Güneydoğu Anadolu`da İnançlar, İnanışlar 2000-2013
Transkript
Güneydoğu Anadolu`da İnançlar, İnanışlar 2000-2013
41 Kontrast Mayıs - Haziran 2014 Fotog raf Dergisi Dosya Konusu Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar 2000-2013 ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Dosya Kontrast Konusu Editör Mayıs - Haziran Merhaba, “Yayıncılık gerçekten emek ve zaman alan bir süreç. Gönül ister ki tek işimiz bu olsun ve hakkını vererek yapalım. Günlük yaşamımızda bu akışını özellikle iş yönüyle hiç durmadan ve artarak devam etmesi, feragat edeceğim alanlardan kendime ait kısmının da tükenmesi nedeniyle, KONTRAST’ın Yayın Yönetmenliği görevini yeni dönemde sevgili Kâmuran FEYZİOĞLU yürütecek. Ekibin başarısının devamını diliyorum. Gönlüm ve desteğim onlarladır.” Sözleriyle vedalaşıyordu sevgili İmren DOĞAN PINAR bir önceki sayıda, siz sevgili takipçilerimizle. 41. sayının yeni bir ekiple doğuşunda ise desteğini hiçbir şekilde esirgemeden yanımızdaydı. Belki bu sayıda adı geçmeyecek ama perde arkasında ki isimlerden biri de O’dur. 35. Sayıdan bu yana büyük bir özveri ve emekle çalışan sevgili İmren DOĞAN PINAR, sevgili Arzu ÖZGEN, sevgili Irmak SOLDAMLI’ya kattıkları ve çoğalttıkları her şey için teşekkürü bir borç biliyoruz yeni yayın ekibi olarak. Mine HOŞGÜN SOYLU, Sibel ACAR ve Özgür YILDIRIM yeni oluşumda bizlerle birlikte olmaya devam ediyorlar. Sevgili Sibel ve Özgür’ün iş tempolarından dolayı bu sayıda katkıları olamadığı için yayın ekibinde adlarını göremeyeceksiniz, bize göre onlar hep aramızdaydı, ancak bu sayıda isimlerimiz geçmese iyi olur taleplerini saygıyla karşılıyoruz. Varlıklarını bilmek de bizlere yetti şimdilik. Sevgili Mine olmasa, gerekli yerlerde müdahale etmese bu sayıyı çıkarmak mümkün olmayabilirdi. Eski ekip birlikte nasıl evrilip deneyim biriktirdilerse şimdi yeni oluşan ekiple birlikte sıra bizde. Yeni ekibi künyemizde göreceksiniz. Farklı meslek gruplarından oluşan ve dinamik bir ekip ile karşınızdayız. Hiç birimiz yayıncı değiliz. Diş hekimi de var, mühendis de, bilişimci de var, tercüman da… Yıllar içerisinde amatör bir ruhla gönüllülük esasıyla çıkan KONTRAST dergisinde alışıldık bir durum. 2 3 AFSAD Adettendir, “Bu sayıda bizleri neler bekliyor?” sorusuna yanıt aramak açılış yazısında. 41. Sayı hazırlıkları içerisinde Türkiye gündemi SOMA Faciası ile sarsılıyordu. Unutmakla kusurlu olan aklımızı, belleğimizi bu yöne çevirmemiz gerekiyordu. Portfolyo köşemizde tarihe düşülmüş bir not olarak Mehmet ÖZER-AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi’nin yazıları ve fotoğrafları ile anmak istedik bu katliamı. Türkiye gündemi açısından bir diğer önemli olay Gezi’nin 1.yıl dönümü olmasıydı. Aynı sinerji damarlarımızda yer buldu. Hemen hemen aynı tarihlerde Özcan YURDALAN Gezi tanıklığını anlatan kitabı Bir İsyanı Fotoğraflamak’ı çıkartmıştı. F/64 köşesinde kitabın tam sunuş metnini bulabileceksiniz. Dosya konumuz Gezi’nin yıldönümünde bir yeryüzü sofrasına; içinde onlarca rengi barındıran Güneydoğu Anadolu topraklarına davet ediyor. AFSAD-GAP İdaresi işbirliği ile yıllara yayılmış bir projenin sonuncu ayağı olan Amin/Amen sergisinin kapılarını aralıyoruz birlikte. Portfolyolar köşemizde kömür diğer karasıyla yer buluyor; Serkan ÇOLAK ve Sinan KILIÇ’ın Reş çalışması, Taş kömüründen sonra odun kömürünün meşakkatli yüzünü gösteriyor. Ve Çeltik’i anlatıyor İdris AYDIN fotoğraflarıyla, soframıza gelen pirincin öyküsüne tanık oluyoruz. Almanya’dan bir fotoğrafçıyı ağırlıyordu İstanbul, Mayıs ayında, Azerbaycan mültecilerini konu eden Eve Giden Beş Yol ile Philipp Rathmer’in fotoğraflarıyla, sayımızı hazırlarken bu sergiyi kaçırsak da sergiden birkaç kareyi de olsa sunalım istedik. Keyifle okumalar dileriz… Kontrast Yayın Ekibi Adına Genel Yayın Yönetmeni Kamuran FEYZİOĞLU Kontrast AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Mustafa ERTEKİN Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Kamuran FEYZİOĞLU Yayın Kurulu Burcu VARDAR Cem DEMİR Ceren ÖZCAN Deniz KORAŞLI Esin YÖNDEM ÖZÇELİK Gökhan ÜNLÜ Hakan TEMİZSOY Mehmet VİDİNLİ Mine HOŞGÜN SOYLU Nilgün BEŞİRLİ Özlem DAĞ Yiğit KOÇBAY Zeynep HAMURDAN Redaksiyon Mine HOŞGÜN SOYLU Grafik Tasarım Nur CEMELELİOĞLU ALTIN Cem DEMİR Reklam Cem DEMİR Kapak Fotoğrafı: Berna CANDAN Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Baskı Mattek Matbaa Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 1354 Cad. 1362 Sok. No:35 İvedik ANKARA/TÜRKİYE Tel:0.312.433 23 10 Pbx Faks:0.312.434 03 56 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 İçindekiler 4 AMEN / AMİN Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar 2000-2013 4 5 32 F/64 Geziden Sonra Hiçbir Şey Aynı Olmayacak. Peki Ya Fotoğraf? Özcan YURDALAN AMEN / AMİN Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar 2000-2013 Proje Tanıtımı Söyleşi Serpil YILDIZ 9 Söyleşi 12 Söyleşi 14 Proje Fotoğrafçılarından... İbrahim GÖĞER Mustafa ERTEKİN 37 Portfolyo Ceren ÖZCAN 37 Ölüm Bizi Kovalar Biz Kömür Sökeriz Ocaklarda Mehmet ÖZER Siyah Beril TÜRKOĞLU Bir Vardiya Alaaddin KARA Yüzündeki Işık Mehmet ÖZER 46 Reş Serkan ÇOLAK / Sinan KILIÇ 50 Eve Dönen Beş Yol Philipp RATHMER 53 Çeltik İdris AYDIN 57 Doğaçlama 60 Konuk Yazar 62 Usta İşi - Ozan SAĞDIÇ Görüntü Edimi Kuramı C.J. REYNOLDS Salvador DALİ Gülden AKKAN Deniz KORAŞLI Sinema... 67 Ve Belgeselin Estetiği Eda ÇALIŞKAN 69 Fotoğraf Okuma 71 Okuyoruz Ali TAPTIK Fotoğraf Neden Kusursuz Olmak Zorunda Değildir Jackie HIGGINS Burcu VARDAR Dosya Konusu Mayıs - Haziran “Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar 2000-2013” AFSAD – GAP Projeleri 6 Giriş Kontrast’ın 41. sayısında dosya konusunu, yıllara yayılmış bir projeye ayırdık. 1989’da Urfa Tünelleri’nin temel atmasıyla birlikte başlayan süreçte bir değişim söz konusuydu. Özellikle de çağına tanıklık açısından sorumluluk bilinci taşıyan fotoğrafçılar, bu konuya uzak kalamazlardı. Yörede bir değişim başlayacaktı ve bu yöre, ülkenin hiç bir bölgesine benzemeyecek çeşitlilikteki dinamikleri bünyesinde barındırıyordu. 1995 yılından beri beş proje AFSAD-GAP İdaresi işbirliği ile gerçekleştirildi. 2000 yılında başlayan, altıncı projeye zaman zaman ara verilmek zorunda kalınsa bile 2014 yılında Amin/Amen sergisi izleyicileriyle buluştu İlk olarak Ocak 2014 de Ankara CerModern de açılan sergi, Aralık ayında İstanbul’da, Şubat 2015 de İzmir’de tekrarlanacak. Son projenin sorumlusu Serpil Yıldız, sergi küratörü İbrahim Göğer, Orhan KÖSE-Selim AYTAÇ-Asuman ERGÜNEYA.Kadir EKİNCİ-Gülser GÜNAYDIN-Serpil YILDIZ-İbrahim GÖĞERMehtap YILDIZ-Mustafa ERTEKİN-Dilek BAL GAP İdaresi ile ilişkilerin tekrar yapılandırılmasına ön ayak olan AFSAD 36. dönem başkanı Mustafa Ertekin ve katılımcı fotoğraf- çılar, dosya konumuzu hazırlarken desteklerini esirgemediler. Dosya konumuzu şekillendirirken kimi zaman albüm metinlerini kullandık. Serpil Yıldız, İbrahim Göğer ve Mustafa Ertekin, projeyle ilgili sorularımızı yanıtlamak üzere söyleşi taleplerimizi geri çevirmediler. Katılımcı fotoğrafçılar projeyle ilgili yazılarıyla, destek verdiler. Dosya konumuzda projeden fotoğraflar da yer alıyor. Keşke tamamını yayınlayabilmek mümkün olsaydı. Amin Amen projesinin metinlerle desteklenmiş, 820 fotoğraftan oluşan albümünün basım aşamasında olması ise bu konudaki en büyük tesellimiz. Kontrast Yayın Ekibi 4 5 AFSAD Proje Tanıtımı Serpil YILDIZ Proje Yöneticisi “Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar Projesi; geçmişi ve bugünü geleceğe fotoğraflarla taşımak; varsa değişimin öyküsünü anlatmak üzere, etik değerlere ve inanç sahiplerine zarar vermemeyi en temel ilke edinerek, Bölge’de var olan farklı inançların, inanışların kültürel, sosyo-ekonomik etkilerinin; kaybolan ya da kaybolmaya yüz tutmuş değerlerinin; gelenek ve göreneklerinin irdelendiği bir çalışmadır. İnanç ve inanışların hem her grubun kendi içinde, hem de farklı olanlarla etkileşimlerinin ve etkilenişlerinin belli bir süre aralığındaki en tarafsız kesitini; kişilere, hak ve özgürlüklere zarar verecek, çıkarcı ya da kurgusal bir anlayışa izin vermeksizin üretme çabasındadır.” “AFSAD açısından, Güneydoğu Anadolu Projeleri’nin tek hedefi oldu: Geniş bir spektrumda kalıcı, güvenilir, tarafsız görsel belgeler oluşturmak, yalnızca bugüne değil, geleceğe geçmişi taşıyacak basılı, uluslararası erişilebilir kaynak yaratmak.” Urfa Tünelleri’nin temelinin atıldığı 1989’da başladı değişimin fotoğraflanması. Suya Özlem oldu ilk çalışmanın adı. Sonra beş yıl gözle görünür bir değişim için beklendi. Tünel bitti, sulama kanalları suyla buluşturmaya başladı toprağı ve insanı. Tam da bu sırada, 1995’te kesişti AFSAD’la GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın yolları. Peşpeşe projelerle fotoğraflandı Bölge: Bir Fırat Öyküsü, Sözümüz GAP Üstüne, GAP’ta Kadın ve Çocuk, Hayata Karışan Fırat Fırat’a Karışan Hayat, GAP’ta 10 Yıllık Birikim. Değişim, sosyoekonomik yapı, vs. pek çok bakımdan neredeyse bütünüyle fotoğraflanmıştı Bölge. Söyleşi: Serpil YILDIZ Kontrast- Ülkenin içinde olduğu gündem; özellikle din ile siyasetin birbirine karıştığı bu zamanda böyle bir serginin toplumsal olarak sonuçları oldu mu? Proje kapsamında böyle bir beklentiniz var mıydı? Serpil Yıldız- Bugünkü kabulüyle tapınak olan Göbekli Tepe’nin varlığı; inanışların, inançların sanılandan çok daha köklü bir geçmişe, geleneğe uzandığına; avcı-toplayıcı yaşayışta da inanış ritüellerinin var olabildiğine işaret ediyor. O halde inanış, inanç ya da dinlerin siyasetten önce ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz. Bu tümceyi kurdum çünkü siyasetlerin dinden bağımsız gelişebildiğine inanmıyorum. Neredeyse çeyrek milenyum önce yaşanan Fransız Devrimi belki din ve siyaset ayrılığını taşıyan güçlü bir rüzgar yarattı ve bazı toplumlar bundan yararlanıp insan odaklı bir yaşam kurmayı becerebildi. Ancak “Sürdürülebildi mi?”, asıl soru bu! Bugün yalnızca Türkiye’de değil dünyada da dinlerin siyasetler hatta siya- setleri yönlendiren güçler için sorgu, itiraz, isyanlara maruz kalmaktan uzak yönetimleri becerebilmelerinde çok sağlam bir temel oluşturduğunu, inananlar üzerindeki gücünün siyasilerce sonuna kadar kullanıldığını düşünüyorum. Güneydoğu’da İnançlar, İnanışlar Projesi’nin oluşum koşullarını bugünün siyasal, kültürel, sosyal ve ekonomik penceresinden değerlendirmek, bir yaklaşım yanlışlığına neden olabilir. Proje fikrinin ortaya çıkıp olgunlaştığı o günlerle bugün arasında uzaktan pek de görülmeyen çok temel ayrımlar bulunuyor. Bunların tümüne değinmek başlı başına bir konu olabilir, ama özellikle bir, iki ana unsur vurgulanmalı: 70’li yılların sonunda başlayan Kürt Hareketi, AFSAD’ın Bölge’ye ilk girdiği 80’lerin sonunda, büyük bir güce dönüşmüş; sıkıyönetimin ardından oluşturulan OHAL Bölge Valiliği yönetim anlayışının da getirdiği olumsuzluklarla bölge ısınmış, sıcak savaş ortamı oluşmuştu. 90’ların sonunda durum daha farklı değildi. Bölge’ye gidiş gelişlerimizde sıcak çatışmalara giden, ya da dönen, askeri birliklerle çok sık karşılaşıyor; normalde yarım saatte katedilecek bir yolu, hareketlilik ya da denetimler yüzünden, çok daha uzun sürelerde aşabiliyor –ki, 2001’de Siirt Havaalanı’ndan Cizre’ye varışımız 7 saati aşmıştı; ya da birkaç dakika önce geçtiğimiz yolda TNT bomba patlatıldığı haberini alabiliyor; ya da özellikle Batman’da saat 15.00’ten itibaren sokağa bile çıkamıyorduk, vs... Bunlar olup biterken, Bölge’de en belirgin gözlenen şey popülasyondaki hızlı değişimdi. Her gidişimizde boşalan köylerin sayısı artıyor, Bölge’den yurt dışına büyük bir göç yaşanıyordu. O günlerin bu çetin koşullarının en çok etkilediği kesimler farklı inanışlara, inançlara sahip toplumlardı. Çok uzatmayayım. İç dinamikleri çok yüksek, sıcak olayların her an yaşanabilir olduğu ülkemizde, bugün de gündem her gün yeni bir başlıkla dile getiriliyor. Başlık değişse de öz aynı: Şiddet ve baskı... Proje fikrinin oluşup ortaya çıktığı o dönemde de -biçim farklı olsa da- şiddet ve baskı altında yaşam sürülen bir ülke ve özellikle bir Bölge vardı: Güneydoğu Anadolu. Bölge’deki inanış, inanç kökenli kültürel zengin6 7 AFSAD lik, bir arada bulunma ve yaşama hali bir yanda egemenin baskısı ve süren savaş, öte yanda asimilasyon ve göç etkileriyle yok olmaya yüz tutmuştu. O süreçte yaptığımız gözlem buydu. O halde bu yok oluşa karşı bir tavır almak, en azından bu çok değerli varoluşun bir zamanlar bu topraklardaki binlerce yıllık geçmişiyle bir aradalığını, kültürel zenginliğini gelecek kuşaklara aktaracak bir kayıt yapmak zorundaydık... Proje’nin ortaya çıkışındaki en temel yaklaşım buydu, aslında gözlediğimiz bu yok oluşa itirazımız vardı. Bugün için Bölge’de bir “çözüm süreci” yaşanıyor. Çözümün insan odaklı, onu değerli kılan bir sonuca ulaşması temel beklentimiz. Ancak bundan birkaç ay ya da yıl sonra durumun gerçekten de insan lehine bir kazanıma dönüşeceğinden, dönüşse de bunun tutarlı ve kalıcı olacağından kuşku duymamak olanaksız. Bu nedenledir ki kişisel beklentim, Proje içeriğinin bugünden yarına hemen bir tepki alması ya da anlamlandırılması değil. Benim açımdan asıl hedef gelecek kuşaklar... Yeri gelmişken hemen belirtmeliyim ki, çalışmamızla “Bakın! Farklı inanış ya da inançlara sahip bu toplumlar ne güzel ki, mutluluk içinde, sevgiyle bir arada yaşıyorlar, bundan da çok hoşnutlar...” gibi bir mesajı iletmeye kesinlikle çabalamıyoruz. Böyle olmadığının, yaşayış biçimi ve anlayışı bakımından toplumlar arasında giderilmesi zor ayrılıkların bulunduğunun da sonuna kadar farkındayız. Tek dileğimiz, ancak saygı ve hoşgörüyle bir aradalığın sağlanabileceği, özgür ve barışçıl yaşam ortamın yaratılabilmesi... Proje’nin vitrini olan Sergi şimdilik, yalnızca 15 gün, Ankara’da izleyiciyle buluşabildi. Proje sonuçlarının öz ve hedef itibariyle yarattığını ya da yaratacağını umduğumuz etkinin ölçülebilmesi için, bu süre hiç anlamlı sayılmaz. Elbette Sergi’yle ve fotoğraflarla ilgili olumlu, övücü tümceler de kuruldu izleyenlerce. Ancak aslolan Sergi’den ziyade Albüm çünkü gelecek kuşaklara ulaşmanın tek anahtarı o. Kontrast- Önemli bir coğrafyada varlığını sürdüren bir ülkeyiz. Bu coğrafya açısından ele alındığında projenin anlaşılması ve Türkiye Cumhuriyeti açısından değeri ve önemi hakkında neler söyleyebilirsiniz? S.Yıldız- Açıkça söylemeliyim ki, ülkemize atfedilen coğrafik önem 19. ve 20. yüzyılın koşulları içinde anlamlıydı; özellikle günümüzde, şişirilmiş jeopolitik bir yaklaşımdan ibaret olduğunu düşünüyorum (elbette, gelecek planlayıcıların su konusuna atfettiği önem dışında -ki bu da bizim coğrafyamızda Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri anlamına geliyor). Bilinen uygarlık tarihinin pek çok buluntusunun bu topraklarda olmasını; içinden inanış ya da inançların ayıklanıp ayrılamayacağı, binlerce yıllık, zengin kültürünün zorluklarla da olsa yaşıyor olabilmesini çok daha değerli buluyorum... Proje’nin yola çıkış nedeni Türkiye Cumhuriyeti’ne, daha doğrusu onun iktidarlarına bir itirazdı zaten. Gerçekleştirdiğimiz Proje bir kültür hizmeti. Hedefi gelecek kuşaklar. Öncelikli amacımız Proje’nin kendisinin bir özne olarak değer ve önem kazanması değil elbette. Proje, bir araç. Bu araçla, Bölge insanına ve Bölge topraklarına bir değer ve önem katılmasına minicik bir katkı yapabilirsek ne hoş... Bu gerçekleşirse elbette ülke de bundan yararlanır. Kontrast- Bu projenin 1989 yılında Urfa Tünelleri’nin temel atılmasıyla başladığını biliyoruz. Kendi içerisinde toplumsal bir dönüşümü barındırması haricinde birçok konuyu da içinde doğurarak çoğalttı. Biliyoruz ki bu bir sonuç çalışması değil. Bundan sonrası için yeni projeler nelerdir? S.Yıldız- İnşaatın yapımını üstlenen Akpınar A.Ş.’nin önerisiyle AFSAD Güneydoğu Anadolu’ya 1989’da giriş yaptı. Bu projeyle Suya Özlem Sergisi gerçekleşti. Bölge’deki çalışmalar 1995’ten başlayarak GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’yla ortak yürütüldü. Güneydoğu Anadolu’da İnançlar ve İnanışlar Projesi bu ortaklığın altıncı ve en uzun soluklu Projesi oldu. 2000’de başlayan proje çeşitli nedenlerle zaman zaman kesintiye uğradıysa da çekim çalışmaları 2013 Kasım’ında sonlandı. İlk sergi Ankara’da CerModern’de izleyiciyle buluştu. Çok istememize karşın Albüm bu tarihe yetişemedi. Albüm çalışmaları geçtiğimiz günlerde tümüyle tamamlandı. Şimdi baskı işlemlerinin yapılması aşamasındayız. İlk proje de dahil edilirse AFSAD Bölge’de 7 proje gerçekleştirdi. Su ve toprak etkileşmesinin yaratacağı değişimin yanı sıra Güneydoğu Anadolu’nun zenginliklerinin belgelendiği bu projeler elbette yeni işlenebilir temaların doğmasına yol açtı. Güneydoğu Anadolu’da İnançlar ve İnanışlar Projesi’nin sorumluluğunu üstlenmeden önce beşinci projenin de yürütücülüğünü yapmıştım. İnanışlar ve inançlarla ilgili bir çalışma yapılmasına ilişkin düşünce bu dönemde zihnimde olgunlaştı. Aslında her projenin sorumluluğu AFSAD Yönetim Kurulları’nca belirlenmiş farklı kişilerce yürütülüyordu. Ama tema inanç olması ve fikrin sahibi olmam, sorumluluğu bana yeniden getirdi. Bölge’de bundan sonra yapılacak çalışma ve temalar elbette yine AFSAD tarafından ortaya konacaktır... KontrastAkademisyenlerden oluşan bir kadro proje da- nışmanlığını yaptı, sürece ne gibi katkıları oldu? S.Yıldız- Tema çok zorluydu. Bireylerin en öznel, en dokunulmaz, en duyarlı dünyasından, en tarafsız biçimde, tek bir kişinin bile en küçük bir zarara uğramasına yol açmadan görüntüler çıkarmak, gelecek kuşaklara ulaşacak bir belgesel üretmek zorundaydık... Böyle bir çalışma bilgi, birikim, iletişim, güçlü ve güvenilir bağlar ve onay gerektiriyordu. Bu temel yaklaşım oluşmuştu. Bu yaklaşımın ilk adımı kapsamında, Proje’nin başladığı 2000’de, kaynak araştırmaları için Türk Tarih Vakfı’yla da iletişim kurdum. Vakıf, “Dinler - Cemaat - Aşiret, Mardin” adlı kitabı Ağustos 2000’de yayınladı. Şanslıydık! Çünkü önceden haberdar olmuş, kitap yazarlarıyla tanışmıştık bile. Yazarlardan Suavi Aydın, Süha Ünsal, Oktay Özel ile “Hayata Karışan Fırat, Fırat’a Karışan Hayat” adlı projede birlikte çalıştığımız Oya Açıkalın Rashem toplantılarımıza birkaç kez katılmış, Sosyolog Doç. Dr. Rashem, Sosyal Antropolog Prof. Dr. Aydın ve Tarihçi Ünsal proje danışmanı olmuş ve projenin ikinci adımını oluşturacak temel atılmıştı. Bilgi ve birikimlerini paylaşmanın yanı sıra Bölge’de ilk iletişim ağının kurulmasında da büyük bir uğraş veren danışmanlarımızın en büyük katkısı alan araştırmasını birlikte yapabilmiş olmamızdı. Projenin en önemli ayağını oluşturan bu aşama aynı zamanda, Proje’nin sürdürülebilirliğiyle ilgili bir karar verme süreci şeklinde işledi. İçtenlikle söyleyebilirim ki, böyle bir başlangıç yapamasaydık projeyi gerçekleştiremezdik... Kontrast- Projenin uzun soluklu ve kalabalık bir kadrodan oluşması sebebiyle eminiz ki çok sayıda fotoğraf çıkmıştır. Küratoryal kısmında eleme seçme işlemi nasıl gerçekleşti? S.Yıldız- Aslında AFSAD-GAP Projeleri genellikle en az 10 fotoğrafçının katılımıyla eş zamanlı gerçekleşiyordu. Ekip duruma göre toplu ya da bölünerek hareket ediyordu. Sergi’de yer alacak fotoğraflar da, Projede görev almış fotoğrafçıların defalarca toplanarak yaptıkları seçimle belirleniyordu. Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar Projesi’nde hem çekimlerin işleyişi hem de fotoğraf seçimi önceki işlerden farklı oldu. Bilinçli bir yaklaşımla, ekipler bir kadın, bir erkek fotoğrafçı olmak üzere ikişer kişilik grup şeklinde oluşturuldu. Daha ilk yılın sonunda, fotoğraf üretimindeki çokluk ve çeşitlilik Proje’de bir küratörün görev yapmasını zorunlu kıldı. İbrahim Göğer Proje’ye bu sorumlulukla dahil oldu. Küratoryel çalışmada izlenen yolu İbrahim Göğer’in çok daha iyi anlatacağını düşünüyorum. Kontrast- Bu proje; gösteriyor ve işaret ediyor, bakın diyor. Ana fikir olarak, izleyici göstermek istediğinizle buluştu mu dersiniz? “Anadolu böyle bir coğrafya” bilgisinde kaldı mı? S.Yıldız- Hem Sergi’nin sunumunda hem de Albüm’de fotoğraflara eşlik eden metinler inanç ve inanışların tarihsel bir bakış içinde nasıl değişip geliştiğini anlatıyor. Anafikrin anlaşılır olmasında metinlerin çok yarayışlı olduğu inancındayım. Öte yandan Sergi’de 758, Albüm’de de 820’nin üzerinde fotoğraf bulunuyor. Aslında bu bir görsel bombardımanı olarak da algılanabilir. Ana fikrin yüzeysel bir bakışla kolayca anlaşılır olduğunu düşünmüyorum. Ancak yeterince zaman ayıranların, görsellerin yanı sıra metinleri de okuyarak işi izleyenlerin, yapmaya çalıştığımızı farkedebileceklerini umuyorum. Kontrast- Projenin maddi boyutu nasıl aşıldı? S.Yıldız- Proje 2000’de GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın desteğiyle başlamıştı. Sonra çeşitli nedenlerle Mart 2002’den sonra yollarımız ayrıldı. Bundan sonraki süreçte Proje kısmen sekteye uğradı. Ancak çekimler istediğimiz ölçüde tamamlanamamışken, Bölge halkı bize ısınmışken, daha da önemlisi fotoğrafları çekilen insanlara verdiğimiz sergi ve albüm sözünü yerine getirememişken, Proje’nin sonlandırılmasını, toplumsal sorumluluğumuza aykırı buluyorduk. O dönem, AFSAD Yönetim Kurulları’nın çalışmanın sürdürülmesine ilişkin moral desteğiyle yolumuza devam ettik. Bu, şu anlama geliyordu. “Fotoğrafçılar bütün masraflarını kendileri karşılayarak Bölge’de çalışabilir.” Biz de öyle yaptık. Aldığımız çağrılara katılmayı sürdürdük. Tatil fırsatlarını Bölge’de değerlendirmeye çalıştık. Hem eksik kalmış çekimlerin tamamlanması, hem de verilen sergi ve albüm sözünün yerine getirilebilmesi için 2004’te sponsor arayışlarına başladık. Önce GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’na yeniden başvurduk, ancak yanıt alamadık. AB’ye, ardından ATO’ya başvurduk. AB’den yanıt kısa zamanda geldi. Proje neredeyse tamamlanmış gibi algılanmış, bu yüzden reddedilmişti. Başlangıçta büyük ilgi görmüşsek de ATO’nun resmi yanıtı bize hala ulaşmış değil… 2006’da AFSAD’ın bitmiş ama albümü yapılamamış, devam eden ve yeni hazırlanmış fotoğraf projeleri önerilerinden oluşan iri bir dosya ile İstanbul’da bütün büyük sponsorluk ajanslarının ve sanata desteğiyle ünlü büyük bankaların kapısını çaldık. İlgiyle karşılanıyor, projelerle ilgili övgüler duyuyor, incelen8 9 AFSAD mek üzere dosya bırakıyorduk. Ne yazık ki bütün bu başvurulara olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamadık. Bu arada fırsat buldukça çekimler sürdü. Mustafa Ertekin Başkanlığındaki 36. Dönem AFSAD Yönetim Kurulu’nun girişimi GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı ile yeniden işbirliği yapmamızı sağladı. Mayıs 2013’te yapılan protokol çerçevesinde, eksik konuları da fotoğraflayarak Proje’yi beklediğimiz düzeye taşıyabildik. Kontrast- Afsad bir çok toplumsal projenin içerisinde bulundu, ama bilinen en uzun soluklusu buydu, kabuğunun ötesindeki kitleye ulaştırabildiniz mi, projeyi basının ilgisi nasıldı? S.Yıldız- Sergi’nin Ankara ayağında, önceden yapılmış bağlantılar nedeniyle zamana karşı bir yarış halinde ve çok sıkışık bir zaman diliminde işi hazırlamamız gerekiyordu. Bu durum çalışmayla ilgili etkili bir tanıtım çalışması yapmamızı engelledi. Eksikliklerimizden biri Yabancı Misyon’un katılımının sağlanamamasıydı. Bu eksikliği gidermek üzere özel bir resepsiyon hazırlığı yapıldı ama AFSAD dışı bazı aksilikler yüzünden son anda denecek bir aşamada iptal edildi. Protokol varsa basın bulabildiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Yine de hiç ilgi görmediğimiz söylenemez. Bu yine tanıtım eksikliğinden kaynaklanıyor. Sergi’nin sonraki ayaklarında bu sıkıntıları aşacağımızı umuyorum... Kontrast- Sergi başka yerlere de taşınabilecek mi? S.Yıldız- Elbette... Sergi, Aralık 2014’te İstanbul’da, Şubat 2015’te İzmir’de izleyicilerle buluşacak... Ayrıca Sergi’nin yurt dışına taşınabilmesi için de girişimlerimiz sürüyor... Kontrast- Fotoğrafçısı olduğunuz bu proje sizi nasıl değiştirdi? S.Yıldız- Ah! İşte bunu anlatabilmek!.. O kadar çok örnekle bunu paylaşabilirim ki, birkaç satır değil birkaç beş, on sayfa bile yetmeyebilir. Bu tümce gerçekten hem ruhsal hem de zihinsel değişime, gelişime, zenginleşmeye, çoğalmaya uğradığımın açık ve içtenlikli kabulü. Proje boyunca eşşiz bir deneyim yaşadım. İçinde bulunduğum ortamların hiçbiri asla bir laboratuvar olmadı benim için. Başlangıçta yalnızca bir fotoğrafçıydım belki, ama sonra tanıklıklarım, yaşadıklarım, paylaştıklarım beni de oradaki yaşamın bir parçası kıldı belki de. Bir insan tanımak önemlidir çünkü her insan yeni bir ufuk açar. Proje boyunca pek çok insanla tanıştım. Evlerinde kaldım, yemeklerini yedim. Bölge’de bir değil, pek çok ailem oldu. Tanışıklıklarım bazen kalıcı dostluklara dönüştü. Bölge’den döneli daha birkaç ay oldu, ama şimdiden özlediğim o kadar çok dost ve arkadaşım var ki... Daha birkaç gün önce, “Ne zaman geliyorsun?” diye sordu Yusuf Amca... Bundan daha güzel ne olabilir ki? Kimse, ama kimse nereye doğacağını seçemiyor. Bu seçimsizlik karşısında, içine doğduğumuz ortamlar bizi yoğurup şekillendiriyor. Böyle oluşuyor, çoğalıyor, büyüyor önyargılar. Oysa bir kez kırdınız mı çemberi, bir başka umut yeşeriyor... Söyleşi: İbrahim GÖĞER “2000 yılında başlayan projede, belki de bu yazıyı okuyan pek çok gencin görmediği, sadece duymuş olabileceği saydam, renkli ve siyah beyaz negatifler kullanılmıştı. Çoktan kenara atılmış olan ışıklı masaları tekrar kullandık. Çeşitli nedenlerle kesintiye uğrayan projeye 2012-13 yıllarında devam edilirken, bu kez dijital makineler kullanıldı. Böylelikle aynı sergide teknolojinin her iki biçimi yan yana izlenebilecekti. Eski fotoğrafların görüntüsü diğeri ile yarışamayacaktır ama yeni çekimler sırasında fark ettim ki, artık o fotoğrafların bir çoğu yeniden çekilemez. Zaman fotoğraf teknolojisini değiştirirken mekânları, yaşamı, yaşam biçimlerini kimi zaman olumlu ama kimi yerde de yok ederek değiştirmeyi unutmamıştı. Bu nedenle bugün o eski fotoğraflar daha değerli ama yarın yenileri içinde aynı şeyi söyleyeceğiz.” Kontrast- Önemli bir coğrafyada varlığını sürdüren bir ülkeyiz. Bu coğrafya açısından ele alındığında Amen/ Amin (İnanç Mozaiği) projesinin anlaşılması ve Türkiye Cumhuriyeti açısından değeri, önemi hakkında neler söyleyebilirsiniz? İbrahim Göğer - Yaşadığımız coğrafya yeraltı zenginlikleri için ne kadar fakirse, eski uygarlıkların izleri için bir o kadar zengin. Geleceğin emanetleri olan değerleri, gereğince korumak, gereken değeri vermek, günyüzüne çıkartmak aynı zamanda bir insanlık görevi. Bu bilinçle bu coğrafyanın gerek tarihi, gerek din turizmi açısından değerine paha biçilemez. Öncelikle bu coğrafyada yaşayanlar olarak bizlerin göçebe toplum bilincinden, yerleşik toplum bilincine ulaşması gerekir ki, daha çok yolumuz olduğunu söylemeye gerek bile yok. Kimi zaman, bu coğrafyada ki egemen bilinç düzeyini göz önünde tutarak, kazıların yapılmayarak, tarihin yer altında bırakılmasının daha hayırlı olduğunu bile düşünüyorum. Yüzyıllardır pek çok kültüre beşiklik yapmış coğrafyada yaşıyoruz. İnanç ve inanışlar açısından, çok tanrılı dinlerden, ilk peygamberlere kadar izler takip edilebiliyor. Göbekli Tepe insanlık tarihi için çok önemli gizleri barındırma potansiyeline sahip. Bölgede yaşayan inanç çeşitliliği, Yezidilerden, Musevilere, ilk Hıristiyanlardan (Süryaniler), Müslümanlara ve Anadolu Alevilerine kadar farklı inanç ile mezhepleri barındırıyor. Tarihsel süreçte, etnik ve inanç farklılıkları çatışmalara ve savaşlara neden olmuş. Farklılıkları anlama, saygı duyma, yaşam ve inanç özgürlüklerinin sağlanması becerisi ve hoşgörü sadece devlet politikası olmaktan öte bu coğrafyada yaşayanlar ve tüm toplumlar için tamamıyla özümsenmesi gereken bir durum. Biz dememiz için ortak değerlerimizin ve kutsallarımızın olması beklenir. Onlar da onların değerleri ve kutsalları. En az bizim ki kadar değerli ve kutsallar. Serginin; aynı işbirliğiyle gerçekleştirilen projeler gibi, bölgenin yapısının anlaşılması, farklılıkların anlayış ve hoşgörüyle karşılanması, bölgenin kalkınma ve turizm potansiyelinin artırılmasına katkısının olacağını düşünüyorum. Kontrast- Ülkenin içinde olduğu gündem belli, özellikle din ile siyasetin birbirine karıştığı bu zamanda böyle bir serginin toplumsal olarak sonuçları oldu mu? Proje kapsamında böyle bir beklentiniz var mıydı? İ.Göğer - Toplumsal açıdan dini, siyasetten ayırmamak gerekir. Dinsel faktörler zaman zaman siyasi bir araç olarak da kullanılmaktadır. Projede, sorduğunuz gibi bir amaç zaten güdülmemişti. AFSAD–GAP İdaresi işbirliğiyle gerçekleştirilen, bölgeye yönelik sergi çalışmalarının 6’ncısı olarak projenin ilk çekimleri ve araştırma bölümleri 10 yıl önce yapılmıştı. Çeşitli nedenlerle ara verilmek durumunda kalınan projenin, ikinci dilim fotoğraf çekimleri 2013-2014 yıllarında yapıldı. Toz pembe olmasa da; inanç farklılıklarına rağmen bölge insanın yan yana yaşama becerisi, farklılıkların zenginliğini, kitaplardan değil de, coğrafyanın doğal bir uzantısı olarak, yaşayarak edinmiş olmaları, bölge insanın en belirgin özelliği. Daha sınırlı bir başlıkla, bölgenin sosyal yapısı ele alınarak, daha kapsamlı olacak biçimde proje gerçekleştirildi. AFSAD’lı fotoğrafçılar olarak konuya yansız (belki azınlıklar için pozitif ayrımcılık bile yapılmış olabilir) yaklaştık. Bu çabanın, sergiyi değerlendirirken, yerli yabancı tüm taraflar için ‘gerçeklik’ konusunda güven sağlayan bir durum olması gerekir. Etnik ve inançsal farklılıklar açısından azınlıkların hakları; dil, din, ibadet, gelenek, görenekler, ekonomik paylaşım, gelir adaleti, yaşamsal özgürlükler nelerdir, sorularına fotoğrafçılar olarak sadece bizlerin yanıt oluşturması beklenemezdi. Toplum bilimciler, sosyologlar bu soruya cevap ararken, sergiden de yararlanacaklardır. Azınlık hakları için diğer coğrafyalarla karşılaştırıldığında, çıtanın nerede olduğu konusunda tam bir netlik de bulunmamaktadır. Sonuç olarak amaç şimdiki durumu saptamaktı. Saptama ve belgelemenin, değerlerin korunması ve gelecek kuşaklara, 10 11 AFSAD kimlikleri bozulmadan aktarılması açısından katkısının olacağını umuyorum. Kontrast- Fotoğrafların seçimi konusunda editöryal ekip kimlerden oluşuyordu ve çok sayıda fotoğrafçı elinden, eminiz ki çok sayıda fotoğraf çekildi. Eleme, seçme işlemi nasıl gerçekleştirildi? İ.Göğer - Proje kadrosu; AFSAD ekibi, GAP yetkilileri, danışmanlar, editoryal kadro olarak, proje yöneticisi, küratör, metin yazarı, çevirmenler, yazım kontrolörleri ve grafik yapımcılardan oluştu. AFSAD yönetim kurulunun desteğini ve katkısını hissettik. Projede 15 fotoğrafçı görev aldı. Serpil Yıldız proje yöneticiliğini ve metin yazarlığını yaptı. Fotoğrafların sınıflandırılması ve her aşamada kontrollerini birlikte gerçekleştirdik. Küratör olarak sergi fotoğraflarının seçimi, panolar, panoların düzenlemesi, albüm, broşür ve sunum çalışmalarını yapıyorum. Her sergi tekrarı için sergi salonunun seçimi ve salonun konumuna göre yeni düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Projenin uzun aralıklarla iki aşamalı gerçekleşmesi, kullanılan fotoğraf tekniğinin de iki farklı biçimde olmasına neden oldu. Geleneksel teknikle (filmle) yapılan çekimlerde, mekânların görece uygun olmayan aydınlanması ve objelerin sabit olmaması fotoğrafçıları zorladı. Bu grubun ön seçimini o yıllarda tamamlamıştım. Sergi için tekrar gözden geçirirken, yıllar sonra ışıklı masaları yeniden kullanmanın nostaljisini yaşadık. Dijital çekimlerin benim için zorluğu, çok sayıdaki RAW formatı (yaklaşık 8000 adet), işleyerek TIF formata dönüştürmekle başladı. Açık- çası fotoğrafları sınıflandırmak da bir o kadar zordu. Büyük ebatlı panolarda katmanlar oluşturulunca, dosya büyüklüğü yaklaşık 450 MB’a ulaşıyor. Sergide 104 panoda 758 fotoğraf, metinlerle birlikte yer aldı. Sergiyi izleyenler, iki büyük poster baskımızı (530x350 cm), yine büyük boyutlu sergi afişi, künye ve metin panolarını anımsayacaklardır. Eleme tahmin edeceğiniz gibi teknik açıdan ön değerlendirme sonrasında, sınıflandırma ve sınıflandırılmış fotoğraflar arasından tekrar, tekrar elemelerin yapılması biçiminde devam etti. Bir proje sergisi olması nedeniyle fotoğrafik yeterlilik ve estetik dışında, fotoğrafın konuya katkısının da göz ardı edilmemesi gerekiyordu. Ele alınan inanç biçiminin, bölgedeki ağırlığı ile sergide yer alacak fotoğraf sayısı ve çekimlerin söz konusu demografik yapı göz önünde tutulacak biçimde yapılması gibi temel düzenlemeler, çekime katılan fotoğrafçıların o konuya yakınlığı gibi durumlara girersek fazla detaylandırmış olacağım. Serginin sıralaması antik dönemden günümüze, kronolojik yapı baz alınarak yapıldı. Her bölümün başında ve panolarda o bölümü özetleyen metinler (albümde geniş biçimde) yer aldı. Sıralama; Antik Dönem, Peygamber Makamları, Yezidiler, Museviler, Hıristiyanlar, Müslümanlar biçiminde devam etti. Bu Toprağın İnsanları başlığında fotoğraflar, görüntülerde olduğu gibi inanç ayrımı yapılmaksızın, günlük yaşamda rastlandığı gibi sıralandı. Sergide Sınır Geçişleri, Semboller ve Kutsal Kitaplar ile Düğünler gibi bölümler de bulunuyor. Panolarda her bölümün zemininde farklı renkleri kullandık. Ayrıca izlemeyi kolaylaştırmak için salonun zemininde, bölümlere ait numaralar ve yön gösteren işaretler yer aldı. Kontrast- AFSAD için GAP Projelerinin 1989 yılında barajların temelinin atılmasıyla başladığını biliyoruz. Kendi içerisinde toplumsal bir dönüşümü barındırması haricinde bir çok konuyu da içinde doğurarak çoğalttı. Biliyoruz ki bu bir sonuç çalışması değil. Bundan sonrası için yeni projeler nelerdir? İ.Göğer - Sergi Aralık ayında İstanbul’da, Şubat 2015’ de İzmir’de tekrarlanacak. Serginin uluslararası açılımının ayırdındayız. Bizim ve İdarenin girişimleri devam ediyor. Albüm çalışması basım, audio-visual sunum ve sergi broşürü yapım aşamasında. İnternet sitesi neredeyse tamamlandı. Bölgeyle ilgili yeni projeler gündemde. Kimbilir belki yeni kanallar da açılabilir. Kontrast- Bu proje gösteriyor ve işaret ediyor, bakın diyor! Ana fikir olarak izleyici, göstermek istediğinizle buluştu mu dersiniz? “Biz biliyorduk zaten, Anadolu böyle bir coğrafyadır” bilgisinde kaldı mı ? İ.Göğer - Proje ön bilgi olarak bakın buralar böyle demekle kalmıyor. İnançlar hakkındaki bilgiler doğrultusunda daha farklı katmanları da izleyebilmek mümkün. Ayrıca metinler, bilgilerin tazelenmesi ve yenilerine ulaşılması için oldukça doyurucu. İngilizce ve Türkçe olarak iki dil kullanıldı. Farklı inançta ki izleyicilerin, diğerine bakışı ve o inanç için bilgilenmesi yararlı olacaktır. Bu durumun farklılıkların anlaşılmasına, hoşgörüye katkısı olması gerekir. Serginin yurtdışı açılımları projeye yeni bo- yutlar kazandıracak ve hedefe yaklaştıracaktır. Kontrast- Bu proje ile değişmiş olduğunuzu öngörerek; sizi nasıl değiştirdi? rektiren çalışma oldu. Öncelikle fotoğraflarını bana emanet eden fotoğrafçılardan başlayarak tüm emeği geçenlere ve katkı verenlere teşekkür ediyorum. İ.Göğer - Beni daha önce tanıyanlar, dinler ve inanç biçimlerine olan mesafemi bilirler. Öncelikle ders çalışmam gerekti. Projenin ilk aşamasında bölgeyi bu amaçla ziyaret etmemiştim. Hem gereklilik, hem de zorunluluk olarak ziyaretlere ve fotoğraf çekimlerine ben de katıldım. Namaz kılan cemaati karşıma alarak fotoğraf çekmek, kilisede ayin sırasında, Tanrı Katına çıkmak (buralar sadece yetkililer ve erkekler için ayrıcalıklıdır) gibi özel anlar yaşadım. GAP İdaresinin gerekli izinler konusunda katkısını azımsamamak gerekir. Bazı yerlerde ise GAP İdaresi bağlantısından hiç söz edilmemesi gerekiyordu. Müslümanlara göre Aleviler ile diğer inanç mensupları daha konuksever ve cana yakın davrandılar. İbadet halindeki insanların fotoğraflarını çekerken, gösterilmesi gereken saygı ve özeni hiç unutmadık. Kontrast- Gezi Direnişi bizlere toplumsal bir kenetlenme örneği gösterdi. Sosyal, ekonomik, kültürel veya dinsel inanışların bir kenara bırakılarak bir araya gelebilen gurupları birlikte gördük ve yaşadık. Bu bağlamda bakıldığında yöredeki atmosfer nasıl? Şu hikâyelerle büyüdük hepimiz; Ermeni’si, Rum’u, Hıristiyan’ı Müslüman’ı komşuyduk. Bu hoşgörü atmosferine dair bölgeye dair görüşleriniz nelerdir? İnanç tarafından bakınca ben değişmedim. Hala aynı tanrıya inanan insanların inanç ve ibadet biçimlerindeki farklılığın, aslında zenginlik olduğunu, inançlar arasında ne kadar çok benzeşen yan olduğunu, inanç ve etnik kültür gibi tüm farklılıklara saygı, özen, anlayış ve hoşgörüyle yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Hala aynı tanrıya, aynı uğurda ibadet eden insanların, dine hizmet adına neden birbirlerini öldürdüklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Bu proje benim için en zorlandığım, en çok zamanımı alan, en çok çaba göstermemi ge- İ.Göğer – “Baba ve Piç” adlı kitabında Elif Şafak, Ermeni sorunun gündemde tutulmasına bir gerekçe olarak, Ermeni lobisinin yaşamını sürdürme çabası olduğunu söyler. Bu durum bizi masum yapmaz ama hangi toplum yeteri kadar masum? Yan yana yaşayan komşuların farklılıklarının, onlar için sorun yarattığı düşünülemez. İnsanı insana kıydırmanın gerekçesinin, ekonomik nedenler dahilinde siyasi projeler olduğunu biliyoruz. İnsanlık tarihi savaşlar, katliamlar, asimilasyonlar, zorunlu göçlerle dolu. İnsanlar olarak dosyamız bu denli kabarıkken, hala uygarlaştığımızdan söz ediyoruz... Gezi Direnişi için duygularınıza katılıyorum. ama gelin bir de diğer yandan bakalım: Direniş bir yandan kenetlenmeye ve apolitik görünüm veren gençlerin haykırışına şahit olurken, diğer yandan toplumumuzun neredeyse tam ortadan nasıl da ayrıştırıldığını gizleyen perdenin aralanmasını sağlamadı mı? Söyleşi: Mustafa ERTEKİN Kontrast - Yönetiminiz döneminde, yıllara yayılmış bu proje tekrar gündeme geldi. Daha önceki GAP İdaresi ortak çalışmalarının katoloğu çıkarıldı ve proje içinden bir çalışma daha doğurarak Amen sergisi ile halkla buluştu. Bu önemli projeyi bir de sizden dinleyebilir miyiz? Mustafa Ertekin - Ben AFSAD’a 1994’de üye oldum. 1995’te de Güneydoğu’yla tanıştım. Üyelikten hemen sonra yönetim kuruluna girmiştim, sosyal işler ve gezi sorumlusu olarak. O yılları hatırlarsak, çok yoğun terör eylemlerinin olduğu bir dönemdi. Aynı dönemde Nemrut’a iki günlük bir gezi düzenlemiştim. O zaman hiçbir tur şirketinin Güneydoğu’ya gezisi yoktu. Aslında bu gezi bodoslama yapılmış bir şey değildi: Adıyaman’da ilişkilerimin olması, bölgeyi iyi tanımam bana cesaret vermişti. İki katlı bir otobüs tuttuk. FSK (Fotoğraf Sanatı Kurumu) ile yeni ayrılmıştık. Çok ateşli, gerilimli bir ortam olmasına rağmen FSK’nin büyük bir bölümü de AFSAD adına düzenlediğimiz Nemrut gezimize katıldılar. Otobüs 64 kişilikti. Bazı arkadaşlar orada terör ve güvenlik sorunu olması dolayısıyla son anda katılmaktan vazgeçtiler ve yaklaşık 42 kişi ile gittik. Dönüşte de vazgeçenleri kıskandırmıştık. Geziye katılmış olanlar; “Ankara ne kadar güvenliyse Adıyaman, Nemrut da o kadar 12 13 AFSAD güvenliydi” dediler. Benim de Güneydoğu’daki fotoğrafçılık serüvenim bu geziyle başlamış oldu. Gerçi, 1989 yılında, Akpınar Film ve AFSAD’ın iş birliğiyle ‘Suya Özlem’ isimli bir sergi yapılmıştı. Ancak GAP ve AFSAD’ın düzenli çalışmaları 1995’de başladı. İlk gezide de, en son düzenlenmiş ‘İnanç Mozaiği’ gezisinde de vardım. Yanılmıyorsam, projelerin ikisinde proje sorumlusuydum. Her yıl bir konu tespit edilir ve sergisi açılırdı. Başka da bir şey yapılmazdı. Katalog yapılsın gelecek dönemlere kalsın gibi bir yaklaşım yoktu. O zamanlar ya o anlayış yoktu, ya da para yoktu diyelim. 2000’li yıllara geldiğimizde ‘İnanç Mozaiği’ tekrar gündeme alındı. Diğer arkadaşlar daha iyi hatırlayabilirler ama yanılmıyorsam bizi buna teşvik eden o yıla ‘Dünya İnanç Yılı’ denmesiydi. Denk geldi aslında. Normalde bir yıllık bir çalışma olarak düşünülmüştü ama pek öyle yürümedi. Neden İnanç Mozaiği, neden Güneydoğu derseniz; Güneydoğu dinler, inançlar konusunda çok zengin bir yapıya sahip. Süryanileri var, onların farklı inanışları var, İslamiyet’in farklı mezhepleri var, Yezidiler var… Yani ‘Peygamberler Şehri’ denilen Urfa’dan başka, dinler konusunda bu kadar zengin bir kent yok! Çok yerinde bir karardı, fakat o yıllardan sonra 2001- 2002’de ekonomik kriz patlak verdi ve proje yarım kaldı. Ben yönetime başkan olarak gelirken tabii ki kafamda birçok projeyle ve birçok yarım işi bitirmek fikriyle geldim. Bunların başında da GAP çalışmalarının kitaplaşması vardı. Ben biliyorum ki bu çalışmaların hepsi arşivimizde var. Bir nüshası da GAP’ta var ama ya su basması, ya da bazılarının evlerine götürmesiyle dağıldı. Belgesel, her yapılan iş gibi bir sonraki kuşaklara kalmalı ama ‘Belgesel’ diyorsak orada biraz düşünmemiz lazım. Bu çalışma nasıl belgesel olur, ancak kitabı yapılırsa diye düşündüm. Böylece gelecek kuşaklar, araştırmacılar arayıp bulabilirler. Biz çok uzun soluklu, dünyada nadir yapılmış bir çalışma yapmış olmamıza rağmen bir ayağı topaldı. Kontrast- Burada önemli bir soruyla araya girmek istiyorum; projenin katalog ve sergi dahil olmak üzere maddi boyutundan bahsedebilir miyiz? Bu konu nasıl aşıldı? M.Ertekin- Sponsor arayışlarımız olumlu sonuçlanmadı. Kolay kolay kimse para harcamak istemiyor. O dönemde AFSAD olarak ekonomik durumumuz iyiydi. Arkadaşlar masraflar için yaklaşık 15 ila 20 milyar arasında bir tutar çıkardılar. Dedim ki; ben bu maliyeti başlangıçta dernek kasasından öderim, sonrasında da çıkarırım. Şuna inanıyorum; siz bir şey yapıp kurumların, firmaların önüne yaptığınız işi koymazsanız, ne kadar değerli bir şey yaptığınıza inanmıyorlar. Dönüşünün olacağına inandığım için o parayı harcadım. AFSAD bir ticarethane değildir, varsa parası fotoğrafa harcayacak, başka da bir şeye harcaması gerekmiyor. Nitekim bir biçimde harcamanın 10 bin lirasını GAP’tan geri aldım. Fakat bunun bir belge olarak kitaplıklara ulaşmasından öte bir şey elde ettik. GAP başkanına bir türlü ulaşamamıştık ve kitabı bastıramamıştık. Bu kitabın GAP’ta da olması gerekiyordu hatta orada olması önemliydi. GAP Başkanı’ndan randevu alıp kitabı kendisine hediye ettim. Kitabı kendileri basmadığı için GAP başkanı üzüldü. Üzüntüsünün samimi olduğunu hissedince dedim ki; ‘Üzülmeyin! Bu kitaba girmeyen bir İnanç Mozaiği var. Onun ne sergisi açıldı, ne de kitabı var… Buyurun birlikte yapalım.’. Yani ben 20 bin lira harcadım ama çok daha maliyetli, çok daha büyük bir projenin kapısını açtım. Düşünsene, koskocaman bir sergi yaptık, sadece kokteyl maliyeti 30, 40 bin lira oldu. Tabi kitabın maliyetini (başta harcadığımız 20 bin lira) düşünürsek, İnanç Mozaiği minimum 40-50 bin liralık bir proje, daha da büyüyecek herhalde ve o kitap, kocaman bir serginin yolunu açtı. Kontrast- Bu projenin, 1989 yılında başladığını biliyoruz. Kendi içerisinde, toplumsal bir dönüşümü barındırması haricinde, birçok konuyu da içinde doğurarak çoğalttı. Biliyoruz ki; bu bir sonuç çalışması değil. Bundan sonrası için yeni projeler nelerdir? M.Ertekin- Şöyle ki; GAP’la birlikte her yıl bir konu belirleniyor. Rastgele GAP’a gidelim bir şey yapalım değil! Kadın ve Çocuk, Halfeti’nin Sular Altında Kalması, Fırat’a Karışan Hayat, Hayata Karışan Fırat... gibi hep bir konu etrafında çalıştık. Şimdi kitabın çıkmasını bekliyoruz ama prensipte el sıkıştık. Güney Doğu Anadolu Projesi kuruluşunun 25 yılını 2014’de kutluyoruz. Biz onlara şöyle bir proje sunduk: ‘25 yılda nereden nereye geldik?’. Tarımsal alan olarak, sosyal yaşam olarak, turizm olarak neredeyiz? Yani anlaşma kağıt üzeri, henüz imzalanmadı ancak sözel olarak anlaşma sağlandı. Kontrast- AFSAD birçok toplumsal projenin içerisinde bulundu ama bilinen en uzun soluklusu buydu. Kabuğunun ötesindeki kitleye ulaştırabildiniz mi projeyi? Basının ilgisi nasıldı? M.Ertekin- Bir şeyin haber olması, bu ülkede kolay değil... Hele hele, her an gündemin değiştiği bir dönemde! AFSAD Türkiye’de imajı olan, marka değeri olan bir sivil toplum örgütü. Bütün bunlara rağmen, yaptığımız işleri basında layıkıyla yayamıyoruz. Fakat İnanç Mozaiği çok ciddi bir ilgi gördü, pek çok ulusal kanalda ve yazılı basında yer aldı. Diğer projelerden daha fazla ilgi gösterildiği şüphesiz ama tabii ki hak ettiği ilgiyi göremedi. Şundan eminim; Türk Basını’nın göstermediği ilgiyi yabancı basından fazlasıyla göreceğiz. Yani, Türk izleyicisinin göstermediği ilgiyi -ki Cermodern’deki sergi çok ciddi ilgi gördü- yurt dışında, Amerika’da görecek. Çünkü birçok ülkenin geçmişini Güneydoğu’nun barındırdığına inanıyorum. Kontrast- Mutlaka bir anınız vardır. Bir tanesini dinleyebilir miyiz? M.Ertekin- Mutlaka çok anı var ama ben birbirine bağlı olduğu için iki tanesini anlatayım. Projenin başlangıcında Midyat’a bağlı bulunan bir manastır’dan, Midyat merkeze dönüyoruz. Galiba 1995 yılı idi, elinde kalaşnikof olan birisi si- lahı doğrultup bizi durdurdu. ‘Hayırdır?’ dedik, ‘Midyat’a gideceğim’ dedi. ‘Gideceksen git, yani bu toplu taşıma aracı değil ki’ dedik. İşte, ben istersem olur falan filan, sonradan anladık ki korucu. Korucular orada “ali kıran baş kesen”. Amaç orayı korumak falan değil! Eline tüfek verilmiş, maaş verilmiş, her istediğini yapabileceğini düşünüyor. Yine benzer bir hikâye ve bir Fırat öyküsü. Aynı yıl olabilir... Karakaya Barajı’na gittik, inci gibi çok yüksekte yapılmış bir baraj. Anlatılana göre çimentosu, kumu bile bazen helikopterle taşınırmış. İnşaat gittiğimizde hala devam ediyordu. Oraya giderken bir köyden geçtik, üç beş kişi yolumuzu çevirdi. Durduk, yine korucular! Dedik ki; ‘Kime tüfek çekiyorsunuz?’ -ki o dönemde sergilerin hepsi Cumhurbaşkanlığı himayesinde yapılıyordu-. Adamlar tereddütsüz esas duruşa geçtiler ve bizim kim olduğumuzu anlayınca daha kolay çözüldüler. Dedik ki; “Neler oluyor burada? Terör var mı? Yok, burada olmaz ama biz bazen köyün karşısına geçer köye ateş ederiz ve sonra rapor tutarız şu kadar mermi harcadık, teröristler köyümüze taciz ateşi açtılar diye. Bu raporu jandarmaya bildiririz. Sonra bu raporlar toplanır, evet, terör devam ediyor korucular görevlerine devam etsin denir.” Yani; terör dediğimiz şeyin nasıl beslendiğini görüyoruz. Burada birileri iş bulsun, maaş alsın diye -ki 95 yılından bahsediyoruz- şimdi kim bilir durum nasıldır? Maalesef, Güneydoğu’daki anlamsız savaşın sürmesinin sebeplerinden biri de budur. Proje Fotoğrafçılarından... Asuman ERGÜNEY Güneydoğu Anadolu’nun tarihi kentlerinde inancın izini sürmek.... Müthiş bir keşifti benim için. Mardin’deki Deyrulzafarân’dan, Midyat’taki Mor Gabriel’e ve oradan Batman’daki Mor Kiryakus Manastırı’na dek uzanan yolda yükselen ezan sesine karışan çan sesleri, hala kulaklarımda. Yaklaşık bin yıldan beri bütün heybetiyle ayakta duran hanlar, hamamlar, imaretler, camiler, medreseler, kervansaraylar, kaleler, surlar, köprüler, suyolları, kemerler her biri başlı başına bir değer olan eserlerin ihtişamı hala gözlerimin önünde. Güneydoğu’da tanıştığım insanların misafirperverliği, hoşgörüsü, ikram severliği, sevecenliği ise hala dilimde. Evet; bu proje, kültürel mirasın korunması, tanıtılması, bölgede barış havasının esmesinin desteklenmesi, hoşgörünün yaşatılması ve tüm ülkeye yayılabilmesi için çok önemli kazanımları olan bir proje idi. Evet; bu proje, ülke adına, bölge adına, GAP idaresi adına, AFSAD adına, katılan tüm fotoğrafçılar adına çok önemli kazanımları olan bir proje idi. Böyle bir projenin bir parçası olmaktan çok mutluyum. Tüm duyularımla hala o eşsiz topraklarda gezinmeye devam ediyorum. Sanırım uzun yıllar bu etki devam edecek. Teşekkürler AFSAD, GAP, Serpil YILDIZ, İbrahim GÖĞER... Aynur ÜLKER Yer: Cizre (tarihteki adı Cezire-i İbn Ömer). Zaman: Kurban Bayramı. 2001 yılında, Afsad’ın İnanç Mozaiği projesi kapsamında yöreyi belgeleme grubuna katıldım. Kişisel inanışlar, toplumsal ananeler, ülke insanının kültür yapı taşlarının aynasıymış. O aynanın içinde zaman-zaman meraklıların ilgisini çeken Nuh Tufanı ve Nuh’un gemisinin (Cudi dağında oturuyor) olması, Nuh Peygamber’in Türbesinin Cizre’de bulunmasının aynanın içinden bana yansımasını gördüm. Bayram sabahı Cizre Ulu Cami’nin içi ve avlusu sabah namazı sonrası bayramlaşan hısımları, erkeklerle, onların erkek evlatları ile dolu. Anneler de kız evlatlarıyla Ulu Cami’nin hemen karşısındaki mezarlıkta ailece toplaşmışlar. BaşuçlarındanBerzah alemine açılan yakınlarının kabirlerinde Kur’an okuyorlar. Bedenlilerle-bedensizlerin arasındaki bu bayramlaşma içinde bulunduğum zamanın havasını daha da ruhanileştiriyor. İnsan olmamızın bedelini, bize bahşedilen duygu değerlerimizi zedelemeden, onları paylaşarak çoğaltmalıyız ki unutulanlar listesine adımız yazılmasın. Yörenin siyasal nedenlerle yıllarca kapalı kalan kapılarının meraklılarına açılması dileklerimle... Dilek BAL GAP Bölge Kalkınma İdaresi ve AFSAD işbirliği ile 2000 yılında başlayan İnanç Mozaiği Projesi için Şanlıurfa’dayız. Heyecanlıyım… İlk defa bu kadar kapsamlı bir projede yer alıyorum. Kurban Bayramının ilk günü, çekim için gittiğimiz aile mezarlığı bölge halkı tarafından, en güzel ve rengârenk bayramlıklarıyla, ziyaretçi akınına uğruyordu. Her mezarın çevresinde oturan üzgün, ağlayan, Kur’an okuyan 14 15 AFSAD kadınlar vardı. Mezarlıkta, oyun bahçesi gibi oradan oraya koşuşturan çocuklara, tek tük de olsa dua eden erkeklere de rastlamak mümkündü. Kimseyi rahatsız etmeden sessizce bir köşede çekim yaparken, mezar taşını incitmekten korkar gibi okşayan 70-75 yaşlarında bir amcaya gözüm takıldı. Çekimlerimi yapıyordum ama merakımı yenemeyip bir yandan da, şimdi ne yapacak diye uzaktan amcayı izlemeye de devam ediyordum. Çantasından çıkardığı bez ile mermer taşını ve kenarlarını yıkayıp temizledi, mezarın üzerindeki otları ayıkladı. Yanında getirdiği boya ve fırçayı çıkardı, bir çocuğun başını okşar gibi ağır ve yumuşak hareketlerle mermer taşı boyamaya başladı. Dışarıdan bakıldığında soğuk mermer taşıydı ama onun gözünde ise hiç de öyle değildi, sıcacıktı… Büyülenmiş gibiydim. Sanki ikimizden başka kimse yoktu. Bir anda beni tedirgin eden mezarlık ve buz gibi gelen mezar taşı değişti, taşın sıcaklığını ve mezarlığın da beni tedirgin etmediğini fark ettim. Boyama işi bittikten sonra, itinayla boya malzemelerini çantasına yerleştirdi. Ellerini açıp son görevi olan duasını okudu “merak etme tekrar geleceğim” diyen hüzünlü bakışlarıyla son kez yakınına (mezar taşına) baktıktan sonra çantasını alıp ağır adımlarla uzaklaştı. Doğanay SEVİNDİK İnsan Olabilmek… Fotoğrafı yaşam biçimi haline getirirseniz bazen ailenizden, eşinizden, sevdiklerinizden ve işinizden ayrı kalabilirsiniz. Çünkü “O An” orada olmak zorundasınızdır. “O İnanç Töreni” yılda bir kez ve sadece 18 Ocak günü yapılıyor. O gün eşimin doğum günü idi. Telefon ederek kutlamayı ihmal etmedim tabi ki… Proje sorumlumuz Serpil Yıldız ile uçağın kalkış saatinden bir saat önce Esenboğa Havalimanında olmamıza rağmen ne Serpil, ne de ben uçağın kalkış anonsunu duymadığımız gibi uçuş tabelasında da görmedik. Diyarbakır uçağı ne zaman kalkacak diye sorduğumuzda az önce kalktı dediler. Olacak iş değildi… Bizim ertesi gün sabah törenin yapılacağı köyde olmamız gerekiyordu. İstanbul aktarmalı maceralı bir yolculuktan sonra 18 Ocak 2001 günü Urfa’ya bağlı köye zamanında ulaştık. Muhtarın evinde yaptığımız kahvaltıdan sonra törenin yapılacağı yere gittik. Yerleri kilim kaplı, duvar kenarları yastık ve minderlerle çevrili yaklaşık elli metrekare büyüklüğündeki tek odalı bir eve gittik. Soba yanmadığı için oda içi soğuktu. Onlar üşümediklerini söylüyordu, ama bize soğuk geldi. Ellerim ve ayaklarım üşüdü. Kalabalığın artması ile birlikte odanın içi hafiften ısındı da rahat fotoğraf çekebildim… Köyün en yaşlısı olarak görünen kişinin yönettiği törene 18 yaşından büyük sadece erkekler katılabiliyor. Törene ilk kez katılanlar herkesin huzurunda sorulan sorular ve alınan yanıtlarla “kabul” edildi. Bildiğimiz eski gaz lambası tören sonuna kadar söndürülmedi. İnançları gereği törene katılanların ayaklarında çorap yoktu. Tören yaklaşık üç saat sürdü. Tören sırasında oda içerisinde gezinen koyunlar kesildi, yemekler hazırlanmaya başladı. Diyarbakır’dan kalkacak uçağa yetişebilmek için yemeğe kalamadık. Diyarbakır’a gidip de, tiyatro sanatçısı Turgay Kılıç’ı görmeden gelmek olmazdı tabi ki. Bir ülkedeki farklı inançlar o ülkenin kültürel zenginliğini gösterir. Aynı ülkede yaşayıp farklı inançlara sahip insanları tanımak ve inanç törenlerine tanık olmak farklı bir duygu. Kim? Nereli? Hangi ırktan? Hangi mezhepten? Hangi din ve inanca sahip? Beni hiç ilgilendirmiyor… Merak da etmiyorum. Başkaları da beni merak edip sorgulamasın… İNSAN olabilmeyi başarabilirsek ne mutlu bize… Gülser GÜNAYDIN Proje uzun sürdü… Çok daha uzun süren ana projenin içinde ayrı bir başlıktı... Ana proje Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yapılan büyük barajın bölgeye getireceği değişimlere tanık olmak ve belgelemekti... Ama çok daha fazlası yapıldı... Bölgedeki değişim sadece yapılan barajdan etkilenmedi: Zamandan, siyasi gelişmelerden, teknolojinin nimetlerinden ve kürselleşen dünyamızdan da doğal olarak nasibini aldı... Gördük ki; hızlı şehirleşme her yeri birbirine benzetse de, teknolojinin baş edilemez istila gücünün farkına varsak da yine de o topraklara ait olanlar, gördüklerimiz muazzamdı... İnsan üzerinde yaşadığı toprakların kendine has özelliklerinin tam ayırdında olmayabilir. Ama oralara ait neşe, üzüntü, kederin sebeplerini, bazı sözcüklerin derin anlamlarını bilir, bilmese de hissedebilir. Ortak kavrayışlar, bazen de isyanlar oluşabilir. Peki ya inançlar... Bana göre; ne kadar farklı ritüelleri olsa da aslında yeryüzünde tüm inançlar aynı işe yarıyor. Daha kanaatkar, sakin ve iyi bir insan olmaya... Buna rağmen inançlar hakkında konuşmak, yorum yapmak bile halen birçok yerde hassas bir konu. Tarih boyunca en büyük savaşların ve katliamların din için yapılmış olması unutulmuyor, korkutuyor... Bir yandan nesilden nesile geçen büyük dinler, peygamberler, kültür kalıntıları, miraslar, alışkanlıklar, bilgiler, beceriler ve davranışlar, bir yandan da şehirleşme, iletişim, cep telefonları, inşaat ve yol sektörü, moda diziler, değişip birbirine benzeyen eşyalar ve yerel ve dini kıyafetleri tamamlayan fason marka tişörtler. Bu değişimlerin bir kısmına olumlu bakamasam da anlamak ve biraz da kabullenmekten başka ne yapabilirim? Şahsım adına benim hissettiğim; sadece inanç çeşitliliği ve zenginliği değil, sanki tarih öncesinden bu günlere kadar zamanda bir yolculuk, açık hava müzesi... Kadir EKİNCİ Âmin/Amen sergisi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde var olan çeşitli dinlerin, bölgenin kültürel ve sosyo ekonomik yapısına olan etkisini, kaybolan ya da kaybolmaya yüz tutmuş değerlerinin, gelenek ve göreneklerinin birbirleriyle olan etkileşimlerini fotoğraflarla irdeleyen belgesel bir çalışma olarak, geleceğe kalıcı bir belge bırakarak bunu ülkemize ve dünya kamuoyuna sunmayı hedeflemişti. Bu çalışmanın, inanç farklılıkları, yaşam biçimleri, bölgesel özellikler ve farklılıklar, neredeyse ilk insanlara dayanan antik geçmişin tanıtılması ve bunların gelecek kuşaklara aktarılması hususunda amacına ulaştığını düşünüyorum. Böyle bir projenin fotoğraf ekibinde yer aldığım için memnunum. Bu vesile ile ben de bölgeyi daha yakından tanıma ve inanç farklılıklarını yerinde izleme fırsatı buldum. AFSAD’ın bölgeleri belgelemeyi amaçlayan benzer çalışmalara devam etmesini diliyorum. Bu tür çalışmaların bölgesel değerlerin korunmasına, bölgenin kalkınmasına ve turizme katkı sağlayacağına inanıyorum. Mehtap YILDIZ Yüzyıllardır, medeniyetlere ev sahipliği yapmış, kültürleri harmanlamış, sarıp sarmalayıp kucaklamış Güneydoğu Anadolu’da 1989’dan bu yana yaşamı belgelemeyi amaçlayan uzun soluklu fotoğrafik projeler yürütüp de; bu çok renklilik içinde, insanların yaşam tarzlarını yönlendiren inançları görmemezlikten gelmek çok büyük bir eksiklik olacaktı. Araştırma ekibimizin yaptığı ön çalışma, GAP ile yürütülen projeler nedeniyle uzun yıllara dayanan bölge tanışıklığı ile birleşince, kendi adıma çok zorlanmadım diyebilirim. Ancak konunun öznelliği ve hassasiyeti bizi çok daha planlı, dikkatli ve özenli çalışmaya yönlendirdi. Çalışmanın zamana yayılacağı belliydi. Ben de ilk çalışmalarda ve geçen yıl gerçekleştirilen son çalışmada yer aldım. Başlangıçtan bugüne geçen 13 yılda fotoğraf teknolojisinin analogdan dijitale sıçraması, siyah-beyaz negatif ve dia pozitiflerle yaptığımız ilk çekimlerimize de başka bir anlam kattı ve değerli kıldı. Çekimlerde rahatsızlık vermemek için ikili, üçlü küçük ekiplerle çalıştık. Gittiğimiz mekânlarda, bölge insanı ile sözel iletişim kurup, yakınlık sağlamadan, güven oluşturmadan çekim yapmadık. Özellikle iç mekân çekimlerinde, kilisede de camide de kılık kıyafetimize, davranışlarımıza, ibadete engel olmamaya çok dikkat ettik. Bu anlamda, kimi yerlerde biz kadınlar, kimi yerlerde erkek arkadaşlarımız avantajlı oldular. Bu hassasiyetlere saygı ve özen göstererek örnek bir ekip çalışmasıyla görev bölümü yaptık. İçten davrandık, bize evlerinin, inançlarının, kalplerinin kapılarını açtılar. Kadınlarla iletişim bizden sorulurken, özellikle cami, namaz görüntülerinde erkek arkadaşlarımız daha şanslıydı. Gittiğimiz bir düğünde, onlar rahat çekim yapabilsin diye bir buçuk saat boyunca aynı figürle halay çekmekten sağ ayağımı hissetmez hale gelsem de, sonunda alnımıza yapıştırılan bahşişle paylaşılan sevince ortak olabildiğimizin kanıtlanması, orada hiç fotoğraf çekememek pahasına çok anlamlı ve güzeldi. İlk iletişimde, özelin paylaşılmasının verdiği bir çekingenlik oldu elbette ama, Şanlıurfa’da bir türbede bir kadının “Oğlum bile benim fotoğrafımı çekemez!” diyen tatlı sert uyarısı dışında başka bir dirençle 16 17 AFSAD karşılaşmadım. Hangi inanç ve kültür olursa olsun, özün sevgiye ve saygıya dayandığına tanıklık etmeyi insanlık adına umutlandırıcı buluyorum. Ayrıca bu projenin her birimizi içsel olarak da zenginleştirdiğinden ve geliştirdiğinden kuşkum yok. Emeklerin sonucunu derli toplu görmek, heyecan verici... Güneydoğu Anadolu’da bunca yıldır sürdürülen bulmacanın en önemli parçaları tamamlanırken, bir parçasında da bir AFSAD’lı olarak emeğimin bulunması güzel bir duygu ve onur verici bir deneyim... Nureddin ÖZDENER BAHE VE SAVME’YE HÜRMETEN, ÖTEKİNİ SEVMEK KADERİM OLDU. SEVİYORUM. Yıllar, yıllar sonra, Deyrulzafarân’ın tarihi kanepelerinde çayımızı yudumlarken, Ankara’dan gelen misafirimle birlikte, Rahip Gabriel, artık bir arkadaştan öteydi. “Dostum” diye tanıtıyordu beni, bizim yıllara dayanan dostluğumuz var. Gözlerimin önünden otuzaltılık film şeritleri gibi kare kare geçiyor yıllar, imgeler, Gabriel, İbrahim, Jozef, Mansur, Hanna, Samuel, Melki, İshak, Savme ve en son yitirdiğimiz BAHE, portreleri… belgesel fotoğraflar, insanların SURETLERİ. Vaftiz, evlilik, defin törenleri, paskalyalar, Noel törenleri, yüzlerce binlerce kare. Kimi çekilmiş kimi ise hiç filme, ekrana, vizöre yansımamış. Anlar. Yaşanmış bir dostluk, beni daha güçlü, daha sevgili kılan ötekinin varlığı. Hiçbir zaman öteki olmadılar benim için, Mardin’de hep beraber olduk. Sevdim, sevildim. Saydım, sayıldım. Yedim, yedirdim. Fotoğraf; 3. göz sağladı bunu, Evet, Evet. 3. gözle baktım. Bakmaktan öte gittim. Gördüm. Görmekle yetinmeyip, göstermeye çalıştım. AME(İ)N sergisi bu yolun bir virajı, bu yol hiç bitmeyecek. Sergilerde, gösterilerimde, konuşmalarımda hep oldu, benim değerlerime hep olumlu katkı sağladı. Camideyken kilisenin çan sesini duymak. Ne çok fotoğrafını çekmiştim ben bu dostlarımın. Ne çok kişi götürmüş, randevu almış, tanıştırmıştım. On yıldan fazla oldu. AFSAD’tan arkadaşımla, akşamı orada geçirdiğimiz günü dün gibi hatırlıyorum. Hava karardıktan sonra dönmüştük, Mardin gerdanlığının parçası olmaya. Kaç kişiye nasip olmuştur Deyrulzafarân’da gece fotoğrafı çekmek, bilmem, birlikte gittiğimiz arkadaşlarla, akşam yemeği yediğimiz de olmuştur, cömert sofradan. Çok harika duygudur: Deyrulzafarân kapısının sürgüsünün ve çankalının karanlığı yırtan sesini duymak. Çektiğim fotoğraflar kadar çekmediklerim oldu tabi. Tadını çıkardığım, sadece kendim için, o an için belki de sansasyonel olacak, ilgi çekecek fotoğrafları çekmedim ben, elim deklanşöre gitmedi. Karta bürünen böyle fotoğraflar olduysa yırttım. Attım. Solan renkleri çekerken, farklı kültürleri izlerken, önemli olanın bu olduğunu düşünüyorum. Benden sonra fotoğraf çekmek için geleceklere zarar verecek davranışlarda bulunmamak. Farklı algılar yaratmamak. Ödül için fotoğraf çekmemek. Fotoğraf ödüle layık olabilir, ödüllük olabilir o başka konu… Bir ayinin bir törenin öznesi olmadım hiç. Hep görünmez kılmaya çalıştım kendimi. Önce dinledim. Ayini yönetenle, yetkiliyle, bir arkadaşla, bir dostla göz göze gelmeye çalıştım. Sonra deklanşöre bastım. Yıldır, makinem, objektiflerim, vizörüm, deklanşörüm, hep MERHABA’mın, gülümsememin, samimiyetimin arkasında kaldı. MERHABA…. Orhan KÖSE Daha önce Güneydoğu’daki çeşitli illerden gelip, Ankara’da naylon çadırlarda kalan, misafirperver ve candan mevsimlik işçilerle çok yakından tanışmıştım. Bu projeyle yöre halkını sürekli yaşadıkları bölgede daha yakından tanıma fırsatı buldum. Birçok inanç grubunun birlikte barış içinde yaşadığı bu bölgede, dini inançların halk üzerinde çok etkili ve önemli bir rol üstlendiğini gördüm. Proje ekibiyle konuyu fotoğraflara iyi aktardığımıza ve sonunda güzel bir sergi hazırlandığına inanıyorum. Projede emeği geçen herkese teşekkürler. Selim AYTAÇ AFSAD’ın GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı ile ortaklaşa olarak 1995 yılında başlattığı ve proje kapsamındaki alanda değişimi/dönüşümü belgelemeyi amaçlayan beş projenin tamamında yer almış bir fotoğrafçıyım. Bundan tam 19 yıl önce ilk kez adım attığım bölgeyi, proje dışında da yapmış olduğum çeşitli geziler boyunca, enine boyuna epeyce tanıdığımı düşünüyordum. Ta ki bölgedeki İnançlar/ İnanışlar başlıklı çalışmaya başlayıncaya kadar. Konuya bir ucundan girdikten sonra katman katman ne kadar derin, farklı ve bambaşka inanç ve inanışların bölgede hâkim olduğuna tanıklık ettim. Oldukça kısıtlı bir zaman dilimi içinde çekimlerimizi yetiştirmeye çalıştık. Peki kolay mı oldu, bu kadar kısıtlı bir süre içerisinde tüm bu farklılıkları kolaylıkla görüntüleyebilmek? Hiç kolay değil şüphesiz. Hatta neredeyse imkânsız. İşte bu noktada proje odaklı, belgesel fotoğraf çalışmasının sırrı devreye giriyor. Çekimler öncesi proje yürütücüsü arkadaşımız Serpil Yıldız önderliğinde yapılan ayrıntılı alan çalışmaları, bölgede yaşayanlarla yıllar boyunca kurulmuş olan karşılıklı güvene dayanan sağlam dostluklar açtı bize pek çok kapıyı. Peki tam anlamıyla anlatabildik mi meramımızı, aktarabildik mi tüm gördüklerimizi, gözlemlerimizi izleyicilere? Sergiyi gezerlerken eşlik etme şansı bulduğum pek çok izleyici, ki bazıları çeşitli dönemlerde bölgeyi gidip görmüşler ve gezmişlerdi, kendilerini bambaşka büyülü bir atmosfer içinde hissettiklerini, gördüklerinden çok farklı bir dünyayı önlerine getirdiğimizi ifade ettiler. O anlamda, evet başarılı olmuştuk. Oysa şimdi dönüp elimizdeki malzemelere bakınca buzdağının yalnızca ucunu yansıtabildiğimizi düşünüyorum. Ancak şöyle bir ucundan dokunabildiğimiz, ayrıntılı çalışıp da yalnızca üç, beş kare ile sergiye ya da kataloğa alabildiğimiz o kadar çok konu, yaşam ve inanç var ki. Her biri başlı başına ayrı birer sergi konusu. Buna benzer proje bazlı çalışmaların yerleşmesi ve yaygınlaşması, tek tek fotoğraflarla yarışmadan yarışmaya koşuşturma kolaycılığıyla oyalanan fotoğraf dünyamıza ve derneklerimize örnek olması en büyük dileğim. 18 19 AFSAD Serpil YILDIZ Proje Yöneticisi Bereketli Hilal’in, Yukarı Mezopotamya’nın kalbi; bağrına hazineler nakşetmiş topraklarıyla kültürlerin, uygarlıkların beşiği; inanışlar, inançlar zengini Güneydoğu Anadolu... Bu topraklarda son bulmuş avcıtoplayıcılık, bu topraklarda doğmuş tarım, yerleşik yaşam... Tarih öncesi çağlardan beri ev sahipliği yaptığı her kültürün, uygarlığın izleri dokusuna, yaşantısına, yaşamına sinmiş... Hassuna, Samarra, Halaf, Uruk, Akad, Babil, Hitit, Hurri-Mitanni, Asur, Arami, Med, Pers, Makedon, Selevkos, Agbar, Ermeni, Roma, Sasani, Bizans, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Artuklu, İlhanlı-Moğol, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevi, Osmanlı gibi pek çok farklı kültür ve uygarlığa ev, yurt, kimi zaman da barınak, sığınak olmuş Güneydoğu Anadolu... Kültürler gibi, onlarca bin yıldan günümüze kalan izler de iç içe. Aynı mekan ya da yerde, art arda sürdürülen farklı kültürel yaşamlardan kalanlar, uzmanların bile ancak özel incelemelerle ayıracağı nitelikte. Bir zamanlar pagan bir tapınaktı belki, sonra kilise ya da manastır, şimdi cami ya da medrese ya da bir müze, belki de bambaşka bir şey... Bu yüzdendir belki, farklılıklarıyla hâlâ bir arada yaşar insanı. Camilerinde ezan, kiliselerinde çan sesleri, oruç ya da bayramları çakışır bazı vakitlerde. Güneş her gün doğar, batar; ama, bazıları için daha anlamlı. Eğlenceyse söz konusu, düğünler benzer birbirine, ne kınasız ne zurnasız ya da davulsuzdur bazen; inanç derseniz eğer, ayrılır yollar eğlence vaktine kadar. Kimi sünnet kimi de vaftiz olur. Yakıcıdır, ortaktır acı; farklı olsa bile ritüeller cenazelerde. İç içe geçmiştir yabancılıklar, iç içedir sindirilmiş dostluklar. Bazen çok yakın kılar sorunlar, bazen de bu yakınlıktır sorunun kendisi. Yine de bir ananın rahminde başlar hayat; ve neye inanırsanız inanın, toprakla biter, bu topraklarda... Toprağına gömülmek ister buralı insan, doğup da koklamışsa havasını, içmişse suyunu memleketinin. Ayrılık acıdır; hasret ve hüzün kokar türküler bu topraklarda... Bu coğrafyada, taş aynı taş, toprak aynı topraktır on binlerce yıldır; değişen ne mi? “Belki yalnızca insan!? ... Belki de onun yaşam biçimi!? ...” * Amen Projesi Katalog yazısından alınmıştır f: Selim AYTAÇ f: A. Kadir EKİNCİ - Sınır Geçişi / Ceylanpınar f: Asuman ERGÜNEY - İslam Mimarisi f: Dilek BAL - Süryani Kadın 20 21 AFSAD f: Nurettin ÖZDENER / Düğün f: Mustafa ERTEKİN - Noel f: Aynur ÜLKER f: Erol BÜYÜKYAZICI f: Gülser GÜNAYDIN - Hristiyan Ayini 22 23 AFSAD f: Mehtap YILDIZ f: Serpil YILDIZ - Alevi Köy Düğünü / ADIYAMAN 24 25 AFSAD f: İbrahim GÖĞER f: Orhan KÖSE f: Özcan YURDALAN 26 27 AFSAD f: Doğanay SEVİNDİK f: A. Kadir EKİNCİ / Eyüp-Nebi f: Serpil YILDIZ - Düğün / SURUÇ f: Serpil YILDIZ - Hristiyan Pazar Ayini Mor Barsavmo Kilisesi / MİDYAT 28 29 AFSAD f: Orhan KÖSE f: İbrahim GÖĞER - Müslüman Kurban Pazarı f: İbrahim GÖĞER f: Dilek BAL f: Selim AYTAÇ - Müslüman Türbe Ziyareti 30 31 AFSAD f: Mehtap YILDIZ - Düğün / MİDYAT f: Özcan YURDALAN f/64 Doğaçlama “GEZİ’DEN SONRA HİÇBİR ŞEY AYNI OLMAYACAK” Mayıs - Haziran PEKİ YA FOTOĞRAF ? * Özcan YURDALAN Fotoğrafçı, Yazar [email protected] Türkiye toplumu tarihinin en önemli dönemeçlerinden birinden geçerken hiç olmadığı kadar çok sayıda görüntü kaldı geride. Şehrin merkezinde, en göz önündeki meydanlarında yaşananlar kadar, merkeze uzak mahallelerinde ve ara sokaklarında olup bitenler de görsel kayda geçti. Yer ile gök arasında cereyan eden ne varsa hepsi sanal ortamda görüntü olarak yeniden üretildi, belli maksatlarla, belli alanlarda dolaşıma salındı. Taksim Gezi Parkı’nda mevzi bir tepki halinde başlayıp topyekûn bir itiraz halini aldıktan sonra isyana dönüşen hadise, siyasal, sosyal ve kültürel etkileriyle uzun süre tartışılacağa benziyor. Kuşkusuz bugün yapılacak değerlendirmeler “erken” diye tanımlanma riski taşıyor. Alışık olmadığımız bu büyük toplumsal hareketin verilerini gerektiği gibi ve yeteri kadar toplayabildiğimizi henüz söyleyemeyiz. Lakin hiç bir toplumsal hareketin ardından bu kadar kısa sürede ve bu kadar çok sayıda yayın yapılmadığını dikkate almalıyız. Taksim Meydanı polis marifetiyle boşaltıldıktan hemen sonra kitapçı raflarını doldurmaya başlayan yayınları ekranlarda beliren yapımlar takip etti. Belki de tanıklıkları kaydetme telaşı içinde bir tür seferberlik başladı diyebiliriz. Çekenler göstermeye, yazanlar okutmaya, tanıklar anlatmaya çalışıyordu. Halâ öyle. Haftalar süren ve toplumsal, siyasal etkileriyle birlikte şahsi moral çalkantıları da bir yıldır devam eden Gezi, başlangıçtan itibaren 32 33 AFSAD görsel kayıtçıların ilgi alanına girdi. Kimileri için sürecin başlangıcı, park ve meydanın merkezi kararla düzenlenmesine karşı çıkan Taksim Dayanışma tarafından başlatılan ilk kampanyaydı, kimileri içinse gaz fişeklerinin ilk patladığı, çadırların ilk yandığı anlardı. Direnişçiler tarafından uygulanan yöntemler, dile getirilen talepler ve kullanılan üslup, alışılmışın oldukça dışındaydı, bu sayede küresel isyan literatürüne girecek önemli pratikler yaşandı. Çeşitli biçimler alarak evrilip dönüşen direniş, görsel kayıt tutmaya çalışan fotoğrafçı ve videografçılar için önemli verilerle doluydu. Görüntüler direnişçilerin enformasyon edinmesinde olduğu kadar moral değerlerinde, duygu dalgalanmalarında da etkili oldu. Şimdiye kadar yaşadığımız toplumsal hareketler içinde en geniş etkiyi geleneksel medyada olduğu kadar alternatif mecralarda dolaşan görüntüler yarattı. Bu durum görsel haberciler kadar güvenlik güçleri tarafından da fark edildi. Kolluk kuvvetleri ilk haftadan itibaren fotoğraf çekilmesini engellemek maksadıyla tedbirler aldı. Bu tedbirler arasında basın kartı kontrolünden, hedef gözeterek plastik mermi ve gaz fişeği kullanmaya, hakaretten kaba dayağa kadar pek çok yöntem devreye girdi. İsyana tanık olanlar, ister fotoğraf ister video çeksin, ister meslek icabı ister merak saikiyle bu işi yapsın, görsel kayıtçı olarak sürecin bir parçası haline geldi. Gezi Parkı işgalini, Taksim Meydanı’ndan sokaklara yayılan direnişi görüntüleyen binlerce kişinin topluca bir hafıza yaratma gayretine tanık olduk. Fotoğrafçılar isyanın her yerinde ve her anında bulunmaya çalıştılar, hiçbir tanıklıktan eksik kalmamak için olağanüstü gayret gösterdiler. Olayın hem içinden hem de dışından bakarak hikâyesini naklettiler. Ortaya çıkardıkları her görüntü, tanık oldukları olayın aynı zamanda kendi zihinlerindeki tezahürüydü. Çektikleri fotoğraflar taşıdıkları enformasyonla, ortaya çıkardıkları yorumla ve yarattıkları atmosferle öncelikle fotoğrafçısının zihinsel düzeneklerini etkiliyordu, sonra görüntüler dünyasına giren herkesi. Bu kitap Gezi direnişinde üretilen görsel tanıklıklarla ilgilenirken, nakledilen görüntülerin fotoğrafçıların zihnindeki bağlamlarını da anlamaya çalışıyor. Fotoğraf kendi başına nedir ki? Hiç. Al karşına koy, o sana baksın sen ona. Zoraki anlamlandırma çabalarına girişilmezse eğer, fotoğrafçı ile fotoğrafı çekilen arasında kalacak bir ilişkidir bu ve bu bakışma haliyle bile gayet değerlidir. Çeken ile çekilen arasındaki alışveriş, izleyicinin devreye girmesiyle birlikte farklı bir paylaşım düzlemine taşınır. Özel boyuttan sıyrılıp genele dair göndermeler kazanmaya başlar. Bir fotoğrafı anlamlandırma süreci esas olarak izleyici tarafından bir bağlam kurma faaliyetidir. “Göz görmez, bilinç görür” lafı ne kadar doğruysa, “fotoğrafların anlam kazanması ancak bağlamın kurulmasıyla mümkün olur” lafı da o kadar doğrudur. Bilinç ve bağlam olmadan fotoğraf kendi başına nedir ki? Bu kitap bir isyanın görsel kayıtçılarının hadiseye bakarken hangi perspektiflere sahip olduklarına ve fotoğraflarını nasıl anlamlandırmalarına dair ipuçları sunmaya çalışıyor. Fotoğrafçılarla yapılan mülakatlara görseller eşlik ediyor. Sözü görüntülerin önüne koymaya çalışan Bir İsyanı Fotoğraflamak kitabının hazırlık çalışması 15-30 Haziran 2013 tarihleri arasında tamamlandı. Fotoğrafçılıkla ilişkisini farklı fazlarda kurmuş altmış iki kişiyle 4 Temmuz ile 5 Ağustos 2013 tarihleri arasında bir dizi mülakat yapıldı. Ortalama birer saat süren görüşmeler öncesinde sohbetin eksenini oluşturacak sorular fotoğrafçılara yollandı. Bu sırada direnişin artçı sarsıntıları devam ediyordu. Toplam yüz on saat tutan mülakat kayıtları deşifre edildikten sonra 1170 sayfalık doküman ortaya çıktı. İlk aşamada, sadeleştirilen metinler görüşmenin yapıldığı fotoğrafçıyla paylaşılarak içerik kontrolü yapması istendi. Kontrolden dönen metinler üstünde tekrar çalışıldı, sayfa düzeni yapılmış halleri ikinci kez sözlerin sahibiyle paylaşıldı. Bu aşamanın ardından içerik yayına hazır geldi. Mülakatları izleyen süreç büyük oranda imeceyle gerçekleşti. Bu sayfalarda teşekkürlerimle bir kez daha anmak istediğim arkadaşlarım çalışmanın çeşitli aşamalarına gönüllü olarak destek verdiler. Bir İsyanı Fotoğraflamak kitabının hazırlanmasına ilham veren nedenlerinden biri Türkiye’de bu güne kadar en kalabalık fotoğrafçı katılımının Gezi hadisesinde gerçekleşmesiydi. İstanbul’da pek sık yapılan hak ve özgürlük eylemlerindeki katılımcı sayısını kat kat aşacak kadar çok sayıda fotoğrafçı alanlardaydı. Rahatça söylenebilir ki görsel kayıt tutmak ve tanıklıkları görüntüler halinde nakletmek bu süreçte bir eylem biçimi haline geldi. ajanslar ve fotoğraf kolektifleri için çalışan fotoğrafçılar, - Bireysel fotoğrafçılar ve foto aktivistler, Bu kitabın hazırlanmasına yol açan diğer neden ise yaralanan fotoğrafçı sayısının hayli yüksek olması, yaraların hayati mahiyet taşımasıydı. Başta Fotoğraf Vakfı olmak üzere çeşitli fotoğraf kurumları şiddete uğrayan görsel haberci listeleri ve kınama bildirileri yayınlandı. Aynı zamanda deneyim ve donanım eksikliği nedeniyle ortaya çıkan bu tablo fotoğrafçıların sahip olması gereken bir meslek örgütünün eksikliğini de gösteriyordu. - Sanat fotoğrafçıları Kitapta yer almak üzere görüşülecek fotoğrafçılar konusunda herhangi bir sınırlama ya da özel bir seçim yapılmadı, büyük oranda “serbest çağrışım” denilecek kadar ferah bir yol izlendi. “İyi”, “ünlü”, “ önemli” fotoğrafçı gibi tanımlamalar kaale alınmadı, farklı değerler üstünden görüşme talebinde bulunuldu. Çağrı yapılan yüz kadar fotoğrafçının önemli bir kısmı olumlu yanıt verdi, bir bölümü ile sürekli ilişki sağlanamadığı için süreç tamamlanamadı, az sayıda fotoğrafçı ise çalışmaya ilgisiz kaldı. Fotoğrafçılarla yapılan sohbet aşağıdaki sorular çerçevesinde cereyan etti: Cep telefonuyla anında görüntü oluşturup binlerce kişiye ulaşabilen “yurttaş fotoğrafçılar” bu kitabın özneleri arasında çok büyük yer tutmakla birlikte onlar sayesinde boyut kazanan süreç hemen her fotoğrafçının dikkatini çekti. Zaman zaman haberciler, belgeselciler, serbest çalışanlar da olmak üzere görüntü kaydeden herkes aynı zamanda yurttaş muhabir edasıyla çalıştı. Görüşülecek fotoğrafçıların altı kategoride temsiliyet taşımasına özen gösterildi. - Dünya medyası için çalışan fotoğrafçılar, - Ana akım memleket medyası için çalışan fotoğrafçılar, - Alternatif medyalar, bağımsız Görüşülecek fotoğrafçıların; İstanbul’daki bulunmaları, eylem alanında Sürecin önemli bir kısmını ve bir direniş gününün büyük bölümünü bütünlük taşıyacak şekilde izlemeye çalışmış olmaları, Direniş alanlarındaki ya da parktaki günlük yaşam organizasyonuna tanık olmaları önemsendi. - Taksim Gezisi işgali ve direnişini bize nasıl anlatırsınız? Sizi şaşırtan, etkileyen ne vardı? - Gezi işgalinde ve direniş sırasında dikkatinizi çeken ne vardı, en karakteristik özellik neydi? - Geziye ilişkin hükümetin planlarından ve karşı taleplerden ilk ne zaman haberiniz oldu? Nasıl öğrendiniz? - Gezi’de eylemlerin başladığını nasıl haber aldınız? - Fotoğrafların ana akım medyada, alternatif medyada, sanal ortamda ve sosyal medyada kullanılması süreçte nasıl bir rol oynadı? Fotoğraflarla gelen enformasyonun güvenilirliğini nasıl anlayabiliriz? - Gezi’de fotoğraf çekmeye nasıl karar verdiniz? (Foto muhabirlerinin görev alma hikâyesi(?)) - Daha önce gerilimli-çatışmalıriskli ortamlarda çalıştınız mı? - Çekimlere gitmeden önce nasıl bir hazırlık yaptınız? Nasıl bir donanımınız vardı? Kendinizi ve ekipmanınızı korumak için ne gibi önlemler aldınız? - Hazırladığınız bir çekim planı, bir çalışma stratejisi var mıydı? - Aradığınız bir fotoğraf var mıydı? - İşgal ve direniş sırasında temel motivasyonunuz neydi? Flaş, çarpıcı, etkili, aksiyon dolu bir görüntü mü arıyordunuz? Olan bitenin arkasındakilerin izini fotoğrafla sürmeye mi çalışıyordunuz? - Taksim Gezi işgali ve direnişini genel olarak üç başlıkta değerlendirirsek bunlardan birine park içindeki günlük hayat, ikincisine eylemler-gösteriler, üçüncüsüne de barikatlar ve çatışmalar alanı dersek en çok hangi ortamda çalışırken daha verimli ve başarılı hissetiniz kendinizi? - En çok nerede bulundunuz? Ortam nasıldı? - Kadın fotoğrafçı olarak çalışmanın getirdiği fazladan zorluklar nelerdi? Gerek güvenlik güçleri, gerekse direnişçiler tarafından ne türden engellerle karşılaştınız? (Kadın fotoğrafçılar için) - Direniş boyunca karşılaştığınız ve sizi en çok etkileyen görüntü neydi? (Çektiğiniz ya da çekmediğiniz) - Çekimler sırasında nasıl bir düşünsel ve duygusal konum aldınız? Kendinizi eylemci gibi mi yoksa tanık fotoğrafçı gibi mi hissetiniz? Oradaki varlığınızı nasıl bir moral konuma yerleştirdiniz? Bu iki tutumun birbirine olumlu ya da olumsuz etkileri nelerdi? (Bağımsız çalışan fotoğrafçılar için) - Çekimlerin arasında en başarılı bulduğunuz fotoğrafınız hangisi? Çekim hikâyesini anlatır mısınız? - Diğer fotoğrafçıların çektikleri arasında direnişi anlatan en başarılı fotoğraf hangisi? - Teknik olarak ne tür sorunlarla karşılaştınız? 34 35 AFSAD - Çekimler sırasında en zorlandığınız / en yüksek risk altında kaldığınız, korktuğunuz durumu anlatır mısınız? - Eylemler sürecinde iki tarafında tutumunda, davranış ve yöntemlerinde, dilinde, tarzında sizi olumsuz etkileyen neler vardı? - Fotoğraf çekerken diğer fotoğrafçılarla yardımlaşmanız oldu mu? Birbirini engellemeler oldu mu? - Mesleki olarak bir güvenceniz, üyesi olduğunuz meslek kuruluşu var mı? İstenmeyen bir durum meydana geldiğinde gerek bedeninizin, gerekse ekipmanınızın görebileceği zararların giderilmesi için ne yapabilirsiniz? - Serbest çalışan fotoğrafçıların ve kadrolu muhabirlerin haber verme haklarını ve özlük haklarını savunacak bir meslek birliğine, sendika veya benzer kuruma ihtiyaç hissetiniz mi? - Dolaşıma sokacağınız fotoğrafları seçerken nelere dikkat ettiniz? Fotoğraflardaki hangi unsurlar seçim kararlarınızı etkiledi? (Foto muhabirleri için ayrıca; gazete/dergideki editoryal işleyiş nasıl oldu?) - Fotoğraflarınızı nasıl dağıttınız, nerede yayınlatmayı, nasıl değerlendirmeyi düşündünüz? - Stresli-çalışmalı ortamlarda fotoğrafçılık yapabilmek için size hangi özelliklere sahip olmak gerekir? - Taksim Gezi işgali ve direnişinden fotoğrafçılar olarak ne gibi dersler çıkarabiliriz? Kitaptaki mülakat metinlerini yayına hazırlarken soruları aradan çıkararak daha akıcı bir metin halinde kurgulamaya çalıştım. Bu sayede okuyucuyla fotoğrafçıyı baş başa bırakmak istedim. Bu çalışma sırasında yüz yüze görüşme imkânı bulunmadığı için yazışarak yapılan mülakatlar editoryal nedenlerle kitap kapsamına alınmadı. Tamamlanan görüşmelerden bazıları da fotoğrafçıların çalıştıkları kurumların ilkesel tutumu nedeniyle yayın izni alamadı. Bir İsyanı Fotoğraflamak kitabına girerken nedenleri ve nasılları anlatmaya çalışan bu yazıda, olabildiğince ciddiyetle sürdürmeye çalıştığım kelama iki anekdot düşerek ferahlık kazandırmaya çalışayım: Bunlardan biri barikatlar tarafında yaşanmış, diğeri polis tarafında. Anlatılan o ki, Direnişçilere gaz bombası atmak üzere vaziyet almış duran bir polis, namludan çıkacak alevle birlikte gaz fişeğinin ateşlenme anını en yakından fotoğraflamak için gayret gösteren çok sayıdaki fotoğrafçıya pek de alışılmadık bir tepki gösterir: “Gelin bari ağzıma girin.” Bir başka yerde bir başka sahne yaşanır: Taksim’deki barikatların birinde, muhtemelen Cihangir tarafındaki bir barikatta, tahkimat faaliyetinin hummalı bir biçimde sürdüğü sırada polisin gazlı, TOMA’lı, su bombalı alışıldık müdahalesi başlar. Ortalık toz duman içindeyken barikattaki birkaç eylemci canını dişine takmış direnmektedir. Havada gazlar, taşlar uçuşurken eylemcilerden biri, en çarpıcı sahneyi yakalayabilmek için didinip duran fotoğrafçılarla kuşatılmış olduklarını fark edince, “Arkadaşlar fotoğraf çekerken arada bir barikata el atın, iki şişe talcid, birkaç taş getirin” diye isyan eder. Direniş sürecinde fotoğrafın sadece yaygın olarak kullanıldığı, zaman zaman kolektif örgütlenme dinamiklerini harekete geçirdiği değerlendirmesini yapmak doğrudur ancak eksik kalır. Aynı zamanda bu tür süreçlerde ortaya çıkması beklenen ikonik fotoğrafların bu kez layıkıyla kendini gösterdiğini de belirtmek gerekir. Bu kadar yılda, bunca eylemde çekilen fotoğraflar arasında çok güçlü görüntüler olmasına rağmen ikonik vasıflarda bir imaj şimdiye kadar ortaya çıkmamıştı. İkonik fotoğraflar aynı zamanda on binlerce kişinin gördüğü ve olan biten hakkında esaslı kanaatler edindiği fotoğraflar oldu. Bu görüntüler gibi daha birçokları otantik halleriyle kalmadı; diğer sanat disiplinleri tarafından da kullanıldı. Hemen hepsi stensil, tuval resmi, performans sanatı ve söz sanatları tarafından yeniden üretildi. Gezi’yle birlikte yeni fotoğraf oluşumlarının ortaya çıkabilmesi için elverişli bir ortam yaratıldı. Bir süredir ilk örneklerini görmekte olduğumuz bağımsız haber ve belgesel fotoğraf kolektiflerinin yeni derneklerle çoğalması için güçlü bir motivasyon kazanıldı. Bağımsız habercilerin fotoğrafçı ve videografçıların meslek ilkelerini savunacak hak ve özgürlüklerini koruyacak bir oluşuma duyulan ihtiyaç belirginleşti. fırsat vereceği kanısındayım. Bu sayede fotoğrafın toplumsal işlevinin yeniden ve tarihi örneklerden daha ileri biçimlerde değerlendirilebileceğini tahmin ve umut ediyorum. “Gezi’den sonra hiç bir şey aynı olmayacak.” Peki ya fotoğraf? Görsel haberciliğin saygın bir medya olarak yeniden doğabilmesi ve dürüst habercilik ilkelerinin hakkıyla yerine getirilebilmesi için fotoğrafçıların ve fotoğraf mecralarının eline güçlü bir fırsat geçti. * Bir İsyanı Fotoğraflamak, Gezi’nin Fo- Gezi Direnişi’nin Türkiye’de yaygın olarak fotoğraf anlayışının topyekûn gözden geçirilmesine toğrafçıları Naklediyor kitabının sunuş yazısıdır. 06 Mayıs 2014/İstanbul 36 37 AFSAD Ölüm Bizi Kovalar Biz Kömür Sökeriz Ocaklarda Mehmet ÖZER AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi “Ve halk üzülecek Unutulacak ama her şey, haftasına varmadan Ve milletvekili Ama şimdi baretin duvarda asılı, mendilini yıkamadılar, ter kokan mendilin hasret kokusuna dönüşüyor. Ve maden ocakları sahibi Ve papaz efendi Şimdi sefer tasın boş duruyor. Çizmelerin çamurlu elbiselerin kömür kokuyor. Ve gazeteler Ve yalan haberlerle zehirlenmiş kamu Devam edecekler zehirlerini, kinlerini biriktirmeye Gelecek ilk büyük maden grevinde boşaltmak için. Bu akşam kadınlar maden ocağının başında bekleşe dursun Çocukların ödevi yardımını bekliyor. Yüreği tökezlese de çocukların, hayat bilgisi dersinden pekiyi alıyorlar. Ekmeğimiz sıcak değil ve özlem kokuyor. Vardiya otobüsleri sensiz. Aşağıya, daha aşağıya, daha derine iniyor damar. Yeryüzünün kalbine gömüldünüz. Tanrı bile görmüyor, tanrı bile İkiyüzlülüğünü ve utancını bu oyunun.” Joe CORRIE vara, yeni isimler eklendi. Ve biz unuttuk onların hayatlarımıza dair öykülerini. Her gün madenlerde, göçük altında kalan madenci haberleri, gazetelerin arka sayfalarında yer alıyor. Olağan şeyler gibi. Hayat akıp giderken bizim için, madenci ailelerinin yaşamında duruyor zaman. Hep o anı düşünüyorlar o son anı, bizim asla bilemediğimiz o an… Kömürleşmiş bedenleri ve yeraltındaki galerilerde yankılanan feryatları kaldı. Her gün, gün dönerken ya da yeni bir gün doğarken vardiya değişimlerinde yüzünü yatırıp pencerenin pervazına yol gözlüyor. Ekmek ölümün ağzında. Her gün eşi, sevdiği erkeği, ölümün aç ağzından içeri giriyor ve bir avuç kömürden, ak ekmeği getiriyor sofraya. Bir de Zonguldak limanındaki Madenci Anıtı’nda yer alan yüzlerce madencinin isminin yer aldığı du- Her gün hoşçakal demek ardından dualar etmek, her gün bir soluk ses dökmek ardından. Sabah alaca Yeni Çeltek’te maden ocağında, Kozlu maden ocağında ölen madencileri gördüm. Mayıs - Haziran şafakta seçilen gölgelerde aramak sevdiceğini, kapı çalındığında, ya da bahçe kapısından küçük kızın “Anne, babam döndü!” sevinç çığlığı. Yüreği hep seste, kapıda, yolda. Her gün böyle sürüyordu hayat. ‘Ne acı,’ diyecek, ‘Ne acı’. 13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa’nın Soma İlçesinde yaşanan maden ocağı faciasında, yüzlerce maden işçisi katledildi. Yüzlerce madencinin hayatı gelip durunca yürek kapımıza, dikkat kesildik işçi katliamlarına. Joe Corrie şiirinden aktardığım gibi, haftasına varmadan unutuldu Soma. Şimdi Şırnak’tan ölüm haberleri aldık. Yine ocakta göçük vardı, grizu vardı. Kapıda ağıtlar, umutlu bekleyişler ve içeride birbirine sarılarak ölen işçi bedenleri. Portfolyo Doğaçlama Kömür kara, siz yarasınız hayatımızda. Yaramız hep kanar, sen yoksun senin mezarın yok. Biz bir yeraltı mezarına ağlarız. Duvarlarda asılı fotoğrafın. Çaylar soğuk, sigaralar uçucuna ekleniyor, kahvede oyunlar sensiz, yerin boş. Arkadaşlık günleriniz anlatılıyor iç çekerek, acı tütünle bastırarak yürek sızısını. “Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar. Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm, İçimde cesetler ve daha ölmemişler var.” Metin ALTINOK 38 39 AFSAD f: Aslı KIRBAŞ f: Şerife YAVUZ f: Dilek BAL f: Gökçen GARİPOĞLU f: Ceylan İNCEOĞLU f: Damla CEYLAN f: Ali YILDIZ f: Hatice ÖZDER Siyah 20-21 Nisan 2013 Zonguldak Üzülmez Maden Ocağı Beril TÜRKOĞLU AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi Yüzlerdeki izler ellerindekiler kadar aynı değildi. Daha içeri girerken anladım. Yapılan işin bu dünyadan uzak apayrı bir âleme inmek, siyahla nefes almayı öğrenmek demek olduğunu daha girerken anlatmaya başladılar. Dışarıdan gelenlere nasıl görünürdü acaba burası? İç dünyayla, dış dünya birbirine girmiş, algılar yerle bir olmuştu. “Acaba benden başkası nasıl bakardı madene, yerin 400 metre dibine?” diye merak ediyordu çoğu. Dışarıdan gelen iki göz gibiydik sanki. Sanki onların gözü dışarısıyla içerisi arasında kör olmuş, iki dünyayı birbirinden ayırmak artık mümkün değilmiş gibi. Her birinde aynı merak: “Nasıl buldunuz madeni?” Benim gözümün gördüğü mü gerçekti, yoksa onunki mi? Yitirilmiş bir gerçeklik vardı ortada, maden- de onu aramaya koyulmuşlardı sanki. Kimisi köyden göçmüş orada çalışmak için, kimisi baba mesleğinin sürdürmüştü. Hayatlarına bir kara sürülmüş, bir daha neyle yıkasalar çıkmamıştı. Yer altında raylar koridorları olmuş, göçükler salonları. Duvarda askıları, kenarda su şişeleri. “Burası bizim evimiz olmuş artık, sokaklarımız var burada, caddelerimiz. Girerken korkuyor insan, korkmaz mı, ama alışıyor yine de, mecbur!” dedi biri ve sonra yankılandı cümleler. O zaman dedim ki hangimizin gördüğü gerçek? Ben 400 metre üzerindeki dünyanın onların omuzlarında durduğunu gördüm, o olmasa çökecekti sanki toprak. O ise kendini mecbur gördü, farkında olmadı belki o kadar azken, ne kadar çok olduğunu. Ben koridorlar boyu uzanan nefessizlikler gördüm, aldığım nefesten utandıran. O beni başı üstünde gördü, minnetle selamlayan. Ben anlata- cak çok şey gördüm. Boğazım düğümlendi. Her gününü kar altında geçirseydi de beyazı severdi belki, ya da alıştığı için sevdiğini sanırdı. O zaman da derdi ki bana: nasıl buldun beyazı? Beyaz, beyazdı işte değil mi, siyah da siyah. Ne vardı ki görmeyecek. Ama siyah, öyle değildi işte. Kömür siyahı parlar çünkü, elinle çıkardığında bir avuç kadar kömür parçasını, ayna gibidir. İyice baksan çok göz görürsün üzerinde, yitirilenler orada saklanır. Madenciler, her kömür parçasında o siyaha karışmanın bedelini de görürler, bilirler, bekleneni onlar da beklerler. Adetten olmuştur ölmek, öyle ki yitirilen madencilerin adına dikilen anıt duvarlarının bir kısmı, 2013 den sonra gelecek gözler için şimdiden yer açmıştır. Devamı gelecek diye ölümlerin, o halka bunu alelen göstermekten çekinmemiştir o anıtı dikenler. Yine utanırım o zaman, tüm insanlık bakar da görmezmiş gibi ben yine utanırım, bu kendini bilmezlikten. Canını yakıyorsa bir şey o gerçektir işte. Benim gördüğüm gerçekti, onlarınki ise gerçeği göz ardı etmek üzerine kurulmuş, bilinçli mesailerdi. Ekmek vardı sonunda, çocuk vardı, ev vardı. Yapılanlar yapılmaya devam etmeliydi. Yoksa gerçek, etine batardı. Siyah en konuşkanıymış meğer renklerin. Acıttı, ama anladım. f: Çınar Livane ÖZER f: Beril TÜRKOĞLU f: Sevda KABADAYI f: Mehmet ÖZER 40 41 AFSAD Bir Vardiya Alaaddin KARA Üzülmez Maden Ocağı Maden Teknikeri Maden ocakları, üç vardiya üzerinden 24 saat sürekli çalışır. Havanın kararmasıyla birlikte yeryüzündeki yaşam durağanlığa geçer ama yerin altında gürültülü ve amansız bir yaşam devinir durur. Ete kemiğe, emeğe bürünüp tek bir yürek halinde sürekli kütürdeyerek atar. Yeryüzündeki yaşamı besleyerek enerjiye dönüştüren işte bu yürek atışlarıdır. Gece vardiyasındaki kazmacılar sarmalarını kaldırıp, altına çatal direkleri vurmaya başladıklarında, gündüz vardiyasında çalışacak madenciler uykunun derin kollarından zorla sıyrılırlar. Güneş, sabah kızıllığına bürünmemiştir daha. Dünden kalan yorgun bedenler madene götürecek servis araba- sının içinde bulurlar kendilerini. Yarım bıraktıkları uykularını sert koltuklarda sürdürürler. Baca ağzına yakın yerlerdeki kahvehaneler tıka basa doludur. Gün ağarmıştır ve son sigaralar demli çayların eşliğinde tüttürülür. Madenci sepetlerinin yarasa misali tavana asılı olduğu duş binasında ocaktan çıkan kömüre bulanmış bedenlerle tertip alışverişi yüz yüze yapılıp eksikler söylenir. Sonra tertip masasından kalkıp, tertibe çıkacak şef ve yardımcıları beklenir. Tertip masasında vardiyadan kalan eksik işler ve metan gazı seviyesi vardiyadan çıkan nezaretçinin ağzından dinlenerek rapor defterine yazılır. Birazdan ocak mühendisi de masaya oturmuş, gece vardiya- f: Aygün DOĞAN sında verilen işlerin yerine getirilip getirilmediğini sorgulayacaktır. Dışarıda tertip için bekleyen işçiler şefin yanlarına gelmesiyle birlikte toparlanırlar. Şef, bütün işçilerle birlikte teker teker tokalaşarak herkesin yapacağı işi bir kez daha anlatır ve kenara çekilir. Şimdi söz sırası şef yardımcısındadır. İsim, isim herkesin çalışacağı yeri söyler ve gelmeyenlerin yerine adam bulur. Motorcu ve kancacı herkesten önce ocağa girer ve işçileri çalışacakları yere götürecek olan fayton motorunu hazırlarlar. Kuyucu, saccı, vinççi, görevinin başındadır ve kuyu başına yığılmış işçileri kafesle birlikte kuyu dibine indirirler. Her vardiya başı ve sonunda kuyu başında sürekli bir telaş vardır. Su bidonları ve yemek torbalarının yanında malzemeler ilişir. İtiş kakış olmadan aşağıya inilmez. Madenciler, 3 km. uzaklıkta bulunan pano üretim yerlerine fayton denilen, 16 kişilik tahta oturaklı, kapalı, küçük vagonlarla varırlar. Peş peşe kancalanmış 40 adet faytonu çeken motorun tıkırtısı içindeki madencilere ninni gibi gelir. 20 dakikalık ninninin eşliğinde tatlı tatlı birbirlerinin omuzlarında uyurlar. Kimse ineceği yeri kaçırmaz. İnecekleri yerlere yaklaştıkça gözler açılmaya başlar. Motor durduğunda az önce uyuklayanlar sanki onlar değilmiş gibi canlı bir hareket başlar. Önce yedekler koşuşturmaya başlarlar. Ayak başına gidip ayağın içine taşıyacakları uygun maden direklerini seçerler. Direkleri ayak başına taşıyıp, diğer direklerle karışmasını önlemek için balta ile işaret koyarlar. Ayak çavuşu, işçilerin ayağın içine girmesinden önce kendileri girerek dışarıya hareket etmesi gerekir. Çünkü faytonun içinde bekleyen kömür tozuna bulanmış yorgun bedenler bir an önce dışarıya çıkmak için can atarlar. Aksi halde motorcu ve kancacıya yüksek seslerle sürekli evdekilerin hatırı sorulurdu?! f: Kadir CELEP ayağın içini kontrol eder. Ayağın vardiya arasında gelir yapan yerlerini inceleyip, gaz kontrolü yaparlar. Ayağın içinin emniyetli olduğuna kanaat getirdiklerinde işçiler ayağın içine (pano üretim yeri) girerler. Gündüz vardiyasında, gece vardiyasında noksan bırakılan sarmaların (ikmal sarmaları) eksikleri tamamlanarak işe başlanır. Sarmaların çatal direkleri vurularak ayak içi temizlenir. Tahkimatçılar tarafından sarmaların (4 metrelik maden direği) altına kilit tahkimatı çekilerek basınç istikametine doğru ayıbacakları vurulur. Ayak içinin emniyetli bir şekilde çalışması için ayak arkasının bir an önce göçmesi istenir. Bunu çabuklaştırmak için ayak arkasındaki tavan ile taban arasında basınç altında sıkışmış direkler arkacılar tarafından balta ile yaralanır. Arkası göçmeyen ayak içindeki basınç arma, çalışılan yere vurur. Arka göçerken arın da göçer. O zaman istenmeyen durumlar ortaya çıkar. Bunun için arkası göçüp oturmayan ayağa işçi tertip edilmez. Şimdi ayağın içinde üç have vardır. Havelerin açıklığı bir kama boyuna denk gelecek şekilde 120 cm. olarak düşünülmüştür. En arkadaki havede domuzdamları vardır. Ayağın bütün basıncını üzerinde taşır. 42 43 AFSAD Onun önünde makine veya oluk havesi vardır ki kömür bunun üzerinden ayak dibine iner. Vardiyada çalışılan sarmaların olduğu havenin altı boştur. Şimdi ayak ötelenerek dört vardiyasının (postası) çalışması için üretim panosun hazırlanması gerekir. İlkin orta havedeki makinenin arındaki haveye ötelenmesi gerekir. Mekanizasyon servisinde çalışan ajestorlarm da (makine tamircileri) çalışmalarıyla makine olukları ve zincirler birbirinden ayrılarak arma taşınır. Bu esnada arkadaki domuzdamları sökülerek makinenin boşalttığı haveye tekrar dizilir. Yedek domuzdamı yapılmadan ayak arkasından dam sökülmez. Vardiya sonuna doğru arın havesine zincirli makine (vesvailen) kurulmuş, arkasına damlar dizilmiş olur. Arkacılar ayak arkasını göçertmeye başlayınca ayak içinde kimse kalmaz. Bu işler tamamlanırken bazen evden getirilen ekmeği yemeye vakit kalmaz. Bazen de kendilerini kuyu dibine götürecek olan fayton da onları beklemeden gider. Faytonun kalkma saati gelince kimseyi beklemeden İtiş kakış kuyudan çıkan işçileri ilkin su havuzu ile karşılaşırlar. Çizmelerdeki kömür tozu zorunlu olarak temizlendikten sonra lambalar ve gaz maskeleri yerine konularak banyolara çıkılır. Servis arabasının köye hareketinden önce çay içip, sigaralar tüttürülür. Arabanın içine oturur oturulmaz gözler dünden kalan yorgunluğun kollarına bırakır kendilerini. Servis masasında dört vardiyasında işe gidecek işçiler için yeniden tertip yapılmaya başlanır. Mühendisin gözetiminde, şef ve nezaretçilerin yaptıracakları işler tertip defterine tekrar yazılmaya başlar. Lambanede eksik lambalar tespit edilerek rapor defterine kayıt altına alınır. Kömür çıkmış ve kazasız belasız bir vardiya daha geride bırakılmıştır. f: Türkan NAMLUCU Yüzündeki Işık Mehmet ÖZER AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi Eğitmeni Yüzünü görmek için baretimdeki ışığı yüzüne tuttum. Yüzünün aydınlandığını gören madenci baretindeki ışığı yüzüme tuttu, yüzümüz aydınlandı. “Biz düşmanımıza benzeriz” dedi. Şaşırdım ve anlamadım. Devam etti, “Yani fotoğrafçı kardeş biz grizuya benzeriz, sessiz ve sakiniz ne zaman patlayacağımız belli olmaz.” dedi. Anladım dercesine baretimden yansıyan ışığı, maden ocağının karanlığını aydınlatırcasına, başımı sallayarak madencinin dediklerini onayladım. Önümüzden geçen madenciyi göstererek “Bak hayalet geçiyor” dedi. Kocaman bir soru işareti yüzümde, beni anladı ve devam etti: “Burada hiçbir şey dışardaki gibi değildir, burada hayat başkadır, her şey siyahtır. Siyah siyahtır, beyaz siyahtır. Gece ve gündüz siyahtır. Keder ve sevinç siyahtır. Biz sevincimizi dişlerimizin ve gözlerimizin aydınlığından biliriz. Göçük oldu, bak şurada bir arkadaşımız yaşamını yitirdi. Onun yerine ikiz kardeşini işe aldılar. Burada böyle. Onu görünce hayalet görmüş gibi oluruz. Yukarıda böyle değildir işler. Şimdi misal, sen kardeşinin öldüğü yerde çalışır mısın?” Susuyorum, gözlerimi kaçırıyorum gözlerinden. Maden ocağı koridorlarında yaşayan, çalışan insanları düşünüyorum, yüreğim burkuluyor, canım yanıyor. Her deklanşöre bastığı- f: Berna CANDAN mızda bir grizuyu sakladığımızı biliyoruz artık. Saatler sonra yeryüzüne sırt çantamızda fotoğraflarla çıkıyoruz. Şimdi onları sizlere sunuyoruz. Yeraltından yeryüzüne ışığı taşıyan madencilerin öyküsünü iyi okuyalım. Siyahtan ışık sağan madencilere, sevgiyle, saygıyla... f: Nail YOLLU f: Gökhan Eren KAMER f: Füsun DEMİRAY 44 45 AFSAD f: Ayşegül KARALAR ŞAHİN f: Ayşe GÜLTEKİNGİL KESSER Portfolyo Doğaçlama REŞ Mayıs - Haziran Ceren ÖZCAN [email protected] Göç, ne zaman biter? Yol, nereye götürür insanı? 90’lı yıllarda yaşadığı toprakları geride bırakarak batıya göç etmek zorunda kalan insanlar, geçim kaynağı olarak geleneksel yöntemlerle mangal kömürü üretimi yapıyorlar. Bol estetik fotoğraflar içeren bu alanda, fotoğrafçıların da çok sevdiği o “dumanın” ardındaysa bambaşka yaşam koşulları karşımıza çıkıyor. Kendi üretimleri çadırlarda aileleriyle birlikte kalan işçiler, iki-üç yıllık periyotlarla göç ederek kendilerine yeni yaşam ve çalışma alanları inşa ediyorlar. Sağlık sorunları, iş kazaları, sosyal güvencesizlik, ekonomik sorunlar, çocukların okula gidememeleri ve arada sırada kent merkezine geldiklerinde yaşadıklarını söyledikleri ayrımcılık, günlük hayatın rutinleri haline gelmiş durumda. Tüm bu zor koşullar ve dumanların arasından sıyrılan bir cümleyse belleklere kazınıyor: “İşimiz karadır ama alnımız aktır.” Serkan ÇOLAK 2004 yılından bu yana fotoğraf üretiyor. İFOD üyesi ve Mahzen Photos kolektifinden. Sinan KILIÇ Zamana tanıklık etme ve toplumsal bilincin oluşması açısından fotoğrafın önemli bir güce sahip olduğu düşüncesiyle, belgesel alanında fotoğraf üretiyor. Ve; İFOD üyesi ve Mahzen Photos kolektifinden. “Reş” ile “Kara” farklı dillerin kardeş kelimeleri… www.mahzenphotos.com f: Sinan KILIÇ 46 47 AFSAD f: Serkan ÇOLAK f: Serkan ÇOLAK f: Sinan KILIÇ f: Sinan KILIÇ f: Serkan ÇOLAK 48 49 AFSAD f: Serkan ÇOLAK f: Sinan KILIÇ f: Sinan KILIÇ f: Serkan ÇOLAK f: Serkan ÇOLAK Portfolyo Doğaçlama Eve Dönen Beş Yol Mayıs - Haziran Philipp RATHMER / Fotoğrafçı Çeviri : Hakan Temizsoy [email protected] 1968 yılında Düsseldorf’ ta doğdum. Fotoğrafçılığa Düsseldorf’ta çıraklık yaparak başladım. Daha sonra Hamburg ve New York’ta birçok fotoğrafçıya asistanlık yaptım. 1993 ve 1995 yılları arasında New York’ta Steven Meisel, Michel Comte, Walter Chin gibi birçoklarını bünyesinde bulunduran Industria Sturio’da serbest asistan olarak çalıştım. Bu süre zarfında İsveçli fotoğrafçı Hannes Schmid ile Malboro gibi firmaların kampanyalarında ve Elle ve Vouge dergilerinin moda çekimlerinde çalışma fırsatı buldum. 1995 yılından bu yana çalışmalarıma Hamburg merkezli olacak şekilde devam etmekteyim. Kendi adıma fotoğraf çekmeye başladığımda bir kalıba takılı kalmak istemedim ve moda, güzellik ve röportaj gibi birçok konuda çalıştım. Başlangıçta birçok albüm kapağının ve müzisyenin çekimlerini yaptım. Daha sonra ise moda, güzellik ve reklam gibi konulara yöneldim. Reklam ve editörlük çalışmalarının yanı sıra ünlülerin de fotoğraflarını çektim. Fotoğraf çekmeyi çok seviyorum ve bence fotoğrafçılık “kendini tekrarlamak” ve buna “benim stilim” demekten çok daha fazlası. İşin içinde insanlar olduğu sürece çekim yapmak benim için bir mutluluk. Açıkçası favori konumun ne olduğunu bilmiyorum. Bazen ağırlıklı olarak moda çekimleri yapıyorum daha sonra güzellik veya reklam üzerine çalışıyorum ve bu çeşitlilik işimin ilginç kalmasını sağlıyor. Portrelerini çektiğim insanlara yakınlık kurar ve bu sayede her karakterin doğallık ve özgünlüğünü vurgulamaya imkân 50 51 AFSAD bulurum. Benim için önemli bir başka konu ise, kişisel çalışmalarımdan oluşan sergiler açmak. “Eve Dönen Beş Yol” çalışmalarıma güzel bir örnektir. Evlerini terk etmek zorunda kalan Azeri göçmenlerin oldukça kişisel ve yakın portrelerinden oluşan bu serginin Berlin ve Paris’te büyük başarı kazanmasının ardından İstanbul’da da sergilendi. Bu sorun, dünyada unutulmaya yüz tutmuş ihtilaflarından biri olma özelliğini taşıyor. Ermenistan ve Azerbaycan, çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu bir sınır bölgesi olan DağlıkKarabağ konusunda neredeyse yüz yıldır mücadele halindeler. İki eski Sovyet cumhuriyeti arasındaki bu ihtilaf, 1992 yılındaki kanlı savaşla zirve noktasına ulaşmış ve Ermenistan silahlı kuvvetlerinin Dağlık-Karabağ ve civarındaki bölgeleri işgâl etmesiyle on binlerce insan hayatını kaybetmiş ve Azeri halkının büyük bir kısmı yerlerinden olmuştur. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen ihtilaf, hala sonuca bağlanmamış; yapılan ateşkesle, pamuk ipliğine bağlı bir barış ortamı sağlanmıştır. Savaş mağdurları ve yerlerinden olanlar ise hala hafızalardan silinememiş, bugüne dek savaşın beraberinde getirdiği sonuçlar nedeniyle büyük acılar çektiler. 2012 yılının Şubat ayında Dağlık-Karabağ savaşı benim gündemime de girdi. Avrupa Azerbaycan Topluluğu’nun (TEAS*) Almanya şubesi, arayıp benden savaş mültecilerini konu alan bir fotoğrafçılık projesinde yer almak isteyip istemediğimi sorduğunda konuyla ilgili araştırma yaptıktan sonra kendilerine “evet” cevabı verdim. Bu çözüme kavuşturulamayan ihtilafın kurbanları yani bugün hala kendi ülkelerindeki kamplarda mülteci olarak yaşayan insanların fotoğraflarını çekmek üzere 2012 yılının Temmuz ayında kalkıp Azerbaycan’a gittim. Azerbaycan’ın Ermenistan sınırına yakın olan Tahtaköprü, Güzali ve Bakü’nün kuzeyinde bulunan Darnagul ve Gizilgum kamplarında yaşayan insanlardan bazıları içtenlikle, bazıları ise çekinerek başlarından geçenleri ve olanları nasıl değerlendirdiklerini anlattılar. Elbette bana anlatılanlar, olayın tek bir tarafı yani onların bakış açısıydı. Ancak bu, aynı zamanda memleketlerinden kaçıp gitmek zorunda kalan insanların bakış açısıydı. Dolayısıyla yerlerinden olmuş ve dünyadaki pek çok savaşta mağdur durumuna düşmüş tüm insanları temsil eder nitelikteydiler. Hikâyeleri yüzlerinden belli olsun diye onları, siyah bir fon önünde fotoğrafladım. Yüzlerinde, yaşadıkları acılar ve bir gün evlerine, işgal altındaki bölgelere, “ EVE DÖNEN BEŞ YOL”dan birine dönebileceklerine dair umutları görülüyordu. “EVE DÖNEN BEŞ YOL” Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde 6 Haziran-29 Haziran tarihleri arasında izleyicisiyle buluşmuştur. *Avrupa Azerbaycan Topluluğu (The European Azerbaijan Society-TEAS), Azerbaycan ile Avrupa ülkeleri arasında daha yakın ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler oluşturmayı ve Azerbaycan’la ilgili farkındalığı artırmayı amaçlamaktadır. TEAS Türkiye, kültürel faaliyetler, ekonomik toplantılar, akademik forumlar ve politik konferanslar düzenleyerek Azerbaycan’ın tanıtımını yapmaya kendisini adamıştır. Azerbaycan’ın zengin kültürü, imkan ve fırsatlarını vurgulamanın yanı sıra, TEAS aynı zamanda Dağlık-Karabağ sorunu ve sonuçlarıyla ilgili farkındalığı arttırmaya da çalışmaktadır. TEAS Türkiye, Azerbaycan ve Türkiye arasındaki mevcut olumlu ve güçlü ilişkileri daha da ileriye götürmenin yollarını aramaktadır. Tahir Quliyev, hayata çok pozitif bir yaklaşımı vardı. Ailesini ve köpeğini hatırlıyorum. Çok cana yakın davranmışlardı ve bizi çaya davet etmişlerdi. Misafirperverlikleri inanılmazdı. Basti Guliyeva, bayanın yüzüne yansıyan pozitif ifadeden dolayı seviyorum. Gambar İbrahimov, bilgelik dolu güçlü bir yüzü var. Afat Karimova, bana göre çok ironik. Kızın çok güçlü ve sert bir yüzü var ama t-shirtünde gülümse yazıyor. Javad Jabbarov, çilli yüzünü seviyorum. Tahir Quliyev Basti Guliyeva Gambar İbrahimov Afat Karimova 52 53 AFSAD Javad Jabbarov ÇELTİK Portfolyo Doğaçlama İdris AYDIN Mayıs - Haziran Ceren ÖZCAN [email protected] Su içinde çimlenebilen ve kökleri sudaki oksijenden yararlanabilen bir tahıldır. İnsanlar için besin kaynağı olarak, tahıllar için de buğdaydan sonra gelen en önemli üründür. Aynı zamanda çeltik dünyadaki insanların yarıdan fazlasının ana besin kaynağıdır. 1995 yılına kadar ülkemizde yetiştirilen çeşitlerin tamamı, yurt dışından getirilen çeşitlerdi. Günümüzde ise ülkemizde yetiştirilen çeşitlerin tamamı, Trakya Tarımsal Araştırma Enstitüsünde geliştirilen çeşitlerdir. Geliştirilen tohumlardan “Osmancık” çeşidi çeltik üretici ülkeler tarafından da kullanılmaktadır. Çeltik dünyada, 53’ kuzey 35’ güney enlemleri arasında, Antarktika hariç her kıtada yetiştirilmektedir. Çeltiğin kültürü yapılan iki türü; O. Sativa (Asya çeltiği) ve O. Glaberrima (Afrika çeltiği). Çeltik, buğdaygiller familyasının Poaideae alt familyasına ait Oryza oymağına dahildir. Çeltik, M.Ö. 7000 yılına ait kazılarda Çin’in Chekiang eyaletinde bulunmuştur. Japonika çeşitleri ise Çin’in Hemudu bölgesinde bulunmuştur. İlk çeltik tavalarının yapımı ve fidelenme işi Çin’de başlamıştır. Güney Çin veya belki Kuzey Vietnam’dan göçmenler, sulu alanlarda çeltik yetiştirme geleneğini Milattan önce ikinci milenyumda Filipinler’e taşımışlardır. Çeltik M.Ö. 344-324 yılları arasında Büyük İskender’in Hindistan seferinden dönenler tarafından Akdeniz civarındaki ülkelere taşınmıştır. Çeltik, Türkiye’ye 5. ve 6. yüzyıllarda Mısır’dan gelmiş olabilir. Diğer taraftan, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde çeltiğin Maraş, Mısır ve Filibe’de yetiştirildiğini bildirmiştir. Türkiye’de bütün coğrafik bölgeler çeltik yetiştirilmesine elverişlidir. Fakat en önemli çeltik yetiştirilen bölgelerimiz, Marmara ve Karadeniz bölgeleridir. Önemli çeltik yetiştirilen illerimiz; Edirne, Balıkesir, Samsun, Çanakkale, Çorum, ve Çankırı’dır. 2009 yılında Edirne (Meriç Havzası) en fazla üretime (350.000 ton) sahip olmuştur, onu 100.000 ton üretim ile Balıkesir takip etmiştir. 2009 yılında ortalama çeltik verimi, dekar başına 750 kg. olmuştur. Ülkemizde çeltik verimi dünya ortalamasının çok üstündedir. Türkiye’de yıllık pirinç tüketimi 550-600 bin ton arasında değişmektedir ve kişi başına yıllık tüketim ise 8 kg’dır. Yerli üretim 500 bin ton civarındadır. Çeltik konulu fotoğraf çalışması ilk defa 4 Kasım 2004 yılında EFOD’da “Çeltik” dia gösterisi ile olmuştur. İlk gösteriden sonra çeltik fotoğrafları çekmeye devam ettim, bu sürede çalışma konu derinliği kazandı. Çeltik konulu fotoğraf çalışması Meriç Havzası ile sınırlı kalmış olup, doğası, çeltik köylülerini, çalışanlarını, çalışma yöntemlerini, çeltik tarlalarındaki yaşamı, bu süreç içerisinde çeltik üretimin ile araç ve gereçlerinin gelişmeleri belgelenmeye çalışılmıştır. 54 55 AFSAD Görüntü Edimi Kuramı Doğaçlama Mayıs - Haziran C. J. REYNOLDS [email protected] Çeviri: Özlem Dağ [email protected] Özet Görüntü Edimi Kuramı, toplumsal eylemler açısından görüntülerin manipülasyonlarını değerlendiren, etik alt yapılı bir teoridir. Bunu yaparken, Görüntü Edimi Kuramı, Austin’in Konuşma Yasası Teorisi yaklaşımını temel alır. Austin, belli sözcelerin “bir şeyler söyleyerek bir şeyler yapma” anlamında önceden insan zihnini şekillendirdiğini varsaymaktadır. Aynı şekilde, Görüntü Edimi Kuramı da, bir görüntünün şeklini değiştirdiğimizde aynı zamanda sosyal bir hareket gerçekleştirdiğimizi varsayar. Bir fotoğrafın manipülasyonu, dinleyiciyi, illüstratörü ya da görüntüde kim varsa onu eğlendirebilir, ikna edebilir ya da suçlayabilir. Bu teorinin yararı, sosyal eylemlerin, çeşitli etik sistemlerin analizi için kullanılabilir olmasını sağlamasıdır. Bu makale, tarihsel anket ve modern görüntü işleme örnekleri ile sosyal eylemler hakkındadır. Giriş Bir görüntü manipüle edildiğinde ve bu manipülasyon kitlelere sunulduğunda sosyal bir olay başlatılmış olur. Bu teoriyi desteklemek için bu makale Reinach’ın sosyolojik olaylarla ilgili ontolojik yaklaşımını temel almıştır. Aynı zamanda Lundsten’in (1998) televizyon ve medya üzerine yaptığı analizlerden de yararlanılmıştır. Kuram, adını Austin’in (1975) Söz-Eylem Kuramı’ndan almıştır. Sosyal Eylem Kuramı Reinach tarafından önerilen ontolojik bakış açısı, fiziksel nesneler ile bu nesneler arasında 56 57 AFSAD gerçekleşen durumlar arasında bir ayrım yapar. Nesneler arasındaki durumlar, sağlanabilen durumlar olarak karakterize edilir. Ayrıca söz konusu bu durumlar, iletilebilir bilgi alanı olarak da hizmet verir. Reinach nesneler ve durumlar arasındaki bu ayrımı, sosyal eylemlerin betimlenmesinde temel olarak görür. yapmaktır” görüşünü de destekler. Austin’in analizi, söz eylemlerin farklı türlerindeki konuşma biçimlerini yeniden çözümlemektedir. Lundsten, Reinach’ın modelinin görüşlerine şunları ekler: • Edimsöz eylemi: Eylemin bağlamsal anlamı. (Örneğin birine “orada dur” diyerek aslında onu daha fazla ileri gitmemesi konusunda uyarıyı da içerir.) “İnsanoğlunun fiziksel dünyaya bağlı olması için gerekli olan fiziksel ifadelerin 4 temel özelliği şunlardır: 1. Sosyal eylemler, amaçlı bir ilişki için ortaya koyulur. 2. Ayrıca mutlaka birilerinin davranışlarıdır. 3. Dünyada bir değişikliğe neden olurlar ama bunu yapmak için; 4. Bir kesim tarafından anlaşılmaları şarttır.” Reinach’ın sosyal eylemleri, örneğin Jakobson’ın Sözel İletişim Analizi (1960) gibi yapısal iletişim modellerine de öncülük etmiştir. İlerdeki bölümlerde göreceğimiz gibi, görüntü manipülasyonu, bu ontolojik tutumu kullanma açısından değerlendirilebilir. Söz Eylem Teorisi Wittgenstein’in ünlü bir sözü vardır: “Sözcükler eylemlerdir.” Bunu söylerken Wittgenstein, söz eylem teorisinin temel görüşünü ortaya atmaktadır. Bu aynı zamanda “bir şey söylemek bir şey • Düzsöz eylemi: Sözcenin kendi anlamı. (Örneğin birine “orada dur” demek, orada durmasını istemek anlamındadır.) • Etkisöz Eylemi: Eylemin sonuçlarının dinleyici tarafından algılanması. (Örneğin dinleyiciyi ileri gitmemesi konusunda uyararak onu bir tehlikeden haberdar ederiz.) Austin’in çalışması, Edimsöz eylemleri üzerinde çalışan Searl’in çalışmalarını da (1985) etkilemiştir. Hem Austin hem de Searl, dil felsefesindeki sorunlar üzerine eğilmiştir. Görüntü Edimi Kuramı Görüntü Edimi Kuramı’nın temel görüşü; görüntü manipülasyonlarının sosyal hareketler olduğu tezidir. Görüntü manipülasyonları Reinach’ın sosyal hareketlerinin bir alt dalıdır. Bunlar: 1. Kasıtlı bir ilişki amacı taşır (bu durumda bir görüntü ya da bir sunum) 2. Birilerinin kasıtlı hareketidir (ya da bir kılıcının) 3. Dünyada değişikliğe neden olurlar (ama bunu yapmak için) 4. Bir kesim tarafından anlaşılmaları gerekir. Bu analizde, görüntü manipülasyonları (etkili olmaları için), başka bir kesim tarafından anlaşılır olmalıdır. Yani bir bilgisayar programı, görüntüleri değiştirebilir ama bu görüntüleri diğer sosyal bir aktöre aktaramazsa o zaman görüntü manipülasyonu sosyal bir hareket haline dönüşemez. Bir sosyal hareketin birçok potansiyel parçası vardır ama en alt düzeyde görüntüyü manipüle eden bir kılıcı ve manipüle edilmiş görüntünün paylaşıldığı bir topluluk olması gerekmektedir. Görüntü Edimi kuramı aynı zamanda, etnik analizlerin yapılması için de faydalı bir başlangıç noktası sunmaktadır. Manipüle edilmiş bir görüntüyü sosyal bir harekete çevirerek görüntü manipülasyonları, benzer toplumsal alanların sergilediği ahlaki sorgulamayı ortaya koyabilmektedir. Kuram, bir görüntü manipülasyonunu yorumlamanın yanlış anlama, yanlış yorumlama, suçlama ya da eğlenme hareketi olarak görülebileceğini vurgulamaktadır. Bu eylemler ya da bu eylemler arasındaki dünya üzerinde sergilenen ilişkiler, bir görüntü değişikliği yapmanın etik etkisini daha iyi kavramlaştırmaya da yardım edecektir. Tarihi Örnekler Fotoğraftan önce görüntü yaratma süreci genellikle ressamlar, illüstratörler ya da heykeltıraşlar tarafından, daha önce ortaya konmuş bazı eserleri yeniden yaparak ya da değiştirerek gerçekleştirilirdi. Yapılan bu değişiklikler, bazen sosyal hareketlere neden olabilirdi. Eğer bir sanatçı bir insanın özelliklerini abartarak anlatıyorsa alay etme ya da eleştirme gibi sosyal hareketler ortaya konabiliyordu. Karikatürler, bir insanı gerçek şekliyle betimlemeyi hedeflemez; bunun yerine o insanın fiziksel ya da kişilik özelliklerini bir açıdan ele alarak gösterir. Söz konusu kişiyi basitçe betimlemenin yanı sıra bir dizi farklı görsel açımlama yapabilmenizi de sağlar. Ka- Görüntü 1: Hogarth’ın (1743) karakterler ve karikatürler arasındaki farkı gösterdiği çalışması rikatüristler, bazı açılardan kendi yorumlarını da işin içine katarak değişiklikler yapabilirler. Bu değişiklikler abartılı olabilir ve taşlama yaptıkları da saklanmaz. Özellikle ilgi çekici olması amaçlandığı için kimin olduğunun belirlenmesi güç olan manipülasyonlar, dünyaya bakış açısının bozulmuş bir formunu sunmaya öncülük eder. Her şey bir tarafa, Lincon’un savaştığı Amerika iç savaşı sırasında Calhoun’un Amerikan güney eyaletleri konfederasyonu iç savaşının kilit noktası olması da gerçekten ironiktir. Mitchell’in The Reconfigured Eye (1992) kitabı, bu olayı bütün detayları ile açıklamaktadır: Yandaki resim, Abraham Lincoln’ün ve John C. Calhoun’un birer portresidir. Sol taraftaki Lincoln’ün portresi ona yapılan suikastten sonra sağdaki Calhoun’un portresi değiştirilerek yapılmıştır. (Mitchell, 1992) Görüntü 2: Lincoln’ün portresi (solda), Calhoun’un portesi (sağda) değiştirilerek yapılmıştır. “Lincoln’ün suikastinden sonra, artık ölü olan başkanın yeni fotoğrafları ünlü fotoğrafçı Mathew Brady tarafından, neredeyse fiziksel olarak birbirine çok benzeyen iki adamdan biri olan Calhoun’un gövdesine, Lincouln’ün başı yapıştırılarak üretilmiştir. Lincoln’ün kafası, uygun büyüklükte olması için ayna ile yansıtılmıştır. Hile ancak birilerinin, Lincoln’ün beninin yanlış tarafta durduğunu fark etmesiyle ortaya çıkmıştır.” Bu ve buna benzer manipülasyonlar, dijital değişiklikler ve manipüle edilmiş fotoğrafları belirlemek için kullanılan bilgisayar metotları ile ilgili bir çalışmanın bir parçası olarak Farid (2006) tarafından toplanmıştır. Görüntü Edimi kuramının sistemi, manipüle edilen bu portrelerin ortaya koydukları hareket açısından incelenmelerine yardım eder. Lincoln’ün kafasının, politik rakibinin vücuduna eklenmesi, bile bile yanlış bir şekilde tanıtma eylemini gerçekleştirmiştir. Belki, portrenin politik bir figürün kahraman gibi gösterilmesi iyi niyetine hizmet ettiği savunulabilir ya da tam tersi portrenin tarihi bakış açısını yanlış yönlendirerek kötü sonuçlara yol açtığı da tartışılabilir. Her iki görüş de tartışmaya açıktır. Fotoğrafın dünyadaki nesneleri gerçekçi biçimde tasvir etmesi, fotoğraf izleyicilerinin dünyaya bakış açılarının doğru ya da yanlış yönlendirilme olasılığını taşımaktadır. Örneğin yukarıdaki Görüntü 3: Lenin’in orijinal (sol) ve manipüle edilmiş (sağ) fotoğrafları. Lenin’in yanında ama kalabalığın üzerinde görülen Troçki’nin görüntüsü, Troçki’nin sürgününden sonra fotoğraftan kaldırılmıştır. fotoğraf Lenin’in konuşmasının görüntülendiği iki farklı fotoğraftır (Tukh 2002). İki fotoğrafı inceleyen herhangi biri, sağ taraftaki fotoğraftan bazı kişilerin çıkarıldığını kolaylıkla fark eder. Bu fotoğrafta görülenlerden biri olan Troçki, insanlığın düşmanı olarak ilan edilmiş ve 1929 yılında sürgüne gönderilmiştir. Sürgünü ile birlikte, onun Sovyet Rusya’nın kuruluşundaki rolünü doküman değeri taşıyan fotoğraflardan çıkarma eylemi başlamıştır. Sonuç olarak Troçki’nin varlığının fotoğraflardan da çıkarılması, onun Sovyet Rusya’daki fiziksel varlığının da yok edilmesine ayna tutmaktadır. Sovyet Rusya’da yapılan fotoğraf manipülasyonlarına bir diğer örnek, Nikolai Yazhov çevresinde toplanmıştır (Dillon, 2006). Stalin Rusyası’nın boşaltılması sırasında Nikolai, NKVD polis kuvvetlerinin bir üyesi idi ve halefi Beria tarafından ihanetle suçlanmadan önce su yollarının komiseri olarak çalışıyordu. Troçki ile birlikte sürgün edilmesinden sonra görüntüsü bütün fotoğraf- lardan silindi. Varlığının fotoğraflardan silinmesi, onun Stalin hükümeti ile olan ilişkisinin ve bu hükümete olan katkılarının gizlenmesi sosyal eylemini sergilemektedir. Nikolai Yezhov hem idam edilmiş, hem de fotoğraflardan çıkarılmıştır. Bu örnekler, görüntüleri değiştirirken aynı zamanda sosyal eylemler de gerçekleştirdiğimizi göstermektedir. İdam, sürgün veya kişilerin resmi fotoğraflardan çıkarılması ya da silinmesi, hem dünyadaki nesnelerin, hem de olayların ya da daha özelde bir insanın ya da onun varlığının yok edilebileceğine dair açık bir örnektir. Bu yazı http://www.k2.t.u-tokyo. ac.jp/members/carson/papers/ reynolds_cepe2007.pdf adresinden yazarının izni ile Türkçeye çevrilmiştir. Metnin çevirisinin devamı, Kontrast’ın bir sonraki sayısında yer alacaktır. Görüntü 4: Stalin’in orijinal (sol) ve manipüle edilmiş (sağ) fotoğrafları. 58 59 AFSAD SALVADOR (Kurtarma) DALİ (Zevk) 1904-1989 Konuk Yazar Doğaçlama Mayıs - Haziran Gülden AKKAN Sanat Tarihçisi - Ressam “Artık gerçeği kavradın, Salvador; dahi gibi davranırsan, sonunda dahi olursun.” Gerçeküstü (sürrealizm) akımın tek gerçek “gerçeküstü” sanatçısı Dali’nin renkli dünyasını paylaşmak istedim. Pek olacak gibi değil bu iş ama yine de yaşamını ve sanatındaki en belirgin özellikleri ele alarak, onun kışkırtıcı sanatçı karakterini, sanatını açıklamaya çalışacağım. Konuya girmeden önce sürrealizmi (gerçeküstü) çok kısa birkaç cümle ile açıklamak gerektiğini düşünüyorum. Gerçeküstücülük, 2. Dünya Savaşı yıllarındaki akımların en önemlisidir ve adını 1924’de almıştır. Bu yeni akımın amacı, sosyal yaşamın bütün kurallarını kırmaya çalışmaktır; mantık, ahlak, estetik… Edebiyat ve psikolojide de (Freud) etkisini göstermiştir. Konunun açılımı çok uzun, yelpazesi geniştir. Onun için yukarıda kısaca açıkladığım konudan ayrılıp, sanatçımıza geçiyorum. Dali’nin özyaşam öyküsünde çok acı ve acı ile mücadele vardır. Yaşadıklarının izlerini fırça ile tuvale aktarmıştır; hem de cesurca. Onun için bu öykünün bilinmesinde yarar var diye düşünüyorum. Şöyle ki; 1904 yılında Barselona yakınlarında, Figueras’ta doğan sanatçı, bu çorak topraklardan hiç ayrılmadı, tüm resimlerinde o çorak araziyi, onun renklerini kullandı. Katalan ruhunun (gördüğü, kokladığı, dokunduğu şeylere inanır Katalan) bütün özelliklerine sahipti. Varlıklı bir ailenin çocuğuydu ama ailenin kuralları çok sert, bencil bir baba için, nazik ve kadınsı duyguları yoğun yaşayan çocuğa sahip olmak dayanılmaz bir sıkıntıydı. Dali de karşılaştığı bu sert davranışlar karşısında çok rencide olmuş, ancak büyük bir cesaretle bir şaire (Lorca’dır bu şair. Ancak Lorca bu ilişkiyi sert bir şekilde bitirecek, sonra da gittiği Madrid’de öldürülecektir) aşık olmuş, babasının yakınındaki bir evde beraber yaşamıştır. Bir başka öykü vardır ki, hayatında ve eserlerinde çok etkili olmuştur. Simgelerden örnekler: Henüz Dali dünyaya gelmemişti ki- adı Salvador olan- ağabeyi aniden ölür. Sonrasında doğan çocuğa kardeşinin adı konur; bu çocuk Dali’dir. Hayatı boyunca, isim benzerliği yüzünden kardeşinin ölümünden kendini sorumlu tutacak, bütün bunlar yetmezmiş gibi, ailesi tarafından sürekli kardeşi ile kıyaslanacaktır. Çocukluk döneminin izlerini tüm eserlerinde belirgin bir şekilde görürüz. Resimlerinin çoğu açık bir anı defteridir aslında. Örneğin çok erken ölen annesini pek görmeyiz; çünkü ona ait anılar çok azdır. Ancak nefret ettiği babası hep vardır; olduğu gibi değil, olmasını istediği gibidir; elele. Kendisini hep annesinin onu giydirdiği gibi, kız gibi giydirir resimlerinde ve elinde hep bir çember (dişilik simgesi) vardır. Kendi farklılığı ile barışık ve keyifle de yaşamıştır 90 yaşına dek. Simgeleri çok kullanır. Bunları bilmek demek, Dali’yi okumak demektir. Burada birkaç örnek vermeden geçmek istemiyorum. Oldukça fazladır simgeleri, tümünün de bir çıkış noktası vardır. Ayrıca, “imge”lerin de olduğu onlarca eser bırakmıştır... Onları okumanın (bakmanın) zevki bambaşkadır. el: suç nesnesi… karınca: ölüm sümüklüböcek: akıl balık: hayat çatal: denge çekirge: korku piyano: kadın kravat: olanaksız aşk Dali, yaşadığı dönemin her türlü siyasi olaylarından da çok etkilenir. Algı yeteneği ve hafızası güçlüdür. Bu özelliklerini, karmaşık ruhuyla birleştirerek anlaşılması zor ama unutulmayacak eserler vermiştir. Anlamsız hiçbir şey göremeyiz tuvallerinde. Onun eserlerinin zevkine varabilmek için, bunları incelemek ve çözmek gerekir. Saç şekli, giyim tarzı cüretkârdır. Bıyıkları ise çok önemlidir; çünkü bıyıkları onun simgesi olmuştur. Ancak o yıllardaki bıyıklara da hiç benzemez. O, sevgili bıyıkları için şunu der: “Benim bıyığım, kaytan, emperyalist, dikey gizemcilik, ultra-rasyonalisttir.” İşte tam ona has bir tanım. Dali, hayatında hep sıra dışı kişileri sevmiştir. Picasso, onun için çok özeldi. Paris’e gitmek istediği zaman babasından izin istemiş; “beni Paris bir görsün” diye Paris’e gelmiş, ilk ziyaret ettiği kişi de “Picasso” olmuştu. Bu büyük ustanın atölyesine gittiğinde, “Louvre’u görmeden size geldim,” deyince, Picasso’dan aldığı yanıt “doğru olan da buydu” olmuştur. S. Zweig ve Freud hayran olduğu diğer özel insanlardı. Farklı yönleri olan, o dönemin bu üç büyük ustalarının-yazar, psikolog, ressam-yolları bir yerde kesişir. Bu kesişme ilginç bir öyküdür: Bir gün Dali, Zweig ile karşılaşır. O sırada Freud çok hastadır. Acılı bir hastalığa (çene kanseri) yakalanmıştır. Dali onu ziyaret etmek ister ve beraber Freud’a giderler. Freud’un kişiliği çok etkiler bu çılgın ressamı. Dali, tam evden çıkarken kapının önünde bir bisiklet ve üzerinde bir sümüklüböcek görür. Bu durum, algılaması müthiş sanatçının beyninde yerini bulmuştur bile. Daha sonraki tüm eserlerinde bisiklet üzerinde “FREUD” motifi karşımıza çıkar. Sümüklüböcek de aklın yerini almıştır onun “simgeler” dağarcığında. O gün eve gider gitmez mürekkeple kendisine verilmek üzere Freud’un portresini yapar ve arkadaşına verir ki Freud’a ulaştırsın diye. Ancak Zweig ölünce öğrenir ki, portresini doktorun moralini bozmamak için ona vermemiştir. Ölümünden önce Zweig (karısıyla birlikte gittiği Rio de Janeiro’da intihar etti) Güney Amerika’ya gelmesi için Dali’yi ikna etmek için, oraların sıcak renklerinden, kelebeklerin güzelliğinden söz eder ama Dali ülkesinin renklerine hayrandır, asla ülkesinden ayrılmak istemez. Zaten kısa zaman sonra bu büyük yazarın intihar haberi gelir. Bunun üzerine, arkadaşının anısına bir seri “KELEBEK” resimleri yapar. İşte “gerçeküstülerin kralı” usta, yaşadığı, gördüğü her şeyden etkilenmiş, üretmiş, üretmiş, üretmiştir... Bu bölümde, çalışmalarını evrelere ayırıp, kısaca açıklayalım. İlk bölünme, hayatındaki kişilere bağlı olarak gelişir. Biri Lorca’lı yıllar, diğeri de Gala’lı yıllar. Şairle (Lorca) beraber olduğu yıllardaki eserlerinde “acıyı”, Gala ile yaşadığı uzun yıllardaki eserlerinde “özgürlüğü” yakalamıştır. Gala kendinden on yaş büyük ve güçlü bir kadındı. Anne eksikliğini ömür boyu hissetmiş olan bu adam, kendine bir “idol”, koruyucu, ilham kaynağı bulmuştur. Hatta onu tanrısal bir zirveye (Meryem ve İsa olarak resmini yapmıştır) çıkarmıştır. Her resminde, çok gizli 60 61 AFSAD de olsa, bir yerinde Gala’yı yakalamak mümkündür. İkisi arasında, cinselliğin dışında bir ilişki yaşanmıştır ve ölene dek beraber olmaya söz vermişlerdir. Ancak Gala erken ölünce çok yalnız kalmış, içine kapanmıştır. Son yılları, “ATOM” çağına rast gelmiş, bunu etkisi ile bir dizi çalışma yapmış, tüm eski resimlerini “parçalara” (atomlara) ayırmıştır. (Meryem (Gala), yumuşak saatler tabloları gibi) Çalışma çizgisini de dört bölümde toplayabiliriz. Ancak kesin bir ayrım yapmakta mümkün değildir. Bu evreler ve birkaç örneği; 1-Klasik-Saplantılı Evre a- Penceremde duran kız (1926) Konu: Kız kardeşi b- Küçük kemik kırıntıları (1928 Paranoyak dönem) Konu: Aziz Sebastianus’un (eşcinsellerin azizi) vücudunda kendini özdeşleştirerek, parçalara ayırma (Lorca yılları) c- Arzu denen muamma(1929) Konu: Hiçbir resminde görmediğimiz annesi, bu resimde bir “döl yatağı” şeklinde. Uzakta o çorak kasabasının kayalıkları. 2- Başkalaşımsal Evre (Gala’lı Evre) a- Sahanda Yumurta Havada Yumurta (1932) Konu: “Yumuşak yumurta” doğum ve soldaki yapının içindeki minik görüntü “kardeşinin ölümü”. 3- Dinsel Evre (Yeni İnsanın Doğumu) ve İmgeler a- Köle pazarında Voltaire (1940) Konu: Çift imgenin en güzel örneği b- Ermiş Antuan’ ın baştan çıkarılması (1947) 4- Dinsel ve Çekirdek Evre a- Leda - Atomika (1949). Konu: Atomica (Gala) ve Leda (Dali) b- Patlamış Raphael’si baş… (1951) Konu: Burada sınırları aşıyor, “baş” panteonun kubbesi… Dali’nin bazı şaşırtıcı alışkanlıklarına gelirsek; Eserlerinin çoğunu çıplak ve Bach dinleyerek yapar. Yemeklerden sonra kulağının arkasına bir “üzüm” yerleştirirmiş. Nedeni üzümün serinlik vermesiymiş. Tuvalete saçlarına bir “yasemin” takıp gider ve çektiği karın ağrılarının ve yaralarının geçmesini hiç istemezmiş. Bunlar onun zevk ve ilham kaynaklarıymış… Günlükleri, filmleri (Endülüs Köpeği), heykelleri, tümü sıra dışı ve türünde tektir. Bu dünyaya başka “DALİ” gelmedi, gelmeyecek ve o sonsuza dek yaşayacak. Benim için o bir “bilge”ydi ve önünde her zaman saygıyla eğildim. Hayatını, cinsel tercihini büyük bir açıklıkla anlatabilen ender sanatçılardan biriydi; bir diğeri PİCASSO’ dur. Bu sıra dışı sanatçının, sıra dışı deyişlerini paylaşıyorum: “Bir deliyle aramdaki fark, benim deli olmamamdır.” “Zarar görüp akıllanmaktansa, mutluluktan aptallaşmayı kim istemez” “Resim yapmak, gözlerden gelip fırça ucundan akan sevgili imgesidir. Ve aşkta aynı şeydir.” “Teşekkür ederim Tanrım, bana bu bağırsak illetini verdiğin için. Vücut dengemde eksik olan buydu” İspanya kralı Don Carlos, ülkesinden hiç ayrılmayan ve İspanyalı olmasıyla gurur duyan bu sanatçıya, bir şato hediye etmiş, “Marki” ünvanını vermiştir. O da kralının bir resmini yapmış, hediye etmiştir. Ozan SAĞDIÇ Fotoğrafın OZAN’ı Usta İşi Doğaçlama Mayıs - Haziran Deniz KORAŞLI [email protected] Ozan Sağdıç 1934 Balıkesir doğumlu Türk fotoğrafçısıdır. Çocukluğunu Edremit’te geçiren Sağdıç, ortaokul eğitimini İzmir, Buca’da tamamlamıştır. Lise eğitimini İstanbul Kabataş Lisesi’nde yatılı olarak almış olup, oldukça başarılı bir öğrenci olmasına rağmen, liselerin üç yıldan dört yıla çıkarılmasıyla fazladan okunacak olduğu için okuldan soğumuş ve hayata atılmak için farklı yollar aramaya başlamıştır. Bu karar onu 1955 yılında sembolik bir aylıkla “İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği”nin kâtipliğine sürüklemiştir. Zamanın İstanbul’daki profesyonel atölye fotoğrafçılarının hemen hemen hepsiyle tanışmak, işlerini izlemek şansına kavuşmuştur. Daha sonra 1956 yılında bir gazetede rastladığı “Manzara fotoğrafları alınacaktır.” ilânıyla gittiği Doğan Kardeş Matbaası’nda fotoğrafları beğenilmiş, yakın zamanda çıkacak olan Hayat Mecmuasında çalışmak üzere keşfedilmiştir. 1956’da Hayat Mecmuası’nda foto muhabiri olarak göreve başlamıştır. 1930’lardan başlayıp 50-60’lı yıllara kadar süren gerçeklik akımını Hayat Mecmuası ile Türkiye’ye taşıyan kuşağın bir temsilcisidir. Foto muhabirliğinin fotoğrafına kattığı belgeselcilik ile tarihimize görsel notlar da ekleyen fotoğrafçı, hem o an’a tanıklık eden, hem de farklı bir bakışla bize o an’ın ironik tarafını da gösteren, her zaman yeni ve taze kalabilen bir üslup yarat- mıştır. 1960 yılında derginin yeni açılan Ankara bürosuna atanmış ve gazetecilik mesleğini Ankara’da sürdürmeye devam etmiştir. Sonrasında Hayat mecmuasından ayrılıp Ankara’da yayın-endüstri, turizm fotoğrafları, takvim, poster çalışmaları yapan ve baskı hizmetleri veren bir işyeri açmış ve çalışmalarını burada sürdürmüştür. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde fotoğraf sanatı ile ilgili dersler vermiştir. Ayrıca, Devlet Tiyatroları’nın 17 yıla kadar varan bir süreçte sahne fotoğraflarını çekmiştir. Babası şair olan Ozan Sağdıç askerlik yıllarında mektuplaştığı bir şair büyüğünün tavsiyesine uyarak, tek bir alana yönelmek ve orada başarılı olmak uğruna şiir yazmayı ve f: Ara GÜLER hatta okumayı uzun seneler ertelemiştir. “Eğer bende bir şiir gücü varsa, o benim fotoğraflarımda ortaya çıksın” düşüncesini gütmüştür. Fakat sonrasında insanın genlerinde olan dürtülerin önüne geçilemediğini ifade etmiştir ki bu da 40’lı yaşlarda çıkarmış olduğu “Çağla Çağı” isimli bir şiir kitabının varlık nedenidir. Eski edebiyatımızda ve başka dillerde yazılmış şiirlerin günümüz Türkçesiyle, yani anlaşılır bir dille nasıl söylenebileceği konusunda girişimleri olmuştur. Bu konuda kendini; “Şairler, kalıba düşkün ve içeriksiz örnekler veren meslektaşları için küçümseyerek ‘Manzumeci’ derler ya. Ben iftiharla -dilimize yabancı şairleri dillendiren- çok iyi bir ‘manzumeci’ olmayı yeğlerim.” şeklinde tanımlamıştır. Ömer Hayyam ve Mevlana’nın rubailerini Ozan SAĞDIÇ “Fotoğraf” dalında 2014 Aydın Doğan Ödülü’nü almıştır. Adıyaman, 1972 Türkçe’ye çevirmiş, Nasrettin Hoca fıkralarını manzume olarak dillendirmiştir. Nasrettin Hoca’nın fıkralarındaki hicvi, şiirin olanaklarını kullanarak vurgulamıştır. Sağdıç; şiirlerinin yanında yazmayı da hayatına katmıştır ve hala yazmaya devam etmektedir. “Yirminci Yüzyıl Denen O Mazi” adlı anı dizisini üç cilt olarak planlamıştır. Anılarının “Birinci Savaştan İkincisine” adını verdiği ilk cildine, ailesinin Kurtuluş Savaşı günlerinde yaşadıklarını anlatmıştır. Bu büyük mücadelenin bilinmeyen yönlerini, yurt ve insan sevgisinin yüceliğini, geride bıraktığımız yüzyıla ait değerlendirmelerini bir sanatçı duyarlığıyla ve bir fotoğraf sanatçısının bakışındaki keskinlikle tarihsel olaylarını yorumlamaktadır. Açmış olduğu sergileri; kalıcı kılma, kitaplaştırıldığında belge niteliği taşıyıp tarihi bir değere sahip olduğu inancıyla “Yaşadığım Ankara’dan Sayfalar”, “Röportaj Fotoğrafları”, “Geçen Yüzyıldan İnsan Manzaraları”, “Doku”, “Baki Kalan Bu Kubbede”, “Dünyanın Çocukları”, “Çocukların Dünyası”, “Menderes Irmağı 62 63 AFSAD Boyunca”, “En Büyük Dinleyici İsmet İnönü”, “Doğa’nın Şiiri Kapadokya” gibi kataloglarını, Ankara Büyükşehir Belediyesi için “Bir Zamanlar Ankara” ve TRT adına “Dünyanın Bütün Çiçekleri” albümlerini hazırlayıp yayımlamıştır. “Fotoğraf” alanına ayrılmıştır ki; bu ödül 1950’li yıllardan bu yana fotoğraftaki sürekliliği, güncel yaşamın belgelenmesindeki “dil tutarlılığı” ve Cumhuriyet Türkiye’sinin görsel belleğine katkılarından dolayı Ozan SAĞDIÇ’a verilmiştir. Türk fotoğrafçılığına yapmış olduğu katkılardan dolayı Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği (AFSAD) onursal üyesidir ve AFSAD bünyesinde,“Bir Kutu Makine ve Ben” (1953) adlı bir sergi açmıştır. Fotoğraf Sanatı Kurumu (FSK) kurucu üyeleri arasında yer almış ve onursal üyesidir. “Devlet Fotoğraf Sanatçısı” unvanını alan tek fotoğraf sanatçısıdır. 2010 yılında Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği’ne (BUFSAD) Onur Üyesi seçilmiştir. Şubat 2014 tarihinde “Resmen Tanığım ki” adlı 60 yılı ve 30 sergiyi içeren kapsamlı bir sergi açmıştır. Yine bu yıl Aydın Doğan Vakfı tarafından düzenlenen ve 18 yıldır kültür, sanat, edebiyat, bilim gibi her yıl farklı alanlarda, alanının en saygın, tanınmış, ülkesine, dünyaya ve insanlığa katkılarda bulunmuş, mesleğinin zirvesindeki, kendilerini yaratıcılığa adamış kişileri ödüllendirme amacı taşıyan “Aydın Doğan Ödülü” Toplumcu, belgesel fotoğrafın ve fotojurnalizmin ilk temsilcilerinden olan Ozan Sağdıç, fotoğraf yaşamı boyunca günlük yaşama esprili bir dille yaklaşan bir tarzı, içerik olarak fotoğraflarında ironi barındırması, “karar anını” başarılı uygulamasıyla Türkiye’nin görsel belleğine çok önemli katkılarda bulunmaktadır. Kaynaklar: 1. http://tr.wikipedia.org/wiki/Ozan_ Sagdic 2. http://fotogaleri.gazetevatan.com/ ozan-sad-trkiyenin-hikayesini-eken-fotoraf/33452/1/Yasam 3. http://dergi.aktiffelsefe.org/ 4. http://www.istanbulfotografmuzesi. com/sergi-ozan.html 5. http://www.arsivfotoritim.com/yazi/ ozan-sagdic-ile-fotograf-uzerine/ 6. http://www.anafot.net/DERGI-117 7. http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/26246104.asp. 8. “Resmen” tanığım ki: Ozan Sağdıç, Retrospektif Toplu Sergiler. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi, 2014. 9. Aydın Doğan Ödülü “Fotoğraf” Katolog. Aydın Doğan Vakfı, Elma Basım Yayın ve İletişim Hizmetleri, 2014 Gölbaşı, 1963 Harran, 1980 Sinop, 1969 Kula, 1970 64 65 AFSAD Kayseri, 1962 Ankara, 1977 66 67 AFSAD Belgeselin Estetiği... Ve Sinema... Mayıs - Haziran Eda ÇALIŞKAN [email protected] “Belgesel formu, gerçek ve güzellik arasında farz edilen çatışmada yerini bulmak için savaştı” Michael RENOV¹ Gerçek Olma Duygusu Belgesel anlatım söz konusu ise, fotoğraf ve sinemayı birbirinden ayırmak mümkün olmasa da, yalnızca kaçınılmaz olarak, anlatım dillerindeki farklılıklarla ön plana çıkan, bir bütünün iki parçası olarak görülmelerinin doğru olduğu söylenebilir. Belgesel filmin en çok tartışma yaratan yönü şüphesiz, gerçeklik ve yaratıcılık unsurlarının bir araya geliş enerjisidir. Hareketli görüntünün anlatım gücünün yüksek olması, Belgesel Sinema’yı farklı misyonların da altına sokmuştur. Gelişim sürecinde incelediğimiz Belgesel Sinema, çıkışından bu yana (19. yy.’ın son yılları) kendi anlatım dili üzerine yoğunlaşma telaşı yaşamış, kurmaca adı altında izleyici kitlesi ile buluşan, öykü anlatan filmlerle zorlu bir rekabet içerisine girmek durumunda da kalmıştır. Konulu filmlerin en büyük avantajı, öykülerinin etrafında sinematografi kullanımı gerçekleştirirken, belgesel sinema için bu işleyiş tam tersi şeklinde gelişmiştir; sinematografiye ek bir öykü anlatımı. Zira belgesel, hem fotoğraf hem de sinemada gerçek olanın hikâyesi ve gerçek olanın düşsel dünyasıdır. İşte bu noktada belgesel fotoğrafın ve sinematografinin estetiğinden bahsetmek yerinde olacaktır. Bir var oluş olgusu çerçevesinde baktığımız gerçekler, estetik bakış açısından yansıtıldığında, başka dünyanın gerçekleriymiş hissi de uyandırabilir. İşte riskli olan bu yola doğru uzanan dönemeçte, belgesel filmin estetik kaygısını anlamak ama daha önemlisi sanatçısı tarafından verilmek istenen mesajların niteliğinin de irdelenmesi önemlidir. 1930’lu yıllarda, Belgesel Sinemanın gerçeklik olgusunun etkileyici unsurlarla birleşmesi konularında önemli çalışmaları bulunan İngiliz gazeteci John Grierson, ilerleyen yıllarda Belgesel Sinema konuşulurken ismi her daim anılan biri olacaktır. Büyülü dünyanın, gerçek olanla buluşmasının keşfi, beraberinde eğitsel ve bilgilendirici nitelikli yapımları da beraberinde getirecektir (Adalı, 1986). Sinema akımları da tıpkı diğer tüm sanat dallarında olduğu gibi ülkenin içinde bulunduğu koşullardan etkilenen halkın gömleğini giymiş, halkın hislerinin bir yansıması olarak yer bulmuştur. Belgesel Sinema da, savaş ve çare arayışı yıllarında tüm dünya genelinde özellikle propaganda ve politik nedenlerle başvurulur bir yapım haline gelmiştir. Elbette bu özelliği ile de amaca hizmet eder ancak, belgeselin son yıllarda geldiği nokta bu fikirden oldukça uzak, kendi anlatım diline sahip, dramatik altyapının kendini ilmek ilmek hissettirdiği bir hal almıştır. Abbas Kiyerüstemi belgeselin görsel anlatımdaki temelini “Bütün evlerde insanların sahip oldukları fotoğraflar ya da bizzat kendi fotoğrafları vardır. Fakat hiç kamera girmese, bu fotoğraflarda asla meydana çıkmayacaktır” şeklinde ifade etmiştir (Nancy, 2013)². Sinematografik illüzyon, doğal olanla birleşirse anlatım kuvvetlenir; ancak dramaturjinin anlatım diline verdiği destek asla yadsınamaz. Peki, burada bir soru aklımıza düşüveriyor hemen, hem gerçeği vereceğiz, hem de nasıl güzellik katacağız? Elbette, hikâyenin dramatik mekanizmasının doğru kurulması adına, gerçeğe dayalı, gerçek olandan uzaklaşmadan mizansen ve yeniden canlandırma teknikleri belgesel sinema içerisinde yer alan tekniklerdir. Burada kurmaca (fiction) ve kurmaca olmayan (non-fiction) kavramların, belgesel anlatım dilinde tam anlamıyla farklı sinemasal dilin kullanımında belirgin bir ayrımın parçaları olmaları sürpriz değildir. Öykülü filmin düşsel dünyasına giremediği düşünülen belgesel kendi anlatım dili içinde, izleyicinin algısı ve anlamlandırma yeteneklerindeki dinamiklerle birleştiğinde, estetik kaygılardan hiç de uzaklaşmadığını görmek mümkün. Belgesel sinemada, sinema dili ancak sinematografi kullanımının uyumu ile anlaşılır bir hal alabilir ve en önemlisi de evrenseldir. Sinematografi temel prensipte; ses (diyalog, müzik, efekt vb.), kamera hareketleri, kameranın yerleştirildiği açılar, ışık ile anlam yaratma bileşenlerinden oluşan bir sanat şeklidir. Belgesel sinemanın estetiğinde, yaratıcı yer bulan sinematografik anlatım şüphesiz anlamın güçlenmesi için yer yer dozları farklılaştırılan sinema dili elementlerinden beslenecektir..! Sinemanın gerçek parçaları olan fotoğraf karelerinin estetikle buluşması... İnanç Mozaiği Belgesel çalışmalar, ister sinema ister fotoğraf anlatımları olsun, bir sürecin sonucu olarak izleyeninin karşısına çıkar. Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız belgeselin duygusu, dramatik altyapısının oluşabilmesi için sanatçısına biraz süre tanır. Belgesel anlatım ve içerisinde barındırdığı yaratıcı anlatım, karelerinin her birinin tek tek içerdiği anlamın 68 69 AFSAD bir araya gelerek oluşturduğu gerçeklik dünyasında, fotoğrafçı ya da sinemacının gözünden daldığı hayal iklimine açılır aslında. Gerçektir... tam ortasındadır hayatın... tam istenen yerindedir ve ulaşılmayı bekler... Fotoğrafçı ya da sinema gözü gidecektir oraya, var olanı yeniden keşfetmeye. İşte “İnanç Mozaiği” belgesel çalışması böyle bir sanat yapımı. Yılları içine sindiren, estetiğini kendi zamanında yaratabilen bir çalışma. Sinemanın fotoğrafik anlatım özellikleri, şüphesiz fotoğraf karelerinin gücünden kaynaklanır. Çekilen her bir karenin fotoğrafik anlatımı, sinemasal düzende, görüntüler hareketli olmasa dahi kendi ahenkli vuruşunda anlam kazanacaktır. Bu özellik belgesel sinemayı, anlaşılır hale getirebilen yegane unsurdur. Fotoğraf ve sinemanın en belirgin ayrışma noktası, fotoğrafın anı durdurduğu, sinemanın ise anları kurgusal düzene soktuğudur. Belgesel çalışmalarda ihtiyaç duyulan bu kurgunun ilerlemesi için gerekli olan bir parça kıvılcımın, kendi iç dinamiğinde çoğalarak genişlemesi gözlenir İnanç Mozaiği çalışmasında. İnançların birleşmesi, farklı inanışların görüntü dilinin ufkuna yayılması ve doyulmaz estetik yansımasıdır aslında özü. İnanç, kuvvetli anlatımı hak eden kutsal bir olgudur. Bu niteliği, inanç olgusunun anlatım dili çok güçlü karelerde ifadesini de zorunlu kılar. İnanç gerçektir... AFSAD tarafından 2000 yılı itibariyle başlayarak, uzun bir sürece yayılan, gerçek olgusu üzerine kurulu bir projede de hayat bulacaktır, GAP İnanç Mozaiği Projesi. İnanç, esasen herkes için farklı anlamlar içeren bir olgudur. Bizim bu inanışları kendi kültürel özleri içinde nasıl algıladığımız fotoğrafik bakış açısının bir sonucu olacaktır. Gerçeğin, estetik algılamalarla bütünleşik karelerinin ahengi vardır aslen. Sinemada bir görüntüyü anlarken aslında biliriz ki onun önü ve arkası da vardır. Fotoğrafların dizilimimin gücü vardır orada, seçilen karelerin zaman içinde yoğrulmuş, görüntüyü kaydedenin kazanımları, deneyimleri, algıları, güzellik görüşü, inanışları ve en önemlisi nasıl görmek istediği vardır gizlice. O halde, belgesel film, belgesel fotoğrafik görüntülerin ve karelerin birleşme noktasıdır, oluşum çabasıdır demek yanlış olmaz. Görüntülerin karelerdeki tek tek görsel yoğunluğu, belgesel sinemanın da temelini oluşturur. Belgesel sinemacıların, anlatımlarını fotografik anlatım dilinin tadından yoksun bırakmamaları arzusuyla... Sinema dolu günler olsun... ¹ Michael Renov, akademisyen ve yazar ² Jean-Luc Nancy, Filmin Apaçıklığı Abbas Kiyarüstemi, Küre Yayınları, 2013, İstanbul Fotoğraf Okuma Doğaçlama Ali TAPTIK Bu sayfalara yazmak için daveti aldığımda bir müellifin fotoğrafları sözel olarak ifade etmeye çalışmasının problemli bir yanı olduğunu düşündüğümden ve bireysel ifademi fazla sayıda fotografik görüntünün kümelenmesinde konumlandırdığımdan, tekil fotoğrafları okumayı tercih etmedim. Bunun yerine kendini fotoğrafçı olarak tanımlamayı tercih etmeyen ama ürettikleri çalışmalarıyla zihnime kazınmış görüntüler yaratmayı başarmış üç sanatçının işleri arasında sözel bir gezinti yapmaya karar verdim. 2007’de Halil Altındere’nin muhalif olarak tanımlanabilecek birçok güncel sanatçıyı bir araya getirdiği “Gerçekçi ol, İmkansızı iste” sergisi, Elhamra pasajında, - lise yıllarımdan beri sık sık gittiğim - Karşı Sanat Çalışmaları’nın açılışı oldukça kalabalıktı. Bu oldukça kalabalık ve sıkışık sergide bir şekilde bütün işler birbirine akarken, serginin girişindeki fotoğraflardan birinin beni nasıl çarptığını hala hatırlıyorum. Ferhat Özgür’ün “Heal Me” isimli fotoğrafı bütün bir duvarı kaplamış, sergiye girdiğiniz ilk koridordan – ve açılış kalabalığındaki insanların arasından –ışıyordu. Genç atletik bir adam, iki yatak arasına uzanmış sırtına bir ütü basan daha yaşlı gecelik elbisesiyle gözleri kapalı bir kadın. Adamın yüzünde sakin bir ifade. Abartısız renkleriyle sanki kendiliğinden görüntülenmiş gibi bir an, ama Özgür’ün diğer fotoğraflarını bilince önceden zihinde yaratılmış bir görüntünün gerçekleştirmesi olduğunu düşünmem gayet normal herhalde. Yavan bir mesele olan “kurgu mu, değil mi?” sorusuna hiç gitmiyor aklım. 2007’de Güney Doğu’da savaşın yer yer yükseldiği, yer yer sakinleştiği bir dönem; ha- Mayıs - Haziran yatımızdan hiçbir zaman eksik ol- Her milli bayramda karşılaşılmış mamış işkence hikâyelerinin için- olunması doğal bu sahnedeki kade fotoğraf bana içimden de olsa dın, ben ve yaşıtlarımızın annebir şeyler söyletiyor. “Özlenen bir annesi, babaannesi; “Cumhuriişkence”, “Acı çekmek de bir hu- yet Teyzeleri” diye tiye aldığımız zur mu?” Belki de sadece boyun, insanlardan... Bir anda Ferhat bel fıtığı gibi günümüz yaşamının Özgür’ün fotoğrafındaki gözleri vücutlarımızda bıraktığı acılara karşı basit bir iyileştirme mi? Fotoğrafı ilk gördüğüm zaman, şimdi olduğu gibi boyun fıtığı hastası değildim, bunları şimdi mi düşünüyorum yoksa o gün de aklıma geldi mi? Pek de önemli olmayan bu konuyu bir kenara bıraktığımda, fotoğrafta belki de en çok şiddet içeren obje, yani ütü, beni bambaşka bir foFerhat ÖZGÜR ‘Heal Me / İyileştir Beni’ toğrafa götürüyor. 2007 diasec baskı 142x200 cm / Sanatçının izniyle Osman Bozkurt’un “Ütü” isimli fotoğrafında yaşlı bir kadın, alelade orta sınıf bir evde, buruşuk bir bayrağı ütülüyor. 2006’da benim çalışmalarımın da yer aldığı bir sergide karşılaştığım bu büyük fotoğraf da ‘Heal Me’ gibi duvara sıvanmıştı. kapalı kadınla, bu ütü yapan kadın bir oluyor benim için. Gözlerindeki bağın nedenini düşünmeye çalışıyorum. Neden olur da o 1930’ların çocuklarına günümüzde kabul etmemiz, sahiplenmemiz gereken, üst üste hatalarla dolu Osman BOZKURT Ironing / Ütü 2006 C-Print Ahşap üzerine yapıştırma pleksi kutu içerisinde 80 X 116 X 7 cm Sanatçının izniyle lışıyorum. Bu bir gelenek mi, bir tedavi biçimi mi, yoksa Koçyiğit’in hayal ettiği bir görüntü mü? “Ne önemi var?” Daha sonra bunalımın içinde debelendiğim bir gün gittiğim bir partide bu fotoğraf karşıma çıkıyor, sohbet eden kitlenin içinden bir kenara çekilip o fotoğrafa bakmanın beni nasıl iyileştirdiğini düşünüyorum. Sırtında ütü olan adamla, stetoskopla dinlenen adam bir oluyor benim için, onlarda kendimi görüyorum. Servet KOÇYİĞİT Doktor / Doc, 2008 C-print, 120 x 120 cm Sanatçı ve Rampa’nın izniyle bir geçmişi bir türlü anlatamayız. Neden kelimeler yetmez, konuşmalar bölünür, birbirimize sevgimizden, saygımızdan konuşmayı keseriz. İstanbul’dan, Bursa’dan, İzmir’den biz (70, 80, 90 kuşağı) onları anlarız da, onlar bizi neden anlamaz? Ferhat Özgür’ün “Heal Me” (Beni iyileştir) isimli işinin isminin önerdiği iyileştirmeyi benim için bambaşka bir görüntü yaratıyor. Outlet’de Servet Koçyiğit’in İstanbul’daki ilk kişisel sergisinde yer alan bu fotoğrafta bir gölün kıyısında dev bir kaya, kayanın önünde dizlerine kadar suların içinde, biri yaşlı biri genç iki erkek, yaşlıda beyaz önlük, stetoskop ile genç adamın sırtını dinliyor. Huzur veren bir yeşilin hâkim olduğu fotoğrafa bakarken, sık sık karşıma çıkan bir soruyu göndermeye ça- Ferhat ÖZGÜR exhibition view, “be realistic demand impossible”, karşı sanat, İstanbul 70 71 AFSAD Hepsi farklı ilgi alanları, eğitimleri ve farklı sorunsalları olan üç farklı sanatçının ürettiği üç farklı iş bana bunları yazdırıyor. Sayısal yeniden üretim çağında kolayca ulaşılabilecek, fizikselliklerden kopmuş bir şekilde aniden karşınıza çıkabilecek bu üç fotoğraf, tonlamalarına, boyutlarına, baskı tekniklerine, yani kolayca dile dökülebilecek teknik özelliklerine dair değil, kendime, yaralarıma, anneannemlere, nasıl iyileşeceğime dair bir şeyler söyletiyor. Bir yere varamıyorum, çünkü hala bakıyorum. Fotoğraflar okunmaz, onlara bakılır. Not: Fotoğrafları kullanmak için izin alırken, sanatçıların işlerini sergileme biçimlerini yenilediklerini fark ettim. Osman Bozkurt’un çalışması artık pleksiglas içinde buruşmuş bir şekilde sergilenirken, Ferhat Özgür Diasec tekniğini tercih ediyor. Osman BOZKURT / Ironing / Ütü 2006 C-Print Ahşap üzerine yapıştırma pleksi kutu içerisinde 80 X 116 X 7 cm Sanatçının izniyle Fotoğraf Neden Kusursuz Olmak Zorunda Değildir Okuyoruz Mayıs - Haziran Burcu VARDAR [email protected] Açıklamalı Modern Fotoğraf Jackie Higgins, dilimize çevrilen kitabında; sanatçıları, eserleriyle birlikte örneklendirerek modern fotoğrafçılığın oldukça güçlü bir savunmasını yapmaktadır. Geleneksel fotoğraf algısının dışında, yüzyıla damgasını vuran iyi işler üzerinden, fotoğrafçıların konuyu seçme nedenlerini ve konuya bakış açılarındaki ustalığı inceliyor. Arka kapakta “Fotoğrafçılık, uzun süre önce, fotoğrafçının önünde duran süjenin eksiksiz bir temsilini sunan bir malzeme olmaktan çıkmıştır.” diye başla- yan metin, içeriğe ilişkin olarak okuyucuda merak uyandırıyor. Kitaba başlarken, 100 önemli eserin, yazar tarafından altı başlık altında incelenip, irdelendiği bilgisini alıyoruz. Yazarın konuyu ele alışından, sanata, sanatçıya ve eserlerine ne kadar önem verdiğini anlıyoruz. Şimdi isterseniz kısaca Jackie Higgins’in kitabının bölümlerine bir göz atalım; Birinci bölüm: Portreler/Tebessüm Bölüm girişinde klasik portre anlayışını sorgularcasına “Yüzler zihnin içsel devinimlerini pek yansıtmazlar” der yazarımız. Andy Warhol’un kendisi hakkında bilgi alınmak isteniyorsa sadece fotoğraflarının yüzeyine bakılmasını istediğini, fotoğrafçıların özelliklerine ilişkin alıntıda okuyoruz. İkinci bölüm: B e l g e / A n Fotoğrafı Küratör Susan Bright’in “Dai- ma bir şeyleri kaydettiği için her fotoğraf, öyle ya da böyle bir belgedir” sözü, bölüm girişinde bize başlığın içeriğine dair iyi bir ipucu veriyor. Henri Cartier-Bresson’un fotoğrafın neden önemli bir sanat eseri olduğunun açıklaması kulaklara küpe mahiyetindedir. “Saint Lazare Garı’nın arkasındaki tamirat alanının etrafında ahşap bir çit vardı; ben de makineyi gözüme dayamış etrafı gözlüyordum. Gördüğüm şey buydu.” der Cartier-Bresson. Yazar şöyle bir açıklama ekler; “Ancak figürün hareket yüzünden bulanık olduğu bu belli belirsiz sahne Cartier-Bresson’un gördüğü değil yarattığı şeydi. Ayağı su birikintisinin ayna gibi yansıtıcı durgun yüzeyine değmeden hemen önce figürü dondurarak, oradan gelip geçen herhangi birinin gözden kaçıracağı anı yakaladı.” Bölüm 3: Still Life/Zamanı Dondurmak Bölümün girişinde “Söz konusu still life olunca sanatçıların sadece özneden değil yöntemden de ilham aldığı günümüz çalışmalarını gözler önüne seriyor” diyerek yazarımız bize bölüme dair ipuçları veriyor. Geçmişten gelen tekniklerin, günümüz modern fotoğrafçısıyla birleşince ortaya çıkan işlerin sergilendiği bölümde deneysel çalışmalar dikkat çekiyor. Ori Gersht’in “Cinayeti Gördüm (Patlama)” isimli fotoğrafında ilave bilgi olarak “Yapıtın adı Gersht’in fotoğraf ve gerçek arasındaki ilişkileri keşfettiğini söylediği, Michelangelo Antonioni’ nin 1966 tarihli “Cinayeti Gördüm (Patlama)” adlı kült filmine bir göndermedir” der yazarımız. Bu fotoğrafı oluşturan en önemli şey zaman... 1/6000 örtücü hızında çekilmiştir ve fotoğraf ile bizim dünyayı görme şeklimiz arasındaki beklenmedik ayrışmayı inceler. Bölüm 4: Anlatı/Eylem Bölümde, sahnelenmiş fotoğraf olarak bilinen bir türü, çağdaş fotoğraf sanatında hikâye anlatımının kullanımı inceleniyor. Bill Henson’ın “İsimsiz #70” adlı fotoğrafında yazar; “Çağdaş anlatı fotoğrafında mevcut bir eğilimde, gerçek olanla sahnelenmiş olan arasındaki çizgiyi belirsizleştirmektedir. İzleyici Henson’ın görüntülerinde neyi nasıl okuyacağını gerçekten bilemez.” diyerek sanat yapıtını tarihsel ve sanatsal bağlamda konumlandırmıştır. 72 73 AFSAD Bölüm 5: Manzaralar/Bakış “Çağdaş fotoğrafçılar, manzaralara farklı pencerelerden bakıyor” diyerek gösterme biçimlerinin fotoğrafa kattıklarını anlatan bir bölüm oluşturmuş. Hiroshi Sugimoto “Dünya Ticaret Merkezi” isimli fotoğrafı için; “Kamera neyi yakalarsa onu çekmesine izin veriyorum (…) ister inanın ister inanmayın, bu size kalmış; görseller benim sorumluluğumda değil, kameramı suçlayın beni değil” sözünü vurgulayarak, fotoğrafçının özelliklerine ilişkin alıntılarda bulunmuştur yazarımız. Bölüm 6: Soyutlamalar/Birbiri İçinde Eriyen Görüntüler Bölüm girişinde yazarın vurguladığı Robert Rauschenberg’in “Meziyet bir şeyleri altüst etmek” diyerek, yapıtlarını çamaşır suyuyla tahrip ettiğini açıklaması, bölüme dair fikir sahibi olmamızda bize yardımcı oluyor. Uta Barth’ın, kitap kapağı da olan “Zemin” fotoğrafı için üretim sürecini ve fotoğrafa dair yaklaşımını şöyle anlatır; “Benim için asıl soru, neye baktığınızı anlamaya çalışırken dikkatinizi dağıtmak yerine, bakma eyleminizle ilgili sizde nasıl bir farkındalık yaratabileceğimdir” der. Barth, Zemin serisinde kamerayı boş ön plana bilerek net yapıp tüm kompozisyonu bulanıklaştırma yoluna gitmiştir. “Görsellerde netlik yok çünkü kameranın dikkati başka şeylere yönelmiş durumda” diyerek niyetini açıklar. Yazımızı kitabın iç kapağındaki bir sözle bitirelim. “Jackie Higgins, tek kalemde fotoğraf sanatının ilk elden göründüğünden çok daha karmaşık olduğunu kanıtlıyor.”