Güneydoğu Anadolu`da İnançlar, İnanışlar 2000-2013

Transkript

Güneydoğu Anadolu`da İnançlar, İnanışlar 2000-2013
41
Kontrast
Mayıs - Haziran 2014
Fotog raf Dergisi
Dosya Konusu
Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar
2000-2013
ana sponsorluğunda
yayımlanmaktadır.
Dosya
Kontrast
Konusu
Editör
Mayıs - Haziran
Merhaba,
“Yayıncılık gerçekten emek ve zaman
alan bir süreç. Gönül ister ki tek işimiz
bu olsun ve hakkını vererek yapalım.
Günlük yaşamımızda bu akışını özellikle iş yönüyle hiç durmadan ve artarak
devam etmesi, feragat edeceğim alanlardan kendime ait kısmının da tükenmesi
nedeniyle, KONTRAST’ın Yayın Yönetmenliği görevini yeni dönemde sevgili
Kâmuran FEYZİOĞLU yürütecek. Ekibin
başarısının devamını diliyorum. Gönlüm ve desteğim onlarladır.”
Sözleriyle vedalaşıyordu sevgili İmren DOĞAN
PINAR bir önceki sayıda, siz sevgili takipçilerimizle. 41. sayının yeni bir ekiple doğuşunda
ise desteğini hiçbir şekilde esirgemeden yanımızdaydı. Belki bu sayıda adı geçmeyecek ama
perde arkasında ki isimlerden biri de O’dur. 35.
Sayıdan bu yana büyük bir özveri ve emekle çalışan sevgili İmren DOĞAN PINAR, sevgili Arzu
ÖZGEN, sevgili Irmak SOLDAMLI’ya kattıkları
ve çoğalttıkları her şey için teşekkürü bir borç
biliyoruz yeni yayın ekibi olarak.
Mine HOŞGÜN SOYLU, Sibel ACAR ve Özgür
YILDIRIM yeni oluşumda bizlerle birlikte olmaya devam ediyorlar. Sevgili Sibel ve Özgür’ün iş
tempolarından dolayı bu sayıda katkıları olamadığı için yayın ekibinde adlarını göremeyeceksiniz, bize göre onlar hep aramızdaydı, ancak bu
sayıda isimlerimiz geçmese iyi olur taleplerini
saygıyla karşılıyoruz. Varlıklarını bilmek de bizlere yetti şimdilik. Sevgili Mine olmasa, gerekli
yerlerde müdahale etmese bu sayıyı çıkarmak
mümkün olmayabilirdi. Eski ekip birlikte nasıl
evrilip deneyim biriktirdilerse şimdi yeni oluşan
ekiple birlikte sıra bizde.
Yeni ekibi künyemizde göreceksiniz. Farklı meslek gruplarından oluşan ve dinamik bir ekip ile
karşınızdayız. Hiç birimiz yayıncı değiliz. Diş
hekimi de var, mühendis de, bilişimci de var,
tercüman da… Yıllar içerisinde amatör bir ruhla
gönüllülük esasıyla çıkan KONTRAST dergisinde alışıldık bir durum.
2
3
AFSAD
Adettendir, “Bu sayıda bizleri neler bekliyor?”
sorusuna yanıt aramak açılış yazısında. 41. Sayı
hazırlıkları içerisinde Türkiye gündemi SOMA
Faciası ile sarsılıyordu. Unutmakla kusurlu olan
aklımızı, belleğimizi bu yöne çevirmemiz gerekiyordu. Portfolyo köşemizde tarihe düşülmüş
bir not olarak Mehmet ÖZER-AFSAD Toplumcu
Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi’nin yazıları
ve fotoğrafları ile anmak istedik bu katliamı.
Türkiye gündemi açısından bir diğer önemli
olay Gezi’nin 1.yıl dönümü olmasıydı. Aynı sinerji damarlarımızda yer buldu. Hemen hemen
aynı tarihlerde Özcan YURDALAN Gezi tanıklığını anlatan kitabı Bir İsyanı Fotoğraflamak’ı
çıkartmıştı. F/64 köşesinde kitabın tam sunuş
metnini bulabileceksiniz.
Dosya konumuz Gezi’nin yıldönümünde bir yeryüzü sofrasına; içinde onlarca rengi barındıran
Güneydoğu Anadolu topraklarına davet ediyor.
AFSAD-GAP İdaresi işbirliği ile yıllara yayılmış
bir projenin sonuncu ayağı olan Amin/Amen
sergisinin kapılarını aralıyoruz birlikte.
Portfolyolar köşemizde kömür diğer karasıyla
yer buluyor; Serkan ÇOLAK ve Sinan KILIÇ’ın
Reş çalışması, Taş kömüründen sonra odun
kömürünün meşakkatli yüzünü gösteriyor. Ve
Çeltik’i anlatıyor İdris AYDIN fotoğraflarıyla,
soframıza gelen pirincin öyküsüne tanık oluyoruz. Almanya’dan bir fotoğrafçıyı ağırlıyordu
İstanbul, Mayıs ayında, Azerbaycan mültecilerini konu eden Eve Giden Beş Yol ile Philipp
Rathmer’in fotoğraflarıyla, sayımızı hazırlarken
bu sergiyi kaçırsak da sergiden birkaç kareyi de
olsa sunalım istedik.
Keyifle okumalar dileriz…
Kontrast Yayın Ekibi Adına
Genel Yayın Yönetmeni
Kamuran FEYZİOĞLU
Kontrast
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Mustafa ERTEKİN
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Kamuran FEYZİOĞLU
Yayın Kurulu
Burcu VARDAR
Cem DEMİR
Ceren ÖZCAN
Deniz KORAŞLI
Esin YÖNDEM ÖZÇELİK
Gökhan ÜNLÜ
Hakan TEMİZSOY
Mehmet VİDİNLİ
Mine HOŞGÜN SOYLU
Nilgün BEŞİRLİ
Özlem DAĞ
Yiğit KOÇBAY
Zeynep HAMURDAN
Redaksiyon
Mine HOŞGÜN SOYLU
Grafik Tasarım
Nur CEMELELİOĞLU ALTIN
Cem DEMİR
Reklam
Cem DEMİR
Kapak Fotoğrafı: Berna CANDAN
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb.’nin,
elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları
Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün
kullanılması yasaktır.
Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına
aittir.
Baskı Mattek Matbaa
Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 1354 Cad. 1362 Sok.
No:35 İvedik ANKARA/TÜRKİYE
Tel:0.312.433 23 10 Pbx
Faks:0.312.434 03 56
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
İçindekiler
4
AMEN / AMİN
Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar 2000-2013
4
5
32 F/64
Geziden Sonra Hiçbir Şey Aynı
Olmayacak. Peki Ya Fotoğraf?
Özcan YURDALAN
AMEN / AMİN
Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar
2000-2013
Proje Tanıtımı
Söyleşi
Serpil YILDIZ
9
Söyleşi
12
Söyleşi
14
Proje Fotoğrafçılarından...
İbrahim GÖĞER
Mustafa ERTEKİN
37
Portfolyo
Ceren ÖZCAN
37
Ölüm Bizi Kovalar Biz Kömür
Sökeriz Ocaklarda
Mehmet ÖZER
Siyah
Beril TÜRKOĞLU
Bir Vardiya
Alaaddin KARA
Yüzündeki Işık
Mehmet ÖZER
46
Reş
Serkan ÇOLAK / Sinan KILIÇ
50
Eve Dönen Beş Yol
Philipp RATHMER
53
Çeltik
İdris AYDIN
57
Doğaçlama
60
Konuk Yazar
62
Usta İşi - Ozan SAĞDIÇ
Görüntü Edimi Kuramı
C.J. REYNOLDS
Salvador DALİ
Gülden AKKAN
Deniz KORAŞLI
Sinema...
67 Ve
Belgeselin Estetiği
Eda ÇALIŞKAN
69
Fotoğraf Okuma
71
Okuyoruz
Ali TAPTIK
Fotoğraf Neden Kusursuz Olmak
Zorunda Değildir
Jackie HIGGINS
Burcu VARDAR
Dosya
Konusu
Mayıs - Haziran
“Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar 2000-2013”
AFSAD – GAP Projeleri 6
Giriş
Kontrast’ın 41. sayısında dosya konusunu, yıllara yayılmış bir projeye
ayırdık. 1989’da Urfa Tünelleri’nin
temel atmasıyla birlikte başlayan
süreçte bir değişim söz konusuydu. Özellikle de çağına tanıklık açısından sorumluluk bilinci taşıyan
fotoğrafçılar, bu konuya uzak kalamazlardı. Yörede bir değişim başlayacaktı ve bu yöre, ülkenin hiç
bir bölgesine benzemeyecek çeşitlilikteki dinamikleri bünyesinde
barındırıyordu.
1995 yılından beri beş proje AFSAD-GAP İdaresi işbirliği ile gerçekleştirildi. 2000 yılında başlayan, altıncı projeye zaman zaman
ara verilmek zorunda kalınsa bile
2014 yılında Amin/Amen sergisi
izleyicileriyle buluştu İlk olarak
Ocak 2014 de Ankara CerModern
de açılan sergi, Aralık ayında İstanbul’da, Şubat 2015 de İzmir’de
tekrarlanacak.
Son projenin sorumlusu Serpil Yıldız, sergi küratörü İbrahim Göğer,
Orhan KÖSE-Selim AYTAÇ-Asuman ERGÜNEYA.Kadir EKİNCİ-Gülser GÜNAYDIN-Serpil YILDIZ-İbrahim GÖĞERMehtap YILDIZ-Mustafa ERTEKİN-Dilek BAL
GAP İdaresi ile ilişkilerin tekrar
yapılandırılmasına ön ayak olan
AFSAD 36. dönem başkanı Mustafa Ertekin ve katılımcı fotoğraf-
çılar, dosya konumuzu hazırlarken
desteklerini esirgemediler.
Dosya konumuzu şekillendirirken
kimi zaman albüm metinlerini
kullandık. Serpil Yıldız, İbrahim
Göğer ve Mustafa Ertekin, projeyle ilgili sorularımızı yanıtlamak
üzere söyleşi taleplerimizi geri çevirmediler. Katılımcı fotoğrafçılar
projeyle ilgili yazılarıyla, destek
verdiler. Dosya konumuzda projeden fotoğraflar da yer alıyor.
Keşke tamamını yayınlayabilmek
mümkün olsaydı.
Amin Amen projesinin metinlerle
desteklenmiş, 820 fotoğraftan oluşan albümünün basım aşamasında
olması ise bu konudaki en büyük
tesellimiz.
Kontrast Yayın Ekibi
4
5
AFSAD
Proje Tanıtımı
Serpil YILDIZ
Proje Yöneticisi
“Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar Projesi; geçmişi ve bugünü geleceğe
fotoğraflarla taşımak; varsa değişimin öyküsünü anlatmak üzere, etik değerlere ve inanç
sahiplerine zarar vermemeyi en temel ilke edinerek, Bölge’de var olan farklı inançların,
inanışların kültürel, sosyo-ekonomik etkilerinin; kaybolan ya da kaybolmaya yüz tutmuş
değerlerinin; gelenek ve göreneklerinin irdelendiği bir çalışmadır. İnanç ve inanışların
hem her grubun kendi içinde, hem de farklı olanlarla etkileşimlerinin ve etkilenişlerinin
belli bir süre aralığındaki en tarafsız kesitini; kişilere, hak ve özgürlüklere zarar verecek,
çıkarcı ya da kurgusal bir anlayışa izin vermeksizin üretme çabasındadır.”
“AFSAD açısından, Güneydoğu Anadolu Projeleri’nin tek hedefi oldu: Geniş bir
spektrumda kalıcı, güvenilir, tarafsız görsel belgeler oluşturmak, yalnızca bugüne değil,
geleceğe geçmişi taşıyacak basılı, uluslararası erişilebilir kaynak yaratmak.”
Urfa Tünelleri’nin temelinin atıldığı 1989’da başladı değişimin fotoğraflanması. Suya Özlem oldu ilk çalışmanın adı. Sonra beş yıl gözle görünür bir değişim için beklendi. Tünel bitti, sulama kanalları suyla buluşturmaya başladı toprağı ve insanı. Tam da bu sırada, 1995’te kesişti AFSAD’la GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın yolları. Peşpeşe projelerle fotoğraflandı Bölge: Bir Fırat Öyküsü, Sözümüz GAP Üstüne, GAP’ta Kadın
ve Çocuk, Hayata Karışan Fırat Fırat’a Karışan Hayat, GAP’ta 10 Yıllık Birikim. Değişim, sosyoekonomik yapı,
vs. pek çok bakımdan neredeyse bütünüyle fotoğraflanmıştı Bölge.
Söyleşi:
Serpil YILDIZ
Kontrast- Ülkenin içinde olduğu gündem; özellikle din ile
siyasetin birbirine karıştığı
bu zamanda böyle bir serginin toplumsal olarak sonuçları oldu mu? Proje kapsamında
böyle bir beklentiniz var mıydı?
Serpil Yıldız- Bugünkü kabulüyle tapınak olan Göbekli
Tepe’nin varlığı; inanışların,
inançların sanılandan çok daha
köklü bir geçmişe, geleneğe
uzandığına; avcı-toplayıcı yaşayışta da inanış ritüellerinin
var olabildiğine işaret ediyor. O
halde inanış, inanç ya da dinlerin siyasetten önce ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz. Bu
tümceyi kurdum çünkü siyasetlerin dinden bağımsız gelişebildiğine inanmıyorum. Neredeyse
çeyrek milenyum önce yaşanan
Fransız Devrimi belki din ve siyaset ayrılığını taşıyan güçlü bir
rüzgar yarattı ve bazı toplumlar
bundan yararlanıp insan odaklı
bir yaşam kurmayı becerebildi.
Ancak “Sürdürülebildi mi?”,
asıl soru bu! Bugün yalnızca
Türkiye’de değil dünyada da
dinlerin siyasetler hatta siya-
setleri yönlendiren güçler için
sorgu, itiraz, isyanlara maruz
kalmaktan uzak yönetimleri becerebilmelerinde çok sağlam bir
temel oluşturduğunu, inananlar
üzerindeki gücünün siyasilerce
sonuna kadar kullanıldığını düşünüyorum.
Güneydoğu’da İnançlar, İnanışlar Projesi’nin oluşum koşullarını bugünün siyasal, kültürel,
sosyal ve ekonomik penceresinden değerlendirmek, bir yaklaşım yanlışlığına neden olabilir. Proje fikrinin ortaya çıkıp
olgunlaştığı o günlerle bugün
arasında uzaktan pek de görülmeyen çok temel ayrımlar
bulunuyor. Bunların tümüne
değinmek başlı başına bir konu
olabilir, ama özellikle bir, iki
ana unsur vurgulanmalı: 70’li
yılların sonunda başlayan Kürt
Hareketi, AFSAD’ın Bölge’ye
ilk girdiği 80’lerin sonunda,
büyük bir güce dönüşmüş; sıkıyönetimin ardından oluşturulan OHAL Bölge Valiliği yönetim anlayışının da getirdiği
olumsuzluklarla bölge ısınmış,
sıcak savaş ortamı oluşmuştu.
90’ların sonunda durum daha
farklı değildi. Bölge’ye gidiş
gelişlerimizde sıcak çatışmalara giden, ya da dönen, askeri
birliklerle çok sık karşılaşıyor;
normalde yarım saatte katedilecek bir yolu, hareketlilik ya da
denetimler yüzünden, çok daha
uzun sürelerde aşabiliyor –ki,
2001’de Siirt Havaalanı’ndan
Cizre’ye varışımız 7 saati aşmıştı; ya da birkaç dakika önce
geçtiğimiz yolda TNT bomba
patlatıldığı haberini alabiliyor;
ya da özellikle Batman’da saat
15.00’ten itibaren sokağa bile
çıkamıyorduk, vs... Bunlar olup
biterken, Bölge’de en belirgin
gözlenen şey popülasyondaki
hızlı değişimdi. Her gidişimizde
boşalan köylerin sayısı artıyor,
Bölge’den yurt dışına büyük
bir göç yaşanıyordu. O günlerin
bu çetin koşullarının en çok
etkilediği
kesimler
farklı
inanışlara,
inançlara
sahip
toplumlardı.
Çok uzatmayayım. İç dinamikleri çok yüksek, sıcak olayların
her an yaşanabilir olduğu
ülkemizde, bugün de gündem
her gün yeni bir başlıkla dile
getiriliyor. Başlık değişse de öz
aynı: Şiddet ve baskı...
Proje fikrinin oluşup ortaya çıktığı o dönemde de -biçim farklı
olsa da- şiddet ve baskı altında
yaşam sürülen bir ülke ve özellikle bir Bölge vardı: Güneydoğu Anadolu. Bölge’deki inanış,
inanç kökenli kültürel zengin6
7
AFSAD
lik, bir arada bulunma ve yaşama hali bir yanda egemenin
baskısı ve süren savaş, öte yanda asimilasyon ve göç etkileriyle
yok olmaya yüz tutmuştu. O süreçte yaptığımız gözlem buydu.
O halde bu yok oluşa karşı bir
tavır almak, en azından bu çok
değerli varoluşun bir zamanlar
bu topraklardaki binlerce yıllık
geçmişiyle bir aradalığını, kültürel zenginliğini gelecek kuşaklara aktaracak bir kayıt yapmak
zorundaydık... Proje’nin ortaya
çıkışındaki en temel yaklaşım
buydu, aslında gözlediğimiz bu
yok oluşa itirazımız vardı.
Bugün için Bölge’de bir “çözüm
süreci” yaşanıyor. Çözümün insan odaklı, onu değerli kılan bir
sonuca ulaşması temel beklentimiz. Ancak bundan birkaç ay ya
da yıl sonra durumun gerçekten
de insan lehine bir kazanıma
dönüşeceğinden, dönüşse de
bunun tutarlı ve kalıcı olacağından kuşku duymamak olanaksız. Bu nedenledir ki kişisel
beklentim, Proje içeriğinin bugünden yarına hemen bir tepki
alması ya da anlamlandırılması
değil. Benim açımdan asıl hedef
gelecek kuşaklar...
Yeri gelmişken hemen belirtmeliyim ki, çalışmamızla “Bakın!
Farklı inanış ya da inançlara
sahip bu toplumlar ne güzel ki,
mutluluk içinde, sevgiyle bir
arada yaşıyorlar, bundan da çok
hoşnutlar...” gibi bir mesajı iletmeye kesinlikle çabalamıyoruz.
Böyle olmadığının, yaşayış biçimi ve anlayışı bakımından toplumlar arasında giderilmesi zor
ayrılıkların bulunduğunun da
sonuna kadar farkındayız. Tek
dileğimiz, ancak saygı ve hoşgörüyle bir aradalığın sağlanabileceği, özgür ve barışçıl yaşam
ortamın yaratılabilmesi...
Proje’nin vitrini olan Sergi şimdilik, yalnızca 15 gün, Ankara’da
izleyiciyle buluşabildi.
Proje
sonuçlarının öz ve hedef itibariyle yarattığını ya da yaratacağını umduğumuz etkinin ölçülebilmesi için, bu süre hiç anlamlı
sayılmaz. Elbette Sergi’yle ve
fotoğraflarla ilgili olumlu, övücü tümceler de kuruldu izleyenlerce. Ancak aslolan Sergi’den
ziyade Albüm çünkü gelecek kuşaklara ulaşmanın tek anahtarı
o.
Kontrast- Önemli bir coğrafyada varlığını sürdüren bir ülkeyiz. Bu coğrafya açısından
ele alındığında projenin anlaşılması ve Türkiye Cumhuriyeti
açısından değeri ve önemi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
S.Yıldız- Açıkça söylemeliyim
ki, ülkemize atfedilen coğrafik
önem 19. ve 20. yüzyılın koşulları içinde anlamlıydı; özellikle
günümüzde, şişirilmiş jeopolitik bir yaklaşımdan ibaret olduğunu düşünüyorum (elbette,
gelecek planlayıcıların su konusuna atfettiği önem dışında
-ki bu da bizim coğrafyamızda
Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri anlamına geliyor). Bilinen
uygarlık tarihinin pek çok buluntusunun bu topraklarda olmasını; içinden inanış ya da
inançların ayıklanıp ayrılamayacağı, binlerce yıllık, zengin
kültürünün zorluklarla da olsa
yaşıyor olabilmesini çok daha
değerli buluyorum...
Proje’nin yola çıkış nedeni
Türkiye Cumhuriyeti’ne, daha
doğrusu onun iktidarlarına bir
itirazdı zaten. Gerçekleştirdiğimiz Proje bir kültür hizmeti.
Hedefi gelecek kuşaklar. Öncelikli amacımız Proje’nin kendisinin bir özne olarak değer ve
önem kazanması değil elbette.
Proje, bir araç. Bu araçla, Bölge
insanına ve Bölge topraklarına
bir değer ve önem katılmasına
minicik bir katkı yapabilirsek
ne hoş... Bu gerçekleşirse elbette ülke de bundan yararlanır.
Kontrast- Bu projenin 1989
yılında Urfa Tünelleri’nin temel atılmasıyla başladığını
biliyoruz. Kendi içerisinde toplumsal bir dönüşümü barındırması haricinde birçok konuyu
da içinde doğurarak çoğalttı.
Biliyoruz ki bu bir sonuç çalışması değil. Bundan sonrası için
yeni projeler nelerdir?
S.Yıldız- İnşaatın yapımını üstlenen Akpınar A.Ş.’nin
önerisiyle AFSAD Güneydoğu
Anadolu’ya 1989’da giriş yaptı.
Bu projeyle Suya Özlem Sergisi gerçekleşti. Bölge’deki çalışmalar 1995’ten başlayarak GAP
Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’yla ortak yürütüldü. Güneydoğu Anadolu’da İnançlar ve
İnanışlar Projesi bu ortaklığın
altıncı ve en uzun soluklu Projesi oldu. 2000’de başlayan proje
çeşitli nedenlerle zaman zaman
kesintiye uğradıysa da çekim
çalışmaları 2013 Kasım’ında
sonlandı. İlk sergi Ankara’da
CerModern’de izleyiciyle buluştu. Çok istememize karşın
Albüm bu tarihe yetişemedi.
Albüm çalışmaları geçtiğimiz
günlerde tümüyle tamamlandı.
Şimdi baskı işlemlerinin yapılması aşamasındayız.
İlk proje de dahil edilirse AFSAD
Bölge’de 7 proje gerçekleştirdi.
Su ve toprak etkileşmesinin
yaratacağı
değişimin
yanı
sıra Güneydoğu Anadolu’nun
zenginliklerinin belgelendiği bu
projeler elbette yeni işlenebilir
temaların
doğmasına
yol
açtı. Güneydoğu Anadolu’da
İnançlar ve İnanışlar Projesi’nin
sorumluluğunu
üstlenmeden
önce beşinci projenin de
yürütücülüğünü
yapmıştım.
İnanışlar ve inançlarla ilgili
bir çalışma yapılmasına ilişkin
düşünce bu dönemde zihnimde
olgunlaştı. Aslında her projenin
sorumluluğu AFSAD Yönetim
Kurulları’nca belirlenmiş farklı
kişilerce yürütülüyordu. Ama
tema inanç olması ve fikrin
sahibi olmam, sorumluluğu
bana yeniden getirdi.
Bölge’de bundan sonra yapılacak çalışma ve temalar elbette
yine AFSAD tarafından ortaya
konacaktır...
KontrastAkademisyenlerden oluşan bir kadro proje da-
nışmanlığını yaptı, sürece ne
gibi katkıları oldu?
S.Yıldız- Tema çok zorluydu.
Bireylerin en öznel, en dokunulmaz, en duyarlı dünyasından,
en tarafsız biçimde, tek bir kişinin bile en küçük bir zarara uğramasına yol açmadan görüntüler çıkarmak, gelecek kuşaklara
ulaşacak bir belgesel üretmek
zorundaydık...
Böyle bir çalışma bilgi, birikim,
iletişim, güçlü ve güvenilir bağlar ve onay gerektiriyordu. Bu
temel yaklaşım oluşmuştu.
Bu yaklaşımın ilk adımı kapsamında, Proje’nin başladığı
2000’de, kaynak araştırmaları için Türk Tarih Vakfı’yla da
iletişim kurdum. Vakıf, “Dinler - Cemaat - Aşiret, Mardin”
adlı kitabı Ağustos 2000’de
yayınladı. Şanslıydık! Çünkü
önceden haberdar olmuş, kitap
yazarlarıyla tanışmıştık bile.
Yazarlardan Suavi Aydın, Süha
Ünsal, Oktay Özel ile “Hayata
Karışan Fırat, Fırat’a Karışan
Hayat” adlı projede birlikte
çalıştığımız
Oya
Açıkalın
Rashem toplantılarımıza birkaç
kez katılmış, Sosyolog Doç. Dr.
Rashem, Sosyal Antropolog
Prof. Dr. Aydın ve Tarihçi
Ünsal proje danışmanı olmuş
ve projenin ikinci adımını
oluşturacak temel atılmıştı.
Bilgi ve birikimlerini paylaşmanın yanı sıra Bölge’de ilk
iletişim ağının kurulmasında
da büyük bir uğraş veren danışmanlarımızın en büyük katkısı
alan araştırmasını birlikte yapabilmiş olmamızdı. Projenin
en önemli ayağını oluşturan bu
aşama aynı zamanda, Proje’nin
sürdürülebilirliğiyle ilgili bir
karar verme süreci şeklinde işledi. İçtenlikle söyleyebilirim
ki, böyle bir başlangıç yapamasaydık projeyi gerçekleştiremezdik...
Kontrast- Projenin uzun soluklu ve kalabalık bir kadrodan oluşması sebebiyle eminiz
ki çok sayıda fotoğraf çıkmıştır. Küratoryal kısmında eleme
seçme işlemi nasıl gerçekleşti? S.Yıldız- Aslında AFSAD-GAP
Projeleri genellikle en az 10
fotoğrafçının katılımıyla eş zamanlı gerçekleşiyordu. Ekip duruma göre toplu ya da bölünerek hareket ediyordu. Sergi’de
yer alacak fotoğraflar da, Projede görev almış fotoğrafçıların
defalarca toplanarak yaptıkları
seçimle belirleniyordu.
Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar Projesi’nde hem
çekimlerin işleyişi hem de fotoğraf seçimi önceki işlerden
farklı oldu. Bilinçli bir yaklaşımla, ekipler bir kadın, bir
erkek fotoğrafçı olmak üzere
ikişer kişilik grup şeklinde oluşturuldu. Daha ilk yılın sonunda,
fotoğraf üretimindeki çokluk
ve çeşitlilik Proje’de bir küratörün görev yapmasını zorunlu
kıldı. İbrahim Göğer Proje’ye bu
sorumlulukla dahil oldu.
Küratoryel çalışmada izlenen
yolu İbrahim Göğer’in çok daha
iyi anlatacağını düşünüyorum.
Kontrast- Bu proje; gösteriyor ve işaret ediyor, bakın diyor. Ana fikir olarak, izleyici
göstermek istediğinizle buluştu
mu dersiniz? “Anadolu böyle
bir coğrafya” bilgisinde kaldı
mı?
S.Yıldız- Hem Sergi’nin sunumunda hem de Albüm’de fotoğraflara eşlik eden metinler
inanç ve inanışların tarihsel bir
bakış içinde nasıl değişip geliştiğini anlatıyor. Anafikrin anlaşılır olmasında metinlerin çok
yarayışlı olduğu inancındayım.
Öte yandan Sergi’de 758, Albüm’de de 820’nin üzerinde fotoğraf bulunuyor. Aslında bu bir
görsel bombardımanı olarak da
algılanabilir. Ana fikrin yüzeysel bir bakışla kolayca anlaşılır
olduğunu düşünmüyorum. Ancak yeterince zaman ayıranların, görsellerin yanı sıra metinleri de okuyarak işi izleyenlerin,
yapmaya çalıştığımızı farkedebileceklerini umuyorum.
Kontrast- Projenin maddi boyutu nasıl aşıldı? S.Yıldız- Proje 2000’de GAP
Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın desteğiyle başlamıştı.
Sonra çeşitli nedenlerle Mart
2002’den sonra yollarımız ayrıldı. Bundan sonraki süreçte Proje kısmen sekteye uğradı. Ancak
çekimler istediğimiz ölçüde tamamlanamamışken, Bölge halkı
bize ısınmışken, daha da önemlisi fotoğrafları çekilen insanlara verdiğimiz sergi ve albüm
sözünü yerine getirememişken,
Proje’nin
sonlandırılmasını,
toplumsal
sorumluluğumuza
aykırı buluyorduk. O dönem,
AFSAD Yönetim Kurulları’nın
çalışmanın sürdürülmesine ilişkin moral desteğiyle yolumuza
devam ettik. Bu, şu anlama geliyordu. “Fotoğrafçılar bütün
masraflarını kendileri karşılayarak Bölge’de çalışabilir.” Biz
de öyle yaptık. Aldığımız çağrılara katılmayı sürdürdük. Tatil
fırsatlarını Bölge’de değerlendirmeye çalıştık.
Hem eksik kalmış çekimlerin
tamamlanması, hem de verilen
sergi ve albüm sözünün yerine getirilebilmesi için 2004’te
sponsor arayışlarına başladık.
Önce GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’na yeniden başvurduk, ancak yanıt alamadık.
AB’ye, ardından ATO’ya başvurduk. AB’den yanıt kısa zamanda geldi. Proje neredeyse
tamamlanmış gibi algılanmış,
bu yüzden reddedilmişti. Başlangıçta büyük ilgi görmüşsek
de ATO’nun resmi yanıtı bize
hala ulaşmış değil… 2006’da
AFSAD’ın bitmiş ama albümü
yapılamamış, devam eden ve
yeni hazırlanmış fotoğraf projeleri önerilerinden oluşan iri
bir dosya ile İstanbul’da bütün
büyük sponsorluk ajanslarının
ve sanata desteğiyle ünlü büyük bankaların kapısını çaldık.
İlgiyle karşılanıyor, projelerle
ilgili övgüler duyuyor, incelen8
9
AFSAD
mek üzere dosya bırakıyorduk.
Ne yazık ki bütün bu başvurulara olumlu ya da olumsuz bir
yanıt alamadık.
Bu arada fırsat buldukça çekimler sürdü.
Mustafa Ertekin Başkanlığındaki 36. Dönem AFSAD Yönetim
Kurulu’nun girişimi GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı
ile yeniden işbirliği yapmamızı
sağladı. Mayıs 2013’te yapılan
protokol çerçevesinde, eksik konuları da fotoğraflayarak Proje’yi beklediğimiz düzeye taşıyabildik.
Kontrast- Afsad bir çok toplumsal projenin içerisinde bulundu, ama bilinen en uzun
soluklusu buydu, kabuğunun
ötesindeki kitleye ulaştırabildiniz mi, projeyi basının ilgisi
nasıldı?
S.Yıldız- Sergi’nin Ankara ayağında, önceden yapılmış bağlantılar nedeniyle zamana karşı
bir yarış halinde ve çok sıkışık
bir zaman diliminde işi hazırlamamız gerekiyordu. Bu durum çalışmayla ilgili etkili bir
tanıtım çalışması yapmamızı
engelledi.
Eksikliklerimizden
biri Yabancı Misyon’un katılımının sağlanamamasıydı. Bu
eksikliği gidermek üzere özel
bir resepsiyon hazırlığı yapıldı
ama AFSAD dışı bazı aksilikler
yüzünden son anda denecek bir
aşamada iptal edildi.
Protokol varsa basın bulabildiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Yine
de hiç ilgi görmediğimiz söylenemez. Bu yine tanıtım eksikliğinden kaynaklanıyor. Sergi’nin
sonraki ayaklarında bu sıkıntıları aşacağımızı umuyorum...
Kontrast- Sergi başka yerlere
de taşınabilecek mi?
S.Yıldız- Elbette... Sergi, Aralık 2014’te İstanbul’da, Şubat
2015’te İzmir’de izleyicilerle
buluşacak... Ayrıca Sergi’nin
yurt dışına taşınabilmesi için de
girişimlerimiz sürüyor...
Kontrast- Fotoğrafçısı olduğunuz bu proje sizi nasıl değiştirdi?
S.Yıldız- Ah! İşte bunu anlatabilmek!.. O kadar çok örnekle
bunu paylaşabilirim ki, birkaç
satır değil birkaç beş, on sayfa bile yetmeyebilir. Bu tümce gerçekten hem ruhsal hem
de zihinsel değişime, gelişime,
zenginleşmeye, çoğalmaya uğradığımın açık ve içtenlikli kabulü.
Proje boyunca eşşiz bir deneyim yaşadım. İçinde bulunduğum ortamların hiçbiri asla
bir laboratuvar olmadı benim
için. Başlangıçta yalnızca bir
fotoğrafçıydım belki, ama sonra tanıklıklarım, yaşadıklarım,
paylaştıklarım beni de oradaki
yaşamın bir parçası kıldı belki
de.
Bir insan tanımak önemlidir çünkü her insan yeni bir
ufuk açar. Proje boyunca pek
çok insanla tanıştım. Evlerinde kaldım, yemeklerini yedim.
Bölge’de bir değil, pek çok ailem oldu. Tanışıklıklarım bazen kalıcı dostluklara dönüştü.
Bölge’den döneli daha birkaç
ay oldu, ama şimdiden özlediğim o kadar çok dost ve arkadaşım var ki... Daha birkaç
gün
önce,
“Ne
zaman
geliyorsun?” diye sordu
Yusuf Amca... Bundan daha
güzel ne olabilir ki?
Kimse, ama kimse nereye doğacağını seçemiyor. Bu seçimsizlik
karşısında, içine doğduğumuz
ortamlar bizi yoğurup şekillendiriyor. Böyle oluşuyor, çoğalıyor, büyüyor önyargılar. Oysa
bir kez kırdınız mı çemberi, bir
başka umut yeşeriyor...
Söyleşi:
İbrahim GÖĞER
“2000 yılında başlayan projede, belki de bu yazıyı okuyan pek çok gencin
görmediği, sadece duymuş olabileceği saydam, renkli ve siyah beyaz
negatifler kullanılmıştı. Çoktan kenara atılmış olan ışıklı masaları tekrar
kullandık. Çeşitli nedenlerle kesintiye uğrayan projeye 2012-13 yıllarında
devam edilirken, bu kez dijital makineler kullanıldı. Böylelikle aynı sergide
teknolojinin her iki biçimi yan yana izlenebilecekti. Eski fotoğrafların
görüntüsü diğeri ile yarışamayacaktır ama yeni çekimler sırasında fark
ettim ki, artık o fotoğrafların bir çoğu yeniden çekilemez. Zaman fotoğraf
teknolojisini değiştirirken mekânları, yaşamı, yaşam biçimlerini kimi zaman
olumlu ama kimi yerde de yok ederek değiştirmeyi unutmamıştı. Bu nedenle
bugün o eski fotoğraflar daha değerli ama yarın yenileri içinde aynı şeyi
söyleyeceğiz.”
Kontrast- Önemli bir coğrafyada varlığını sürdüren
bir ülkeyiz. Bu coğrafya açısından ele alındığında Amen/
Amin (İnanç Mozaiği) projesinin anlaşılması ve Türkiye
Cumhuriyeti açısından değeri,
önemi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
İbrahim Göğer - Yaşadığımız coğrafya yeraltı zenginlikleri için ne kadar fakirse, eski
uygarlıkların izleri için bir o
kadar zengin. Geleceğin emanetleri olan değerleri, gereğince korumak, gereken değeri
vermek, günyüzüne çıkartmak
aynı zamanda bir insanlık görevi. Bu bilinçle bu coğrafyanın
gerek tarihi, gerek din turizmi
açısından değerine paha biçilemez. Öncelikle bu coğrafyada
yaşayanlar olarak bizlerin göçebe toplum bilincinden, yerleşik toplum bilincine ulaşması
gerekir ki, daha çok yolumuz
olduğunu söylemeye gerek bile
yok. Kimi zaman, bu coğrafyada ki egemen bilinç düzeyini
göz önünde tutarak, kazıların
yapılmayarak, tarihin yer altında bırakılmasının daha hayırlı olduğunu bile düşünüyorum.
Yüzyıllardır pek çok kültüre
beşiklik yapmış coğrafyada yaşıyoruz. İnanç ve inanışlar açısından, çok tanrılı dinlerden,
ilk peygamberlere kadar izler
takip edilebiliyor. Göbekli Tepe
insanlık tarihi için çok önemli gizleri barındırma potansiyeline sahip. Bölgede yaşayan
inanç çeşitliliği, Yezidilerden,
Musevilere, ilk Hıristiyanlardan (Süryaniler), Müslümanlara ve Anadolu Alevilerine kadar farklı inanç ile mezhepleri
barındırıyor. Tarihsel süreçte,
etnik ve inanç farklılıkları çatışmalara ve savaşlara neden
olmuş. Farklılıkları anlama,
saygı duyma, yaşam ve inanç
özgürlüklerinin
sağlanması becerisi ve hoşgörü sadece
devlet politikası olmaktan öte
bu coğrafyada yaşayanlar ve
tüm toplumlar için tamamıyla
özümsenmesi gereken bir durum. Biz dememiz için ortak
değerlerimizin ve kutsallarımızın olması beklenir. Onlar da
onların değerleri ve kutsalları.
En az bizim ki kadar değerli ve
kutsallar.
Serginin; aynı işbirliğiyle gerçekleştirilen projeler gibi, bölgenin yapısının anlaşılması,
farklılıkların anlayış ve hoşgörüyle karşılanması, bölgenin
kalkınma ve turizm potansiyelinin artırılmasına katkısının
olacağını düşünüyorum.
Kontrast- Ülkenin içinde olduğu gündem belli, özellikle
din ile siyasetin birbirine karıştığı bu zamanda böyle bir
serginin toplumsal olarak sonuçları oldu mu? Proje kapsamında böyle bir beklentiniz
var mıydı?
İ.Göğer - Toplumsal açıdan
dini, siyasetten ayırmamak gerekir. Dinsel faktörler zaman
zaman siyasi bir araç olarak da
kullanılmaktadır. Projede, sorduğunuz gibi bir amaç zaten
güdülmemişti.
AFSAD–GAP
İdaresi işbirliğiyle gerçekleştirilen, bölgeye yönelik sergi
çalışmalarının 6’ncısı olarak
projenin ilk çekimleri ve araştırma bölümleri 10 yıl önce yapılmıştı. Çeşitli nedenlerle ara
verilmek durumunda kalınan
projenin, ikinci dilim fotoğraf
çekimleri 2013-2014 yıllarında
yapıldı. Toz pembe olmasa da;
inanç farklılıklarına rağmen
bölge insanın yan yana yaşama becerisi, farklılıkların zenginliğini, kitaplardan değil de,
coğrafyanın doğal bir uzantısı
olarak, yaşayarak edinmiş olmaları, bölge insanın en belirgin özelliği.
Daha sınırlı bir başlıkla, bölgenin sosyal yapısı ele alınarak, daha kapsamlı olacak biçimde proje gerçekleştirildi.
AFSAD’lı fotoğrafçılar olarak
konuya yansız (belki azınlıklar için pozitif ayrımcılık bile
yapılmış olabilir) yaklaştık. Bu
çabanın, sergiyi değerlendirirken, yerli yabancı tüm taraflar
için ‘gerçeklik’ konusunda güven sağlayan bir durum olması
gerekir.
Etnik ve inançsal farklılıklar
açısından azınlıkların hakları;
dil, din, ibadet, gelenek, görenekler, ekonomik paylaşım,
gelir adaleti, yaşamsal özgürlükler nelerdir, sorularına fotoğrafçılar olarak sadece bizlerin yanıt oluşturması beklenemezdi. Toplum bilimciler,
sosyologlar bu soruya cevap
ararken, sergiden de yararlanacaklardır. Azınlık hakları
için diğer coğrafyalarla karşılaştırıldığında, çıtanın nerede olduğu konusunda tam bir
netlik de bulunmamaktadır.
Sonuç olarak amaç şimdiki durumu saptamaktı. Saptama ve
belgelemenin, değerlerin korunması ve gelecek kuşaklara,
10 11
AFSAD
kimlikleri bozulmadan aktarılması açısından katkısının olacağını umuyorum.
Kontrast- Fotoğrafların seçimi konusunda editöryal ekip
kimlerden oluşuyordu ve çok
sayıda fotoğrafçı elinden, eminiz ki çok sayıda fotoğraf çekildi. Eleme, seçme işlemi nasıl gerçekleştirildi?
İ.Göğer - Proje kadrosu;
AFSAD ekibi, GAP yetkilileri,
danışmanlar, editoryal kadro
olarak, proje yöneticisi, küratör,
metin yazarı, çevirmenler,
yazım kontrolörleri ve grafik
yapımcılardan oluştu. AFSAD
yönetim kurulunun desteğini
ve katkısını hissettik. Projede
15 fotoğrafçı görev aldı. Serpil
Yıldız
proje
yöneticiliğini
ve metin yazarlığını yaptı.
Fotoğrafların sınıflandırılması
ve her aşamada kontrollerini
birlikte gerçekleştirdik. Küratör olarak sergi fotoğraflarının
seçimi, panolar, panoların
düzenlemesi, albüm, broşür
ve sunum çalışmalarını yapıyorum. Her sergi tekrarı için
sergi salonunun seçimi ve
salonun konumuna göre yeni
düzenlemelerin
yapılması
gerekiyor.
Projenin uzun aralıklarla iki
aşamalı gerçekleşmesi, kullanılan fotoğraf tekniğinin de iki
farklı biçimde olmasına neden
oldu. Geleneksel teknikle (filmle) yapılan çekimlerde, mekânların görece uygun olmayan
aydınlanması ve objelerin sabit
olmaması fotoğrafçıları zorladı. Bu grubun ön seçimini o
yıllarda tamamlamıştım. Sergi
için tekrar gözden geçirirken,
yıllar sonra ışıklı masaları yeniden kullanmanın nostaljisini
yaşadık. Dijital çekimlerin benim için zorluğu, çok sayıdaki
RAW formatı (yaklaşık 8000
adet), işleyerek TIF formata
dönüştürmekle başladı. Açık-
çası fotoğrafları sınıflandırmak
da bir o kadar zordu. Büyük
ebatlı panolarda katmanlar
oluşturulunca, dosya büyüklüğü yaklaşık 450 MB’a ulaşıyor. Sergide 104 panoda 758
fotoğraf, metinlerle birlikte yer
aldı. Sergiyi izleyenler, iki büyük poster baskımızı (530x350
cm), yine büyük boyutlu sergi
afişi, künye ve metin panolarını anımsayacaklardır.
Eleme tahmin edeceğiniz gibi
teknik açıdan ön değerlendirme sonrasında, sınıflandırma
ve sınıflandırılmış fotoğraflar
arasından tekrar, tekrar elemelerin yapılması biçiminde
devam etti. Bir proje sergisi
olması nedeniyle fotoğrafik yeterlilik ve estetik dışında, fotoğrafın konuya katkısının da
göz ardı edilmemesi gerekiyordu. Ele alınan inanç biçiminin,
bölgedeki ağırlığı ile sergide
yer alacak fotoğraf sayısı ve çekimlerin söz konusu demografik yapı göz önünde tutulacak
biçimde yapılması gibi temel
düzenlemeler, çekime katılan
fotoğrafçıların o konuya yakınlığı gibi durumlara girersek
fazla detaylandırmış olacağım.
Serginin sıralaması antik dönemden günümüze, kronolojik
yapı baz alınarak yapıldı. Her
bölümün başında ve panolarda
o bölümü özetleyen metinler
(albümde geniş biçimde) yer
aldı. Sıralama; Antik Dönem,
Peygamber Makamları, Yezidiler, Museviler, Hıristiyanlar,
Müslümanlar biçiminde devam
etti. Bu Toprağın İnsanları başlığında fotoğraflar, görüntülerde olduğu gibi inanç ayrımı yapılmaksızın, günlük yaşamda
rastlandığı gibi sıralandı. Sergide Sınır Geçişleri, Semboller
ve Kutsal Kitaplar ile Düğünler
gibi bölümler de bulunuyor.
Panolarda her bölümün zemininde farklı renkleri kullandık.
Ayrıca izlemeyi kolaylaştırmak
için salonun zemininde, bölümlere ait numaralar ve yön
gösteren işaretler yer aldı.
Kontrast- AFSAD için GAP
Projelerinin 1989 yılında barajların temelinin atılmasıyla
başladığını biliyoruz. Kendi
içerisinde toplumsal bir dönüşümü barındırması haricinde
bir çok konuyu da içinde doğurarak çoğalttı. Biliyoruz ki bu
bir sonuç çalışması değil. Bundan sonrası için yeni projeler
nelerdir?
İ.Göğer - Sergi Aralık ayında
İstanbul’da, Şubat 2015’ de İzmir’de tekrarlanacak. Serginin
uluslararası açılımının ayırdındayız. Bizim ve İdarenin girişimleri devam ediyor. Albüm
çalışması basım, audio-visual
sunum ve sergi broşürü yapım
aşamasında. İnternet sitesi neredeyse tamamlandı. Bölgeyle
ilgili yeni projeler gündemde.
Kimbilir belki yeni kanallar da
açılabilir.
Kontrast- Bu proje gösteriyor ve işaret ediyor, bakın diyor! Ana fikir olarak izleyici,
göstermek istediğinizle buluştu mu dersiniz? “Biz biliyorduk zaten, Anadolu böyle bir
coğrafyadır” bilgisinde kaldı
mı ?
İ.Göğer - Proje ön bilgi olarak
bakın buralar böyle demekle
kalmıyor. İnançlar hakkındaki bilgiler doğrultusunda daha
farklı katmanları da izleyebilmek mümkün. Ayrıca metinler,
bilgilerin tazelenmesi ve yenilerine ulaşılması için oldukça
doyurucu. İngilizce ve Türkçe
olarak iki dil kullanıldı. Farklı inançta ki izleyicilerin, diğerine bakışı ve o inanç için
bilgilenmesi yararlı olacaktır.
Bu durumun farklılıkların anlaşılmasına, hoşgörüye katkısı
olması gerekir. Serginin yurtdışı açılımları projeye yeni bo-
yutlar kazandıracak ve hedefe
yaklaştıracaktır.
Kontrast- Bu proje ile değişmiş olduğunuzu öngörerek;
sizi nasıl değiştirdi?
rektiren çalışma oldu. Öncelikle fotoğraflarını bana emanet
eden fotoğrafçılardan başlayarak tüm emeği geçenlere ve
katkı verenlere teşekkür ediyorum.
İ.Göğer - Beni daha önce tanıyanlar, dinler ve inanç biçimlerine olan mesafemi bilirler. Öncelikle ders çalışmam
gerekti. Projenin ilk aşamasında bölgeyi bu amaçla ziyaret
etmemiştim. Hem gereklilik,
hem de zorunluluk olarak ziyaretlere ve fotoğraf çekimlerine ben de katıldım. Namaz
kılan cemaati karşıma alarak
fotoğraf çekmek, kilisede ayin
sırasında, Tanrı Katına çıkmak (buralar sadece yetkililer
ve erkekler için ayrıcalıklıdır)
gibi özel anlar yaşadım. GAP
İdaresinin gerekli izinler konusunda katkısını azımsamamak gerekir. Bazı yerlerde ise
GAP İdaresi bağlantısından
hiç söz edilmemesi gerekiyordu. Müslümanlara göre Aleviler ile diğer inanç mensupları
daha konuksever ve cana yakın
davrandılar. İbadet halindeki
insanların fotoğraflarını çekerken, gösterilmesi gereken saygı
ve özeni hiç unutmadık.
Kontrast- Gezi Direnişi bizlere toplumsal bir kenetlenme örneği gösterdi. Sosyal,
ekonomik, kültürel veya dinsel inanışların bir kenara bırakılarak bir araya gelebilen
gurupları birlikte gördük ve
yaşadık. Bu bağlamda bakıldığında yöredeki atmosfer
nasıl? Şu hikâyelerle büyüdük
hepimiz; Ermeni’si, Rum’u,
Hıristiyan’ı Müslüman’ı komşuyduk. Bu hoşgörü atmosferine dair bölgeye dair görüşleriniz nelerdir?
İnanç tarafından bakınca ben
değişmedim. Hala aynı tanrıya
inanan insanların inanç ve ibadet biçimlerindeki farklılığın,
aslında zenginlik olduğunu,
inançlar arasında ne kadar çok
benzeşen yan olduğunu, inanç
ve etnik kültür gibi tüm farklılıklara saygı, özen, anlayış ve
hoşgörüyle yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Hala aynı
tanrıya, aynı uğurda ibadet
eden insanların, dine hizmet
adına neden birbirlerini öldürdüklerini anlamakta güçlük çekiyorum.
Bu proje benim için en zorlandığım, en çok zamanımı alan,
en çok çaba göstermemi ge-
İ.Göğer – “Baba ve Piç” adlı
kitabında Elif Şafak, Ermeni
sorunun gündemde tutulmasına bir gerekçe olarak, Ermeni
lobisinin yaşamını sürdürme
çabası olduğunu söyler. Bu durum bizi masum yapmaz ama
hangi toplum yeteri kadar masum? Yan yana yaşayan komşuların farklılıklarının, onlar için
sorun yarattığı düşünülemez.
İnsanı insana kıydırmanın gerekçesinin, ekonomik nedenler
dahilinde siyasi projeler olduğunu biliyoruz. İnsanlık tarihi
savaşlar, katliamlar, asimilasyonlar, zorunlu göçlerle dolu.
İnsanlar olarak dosyamız bu
denli kabarıkken, hala uygarlaştığımızdan söz ediyoruz...
Gezi Direnişi için duygularınıza katılıyorum. ama gelin bir
de diğer yandan bakalım: Direniş bir yandan kenetlenmeye ve
apolitik görünüm veren gençlerin haykırışına şahit olurken,
diğer yandan toplumumuzun
neredeyse tam ortadan nasıl
da ayrıştırıldığını gizleyen perdenin aralanmasını sağlamadı
mı?
Söyleşi:
Mustafa ERTEKİN
Kontrast - Yönetiminiz döneminde, yıllara yayılmış bu
proje tekrar gündeme geldi.
Daha önceki GAP İdaresi
ortak çalışmalarının katoloğu
çıkarıldı ve proje içinden bir
çalışma daha doğurarak Amen
sergisi ile halkla buluştu. Bu
önemli projeyi bir de sizden
dinleyebilir miyiz?
Mustafa Ertekin - Ben
AFSAD’a 1994’de üye oldum.
1995’te
de
Güneydoğu’yla
tanıştım. Üyelikten hemen
sonra
yönetim
kuruluna
girmiştim, sosyal işler ve
gezi sorumlusu olarak. O
yılları hatırlarsak, çok yoğun
terör
eylemlerinin
olduğu
bir dönemdi. Aynı dönemde
Nemrut’a iki günlük bir gezi
düzenlemiştim. O zaman hiçbir
tur şirketinin Güneydoğu’ya
gezisi
yoktu.
Aslında
bu
gezi bodoslama yapılmış bir
şey
değildi:
Adıyaman’da
ilişkilerimin olması, bölgeyi
iyi tanımam bana cesaret
vermişti. İki katlı bir otobüs
tuttuk. FSK (Fotoğraf Sanatı
Kurumu) ile yeni ayrılmıştık.
Çok ateşli, gerilimli bir ortam
olmasına
rağmen
FSK’nin
büyük bir bölümü de AFSAD
adına düzenlediğimiz Nemrut
gezimize katıldılar. Otobüs 64
kişilikti. Bazı arkadaşlar orada
terör ve güvenlik sorunu olması
dolayısıyla son anda katılmaktan
vazgeçtiler ve yaklaşık 42
kişi ile gittik. Dönüşte de
vazgeçenleri kıskandırmıştık.
Geziye
katılmış
olanlar;
“Ankara ne kadar güvenliyse
Adıyaman, Nemrut da o kadar
12 13
AFSAD
güvenliydi” dediler. Benim de
Güneydoğu’daki fotoğrafçılık
serüvenim bu geziyle başlamış
oldu. Gerçi, 1989 yılında,
Akpınar Film ve AFSAD’ın iş
birliğiyle ‘Suya Özlem’ isimli bir
sergi yapılmıştı. Ancak GAP ve
AFSAD’ın düzenli çalışmaları
1995’de başladı. İlk gezide de,
en son düzenlenmiş ‘İnanç
Mozaiği’ gezisinde de vardım.
Yanılmıyorsam, projelerin ikisinde proje sorumlusuydum.
Her yıl bir konu tespit edilir
ve sergisi açılırdı. Başka da
bir şey yapılmazdı. Katalog
yapılsın gelecek dönemlere
kalsın gibi bir yaklaşım yoktu.
O zamanlar ya o anlayış yoktu,
ya da para yoktu diyelim.
2000’li yıllara geldiğimizde
‘İnanç Mozaiği’ tekrar gündeme
alındı. Diğer arkadaşlar daha
iyi hatırlayabilirler ama yanılmıyorsam bizi buna teşvik
eden o yıla ‘Dünya İnanç Yılı’
denmesiydi. Denk geldi aslında.
Normalde bir yıllık bir çalışma
olarak düşünülmüştü ama pek
öyle yürümedi. Neden İnanç
Mozaiği, neden Güneydoğu
derseniz; Güneydoğu dinler,
inançlar konusunda çok zengin
bir yapıya sahip. Süryanileri
var, onların farklı inanışları
var,
İslamiyet’in
farklı
mezhepleri var, Yezidiler var…
Yani
‘Peygamberler
Şehri’
denilen Urfa’dan başka, dinler
konusunda bu kadar zengin
bir kent yok! Çok yerinde
bir karardı, fakat o yıllardan
sonra 2001- 2002’de ekonomik
kriz patlak verdi ve proje
yarım kaldı. Ben yönetime
başkan olarak gelirken tabii
ki kafamda birçok projeyle
ve birçok yarım işi bitirmek
fikriyle
geldim.
Bunların
başında da GAP çalışmalarının
kitaplaşması
vardı.
Ben
biliyorum ki bu çalışmaların
hepsi arşivimizde var. Bir
nüshası da GAP’ta var ama ya
su basması, ya da bazılarının
evlerine götürmesiyle dağıldı.
Belgesel, her yapılan iş gibi
bir sonraki kuşaklara kalmalı
ama ‘Belgesel’ diyorsak orada
biraz düşünmemiz lazım. Bu
çalışma nasıl belgesel olur,
ancak kitabı yapılırsa diye
düşündüm. Böylece gelecek
kuşaklar, araştırmacılar arayıp
bulabilirler. Biz çok uzun
soluklu, dünyada nadir yapılmış
bir çalışma yapmış olmamıza
rağmen bir ayağı topaldı.
Kontrast- Burada önemli bir
soruyla araya girmek istiyorum; projenin katalog ve sergi
dahil olmak üzere maddi boyutundan bahsedebilir miyiz? Bu
konu nasıl aşıldı?
M.Ertekin- Sponsor arayışlarımız olumlu sonuçlanmadı.
Kolay kolay kimse para harcamak istemiyor. O dönemde
AFSAD olarak ekonomik durumumuz iyiydi. Arkadaşlar
masraflar için yaklaşık 15 ila 20
milyar arasında bir tutar çıkardılar. Dedim ki; ben bu maliyeti
başlangıçta dernek kasasından
öderim, sonrasında da çıkarırım. Şuna inanıyorum; siz bir
şey yapıp kurumların, firmaların önüne yaptığınız işi koymazsanız, ne kadar değerli bir
şey yaptığınıza inanmıyorlar.
Dönüşünün olacağına inandığım için o parayı harcadım.
AFSAD bir ticarethane değildir,
varsa parası fotoğrafa harcayacak, başka da bir şeye harcaması gerekmiyor.
Nitekim bir biçimde harcamanın 10 bin lirasını GAP’tan geri
aldım. Fakat bunun bir belge
olarak kitaplıklara ulaşmasından öte bir şey elde ettik. GAP
başkanına bir türlü ulaşamamıştık ve kitabı bastıramamıştık. Bu kitabın GAP’ta da olması gerekiyordu hatta orada
olması önemliydi. GAP Başkanı’ndan randevu alıp kitabı
kendisine hediye ettim. Kitabı
kendileri basmadığı için GAP
başkanı üzüldü. Üzüntüsünün
samimi olduğunu hissedince
dedim ki; ‘Üzülmeyin! Bu kitaba girmeyen bir İnanç Mozaiği
var. Onun ne sergisi açıldı, ne
de kitabı var… Buyurun birlikte
yapalım.’. Yani ben 20 bin lira
harcadım ama çok daha maliyetli, çok daha büyük bir projenin kapısını açtım. Düşünsene,
koskocaman bir sergi yaptık,
sadece kokteyl maliyeti 30, 40
bin lira oldu. Tabi kitabın maliyetini (başta harcadığımız 20
bin lira) düşünürsek, İnanç Mozaiği minimum 40-50 bin liralık bir proje, daha da büyüyecek
herhalde ve o kitap, kocaman
bir serginin yolunu açtı.
Kontrast- Bu projenin, 1989
yılında başladığını biliyoruz.
Kendi içerisinde, toplumsal bir
dönüşümü barındırması haricinde, birçok konuyu da içinde
doğurarak çoğalttı. Biliyoruz
ki; bu bir sonuç çalışması değil. Bundan sonrası için yeni
projeler nelerdir?
M.Ertekin- Şöyle ki; GAP’la
birlikte her yıl bir konu
belirleniyor. Rastgele GAP’a
gidelim bir şey yapalım değil!
Kadın ve Çocuk, Halfeti’nin
Sular Altında Kalması, Fırat’a
Karışan Hayat, Hayata Karışan
Fırat... gibi hep bir konu etrafında çalıştık. Şimdi kitabın
çıkmasını bekliyoruz ama prensipte el sıkıştık. Güney Doğu
Anadolu Projesi kuruluşunun
25 yılını 2014’de kutluyoruz.
Biz onlara şöyle bir proje sunduk: ‘25 yılda nereden nereye
geldik?’. Tarımsal alan olarak,
sosyal yaşam olarak, turizm
olarak neredeyiz? Yani anlaşma
kağıt üzeri, henüz imzalanmadı
ancak sözel olarak anlaşma sağlandı.
Kontrast- AFSAD birçok toplumsal projenin içerisinde
bulundu ama bilinen en uzun
soluklusu buydu. Kabuğunun
ötesindeki kitleye ulaştırabildiniz mi projeyi? Basının ilgisi
nasıldı?
M.Ertekin- Bir şeyin haber
olması, bu ülkede kolay değil...
Hele hele, her an gündemin
değiştiği bir dönemde! AFSAD
Türkiye’de imajı olan, marka
değeri olan bir sivil toplum örgütü. Bütün bunlara rağmen,
yaptığımız işleri basında layıkıyla yayamıyoruz. Fakat İnanç
Mozaiği çok ciddi bir ilgi gördü,
pek çok ulusal kanalda ve yazılı
basında yer aldı. Diğer projelerden daha fazla ilgi gösterildiği şüphesiz ama tabii ki hak
ettiği ilgiyi göremedi. Şundan
eminim; Türk Basını’nın göstermediği ilgiyi yabancı basından fazlasıyla göreceğiz. Yani,
Türk izleyicisinin göstermediği
ilgiyi -ki Cermodern’deki sergi
çok ciddi ilgi gördü- yurt dışında, Amerika’da görecek. Çünkü
birçok ülkenin geçmişini Güneydoğu’nun
barındırdığına
inanıyorum.
Kontrast- Mutlaka bir anınız
vardır. Bir tanesini dinleyebilir miyiz?
M.Ertekin- Mutlaka çok anı
var ama ben birbirine bağlı
olduğu için iki tanesini anlatayım. Projenin başlangıcında Midyat’a bağlı bulunan bir
manastır’dan, Midyat merkeze
dönüyoruz. Galiba 1995 yılı idi,
elinde kalaşnikof olan birisi si-
lahı doğrultup bizi durdurdu.
‘Hayırdır?’ dedik, ‘Midyat’a gideceğim’ dedi. ‘Gideceksen git,
yani bu toplu taşıma aracı değil ki’ dedik. İşte, ben istersem
olur falan filan, sonradan anladık ki korucu. Korucular orada “ali kıran baş kesen”. Amaç
orayı korumak falan değil!
Eline tüfek verilmiş, maaş verilmiş, her istediğini yapabileceğini düşünüyor. Yine benzer
bir hikâye ve bir Fırat öyküsü.
Aynı yıl olabilir... Karakaya Barajı’na gittik, inci gibi çok yüksekte yapılmış bir baraj. Anlatılana göre çimentosu, kumu bile
bazen helikopterle taşınırmış.
İnşaat gittiğimizde hala devam
ediyordu. Oraya giderken bir
köyden geçtik, üç beş kişi yolumuzu çevirdi. Durduk, yine korucular! Dedik ki; ‘Kime tüfek
çekiyorsunuz?’ -ki o dönemde
sergilerin hepsi Cumhurbaşkanlığı himayesinde yapılıyordu-. Adamlar tereddütsüz esas
duruşa geçtiler ve bizim kim olduğumuzu anlayınca daha kolay çözüldüler. Dedik ki; “Neler
oluyor burada? Terör var mı?
Yok, burada olmaz ama biz bazen köyün karşısına geçer köye
ateş ederiz ve sonra rapor tutarız şu kadar mermi harcadık,
teröristler köyümüze taciz ateşi
açtılar diye. Bu raporu jandarmaya bildiririz. Sonra bu raporlar toplanır, evet, terör devam
ediyor korucular görevlerine
devam etsin denir.” Yani; terör
dediğimiz şeyin nasıl beslendiğini görüyoruz. Burada birileri
iş bulsun, maaş alsın diye -ki 95
yılından bahsediyoruz- şimdi
kim bilir durum nasıldır? Maalesef, Güneydoğu’daki anlamsız
savaşın sürmesinin sebeplerinden biri de budur.
Proje Fotoğrafçılarından...
Asuman ERGÜNEY
Güneydoğu Anadolu’nun tarihi kentlerinde inancın izini sürmek....
Müthiş bir keşifti benim için.
Mardin’deki Deyrulzafarân’dan, Midyat’taki Mor Gabriel’e ve oradan Batman’daki Mor Kiryakus Manastırı’na dek uzanan yolda yükselen ezan sesine karışan çan sesleri, hala kulaklarımda.
Yaklaşık bin yıldan beri bütün heybetiyle ayakta duran hanlar, hamamlar, imaretler, camiler, medreseler, kervansaraylar, kaleler, surlar, köprüler, suyolları, kemerler her biri başlı başına bir değer olan
eserlerin ihtişamı hala gözlerimin önünde.
Güneydoğu’da tanıştığım insanların misafirperverliği, hoşgörüsü, ikram severliği, sevecenliği ise hala
dilimde.
Evet; bu proje, kültürel mirasın korunması, tanıtılması, bölgede barış havasının esmesinin desteklenmesi, hoşgörünün yaşatılması ve tüm ülkeye yayılabilmesi için çok önemli kazanımları olan bir proje idi.
Evet; bu proje, ülke adına, bölge adına, GAP idaresi adına, AFSAD adına, katılan tüm fotoğrafçılar adına çok önemli kazanımları olan bir proje idi.
Böyle bir projenin bir parçası olmaktan çok mutluyum. Tüm duyularımla hala o eşsiz topraklarda gezinmeye devam ediyorum. Sanırım uzun yıllar bu etki devam edecek.
Teşekkürler AFSAD, GAP, Serpil YILDIZ, İbrahim GÖĞER...
Aynur ÜLKER
Yer: Cizre (tarihteki adı Cezire-i İbn Ömer).
Zaman: Kurban Bayramı. 2001 yılında, Afsad’ın İnanç Mozaiği projesi kapsamında yöreyi belgeleme
grubuna katıldım.
Kişisel inanışlar, toplumsal ananeler, ülke insanının kültür yapı taşlarının aynasıymış. O aynanın içinde
zaman-zaman meraklıların ilgisini çeken Nuh Tufanı ve Nuh’un gemisinin (Cudi dağında oturuyor) olması, Nuh Peygamber’in Türbesinin Cizre’de bulunmasının aynanın içinden bana yansımasını gördüm.
Bayram sabahı Cizre Ulu Cami’nin içi ve avlusu sabah namazı sonrası bayramlaşan hısımları, erkeklerle,
onların erkek evlatları ile dolu. Anneler de kız evlatlarıyla Ulu Cami’nin hemen karşısındaki mezarlıkta
ailece toplaşmışlar. BaşuçlarındanBerzah alemine açılan yakınlarının kabirlerinde Kur’an okuyorlar.
Bedenlilerle-bedensizlerin arasındaki bu bayramlaşma içinde bulunduğum zamanın havasını daha da
ruhanileştiriyor. İnsan olmamızın bedelini, bize bahşedilen duygu değerlerimizi zedelemeden, onları
paylaşarak çoğaltmalıyız ki unutulanlar listesine adımız yazılmasın.
Yörenin siyasal nedenlerle yıllarca kapalı kalan kapılarının meraklılarına açılması dileklerimle...
Dilek BAL
GAP Bölge Kalkınma İdaresi ve AFSAD işbirliği ile 2000 yılında başlayan İnanç Mozaiği Projesi için
Şanlıurfa’dayız. Heyecanlıyım… İlk defa bu kadar kapsamlı bir projede yer alıyorum. Kurban Bayramının ilk günü, çekim için gittiğimiz aile mezarlığı bölge halkı tarafından, en güzel ve rengârenk bayramlıklarıyla, ziyaretçi akınına uğruyordu. Her mezarın çevresinde oturan üzgün, ağlayan, Kur’an okuyan
14 15
AFSAD
kadınlar vardı. Mezarlıkta, oyun bahçesi gibi oradan oraya koşuşturan çocuklara, tek tük de olsa dua
eden erkeklere de rastlamak mümkündü. Kimseyi rahatsız etmeden sessizce bir köşede çekim yaparken,
mezar taşını incitmekten korkar gibi okşayan 70-75 yaşlarında bir amcaya gözüm takıldı. Çekimlerimi
yapıyordum ama merakımı yenemeyip bir yandan da, şimdi ne yapacak diye uzaktan amcayı izlemeye
de devam ediyordum. Çantasından çıkardığı bez ile mermer taşını ve kenarlarını yıkayıp temizledi, mezarın üzerindeki otları ayıkladı. Yanında getirdiği boya ve fırçayı çıkardı, bir çocuğun başını okşar gibi
ağır ve yumuşak hareketlerle mermer taşı boyamaya başladı. Dışarıdan bakıldığında soğuk mermer taşıydı ama onun gözünde ise hiç de öyle değildi, sıcacıktı… Büyülenmiş gibiydim. Sanki ikimizden başka
kimse yoktu. Bir anda beni tedirgin eden mezarlık ve buz gibi gelen mezar taşı değişti, taşın sıcaklığını
ve mezarlığın da beni tedirgin etmediğini fark ettim. Boyama işi bittikten sonra, itinayla boya malzemelerini çantasına yerleştirdi. Ellerini açıp son görevi olan duasını okudu “merak etme tekrar geleceğim”
diyen hüzünlü bakışlarıyla son kez yakınına (mezar taşına) baktıktan sonra çantasını alıp ağır adımlarla
uzaklaştı.
Doğanay SEVİNDİK
İnsan Olabilmek…
Fotoğrafı yaşam biçimi haline getirirseniz bazen ailenizden, eşinizden, sevdiklerinizden ve işinizden
ayrı kalabilirsiniz. Çünkü “O An” orada olmak zorundasınızdır.
“O İnanç Töreni” yılda bir kez ve sadece 18 Ocak günü yapılıyor. O gün eşimin doğum günü idi. Telefon
ederek kutlamayı ihmal etmedim tabi ki… Proje sorumlumuz Serpil Yıldız ile uçağın kalkış saatinden bir
saat önce Esenboğa Havalimanında olmamıza rağmen ne Serpil, ne de ben uçağın kalkış anonsunu duymadığımız gibi uçuş tabelasında da görmedik. Diyarbakır uçağı ne zaman kalkacak diye sorduğumuzda
az önce kalktı dediler. Olacak iş değildi… Bizim ertesi gün sabah törenin yapılacağı köyde olmamız
gerekiyordu. İstanbul aktarmalı maceralı bir yolculuktan sonra 18 Ocak 2001 günü Urfa’ya bağlı köye
zamanında ulaştık. Muhtarın evinde yaptığımız kahvaltıdan sonra törenin yapılacağı yere gittik.
Yerleri kilim kaplı, duvar kenarları yastık ve minderlerle çevrili yaklaşık elli metrekare büyüklüğündeki
tek odalı bir eve gittik. Soba yanmadığı için oda içi soğuktu. Onlar üşümediklerini söylüyordu, ama bize
soğuk geldi. Ellerim ve ayaklarım üşüdü. Kalabalığın artması ile birlikte odanın içi hafiften ısındı da
rahat fotoğraf çekebildim… Köyün en yaşlısı olarak görünen kişinin yönettiği törene 18 yaşından büyük
sadece erkekler katılabiliyor. Törene ilk kez katılanlar herkesin huzurunda sorulan sorular ve alınan
yanıtlarla “kabul” edildi. Bildiğimiz eski gaz lambası tören sonuna kadar söndürülmedi. İnançları
gereği törene katılanların ayaklarında çorap yoktu. Tören yaklaşık üç saat sürdü. Tören sırasında oda
içerisinde gezinen koyunlar kesildi, yemekler hazırlanmaya başladı. Diyarbakır’dan kalkacak uçağa
yetişebilmek için yemeğe kalamadık. Diyarbakır’a gidip de, tiyatro sanatçısı Turgay Kılıç’ı görmeden
gelmek olmazdı tabi ki.
Bir ülkedeki farklı inançlar o ülkenin kültürel zenginliğini gösterir. Aynı ülkede yaşayıp farklı inançlara
sahip insanları tanımak ve inanç törenlerine tanık olmak farklı bir duygu.
Kim? Nereli? Hangi ırktan? Hangi mezhepten? Hangi din ve inanca sahip? Beni hiç ilgilendirmiyor…
Merak da etmiyorum. Başkaları da beni merak edip sorgulamasın… İNSAN olabilmeyi başarabilirsek ne
mutlu bize…
Gülser GÜNAYDIN
Proje uzun sürdü…
Çok daha uzun süren ana projenin içinde ayrı bir başlıktı...
Ana proje Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yapılan büyük barajın bölgeye getireceği değişimlere tanık
olmak ve belgelemekti...
Ama çok daha fazlası yapıldı...
Bölgedeki değişim sadece yapılan barajdan etkilenmedi: Zamandan, siyasi gelişmelerden, teknolojinin
nimetlerinden ve kürselleşen dünyamızdan da doğal olarak nasibini aldı...
Gördük ki; hızlı şehirleşme her yeri birbirine benzetse de, teknolojinin baş edilemez istila gücünün farkına varsak da yine de o topraklara ait olanlar, gördüklerimiz muazzamdı...
İnsan üzerinde yaşadığı toprakların kendine has özelliklerinin tam ayırdında olmayabilir. Ama oralara
ait neşe, üzüntü, kederin sebeplerini, bazı sözcüklerin derin anlamlarını bilir, bilmese de hissedebilir.
Ortak kavrayışlar, bazen de isyanlar oluşabilir.
Peki ya inançlar...
Bana göre; ne kadar farklı ritüelleri olsa da aslında yeryüzünde tüm inançlar aynı işe yarıyor. Daha kanaatkar, sakin ve iyi bir insan olmaya... Buna rağmen inançlar hakkında konuşmak, yorum yapmak bile
halen birçok yerde hassas bir konu. Tarih boyunca en büyük savaşların ve katliamların din için yapılmış
olması unutulmuyor, korkutuyor...
Bir yandan nesilden nesile geçen büyük dinler, peygamberler, kültür kalıntıları, miraslar, alışkanlıklar,
bilgiler, beceriler ve davranışlar, bir yandan da şehirleşme, iletişim, cep telefonları, inşaat ve yol sektörü, moda diziler, değişip birbirine benzeyen eşyalar ve yerel ve dini kıyafetleri tamamlayan fason marka
tişörtler. Bu değişimlerin bir kısmına olumlu bakamasam da anlamak ve biraz da kabullenmekten başka
ne yapabilirim?
Şahsım adına benim hissettiğim; sadece inanç çeşitliliği ve zenginliği değil, sanki tarih öncesinden bu
günlere kadar zamanda bir yolculuk, açık hava müzesi...
Kadir EKİNCİ
Âmin/Amen sergisi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde var olan çeşitli dinlerin, bölgenin kültürel ve sosyo
ekonomik yapısına olan etkisini, kaybolan ya da kaybolmaya yüz tutmuş değerlerinin, gelenek ve göreneklerinin birbirleriyle olan etkileşimlerini fotoğraflarla irdeleyen belgesel bir çalışma olarak, geleceğe
kalıcı bir belge bırakarak bunu ülkemize ve dünya kamuoyuna sunmayı hedeflemişti.
Bu çalışmanın, inanç farklılıkları, yaşam biçimleri, bölgesel özellikler ve farklılıklar, neredeyse ilk insanlara dayanan antik geçmişin tanıtılması ve bunların gelecek kuşaklara aktarılması hususunda amacına ulaştığını düşünüyorum.
Böyle bir projenin fotoğraf ekibinde yer aldığım için memnunum. Bu vesile ile ben de bölgeyi daha yakından tanıma ve inanç farklılıklarını yerinde izleme fırsatı buldum.
AFSAD’ın bölgeleri belgelemeyi amaçlayan benzer çalışmalara devam etmesini diliyorum. Bu tür çalışmaların bölgesel değerlerin korunmasına, bölgenin kalkınmasına ve turizme katkı sağlayacağına inanıyorum.
Mehtap YILDIZ
Yüzyıllardır, medeniyetlere ev sahipliği yapmış, kültürleri harmanlamış, sarıp sarmalayıp kucaklamış
Güneydoğu Anadolu’da 1989’dan bu yana yaşamı belgelemeyi amaçlayan uzun soluklu fotoğrafik projeler yürütüp de; bu çok renklilik içinde, insanların yaşam tarzlarını yönlendiren inançları görmemezlikten gelmek çok büyük bir eksiklik olacaktı.
Araştırma ekibimizin yaptığı ön çalışma, GAP ile yürütülen projeler nedeniyle uzun yıllara dayanan
bölge tanışıklığı ile birleşince, kendi adıma çok zorlanmadım diyebilirim. Ancak konunun öznelliği ve
hassasiyeti bizi çok daha planlı, dikkatli ve özenli çalışmaya yönlendirdi. Çalışmanın zamana yayılacağı belliydi. Ben de ilk çalışmalarda ve geçen yıl gerçekleştirilen son çalışmada yer aldım. Başlangıçtan
bugüne geçen 13 yılda fotoğraf teknolojisinin analogdan dijitale sıçraması, siyah-beyaz negatif ve dia
pozitiflerle yaptığımız ilk çekimlerimize de başka bir anlam kattı ve değerli kıldı.
Çekimlerde rahatsızlık vermemek için ikili, üçlü küçük ekiplerle çalıştık. Gittiğimiz mekânlarda, bölge
insanı ile sözel iletişim kurup, yakınlık sağlamadan, güven oluşturmadan çekim yapmadık. Özellikle iç
mekân çekimlerinde, kilisede de camide de kılık kıyafetimize, davranışlarımıza, ibadete engel olmamaya
çok dikkat ettik. Bu anlamda, kimi yerlerde biz kadınlar, kimi yerlerde erkek arkadaşlarımız avantajlı
oldular. Bu hassasiyetlere saygı ve özen göstererek örnek bir ekip çalışmasıyla görev bölümü yaptık.
İçten davrandık, bize evlerinin, inançlarının, kalplerinin kapılarını açtılar. Kadınlarla iletişim bizden
sorulurken, özellikle cami, namaz görüntülerinde erkek arkadaşlarımız daha şanslıydı. Gittiğimiz bir
düğünde, onlar rahat çekim yapabilsin diye bir buçuk saat boyunca aynı figürle halay çekmekten sağ
ayağımı hissetmez hale gelsem de, sonunda alnımıza yapıştırılan bahşişle paylaşılan sevince ortak
olabildiğimizin kanıtlanması, orada hiç fotoğraf çekememek pahasına çok anlamlı ve güzeldi.
İlk iletişimde, özelin paylaşılmasının verdiği bir çekingenlik oldu elbette ama, Şanlıurfa’da bir türbede
bir kadının “Oğlum bile benim fotoğrafımı çekemez!” diyen tatlı sert uyarısı dışında başka bir dirençle
16 17
AFSAD
karşılaşmadım. Hangi inanç ve kültür olursa olsun, özün sevgiye ve saygıya dayandığına tanıklık etmeyi
insanlık adına umutlandırıcı buluyorum. Ayrıca bu projenin her birimizi içsel olarak da zenginleştirdiğinden ve geliştirdiğinden kuşkum yok.
Emeklerin sonucunu derli toplu görmek, heyecan verici... Güneydoğu Anadolu’da bunca yıldır sürdürülen bulmacanın en önemli parçaları tamamlanırken, bir parçasında da bir AFSAD’lı olarak emeğimin
bulunması güzel bir duygu ve onur verici bir deneyim...
Nureddin ÖZDENER
BAHE VE SAVME’YE HÜRMETEN,
ÖTEKİNİ SEVMEK KADERİM OLDU.
SEVİYORUM.
Yıllar,
yıllar sonra,
Deyrulzafarân’ın tarihi kanepelerinde çayımızı yudumlarken, Ankara’dan gelen misafirimle birlikte,
Rahip Gabriel,
artık bir arkadaştan öteydi. “Dostum” diye tanıtıyordu beni, bizim yıllara dayanan dostluğumuz var.
Gözlerimin önünden otuzaltılık film şeritleri gibi kare kare geçiyor yıllar, imgeler, Gabriel, İbrahim,
Jozef, Mansur, Hanna, Samuel, Melki, İshak, Savme ve en son yitirdiğimiz BAHE,
portreleri… belgesel fotoğraflar, insanların SURETLERİ.
Vaftiz, evlilik, defin törenleri, paskalyalar, Noel törenleri,
yüzlerce binlerce kare. Kimi çekilmiş kimi ise hiç filme, ekrana, vizöre yansımamış. Anlar.
Yaşanmış bir dostluk, beni daha güçlü, daha sevgili kılan ötekinin varlığı.
Hiçbir zaman öteki olmadılar benim için, Mardin’de hep beraber olduk. Sevdim, sevildim. Saydım, sayıldım.
Yedim, yedirdim.
Fotoğraf; 3. göz sağladı bunu,
Evet,
Evet.
3. gözle baktım. Bakmaktan öte gittim. Gördüm.
Görmekle yetinmeyip,
göstermeye çalıştım. AME(İ)N sergisi bu yolun bir virajı, bu yol hiç bitmeyecek.
Sergilerde, gösterilerimde, konuşmalarımda hep oldu, benim değerlerime hep olumlu katkı sağladı.
Camideyken kilisenin çan sesini duymak.
Ne çok fotoğrafını çekmiştim ben bu dostlarımın.
Ne çok kişi götürmüş, randevu almış, tanıştırmıştım.
On yıldan fazla oldu. AFSAD’tan arkadaşımla, akşamı orada geçirdiğimiz günü dün gibi hatırlıyorum.
Hava karardıktan sonra dönmüştük, Mardin gerdanlığının parçası olmaya.
Kaç kişiye nasip olmuştur Deyrulzafarân’da gece fotoğrafı çekmek, bilmem, birlikte gittiğimiz arkadaşlarla, akşam yemeği yediğimiz de olmuştur, cömert sofradan.
Çok harika duygudur:
Deyrulzafarân kapısının sürgüsünün ve çankalının karanlığı yırtan sesini duymak.
Çektiğim fotoğraflar kadar çekmediklerim oldu tabi. Tadını çıkardığım, sadece kendim için, o an için
belki de sansasyonel olacak, ilgi çekecek fotoğrafları çekmedim ben, elim deklanşöre gitmedi. Karta bürünen böyle fotoğraflar olduysa yırttım. Attım.
Solan renkleri çekerken, farklı kültürleri izlerken, önemli olanın bu olduğunu düşünüyorum. Benden
sonra fotoğraf çekmek için geleceklere zarar verecek davranışlarda bulunmamak. Farklı algılar yaratmamak. Ödül için fotoğraf çekmemek. Fotoğraf ödüle layık olabilir, ödüllük olabilir o başka konu…
Bir ayinin bir törenin öznesi olmadım hiç. Hep görünmez kılmaya çalıştım kendimi. Önce dinledim.
Ayini yönetenle, yetkiliyle, bir arkadaşla, bir dostla göz göze gelmeye çalıştım. Sonra deklanşöre bastım.
Yıldır,
makinem, objektiflerim, vizörüm, deklanşörüm, hep MERHABA’mın, gülümsememin, samimiyetimin
arkasında kaldı.
MERHABA….
Orhan KÖSE
Daha önce Güneydoğu’daki çeşitli illerden gelip, Ankara’da naylon çadırlarda kalan, misafirperver ve
candan mevsimlik işçilerle çok yakından tanışmıştım. Bu projeyle yöre halkını sürekli yaşadıkları bölgede daha yakından tanıma fırsatı buldum. Birçok inanç grubunun birlikte barış içinde yaşadığı bu
bölgede, dini inançların halk üzerinde çok etkili ve önemli bir rol üstlendiğini gördüm. Proje ekibiyle
konuyu fotoğraflara iyi aktardığımıza ve sonunda güzel bir sergi hazırlandığına inanıyorum. Projede
emeği geçen herkese teşekkürler.
Selim AYTAÇ
AFSAD’ın GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı ile ortaklaşa olarak 1995 yılında başlattığı ve proje
kapsamındaki alanda değişimi/dönüşümü belgelemeyi amaçlayan beş projenin tamamında yer almış
bir fotoğrafçıyım. Bundan tam 19 yıl önce ilk kez adım attığım bölgeyi, proje dışında da yapmış olduğum çeşitli geziler boyunca, enine boyuna epeyce tanıdığımı düşünüyordum. Ta ki bölgedeki İnançlar/
İnanışlar başlıklı çalışmaya başlayıncaya kadar. Konuya bir ucundan girdikten sonra katman katman ne
kadar derin, farklı ve bambaşka inanç ve inanışların bölgede hâkim olduğuna tanıklık ettim.
Oldukça kısıtlı bir zaman dilimi içinde çekimlerimizi yetiştirmeye çalıştık. Peki kolay mı oldu, bu kadar
kısıtlı bir süre içerisinde tüm bu farklılıkları kolaylıkla görüntüleyebilmek? Hiç kolay değil şüphesiz.
Hatta neredeyse imkânsız. İşte bu noktada proje odaklı, belgesel fotoğraf çalışmasının sırrı devreye
giriyor. Çekimler öncesi proje yürütücüsü arkadaşımız Serpil Yıldız önderliğinde yapılan ayrıntılı
alan çalışmaları, bölgede yaşayanlarla yıllar boyunca kurulmuş olan karşılıklı güvene dayanan sağlam
dostluklar açtı bize pek çok kapıyı.
Peki tam anlamıyla anlatabildik mi meramımızı, aktarabildik mi tüm gördüklerimizi, gözlemlerimizi izleyicilere? Sergiyi gezerlerken eşlik etme şansı bulduğum pek çok izleyici, ki bazıları çeşitli dönemlerde
bölgeyi gidip görmüşler ve gezmişlerdi, kendilerini bambaşka büyülü bir atmosfer içinde hissettiklerini,
gördüklerinden çok farklı bir dünyayı önlerine getirdiğimizi ifade ettiler. O anlamda, evet başarılı olmuştuk.
Oysa şimdi dönüp elimizdeki malzemelere bakınca buzdağının yalnızca ucunu yansıtabildiğimizi düşünüyorum. Ancak şöyle bir ucundan dokunabildiğimiz, ayrıntılı çalışıp da yalnızca üç, beş kare ile sergiye
ya da kataloğa alabildiğimiz o kadar çok konu, yaşam ve inanç var ki. Her biri başlı başına ayrı birer
sergi konusu.
Buna benzer proje bazlı çalışmaların yerleşmesi ve yaygınlaşması, tek tek fotoğraflarla yarışmadan yarışmaya koşuşturma kolaycılığıyla oyalanan fotoğraf dünyamıza ve derneklerimize örnek olması en büyük dileğim.
18 19
AFSAD
Serpil YILDIZ
Proje Yöneticisi
Bereketli Hilal’in, Yukarı Mezopotamya’nın kalbi; bağrına hazineler
nakşetmiş topraklarıyla kültürlerin, uygarlıkların beşiği; inanışlar,
inançlar zengini Güneydoğu Anadolu...
Bu topraklarda son bulmuş avcıtoplayıcılık, bu topraklarda doğmuş tarım, yerleşik yaşam...
Tarih öncesi çağlardan beri ev sahipliği yaptığı her kültürün, uygarlığın izleri dokusuna, yaşantısına,
yaşamına sinmiş...
Hassuna, Samarra, Halaf, Uruk,
Akad, Babil, Hitit, Hurri-Mitanni,
Asur, Arami, Med, Pers, Makedon,
Selevkos, Agbar, Ermeni, Roma,
Sasani, Bizans, Emevi, Abbasi,
Selçuklu, Artuklu, İlhanlı-Moğol,
Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevi,
Osmanlı gibi pek çok farklı kültür
ve uygarlığa ev, yurt, kimi zaman
da barınak, sığınak olmuş Güneydoğu Anadolu...
Kültürler gibi, onlarca bin yıldan
günümüze kalan izler de iç içe.
Aynı mekan ya da yerde, art arda
sürdürülen farklı kültürel yaşamlardan kalanlar, uzmanların bile
ancak özel incelemelerle ayıracağı
nitelikte. Bir zamanlar pagan bir
tapınaktı belki, sonra kilise ya da
manastır, şimdi cami ya da medrese ya da bir müze, belki de bambaşka bir şey...
Bu yüzdendir belki, farklılıklarıyla
hâlâ bir arada yaşar insanı. Camilerinde ezan, kiliselerinde çan sesleri, oruç ya da bayramları çakışır
bazı vakitlerde. Güneş her gün doğar, batar; ama, bazıları için daha
anlamlı.
Eğlenceyse söz konusu, düğünler benzer birbirine, ne kınasız ne
zurnasız ya da davulsuzdur bazen;
inanç derseniz eğer, ayrılır yollar
eğlence vaktine kadar. Kimi sünnet kimi de vaftiz olur. Yakıcıdır,
ortaktır acı; farklı olsa bile ritüeller cenazelerde.
İç içe geçmiştir yabancılıklar, iç
içedir sindirilmiş dostluklar. Bazen
çok yakın kılar sorunlar, bazen de
bu yakınlıktır sorunun kendisi.
Yine de bir ananın rahminde
başlar hayat; ve neye inanırsanız
inanın, toprakla biter, bu topraklarda... Toprağına gömülmek ister
buralı insan, doğup da koklamışsa
havasını, içmişse suyunu memleketinin. Ayrılık acıdır; hasret ve
hüzün kokar türküler bu topraklarda...
Bu coğrafyada, taş aynı taş, toprak
aynı topraktır on binlerce yıldır;
değişen ne mi? “Belki yalnızca insan!? ... Belki de onun yaşam biçimi!? ...”
* Amen Projesi Katalog yazısından alınmıştır
f: Selim AYTAÇ
f: A. Kadir EKİNCİ - Sınır Geçişi / Ceylanpınar
f: Asuman ERGÜNEY - İslam Mimarisi
f: Dilek BAL - Süryani Kadın
20 21
AFSAD
f: Nurettin ÖZDENER / Düğün
f: Mustafa ERTEKİN - Noel
f: Aynur ÜLKER
f: Erol BÜYÜKYAZICI
f: Gülser GÜNAYDIN - Hristiyan Ayini
22 23
AFSAD
f: Mehtap YILDIZ
f: Serpil YILDIZ - Alevi Köy Düğünü / ADIYAMAN
24 25
AFSAD
f: İbrahim GÖĞER
f: Orhan KÖSE
f: Özcan YURDALAN
26 27
AFSAD
f: Doğanay SEVİNDİK
f: A. Kadir EKİNCİ / Eyüp-Nebi
f: Serpil YILDIZ - Düğün / SURUÇ
f: Serpil YILDIZ - Hristiyan Pazar Ayini
Mor Barsavmo Kilisesi / MİDYAT
28 29
AFSAD
f: Orhan KÖSE
f: İbrahim GÖĞER - Müslüman Kurban Pazarı
f: İbrahim GÖĞER
f: Dilek BAL
f: Selim AYTAÇ - Müslüman Türbe Ziyareti
30 31
AFSAD
f: Mehtap YILDIZ - Düğün / MİDYAT
f: Özcan YURDALAN
f/64
Doğaçlama
“GEZİ’DEN SONRA HİÇBİR ŞEY AYNI OLMAYACAK”
Mayıs - Haziran
PEKİ YA FOTOĞRAF ? *
Özcan YURDALAN
Fotoğrafçı, Yazar
[email protected]
Türkiye toplumu tarihinin en
önemli dönemeçlerinden birinden geçerken hiç olmadığı kadar
çok sayıda görüntü kaldı geride.
Şehrin merkezinde, en göz
önündeki
meydanlarında
yaşananlar
kadar,
merkeze
uzak mahallelerinde ve ara
sokaklarında olup bitenler de
görsel kayda geçti. Yer ile gök
arasında cereyan eden ne varsa
hepsi sanal ortamda görüntü
olarak yeniden üretildi, belli
maksatlarla,
belli
alanlarda
dolaşıma salındı.
Taksim Gezi Parkı’nda mevzi bir
tepki halinde başlayıp topyekûn
bir itiraz halini aldıktan sonra isyana dönüşen hadise, siyasal, sosyal ve kültürel etkileriyle
uzun süre tartışılacağa benziyor.
Kuşkusuz bugün yapılacak değerlendirmeler “erken” diye tanımlanma riski taşıyor. Alışık
olmadığımız bu büyük toplumsal
hareketin verilerini gerektiği gibi
ve yeteri kadar toplayabildiğimizi
henüz söyleyemeyiz.
Lakin hiç bir toplumsal hareketin
ardından bu kadar kısa sürede ve
bu kadar çok sayıda yayın yapılmadığını dikkate almalıyız. Taksim Meydanı polis marifetiyle boşaltıldıktan hemen sonra kitapçı
raflarını doldurmaya başlayan
yayınları ekranlarda beliren yapımlar takip etti. Belki de tanıklıkları kaydetme telaşı içinde bir
tür seferberlik başladı diyebiliriz.
Çekenler göstermeye, yazanlar
okutmaya, tanıklar anlatmaya çalışıyordu. Halâ öyle.
Haftalar süren ve toplumsal, siyasal etkileriyle birlikte şahsi moral
çalkantıları da bir yıldır devam
eden Gezi, başlangıçtan itibaren
32 33 AFSAD
görsel kayıtçıların ilgi alanına girdi. Kimileri için sürecin başlangıcı, park ve meydanın merkezi
kararla düzenlenmesine karşı çıkan Taksim Dayanışma tarafından başlatılan ilk kampanyaydı,
kimileri içinse gaz fişeklerinin ilk
patladığı, çadırların ilk yandığı
anlardı.
Direnişçiler tarafından uygulanan
yöntemler, dile getirilen talepler
ve kullanılan üslup, alışılmışın
oldukça dışındaydı, bu sayede
küresel isyan literatürüne girecek
önemli pratikler yaşandı. Çeşitli
biçimler alarak evrilip dönüşen
direniş, görsel kayıt tutmaya çalışan fotoğrafçı ve videografçılar
için önemli verilerle doluydu.
Görüntüler direnişçilerin enformasyon edinmesinde olduğu kadar moral değerlerinde, duygu
dalgalanmalarında da etkili oldu.
Şimdiye kadar yaşadığımız toplumsal hareketler içinde en geniş
etkiyi geleneksel medyada olduğu
kadar alternatif mecralarda dolaşan görüntüler yarattı. Bu durum
görsel haberciler kadar güvenlik
güçleri tarafından da fark edildi.
Kolluk kuvvetleri ilk haftadan itibaren fotoğraf çekilmesini engellemek maksadıyla tedbirler aldı.
Bu tedbirler arasında basın kartı
kontrolünden, hedef gözeterek
plastik mermi ve gaz fişeği kullanmaya, hakaretten kaba dayağa kadar pek çok yöntem devreye girdi.
İsyana tanık olanlar, ister
fotoğraf ister video çeksin,
ister meslek icabı ister merak
saikiyle bu işi yapsın, görsel
kayıtçı olarak sürecin bir parçası
haline geldi. Gezi Parkı işgalini,
Taksim Meydanı’ndan sokaklara
yayılan direnişi görüntüleyen
binlerce kişinin topluca bir
hafıza yaratma gayretine tanık
olduk. Fotoğrafçılar isyanın her
yerinde ve her anında bulunmaya
çalıştılar,
hiçbir
tanıklıktan
eksik kalmamak için olağanüstü
gayret gösterdiler. Olayın hem
içinden hem de dışından bakarak
hikâyesini naklettiler. Ortaya
çıkardıkları her görüntü, tanık
oldukları olayın aynı zamanda
kendi zihinlerindeki tezahürüydü.
Çektikleri fotoğraflar taşıdıkları
enformasyonla, ortaya çıkardıkları
yorumla ve yarattıkları atmosferle
öncelikle fotoğrafçısının zihinsel
düzeneklerini etkiliyordu, sonra
görüntüler
dünyasına
giren
herkesi.
Bu kitap Gezi direnişinde üretilen
görsel tanıklıklarla ilgilenirken,
nakledilen görüntülerin fotoğrafçıların zihnindeki bağlamlarını da
anlamaya çalışıyor.
Fotoğraf kendi başına nedir ki?
Hiç.
Al karşına koy, o sana baksın sen
ona.
Zoraki anlamlandırma çabalarına girişilmezse eğer, fotoğrafçı ile
fotoğrafı çekilen arasında kalacak
bir ilişkidir bu ve bu bakışma haliyle bile gayet değerlidir.
Çeken ile çekilen arasındaki
alışveriş,
izleyicinin
devreye
girmesiyle birlikte farklı bir
paylaşım düzlemine taşınır. Özel
boyuttan sıyrılıp genele dair
göndermeler kazanmaya başlar.
Bir fotoğrafı anlamlandırma
süreci
esas
olarak
izleyici
tarafından bir bağlam kurma
faaliyetidir. “Göz görmez, bilinç
görür” lafı ne kadar doğruysa,
“fotoğrafların anlam kazanması
ancak bağlamın kurulmasıyla
mümkün olur” lafı da o kadar
doğrudur. Bilinç ve bağlam
olmadan fotoğraf kendi başına
nedir ki?
Bu kitap bir isyanın görsel kayıtçılarının hadiseye bakarken hangi
perspektiflere sahip olduklarına
ve fotoğraflarını nasıl anlamlandırmalarına dair ipuçları sunmaya çalışıyor. Fotoğrafçılarla yapılan mülakatlara görseller eşlik
ediyor.
Sözü görüntülerin önüne koymaya çalışan Bir İsyanı Fotoğraflamak kitabının hazırlık çalışması
15-30 Haziran 2013 tarihleri arasında tamamlandı.
Fotoğrafçılıkla ilişkisini farklı
fazlarda kurmuş altmış iki kişiyle
4 Temmuz ile 5 Ağustos 2013 tarihleri arasında bir dizi mülakat
yapıldı. Ortalama birer saat süren
görüşmeler öncesinde sohbetin
eksenini oluşturacak sorular fotoğrafçılara yollandı. Bu sırada
direnişin artçı sarsıntıları devam
ediyordu. Toplam yüz on saat
tutan mülakat kayıtları deşifre
edildikten sonra 1170 sayfalık doküman ortaya çıktı. İlk aşamada,
sadeleştirilen metinler görüşmenin yapıldığı fotoğrafçıyla paylaşılarak içerik kontrolü yapması
istendi. Kontrolden dönen metinler üstünde tekrar çalışıldı, sayfa
düzeni yapılmış halleri ikinci kez
sözlerin sahibiyle paylaşıldı. Bu
aşamanın ardından içerik yayına
hazır geldi.
Mülakatları izleyen süreç büyük
oranda imeceyle gerçekleşti. Bu
sayfalarda teşekkürlerimle bir kez
daha anmak istediğim arkadaşlarım çalışmanın çeşitli aşamalarına gönüllü olarak destek verdiler.
Bir İsyanı Fotoğraflamak kitabının hazırlanmasına ilham veren
nedenlerinden biri Türkiye’de bu
güne kadar en kalabalık fotoğrafçı katılımının Gezi hadisesinde gerçekleşmesiydi. İstanbul’da
pek sık yapılan hak ve özgürlük
eylemlerindeki katılımcı sayısını
kat kat aşacak kadar çok sayıda
fotoğrafçı alanlardaydı. Rahatça
söylenebilir ki görsel kayıt tutmak
ve tanıklıkları görüntüler halinde
nakletmek bu süreçte bir eylem
biçimi haline geldi.
ajanslar ve fotoğraf kolektifleri
için çalışan fotoğrafçılar,
- Bireysel fotoğrafçılar ve foto aktivistler,
Bu kitabın hazırlanmasına yol
açan diğer neden ise yaralanan
fotoğrafçı sayısının hayli yüksek
olması, yaraların hayati mahiyet
taşımasıydı. Başta Fotoğraf Vakfı
olmak üzere çeşitli fotoğraf kurumları şiddete uğrayan görsel
haberci listeleri ve kınama bildirileri yayınlandı. Aynı zamanda
deneyim ve donanım eksikliği
nedeniyle ortaya çıkan bu tablo
fotoğrafçıların sahip olması gereken bir meslek örgütünün eksikliğini de gösteriyordu.
- Sanat fotoğrafçıları
Kitapta yer almak üzere görüşülecek fotoğrafçılar konusunda herhangi bir sınırlama ya da
özel bir seçim yapılmadı, büyük
oranda “serbest çağrışım” denilecek kadar ferah bir yol izlendi.
“İyi”, “ünlü”, “ önemli” fotoğrafçı
gibi tanımlamalar kaale alınmadı,
farklı değerler üstünden görüşme talebinde bulunuldu. Çağrı
yapılan yüz kadar fotoğrafçının
önemli bir kısmı olumlu yanıt
verdi, bir bölümü ile sürekli ilişki
sağlanamadığı için süreç tamamlanamadı, az sayıda fotoğrafçı ise
çalışmaya ilgisiz kaldı.
Fotoğrafçılarla yapılan sohbet
aşağıdaki sorular çerçevesinde
cereyan etti:
Cep telefonuyla anında görüntü
oluşturup binlerce kişiye ulaşabilen “yurttaş fotoğrafçılar” bu
kitabın özneleri arasında çok büyük yer tutmakla birlikte onlar
sayesinde boyut kazanan süreç
hemen her fotoğrafçının dikkatini
çekti. Zaman zaman haberciler,
belgeselciler, serbest çalışanlar
da olmak üzere görüntü kaydeden
herkes aynı zamanda yurttaş muhabir edasıyla çalıştı.
Görüşülecek fotoğrafçıların altı
kategoride temsiliyet taşımasına
özen gösterildi.
- Dünya medyası için çalışan fotoğrafçılar,
- Ana akım memleket medyası
için çalışan fotoğrafçılar,
- Alternatif medyalar, bağımsız
Görüşülecek fotoğrafçıların;
İstanbul’daki
bulunmaları,
eylem
alanında
Sürecin önemli bir kısmını ve bir
direniş gününün büyük bölümünü bütünlük taşıyacak şekilde izlemeye çalışmış olmaları,
Direniş alanlarındaki ya da parktaki günlük yaşam organizasyonuna tanık olmaları önemsendi.
- Taksim Gezisi işgali ve direnişini bize nasıl anlatırsınız? Sizi
şaşırtan, etkileyen ne vardı?
- Gezi işgalinde ve direniş sırasında dikkatinizi çeken ne vardı,
en karakteristik özellik neydi?
- Geziye ilişkin hükümetin planlarından ve karşı taleplerden ilk
ne zaman haberiniz oldu? Nasıl
öğrendiniz?
- Gezi’de eylemlerin başladığını
nasıl haber aldınız?
- Fotoğrafların ana akım medyada, alternatif medyada, sanal
ortamda ve sosyal medyada
kullanılması süreçte nasıl bir
rol oynadı? Fotoğraflarla gelen
enformasyonun güvenilirliğini
nasıl anlayabiliriz?
- Gezi’de fotoğraf çekmeye nasıl
karar verdiniz? (Foto muhabirlerinin görev alma hikâyesi(?))
- Daha önce gerilimli-çatışmalıriskli ortamlarda çalıştınız mı?
- Çekimlere gitmeden önce nasıl
bir hazırlık yaptınız? Nasıl bir
donanımınız vardı? Kendinizi
ve ekipmanınızı korumak için
ne gibi önlemler aldınız?
- Hazırladığınız bir çekim planı,
bir çalışma stratejisi var mıydı?
- Aradığınız bir fotoğraf var mıydı?
- İşgal ve direniş sırasında temel
motivasyonunuz neydi? Flaş,
çarpıcı, etkili, aksiyon dolu
bir görüntü mü arıyordunuz?
Olan bitenin arkasındakilerin
izini fotoğrafla sürmeye mi
çalışıyordunuz?
- Taksim Gezi işgali ve direnişini genel olarak üç başlıkta değerlendirirsek bunlardan birine park içindeki günlük hayat,
ikincisine eylemler-gösteriler,
üçüncüsüne de barikatlar ve
çatışmalar alanı dersek en çok
hangi ortamda çalışırken daha
verimli ve başarılı hissetiniz
kendinizi?
- En çok nerede bulundunuz? Ortam nasıldı?
- Kadın fotoğrafçı olarak çalışmanın getirdiği fazladan zorluklar
nelerdi? Gerek güvenlik güçleri,
gerekse direnişçiler tarafından
ne türden engellerle karşılaştınız? (Kadın fotoğrafçılar için)
- Direniş boyunca karşılaştığınız
ve sizi en çok etkileyen görüntü
neydi? (Çektiğiniz ya da çekmediğiniz)
- Çekimler sırasında nasıl bir
düşünsel ve duygusal konum
aldınız? Kendinizi eylemci gibi
mi yoksa tanık fotoğrafçı gibi mi
hissetiniz? Oradaki varlığınızı
nasıl
bir
moral
konuma
yerleştirdiniz? Bu iki tutumun
birbirine olumlu ya da olumsuz
etkileri
nelerdi?
(Bağımsız
çalışan fotoğrafçılar için)
- Çekimlerin arasında en başarılı
bulduğunuz fotoğrafınız hangisi? Çekim hikâyesini anlatır
mısınız?
- Diğer fotoğrafçıların çektikleri
arasında direnişi anlatan en başarılı fotoğraf hangisi?
- Teknik olarak ne tür sorunlarla
karşılaştınız?
34 35
AFSAD
- Çekimler sırasında en zorlandığınız / en yüksek risk altında
kaldığınız, korktuğunuz durumu anlatır mısınız?
- Eylemler sürecinde iki tarafında tutumunda, davranış ve
yöntemlerinde, dilinde, tarzında sizi olumsuz etkileyen neler
vardı?
- Fotoğraf çekerken diğer fotoğrafçılarla yardımlaşmanız oldu
mu? Birbirini engellemeler oldu
mu?
- Mesleki olarak bir güvenceniz,
üyesi olduğunuz meslek kuruluşu var mı? İstenmeyen bir durum meydana geldiğinde gerek
bedeninizin, gerekse ekipmanınızın görebileceği zararların giderilmesi için ne yapabilirsiniz?
- Serbest çalışan fotoğrafçıların
ve kadrolu muhabirlerin haber
verme haklarını ve özlük haklarını savunacak bir meslek birliğine, sendika veya benzer kuruma ihtiyaç hissetiniz mi?
- Dolaşıma sokacağınız fotoğrafları seçerken nelere dikkat
ettiniz? Fotoğraflardaki hangi
unsurlar seçim kararlarınızı etkiledi? (Foto muhabirleri için
ayrıca; gazete/dergideki editoryal işleyiş nasıl oldu?)
- Fotoğraflarınızı nasıl dağıttınız,
nerede yayınlatmayı, nasıl değerlendirmeyi düşündünüz?
- Stresli-çalışmalı ortamlarda fotoğrafçılık yapabilmek için size
hangi özelliklere sahip olmak
gerekir?
- Taksim Gezi işgali ve direnişinden fotoğrafçılar olarak ne gibi
dersler çıkarabiliriz?
Kitaptaki mülakat metinlerini yayına hazırlarken soruları aradan
çıkararak daha akıcı bir metin
halinde kurgulamaya çalıştım. Bu
sayede okuyucuyla fotoğrafçıyı
baş başa bırakmak istedim.
Bu çalışma sırasında yüz yüze
görüşme imkânı bulunmadığı
için yazışarak yapılan mülakatlar
editoryal nedenlerle kitap kapsamına alınmadı. Tamamlanan
görüşmelerden bazıları da fotoğrafçıların çalıştıkları kurumların
ilkesel tutumu nedeniyle yayın
izni alamadı.
Bir İsyanı Fotoğraflamak kitabına girerken nedenleri ve nasılları
anlatmaya çalışan bu yazıda, olabildiğince ciddiyetle sürdürmeye
çalıştığım kelama iki anekdot düşerek ferahlık kazandırmaya çalışayım: Bunlardan biri barikatlar
tarafında yaşanmış, diğeri polis
tarafında.
Anlatılan o ki, Direnişçilere gaz
bombası atmak üzere vaziyet almış duran bir polis, namludan
çıkacak alevle birlikte gaz fişeğinin ateşlenme anını en yakından
fotoğraflamak için gayret gösteren çok sayıdaki fotoğrafçıya pek
de alışılmadık bir tepki gösterir:
“Gelin bari ağzıma girin.” Bir başka yerde bir başka sahne yaşanır:
Taksim’deki barikatların birinde,
muhtemelen Cihangir tarafındaki
bir barikatta, tahkimat faaliyetinin hummalı bir biçimde sürdüğü
sırada polisin gazlı, TOMA’lı, su
bombalı alışıldık müdahalesi başlar. Ortalık toz duman içindeyken
barikattaki birkaç eylemci canını
dişine takmış direnmektedir. Havada gazlar, taşlar uçuşurken eylemcilerden biri, en çarpıcı sahneyi yakalayabilmek için didinip
duran fotoğrafçılarla kuşatılmış
olduklarını fark edince,
“Arkadaşlar fotoğraf çekerken
arada bir barikata el atın, iki şişe
talcid, birkaç taş getirin” diye isyan eder.
Direniş sürecinde fotoğrafın sadece yaygın olarak kullanıldığı,
zaman zaman kolektif örgütlenme dinamiklerini harekete geçirdiği değerlendirmesini yapmak
doğrudur ancak eksik kalır. Aynı
zamanda bu tür süreçlerde ortaya
çıkması beklenen ikonik fotoğrafların bu kez layıkıyla kendini gösterdiğini de belirtmek gerekir. Bu
kadar yılda, bunca eylemde çekilen fotoğraflar arasında çok güçlü görüntüler olmasına rağmen
ikonik vasıflarda bir imaj şimdiye kadar ortaya çıkmamıştı. İkonik fotoğraflar aynı zamanda on
binlerce kişinin gördüğü ve olan
biten hakkında esaslı kanaatler
edindiği fotoğraflar oldu.
Bu görüntüler gibi daha birçokları
otantik halleriyle kalmadı; diğer
sanat disiplinleri tarafından da
kullanıldı. Hemen hepsi stensil,
tuval resmi, performans sanatı ve
söz sanatları tarafından yeniden
üretildi.
Gezi’yle birlikte yeni fotoğraf oluşumlarının ortaya çıkabilmesi için
elverişli bir ortam yaratıldı. Bir
süredir ilk örneklerini görmekte olduğumuz bağımsız haber ve
belgesel fotoğraf kolektiflerinin
yeni derneklerle çoğalması için
güçlü bir motivasyon kazanıldı.
Bağımsız habercilerin fotoğrafçı
ve videografçıların meslek ilkelerini savunacak hak ve özgürlüklerini koruyacak bir oluşuma duyulan ihtiyaç belirginleşti.
fırsat vereceği kanısındayım. Bu
sayede fotoğrafın toplumsal işlevinin yeniden ve tarihi örneklerden daha ileri biçimlerde değerlendirilebileceğini tahmin ve
umut ediyorum. “Gezi’den sonra
hiç bir şey aynı olmayacak.” Peki
ya fotoğraf?
Görsel haberciliğin saygın bir
medya olarak yeniden doğabilmesi ve dürüst habercilik ilkelerinin hakkıyla yerine getirilebilmesi için fotoğrafçıların ve fotoğraf
mecralarının eline güçlü bir fırsat
geçti.
* Bir İsyanı Fotoğraflamak, Gezi’nin Fo-
Gezi Direnişi’nin Türkiye’de yaygın olarak fotoğraf anlayışının
topyekûn gözden geçirilmesine
toğrafçıları Naklediyor kitabının sunuş
yazısıdır.
06 Mayıs 2014/İstanbul
36 37
AFSAD
Ölüm Bizi Kovalar Biz Kömür Sökeriz Ocaklarda
Mehmet ÖZER
AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi
“Ve halk üzülecek
Unutulacak ama her şey, haftasına varmadan
Ve milletvekili
Ama şimdi baretin duvarda asılı,
mendilini yıkamadılar, ter kokan
mendilin hasret kokusuna dönüşüyor.
Ve maden ocakları sahibi
Ve papaz efendi
Şimdi sefer tasın boş duruyor.
Çizmelerin çamurlu elbiselerin
kömür kokuyor.
Ve gazeteler
Ve yalan haberlerle zehirlenmiş kamu
Devam edecekler zehirlerini, kinlerini biriktirmeye
Gelecek ilk büyük maden grevinde boşaltmak için.
Bu akşam kadınlar maden ocağının başında bekleşe dursun
Çocukların ödevi yardımını bekliyor.
Yüreği tökezlese de çocukların, hayat
bilgisi dersinden pekiyi alıyorlar.
Ekmeğimiz sıcak değil ve özlem
kokuyor. Vardiya otobüsleri sensiz.
Aşağıya, daha aşağıya, daha derine
iniyor damar. Yeryüzünün kalbine
gömüldünüz.
Tanrı bile görmüyor, tanrı bile
İkiyüzlülüğünü ve utancını bu oyunun.”
Joe CORRIE
vara, yeni isimler eklendi. Ve biz
unuttuk onların hayatlarımıza dair
öykülerini. Her gün madenlerde, göçük altında kalan madenci haberleri,
gazetelerin arka sayfalarında yer alıyor. Olağan şeyler gibi.
Hayat akıp giderken bizim için, madenci ailelerinin yaşamında duruyor
zaman. Hep o anı düşünüyorlar o
son anı, bizim asla bilemediğimiz o
an…
Kömürleşmiş bedenleri ve yeraltındaki galerilerde yankılanan feryatları kaldı.
Her gün, gün dönerken ya da yeni
bir gün doğarken vardiya değişimlerinde yüzünü yatırıp pencerenin
pervazına yol gözlüyor. Ekmek ölümün ağzında. Her gün eşi, sevdiği
erkeği, ölümün aç ağzından içeri
giriyor ve bir avuç kömürden, ak
ekmeği getiriyor sofraya.
Bir de Zonguldak limanındaki Madenci Anıtı’nda yer alan yüzlerce
madencinin isminin yer aldığı du-
Her gün hoşçakal demek ardından
dualar etmek, her gün bir soluk
ses dökmek ardından. Sabah alaca
Yeni Çeltek’te maden ocağında, Kozlu maden ocağında ölen madencileri
gördüm.
Mayıs - Haziran
şafakta seçilen gölgelerde aramak
sevdiceğini, kapı çalındığında, ya
da bahçe kapısından küçük kızın
“Anne, babam döndü!” sevinç çığlığı. Yüreği hep seste, kapıda, yolda.
Her gün böyle sürüyordu hayat.
‘Ne acı,’ diyecek, ‘Ne acı’.
13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa’nın
Soma İlçesinde yaşanan maden ocağı faciasında, yüzlerce maden işçisi katledildi. Yüzlerce madencinin
hayatı gelip durunca yürek kapımıza, dikkat kesildik işçi katliamlarına. Joe Corrie şiirinden aktardığım
gibi, haftasına varmadan unutuldu
Soma. Şimdi Şırnak’tan ölüm haberleri aldık. Yine ocakta göçük vardı,
grizu vardı. Kapıda ağıtlar, umutlu
bekleyişler ve içeride birbirine sarılarak ölen işçi bedenleri.
Portfolyo
Doğaçlama
Kömür kara, siz yarasınız hayatımızda.
Yaramız hep kanar, sen yoksun senin mezarın yok. Biz bir yeraltı mezarına ağlarız.
Duvarlarda asılı fotoğrafın. Çaylar
soğuk, sigaralar uçucuna ekleniyor,
kahvede oyunlar sensiz, yerin boş.
Arkadaşlık günleriniz anlatılıyor iç
çekerek, acı tütünle bastırarak yürek
sızısını.
“Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.
Ben bir kömür ocağının onulmaz
göçüğüyüm,
İçimde cesetler ve daha ölmemişler
var.”
Metin ALTINOK
38 39
AFSAD
f: Aslı KIRBAŞ
f: Şerife YAVUZ
f: Dilek BAL
f: Gökçen GARİPOĞLU
f: Ceylan İNCEOĞLU
f: Damla CEYLAN
f: Ali YILDIZ
f: Hatice ÖZDER
Siyah
20-21 Nisan 2013 Zonguldak Üzülmez Maden Ocağı
Beril TÜRKOĞLU
AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi
Yüzlerdeki izler ellerindekiler
kadar aynı değildi. Daha içeri girerken anladım. Yapılan işin bu
dünyadan uzak apayrı bir âleme
inmek, siyahla nefes almayı öğrenmek demek olduğunu daha
girerken anlatmaya başladılar.
Dışarıdan gelenlere nasıl görünürdü acaba burası? İç dünyayla,
dış dünya birbirine girmiş, algılar
yerle bir olmuştu. “Acaba benden
başkası nasıl bakardı madene, yerin 400 metre dibine?” diye merak ediyordu çoğu.
Dışarıdan gelen iki göz gibiydik
sanki. Sanki onların gözü dışarısıyla içerisi arasında kör olmuş,
iki dünyayı birbirinden ayırmak
artık mümkün değilmiş gibi. Her
birinde aynı merak: “Nasıl buldunuz madeni?”
Benim gözümün gördüğü mü gerçekti, yoksa onunki mi? Yitirilmiş
bir gerçeklik vardı ortada, maden-
de onu aramaya koyulmuşlardı
sanki. Kimisi köyden göçmüş orada çalışmak için, kimisi baba mesleğinin sürdürmüştü. Hayatlarına
bir kara sürülmüş, bir daha neyle
yıkasalar çıkmamıştı. Yer altında
raylar koridorları olmuş, göçükler salonları. Duvarda askıları,
kenarda su şişeleri. “Burası bizim
evimiz olmuş artık, sokaklarımız
var burada, caddelerimiz. Girerken korkuyor insan, korkmaz mı,
ama alışıyor yine de, mecbur!”
dedi biri ve sonra yankılandı cümleler. O zaman dedim ki hangimizin gördüğü gerçek? Ben 400 metre üzerindeki dünyanın onların
omuzlarında durduğunu gördüm,
o olmasa çökecekti sanki toprak.
O ise kendini mecbur gördü, farkında olmadı belki o kadar azken,
ne kadar çok olduğunu. Ben koridorlar boyu uzanan nefessizlikler
gördüm, aldığım nefesten utandıran. O beni başı üstünde gördü,
minnetle selamlayan. Ben anlata-
cak çok şey gördüm. Boğazım düğümlendi.
Her gününü kar altında geçirseydi de beyazı severdi belki, ya da
alıştığı için sevdiğini sanırdı. O
zaman da derdi ki bana: nasıl buldun beyazı? Beyaz, beyazdı işte
değil mi, siyah da siyah. Ne vardı
ki görmeyecek. Ama siyah, öyle
değildi işte. Kömür siyahı parlar çünkü, elinle çıkardığında bir
avuç kadar kömür parçasını, ayna
gibidir. İyice baksan çok göz görürsün üzerinde, yitirilenler orada
saklanır. Madenciler, her kömür
parçasında o siyaha karışmanın
bedelini de görürler, bilirler, bekleneni onlar da beklerler.
Adetten olmuştur ölmek, öyle ki
yitirilen madencilerin adına dikilen anıt duvarlarının bir kısmı,
2013 den sonra gelecek gözler için
şimdiden yer açmıştır. Devamı gelecek diye ölümlerin, o halka bunu
alelen göstermekten çekinmemiştir o anıtı dikenler. Yine utanırım
o zaman, tüm insanlık bakar da
görmezmiş gibi ben yine utanırım, bu kendini bilmezlikten.
Canını yakıyorsa bir şey o gerçektir işte. Benim gördüğüm gerçekti, onlarınki ise gerçeği göz ardı
etmek üzerine kurulmuş, bilinçli
mesailerdi. Ekmek vardı sonunda, çocuk vardı, ev vardı. Yapılanlar yapılmaya devam etmeliydi.
Yoksa gerçek, etine batardı.
Siyah en konuşkanıymış meğer
renklerin. Acıttı, ama anladım.
f: Çınar Livane ÖZER
f: Beril TÜRKOĞLU
f: Sevda KABADAYI
f: Mehmet ÖZER
40 41
AFSAD
Bir Vardiya
Alaaddin KARA
Üzülmez Maden Ocağı Maden Teknikeri
Maden ocakları, üç vardiya üzerinden 24 saat sürekli çalışır. Havanın
kararmasıyla birlikte yeryüzündeki
yaşam durağanlığa geçer ama yerin altında gürültülü ve amansız
bir yaşam devinir durur. Ete kemiğe, emeğe bürünüp tek bir yürek
halinde sürekli kütürdeyerek atar.
Yeryüzündeki yaşamı besleyerek
enerjiye dönüştüren işte bu yürek
atışlarıdır.
Gece vardiyasındaki kazmacılar
sarmalarını kaldırıp, altına çatal
direkleri vurmaya başladıklarında,
gündüz vardiyasında çalışacak madenciler uykunun derin kollarından zorla sıyrılırlar. Güneş, sabah
kızıllığına bürünmemiştir daha.
Dünden kalan yorgun bedenler
madene götürecek servis araba-
sının içinde bulurlar kendilerini.
Yarım bıraktıkları uykularını sert
koltuklarda sürdürürler.
Baca ağzına yakın yerlerdeki kahvehaneler tıka basa doludur. Gün
ağarmıştır ve son sigaralar demli
çayların eşliğinde tüttürülür. Madenci sepetlerinin yarasa misali
tavana asılı olduğu duş binasında
ocaktan çıkan kömüre bulanmış
bedenlerle tertip alışverişi yüz yüze
yapılıp eksikler söylenir. Sonra tertip masasından kalkıp, tertibe çıkacak şef ve yardımcıları beklenir.
Tertip masasında vardiyadan kalan
eksik işler ve metan gazı seviyesi
vardiyadan çıkan nezaretçinin ağzından dinlenerek rapor defterine
yazılır. Birazdan ocak mühendisi
de masaya oturmuş, gece vardiya-
f: Aygün DOĞAN
sında verilen işlerin yerine getirilip
getirilmediğini sorgulayacaktır.
Dışarıda tertip için bekleyen işçiler
şefin yanlarına gelmesiyle birlikte
toparlanırlar. Şef, bütün işçilerle birlikte teker teker tokalaşarak
herkesin yapacağı işi bir kez daha
anlatır ve kenara çekilir. Şimdi söz
sırası şef yardımcısındadır. İsim,
isim herkesin çalışacağı yeri söyler
ve gelmeyenlerin yerine adam bulur.
Motorcu ve kancacı herkesten önce
ocağa girer ve işçileri çalışacakları
yere götürecek olan fayton motorunu hazırlarlar. Kuyucu, saccı,
vinççi, görevinin başındadır ve
kuyu başına yığılmış işçileri kafesle birlikte kuyu dibine indirirler.
Her vardiya başı ve sonunda kuyu
başında sürekli bir telaş vardır. Su
bidonları ve yemek torbalarının
yanında malzemeler ilişir. İtiş kakış olmadan aşağıya inilmez.
Madenciler, 3 km. uzaklıkta bulunan pano üretim yerlerine fayton
denilen, 16 kişilik tahta oturaklı,
kapalı, küçük vagonlarla varırlar.
Peş peşe kancalanmış 40 adet faytonu çeken motorun tıkırtısı içindeki madencilere ninni gibi gelir.
20 dakikalık ninninin eşliğinde
tatlı tatlı birbirlerinin omuzlarında
uyurlar. Kimse ineceği yeri kaçırmaz. İnecekleri yerlere yaklaştıkça gözler açılmaya başlar. Motor
durduğunda az önce uyuklayanlar
sanki onlar değilmiş gibi canlı bir
hareket başlar. Önce yedekler koşuşturmaya başlarlar. Ayak başına gidip ayağın içine taşıyacakları
uygun maden direklerini seçerler.
Direkleri ayak başına taşıyıp, diğer direklerle karışmasını önlemek
için balta ile işaret koyarlar. Ayak
çavuşu, işçilerin ayağın içine girmesinden önce kendileri girerek
dışarıya hareket etmesi gerekir.
Çünkü faytonun içinde bekleyen
kömür tozuna bulanmış yorgun bedenler bir an önce dışarıya çıkmak
için can atarlar. Aksi halde motorcu ve kancacıya yüksek seslerle sürekli evdekilerin hatırı sorulurdu?!
f: Kadir CELEP
ayağın içini kontrol eder. Ayağın
vardiya arasında gelir yapan yerlerini inceleyip, gaz kontrolü yaparlar. Ayağın içinin emniyetli olduğuna kanaat getirdiklerinde işçiler
ayağın içine (pano üretim yeri) girerler.
Gündüz vardiyasında, gece vardiyasında noksan bırakılan sarmaların (ikmal sarmaları) eksikleri
tamamlanarak işe başlanır. Sarmaların çatal direkleri vurularak
ayak içi temizlenir. Tahkimatçılar
tarafından sarmaların (4 metrelik
maden direği) altına kilit tahkimatı
çekilerek basınç istikametine doğru ayıbacakları vurulur.
Ayak içinin emniyetli bir şekilde
çalışması için ayak arkasının bir
an önce göçmesi istenir. Bunu çabuklaştırmak için ayak arkasındaki
tavan ile taban arasında basınç altında sıkışmış direkler arkacılar tarafından balta ile yaralanır. Arkası
göçmeyen ayak içindeki basınç
arma, çalışılan yere vurur. Arka
göçerken arın da göçer. O zaman
istenmeyen durumlar ortaya çıkar.
Bunun için arkası göçüp oturmayan ayağa işçi tertip edilmez.
Şimdi ayağın içinde üç have vardır.
Havelerin açıklığı bir kama boyuna
denk gelecek şekilde 120 cm. olarak düşünülmüştür. En arkadaki
havede domuzdamları vardır. Ayağın bütün basıncını üzerinde taşır.
42 43
AFSAD
Onun önünde makine veya oluk
havesi vardır ki kömür bunun üzerinden ayak dibine iner. Vardiyada
çalışılan sarmaların olduğu havenin altı boştur. Şimdi ayak ötelenerek dört vardiyasının (postası)
çalışması için üretim panosun hazırlanması gerekir.
İlkin orta havedeki makinenin
arındaki
haveye
ötelenmesi
gerekir. Mekanizasyon servisinde
çalışan ajestorlarm da
(makine tamircileri) çalışmalarıyla makine olukları
ve zincirler birbirinden
ayrılarak arma taşınır.
Bu esnada arkadaki domuzdamları
sökülerek
makinenin boşalttığı haveye tekrar dizilir. Yedek
domuzdamı yapılmadan
ayak arkasından dam sökülmez. Vardiya sonuna
doğru arın havesine zincirli makine (vesvailen)
kurulmuş, arkasına damlar dizilmiş olur. Arkacılar
ayak arkasını göçertmeye
başlayınca ayak içinde
kimse kalmaz. Bu işler
tamamlanırken bazen evden getirilen ekmeği yemeye vakit kalmaz. Bazen
de kendilerini kuyu dibine
götürecek olan fayton da
onları beklemeden gider.
Faytonun kalkma saati gelince kimseyi beklemeden
İtiş kakış kuyudan çıkan işçileri
ilkin su havuzu ile karşılaşırlar.
Çizmelerdeki kömür tozu zorunlu
olarak
temizlendikten
sonra
lambalar ve gaz maskeleri yerine
konularak banyolara çıkılır. Servis
arabasının köye hareketinden
önce çay içip, sigaralar tüttürülür.
Arabanın içine oturur oturulmaz
gözler dünden kalan yorgunluğun
kollarına bırakır kendilerini. Servis
masasında
dört
vardiyasında
işe gidecek işçiler için yeniden
tertip
yapılmaya
başlanır.
Mühendisin gözetiminde, şef ve
nezaretçilerin yaptıracakları işler
tertip defterine tekrar yazılmaya
başlar. Lambanede eksik lambalar
tespit edilerek rapor defterine
kayıt altına alınır. Kömür çıkmış
ve kazasız belasız bir vardiya daha
geride bırakılmıştır.
f: Türkan NAMLUCU
Yüzündeki Işık
Mehmet ÖZER
AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi Eğitmeni
Yüzünü görmek için baretimdeki ışığı yüzüne tuttum. Yüzünün
aydınlandığını gören madenci
baretindeki ışığı yüzüme tuttu,
yüzümüz aydınlandı. “Biz düşmanımıza benzeriz” dedi. Şaşırdım ve anlamadım. Devam etti,
“Yani fotoğrafçı kardeş biz grizuya benzeriz, sessiz ve sakiniz
ne zaman patlayacağımız belli
olmaz.” dedi. Anladım dercesine baretimden yansıyan ışığı, maden ocağının karanlığını
aydınlatırcasına, başımı sallayarak madencinin dediklerini
onayladım. Önümüzden geçen
madenciyi göstererek “Bak hayalet geçiyor” dedi. Kocaman
bir soru işareti yüzümde, beni
anladı ve devam etti: “Burada
hiçbir şey dışardaki gibi değildir, burada hayat başkadır, her
şey siyahtır. Siyah siyahtır, beyaz siyahtır. Gece ve gündüz siyahtır. Keder ve sevinç siyahtır.
Biz sevincimizi dişlerimizin ve gözlerimizin aydınlığından
biliriz. Göçük oldu,
bak şurada bir arkadaşımız yaşamını
yitirdi. Onun yerine
ikiz kardeşini işe aldılar. Burada böyle.
Onu görünce hayalet görmüş gibi oluruz. Yukarıda böyle
değildir işler. Şimdi
misal, sen kardeşinin öldüğü yerde
çalışır mısın?” Susuyorum, gözlerimi
kaçırıyorum gözlerinden. Maden ocağı
koridorlarında yaşayan, çalışan insanları düşünüyorum,
yüreğim burkuluyor,
canım yanıyor. Her
deklanşöre bastığı-
f: Berna CANDAN
mızda bir grizuyu sakladığımızı biliyoruz artık. Saatler
sonra yeryüzüne sırt çantamızda fotoğraflarla çıkıyoruz.
Şimdi onları sizlere sunuyoruz.
Yeraltından yeryüzüne ışığı
taşıyan madencilerin öyküsünü iyi okuyalım.
Siyahtan ışık sağan madencilere, sevgiyle, saygıyla...
f: Nail YOLLU
f: Gökhan Eren KAMER
f: Füsun DEMİRAY
44 45
AFSAD
f: Ayşegül KARALAR ŞAHİN
f: Ayşe GÜLTEKİNGİL KESSER
Portfolyo
Doğaçlama
REŞ
Mayıs - Haziran
Ceren ÖZCAN
[email protected]
Göç, ne zaman biter?
Yol, nereye götürür insanı?
90’lı yıllarda yaşadığı toprakları geride bırakarak batıya göç etmek
zorunda kalan insanlar, geçim kaynağı olarak geleneksel yöntemlerle mangal kömürü üretimi yapıyorlar. Bol estetik fotoğraflar
içeren bu alanda, fotoğrafçıların da çok sevdiği o “dumanın” ardındaysa bambaşka yaşam koşulları karşımıza çıkıyor. Kendi üretimleri çadırlarda aileleriyle birlikte kalan işçiler, iki-üç yıllık periyotlarla göç ederek kendilerine yeni yaşam ve çalışma alanları inşa
ediyorlar. Sağlık sorunları, iş kazaları, sosyal güvencesizlik, ekonomik sorunlar, çocukların okula gidememeleri ve arada sırada
kent merkezine geldiklerinde yaşadıklarını söyledikleri ayrımcılık,
günlük hayatın rutinleri haline gelmiş durumda.
Tüm bu zor koşullar ve dumanların arasından sıyrılan bir cümleyse belleklere kazınıyor: “İşimiz karadır ama alnımız aktır.”
Serkan ÇOLAK
2004 yılından bu yana fotoğraf üretiyor.
İFOD üyesi ve Mahzen Photos kolektifinden.
Sinan KILIÇ
Zamana tanıklık etme ve toplumsal
bilincin oluşması açısından fotoğrafın önemli bir güce sahip olduğu düşüncesiyle, belgesel alanında fotoğraf
üretiyor.
Ve;
İFOD üyesi ve Mahzen Photos kolektifinden.
“Reş” ile “Kara” farklı dillerin kardeş kelimeleri…
www.mahzenphotos.com
f: Sinan KILIÇ
46 47
AFSAD
f: Serkan ÇOLAK
f: Serkan ÇOLAK
f: Sinan KILIÇ
f: Sinan KILIÇ
f: Serkan ÇOLAK
48 49
AFSAD
f: Serkan ÇOLAK
f: Sinan KILIÇ
f: Sinan KILIÇ
f: Serkan ÇOLAK
f: Serkan ÇOLAK
Portfolyo
Doğaçlama
Eve Dönen Beş Yol
Mayıs - Haziran
Philipp RATHMER / Fotoğrafçı
Çeviri : Hakan Temizsoy
[email protected]
1968 yılında Düsseldorf’ ta
doğdum. Fotoğrafçılığa Düsseldorf’ta çıraklık yaparak başladım. Daha sonra Hamburg ve
New York’ta birçok fotoğrafçıya
asistanlık yaptım. 1993 ve 1995
yılları arasında New York’ta Steven Meisel, Michel Comte, Walter Chin gibi birçoklarını bünyesinde bulunduran Industria
Sturio’da serbest asistan olarak
çalıştım. Bu süre zarfında İsveçli fotoğrafçı Hannes Schmid ile
Malboro gibi firmaların kampanyalarında ve Elle ve Vouge
dergilerinin moda çekimlerinde çalışma fırsatı buldum. 1995
yılından bu yana çalışmalarıma
Hamburg merkezli olacak şekilde devam etmekteyim. Kendi
adıma fotoğraf çekmeye başladığımda bir kalıba takılı kalmak
istemedim ve moda, güzellik
ve röportaj gibi birçok konuda
çalıştım. Başlangıçta birçok albüm kapağının ve müzisyenin
çekimlerini yaptım. Daha sonra ise moda, güzellik ve reklam
gibi konulara yöneldim. Reklam
ve editörlük çalışmalarının yanı
sıra ünlülerin de fotoğraflarını
çektim.
Fotoğraf çekmeyi çok seviyorum
ve bence fotoğrafçılık “kendini
tekrarlamak” ve buna “benim
stilim” demekten çok daha fazlası. İşin içinde insanlar olduğu sürece çekim yapmak benim
için bir mutluluk. Açıkçası favori konumun ne olduğunu bilmiyorum. Bazen ağırlıklı olarak
moda çekimleri yapıyorum daha
sonra güzellik veya reklam üzerine çalışıyorum ve bu çeşitlilik
işimin ilginç kalmasını sağlıyor.
Portrelerini çektiğim insanlara yakınlık kurar ve bu sayede
her karakterin doğallık ve özgünlüğünü vurgulamaya imkân
50 51
AFSAD
bulurum. Benim için önemli
bir başka konu ise, kişisel çalışmalarımdan oluşan sergiler
açmak. “Eve Dönen Beş Yol”
çalışmalarıma güzel bir örnektir. Evlerini terk etmek zorunda
kalan Azeri göçmenlerin oldukça kişisel ve yakın portrelerinden oluşan bu serginin Berlin ve
Paris’te büyük başarı kazanmasının ardından İstanbul’da da
sergilendi.
Bu sorun, dünyada unutulmaya
yüz tutmuş ihtilaflarından biri
olma özelliğini taşıyor. Ermenistan ve Azerbaycan, çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu
bir sınır bölgesi olan DağlıkKarabağ konusunda neredeyse
yüz yıldır mücadele halindeler.
İki eski Sovyet cumhuriyeti arasındaki bu ihtilaf, 1992 yılındaki kanlı savaşla zirve noktasına
ulaşmış ve Ermenistan silahlı
kuvvetlerinin
Dağlık-Karabağ
ve civarındaki bölgeleri işgâl
etmesiyle on binlerce insan hayatını kaybetmiş ve Azeri halkının büyük bir kısmı yerlerinden
olmuştur. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen ihtilaf, hala sonuca
bağlanmamış; yapılan ateşkesle,
pamuk ipliğine bağlı bir barış
ortamı sağlanmıştır. Savaş mağdurları ve yerlerinden olanlar ise
hala hafızalardan silinememiş,
bugüne dek savaşın beraberinde
getirdiği sonuçlar nedeniyle büyük acılar çektiler. 2012 yılının
Şubat ayında Dağlık-Karabağ
savaşı benim gündemime de girdi. Avrupa Azerbaycan Topluluğu’nun (TEAS*) Almanya şubesi, arayıp benden savaş mültecilerini konu alan bir fotoğrafçılık
projesinde yer almak isteyip
istemediğimi sorduğunda konuyla ilgili araştırma yaptıktan
sonra kendilerine “evet” cevabı
verdim. Bu çözüme kavuşturulamayan ihtilafın kurbanları yani
bugün hala kendi ülkelerindeki
kamplarda mülteci olarak yaşayan insanların fotoğraflarını çekmek üzere 2012 yılının
Temmuz ayında kalkıp Azerbaycan’a gittim. Azerbaycan’ın
Ermenistan sınırına yakın olan
Tahtaköprü, Güzali ve Bakü’nün
kuzeyinde bulunan Darnagul ve
Gizilgum kamplarında yaşayan
insanlardan bazıları içtenlikle,
bazıları ise çekinerek başlarından geçenleri ve olanları nasıl
değerlendirdiklerini anlattılar.
Elbette bana anlatılanlar, olayın
tek bir tarafı yani onların bakış
açısıydı. Ancak bu, aynı zamanda memleketlerinden kaçıp gitmek zorunda kalan insanların
bakış açısıydı. Dolayısıyla yerlerinden olmuş ve dünyadaki pek
çok savaşta mağdur durumuna
düşmüş tüm insanları temsil
eder nitelikteydiler. Hikâyeleri
yüzlerinden belli olsun diye onları, siyah bir fon önünde fotoğrafladım. Yüzlerinde, yaşadıkları acılar ve bir gün evlerine,
işgal altındaki bölgelere, “ EVE
DÖNEN BEŞ YOL”dan birine
dönebileceklerine dair umutları
görülüyordu.
“EVE DÖNEN BEŞ YOL” Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire Kültür ve
Sanat Merkezi’nde 6 Haziran-29 Haziran tarihleri arasında izleyicisiyle buluşmuştur.
*Avrupa Azerbaycan Topluluğu (The European
Azerbaijan Society-TEAS), Azerbaycan ile Avrupa ülkeleri arasında daha yakın ekonomik,
siyasi ve kültürel ilişkiler oluşturmayı ve Azerbaycan’la ilgili farkındalığı artırmayı amaçlamaktadır. TEAS Türkiye, kültürel faaliyetler,
ekonomik toplantılar, akademik forumlar ve
politik konferanslar düzenleyerek Azerbaycan’ın
tanıtımını yapmaya kendisini adamıştır. Azerbaycan’ın zengin kültürü, imkan ve fırsatlarını
vurgulamanın yanı sıra, TEAS aynı zamanda
Dağlık-Karabağ sorunu ve sonuçlarıyla ilgili
farkındalığı arttırmaya da çalışmaktadır. TEAS
Türkiye, Azerbaycan ve Türkiye arasındaki mevcut olumlu ve güçlü ilişkileri daha da ileriye götürmenin yollarını aramaktadır.
Tahir Quliyev, hayata çok pozitif bir yaklaşımı vardı. Ailesini ve
köpeğini hatırlıyorum. Çok cana
yakın davranmışlardı ve bizi çaya
davet etmişlerdi. Misafirperverlikleri inanılmazdı.
Basti Guliyeva, bayanın yüzüne
yansıyan pozitif ifadeden dolayı
seviyorum.
Gambar İbrahimov, bilgelik dolu
güçlü bir yüzü var.
Afat Karimova, bana göre çok ironik. Kızın çok güçlü ve sert bir
yüzü var ama t-shirtünde gülümse
yazıyor.
Javad Jabbarov, çilli yüzünü seviyorum.
Tahir Quliyev
Basti Guliyeva
Gambar İbrahimov
Afat Karimova
52 53
AFSAD
Javad Jabbarov
ÇELTİK
Portfolyo
Doğaçlama
İdris AYDIN
Mayıs - Haziran
Ceren ÖZCAN
[email protected]
Su içinde çimlenebilen ve kökleri sudaki oksijenden yararlanabilen bir tahıldır. İnsanlar
için besin kaynağı olarak, tahıllar için de buğdaydan sonra
gelen en önemli üründür. Aynı
zamanda çeltik dünyadaki insanların yarıdan fazlasının ana
besin kaynağıdır.
1995 yılına kadar ülkemizde
yetiştirilen çeşitlerin tamamı,
yurt dışından getirilen çeşitlerdi. Günümüzde ise ülkemizde
yetiştirilen çeşitlerin tamamı,
Trakya Tarımsal Araştırma
Enstitüsünde geliştirilen çeşitlerdir. Geliştirilen tohumlardan
“Osmancık” çeşidi çeltik üretici
ülkeler tarafından da kullanılmaktadır.
Çeltik dünyada, 53’ kuzey 35’ güney enlemleri
arasında,
Antarktika
hariç
her
kıtada
yetiştirilmektedir.
Çeltiğin kültürü yapılan
iki türü; O. Sativa (Asya
çeltiği) ve O. Glaberrima
(Afrika çeltiği). Çeltik,
buğdaygiller familyasının
Poaideae alt familyasına
ait
Oryza
oymağına
dahildir.
Çeltik, M.Ö. 7000 yılına
ait kazılarda Çin’in Chekiang eyaletinde bulunmuştur. Japonika çeşitleri ise Çin’in Hemudu
bölgesinde bulunmuştur.
İlk
çeltik
tavalarının
yapımı ve fidelenme işi
Çin’de başlamıştır. Güney Çin veya belki Kuzey
Vietnam’dan göçmenler,
sulu alanlarda çeltik yetiştirme
geleneğini Milattan önce ikinci
milenyumda Filipinler’e taşımışlardır.
Çeltik M.Ö. 344-324 yılları arasında Büyük İskender’in Hindistan seferinden dönenler tarafından Akdeniz civarındaki
ülkelere taşınmıştır.
Çeltik, Türkiye’ye 5. ve 6. yüzyıllarda Mısır’dan gelmiş olabilir. Diğer taraftan, Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’nde çeltiğin Maraş, Mısır ve Filibe’de yetiştirildiğini bildirmiştir.
Türkiye’de bütün coğrafik bölgeler çeltik yetiştirilmesine
elverişlidir. Fakat en önemli
çeltik yetiştirilen bölgelerimiz,
Marmara ve Karadeniz bölgeleridir. Önemli çeltik yetiştirilen illerimiz; Edirne, Balıkesir,
Samsun, Çanakkale, Çorum, ve
Çankırı’dır. 2009 yılında Edirne
(Meriç Havzası) en fazla üretime (350.000 ton) sahip olmuştur, onu 100.000 ton üretim ile
Balıkesir takip etmiştir. 2009
yılında ortalama çeltik verimi,
dekar başına 750 kg. olmuştur.
Ülkemizde çeltik verimi dünya
ortalamasının çok üstündedir.
Türkiye’de yıllık pirinç tüketimi
550-600 bin ton arasında değişmektedir ve kişi başına yıllık tüketim ise 8 kg’dır. Yerli üretim
500 bin ton civarındadır.
Çeltik konulu fotoğraf
çalışması ilk defa 4
Kasım 2004 yılında
EFOD’da “Çeltik” dia
gösterisi ile olmuştur.
İlk gösteriden sonra çeltik fotoğrafları çekmeye
devam ettim, bu sürede
çalışma konu derinliği
kazandı.
Çeltik konulu fotoğraf
çalışması Meriç Havzası
ile sınırlı kalmış olup,
doğası, çeltik köylülerini,
çalışanlarını,
çalışma
yöntemlerini, çeltik tarlalarındaki yaşamı, bu
süreç içerisinde çeltik
üretimin ile araç ve
gereçlerinin gelişmeleri
belgelenmeye çalışılmıştır.
54 55
AFSAD
Görüntü Edimi Kuramı
Doğaçlama
Mayıs - Haziran
C. J. REYNOLDS
[email protected]
Çeviri: Özlem Dağ
[email protected]
Özet
Görüntü Edimi Kuramı, toplumsal eylemler açısından görüntülerin manipülasyonlarını değerlendiren, etik alt yapılı bir teoridir.
Bunu yaparken, Görüntü Edimi
Kuramı, Austin’in Konuşma Yasası Teorisi yaklaşımını temel
alır. Austin, belli sözcelerin “bir
şeyler söyleyerek bir şeyler yapma” anlamında önceden insan
zihnini şekillendirdiğini varsaymaktadır. Aynı şekilde, Görüntü Edimi Kuramı da, bir görüntünün şeklini değiştirdiğimizde
aynı zamanda sosyal bir hareket
gerçekleştirdiğimizi varsayar. Bir
fotoğrafın manipülasyonu, dinleyiciyi, illüstratörü ya da görüntüde kim varsa onu eğlendirebilir,
ikna edebilir ya da suçlayabilir.
Bu teorinin yararı, sosyal eylemlerin, çeşitli etik sistemlerin analizi için kullanılabilir olmasını
sağlamasıdır. Bu makale, tarihsel
anket ve modern görüntü işleme
örnekleri ile sosyal eylemler hakkındadır.
Giriş
Bir görüntü manipüle edildiğinde
ve bu manipülasyon kitlelere
sunulduğunda sosyal bir olay
başlatılmış olur. Bu teoriyi
desteklemek için bu makale
Reinach’ın sosyolojik olaylarla
ilgili
ontolojik
yaklaşımını
temel almıştır. Aynı zamanda
Lundsten’in (1998) televizyon
ve
medya
üzerine
yaptığı
analizlerden de yararlanılmıştır.
Kuram, adını Austin’in (1975)
Söz-Eylem Kuramı’ndan almıştır.
Sosyal Eylem Kuramı
Reinach tarafından önerilen ontolojik bakış açısı, fiziksel nesneler ile bu nesneler arasında
56 57
AFSAD
gerçekleşen durumlar arasında
bir ayrım yapar. Nesneler arasındaki durumlar, sağlanabilen durumlar olarak karakterize edilir.
Ayrıca söz konusu bu durumlar,
iletilebilir bilgi alanı olarak da
hizmet verir. Reinach nesneler ve
durumlar arasındaki bu ayrımı,
sosyal eylemlerin betimlenmesinde temel olarak görür.
yapmaktır” görüşünü de destekler. Austin’in analizi, söz eylemlerin farklı türlerindeki konuşma
biçimlerini yeniden çözümlemektedir.
Lundsten, Reinach’ın modelinin
görüşlerine şunları ekler:
• Edimsöz eylemi: Eylemin bağlamsal anlamı. (Örneğin birine “orada dur” diyerek aslında
onu daha fazla ileri gitmemesi
konusunda uyarıyı da içerir.)
“İnsanoğlunun fiziksel dünyaya
bağlı olması için gerekli olan fiziksel ifadelerin 4 temel özelliği
şunlardır:
1. Sosyal eylemler, amaçlı bir ilişki için ortaya koyulur.
2. Ayrıca mutlaka birilerinin davranışlarıdır.
3. Dünyada bir değişikliğe neden
olurlar ama bunu yapmak için;
4. Bir kesim tarafından anlaşılmaları şarttır.”
Reinach’ın sosyal eylemleri, örneğin Jakobson’ın Sözel İletişim
Analizi (1960) gibi yapısal iletişim modellerine de öncülük etmiştir.
İlerdeki bölümlerde göreceğimiz
gibi, görüntü manipülasyonu, bu
ontolojik tutumu kullanma açısından değerlendirilebilir.
Söz Eylem Teorisi
Wittgenstein’in ünlü bir sözü
vardır: “Sözcükler eylemlerdir.”
Bunu söylerken Wittgenstein, söz
eylem teorisinin temel görüşünü
ortaya atmaktadır. Bu aynı zamanda “bir şey söylemek bir şey
• Düzsöz eylemi: Sözcenin kendi
anlamı. (Örneğin birine “orada
dur” demek, orada durmasını
istemek anlamındadır.)
• Etkisöz Eylemi: Eylemin sonuçlarının dinleyici tarafından
algılanması. (Örneğin dinleyiciyi ileri gitmemesi konusunda
uyararak onu bir tehlikeden haberdar ederiz.)
Austin’in çalışması, Edimsöz eylemleri üzerinde çalışan Searl’in
çalışmalarını da (1985) etkilemiştir. Hem Austin hem de Searl,
dil felsefesindeki sorunlar üzerine eğilmiştir.
Görüntü Edimi Kuramı
Görüntü Edimi Kuramı’nın temel
görüşü; görüntü manipülasyonlarının sosyal hareketler olduğu
tezidir. Görüntü manipülasyonları Reinach’ın sosyal hareketlerinin bir alt dalıdır. Bunlar:
1. Kasıtlı bir ilişki amacı taşır (bu
durumda bir görüntü ya da bir
sunum)
2. Birilerinin kasıtlı hareketidir
(ya da bir kılıcının)
3. Dünyada değişikliğe neden
olurlar (ama bunu yapmak için)
4. Bir kesim tarafından anlaşılmaları gerekir.
Bu analizde, görüntü manipülasyonları (etkili olmaları için),
başka bir kesim tarafından anlaşılır olmalıdır. Yani bir bilgisayar
programı, görüntüleri değiştirebilir ama bu görüntüleri diğer
sosyal bir aktöre aktaramazsa o
zaman görüntü manipülasyonu
sosyal bir hareket haline dönüşemez. Bir sosyal hareketin birçok
potansiyel parçası vardır ama en
alt düzeyde görüntüyü manipüle
eden bir kılıcı ve manipüle edilmiş görüntünün paylaşıldığı bir
topluluk olması gerekmektedir.
Görüntü Edimi kuramı aynı zamanda, etnik analizlerin yapılması için de faydalı bir başlangıç
noktası sunmaktadır. Manipüle
edilmiş bir görüntüyü sosyal bir
harekete çevirerek görüntü manipülasyonları, benzer toplumsal alanların sergilediği ahlaki
sorgulamayı ortaya koyabilmektedir. Kuram, bir görüntü manipülasyonunu yorumlamanın yanlış anlama, yanlış yorumlama,
suçlama ya da eğlenme hareketi
olarak görülebileceğini vurgulamaktadır. Bu eylemler ya da bu
eylemler arasındaki dünya üzerinde sergilenen ilişkiler, bir görüntü değişikliği yapmanın etik
etkisini daha iyi kavramlaştırmaya da yardım edecektir.
Tarihi Örnekler
Fotoğraftan önce görüntü yaratma süreci genellikle ressamlar,
illüstratörler ya da heykeltıraşlar tarafından, daha önce ortaya
konmuş bazı eserleri yeniden yaparak ya da değiştirerek gerçekleştirilirdi. Yapılan bu değişiklikler, bazen sosyal hareketlere
neden olabilirdi. Eğer bir sanatçı
bir insanın özelliklerini abartarak anlatıyorsa alay etme ya da
eleştirme gibi sosyal hareketler
ortaya konabiliyordu.
Karikatürler, bir insanı gerçek
şekliyle betimlemeyi hedeflemez;
bunun yerine o insanın fiziksel ya
da kişilik özelliklerini bir açıdan
ele alarak gösterir. Söz konusu
kişiyi basitçe betimlemenin yanı
sıra bir dizi farklı görsel açımlama yapabilmenizi de sağlar. Ka-
Görüntü 1: Hogarth’ın (1743) karakterler ve karikatürler arasındaki farkı gösterdiği
çalışması
rikatüristler, bazı açılardan kendi yorumlarını da işin içine katarak değişiklikler yapabilirler. Bu
değişiklikler abartılı olabilir ve
taşlama yaptıkları da saklanmaz.
Özellikle ilgi çekici olması amaçlandığı için kimin olduğunun
belirlenmesi güç olan manipülasyonlar, dünyaya bakış açısının
bozulmuş bir formunu sunmaya
öncülük eder.
Her şey bir tarafa, Lincon’un
savaştığı Amerika iç savaşı sırasında Calhoun’un Amerikan güney eyaletleri konfederasyonu iç
savaşının kilit noktası olması da
gerçekten ironiktir. Mitchell’in
The Reconfigured Eye (1992) kitabı, bu olayı bütün detayları ile
açıklamaktadır:
Yandaki
resim,
Abraham Lincoln’ün
ve John C. Calhoun’un
birer portresidir. Sol
taraftaki Lincoln’ün
portresi ona yapılan
suikastten
sonra
sağdaki Calhoun’un
portresi değiştirilerek
yapılmıştır.
(Mitchell, 1992)
Görüntü 2: Lincoln’ün portresi (solda), Calhoun’un portesi (sağda) değiştirilerek yapılmıştır.
“Lincoln’ün suikastinden sonra, artık ölü olan başkanın yeni
fotoğrafları ünlü fotoğrafçı Mathew Brady tarafından, neredeyse
fiziksel olarak birbirine çok benzeyen iki adamdan biri olan Calhoun’un gövdesine, Lincouln’ün
başı yapıştırılarak üretilmiştir.
Lincoln’ün kafası, uygun büyüklükte olması için ayna ile yansıtılmıştır. Hile ancak birilerinin,
Lincoln’ün beninin yanlış tarafta
durduğunu fark etmesiyle ortaya
çıkmıştır.”
Bu ve buna benzer manipülasyonlar, dijital değişiklikler ve
manipüle edilmiş fotoğrafları
belirlemek için kullanılan bilgisayar metotları ile ilgili bir çalışmanın bir parçası olarak Farid
(2006) tarafından toplanmıştır.
Görüntü Edimi kuramının sistemi, manipüle edilen bu portrelerin ortaya koydukları hareket
açısından incelenmelerine yardım eder. Lincoln’ün kafasının,
politik rakibinin vücuduna eklenmesi, bile bile yanlış bir şekilde tanıtma eylemini gerçekleştirmiştir. Belki, portrenin politik
bir figürün kahraman gibi gösterilmesi iyi niyetine hizmet ettiği
savunulabilir ya da tam tersi portrenin tarihi bakış açısını yanlış
yönlendirerek kötü sonuçlara yol
açtığı da tartışılabilir. Her iki görüş de tartışmaya açıktır.
Fotoğrafın dünyadaki nesneleri
gerçekçi biçimde tasvir etmesi,
fotoğraf izleyicilerinin dünyaya
bakış açılarının doğru ya da yanlış yönlendirilme olasılığını taşımaktadır. Örneğin yukarıdaki
Görüntü 3: Lenin’in orijinal (sol) ve manipüle edilmiş (sağ) fotoğrafları. Lenin’in
yanında ama kalabalığın üzerinde görülen Troçki’nin görüntüsü, Troçki’nin sürgününden sonra fotoğraftan kaldırılmıştır.
fotoğraf Lenin’in konuşmasının
görüntülendiği iki farklı fotoğraftır (Tukh 2002). İki fotoğrafı
inceleyen herhangi biri, sağ taraftaki fotoğraftan bazı kişilerin
çıkarıldığını kolaylıkla fark eder.
Bu fotoğrafta görülenlerden biri
olan Troçki, insanlığın düşmanı olarak ilan edilmiş ve 1929
yılında sürgüne gönderilmiştir.
Sürgünü ile birlikte, onun Sovyet
Rusya’nın kuruluşundaki rolünü
doküman değeri taşıyan fotoğraflardan çıkarma eylemi başlamıştır. Sonuç olarak Troçki’nin
varlığının fotoğraflardan da çıkarılması, onun Sovyet Rusya’daki
fiziksel varlığının da yok edilmesine ayna tutmaktadır.
Sovyet Rusya’da yapılan fotoğraf
manipülasyonlarına bir diğer örnek, Nikolai Yazhov çevresinde
toplanmıştır (Dillon, 2006). Stalin Rusyası’nın boşaltılması sırasında Nikolai, NKVD polis kuvvetlerinin bir üyesi idi ve halefi
Beria tarafından ihanetle suçlanmadan önce su yollarının komiseri olarak çalışıyordu. Troçki
ile birlikte sürgün edilmesinden
sonra görüntüsü bütün fotoğraf-
lardan silindi. Varlığının fotoğraflardan silinmesi, onun Stalin
hükümeti ile olan ilişkisinin ve
bu hükümete olan katkılarının
gizlenmesi sosyal eylemini sergilemektedir.
Nikolai Yezhov hem idam edilmiş, hem de fotoğraflardan çıkarılmıştır.
Bu örnekler, görüntüleri değiştirirken aynı zamanda sosyal eylemler de gerçekleştirdiğimizi
göstermektedir. İdam, sürgün
veya kişilerin resmi fotoğraflardan çıkarılması ya da silinmesi,
hem dünyadaki nesnelerin, hem
de olayların ya da daha özelde
bir insanın ya da onun varlığının
yok edilebileceğine dair açık bir
örnektir.
Bu yazı http://www.k2.t.u-tokyo.
ac.jp/members/carson/papers/
reynolds_cepe2007.pdf adresinden yazarının izni ile Türkçeye
çevrilmiştir. Metnin çevirisinin
devamı, Kontrast’ın bir sonraki
sayısında yer alacaktır.
Görüntü 4: Stalin’in orijinal (sol) ve manipüle edilmiş (sağ) fotoğrafları.
58 59
AFSAD
SALVADOR (Kurtarma) DALİ (Zevk)
1904-1989
Konuk
Yazar
Doğaçlama
Mayıs - Haziran
Gülden AKKAN
Sanat Tarihçisi - Ressam
“Artık gerçeği kavradın, Salvador;
dahi gibi davranırsan, sonunda
dahi olursun.”
Gerçeküstü (sürrealizm) akımın
tek gerçek “gerçeküstü” sanatçısı
Dali’nin renkli dünyasını paylaşmak istedim. Pek olacak gibi değil bu iş ama yine de yaşamını ve
sanatındaki en belirgin özellikleri
ele alarak, onun kışkırtıcı sanatçı
karakterini, sanatını açıklamaya
çalışacağım.
Konuya girmeden önce sürrealizmi (gerçeküstü) çok kısa birkaç
cümle ile açıklamak gerektiğini
düşünüyorum.
Gerçeküstücülük, 2. Dünya Savaşı
yıllarındaki akımların en önemlisidir ve adını 1924’de almıştır.
Bu yeni akımın amacı, sosyal yaşamın bütün kurallarını kırmaya
çalışmaktır; mantık, ahlak, estetik… Edebiyat ve psikolojide de
(Freud) etkisini göstermiştir. Konunun açılımı çok uzun, yelpazesi geniştir. Onun için yukarıda kısaca açıkladığım konudan ayrılıp,
sanatçımıza geçiyorum.
Dali’nin özyaşam öyküsünde
çok acı ve acı ile mücadele vardır. Yaşadıklarının izlerini fırça ile tuvale aktarmıştır; hem de
cesurca. Onun için bu öykünün
bilinmesinde yarar var diye düşünüyorum. Şöyle ki; 1904 yılında Barselona yakınlarında,
Figueras’ta doğan sanatçı, bu çorak topraklardan hiç ayrılmadı,
tüm resimlerinde o çorak araziyi,
onun renklerini kullandı. Katalan
ruhunun (gördüğü, kokladığı, dokunduğu şeylere inanır Katalan)
bütün özelliklerine sahipti. Varlıklı bir ailenin çocuğuydu ama
ailenin kuralları çok sert, bencil
bir baba için, nazik ve kadınsı
duyguları yoğun yaşayan çocuğa sahip olmak dayanılmaz bir
sıkıntıydı. Dali de karşılaştığı bu
sert davranışlar karşısında çok
rencide olmuş, ancak büyük bir
cesaretle bir şaire (Lorca’dır bu
şair. Ancak Lorca bu ilişkiyi sert
bir şekilde bitirecek, sonra da
gittiği Madrid’de öldürülecektir)
aşık olmuş, babasının yakınındaki bir evde beraber yaşamıştır. Bir
başka öykü vardır ki, hayatında
ve eserlerinde çok etkili olmuştur.
Simgelerden örnekler:
Henüz Dali dünyaya gelmemişti ki- adı Salvador olan- ağabeyi
aniden ölür. Sonrasında doğan
çocuğa kardeşinin adı konur; bu
çocuk Dali’dir. Hayatı boyunca,
isim benzerliği yüzünden kardeşinin ölümünden kendini sorumlu
tutacak, bütün bunlar yetmezmiş
gibi, ailesi tarafından sürekli kardeşi ile kıyaslanacaktır. Çocukluk
döneminin izlerini tüm eserlerinde belirgin bir şekilde görürüz.
Resimlerinin çoğu açık bir anı
defteridir aslında. Örneğin çok
erken ölen annesini pek görmeyiz; çünkü ona ait anılar çok azdır. Ancak nefret ettiği babası hep
vardır; olduğu gibi değil, olmasını istediği gibidir; elele. Kendisini hep annesinin onu giydirdiği
gibi, kız gibi giydirir resimlerinde
ve elinde hep bir çember (dişilik
simgesi) vardır. Kendi farklılığı ile
barışık ve keyifle de yaşamıştır 90
yaşına dek. Simgeleri çok kullanır. Bunları bilmek demek, Dali’yi
okumak demektir. Burada birkaç
örnek vermeden geçmek istemiyorum. Oldukça fazladır simgeleri, tümünün de bir çıkış noktası vardır. Ayrıca, “imge”lerin de
olduğu onlarca eser bırakmıştır...
Onları okumanın (bakmanın)
zevki bambaşkadır.
el: suç nesnesi…
karınca: ölüm
sümüklüböcek: akıl
balık: hayat
çatal: denge
çekirge: korku
piyano: kadın
kravat: olanaksız aşk
Dali, yaşadığı dönemin her türlü
siyasi olaylarından da çok etkilenir. Algı yeteneği ve hafızası güçlüdür. Bu özelliklerini, karmaşık
ruhuyla birleştirerek anlaşılması
zor ama unutulmayacak eserler
vermiştir. Anlamsız hiçbir şey göremeyiz tuvallerinde. Onun eserlerinin zevkine varabilmek için, bunları incelemek ve çözmek gerekir.
Saç şekli, giyim tarzı cüretkârdır.
Bıyıkları ise çok önemlidir; çünkü
bıyıkları onun simgesi olmuştur.
Ancak o yıllardaki bıyıklara da hiç
benzemez. O, sevgili bıyıkları için
şunu der:
“Benim bıyığım, kaytan, emperyalist, dikey gizemcilik, ultra-rasyonalisttir.”
İşte tam ona has bir tanım. Dali,
hayatında hep sıra dışı kişileri sevmiştir. Picasso, onun için çok özeldi. Paris’e gitmek istediği zaman
babasından izin istemiş; “beni Paris bir görsün” diye Paris’e gelmiş,
ilk ziyaret ettiği kişi de “Picasso”
olmuştu. Bu büyük ustanın atölyesine gittiğinde, “Louvre’u görmeden size geldim,” deyince, Picasso’dan aldığı yanıt “doğru olan da
buydu” olmuştur.
S. Zweig ve Freud hayran olduğu
diğer özel insanlardı. Farklı yönleri olan, o dönemin bu üç büyük
ustalarının-yazar, psikolog, ressam-yolları bir yerde kesişir. Bu
kesişme ilginç bir öyküdür:
Bir gün Dali, Zweig ile karşılaşır.
O sırada Freud çok hastadır. Acılı
bir hastalığa (çene kanseri) yakalanmıştır. Dali onu ziyaret etmek
ister ve beraber Freud’a giderler.
Freud’un kişiliği çok etkiler bu çılgın ressamı. Dali, tam evden çıkarken kapının önünde bir bisiklet ve
üzerinde bir sümüklüböcek görür.
Bu durum, algılaması müthiş sanatçının beyninde yerini bulmuştur bile. Daha sonraki tüm eserlerinde bisiklet üzerinde “FREUD”
motifi karşımıza çıkar. Sümüklüböcek de aklın yerini almıştır
onun “simgeler” dağarcığında. O
gün eve gider gitmez mürekkeple
kendisine verilmek üzere Freud’un
portresini yapar ve arkadaşına verir ki Freud’a ulaştırsın diye. Ancak
Zweig ölünce öğrenir ki, portresini
doktorun moralini bozmamak için
ona vermemiştir.
Ölümünden önce Zweig (karısıyla
birlikte gittiği Rio de Janeiro’da
intihar etti) Güney Amerika’ya gelmesi için Dali’yi ikna etmek için,
oraların sıcak renklerinden, kelebeklerin güzelliğinden söz eder
ama Dali ülkesinin renklerine hayrandır, asla ülkesinden ayrılmak
istemez. Zaten kısa zaman sonra
bu büyük yazarın intihar haberi
gelir. Bunun üzerine, arkadaşının
anısına bir seri “KELEBEK” resimleri yapar. İşte “gerçeküstülerin
kralı” usta, yaşadığı, gördüğü her
şeyden etkilenmiş, üretmiş, üretmiş, üretmiştir...
Bu bölümde, çalışmalarını evrelere ayırıp, kısaca açıklayalım.
İlk bölünme, hayatındaki kişilere
bağlı olarak gelişir. Biri Lorca’lı
yıllar, diğeri de Gala’lı yıllar. Şairle (Lorca) beraber olduğu yıllardaki eserlerinde “acıyı”, Gala ile
yaşadığı uzun yıllardaki eserlerinde “özgürlüğü” yakalamıştır. Gala
kendinden on yaş büyük ve güçlü
bir kadındı. Anne eksikliğini ömür
boyu hissetmiş olan bu adam, kendine bir “idol”, koruyucu, ilham
kaynağı bulmuştur. Hatta onu
tanrısal bir zirveye (Meryem ve
İsa olarak resmini yapmıştır) çıkarmıştır. Her resminde, çok gizli
60 61
AFSAD
de olsa, bir yerinde Gala’yı yakalamak mümkündür. İkisi arasında,
cinselliğin dışında bir ilişki yaşanmıştır ve ölene dek beraber olmaya
söz vermişlerdir. Ancak Gala erken
ölünce çok yalnız kalmış, içine kapanmıştır. Son yılları, “ATOM”
çağına rast gelmiş, bunu etkisi ile
bir dizi çalışma yapmış, tüm eski
resimlerini “parçalara” (atomlara)
ayırmıştır. (Meryem (Gala), yumuşak saatler tabloları gibi)
Çalışma çizgisini de dört bölümde
toplayabiliriz. Ancak kesin bir ayrım yapmakta mümkün değildir.
Bu evreler ve birkaç örneği;
1-Klasik-Saplantılı Evre
a- Penceremde duran kız (1926)
Konu: Kız kardeşi
b- Küçük kemik kırıntıları (1928
Paranoyak dönem)
Konu: Aziz Sebastianus’un (eşcinsellerin azizi) vücudunda kendini özdeşleştirerek, parçalara
ayırma (Lorca yılları)
c- Arzu denen muamma(1929)
Konu: Hiçbir resminde görmediğimiz annesi, bu resimde bir “döl
yatağı” şeklinde. Uzakta o çorak
kasabasının kayalıkları.
2- Başkalaşımsal Evre (Gala’lı
Evre)
a- Sahanda Yumurta Havada Yumurta (1932)
Konu: “Yumuşak yumurta” doğum ve soldaki yapının içindeki
minik görüntü “kardeşinin ölümü”.
3- Dinsel Evre (Yeni İnsanın
Doğumu) ve İmgeler
a- Köle pazarında Voltaire (1940)
Konu: Çift imgenin en güzel örneği
b- Ermiş Antuan’ ın baştan çıkarılması (1947)
4- Dinsel ve Çekirdek Evre
a- Leda - Atomika (1949).
Konu: Atomica (Gala) ve Leda
(Dali)
b- Patlamış Raphael’si baş… (1951)
Konu: Burada sınırları aşıyor,
“baş” panteonun kubbesi…
Dali’nin bazı şaşırtıcı alışkanlıklarına gelirsek;
Eserlerinin çoğunu çıplak ve
Bach dinleyerek yapar. Yemeklerden sonra kulağının arkasına
bir “üzüm” yerleştirirmiş. Nedeni üzümün serinlik vermesiymiş.
Tuvalete saçlarına bir “yasemin”
takıp gider ve çektiği karın ağrılarının ve yaralarının geçmesini hiç
istemezmiş. Bunlar onun zevk ve
ilham kaynaklarıymış…
Günlükleri, filmleri (Endülüs Köpeği), heykelleri, tümü sıra dışı ve
türünde tektir. Bu dünyaya başka
“DALİ” gelmedi, gelmeyecek ve
o sonsuza dek yaşayacak. Benim
için o bir “bilge”ydi ve önünde her
zaman saygıyla eğildim. Hayatını,
cinsel tercihini büyük bir açıklıkla
anlatabilen ender sanatçılardan
biriydi; bir diğeri PİCASSO’ dur.
Bu sıra dışı sanatçının, sıra dışı deyişlerini paylaşıyorum:
“Bir deliyle aramdaki fark, benim
deli olmamamdır.”
“Zarar görüp akıllanmaktansa,
mutluluktan aptallaşmayı kim istemez”
“Resim yapmak, gözlerden gelip
fırça ucundan akan sevgili imgesidir. Ve aşkta aynı şeydir.”
“Teşekkür ederim Tanrım, bana
bu bağırsak illetini verdiğin için.
Vücut dengemde eksik olan buydu”
İspanya kralı Don Carlos, ülkesinden hiç ayrılmayan ve İspanyalı
olmasıyla gurur duyan bu sanatçıya, bir şato hediye etmiş, “Marki”
ünvanını vermiştir. O da kralının
bir resmini yapmış, hediye etmiştir.
Ozan SAĞDIÇ
Fotoğrafın OZAN’ı
Usta
İşi
Doğaçlama
Mayıs - Haziran
Deniz KORAŞLI
[email protected]
Ozan Sağdıç 1934 Balıkesir
doğumlu Türk fotoğrafçısıdır.
Çocukluğunu Edremit’te geçiren Sağdıç, ortaokul eğitimini
İzmir, Buca’da tamamlamıştır.
Lise eğitimini İstanbul Kabataş Lisesi’nde yatılı olarak almış olup, oldukça başarılı bir
öğrenci olmasına rağmen, liselerin üç yıldan dört yıla çıkarılmasıyla fazladan okunacak olduğu için okuldan soğumuş ve
hayata atılmak için farklı yollar
aramaya başlamıştır. Bu karar
onu 1955 yılında sembolik bir
aylıkla “İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği”nin kâtipliğine sürüklemiştir. Zamanın İstanbul’daki profesyonel atölye
fotoğrafçılarının hemen hemen
hepsiyle tanışmak, işlerini izlemek şansına kavuşmuştur.
Daha sonra 1956 yılında bir
gazetede rastladığı “Manzara fotoğrafları alınacaktır.”
ilânıyla gittiği Doğan Kardeş
Matbaası’nda fotoğrafları beğenilmiş, yakın zamanda çıkacak olan Hayat Mecmuasında
çalışmak üzere keşfedilmiştir.
1956’da Hayat Mecmuası’nda
foto muhabiri olarak göreve
başlamıştır. 1930’lardan başlayıp 50-60’lı yıllara kadar
süren gerçeklik akımını Hayat
Mecmuası ile Türkiye’ye taşıyan kuşağın bir temsilcisidir.
Foto muhabirliğinin fotoğrafına kattığı belgeselcilik ile tarihimize görsel notlar da ekleyen
fotoğrafçı, hem o an’a tanıklık
eden, hem de farklı bir bakışla bize o an’ın ironik tarafını
da gösteren, her zaman yeni ve
taze kalabilen bir üslup yarat-
mıştır. 1960 yılında derginin
yeni açılan Ankara bürosuna
atanmış ve gazetecilik mesleğini Ankara’da sürdürmeye
devam etmiştir. Sonrasında
Hayat mecmuasından ayrılıp
Ankara’da yayın-endüstri, turizm fotoğrafları, takvim, poster çalışmaları yapan ve baskı
hizmetleri veren bir işyeri açmış ve çalışmalarını burada
sürdürmüştür. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hacettepe Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi’nde
fotoğraf sanatı ile ilgili dersler
vermiştir. Ayrıca, Devlet Tiyatroları’nın 17 yıla kadar varan
bir süreçte sahne fotoğraflarını
çekmiştir.
Babası şair olan Ozan Sağdıç
askerlik yıllarında mektuplaştığı bir şair büyüğünün tavsiyesine uyarak, tek bir alana
yönelmek ve orada başarılı
olmak uğruna şiir yazmayı ve
f: Ara GÜLER
hatta okumayı uzun seneler ertelemiştir. “Eğer bende bir şiir
gücü varsa, o benim fotoğraflarımda ortaya çıksın” düşüncesini gütmüştür. Fakat sonrasında insanın genlerinde olan
dürtülerin önüne geçilemediğini ifade etmiştir ki bu da 40’lı
yaşlarda çıkarmış olduğu “Çağla Çağı” isimli bir şiir kitabının
varlık nedenidir.
Eski edebiyatımızda ve başka
dillerde yazılmış şiirlerin günümüz Türkçesiyle, yani anlaşılır
bir dille nasıl söylenebileceği
konusunda girişimleri olmuştur. Bu konuda kendini; “Şairler, kalıba düşkün ve içeriksiz
örnekler veren meslektaşları
için küçümseyerek ‘Manzumeci’ derler ya. Ben iftiharla -dilimize yabancı şairleri dillendiren- çok iyi bir ‘manzumeci’
olmayı yeğlerim.” şeklinde
tanımlamıştır. Ömer Hayyam
ve Mevlana’nın rubailerini
Ozan SAĞDIÇ
“Fotoğraf”
dalında
2014
Aydın Doğan
Ödülü’nü
almıştır.
Adıyaman, 1972
Türkçe’ye çevirmiş, Nasrettin
Hoca fıkralarını manzume olarak dillendirmiştir. Nasrettin
Hoca’nın fıkralarındaki hicvi,
şiirin olanaklarını kullanarak
vurgulamıştır.
Sağdıç; şiirlerinin yanında yazmayı da hayatına katmıştır ve
hala yazmaya devam etmektedir. “Yirminci Yüzyıl Denen O
Mazi” adlı anı dizisini üç cilt
olarak planlamıştır. Anılarının
“Birinci Savaştan İkincisine”
adını verdiği ilk cildine, ailesinin Kurtuluş Savaşı günlerinde
yaşadıklarını anlatmıştır. Bu
büyük mücadelenin bilinmeyen yönlerini, yurt ve insan
sevgisinin yüceliğini, geride
bıraktığımız yüzyıla ait değerlendirmelerini bir sanatçı duyarlığıyla ve bir fotoğraf sanatçısının bakışındaki keskinlikle
tarihsel olaylarını yorumlamaktadır.
Açmış olduğu sergileri; kalıcı kılma, kitaplaştırıldığında
belge niteliği taşıyıp tarihi bir
değere sahip olduğu inancıyla
“Yaşadığım Ankara’dan Sayfalar”, “Röportaj Fotoğrafları”, “Geçen Yüzyıldan İnsan
Manzaraları”, “Doku”, “Baki
Kalan Bu Kubbede”, “Dünyanın Çocukları”, “Çocukların
Dünyası”, “Menderes Irmağı
62 63
AFSAD
Boyunca”, “En Büyük Dinleyici
İsmet İnönü”, “Doğa’nın Şiiri
Kapadokya” gibi kataloglarını,
Ankara Büyükşehir Belediyesi
için “Bir Zamanlar Ankara” ve
TRT adına “Dünyanın Bütün
Çiçekleri” albümlerini hazırlayıp yayımlamıştır.
“Fotoğraf” alanına ayrılmıştır
ki; bu ödül 1950’li yıllardan bu
yana fotoğraftaki sürekliliği,
güncel yaşamın belgelenmesindeki “dil tutarlılığı” ve Cumhuriyet Türkiye’sinin görsel
belleğine katkılarından dolayı
Ozan SAĞDIÇ’a verilmiştir.
Türk fotoğrafçılığına yapmış
olduğu katkılardan dolayı Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği (AFSAD) onursal üyesidir ve AFSAD bünyesinde,“Bir
Kutu Makine ve Ben” (1953)
adlı bir sergi açmıştır. Fotoğraf
Sanatı Kurumu (FSK) kurucu
üyeleri arasında yer almış ve
onursal üyesidir. “Devlet Fotoğraf Sanatçısı” unvanını alan
tek fotoğraf sanatçısıdır. 2010
yılında Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği’ne (BUFSAD) Onur
Üyesi seçilmiştir. Şubat 2014
tarihinde “Resmen Tanığım ki”
adlı 60 yılı ve 30 sergiyi içeren kapsamlı bir sergi açmıştır. Yine bu yıl Aydın Doğan
Vakfı tarafından düzenlenen
ve 18 yıldır kültür, sanat, edebiyat, bilim gibi her yıl farklı
alanlarda, alanının en saygın,
tanınmış, ülkesine, dünyaya
ve insanlığa katkılarda bulunmuş, mesleğinin zirvesindeki,
kendilerini yaratıcılığa adamış
kişileri ödüllendirme amacı
taşıyan “Aydın Doğan Ödülü”
Toplumcu, belgesel fotoğrafın
ve fotojurnalizmin ilk temsilcilerinden olan Ozan Sağdıç,
fotoğraf yaşamı boyunca günlük yaşama esprili bir dille
yaklaşan bir tarzı, içerik olarak
fotoğraflarında ironi barındırması, “karar anını” başarılı uygulamasıyla Türkiye’nin görsel
belleğine çok önemli katkılarda bulunmaktadır.
Kaynaklar:
1. http://tr.wikipedia.org/wiki/Ozan_
Sagdic
2. http://fotogaleri.gazetevatan.com/
ozan-sad-trkiyenin-hikayesini-eken-fotoraf/33452/1/Yasam
3. http://dergi.aktiffelsefe.org/
4. http://www.istanbulfotografmuzesi.
com/sergi-ozan.html
5. http://www.arsivfotoritim.com/yazi/
ozan-sagdic-ile-fotograf-uzerine/
6. http://www.anafot.net/DERGI-117
7. http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/26246104.asp.
8. “Resmen” tanığım ki: Ozan Sağdıç, Retrospektif Toplu Sergiler. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi, 2014.
9. Aydın Doğan Ödülü “Fotoğraf” Katolog.
Aydın Doğan Vakfı, Elma Basım Yayın
ve İletişim Hizmetleri, 2014
Gölbaşı, 1963
Harran, 1980
Sinop, 1969
Kula, 1970
64 65
AFSAD
Kayseri, 1962
Ankara, 1977
66 67
AFSAD
Belgeselin Estetiği...
Ve
Sinema...
Mayıs - Haziran
Eda ÇALIŞKAN
[email protected]
“Belgesel formu, gerçek ve güzellik arasında farz
edilen çatışmada yerini bulmak için savaştı”
Michael RENOV¹
Gerçek Olma Duygusu
Belgesel anlatım söz konusu
ise, fotoğraf ve sinemayı birbirinden ayırmak mümkün olmasa da, yalnızca kaçınılmaz
olarak, anlatım dillerindeki
farklılıklarla ön plana çıkan,
bir bütünün iki parçası olarak
görülmelerinin doğru olduğu
söylenebilir. Belgesel filmin
en çok tartışma yaratan yönü
şüphesiz, gerçeklik ve yaratıcılık unsurlarının bir araya geliş
enerjisidir. Hareketli görüntünün anlatım gücünün yüksek olması, Belgesel Sinema’yı
farklı misyonların da altına
sokmuştur. Gelişim sürecinde
incelediğimiz Belgesel Sinema,
çıkışından bu yana (19. yy.’ın
son yılları) kendi anlatım dili
üzerine yoğunlaşma telaşı yaşamış, kurmaca adı altında izleyici kitlesi ile buluşan, öykü
anlatan filmlerle zorlu bir rekabet içerisine girmek durumunda da kalmıştır. Konulu
filmlerin en büyük avantajı,
öykülerinin etrafında sinematografi kullanımı gerçekleştirirken, belgesel sinema için bu
işleyiş tam tersi şeklinde gelişmiştir; sinematografiye ek bir
öykü anlatımı. Zira belgesel,
hem fotoğraf hem de sinemada gerçek olanın hikâyesi ve
gerçek olanın düşsel dünyasıdır. İşte bu noktada belgesel
fotoğrafın ve sinematografinin
estetiğinden bahsetmek yerinde olacaktır. Bir var oluş olgusu çerçevesinde baktığımız
gerçekler, estetik bakış açısından yansıtıldığında, başka
dünyanın gerçekleriymiş hissi
de uyandırabilir.
İşte riskli olan bu yola doğru
uzanan dönemeçte, belgesel
filmin estetik kaygısını anlamak ama daha önemlisi sanatçısı tarafından verilmek istenen mesajların niteliğinin de
irdelenmesi önemlidir.
1930’lu yıllarda, Belgesel Sinemanın gerçeklik olgusunun
etkileyici unsurlarla birleşmesi konularında önemli çalışmaları bulunan İngiliz gazeteci John Grierson, ilerleyen yıllarda Belgesel Sinema
konuşulurken ismi her daim
anılan biri olacaktır. Büyülü
dünyanın, gerçek olanla buluşmasının keşfi, beraberinde
eğitsel ve bilgilendirici nitelikli yapımları da beraberinde
getirecektir (Adalı, 1986). Sinema akımları da tıpkı diğer
tüm sanat dallarında olduğu
gibi ülkenin içinde bulunduğu
koşullardan etkilenen halkın
gömleğini giymiş, halkın hislerinin bir yansıması olarak
yer bulmuştur. Belgesel Sinema da, savaş ve çare arayışı
yıllarında tüm dünya genelinde özellikle propaganda ve
politik nedenlerle başvurulur
bir yapım haline gelmiştir. Elbette bu özelliği ile de amaca
hizmet eder ancak, belgeselin
son yıllarda geldiği nokta bu
fikirden oldukça uzak, kendi
anlatım diline sahip, dramatik
altyapının kendini ilmek ilmek
hissettirdiği bir hal almıştır.
Abbas Kiyerüstemi belgeselin
görsel anlatımdaki temelini
“Bütün evlerde insanların sahip oldukları fotoğraflar ya da
bizzat kendi fotoğrafları vardır. Fakat hiç kamera girmese,
bu fotoğraflarda asla meydana
çıkmayacaktır” şeklinde ifade
etmiştir (Nancy, 2013)².
Sinematografik illüzyon, doğal
olanla birleşirse anlatım kuvvetlenir; ancak dramaturjinin
anlatım diline verdiği destek
asla yadsınamaz. Peki, burada
bir soru aklımıza düşüveriyor
hemen, hem gerçeği vereceğiz,
hem de nasıl güzellik katacağız? Elbette, hikâyenin dramatik mekanizmasının doğru
kurulması adına, gerçeğe dayalı, gerçek olandan uzaklaşmadan mizansen ve yeniden
canlandırma teknikleri belgesel sinema içerisinde yer alan
tekniklerdir. Burada kurmaca
(fiction) ve kurmaca olmayan
(non-fiction)
kavramların,
belgesel anlatım dilinde tam
anlamıyla farklı sinemasal dilin kullanımında belirgin bir
ayrımın parçaları olmaları
sürpriz değildir.
Öykülü filmin düşsel dünyasına giremediği düşünülen
belgesel kendi anlatım dili
içinde, izleyicinin algısı ve anlamlandırma yeteneklerindeki
dinamiklerle birleştiğinde, estetik kaygılardan hiç de uzaklaşmadığını görmek mümkün.
Belgesel sinemada, sinema
dili ancak sinematografi kullanımının uyumu ile anlaşılır
bir hal alabilir ve en önemlisi
de evrenseldir. Sinematografi
temel prensipte; ses (diyalog,
müzik, efekt vb.), kamera hareketleri, kameranın yerleştirildiği açılar, ışık ile anlam
yaratma bileşenlerinden oluşan bir sanat şeklidir. Belgesel
sinemanın estetiğinde, yaratıcı yer bulan sinematografik anlatım şüphesiz anlamın
güçlenmesi için yer yer dozları
farklılaştırılan sinema dili elementlerinden beslenecektir..!
Sinemanın gerçek parçaları olan fotoğraf karelerinin estetikle buluşması...
İnanç Mozaiği
Belgesel çalışmalar, ister sinema ister fotoğraf anlatımları
olsun, bir sürecin sonucu olarak izleyeninin karşısına çıkar.
Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız belgeselin duygusu,
dramatik altyapısının oluşabilmesi için sanatçısına biraz
süre tanır. Belgesel anlatım ve
içerisinde barındırdığı yaratıcı anlatım, karelerinin her birinin tek tek içerdiği anlamın
68 69
AFSAD
bir araya gelerek oluşturduğu
gerçeklik dünyasında, fotoğrafçı ya da sinemacının gözünden daldığı hayal iklimine
açılır aslında. Gerçektir... tam
ortasındadır hayatın... tam istenen yerindedir ve ulaşılmayı
bekler... Fotoğrafçı ya da sinema gözü gidecektir oraya, var
olanı yeniden keşfetmeye.
İşte “İnanç Mozaiği” belgesel
çalışması böyle bir sanat yapımı. Yılları içine sindiren, estetiğini kendi zamanında yaratabilen bir çalışma. Sinemanın
fotoğrafik anlatım özellikleri,
şüphesiz fotoğraf karelerinin
gücünden kaynaklanır. Çekilen her bir karenin fotoğrafik
anlatımı, sinemasal düzende,
görüntüler hareketli olmasa
dahi kendi ahenkli vuruşunda
anlam kazanacaktır. Bu özellik belgesel sinemayı, anlaşılır
hale getirebilen yegane unsurdur. Fotoğraf ve sinemanın
en belirgin ayrışma noktası,
fotoğrafın anı durdurduğu,
sinemanın ise anları kurgusal
düzene soktuğudur.
Belgesel çalışmalarda ihtiyaç
duyulan bu kurgunun ilerlemesi için gerekli olan bir
parça kıvılcımın, kendi iç dinamiğinde çoğalarak genişlemesi gözlenir İnanç Mozaiği
çalışmasında. İnançların birleşmesi, farklı inanışların görüntü dilinin ufkuna yayılması
ve doyulmaz estetik yansımasıdır aslında özü. İnanç, kuvvetli anlatımı hak eden kutsal
bir olgudur. Bu niteliği, inanç
olgusunun anlatım dili çok
güçlü karelerde ifadesini de
zorunlu kılar.
İnanç gerçektir... AFSAD tarafından 2000 yılı itibariyle
başlayarak, uzun bir sürece
yayılan, gerçek olgusu üzerine kurulu bir projede de hayat
bulacaktır, GAP İnanç Mozaiği
Projesi. İnanç, esasen herkes
için farklı anlamlar içeren bir
olgudur. Bizim bu inanışları kendi kültürel özleri içinde
nasıl algıladığımız fotoğrafik
bakış açısının bir sonucu olacaktır. Gerçeğin, estetik algılamalarla bütünleşik karelerinin ahengi vardır aslen. Sinemada bir görüntüyü anlarken
aslında biliriz ki onun önü ve
arkası da vardır. Fotoğrafların
dizilimimin gücü vardır orada,
seçilen karelerin zaman içinde
yoğrulmuş, görüntüyü kaydedenin kazanımları, deneyimleri, algıları, güzellik görüşü,
inanışları ve en önemlisi nasıl
görmek istediği vardır gizlice.
O halde, belgesel film, belgesel fotoğrafik görüntülerin ve
karelerin birleşme noktasıdır,
oluşum çabasıdır demek yanlış olmaz. Görüntülerin karelerdeki tek tek görsel yoğunluğu, belgesel sinemanın da
temelini oluşturur.
Belgesel sinemacıların, anlatımlarını fotografik anlatım
dilinin tadından yoksun bırakmamaları arzusuyla...
Sinema dolu günler olsun...
¹ Michael Renov, akademisyen ve yazar
² Jean-Luc Nancy, Filmin Apaçıklığı Abbas Kiyarüstemi, Küre Yayınları, 2013,
İstanbul
Fotoğraf
Okuma
Doğaçlama
Ali TAPTIK
Bu sayfalara yazmak için daveti aldığımda bir müellifin fotoğrafları
sözel olarak ifade etmeye çalışmasının problemli bir yanı olduğunu
düşündüğümden ve bireysel ifademi fazla sayıda fotografik görüntünün kümelenmesinde konumlandırdığımdan, tekil fotoğrafları
okumayı tercih etmedim. Bunun
yerine kendini fotoğrafçı olarak
tanımlamayı tercih etmeyen ama
ürettikleri çalışmalarıyla zihnime
kazınmış görüntüler yaratmayı
başarmış üç sanatçının işleri arasında sözel bir gezinti yapmaya
karar verdim.
2007’de Halil Altındere’nin muhalif olarak tanımlanabilecek
birçok güncel sanatçıyı bir araya
getirdiği “Gerçekçi ol, İmkansızı
iste” sergisi, Elhamra pasajında,
- lise yıllarımdan beri sık sık gittiğim - Karşı Sanat Çalışmaları’nın
açılışı oldukça kalabalıktı. Bu oldukça kalabalık ve sıkışık sergide
bir şekilde bütün işler birbirine
akarken, serginin girişindeki fotoğraflardan birinin beni nasıl
çarptığını hala hatırlıyorum. Ferhat Özgür’ün “Heal Me” isimli fotoğrafı bütün bir duvarı kaplamış,
sergiye girdiğiniz ilk koridordan
– ve açılış kalabalığındaki insanların arasından –ışıyordu. Genç
atletik bir adam, iki yatak arasına
uzanmış sırtına bir ütü basan daha
yaşlı gecelik elbisesiyle gözleri kapalı bir kadın. Adamın yüzünde
sakin bir ifade. Abartısız renkleriyle sanki kendiliğinden görüntülenmiş gibi bir an, ama Özgür’ün
diğer fotoğraflarını bilince önceden zihinde yaratılmış bir görüntünün gerçekleştirmesi olduğunu
düşünmem gayet normal herhalde. Yavan bir mesele olan “kurgu
mu, değil mi?” sorusuna hiç gitmiyor aklım. 2007’de Güney Doğu’da savaşın yer yer yükseldiği,
yer yer sakinleştiği bir dönem; ha-
Mayıs - Haziran
yatımızdan hiçbir zaman eksik ol- Her milli bayramda karşılaşılmış
mamış işkence hikâyelerinin için- olunması doğal bu sahnedeki kade fotoğraf bana içimden de olsa dın, ben ve yaşıtlarımızın annebir şeyler söyletiyor. “Özlenen bir annesi, babaannesi; “Cumhuriişkence”, “Acı çekmek de bir hu- yet Teyzeleri” diye tiye aldığımız
zur mu?” Belki de sadece boyun, insanlardan... Bir anda Ferhat
bel fıtığı gibi günümüz yaşamının Özgür’ün fotoğrafındaki gözleri
vücutlarımızda
bıraktığı
acılara karşı basit bir iyileştirme mi? Fotoğrafı ilk gördüğüm zaman, şimdi olduğu gibi boyun fıtığı hastası
değildim, bunları şimdi mi
düşünüyorum yoksa o gün
de aklıma geldi mi? Pek de
önemli olmayan bu konuyu
bir kenara bıraktığımda,
fotoğrafta belki de en çok
şiddet içeren obje, yani
ütü, beni bambaşka bir foFerhat ÖZGÜR ‘Heal Me / İyileştir Beni’
toğrafa götürüyor.
2007 diasec baskı 142x200 cm / Sanatçının izniyle
Osman Bozkurt’un “Ütü”
isimli fotoğrafında yaşlı bir kadın, alelade orta sınıf bir
evde, buruşuk bir bayrağı ütülüyor. 2006’da benim çalışmalarımın da yer aldığı bir sergide karşılaştığım bu büyük fotoğraf da
‘Heal Me’ gibi duvara sıvanmıştı.
kapalı kadınla, bu ütü yapan kadın bir oluyor benim için. Gözlerindeki bağın nedenini düşünmeye çalışıyorum. Neden olur da o
1930’ların çocuklarına günümüzde kabul etmemiz, sahiplenmemiz
gereken, üst üste hatalarla dolu
Osman BOZKURT Ironing / Ütü
2006 C-Print Ahşap üzerine yapıştırma pleksi kutu içerisinde 80 X 116 X 7 cm
Sanatçının izniyle
lışıyorum. Bu bir gelenek mi, bir
tedavi biçimi mi, yoksa Koçyiğit’in
hayal ettiği bir görüntü mü? “Ne
önemi var?” Daha sonra bunalımın içinde debelendiğim bir gün
gittiğim bir partide bu fotoğraf
karşıma çıkıyor, sohbet eden kitlenin içinden bir kenara çekilip o
fotoğrafa bakmanın beni nasıl iyileştirdiğini düşünüyorum. Sırtında ütü olan adamla, stetoskopla
dinlenen adam bir oluyor benim
için, onlarda kendimi görüyorum.
Servet KOÇYİĞİT Doktor / Doc, 2008 C-print, 120 x 120 cm
Sanatçı ve Rampa’nın izniyle
bir geçmişi bir türlü anlatamayız.
Neden kelimeler yetmez, konuşmalar bölünür, birbirimize sevgimizden, saygımızdan konuşmayı
keseriz. İstanbul’dan, Bursa’dan,
İzmir’den biz (70, 80, 90 kuşağı)
onları anlarız da, onlar bizi neden
anlamaz?
Ferhat Özgür’ün “Heal Me” (Beni
iyileştir) isimli işinin isminin
önerdiği iyileştirmeyi benim için
bambaşka bir görüntü yaratıyor.
Outlet’de Servet Koçyiğit’in İstanbul’daki ilk kişisel sergisinde yer
alan bu fotoğrafta bir gölün kıyısında dev bir kaya, kayanın önünde dizlerine kadar suların içinde,
biri yaşlı biri genç iki erkek, yaşlıda beyaz önlük, stetoskop ile genç
adamın sırtını dinliyor. Huzur
veren bir yeşilin hâkim olduğu fotoğrafa bakarken, sık sık karşıma
çıkan bir soruyu göndermeye ça-
Ferhat ÖZGÜR
exhibition view, “be realistic demand impossible”,
karşı sanat, İstanbul
70 71
AFSAD
Hepsi farklı ilgi alanları, eğitimleri ve farklı sorunsalları olan üç
farklı sanatçının ürettiği üç farklı
iş bana bunları yazdırıyor. Sayısal
yeniden üretim çağında kolayca
ulaşılabilecek,
fizikselliklerden
kopmuş bir şekilde aniden karşınıza çıkabilecek bu üç fotoğraf,
tonlamalarına, boyutlarına, baskı tekniklerine, yani kolayca dile
dökülebilecek teknik özelliklerine
dair değil, kendime, yaralarıma,
anneannemlere, nasıl iyileşeceğime dair bir şeyler söyletiyor. Bir
yere varamıyorum, çünkü hala bakıyorum.
Fotoğraflar okunmaz, onlara bakılır.
Not: Fotoğrafları kullanmak için
izin alırken, sanatçıların işlerini
sergileme biçimlerini yenilediklerini fark ettim. Osman Bozkurt’un
çalışması artık pleksiglas içinde
buruşmuş bir şekilde sergilenirken, Ferhat Özgür Diasec tekniğini tercih ediyor.
Osman BOZKURT / Ironing / Ütü
2006 C-Print Ahşap üzerine yapıştırma pleksi kutu içerisinde
80 X 116 X 7 cm Sanatçının izniyle
Fotoğraf Neden Kusursuz Olmak Zorunda Değildir
Okuyoruz
Mayıs - Haziran
Burcu VARDAR
[email protected]
Açıklamalı Modern Fotoğraf
Jackie Higgins, dilimize çevrilen
kitabında; sanatçıları, eserleriyle birlikte örneklendirerek modern fotoğrafçılığın oldukça güçlü bir savunmasını yapmaktadır.
Geleneksel fotoğraf algısının dışında, yüzyıla damgasını vuran
iyi işler üzerinden, fotoğrafçıların konuyu seçme nedenlerini ve
konuya bakış açılarındaki ustalığı inceliyor.
Arka kapakta “Fotoğrafçılık,
uzun süre önce, fotoğrafçının
önünde duran süjenin eksiksiz
bir temsilini sunan bir malzeme
olmaktan çıkmıştır.” diye başla-
yan metin, içeriğe ilişkin olarak
okuyucuda merak uyandırıyor.
Kitaba başlarken, 100 önemli
eserin, yazar tarafından altı başlık altında incelenip, irdelendiği
bilgisini alıyoruz.
Yazarın konuyu ele alışından,
sanata, sanatçıya ve eserlerine
ne kadar önem verdiğini anlıyoruz. Şimdi isterseniz kısaca Jackie Higgins’in kitabının bölümlerine bir göz atalım;
Birinci bölüm: Portreler/Tebessüm
Bölüm girişinde klasik portre anlayışını
sorgularcasına
“Yüzler zihnin
içsel devinimlerini pek yansıtmazlar” der
yazarımız.
Andy
Warhol’un kendisi
hakkında bilgi
alınmak isteniyorsa sadece
fotoğraflarının
yüzeyine
bakılmasını
istediğini, fotoğrafçıların
özelliklerine
ilişkin alıntıda
okuyoruz.
İkinci bölüm:
B e l g e / A n
Fotoğrafı
Küratör Susan
Bright’in “Dai-
ma bir şeyleri kaydettiği için her
fotoğraf, öyle ya da böyle bir belgedir” sözü, bölüm girişinde bize
başlığın içeriğine dair iyi bir ipucu veriyor.
Henri Cartier-Bresson’un fotoğrafın neden önemli bir sanat eseri olduğunun açıklaması
kulaklara küpe mahiyetindedir.
“Saint Lazare Garı’nın arkasındaki tamirat alanının etrafında
ahşap bir çit vardı; ben de makineyi gözüme dayamış etrafı gözlüyordum. Gördüğüm şey buydu.” der Cartier-Bresson. Yazar
şöyle bir açıklama ekler; “Ancak
figürün hareket yüzünden bulanık olduğu bu belli belirsiz sahne Cartier-Bresson’un gördüğü
değil yarattığı şeydi. Ayağı su
birikintisinin ayna gibi yansıtıcı durgun yüzeyine değmeden
hemen önce figürü dondurarak,
oradan gelip geçen herhangi birinin gözden kaçıracağı anı yakaladı.”
Bölüm 3: Still Life/Zamanı Dondurmak
Bölümün girişinde “Söz konusu
still life olunca sanatçıların sadece özneden değil yöntemden
de ilham aldığı günümüz çalışmalarını gözler önüne seriyor”
diyerek yazarımız bize bölüme
dair ipuçları veriyor. Geçmişten
gelen tekniklerin, günümüz modern fotoğrafçısıyla birleşince
ortaya çıkan işlerin sergilendiği bölümde deneysel çalışmalar
dikkat çekiyor.
Ori Gersht’in “Cinayeti Gördüm
(Patlama)” isimli fotoğrafında
ilave bilgi olarak “Yapıtın adı
Gersht’in fotoğraf ve gerçek arasındaki ilişkileri keşfettiğini söylediği, Michelangelo Antonioni’
nin 1966 tarihli “Cinayeti Gördüm (Patlama)” adlı kült filmine
bir göndermedir” der yazarımız.
Bu fotoğrafı oluşturan en önemli
şey zaman... 1/6000 örtücü hızında çekilmiştir ve fotoğraf ile
bizim dünyayı görme şeklimiz
arasındaki beklenmedik ayrışmayı inceler.
Bölüm 4: Anlatı/Eylem
Bölümde, sahnelenmiş fotoğraf
olarak bilinen bir türü, çağdaş
fotoğraf sanatında hikâye anlatımının kullanımı inceleniyor.
Bill Henson’ın “İsimsiz #70”
adlı fotoğrafında yazar; “Çağdaş
anlatı fotoğrafında mevcut bir
eğilimde, gerçek olanla sahnelenmiş olan arasındaki çizgiyi
belirsizleştirmektedir. İzleyici
Henson’ın görüntülerinde neyi
nasıl okuyacağını gerçekten bilemez.” diyerek sanat yapıtını
tarihsel ve sanatsal bağlamda
konumlandırmıştır.
72 73
AFSAD
Bölüm 5: Manzaralar/Bakış
“Çağdaş fotoğrafçılar, manzaralara
farklı
pencerelerden bakıyor” diyerek
gösterme biçimlerinin fotoğrafa
kattıklarını anlatan bir bölüm
oluşturmuş.
Hiroshi Sugimoto “Dünya Ticaret Merkezi” isimli fotoğrafı için; “Kamera neyi yakalarsa
onu çekmesine izin veriyorum
(…) ister inanın ister inanmayın,
bu size kalmış; görseller benim
sorumluluğumda değil, kameramı suçlayın beni değil” sözünü vurgulayarak, fotoğrafçının
özelliklerine ilişkin alıntılarda
bulunmuştur yazarımız.
Bölüm 6: Soyutlamalar/Birbiri
İçinde Eriyen Görüntüler
Bölüm girişinde yazarın vurguladığı Robert Rauschenberg’in
“Meziyet bir şeyleri altüst etmek” diyerek, yapıtlarını çamaşır suyuyla tahrip ettiğini açıklaması, bölüme dair fikir sahibi
olmamızda bize yardımcı oluyor.
Uta Barth’ın, kitap kapağı da
olan “Zemin” fotoğrafı için üretim sürecini ve fotoğrafa dair
yaklaşımını şöyle anlatır; “Benim için asıl soru, neye baktığınızı anlamaya çalışırken dikkatinizi dağıtmak yerine, bakma
eyleminizle ilgili sizde nasıl bir
farkındalık yaratabileceğimdir”
der. Barth, Zemin serisinde kamerayı boş ön plana bilerek net
yapıp tüm kompozisyonu bulanıklaştırma yoluna gitmiştir.
“Görsellerde netlik yok çünkü
kameranın dikkati başka şeylere
yönelmiş durumda” diyerek niyetini açıklar.
Yazımızı kitabın iç kapağındaki
bir sözle bitirelim.
“Jackie Higgins, tek kalemde fotoğraf sanatının ilk elden göründüğünden çok daha karmaşık olduğunu kanıtlıyor.”

Benzer belgeler