinde rakamları vereyim. Bir dördüncü sınıfta cinsiyet
oranına bakıyoruz, bir de mezuniyet zamanında cinsiyet oranına baktığımızda
Türkiye’de bu oran genel olarak ortalama %90’lardan %75 geriliyor. Şanlıurfa için
örneğin bu oran %80’lerden %60’a kadar geriliyor. Dolayısıyla iller ve bölgeler
arası eşitsizlikler de söz konusu. Dolayısıyla ortaöğretimde şu anda kız çocukları
143
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
için %66 bir kayıt oranı var. Erkek çocukları içinse %72.4. Bu farkın bir bölümü
zaten daha ilköğretim mezuniyetinden geliyor.
Bu arada kısa da bir not paylaşmak istiyorum. Türkiye, İsviçre’yle birlikte OECD
ülkeleri arasında ortaöğretim kayıt oranlarında cinsiyet eşitsizliğinin kızların
aleyhine olduğu iki ülkeden biri. Diğer bütün OECD ülkelerinde trend aksi
yönde. Kız çocuklarının okullulaşma oranları daha yüksek. Yani bu geçiş
meselesiyle ilgili biraz önce bahsettiğim, yani mezun olan çocuklarımızın %80’i
ortaöğretime devam ediyorlar. Fakat bu da yine bölgeler ve iller arası farklılık
gösteren bir rakam.
Bütün verileri elimizden geldiğince ayrıştırarak bakmaya da gayret ediyoruz
çalışmalarımızda. Bu sene bizce değerli bir çalışma yaptık, çok da olumlu
geri bildirimler aldık. Sitemizden de inceleyebilirsiniz onu paylaşmak isterim.
Hani işte %98 diyoruz, 99 diyoruz fakat iller bazında, bölgelerde değil iller
bazında bakmakta yarar var aslında. Hiç beklenmedik sonuçlar çıkabiliyor. Hiç
beklemediğimiz bölgesinin aksine farklı şeylerin yaşandığı iller çıkabiliyor.
Dolayısıyla biz milletvekillerine yasama dönemi başlarken hiçbir parti ayırt
etmeksizin hepsine önce bir eğitimin öncelikli sorunlarıyla ilgili bir bilgi
dosyası gönderdik. Bu bilgi dosyasının içine de ümit ettik ki, daha çok ilgilerini
çekecektir, illerinde eğitimin durumuyla ilgili, aslında milli eğitimin elinde
olan verileri sadece farklı bir şekilde derleyerek il bilgi kartları sunduk. Bunu
dikkate alanlar oldu, bunlar anketler deyip kenara koyan oldu. Fakat hem
milletvekillerinin illerinde eğitimin durumunu bilmeleri ve sorgulamaları
açısından bizce önemli bir adımdı ve bu çalışmaya da devam etmeyi
düşünüyoruz. Siz de özellikle ilgilendiğiniz iller varsa sitemizden hepsine
ulaşabilirsiniz. Okulu terk oranları, sözleşmeli öğretmenlerin ildeki payı, sınıf
tekrarı oranları gibi bir çok bilgi il düzeyinde söz konusu.
Ortaöğretime tekrar dönecek olursam. Kusura bakmayın bu rakamlı
kısım birazcık karışık gidiyor. Ama olabildiğince resmi vermek istiyorum.
Ortaöğretimde de devam aslında önemli bir mesele. 2009 – 2010 rakamlarına
baktığımızda 20 gün ya da daha fazla devamsızlık yapan çocukların genel
ortaöğretime devam eden çocuklar arasındaki oranı %44. Çocukların %44’ü 20
ya da daha fazla gün okula devam etmiyorlar. Mesleki ve teknik eğitimde bu
rakam 49’a çıkıyor. Bizim elimizde şu an olan veriler 2010 – 2011’in ilk yarısına
ait. Burada görüyoruz ki genel ortaöğretimde çocukların %28’i 20 ya da daha
fazla gün okula devam etmiyorlar. Mesleki ve teknik eğitimde ise bu rakam 35.
Ama bunlar sadece ilk yarı yıl verileri. İkinci yarı yılda zaten çocukların sınav
telaşı ve daha çok devamsızlığın ikinci yarıda yapıldığı düşünülürse bu konuda
çok fazla ilerleme kaydetmediğimizi düşünüyoruz. Sevindirici bir gelişmeyse
ortaöğretimde terk oranlarının düşmesi. Kızlar için zaten erkeklere göre daha
144
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
düşük bir oran. %6 dolayında. Erkekler için %10. Burada da yine okul türlerine
göre ayrıştırarak baktığımızda okulu terkin özellikle imam hatip liseleri ve
mesleki ve teknik liselerde yoğunlaştığını, daha yüksek olduğunu görüyoruz.
Böyle birazcık rakamlardan sonra aslında bir toparlama yapacak, geçmişe
bakacak olursak…
DEMET IŞIK- Yani diyorsunuz ki imam hatip okullarından terk, daha yüksek
normal okullardan. Bunun sebebinin ne olduğuna dair bir araştırmanız var mı?
Bir aydınlanmaya kavuştunuz mu?
IŞIK TÜZÜN- Bunun için ek bir araştırma yapmak gerekiyor bütün bu konularda.
Genel olarak baktığımızda aslında kız çocuklarının eğitimi konusunda gerek Milli
Eğitim Bakanlığı’nın, gerek sivil toplum örgütlerinin inanılmaz bir irade ve çaba
gösterdiği ortada. Çok önemli kazanımlar elde edilmiş durumda ve umuyoruz
yeni girişimlerle de bu çabalar geri döndürülmek yerine daha da ileri taşınacak.
Fakat bugüne kadarki çalışmalara baktığımızda benim bir gözlemim şu; çabalar
daha çok aile odaklı, gidip aileleri ikna etmeye dönük. Çünkü böyle bir sorun
var evet. Ama artık Türkiye’nin geldiği noktada belki aileleri ikna çalışmalarının
yanında dönüp okullara bakıp biz okullarda ne yapabiliriz kız çocuklarını okulda
tutmak adına, artık odak buraya gelmeli. Kız çocuklarının okula kendini daha
fazla ait hissetmesi için... Çünkü bunlar yani aile ikna kampanyaları hep devam
ediyor ve devam edecek ve bu sorunun sadece bir boyutu. Dolayısıyla hani
okullara bakmak, okulun içine bakmak, okullardaki eğitim kalitesine bakmak,
okulları kız çocuklarının ihtiyaçlarına, eğitimi kız çocuklarının ihtiyaçlarına, farklı
ailelerin ihtiyaçlarına nasıl uyarlanabilir hale getiririz buna bakmak gerektiğini
düşünüyoruz. Bunun çok önemli bir unsuru, aslında belki çok sınırlı bir gösterge
ama rehber öğretmen meselesi. Bu yeni 4+4+4 düzenlemesinde de erken yaşta
yönlendirme yapmaktan bahsediyoruz. Fakat Türkiye’de ilköğretimde rehber
öğretmen başına 1225 öğrenci düşüyor. Böyle bir sistemde sadece kız çocuklar
değil, çalışan çocuklar değil, engelliler değil, rehber öğretmenin herhangi bir
çocuğa bireysel ilgi göstermesi, onu tanıması mümkün değil. Dolayısıyla birçok
ihtiyaç eşzamanlı olarak var. Yani burada vurgulamak istediğim aslında, hani
bunu sadece bir erişim meselesi olarak görmememiz, bunun yanında her zaman
kalite ve erişimi bir bütün olarak düşünmek gerektiği. 4+4+4’e baktığımızda da
aslında bu Türkiye’de okullar arası eşitsizlikler, farklı sosyoekonomik gruplardan
çocuklar arası eşitsizliklerin ve bu kalite eksikliğinin odakta olmadığını görüyoruz
ve en temel eleştirimiz 4+4+4’e ilişkin söyleyebileceğim bu.
Daha yapısal bir şeyi var ve eğitimin aslında en büyük sorunları olan eşitsizlikler
ve kaliteye çok dokunmuyor, hatta yer yer bunları daha pekiştirebilecek öğeler
145
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
içeriyor. Fakat bugün bende henüz bu Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Milli Eğitim
Bakanı’nın bilmiyorum videolarını seyretme şansınız oldu mu? Kız çocuklarının
okullaşmasıyla ilgili yeni bir proje başladı. Şimdi ikinci bir projeye geçiyorlar ve
bu projede önemli olan aslında birçok şey yapılıyor Türkiye’de. Fakat bunları çok
yakından izleyip, daha çok müdahil olmak gerektiğini düşünüyoruz ve bunları
hep veri temelli yapmak gerekir. Bu yeni projede mesela rehberlik araştırma
merkezlerinin, psikolojik danışma ve rehberlik birimlerinin ve YİBO’ların
iyileştirileceği de bir hedef olarak konmuş. Bakalım nasıl ilerleyecek, yakından
izlemeyi ümit ediyoruz.
Bu kalite meselesinden dem vurdum. Bu kızlar ve erkekler açısından aslında
ortak bir sorun. Belki farklı şekillerde farklı unsurlardan etkileniyorlar. Ara sıra
basına da yansıyan PISA sonuçlarından belki biraz daha rafine birkaç bulgu
sunmak istiyorum. Uluslararası bir değerlendirme, Türkiye’yle beraber birçok
OECD ülkesi ve ek ülke de katılıyor.
DEMET IŞIK- PISA dediğiniz nedir?
IŞIK TÜZÜN- Uluslararası Öğrenci Başarılarını Değerlendirme Sınavı ve OECD
tarafından düzenleniyor. Türkiye 2003 – 2006 ve 2009’da katıldı. Dolayısıyla
bu öğrencilerin gelişimini ölçmek için çok iyi bir araç aslında ve Türkiye’nin
uluslararası konumunu. Tabii ki tek bir sınavla, tek bir göstergeyle sistemin
geneline ilişkin yorum yapmaktan kaçınmak lazım. Önemli bulgular var.
Öncelikle Türkiye’de öğrencilerin %24’ünün okuma alanında temel beceri
düzeyinin altında olduğunu görüyoruz. Matematik alanında temel beceri
düzeyinin altında olan çocuk oranı %42. Fen alanındaysa bu oran %30 ki PISA
sınavları sadece okula devam eden 15 yaşındaki çocuklarda uygulanıyor. Bir de
okulun dışında olan birçok 15 yaşında çocuk var. Dolayısıyla temel becerileri
kazandıramadığımız ciddi bir gruptan bahsediyoruz. Bunun dışında Türkiye
PISA’da aslında puanlarını artırmış durumda, ciddi bir gelişme var. Fakat OECD
içindeki sıralaması hala oldukça gerilerde. İki tane önemli nokta var. Bir, Türkiye
sosyoekonomik kökenin eğitimde başarıyı en çok etkilediği 3 ülke arasında.
Yani çocuğun ailesinin eğitim durumu ve çocuğun ailesinin gelir durumu hala
çocuğun başarısını etkiliyor. Halbuki bizim aslında eğitim sisteminin yapması
gereken tam da bu farklılıkların etkisini ortadan kaldırmak ve herkese eşit
fırsatlar sunmak.
Okullara ve okul türlerine baktığımızda sosyoekonomik açıdan daha elverişsiz
koşullara sahip olanlar belli okullarda yoğunlaşıyorlar. Daha avantajlı durumdaki
çocuklar belli okullarda yoğunlaşıyorlar ve aslında birbirleriyle yaşama,
birbirlerinden öğrenme, birlikte gelişme fırsatını da bu nedenle bulamıyorlar.
146
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
DEMET IŞIK- Peki bu sosyoekonomik durum bizde önem kazanıyor. Başka
ülkelerde? Onlarda da herhalde sosyoekonomik durumun çok etkili bir girdisi
var.
IŞIK TÜZÜN- Bazı ülkelerde öyle. Birçok ülke bunu aşmış durumda ve eğitim
kalitesiyle aşıyorlar. Okulöncesi eğitimle aşıyorlar. Okulöncesi eğitim mesela
sosyoekonomik kökenin belirleyiciliğini azaltmak için aslında en iyi politika
seçeneği.
Şimdilik 4+4+4’te anladığımız kadarıyla okulöncesi eğitim bir yere gitmedi.
Ama bir önceki yaş grubuna indi. Artık 4 yaşındaki çocukların okulöncesi eğitim
alması pilot olarak zorunlu uygulanacak. Yani bir yasayla zorunluluk söz konusu
değil hala.
4+4+4’ün yani toplumsal cinsiyet açısından etkisini öngörmek için çok daha
fazla çalışmak gerektiğini düşünüyoruz. Fakat birkaç söylenebilecek yine de şey
var. İlk teklifin, yani alt komisyona giren teklifin sakıncaları çok netti. Yani daha
ikinci kademede açıköğretim yolunu açması, meslek eğitimi yolunu açması zaten
kabul edilemezdi ve değişmediği takdirde kız çocukları için, engelli çocuklar
için yaratacağı dezavantajlar çok netti ve bu çocuklar okuldan uzaklaşacaktı,
uzaklaştırılacaktı. Mevut durumdaysa komisyondan çıkan metne zaten daha
yeni erişebilir duruma geldik. Şimdi burada bir analiz yapmıştık. Yine bizim
internet sitemizde de var. Temel olarak ama iki değişiklik söz konusu. Birincisi
artık okula başlangıç yaşı normalde 72 ay alt sınırken yani 6 yaş, şimdi 72 ay üst
sınır oldu. Yani bir yıllık bir şey var ve orayı nasıl tanımlayacakları, 60’la 72 ay
arası bakanlığın inisiyatifine bırakılmış durumda. İkinci 6 ayı 66 – 72’yi zorunlu
mu yapacak, öncesini ailenin rızasına mı bırakacak. Bunlar çok ciddi politika
değişiklikleri, araştırmalarla muhakkak desteklenmesi gerekiyor. Gerekçelerinin
net olarak toplumla paylaşılması ve tartışılması gerekiyor.
Eşitsizlik bağlamında eleştirebileceğimiz bir düzenlemeyse kademe meselesi.
Tamam artık ikinci kademede doğrudan eğitim yolunu ilk teklifteki kadar net
bir şekilde açmıyor. Fakat her durumda çocukların ikinci kademede farklı bir
okula ya da programa gidecek olması Türkiye’deki okullar arası eşitsizlikler
düşünüldüğünde son derece sakıncalı. Dünyada farklı ülkelerde yapılmış çalışma
gösteriyor ki siz çocukları ne kadar geç ayrıştırırsanız sistem o kadar eşitlikçi
hale geliyor. Çocukların becerileri arasındaki farklar o kadar kapanıyor. Hep
örnek gösterilen Almanya, erken ayrıştırma yapılan bir ülke olarak bu çocuklar
arası beceriler arası eşitsizliklerde birinci sıraya taşınıyor çocuklar 15 yaşına
geldiğinde.
147
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
Dolayısıyla bu ikinci kademede ayrıştırma meselesinin çeşitli endişeler
doğurması çok normal. Çocuklar illa bir seçme sisteminden geçmek zorunda.
Bunun bir merkezi sınav olması da gerekmiyor. Bu öğretmen notlarıyla da
yapılabilir. Öğretmen notlarıyla yapılmasının da hiçbir artısı yok. O da Avusturya
örneği aslında bu yine 4+4+4’ü uygulayan. Öğretmenler son derece baskı
altında. Bu sefer okula daha çok erişebilen, öğretmene daha çok erişebilen,
daha çok sesini duyurabilen veli öğretmenin sürekli başında ve yani bu
notlar ve çocuğunun geleceği için savaşacak. Dolayısıyla mümkün olduğu
kadar kesintisiz kalmasını ve bunun eşitliğe katkı yapacağını savunuyoruz.
Çok önemli bir belirsizlik de bu seçmeli ve mesleki programlara, yani ikinci
kademede açılacak programlara ilişkin. Orası yine bakanlığın takdirine
bırakılmış durumda. Dolayısıyla ne tür seçmeliler açılacak? İkinci kademede
açılabilecek ve liseyle ilişkilendirilebilecek programlar ne? Bunlar için Talim
Terbiye Kurulu’nu yakından izlemek, ayrıntılı raporlar geliştirmek, araştırmalarla
desteklemek bizim yapacağımız çalışmalar arasında olacak. Ama bu belirsizlik
içinde spekülasyonlardan daha fazlasını yapmak çok mümkün olmayabiliyor.
Ama hem içeriğiyle, hem yapılış biçimiyle hani daha fazla tartışılması, daha
fazla kesim tarafından tartışılması ve bahsettiğimiz akılcı, saydam ve katılımcı
politika süreçlerinin yaşama geçmesi için kaçırılmış bir fırsat olduğunu
düşünüyoruz. Öbür taraftan da Milli Eğitim Bakanlığı zaten eşzamanlı olarak
birçok alanda atılım yapıyor. İyisiyle, kötüsüyle, olumlu gelişmeler de var, daha
geliştirilebilecek şeyler de var. Bir yandan öğretmen yeterlilikleri hazırlanıyor
farklı alanlarda. Bir yandan ulusal öğretmen stratejisi hazırlanıyor. Mesleki
eğitim stratejisi hazırlanıyor. Fatih projesi geliyor dünya kadar AB fonuyla kız
çocuklarının erişimine, engelli çocukların erişimine ilişkin projeler yapılıyor.
Bütün bunlarla konuşan bir politika olmalı ki bu çabaları da ileriye götürebilsin.
Ama şu anda milli eğitim açısından bunun maliyeti ne olacak, insan kaynağı
yükü ne olacak, nasıl bu süreçler yönetilecek onu öngörmekte şu anda çok net
bir şey söyleyemiyoruz. Unutmadan bu ikinci kademeye baktığımızda bir risk de
orada özellikle, hem kız çocukları, hem erkek çocukları açısından bu ilköğretimin
daha önce söylemiştim ikinci kademede giderek devamsızlık oranları artıyor. O
risk var. Yani bu bizim aslında, halen 8 yıllık kesintisiz eğitim olmasına rağmen
bunu daha oturtamamışken zaten okuldan uzak durma eğilimi olan çocuklara
ayrı bir fırsat sunacağımıza, öyle bir tehlikeye işaret ediyor olabilir.
DEMET IŞIK- Şöyle yapalım. Siz nefeslenin. Şimdi bu güzel fıkrayı bir
dillendirelim. Bizim Şükran’la çok seneler evvel bir Abdurrahman Dilipak
maceramız vardır. Onu o zamanın ilgilenenleri çok iyi bilir. Ben konuşmacı olarak
davet edildim. Şükran yönetici olarak davet edildi. Fakat o grubun içerisinde
iki tane din kökenli adam bir de Dilipak vardı. Ben dördüncü konuşmacıydım.
Şükran baktım şöyle biraz, kızacak, kötü girecek araya. Şükran’a dedim ki, Şükran
sen bu Dilipak’ı bana bırak. Bak ne kadar güzel netice alacağız. O sırada bu
148
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
toplantıyı yapan belediye başkanı koştu geldi dedi ki “Demet hanım bu toplantıyı
iptal edebiliriz çünkü takkeli, tespihli adamları kamyonlara doldurup getirmişler,
bir tehlike olur belki” diye sordu. Dedim ki, belediye başkanına sen çok gençsin
hiç üzülme, Şükran’da ben de, biz kendimizi kurtarırız. Ondan sonra konuşmalara
geçildi. Bir esinti oldu böyle, bir rüzgar oldu, bir bahar zamanı. Benim üstümde de
sadece bir beyaz gömlek var. Dilipak hemen ceketini çıkardı benim sırtıma koydu,
yani gösteriş bakın siz, biz ne kadar medeni adamlarız ayakları. Bende o arada…
ŞÜKRAN SONER- Kadın eli sıkmıyor ama.
DEMET IŞIK- Tabii. Ceketi böyle koyuyor üstüme. Şimdi ben buradaki mikrofonu
açtım. Ondan Dilipak’ın haberi yok. Ama bütün bahçe dinliyor ikimizin
konuştuğunu. Bak dedim Dilipak sen bu ceketi böyle koyuyorsun, hani hoş
bir şeyler yapmış olmak için. Ama bak bu kamyonla getirdiklerin senin kim
olduğunu biliyorlar bende biliyorum. Senin bir karın var imam nikahlı. O dedim
çocuklarını doğuruyor. İkinci kadın dedim sana para kazanıyor. Üçüncü karın da
var galiba İstanbul’da seni destekliyor. Benim dedim bir tane kocam var çalışıyoruz
çabalıyoruz geçinmeye çalışıyoruz. Dilipak dedim bir şey söyleyeceğim sana.
Bu dedim getirdiğin adamlar var ya biz dedim buradan çıkarken diyecekler ki
bu kadın ne medeniydi, ne dürüst ve cesaretliydi, şu Dilipak’ın canına okudu
diyecekler. Biz buradan böyle çıkacağız dedim. Dilipak ayağa kalktı kuranı kerimi
eline aldı, Demet Işık dedi kuranı kerimde melekler var, cinler var sen bunlara
inanıyor musun dedi. Dedim ki, o kuranı kerimi koy bir yere biz onu tartışmaya
gelmedik. Laik bir devlette kadının haklarını, özgürlüklerini konuşmaya geldik.
Adamın hakla hukukla hiçbir ilgisi yok ki. Öyle çok güzel bir maceramız olmuştu.
Şükran’da aslanlar gibi yönetmişti toplantıyı. Şimdi de 10 senedir aslanlar gibi
gazetesiyle hakikaten Türkiye’nin yararına çok şeyin altına girip başarıyla kalkan
bir insan. Şükran Soner’i takdimimdir.
149
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
KONUŞMACI: ŞÜKRAN SONER
Teşekkür ederim. Bundan sonra ne söylesem değeri yok.
Şimdi parti okulunda olduğumuza göre belki kadın sorununa parti bakışı
açısından nerden nereye geldikle ilgili bir genel analizden girmek istiyorum
ben. Konumuz eğitim ağırlıklı olacak ama oradan girmek istiyorum. Çünkü
kadın haklarının 8 Mart etkinliklerinin iki tane başlangıcı vardır. Birisi işçi sınıfının
Amerika’daki kanlı ödediği bedelin sonucu. Kadının eşitlik, özelliklede çalışma
hakkıyla ilgili eşit işe eşit ücret olarak yola çıkılmış bir kavgada, paylaşımdaki
payını almasıyla ilgili kavganın özüdür. Bu aslında ideolojik bir özdür ve
ezilenlerin bütünü için haklar almayla bağlantılıdır. En çok cinsel eşitsizlikle
ezilinir. En ağır ve köklü eşitsizlik olduğu için. Kadın üzerinde katlanan bu
eşitsizliğe karşı bir başkaldırıdır o süreç. Aslında batıdaki sosyalist enternasyonal
dediğimiz oluşumda bu ideolojik şeyden çıkmıştır ve kanatlarının sonradan
böyle bir etkinliğe dönüşmesinde de çok etkin rolü vardır.
İkinci miladı kadın hakları savaşımının 80’li yıllardır. 80’li yıllarda dünya
ölçeğinde de ülkemizde de insanlar kadın gücü ve dinamiğini toplumsal
eşitsizlik ve kavga alanında kullanma gereğini duymuşlardır. Bunun farklı bir
yanı daha vardır. 80’li yıllar medya çağıdır. Kadın görselliği üzerinden, kadın
hakları üzerinden ideolojik olarak kaybedilmiş geriye gidiş, toplumsal geriye
gidişteki durumu kamufle etmek ve de kavgayı kadınla görünür kılmak diye bir
stratejinin ürünüdür. Bizde onbirlerce içerdeyken; cezaevi anaları, kız kardeşleri,
eşleri, sevgilileri olarak direngen olunca kadın. Çünkü en kötü noktada en
baskının yoğunlaştığı noktada en çekirdek insan hakkı savunmasında kadın
direngenliği öne çıkıyor. Tam tersidir normalde erkek daha güçlüdür ama
orada zorluklarda dayanma refleksi güçlüdür. Yani kavi dediğimiz bizim
hani Anadolu’daki hayvanlarımız falan küçüktür ama kavidir hastalıklara
dirençlidir dediğimiz hikaye. Kadında görülür. Ve bu kadın direngenliği 80’li
yıllarda bütün siyasi akımların Türkiye’de kendini ifade için kadın gücü ve
dinamiğini kullanma gereksinimi, refleksini geliştirmiştir. Yani insan hakları
örgütlenmesi de öyle gelişmiştir. Siyasette kendini kadınla ifade etmiştir ve
çok yalındır. Önce sol silindir gibi ezildiği için solda başlayan ve feminist kadın
hakları biçiminde ortaya çıkmıştır. Özalizm papatyaları gibi, siyasal İslam’ında
insan hakları boyutunda; türbanla kendini en ezilen, en mağdur edilen olarak
kendini savunma ve görünür kılma savaşımı vardır. Ve bunlar yanyana gelirken
Türkiye’de aslında biz yine algılamadan evrensel dünyadaki o hareketten payını
almıştır. Çünkü İngiltere’de, Thatcher iktidarda ve madenlerin kapatılmasıyla
birlikte maden köyleri tümüyle ortada kalıyor. Yani madenciler işsiz kalıyor,
madencilerin evleri ve kasabalarının anlamı kalmıyor. Evde en konservatif kadın
tiplemesi olan İngiliz madenci eşleri ve çocukları ve kadınları bu kapanmayı
150
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
durdurmada en direngen güç olarak çıkıyorlar. Bunu sendikalar keşfediyor,
bunu feminist hareket keşfediyor, bunu işçi partisi keşfediyor ve herkes kadın
üzerinden siyaseti keşfediyor aslında yeniden 80’li yıllarda. Kadın üzerinden
siyaset sürecidir bu. Yani birincisinden farklı olarak. Birincisi daha ideolojiktir.
Eşitlik ve ücret üzerindendir. İkincisinde kadın üzerinden siyaset. Ama kadın
üzerinden siyaset bizi medyatik görüntülerle çok farklı bir noktalara getirdi
zaman içinde algılamadan.
Şimdi bu seneki 8 Mart etkinliği Alman Büyükelçiliği’nin İstanbul
Konsolosluğu’nda yapıldı ama etkinliği büyükelçilik düzenledi. Yeşiller Partisi
ama aynı zamanda Avrupa Parlamentosu’nun insan hakları komitesi ki o kadın
hakları ağırlıklı çalışma yapıyor. Başında olan bir kadın konferans verdi bize
orada. Ve ben içim burkularak diyebilirim ki; İngiltere’ye 83’lerde bu dediğim
direngen direnişe, madenci direnişine ve kadın hareketi olarak işçi sendikalarına
konu olarak çağırıldığımdaki gündemden başlayın, İşçi Partisi’nin o kotalarına
gidin, Almanya’da da SPD’ye. O süreçten Avrupa’da bile daha hüzünlü, daha
acıklı bir noktaya gelinişin tablosunu gördüm. İşte bunu aslında sorgulamak
gerekiyor. Türkiye açısından ise bu tablo çok daha çarpıcı. Çünkü Türkiye,
o süreçte feminist türbanlı harekete kadar en femin yani erkeksiz çocuk
doğurma hakkını savunan en sıkı feminist gruptan bütün gruplara birden
BM’nin ayrımcılıkla ilgili sözleşmesini meclisten geçirmekte dahil çok hızlı yol
alan ülkelerin başındaydı. Çok ileri gitmişti o süreçte. Çok etkin bir kadın gücü
kullanma vardı ve bu etkin kadın gücünü kullanma batıda öne çıktığında
Avrupa’da, Almanya’da, SPD örneğinde olduğu gibi ya da İşçi Partisi İngiltere’de.
Çıktığında görülmeyen boyut şu oldu. Kadın hakları ve eşitlik üzerinden kadın
vitrine o kadar çıkarıldı ki ve o kadar uçtuk ki biz kadınlar; en ezilen kesim
olarak insan haklarında ve sendikalarda. Aslında İngiliz İşçi Partisi’nin, İngiliz
sendikalarının sendikal haklar ve sosyal devletteki kayıplarını, geriye gidişini
görmedik. İdeolojik bir travma yaşandı o süreçte. İngiliz İşçi Partisi’nde Tony
Blair yeni sol rüzgarlarıyla aşağı indi. Büyük bir parlamentoya kadın kotası
girdi, kadınlar girdi. Ama Sosyalist Enternasyonal’de, yani Avrupa’nın sosyalist
enternasyonalinde sosyal devlete ait bütün kavramlar ve kurumlaşmalar,
örgütlenmeler, eşitlik üzerinden olan yaklaşımlar. Yani sosyalizmden etkilenmiş
yaklaşımlar. Bu yeni düzeni, yeni dünya sömürü düzeninin çarklarına teslim
olmuş olarak eşitlik sözcüğü metinlerde tek, kadın erkek eşitliği olarak kaldı.
İşçi Partisi İngiltere’de, işçi sendikalarıyla olan organik bağlarını kopardı. Tony
Blair iktidarı Irak işgalinin savaş suçluluğunda baş rehberlik yaptı ve yüzbinler,
milyonlar savaşa karşı gösteri yaptığı halde İngiltere’de ikinci seçimde oy artışıyla
birlikte aklanmış oldu.
Şunu anlatmaya çalışıyorum. Kadınlar çok örgütlü, çok haklı, kadın sorunlarıyla
örgütlenip yol aldıklarında ve yasalarda sonuçlar aldıklarında kadını medyatik
151
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
vitrinde kullanıp kavram kargaşasıyla kadın hakları ve insan haklarında bir
geriye püskürtme sürecini biz görmedik. Kadının en yoğun sömürüldüğü ve
kullanıldığı süreç oldu bu. Parlamentolara daha çok sayıda girildi, siyasette
ağırlığı olduğu vitrinde ama sayısal olarak. Tıpkı bizim AKP’nin Başbakanın
kotasından kadın milletvekili sayısını arttırması gibi. Kadın hakları geriye gitti.
Çünkü kriz ve sosyal devletten sapma, daha çok kadın işsiz, daha çok kuralsız
çalıştırma ve en çok da en çok kadını sömürme. Yani rakamı vereyim İngiltere’de
hemen Thatcher’la başlayan uygulamada Tony Blair’in gelindiği zamandaki
rakamı veriyorum. 8 milyon sendikalıdan 4 milyona düştü İngiltere’de çalışan
sayısı. Ev eksenli ekonomide ötekilerin, yabancıların kadınları, göçmen kadınların
sömürüsü çocuklarıyla birlikte İngiltere’de 7,5 katı kayıt dışı artışı oldu. En ucuz
fason üretimde kullanılan kadınlar diye. Buna dünya ölçeğinde baktığınız zaman
Türkiye’de geldiğimiz noktada bizden örnekle vereyim. Biz 12 Eylül 1980’e
girdiğimizde 3 milyon sigortalısı, 1,5 milyon sendikalısı olan dünyada rekor kıran
örgütlülükte idik, işletmelerimiz ağırlıklı olarak kamudaydı bizim. Biz böyle bir
ülke iken bugün varoş dediğimiz bölgelerde yapılan anketlerde görüyoruz ki
işveren dahil kayıt dışı çalışanlar %90’lar üstünde. Böyle olduğunda da kadın
emeği sömürüsünde akıl almaz bir patlama var. 12 Eylül’e girerken de sigortalı
sayısı kadının, bırakın oransal, oransal çok geriledi. Sayısal olarak ne idiyse
aşağı yukarı aynı. Çünkü kadın üretime daha çok katılıyor ama kayıt dışı olarak
katılıyor, ucuz emek olarak katılıyor. Ucuz fason işçilik olarak katılıyor. Giderek
geriye gidiyor ve kadın ve çocuk emeği sömürüsü o kadar patladı ki, uluslararası
çalışma örgütü ILO’nun kayıtlarında biz çaresizliğin getirdiği bir sonuçla işsizleri
örgütleme, kadınları kuralsız düzende çaresizlik içinde çareli hale getirme
çabasındayız. Yani aslında sistem belli bir üretim istiyor. Tayvan’daki işçi içinde,
Ümraniye’deki kadınlar içinde. Markaya belli sayıda ürün yetiştirileceği için hafta
sonunda 10 kadından 9’u üretim yaparken bir tanesi de çocuklara baksın. Ama
hangi koşullarda bakarsa baksınla ilgili sistematik gelişme oldu. Ve böylece en
son bugün konferanstaki veriyle Avrupa için söylüyorum. Bir Almanya için kadın
aleyhine %26’lar. Yani bütün alanların bütünü içindeki oranı söylüyorum. Bu
çok ilginçtir. Mesela İspanya daha sol kültürden gelmiş falan diye düşünüyoruz
ama din faktörü daha ağır bastığı için İspanya’da kadınlar daha oransal olarak
düşüyor. Ama bir de dinin daha bağnaz olduğu Malta’da kadın hiçbir yerde yok.
Yani Türkiye’deki gibi kadının adı yok gibi bir tablo çıkıyor. Ve biz bu süreçte
bütün yasalarda çok büyük aşamalar kaydetmişken, hala çok sorunlar var.
Perihan’ın söylediği trajik rakamlara gelmiş bulunuyoruz. Yani piyasalar düzeni
üzerinden ekonomisi iyi gidiyor ama özellikle en çok iyiye gittiği piyasalar
düzeninden sonra 10 yılda kadınla ilgili bütün gidişler, yaşam kalitesiyle ilgili
bütün gidişler, eğitim ve işte kültüründe içinde olduğu bütün verilerde Türkiye
çok hızlı geriye gidiyor. Ortada müthiş bir travma var. Ve sonra diyorlar ki,
işte haklarını aramaya başladı, sorunlar medyatik oldu onun için biz şiddeti ve
cinayetleri görüyoruz diye. Hayır doğru değil. Evet hep bunlar vardı ama bir artış
152
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
var. İki eksenli artış var olumsuz gidişe ilişkin. Bir; erkek egemen gücün ve kendi
sistemi içinde çaresiz kalmasına bağlı olarak dikkat edin cinayetlerin nedeni
tamamen ekonomik ve maddi koşullarla ilgili. Kadını mal olarak gördüğünüzde
malın değerinin düşmemesi çok önemli olduğu için ve malın değeriyle ilgili
ölçüler bekaret ve kadının satılabilir olması olduğu için bağışlanmaz biçimde
töre kararları katılaştı. Çünkü daha çok kadın, daha çok özeniyor haklarını
kullanmaya ve öyle cezalandırılmalı ki ibret olsun diye, yani göstere göstere
yapılıyor. En son şu 8 Mart cinayetine bakın. Hastaneye sığınıyor kadın,
kocasının kardeşi gelip öldürüyor. Bu nedir? Bu bir sistemi, eşitsizliği çok daha
acı bir şekilde sürdürme yani öfkenin tepkisi. Ve şunu görmek gerekiyor. Burada
belirleyici gelenek, görenek, din, aşiret, mezhep hepsini sokun içine. Bütün bu
çatışmalar arttığında, kızıştığında bu AKP iktidarında yaşadığımız tersine travma.
Yani piyasalar düzeni üzerinden sıcak paranın gelişine bağlı bir iyileşme gibi
görünen tabloda her şey çok şiddetle geriye gitti. Bu gerçek üzerinden siyaset
üretmek zorundayız. Ve bütün dünyada da, ülkemizde de yaşamsal üç odaktaki
olumsuzluklar çok önemli. Eğitim geriye gidiyor. Eğitimin kalitesi geriye gidiyor.
Sağlıktan yararlanma geriye gidiyor ve bizde de çok hızlı geriye gidiyor. Ve
kadının haklarını kullanabilmesinde gerçek yaşamda kullanabilmesindeki
olumsuzluklarda geriye gidiş yaşanıyor. Bunlar çok iç içe şeyler, aynı çocuğa
yönelik şiddette olduğu gibi. Bu yüzden zaten uluslararası çalışma örgütü genel
sözleşmelerinden vazgeçti. Kadın ve çocuk emeği sömürüsünü en alttakileri
biraz daha yukarı doğru nasıl getiririzle ilgili arayışlara geçmek zorunda kaldı.
Bunu böyle sunmak istememin nedeni görüntüyle gerçek arasındaki farkı
görmek. Şimdi çok haklı olarak bir sürü yani genel uluslararası destekten
de gelen eğitime ilişkin, işte teknolojiden gelen çağdaşlaşma projeleri var.
Bu projelerin uygulama örnekleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Kitleselde ise
karşımıza çıkan o teknolojiyi kullanan çocuklar açısından bile bir geriye gidiş
var. Eğitim öncelikle bilgi, beceri, yetenek ve yaşama refleksinin güçlenmesi
ise, özü bunlarda, niçin geriye gidiş var? Hatta en üst düzey eğitimlerde bile
lisansüstü eğitimlerden sonra bile iş yaşamında sudan çıkmış balığa dönmüş
gençlerle karşı karşıya kalıyoruz. Sorunlar nerede? Çünkü sorunlara belki
şeyden bakmak gerekiyor. Eğitim bütçesi akıl almaz oransal geriye giden bir
ülkeyiz. Eğitime yatırımda, insana yatırımda. Diyanet bütçesi katlanan, patlayan
bir şey. Yani bir arkadaşımızın saptaması var. Diyanet bütçesinin onda biri ile
bu ülkede kadına yönelik bütün ağır sorunları çözme şansını elde edebiliriz.
Ki gerçekten yatırım isteyen şeyler bunların hepsi. Hepsi için birden. Terslik ve
öz burada. Yani şimdi siz milli eğitim bakanlığında dünyada olmayacak, akla
gelemeyecek demokrasilerde de, sanıyorum hatta diktatörlüklerde bile bir
uygulama yaşıyoruz. Sözleşmeli öğretmen. Yetmedi o da garantili sayılıyor. Saat
ücretli öğretmen. Piyasadan öğretmen. Okul aile birliğinin finanse ettiğiyle
açığı kapatılan. Yani amele gibi yaşayabilmek için yaptığı iş. Ama ben okuldaki
153
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
istihdam biçimlerini söylüyorum. Ben çok iyi hatırlıyorum Özalizm zamanında
bakanlar gelirdi ILO’ya yemin billah ederlerdi valla billa yanlış yaptık kitlesel
kullanmayacağız sözleşmeliyi falan diye. Şimdi sözleşmeli çok güvenceli 4/C’ler
falan var. 4/C’nin kamu ve eğitim uyarlaması da var. Böyle olduğunda bizim
o 8 yıllık kesintisiz eğitimle elde ettiğimiz o olumlu sonuçlar var ya rakamlarla
ilgili. Onlar bile eğitim içeriği bakımından, kalitesi bakımından çok sorgulanması
gereken durumlar. Çünkü içerik çok geriye gitti.
Şimdi buradan hızlı geçiş yapıyorum. Eğitim’de 4+4+4 tartışmasına gelince.
Ben 12 Eylül anayasasını anlatmak için halk diliyle bir söylem geliştirmiştim.
Demiştim ki o kadar ustaca kalıplar olarak anayasal düzene, demokrasi
görüntüsünü verip hakların özünü yok etme sanatı uygulanmış ki, iğne oyası
gibi işlenmiş ki. İçinde bir madde bakıyorsunuz tamam kötü ama yani şu
nedenle kötü. Öbür madde de başka bir kötü. Hepsi birleştiğinde kendisi
yok ortada. Ve o zaman yemin billah ediyorum demiştim. Bu anayasa, bu
yasalardaki sendikal yasaklarla, bu ülkede bir daha hiçbir sendika kurulamaz.
Hiçbir işyerinde de işverenin izni olmadan toplu pazarlık düzeni geçerli olamaz.
Aynen öyle oldu. Bakın kaç yıl geçti ne bir sendika kurulabildi. Şimdi iktidar
kurduracak ama kurulma değil. İşte işverenin isteğiyle kurdurma hikayesi. En son
basındaki denemesi bu. Şimdi bu iğne oyasıyla örme sanatıyla medya çağında
rejim demokrasi mi? Demokrasi işte bahar eylemleri, Arap baharları falan. Böyle
stratejiler var. Diktatörlükler çok pahalıya maloldu emperyal düzene küresel
çıkarlara. Kendi içinde kendi krizlerini yaratarak yoksul güney dünyasının,
kendilerini birbirlerine kırdırarak ana merkezin, sistemin çıkarlarının yürümesi
sağlanıyor. Aslında dünya çapında yaşanan sosyal damping ve ülkemizde de
yaşanan sosyal devletten sadaka düzenine geçiş. Çok ağır bir şekilde ama. Çok
büyük bir yoksullaşmayla çoğunluk için. Çok büyük bir geriye gidişle ama bizim
ekonomimiz gelişiyor, büyüyor, sıcak parada geliyor.
Şimdi bu ustalıklardaki o sanatı her yere uygulamışlar ve şu hani CHP
milletvekilleri dayak yerken kapı arkasında geçirilmiş komisyondan maddeler
var. Baktım o anayasa için söylediğim ustalık aynen burada da var. Şimdi ne
diyor burada? Diyor ki, işte zorunlu eğitimin devamı gibi ortaöğretimi de
gösteriyorlar ya. Çünkü şablonu o var gösterecek. Hani Mısır’da demokrasi
anayasa düzeni, seçim olacak ama şeriat düzeni geçerli hikayesi gibi. Burada
da diyor ki işte ortaokullarda lise eğitimine destek gelecek şekilde öğrencilerin
yetenek, gelişme ve tercihlerine göre seçimli dersler oluşturulur. Sanki öğrenci
tek tek ders seçiyor. Hemen arkasından bir cümle. Ortaokullarda oluşturulacak
program seçenekleri bakanlıkça belirlenir. Yani imam hatip paketi, meslek okulu
paketi veya diğer paketler. Arada şey yok. Zaten farkındaysanız seçimlik derste
de yıllardır bir sürü okulda, aile birliklerinde olan varsa bilirler. Mesela müzik
bulamıyorsunuz çünkü öğretmeni yok. Ama ben devlet okulunu okurken benim
154
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
müzik öğretmenim Tülin Yakar Çelik’ti ağabeyimin Atatürk lisesinde Ahmet
Adnan Saygun’du. Yani Türkiye’de kamu eliyle eğitimden geldiğimiz düzey
düşmesini, yani travmayı böyle görmek gerek nasıl bir geriye gidiş yaşadığımızı.
Şimdi burada bir daha ince sanat var. Diyor ki, ilkokul ve ortaokul, ortaokul ve
lise, yani zaten bölmüş yine üçe. Duruma göre ayarlanır. Yani imam hatipse
ortaokul, lise bir arada ve şeyse işte bunu kendine göre ayarlayacak ve her şeyi
milli eğitim bakanlığı yapacak. Geçişlerle ilgili hiçbir kural falan yok. Hiçbir şey
yok. Her şey keyfe keder. O hani çok daha masum görünüyordu. İşte iş kolunda
şu kadar örgütlü olmak gerekiyor falan diye. Onların bütününde sendikalar bitti.
Burada da bütününde eğitim bitiyor. Sonra liseye geçiyor. Artık alenen ortaokul,
lise dediği için kavramlar olarak. Ama adı eskisi gibi birinci kısım ve ortaöğretim
diye kaldı ya, burada yine madde liseyi düzenlerken ortaöğretim demiş. Öbür
madde de lise demiş. Tam bir gecekondu yasası. Yani zaten gecekondu gibi
çıkarıldı. Ortaöğretim diyor ilköğretime dayalı 4 yıllık zorunlu örgün. Örgün
eğitim ne demek öyle bir şey var mı dünyada? Yani açık eğitim demek istememiş
veya yaygın öğrenim demiş ondan sonra. Örgün veya yaygın. Yani şimdi her şey
istediğiniz gibi doldurun. Bozdur bozdur harca, başkada kural yok.
Şimdiki tabi ki başbakanımız gayet net açıkladılar amaçlarını. 28 Şubat’ın rövanşı
dediler. 28 Şubat’ın rövanşı derken de ama dindar gençlik yetiştirme hedefini
işaret ederken şimdi burada sorun şurada. Bakın bir defa dünyanın rejimi
demokrasi olan ülkelerinde ister ırk, ister din olsun alt kimliklere ilişkin seçme
hakkında iki anahtar vardır. Yani iki yöntem var. Bir defa asla ana dersler bütün
dünyada yine hem çok uzun süreli eğitimin kaliteli olabilmesi için olabildiği
kadar çok uzun süreli ve tamamen ortak. Tamamen derken yeteneklerde bir
farklı oluyor derslerde falan ama ana hedef anlamında tamamen ortak olan şu;
beceri, zeka geliştirme, temel bilgiler ve refleksleri kazandırma, uyum yeteneğini
kazandırma ve toplumsal kimlik kazandırma. Bunlar herkes için. Burada bir
tek inanca ilişkin din ve ahlak dersi olabilir. Bütün dinleri, ahlakı anlatan ders.
Ama sizin mezhebinize göre, dininize göre, din dersi demokrasilerin hepsinde
diktatörlüklerde bile farklı ikisi arasında nüans farkı var. Demokrasilerde ders
dışı saattir. Seçmeli değil, ana ders değil, program içinde değil. Burada ise grup
program, paket program. Yani zorunlu eğitimse 8 yıl burada o zaman orada
seçmeli ders olamaması gerek imam hatip eğitiminin. Meslek eğitiminin de
öyle. Bunlar ders dışı saatlerde, program dışı saatlerde birazcık da çok ufaktan da
olsa, yani yoksulluğun koşullarına göre de ailenin katkısıyla. Çünkü aile dindar
yetiştirmek istiyorsa çocuğunu din eğitimini kendi inancına göre, bedelini
ödeyerek belirleyecek. İkisi arasında ne fark diyeceksiniz? Birinde zaten seçmeli
bakanlık düzenli ve paket olarak düzenliyor. Burada seçmeli falan değil bu. Bu
bir eğitim programı, zorunlu bir dayatma. İkincisi tek tek dersler bile seçmeli olsa
yeteneğinize göre seçilecek. Ama öbürü ders dışında özelinize göre özel tercihler
yapacağınız şey. Müzik elbette yeteneğe göre seçmeli dersler programında
155
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
olur ama diğeri ders dışı saatteki ek ders. Yani şey dışı olması lazım. Yani siz
eğitimciler benden daha iyi anlatırsınız onu ama çok püf noktaları var burada.
Aynı şekilde mesela çıktı bakan ne dedi bize? Dedi ki, İngiltere’de 5 yaşında
alıyorlar ilkokula falan. Doğru. Ama İngiltere’de ilk 3 yılın eğitimi öğrenciye
yönelik, yani bizdeki okulöncesi eğitim öyle. Yani bu eğitimi almış, bu pedagoji
eğitiminden geçmiş öğretmenler öğrencinin karakterine, yeteneklerine göre
öğrenciye ders veriyorlar. Ortak ders programı değil. Üçüncü sınıftan sonra
ortak ders programı. Buradaki püf noktası da şu; çocuk oyunla birlikte öğreniyor.
Çocuk öğrenme yeteneğinin en açık olduğu yıllar o eğitimin kaliteli olması
yaşamının iler ki yıllarına katlanarak olumlu sonuçlarıyla geliyor. Ama siz orada
tek tip uygulamaya geçtiğiniz anda çocuğu bitiyorsunuz. Ve burada sorun şu; o
çocuğa giderek daha ileri yaşlarda daha büyük travmalarla karşı karşıya getirmiş
oluyorsunuz. Yani ben kendi adıma söyleyeyim 5,5 yaşında torunum var.
Korkunç öğrenme yeteneği var. Sokakta tabelalarla öğreniyor ama siz onu alın
ders saati sınıfta tutun, kurallarıyla uygulayın o çocuk belki okumayacak ondan
sonra. Sorunlu çocuk olacak, problemli çocuk olacak. Burada hangi öğretmen
o dersi verecek? Yani hiçbir hazırlık yok. Çünkü bir kaygı yok. Siyaseten gelmiş,
çağdaş toplumun gencini yetiştirme kaygısı yok. Öyle bir ideolojisi yok. İdeoloji
kaba ve dindar. Böyle olduğunu bildiği için kendi okullarının içini boşalttığı için
gidin bakın, samimi olarak bakın bütün kaymak tabakası hem işverenler olarak,
hem siyasi erk olarak bütün kaymak tabakasının çocukları dışarıda okuyor, paralı
okuyor. Hiç o imam hatibe giden çocuk yok onların ailelerinde. Böyle bir anket
yapılsın. Partinin alt kademe yöneticilerine kadar gitsin yok. Çünkü bu seçmen
kimliğiyle ilgili istenen bir şey. Aslında tabi ki, şey kültürü bu tamamen. Aşiret
kültürü de aynı, cemaat kültürü de aynı, siyasi sağ iktidarlar ideolojisinin kültürü
de aynı. Ve bütün Arap dünyasındaki baharların ters tepmesinin nedeni de,
özü bu, kökeni bu ve bu şöyle bir sözcükle tamamlamak istiyorum. Çok önemli
bu. Bir batılı teorisyenin kitapları var. Sayısız konferansa gelmişti TÜSİAD’a o
söylemişti yıllar önce. Artık zengin kuzeyde savaşlar yok. Çünkü zengin kuzeyin
çıkarları bu bildiğimiz savaşları yaşanmasını tehdit olarak gördüğü için bu
engelleniyor. Savaşlar yoksul güneyde yoksullukta en altta kalmamak için ırklar,
dinler ve mezhepler ve de cemaatler ve de aşiretler, birde mafya düzeni üzerine
her türlüsüyle yaşanıyor. Çünkü sistem bundan besleniyor. Şimdi böyle olunca
ideoloji bu ideoloji en çok ve en ağır olarak bizim ülkemizde içinde olmak
üzere gelişmekte olan ülkelere. Her tür var olan ideolojik köklü eşitsizliklerin
temeline oturmuş oluyor. Kadın erkek eşitsizliği büyüyor. Biz yol alıyoruz ileriye
doğru, örgütleniyoruz, ittifaklar yapıyoruz, çalışıyoruz, kadınlar ortada. Ama
kadınlar yaşamda geriye gidiyor. Şimdi en trajik tabloda; bugün Irak’ta, İran’da
İsrail’le çatışan Hamas örgütüne dahil gidin hepsine El Kaidelere falan gidin
intihar bombacıları ve intihara yatırılan kadınların ağırlığında bir patlama var.
Bütün terör örgütlerinin kullanımında da patlama var. İsrail bombayı yolluyor.
156
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
İsrailli çocuklara imzalatılıyor fotoğraf kareleri, trajiktir. Akıllı bomba hedefe
gidiyor. Nereye gidiyor? Bir uçak savara gidiyor, topa gidiyor. Yani elektronik
aygıta gidiyor. Ama ölenler Hamaslı kadın ve çocuklar. Neden? Çünkü ölmeye
yatırılan üst katta Hamaslı kadınlar ve çocuklar. İran’da nükleer santral nöbeti
tamamen kadınlarla çocuklarda. Bütün İran sokak eylemleri ve rejimin ayakta
kalmasını İran ideolojisi, siyaseti, yani kendi şeriat yorumu kadını kullanmasına
ve örgütüne borçlu. Kadın üzerinden siyaset yapıyor. %60 kota olan bir başka
ülke var mı dünyada? Üniversiteye giriş kotası %60 İran’da kadınlar için.
Yani demeye çalıştığım müthiş bir kavram kargaşası yaşıyoruz ve kavram
kargaşası içinde çok büyük bir tuzak var kadına ilişkin. Onun için bu kadınların
ikinci miladı. Bir yanıyla hayırlı ama bir yanıyla çok hayırsız oldu birinci miladı
gibi değil. Eşitlikten yola çıkmadı. Kadını kullanma üzerinden yola çıktı. Kadın
üzerinden siyasette kadın vitrinde. Kadın gücü kullanılarak yani şimdi düşünün;
Zonguldak direnişini alın, Paşabahçe grevini alın. Nerede bir başarı elde edilse
hiç madende kadın işçi yok. Ama nerede kadınlar önde o direniş ayakta kaldı.
Kadın gücü kullanılıyor en zor noktada ama kadın vitrinde çünkü medya çağı.
Bakın her eylemde öyle. Herkes kadını kullanıyor. Ama kadın üzerinden kadın
eziliyor. Kadın daha yoksul, kadın daha çok dayak yiyor, kadın daha az eğitim
görüyor, daha eşitsiz veya daha kalitesiz eğitim. İçerikten faydalanmama gibi bir
süreç yaşanıyor. Siyasette herhalde bir sol partinin, sosyal demokrat partinin asıl
görmesi gereken tuzak ve asıl çizmesi gereken nokta bu satır aralarında olması
gerekiyor. Doğrusu bu eğitimdeki son tuzak. Hani 8 Mart yasası diye çıktı ya;
yasada iyileştirmeler kadın örgütlerinin istediği ölçüde olmadı zaten. Herkes
biliyor bunu. Adı da aile üzerine yapıldı falan. Orada yine de hani iyi kötü bir iki
düzeltme var değil mi? Bir tane püf noktası var yine o iğne oyası örme var ya.
Püf noktası ne biliyor musunuz? Bundan sonra erkeğin şiddet uyguladığını
kanıtlama yükümlülüğü kadına düşüyor. Nasıl kanıtlayacak? Tanık mı bulacak
ailesinde? Evinden tanıklar bulacak. Aile meclisinde, infaz kararını kadına
verdirtiyorlar bu ülkede. Nasıl olacak o? Bir zamanlar biz şey diyorduk mesela.
Doğu – Batı kadın dayanışmasında vazgeçelim bazı şeylerden. Yani sözkonusu
bile olamaz bir Mor Çatı kurmak Diyarbakır’da. Yani ben kendim diyordum
mesela doğudaki kadın örgütlenmelerine. Siz vazgeçin onu bir merkez yapın.
Ana çocuk sağlığı, bakım merkezi gibi. O arada bir tane içerde gizli illegal oda
yaparsınız kadın sığınabilirse orada sığınır. Mümkün mü kadının sığınma evine
doğru yürümesi, o yola geçmesi, sapması? Söz konusu bile olamaz. Mümkün
olmadı. Hiçbir zaman Kürt kadınları, Kürt anaları her tür şikayeti yaparken
Kürt haklarıyla ilgili. Bizde intiharlar, intihar değil cinayet diyemediler. Onu bir
üniversite araştırması çıkardı ortaya yani daha fazla olmasını. Kadın kadına
ifade edemediler. Birisi söyler, duyulur diye ağızlarına alamadılar. İntiharın
cinayet olduğunu, intihar görüntüsü verildiğini hiçbir Kürt kadını söyleyemedi.
Kadınlara söyleyemedi. Bu travma böyle uzayıp gider. Konudan konuya geçmiş
157
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
oldum ama çağımız medya çağı, çağımız kavram kargaşası çağı ve çağımızda
vitrinden söylenenle gerçek arasında uçurum var. En büyük tehditte bana göre
bu günün sivil darbelerinin odağında medyanın kullanılması var. Medyanın
kullanılma biçimi var. Ve insanlık tarihinin en kirlenmiş medyasıyla, gerçeğiyle
karşı karşıyayız. Bizim üst örgütümüz, uluslararası gazeteciler sendikalar
konfederasyonu diyor ki, en temiz gazetecimiz artık günümüzde ilişkilendirilmiş
gazeteci. Çünkü onun neyi nasıl gördüğünü biliyoruz. Ama tekellerin elindeki
medyanın bizi nasıl gerçeklerden saptırıp aldattığını ve nasıl satıldığını,
çarkların nasıl işlediğini görme yetisine sahip değiliz diye. Şimdi birde Türkiye’de
yandaşı, cemaati, teslim alınmış medyasıyla baktığınız zaman %90 üstüyle
daha vahim bir tablo çıkıyor. Ve her şey de gerçekle sanal arasında uçurum var.
Çok ciddi bu iki tehditle ilgili CHP’nin karşı çıkmanın ötesinde mecliste çok iyi
bir savaşım verdikleri kanısındayım ama ötesinde artık bu işin daha şakası yok.
Çok daha ciddi bir savaşın verilmesi gerektiğine inanıyorum. Bir cephe oluşması
gerektiğine inanıyorum. Bence anayasadan daha tehlikeli, daha somut bir şey bu
eğitimdeki 4+4+4.
Teşekkür ederim.
DEMET IŞIK- Şimdi Şükran, Başbakan ısrarla “8 yıllık kesintisiz eğitim 28 Şubat’ın
verisidir onun için biz oyunları bozacağız” diyor. Şimdi 8 yıllık kesintisiz eğitim
Işık sizde burada katılabilirsiniz, çok uzun zaman tartışmaların sonucunda
geldi. Böyle hamhumşarolop, adam dövülerek, kapı arkalarına tıkanarak filan
yapılmadı. Çok uzun tartışmaları yapıldı 8 yıllık kesintisiz eğitimin eksisi artısı
tartışıldı. O zaman ANAP’ta da bu tartışıldı, DYP’de de tartışıldı, CHP’de de
tartışıldı, sivil örgütlerde de tartışıldı, milli eğitim şuralarında tartışıldı. Yani 6
yıllık bir sürecin sonunda geldi. Böyle damgalanmaya çalışıldığı gibi 28 Şubat’ın
verisi değildir. Bunu bir kere tesbit etmek gerekir.
İkincisi, eğitime ayrılan bütçeler o cumhuriyetin ilk yıllarında ben istatistiklere
baktım %11. Bugün şimdi sevgili Işık’la baktık GSMH’nin %3.8’i. Bu iktidarların
ve siyasi tabanların eğitime vermiş olduğu değeri çok doğru dürüst gösteren bir
şey.
IŞIK TÜZÜN- Aslında birkaç bir şey vardı; özellikle bu harcamalarla ilgili. Orada,
yani ben buradaki veriyi sizinle paylaşayım istedim. 2006’da GSYH’nin yani kamu
eğitim harcamalarından bahsediyorum, GSYH’nin %3.1’i oranında. 2006’dan
2009’a kadar aslında 4’e yükseliyor. 2010’da böyle devam ediyor. 2010 ve 11’de.
Fakat özellikle 2012’de başlayan, yani yeni başlayan bir düşüş söz konusu ki,
Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu kadar iddialı hedefleri varken aslında bu bütçe
ve milli eğitim bakanlığının politika öncelikleri arasında da bir uyumsuzluk
göze çarpıyor maalesef. Bu kalite meselesi aslında çok ilginç. Kesinlikle sizin
158
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
konuşmanıza istinaden söylemiyorum ancak hepimiz aslında bir yerde bir
kaliteden bahsediyoruz ama büyük olasılıkla aslında kalite algılarımız çok farklı.
Yani Başbakan da kaliteden bahsediyor, hani bizde kaliteden bahsediyoruz.
Çocukların aileleri de kaliteden bahsediyor. Aslında Türkiye’de bu alan eksik, yani
anekdotlar olarak herkes kendi deneyimleri üzerinden kalitenin nereye gittiğini
tariflemeye çalışıyor fakat Türkiye’de eğitimin çıktıları çok da umursanmıyor. Yani
bu bir partiden bağımsız olarak... Böyle bir kültürümüz yok. Türkiye’de eğitimin
çıktılarına bakmak, örneğin bu PISA sonuçlarına, iyi değerlendirmek gerekli.
Gerçekten çocuklar ne tür yaşam becerileri kazanıyor? Bunlar zaman içinde
nasıl değişiklik gösteriyor? Bu aynı zamanda eğitimle ilgili söylemek istediğim
başka bir şey. Kız çocuk ve erkek çocuğu ayrıştırmak da yetmiyor. Yani engelli kız
çocuklara nasıl bakacağız? İşte anadili Türkçe olmayan kız çocuklar var, Roman
kız çocuklar var. Dünya kadar farklı ayrımcılık zeminleri var. Kırsalda yaşayan kız
çocukla başka bir yerdekinin şartları farklı. Fakat Türkiye’de veriler evet bir kırkent ayrımında veri görebiliyoruz, kadın erkek boyutunda görebiliyoruz. Fakat
özellikle elverişsiz koşullara sahip olduğunu bildiğimiz, dolaylı veya doğrudan
ayrımcılığa uğradığını düşündüğümüz kesimlerle ilgili daha net konuşabiliyor
olmamız lazım. İzlenimlerle sınırlı kalmayıp gerçekten hangi grup spesifik olarak
hangi sorunla baş ediyor? Türkiye’de etnik veri toplanmıyor. Bunun gerekçesi
ayrımcılığa zemin hazırlamak. Ancak bu veri tabii ki toplanıp fişlemeye yol
açılmaksızın kullanılabilir. Kim hangi sorunu yaşıyor, buna uygun politika
nasıl geliştirilmeli? Ve tabii ki bu uluslararası standartlarla uyumlu bir şekilde
ayrımcılığa yol açmadan yapılması gereken.
Engelli çocuklarla ilgili en son araştırmamız, daha doğrusu engellilere ilişkin
kapsamlı araştırma 2002 tarihli Türkiye Özürlüler Araştırması. Çok yuvarlak
verilerle konuşmak durumunda kalıyoruz. Ve dolayısıyla bunlar politikaların
temelini aslında sağlam zeminlere oturtmamızı engelleyen şeyler oluyor.
Dolayısıyla burada söylemek istediğim de benim, keşke daha nesnel, herkesin
üzerinde uzlaşabileceği, zaman içinde izleyebileceğimiz kalite göstergelerimiz
olsa.
Ek olarak bu din eğitimi meselesiyle ilgili çok önemli bir konu açtığınızı
düşünüyorum. Biz de yıllardır aslında bu konuda çalışıyoruz, sesimizi duyurmaya
çalışıyoruz ve hep söylediğimiz örgün eğitim sistemi içerisinde verilecek bir
dersin muhakkak tüm dinlere eşit mesafede durması ve aslında amacının
karşılıklı saygı ve anlayışı yerleştirmek olması gerekiyor. Mevcut dersin bu
şekilde olup olmadığı belirsiz, çünkü biliyorsunuz programlar sürekli yenileniyor.
Şu anda o konuda bir inceleme yapıyoruz. Onun bulgularını ayrıca paylaşırız.
Ama orada da tabii ki, sadece bir dersin programını değiştirmek, ders kitabını
değiştirmek yetmiyor, aynı zamanda öğretmenini de paralel olarak eğitmek, hani
onu da güçlendirmek gerekiyor.
159
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
DEMET IŞIK- Işık sizin yaptığınız bütün bu araştırmalar, veri toplamalar,
değerlendirmeler üniversiteden dışarıya, hukuk yapımına katkı olacak bir kurula,
meclise yansıyor mu? Yani iktidarın sizi dinleyen bir kulağı var mı?
IŞIK TÜZÜN- Şöyle söyleyeyim. Yani tabii ki zaman içinde gelişen bir ilişki
var. Bizim kendimizi konumlandırdığımız ve aslında memnun olduğumuz bir
nokta. Biz kendimizi eleştirel bir dost olarak konumlandırıyoruz. Bizim derdimiz
hani sadece yanlışları göstermek değil, doğru yapılan şeyler de var, nasıl
iyileştirilebiliri konuşmak. Ama ne söylüyorsak bunun altında bir veri olması
lazım. Çünkü veri olmadığı zaman ideolojik tartışmalarla uzlaşılamaz bir noktaya
gelinebiliyor. Ama bizim misyonumuz burada kamuoyuyla bilgi paylaşmak,
Milli Eğitim Bakanlığı’yla bilgi paylaşmak. Mesela İlköğretim Genel Müdürlüğü;
gözlemimiz hani giderek veri toplamaya, verilere göre politika geliştirmeye çok
daha açık hale geldi ve kapasitesi gelişen bir genel müdürlük olarak devam
ediyor. Tabii bu yeniden yapılanma sürecinin etkilerini de görmek lazım ama
bizim şu an ilköğretimden ortaöğretime geçiş ve ilköğretimde devamsızlıkla
ilgili yaptığımız araştırmaları Milli Eğitim Bakanlığı ve UNICEF’le ortak olarak
yapıyoruz. Dolasıyla resim siyah, gri, beyaz, oldukça karışık bir resim aslında.
Bu din eğitimiyle ilgili çok özür dilerim onu bir tamamlamak istiyorum. Terim
olarak aslında biz isteğe bağlı kullanıyoruz. Müfredatın dışında verilmesi,
bundan çocukların not almaması önemli. Dikkat çekmek istediğim bir eksiklik
şu, tamam işte aile talep etsin ya devlet bunu versin, temel aktör ya aile ya
devlet, çocuklar bu resmin yine hiçbir yerinde yok. Türkiye’de, yani yurtdışındaki
örneklerde de bu çok sınırlı ve o kadar hassas bir alan ki çocuk haklarını bu
bağlamda konuşmaya korkuyoruz. Bahsettiğimiz ebeveynlerin hakları. Hani
aileler çocuğuna kendi felsefi inançlarına ve dini görüşlerine göre eğitim verir
hakkıdır. Çocuk kaç yaşından itibaren bu sürece nasıl katılabilir?
ŞÜKRAN SONER- Size bir soru yöneltmek istiyorum. Çok önemli burada püf
noktası ben onu sonda kullanacaktım siyaset açısından. Şimdi din meslek okulu
imam hatip olayından yola çıkılıyor. İmam hatipte dindar çocuklarımız yetişiyor,
ailede memnun deniyor. Oradaki dış desteklerle o çocuğun finanse edilmesi
olayı ayrı. Ama dünyanın herhangi bir yerinde, ülkesinde bırakın demokrasileri.
Önce Papaz mesela Hristiyanlık açısından eğitimi verip onunla birlikte doktor
siyasetçi veyahutta hukukçu yetiştirmek diye bir örnek model var mı? Duydunuz
mu eğitimci olarak? Ben iddia ediyorum yok. Artı bir şey daha yok. Meslek okulu
sadece mesleğe yönelikti. Hani işkence gibi anlattı ya Sayın Başbakanımız ben
imam hatip kökenliyim tekrar sınava girdim diye. Evet bu bir işkence değil.
Benim paramla, bütün halkın vergisiyle ancak meslek okulu için düşünülebilir
bu. Ama ben vazgeçtim imam olmaktan siyasetçi olacağım dediğiniz anda fark
derslerini verip bedelini ödeyerek onu yapabilirsiniz. Yani bütün dünya içinde
160
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
budur. Vazgeçtiğin anda beledini sen ödersin. Yani böyle bir şey yok. Yani burada
bir canavar, yani canavar derken şu anlamda söylüyorum. Hani bir hücrenin
deformasyonu sözkonusu. Amipleşmiş hali. Bütün meslek okullarını da gerilime
aracı bu. Çünkü meslek okullarına yapılan yatırımların Türkiye’de %70, 80’i imam
hatip. Diğerlerine ki onlar çok daha pahalı. Onlara yok.
IŞIK TÜZÜN- İmam hatip okulları şu anda bir ara form olarak kurgulanıyor.
ŞÜKRAN SONER- Hayır bu doğrudan doğruya bir mezhebin üzerinden din
eğitimi, dindar yetiştirip sonra bir meslek sahibi kılma ideolojisinin ürünü.
Bunun böyle bir örneği yok dünyada. Böyle bir eğitim modeli yok. İnanın ben
en çok bunu papaz kavramını kullandım diye en çok tehdit orada aldım bugüne
kadar. Ben öyle başka yazılarımda pek tehdit almam. Beni severler demokrat
olduğum için. Ama katlanılamıyor. Çünkü bu gerçek dünyada örneği yok böyle
bir çarpıklığın. Şimdi katlayarak kurumlaştırmak istenen bir olay. Artı Milli Eğitim
Bakanlığı’nın bütçesinin küçük olmasının getirdiği bir pratik var. Çok politik
olan kitapları bedava vermek falan vitrinde oynanıyor onlarla siyaset yapılıyor,
çünkü ucuz siyaset. Ama okulların hiçbir gereksinimi karşılanmıyor. Isınma dahil.
Laboratuvar yok. Hepsi aile birlikleri. Bu yüzdende varsıl semtim çocuğunun
gittiği ilkokulla yoksulların çocuklarının gittiği ilkokullar arasında sanki aynı
devlet okulu değilmiş gibi akıl almaz bir uçurum var. Öğretmenlere de parasını
veriyor okul aile birlikleri kaliteli öğretmen seçiyorlar oraya dışarıdan. Öbüründe
öğretmen dökülüyor. Yani saat ücretli öğretmen getiriliyor dışarıdan. Veya çoğu
derste açık, seçmeli ders hiç yok.
IŞIK TÜZÜN- Şu an tam aslında o konudaki bir araştırmayı yine İlköğretim
Genel Müdürlüğü ve UNICEF ortaklığıyla yapıyoruz. İlköğretim okullarının mali
yönetimiyle ilgili. Kaynaklar nereden geliyor, nasıl karar alma süreçlerinden geçip
nereye harcanıyor? Biraz evet yani hani birçok sorun var ve bunlar maalesef geç
farkına vardığımız veya üzerine eğilmeye başladığımız şeyler ama bu araştırma
iradesi değerli.
ŞÜKRAN SONER- Birde bölge okullarıyla köyden öğretmenin çıkması sadece
imamım kalmasının getirdiği toplumsal travma var. O köydeki yaşanan her
olayın analizinde bilimle inancın dengelenmesi bitti. Onun getirdiği sonuçlar var.
IŞIK TÜZÜN- İmam hatipler konusunda şunu söyleyebilirim. Yani imam hatipler
konusunda bir uzmanlığım zaten yok. Çok da tartışmalı bir konu. Fakat genel
olarak Türkiye’de imam hatipleri de bu sorunsalın içine katarsak bir din eğitimi
talebi var ve bu din eğitimi talebi çözülmedikçe de bu talep sürer.
ŞÜKRAN SONER- O talep nasıl karşılanmalı ama? Sorun orada zaten.
161
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
IŞIK TÜZÜN- Ben de oraya geliyorum zaten. Sizin bahsettiğiniz şekilde ve bunun
isteğe bağlı olarak kurgulanması. Fakat bunun yönetişimini veya finansman
yöntemini, bunun okullarda mı öğleden sonra verileceği, yoksa başka kurumlar
çatısı altında mı? Bunun kimsenin tek taraflı dayatmasıyla değil, toplumda
inanç çeşitliğini yansıtan ve bir uzlaşma sürecinde belirlenmesi gerekiyor. Ama
ilkesel olarak okullardaki din dersi bütün dinlere eşit mesafede durmalı ve dini
sosyal bir olgu olarak ele almalı. Diğerininse yani din eğitiminin isteğe bağlı
olması bizimde önerilerimiz arasında. Ama dediğimiz gibi bu süreçte hani bütün
bu çocuk katılımı mekanizmaları, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin temel ilkesi
olarak basbas bağırdığımız, işte Çocuk Hakları Komitesi’nin üzerine işte 12 nolu
genel yorumu yazdığı katılımı konuşalım. Çocuk katılımı ilkelerini bu din ve
eğitim meselesinde Türkiye’de nasıl hayata geçireceğiz? Bu nasıl yani, çocuğa
ne noktada bir bilgilendirme yapılabilir ve çocuğun görüşleri nasıl bu pratiğe
yansıtabilir. Bizce diğer önemli konulardan biri.
İzin verirseniz bu imam hatip meselesine girmişken aslında işi birazcık meslek
eğitimine taşımak istiyorum. Çünkü şu anda gündemdeki politikalardan
biride aslında kız teknik meslek liselerini artırarak, daha doğrusu oralara kızları
yönlendirerek kız çocukların okullulaşma oranlarını artırmak. Bunun aynı
zamanda kız çocuklarının istihdamını da artıracağı düşünülüyor. Fakat burada
da aslında ihtiyaç analizine gereksinim olduğunu düşünüyoruz. Benzer bir
politika kız yurtları içinde var. Kız yurtlarını artırırsak, kız teknik meslek liselerini
artırırsak hani daha çok kız çocuk okula gidecek ve daha çok kadın istihdam
olanağı bulacak diye. Şimdi biz bu meseleye ilişkin bütüncül bir ihtiyaç analizi
olmadığı için aslında Koç Üniversitesi’nden bir araştırmacı ekiple bir çalışma
yaptık, Koç Holding’le yaptığımız meslek eğitimiyle ilgili ortak bir çalışma
kapsamında. Buradan birkaç bulguyu ben paylaşmak istiyorum. Daha rapor
yayımlanmadı. Bunlar ilk bulgular Birtakım nitel görüşmeler yapıldı hem
öğrenciler, hem mezunlarla. Bunun dışında da TÜİK anketlerinden vs. yapılan
analizler var. Dolayısıyla temsili bir şey değil tabi bu nitel görüşmeler ama
bizce ışık tutuyor sürece. Çoğu kadın aslında ben kendim seçtim diyor. Yani
bu kız teknik meslek liselerine gitmeyi. Fakat derine indikçe aslında orada
tabii o dinamiklerin daha karmaşık olduğunu, çevresindeki toplumsal cinsiyet
algıları, biçilen roller, ailesinin nasıl gördüğü gibi şeyler de işin içine karışıyor.
Kız çocuklarının çok söylediği bir şey aslında meslek edinmek. Ve bu meslek
edinmekten zaman içinde o nitel görüşmeler derinleştikçe anlıyoruz ki aslında
meslek edinmek oradaki işte kuaförlük mesleğini edinmek değil. Orada tabiri
caizse kapağı üniversiteye atmak, üniversitede öğretmen ya da devlet memuru
olmak isteniyor. Çünkü bunlar hani kadınların yapması uygun görülen, ailelerin
izin vereceği itibarı yüksek işler. Fakat gerçekte tabii bu böyle gerçekleşmiyor.
Kız teknik meslek lisesi mezunlarının sadece %4’ü yükseköğretimde lisans
programlarına devam edebiliyor.
162
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
Dolayısıyla bu yükseköğretime ulaşma hedefleri aslında karşılanmıyor kadınların.
Bunun dışında tabii okulların itibarsızlığına ilişkin görüşleri de bu üniversiteye
gitme arzularıyla ilişkili. Bunun gerçekleşememesi, kültür dersleri ve stajlara
ilişkin duydukları çeşitli, yani memnuniyetsizlik belirtileri var. Seçme nedenleri
de yani savunulduğu veya öne sürülebileceği üzere bu tek cinse yönelik eğitim
olması değil. Çok küçük bir grup erkek de bu liselere devam ediyor. Bir dönem
bu aslında engellenmeye çalışıldı. Daha doğrusu teşvik edilmedi. Şimdi tekrar
teşvik edildiği için oranlar yükseliyor. Ama ağırlıklı olarak kızların devam ettiği
okullar. Tek cins eğitime ilişkinse aslında iyi veya kötü demek çok mümkün değil.
Dünyada çok farklı örnekleri var. Tek cins eğitim kadını güçlendirecek biçimde
de kurgulanabilir, tam tersi olacak biçimde de. Ama yani Türkiye’de kız teknik
meslek liselerinin kadını güçlendirecek şekilde bir programı olmadığı ortaya
çıkıyor. İş piyasası talepleri ve aldıkları eğitim örtüşmüyor. Bu tamamen anket
daha doğrusu görüşmelere katılanların görüşleri. Kısıtlı iş imkanları ve düşük
ücretler nedeniyle bu istedikleri meslek edinme hedefi de karşılanamıyor. Evet
yani düz liselere göre bakıldığında iş gücüne katılımları gerçekten daha yüksek.
O anlamda bir yararı var. Fakat mevcut toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden
üretildiği yerler olarak ortaya çıkıyorlar. Kız teknik meslek liselerinde 37 alanda
eğitim veriliyor. Fakat kadınların %36’sı çocuk gelişimi alanına devam ediyor.
Bunda tabii ki şey olarak sıkıntı yok. Sadece gösterge olarak. Ama o tercihleri kim
yapıyor, neden yapıyor? Bunlara iyi bakmak gerekiyor.
Bir de son olarak kız teknik meslek liseleriyle ilgili söylemek istediğim, böyle
bir politika varsa yani bu okulları yaygınlaştırmak, bu okullardaki programların
toplumsal cinsiyet açısından çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Okullulaşmaya
olan etkilerinin değerlendirilmesi gerekiyor. Ve hani kısa dönemli birtakım
izlenimlere dayanan politika çözümlerinden kaçınmak gerekiyor.
Son olarak aslında gündeme tek bir konu taşımak istiyorum. Bu biraz daha
tartışmalı bir mesele ama. Çiftdillilik ve eğitim konusunda çalıştığımdan
bahsetmiştim. Türkiye’de birçok farklı anadili var. Bu alanda tabii en can yakıcı
ve en tartışmalı konu Kürtçe eğitim meselesiyle veya Kürtçe öğretim meselesiyle
Türkiye’de gündeme geliyor. Biz bu konuda 2007’de çalışmaya başladık ve
hissiyatımız şu yöndeydi. Konu çok siyasal bir düzlemde tartışılıyor, konunun
içinde çocuk yok. O çocuğun okula gittiğinde ne yaşadığı yok olumlu ya da
olumsuz. O çocuğun bu süreçten kazandığı, kaybettiği şeyler yok. Ve eğitimbilim
ve dilbilimde aslında Türkiye’de olmayan uluslararası birçok kaynak var. Biz bu
kaynaklara dayanmadan konuyu bir kutuplaşma içinde tartışıyoruz.
Ben bugün kız çocukları üzerinden bakmaya çalışacağım. Genel olarak aslında
Türkiye’de yapılmış çok az araştırma var. Özellikle bu konuyu gündeme getirmek
istedim. Çünkü bir de Kürtçe seçmeli ders olması da bu 4+4+4’le birlikte
163
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
gündeme geldi. Birinci dili Türkçe olmayan çocuklar okula erişim, okula devam
ve okulda başarı açısından sorunlar yaşıyorlar. Bu kenarda var. Önemli bir
bölüm, şu an yüzde veremeyeceğim kapsamlı araştırmalar olmadığı için birçok
çocuk ama okula Türkçe bilmeyerek, farklı bir dil bilerek geliyorlar. Kız çocuklar
açısından bunu gündeme getirmek istememin nedeni kız çocukların toplumsal
yaşama daha sınırlı katılımları var. Gerek eğitim alanında, gerek sokakta.
Dolayısıyla resmi dille tanışmaları çok daha sınırlı olabiliyor ve yaşadıkları
travmalar da okul ortamında daha ağır olabiliyor.
Bizim çalışma şöyle bir şeydi. Bir, önce araştırma raporu hazırlandı çiftdillilik ve
eğitim üzerine, konuyu hiçbir şekilde siyasal boyutlarıyla ele almayan. Elbette
siyasal boyutu olan bir konu. Ama bu pedagojik açıdan nedir? Çiftdillilik ve
eğitim arasındaki ilişki nedir? Çocuklar bu süreci nasıl yaşarlar? Çiftdilli eğitim
mümkün mü? Mümkünse hangi koşullarda olabilir diye. Artısı ne, eksisi ne?
Sonuç olarak gördüğümüz şey şu; Türkiye’de çocuklar sorun yaşıyorlar. Aslında
çiftdilli olmak mümkün, yani hiçbir noktada bir dili diğerine tercih etmek
gerekmiyor. Çocuklar çiftdilli de olabiliyorlar, çokdilli de olabiliyorlar. Çiftdilli olan
çocukların aslında bir çok bilişsel becerisi yani dil becerilerine ek başka becerileri
de daha çok gelişiyor. İki dil arasında çocuklar aktarım yapabiliyorlar. Yani
çocukların böyle bir potansiyeli var ve biz bu işi o mu, bu mu diye çekiştirirken
aslında çocukların o potansiyelini kenarda bırakmış oluyoruz. Çocuk Kürtçe
öğrenirken Türkçeden yararlanabilir. Türkçe öğrenirken Kürtçeden yararlanabilir.
Diller birbirini destekleyebiliyorlar. Ve dünyada birçok farklı çiftdilli eğitim modeli
var.
Dolayısıyla bu meseleyi sadece anadilinde eğitim gibi dar bir kapsamdan
çıkraralım. Türkiye’de hangi bölgelerde kim ne sıkıntı yaşıyor? Özellikle kız
çocuklarının yaşadığı sıkıntılar var mı? Farklı modeller getirilebilir mi? Farklı
destek programları getirilebilir mi? Bunlara bakmak gerektiğini düşünüyorum
ve dünyadan son olarak birkaç bulgu paylaşmak istiyorum. Bu konu gündeme
yeniden gelince özellikle burada paylaşmak istedim. Anadilinin kullanıldığı
yani çocuğun kendi kültürünü belki daha rahat bulduğu, özellikle kız çocukları
açısından, eğitim modellerinde kız çocuklarının okula kayıt oranlarının daha
yüksek olduğu görülüyor, bu Asya Pasifik’te yapılan farklı bir araştırma. Veli
katılımının daha kolay olduğu. Çünkü veli bir yandan kızını okula göndermekte
daha rahat hissediyor. Bir yandan okuldakilerle iletişim kurabildiği için eğitim
sürecini daha iyi takip edebiliyor ve ilgisiz olmaktan çıkabiliyor. Kız çocukların,
eğer anadilinin okulda bir şekilde yer bulması sağlanırsa, bundan kesinlikle
kastım bütün bir eğitimin anadilinde verilmesi değil ama anlamlı bir şekilde
orada olması, kız çocuk hem daha iyi öğreniyor, hem de öğrendiklerini daha iyi
gösteriyor. Dolayısıyla bu meseleye de biraz aslında toplumsal cinsiyet açısından
ve eğitim bilimi açısından bakmakta yarar olacağını düşünüyorum ki bizim 2006
164
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
yılında yaptığımız okulu terke ilişkin bir araştırma da bunu göstermişti. Okulu
terk eden çocukların evinde, yani evde konuşulan dile baktığımızda okulu terk
eden çocukların evinde Türkçenin kullanılmaması durumu çok daha yüksek
olarak çıkıyordu.
Son olarak bir güzel haber vereceğim. Yapılması gereken çok şey var
öğretmeninden ders kitabına, programına, Milli Eğitim Bakanlığı’nda daha fazla
yönetici kadın olmasına. Fakat Bilgi Üniversitesi Eğitim ve Sosyoloji Birimi yeni
bir araştırma yaptı ve ders kitaplarında toplumsal cinsiyete ilişkin ayrımcılığın
azaldığına dair bulguları var. En kısa zamanda biz de inceleyeceğiz. Umuyoruz
bu 4+4+4 sürecini de izlemeye devam edeceğiz. Önemli olanın burada
gerçekten ayakları yere basan verilerle konuşabileceğimiz bir süreç yaratmak
olduğunu düşünüyoruz. Her ne kadar süreç böyle başlamamış olsa da. Çok
teşekkürler.
ŞÜKRAN SONER- Sabrınızı taşırarak bir şey söylemek istiyorum. Yani partili
olduğunuz için özellikle size söylemek istiyorum. Tabi eğitimci gözüyle değil,
pratiğini yaşamış olarak. Ben Tito çocuğuyum. Çok kültürlü Tito Yugoslavya’sı
uygulamasında ilkokula gittim. Bizim ilkokulumuzda orada bölgede, Kosova’da
yani üç dilde aynı okulda sınıflar vardı. Arnavutça, Sırpça, Türkçe olarak.
Babam Arnavutçayı öğrenelim diye Arnavutça sınıfa verdi bizi ve bir yılda hem
Arnavutçayı öğrendik, hem Sırpçayı öğrendik okuma yazma olarak. Çocuğun
dil öğrenme yeteneği korkunç yüksek oluyor. Belli ki, Tito Yugoslavya’sının da
eğitim kalitesi, öğretmen kalitesi yüksekti. Bunu bize sağlamış oldu bir yılda.
Çoğunlukla da çocukların arasında neredeyse herkes 3 dilliydi. Yani Sırplarda,
Arnavutlarda, Türklerde öyle bir gelişme süreci olmuştu. Yalnız çok kültürlülüğün
ayrımcı olarak devam etmesi o sınırlar o kadar ince ki özgürlük ve ayrımcılık
sınırları. Elbette ben emperyal tuzakların çok büyük olduğuna inanıyorum
Yugoslavya’nın parçalanmasında. Bir ideolojik Avrupa çıkarları adına Yugoslavya
parçalandı. Yani iddia ediyorum bunu. Nasıl parçalandığını da tanıklıklarını
buradan da olsun izleyebildiğim için. Fakat bu baz çok güzel kullanıldı. Yani
ana dillini kullanma tutkusu fanatizme dönüştü. Yani örneğin Adria sahilinde
Hırvat kökenli turizmde çalışan gençler bizim Sırp olmadığımızı bildikleri halde,
ortak dilimiz çünkü Hırvatçayı biz bilmiyoruz Sırpça konuşuyoruz. Bize Hırvatça
yanıt veriyorlardı. Ama Amerikalıyla İngilizce konuşuyorlardı ve Yugoslavya’yı
parçalayan öğede ortak dil kullanmama inadı oldu. Yani orada çok ince bir nokta
var. Bu yüzden ben kişisel olarak birlikte yaşamadan yana olduğum için barış
içinde, insanlık için evrimin bu olduğuna inandığım için diyorum ki, ana dilini
öğrenme hakkı en iyi şekilde öğrenme hakkıyla ana dilini yaşam boyu kullanma
hakkı arasında bir fark olmalı. Birlikte yaşayanların herkesin ana dilini yaşam
boyu sınırsız farklı kullanması hakkı savaşı getiriyor, çatışmayı getiriyor. Asla
birlikteliği getirmiyor. Çünkü bizdeki sonraki yıllarda Yugoslavya parçalanması
165
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
sürecinde aynı Türkiye 3 dille düğünlerde biz söylerdik ve bundan hoşlanırdık.
Sonraki yıllarda Arnavutlarla Sırplar özellikle Sırpça daha çok çaldın, Arnavutça
daha çok çaldın diye birbirlerini dövmeye başladılar düğünlerde. Sonrada
kırmızı siyah böyle Arnavut bayrağı mıdır yoksa kimlik rengi midir çocuğun diye
üniversitede kan döküldü ve benim okuduğum ilkokulda da suya zehir kattılar
o çatışma döneminde. Yani travma öyle gelişti. Onun için orada insan hakları
boyutundaki öncelik ve çerçevemizde özgürlük ayrımcılık sınırlarına çok dikkat
etmek gerektiğine inanıyorum. Travmayı yaşatacak koşullar yoksa hiç sorun
değil. Yani benim gelinim Rus, biz anlaştık torunumla o Rusça konuştu doğduğu
günden beri, ben Türkçe konuştum. Torunum 5,5 yaşında mükemmel Rusça ve
Türkçe biliyor. Üstelik Rusçayı ana okulda okuma yazma olarak da öğreniyor.
Burada çatışma sorunu yok ama. Özel alanda çözmek kolay ama çatışma sorunu
olduğu zaman aynı toplumda çizgiler, eğitim ilkeleri ve politikalar ne olmalı, bir
siyasi partide hangisi önermeliyle ilgili şu doğrudur diye kestirip atamıyorum,
Titoyu çok sevdiğim halde ve Tito çocuğu olmakla gurur duyduğum halde.
Orada ince bir nüans var. Özgürlük ayrımcılık sınırları çok önemli. Mutlak olması
gereken ana dilini doğru dürüst öğrenme hakkı kutsal hak. Bunu tartışamayız
insan hakkı olarak.
IŞIK TÜZÜN- Bir şey ekleyebilir miyim? Ben çocukların pedagojik olarak bütün
potansiyellerinin kullanılmasından yanayım. Ama dediklerinizi de çok iyi
anlıyorum. Aslında onun bir boyutu da şu; sadece bir eğitim modeli getirmek
değil mesele. Yani çok ciddi bir toplumsal hazırlık süreci gerekli ve bunun
ötesinde eğitimin içeriği değişmeli. Geçen gün bir toplantıda azınlık okullarıyla
ilgili bir şey vardı. Azınlık okullarını denetlemeye giden rehberlere verilen kitapla
ilgili. Aynı müfredatı uygulayan okullar bunlar, “yabancı”da değiller ayrıca.
Bu ülkenin vatandaşları ve şey olarak anlatılıyor rehberlere, müfettişlere. İşte
kurtuluş mücadelesini nasıl baltalamaya çalıştılar, öyledir, böyledir ve o kişiye
öyle bir önyargı kazandırılıyor ve okula gittiğinde o gözle bakabilir.
Dolayısıyla yani eğitimin içeriği biliyoruz. İşte zamanında Sarı Gelin belgeseli
Ermeni okullarına gönderildi. Eğitimin dili ne olursa olsun bizim eğitimin
içeriğini her türlü düşmanca ifadeden arındırmamız şart.
ŞÜKRAN SONER- Ama buda eğitimin diline giriyor. Bu dediklerinizde.
IŞIK TÜZÜN- Evet ama yok yani. Sonuçta isterse eğitim, bütün eğitim bambaşka
bir dilde olsun Türkçeden. Eğer orada Türkiye’de yaşayan diğer gruplar yok
sayılıyor ya da aşağılanıyorsa ki bu kadınlar içinde geçerli, yani biz bunları zaten
kadın çalışmalarıyla öğrendik. Eğer yok sayıyorsa kadını sorun, yani sadece
kadını aşağılaması gerekmiyor. Kadın orada o kitapta kendini göremiyorsa,
Türkiye’deki farklı etnik kökenden insanlar kendini orada göremiyorlarsa o
166
Günümüzde Kadının Toplumsal Durumunu Etkileyen Gelişmeler
eğitimi istediğiniz dilde yapın fark etmez zaten, oradaki mesaj böyle bir şey.
ŞÜKRAN SONER- Eğitimin dili derken dilin ikinci anlamı yüzünden kullandım.
Yani kadın dili falan anlamında kullandım. Yani çok ince noktalar bunlar.
DEMET IŞIK- Ben şimdi konuşmacılardan sonra bir ilave yapacağım. Sizlerin
sorularınızı alayım. Çünkü bir 10 dakikamız var. Bunu Almanya çok güzel halletti.
Benim Almanya’da yaşadığım zamanlarda Alman devleti dedi ki, ben burada
yaşayan insanlara Alman dilini öğretmek zorundayım devlet olarak. Neden?
Bu çocuklar daha ileri yaşlarda eğitim görecekler, bu çocuklar bu memlekette
çalışacaklar, para kazanacaklar. Benim birinci görevim bu çocuklara Almanca
öğretmek. Ama benim bir başka görevim daha var bu çocuklara kendi dillerini
öğretmek. Bunu fevkalade güzel çözdüler. Yani hiçbir dert, dava gelmedi. O
zaman milli eğitim bakanına geldim, Türkiye’ye geldim kendisiyle konuştum.
Okullar okul bittikten sonra dersliklerini açıyordu, Türkçe öğreten öğretmenler
de Türkiye’den geliyordu Alman devleti parasını veriyordu. Ve böylelikle çocuklar
günlük eğitimden sonra, evlerine gitmiyorlardı, okul yemek çıkarıyordu, sandviç
veriyordu okul sonrası, dersliklerde Yugoslavca, Yunanca, Bulgarca, İtalyanca
ve Türkçe öğretiliyordu. Ve hakikaten çocuklar o topluma entegre olmakta,
öğrendikleri Almanca ile hiç bir sıkıntı çekmediler. Ama hepsi de kendi evlerinde
kendi dillerini çok doğru dürüst kullandılar.
Benim deneyimim şuna getiriyor. Siyasi bilinç ve siyasi veri neyi nasıl kullanmak
istiyorsa onu öyle kullanıyor ve bu dil için de çok geçerli bir şey.
Demet IŞIK- Sağ olunuz çok teşekkür ederim.
167
168
Tarih : 27 Mart 2012
Saat : 18:00
Sayın Kızgınkaya’ya
Teşekkürler...
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
KONUŞMACI: TEVFİK KIZGINKAYA
Parti içi eğitim konusundaki duyarlılığı ve çabaları nedeniyle Sayın Genel
Başkan Yardımcısı Perihan Sarı’ya ve duyarlılık gösterip katıldığınız için de sizlere
teşekkür ediyorum.
Konumuz; Türkiye’nin gerçekleri ve bu gerçekler karşısındaki sorumluluğumuz.
Son cümleyi, en başta söyleyelim.
Cumhuriyet Halk Parti üyesinin temel sorumluluğu, Cumhuriyet tarihimizi ve
Cumhuriyet Halk Partisinin tarihsel süreçteki yerini ve işlevini iyi özümsemektir.
Türkiye’nin gerçeklerini görebilmek için önce kendimizle ve toplumuzla ilgili
gerçekleri saptayalım.
Birincisi, biz duygusal bir toplumuz.
İkincisi de unutkan bir toplumuz. Dün yaşadığımızı bile bugün unutuyoruz.
Bu özelliklerimizi bilerek Türkiye’nin gerçeklerine bakalım.
Bugünün Türkiye’sinin gerçeklerine baktığımda birçok sorunla karşılaşıyorum.
Eğitimden, sağlığa, ekonomiden toplumsal barışa kadar birçok sorunla iç içe
yaşıyoruz. Toplum olarak sürekli bir tartışmanın ve karmaşanın içindeyiz. Şöyle
rahat bir nefes alıp yaşamdan keyif aldığımız yıllar ya da günler son derece
sınırlıdır.
Bu noktada aklıma, “Türkiye’nin gerçeği, hep böyle sorunlarla ve karmaşa içinde
yaşamak mıdır” sorusu geliyor. Yanıtım, “hayır, olmamalı.”
Pekala “neden bu sorunlar çözülmüyor, neden huzur içinde birbiriyle barışık bir
toplum olarak yaşayamıyoruz” sorusunu sorunca, karşımıza başka bir özelliğimiz
daha çıkıyor.
Bizler, sorunları sonuçları ile tartışıyoruz. Sonunda da bir suçlu bulup konuyu
kapatıyoruz. Bir kaza mı oldu, kazada kaç kişinin öldüğünü, kimin suçlu
olduğunu konuşuyoruz, ama kazanın asıl nedenini araştırıp bir daha olmaması
için kalıcı bir önlem almıyoruz.
Bir sorunu çözebilmenin temel koşulu, o sorunun nedenini bilmektir.
Teşhis konulmadan hastalığın tedavi edilemeyeceği gibi…
171
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Bugünkü sorunlarımızın kaynağına ulaşabilmek için geçmişe doğru gitmek ve
yaşanılan olayları irdelemek zorundayız.
Tarihten ders almak zorundayız.
Dünyanın neresindeyiz?
İlk olarak, sevgili Mustafa Balbay’ın “Ülkelerin geleceklerini bulundukları
coğrafyalar belirler” sözü doğrultusunda ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyaya
bakalım ve Türkiye gerçeğini önce dünya üzerinde bulunduğumuz yerle
değerlendirelim.
1. Anadolu ve boğazlar, dünya nüfusunun üçte ikisinin yaşadığı üç ana kıtayı
(Asya, Afrika ve Avrupa) birleştiren tek kara parçasıdır.
2. Doğu ile batı medeniyetleri arasında köprü konumundadır.
3. Verimli toprakları, iklimi, suyu ve havası ile insan yaşamı için olması gereken
tüm koşullara sahip olan bir coğrafyadır.
4. Bütün dinler bu coğrafyada kurulmuştur.
Bu özellikleri ile yaşadığımız coğrafyanın konumuna bakalım.
Dünyanın kuzey yarım küresindeki zengin ülkelerle gelişmiş batı ülkeleri
yüzyıllar boyunca hep sıcak denizlere, güneye ve doğuya ulaşmak istemişlerdir.
Çünkü bu bölgelerdeki ülkeler zengin kaynaklara sahip gelişmemiş ülkelerdir.
Sömürgecilik hareketleri ile bu ülkeleri ele geçirmenin mücadelelerini
vermişlerdir.
Bu süreçte Anadolu coğrafyası ve bulunduğumuz topraklar hep geçiş yollarının
üstünde kalmıştır. Örneğin, Batının doğuya gitmek için kullandığı İpek yolu
Anadolu’dan geçmiştir. Kuzey güneye inmek isterken boğazlarımızı, Akdeniz’i
ve Cebelitarık boğazını kullanmıştır. Dünyaya egemen olmak isteyenler, hep bu
geçiş noktalarına ve merkez bölgelere sahip olmak için savaşmışlardır.
Tarih boyunca da dünyanın merkez coğrafyasını oluşturan Anadolu ve boğazlara
da sahip olabilmenin savaşları verilmiştir.
Anadolu ve Boğazları Paylaşım Projesi - Sevr
Dünyanın Merkez coğrafyası olan Anadolu’ya ve Boğazlara sahip olmak
için atılan son adım, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşından mağlup
çıkmasının ardından sahneye konulan Sevr projesidir.
172
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Bu harita, Birinci Dünya Savaşının galip devletlerinin kendi aralarında oturup
renkli kalemlerle boyayarak ülkemizi nasıl paylaştıklarını göstermektedir.
Bugününü yaşadığımız Türkiye Cumhuriyetinin temelinde, bu paylaşım
projesine karşı verilen büyük bir özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi vardır.
Bu işgale karşı verilen Ulusal Bağımsızlık Savaşımızı hepimiz biliyoruz. En azından
okullarda öğretildiği kadarı ile biliyoruz.
Ama Ulusal Bağımsızlık Savaşımızın verildiği koşulları ve bu savaşı veren
insanların yaşam koşullarını hiç düşündük mü?
Tarihte yapılanları doğru veya yanlış, eksik veya fazla gibi değerlendireceksek,
o dönemin koşullarını bilmemiz gerekir. 93 yıl öncesinde yapılanları bugünün
koşullarıyla değerlendirirsek yanlış yapmış oluruz. Bugünlerde bu yanlışı yapan
birçok “aydın” var. Oturdukları güzel ofislerde günümüz teknolojisini kullanarak
1900’lerde yapılanları değerlendiriyor, yargılıyor ve hüküm verebiliyorlar.
Biz doğruyu yapalım ve önce o dönemin koşullarına bakalım.
173
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Sevr ile toprak paylaşımı
Eğer Ulusal Bağımsızlık Savaşı yapılmamış olsaydı (bazılarının dediğine göre
olmadı) bugün haritada gördüğümüz yapıya sahip olacaktık.
Trakya’nın batısı ile İzmir ve çevresi Yunanistan’a bırakılan bölgelerdir. O dönem
Amerika’yla karşı karşıya değildik. Muhatap değildik ama Trabzon, Erzurum,
Van ve Bitlis’i içine alan bölge Amerika Başkanının hakemliğinde Ermenistan’a
verilmesi düşünülen bölgedir. (Wilson’un perde arkasından isteği) Kars’ı içine
alan bölge de Rusya’ya bırakılıyordu.
Bırakılan bu bölgelerin ötesinde Egenin doğusu ve güney Anadolu İtalya “nüfuz
alanı”, Sivas’ı içine alan ve güneye kadar uzanan bölge ise, Fransa nüfuz alanı
olarak belirlenmişti. 1984’ten bu yana bölücü terörü yaşadığımız Güneydoğu
Anadolu bölgesi ile Basra körfezine kadar uzanan alan İngiltere nüfuz alanı idi.
Emperyal devletler bir bölgenin sadece topraklarına sahip olmayı değil, o
bölgeye nüfuz etmeyi, kendileştirmeyi amaçlıyorlar. Anadolu’nun bu bölgeleri
insanıyla, kültürüyle yani her yönüyle İtalyanlaştırılacak, Fransızlaştırılacak,
İngilizleştirilecekti.
Boğazlar ve Marmara denizinin çevresi, müttefiklerin kontrolüne bırakılmıştı. O
dönem müttefiklerin başında dönemin emperyal lideri İngiltere vardı. Boğazlar,
içinde Türklerin yer almadığı, bu devletlerden oluşan bir komisyon tarafından
yönetilecek ve ayrı bir bayrağı olacaktı. Çanakkale’de elde edemedikleri
boğazlarımıza sahip olacaklar ve geçişi kontrol edeceklerdi.
Anadolu’nun ortasında kalan bölge ise, Türklere bırakılan bölgedir. Bu haritayı
yapan ve Sevr projesinin altına imza atan ülkelerin (İngiltere, Fransa, İtalya,
Japonya, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Portekiz, Romanya, Ermenistan,
Sırp Hırvat Cumhuriyeti ve Çekoslovakya) tanımlaması böyle, “Türklere bırakılan
bölge.”
O dönem bu topraklardaki yönetimin adı Osmanlı imparatorluğu idi. Neden
Osmanlılara bırakılan bölge değil de Türklere bırakılan bölge yazmışlar? Batının
bu topraklarda yaşayanlara verdiği isim, Türk’tür. Türklük etnik bir tanımlama
mıdır? Değildir.
Urfa Göbekli Tepede yapılan kazılarda milattan önce 9700’e ait tapınak ve
yerleşim alanı bulundu. Üstüne 2012 yıl daha koyalım, 11 bin 712 yıldır bu
topraklarda insan uygarlığı yaşıyor demektir. Bu süre içinde doğudan, batıdan,
kuzeyden güneyden birçok boy’un gelip yerleştiği, onlarca devletin kurulduğu,
174
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
yıkıldığı veya yenisinin kurulduğu bu coğrafyada bugün tek bir etnik kimliğin
varlığını koruduğunu söyleyebilir misiniz?
Tarih boyunca yaşayan unsur, kültürlerdir. Kültürler de süreç içinde toplumların
bir arada yaşamalarının sonucunda birbirlerinden beslenir ve zenginleşirler.
Bugün yaşadığımız gibi…
Emperyalizmin hedefleri
Paylaşım haritasına dönelim. Emperyal lider İngiltere o dönem iki bölgeyi istiyor.
1. Boğazlar,
2. Güneydoğu Anadolu
Dikkat ederseniz bu bölgeler, en başta bahsettiğim kuzeyin güneye, batının
doğuya ulaşmasını sağlayan kapılardır. Boğazların öneminden söz etmeye gerek
yok. Güneydoğu Anadolu ise Avrupa’nın Asya’ya açılan kapısıdır. Amerika’nın
kontrolündeki Ermenistan’a bırakılan bölge ile İngiltere’nin kontrolündeki Basra
körfezine kadar olan bölge birleşince Karadeniz’den Basra’ya kadar uzanan
bir hat ortaya çıkıyor. Bu bölgenin sahibi ABD – İngiltere olacaktı ve Asya’yla
Avrupa’nın geçişini kontrol edeceklerdi.
O dönemde önemi bugünkü kadar bilinmeyen petrolün varlığını da düşünürsek,
bu hattın önemini daha iyi görmüş oluyoruz.
Bugün, kuzeydoğumuzda Ermenistan’ın sürdürdüğü hayalleri, güneydoğu
komşumuz olan Irak’ın kuzeyinde ABD’nin kontrolünde Kürdistan devleti kurma
çabaları 92 yıl sonra bile ABD’nin bu bölgedeki hedeflerinin değişmediğini
göstermektedir.
Sevr projesi bu toprak paylaşımının ötesinde idari, mali, ekonomik, hukuki ve
yönetsel yaptırımları ve kuralları da içeriyordu. Bugün yaşadıklarımızı doğru
değerlendirebilmek için herkesin Sevr projesinin neler getirdiğini bilmesinde
yarar vardır.
1900’lerde Anadolu insanının koşulları
Şimdi de Ulusal Bağımsızlık Savaşını veren insanların yaşam koşullarına bakalım.
O dönem bu topraklarda yaklaşık 12,5 - 13 milyon insan yaşıyordu.
Bu insanlar kimlerdi?
Bizlerin 3 veya 4 kuşak öncesi insanlardı. Yani o dönem bu topraklarda
yaşayanlar, dedemizin anneannemizin babası, annesi idi. Yani bizlerdik.
175
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Şimdi bu bilinçle, büyüklerimizin hangi koşullarda yaşadıklarına, 1900’lerin
Anadolu’sundaki yaşam koşullarına bakalım.
1. Nüfusun %90’a yakını kırsal alanda yaşıyordu. Bilsay Kuruç’un
tanımlamasıyla, köylüler ülkesiydik.
2. Arapça harflerle okuma yazma oranı erkeklerde yüzde 5-6, kadınlarda binde
7-8 idi. Yani cahildiler.
3. Geçimlerini tarımla sağlıyorlardı ama işledikleri topraklar kendilerinin
değildi, Padişahın mülkü idi.
4. O dönem sanayi tesisleri, fabrikalar yoktu. Doğal olarak işçi sınıfı da yoktu.
5. Balkan savaşı, Çanakkale Savaşı, Trablusgarp cephesi, Birinci Dünya savaşı
diye sürekli savaşmışlardı. Bin kadına karşılık 826 erkek (15-50 yaş arası)
vardı. Erkeklerin çoğu savaş gazisi ve sakat…
Ulusal Bağımsızlık Savaşımız, bu koşullarda yaşayan yorgun, yoksul ve cahil
bırakılmış insanlarla verildi.
Okullarda bizlere öğretilen tarih derslerinde bu koşullar yoktu, bugün de yok.
1980 sonrasında adı İnkilap tarihi olarak değiştirilen Devrim tarihimizi tüm bu
koşulları bilerek irdeleyelim.
Kurtuluşumuz, Ulusal Bağımsızlık Savaşı
Genç bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal, bu işgale ve teslimiyete itiraz
ediyor ve “Anadolu’ya geçip mücadele edeceğim, diyor.
19 arkadaşı ile çıkıyor yola ve Samsun’da ayak basıyor Anadolu’ya. Tarih, 19 Mayıs
1919.
Bugün bizler için son derece doğal olan iletişim ve ulaşım alanında 1919’un
koşulları nasıldı?
İletişim var mıymış? Radyo, televizyon, telefon, internet var mıydı? Bir tek
Fransızların yaptığı demiryolları boyunca var olan telgraf hatlarının dışında
iletişim yoktu.
Ulaşım nasıldı? Bugünkü gibi asfalt yollar ve konforlu arabalar var mıydı?
Yanıtınızı duyar gibiyim. Yoktu.
Ulaşım yok, iletişim yok, cehalet diz boyu, yoksulluk zaten yaşamın kendisi ve
karşınızda o dönemin gelişmiş devletleri. (Mustafa Kemal, bu devletleri hiçbir
zaman düveli muazzama olarak tanımlamamıştır.)
176
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Ulusal Bağımsızlık Savaşımıza bu koşulları da bilerek, farklı bir pencereden
bakalım.
İlk durağımız, Amasya.
Amasya’da bir genelge yayınlanmış. Amasya genelgesinin bir maddesine
dikkatinizi çekmek isterim. “Bir milletin bağımsızlığını ve geleceğini ancak o
milletin azim ve kararı belirler.”
Bu maddenin ne anlama geldiğini düşünmemiz lazım.
O dönemin insanları vatandaş mıydı yoksa padişahın kulları mıydı?
Toplum, ümmet toplum muydu, millet miydi?
Bazılarının “diktatör” diye nitelendirdiği Mustafa Kemal çıkıyor insanların
karşısına ve “siz bir milletsiniz, ancak siz karar verir ve mücadele ederseniz
bağımsızlığınızı ve geleceğinizi kurtarırsınız” diyor. Peşimden gelin, ben sizi
kurtaracağım demiyor.
1. Bu nasıl diktatörlüktür?
2. Ulusal Bağımsızlık Savaşı halka rağmen mi yapılmış, halkın kendisi mi
yapmıştır?
Bir insanın ya da bir toplumun geleceğiyle ilgili karar verebildiği sistemin adı,
DEMOKRASİ’dir.
Gelelim Erzurum’a.
Erzurum’da bir kongre toplanıyor. Kendi ilçelerini ve illerini kurtarmak isteyen
derneklerin temsilcileri bir araya geliyorlar. Oylamayla bir başkan seçiyorlar.
Kongrede, mücadelenin nasıl yapılacağı tartışılıyor ve kararlar oylanarak alınıyor.
Hep beraber konulan kurallara herkes uyacak. Kişiye değil, kurallara bağlılık.
Soralım; Seçim ve oylama, hangi yönetimlerde yapılır? Demokrasilerde.
Kongrenin sonunda bir yapı kuruluyor. “Doğu İllerini Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti.”
Bu ismi irdelemek bile kurtuluş mücadelesinin özünü ve felsefesini görmemiz
için yeterlidir.
İlk tanım, Doğu illeri. Sadece kendi illerini kurtarmak için gelenler “ birlikte
mücadele etmeye” karar veriyorlar ve doğu illerinin tamamını müdafaa etmeye
karar veriyorlar.
177
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Özgürlük ve bağımsızlık yolunda birlik sağlanıyor. Ulus olmak yolunda atılan bir
adım daha…
İkincisi, Müdafaa-i Hukuk. Yaşadıkları topraklar üzerindeki tüm hakların sahibi
olduklarının ve bu haklarını koruyacaklarının ifadesidir.
Demokrasinin temeli olan Ulusal Egemenliğin ve tam bağımsızlığın Erzurum
kongresinde doğduğunu görüyoruz.
Ve cemiyet. Cemiyet nedir? Bugünkü anlamıyla dernektir. Yani halkın örgütü
yapısı, demokratik kitle örgütüdür.
Halkın örgütlü yapısı hangi yönetimin sistemlerin temel taşıdır? Demokrasilerin.
Sivas’a geliş.
Sivas Kongresinde de demokrasinin kuralları geçerlidir. Sivas kongresinin
sonucunda müdafaa edilecek alanın sınırları genişletiliyor ve cemiyetin adı
“Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” oluyor.
Hakları olan ve savunacakları alan (Türkiye’nin sınırları) ortaya konuluyor.
Hacıbektaş.
Mustafa Kemal beraberindeki heyetle Sivas’tan Ankara’ya gelirken Hacıbektaş’a
uğrarlar. Tarih kitaplarında olmadığı için çoğumuz bu ziyareti bilemeyiz. Mustafa
Kemal, dönemin önderi Cemalettin Efendiyle görüşerek hem Ulusal Bağımsızlık
Savaşına destek alır hem de savaş sonrasında kurmayı düşündüğü devletin
niteliği konusunda fikir birliğine varırlar.
Ve Ankara’ya geliş.
19 Mayıs’ta Samsun’da Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal, 27 Aralık’ta
Ankara’ya geliyor. Yedi aylık bu süre içinde Doğu ve Orta Anadolu geziliyor,
kongrelerde toplum önderleriyle bir araya geliniyor, konuşuluyor ve kurtuluş için
hep birlikte savaşmaya karar veriliyor.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı, halkın kendi hukukuna sahip çıktığı bir halk savaşıdır.
Ankara’ya gelindiğinde ilk kurulan yapının adı nedir? Büyük Millet Meclisi.
Ulusal Bağımsızlık Savaşımız, mecliste alınan kararlarla yönetilmiştir. Mustafa
Kemal’in başkomutanlık görev ve yetkileri de meclis kararına dayanmıştır.
178
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Dünya siyasi tarihinde demokrasinin kurumu olan meclis tarafından
demokrasinin kurallarıyla yönetilen tek bağımsızlık savaşı bize aittir. Farkında
mıyız?
Demek ki Samsun’a atılan adımla başlayan bu sürecin temelinde demokrasi
vardır. Hem de bu koşullarda. Bu koşulları unutmayalım ve unutturmayalım ki,
yapılanların ne anlama geldiğini daha iyi anlayalım, daha iyi anlasınlar.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkmasınlar.
9 Eylül, İzmir
İzmir’in kurtuluşu sonrasında “savaşı kazandık, zafere ulaştık” diye kutlamaya
gelenlere Mustafa Kemal’in verdiği yanıt çok önemlidir.
“Esas savaşımız şimdi iki cephede birden başlıyor. 1- cehalete, 2- sefalete karşı…”
O dönemin koşulları için bundan daha güzel bir saptama olabilir mi?
Bugün Türkiye’nin iki temel sorunu vardır.
1. Cehalet,
2. Sefalet.
Koşullar farklı da olsa doksan yıl sonra yaşadığımız sorunların temelinde yine
aynı etkenleri görüyoruz.
Doksan yıl önce cehalete ve sefalete karşı verilen mücadeleyi ve uygulanan
politikaları mantığı ve felsefesi ile bilirsek bugün var olan sorunlarımıza çözüm
yaratabilir miyiz?
Cehalete ve sefalete karşı verilen mücadeleler.
Cehalete karşı verilen mücadelenin temelinde toplu eğitim seferberliği vardır.
Millet mekteplerinin kurulması, herkesin okuma yazma öğrenmesi için başlatılan
okuma seferberliği…
Dil devrimi ile Latin harflerine, yeni ABC ye geçiş…
Latin harflerine geçmeye ne gerek vardı, sorusunu düşünelim.
Toplumun gelecekte nasıl bir yapıya ulaşmasını istiyorsanız eğitimini buna göre
düzenlersiniz.
179
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Hedef, toplumu çağdaş uygarlığın üstüne çıkartmaktı ve eğitim dili olarak, bilim
dili olan Latin harfleri kabul edildi.
Bugün ilköğretime Arapça dersi koyanlar, aslında toplumumuzu gelecekte
nereye götürmek istediklerini gösteriyorlar.
Devrim yasası olan Tevhidi tedrisat yasası 3 Mart 1924’te kabul ediliyor. Eğitim ve
öğretimde birlik yasası. Türkiye’nin neresinde olursa olsun bir öğrenciye verilen
eğitim ve bilgi aynı oluyor. Eğitimde fırsat eşitliği sağlanıyor.
Cehaletle mücadele için konservatuarlarla sanat eğitimine, üniversitelerle
yüksek eğitime geçiliyor. Köy Enstitülerine kadar uzanan aydınlanma süreci
yaşanıyor, yaşatılıyor…
*****
Sefalete karşı verilen mücadele toplu kalkınma politikası ile veriliyor.
O dönem bu topraklarda daha önce söylediğimiz gibi ne fabrika var, ne de
sanayi.
İlk kurulan fabrikalar, dokuma iplik, şeker, çimento, un fabrikaları. Bu fabrikaların
ortak özellikleri var.
Birincisi, toplumun temel tüketim maddelerini üretiyorlar. Temel tüketim
maddelerini dışarıdan almak yerine kendimiz üretiyoruz. Böylece dışarıya para
vermiyoruz. Bugünkü gibi ithalatta patlama yapılmıyor.
İkincisi, bütün bu fabrikalar için lazım olan hammadde bu topraklarda üretiliyor.
Ekonomide en yüksek katma değer elde etmenin yolu kullanılıyor. Hammaddeyi
işleyerek son kullanılan mamul madde haline getirirseniz en büyük katma değeri
elde edersiniz.
Bugün sattığımız Sümerbank ve Şeker fabrikaları kalkınmanın temel
kurumları idi. Şeker fabrikaları kendi fabrikasını yapan teknolojiye sahipti.
Şeker fabrikalarının teknolojisi kendimizindi. Bu fabrikalar Uşak’ta, Trakya’da,
Erzincan’da, Erzurum’da kısaca Türkiye’nin her yerinde kuruldu.
Dokuma-iplik fabrikaları da öyle. Nazilli, Bakırköy, Denizli, Hereke, Kayseri,
Bergama, Antalya’da Türkiye’nin her köşesinde kuruldu.
Hammadde nerede üretiliyorsa fabrikası da orada kuruluyor.
Neden? Böylece, istihdamı ülkenin her köşesine taşıyacaksınız, ülkenin her
köşesinde kalkınmayı sağlayacaksınız.
180
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Bu fabrikalarının önemli bir özelliği daha vardı. İstihdam ve kalkınmanın
dışında sosyal yaşamı da getiriyordu. Sinema, tiyatro salonlarıyla, lokantası ve
yüzme havuzlarıyla bulunduğu kentlerde sosyal yaşamın oluşması ve gelişmesi
sağlanıyordu.
İnsanlarımızı bilinçlendiriyorsunuz, ekonomik kalkınmasını sağlıyorsunuz ve
sosyalleştiriyorsunuz. Bu sürecin adı, toplu kalkınma seferberliğidir.
Demiryolları yapılmış, toplu ulaşım politikası ile... Ülkemizin her köşesine
ulaşılabilmenin olanağı yaratılıyor.
Cumhuriyetin felsefesi
Uygulanan bu politikalar, Cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerinin özünü ve
felsefesini göstermektedir. Kişi, Türkiye’nin neresinde doğarsa doğsun, hangi
etnik yapıya, inanca, renge ve cinse sahip olursa olsun “insan ve yurttaş” ortak
kimliği ile eşit haklara sahiptir.
Yine farklı bir pencereden bakarak, sorgulayalım.
Doğduğumuz yeri, annemizi babamızı biz seçmedik. Etnik yapımızı, inancımızı,
dilimizi, rengimizi ve cinsimizi de biz seçmedik. Doğduk. Doğduğumuz andaki
kimliğimiz, insandır.
İnsanın en temel hakkı ise, yaşamak hakkıdır, ama sağlıklı yaşamak hakkı.
İnsan, bir köy yerinde bir ebenin yardımıyla doğabilir. Doğarken alabileceği bir
mikropla da yaşamı boyunca taşıyabileceği bir hastalığa yakalanabilir. Ya da
kentteki bir hastanenin hijyenik ortamında doktorların yardımıyla doğabilir.
Kendimizin seçmediği doğduğumuz ortamın, sağlıksız olması kader diye
geçiştirilebilir mi?
Bu koşullar arasındaki farkı gidermek görevi devletindir.
Bu devletin niteliği de Sosyal Devlettir.
*****
Doğan insanın temel gereksinimi beslenmektir. 0 – 6 yaş arası insanın beyin ve
fizik gelişimi tamamlanır. Aile yoksulsa, doğan çocuğunu doğru ve yeterli bir
şekilde besleyemezse çocuğun beyin ve fizik gelişimi tam olarak sağlanamaz. Bu
o çocuğun suçu olabilir mi?
181
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Seçme şansı olsaydı, varlıklı bir ailede doğardı. Ne hasta olma riskini yaşardı ne
de yoksulluk içinde büyürdü.
Her ailenin ekonomik açıdan yeterli gelire sahip olabileceği çalışma koşullarını
hazırlamak ve istihdam yaratmak görevi, devletindir.
Bu devletin niteliği de Sosyal Devlettir.
Sefaletle savaşta, istihdamı ve ekonomiyi Türkiye’nin her köşesine taşıyacak
şekilde fabrikaların kurulmasının ne denli önemli olduğunu görebiliyoruz.
*****
Yaşamda yol almaya devam edelim. 6 yaşına gelince okul yaşamı, eğitim ve
öğrenim dönemi başlıyor. Çünkü insan, dünyadaki tüm varlıklardan farklı bir
özelliğe sahiptir. Düşünebilme özelliği. Düşünebilmek için ise bilgiye ihtiyacımız
vardır. Bilgiyi ise okulda alabiliriz. Doğduğumuz yerde okul yoksa ve okula
gidemezsek düşünebilme özelliğimizi kazanabilir miyiz?
Eğitim hakkını kim sağlamalı, eğitimin çatısı okulu ülkemizin her köşesine
taşımakla kim görevli? Devlet. Hangi devlet? Sosyal devlet.
Eğitim bir insan hakkıdır. Temel eğitim, tüm gelişmiş ülkelerde bedelsiz ve
zorunludur. Ülkemizde de her insan bu hakka ve fırsata sahip olmalıdır. İnsan,
Erzincan’da, Samsun’da, İstanbul’da, Antalya’da, Diyarbakır’da, Edirne’de nerede
doğarsa doğsun okula gidebilmeli ve temel eğitimi alabilmelidir.
Mustafa Kemal tarlada karga kovalamaya devam etseydi Atatürk olabilir miydi?
Hayır, dediğinizi duyar gibiyim.
Tüm insanımızın eğitimli, bilinçli ve aydın yurttaşlar olması için eğitimi
yaymışsınız yurdun her köşesine,
Aydınlanmayı kırsal alana, köylerimize kadar taşımak için kurulmuş Köy
Enstitüleri…
*****
İnsanımızın girişimci özelliğini de kullanacak şekilde “karma ekonomi” politika
ile tüm yurtta kalkınma hedeflenmiş. Bugün yıkılmak istenen Sosyal Devlet
anlayışıyla devletin olanaklarıyla yollar yapılmış, okullar açılmış, fabrikalar
kurulmuş...
1923 – 1938 arasındaki 15 yıllık süreçte Türkiye’nin sanayileşme hızı %96.
Dünyada en hızlı sanayileşen 3üncü ülkeyiz. Rusya, Japonya ve Türkiye...
182
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Rusya ve Japonya bizden sonra İkinci Dünya Savaşına girdiler. Savaşın mağlubu
olan bu iki ülke yıkıldı, yerle bir oldu. Galip devletlerin de ülkeleri yıkıldı. Tamamı
savaş ekonomisine geçti.
Biz, İsmet İnönü’nün devlet adamlığı ile savaşın dışında kaldık. Savaşın yıkımını
yaşamadık.
Bugünkülerin söylediği yokluk ve karne, savaşın getirdiği yokluğun eseriydi.
Bütün dünya savaşıyordu, üretim yoktu.
Biz savaşa girmedik. O zaman bizim sanayileşmede daha ilerde olmamız
gerekirdi. Neden geride kaldık, sorusunun yanıtını ilerde arayacağız.
10 Yıl sonra
Uygulanan politikaların sonucunu görmek için bugün bile büyük bir coşku ile
söylediğimiz marşa bakmak yeterlidir. 10. Yıl Marşının sözlerini irdeleyelim.
“Çıktık açık alınla 10 yılda her savaştan.”
Hangi savaşlar? Kurtuluş savaşı, cehalete karşı savaş, yoksulluğa karşı savaş...
“10 yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan.”
Zaten nüfus 15 milyon. O köylü toplumdan 15 milyon bilinçli yurttaş yarattılar...
“Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan.”
Demiryolları ile ülkemizin her köşesine ulaşıldı, her köşesinde fabrikalar kuruldu.
Hep birlikte üretmişler, hep birlikte paylaşmışlar, hep birlikte kazanmışlar ve
sonuçta başarılarını 10. Yıl Marşı ile dile getirmişler. Kimler? Bizim üç kuşak
öncemiz.
Şimdi arkadaşlar eğri oturalım doğru konuşalım. Sene 1933, geldik 2012’ye.
Üstünden 79 yıl geçmiş. Biz hala 10uncu yıl marşıyla heyecanlanıyoruz değil mi?
Ne hakkımız var? Onlar başardıklarının marşını yazmışlar. Bizler bu başarıların
üstüne ne koyduk ki, 10uncu yıl marşını söyleyerek heyecanlanıyoruz?
79 yıl öncesinin başarısını bir mirasyedi gibi kullanıyoruz.
Başka bir marş yazacak bir başarı elde ettik mi?
Bu özeleştiriyi hepimizin yapması gerektiğine inanıyorum.
183
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
*****
Bu başarıyı yaratan politikaları ve felsefesini biraz daha düşünmemiz lazım.
Köy enstitülerine kadar gelen Cumhuriyet Devriminin temeli aydınlanmadır. Yani
insanın aydınlanmasıdır.
Gidin Anıtkabir’e. Ama sadece mozoleyi ziyaret etmeyin. O mozole, bir insanın
mezarıdır. Bu günlerimizi sağlayan insana duyulması gereken saygı ile önüne
ziyaret edilmeli. Esas gezip görülmesi gereken yer Mustafa Kemal Atatürk’ün
kütüphanesidir. Üç binden fazla kitap var orada ve hepsi okunmuş, çizilmiş, not
alınmış.
Düşünelim. 1910’lu, 1920’li yıllar. O yıllarda kütüphane mi vardı, matbaa mı
vardı? O kitaplar nasıl toplandı ve ne zaman okundu?
Savaş ve yokluk yılları. Elektrik mi vardı? Savaş meydanında ne zaman okundu o
kitaplar? Mustafa Kemal Atatürk, aydınlanmayı ve devrimi önce kendi beyninde
oluşturmuş.
Bilgi ve bilim temelinde tarihe de bakmış. Tüm Türkiye’yi gezerek bütün bu
coğrafyada yaşayan insanlarla tanış olmuş ve ondan sonra kendimize özgü
olan çağdaşlaşma modelini, Cumhuriyetin ilkelerini ve yönetim şeklini ortaya
koymuştur.
*****
Başarının altında yatan bir başka gerçek de yönetim anlayışıdır.
1931 yılında “Vatandaş için medeni bilgiler” kitabı yayınlanıyor. Mustafa Kemal’in
yazdığı ve Afet İnan imzasıyla yayınlanan bu kitap ortaokuldan lise bitene kadar
bölüm bölüm tüm öğrencilere okutulmuş. İçinde, “Demokrasi nedir, yönetim
şekilleri nelerdir? Millet nedir, vatandaş nedir, devlet nedir? Devletin vatandaşa
karşı görevleri, Vatandaşın devlete karşı görevleri nelerdir? Belediye nedir, seçim
nedir? ...” Liseyi bitiren bir genç, görevlerini, haklarını ve sorumluluklarını bilen
bilinçli bir vatandaş kimliğine sahip oluyor.
Kişilerin vatandaş, toplumun millet kimliğine kavuşmadığı bir ülkede
demokrasiyi yaşatamazsınız.
Bu kitabın içinde kadın ya da erkek ayrımı yoktur.
Doğarken elde ettiğimiz farklılıklarımız da bu kitabın içinde yoktur.
Ortak kimliklerimiz olan, “İnsan ve vatandaş - yurttaş” var.
184
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Kişi nerede doğarsa doğsun devlet karşısındaki kimliği insan ve yurttaştır.
Bizlerin, bu ülkede yaşayan herkesin iki ortak özelliğimiz vardır.
Bir; hepimiz insanız. İki; bu toprağın yurttaşıyız.
Diğer bütün özelliklerimiz, farklılıklarımızdır.
Görüldüğü gibi cumhuriyet, insanlar arasında din, mezhep, dil, ırk ve cins ayrımı
yapmaksızın herkesi ortak özelliklerimiz olan” insan ve yurttaş” olarak kabul eden
ulusal bir yönetim anlayışına sahipti.
Türkiye Cumhuriyeti bu ortak kimliklerimiz üzerine kurulmuştur. Ahmet Taner
Kışlalı’yı saygıyla anarak, tanımına bakalım. “Ortak tarih, ortak kültür, ortak dil,
ortak yurt.”
Bu anlayışla uygulanan politikalarla, hep birlikte öğrendiler, hep birlikte ürettiler,
kazandılar ve paylaştılar. Sonuçta da hep birlikte 10. Yıl Marşını yazdılar.
İlkelerimiz
Bu yükselişin temellerinde ilkelerimiz ve ilkelerin belirlediği yönetim anlayışı
vardır.
• Katılımcı ve sivil toplumcu bir demokrasi yönetimi olan Cumhuriyetçilik,
• Yurtta barışı sağlamak için inanç ve etnik temelde ayrımcılık yapmadan
herkesi ulusun eşit haklara sahip bireyleri olarak kabul eden Milliyetçilik,
• Her bir bireyin vatandaş kimliği ile eşit siyasi haklara sahip olduğunu
belirten ve Demokrasi ilkesini tanımlayan Halkçılık,
• Sosyal hukuk devleti temelinde dengeli, sağlıklı ve huzurlu bir topluma
ulaşmada devleti kurumsal bir çatı olarak gören Devletçilik,
• İnançlara saygılı, ama dinin siyasal ya da kişisel çıkarlara alet edilmesine
engel olan Laiklik,
• Ulusun çıkarı doğrultusunda değişen koşullara en çağdaş ve en ileri
çözümleri üretmek olan Devrimcilik,
Bir zincirin halkaları gibi birbirini tamamlayan ilkeler, demokratik, laik sosyal bir
hukuk devletinin temellerini oluşturmuştur.
Ulusal yönetim anlayışıyla, yurttaşlar arasında eşitliği, adaleti ve dayanışmanın
sağlanması, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik temelinde kalkınmanın
gerçekleştirilmesi başarıyı getirmiştir.
185
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Bu süreç bir demokratik devrimdir.
Her adımında demokrasi vardır ve Saltanattan Cumhuriyet yönetimine geçiş, bir
devrimdir.
Bugün bazıları, “işçi sınıfı yoktu, devrim değil” demeye çalışmaktadırlar. O
dönemde fabrika mı vardı ki işçi olsun? Köylüler ülkesiyiz.
Köylülerle verdik bağımsızlık savaşını,
Köylülerle verdik cehalete karşı aydınlanma, sefalete karşı kalkınma savaşını.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığı ve Lozan
Bütün bu yapılanların ve başarının altında kendi ilkelerimiz temelinde kendi
politikalarımızı uygulamamamız yatmaktadır. Kendi politikalarınızı yapmak ve
uygulayabilmek için de özgür ve bağımsız olmak zorundasınız. Başkaları size ne
yapacağınızı söylememeli. Başkalarının kuralları ve politikaları geçerli olmamalı.
Özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı savaş alanında kazandık, diyebilirsiniz.
Doğrudur. Ama askeri zaferler, siyasi masada imza altına alınmadıkça geçerli
olamazlar.
Lozan Barış Antlaşmasına bu açıdan bakmak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti için
ne anlama geldiğini iyi bilmek zorundayız.
Lozan, sadece bir barış antlaşması değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
bağımsız bir devlet olarak tanındığını gösteren bir belgedir.
Lozan’da yaşanan sürece kısaca bakalım.
Lozan’da bir masa ve bu masanın bir tarafında İsmet İnönü ve Türk heyeti,
masanın karşı tarafında ise İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Romanya,
Yugoslavya, Japonya var. Sovyetler Birliği ve Bulgaristan’da boğazlarla ilgili
konularda masanın karşı tarafında yerlerini aldılar. Masanın arkasında birisi daha
var, gözlemci statüsüyle katılan ABD.
Şimdi düşünelim.
Böyle bir masada kimin dediği olur? Normal olarak, güçlü ve çoğunluk olanların
dedikleri olmalı. Ama Lozan’da böyle olmadı.
Lord Courzon’un İsmet İnönü’ye söylediklerini anımsayalım.
“Ne istediysek vermediniz. Hiç memnun değiliz sizden. Bu istediklerimizi
186
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
cebimize koyuyorum. Memleketiniz haraptır, bir gün gelip bizden yardım
isteyeceksiniz. O zaman bu cebime koyduklarımı çıkartacağız” diyor.
Lord Courzon’un bu sözleri, kapitülasyonları kaybetmenin ve mağlubiyeti
hazmedememenin ifadesidir.
Emperyalizm için Lozan, tarihte aldığı ilk ve tek siyasi mağlubiyettir.
Bizim için ise Lozan, bağımsız bir devlet kimliğini kazandığımız siyasi bir zaferdir.
Bugün, Lozan Barış Antlaşmasını yok saymak demek Türkiye Cumhuriyetinin
varlığını yok saymak demektir. Emperyalist devletlerin bugünkü çabası da
bundandır.
Cumhuriyet Halk Partisi
Kurtuluş ve kuruluş mücadelemiz, siyasi bir mücadeledir.
Bu siyasi mücadelenin yapısına baktığımızda,
1. Emperyalist işgale karşı verdiğimiz kurtuluş savaşının, antiemperyalist
niteliğini, Temelinde ulusal egemenliği, hedefinde tam bağımsızlığın
olduğunu,
2. Erzurum ve Sivas kongrelerini yapan Kuvva-i Milliye (halk örgütlenmesi)
hareketlerini,
3. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin oluşturduğu ve Kurtuluş
Savaşımızı yöneten Büyük Millet Meclisini,
4. Askeri zaferi, Lozan’da siyasi zafere dönüştüren tam bağımsız devlet olma
iradesini ve kararlılığını,
5. 9 Eylül 1923’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin siyasi parti
kimliğine dönüştüğü Cumhuriyet Halk Fıkrasını,
6. 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetimizi ilan eden Cumhuriyet Halk Fıkrasını,
7. Türkiye Cumhuriyetini demokratik laik sosyal bir hukuk devleti niteliğine
kavuşturan devrimlerin sahibi olan Cumhuriyet Halk Fıkrasını,
Kısacası, bugün üyesi olmaktan onur duyduğumuz Cumhuriyet Halk Partisini
görmekteyiz.
Kuruluş savaşını veren de,
Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran da,
Cumhuriyet Devrimini yapan da,
187
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
10. Yıl Marşını yazan da bizleriz.
Dünya siyasi tarihinde böylesi bir mücadeleden gelen ve devlet kuran başka bir
siyasi parti yoktur.
Her hareketin bir önderi, nadiren de lideri vardır.
Bizim, Kurtuluş sürecimizi başlatan, örgütleyen, yöneten ve kuruluşumuzu
gerçekleştiren bir liderimiz var, Mustafa Kemal Atatürk.
Çanakkale’de askeri zafere imza atan genç bir Osmanlı subayı…
Ülkemizin işgali karşısında susmayan ve durmayan bir yurtsever…
Sadece kendi halkına güvenen ve halkla beraber yürüyen…
Hedefi, halkı ve ülkesini çağdaş uygarlığın üstüne taşımak olan…
Bu yolda bilimi ve aklı önder alan…
Attığı her adımda demokrasinin kurum ve kurallarını uygulayan…
Saltanata ve hilafete son vererek demokratik laik Cumhuriyetimizi kuran bir
devrimci…
Cumhuriyet Halk Partisinin kurucu genel başkanı…
*****
Bazıları diyebilir ki, bu sizin görüşünüz.
Bir de dünyanın Mustafa Kemal Atatürk’ü nasıl gördüğüne bakalım.
27 Kasım 1978 Pazartesi günü Paris’te yapılan 20nci Unesco Genel
Konferansında 151 devlet, 1981 yılının Mustafa Kemal Atatürk’ün 100ncü
doğum yıldönümü olarak tüm dünyada kutlanması için oy birliği ile karar alır.
Kararın gerekçesi;
“Uluslar arası anlayış, iş birliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün kişilerin
gelecek kuşaklar için örnek olacaklar İNANCI ile,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal ATATÜRK’ün doğumunun yüzüncü
yıl dönümünün 1981 yılında anılacağını hatırlayarak,
Unesco’nun üzerinde çalıştığı tüm alanlarda olağanüstü bir devrimci olduğunu
GÖZÖNÜNDE TUTARAK,
188
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı açılan savaşlarda ilk lider olduğu
İNANCI ile,
Dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın değerli öncülüğünü
yapmış olduğunu,
Tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiç bir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen
bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına inancını UNUTMADAN,
Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Atatürk’ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yanlarını
belirtmek amacıyla 1981 yılında düzenlenecek uluslararası bilimsel toplantı
konusunda düşünsel ve teknik planda Unesco’nun işbirliği etmesine karar verir.
Bir yılın tüm dünyada bir kişi için kutlandığı başka bir kişi yoktur.
Bu kararın gerekçeleri, Kurtuluş ve Kuruluş ilkelerimizin ve felsefesinin özeti
gibidir.
*****
Hiç dikkatimizi çekmeyen bazı davranışlarına bakmamızda da yarar var.
Mustafa Kemal yaşamı boyunca, halkın omuzlarında taşınmamıştır.
El, etek öptürmemiştir.
Hiç “ben” dememiştir.
Hep halkın arasında olmuştur, ama halkla arasına hiçbir zaman korumalar
koymamıştır.
Bu gerçekler karşısında soralım;
Bugünün “liderleri” neden hep korumalarla geziyorlar ve neden halkın içinde
giremiyorlar?
Bu soruların yanıtı, yönetim anlayışları arasındaki farkı ortaya koyuyor.
Mazlum ülkelere örnek olmak
Derler ki, Türkiye Cumhuriyeti mazlum devletlere örnek oldu. Doğrudur.
Bağımsızlık savaşımız, esaret altındaki tüm ülkelere örnek olmuştur.
20yy başında dünyada 43 bağımsız devlet vardı. 20yy’ın sonunda ise bağımsız
devlet sayısı 196 olmuştur. Bu ülkelerin bağımsızlık tarihleri 1930’lardan sonradır.
189
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Ve bu ülkelerin hepsinde Mustafa Kemal Atatürk’ün ya büstü ya da adını taşıyan
bir park veya cadde vardır.
Özel bir örnek vereyim.
2005 yılında ülkemizde bulunan Çin büyükelçisi Song Auqio’nun anlattıklarına
bakalım. Büyükelçi, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi mezunu ve güzel Türkçe
konuşuyordu.
Bakın dedi, “Biz, Asya’nın doğusundaki büyük bir ülke olarak 1900’lerin başında
esaret altındaydık. Esaretten kurtulmak için dünyaya bakıyorduk. Bir tek hareket
başarılı oldu, bizde onu örnek aldık. Bu hareket Kemalizm’di. Kemalizm bize
şafağın ışığı oldu.”
Bu tanım, Ulusal Bağımsızlık Savaşımızın tüm dünyada özgürlük ve ulusal
bağımsızlık hareketlerine örnek olduğunun en güzel örneğidir.
Çin, bizim bağımsızlık mücadelemizi örnek alıyor ve 1949’da bağımsızlığına
kavuşuyor.
Bugün Çin’de lise tarih kitabının kapağındaki dört kişiden birisi Mustafa
Kemal’dir. Kitabın sayfalarına bakınca, Kurtuluş savaşımızı, Cumhuriyetimizin
kuruluşunu ve devrimlerimizi görüyorsunuz. Bugün dünyanın süper gücü olan
Çin, çocuklarını geleceğe bizim tarihimizle yetiştiriyor.
Biz ne yapıyoruz? Devrim tarihimizin adını değiştiriyor İnkilap tarihi diyoruz.
İçinden Mustafa Kemal’i çıkartmaya çalışıyoruz. Gelecek kuşaklarımızı, kendi
gerçeğimizden uzaklaştırılıyoruz.
Neden geride kaldık, neden aydınlanma ve kalkınma yolundan saptık?
Bu soruya yanıt verebilmek için hem ülkemizdeki hem de dünyadaki gelişmelere
bakmak zorundayız.
1940’lı yıllar savaş yıllarıydı. Dünyadaki o yokluk süreci ve ekonomide yaşanan
sıkıntılar ülkemizi de etkiledi. Ekonomik sıkıntıdan kurtulmak için dönemin
hükümeti Amerika’dan yardım istiyor. Görüşmeler sonunda 1946 yılında ABD ile
Ankara Antlaşması imzalanıyor ve ABD’den yardım almaya başlıyoruz.
Burada duralım ve bu süreci daha iyi görebilmek için bir mektuba bakalım.
İş adamı Rockefeller, 1956 yılında ABD Başkanı Eisenhower’a yazdığı mektupta,
“…bizim az gelişmiş bölgelerdeki ülkelerle öncelikle askeri paktlar kurmamız
lazım. Bu ülkelere öncelikle askeri yardımlar yapmalıyız. Ekonomik yardımlar da
190
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
yapılabilir ama bize bağlı hükümetleri iktidarda tutacak kadar ya da bize karşı
olan hükümetleri yıkacak kadar ekonomik yardım yapmalıyız” diye öneriyor.
Bu ifadeye Emin Değer’in yorumu “oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı
yoktur.”
Ankara Antlaşması ile ABD’den gelen ilk yardım, Marshall askeri yardımı oldu.
Silahımızı, mermimizi aldığımız bir ülkeye karşı silahınızı çevirebilir misiniz?
Dediğini kabul etmek ve yapmak zorunda kalırsınız. Hep de böyle olmadı mı?
Tam bağımsızlık temelinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bu anlaşma ile
ekonomik bağımsızlığından ödün vermiştir. Bundan sonra Lord Courzon’un
Lozan’da cebine koydukları tek tek çıkmaya başlayacaktır.
*****
1940’lı yıllarda ABD Başkanının danışmanı olan Thorn Burg, Ortadoğu’da ve
ülkemizde incelemeler yapıyor ve dönüp bir rapor veriyor. Emin Değer’in
“Oltadaki Balık Türkiye” kitabında yer verdiği bu raporda ülkemizle ilgili
yazdıklarına bakalım.
“Türkiye deneyi ulusal bağımsızlık savaşı temeline dayanır. Bizim etki
alanımızdaki ülkeler bunu örnek alacak olurlarsa, bizim dünyaya egemen olma
isteğimiz boşa çıkar.”
Bu saptama, emperyalizmin ulusal bağımsız hareketlerini kendi hedefine
ulaşmada engel olarak gördüğünü gösteriyor.
Bir ülkedeki insanların Ulusal birlik içinde olması, emperyalizmi neden
ürkütüyor?
Tarihsel sürece baktıkça bu sorunun yanıtını göreceğiz.
Çok Partili Dönem ve Siyaset
Cumhuriyet Halk Partisi, 1945 yılında tek partili siyasal yaşamı çok partili yaşama
geçiş kararını aldı.
14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerde Demokrat Parti iktidara geldi.
Ama bu dönemde Cumhuriyet devrimleri konusunda olumsuz gelişmeler
görüldü. Hükümetin ilk işlerinden biri, kuruluşundan bir ay sonra ezanın Arapça
okunmasını serbest bırakmasıydı. Ardından radyoda dinsel yayınlar başladı.
İlkokullara zorunlu din dersleri kondu.
191
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
1954 yılında, DP’den ayrılanların kurduğu Millet Partisi ise laikliğe aykırı
davrandığı savıyla kapatıldı.
Aynı yıl, köy enstitüleri ilk öğretmen okullarıyla birleştirilerek kapatıldı.
62 yıl önceki bu uygulamaların bugünkü uygulamalarla benzerliği ne kadar da
dikkat çekicidir.
Bu dönemde başlayan “inançların siyasette kullanılması” anlayışı ne yazık ki bu
güne kadar devam etti. Artık iç siyasetin temelinde farklılıklarımız kullanılmaya
başlanmıştı.
Ülkemizi yönetmek isteyenler kürsülerden “ben daha fazla milliyetçiyim, ben
daha fazla Müslüman’ım” iddiaları ile oy istediler.
Siyasette, ülkeyi nasıl kalkındıracakları, insanlarımızın sorunlarını nasıl
çözecekleri yerine, kimin daha fazla milliyetçi, kimin daha fazla Müslüman
olduğunun yarışı yapılmaktaydı.
*****
DP’nin iktidara geldiği dönemde attığı adımlarla, toplumu inanç temelinde
yönetmek olduğu açıktır. “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” söylemi bu
anlayışın bir ifadesidir.
Bu yönetim anlayışının geçerli olabilmesi için ne yapmak gerekiyordu?
Özellikle eğitim alanındaki geriye gidiş ve ikili eğitim yapısına geçişle
aydınlanma devrimimiz durdurulmuştur. Eğitimli ve bilinçli yurttaşlar yerine
inançları yüksek insanlar yetiştirme süreci başlamıştır.
Bu sürecin sonunda toplum olarak eğitim alanında geldiğimiz duruma bakalım.
Eğitim ortalaması ilköğretim 4üncü sınıf olan bir toplumuz.
21yy da 3,5 milyon okumaz yazmazımız var.
Sözün başında yaptığımız saptamayla da, bugün en önemli sorunumuz, 1.
Cehalet 2. Sefalet.
Cehaletin çekiciliği
Bir toplumun cahil olması neden istenir? Bir toplumun cahil olması kimin işine
yarar?
Bu sorulara yanıt arayalım.
192
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Cahil insan, aklıyla düşünemez, duygularıyla hareket eder. Bir başka anlatımla,
cahil insan beyniyle değil kalbiyle düşünür.
Bizim, duygusal bir toplum olduğumuzu başta saptamıştık.
Cahil insanın hangi duyguları yükselir? İnanç ve milliyetçilik duyguları yükselir.
Politika hep bu iki temelde yapılmadı mı? Birinci sorunun yanıtı ortaya çıkmış
oldu.
Toplumun cahil olması gerekir ki, inanç ve etnik temelde yapılan politikalar
geçerli olabilsin.
İnsanlar, yaşamsal sorunlarına (ekonomik ve sosyal) çözüm istemesinler.
Geleceklerinin nasıl olacağını sorgulamasınlar. Hakkını arayan ve isteyen yurttaş
değil, yönetenlerin verdikleri ile yetinen kul olsunlar.
Gelelim ikinci soruya.
Böylesi bir toplum kimin işine yarar?
Bu sorunun iki yanıtı vardır.
1. Bizlerin inanç ve etnik yapılarımız yani farklılıklarımız üzerine siyaset yapan
ve bu duygularımızı sömürerek iktidara gelenlerin işine yarıyor.
2. Dünyaya egemen olmak ve sömürmek isteyenlerin işine yarıyor.
Nereden bakarsanız bakın, sonuçta “insanları sömürmek” var.
Cehaletin sonuçları
Bu temelde yapılan politikaların sonucunda bugün geldiğimiz Türkiye’nin
gerçeği nedir? Sorgulayalım.
Yolda yürürken birbirimize merhaba diyebiliyor muyuz?
Birbirimize gülümsüyor muyuz?
Birbirimizle barışık bir toplum muyuz?
Bu sorulara ne yazık ki, “evet” diyemiyoruz.
Sormaya devam edelim. Bugün,
Kürt, Türk, Ermeni, Laz, Çerkez... diye ayrışmaya başladık mı?
193
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
İnanan-inanmayan, laik-antilaik, başı kapalı-başı açık, kadın-erkek, doğulu-batılı,
Sivaslı- Antalyalı-Tuncelili-Trabzonlu- Diyarbakırlı-İzmirli... diye ayrılmadık mı?
Fenerbahçeli- Galatasaraylı- Beşiktaşlı-Trabzonlu diye maçtan çıkıp döner
bıçağıyla birbirimize saldırmıyor muyuz?
Sonuçta, farklılıklarımız üzerine kümeleşen ve birbiriyle kavgalı bir toplum
haline geldik.
Doğarken kendimizin seçmediği farklılıklarımız temelinde ayrışıyor ve
birbirimizle çatışıyoruz.
Yunus’u, Mevlana’yı, Pir Sultan’ı yetiştiren bu topraklardaki sevgiyi neden ve nasıl
yok ettik? Neden birbirimize karşı sevgisizleştik?
Çünkü cahil bir toplum haline geldik.
Çünkü aklımızla değil duygularımızla hareket ediyoruz.
Böylesi bir toplumda barış yaşanamaz, yaşanamıyor da. Böylesi bir toplumda
birlik söz konusu olamaz, ulus olma bilinci yaşatılamaz.
Bu durum kimin işine yarar?
Sevr ile bu topraklara sahip olmak isterken kendilerine engel olan ulusal birliği
yıkmak isteyenlerin, Lozan’da istediklerini ceplerine koyup, zamanı gelince
bunları geri alacağız diyenlerin, işine yarar.
Ulus toplumu, kendine engel olarak görenlerin işine yarar.
“Böl, parçala, yönet” sloganı kime aitse onun işine yarar. EMPERYALİZM.
Hedefe ulaşmanın yolları
Hedeflerine ulaşabilmek için ne yapmalıydılar ve neler yaptılar, diye
sorgulayalım.
İlk adım, aydınlanma devrimimizin durdurulması, eğitimsiz, cahil ve yoksul bir
toplum haline gelmemizdi.
İç politika ile sağlanan bu durumun dışımızdaki devletlerle ne ilgisi var,
diyeceksiniz.
Sadece basit bir soru ile yanıt verelim.
Ülkemizde iktidara gelmek isteyenler, seçimlerden önce hep ABD’yi ziyaret
194
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
etmediler mi?
Bir tek 1970’li yıllarda Bülent Ecevit ABD’yi ziyaret etmemişti. Kıbrıs Barış
Harekatını ABD’ye rağmen yapmıştık. ABD’nin önderliğinde uygulanan
ambargoyu ve gazetelere verilen tam sayfa ilanlarla Ecevit hükümetinin nasıl
düşürüldüğünü anımsayın. Bu yaşadıklarımız bile, iç politikamızı ve ülkemizin
yönetimini kimin şekillendirdiğini görmemiz için yeterlidir.
Ankara Antlaşması ile ekonomik bağımsızlığımızdan verdiğimiz ödün siyasi
bağımsızlığımızı da yok etmiştir.
*****
1970’lerin sonuna kadar iki kutuplu dünyada soğuk savaşlar yaşanmıştı.
Bu arada Ortadoğu’da sıcak savaş yaşandı. Süveyş kanalı için Mısır’la İsrail 10 yıl
savaştılar. Süveyş kanalı sıcak denizlere ulaşmak için önemli bir geçiş noktasıdır.
O 10 yıl savaşının sonrasında Mısır ve İsrail arasında 1978’de Camp David’de bir
anlaşma yapıldı. Arabulucu ABD. Bu anlaşmanın sonrasında İsrail’le ABD arasında
Ortadoğu’ya yeni bir plan verilmek üzere harita çizildi.
195
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Bu harita 1994 yılında bir dergiden elimize geçti. Bu haritanın uydurma bir
senaryonun ürünü olduğu söylendi. Ama dünyada yaşanan olayları yan yana
koyduğumuz zaman haritanın hiç de uydurma olmadığını görüyorsunuz
Haritada gösterildiği gibi bugün Irak, Kürt bölge, Sünni bölge, Şii bölge olarak
fiilen 3 bölgeye ayrılmadı mı?
Sırada Suriye ve İran yok mu?
Ortadoğu’ya yeniden şekil verilmek istenmiyor mu?
Haritada Ortadoğu’ya verilmek istene şekle göre, bugünkü devletlerden 18
devlet yaratılmak isteniyor. Hepsinin ortak özelliği ise ya din, ya mezhep, ya da
etnik yapı.
Bu devletlerin hepsinin toprağının altı zengin, üstündeki halkları cahil ve yoksul.
Toprağına ve zenginliklerine sahip olamayacak durumdalar. Hepsinin yönetimi
de aynı. Otoriter.
Ülkelerin bu yapılarda olması kimin işine yarar? Yaşanmış örneğe bakalım.
ABD, Irak’ı işgal ederken hangi gerekçeleri kullandı. Diktatörlüğü yıkacak, Irak’a
insan hakları ve demokrasi getirecekti…
Bugün Irak’ta demokrasi ve insan hakları var mı? Bence var.
Şiilerin Sünnileri, Sünnilerin Şiileri öldürme hakkı var. Çok “demokratik” bir
şekilde isteyen istediğini öldürebiliyor.
Bu yoksul insanlara silahları, bombaları kim veriyor?
Toprağın altındaki zenginliği, petrolü kim götürüyor?
Bölünen, parçalanan Irak’ı kim yönetiyor?
Bu soruların yanıtını da siz verin.
*****
İlginçtir 2000 yılında bir NATO toplantısında ABD’li bir albayın çantasından
düşen harita da bu haritaya çok benziyor.
Bu haritaların gösterdikleri ile 1980’li yıllara ve bugünlere bakalım.
1980’li yıllarda dünya yeni bir kavramla tanıştı, “Yenidünya düzeni.”
196
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
“Dünya artık globalleşti ve küreselleşti. Bu yüzden yeni bir dünya düzeni
kurulmalı,” dendi.
“Yenidünya düzeninde sınırlar kalkacak, bütün insanlar özgürce dolaşacak, daha
çağdaş bir dünya yaratılacak,” dendi.
Bunun için “Ulus devlet kavramı artık geride kaldı. Devlet, elini ekonomiden,
üretim açarlarından çekmeli, artık devletçilik anlayışı bitti,” dendi.
Ama bir şey daha söylediler. “İnsan hakları ve demokrasi için artık insanlar
inançlarını ve etnik kültürlerini özgürce yaşamalı ve örgütlenebilmeli, Ulus
toplum da artık bitti,” dendi.
*****
Bu söylemlerin sonuçlarına bakalım.
Sınırlar kalktı. Kimin için? Çok uluslu şirketler için. Ama biz insanlar, bu ülkelere
gene vizeyle girebiliyoruz. Bu yabancı şirketler istedikleri gibi gelip ülkelere
yerleştiler. Dünya ticaretinde istedikleri ülkeye istedikleri gibi girip çıkabiliyorlar.
Gümrük duvarları yıkıldı. Devlet, elindeki fabrikaları özelleştirerek sattı ve
ekonomiden, üretimden çekildi. Meydan, bu çok uluslu şirketlere kaldı.
197
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Bu arada da bizim ülkemizde “ekonomik sorunları çözmek” için 24 Ocak kararları
diye bir dizi kararlar açıklandı. Gelecekte ülkemizin başbakanı olacak olan 12
Eylül’ün ekonomiden sorumlu bakanı, 24 Ocak kararları ile ülkemiz ekonomisini
yenidünya düzenin getirdiği serbest piyasa ekonomisine uydurmanın adımlarını
attı.
1980’li yılları anımsayalım.
Anarşiyi bitireceğiz, birlik ve beraberliği sağlayacağız diye gerçekleştirilen 12
Eylül darbesi ile eğitimde ve ekonomide yeni bir döneme girdik.
Tüm siyasi partilerle demokratik kitle örgütleri ve Dil Derneği, Tarih Kurumu gibi
cumhuriyet kurumları kapatıldı.
İmam hatip okullarına ve zorunlu din dersi ile dini eğitime verilen ağırlıkla yeni
kuşaklar yetiştirme anlayışı öne çıktı.
Ekonomide, 24 Ocak kararları temelinde liberal ekonominin yapı taşları döşendi.
*****
Bu süreçte yaşadığımız bazı olayları da anımsamamız gerekiyor.
Kalkınmada geri kalmış Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizin ekonomik
durumlarına bakalım. Özellikle doğuda geçim kaynağı olarak tarım ve
hayvancılıktan söz edilirdi. Sanayi üretimi ve istihdam yaratacak fabrika
yatırımları yok denecek düzeydeydi. Feodal yapının egemen olduğu bu
bölgelerimizde insanlarımızın geçim kaynağı sınır ticareti idi.
Doğu Beyazıt’ta elektronik cihaz, radyo, teyp, saat vb eşyalar satılırdı. Bu bölgede
hayvancılık sınır ticaretinin önemli bir parçasıydı. Diyarbakır’da, Antep’te
kaçakçılık çarşıları vardı. Ekonomi, sınır ticaretine dayalı olarak yürüyordu.
Hayvancılık ve tarım derseniz, 6 ay kar, kış altındaki topraklarda ne kadar
yapılabilirse o kadar yapılıyordu.
Bu illerimizin sürekli batıya göç vermesinin altında yatan gerçekler, ekmek parası
kazanmak ve daha iyi yaşamak değil midir?
*****
Yıl 1984, dönemin başbakanı Özal ne dedi? “Artık sınır ticareti ve kaçakçılık yok.
Dış ticaretimizi geliştireceğiz. İthalat ve ihracata döndük,” dedi.
Türkiye’de doğudan batıya göç ne zaman hızlandı? 1984- 85.
198
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Sınır ticareti yasaklandı ve bölgenin ekonomisi durdu. Elinde imkanı olan batı
illerine göç etti. Göç edemeyenler ne yaptı?
*****
Türkiye olarak, yıllardır yaşadığımız bir terör saldırısı vardı, Asala adlı Ermeni terör
örgütü.
Bu örgüt, dış ülkelerdeki büyükelçiliklerimize ve diplomatlarımıza saldırıyordu.
1973’te başlayan saldırılarda 41 diplomat ve yurttaşımız şehit olmuştu. Asala
örgütünün son saldırısı, 19 Kasım 1984 tarihinde yapıldı ve Asala örgütü bir anda
ortadan kayboldu.
Aynı yıl, 15 Ağustos 1984 tarihinde Şemdinli’nin Eruh İlçesine yapılan silahlı
saldırı sonucunda Türkiye Cumhuriyeti olarak yeni bir terör örgütü tanıştık, PKK
terör örgütü.
Türkiye’yi hedef alan terörün sahibi ve niteliği değişmişti.
Türkiye Cumhuriyeti, o günden bugüne kadar geçen 28 yıldır bölücü terörle
mücadele ediliyor.
Şimdi bu dönemi sorgulayalım ve düşünelim.
Bölücü terörü yaşadığımız bu bölge, Sevr haritasında İngiltere nüfuz alanı, Camp
David’de ortaya çıkan haritada ve ABD’li albayın haritasında da “Kürdistan” olarak
gösteriliyor.
Bu kadar benzerlik bir tesadüf müdür?
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin terörle mücadelede 400 milyar dolardan fazla
para harcadığı açıklandı. Bu süreçte terör örgütü silah, yiyecek, giyecek, ilaç
vb için ne kadar para harcamıştır? Diyelim ki yarısı kadar harcamıştır. Bu kadar
büyük bir paranın kaynağı nedir? Uyuşturucu ticareti mi, taraftarlarından
topladıkları mı? Yoksa terör örgütünün başı bu kadar varlıklı bir kişi mi?
Buradaki asıl soru; Terör örgütünün asıl finans kaynağı kimdir?
Düşünürken gözüm güneye doğru kaydı ve güney komşumuzun kim olduğuna
baktım. Gördüğüm devlet, yine ABD, yine emperyalizmdi.
Yenidünya düzeninin sahibi, söylediklerini uygulayarak bulunduğumuz bölgede
hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır.
******
199
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin en büyük gerçeği sahip olduğu coğrafyadır.
Dünyanın merkezindeki bu coğrafyaya sahip olma hayalleri hiç bitmeyecek.
Bu hayallerden söz edince AB’ni unutmamız gerekiyor.
1980 sonrası iç politikada özellikle de seçim dönemlerinde oy almak için, son
10 yıldır da ülkemizin yönetim yapısını değiştiren yasaları kabul ettirmek için
kullanılan AB’ne tam üyelik konusuna değinmemiz gerekir.
AB’nin istediklerini yaparsak, yasalarımızı ve yönetim yapımızı değiştirirsek,
Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğraflarını okullardan ve resmi dairelerden
indirirsek çağdaşlaşacağız, gelişeceğiz ve büyük devlet olacağız. Bu vaatlerle her
istediğini yaptıran ama bizi eşikten içeri almayan AB’nin önder ülkeleri kim?
Sevr haritasının üstündeki paylaşım ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve İtalya ile
bizi Dünya Savaşına sokup sonra da ortadan kaybolan Almanya. Bu ülkeler,
bizi çağdaş ve gelişmiş bir ülke yapabilmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Tek
hedefleri bu!
Yaşadıklarımızın sadece bir bölümünü yan yana koyarak görmeye çalıştığım
Türkiye’nin gerçekleri, yaşadığımız gerçekler değil mi?
*****
Türkiye’nin en acı gerçeği
Bu gerçekleri gören ve itiraz eden gençliğimizin ise üstünden hep tanklar geçti.
İstanbul’da “6. Filo evine dön” diyerek ABD’li denizcileri denize döken, “Tam
Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal yürüyüşünü” Samsun’dan başlatan 68
kuşağı,
Ardından “Tam bağımsız Türkiye” için yola çıkan ama devrimin yollarını Çin’de,
Rusya’da, Arnavutluk’ta, Küba’da arayarak parçalanan 78 kuşağı,
Askeri darbelerle yok edildi.
Geçmişin korkularıyla toplumsal ve siyasal yaşamın dışında tuttuğumuz 80
kuşağını da katarsak, Türkiye üç kuşağını yitirmiştir.
Türkiye’nin en acı gerçeği, üç genç kuşağını yitirmiş olmasıdır.
Kendi adıma özeleştirim,
70’lerde
kendi
toprağımızdan,
kendi
devrimimizden,
Devrimimizden koptuk, ayrıştık ve birbirimizle çatıştık.
200
Cumhuriyet
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Tam bağımsızlığı savunan yurtsever, devrimci gençliği yok etmek isteyenlere
fırsat verircesine…
*****
70’li yılları anımsayalım.
Bülent Ecevit’in önderliğinde ortanın solu hareketi başlamış,
“Toprak işleyenin su kullananın, ne ezen ne ezilen hakça bir düzen” sloganları
ile toplumun tüm kesimleri ile bütünleşmiş Cumhuriyet Halk Partisi %40’ların
üstüne çıkarak iktidara geliyor...
Cumhuriyeti kuran felsefemize ve devrimci özümüze sahip çıkmıştık, halk da
bize…
Sorumluluklarımız
En baştaki söze dönelim. Temel sorumluluğumuz, Cumhuriyet tarihimizi ve
Cumhuriyet Halk Partisinin tarihsel süreçteki yerini ve işlevini iyi özümsemektir.
Çünkü daha önce vurguladığım gibi, Cumhuriyet Halk Partisi dünya siyasi
tarihinde örneği olmayan bir partidir. Yaptıklarını bilmeden ve özümsemeden
CHP’nin gerçek üyesi olunamaz.
Gözünüzde canlandırın. Birinci Dünya Savaşı bitmiş, koskoca 600 yıllık Osmanlı
İmparatorluğu yıkılmış ve gelişmiş batı yüzyıllardır hayal ettiği Anadolu’ya ve
kutsal topraklara sahip oldum derken;
• Köylüler ülkesinde bir özgürlük ve bağımsızlık ateşi yakılacak,
• Bu ateş, yıktıkları dev bir imparatorluğun ardından ulusal bir kimlik
kazanarak parlayacak ve dünyanın güçlü devletlerine karşı zafere ulaşacak,
• Ardından devrimler yaparak demokratik bir cumhuriyet kuracak,
• Akla ve bilime dayalı laik eğitim sistemi ile tüm yurttaşlarını eğitecek,
• Hukuka ve sosyal adalete bağlı demokratik toplumsal yapıyı oluşturacak,
• Birçok batılı ülkeden önce kadınına seçme seçilme hakkını tanıyarak,
kadınını toplum yaşamında hak ettiği yere kavuşturacak,
• Ekonomik kalkınmasını başlatarak tam bağımsız bir devlet olacak,
• Ve dünyadaki tüm esaret altındaki uluslara da örnek olacak…
201
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
İşte emperyalist- Hıristiyan batının kabul ve hazmedemediği gerçek budur,
Demokratik Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğini yaratanlarda,
Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet Halk Partisidir.
Cumhuriyet Halk Partisi yıkılmadan Cumhuriyeti yıkamayacaklarını bilen
egemen güçlerin ve işbirlikçilerinin bugün hedeflerinde kim var?
Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet Halk Partisi…
*****
İşte bu noktada bizim sorumluluklarımız başlıyor.
Öncelikle kendi içimizde bir olmalıyız, birlik olmalıyız. Ben değil, biz olmalıyız.
Bizi biz yapabilecek ortak paydamız; ilkelerimiz ve ideolojimizdir.
Devrimci özümüze sahip çıkarak, Cumhuriyet Devrimimiz ve Kemalist ilkelerimiz
temelinde sosyal demokrat politikalarımızı üretmek, tüm yurttaşlarımıza
anlatmak ve Cumhuriyet Halk Partisini halkımızla buluşturmak zorundayız.
Özellikle üreticilerimizle, işçilerimizle, gençlerimizle ve kadınlarımızla buluşmak
zorundayız.
Cumhuriyet Halk Partisini, geleceğimizin ve umudun partisi yapmak zorundayız.
Ve Cumhuriyet Halk Partisini önce yerel yönetimlerde, ardından da Ülkemizde
iktidara taşımak zorundayız.
Kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1950 yılından buyana geçen 62
yılın 54 yılında sağ siyasi iktidarlar tarafından yönetilmiştir. Bu süreçte özellikle
1980 sonrası Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş ilkelerine ve felsefesine aykırı
politikalar uygulanmıştır.
Bizim temel sorumluluğumuz, Cumhuriyet Halk Partisini iktidara taşımak ve
Cumhuriyet Devrimimizi durdurulduğu noktadan tekrar yürütmektir.
Bizler, sadece Türkiye Cumhuriyetinin değil, bizi örnek alarak bağımsızlığına
kavuşan tüm dünya ülkelerinin geleceğine karşı da sorumluyuz.
Bizler, kurtuluşumuz yolunda can veren tüm şehitlerimize karşı sorumluyuz.
202
Türkiye’nin Gerçekleri Karşısında Sorumluluklarımız
Bizler, Cumhuriyetimizin ve CHP’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e karşı
sorumluyuz.
Bizler, Cumhuriyet Devrimimizi bizler adına savundukları için öldürülen tüm
Cumhuriyet Devrimi şehitlerimize karşı sorumluyuz.
Bizler, gelecek kuşaklarımıza, çocuklarımıza karşı sorumluyuz.
Yolumuz açık olsun.
203
Parti Okulu

Benzer belgeler