Arıyorum İTÜ Gazetesi - İstanbul Teknik Üniversitesi

Transkript

Arıyorum İTÜ Gazetesi - İstanbul Teknik Üniversitesi
Kaderine terk
edilmiş şehir:
Gaziantep
Sinemayı yeniden
tanımlayan yönetmen
Michael Haneke ve
kahve tadında
hüzünlü bir film:
Oğul Odası
u şehir Fransız mandasını kabul
etmedi! Bu şehir bayrağını yere
indirtmedi ve bu şehir Fransızlara
karşı ilk şehidini 12 yaşındaki
“Kamil”le verdi. Fransızların, tanklarıyla yakıp yıktığı bu şehir nasıl
oluyordu da silahı, askeri yokken
böyle direnebiliyordu?
> 14 ve 15. sayfa
B
> 14 ve 15. sayfa
arıYORUM
onüçüncü sayı, kasım ikibinsekiz
itü gazetesi
ISSN: 1305-4783
İTÜ Kültür ve Sanat Birliği Basın Yayın Kulübü’nün süreli yayınıdır.
“Türkiye’de üniversiteye en çok
benzeyen kurum İTÜ’dür”
oğa bilimlerinin tartışmasız ismi, ulusal
ve uluslararası bilim camiasının büyük
saygı duyduğu Prof. Dr. Celal Şengör.
Bilimsel başarılarının yanı sıra toplum ve
siyasetle ilgili fikirleri de sık sık Türkiye’nin
gündemine oturuyor. Yükseköğretimin
kalitesinden türban konusuna, Türk üniversitelerinin dünya üniversiteleri arasındaki
yerinden İTÜ’nün şu anki vaziyetine kadar
pek çok konuda sorular sorduk. Gündeme
oturan açıklamalarında aslında ne demek
istediğini, bilim toplumunun nasıl oluşabileceğini, üniversite kalitesinin artması için neler
yapılması gerektiğini anlattı Prof. Şengör.
> 16. sayfa
D
Müziğin laboratuvarı
MİAM > 16. sayfa
Güneş enerjili araçlar
yine önde > 16. sayfa
Amerikan futbolu ‘cesaret’ ister...
Uzun yıllardır İTÜ’de Amerikan futbolu oynanıyor. İTÜ Hornets,
Türkiye’ye Amerikan futbolunu
getiren öncülerden. 1993 yılında kurulan İTÜ Hornets yeni sezonda iddialı.
Takımın üç üyesi ile Amerikan futbolu
hakkında konuştuk. Kimi hiç bilgisi
olmadan katılmış takıma kimi de sırf
bu takıma girmek için İTÜ’yü tercih
etmiş. Amerikan futbolunun
göründüğünden farklı tarafları ve
takım oyuncularına kattıkları
bu yazıda... > 16. sayfa
Fotoğrafta üç
değişken
azıları için
meslek,
bazıları için
hobidir
fotoğraf... Ama
ne amaçla
olursa olsun
bizden
başkasının da
baktığında aktarmak istediğimiz
duyguyu anlamasını istiyorsak,
uymamız gereken, yaratıcılığımızı
denetleyen bazı kuralları vardır
fotoğrafın. Fotoğraf çekmenin püf
noktaları... > 17. sayfa
Photoshop mu?
B
TÜ’nün güneş enerjili teknesi ve arabası,
2008 yılındaki yarışmalardan da mutlu
sonuçlarla ayrıldılar. Arıba’lar üçüncü yılda
da birinci ve ikinciliğini korudular. Güneş
teknesi ise dünya ikinciliği ile Amerika’dan
gururla döndü. > 17. sayfa
İ
İstanbul’da Yarı
Zamanlı İş Olanakları
epimizin bildiği gibi, üniversite
eğitimimiz esnasında ailemize
ekonomik olarak çok fazla yük olmak
istemeyiz. Bu yüzden yarı zamanlı olarak,
derslerimizi aksatmayacak şekilde birer iş
bulmaya çalışırız. İşte İTÜ öğrencisinin
rahatlıkla altından kalkabileceği ve iş
tecrübesi kazanabileceği birkaç iş olanağı…
H
> 18. sayfa
rtık bilinmesi gereken bilgisayar programları arasında ilk
sıralara yerleşti. Gerek çektiğimiz
fotoğrafları biraz daha
güzelleştirmek için, gerek afiş, katalog vs hazırlamak için herkesin bir
şekilde gereksinim duyduğu bir
program Photoshop. Hele Teknik
Üniversite öğrencilerinin olmazsa
olmazı... > 18. sayfa
A
İTÜ Geliştirme Vakfı’nın katkılarıyla...
arıYORUM
arıYORUM
2
Kasım 2008
Kasım 2008
Samimi bazı itiraflar
Fatih Avcı
içbir zaman şu editör yazısını
gazetenin bütün sayfaları
tamamlanmadan, redaksiyonları
yapılmadan, sayfalar tasarlanmadan
yazamadım. Bütün işler bitmeden
yazmaya başlayamıyorum. Bir de
gereksiz bir ağırlık biniyor omuzlarıma, midem ağrıyor yazıya başlamadan önce. Burayı aslında çok ciddiye alıyorum, yaşlanmaya başlayınca farkettim. Bu sayıdaki yazı her ne
kadar kişisel bir yazı gibi görünse de
affedin, biraz anlatmam gerekiyor,
çünkü, bilhassa bu sayının giriş
yazısını yazarken kendimi yalancı
gibi hissediyorum.
Çünkü...
Her sayıda giriş yazısını yazmadan önce önceki sayıları okuyorum. Bundan önceki sayımızda –ki
aradan 11 ay geçmiş- yazdıklarıma
baktım da. En büyük yalanı galiba
‘artık Arıyorum’u 15 günde bir
yayınlayacağız’ diyerek söylemişim.
Çocukluk işte. Geçerli açıklamaları
var elbette bunların. Biraz bahsedeyim yoksa vicdan meselesinin derinliklerine doğru dalıyorum.
Bütün bunlar bir yana, 15 günde
bir gazete çıkarmak zor birşey değil.
Biz toplantılarımızda bu konuyu
konuşurken dedik ki 4 sayfa bile olsa
yayınlayalım. Kamuoyuna sık aralıklarla çıkmak çok önemli çünkü.
Teknik olarak bunun bir zorluğu
yoktu. Maddi olarak da zorluğu
yoktu çünkü Milliyet gazetesi ile
görüşmüş ve onların matbaasında
ücretsiz baskı yapma sözü almıştık.
Gel gelelim ki biz bırakın 15 gün
sonra bir gazete çıkarmayı,
gördüğünüz gibi 330 gün sonra
çıkardık yeni sayımızı. Bu elbette
ilerleyen günlerde gazete yayım
periyodunun yoluna girmeyeceğini
göstermiyor. Hedefimiz bu aslında.
En azından ben misyonumu tamamlayıp artık insanları sıkmaya başlamadan önce –ki buna az kaldı- bu
hedefi gerçekleştirmeyi çok istiyorum.
Verdiğimiz
sözleri
tutamayışımızın önemli sebepleri var. Bu
sözler yalnızca gazetenin yayınlanması ile sınırlı değil. Gazetenin çıkması için destekte bulunan kurumlara karşı da görevlerimizi yerine
getirememenin verdiği rahatsızlık
durumu da oluyor.
Ancak...
Özellikle geçtiğimiz yıl, gazetemizin tam kurumsallaşmaya başladığı
sırada yaşanan olaylar dolayısıyla
aksaklıklar yaşadık. Bu aksaklıkların
en büyüğü Otomasyon binasındaki
odamızdan çıkartılmamız oldu.
Birkaç ay odasız kaldık. Kültür ve
Sanat Birliği (KSB) bize o sıralar
yapılmakta olan Havuz binasından
bir oda tahsis edeceklerini söyleyerek
rahatlatmıştı bizi ancak o odayı alana
kadar neler yaşadık neler. Önceki
Arıyorum ilk sayısından bu yana çok yol katetti, çok gelişti...
büyük bir teşekkür borçluyuz. Bu
teşekkürle birlikte Nazire Peker’e ve
İTÜ Geliştirme Vakfı’na bir özür de
borçluyuz, sözleşme şartlarını tam
anlamıyla yerine getiremediğimizden ötürü. Hepsinin gerekçeleri var.
Bunları anlatmak için bu sayının çıkmasını bekledik. Tabii biz sözleşme
şartlarını gerçekleştiremediğimiz için
vakıf desteğini askıya aldı.
Umuyoruz ki bu sayımızdan sonra
desteklerini devam ettirirler.
H
Arıyorum İTÜ Gazetesi olarak
daha fazla üretmeye, daha sık sayı
çıkartmaya ve İTÜ için yaptığımız
faydalı işleri arttırmaya çalışıyoruz.
Bu konuda bütün okurlarımızdan da
destek bekliyoruz. Bu destek
gazetemizin mutfağında yer almakla
da olabilir, dışarıdan fikir ve bilgi
paylaşmakla da. Her türlü konuda
bize [email protected] adresinden
ulaşabilirsiniz.
sayılarımızda bahsettik bunlardan.
KSB’nin bize tahsis ettiği odadan,
Spor Birliği tarafından güvenlik
zoruyla çıkartılmaya çalıştık. Çıkmadık tabii. Havuzda bir süre bize
hiç rahat verilmedi. Yılmadık. Buna
benzer olaylar havuzdaki odamıza
adamakıllı yerleşmemize engel oldu.
Tabii bu yaşananların verdiği
psikolojik bazı karmaşıklıklar da tuz
biber oldu. Ancak bu süreçte KSB’nin
eşbaşkanları Yüksel Güvenilir ve
Beyza Taşkın ile emekli olduktan
sonra bile bırakmadığımız, o olmasa
işlerin
asla
yürümeyeceğini
düşündüğümüz Arife Yıldırım’ın
destekleri unutulmaz. Buradan
tekrar teşekkür etmek istiyorum
kendilerine.
Sözün kısası oda değişimi bizi kritik bir zamanda kötü şekilde etkiledi.
Bunun yarasını uzun süre kapatamadık, ancak toparlıyoruz. Yeni
sayılar çıkaracak malzememiz vardı,
insan gücümüz vardı, teknik ve
maddi olanaklarımız da vardı ancak
hazırlamaya başladığımız sayılardan
yeterince tatmin olamıyorduk. Her
ne kadar sayı çıkartmamış olsak da
İTÜ’de birçok etkinlik gerçekleştirdik, başka yayınlara katkı
sağladık, KSB’nin kataloğunu ve
broşürlerini yaptık, sürekli maddi
kaynak arayışında bulunduk, geziler
düzenledik, 75’e Basın Kulübesi koyduk ve bu yıl da devam ettirdiğimiz
Arıyorum Söyleşileri yapmaya
başladık. Nitekim ortalama bir
kulübün çok üstünde çalışmada
bulunduk.
NAZİRE PEKER VE İTÜ GELİŞTİRME
VAKFI’NA TEŞEKKÜR
Geçtiğimiz sayının öncesinde İTÜ
Geliştirme Vakfı ile bir sözleşme
imzalamıştık. Bu sözleşmeye göre
İTÜ Geliştirme Vakfı’ndan her ay
düzenli olarak baskı desteği olarak
yardım almaya başladık.
Gazetemizin ilk sayısından
itibaren bize en büyük desteği veren,
kaynak yaratma konusunda yön
gösteren ve gazetenin bugüne kadar
bulduğu maddi kaynakların bir
çoğunda katkısı olan, İTÜ Geliştirme
Vakfı Genel Müdürü Nazire Peker,
bize bu olanağı da sağladı ve
Arıyorum’u hiç olmadığı kadar
rahatlattı. Nazire Peker olmasaydı,
gazetemiz şu anki kalitesinde olamazdı. Bu yüzden kendisine çok
Rektör Prof. Dr. Muhammed Şahin
YENİ YÖNETİMDEN
BEKLENENLER
İTÜ, yeni rektörü Prof. Dr.
Muhammed Şahin ile 2008-2009
Akademik Yılına başladı. Biz
Arıyorum gazetesi olarak her zaman
öğrenci, öğretim üyesi, yönetim ve
mezunlar arasında bir köprü olmaya
çalıştık. Hala da bu misyonumuz
doğrultusunda hareket ediyoruz.
Dolayısıyla gördüğümüz yanlışları,
eksiklikleri söylemek, bunlar için
çözüm yolu düşünmek öncelikli vazifemizdir. Yeni rektörümüzden de
öğrenciler adına beklentilerimiz var
elbette.
İTÜ, özellikle 1996 yılında Güsün
Sağlamer’in rektörlüğe gelmesiyle
ciddi değişimler yaşamaya başladı.
Gülsün Sağlamer İTÜ’ye yeni bir yüz
kazandırdı teknik olarak. 8 yılda
birçok proje yapıldı, bu projelerle
İTÜ, eğitimde kalitesini arttırmaya ve
çağdaşlaşmaya çalıştı. 2004 yılında
göreve gelen Faruk Karadoğan da
özellikle tamamlanmamış projelere
odaklandı ve sosyal konularda pek
çok atılım yaptı, yaşanabilir bir yerleşke için kolları sıvadı. Bu iki rektör
zamanında eleştirilen çok konu da
a
Dum
cip
Ne
[email protected]
n, duma
19
18
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
Amerikan futbolu
cesaret ister
Fatih Avcı
ilmlerden veya turnuva görüntülerinden hatırlarsınız. Birbirlerini ite
kaka top peşinden koşarlar. Havada
uçan ‘yamuk’ top (hava ile şişirilmiş yayvan sferoid) yuvarlak top gibi değildir ve
düştüğü noktadan sonra hangi tarafa
sıçrayacağını kestirmek çok çok zordur.
Dolayısıyla daha fazla seçenek için daha
fazla taktik oluşturmak gerekir. Eh, biraz
sert bir spor olduğundan dolayı da takım
arkadaşlarına güvenmek gerekir.
Takımın başarılı olması için de disiplin
ve kardeşlik.
Toplum olarak henüz alışılagelmiş bir
spor olduğunu düşünmüyor olabiliriz
ancak bazı önyargıları kırmakta yarar
var. Amerikan Futbolu, sanıldığının
aksine tam bir strateji sporu. Takım çalışmasının hat safhada olmasını gerektiren,
dolayısıyla disiplinli ve sıkı çalışılan bir
F
spor. Bu sporu yaparken dayanıklı
olmanız, kuvvetli olmanız, hızlı olmanız,
esnek olmanız, azimli olmanız, takım
çalışmasına yatkın olmanız, hızlı karar
almanız ve disiplinli hareket etmeniz
gerekiyor. Neredeyse bütün sporların
farklı farklı özellikleri bu sporda
toplanıyor.
İTÜ,
Türkiye’ye
Amerikan
Futbolu’nu ilk tanıtanlar arasında yer
alıyor. 90’lı yıllarda Amerikan
Futbolu’nun Türkiye’de ilk adımları
atılıyor ve İTÜ de 1993 yılında aktif
olarak Amerikan Futbolu takımını
kuruyor: İTÜ Hornets. Kurulduğundan
itibaren büyük bir çabayla Amerikan
Futbolu’nu Türkiye’de yaygınlaştırmayı
amaçlayan İTÜ Hornets, ilk beş yıl
boyunca 2 Türkiye Şampiyonluğu ve 3
Türkiye İkinciliği kazanıyor. Hala
Türkiye’deki Amerikan Futbolu’nun
önemli temsilcilerinden olan İTÜ
“Amerikan futbolu için
İTÜ’yü tercih ettim.”
rtaokulda başladım ben Amerikan
Futbolu’na. Lisede Yeditepe’yle bir maça
çıkmıştım. Şu anki pozisyonda değil tabii ama
çok hoşuma gitmişti. Hatta İTÜ’yü bu yüzden
seçtim. 2005’te efsane bir kadrosu vardı İTÜ’nün,
şu anda bizim koçların olduğu. Ben takımdan
dolayı üniversiteyi seçtim 2005’te ama dağıldı
takım o yıl. Bir sene hiç birşey yapamadım bu
yüzden. Takım tekrar toparlanınca başladım.
Ben epey sporla uğraştım önceden ama
aralarında Amerikan Futbolu gibi hem taktik
O
Serhat Erişgin, running back
Gemi İnşaatı Mühendisliği bölümü öğrencisi
hem disiplin hem de kardeşlik duygusu olarak
gelişmişini göremedim. Bir nevi kardeşlik
kulübü bizimkisi. Herkes birbirinin arkasını
kolluyor. Zaten oynarken de ekip arkadaşına
güvenmezsen seni dövüyorlar, yani bildiğin
vuruyorlar, rezil ediyorlar. Ekip arkadaşıma
güvenmek zorundayım. Böyle olduğu için de
takım içi kaynaşma bayağı yüksek.
Türkiye’de amerikan futbolu çok iyi gelişiyor.
Sevgi olarak çok yüksek değil belki ama bunu en
büyük etkeni masraflı bir spor olması, ekipmansız oynanamaması. Biz çok seviyoruz bu oyunu.
Berkay Yılmaz, line back
Makina Mühendisliği bölümü öğrencisi
en ortaokulda biliyordum Amerikan
Futbolu’nu. Televizyonda seyrederdim.
Oradan heveslenmiştim. Bilgisayar programıyla
öğrendim. Üniversiteye hazırlanırken ara verdim.
İTÜ’yü tercih ederken takımın olduğundan
haberdardım. Gidiğim anda takımı aramaya
başladım hemen. İTÜ’yü seçmemde etkisi oldu
İTÜ Hornets’ın. İTÜ’ye girdikten sonra bir sene
bekledim seçmeler olacak diye.
Takıma beni alırlar mı diye çok düşündüm.
Seçmelere gelirken ‘ne yapacağım’ dedim, çok
şüpheliydim. Ben seçmelere geldiğimde daha
B
Hornets, sürekli yenilenen ve gelişen
takımı ile Türkiye şampiyonluğunu
hedefliyor.
İTÜ Hornets’ın üç oyuncusu: Özkan
Özkök, Serhat Erişgin ve Berkay
Yılmaz. Kimi Amerikan Futbolu’nu hiç
tanımadan kimi de sırf bu takım için
İTÜ’yü tercih ederek katılıyorlar takıma.
Özkan, Serhat ve Berkay’la Amerikan
Futbolu’nu konuştuk. Bu arkadaşların
ortak özelliği İTÜ Hornets’ı büyük bir
aile olarak görmeleri. Serhat’ın deyimi
ile İTÜ Hornets ‘kardeşlik kulübü’ onlar
için. Sıradan bir spordan farkı çok.
Amerikan Futbolu oynayanlar pek çok
özelliği birden kazanıyorlar. İTÜ
Hornets’ta olmanın da, takımın
geçmişten gelen kültürü sayesinde
katkısı çok oluyor. Spor camiasındaki
saygınlığı da önemli bu takımın.
İTÜ Hornets’ta yoğun bir eğitim süreci oluyor. Özellikle takıma yeni katılanlar haftanın birkaç gününü ayırıyorlar.
Bu eğitimler Amerikan Futbolu’nu hiç
bilmeyen birini bile kısa sürede turnuvada oynatacak kadar ilerletebiliyor.
Özkan, diğer üniversite takımlarının
üyeleriyle
kıyasladığında,
İTÜ
Hornets’ın birkaç ayda verdiği eğitimin
diğer takımların birkaç yılına eşdeğer
olduğunu söylüyor. Sık maça çıkmaları
da yine bu takımı diğer takımlardan
ayıran önemli bir özellik.
İTÜ’de önemli bir ilgi uyandırıyor
Amerikan Futbolu yıllardan beri. Zaman
zaman, koca koca zırhlarıyla yerleşkede
koşarken görüyoruz takım üyelerini.
Şimdi bu takımın üç oyuncusunun hem
Amerikan Futbolu ile hem de İTÜ
Hornets ile ilgili söylediklerine kulak
kabartıyoruz.
“Fizikte hızlı olan kazanır.
Amerikan futbolunda da... ”
kalıplı insanların olacağını zannediyordum.
Ama sporcu olabilen herkesin oynayabileceğini
gördüm. Her pozisyona göre insanlar var tabii.
Seçmeye girerken büyük korku vardı bende. Ama
baktım benim gibi normal boyutta insanlar var,
rahatladım. Zaten okulda bize öğretilen fizikte de
bu var. Hızlı olan kazanır, m.V’den...
Sertlik benim hoşuma giden bir tarafı bu
sporun. Futbolda çok faul yapan bir insandım. Bu
yüzden Amerikan Futbolu’ndan çok keyif alıyorum.
Prof. Dr. Orhan Kural
hornets.itu.edu.tr
İSTANBUL TIGERS GELİYOR
İTÜ Hornets kökenli oyuncuların profesyonel ligde oynayabilmek için kurdukları İstanbul Tigers Amerikan Futbol
takımı, bu sezondan itibaren İTÜ Spor
Kulübü çatısı altında maçlarda oynayacak. İTÜ geleneğini profesyonel ligde de
sürdürecek Tigers’a başarılar diliyoruz.
Özkan Özkök, ofans kaptanı
Fizik bölümü öğrencisi
“Takıma girmeden önce
sadece topun şeklini
biliyordum.”
TÜ’ye gelmeden önce Amerikan
Futbolu ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Bir
arkadaşım seçimlerden 2 gün önce 75’te
gördü beni, ‘takımın adama ihtiyacı var,
seni direkt alırlar, yapılı adamsın’ dedi. O
şekilde kandırdı beni. Sadece topun şeklini biliyordum bu sporla ilgili. Sonrası çok
komik, bir ay içinde beni maça çıkacak
hale getirdiler. O kadar hızlı eğittiler ama
maçta hiç olmayacak hatalar yaptım. İlk
maçta, hakem işaret verecekken topu yerden aldım, silip yerine koydum. Ben de
sonradan anladım tabii nasıl bir durumda
olduğumu. Zaten yenildik o maçta.
Sert bir oyun. Bu bazen rahatlatıyor.
Hiç unutmam, kız arkadaşımdan
ayrıldığım günün akşamı idmana girmiştim. İdmandan sonra çok sakindim, çok
mutluydum. Hele idman sonrası sabah
kalktığımda çok iyi oluyorum. Sert oyun
olduğu için içindeki herşeyi boşaltabiliyorsun. Ama kavga gibi değil, eğlenceli bir
sertlik.
Ailem artık kabullendi ama oyunun
nasıl olduğunu öğrenemediler. Babam bir
antrenmanıma geldi, ‘oğlum niye hep
sana vuruyorlar’ dedi.
İ
oldu. Bunlar bir yana, İTÜ, yönetimlerden bağımsız kurumsal bir yapı olarak
düşünülmeli öncelikle. Önceki dönemlerdeki rektör değişimleri sırasında
yaşanan sıkıntılardan uzak durmaya
çalışılmalı ki İTÜ bu tür tartışmalarla
çok vakit kaybetti. İTÜ’de rektörlük
yapmış hocalarımızın birbirleriyle
görüşebilmeleri ve fikir paylaşımı yapmaları birçok konuda İTÜ’ye artı
değer sağlayacaktır.
Yeni rektörümüz Muhammed
Şahin’in uygulamalarını zamanla
göreceğiz. Öğrenciyi dinleyen, öğrencilerin fikirlerine değer veren bir
anlayışla hareket edeceğini umuyoruz.
Yeni göreve geldiği sıradaki bazı
jestler (yemek fiyatının düşmesi gibi)
öğrencileri elbette sevindirdi ancak
uzun soluklu etkileşimin sağlanması
için öğrencilere vakit ayırılmalı. Bu
bağlamda İTÜ’nün açılış töreni, Rektör
Şahin açısından oldukça olumsuz
eleştirilere sahne oldu. Akademik yıl
açılışında öğrencilerin salona alınmaması, yeni yönetimin ilerleyen zamanlarda öğrencilere vereceği değer
konusunda şüphe uyandırıyor.
Rektörümüzün bu konudaki fikirlerini
de merak ediyoruz. İlerleyen
sayılarımızda bu konuda bir söyleşi
yapmayı planlıyoruz.
Yeni yönetimin öncelikli olarak
üzerinde durması gereken konular
olarak ‘yerleşke güvenliği’ni görüyoruz. Yerleşke içindeki araç trafiği ve
hız sınırı konusundan, yurtlara giden
yolların güvenliğine kadar pek çok
öğrenci arkadaşımızdan şikayet geliyor. Geçmişte bununla ilgili üzücü
olaylar yaşamıştık. Bu düzenlemelerle
birlikte
öğrenci
sorunlarının
Rektörlüğe hızlı ulaşımının sağlanması gerekiyor. Genel itibari ile öğrencilerin yönetime sorunlarını iletme
konusunda güvensizlik yaşadığını
görüyoruz. Bu konuda öğrencilere
güven verilmesi, hem öğrencilerin
mutlu olmaları hem de üniversiteyi
daha fazla sahiplenebilmeleri için
gerekli bir mevzu.
Bunlarla birlikte öğrenci kulüpleri
ve öğrenci proje takımlarına destek
verilmeli. İTÜ’nün adını en fazla
duyuran, bu kulüp veya takımlardaki
üretken arkadaşlardır. Bu bağlamda
Tiyatro Kulübü, Halk Bilimleri ve
Sanatları Kulübü ve buna benzer
sahne sanatlarıyla uğraşan kulüplerin
etkinliklerine yönetim kademesinden
etkin katılım sağlanmalı. İTÜ’nün aile
bilincini tam anlamıyla oturtabilmesi
için bu kaynaşma çok önemli.
Fikirlerimizi dikkate alacaklarını
umarak yeni yönetime başarılar diliyoruz.
ORHAN KURAL ve KAMPÜS KAFE
Geçtiğimiz günlerde bir olaya tanık
oldum. Bunu burada yazıp yazmamak
konusunda tereddüte düştüm ancak
bildiğim doğruları anlatmamı boynumun borcu olarak görüyorum. Olayla
doğrudan bir bağlantım yok ama bu
konunun bir çözüme kavuşmasını
isteyerek ve buna katkıda bulunmak
için gündeme getiriyorum.
Prof. Dr. Orhan Kural’ı yakından
tanıyoruz. Çevre ile ilgili yaptığı çalışmalar, sigarayla savaş konusundaki
çalışmaları, hayvan severliği ve doğa
tutkusu takdire değer. Ben bu yıl
Orhan Kural’ı daha yakından tanıma
fırsatı buldum. Tanıdıkça daha çok
takdir ettim, daha çok saygı duydum.
Biliyorsunuz Orhan hoca pek çok
okula konferans vermeye gidiyor.
Günde birkaç tane okula birden gittiği
çok oluyor. Bir gün ben ve birkaç
arkadaşımla Orhan Kural’ın bir konferansına gitmeye karar verdik. Orhan
hocanın
arabasıyla
gittik
Bakırköy’deki bir eğitim parkına.
Konferans bitmeye yakınken Orhan
hoca orada bulunan öğretmenlere
kitap-larından bir seti takdim etti ve
şunları söyledi: ‘Sağolsunlar, İTÜ’deki
Kampüs Kafe bu kitaplara sponsor
oldu ve konferans verdiğim okullara
hediye etmemi sağladı. Onlara şu
teşekkür yazısını yazarsanız bu kitapların hediye edildiği ile ilgili bilgileri
olacaktır.’ Biz de Kampüs Kafe’yi, yerleşkeye kattığı yenilik dolayısıyla çok
seviyor ve takdir ediyoruz.
Konferanstan sonra Orhan hocaya
Kampüs Kafe’nin nasıl destekte
olduğunu sorduk. Orhan hoca anlattı.
Bir görüşmeleri sırasında Kampüs
Kafe’nin sahibi Necmettin beyin
Orhan Kural’ın çalışmalarına destek
olmak istemesi üzerine Orhan hoca
konferansa gittiği okullara kitap
hediye edebileceklerini söylüyor.
Necmettin bey de kabul ediyor ve
Orhan hoca o günden itibaren gittiği
12 okula kitap seti armağan ediyor ve
her okuldan da Kampüs Kafe için bir
teşekkür yazısı yazdırıp postalatıyor.
Bunu öğrendikten sonra biz de
Kampüs Kafe’ye gidip, bu faydalı
desteklerinden ötürü teşekkür etmek
istedik. Okula gelince doğrudan dört
arkadaş Kampüs Kafe’ye gittik ve
Necmettin beyi bulduk. Dedik ki, ‘biz
Orhan Kural’ın bir konferansından
geliyoruz, okullara hediye ettiği kitaplara sponsor olmuşsunuz, teşekkür
etmeye geldik.’ Necmettin bey güler
yüzle bizi masasına davet etti, çay
ısmarladı. Yaklaşık 2 saat kendisiyle
hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbet
esnasında Orhan Kural’ı çok sevdiğinden, topluma faydalı işler yaptığından
da bahsetti Necmettin bey. Bu
görüşmeden birkaç hafta sonra
Kampüs Kafe, kitapların alındığı firmadan faturayı alınca böyle bir söz
vermediğini söylüyor. Orhan hoca bu
duruma çok üzülüyor ve telefonla
arıyor Necmettin beyi. Birkaç gün
Necmettin bey telefonlara cevap vermiyor, en sonunda Orhan hoca
sabahın erken vaktinde, cep telefonundan arıyor Necmettin beyi ve çok
kırıldığını ve bu yaptığınız onursuz bir
davranış olduğunu söylüyor. O sıralar
ben de Orhan hocayla görüşüyordum.
Bu görüşmeden sonra beni de aradı
Orhan hoca. Ardından ben duruma
netlik kazandırmak için Kampüs
Kafe’ye gitmeye karar verdim. Aynı
günün akşamı Kampüs Kafe’ye gittim
ve Necmettin beyle görüştüm. Talihsiz
bir görüşmeydi ve beklemediğim bir
tepkiyle karşılaştım. Ben oraya,
Necmettin beyi daha önce teşekkür
ziyaretinde söylediklerini hatırlatmak
ve olayla ilgili kendilerini dinlemek
için gitmiştim. Ancak olayların verdiği
birikmiş sinirden olsa gerek beni dinlemedi ve haketmediğim sözleri söyledi. Derken araya Necmettin beyin eşi
girdi de ortam yumuşadı. Ben o saatten sonra olayla ilgili fikir ve yorum
yapmamaya çalıştım ve Kampüs
Kafe’den tartışmasız bir şekilde
ayrıldım. Ancak bildiğim bir doğruyu
söylemiştim. Öncesi ve sonrası ile ilgili
fikir sahibi değilim ama bu bilgimi sizinle de paylaşmak istedim. O günden sonra bir daha
Kampüs Kafe’ye gitmedim.
Umarım bu olaya da bir çözüm
bulunur. Orhan hocanın derdi
para değil. Bu durumu onur
meselesi haline getirmiş ve
mücadele edeceğini söylüyor.
‘İTÜ’ye yakışmayan bir hareket
bu’ diyor. Takdir sizlerindir...
WEB SİTEMİZ GÜNCELLENİYOR
Gazetemize gelen eleştirilerden
büyük çoğunluğu web sitemizin
salaşlığı hakkında oluyordu. Bu duruma, gazetemizin fahri üyesi, İTÜ
Mimarlık Fakültesi mezunu Sedat
Bayrak el attı ve çok kısa bir süre sonra
yeni bir arayüzle karşınızda olmayı
planlıyoruz. Takip ediniz.
Arıyorum, yakında birçok sürprizle karşınıza çıkmaya devam edecek.
Sizlerden gelecek katkılara çok önem
veriyoruz.
ÖĞRETİM ÜYELERİNE ÇAĞRI
Arıyorum’da, saygıdeğer öğretim
üyelerimizin yazılarını yayınlamayı
istiyoruz. Gerek bilimsel gerekse de
herhangi başka bir konuda yazı yazmak isteyen öğretim üyelerimize sayfalarımızı ayırıyoruz. Her sayımızda
‘konuk yazar’ köşemizde bu yazıları
yayınlamayı istiyoruz.
KULÜPLERLE EK ÇIKARALIM
Yayın hazırlamak isteyen kulüpler
bizimle işbirliğinde bulunabilirler. Bu
konuda Arıyorum’la birlikte ilgili
kulübün içeriğini hazırlayacağı bir ek
yayınlayabiliriz. Kulüplerden gelecek
farklı önerileri bekliyor ve ortak çalışmaya davet ediyoruz.
MİLLİYET VE RADİKAL
KAMPÜSTE
Takip edenler hatırlar,
geçtiğimiz yıldan itibaren
çeşitli aralıklarla yerleşkede
Milliyet ve Radikal gazetelerini, indirimli fiyatla satıyoruz.
Bu çalışma, Milliyet gazetesi ile
bir görüşmemizde ortaya
atıldı. Karşılıklı bir etkileşimle,
bizim sayılarımızı da Milliyet
gazetesinin ilgili matbaalarında basılması sözü aldık. Bu
desteklerinden dolayı Milliyet
İTÜ Kültür ve Sanat Birliği Basın Yayın Kulübü
Arıyorum İTÜ Gazetesi, Süreli Yayın, ISSN: 1305-4783
Yayın Kurulu:
Fatih Avcı, Burak Avcı, Gökçe Sezgin,
Sefa Demir, Necip Duman,
T. Oya Ekmekci, M. Can İban
İTÜ Basın Yayın Kulübü
Arıyorum Gazetesi
Olimpik Yüzme Havuzu Binası B girişi No: 306
Ayazağa Yerleşkesi Maslak-İstanbul
İstanbul Teknik Üniversitesi Adına;
Yayın Sahibi Prof. Dr. Erkin Nasuf,
Yayın Yönetmeni Y. Doç. Dr. Beyza Taşkın
Baskı: DPC İstanbul
3
gazetesine, Satış Müdürü Tiraje
Erginer’e ve çalışma arkadaşlarına
teşekkür ediyoruz. Bizim için önemli
bir destek bu. Gazete satışlarını biz bir
kültür hizmeti olarak da değerlendiriyoruz. Yine bazı haftalar kitap
veya CD hediyeli olarak veriliyor
gazeteler. Bu konudaki fikir ve önerilerinizi bekliyoruz.
[email protected]
www.gazete.itu.edu.tr
4
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
İTÜ, açılışta Başbakan’ı
ağırladı
Burak Avcı
İstanbul Teknik
Üniversitesi yeni
akademik yılını,
Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın
katıldığı törenle açtı
stanbul Teknik Üniversitesi’nin 20082009 Eğitim Öğretim Yılı, 12 Eylül tarihinde Süleyman Demirel Kültür
Merkezi’nde yapılan törenle başladı.
Hakan Şensoy şefliğindeki MİAM
Topluluğu’nun konseri ile başlayan
tören, Rektör Prof. Dr. Muhammed
Şahin’in konuşmasıyla devam etti.
İ
Konuşmasında yükseköğretimin sorunlarına değinen Rektör Şahin, yeni açılan
üniversiteler ile artan öğretim üyesi
ihtiyacına dikkat çekti, kapasitesinin çok
altında çalışan, İTÜ Arı Teknokent’in
önümüzdeki aylarda tam kapasite çalışması için girişimlerde bulunacaklarını
söyledi. Şahin, Türkiye’de bilim ve
teknolojide atılım yapılmak isteniyorsa
bunun tek adresinin İstanbul Teknik
Üniversitesi olması gerektiği söyledi.
Öğretim üyelerinin sorunlarına da değinen Şahin, bu konuda Başbakan’dan
yardım istedi.
Şahin’in konuşmasından sonra
İTÜ’ye ilk üç sırada giren, Elektrik
Elektronik Fakültesi öğrencileri Emeç
Erçelik, Metehan Çetin ve İşletme
Fakültesi öğrencisi Ali Ruçhan Oflaz’a
Rektörlük ödülleri sunuldu. Dr. Yük.
Müh. Hulusi Damgacıoğlu’nun
“Asırlardır Çağdaş” başlıklı konuşması
ile devam eden törende son olarak
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
konuşma yaptı.
Başbakan Erdoğan, konuşmasında
İTÜ'nün, Türkiye'ye cumhurbaşkanları,
başbakanlar, çok sayıda siyaset adamı,
teknokrat ve bürokrat yetiştirmiş olan
bir üniversite, bir eğitim kurumu
olduğunu ifade etti. Erdoğan,
Türkiye'nin yönetiminde hep 3 okulun
mülkiye, harbiye ve tıbbiyenin etkili
olduğunun söylendiğini, bunun hep
böyle yorumlandığını anlatarak, ‘Ancak
75. Yıl Öğrenci Sosyal Merkezi’nde
başlayan yürüyüş, ‘AKP Defol İTÜ
Bizimdir’, ‘ İTÜ Uyuma Üniversitene
Sahip Çık’, ‘Şahin’in İpleri AKP’nin
elinde’ sloganları eşliğinde Rektörlük
binasına kadar sürdü.
Rektörlük binası önünde okunan
bildiride Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin (AKP) üniversite politikası
ve Rektör Şahin’in açılış törenine
Başbakan Erdoğan’ı çağırması eleştirildi. Tayyip Erdoğan konuşmasında
"Üniversiteler eleştirel aklın, özgür
düşüncenin evi, yuvası olmalıdır.
Fikirlerin en doğru şekilde ifade
edildiği bir üniversite ortamından
kimse rahatsız olamaz, rahatsız olmaya
da hakkı yoktur” diye konuşuken
dışarıda öğrencilere uygulanan
muamelenin ikiyüzlülük olduğu
savunuldu.
Üniversitelerin,
demokrasinin ve özgür düşünme
hakkının var olması gerektiği en temel
kurumların başında geldiğinin altı çizilerek, polisin öğrenciye tavrı protesto
edildi.
kitap
okuyorum
Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan - Oğuz Atay
Oğuz Atay hocası Mustafa İnan’ın
sabır, iyimserlik ve özveri ile bezenmiş hayatını anlattığı bu kitabında,
matematik ve temel bilimler üzerine
öğrenim görmüş bir bilim adamının
şiir, felsefe ve mistisizm ile sentezlenmiş birikimini ve toplumsal
konulara matematik bilgisiyle
getirdiği çözüm ve açıklamaları
anlatır. Atay, farklı bir bilim adamı
portresi çizen Mustafa İnan’ın tek
alanda uzmanlaşmaya karşı çıkan,
günlük yaşam ile bilim
adamlığınının bir bütün olduğunu
vurgulayan fikirlerinden kitabın
büyük çoğunluğunda bahseder.
Okulumuzun kütüphanesine de
ismini vermiş, Mustafa İnan’ın
hayatının anlatıldığı bu roman,
günümüzde özellikle mühendislik
ve fen bilimleri alanlarında okuyan
ve sosyal bilimlere ilgi duyan her
öğrenci için bir başucu kitabı
niteliğinde. Edebiyatımızdaki önemli
biyografilerden biri olan ‘Bir Bilim
Adamının Romanı: Mustafa İnan’
İletişim Kitabevi’nden çıkmış.
Tarihimizle Yüzleşmek - Emre Kongar
İTÜ'nün bu 3 okulu da gölgede
bırakarak, oldukça mütevazı ve sessiz bir
şekilde Türkiye'nin rotasını belirleyen
devlet adamları yetiştirdiğini geçmişten
bugüne biliyoruz ve görüyoruz’ diye
konuştu. Üniversitelerdeki özgürlük
ortamına da değinen Erdoğan, ‘Üniversiteler, her türlü siyasi müdahaleden,
devletin, hükümetin müdahalesinden
kesinlikle uzak olmalıdır. Üniversiteler
olabildiğince bağımsız ve özerk bir
işleyişe sahip olmalıdır’ dedi.
TÖRENE ÖĞRENCİLER ALINMADI
Öğrencilere kapalı olarak gerçekleştirilen tören, protestolara da sahne
oldu. Her yıl açılış töreninde öğrencilerin
bulunmasına özen gösteren İTÜ yöneti-
mi bu yıl, yeni öğrencilere Rektör imzalı
davetiyeler göndermesine ve web
sitesinde duyurmasına karşın, ani bir
kararla öğrencileri törene almadı. Bu
uygulama öğrenciler tarafından tepkiyle
karşılandı. Süleyman Demirel Kültür
Merkezi yakınlarında toplanarak
Başbakan’ı protesto eden gruplar polis
müdahalesi ile karşılaştı. 18 öğrencinin
gözaltına aldığındığı müdahale İTÜ
kamuoyunda rahatsızlık yarattı.
ESKİ REKTÖR SALONU TERKETTİ
Törende bulunan eski İTÜ rektörü
Prof. Dr. Faruk Karadoğan, İstiklal
Marşı’nın ardından, yeni yönetimi ve
törene başbakanın çağrılmasını, salondan ayrılarak protesto etti.
İTÜ’lüler açılış törenini protesto etti
2008-2009 Akademik
Yıl Açılış Töreni’ne
katılan Başbakan
Recep Tayyip
Erdoğan’ı protesto
eden öğrencilere
polisin müdahale
etmesini ve
öğrencileri gözaltına
almasını tepki ile
karşılayan yaklaşık
250 öğrenci, 15 Eylül
2008 tarihinde ‘İTÜ
Açılış Yürüyüşü’
düzenledi
17
Türkiye’de ki genel akademisyen
profilinin aksine; gazeteci, yazar, TV
yorumcusu ve sosyolog kimliklerini
bir arada taşıyan Prof. Dr. Emre
Kongar, bu kitabında tarihe ve gayri
resmi tarihe göndermeler yaparak,
Osmanlı ve Yakınçağ Türkiye
Tarihi’nin dönüm noktalarına farklı
yorumlar getiriyor. Kitaba ‘İnsanlar
Tarihe Neden Yanlış Bakar’
konusuyla başlayan Kongar, devletlerin ve ideolojilerin tarihe
bakışlarındaki eksiklerini ve hatalarını bir bir özetliyor ve Türkler
isteyerek mi Müslüman oldular? ,
Osmanlı İmparatorluğu Müslüman
olduğu için mi çöktü? ,Vahdettin
‘hain’ miydi?, Atatürk niçin yalnız
bir liderdi?,Menderes bir ‘Demokrasi
Şehidi’ midir? gibi can alıcı sorulara
gayet net bir üslupla,güvenilir kaynaklara dayanarak yanıt veriyor.
2007 yılının en çok okunan kitaplarından biri olan Tarihimizle
Yüzleşmek, Remzi Kitabevi’nden
çıkmış.
Deliliğe Övgü - Erasmus
‘Hakkımda ne derlerse desinler,
(Zira deliliğin en deli olanlar tarafından bile her gün ayaklar altına
alındığını bilmez değilim) tanrısal
tesirlerimle tanrılar ve insanlar üzerine sevinç saçan gene ben, yalnız
benim; öyle ya bu: Deliliğe Övgü’.
Deliliğe Övgü’nün Kabalcı
Yayınları’ndan çıkan baskısının
kapağında bu etkileyici ve
düşündürücü sözler yazılı. Rönesans
ile birlikte ortaya çıkan Hümanizm
akımının yaratıcısı ve en büyük temsilcisi olarak kabul edilen Desiderius
Erasmus’un Rönesans Edebiyatı’nın
başyapıtlarından biri olarak kabul
edinilen, en önemli eseri Deliliğe
Övgü, taşıdığı evrensel ve insani
değerleri sayesinde günümüze kadar
canlılığını ve güncelliğini
yitirmemiştir. Erasmus Deliliğe
Övgü’de çağının dini kurumlarını
kıyasıya eleştirerek, bağnazlığa karşı
açıkça tavır alır. Diğer yandan
toplumsal yargıların değiştirmenin,
diğerlerinden farklı düşünebilmenin
ancak delilik ile mümkün olacağını
savunur. Kitap, çevresindeki basit
insanlardan ve seviyesiz olaylardan
sıkılan okuyucular için nefes alabilmek ve kendine gelmek için
önemli bir kaynak niteliğinde.
Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye, Dünya - Oya Köymen
Türkiye’nin önemli ekonomi tarihi
profesörlerinden Oya Köymen, bu
kitabında Dünya’nın, Osmanlı’nın ve
Türkiye’nin ekonomik seyirlerini
politika, sosyoloji ve tarihle harmanlayarak paranın dünya tarihinde
oynadığı büyük role dikkat çekiyor.
Kitabı 4 ana bölüme ayıran yazar,
ilk bölümde Sanayi Devrimi’nden
itibaren ortaya çıkan ve ekonomik
krizlerle revize edilen tüm iktisat
akımlarını değerlendiriyor ve bu
bölümde liberal ve Keynes’çi iktisadın temel felsefesini okuyucuya
kendi yorumlarıyla sunuyor. İkinci
bölümde ise Osmanlı Ekonomisi’ni
politik ve sınıfsal açılımlarıyla
inceleyen Oya Köymen, üçüncü
bölümde ise günümüz Türkiye
Ekonomisi’ni ‘Kırılmaların
Altındaki Süreklilik’ başlığı altında,
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül Askeri
Darbeleri paralelinde anlatıyor.
Son bölümde ise yazar Dünya
Ekonomisi’ni İngiliz ve Amerikan
Hegemonyası bağlamında inceleyerek küresel ekonomi ve kalkınma
sorunlarına farklı açılımlar getiriyor.
Kitap sade ve anlaşılabilir diliyle
paranın tarihini ve yüzyıllar boyunca etkisini merak eden okuyucular
için önemli bir kaynak niteliği taşıyor. “Sermaye Birikirken Osmanlı,
Türkiye ve Dünya” Yordam Kitap’ın
yayınları arasında.
16
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
Kaderine terk edilmiş şehir
GAZİANTEP
Kurtuluş Savaşı’nda 6317
şehit vererek 11 ay hiç yardım
almadan direnen ‘gazi şehir’;
şüphesiz Mustafa Kemal gibi
düşünmüş, onun gibi hissetmiştir. Her bir Antepli
direnirken onun gibi şunu
geçirmiştir içinden: ‘Canını
kurtarayım derken, vatanını
kaybedersin…‘
Bu şehir Fransız mandasını kabul
etmedi! Bu şehir bayrağını yere
indirtmedi ve bu şehir Fransızlara karşı
ilk şehidini 12 yaşındaki ‘Kamil’ le verdi.
Fransızların, tanklarıyla yakıp yıktığı bu
şehir nasıl oluyordu da silahı, askeri
yokken
böyle
direnebiliyordu?
Antepliler, meclisten defalarca yardım
isterken şehrin durumunu şöyle dile
getiriyorlardı: ‘Bugün Antep’te cami ve
okul değil, baş sokacak küçücük bir
kulübeye bile zor rastlanır. Bu faciaya
sebep bizim Fransız mandasını kabul
etmeyişimizmiş!’
Fransızlar gün geçtikçe saldırıların
şiddetini artırırken Antep, Şahin Bey’ini,
Karayılan’ını ve nicelerini şehit vermektedir. Onlar ise bu direnişi şehir halkının
yapabileceğine inanmamakta ve şehri
alamamanın şaşkınlığı içindedirler.
‘Eğer teslim olmazsanız canlı bir tek
insan ve memlekette taş taş üstünde
kalmayacaktır.’ diyerek kaleye teslim
bayrağı çekilmesini isterler. Halk ise
sonuna kadar savaş kararı alarak kaleye
büyük bir Türk bayrağı çeker ve şöyle
cevap verir: ‘Antep’te canlı bir tek insan
ve memlekette taş taş üstünde kaldıkça
memlekete Fransız askeri girmeyecektir!’
Direniş şaşkınlık ve hayranlıkla
karşılanırken ‘gazi şehir’ yine hiçbir
yardım isteğine olumlu yanıt alamamakta ve kaderine terk edilmektedir. Bir tek
neferi bile kalmayan halk, teslime karşı
direnişini şöyle dile getirir: “Antep’i kurtarmaya gelmeyecekseniz bari biz de
şehri yakalım. Kefenlerimizi boyunlarımıza asıp ölümü selamlamaya koşacağız!”
Şehrin teslim olmadığı her gün
Fransızlar saldırıyı daha da şiddetlendiriyor ve gerçekten de memlekette taş taş üstünde bırakmıyorlardı.
‘Gazi şehir’ ise artık sadece düşman
askerleriyle savaşmıyordu. Yaşanan zorlukları bir doktor şöyle anlatır:
‘Tentürdiyot, gazlı bez dahi bitmiştir.
Yaralıların kollarını, bacaklarını
keserken onları bayıltamıyorduk…‘
Elbette zorluklar bununla da sınırlı
değildi. Artık halk en büyük savaşını
açlığa karşı veriyordu. İnsanlar sadece
direnişte değil, hastalık ve açlıktan hayatlarını kaybediyorlardı. Zerdali çekirdeğinden ekmek yapıyorlardı. Açlıktan
ölmeyenlerse
bu
çekirdekteki
oksisiyanürden bir bir can veriyordu. ‘10
aylık fedakarlığın sonu açlıktan ölüm
müdür?’ diye haykıran halk, ‘Açlık
Beyannamesi’ yayınlamıştı. Meclisin ise
buna karşı yapabileceği tek şey manevi
destekti ve 8 Şubat 1921’de Antep’e
‘Gazi’ ünvanı verildi..
‘
ürküm diyen her
şehir, her kasaba
ve en küçük Türk
köyü Gazianteplileri
kahramanlık misali
olarak alabilirler.
T
Mustafa Kemal Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk de kendi gibi
‘gazi’ olan bu şehrin önemini ve
Kurtuluş Savaşı’ndaki asil direnişini
sürekli vurgulamıştır. Bunun bir sonucudur ki Gazi şehrin hemşehriliğini
kabul etmiş ve nüfusunu Gaziantep’e
aldırtmıştır.
Belki de bakırcıları sabırla işlerken
sanatlarını; Gaziantep’in tarihini, kahramanlığını işlemektedirler. Onlar bakırlarını her bir darbeyle şekillendirirken
belki de Gazi şehrin tarihini bir kez daha
ölümsüzleştirdiklerinden bu kadar
özellerdir.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin güneş
enerjisi ile ilgili çalışmalar yapan
öğrencileri, uzun yıllardır büyük
başarılar gösteriyorlar. Geçen yıllarda
olduğu gibi bu yıl da İTÜ’nün güneş
arabaları şampiyon olurken İTÜ’nün
güneş teknesi Muavenet ise geçen yılki
dünya üçüncülüğünü bu yıl dünya
ikinciliğine yükseltti
Burak Avcı
MUAVENET DÜNYA
İKİNCİSİ
ARIBALAR
YİNE YENİDEN
ARIBA
ŞAMPİYON
TÜ Güneş Teknesi Takımı 'Nusrat' adlı
teknesiyle geçen yıl aldığı dünya
3.lüğünden sonra bu yıl da 'Muavenet'
adlı teknesiyle 'Solar Splash 2008 - Güneş
Tekneleri Yarışması Dünya Şampiyonası'nda dünya 2.si oldu. 18-22 Haziran
2008 tarihlerinde ABD'nin Arkansas
eyaletinde düzenlenen yarışmada İTÜ
ekibi geçen yılki derecesini geliştirmenin
yanısıra 'Genel Toplamda Dünya
İkinciliği', 'Manevra Etabı Birinciliği',
'Sürat Etabı İkinciliği', 'Ekonomik Sürat
Etabı Üçüncülüğü', 'Yeterlilik Etabı
İkinciliği', 'Görsel Sunum İkinciliği', 'En
İyi Sistem Tasarımı', 'En Gelişmiş Takım
Ödülü', 'En İyi Tasarım Ödülü' ve 'Ticari
Uygulamaya En Uyumlu Tekne Ödülü'
dereceleri ile 10 dalda ödül toplayarak
geçen yıl 6 olan ödül sayısını da arttırmış
oldu.
Adını 1993 yılında bir tatbikat sırasında ABD tarafından batırılan fırkateyn-
T
İ
‘Bu kaçıncı kurşun, bu kaçıncı bismillah? Bu kaçıncı ölüm?
Bir türkü söylenir siperlerde her sabah
Vurun Antepliler namus günüdür!’
Artık şehirde eli silah tutan bir tek kişi
bile kalmamıştır. Tek çare olarak teslimi
kabul eden gazi şehri yıkan ne
Fransızların tehditleri ne de tankları
olmuştur. Onları ezen tek şey ‘açlık’
olmuştur. Teslim haberine Fransızlar
inanmaz ve kaleye beyaz teslim
bayrağının çekilmesini isterler. Halk hala
Türk bayrağının inmesini reddeder.
Evlerden teslim bayrağı için beyaz bez
parçası isteyenler geri çevrilir. En sonunda hastaneden bir kefen parçası alınır ve
dalgalanan Türk bayrağının yanına bir
de ‘kefen bayrağı’ çekilir. Onlar, teslim
olurken bile kefenlerini dalgalandırmışlardır göklere… Sonuçta yine
Fransızlar şehri alamamış, imzalanan
Ankara Antlaşması’yla şehri terk etmek
zorunda kalmışlardır. ‘Gazi şehir’ her
zamanki gibi yine Türk’tür, yine
özgürdür ve o kalede artık sadece Türk
bayrağı dalgalanacaktır; kefen bayrağı
değil.
Gaziantep’i özel kılan şüphesiz
Kurtuluş Savaşı’ndaki bu inanılmaz
direnişidir. Gaziantep’te yemeklerin tadı
farklıdır; şehir bir başkadır. Bakırcısı,
yemenicisi, sedefçisi, kutnu dokumacısıyla sanatı özeldir; çünkü toprağı
bir başka kokar, toprağı kahramanlık
kokar.
İTÜ, güneşte şampiyon
‘
T. Oya Ekmekçi
den alan teknenin yaratıcısı 'İTÜ Güneş
Teknesi Takımı'nın liderliğini Gemi
İnşaatı ve Deniz Bilimleri Fakültesi'nden
Münir Cansın Özden yapmakta olup,
takım Ersin Demir, Berkin Kılıç, Tuğrul
Yıldırım, Metin Aksu, İrfan Kaya,
Enishan Özcan, Hüseyin Turhan, Emrah
Adamey, Efe Koçtürk ve İbrahim
Albayrak'tan oluşmaktadır.
ÜBİTAK tarafından 26-31 Ağustos
2008 tarihleri arasında bu yıl 4.sü
düzenlenen 'Formula-G Güneş Arabaları
Yarışı'nda İTÜ ekibi geçtiğimiz iki yılda
olduğu gibi yine 1. ve 2. oldu. İzmir
Pınarbaşı Pisti'ndeki yarışa İTÜ Güneş
Arabası Ekibi ARIBA2 ve İTÜRA isimli
araçlarla katıldı. Böylece 2006 yılında
ARIBA ve ARIBA2 ile
2007 yılında ARIBA2 ve
İTÜRA ile elde edilen
başarılara bu yıl bir
yenisi eklenmiş oldu.
Bu başarının yanında
geçen yıl da kazanılan
'Özgün Tasarım Ödülü'
de İTÜ ekibinin oldu.
Geçtiğimiz 3 yılda
topladığı 13 ödülle
kırılması zor bir rekora
imza atan İTÜ Güneş
Arabası Ekibi 2009
Nihat Berker’e prestijli ödül
Bana bir şehir söyleyin, adına
türküler yakılan
Bana bir şehir söyleyin, yakılan her
türküyle yürekleri dağlayan
Bana bir şehir söyleyin, varla yok
arasında kalan
Ve bana bir şehir söyleyin, varlığını
cihana haykıran…
Burası Antep!
On iki yaşın çocukça bakışlarında
haykıran Kamil’in,
Kilis yollarında bayraklaşan
Şahin’in,
Maraş yollarını Fransız’a dar eden
Karayılan’ın şehri.
Burası kendi kaderine terk edilen,
Batı’nın teknolojisine, acımasız
saldırılarına, imanıyla,
Türklük gurur ve şuuruyla karşılık
veren yiğitlerin şehri…
Burası Gazi şehir…
Burası Gaziantep…
5
İTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Eski Dekanı, Koç
Üniversitesi Fen ve İnsani Bilimler Fakültesi Fizik
Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Nihat
Berker, bilime yaptığı katkılardan ötürü
Almanya’ın en önemli bilim ödüllerinden
“Humboldt Bilim Ödülü” ne layık görüldü.
Ödülünü Berlin’deki Bellevue Sarayı’nda,
Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köller’in de
katıldığı bir törenle alan Berker’e bu ödül; temel
bilimsel buluşları, geliştirdiği yeni teoriler ve
kendi alanında olduğu gibi kendi bilimsel
alanının ötesinde önemli etkileri olan katkılardan
ötürü verildi. Nihat Berker, bu ödüle layık
görülen ilk Türk bilim adamı oldu.
Faz geşişleri ve çokkritik sistemler, yüzey sistemleri, sıvı kristaller, manyetik ve camsı sistemler, süperakışkanlık ve süperiletkenlik, ölçeksiz
ve küçük dünya ağları konusunda yaptığı çalışmalarla dünya çapında tanınan Berker, uzun yıllar Massachusetts Institute of Technology (MIT)
‘de öğretim üyeliği yaptıktan sonra, Türkiye’ye
dönerek İTÜ Fen Edebiyat Fakültesi’nde çalışmalarına devam etti. Şu an araştırmalarına Koç
Üniversitesi’nde devam ediyor.
yılında Avustralya'da düzenlenecek
World Solar Challenge 2009'a katılmak
amacıyla 4.nesil aracın çalışmalarına
halen devam etmekte. Ekibin proje
sorumlusu Burak Aliefendioğlu yeni
araç için gereken 350 bin YTL'ye daha
önce kazanılan ödüller ve sponsorlarla
ulaşmaya çalıştıklarını ifade etti.
Zekai Şen’e Nobel
teşekkürü
İTÜ İnşaat Fakültesi Hidrolik
Anabilim
Dalı
öğretim
üyelerinden Prof. Dr. Zekai
Şen’e, çalışmalarına katkıda
bulunduğu Intergovernmental
Panel on Climate Change’in
(IPCC) Nobel Barış Ödülü
almasından dolayı bir teşekkür
belgesi gönderildi.
İklim değişikliği konusunda,
gündem yaratan çalışmalara
imza atan IPCC’in tek Türk
üyesi olan Şen, su konusunda
yaptığı çalışmalar ile tanınıyor.
TÜBİTAK’tan 2 teşvik ödülü
TÜBİTAK tarafından, bilimsel araştırmalarıyla bilime gelecekte
evrensel düzeyde katkılarda bulunabilecek potansiyele sahip
olduğunu kanıtlamış genç araştırmacılara verilen TÜBİTAK Teşvik
Ödülleri’nin ikisi bu yıl İTÜ’lü öğretim üyeleri Çevre Mühendisliği
Bölümü’nden Doç. Dr. İsmail Koyuncu ile Fizik Bölümü’nden Doç.
Dr. Cemsinan Deliduman’a verildi.
6
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
İstanbul’da yarı zamanlı iş olanakları
hem çalış hem oku
M. Can İban
epimizin bildiği gibi, üniversite
eğitimimiz esnasında ailemize
ekonomik olarak çok fazla yük olmak
istemeyiz. Bu yüzden yarı zamanlı
olarak, derslerimizi aksatmayacak şekilde birer iş bulmaya çalışırız. İşte İTÜ
öğrencisinin rahatlıkla altından kalkabileceği ve iş tecrübesi kazanabileceği
birkaç iş olanağı…
H
1. Sivil Toplum Kuruluşu Temsilciliği:
Özellikle Beşiktaş, Taksim ve Kadıköy
gibi merkezi semtlerde, kuruluşların
kendini tanıtmak, maddi ve manevi
destek kazanmak amacıyla yaptığı çalışmalarda bulunabilirsiniz. Bu kuruluşlara
örnek olarak Greenpeace ve Dünya Af
Örgütü verilebilir. Açık havada çalışmaya müsait bir durumunuzun olması
ve iletişim kurmada yetenekli olmanız
2. Gizli müşterilik: Genellikle isim
hakkı ve dağıtıcılık gibi yönelimleri olan
firmaların, ilişkili olduğu firmaları
denetlemek amacıyla kullandığı yöntemlerden biridir. İnsan kaynakları
sitelerinde arama motorları yardımıyla
bulabilirsiniz. İş için; detaycı, gözlemci
ve sorumluluklarına düşkün biri
olmanız yeterli görülüyor.
Artısı: Üniforma ve mekân sıkıntısı
olmadan çalışmak
Eksisi: Çok fazla kuşkucu olma zorunluluğu
4. Sinema gişeleri ve fuaye
elemanı: Genellikle sinemaların
yoğun bir biçimde tercih ettiği
elemanlar öğrencilerden oluşmaktadır. Sinemalarda seans
başlangıçlarında müşteriyi
karşılayabilecek ve gişelerde
onlara bilet kesebilecek elemanlar sürekli olarak aranmaktadır.
Artısı: Filmleri ücretsiz izleye-
La Stanza del Figlio
Burak Durukan
bilmek
Eksisi: Üniforma ve karanlık bir mekânda çalışmak
5. Çağrı merkezi elemanı: Firmaların
çağrı merkezi bölümlerinde (Telefon,
internet gibi) çalışabilecek elemanlar da
yarı zamanlı olarak çalışabilmektedir.
Ses tonunuzun ve diksiyonunuzun iyi
olması, bilgisayar kullanmayı bilmeniz
firmalar için yeterlidir.
Artısı: Müşterilerle yüz yüze ilgilenme
baskısının olmaması
Eksisi: Telefonda sürekli konuşmak
6. Kasiyerlik: Alışveriş merkezlerinde
yarı zamanlı olarak çalışmak isterseniz
ve de güler yüzlü biriyseniz alışveriş
merkezlerinin internet sitelerini takip
etmenizde fayda var.
Artısı: Sorumluluk bilinci kazandırması
Eksisi: Sürekli oturarak çalışmak ve hızlı
olma zorunluluğu
7. Dershanelerde Etüt Öğretmenliği:
ÖSS veya OKS bilgileriniz hala taze ise
İTÜ 4. Levent İETT
seferleri başladı
Havuz ücretlerine
yüzde 200 zam
eçtiğimiz dönemde başlatılan fakat yolcu azlığı sebebiyle iptal edilen İTÜ Ayazağa Yerleşkesi- 4. Levent
Metro hattındaki otobüs seferleri 22 Eylül itibariyle yeniden
başladı. 08.00, 09.00, 16.00 ve 17.00 saatlerinde 4. Levent
durağından kalkacak olan otobüsler, 08.30, 09.30, 16.30 ve
17.30 saatlerinde İTÜ Ayazağa Yerleşkesi içerisinden 4.
Levent’e doğru hareket edecektir.
eçtiğimiz yıl hizmete giren İTÜ Kapalı Yüzme Havuzu
ücretlerine 2008-2009 akademik yılından itibaren geçerli olmak üzere zam yapıldı. İTÜ Öğrencileri için seans ücreti
1 YTL'den 3 YTL'ye çıkarıldı. Bu zamla birlikte havuz kullanımı için abonelik sistemine de geçilirken öğrenciler için
abonelik ücretleri 1 ay için 30 YTL, 3 ay için 90 YTL, 6 ay için
150 YTL olarak belirlendi. Bakımı tamamlanan olimpik
yüzme havuzu 22 Eylül 2008 itibarı ile yeni kullanım ücretleri ile hizmete açıldı.
G
G
Yerleşkede internet
artık daha hızlı
ektörlük tarafından başlatılan "Kampüslerimizin
İnternet Altyapısının İyileştirilmesi" çalışmalarının ilk
aşamasında üniversitemizin internet bant genişliği artırıldı
ve mevcut internet çıkış kapasitesi 200 Mbps'den 400
Mbps’e yükseltildi.
R
Kahve tadında, hüzünlü bir film izlemek
isteyenlere:
Oğul Odası
yeterli görülmektedir.
Artısı: Açık havada bir takımla çalışmak
Eksisi: Çok seri bir biçimde konuşma
zorunluluğunun bulunması
3. Host-Hostes: Tanıtımlarda, açılışlarda, kongrelerde, havalimanlarında ve
alışveriş merkezlerinde tanıtım veya
karşılama gibi görevlerde çalışılabilecek
bir iştir. Bu tür hizmetleri firmalara,
ajanslar sağlar ve ajanslara
başvurmanız çalışmaya başlamanız için yeterlidir. Fiziksel
görünümünüz çok büyük bir
önem taşımamaktadır. Kendine
bu konuda güvenen herkes
katılabilir.
Artısı: Her işinizde farklı
görevlerde olma
Eksisi: Saatlerce ayakta durmak
ya da gün boyunca tek bir
mekânda çalışmak
15
ve ders anlatabilme yeteneğine sahipseniz birkaç dershane dolaşmanızda
fayda var. Dershanelerde öğrencilerin
anlamadıkları konuları tekrarlamanızı
ve çözemedikleri sorularda onlara
yardımcı olmanızı bekleyeceklerdir.
Artısı: Öğrencilerin başarısı için uğraşmak ve özgüven kazanımı
Eksisi: Yaş grubu küçük olan öğrencilerde disiplin sağlamaya çalışmanın zorluluğu, ayakta durmak
Aynı zamanda İTÜ’de de öğrencilerin
çalışabilecekleri birimler bulunmaktadır.
Kantinlerde, Öğrenci Danışma
Merkezi’nde,
Sosyal
Kültürel
Merkez’de, Avrupa Birliği-Erasmus
Merkezi’nde, Bilgi-İşlem Daire
Başkanlığı’nda (Elektrik Elektronik
Fakültesi ve Matematik Mühendisliği
öğrencileri için), Kütüphanelerde,
Laboratuarlarda, İnsan Kaynakları
Merkezi’nde ve güvenlik birimlerinde
çalışmanız için ilgili birimlere başvurmanız yeterlidir.
Kısaca söylemek gerekirse aileden
birisinin kaybını anlatan bir film, Oğul
Odası. Ancak o kadar basit değil. Kısa bir
cümleyle, ya da birkaç cümleyle özet
geçmek filmin derinliğine karşı yapılan
büyük bir ayıp olur. Bir kaybı; öncesiyle,
sonrasıyla, yoğun ve belki de rastlantısal
duygularla anlatan bir film.
İtiraf etmek gerekirse, filmin
konusunu bilip de olaylara geçilmesini
sabırsızlıkla görmek isteyenler için ilk
dakikalar sıkıcı gelebilir. Hatta ‘Bu sahnenin konuyla ne ilgisi olabilir ki?’
denilen sahneler bile düşünülebilir.
Lâkin ailenin oğlu Andrea’nın ölümüyle
film kırılır ve filmin daha uzun süren
diğer bölümünde taşlar tam anlamıyla
yerine oturur. Böylece filmin bir bütün
halinde değerlendirilmesi gerekliliği de
vurgulanmış olur.
İlk sahnede Andrea’nın babası
Giovanni’nin kasabanın kıyısında ve
sokaklarında koşmaktadır. Sonrasında
da bir telefonla çağırılır. Gittiği yer oğlunun okuludur ve görüştüğü kişi de oğlunun müdürü. Çalınan bir fosil için
Andrea ve bir arkadaşından şüphelendiklerini söyler. Odadan çıkıldığında
yoğun bir güven duygusu işlenmektedir.
Anne Paola’nın oğluna olan tam güveni,
kardeş Irene’nin kardeşine olan inancına
rağmen Giovanni’nin engel olmaya
çalıştığı kuşkuları. Giovanni çok geçmeden oğlunun odasında alır soluğu.
Kuşkularına yenik düşmekten son anda
kurtulmuş, oğlunun eşyalarını kurcalamaktan vazgeçmiştir.
İşin iç yüzünde ise Andrea’nın iç
hesaplaşması ve gerçekleri söylediğinde
babasına vermesi gerekecek hesabı
vardır. Masumane bir şaka istemediği
gibi sonuçlanmış ve fosil artık tek parça
değildir. Paola, oğluna destek olmuştur.
Peki ya Giovanni de aynı şeyleri hissettirecek midir? Andrea bunun böyle
olmayacağını düşünmüştür. Belki de
annesinden yardım istemektedir…
Birlikte yapılan bir sabah kahvaltısında pazar gününün birlikte geçirilmesi
planlanmıştır. Öyle ki, arkadaşlarına söz
veren Andrea da hayır diyememiştir.
Gelen telefonsa Giovanni’yi çağırmaktadır. Küçük sayılabilecek bir kasabanın
sayılı psikanalistlerinden biri olan
Giovanni mesleğine ve hastalarına olan
saygısından dolayı üzülerek de olsa gitmeye karar verir. Bunun üzerine bütün
aile üyelerinin planları değişir ve dağılırlar. Minik bir gerilim tırmanır. Giovanni
araba kullanırken uyarı mahiyetinde
korna çalan bir kamyonet, hırsız bir
gencin Paola’ya çarpması, Irene’nin
motosiklet üzerindeki şakaları… Yoksa 3
arkadaşıyla dalmaya giden Andrea, kurban mıdır, Aile bireyleri arasından tanrının tesadüf eseri seçtiği?
Aile bireylerinin üzüntüsü onulmaz
olsa da yaşamlarına devam etmek zorundadırlar. Olaylar kambur üstüne kambur
şeklinde mi üstlerine gelmektedir, yoksa
benzerleri sürekli yaşanmaktadır da aileden birinin ölümü üzerine mi daha fazla
göze batmaktadırlar? Belki de birer rastlantıdan ibarettirler?...
Her ne kadar birbirlerine bağlı aile
bireyleri olsalar da ayrı vakit geçirmek
isterler. Belki de Andrea’yı başka
birisinin hatırlatmasını istemediklerindendir… Giovanni, hastasını suçlamakla kendini suçlamak arasında bir
yerdedir. Hastalarını eskisi kadar
anlayamamakta, onlara eskisi kadar
yardımcı olamadığını düşündüğünden
bir sürelik de olsa çalışmama kararı alır.
Oğlunun yaşantısını biraz daha tanımak
ister.
Paola’nın posta kutusunda rastladığı
mektupsa olaylara yeni bir yön verecektir. Zira, Andrea’nın sağlığında bilinmeyen kız arkadaşından gelmektedir. Bu
durum Paola’yı heyecanlandır, kız ile
tanışmak ister. Mektuba bir türlü cevap
yazamayan kocasını daha fazla beklemek istemeyerek Arianna’yı arar.
Arianna’nın sürprizi ise daha şaşırtıcıdır.
Aramaları sonuç vermediğinden
Andrea’nın evine çıkagelir. Gitmek istediğinde ise bir erkek arkadaşıyla otostop
yaparak Fransa’ya gitmek istediğini
söylemek zorunda kalır. Bunun üzerine
daha öncesinde kimsenin bilmediği
Fransa sahillerinde bitecek bir yolculuk
başlamıştır. Sahilde farklı adımlar atan
aile bireyleri eskisi gibi kucaklaşmaya bir
adım daha yaklaşmışlardır.
Filme genel olarak bakmak gerekirse
-ki gerekir- Giovanni endişeli ve takıntılı
hastalarına nazaran yapısı gereği hep
sakin gözüküyor. Bunun içindir ki o çok
sevdiği ve daha önce yapıştırmış olduğu
çaydanlığı kırdığında ya da yemekleri
ateşte unuttuğunda duygu yoğunlaşmaları yaşadığını rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bir diğer genel özellikse aile
bireylerinin sporla yakından ilgilenmeleri. Andrea, Giovanni’ye göre kazanma azmi olmasa da iyi bir tenis oyuncusu ve amatör bir dalgıçtır. Irene ise
okulunun basket takımının önemli bir
oyuncusu. Giovanni, Paola gibi çocuklarının müsabakalarını kaçırmamakta,
düzenli koşarak hayatını sürdürmektedir. İş yerinde farklı spor ayakkabılarıyla
dolu bir dolap gerektiğinde hastalarına
sergilenmek üzere durmaktadır.
Karelerin ve kişilerin unutulmaya yüz
tuttukları bir anda tekrar karşımıza çıkmasıysa kurgunun ne kadar başarılı
olduğunun kanıtı olsa gerek.
Giovanni’nin hastaları ise film içerisinde
bunun en klasik örnekleri. Benzer şekilde dikkatli seyirciyi filmin daha çok içine
çekecek kesişmeler de mevcut.
Andrea’nın son gün giydiği kırmızı
polar kıyafeti dolapta daha bir dikkat
çekebiliyor. Ya da Irene ceket seçerken
sohbette geçen yeşil rengini ve
Andrea’nın odasının şeklini Arianna’nın
getirdiği resimlerde görmek mümkün.
Kırılma noktasının öncesindeki ve sonrasındaki davranışlarsa değişen ruh hallerini en iyi şekilde yansıtıyor. Karıkocanın ayrı yattıklarını gördüğümüzde
öncesinde izlemiş olduğumuz sevişme
sahnesinin gereğini daha anlaşılıyor.
Masalarsa filmde önemli bir yere
sahip. Resimde de gördüğümüz
Andrea’nın odasındaki masası,
Paola’nın çalışma masası, Giovanni’nin
iş yerindeki masalar, okul müdürünün
masası… Ve en önemlisi birlikteliği ve
bağlılığı temsil eden yemek masası…
Filmi diğerlerinden ayıran yanlarsa
fazlasıyla mevcut. Baba ne kadar işine
bağlı da olsa tam anlamıyla bir “işkolik”
denilemez. Ailesiyle ilgileniyor, onlarla
az ya da çok vakit geçiriyor ve bunun bilincinde. Doğallığı ile ünlenen bir sahne
de kilisede geçiyor. Filmin sonuna doğru
da o unutulmaz aşk klasiklerinden
birisinin olmadığını görüyoruz.
İzleyicinse cevap vermeye çekineceği,
filminse cevap vermediği hatta cevap
vermek istemediği bir soru da karakterlerden hangisinin daha fazla etkilendiği.
Tabutun kapağını kaldırtıp son bir defa
kardeşinin cansız bedenine bakan Irene
mi, oğlunun elbiselerinde gözyaşlarını
tutamayan Paola mı yoksa olması
gereken olayları düşünen Giovanni
mi?...
Filmin yönetmeni, Nanni Moretti.
Başka bir deyişle Giovanni rolünde
oynayan “aktör”. Moretti’nin yönetmenliğinin de filmin senaryosu kadar harikulade olduğu bu filmde Moretti’nin oyunculuğu için aynı şey söylenemez.
Bir İtalyan filmi…
Dili de doğal olarak baştan sona
İtalyanca. Filmin tam anlamıyla anlayabilmek için İtalyanca gerekli denilebilir.
Zira Palermo Film’in dağıtımını yaptığı
DVD’de Türkçe altyazı ile dublajın bazı
sahnelerde birbirinden tamamen ayrıldı
bir gerçek. İtalyanca bilmeyen birisi için
hangisinin doğru olduğuna karar vermek imkânsız olsa da altyazının doğruya
daha yakın olduğu söylenebilir.
Anlatmakla bitmeyecek bu filmin
izlenmeye değer olduğu ise su götürmez
bir gerçek…
Hepinize iyi seyirler!
14
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
Sinemayı yeniden tanımlayan yönetmen
Michael
Haneke
Emir Özbaşı
Michael
Haneke,
sinemasını
yaşadığımız çağın sürekli görüntülerle
uyarılan modern insanlarını uyandırmak
üzerine kurmuş bir yönetmen. Günümüz
insanının başkalarına ve kendine olan
güvenini kaybetmiş, yalnız, huzursuz ve
kayıtsız yapısı Haneke’nin filmlerinde çoğu
izleyiciyi rahatsız edecek karakterler olarak
karşımıza çıkıyor. İntihar etmek ya da yaşamak arasında bir ayrım yapmaya gerek
duymayan, nedenini bilmeden kayıtsızca
insanları öldürebilen, rastgele girdikleri bir
evdeki insanlara nedensiz işkence yapan,
hayatında kimseyi mutlu edememiş insanlara fütursuzca bağlanan, entelektüel
görünümlerinin yanında altsınıftaki insanların hayatlarının mahvoluşunun etkileri
kendi dünyalarına taştığında, verdikleri tek
tepki uymak olan karakterler onunki. Bu
karakterlerin rahatsız edici eylemlerini yönlendiren başlıca sebep de insanların günümuzde sıklıkla yaşadıkları sıkışmışlık ve
anlamsızlık hissi. Örneğin Haneke’nin
ülkemizde vizyon sansı bulabilen son filmi
“Saklı” da (Cache,2005) Majid karakteri
yasamak zorunda bırakıldığı alt standartlı
hayatta kendini ancak ona bu hayata
mahkûm eden adam karşısında boğazını
keserek ifade edebiliyordu. Alt sınıf üst
sınıf çatışmasını inceleyen diğer bir Haneke
filmi olan ”Bilinmeyen Kod”(Code
Inconnu,2000) yaşadığımız çağda farklı
kültürlere sahip insanların birbirleriyle ve
diğer kültürden insanlarla olan iletişim
çabalarını kilitleri açılamayan kapılara benzeterek insanların anlaşmalarını sağlayabilecek kodu bilinmezleştiriyordu. Her
karekteri huzursuz ve sorunlu, haklının ve
haksızın sorgulanmasını toptan bir güvensizlik hissine kurban eden, alt sınıftaki
şefkate muhtaç insanların üst sınıftakilerle
iletişimini açık açık sıfırlayan yapısıyla
Bilinmeyen Kod aslında günümüz
dünyasının katıksız bir portresi gibi. Ancak
Haneke’nin günümüz insanının yüzüne
attığı tokatlar sadece bunlardan ibaret de
değil. Az ya da çok, aslında hepimiz görüntülerin ve baskının kafeslediği bir dünyada
yaşıyoruz artık. Sanki insanların tutkularını
meta haline getirmek için ya da daha
doğrusu insanlara önce neleri arzulaması
gerektiğini öğretip, öğretilen şeyleri meta
haline getirmek için hazırlanan binlerce yıllık ‘insanın kullanılma kılavuzu’nun artık
“Teşekkürler: aydınlanma felsefesi, modernite, reklamcılık, güvenlik kameraları ve
tüm medya aletleri. Çok çok özel teşekkür:
SİNEMA. İyi ki varsın! “kısmı da tamamlandı. Haneke görüntülerin insanları bu
kadar etkisi altına aldığı bir çağda insanları
gördüklerini (örneğin televizyonda her gün
izlediğimiz haber bültenleri ya da en saf
haliyle sinema filmleri) sorgulamaya çağırmak için filmlerine ‘izlediğiniz şeyin bir
film olduğunun farkına varın’ anları koyuyor. Bu Haneke’nin hemen hemen bütün
filmlerinde gördüğümüz bir yapı. Örneğin
sinema perdesinde kendimizi gerçek
olduğuna inanmaya hazırladığımız görüntüler bir anda filmin karakterleri tarafından
izlenen görüntülere dönüşerek bizim kabul
ettiğimiz gerçeğin aslında birilerinin ‘kurmacası’ olabileceği deneyimlendirilmiş
oluyor. Bizim gördüklerimizin gerçekler
değil bize söylenenler olduğunu anlatmaya
çalışan Haneke filmlerindeki bu anlayışıyla,
sinemayı da insanları kandırabilen medya
araçlarıyla aynı kefeye koyup, öykü anlatma sinemasını yıkarak insanları rahatsız
ederek uyandırabilecek yeni bir sinema
kuruyor. Yani Michael Haneke kendisine
verilen “sinemayı yeniden tanımlayan
yönetmen” sıfatını sonuna kadar hak ediyor.
KAPANAN KAPILAR ÜZERİNE
Bu yazının konusu olan Piyanist(La
Pianiste,2001) günümüz toplumuna
getirdiği eleştiriyle ve yine seyirciyi
uyandırmaya çalışan yapısıyla tanıdığımız
Haneke sinemasının, en iz bırakıcı filmlerinden. Piyanist, Viyana konservatuarında profesör olan orta yaşlardaki Erika
Kohut(üstün performansıyla Isabelle
Huppert)
ile
öğrencisi
Walter
Klemmer’in(Benoit Magimel) yasadıkları
ilişkiyi anlatıyor. Erika, dışarıdan
bakıldığında herkesin saygı duyacağı bir
mesleği olan, üst sınıftan insanların burjuva
zevklerine katılan ve ilkelerinden asla taviz
vermezmiş gibi görünen bir modern insan.
Ama gerçekte, hala annesinin baskısından
kurtulamamış, dış dünyasına yansıtamadığı duyguları yüzünden delirme noktasına gelmiş, askı ve cinselliği hiç tatmamış
bir karakter. Erika konservatuardaki
odasında bir tanrı gibi her şeye hakim,
güvenli olsa da dış dünyada bir o kadar
kırılgan ve ilgiye muhtaç. Walter, Erika’nın
amcasının evinde verdiği resitaldeki performansından çok etkileniyor ve ona daha
yakın olabilmek için mühendislik eğitimini
bırakıp konservatuara girmeye karar veriyor. Burası filmin kırılma anlarından çünkü
Erika artık hayatını herkesten sakladığı gibi
– provalar sonrası seks dükkânlarında filmler izleyerek ya da sevişen çiftleri gözetlemekten haz alarak- devam ettiremeyecek.
Bunu içgüdüsel olarak sezdiği için
Walter’ın konservatuara girmesini ve
kendine yaklaşma çabalarını başlarda elinden geldiği kadar zorlaştırıyor. Sonunda
Walter yeteneği ve özgüveni sayesinde konservatuara girmeyi ve Erika’nın film boyunca seyircinin yüzüne kapattığı kapılardan
geçmeyi başarıyor. Haneke filmin bu
bölümünde katı konservatuar eğitiminin
altında saf akılcılığa dayalı günümüz eğitim
sisteminin eleştirisini yapıyor. Toplumun
üst kesiminin insanlarının, çocuklarını
‘kendilerine yakışan’ bireyler olması için
üstün standartlı zevklerle yetiştirmeye
çalıştığını göstererek burjuva toplumuna da
sert bir tokat atıyor. Erika nın aslında hiç de
masum biri olmadığının bu bölümde
ipuçları veriliyor. İlk cinsel deneyimini kendisiyle yasayan, kendi hayatının eksik noktalarını öğrencilerinde tam bir şekilde
görünce onları nedensiz yere aşağılayan bir
kaybeden aslında Erika. Filmin ilerleyen
bölümlerinde Walter’ın zor durumdaki bir
öğrencisine yardım ettiği zaman verdiği
tepki de bu açıdan pek şaşırtıcı değil. Erika,
tek suçu Walter’ın yaptığı sakalara gülmek
olan, ailesinin baskısıyla başka bir alanda
yeteneği olmadığı için konservatuarda okutulan hassas bir kız öğrencisinin cebine cam
kırıkları koyarak hayattan intikam almaya
çalışıyor. Bu noktadan sonra Erika’nın
Walter le ilişkisi de yeni bir cinsellik boyutu
kazanıyor. Erika başlarda Walter’la olan
ilişkilerinin cinsel yönünü sanki çok iyi
bildiği bir eylemmiş gibi –örneğin
Schuman’ın eserlerini çalmak- duygu
açısından yoksun bir biçimde yönlendirmeye çalışıyor. Zaman geçtikçe Erika bundan
vazgeçip belki hayatında ilk defa kendini
kadın gibi hissediyor ve Walter’a ruhunun
en gizli yerlerindeki fantezilerini sunuyor.
Bizim çağımızda cinselliğin önceki yüzyıllardan çok daha farklı yüzleriyle yaşandığı
7
“Üniversite öğrencisi yaratıcılık
becerilerini okulda geliştirmelidir.”
su götürmez bir gerçek. Son AFM bağımsız
filmler festivalinde izleyici karsısında çıkan
No Body is Perfect(Sibilla,2006) filmi- cinsel
zevk duymak için bütün parmaklarının
yarısını keserek kopartan karakterler, sırtlarındaki halkalardan tavanlara asılarak
cinsel zevk duyanlar, vb- günümüzde cinselliğin dünyanın bambaşka coğrafyalarında artık ne kadar uç noktalarda algılandığını ve yaşandığını çarpıcı bir biçimde
gösteriyordu.
Erika’da da bastırılmış cinsel dürtüler
kendini mazoşist bir fanteziyle dışa vuruyor. Erika – o kültürlü, herkesin saygı duyduğu profesör- bir anda cinsel kapasite yoksunu bir ucube gibi istekler sunmaya başlıyor. Bu noktada hem Walter ın kafasında
kurmak istediği ilişki sekteye uğruyor hem
de Erika aslında hiçbir zaman istediği gibi
bir hayat olmayacağını anlamaya başlıyor
ve artık toplumun kendine biçtiği, kendi
özsaygısının da temelini oluşturan kılıftan
sıyrılarak hiçbir şeyi umursamadan
Walter’a sahip olmaya çalışıyor. Babası ya
da Adorno’nun tarif ettiği gibi delirmekle
delirmemek arasında artık. Walter ona istediği fanteziyi vermek için geri döndüğünde
ise yasadığı, dingin hayatının en ağır
tecrübesi oluyor. Erica’nın hayatta artık
teselli bulabileceği hiçbir şey yok. Ama o
yine de (belki de delirmemek yani hayatta
yaşamanın tek yolunun bu olduğunu bilinçaltıyla sezip) bir şeyler umma peşinde.
Hayatını akılcılığa adamış gözüken karakter filmin finalinde artık aklının açıklayamayacağı biçimde ‘o’ nun gelmesini bekliyor. Beklediğinin aslında Walter
olmadığını, aslında kimsenin olmadığını,
her insanın hayatında bir şeylerin her
zaman eksik kalacağını ilk defa tecrübe
etmiş gibi gözüken Erica’nın hayatın bu
temel kuralına karsı gösterdiği boyun eğiş
biçimi filmi izleyen kimsenin unutamayacağı türden. Bu sahnede Erica’nın beklenti
içindeki gözleri, beklentisi gerçekleşmediğinde ilk defa hayatın gerçek
yüzünü görüyor. Walter’la birlikte kaybolan hayatına bakıyor Erica. Son sahnede
ise Erica’nın artık yok olduğunu görüyoruz.
Bitmiştir, hayat sadece akılla kavranamayacak kadar karmaşık, cinsellik porno filmlerden öğrenilemeyecek kadar çok boyutludur
ve bu gerçeklerle yasabilmek için hayatın
içinde olmak gerekir. Erica bu gerçeği
gördüğüne kapıyı(iç dünyasını) diğer
insanların yüzüne son kez kapatır ve yalnız
başına yürümeye başlar.
İyi bir filmden ne bekleriz? Bizi etkilemesini, kendi dünyasına almasını, bittikten sonra etkisinin hiç bitmeyecek gibi
sürmesini. Her izleyende derinden izler
bırakabilecek Piyanist, Haneke’nin çok
sevdiği sakin ve gerilimli uzun planları, her
ayrıntısı özenler doldurulmuş kadrajları ve
çarpıcı kurgusuyla size asla unutamayacağınız bir tecrübeye davet ediyor. Bu
tecrübe yasadığımız hayatı daha da anlamlı
kılmaya kesinlikle yardımcı olacaktır.
Prof. Dr. Erkin Nasuf’la
geçtiğimiz sayıda
yaratıcılık, farklılık,
girişimcilik ve yenilikçilikle
ilgili bir söyleşi yapmıştık.
Bu söyleşinin ikinci kısmı
olarak hazırladığımız bu
yazıda, yaratıcılık ve
yenilikçiliğin önemini,
eğitim ve öğretimde
yaratıcılık ve yenilikçiliğin
nasıl teşvik edileceğini ve
İTÜ’nün bu konudaki
çalışmalarından bahsettik.
rof. Nasuf, bir ülkenin yenilikçi
olması için şu politikaları izlemesi
gerektiğini söylüyor: Gerekli insan kaynağını oluşturacak öğretim ve eğitim
politikaları; bürokrasiyi azaltan düzenleyici politikalar; küçük firmalara sermaye akışını kolaylaştıran finansman
politikaları ve mali politikalar; bilgi
akışını kolaylaştırıcı yayın politikaları ve
teknolojinin uluslararası bazda daha çok
yayılmasını sağlayıcı yabancı yatırım
politikaları.
P
Yükseköğretimde ve mühendislik
eğitiminde yenilikçilik ve yaratıcılığı
teşvik etmek için yapılması gerekenler
konusunda şunları söylüyor Prof. Dr.
Erkin Nasuf:
- Bu konu ile ilgili eğitim ve öğretim
politikalarının öneminin altını özellikle
çizmek gerekir. Yenilikçilik, merak eden;
merak ettiğini hiçbir dogmaya bağlı
kalmaksızın sorgulayan; üretmekte ve
yeni birşey yaratmakta iddialı bir
toplum dokusu gerektirmektedir. Bu
nedenle, çocuklarımıza bu kültürü
aşılayabilmek için, eğitim ve öğretim sistemimizi yeniden yapılandırmak zorundayız. Dünya sürekli değiştiği için
yaratıcılığa, keşifçiliğe ve adapte olmaya
ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi Mühendislik bilim dalı
Prof. Dr. Erkin Nasuf
bilimsel ilkelerin yaratıcı uygulamalarıdır. Şu anda toplumumuzun
karşılaştığı en zorlu problemleri çözecek
olanlar yine mühendislerdir ve bunu
yapmak için geleneksel yollar yeterli
olmadığından yaratıcılık giderek önem
kazanmaktadır. Mühendislik temel
olarak matematik, fizik, elektronik ve
teknolojik uygulamalara dayansa da
fiziksel dünyamızı yaratan mühendisler,
bu bilim dallarını nesneler ve sistemler
üretmek için kullanırlar. Bu aşamada
teknik beceri ve disiplinin yanı sıra
yaratıcılık, farkı yaratacak olan unsurdur. Mühendislerin ürettiği çözümlerin
uygulanabilir ve geçerli olması uygulanacak olan yaratıcılığı kısıtlar.
Mühendislikte kullanılan yaratıcılığın
bir boyutu bir şeyin kullanımının farklı
alanlara yaygınlaştırmaktır.
Mühendislikteki yaratıcılığın diğer
bir unsurun çıkabilecek sorunların ve
aksaklıkların hayal edilebilmesi ve buna
önlem alabilmektir. Maliyet, fayda,
güvenlik, kalite, çevresel faktörler ve
görünüm gibi bir çok şeyi dengeleyebilmekte ayrı bir beceridir. Bir mühendis
aynı zamanda kendi alanındaki insanlarla iletişim kurarken ve çalıştığı insanları
motive ederken de yaratıcılık sergileyebilir.
Üniversite çağındaki bir öğrenci
yaratıcılık becerilerini kullanamıyorsa
bunu eğitim döneminden sonra atıldığı
iş hayatından sonra öğrenmesi olası
değildir. Bu aşamada yaratıcılık öğrenilebilecek bir yetenek midir sorusu gündeme gelmektedir. Mühendislik eğitiminde hocalarımızn bilgi verdiği ve
genelde kontrolü ellerinde tuttukları bir
model uygulanmıştır. Ders programları
yaratıcılığa imkan tanımayacak bir
düzendedir. Ancak öğrencilerin
yaratıcılıklarının devreye gireceği
durumlar yaratmak yine hocalarımızın
elindedir.
Erkin Nasuf, mühendislik eğitiminde
öğrencilere rekabet ortamının oluşturulmasının yaratıcılığı arttıracağını belirtiyor. Bu kapsamda mühendislik yapısı
makine veya yeni bir ürünün tasarlanması; tek bir çözümle kısıtlı olmayan
problemlerle çalışılması; bilinmeyenin
araştırılması; bağımsız proje çalışmaları;
takım çalışmaları; gerçek becerilerin kullanılabileceği alıştırma süreçlerinin oluşturulması; keşfe dayalı öğrenim yapılması ve öğrencilere kendi kararları için
sorumluluk verilmesi yaratıcılığı teşvik
ediyor.
Yenilikçilik ve yaratıcılık anlamında İTÜ’nün yaptığı çalışmaları da
şöyle özetliyor Prof. Nasuf:
Yatay geçiş ve çift anadal programları, burslar aracılığıyla maddi sorunların en aza indirilmesi, çok disiplinli
çalışmalara teşvik, Erasmus programı ile
Avrupa’da eğitim olanakları, 340’ın
üzerinde laboratuvar olanağı, uzaktan
eğitim ile dünyanın herhangi bir
yerinden eşzamanlı ders görebilme, ders
içeriklerindeki tasarım projeleri, takım
çalışması teşvikleri, projelerini Arı
Teknokent aracılığı ile hayata geçirebilme şansı, bilim toplum parkları,
öğrencileri sosyal olarak geliştiren
merkezler, kulüpler....
Aikido, sporunun ötesinde bir felsefedir
Harmoni ve Enerji: AİKİDO
isiplin, savaş, sanat, spor,
felsefe, harmoni, enerji... Pek
çok kavramı içeren bir savaş
sanatı: Aikido. Japon kültüründen gelen Aikido, savaşlara karşı
doğayı ve tüm varlıkları korumaya yönelik evrenle bir bütün
olma sanatı olarak tanımlanıyor.
Aikido, kendini savunmanın ve
taktik bilimi olmanın ötesinde
bireyin uyumlu bir insan olarak
ortaya çıkabilmesi için ruhu
mükemmelleştirmenin, vücudu
ve aklı güçlendirmenin, fiziksel
ve zihinsel gücü birleştirmenin
yoludur. Aikido’yu İTÜ’de
tanıtıp
yaygınlaştırmayı
amaçlayan İTÜ Aikido Kulübü,
uzun yıllardır Aikido konusunda
eğitimler veriyor, gösteriler
düzenliyor. İTÜ Aikido Kulübü,
uzun yıllardan beri İTÜ’de
Aikido kültürünü oluşturmuş ve
bu geleneğini sürekli geliştirerek
yoluna devam etmektedir.
Kurulduğundan bu yana İTÜ
Aikido Kulübü büyük ilgi görmüş ve Türkiye’de Aikido’nun
yaygınlaşmasına önemli katkılarda bulunmuştur. İTÜ Aikido
Kulübü, Türkiye’ye 1983 yılında
gelen Aikido savaş sanatını
üniversite çapında çok üst
D
seviyelere çıkarmıştır. Öyle ki
Türkiye’deki arama sonuçlarına
göre en çok ziyaret edilen Aikido
sayfası olmuş kulübün sayfası.
Aikidoyu diğer savaş sanatlarından ayıran önemli bir fark
da yaşamı düzene sokmak, okul
veya iş hayatında başarılı olmak,
zinde bir kafaya sahip olmak gibi
özellikleridir. Genel anlamda
Aikido bir yaşam biçimidir
denilebilir.
AİKİDO’da İTÜ’lüye avantaj
Aikido’yu öğrenmek isteyen
İTÜ’lüler çok avantajlı. İTÜ
Aikido Kulübü, AikiMode işbirliği ile eğitim programları hazırlıyor ve İTÜ’lüler bu eğitimlerden %70 indirimle yararlanıyor.
İTÜ içerisinde İMKB Öğrenci
Sitesi (Vadi Yurdu) Spor
Salonu’nda yapılıyor eğitimler.
Bununla birlikte Aikimode’un
eğitim yerlerinde de yine İTÜ
özel indirimi ile eğitim alabiliyorsunuz.
Daha ayrıntılı bilgi için
www.aikido.itu.edu.tr
ve
www.aikimode.com adreslerine
bir göz atın.
8
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
13
fotoğraf çekmek
M. Cansın Özden
Çektiğiniz bir fotoğraf sanatsal bir
fotoğraf da olsa, bir anı fotoğrafı da olsa, bir
dokümantasyon fotoğrafı da olsa dikkat
etmeniz gereken bazı hususlar vardır.
Eğer makinanız bir kompakt makina ise
size sadece konuyu vizörünüzde kadrajın
istediğiniz yerine yerleştirip deklanşöre
basmak kalsa bile belli bir ustalık ister.
Nasıl bir açıdan, konuya ne uzaklıktan ve
ışığı hangi konumdan alırsanız daha estetik
bir fotoğraf çekmiş olursunuz bunu tecrübe
etmeniz lazımdır.
Işığı Fotoğraf Üzerinde Üç Değişkenle
Kontrol Ederiz...
Manuel ayar yapmanız icabeden
rangefinder tipi ya da slr (single lens
refleks) makinalarda ise işler biraz daha
karmaşıklaşır. Işığı kontrol etmelisinizdir
artık. Işığı fotoğraf üzerinde 3 değişken ile
kontrol edersiniz. Birincisi analog bir makinada hızlı şekilde kontrol edemeyeceğiniz
(mamiya vb. bazı profesyonel makinalar iki
farklı filmin takılmasına izin verirler) film
ISO'sudur. ISO filmin ışığa duyarlılığını
gösteren bir parametredir. (amerikan standartlarında "asa" alman normunda "din"
olarak anılır. ISO ve asa'da sayılar aynıdır
ancak din'in kendine göre bir düzeni
vardır. 100 asa yaklaşık 21DIN'dir gibi..)
Sayı küçüldükçe duyarlılık azalır, sayı
büyüdükçe duyarlılık artar.
İkinci özelliğimiz, makina üzerinde 45.6-8-11-16-22 gibi sayılarla ifade edilen
diyafram açıklığıdır. Sayı büyüdükçe
diyafram çapı küçülür. Diyafram çapı
küçüldükçe de filminiz üzerine yansıyan
ışık azalır. Genellikle göz bebeğine benzetilir. Göz bebeğinin çok ışıkta, göze fazla
ışık girdiği için küçülmesi ve az ışıkta, ışığı
toplamak için büyümesi gibi.. Diyafram
aynı zamanda fotoğrafın netlik aralığını da
belirleyen bir özelliktir. Yüksek diyafram
numaralarında, tıpkı bir nesneyi net görebilmek için gözlerimizi kıstığımız gibi..
Netlik aralığı fazla, düşük diyafram
numaralarında azdır. Düşük diyafram
değeri (yani geniş diyafram açıklığı),
fotoğraftaki ilginin çekilmek
istendiği konuyu netlemek ve
diğer kısımları flulaştırmak için
sıkça kullanılan yöntemdir.
Üçüncü değişkenimiz ise
enstantanedir. Bu da makina
üzerinde b-30-60-125-250-5001000 gibi sayılarla ifade edilir.
Enstantane, perdenin açık kalma
süresidir. Vermek istenilen
etkiye göre çeşitli değerler kullanılabileceği gibi bazen de yüksek değerler kullanmak bir
zorunluluk halini alır. Örneğin
sevinmiş ve havaya zıplamış bir
çocuğu havada donuk çekmek
istiyorsunuz bu durumda
örneğin 500 enstantane kullanmalısınızdır. Bu, perdenin, siz
deklanşöre bastıktan sonra
saniyenin 500'de biri kadar bir
süre açık kalmasını sağlayacaktır. Ya da örneğin yürümekte
olan bir yayanın adımlarını
zamanda adeta akıyormuş gibi pozlamak
istiyorsunuz o zaman 30 ya da daha küçük
bir enstantane kullanmalısınıdır. Bazen de
enstantane bir zorunluluktur dedik. Ona
örnek olarak da tripodunuz ( makinanızı
sabitleyeceğiniz üçayağınız ) olmadan bir
çekim yapmak zorundasınızdır ve elinizde
kocaman bir teleobjektif vardır. Bu durumda 250'den daha küçük bir enstantane
değerinde isteğiniz dışında makinayı
titretecek ve görüntünün bulanık çıkmasına neden olacaksınızdır. Bunun gibi, tripod
kullanarak çok az ışıkta çekeceğiniz
Korsan Balıkçı
Makine: Zeiss-Ikon Contina,
Enstantane 1/60,
Diyafram f/4,
ISO: 100,
Film: Fujichrome Provia
Kadıköy Balıkçılar Çarşısı’nda çektiğim bu balıkçı
portresi, balıkçının ilginç
görünüşü, canlı renkleri ve
tezgahlardaki balıkların
oluşturduğu parlak bir çember içinde dikkat çekici bir
hal almıştı. Kullandığım
diapozitif filmin kontrastlı
sonuçlar veren bir modelden
olması da renkleri daha da
canlı göstermişti.
fotoğraflarda da bu sefer enstantane
değerini B (bulb)'ye getirmelisinizdir. B,
sizin eliniz deklanşörden kalkana kadar
perdeyi açık tutma özelliğidir. Tabii elinizde 1 saniye kadar pozladığınız bir
konunun, cerrah değilseniz, elinizin
titremesinden ötürü bulanık çıkmaması bir
şans olacaktır. Bu durumlar için uzatma
deklanşör adı verilen bir aparattan yardım
almak icap eder.
Işığın Şiddetini Ölçmek İçin Pozometre
Kullanılır...
Şimdi fotoğraf filmimizin üstüne gelen
ışığı hangi değişkenlerle kontrol edebileceğimizi biliyoruz ama başka bir
sorunumuz var... Işığın hangi şiddette
olduğunu bilmiyoruz... Bu iş için de
pozometreler kullanılır. Pozometre, içinde
ışıkla temas edince elektrik üreten maddeler bulunduran bir cihazdır. Şimdi kullanılan pahalı dijital pozometrelerden önce
mekanik pozometreler kullanılırdı. Bu
pozometrenin üzerinde, bir sürü karmaşık
sayılar ve bir ibre olurdu. Bu ibre genellikle 1'den başlayıp 10lu sayılara çıkan değerler üzerinde ışık şiddetine göre saat
yönünde hareket ederdi. Çekmek istediğiniz konunun üzerine tuttuğunuzda
okuduğunuz değer, konu üzerine gelen
ışığın şiddetini verirdi ve pozometre
üzerindeki daireleri döndürerek oku bu
şiddete getirdiğinizde belirli bir ISO değeri
için kullanabileceğiniz enstantane ve
diyafram değerlerini okuyabilirdiniz.
ISO, diyafram ve enstantane.. Bu üç
değişkenin birbirini nasıl etkilediğine bir
göz atalım biraz da.. Diyelim ki makinamızda 200 ISO’luk bir film takılı ve
pozometremizden ilk gözümüze çarpan
değerler 8 diyafram ve 250 enstantane.. Bu
demek olur ki, aynı ışık kondisyonunda 5.6
diyafram ile 250'den bir büyük enstantane
değeri olan 500ü kullanabilirim ya da
yukarıda değindiğim gibi netlik aralığı
geniş olan bir poz çekmek istiyorum ve 11
diyafram uygun buluyorum bu durumda
125 enstantane ile aynı ışık özelliklerinde
bir poz çekebilirim. Bunun gibi, başka bir
makinamda da 100 ISO’luk bir film takılı
diyelim. O zaman 200 asa için okuduğum
değerlerden birini bir durak geri çekmem
gerekecektir. Ya 8 diyafram 250 enstantane
yerine 8 diyafram 125 enstantane ya da 5.6
diyafram 250 enstantane kullanmak zorundayızdır. İşte böyle ISO, enstantane ya da
diyaframdaki her bir durak bir başkasının
bir durağı ile eşit aralıkta ışık etkisine
sahiptir, birini bir durak açıp diğerini bir
durak kısmanın fotoğraf üzerine ışıkla
oynamada etkisi aynıdır.
Pozometreden okuduğunuz değerleri
ise yorumlamak, bize düşer. Nasıl bir
teknik altyapı ile fotoğrafı çekeceğinizden,
ona yüklemek istediğiniz anlama, duyguya
göre...
Kompozisyon ışık kadar önemli bir
başka konudur. Kadrajda konuyu farklı
şekillerde yerleştirerek çok farklı etkiler
yaratabilirsiniz. Örneğin düz bir yolda soldan sağa yürüyen bir adamı yandan çektiğimizi düşünelim. Adamı kadrajın sağına, yerleştirmemiz onun çok yol kat ettiği
ve yolun sonuna geldiği izlenimini
yaratırken soluna yerleştirmemiz adamın
daha yolun başında olduğu etkisini verir...
Bazıları için meslek, bazıları için hobi ve
bazıları için sadece anıları ölümsüzleştirmenin bir yoludur fotoğraf.. Ama ne
amaçla çekiyor olursak olalım bizden
başkasının da baktığında aktarmak istediğimiz duyguyu anlamasını istiyorsak,
uymamız gereken, yaratıcılığımızı
denetleyen bazı kuralları vardır
fotoğrafın...
on-line veri tabanlarına erişim imkanı
sunuyor. Kütüphane dahilinde, yüksek
kaliteli müzik dinleme istasyonları ve
elektronik katalog taraması, internet
araştırması ve “multimedia” kullanımı
amaçlı çok sayıda bilgisayar bulunuyor.
Kütüphanedeki koleksiyonun konu
dağılımı MIAM’da eğitimi verilen tüm
alanları içeriyor. Çoğunluğu İngilizce
olan kitap koleksiyonunda bazı tek
nüsha nadir eserler ve önemli referans
kaynakları dikkat çekerken, nota koleksiyonu ise, standart repertuar eserlerinin
yanısıra ülkemizde zor bulunan erken
dönem müziği ve 20.yy. avangard müzik
eserlerinin notaları ile öne çıkıyor. CD
koleksiyonu, Batı Müziği’nin çeşitli
dönemlerini kapsayan ana gövdesinin
yanısıra Türk, Dünya ve Popüler müzikleri içeren yan dalları ile geniş bir yelpazeye yayılıyor. DVD koleksiyonunda ise
ana odak operalar veya klasik müzik
konserlerinin video kayıtları olmakla
birlikte, pop ve rock sanatçılarının videoları ve müziği ile öne çıkan sinema filmleri de bulunuyor.
MİAM Ses Kayıt Stüdyoları
MİAM Ses Kayıt Stüdyoları, MİAM
Ses Mühendisliği ve Tasarımı (SED Sound engineering and Design) bölümü
öğrencileri için MİAM’ın en önemli
kısmı. Stüdyo kurulduğu 2000 yılından
bu yana hem ticari hem de akademik
kayıtlar için kullanılıyor; bu sayede SED
öğrencilerinin gerçek müzik endüstrisi
kayıtlarında çalışarak deneyim kazanması sağlanıyor. Yeni mevzuata uyum
süreci kapsamında ticari kayıtlarına kısa
bir süreliğine ara vermiş bulunan stüdyoda akademik kayıtlar halen tüm hızıy-
la devam ediyor. Stüdyonun teknik
donanımı ise, mikrofonlardan preamplifikatörlere, ‘converter’lardan ‘outboard’
birimlerine kadar endüstrinin en yüksek
standardında oluşturulmuş. Stüdyonun
kalbi niteliğindeki ProTools HD sistemi,
HD core ve beş adet HD Process kartı
eklenerek devasa oranda DSP (Dijital
Sinyal İşleme) gücüne kavuşturulmuş.
Bu sayede 128 adet ses kanalının yüksek
kaliteli eşzamanlı kullanımı ve 192 kHz’e
varan kalitede örnekleme sıklığı (sampling rate) ile çalışma imkanı elde ediliyor. 34 m2’lik kontrol odası ise çok geniş
alanda tam doğru dinleme sağlayacak
şekilde tasarlanmış, çoklu dinleme sistemine sahip bir çalışma mekanı sunuyor.
Canlı kayıt odası ise 79 m2 alanı ve 6m
tavan yüksekliği ile davul setinden klasik senfoni orkestrasına kadar çeşitli
ölçeklerde akustik kayıtlar için ideal
nitelikte “sıcak ve açık” bir tınıya sahip.
Ana canlı kayıt odası, biri vokal kaydı,
diğeri geniş oda orkestrası için iki kola
sahip. Stüdyoda bulunan Hamburg
Steinway Model D büyük konser piyanosu ise ülkemizde eşine nadir rastlanan
bir enstrüman olup caz ve klasik müzik
kayıtları için biçilmiş kaftan.
MİAM Etkinlikleri
MİAM düzenlediği konser ve etkinliklerle de geniş ilgi topluyor. Birçok
MİAM
konseri
İTÜ
Maçka
Kampüsü’ndeki 500 seyirci kapasiteli ve
büyük konser piyanolu Mustafa Kemal
Salonu’nda gerçekleştirilirken, bazı resitaller ve dinletiler de MİAM’ın kendi
bünyesindeki 50 seyirci kapasiteli ve
akustik düzenlemeye sahip MİAM
Resital Salonu’nda düzenleniyor.
Akademik yıl boyu devam eden
MIAMsunar etkinlikleri MİAM etkinliklerinin ana omurgası olarak nitelenebilir.
İş Bankası sponsorluğu ile verilen
ücretsiz kültür hizmeti niteliğindeki
MİAMsunar etkinlikleri kapsamında
sadece geçtiğimiz akademik yıl, yerli ve
yabancı birçok sanatçının katılımıyla tam
24 konser, 11 ustalık sınıfı, 7 seminerin
yanısıra bir de enstrüman yarışması gerçekleştirildi. Bunun yanısıra artık gelenekselleşmeye başlayan ve bu sene İTÜ
Geliştirme Vakfı sponsorluğuyla üçüncüsü gerçekleştirilen Divertimento
Festivali kapsamında MİAM, çeşitli
müzik dallarının önemli isimlerini klasik
müzik sanatçıları ile aynı sahnede buluşturuyor. Divertimento Festivali’nde geçtiğimiz yıllarda sahne alan sanatçılar arasında Cihat Aşkın, Kamran İnce,
Mehmet Okonşar, Borromeo Yaylı
Dörtlüsü, Arif Sağ, Sabahat Akkiraz,
Erkan Oğur, Burhan Öcal, Kani Karaca
gibi isimler bulunuyor. Batı müziğinin
öncü akımlarından spektral müzik üzerine dünyadaki ilk uluslararası konferans
olma niteliği taşıyan 1. Uluslararası
Spektral Müzik Konferansı, ABD,
İngiltere, Fransa, Romanya ve
Türkiye’den önemli sanatçı ve akademisyenlerin katılımı ile yine MİAM tarafından 2003 yılında gerçekleştirildi.
MİAM’ın aynı zamanda İstanbul 2010
Avrupa’nın Kültür Başkenti kapsamında kabul edilmiş ve hazırlıkları devam
eden “MİAM Elektro-Akustik Müzik
Platformu”, “MİAM Film Müziği
Projesi”, “MİAM Etnomüzikoloji
Projesi” ve “MİAM Çağdaş Müzik
Projesi” adlı dört büyük projesi bulunuyor.
Back Home
Makine:Nikon D200
Enstantane: 1/160,
Diyafram: f/4
ISO: 400
Beyoğlu’nda çektiğim bu fotoğraf için tam bir
günümüzü vermiştik. Gezerken rastladığımız
bu ilginç bina bizi çok heyecanlandırmıştı ve
derhal elbise kiralayabileceğimiz bir yer bulduk. Yüzlerce elbise arasından kafamızdaki
fotoğrafa en çok uyanı seçtik ve terzide
gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra modelim elbiseyi giydi ve tekrar binanın önüne
geldik ve fotoğrafı çektik. Binanın kırılmış
camları ve boyası dökülmüş hoş bir doku
etkisi veren duvarları zarif modelimle tezat
oluşturmuştu. Aklımızda bir felaketin ardından evini gören ve şaşkınlığına yenik düşen
birini canladırmak vardı.
www.miam.itu.edu.tr
12
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
Müziğin laboratuvarı:
MİAM
TÜ Maçka Yerleşkesi
Yabancı Diller
Yüksekokulu binasının
üçüncü katından ‘yeni binyıl’ın başından bu yana gün
boyu müzik sesleri yükseliyor. Bu seslerin kaynağı
olan ve genç sanatçıların
yetenek, beceri ve heyecanlarına akademik bir olgunluk ve bilinç ekleyerek seslerini dünyaya duyurmak
için geldikleri yerin adı ise,
Dr. Erol Üçer Müzik İleri
Araştırmalar Merkezi,
veya kısaca MİAM.
İ
MİAM, 1999 yılında dönemin İTÜ
Rektörü Prof. Dr. Gülsün Sağlamer’in
başını çektiği bir proje olarak, İTÜ mezunu ve Gama İnşaat Yönetim Kurulu
Başkanı Dr. Erol Üçer’in cömert bağışları ile, iki eş-başkan, Türk keman okulunun önemli ismi keman sanatçısı Prof.
Dr. Cihat Aşkın ve eserleri dünya çapında tanınan besteci Prof. Dr. Kamran
İnce’nin yönetiminde kuruldu. Modern
standartlarda lisansüstü müzik eğitimi
vermek, çağdaş eğitim metotları kullanmak ve müzik mirasını gelecek kuşaklara aktarmayı kendisine misyon edinen
MİAM’da dünyanın önde gelen müzik
okullarında bulunabilecek nitelikte ve
müziğin çeşitli dallarında yüksek lisans
ve doktora eğitimi veriliyor. MİAM’da,
her biri kendi uzmanlık alanında tanınan
Türk ve yabancı kökenli değerli isimlerden oluşan seçkin bir eğitimci kadrosu;
Kompozisyon (bestecilik), Performans
(Piyano, Keman, Viyola, Çello, Flüt,
Gitar, Perküsyon), Tarihsel Müzikoloji
Prof. Dr. Cihat Aşkın
MİAM – DR. EROL ÜÇER
MÜZİK İLERİ
ARAŞTIRMALAR
MERKEZİ
ve Etnomüzikoloji gibi dalların yanısıra,
ülkemizde ilk kez MİAM tarafından akademik seviyede eğitimi verilmeye başlanan Ses Mühendisliği ve Tasarımı,
Müzik İşletmeciliği gibi alanlarda da
öğrencilere yüksek seviyede eğitim
sunuyor. MİAM aynı zamanda, geniş bir
kitap-nota-cd koleksiyonuna sahip
modern bir müzik kütüphanesi ve
Türkiye’nin en modern donanımlı ses
kayıt stüdyolarından biri olan MİAM Ses
Kayıt Stüdyoları başta olmak üzere birçok önemli birimi bünyesinde barındırıyor.
MİAM ders programında eğitim verilen alanların temel derslerinin yanısıra,
Antik Dönem Müziği, Eski Avrupa
Müziği (rönesans öncesi dönemin elyazmaları ve nota sistemi), 20.yy. Müziği
(tonal dönem sonrası müzik), Avangard
Müziğe Etnomüzikolojik Bakış Açısı,
Pasifik Bölgesi Halk Müzikleri,
Bibliyografi Teknikleri gibi ülkemizde
üzerine sınırlı çalışma bulunan konular
ve Prodüksiyon Analizi, Miks ve
Mastering Teknikleri, Dijital Ortamda
Görsel İşleme Teknikleri gibi teknolojik
altyapı kullanımına dayanan başlıklar
yer alıyor. MİAM’da uygulamalı eğitime
önem verilmesi, özellikle Ses
Mühendisliği ve Tasarımı gibi uygulama
altyapısı büyük yatırım gerektiren alan
öğrencileri için hazine değeri taşıyor. Bu
bölümün öğrencileri Türkiye’nin en
modern donanımlı stüdyolarından biri
olan MİAM Ses Kayıt Stüdyosu’nda gerçek kayıt ortamında çalışarak eğitimlerini tamamlıyorlar. Bunun yanısıra, performans öğrencilerine hizmet veren çok
sayıda piyanolu prova odası, perküsyon
bölümü için ksilofon, vibrafon, timpani,
bongo, üçgen ve orkestral tom tomlar
gibi vurmalı sazlarla donatılmış
Perküsyon Laboratuvarı, bestecilik bölümü öğrencileri için bilgisayar ortamında
profesyonel nota yazımı ve baskısı imkanı sunan Notasyon Laboratuvarı
MİAM’da öğrencilere sunulan uygulamalı
çalışma
ortamlarından.
Disiplinlerarası eğitimi öne çıkaran bir
yaklaşımla hazırlanan programda,
öğrencilerin ilk yarıyıllarında MİAM’da
eğitimi verilen tüm belli başlı alanların
temel kavramlarını içeren birer dersini
alarak kendi uzmanlık alanları dışında
da genel bilgiye sahip olmaları sağlanıyor. Doktora programı ise, halen uzmanlık alanlarını içermekle beraber, her alandan ders almaya açık tamamen disiplinlerarası bir programa sahip. Doktora
programı sonunda öğrenciler, ülkemizdeki konservatuarlardan farklı olarak,
doktora tezi niteliğinde bir çalışma sergileyerek PhD’lerini tamamlıyor ve
“Doktor” ünvanı kazanıyorlar.
MİAM Dr. Erol Üçer Müzik
Kütüphanesi
MİAM bünyesinde bulunan ve ismini
kütüphanenin ilk kuruluşunu mümkün
kılan önemli bağışına binaen Dr. Erol
Üçer’den alan Müzik Kütüphanesi, açıldığı Mayıs 2000’den bu yana ülkemizin
en kapsamlı müzik kütüphanelerinden
biri. Aynı zamanda İTÜ Merkez
Kütüphanesinin bir şubesi olarak İTÜ
kaynakları ile de önemli derecede desteklenen kütüphane, kullanıcılarına,
5000 kitap, 3800 CD ve DVD, 3000 müzik
notası, 70 süreli yayın aboneliği, ve
Grove Music Online, the International
Index to Music Periodicals ve JSTOR gibi
9
Başlarım ‘Photoshop’una!
Sedat Bayrak
22 Şubat 2008 / Beyoğlu – Istanbul
Karanlık bir oda…
- Anlat lan!
- “ctrl+alt’a basarak sürükleyin”
dedim. hühühü...
- Devam eet!
Czzzrr
- Iaaahhhh!.. “Shifte bastığınızda
da 45 derecelik tutunmalar gerçekleştirrr”
- Cevap?!
- Öylece baktılar. Hiçbirşey söylemed...
Çlok
- Hoşgeldiniz amirim.
- Nasıl gidiyor?
- Yalan söylüyor şerefsiz.
- hühühü doğru söylüyorum...
- Kes laan!
Çaaat
- Hühühü…
- Ben bilirim onu konuşturmasını…
Tutuklu!. Buraya gel...
…
- Şimdi baştan sakin sakin anlat.
- En baştan mı?
- Evet, en başından... Kimdi onlar?
- Maslaktakiler... Mühendisler...
Taşkışla’dan biraz farklıydılar.
Mimarlar -aldıkları formasyon
gereği- Photoshop’u sık sık kullanmak durumunda kalıyorlardı.
Buna rağmen birçoğu, “iyi kullanmak”tan pek bir uzaktılar.
Peki, bölümlerindeki eğitimde
Photoshop’un yeri olmayanlar ne
yapsınlar diye düşündüm…
Aynen şunları söyledim:
Özellikle siz mühendisler, Photoshop’u
neden kullanmak istediğinize iyi karar vermelisiniz. Dijital makinemle çektiğim
fotoğrafların kadrajını değiştireyim bir de
kırmızı gözleri kaldırayım diyorsanız ihtiyacınız farklı; tasarım yapıp kitleleri kendime hayran bırakayım, kızlar kuyruk olsun,
aralarından uzun boylu, esmer ve yeşil
gözlü olanları seçeyim diyorsanız ihtiyacınız farklıdır.
Ama bunların ötesinde aslolan, unutmamanız gereken çok önemli bir şey vardır.
Photoshop sadece bir araçtır. Önemli olan
sizin yapacağınız, ortaya çıkaracağınız
tasarımdır. Eskiz kağıdınızda veya kafanızda olandır. -Photoshop’u hiç bilmeyen biri
çok iyi bir tasarımcı, Photoshop’u ayağıyla
bile kullanan biri de, berbat bir tasarımcı
olabilir.Neler yapmak istediğinize karar verin
ve bu konuda tutorial’lar, eğitimlerler veya
bilenlerden yardım alarak “işe koyulun”.
Mimarlık fakültesinde verdiğim eğitim
veya seminerlerde sıkça aldığım bir soruydu: “Photoshop’u nasıl öğreneceğim?”.
Yanıtım da genellikle şu şekilde oluyordu. “Zor.”
Bunu
söylemekteki
gerekçem
Photoshop’ın çok karmaşık olması veya
konuyla ilgili kaynak yetersizliği değil.
Sebep; Photoshop öğrenmek için bir grafikerde olduğu kadar zorunlulukların
bulunmamasıydı.
Mühendislik
Fakültelerindeyse iş daha da zor. Bu yüzden 4.Levent’i geçtikten sonra İstinye’ye
kadar Photoshop bilenlerin sayısı oldukça
az.
Örneğin, bir grafik tasarımcısı için
Photoshop, -olmazsa olmaz- bir programdır. Onlar için eser Photoshop’tan çıkan
çalışmadır. Oysa mühendisler belki bir-iki
sunumlarında kullanacaklardır. Bir de
daha önce söylediğim fotoğraf çalışmaları
vs.
Ama mesleğinizin Photoshop’la sıcak
ilişkide olmaması bilenlerin, sahip olduğu
ayrıcalıkları da artırmaktadır.
Bu yüzden bence Photoshop’ı öğrenmeye önem verilmelidir. Antremanlar yapılmalıdır. Photoshop bir hobi haline getirilmelidir. Yoksa sunumdan sunuma ancak
kısa yöntemler öğrenilir, bir dahaki teslimde tüm bilinenler unutulmuş şekilde ekrana bakılır, Photoshop bilen arkadaşlar
geceleri taciz edilir.
Hobi haline getirmekse üniversite
yaşantısında, sektörde olduğundan çok
daha kolaydır. Kulüp etkinlikleri, websiteleri, fotoğraf atolyeleri, sinema gösterimleri, festivaller ve tüm bunların tanıtım görselleri, kimlik çalışmaları, yaka kartları derken, kendinizi bir Photoshop operatörü
olarak bulabilirsiniz. Bu tip sorumlulukları
üstlenerek, kendinizi Photoshop programını çok geniş alanlarda kullanmaya zorlayabilirsiniz.
Ancak şunu özellikle belirtmek isterim.
Photoshop üniversite yıllarında öğrenilemez ise, o dört seneden sonra hiçbirzaman
öğrenmeye yeterli vakit ayırılamıyor.
Bu noktada bir uyarıyı tekrar ekleme
gereği duymaktayım:
Eğer kötü bir tasarımınız varsa, o en
usta Photoshop operatörünün elinden
geçse bile yine kötüdür. Kötü gözükecektir.
Ne kadar iyi Photoshop kullanırsanız kullanın, önemli olan kafanızda yaptığınız
veya yapmış olmanız gereken tasarım kurgusudur.
Photoshop bilgisini geliştirmek, birçok
kişinin aklının bir köşesinde sürekli yatan,
ama aylardır, hatta yıllardır bir türlü yeterli vakiti ayıramadıkları bir eylem.
Photoshop kullanımını geliştirmek,
çoğu zaman yanlış yöntemler yüzünden
olduğundan da zor görünüyor. Çabucak
hevesler kırılıyor, moraller bozuluyor.
Oysa birkaç ana ilke çerçevesinde kendinizi bu konuda geliştirmek tahmin edildiği
kadar sancılı değil.
Zaten Adobe’un genel bir stratejisi; her
sürümünde programı daha kolaylaştırmak
ve tabana yaymak... Çok değil, üç-dört yıl
öncesine kadar, Photoshop yazılımı bu
kadar yaygın (ve magazinel) değilken,
(özellikle mimarlık) sektörü içerisinde
Photoshop’u biliyor olmak önemli birşeydi.
Ancak internet’in bu denli yayılımı, kaynakların artması ve programın kolaylaştırılması bilenlerin sayısını kat ve kat artırdı.
Bu durum da, Photoshop’ı iyi kullanmayı,
daha bir zorunlululuk haline getirdi.
Peki nasıl?..
Öncelikle şunları söylemek gerekiyor ki;
Photoshop, bir fotoğraf açıp üzerinde
başka başka tool’leri deneyerek, brightness-contrastı ile oynayarak, filtreleri sırayla uygulayarak öğrenilmez. Photoshop boş
bir sayfa açıp düz çizgiler çizerek, ilginç fırçalar deneyerek geliştirilmez.
Photoshop tasarım yaparak değil, aksine taklit edip, “çalıntı” yapılarak çok daha
kolay öğrenilir. Photoshop’da bir şeyi sıfırdan tasarlarken, istem dışı, sadece bildiklerinizle çalışmaya yönelirsiniz. Onun yerine
diğer çalışmaları inceleyin. Basılı yayınları,
internetteki galerileri, arkadaş çalışmalarını vs.
Dergide çıkmış bir reklamı önünüze alıp
“bunun aynısını yapacağım” dediğinizde,
yeni arayışlara girmek için kendinizi zorlamış olursunuz.
Örneğin reklamda yazı karakterlerinin
arasında geniş boşluklar vardır. Araştırır,
soruşturur bunun nasıl yapıldığını öğrenirsiniz. Fotoğraf siyah beyaz yapılıp, bir
bölümü renkli bırakılmıştır, renk ayalarını,
dengelerini öğrenirsiniz. Sizi arayışa iten
bir bahaneniz olur.
Bu yöntemle, çalışmaya ne kadar zaman
ayırır, ne kadar çok deneme yaparsanız o
kadar farklı koldan Photoshop’ı öğrenmiş
olursunuz.
Photoshop öğrenmenin önündeki bir
başka engel de, insanın öğrendiklerine
kapılması ve yapması gerekenleri sadece
öğrendikleri kapsamında uygulamaya
çalışmasıdır.
Photoshop’da bir çalışma yaparken
unutulmaması gereken çok önemli bir ilke
vardır. “Her yöntemin daha kolayı, daha
hızlısı ve daha güzeli vardır.”
Önünüzde bir saatlik bir iş varsa, hemen
işe bodoslama yumulmak yerine: Yarım
saat, “nasıl daha hızlı ve güzel yaparım”
araştırması yapıp, diğer yarım saatte de bu
hızlı yöntemi uygularsanız, çalışmanızı
yine aynı sürede bitirmiş olursunuz. Ancak
bir dahaki sefere öncekinden iki kat hızlanmış olarak işinizi sürdürürsünüz.
Tabii bir de help dökümanları var...
Unutmamak gerekirki Photoshop’u en
iyi tanıyan insanlar, o programı bizzat
yapanlar. O dökümanları hazırlayanlar...
“F1” tuşunuza “ctrl” tuşuna gösterdiğiniz
özeni gösterin. Paslanmasına izin vermeyin.
Gelelim bir de “kurs” mevzusuna.
Photoshop kurslarla öğrenilir mi?
Özellikle mimarlık sektöründe veya
öğrencilerinde yaygın bir yöntem kurslara
katılmak. Açıkçası ben bu tip yazılımların
kurslarla değil, daha çok kişisel çabalarla
öğrenilebileceği kanısındayım. Tabii
“kurslar size bildiklerinizi unuttururlar”
demiyorum. Sadece kişisel çaba olmadan
kursların hiçbir işe yaramayacağını hatırlatıyorum.
“Şu kursa hele bir gideyim. 2 Ay sonra
kendimi Photoshop biliyor olarak bulacağım. Sonra ver elini Freehand”. Bu bakış
açısıyla ancak tüm “hand” lerinizi gerçekten “free” bulursunuz.
Ben kursların iki noktada önemli katkısı
vardır diye düşünüyorum:
Öğrenme sürecinde takıldığınız noktaları soracağınız birinin yakınlarınızda
olması
Sizi düzene sokması, çalışmanız için
arkanızdan dürtüklemesi.
Hatta bunların yanında kurslar kalça
ağrılarına da iyi gelir. Cüzdanınızı inceltir.
Eğer bu ikisini kendim de yaparım,
paramla da tahvil-bono alırım, gayrimenkule yatırırım diyorsanız kurslara gerek
olduğunu düşünmüyorum. Tekrar çalışmaları, help dökümanları ve kaynak taramalarının Photoshop’u öğrenmek için
yeterli olacaktır.
- Yeterli. Atın şunu nezarete!.
- Ama!?
- Kes lan. Neydi web sitenin adresi
- www.taskisla.net/set
- Takibe alın şurayı. Dikkat çekici
birşeye raslarsanız bilgim olsun.
- Emredersiniz amirim.
arıYORUM
arıYORUM
10
Kasım 2008
Kasım 2008
“İTÜ’nün kuruluş kanunnamesi
YÖK kanunlarından daha iyidir”
Burak Avcı
eçtiğimiz aylarda yaşanan türban
tartışmalarında sert bir tutum
takındınız. Türbana niçin karşısınız ?
Benim üniversitede türbana karşı
olmamın gayet basit bir sebebi var: 21.
yüzyılda, bir din sembolünün, üniversiteye girmesini, dinin bu üniversitelerde
egemen kılınmasının bir adımı olarak
gördüğüm için üniversitelerde türbana
karşıyım. Yoksa isteyen istediğini giysin.
Bizi hiç ilgilendirmez, ama dinin egemenliği üniversitelerde kabul edilemez.
Çünkü üniversite bütün sorunlara akılcı
yaklaşımla çözüm bulmaya çalışır. Önceden kabul edilmiş dogmaları, üniversite
kendi yaşamına katamaz, katarsa
üniversiteliği biter. Bunun sembolü
olduğu için ve özellikle Türkiye’de
toplumu alıp ortaçağa götürmek isteyen
belli bir gerici hareketin sembolü olarak
geliştiği için üniversitelere türban ile girilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
G
Türban’ın dinsel bir simgeden öte gerici bir siyasi simgeye dönüşmesi bu
sorunun püf noktası değil mi? Nitekim
Batı ülkelerindeki çoğu üniversitede
dinsel simgeler serbest.
Yalnız, “Batı’da türban serbest”
derken, bir şeye dikkat etmemiz lazım:
orada da sorun olmaya başladı. Yalnız
türban değil başka siyasi sembollerde
sorun olmaya başladı. Mesela ABD’de
çok büyük bir savaş var. “Ya evrim dersini kaldırın, ya da din ile birlikte okutun” diyorlar. Bu sadece ABD veya
Türkiye’ye has bir durum değil, bütün
dünyaya bilimin karşısında dinin önlenemez bir yükselişi hâkim.
Bu noktaya nasıl gelindi? Neden bilimin karşında dinin bir yükselişi var?
Bu çok ilginç bir soru. II. Dünya
Savaşı’ndan sonra bu durum tüm
dünyaya egemen oldu, çünkü bilim
halktan koptu. Bilim o kadar zor bir hale
geldi ki, sokaktaki adam bilimden
anlayamaz hale geldi. Sokaktaki adam
bakıyor, bir yanda atom bombası patlıyor, diğer yanda biyoloji öyle bir hale
geldi ki istediğiniz insanı yaratacak
durumda. Bu durum sokaktaki insanın
ödünü patlatıyor. Bununla mücadele
etmesi mümkün değil. Bilim çok küçük
bir elitin eline geçti. Bu küçük elit sokaktaki insanı korkuttuğu gibi, politikacıyı
da korkutuyor. Politikacının da bilim
adamından ödü patlıyor. Dolayısıyla
Amerika’da bir sürü yasaklar ortaya
çıkıyor. Mesela “Klonlama yapmayın”
diyor, kök hücre çalışmalarını engelliyor.
Sürekli sınırlama getirmeye çalışıyor
veyahut bilimsel raporlar çarpıtılıyor. Bu
raporlar politikacıların eline gittiği gibi
yayımlanmıyor. Bilimden korkuyorlar,
ama korkunun ecele faydası yok.
Bazı kesimler, bilimin insanlığa her
zaman büyük hizmetler etmediğini
savunuyor. Atom bombası öne sürdükleri en önemli kanıt...
Hayır efendim! Atom bombasını
bilim adamı atmadı. Sadece atom bombasının prensiplerini ortaya koydu ve
“İşte size örneği” dedi. Onun kullanılma
Prof. Dr. Ali Mehmet Celâl Şengör, 1955 yılında İstanbul’da doğdu.
State University of New York at Albany’den jeolog olarak mezun oldu.
Aynı üniversiteden yüksek lisans ve doktora derecelerini aldı. Yurda
dönerek İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi Genel
Jeoloji Kürsüsü’ne asistan olarak girdi. Ulusal ve uluslararası birçok
önemli ödüle layık görülen Şengör, halen İTÜ Maden Fakültesi, Jeoloji
Mühendisliği Bölümü, Genel Jeoloji Anabilim Dalı’nda ve Avrasya Yer
Bilimleri Enstitüsü’nde görevlidir.
Prof. Dr. Celal Şengör
kararını üniversite tahsili bile olmayan,
cahil Truman verdi. Eğer, Truman bilim
adamlarını toplayıp: “Bu bombayı atalım
mı atlayalım mı” diye sorsaydı, inanın
oradan bir evet oyu çıkmazdı. Çünkü
nasıl bir yıkıma yol açacağını biliyorlar.
Biliyorlar ki bugün Japonya’ya yarın
bana. Bunun durdurulması mümkün
değil. Bilim hiçbir şeyin üzerine değer
yargısı koymaz. Bilim sadece bilgiyi
genişletir. Bütün bunlar değer yargılarına bağlıdır ve değer yargıları toplumdan topluma zamandan zamana değişir.
Değer yargılarını insanlığa hizmet edecek bir şekilde geliştirme görevi kısmen
sosyal bilimcilerin kısmen politikacıların kısmen de halkın elindedir.
Burada etik kavramı ortaya çıkıyor
değil mi?
Bakınız, Bernard Russell hayatının
büyük bölümünü etiğin bilimsel temelini düşünerek geçirmiş ve sonunda
“Hayır olamaz” demiştir. Etik, aksiyomatik bir sistemler grubudur.
Varsayımlar yapar. O varsayımlara göre
bu etiktir bu değildir diye karar verirsin.
Fakat etik de kültürden kültüre değişen
göreceli bir kavram.
Sosyal Bilimler bu konuda ne düşünüyor?
Sosyal bilimler büyük bir açmaz
içerisinde. O bizim doğa bilimlerine benzemiyor. Sosyal bilimlerin tek bir amacı
var: insanın hayatını daha rahat yapmak.
İnsanı temel alıyor. İnsanı temel alınca
kendini temel almış alıyor. Kendini
temel alınca, kendi üzerinde deney yapmak zorlaşıyor.
Sözü İTÜ’ye getirelim. Bildiğiniz gibi
Türkiye’yi uzun süre yöneten siyasetçilerin çoğu İTÜ mezunu. Sizce, mezunlarımız hayırlı işler yaptılar mı Türkiye
adına?
Bizim mezunlarımız arasında
Necmettin Erbakan, Turgut Özal,
Süleyman Demirel gibi çok zeki çocuklar
olduğu halde, genel kültürleri çok zayıf
siyasetçiler var. Bunlar çok iyi
mühendisler. Siz bugün Demirel veya
Erbakan ile herhangi bir mühendislik
konusunda başa çıkamazsınız. Ben bunu
Demirel ile birebir yaşadım. Demirel,
beni deprem konusunda bir sorguya
çekti, neredeyse, “Şu işi bıraksanız da
bizimle çalışsanız diyecektim” kendisine. İnanılmaz bir bilgisi var Demirel’in.
Kendisine de söyledim “Sizinle aynı
okullu olmaktan gurur duydum” diye.
Öyle sorular sordu ki bana, bizim
jeofizikçilerin aklına gelmez o sorular.
Peki, sorun nerede?
Şimdi sorun şurada: Süleyman
Demirel çok iyi bir mühendis ama çok
tutucu bir çevrede büyümüş ve uzun
sürede bu çevrenin dışına çıkmamış.
Kendi büyüdüğü çevrede mesela türban
diye bir sorun yok, politikacı olduğunda
böyle bir sorun olmaz diye düşünmüş.
Yani eğitim her şeyi değiştirmiyor...
Tabii. Aile çok önemli ve ilkokulu,
ortaokulu nerede okudun, nasıl öğretmenlerin oldu bu çok mühim. Teknik
Üniversite’ye eskiden gelen öğrenciler
Türkiye’nin en zeki öğrencileri, fakat bu
okula alınırken öğrencilerin sadece zekâ
düzeyine bakılmış. Teknik Üniversite
sadece bu yanıyla ilgilenmiş, bu öğrenci-
leri alırken. Sizi kaliteli mühendisler
yapacağız denilmiş ve öyle de yapılmış.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı
yapmış, İTÜ mezunu Bozkurt Güvenç
Hoca anlatıyor. 3. sınıfta MIT’ ye gönderilmiş Bozkurt Hoca ve gider gitmez
ders asistanı yapılmış, “O zamanlar
bizim Teknik Üniversite’nin 3 senede
verdiği eğitimi MIT 4 senede veremiyor yani” diyor.
Ne değişti de bugün İTÜ’de verilen
eğitim dünyanın en iyi eğitim veren
üniversiteleri ile yarışamıyor?
Yine İTÜ mezunu Doğan Kuban
diyor ki: “Bizi sayılar batırdı. Eskiden
biz çok küçük bir grup olarak girerdik
Teknik Üniversite’ye, şimdi ise Teknik
Üniversite’nin yirmi bini aşkın öğrencisi var.” Sağlıklı bir şekilde
büyüyemedik açıkçası. Bütün üniversiteler çok yüklendi. Bu büyük öğrenci
artışına paralel, eğitim kalitesini yükseltemedik. Bugün, lise kitaplarının
hali içler acısı. Kitaplar yalan yanlış
ifadelerle dolu. Yalan bilgilerle dolu
ders kitaplarıyla bir lise eğitimi yapılıyor. Genelkurmay Başkanlığı’na liselerdeki Biyoloji ve Jeoloji kitapları
hakkında koskoca bir rapor yazdım.
Kitaplar bir rezalet. Herkese söylüyoruz, anlatıyoruz fakat buna karşı halkın
ve medyanın bir reaksiyonu yok.
Niçin tepki gösterilmiyor bu duruma?
Çünkü kültürümüzde böyle bir
sorun yok. Yanlış bir yolla büyütülmüş
bir genç, üniversiteye geldiğinde bizim
yapabileceklerimiz çok kısıtlı oluyor.
Rahmetli dedem derki ki “ Siz okula
bakır verirsiniz, parlatır iade eder, fakat
bakırı altın yapamaz”. Aile çok önemli
Celal Şengör’ü anlatmaya niyetli
her cümle, Hoca’nın bilimsel
kariyerine yapılan vurgu ile
başlıyor. En sivri kalemler bile
bu gerçeği göz ardı edemiyor.
Doğa bilimlerinde tartışmasız bir
otorite olarak kabul edilen
Şengör, güncel konularda
takındığı, çoğunluğun ‘sert’
olarak nitelendirdiği görüşleri ile
dikkat çekiyor. İşte tam bu
noktada ilk bakışta birbirine çok
uzak gibi görünen iki kavramın:
‘sertlik’ ve ‘samimiyet’in
arasındaki ince çizgi ortaya
çıkıyor. Acaba Celal Hoca,
geçtiğimiz yıllarda basına yansıyan, İTÜ öğrencilerin akademik
düzeyini kıyasıya eleştiren
görüşlerinde, İTÜ’den istifa
etmeye niyetlendiğinde sert
miydi yoksa samimi mi? Ya da
Hoca’nın son zamanlarda
yaşadığımız türban konusunda
takındığı tutum, deprem
konusundaki açıklamaları
samimiyetinden mi yoksa
sertliğinden mi kaynaklanıyordu? Söyleşimizde bu sorulara
yanıt bulacağınızı umuyoruz.
yani. Biz çağdaş kültürü tüm topluma
yayamadık. Mustafa Kemal Atatürk’ün
de yapmak istediği buydu zaten. Fakat
daha sonra gelenler bu yolda yürümedi
ne yazık ki. Çünkü yalnız bir adamdı
Atatürk. Bozkurt Güvenç Hoca’ya
Atatürk’ün Trakya manevraları sırasında çekilmiş bir fotoğrafını göstermiştim. Herkes bağdaş kurup yere oturmuş, Atatürk her zamanki gibi çok şık.
Herkes yere bakıyor fotoğrafta, bir tek
Atatürk kafayı kaldırmış, gökyüzüne
bakıyor. Tek başına. Bozkurt Hoca’ya
fotoğraf görünce şöyle dedi: “Bu resimde dehanın yalnızlığını görüyorum.”
Çevresindeki İnönü dâhil hiç kimse
Atatürk’ü anlamıyordu. Rahmetli
İhsan Ketin Hoca anlatırdı. “Biz genç
insanlar olarak Atatürk’ün yalnızlığını
görüyorduk” derdi. Atatürk zamanında Almanya’ya gitmişler. Hepimizin
aklına şu geldi diyor: “Bu millet
Atatürk’ün elinde olsaydı neler
yapardı” ve ekliyor “Biz hepimiz
Türkiye’ye o rüyayla döndük, biz de
Türkiye’yi öyle yapacağız diye .”
Yeni kütüphane binamız mart ayında
açıldı biliyorsunuz. Yeni kütüphane
İTÜ’ye ne kazandıracak?
Kütüphane binası bir semboldür. İlk
defa bizim kütüphaneye önem
verdiğimizin altı çizildi böylece. Biz
okul olarak karar verdik ki bizim bir
kütüphaneye ihtiyacımız var. Bu
kütüphane fakültelere bağlı şekilde
değil, merkez kütüphane şeklinde
olmalıdır.
Bir
kere
Merkez
Kütüphanesi’nin başına çok profesyonel bir kütüphaneci: Ayhan Kaygusuz
getirildi. Bu kişi, çekirdekten yetişme
kütüphaneci, bu alanda yüksek lisans
yapmış. Bizim yapacağımız iş, kitaplarımızı koyacağımız bir yeri inşa
etmekti. Eski rektörlerimizden Gülsün
Sağlamer kafaya taktı yeni kütüphane
binası yapacağız diye. Yine eski rek-
törümüz Faruk Karadoğan da bunu
büyük bir kararlılıkla sürdürdü. Birçok
mezundan, yüklü miktarda bağış toplandı. Gerçekten de burada mezunların
hakkını vermek lazım. Çok büyük
katkıları oldu bu konuda. Bu adamlara
İTÜ dediğinizde gözleri yaşarıyor. Bu
kadar bağlılar yani okullarına.
Bu ruh şimdi bize yeterince aşılanıyor
mu sizce?
Unutmayalım ki onlar okurken okul
çok küçüktü. Şimdi yirmi bin kişiye İTÜ
ruhunu aşılamak imkânsız, siz ancak kendi
çabanız ve merakınız ile bu ruhu kendinize
mal edebilirsiniz. Bu yıllarda İTÜ diplomasının dünya çapında büyük bir
değeri vardı. MIT’ye gittiğinizde yüksek lisans yapmış sayılıyordunuz o
diplomayla. Şimdi ise akreditasyon adı
altında birçok ders kaldırıldı ders programından. Buna Erdoğan Şuhubi gibi
Doğan Kuban gibi İTÜ’nün büyük
hocaları karşı çıktı. Dediler ki: “Bizim
diğer teknik üniversitelerden bir
farkımız var. Bizim öğrencimiz çok
muazzam bir eleme mekanizması ile
seçilir, 4 sene boyunca bilgi ile yüklenir,
bu bilgilerde çok iyi kontrol edilir ve
mezun olunca mühendis olarak bu bilgileri kullanarak girdiği ortamda
hemen lider seviyesine yükselir.”
Müthiş bir okulduk yani. Bizim bu hale
gelmemizde milletçe sorumluyuz, İTÜ
dünyada bir ilktir. Napolyon’un kurduğu, kendisine benzer bir kurum olan,
Ecole Polytechnique’den 22 yıl daha
eskidir. Bu okullara girmek hala çok
ama çok zordur. Bizim böyle bir okulumuz vardı ve onlardan daha eskiydi.
Gelin görün ki ne hale getirdik bu
okulu.
Biz öğrenciler olarak ne yapabiliriz
eğitim kalitesini yükseltmek için?
Öğrencilere çok iş düşüyor. Öğrencilerin baskı yapması, eğitim kalitesi
istemesi lazım. Yani siz başarısızı okuldan atın demeniz lazım. Bunu hiçbir
öğrenci demiyor. Öncelikle kütüphanenin 24 saat açık olmasını isteyeceksiniz. Daha sonra size ders veren
hocaların araştırmalarını takip etmeniz, bir
hoca bir ders ilan ettiği zaman bu ders
konusunda ne yapmıştır, kaç atıf almıştır,
bunların hepsini araştırmanız lazım. Size
yardımcı olmayan hocaları istememeniz gerek. Türkiye’de iyi bir okul
görmek istiyorsanız; Harp Okulları’na
gidin ve sorun: “Bizim çok kaliteli bir
okulumuz vardı, ne hallere geldi. Siz
nasıl oluyor da yıllardır bu kadar
kaliteli öğrenciler yetiştiriyorsunuz?”
diye. Çünkü askeriyede hesap verme
mekanizması çok iyi çalışıyor. Hata
yapan bir hoca veya öğrenci cezasını
çekiyor. Biz de ise bir hocanın derste ne
yaptığını kimse soramaz.
Şu anda İTÜ en üst dilim öğrencilerin
tercihlerinde bulunmuyor. Bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz? Ne yapılması
gerek?
Öncelikle %30 İngilizce kotasının
kalkması lazım. İyi öğrencilerin
Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmelerinin
nedeni İngilizce eğitim ve yerleşkenin
güzelliğidir, fakat Boğaziçi Üniversitesi
bizim okulla mukayese edilemeyecek
kadar kötü bir üniversite. ODTÜ’de
verilen ortalama eğitim bizimkinden
daha iyi olabilir ama araştırma alanına
baktığınızda bizdeki kadar sivrilmiş
bilim adamı hiç bir üniversitede yok.
Akademi üyeliklerine, ödüllere baktığınızda İTÜ açık ara önde. Diğer
yandan İstanbul’da olmak da bir dezavantaj olmaya başladı. Öğrenci böylesine karışık ve pahalı bir şehre gelmek
istemiyor, korkuyor buradan.
İTÜ’nün büyük bir tarihi var
kuşkusuz. Bu tarihi yeterince biliyor
muyuz?
Önce öğrencilerinin okulunu, kendilerini tanıması lazım ki sürekli bir
tanıtım yapılsın, bunun için de İTÜ tarihini bilmeniz, okumanız lazım.
Türkiye’de aklı başında ne kadar mektep varsa hepsi İTÜ’den çıkmadır.
Bugünkü askeri okulların çoğunun
kaynağı da İTÜ’dür. 1773’ten bu yana
sürekli bir tarihimiz var. Hocalarımız,
rektörlerimiz belli. Rektör Odası’na
girdiğinizde 1830’daki rektörümüz
Hoca İshak Efendi’nin resmini
görürsünüz mesela. Sizin, gazetenizde
İTÜ tarihini anlatan yazılar yazarak, bu
bilinci aşılamanız lazım. Mesela Karl
Von Terzaghi, zemin mekaniğinin
kurucusudur ve uzun yıllar İTÜ’de
çalışmış ve önemli çalışmalar yapmıştır. Bizim hocamızdır yani. Daha
sonra ortaya çıkan bir mektupta diyor
ki: “Biz Harvard’da milyonlarca dolar
harcayarak zemin mekaniği konusunda büyük çalışmalar yaptık, fakat bu
çalışmalar İTÜ’de yaptıklarımızın
yanında çok küçük kalıyor”. Yani diyor
ki biz zemin mekaniğinin temellerini
İTÜ’de attık, fakat bunu kimse bilmiyor. Her şeye rağmen Türkiye’de
üniversiteye en çok benzeyen kurum
Teknik Üniversite’dir. Bir kere muazzam bir hürriyet veriyor hocalarına,
müthiş bir tarihi var, Türkiye
Tarihi’nde oynadığı büyük bir rol var.
Türkiye bugün yola, köprüye sahipse
bu İTÜ’lüler sayesindedir. Osmanlılar
zamanında iki hocamızı cehalete kurban verdik biz. İTÜ çağdaşlığın kalesi
olmuştur tarih boyunca. İTÜ’nün kuruluş kanunnamesinde hocaların yabancı
dil bilmesi, yayın yapması zorunlu
kılınmıştır. Yani diyebiliriz ki İTÜ’nün
kuruluş kanunnamesi bile bugünkü
YÖK Kanunu’ndan daha iyidir.
11
arıYORUM
arıYORUM
10
Kasım 2008
Kasım 2008
“İTÜ’nün kuruluş kanunnamesi
YÖK kanunlarından daha iyidir”
Burak Avcı
eçtiğimiz aylarda yaşanan türban
tartışmalarında sert bir tutum
takındınız. Türbana niçin karşısınız ?
Benim üniversitede türbana karşı
olmamın gayet basit bir sebebi var: 21.
yüzyılda, bir din sembolünün, üniversiteye girmesini, dinin bu üniversitelerde
egemen kılınmasının bir adımı olarak
gördüğüm için üniversitelerde türbana
karşıyım. Yoksa isteyen istediğini giysin.
Bizi hiç ilgilendirmez, ama dinin egemenliği üniversitelerde kabul edilemez.
Çünkü üniversite bütün sorunlara akılcı
yaklaşımla çözüm bulmaya çalışır. Önceden kabul edilmiş dogmaları, üniversite
kendi yaşamına katamaz, katarsa
üniversiteliği biter. Bunun sembolü
olduğu için ve özellikle Türkiye’de
toplumu alıp ortaçağa götürmek isteyen
belli bir gerici hareketin sembolü olarak
geliştiği için üniversitelere türban ile girilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
G
Türban’ın dinsel bir simgeden öte gerici bir siyasi simgeye dönüşmesi bu
sorunun püf noktası değil mi? Nitekim
Batı ülkelerindeki çoğu üniversitede
dinsel simgeler serbest.
Yalnız, “Batı’da türban serbest”
derken, bir şeye dikkat etmemiz lazım:
orada da sorun olmaya başladı. Yalnız
türban değil başka siyasi sembollerde
sorun olmaya başladı. Mesela ABD’de
çok büyük bir savaş var. “Ya evrim dersini kaldırın, ya da din ile birlikte okutun” diyorlar. Bu sadece ABD veya
Türkiye’ye has bir durum değil, bütün
dünyaya bilimin karşısında dinin önlenemez bir yükselişi hâkim.
Bu noktaya nasıl gelindi? Neden bilimin karşında dinin bir yükselişi var?
Bu çok ilginç bir soru. II. Dünya
Savaşı’ndan sonra bu durum tüm
dünyaya egemen oldu, çünkü bilim
halktan koptu. Bilim o kadar zor bir hale
geldi ki, sokaktaki adam bilimden
anlayamaz hale geldi. Sokaktaki adam
bakıyor, bir yanda atom bombası patlıyor, diğer yanda biyoloji öyle bir hale
geldi ki istediğiniz insanı yaratacak
durumda. Bu durum sokaktaki insanın
ödünü patlatıyor. Bununla mücadele
etmesi mümkün değil. Bilim çok küçük
bir elitin eline geçti. Bu küçük elit sokaktaki insanı korkuttuğu gibi, politikacıyı
da korkutuyor. Politikacının da bilim
adamından ödü patlıyor. Dolayısıyla
Amerika’da bir sürü yasaklar ortaya
çıkıyor. Mesela “Klonlama yapmayın”
diyor, kök hücre çalışmalarını engelliyor.
Sürekli sınırlama getirmeye çalışıyor
veyahut bilimsel raporlar çarpıtılıyor. Bu
raporlar politikacıların eline gittiği gibi
yayımlanmıyor. Bilimden korkuyorlar,
ama korkunun ecele faydası yok.
Bazı kesimler, bilimin insanlığa her
zaman büyük hizmetler etmediğini
savunuyor. Atom bombası öne sürdükleri en önemli kanıt...
Hayır efendim! Atom bombasını
bilim adamı atmadı. Sadece atom bombasının prensiplerini ortaya koydu ve
“İşte size örneği” dedi. Onun kullanılma
Prof. Dr. Ali Mehmet Celâl Şengör, 1955 yılında İstanbul’da doğdu.
State University of New York at Albany’den jeolog olarak mezun oldu.
Aynı üniversiteden yüksek lisans ve doktora derecelerini aldı. Yurda
dönerek İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi Genel
Jeoloji Kürsüsü’ne asistan olarak girdi. Ulusal ve uluslararası birçok
önemli ödüle layık görülen Şengör, halen İTÜ Maden Fakültesi, Jeoloji
Mühendisliği Bölümü, Genel Jeoloji Anabilim Dalı’nda ve Avrasya Yer
Bilimleri Enstitüsü’nde görevlidir.
Prof. Dr. Celal Şengör
kararını üniversite tahsili bile olmayan,
cahil Truman verdi. Eğer, Truman bilim
adamlarını toplayıp: “Bu bombayı atalım
mı atlayalım mı” diye sorsaydı, inanın
oradan bir evet oyu çıkmazdı. Çünkü
nasıl bir yıkıma yol açacağını biliyorlar.
Biliyorlar ki bugün Japonya’ya yarın
bana. Bunun durdurulması mümkün
değil. Bilim hiçbir şeyin üzerine değer
yargısı koymaz. Bilim sadece bilgiyi
genişletir. Bütün bunlar değer yargılarına bağlıdır ve değer yargıları toplumdan topluma zamandan zamana değişir.
Değer yargılarını insanlığa hizmet edecek bir şekilde geliştirme görevi kısmen
sosyal bilimcilerin kısmen politikacıların kısmen de halkın elindedir.
Burada etik kavramı ortaya çıkıyor
değil mi?
Bakınız, Bernard Russell hayatının
büyük bölümünü etiğin bilimsel temelini düşünerek geçirmiş ve sonunda
“Hayır olamaz” demiştir. Etik, aksiyomatik bir sistemler grubudur.
Varsayımlar yapar. O varsayımlara göre
bu etiktir bu değildir diye karar verirsin.
Fakat etik de kültürden kültüre değişen
göreceli bir kavram.
Sosyal Bilimler bu konuda ne düşünüyor?
Sosyal bilimler büyük bir açmaz
içerisinde. O bizim doğa bilimlerine benzemiyor. Sosyal bilimlerin tek bir amacı
var: insanın hayatını daha rahat yapmak.
İnsanı temel alıyor. İnsanı temel alınca
kendini temel almış alıyor. Kendini
temel alınca, kendi üzerinde deney yapmak zorlaşıyor.
Sözü İTÜ’ye getirelim. Bildiğiniz gibi
Türkiye’yi uzun süre yöneten siyasetçilerin çoğu İTÜ mezunu. Sizce, mezunlarımız hayırlı işler yaptılar mı Türkiye
adına?
Bizim mezunlarımız arasında
Necmettin Erbakan, Turgut Özal,
Süleyman Demirel gibi çok zeki çocuklar
olduğu halde, genel kültürleri çok zayıf
siyasetçiler var. Bunlar çok iyi
mühendisler. Siz bugün Demirel veya
Erbakan ile herhangi bir mühendislik
konusunda başa çıkamazsınız. Ben bunu
Demirel ile birebir yaşadım. Demirel,
beni deprem konusunda bir sorguya
çekti, neredeyse, “Şu işi bıraksanız da
bizimle çalışsanız diyecektim” kendisine. İnanılmaz bir bilgisi var Demirel’in.
Kendisine de söyledim “Sizinle aynı
okullu olmaktan gurur duydum” diye.
Öyle sorular sordu ki bana, bizim
jeofizikçilerin aklına gelmez o sorular.
Peki, sorun nerede?
Şimdi sorun şurada: Süleyman
Demirel çok iyi bir mühendis ama çok
tutucu bir çevrede büyümüş ve uzun
sürede bu çevrenin dışına çıkmamış.
Kendi büyüdüğü çevrede mesela türban
diye bir sorun yok, politikacı olduğunda
böyle bir sorun olmaz diye düşünmüş.
Yani eğitim her şeyi değiştirmiyor...
Tabii. Aile çok önemli ve ilkokulu,
ortaokulu nerede okudun, nasıl öğretmenlerin oldu bu çok mühim. Teknik
Üniversite’ye eskiden gelen öğrenciler
Türkiye’nin en zeki öğrencileri, fakat bu
okula alınırken öğrencilerin sadece zekâ
düzeyine bakılmış. Teknik Üniversite
sadece bu yanıyla ilgilenmiş, bu öğrenci-
leri alırken. Sizi kaliteli mühendisler
yapacağız denilmiş ve öyle de yapılmış.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı
yapmış, İTÜ mezunu Bozkurt Güvenç
Hoca anlatıyor. 3. sınıfta MIT’ ye gönderilmiş Bozkurt Hoca ve gider gitmez
ders asistanı yapılmış, “O zamanlar
bizim Teknik Üniversite’nin 3 senede
verdiği eğitimi MIT 4 senede veremiyor yani” diyor.
Ne değişti de bugün İTÜ’de verilen
eğitim dünyanın en iyi eğitim veren
üniversiteleri ile yarışamıyor?
Yine İTÜ mezunu Doğan Kuban
diyor ki: “Bizi sayılar batırdı. Eskiden
biz çok küçük bir grup olarak girerdik
Teknik Üniversite’ye, şimdi ise Teknik
Üniversite’nin yirmi bini aşkın öğrencisi var.” Sağlıklı bir şekilde
büyüyemedik açıkçası. Bütün üniversiteler çok yüklendi. Bu büyük öğrenci
artışına paralel, eğitim kalitesini yükseltemedik. Bugün, lise kitaplarının
hali içler acısı. Kitaplar yalan yanlış
ifadelerle dolu. Yalan bilgilerle dolu
ders kitaplarıyla bir lise eğitimi yapılıyor. Genelkurmay Başkanlığı’na liselerdeki Biyoloji ve Jeoloji kitapları
hakkında koskoca bir rapor yazdım.
Kitaplar bir rezalet. Herkese söylüyoruz, anlatıyoruz fakat buna karşı halkın
ve medyanın bir reaksiyonu yok.
Niçin tepki gösterilmiyor bu duruma?
Çünkü kültürümüzde böyle bir
sorun yok. Yanlış bir yolla büyütülmüş
bir genç, üniversiteye geldiğinde bizim
yapabileceklerimiz çok kısıtlı oluyor.
Rahmetli dedem derki ki “ Siz okula
bakır verirsiniz, parlatır iade eder, fakat
bakırı altın yapamaz”. Aile çok önemli
Celal Şengör’ü anlatmaya niyetli
her cümle, Hoca’nın bilimsel
kariyerine yapılan vurgu ile
başlıyor. En sivri kalemler bile
bu gerçeği göz ardı edemiyor.
Doğa bilimlerinde tartışmasız bir
otorite olarak kabul edilen
Şengör, güncel konularda
takındığı, çoğunluğun ‘sert’
olarak nitelendirdiği görüşleri ile
dikkat çekiyor. İşte tam bu
noktada ilk bakışta birbirine çok
uzak gibi görünen iki kavramın:
‘sertlik’ ve ‘samimiyet’in
arasındaki ince çizgi ortaya
çıkıyor. Acaba Celal Hoca,
geçtiğimiz yıllarda basına yansıyan, İTÜ öğrencilerin akademik
düzeyini kıyasıya eleştiren
görüşlerinde, İTÜ’den istifa
etmeye niyetlendiğinde sert
miydi yoksa samimi mi? Ya da
Hoca’nın son zamanlarda
yaşadığımız türban konusunda
takındığı tutum, deprem
konusundaki açıklamaları
samimiyetinden mi yoksa
sertliğinden mi kaynaklanıyordu? Söyleşimizde bu sorulara
yanıt bulacağınızı umuyoruz.
yani. Biz çağdaş kültürü tüm topluma
yayamadık. Mustafa Kemal Atatürk’ün
de yapmak istediği buydu zaten. Fakat
daha sonra gelenler bu yolda yürümedi
ne yazık ki. Çünkü yalnız bir adamdı
Atatürk. Bozkurt Güvenç Hoca’ya
Atatürk’ün Trakya manevraları sırasında çekilmiş bir fotoğrafını göstermiştim. Herkes bağdaş kurup yere oturmuş, Atatürk her zamanki gibi çok şık.
Herkes yere bakıyor fotoğrafta, bir tek
Atatürk kafayı kaldırmış, gökyüzüne
bakıyor. Tek başına. Bozkurt Hoca’ya
fotoğraf görünce şöyle dedi: “Bu resimde dehanın yalnızlığını görüyorum.”
Çevresindeki İnönü dâhil hiç kimse
Atatürk’ü anlamıyordu. Rahmetli
İhsan Ketin Hoca anlatırdı. “Biz genç
insanlar olarak Atatürk’ün yalnızlığını
görüyorduk” derdi. Atatürk zamanında Almanya’ya gitmişler. Hepimizin
aklına şu geldi diyor: “Bu millet
Atatürk’ün elinde olsaydı neler
yapardı” ve ekliyor “Biz hepimiz
Türkiye’ye o rüyayla döndük, biz de
Türkiye’yi öyle yapacağız diye .”
Yeni kütüphane binamız mart ayında
açıldı biliyorsunuz. Yeni kütüphane
İTÜ’ye ne kazandıracak?
Kütüphane binası bir semboldür. İlk
defa bizim kütüphaneye önem
verdiğimizin altı çizildi böylece. Biz
okul olarak karar verdik ki bizim bir
kütüphaneye ihtiyacımız var. Bu
kütüphane fakültelere bağlı şekilde
değil, merkez kütüphane şeklinde
olmalıdır.
Bir
kere
Merkez
Kütüphanesi’nin başına çok profesyonel bir kütüphaneci: Ayhan Kaygusuz
getirildi. Bu kişi, çekirdekten yetişme
kütüphaneci, bu alanda yüksek lisans
yapmış. Bizim yapacağımız iş, kitaplarımızı koyacağımız bir yeri inşa
etmekti. Eski rektörlerimizden Gülsün
Sağlamer kafaya taktı yeni kütüphane
binası yapacağız diye. Yine eski rek-
törümüz Faruk Karadoğan da bunu
büyük bir kararlılıkla sürdürdü. Birçok
mezundan, yüklü miktarda bağış toplandı. Gerçekten de burada mezunların
hakkını vermek lazım. Çok büyük
katkıları oldu bu konuda. Bu adamlara
İTÜ dediğinizde gözleri yaşarıyor. Bu
kadar bağlılar yani okullarına.
Bu ruh şimdi bize yeterince aşılanıyor
mu sizce?
Unutmayalım ki onlar okurken okul
çok küçüktü. Şimdi yirmi bin kişiye İTÜ
ruhunu aşılamak imkânsız, siz ancak kendi
çabanız ve merakınız ile bu ruhu kendinize
mal edebilirsiniz. Bu yıllarda İTÜ diplomasının dünya çapında büyük bir
değeri vardı. MIT’ye gittiğinizde yüksek lisans yapmış sayılıyordunuz o
diplomayla. Şimdi ise akreditasyon adı
altında birçok ders kaldırıldı ders programından. Buna Erdoğan Şuhubi gibi
Doğan Kuban gibi İTÜ’nün büyük
hocaları karşı çıktı. Dediler ki: “Bizim
diğer teknik üniversitelerden bir
farkımız var. Bizim öğrencimiz çok
muazzam bir eleme mekanizması ile
seçilir, 4 sene boyunca bilgi ile yüklenir,
bu bilgilerde çok iyi kontrol edilir ve
mezun olunca mühendis olarak bu bilgileri kullanarak girdiği ortamda
hemen lider seviyesine yükselir.”
Müthiş bir okulduk yani. Bizim bu hale
gelmemizde milletçe sorumluyuz, İTÜ
dünyada bir ilktir. Napolyon’un kurduğu, kendisine benzer bir kurum olan,
Ecole Polytechnique’den 22 yıl daha
eskidir. Bu okullara girmek hala çok
ama çok zordur. Bizim böyle bir okulumuz vardı ve onlardan daha eskiydi.
Gelin görün ki ne hale getirdik bu
okulu.
Biz öğrenciler olarak ne yapabiliriz
eğitim kalitesini yükseltmek için?
Öğrencilere çok iş düşüyor. Öğrencilerin baskı yapması, eğitim kalitesi
istemesi lazım. Yani siz başarısızı okuldan atın demeniz lazım. Bunu hiçbir
öğrenci demiyor. Öncelikle kütüphanenin 24 saat açık olmasını isteyeceksiniz. Daha sonra size ders veren
hocaların araştırmalarını takip etmeniz, bir
hoca bir ders ilan ettiği zaman bu ders
konusunda ne yapmıştır, kaç atıf almıştır,
bunların hepsini araştırmanız lazım. Size
yardımcı olmayan hocaları istememeniz gerek. Türkiye’de iyi bir okul
görmek istiyorsanız; Harp Okulları’na
gidin ve sorun: “Bizim çok kaliteli bir
okulumuz vardı, ne hallere geldi. Siz
nasıl oluyor da yıllardır bu kadar
kaliteli öğrenciler yetiştiriyorsunuz?”
diye. Çünkü askeriyede hesap verme
mekanizması çok iyi çalışıyor. Hata
yapan bir hoca veya öğrenci cezasını
çekiyor. Biz de ise bir hocanın derste ne
yaptığını kimse soramaz.
Şu anda İTÜ en üst dilim öğrencilerin
tercihlerinde bulunmuyor. Bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz? Ne yapılması
gerek?
Öncelikle %30 İngilizce kotasının
kalkması lazım. İyi öğrencilerin
Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmelerinin
nedeni İngilizce eğitim ve yerleşkenin
güzelliğidir, fakat Boğaziçi Üniversitesi
bizim okulla mukayese edilemeyecek
kadar kötü bir üniversite. ODTÜ’de
verilen ortalama eğitim bizimkinden
daha iyi olabilir ama araştırma alanına
baktığınızda bizdeki kadar sivrilmiş
bilim adamı hiç bir üniversitede yok.
Akademi üyeliklerine, ödüllere baktığınızda İTÜ açık ara önde. Diğer
yandan İstanbul’da olmak da bir dezavantaj olmaya başladı. Öğrenci böylesine karışık ve pahalı bir şehre gelmek
istemiyor, korkuyor buradan.
İTÜ’nün büyük bir tarihi var
kuşkusuz. Bu tarihi yeterince biliyor
muyuz?
Önce öğrencilerinin okulunu, kendilerini tanıması lazım ki sürekli bir
tanıtım yapılsın, bunun için de İTÜ tarihini bilmeniz, okumanız lazım.
Türkiye’de aklı başında ne kadar mektep varsa hepsi İTÜ’den çıkmadır.
Bugünkü askeri okulların çoğunun
kaynağı da İTÜ’dür. 1773’ten bu yana
sürekli bir tarihimiz var. Hocalarımız,
rektörlerimiz belli. Rektör Odası’na
girdiğinizde 1830’daki rektörümüz
Hoca İshak Efendi’nin resmini
görürsünüz mesela. Sizin, gazetenizde
İTÜ tarihini anlatan yazılar yazarak, bu
bilinci aşılamanız lazım. Mesela Karl
Von Terzaghi, zemin mekaniğinin
kurucusudur ve uzun yıllar İTÜ’de
çalışmış ve önemli çalışmalar yapmıştır. Bizim hocamızdır yani. Daha
sonra ortaya çıkan bir mektupta diyor
ki: “Biz Harvard’da milyonlarca dolar
harcayarak zemin mekaniği konusunda büyük çalışmalar yaptık, fakat bu
çalışmalar İTÜ’de yaptıklarımızın
yanında çok küçük kalıyor”. Yani diyor
ki biz zemin mekaniğinin temellerini
İTÜ’de attık, fakat bunu kimse bilmiyor. Her şeye rağmen Türkiye’de
üniversiteye en çok benzeyen kurum
Teknik Üniversite’dir. Bir kere muazzam bir hürriyet veriyor hocalarına,
müthiş bir tarihi var, Türkiye
Tarihi’nde oynadığı büyük bir rol var.
Türkiye bugün yola, köprüye sahipse
bu İTÜ’lüler sayesindedir. Osmanlılar
zamanında iki hocamızı cehalete kurban verdik biz. İTÜ çağdaşlığın kalesi
olmuştur tarih boyunca. İTÜ’nün kuruluş kanunnamesinde hocaların yabancı
dil bilmesi, yayın yapması zorunlu
kılınmıştır. Yani diyebiliriz ki İTÜ’nün
kuruluş kanunnamesi bile bugünkü
YÖK Kanunu’ndan daha iyidir.
11
12
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
Müziğin laboratuvarı:
MİAM
TÜ Maçka Yerleşkesi
Yabancı Diller
Yüksekokulu binasının
üçüncü katından ‘yeni binyıl’ın başından bu yana gün
boyu müzik sesleri yükseliyor. Bu seslerin kaynağı
olan ve genç sanatçıların
yetenek, beceri ve heyecanlarına akademik bir olgunluk ve bilinç ekleyerek seslerini dünyaya duyurmak
için geldikleri yerin adı ise,
Dr. Erol Üçer Müzik İleri
Araştırmalar Merkezi,
veya kısaca MİAM.
İ
MİAM, 1999 yılında dönemin İTÜ
Rektörü Prof. Dr. Gülsün Sağlamer’in
başını çektiği bir proje olarak, İTÜ mezunu ve Gama İnşaat Yönetim Kurulu
Başkanı Dr. Erol Üçer’in cömert bağışları ile, iki eş-başkan, Türk keman okulunun önemli ismi keman sanatçısı Prof.
Dr. Cihat Aşkın ve eserleri dünya çapında tanınan besteci Prof. Dr. Kamran
İnce’nin yönetiminde kuruldu. Modern
standartlarda lisansüstü müzik eğitimi
vermek, çağdaş eğitim metotları kullanmak ve müzik mirasını gelecek kuşaklara aktarmayı kendisine misyon edinen
MİAM’da dünyanın önde gelen müzik
okullarında bulunabilecek nitelikte ve
müziğin çeşitli dallarında yüksek lisans
ve doktora eğitimi veriliyor. MİAM’da,
her biri kendi uzmanlık alanında tanınan
Türk ve yabancı kökenli değerli isimlerden oluşan seçkin bir eğitimci kadrosu;
Kompozisyon (bestecilik), Performans
(Piyano, Keman, Viyola, Çello, Flüt,
Gitar, Perküsyon), Tarihsel Müzikoloji
Prof. Dr. Cihat Aşkın
MİAM – DR. EROL ÜÇER
MÜZİK İLERİ
ARAŞTIRMALAR
MERKEZİ
ve Etnomüzikoloji gibi dalların yanısıra,
ülkemizde ilk kez MİAM tarafından akademik seviyede eğitimi verilmeye başlanan Ses Mühendisliği ve Tasarımı,
Müzik İşletmeciliği gibi alanlarda da
öğrencilere yüksek seviyede eğitim
sunuyor. MİAM aynı zamanda, geniş bir
kitap-nota-cd koleksiyonuna sahip
modern bir müzik kütüphanesi ve
Türkiye’nin en modern donanımlı ses
kayıt stüdyolarından biri olan MİAM Ses
Kayıt Stüdyoları başta olmak üzere birçok önemli birimi bünyesinde barındırıyor.
MİAM ders programında eğitim verilen alanların temel derslerinin yanısıra,
Antik Dönem Müziği, Eski Avrupa
Müziği (rönesans öncesi dönemin elyazmaları ve nota sistemi), 20.yy. Müziği
(tonal dönem sonrası müzik), Avangard
Müziğe Etnomüzikolojik Bakış Açısı,
Pasifik Bölgesi Halk Müzikleri,
Bibliyografi Teknikleri gibi ülkemizde
üzerine sınırlı çalışma bulunan konular
ve Prodüksiyon Analizi, Miks ve
Mastering Teknikleri, Dijital Ortamda
Görsel İşleme Teknikleri gibi teknolojik
altyapı kullanımına dayanan başlıklar
yer alıyor. MİAM’da uygulamalı eğitime
önem verilmesi, özellikle Ses
Mühendisliği ve Tasarımı gibi uygulama
altyapısı büyük yatırım gerektiren alan
öğrencileri için hazine değeri taşıyor. Bu
bölümün öğrencileri Türkiye’nin en
modern donanımlı stüdyolarından biri
olan MİAM Ses Kayıt Stüdyosu’nda gerçek kayıt ortamında çalışarak eğitimlerini tamamlıyorlar. Bunun yanısıra, performans öğrencilerine hizmet veren çok
sayıda piyanolu prova odası, perküsyon
bölümü için ksilofon, vibrafon, timpani,
bongo, üçgen ve orkestral tom tomlar
gibi vurmalı sazlarla donatılmış
Perküsyon Laboratuvarı, bestecilik bölümü öğrencileri için bilgisayar ortamında
profesyonel nota yazımı ve baskısı imkanı sunan Notasyon Laboratuvarı
MİAM’da öğrencilere sunulan uygulamalı
çalışma
ortamlarından.
Disiplinlerarası eğitimi öne çıkaran bir
yaklaşımla hazırlanan programda,
öğrencilerin ilk yarıyıllarında MİAM’da
eğitimi verilen tüm belli başlı alanların
temel kavramlarını içeren birer dersini
alarak kendi uzmanlık alanları dışında
da genel bilgiye sahip olmaları sağlanıyor. Doktora programı ise, halen uzmanlık alanlarını içermekle beraber, her alandan ders almaya açık tamamen disiplinlerarası bir programa sahip. Doktora
programı sonunda öğrenciler, ülkemizdeki konservatuarlardan farklı olarak,
doktora tezi niteliğinde bir çalışma sergileyerek PhD’lerini tamamlıyor ve
“Doktor” ünvanı kazanıyorlar.
MİAM Dr. Erol Üçer Müzik
Kütüphanesi
MİAM bünyesinde bulunan ve ismini
kütüphanenin ilk kuruluşunu mümkün
kılan önemli bağışına binaen Dr. Erol
Üçer’den alan Müzik Kütüphanesi, açıldığı Mayıs 2000’den bu yana ülkemizin
en kapsamlı müzik kütüphanelerinden
biri. Aynı zamanda İTÜ Merkez
Kütüphanesinin bir şubesi olarak İTÜ
kaynakları ile de önemli derecede desteklenen kütüphane, kullanıcılarına,
5000 kitap, 3800 CD ve DVD, 3000 müzik
notası, 70 süreli yayın aboneliği, ve
Grove Music Online, the International
Index to Music Periodicals ve JSTOR gibi
9
Başlarım ‘Photoshop’una!
Sedat Bayrak
22 Şubat 2008 / Beyoğlu – Istanbul
Karanlık bir oda…
- Anlat lan!
- “ctrl+alt’a basarak sürükleyin”
dedim. hühühü...
- Devam eet!
Czzzrr
- Iaaahhhh!.. “Shifte bastığınızda
da 45 derecelik tutunmalar gerçekleştirrr”
- Cevap?!
- Öylece baktılar. Hiçbirşey söylemed...
Çlok
- Hoşgeldiniz amirim.
- Nasıl gidiyor?
- Yalan söylüyor şerefsiz.
- hühühü doğru söylüyorum...
- Kes laan!
Çaaat
- Hühühü…
- Ben bilirim onu konuşturmasını…
Tutuklu!. Buraya gel...
…
- Şimdi baştan sakin sakin anlat.
- En baştan mı?
- Evet, en başından... Kimdi onlar?
- Maslaktakiler... Mühendisler...
Taşkışla’dan biraz farklıydılar.
Mimarlar -aldıkları formasyon
gereği- Photoshop’u sık sık kullanmak durumunda kalıyorlardı.
Buna rağmen birçoğu, “iyi kullanmak”tan pek bir uzaktılar.
Peki, bölümlerindeki eğitimde
Photoshop’un yeri olmayanlar ne
yapsınlar diye düşündüm…
Aynen şunları söyledim:
Özellikle siz mühendisler, Photoshop’u
neden kullanmak istediğinize iyi karar vermelisiniz. Dijital makinemle çektiğim
fotoğrafların kadrajını değiştireyim bir de
kırmızı gözleri kaldırayım diyorsanız ihtiyacınız farklı; tasarım yapıp kitleleri kendime hayran bırakayım, kızlar kuyruk olsun,
aralarından uzun boylu, esmer ve yeşil
gözlü olanları seçeyim diyorsanız ihtiyacınız farklıdır.
Ama bunların ötesinde aslolan, unutmamanız gereken çok önemli bir şey vardır.
Photoshop sadece bir araçtır. Önemli olan
sizin yapacağınız, ortaya çıkaracağınız
tasarımdır. Eskiz kağıdınızda veya kafanızda olandır. -Photoshop’u hiç bilmeyen biri
çok iyi bir tasarımcı, Photoshop’u ayağıyla
bile kullanan biri de, berbat bir tasarımcı
olabilir.Neler yapmak istediğinize karar verin
ve bu konuda tutorial’lar, eğitimlerler veya
bilenlerden yardım alarak “işe koyulun”.
Mimarlık fakültesinde verdiğim eğitim
veya seminerlerde sıkça aldığım bir soruydu: “Photoshop’u nasıl öğreneceğim?”.
Yanıtım da genellikle şu şekilde oluyordu. “Zor.”
Bunu
söylemekteki
gerekçem
Photoshop’ın çok karmaşık olması veya
konuyla ilgili kaynak yetersizliği değil.
Sebep; Photoshop öğrenmek için bir grafikerde olduğu kadar zorunlulukların
bulunmamasıydı.
Mühendislik
Fakültelerindeyse iş daha da zor. Bu yüzden 4.Levent’i geçtikten sonra İstinye’ye
kadar Photoshop bilenlerin sayısı oldukça
az.
Örneğin, bir grafik tasarımcısı için
Photoshop, -olmazsa olmaz- bir programdır. Onlar için eser Photoshop’tan çıkan
çalışmadır. Oysa mühendisler belki bir-iki
sunumlarında kullanacaklardır. Bir de
daha önce söylediğim fotoğraf çalışmaları
vs.
Ama mesleğinizin Photoshop’la sıcak
ilişkide olmaması bilenlerin, sahip olduğu
ayrıcalıkları da artırmaktadır.
Bu yüzden bence Photoshop’ı öğrenmeye önem verilmelidir. Antremanlar yapılmalıdır. Photoshop bir hobi haline getirilmelidir. Yoksa sunumdan sunuma ancak
kısa yöntemler öğrenilir, bir dahaki teslimde tüm bilinenler unutulmuş şekilde ekrana bakılır, Photoshop bilen arkadaşlar
geceleri taciz edilir.
Hobi haline getirmekse üniversite
yaşantısında, sektörde olduğundan çok
daha kolaydır. Kulüp etkinlikleri, websiteleri, fotoğraf atolyeleri, sinema gösterimleri, festivaller ve tüm bunların tanıtım görselleri, kimlik çalışmaları, yaka kartları derken, kendinizi bir Photoshop operatörü
olarak bulabilirsiniz. Bu tip sorumlulukları
üstlenerek, kendinizi Photoshop programını çok geniş alanlarda kullanmaya zorlayabilirsiniz.
Ancak şunu özellikle belirtmek isterim.
Photoshop üniversite yıllarında öğrenilemez ise, o dört seneden sonra hiçbirzaman
öğrenmeye yeterli vakit ayırılamıyor.
Bu noktada bir uyarıyı tekrar ekleme
gereği duymaktayım:
Eğer kötü bir tasarımınız varsa, o en
usta Photoshop operatörünün elinden
geçse bile yine kötüdür. Kötü gözükecektir.
Ne kadar iyi Photoshop kullanırsanız kullanın, önemli olan kafanızda yaptığınız
veya yapmış olmanız gereken tasarım kurgusudur.
Photoshop bilgisini geliştirmek, birçok
kişinin aklının bir köşesinde sürekli yatan,
ama aylardır, hatta yıllardır bir türlü yeterli vakiti ayıramadıkları bir eylem.
Photoshop kullanımını geliştirmek,
çoğu zaman yanlış yöntemler yüzünden
olduğundan da zor görünüyor. Çabucak
hevesler kırılıyor, moraller bozuluyor.
Oysa birkaç ana ilke çerçevesinde kendinizi bu konuda geliştirmek tahmin edildiği
kadar sancılı değil.
Zaten Adobe’un genel bir stratejisi; her
sürümünde programı daha kolaylaştırmak
ve tabana yaymak... Çok değil, üç-dört yıl
öncesine kadar, Photoshop yazılımı bu
kadar yaygın (ve magazinel) değilken,
(özellikle mimarlık) sektörü içerisinde
Photoshop’u biliyor olmak önemli birşeydi.
Ancak internet’in bu denli yayılımı, kaynakların artması ve programın kolaylaştırılması bilenlerin sayısını kat ve kat artırdı.
Bu durum da, Photoshop’ı iyi kullanmayı,
daha bir zorunlululuk haline getirdi.
Peki nasıl?..
Öncelikle şunları söylemek gerekiyor ki;
Photoshop, bir fotoğraf açıp üzerinde
başka başka tool’leri deneyerek, brightness-contrastı ile oynayarak, filtreleri sırayla uygulayarak öğrenilmez. Photoshop boş
bir sayfa açıp düz çizgiler çizerek, ilginç fırçalar deneyerek geliştirilmez.
Photoshop tasarım yaparak değil, aksine taklit edip, “çalıntı” yapılarak çok daha
kolay öğrenilir. Photoshop’da bir şeyi sıfırdan tasarlarken, istem dışı, sadece bildiklerinizle çalışmaya yönelirsiniz. Onun yerine
diğer çalışmaları inceleyin. Basılı yayınları,
internetteki galerileri, arkadaş çalışmalarını vs.
Dergide çıkmış bir reklamı önünüze alıp
“bunun aynısını yapacağım” dediğinizde,
yeni arayışlara girmek için kendinizi zorlamış olursunuz.
Örneğin reklamda yazı karakterlerinin
arasında geniş boşluklar vardır. Araştırır,
soruşturur bunun nasıl yapıldığını öğrenirsiniz. Fotoğraf siyah beyaz yapılıp, bir
bölümü renkli bırakılmıştır, renk ayalarını,
dengelerini öğrenirsiniz. Sizi arayışa iten
bir bahaneniz olur.
Bu yöntemle, çalışmaya ne kadar zaman
ayırır, ne kadar çok deneme yaparsanız o
kadar farklı koldan Photoshop’ı öğrenmiş
olursunuz.
Photoshop öğrenmenin önündeki bir
başka engel de, insanın öğrendiklerine
kapılması ve yapması gerekenleri sadece
öğrendikleri kapsamında uygulamaya
çalışmasıdır.
Photoshop’da bir çalışma yaparken
unutulmaması gereken çok önemli bir ilke
vardır. “Her yöntemin daha kolayı, daha
hızlısı ve daha güzeli vardır.”
Önünüzde bir saatlik bir iş varsa, hemen
işe bodoslama yumulmak yerine: Yarım
saat, “nasıl daha hızlı ve güzel yaparım”
araştırması yapıp, diğer yarım saatte de bu
hızlı yöntemi uygularsanız, çalışmanızı
yine aynı sürede bitirmiş olursunuz. Ancak
bir dahaki sefere öncekinden iki kat hızlanmış olarak işinizi sürdürürsünüz.
Tabii bir de help dökümanları var...
Unutmamak gerekirki Photoshop’u en
iyi tanıyan insanlar, o programı bizzat
yapanlar. O dökümanları hazırlayanlar...
“F1” tuşunuza “ctrl” tuşuna gösterdiğiniz
özeni gösterin. Paslanmasına izin vermeyin.
Gelelim bir de “kurs” mevzusuna.
Photoshop kurslarla öğrenilir mi?
Özellikle mimarlık sektöründe veya
öğrencilerinde yaygın bir yöntem kurslara
katılmak. Açıkçası ben bu tip yazılımların
kurslarla değil, daha çok kişisel çabalarla
öğrenilebileceği kanısındayım. Tabii
“kurslar size bildiklerinizi unuttururlar”
demiyorum. Sadece kişisel çaba olmadan
kursların hiçbir işe yaramayacağını hatırlatıyorum.
“Şu kursa hele bir gideyim. 2 Ay sonra
kendimi Photoshop biliyor olarak bulacağım. Sonra ver elini Freehand”. Bu bakış
açısıyla ancak tüm “hand” lerinizi gerçekten “free” bulursunuz.
Ben kursların iki noktada önemli katkısı
vardır diye düşünüyorum:
Öğrenme sürecinde takıldığınız noktaları soracağınız birinin yakınlarınızda
olması
Sizi düzene sokması, çalışmanız için
arkanızdan dürtüklemesi.
Hatta bunların yanında kurslar kalça
ağrılarına da iyi gelir. Cüzdanınızı inceltir.
Eğer bu ikisini kendim de yaparım,
paramla da tahvil-bono alırım, gayrimenkule yatırırım diyorsanız kurslara gerek
olduğunu düşünmüyorum. Tekrar çalışmaları, help dökümanları ve kaynak taramalarının Photoshop’u öğrenmek için
yeterli olacaktır.
- Yeterli. Atın şunu nezarete!.
- Ama!?
- Kes lan. Neydi web sitenin adresi
- www.taskisla.net/set
- Takibe alın şurayı. Dikkat çekici
birşeye raslarsanız bilgim olsun.
- Emredersiniz amirim.
8
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
13
fotoğraf çekmek
M. Cansın Özden
Çektiğiniz bir fotoğraf sanatsal bir
fotoğraf da olsa, bir anı fotoğrafı da olsa, bir
dokümantasyon fotoğrafı da olsa dikkat
etmeniz gereken bazı hususlar vardır.
Eğer makinanız bir kompakt makina ise
size sadece konuyu vizörünüzde kadrajın
istediğiniz yerine yerleştirip deklanşöre
basmak kalsa bile belli bir ustalık ister.
Nasıl bir açıdan, konuya ne uzaklıktan ve
ışığı hangi konumdan alırsanız daha estetik
bir fotoğraf çekmiş olursunuz bunu tecrübe
etmeniz lazımdır.
Işığı Fotoğraf Üzerinde Üç Değişkenle
Kontrol Ederiz...
Manuel ayar yapmanız icabeden
rangefinder tipi ya da slr (single lens
refleks) makinalarda ise işler biraz daha
karmaşıklaşır. Işığı kontrol etmelisinizdir
artık. Işığı fotoğraf üzerinde 3 değişken ile
kontrol edersiniz. Birincisi analog bir makinada hızlı şekilde kontrol edemeyeceğiniz
(mamiya vb. bazı profesyonel makinalar iki
farklı filmin takılmasına izin verirler) film
ISO'sudur. ISO filmin ışığa duyarlılığını
gösteren bir parametredir. (amerikan standartlarında "asa" alman normunda "din"
olarak anılır. ISO ve asa'da sayılar aynıdır
ancak din'in kendine göre bir düzeni
vardır. 100 asa yaklaşık 21DIN'dir gibi..)
Sayı küçüldükçe duyarlılık azalır, sayı
büyüdükçe duyarlılık artar.
İkinci özelliğimiz, makina üzerinde 45.6-8-11-16-22 gibi sayılarla ifade edilen
diyafram açıklığıdır. Sayı büyüdükçe
diyafram çapı küçülür. Diyafram çapı
küçüldükçe de filminiz üzerine yansıyan
ışık azalır. Genellikle göz bebeğine benzetilir. Göz bebeğinin çok ışıkta, göze fazla
ışık girdiği için küçülmesi ve az ışıkta, ışığı
toplamak için büyümesi gibi.. Diyafram
aynı zamanda fotoğrafın netlik aralığını da
belirleyen bir özelliktir. Yüksek diyafram
numaralarında, tıpkı bir nesneyi net görebilmek için gözlerimizi kıstığımız gibi..
Netlik aralığı fazla, düşük diyafram
numaralarında azdır. Düşük diyafram
değeri (yani geniş diyafram açıklığı),
fotoğraftaki ilginin çekilmek
istendiği konuyu netlemek ve
diğer kısımları flulaştırmak için
sıkça kullanılan yöntemdir.
Üçüncü değişkenimiz ise
enstantanedir. Bu da makina
üzerinde b-30-60-125-250-5001000 gibi sayılarla ifade edilir.
Enstantane, perdenin açık kalma
süresidir. Vermek istenilen
etkiye göre çeşitli değerler kullanılabileceği gibi bazen de yüksek değerler kullanmak bir
zorunluluk halini alır. Örneğin
sevinmiş ve havaya zıplamış bir
çocuğu havada donuk çekmek
istiyorsunuz bu durumda
örneğin 500 enstantane kullanmalısınızdır. Bu, perdenin, siz
deklanşöre bastıktan sonra
saniyenin 500'de biri kadar bir
süre açık kalmasını sağlayacaktır. Ya da örneğin yürümekte
olan bir yayanın adımlarını
zamanda adeta akıyormuş gibi pozlamak
istiyorsunuz o zaman 30 ya da daha küçük
bir enstantane kullanmalısınıdır. Bazen de
enstantane bir zorunluluktur dedik. Ona
örnek olarak da tripodunuz ( makinanızı
sabitleyeceğiniz üçayağınız ) olmadan bir
çekim yapmak zorundasınızdır ve elinizde
kocaman bir teleobjektif vardır. Bu durumda 250'den daha küçük bir enstantane
değerinde isteğiniz dışında makinayı
titretecek ve görüntünün bulanık çıkmasına neden olacaksınızdır. Bunun gibi, tripod
kullanarak çok az ışıkta çekeceğiniz
Korsan Balıkçı
Makine: Zeiss-Ikon Contina,
Enstantane 1/60,
Diyafram f/4,
ISO: 100,
Film: Fujichrome Provia
Kadıköy Balıkçılar Çarşısı’nda çektiğim bu balıkçı
portresi, balıkçının ilginç
görünüşü, canlı renkleri ve
tezgahlardaki balıkların
oluşturduğu parlak bir çember içinde dikkat çekici bir
hal almıştı. Kullandığım
diapozitif filmin kontrastlı
sonuçlar veren bir modelden
olması da renkleri daha da
canlı göstermişti.
fotoğraflarda da bu sefer enstantane
değerini B (bulb)'ye getirmelisinizdir. B,
sizin eliniz deklanşörden kalkana kadar
perdeyi açık tutma özelliğidir. Tabii elinizde 1 saniye kadar pozladığınız bir
konunun, cerrah değilseniz, elinizin
titremesinden ötürü bulanık çıkmaması bir
şans olacaktır. Bu durumlar için uzatma
deklanşör adı verilen bir aparattan yardım
almak icap eder.
Işığın Şiddetini Ölçmek İçin Pozometre
Kullanılır...
Şimdi fotoğraf filmimizin üstüne gelen
ışığı hangi değişkenlerle kontrol edebileceğimizi biliyoruz ama başka bir
sorunumuz var... Işığın hangi şiddette
olduğunu bilmiyoruz... Bu iş için de
pozometreler kullanılır. Pozometre, içinde
ışıkla temas edince elektrik üreten maddeler bulunduran bir cihazdır. Şimdi kullanılan pahalı dijital pozometrelerden önce
mekanik pozometreler kullanılırdı. Bu
pozometrenin üzerinde, bir sürü karmaşık
sayılar ve bir ibre olurdu. Bu ibre genellikle 1'den başlayıp 10lu sayılara çıkan değerler üzerinde ışık şiddetine göre saat
yönünde hareket ederdi. Çekmek istediğiniz konunun üzerine tuttuğunuzda
okuduğunuz değer, konu üzerine gelen
ışığın şiddetini verirdi ve pozometre
üzerindeki daireleri döndürerek oku bu
şiddete getirdiğinizde belirli bir ISO değeri
için kullanabileceğiniz enstantane ve
diyafram değerlerini okuyabilirdiniz.
ISO, diyafram ve enstantane.. Bu üç
değişkenin birbirini nasıl etkilediğine bir
göz atalım biraz da.. Diyelim ki makinamızda 200 ISO’luk bir film takılı ve
pozometremizden ilk gözümüze çarpan
değerler 8 diyafram ve 250 enstantane.. Bu
demek olur ki, aynı ışık kondisyonunda 5.6
diyafram ile 250'den bir büyük enstantane
değeri olan 500ü kullanabilirim ya da
yukarıda değindiğim gibi netlik aralığı
geniş olan bir poz çekmek istiyorum ve 11
diyafram uygun buluyorum bu durumda
125 enstantane ile aynı ışık özelliklerinde
bir poz çekebilirim. Bunun gibi, başka bir
makinamda da 100 ISO’luk bir film takılı
diyelim. O zaman 200 asa için okuduğum
değerlerden birini bir durak geri çekmem
gerekecektir. Ya 8 diyafram 250 enstantane
yerine 8 diyafram 125 enstantane ya da 5.6
diyafram 250 enstantane kullanmak zorundayızdır. İşte böyle ISO, enstantane ya da
diyaframdaki her bir durak bir başkasının
bir durağı ile eşit aralıkta ışık etkisine
sahiptir, birini bir durak açıp diğerini bir
durak kısmanın fotoğraf üzerine ışıkla
oynamada etkisi aynıdır.
Pozometreden okuduğunuz değerleri
ise yorumlamak, bize düşer. Nasıl bir
teknik altyapı ile fotoğrafı çekeceğinizden,
ona yüklemek istediğiniz anlama, duyguya
göre...
Kompozisyon ışık kadar önemli bir
başka konudur. Kadrajda konuyu farklı
şekillerde yerleştirerek çok farklı etkiler
yaratabilirsiniz. Örneğin düz bir yolda soldan sağa yürüyen bir adamı yandan çektiğimizi düşünelim. Adamı kadrajın sağına, yerleştirmemiz onun çok yol kat ettiği
ve yolun sonuna geldiği izlenimini
yaratırken soluna yerleştirmemiz adamın
daha yolun başında olduğu etkisini verir...
Bazıları için meslek, bazıları için hobi ve
bazıları için sadece anıları ölümsüzleştirmenin bir yoludur fotoğraf.. Ama ne
amaçla çekiyor olursak olalım bizden
başkasının da baktığında aktarmak istediğimiz duyguyu anlamasını istiyorsak,
uymamız gereken, yaratıcılığımızı
denetleyen bazı kuralları vardır
fotoğrafın...
on-line veri tabanlarına erişim imkanı
sunuyor. Kütüphane dahilinde, yüksek
kaliteli müzik dinleme istasyonları ve
elektronik katalog taraması, internet
araştırması ve “multimedia” kullanımı
amaçlı çok sayıda bilgisayar bulunuyor.
Kütüphanedeki koleksiyonun konu
dağılımı MIAM’da eğitimi verilen tüm
alanları içeriyor. Çoğunluğu İngilizce
olan kitap koleksiyonunda bazı tek
nüsha nadir eserler ve önemli referans
kaynakları dikkat çekerken, nota koleksiyonu ise, standart repertuar eserlerinin
yanısıra ülkemizde zor bulunan erken
dönem müziği ve 20.yy. avangard müzik
eserlerinin notaları ile öne çıkıyor. CD
koleksiyonu, Batı Müziği’nin çeşitli
dönemlerini kapsayan ana gövdesinin
yanısıra Türk, Dünya ve Popüler müzikleri içeren yan dalları ile geniş bir yelpazeye yayılıyor. DVD koleksiyonunda ise
ana odak operalar veya klasik müzik
konserlerinin video kayıtları olmakla
birlikte, pop ve rock sanatçılarının videoları ve müziği ile öne çıkan sinema filmleri de bulunuyor.
MİAM Ses Kayıt Stüdyoları
MİAM Ses Kayıt Stüdyoları, MİAM
Ses Mühendisliği ve Tasarımı (SED Sound engineering and Design) bölümü
öğrencileri için MİAM’ın en önemli
kısmı. Stüdyo kurulduğu 2000 yılından
bu yana hem ticari hem de akademik
kayıtlar için kullanılıyor; bu sayede SED
öğrencilerinin gerçek müzik endüstrisi
kayıtlarında çalışarak deneyim kazanması sağlanıyor. Yeni mevzuata uyum
süreci kapsamında ticari kayıtlarına kısa
bir süreliğine ara vermiş bulunan stüdyoda akademik kayıtlar halen tüm hızıy-
la devam ediyor. Stüdyonun teknik
donanımı ise, mikrofonlardan preamplifikatörlere, ‘converter’lardan ‘outboard’
birimlerine kadar endüstrinin en yüksek
standardında oluşturulmuş. Stüdyonun
kalbi niteliğindeki ProTools HD sistemi,
HD core ve beş adet HD Process kartı
eklenerek devasa oranda DSP (Dijital
Sinyal İşleme) gücüne kavuşturulmuş.
Bu sayede 128 adet ses kanalının yüksek
kaliteli eşzamanlı kullanımı ve 192 kHz’e
varan kalitede örnekleme sıklığı (sampling rate) ile çalışma imkanı elde ediliyor. 34 m2’lik kontrol odası ise çok geniş
alanda tam doğru dinleme sağlayacak
şekilde tasarlanmış, çoklu dinleme sistemine sahip bir çalışma mekanı sunuyor.
Canlı kayıt odası ise 79 m2 alanı ve 6m
tavan yüksekliği ile davul setinden klasik senfoni orkestrasına kadar çeşitli
ölçeklerde akustik kayıtlar için ideal
nitelikte “sıcak ve açık” bir tınıya sahip.
Ana canlı kayıt odası, biri vokal kaydı,
diğeri geniş oda orkestrası için iki kola
sahip. Stüdyoda bulunan Hamburg
Steinway Model D büyük konser piyanosu ise ülkemizde eşine nadir rastlanan
bir enstrüman olup caz ve klasik müzik
kayıtları için biçilmiş kaftan.
MİAM Etkinlikleri
MİAM düzenlediği konser ve etkinliklerle de geniş ilgi topluyor. Birçok
MİAM
konseri
İTÜ
Maçka
Kampüsü’ndeki 500 seyirci kapasiteli ve
büyük konser piyanolu Mustafa Kemal
Salonu’nda gerçekleştirilirken, bazı resitaller ve dinletiler de MİAM’ın kendi
bünyesindeki 50 seyirci kapasiteli ve
akustik düzenlemeye sahip MİAM
Resital Salonu’nda düzenleniyor.
Akademik yıl boyu devam eden
MIAMsunar etkinlikleri MİAM etkinliklerinin ana omurgası olarak nitelenebilir.
İş Bankası sponsorluğu ile verilen
ücretsiz kültür hizmeti niteliğindeki
MİAMsunar etkinlikleri kapsamında
sadece geçtiğimiz akademik yıl, yerli ve
yabancı birçok sanatçının katılımıyla tam
24 konser, 11 ustalık sınıfı, 7 seminerin
yanısıra bir de enstrüman yarışması gerçekleştirildi. Bunun yanısıra artık gelenekselleşmeye başlayan ve bu sene İTÜ
Geliştirme Vakfı sponsorluğuyla üçüncüsü gerçekleştirilen Divertimento
Festivali kapsamında MİAM, çeşitli
müzik dallarının önemli isimlerini klasik
müzik sanatçıları ile aynı sahnede buluşturuyor. Divertimento Festivali’nde geçtiğimiz yıllarda sahne alan sanatçılar arasında Cihat Aşkın, Kamran İnce,
Mehmet Okonşar, Borromeo Yaylı
Dörtlüsü, Arif Sağ, Sabahat Akkiraz,
Erkan Oğur, Burhan Öcal, Kani Karaca
gibi isimler bulunuyor. Batı müziğinin
öncü akımlarından spektral müzik üzerine dünyadaki ilk uluslararası konferans
olma niteliği taşıyan 1. Uluslararası
Spektral Müzik Konferansı, ABD,
İngiltere, Fransa, Romanya ve
Türkiye’den önemli sanatçı ve akademisyenlerin katılımı ile yine MİAM tarafından 2003 yılında gerçekleştirildi.
MİAM’ın aynı zamanda İstanbul 2010
Avrupa’nın Kültür Başkenti kapsamında kabul edilmiş ve hazırlıkları devam
eden “MİAM Elektro-Akustik Müzik
Platformu”, “MİAM Film Müziği
Projesi”, “MİAM Etnomüzikoloji
Projesi” ve “MİAM Çağdaş Müzik
Projesi” adlı dört büyük projesi bulunuyor.
Back Home
Makine:Nikon D200
Enstantane: 1/160,
Diyafram: f/4
ISO: 400
Beyoğlu’nda çektiğim bu fotoğraf için tam bir
günümüzü vermiştik. Gezerken rastladığımız
bu ilginç bina bizi çok heyecanlandırmıştı ve
derhal elbise kiralayabileceğimiz bir yer bulduk. Yüzlerce elbise arasından kafamızdaki
fotoğrafa en çok uyanı seçtik ve terzide
gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra modelim elbiseyi giydi ve tekrar binanın önüne
geldik ve fotoğrafı çektik. Binanın kırılmış
camları ve boyası dökülmüş hoş bir doku
etkisi veren duvarları zarif modelimle tezat
oluşturmuştu. Aklımızda bir felaketin ardından evini gören ve şaşkınlığına yenik düşen
birini canladırmak vardı.
www.miam.itu.edu.tr
14
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
Sinemayı yeniden tanımlayan yönetmen
Michael
Haneke
Emir Özbaşı
Michael
Haneke,
sinemasını
yaşadığımız çağın sürekli görüntülerle
uyarılan modern insanlarını uyandırmak
üzerine kurmuş bir yönetmen. Günümüz
insanının başkalarına ve kendine olan
güvenini kaybetmiş, yalnız, huzursuz ve
kayıtsız yapısı Haneke’nin filmlerinde çoğu
izleyiciyi rahatsız edecek karakterler olarak
karşımıza çıkıyor. İntihar etmek ya da yaşamak arasında bir ayrım yapmaya gerek
duymayan, nedenini bilmeden kayıtsızca
insanları öldürebilen, rastgele girdikleri bir
evdeki insanlara nedensiz işkence yapan,
hayatında kimseyi mutlu edememiş insanlara fütursuzca bağlanan, entelektüel
görünümlerinin yanında altsınıftaki insanların hayatlarının mahvoluşunun etkileri
kendi dünyalarına taştığında, verdikleri tek
tepki uymak olan karakterler onunki. Bu
karakterlerin rahatsız edici eylemlerini yönlendiren başlıca sebep de insanların günümuzde sıklıkla yaşadıkları sıkışmışlık ve
anlamsızlık hissi. Örneğin Haneke’nin
ülkemizde vizyon sansı bulabilen son filmi
“Saklı” da (Cache,2005) Majid karakteri
yasamak zorunda bırakıldığı alt standartlı
hayatta kendini ancak ona bu hayata
mahkûm eden adam karşısında boğazını
keserek ifade edebiliyordu. Alt sınıf üst
sınıf çatışmasını inceleyen diğer bir Haneke
filmi olan ”Bilinmeyen Kod”(Code
Inconnu,2000) yaşadığımız çağda farklı
kültürlere sahip insanların birbirleriyle ve
diğer kültürden insanlarla olan iletişim
çabalarını kilitleri açılamayan kapılara benzeterek insanların anlaşmalarını sağlayabilecek kodu bilinmezleştiriyordu. Her
karekteri huzursuz ve sorunlu, haklının ve
haksızın sorgulanmasını toptan bir güvensizlik hissine kurban eden, alt sınıftaki
şefkate muhtaç insanların üst sınıftakilerle
iletişimini açık açık sıfırlayan yapısıyla
Bilinmeyen Kod aslında günümüz
dünyasının katıksız bir portresi gibi. Ancak
Haneke’nin günümüz insanının yüzüne
attığı tokatlar sadece bunlardan ibaret de
değil. Az ya da çok, aslında hepimiz görüntülerin ve baskının kafeslediği bir dünyada
yaşıyoruz artık. Sanki insanların tutkularını
meta haline getirmek için ya da daha
doğrusu insanlara önce neleri arzulaması
gerektiğini öğretip, öğretilen şeyleri meta
haline getirmek için hazırlanan binlerce yıllık ‘insanın kullanılma kılavuzu’nun artık
“Teşekkürler: aydınlanma felsefesi, modernite, reklamcılık, güvenlik kameraları ve
tüm medya aletleri. Çok çok özel teşekkür:
SİNEMA. İyi ki varsın! “kısmı da tamamlandı. Haneke görüntülerin insanları bu
kadar etkisi altına aldığı bir çağda insanları
gördüklerini (örneğin televizyonda her gün
izlediğimiz haber bültenleri ya da en saf
haliyle sinema filmleri) sorgulamaya çağırmak için filmlerine ‘izlediğiniz şeyin bir
film olduğunun farkına varın’ anları koyuyor. Bu Haneke’nin hemen hemen bütün
filmlerinde gördüğümüz bir yapı. Örneğin
sinema perdesinde kendimizi gerçek
olduğuna inanmaya hazırladığımız görüntüler bir anda filmin karakterleri tarafından
izlenen görüntülere dönüşerek bizim kabul
ettiğimiz gerçeğin aslında birilerinin ‘kurmacası’ olabileceği deneyimlendirilmiş
oluyor. Bizim gördüklerimizin gerçekler
değil bize söylenenler olduğunu anlatmaya
çalışan Haneke filmlerindeki bu anlayışıyla,
sinemayı da insanları kandırabilen medya
araçlarıyla aynı kefeye koyup, öykü anlatma sinemasını yıkarak insanları rahatsız
ederek uyandırabilecek yeni bir sinema
kuruyor. Yani Michael Haneke kendisine
verilen “sinemayı yeniden tanımlayan
yönetmen” sıfatını sonuna kadar hak ediyor.
KAPANAN KAPILAR ÜZERİNE
Bu yazının konusu olan Piyanist(La
Pianiste,2001) günümüz toplumuna
getirdiği eleştiriyle ve yine seyirciyi
uyandırmaya çalışan yapısıyla tanıdığımız
Haneke sinemasının, en iz bırakıcı filmlerinden. Piyanist, Viyana konservatuarında profesör olan orta yaşlardaki Erika
Kohut(üstün performansıyla Isabelle
Huppert)
ile
öğrencisi
Walter
Klemmer’in(Benoit Magimel) yasadıkları
ilişkiyi anlatıyor. Erika, dışarıdan
bakıldığında herkesin saygı duyacağı bir
mesleği olan, üst sınıftan insanların burjuva
zevklerine katılan ve ilkelerinden asla taviz
vermezmiş gibi görünen bir modern insan.
Ama gerçekte, hala annesinin baskısından
kurtulamamış, dış dünyasına yansıtamadığı duyguları yüzünden delirme noktasına gelmiş, askı ve cinselliği hiç tatmamış
bir karakter. Erika konservatuardaki
odasında bir tanrı gibi her şeye hakim,
güvenli olsa da dış dünyada bir o kadar
kırılgan ve ilgiye muhtaç. Walter, Erika’nın
amcasının evinde verdiği resitaldeki performansından çok etkileniyor ve ona daha
yakın olabilmek için mühendislik eğitimini
bırakıp konservatuara girmeye karar veriyor. Burası filmin kırılma anlarından çünkü
Erika artık hayatını herkesten sakladığı gibi
– provalar sonrası seks dükkânlarında filmler izleyerek ya da sevişen çiftleri gözetlemekten haz alarak- devam ettiremeyecek.
Bunu içgüdüsel olarak sezdiği için
Walter’ın konservatuara girmesini ve
kendine yaklaşma çabalarını başlarda elinden geldiği kadar zorlaştırıyor. Sonunda
Walter yeteneği ve özgüveni sayesinde konservatuara girmeyi ve Erika’nın film boyunca seyircinin yüzüne kapattığı kapılardan
geçmeyi başarıyor. Haneke filmin bu
bölümünde katı konservatuar eğitiminin
altında saf akılcılığa dayalı günümüz eğitim
sisteminin eleştirisini yapıyor. Toplumun
üst kesiminin insanlarının, çocuklarını
‘kendilerine yakışan’ bireyler olması için
üstün standartlı zevklerle yetiştirmeye
çalıştığını göstererek burjuva toplumuna da
sert bir tokat atıyor. Erika nın aslında hiç de
masum biri olmadığının bu bölümde
ipuçları veriliyor. İlk cinsel deneyimini kendisiyle yasayan, kendi hayatının eksik noktalarını öğrencilerinde tam bir şekilde
görünce onları nedensiz yere aşağılayan bir
kaybeden aslında Erika. Filmin ilerleyen
bölümlerinde Walter’ın zor durumdaki bir
öğrencisine yardım ettiği zaman verdiği
tepki de bu açıdan pek şaşırtıcı değil. Erika,
tek suçu Walter’ın yaptığı sakalara gülmek
olan, ailesinin baskısıyla başka bir alanda
yeteneği olmadığı için konservatuarda okutulan hassas bir kız öğrencisinin cebine cam
kırıkları koyarak hayattan intikam almaya
çalışıyor. Bu noktadan sonra Erika’nın
Walter le ilişkisi de yeni bir cinsellik boyutu
kazanıyor. Erika başlarda Walter’la olan
ilişkilerinin cinsel yönünü sanki çok iyi
bildiği bir eylemmiş gibi –örneğin
Schuman’ın eserlerini çalmak- duygu
açısından yoksun bir biçimde yönlendirmeye çalışıyor. Zaman geçtikçe Erika bundan
vazgeçip belki hayatında ilk defa kendini
kadın gibi hissediyor ve Walter’a ruhunun
en gizli yerlerindeki fantezilerini sunuyor.
Bizim çağımızda cinselliğin önceki yüzyıllardan çok daha farklı yüzleriyle yaşandığı
7
“Üniversite öğrencisi yaratıcılık
becerilerini okulda geliştirmelidir.”
su götürmez bir gerçek. Son AFM bağımsız
filmler festivalinde izleyici karsısında çıkan
No Body is Perfect(Sibilla,2006) filmi- cinsel
zevk duymak için bütün parmaklarının
yarısını keserek kopartan karakterler, sırtlarındaki halkalardan tavanlara asılarak
cinsel zevk duyanlar, vb- günümüzde cinselliğin dünyanın bambaşka coğrafyalarında artık ne kadar uç noktalarda algılandığını ve yaşandığını çarpıcı bir biçimde
gösteriyordu.
Erika’da da bastırılmış cinsel dürtüler
kendini mazoşist bir fanteziyle dışa vuruyor. Erika – o kültürlü, herkesin saygı duyduğu profesör- bir anda cinsel kapasite yoksunu bir ucube gibi istekler sunmaya başlıyor. Bu noktada hem Walter ın kafasında
kurmak istediği ilişki sekteye uğruyor hem
de Erika aslında hiçbir zaman istediği gibi
bir hayat olmayacağını anlamaya başlıyor
ve artık toplumun kendine biçtiği, kendi
özsaygısının da temelini oluşturan kılıftan
sıyrılarak hiçbir şeyi umursamadan
Walter’a sahip olmaya çalışıyor. Babası ya
da Adorno’nun tarif ettiği gibi delirmekle
delirmemek arasında artık. Walter ona istediği fanteziyi vermek için geri döndüğünde
ise yasadığı, dingin hayatının en ağır
tecrübesi oluyor. Erica’nın hayatta artık
teselli bulabileceği hiçbir şey yok. Ama o
yine de (belki de delirmemek yani hayatta
yaşamanın tek yolunun bu olduğunu bilinçaltıyla sezip) bir şeyler umma peşinde.
Hayatını akılcılığa adamış gözüken karakter filmin finalinde artık aklının açıklayamayacağı biçimde ‘o’ nun gelmesini bekliyor. Beklediğinin aslında Walter
olmadığını, aslında kimsenin olmadığını,
her insanın hayatında bir şeylerin her
zaman eksik kalacağını ilk defa tecrübe
etmiş gibi gözüken Erica’nın hayatın bu
temel kuralına karsı gösterdiği boyun eğiş
biçimi filmi izleyen kimsenin unutamayacağı türden. Bu sahnede Erica’nın beklenti
içindeki gözleri, beklentisi gerçekleşmediğinde ilk defa hayatın gerçek
yüzünü görüyor. Walter’la birlikte kaybolan hayatına bakıyor Erica. Son sahnede
ise Erica’nın artık yok olduğunu görüyoruz.
Bitmiştir, hayat sadece akılla kavranamayacak kadar karmaşık, cinsellik porno filmlerden öğrenilemeyecek kadar çok boyutludur
ve bu gerçeklerle yasabilmek için hayatın
içinde olmak gerekir. Erica bu gerçeği
gördüğüne kapıyı(iç dünyasını) diğer
insanların yüzüne son kez kapatır ve yalnız
başına yürümeye başlar.
İyi bir filmden ne bekleriz? Bizi etkilemesini, kendi dünyasına almasını, bittikten sonra etkisinin hiç bitmeyecek gibi
sürmesini. Her izleyende derinden izler
bırakabilecek Piyanist, Haneke’nin çok
sevdiği sakin ve gerilimli uzun planları, her
ayrıntısı özenler doldurulmuş kadrajları ve
çarpıcı kurgusuyla size asla unutamayacağınız bir tecrübeye davet ediyor. Bu
tecrübe yasadığımız hayatı daha da anlamlı
kılmaya kesinlikle yardımcı olacaktır.
Prof. Dr. Erkin Nasuf’la
geçtiğimiz sayıda
yaratıcılık, farklılık,
girişimcilik ve yenilikçilikle
ilgili bir söyleşi yapmıştık.
Bu söyleşinin ikinci kısmı
olarak hazırladığımız bu
yazıda, yaratıcılık ve
yenilikçiliğin önemini,
eğitim ve öğretimde
yaratıcılık ve yenilikçiliğin
nasıl teşvik edileceğini ve
İTÜ’nün bu konudaki
çalışmalarından bahsettik.
rof. Nasuf, bir ülkenin yenilikçi
olması için şu politikaları izlemesi
gerektiğini söylüyor: Gerekli insan kaynağını oluşturacak öğretim ve eğitim
politikaları; bürokrasiyi azaltan düzenleyici politikalar; küçük firmalara sermaye akışını kolaylaştıran finansman
politikaları ve mali politikalar; bilgi
akışını kolaylaştırıcı yayın politikaları ve
teknolojinin uluslararası bazda daha çok
yayılmasını sağlayıcı yabancı yatırım
politikaları.
P
Yükseköğretimde ve mühendislik
eğitiminde yenilikçilik ve yaratıcılığı
teşvik etmek için yapılması gerekenler
konusunda şunları söylüyor Prof. Dr.
Erkin Nasuf:
- Bu konu ile ilgili eğitim ve öğretim
politikalarının öneminin altını özellikle
çizmek gerekir. Yenilikçilik, merak eden;
merak ettiğini hiçbir dogmaya bağlı
kalmaksızın sorgulayan; üretmekte ve
yeni birşey yaratmakta iddialı bir
toplum dokusu gerektirmektedir. Bu
nedenle, çocuklarımıza bu kültürü
aşılayabilmek için, eğitim ve öğretim sistemimizi yeniden yapılandırmak zorundayız. Dünya sürekli değiştiği için
yaratıcılığa, keşifçiliğe ve adapte olmaya
ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi Mühendislik bilim dalı
Prof. Dr. Erkin Nasuf
bilimsel ilkelerin yaratıcı uygulamalarıdır. Şu anda toplumumuzun
karşılaştığı en zorlu problemleri çözecek
olanlar yine mühendislerdir ve bunu
yapmak için geleneksel yollar yeterli
olmadığından yaratıcılık giderek önem
kazanmaktadır. Mühendislik temel
olarak matematik, fizik, elektronik ve
teknolojik uygulamalara dayansa da
fiziksel dünyamızı yaratan mühendisler,
bu bilim dallarını nesneler ve sistemler
üretmek için kullanırlar. Bu aşamada
teknik beceri ve disiplinin yanı sıra
yaratıcılık, farkı yaratacak olan unsurdur. Mühendislerin ürettiği çözümlerin
uygulanabilir ve geçerli olması uygulanacak olan yaratıcılığı kısıtlar.
Mühendislikte kullanılan yaratıcılığın
bir boyutu bir şeyin kullanımının farklı
alanlara yaygınlaştırmaktır.
Mühendislikteki yaratıcılığın diğer
bir unsurun çıkabilecek sorunların ve
aksaklıkların hayal edilebilmesi ve buna
önlem alabilmektir. Maliyet, fayda,
güvenlik, kalite, çevresel faktörler ve
görünüm gibi bir çok şeyi dengeleyebilmekte ayrı bir beceridir. Bir mühendis
aynı zamanda kendi alanındaki insanlarla iletişim kurarken ve çalıştığı insanları
motive ederken de yaratıcılık sergileyebilir.
Üniversite çağındaki bir öğrenci
yaratıcılık becerilerini kullanamıyorsa
bunu eğitim döneminden sonra atıldığı
iş hayatından sonra öğrenmesi olası
değildir. Bu aşamada yaratıcılık öğrenilebilecek bir yetenek midir sorusu gündeme gelmektedir. Mühendislik eğitiminde hocalarımızn bilgi verdiği ve
genelde kontrolü ellerinde tuttukları bir
model uygulanmıştır. Ders programları
yaratıcılığa imkan tanımayacak bir
düzendedir. Ancak öğrencilerin
yaratıcılıklarının devreye gireceği
durumlar yaratmak yine hocalarımızın
elindedir.
Erkin Nasuf, mühendislik eğitiminde
öğrencilere rekabet ortamının oluşturulmasının yaratıcılığı arttıracağını belirtiyor. Bu kapsamda mühendislik yapısı
makine veya yeni bir ürünün tasarlanması; tek bir çözümle kısıtlı olmayan
problemlerle çalışılması; bilinmeyenin
araştırılması; bağımsız proje çalışmaları;
takım çalışmaları; gerçek becerilerin kullanılabileceği alıştırma süreçlerinin oluşturulması; keşfe dayalı öğrenim yapılması ve öğrencilere kendi kararları için
sorumluluk verilmesi yaratıcılığı teşvik
ediyor.
Yenilikçilik ve yaratıcılık anlamında İTÜ’nün yaptığı çalışmaları da
şöyle özetliyor Prof. Nasuf:
Yatay geçiş ve çift anadal programları, burslar aracılığıyla maddi sorunların en aza indirilmesi, çok disiplinli
çalışmalara teşvik, Erasmus programı ile
Avrupa’da eğitim olanakları, 340’ın
üzerinde laboratuvar olanağı, uzaktan
eğitim ile dünyanın herhangi bir
yerinden eşzamanlı ders görebilme, ders
içeriklerindeki tasarım projeleri, takım
çalışması teşvikleri, projelerini Arı
Teknokent aracılığı ile hayata geçirebilme şansı, bilim toplum parkları,
öğrencileri sosyal olarak geliştiren
merkezler, kulüpler....
Aikido, sporunun ötesinde bir felsefedir
Harmoni ve Enerji: AİKİDO
isiplin, savaş, sanat, spor,
felsefe, harmoni, enerji... Pek
çok kavramı içeren bir savaş
sanatı: Aikido. Japon kültüründen gelen Aikido, savaşlara karşı
doğayı ve tüm varlıkları korumaya yönelik evrenle bir bütün
olma sanatı olarak tanımlanıyor.
Aikido, kendini savunmanın ve
taktik bilimi olmanın ötesinde
bireyin uyumlu bir insan olarak
ortaya çıkabilmesi için ruhu
mükemmelleştirmenin, vücudu
ve aklı güçlendirmenin, fiziksel
ve zihinsel gücü birleştirmenin
yoludur. Aikido’yu İTÜ’de
tanıtıp
yaygınlaştırmayı
amaçlayan İTÜ Aikido Kulübü,
uzun yıllardır Aikido konusunda
eğitimler veriyor, gösteriler
düzenliyor. İTÜ Aikido Kulübü,
uzun yıllardan beri İTÜ’de
Aikido kültürünü oluşturmuş ve
bu geleneğini sürekli geliştirerek
yoluna devam etmektedir.
Kurulduğundan bu yana İTÜ
Aikido Kulübü büyük ilgi görmüş ve Türkiye’de Aikido’nun
yaygınlaşmasına önemli katkılarda bulunmuştur. İTÜ Aikido
Kulübü, Türkiye’ye 1983 yılında
gelen Aikido savaş sanatını
üniversite çapında çok üst
D
seviyelere çıkarmıştır. Öyle ki
Türkiye’deki arama sonuçlarına
göre en çok ziyaret edilen Aikido
sayfası olmuş kulübün sayfası.
Aikidoyu diğer savaş sanatlarından ayıran önemli bir fark
da yaşamı düzene sokmak, okul
veya iş hayatında başarılı olmak,
zinde bir kafaya sahip olmak gibi
özellikleridir. Genel anlamda
Aikido bir yaşam biçimidir
denilebilir.
AİKİDO’da İTÜ’lüye avantaj
Aikido’yu öğrenmek isteyen
İTÜ’lüler çok avantajlı. İTÜ
Aikido Kulübü, AikiMode işbirliği ile eğitim programları hazırlıyor ve İTÜ’lüler bu eğitimlerden %70 indirimle yararlanıyor.
İTÜ içerisinde İMKB Öğrenci
Sitesi (Vadi Yurdu) Spor
Salonu’nda yapılıyor eğitimler.
Bununla birlikte Aikimode’un
eğitim yerlerinde de yine İTÜ
özel indirimi ile eğitim alabiliyorsunuz.
Daha ayrıntılı bilgi için
www.aikido.itu.edu.tr
ve
www.aikimode.com adreslerine
bir göz atın.
6
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
İstanbul’da yarı zamanlı iş olanakları
hem çalış hem oku
M. Can İban
epimizin bildiği gibi, üniversite
eğitimimiz esnasında ailemize
ekonomik olarak çok fazla yük olmak
istemeyiz. Bu yüzden yarı zamanlı
olarak, derslerimizi aksatmayacak şekilde birer iş bulmaya çalışırız. İşte İTÜ
öğrencisinin rahatlıkla altından kalkabileceği ve iş tecrübesi kazanabileceği
birkaç iş olanağı…
H
1. Sivil Toplum Kuruluşu Temsilciliği:
Özellikle Beşiktaş, Taksim ve Kadıköy
gibi merkezi semtlerde, kuruluşların
kendini tanıtmak, maddi ve manevi
destek kazanmak amacıyla yaptığı çalışmalarda bulunabilirsiniz. Bu kuruluşlara
örnek olarak Greenpeace ve Dünya Af
Örgütü verilebilir. Açık havada çalışmaya müsait bir durumunuzun olması
ve iletişim kurmada yetenekli olmanız
2. Gizli müşterilik: Genellikle isim
hakkı ve dağıtıcılık gibi yönelimleri olan
firmaların, ilişkili olduğu firmaları
denetlemek amacıyla kullandığı yöntemlerden biridir. İnsan kaynakları
sitelerinde arama motorları yardımıyla
bulabilirsiniz. İş için; detaycı, gözlemci
ve sorumluluklarına düşkün biri
olmanız yeterli görülüyor.
Artısı: Üniforma ve mekân sıkıntısı
olmadan çalışmak
Eksisi: Çok fazla kuşkucu olma zorunluluğu
4. Sinema gişeleri ve fuaye
elemanı: Genellikle sinemaların
yoğun bir biçimde tercih ettiği
elemanlar öğrencilerden oluşmaktadır. Sinemalarda seans
başlangıçlarında müşteriyi
karşılayabilecek ve gişelerde
onlara bilet kesebilecek elemanlar sürekli olarak aranmaktadır.
Artısı: Filmleri ücretsiz izleye-
La Stanza del Figlio
Burak Durukan
bilmek
Eksisi: Üniforma ve karanlık bir mekânda çalışmak
5. Çağrı merkezi elemanı: Firmaların
çağrı merkezi bölümlerinde (Telefon,
internet gibi) çalışabilecek elemanlar da
yarı zamanlı olarak çalışabilmektedir.
Ses tonunuzun ve diksiyonunuzun iyi
olması, bilgisayar kullanmayı bilmeniz
firmalar için yeterlidir.
Artısı: Müşterilerle yüz yüze ilgilenme
baskısının olmaması
Eksisi: Telefonda sürekli konuşmak
6. Kasiyerlik: Alışveriş merkezlerinde
yarı zamanlı olarak çalışmak isterseniz
ve de güler yüzlü biriyseniz alışveriş
merkezlerinin internet sitelerini takip
etmenizde fayda var.
Artısı: Sorumluluk bilinci kazandırması
Eksisi: Sürekli oturarak çalışmak ve hızlı
olma zorunluluğu
7. Dershanelerde Etüt Öğretmenliği:
ÖSS veya OKS bilgileriniz hala taze ise
İTÜ 4. Levent İETT
seferleri başladı
Havuz ücretlerine
yüzde 200 zam
eçtiğimiz dönemde başlatılan fakat yolcu azlığı sebebiyle iptal edilen İTÜ Ayazağa Yerleşkesi- 4. Levent
Metro hattındaki otobüs seferleri 22 Eylül itibariyle yeniden
başladı. 08.00, 09.00, 16.00 ve 17.00 saatlerinde 4. Levent
durağından kalkacak olan otobüsler, 08.30, 09.30, 16.30 ve
17.30 saatlerinde İTÜ Ayazağa Yerleşkesi içerisinden 4.
Levent’e doğru hareket edecektir.
eçtiğimiz yıl hizmete giren İTÜ Kapalı Yüzme Havuzu
ücretlerine 2008-2009 akademik yılından itibaren geçerli olmak üzere zam yapıldı. İTÜ Öğrencileri için seans ücreti
1 YTL'den 3 YTL'ye çıkarıldı. Bu zamla birlikte havuz kullanımı için abonelik sistemine de geçilirken öğrenciler için
abonelik ücretleri 1 ay için 30 YTL, 3 ay için 90 YTL, 6 ay için
150 YTL olarak belirlendi. Bakımı tamamlanan olimpik
yüzme havuzu 22 Eylül 2008 itibarı ile yeni kullanım ücretleri ile hizmete açıldı.
G
G
Yerleşkede internet
artık daha hızlı
ektörlük tarafından başlatılan "Kampüslerimizin
İnternet Altyapısının İyileştirilmesi" çalışmalarının ilk
aşamasında üniversitemizin internet bant genişliği artırıldı
ve mevcut internet çıkış kapasitesi 200 Mbps'den 400
Mbps’e yükseltildi.
R
Kahve tadında, hüzünlü bir film izlemek
isteyenlere:
Oğul Odası
yeterli görülmektedir.
Artısı: Açık havada bir takımla çalışmak
Eksisi: Çok seri bir biçimde konuşma
zorunluluğunun bulunması
3. Host-Hostes: Tanıtımlarda, açılışlarda, kongrelerde, havalimanlarında ve
alışveriş merkezlerinde tanıtım veya
karşılama gibi görevlerde çalışılabilecek
bir iştir. Bu tür hizmetleri firmalara,
ajanslar sağlar ve ajanslara
başvurmanız çalışmaya başlamanız için yeterlidir. Fiziksel
görünümünüz çok büyük bir
önem taşımamaktadır. Kendine
bu konuda güvenen herkes
katılabilir.
Artısı: Her işinizde farklı
görevlerde olma
Eksisi: Saatlerce ayakta durmak
ya da gün boyunca tek bir
mekânda çalışmak
15
ve ders anlatabilme yeteneğine sahipseniz birkaç dershane dolaşmanızda
fayda var. Dershanelerde öğrencilerin
anlamadıkları konuları tekrarlamanızı
ve çözemedikleri sorularda onlara
yardımcı olmanızı bekleyeceklerdir.
Artısı: Öğrencilerin başarısı için uğraşmak ve özgüven kazanımı
Eksisi: Yaş grubu küçük olan öğrencilerde disiplin sağlamaya çalışmanın zorluluğu, ayakta durmak
Aynı zamanda İTÜ’de de öğrencilerin
çalışabilecekleri birimler bulunmaktadır.
Kantinlerde, Öğrenci Danışma
Merkezi’nde,
Sosyal
Kültürel
Merkez’de, Avrupa Birliği-Erasmus
Merkezi’nde, Bilgi-İşlem Daire
Başkanlığı’nda (Elektrik Elektronik
Fakültesi ve Matematik Mühendisliği
öğrencileri için), Kütüphanelerde,
Laboratuarlarda, İnsan Kaynakları
Merkezi’nde ve güvenlik birimlerinde
çalışmanız için ilgili birimlere başvurmanız yeterlidir.
Kısaca söylemek gerekirse aileden
birisinin kaybını anlatan bir film, Oğul
Odası. Ancak o kadar basit değil. Kısa bir
cümleyle, ya da birkaç cümleyle özet
geçmek filmin derinliğine karşı yapılan
büyük bir ayıp olur. Bir kaybı; öncesiyle,
sonrasıyla, yoğun ve belki de rastlantısal
duygularla anlatan bir film.
İtiraf etmek gerekirse, filmin
konusunu bilip de olaylara geçilmesini
sabırsızlıkla görmek isteyenler için ilk
dakikalar sıkıcı gelebilir. Hatta ‘Bu sahnenin konuyla ne ilgisi olabilir ki?’
denilen sahneler bile düşünülebilir.
Lâkin ailenin oğlu Andrea’nın ölümüyle
film kırılır ve filmin daha uzun süren
diğer bölümünde taşlar tam anlamıyla
yerine oturur. Böylece filmin bir bütün
halinde değerlendirilmesi gerekliliği de
vurgulanmış olur.
İlk sahnede Andrea’nın babası
Giovanni’nin kasabanın kıyısında ve
sokaklarında koşmaktadır. Sonrasında
da bir telefonla çağırılır. Gittiği yer oğlunun okuludur ve görüştüğü kişi de oğlunun müdürü. Çalınan bir fosil için
Andrea ve bir arkadaşından şüphelendiklerini söyler. Odadan çıkıldığında
yoğun bir güven duygusu işlenmektedir.
Anne Paola’nın oğluna olan tam güveni,
kardeş Irene’nin kardeşine olan inancına
rağmen Giovanni’nin engel olmaya
çalıştığı kuşkuları. Giovanni çok geçmeden oğlunun odasında alır soluğu.
Kuşkularına yenik düşmekten son anda
kurtulmuş, oğlunun eşyalarını kurcalamaktan vazgeçmiştir.
İşin iç yüzünde ise Andrea’nın iç
hesaplaşması ve gerçekleri söylediğinde
babasına vermesi gerekecek hesabı
vardır. Masumane bir şaka istemediği
gibi sonuçlanmış ve fosil artık tek parça
değildir. Paola, oğluna destek olmuştur.
Peki ya Giovanni de aynı şeyleri hissettirecek midir? Andrea bunun böyle
olmayacağını düşünmüştür. Belki de
annesinden yardım istemektedir…
Birlikte yapılan bir sabah kahvaltısında pazar gününün birlikte geçirilmesi
planlanmıştır. Öyle ki, arkadaşlarına söz
veren Andrea da hayır diyememiştir.
Gelen telefonsa Giovanni’yi çağırmaktadır. Küçük sayılabilecek bir kasabanın
sayılı psikanalistlerinden biri olan
Giovanni mesleğine ve hastalarına olan
saygısından dolayı üzülerek de olsa gitmeye karar verir. Bunun üzerine bütün
aile üyelerinin planları değişir ve dağılırlar. Minik bir gerilim tırmanır. Giovanni
araba kullanırken uyarı mahiyetinde
korna çalan bir kamyonet, hırsız bir
gencin Paola’ya çarpması, Irene’nin
motosiklet üzerindeki şakaları… Yoksa 3
arkadaşıyla dalmaya giden Andrea, kurban mıdır, Aile bireyleri arasından tanrının tesadüf eseri seçtiği?
Aile bireylerinin üzüntüsü onulmaz
olsa da yaşamlarına devam etmek zorundadırlar. Olaylar kambur üstüne kambur
şeklinde mi üstlerine gelmektedir, yoksa
benzerleri sürekli yaşanmaktadır da aileden birinin ölümü üzerine mi daha fazla
göze batmaktadırlar? Belki de birer rastlantıdan ibarettirler?...
Her ne kadar birbirlerine bağlı aile
bireyleri olsalar da ayrı vakit geçirmek
isterler. Belki de Andrea’yı başka
birisinin hatırlatmasını istemediklerindendir… Giovanni, hastasını suçlamakla kendini suçlamak arasında bir
yerdedir. Hastalarını eskisi kadar
anlayamamakta, onlara eskisi kadar
yardımcı olamadığını düşündüğünden
bir sürelik de olsa çalışmama kararı alır.
Oğlunun yaşantısını biraz daha tanımak
ister.
Paola’nın posta kutusunda rastladığı
mektupsa olaylara yeni bir yön verecektir. Zira, Andrea’nın sağlığında bilinmeyen kız arkadaşından gelmektedir. Bu
durum Paola’yı heyecanlandır, kız ile
tanışmak ister. Mektuba bir türlü cevap
yazamayan kocasını daha fazla beklemek istemeyerek Arianna’yı arar.
Arianna’nın sürprizi ise daha şaşırtıcıdır.
Aramaları sonuç vermediğinden
Andrea’nın evine çıkagelir. Gitmek istediğinde ise bir erkek arkadaşıyla otostop
yaparak Fransa’ya gitmek istediğini
söylemek zorunda kalır. Bunun üzerine
daha öncesinde kimsenin bilmediği
Fransa sahillerinde bitecek bir yolculuk
başlamıştır. Sahilde farklı adımlar atan
aile bireyleri eskisi gibi kucaklaşmaya bir
adım daha yaklaşmışlardır.
Filme genel olarak bakmak gerekirse
-ki gerekir- Giovanni endişeli ve takıntılı
hastalarına nazaran yapısı gereği hep
sakin gözüküyor. Bunun içindir ki o çok
sevdiği ve daha önce yapıştırmış olduğu
çaydanlığı kırdığında ya da yemekleri
ateşte unuttuğunda duygu yoğunlaşmaları yaşadığını rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bir diğer genel özellikse aile
bireylerinin sporla yakından ilgilenmeleri. Andrea, Giovanni’ye göre kazanma azmi olmasa da iyi bir tenis oyuncusu ve amatör bir dalgıçtır. Irene ise
okulunun basket takımının önemli bir
oyuncusu. Giovanni, Paola gibi çocuklarının müsabakalarını kaçırmamakta,
düzenli koşarak hayatını sürdürmektedir. İş yerinde farklı spor ayakkabılarıyla
dolu bir dolap gerektiğinde hastalarına
sergilenmek üzere durmaktadır.
Karelerin ve kişilerin unutulmaya yüz
tuttukları bir anda tekrar karşımıza çıkmasıysa kurgunun ne kadar başarılı
olduğunun kanıtı olsa gerek.
Giovanni’nin hastaları ise film içerisinde
bunun en klasik örnekleri. Benzer şekilde dikkatli seyirciyi filmin daha çok içine
çekecek kesişmeler de mevcut.
Andrea’nın son gün giydiği kırmızı
polar kıyafeti dolapta daha bir dikkat
çekebiliyor. Ya da Irene ceket seçerken
sohbette geçen yeşil rengini ve
Andrea’nın odasının şeklini Arianna’nın
getirdiği resimlerde görmek mümkün.
Kırılma noktasının öncesindeki ve sonrasındaki davranışlarsa değişen ruh hallerini en iyi şekilde yansıtıyor. Karıkocanın ayrı yattıklarını gördüğümüzde
öncesinde izlemiş olduğumuz sevişme
sahnesinin gereğini daha anlaşılıyor.
Masalarsa filmde önemli bir yere
sahip. Resimde de gördüğümüz
Andrea’nın odasındaki masası,
Paola’nın çalışma masası, Giovanni’nin
iş yerindeki masalar, okul müdürünün
masası… Ve en önemlisi birlikteliği ve
bağlılığı temsil eden yemek masası…
Filmi diğerlerinden ayıran yanlarsa
fazlasıyla mevcut. Baba ne kadar işine
bağlı da olsa tam anlamıyla bir “işkolik”
denilemez. Ailesiyle ilgileniyor, onlarla
az ya da çok vakit geçiriyor ve bunun bilincinde. Doğallığı ile ünlenen bir sahne
de kilisede geçiyor. Filmin sonuna doğru
da o unutulmaz aşk klasiklerinden
birisinin olmadığını görüyoruz.
İzleyicinse cevap vermeye çekineceği,
filminse cevap vermediği hatta cevap
vermek istemediği bir soru da karakterlerden hangisinin daha fazla etkilendiği.
Tabutun kapağını kaldırtıp son bir defa
kardeşinin cansız bedenine bakan Irene
mi, oğlunun elbiselerinde gözyaşlarını
tutamayan Paola mı yoksa olması
gereken olayları düşünen Giovanni
mi?...
Filmin yönetmeni, Nanni Moretti.
Başka bir deyişle Giovanni rolünde
oynayan “aktör”. Moretti’nin yönetmenliğinin de filmin senaryosu kadar harikulade olduğu bu filmde Moretti’nin oyunculuğu için aynı şey söylenemez.
Bir İtalyan filmi…
Dili de doğal olarak baştan sona
İtalyanca. Filmin tam anlamıyla anlayabilmek için İtalyanca gerekli denilebilir.
Zira Palermo Film’in dağıtımını yaptığı
DVD’de Türkçe altyazı ile dublajın bazı
sahnelerde birbirinden tamamen ayrıldı
bir gerçek. İtalyanca bilmeyen birisi için
hangisinin doğru olduğuna karar vermek imkânsız olsa da altyazının doğruya
daha yakın olduğu söylenebilir.
Anlatmakla bitmeyecek bu filmin
izlenmeye değer olduğu ise su götürmez
bir gerçek…
Hepinize iyi seyirler!
16
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
Kaderine terk edilmiş şehir
GAZİANTEP
Kurtuluş Savaşı’nda 6317
şehit vererek 11 ay hiç yardım
almadan direnen ‘gazi şehir’;
şüphesiz Mustafa Kemal gibi
düşünmüş, onun gibi hissetmiştir. Her bir Antepli
direnirken onun gibi şunu
geçirmiştir içinden: ‘Canını
kurtarayım derken, vatanını
kaybedersin…‘
Bu şehir Fransız mandasını kabul
etmedi! Bu şehir bayrağını yere
indirtmedi ve bu şehir Fransızlara karşı
ilk şehidini 12 yaşındaki ‘Kamil’ le verdi.
Fransızların, tanklarıyla yakıp yıktığı bu
şehir nasıl oluyordu da silahı, askeri
yokken
böyle
direnebiliyordu?
Antepliler, meclisten defalarca yardım
isterken şehrin durumunu şöyle dile
getiriyorlardı: ‘Bugün Antep’te cami ve
okul değil, baş sokacak küçücük bir
kulübeye bile zor rastlanır. Bu faciaya
sebep bizim Fransız mandasını kabul
etmeyişimizmiş!’
Fransızlar gün geçtikçe saldırıların
şiddetini artırırken Antep, Şahin Bey’ini,
Karayılan’ını ve nicelerini şehit vermektedir. Onlar ise bu direnişi şehir halkının
yapabileceğine inanmamakta ve şehri
alamamanın şaşkınlığı içindedirler.
‘Eğer teslim olmazsanız canlı bir tek
insan ve memlekette taş taş üstünde
kalmayacaktır.’ diyerek kaleye teslim
bayrağı çekilmesini isterler. Halk ise
sonuna kadar savaş kararı alarak kaleye
büyük bir Türk bayrağı çeker ve şöyle
cevap verir: ‘Antep’te canlı bir tek insan
ve memlekette taş taş üstünde kaldıkça
memlekete Fransız askeri girmeyecektir!’
Direniş şaşkınlık ve hayranlıkla
karşılanırken ‘gazi şehir’ yine hiçbir
yardım isteğine olumlu yanıt alamamakta ve kaderine terk edilmektedir. Bir tek
neferi bile kalmayan halk, teslime karşı
direnişini şöyle dile getirir: “Antep’i kurtarmaya gelmeyecekseniz bari biz de
şehri yakalım. Kefenlerimizi boyunlarımıza asıp ölümü selamlamaya koşacağız!”
Şehrin teslim olmadığı her gün
Fransızlar saldırıyı daha da şiddetlendiriyor ve gerçekten de memlekette taş taş üstünde bırakmıyorlardı.
‘Gazi şehir’ ise artık sadece düşman
askerleriyle savaşmıyordu. Yaşanan zorlukları bir doktor şöyle anlatır:
‘Tentürdiyot, gazlı bez dahi bitmiştir.
Yaralıların kollarını, bacaklarını
keserken onları bayıltamıyorduk…‘
Elbette zorluklar bununla da sınırlı
değildi. Artık halk en büyük savaşını
açlığa karşı veriyordu. İnsanlar sadece
direnişte değil, hastalık ve açlıktan hayatlarını kaybediyorlardı. Zerdali çekirdeğinden ekmek yapıyorlardı. Açlıktan
ölmeyenlerse
bu
çekirdekteki
oksisiyanürden bir bir can veriyordu. ‘10
aylık fedakarlığın sonu açlıktan ölüm
müdür?’ diye haykıran halk, ‘Açlık
Beyannamesi’ yayınlamıştı. Meclisin ise
buna karşı yapabileceği tek şey manevi
destekti ve 8 Şubat 1921’de Antep’e
‘Gazi’ ünvanı verildi..
‘
ürküm diyen her
şehir, her kasaba
ve en küçük Türk
köyü Gazianteplileri
kahramanlık misali
olarak alabilirler.
T
Mustafa Kemal Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk de kendi gibi
‘gazi’ olan bu şehrin önemini ve
Kurtuluş Savaşı’ndaki asil direnişini
sürekli vurgulamıştır. Bunun bir sonucudur ki Gazi şehrin hemşehriliğini
kabul etmiş ve nüfusunu Gaziantep’e
aldırtmıştır.
Belki de bakırcıları sabırla işlerken
sanatlarını; Gaziantep’in tarihini, kahramanlığını işlemektedirler. Onlar bakırlarını her bir darbeyle şekillendirirken
belki de Gazi şehrin tarihini bir kez daha
ölümsüzleştirdiklerinden bu kadar
özellerdir.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin güneş
enerjisi ile ilgili çalışmalar yapan
öğrencileri, uzun yıllardır büyük
başarılar gösteriyorlar. Geçen yıllarda
olduğu gibi bu yıl da İTÜ’nün güneş
arabaları şampiyon olurken İTÜ’nün
güneş teknesi Muavenet ise geçen yılki
dünya üçüncülüğünü bu yıl dünya
ikinciliğine yükseltti
Burak Avcı
MUAVENET DÜNYA
İKİNCİSİ
ARIBALAR
YİNE YENİDEN
ARIBA
ŞAMPİYON
TÜ Güneş Teknesi Takımı 'Nusrat' adlı
teknesiyle geçen yıl aldığı dünya
3.lüğünden sonra bu yıl da 'Muavenet'
adlı teknesiyle 'Solar Splash 2008 - Güneş
Tekneleri Yarışması Dünya Şampiyonası'nda dünya 2.si oldu. 18-22 Haziran
2008 tarihlerinde ABD'nin Arkansas
eyaletinde düzenlenen yarışmada İTÜ
ekibi geçen yılki derecesini geliştirmenin
yanısıra 'Genel Toplamda Dünya
İkinciliği', 'Manevra Etabı Birinciliği',
'Sürat Etabı İkinciliği', 'Ekonomik Sürat
Etabı Üçüncülüğü', 'Yeterlilik Etabı
İkinciliği', 'Görsel Sunum İkinciliği', 'En
İyi Sistem Tasarımı', 'En Gelişmiş Takım
Ödülü', 'En İyi Tasarım Ödülü' ve 'Ticari
Uygulamaya En Uyumlu Tekne Ödülü'
dereceleri ile 10 dalda ödül toplayarak
geçen yıl 6 olan ödül sayısını da arttırmış
oldu.
Adını 1993 yılında bir tatbikat sırasında ABD tarafından batırılan fırkateyn-
T
İ
‘Bu kaçıncı kurşun, bu kaçıncı bismillah? Bu kaçıncı ölüm?
Bir türkü söylenir siperlerde her sabah
Vurun Antepliler namus günüdür!’
Artık şehirde eli silah tutan bir tek kişi
bile kalmamıştır. Tek çare olarak teslimi
kabul eden gazi şehri yıkan ne
Fransızların tehditleri ne de tankları
olmuştur. Onları ezen tek şey ‘açlık’
olmuştur. Teslim haberine Fransızlar
inanmaz ve kaleye beyaz teslim
bayrağının çekilmesini isterler. Halk hala
Türk bayrağının inmesini reddeder.
Evlerden teslim bayrağı için beyaz bez
parçası isteyenler geri çevrilir. En sonunda hastaneden bir kefen parçası alınır ve
dalgalanan Türk bayrağının yanına bir
de ‘kefen bayrağı’ çekilir. Onlar, teslim
olurken bile kefenlerini dalgalandırmışlardır göklere… Sonuçta yine
Fransızlar şehri alamamış, imzalanan
Ankara Antlaşması’yla şehri terk etmek
zorunda kalmışlardır. ‘Gazi şehir’ her
zamanki gibi yine Türk’tür, yine
özgürdür ve o kalede artık sadece Türk
bayrağı dalgalanacaktır; kefen bayrağı
değil.
Gaziantep’i özel kılan şüphesiz
Kurtuluş Savaşı’ndaki bu inanılmaz
direnişidir. Gaziantep’te yemeklerin tadı
farklıdır; şehir bir başkadır. Bakırcısı,
yemenicisi, sedefçisi, kutnu dokumacısıyla sanatı özeldir; çünkü toprağı
bir başka kokar, toprağı kahramanlık
kokar.
İTÜ, güneşte şampiyon
‘
T. Oya Ekmekçi
den alan teknenin yaratıcısı 'İTÜ Güneş
Teknesi Takımı'nın liderliğini Gemi
İnşaatı ve Deniz Bilimleri Fakültesi'nden
Münir Cansın Özden yapmakta olup,
takım Ersin Demir, Berkin Kılıç, Tuğrul
Yıldırım, Metin Aksu, İrfan Kaya,
Enishan Özcan, Hüseyin Turhan, Emrah
Adamey, Efe Koçtürk ve İbrahim
Albayrak'tan oluşmaktadır.
ÜBİTAK tarafından 26-31 Ağustos
2008 tarihleri arasında bu yıl 4.sü
düzenlenen 'Formula-G Güneş Arabaları
Yarışı'nda İTÜ ekibi geçtiğimiz iki yılda
olduğu gibi yine 1. ve 2. oldu. İzmir
Pınarbaşı Pisti'ndeki yarışa İTÜ Güneş
Arabası Ekibi ARIBA2 ve İTÜRA isimli
araçlarla katıldı. Böylece 2006 yılında
ARIBA ve ARIBA2 ile
2007 yılında ARIBA2 ve
İTÜRA ile elde edilen
başarılara bu yıl bir
yenisi eklenmiş oldu.
Bu başarının yanında
geçen yıl da kazanılan
'Özgün Tasarım Ödülü'
de İTÜ ekibinin oldu.
Geçtiğimiz 3 yılda
topladığı 13 ödülle
kırılması zor bir rekora
imza atan İTÜ Güneş
Arabası Ekibi 2009
Nihat Berker’e prestijli ödül
Bana bir şehir söyleyin, adına
türküler yakılan
Bana bir şehir söyleyin, yakılan her
türküyle yürekleri dağlayan
Bana bir şehir söyleyin, varla yok
arasında kalan
Ve bana bir şehir söyleyin, varlığını
cihana haykıran…
Burası Antep!
On iki yaşın çocukça bakışlarında
haykıran Kamil’in,
Kilis yollarında bayraklaşan
Şahin’in,
Maraş yollarını Fransız’a dar eden
Karayılan’ın şehri.
Burası kendi kaderine terk edilen,
Batı’nın teknolojisine, acımasız
saldırılarına, imanıyla,
Türklük gurur ve şuuruyla karşılık
veren yiğitlerin şehri…
Burası Gazi şehir…
Burası Gaziantep…
5
İTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Eski Dekanı, Koç
Üniversitesi Fen ve İnsani Bilimler Fakültesi Fizik
Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Nihat
Berker, bilime yaptığı katkılardan ötürü
Almanya’ın en önemli bilim ödüllerinden
“Humboldt Bilim Ödülü” ne layık görüldü.
Ödülünü Berlin’deki Bellevue Sarayı’nda,
Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köller’in de
katıldığı bir törenle alan Berker’e bu ödül; temel
bilimsel buluşları, geliştirdiği yeni teoriler ve
kendi alanında olduğu gibi kendi bilimsel
alanının ötesinde önemli etkileri olan katkılardan
ötürü verildi. Nihat Berker, bu ödüle layık
görülen ilk Türk bilim adamı oldu.
Faz geşişleri ve çokkritik sistemler, yüzey sistemleri, sıvı kristaller, manyetik ve camsı sistemler, süperakışkanlık ve süperiletkenlik, ölçeksiz
ve küçük dünya ağları konusunda yaptığı çalışmalarla dünya çapında tanınan Berker, uzun yıllar Massachusetts Institute of Technology (MIT)
‘de öğretim üyeliği yaptıktan sonra, Türkiye’ye
dönerek İTÜ Fen Edebiyat Fakültesi’nde çalışmalarına devam etti. Şu an araştırmalarına Koç
Üniversitesi’nde devam ediyor.
yılında Avustralya'da düzenlenecek
World Solar Challenge 2009'a katılmak
amacıyla 4.nesil aracın çalışmalarına
halen devam etmekte. Ekibin proje
sorumlusu Burak Aliefendioğlu yeni
araç için gereken 350 bin YTL'ye daha
önce kazanılan ödüller ve sponsorlarla
ulaşmaya çalıştıklarını ifade etti.
Zekai Şen’e Nobel
teşekkürü
İTÜ İnşaat Fakültesi Hidrolik
Anabilim
Dalı
öğretim
üyelerinden Prof. Dr. Zekai
Şen’e, çalışmalarına katkıda
bulunduğu Intergovernmental
Panel on Climate Change’in
(IPCC) Nobel Barış Ödülü
almasından dolayı bir teşekkür
belgesi gönderildi.
İklim değişikliği konusunda,
gündem yaratan çalışmalara
imza atan IPCC’in tek Türk
üyesi olan Şen, su konusunda
yaptığı çalışmalar ile tanınıyor.
TÜBİTAK’tan 2 teşvik ödülü
TÜBİTAK tarafından, bilimsel araştırmalarıyla bilime gelecekte
evrensel düzeyde katkılarda bulunabilecek potansiyele sahip
olduğunu kanıtlamış genç araştırmacılara verilen TÜBİTAK Teşvik
Ödülleri’nin ikisi bu yıl İTÜ’lü öğretim üyeleri Çevre Mühendisliği
Bölümü’nden Doç. Dr. İsmail Koyuncu ile Fizik Bölümü’nden Doç.
Dr. Cemsinan Deliduman’a verildi.
4
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
İTÜ, açılışta Başbakan’ı
ağırladı
Burak Avcı
İstanbul Teknik
Üniversitesi yeni
akademik yılını,
Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın
katıldığı törenle açtı
stanbul Teknik Üniversitesi’nin 20082009 Eğitim Öğretim Yılı, 12 Eylül tarihinde Süleyman Demirel Kültür
Merkezi’nde yapılan törenle başladı.
Hakan Şensoy şefliğindeki MİAM
Topluluğu’nun konseri ile başlayan
tören, Rektör Prof. Dr. Muhammed
Şahin’in konuşmasıyla devam etti.
İ
Konuşmasında yükseköğretimin sorunlarına değinen Rektör Şahin, yeni açılan
üniversiteler ile artan öğretim üyesi
ihtiyacına dikkat çekti, kapasitesinin çok
altında çalışan, İTÜ Arı Teknokent’in
önümüzdeki aylarda tam kapasite çalışması için girişimlerde bulunacaklarını
söyledi. Şahin, Türkiye’de bilim ve
teknolojide atılım yapılmak isteniyorsa
bunun tek adresinin İstanbul Teknik
Üniversitesi olması gerektiği söyledi.
Öğretim üyelerinin sorunlarına da değinen Şahin, bu konuda Başbakan’dan
yardım istedi.
Şahin’in konuşmasından sonra
İTÜ’ye ilk üç sırada giren, Elektrik
Elektronik Fakültesi öğrencileri Emeç
Erçelik, Metehan Çetin ve İşletme
Fakültesi öğrencisi Ali Ruçhan Oflaz’a
Rektörlük ödülleri sunuldu. Dr. Yük.
Müh. Hulusi Damgacıoğlu’nun
“Asırlardır Çağdaş” başlıklı konuşması
ile devam eden törende son olarak
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
konuşma yaptı.
Başbakan Erdoğan, konuşmasında
İTÜ'nün, Türkiye'ye cumhurbaşkanları,
başbakanlar, çok sayıda siyaset adamı,
teknokrat ve bürokrat yetiştirmiş olan
bir üniversite, bir eğitim kurumu
olduğunu ifade etti. Erdoğan,
Türkiye'nin yönetiminde hep 3 okulun
mülkiye, harbiye ve tıbbiyenin etkili
olduğunun söylendiğini, bunun hep
böyle yorumlandığını anlatarak, ‘Ancak
75. Yıl Öğrenci Sosyal Merkezi’nde
başlayan yürüyüş, ‘AKP Defol İTÜ
Bizimdir’, ‘ İTÜ Uyuma Üniversitene
Sahip Çık’, ‘Şahin’in İpleri AKP’nin
elinde’ sloganları eşliğinde Rektörlük
binasına kadar sürdü.
Rektörlük binası önünde okunan
bildiride Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin (AKP) üniversite politikası
ve Rektör Şahin’in açılış törenine
Başbakan Erdoğan’ı çağırması eleştirildi. Tayyip Erdoğan konuşmasında
"Üniversiteler eleştirel aklın, özgür
düşüncenin evi, yuvası olmalıdır.
Fikirlerin en doğru şekilde ifade
edildiği bir üniversite ortamından
kimse rahatsız olamaz, rahatsız olmaya
da hakkı yoktur” diye konuşuken
dışarıda öğrencilere uygulanan
muamelenin ikiyüzlülük olduğu
savunuldu.
Üniversitelerin,
demokrasinin ve özgür düşünme
hakkının var olması gerektiği en temel
kurumların başında geldiğinin altı çizilerek, polisin öğrenciye tavrı protesto
edildi.
kitap
okuyorum
Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan - Oğuz Atay
Oğuz Atay hocası Mustafa İnan’ın
sabır, iyimserlik ve özveri ile bezenmiş hayatını anlattığı bu kitabında,
matematik ve temel bilimler üzerine
öğrenim görmüş bir bilim adamının
şiir, felsefe ve mistisizm ile sentezlenmiş birikimini ve toplumsal
konulara matematik bilgisiyle
getirdiği çözüm ve açıklamaları
anlatır. Atay, farklı bir bilim adamı
portresi çizen Mustafa İnan’ın tek
alanda uzmanlaşmaya karşı çıkan,
günlük yaşam ile bilim
adamlığınının bir bütün olduğunu
vurgulayan fikirlerinden kitabın
büyük çoğunluğunda bahseder.
Okulumuzun kütüphanesine de
ismini vermiş, Mustafa İnan’ın
hayatının anlatıldığı bu roman,
günümüzde özellikle mühendislik
ve fen bilimleri alanlarında okuyan
ve sosyal bilimlere ilgi duyan her
öğrenci için bir başucu kitabı
niteliğinde. Edebiyatımızdaki önemli
biyografilerden biri olan ‘Bir Bilim
Adamının Romanı: Mustafa İnan’
İletişim Kitabevi’nden çıkmış.
Tarihimizle Yüzleşmek - Emre Kongar
İTÜ'nün bu 3 okulu da gölgede
bırakarak, oldukça mütevazı ve sessiz bir
şekilde Türkiye'nin rotasını belirleyen
devlet adamları yetiştirdiğini geçmişten
bugüne biliyoruz ve görüyoruz’ diye
konuştu. Üniversitelerdeki özgürlük
ortamına da değinen Erdoğan, ‘Üniversiteler, her türlü siyasi müdahaleden,
devletin, hükümetin müdahalesinden
kesinlikle uzak olmalıdır. Üniversiteler
olabildiğince bağımsız ve özerk bir
işleyişe sahip olmalıdır’ dedi.
TÖRENE ÖĞRENCİLER ALINMADI
Öğrencilere kapalı olarak gerçekleştirilen tören, protestolara da sahne
oldu. Her yıl açılış töreninde öğrencilerin
bulunmasına özen gösteren İTÜ yöneti-
mi bu yıl, yeni öğrencilere Rektör imzalı
davetiyeler göndermesine ve web
sitesinde duyurmasına karşın, ani bir
kararla öğrencileri törene almadı. Bu
uygulama öğrenciler tarafından tepkiyle
karşılandı. Süleyman Demirel Kültür
Merkezi yakınlarında toplanarak
Başbakan’ı protesto eden gruplar polis
müdahalesi ile karşılaştı. 18 öğrencinin
gözaltına aldığındığı müdahale İTÜ
kamuoyunda rahatsızlık yarattı.
ESKİ REKTÖR SALONU TERKETTİ
Törende bulunan eski İTÜ rektörü
Prof. Dr. Faruk Karadoğan, İstiklal
Marşı’nın ardından, yeni yönetimi ve
törene başbakanın çağrılmasını, salondan ayrılarak protesto etti.
İTÜ’lüler açılış törenini protesto etti
2008-2009 Akademik
Yıl Açılış Töreni’ne
katılan Başbakan
Recep Tayyip
Erdoğan’ı protesto
eden öğrencilere
polisin müdahale
etmesini ve
öğrencileri gözaltına
almasını tepki ile
karşılayan yaklaşık
250 öğrenci, 15 Eylül
2008 tarihinde ‘İTÜ
Açılış Yürüyüşü’
düzenledi
17
Türkiye’de ki genel akademisyen
profilinin aksine; gazeteci, yazar, TV
yorumcusu ve sosyolog kimliklerini
bir arada taşıyan Prof. Dr. Emre
Kongar, bu kitabında tarihe ve gayri
resmi tarihe göndermeler yaparak,
Osmanlı ve Yakınçağ Türkiye
Tarihi’nin dönüm noktalarına farklı
yorumlar getiriyor. Kitaba ‘İnsanlar
Tarihe Neden Yanlış Bakar’
konusuyla başlayan Kongar, devletlerin ve ideolojilerin tarihe
bakışlarındaki eksiklerini ve hatalarını bir bir özetliyor ve Türkler
isteyerek mi Müslüman oldular? ,
Osmanlı İmparatorluğu Müslüman
olduğu için mi çöktü? ,Vahdettin
‘hain’ miydi?, Atatürk niçin yalnız
bir liderdi?,Menderes bir ‘Demokrasi
Şehidi’ midir? gibi can alıcı sorulara
gayet net bir üslupla,güvenilir kaynaklara dayanarak yanıt veriyor.
2007 yılının en çok okunan kitaplarından biri olan Tarihimizle
Yüzleşmek, Remzi Kitabevi’nden
çıkmış.
Deliliğe Övgü - Erasmus
‘Hakkımda ne derlerse desinler,
(Zira deliliğin en deli olanlar tarafından bile her gün ayaklar altına
alındığını bilmez değilim) tanrısal
tesirlerimle tanrılar ve insanlar üzerine sevinç saçan gene ben, yalnız
benim; öyle ya bu: Deliliğe Övgü’.
Deliliğe Övgü’nün Kabalcı
Yayınları’ndan çıkan baskısının
kapağında bu etkileyici ve
düşündürücü sözler yazılı. Rönesans
ile birlikte ortaya çıkan Hümanizm
akımının yaratıcısı ve en büyük temsilcisi olarak kabul edilen Desiderius
Erasmus’un Rönesans Edebiyatı’nın
başyapıtlarından biri olarak kabul
edinilen, en önemli eseri Deliliğe
Övgü, taşıdığı evrensel ve insani
değerleri sayesinde günümüze kadar
canlılığını ve güncelliğini
yitirmemiştir. Erasmus Deliliğe
Övgü’de çağının dini kurumlarını
kıyasıya eleştirerek, bağnazlığa karşı
açıkça tavır alır. Diğer yandan
toplumsal yargıların değiştirmenin,
diğerlerinden farklı düşünebilmenin
ancak delilik ile mümkün olacağını
savunur. Kitap, çevresindeki basit
insanlardan ve seviyesiz olaylardan
sıkılan okuyucular için nefes alabilmek ve kendine gelmek için
önemli bir kaynak niteliğinde.
Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye, Dünya - Oya Köymen
Türkiye’nin önemli ekonomi tarihi
profesörlerinden Oya Köymen, bu
kitabında Dünya’nın, Osmanlı’nın ve
Türkiye’nin ekonomik seyirlerini
politika, sosyoloji ve tarihle harmanlayarak paranın dünya tarihinde
oynadığı büyük role dikkat çekiyor.
Kitabı 4 ana bölüme ayıran yazar,
ilk bölümde Sanayi Devrimi’nden
itibaren ortaya çıkan ve ekonomik
krizlerle revize edilen tüm iktisat
akımlarını değerlendiriyor ve bu
bölümde liberal ve Keynes’çi iktisadın temel felsefesini okuyucuya
kendi yorumlarıyla sunuyor. İkinci
bölümde ise Osmanlı Ekonomisi’ni
politik ve sınıfsal açılımlarıyla
inceleyen Oya Köymen, üçüncü
bölümde ise günümüz Türkiye
Ekonomisi’ni ‘Kırılmaların
Altındaki Süreklilik’ başlığı altında,
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül Askeri
Darbeleri paralelinde anlatıyor.
Son bölümde ise yazar Dünya
Ekonomisi’ni İngiliz ve Amerikan
Hegemonyası bağlamında inceleyerek küresel ekonomi ve kalkınma
sorunlarına farklı açılımlar getiriyor.
Kitap sade ve anlaşılabilir diliyle
paranın tarihini ve yüzyıllar boyunca etkisini merak eden okuyucular
için önemli bir kaynak niteliği taşıyor. “Sermaye Birikirken Osmanlı,
Türkiye ve Dünya” Yordam Kitap’ın
yayınları arasında.
18
arıYORUM
arıYORUM
Kasım 2008
Kasım 2008
Amerikan futbolu
cesaret ister
Fatih Avcı
ilmlerden veya turnuva görüntülerinden hatırlarsınız. Birbirlerini ite
kaka top peşinden koşarlar. Havada
uçan ‘yamuk’ top (hava ile şişirilmiş yayvan sferoid) yuvarlak top gibi değildir ve
düştüğü noktadan sonra hangi tarafa
sıçrayacağını kestirmek çok çok zordur.
Dolayısıyla daha fazla seçenek için daha
fazla taktik oluşturmak gerekir. Eh, biraz
sert bir spor olduğundan dolayı da takım
arkadaşlarına güvenmek gerekir.
Takımın başarılı olması için de disiplin
ve kardeşlik.
Toplum olarak henüz alışılagelmiş bir
spor olduğunu düşünmüyor olabiliriz
ancak bazı önyargıları kırmakta yarar
var. Amerikan Futbolu, sanıldığının
aksine tam bir strateji sporu. Takım çalışmasının hat safhada olmasını gerektiren,
dolayısıyla disiplinli ve sıkı çalışılan bir
F
spor. Bu sporu yaparken dayanıklı
olmanız, kuvvetli olmanız, hızlı olmanız,
esnek olmanız, azimli olmanız, takım
çalışmasına yatkın olmanız, hızlı karar
almanız ve disiplinli hareket etmeniz
gerekiyor. Neredeyse bütün sporların
farklı farklı özellikleri bu sporda
toplanıyor.
İTÜ,
Türkiye’ye
Amerikan
Futbolu’nu ilk tanıtanlar arasında yer
alıyor. 90’lı yıllarda Amerikan
Futbolu’nun Türkiye’de ilk adımları
atılıyor ve İTÜ de 1993 yılında aktif
olarak Amerikan Futbolu takımını
kuruyor: İTÜ Hornets. Kurulduğundan
itibaren büyük bir çabayla Amerikan
Futbolu’nu Türkiye’de yaygınlaştırmayı
amaçlayan İTÜ Hornets, ilk beş yıl
boyunca 2 Türkiye Şampiyonluğu ve 3
Türkiye İkinciliği kazanıyor. Hala
Türkiye’deki Amerikan Futbolu’nun
önemli temsilcilerinden olan İTÜ
“Amerikan futbolu için
İTÜ’yü tercih ettim.”
rtaokulda başladım ben Amerikan
Futbolu’na. Lisede Yeditepe’yle bir maça
çıkmıştım. Şu anki pozisyonda değil tabii ama
çok hoşuma gitmişti. Hatta İTÜ’yü bu yüzden
seçtim. 2005’te efsane bir kadrosu vardı İTÜ’nün,
şu anda bizim koçların olduğu. Ben takımdan
dolayı üniversiteyi seçtim 2005’te ama dağıldı
takım o yıl. Bir sene hiç birşey yapamadım bu
yüzden. Takım tekrar toparlanınca başladım.
Ben epey sporla uğraştım önceden ama
aralarında Amerikan Futbolu gibi hem taktik
O
Serhat Erişgin, running back
Gemi İnşaatı Mühendisliği bölümü öğrencisi
hem disiplin hem de kardeşlik duygusu olarak
gelişmişini göremedim. Bir nevi kardeşlik
kulübü bizimkisi. Herkes birbirinin arkasını
kolluyor. Zaten oynarken de ekip arkadaşına
güvenmezsen seni dövüyorlar, yani bildiğin
vuruyorlar, rezil ediyorlar. Ekip arkadaşıma
güvenmek zorundayım. Böyle olduğu için de
takım içi kaynaşma bayağı yüksek.
Türkiye’de amerikan futbolu çok iyi gelişiyor.
Sevgi olarak çok yüksek değil belki ama bunu en
büyük etkeni masraflı bir spor olması, ekipmansız oynanamaması. Biz çok seviyoruz bu oyunu.
Berkay Yılmaz, line back
Makina Mühendisliği bölümü öğrencisi
en ortaokulda biliyordum Amerikan
Futbolu’nu. Televizyonda seyrederdim.
Oradan heveslenmiştim. Bilgisayar programıyla
öğrendim. Üniversiteye hazırlanırken ara verdim.
İTÜ’yü tercih ederken takımın olduğundan
haberdardım. Gidiğim anda takımı aramaya
başladım hemen. İTÜ’yü seçmemde etkisi oldu
İTÜ Hornets’ın. İTÜ’ye girdikten sonra bir sene
bekledim seçmeler olacak diye.
Takıma beni alırlar mı diye çok düşündüm.
Seçmelere gelirken ‘ne yapacağım’ dedim, çok
şüpheliydim. Ben seçmelere geldiğimde daha
B
Hornets, sürekli yenilenen ve gelişen
takımı ile Türkiye şampiyonluğunu
hedefliyor.
İTÜ Hornets’ın üç oyuncusu: Özkan
Özkök, Serhat Erişgin ve Berkay
Yılmaz. Kimi Amerikan Futbolu’nu hiç
tanımadan kimi de sırf bu takım için
İTÜ’yü tercih ederek katılıyorlar takıma.
Özkan, Serhat ve Berkay’la Amerikan
Futbolu’nu konuştuk. Bu arkadaşların
ortak özelliği İTÜ Hornets’ı büyük bir
aile olarak görmeleri. Serhat’ın deyimi
ile İTÜ Hornets ‘kardeşlik kulübü’ onlar
için. Sıradan bir spordan farkı çok.
Amerikan Futbolu oynayanlar pek çok
özelliği birden kazanıyorlar. İTÜ
Hornets’ta olmanın da, takımın
geçmişten gelen kültürü sayesinde
katkısı çok oluyor. Spor camiasındaki
saygınlığı da önemli bu takımın.
İTÜ Hornets’ta yoğun bir eğitim süreci oluyor. Özellikle takıma yeni katılanlar haftanın birkaç gününü ayırıyorlar.
Bu eğitimler Amerikan Futbolu’nu hiç
bilmeyen birini bile kısa sürede turnuvada oynatacak kadar ilerletebiliyor.
Özkan, diğer üniversite takımlarının
üyeleriyle
kıyasladığında,
İTÜ
Hornets’ın birkaç ayda verdiği eğitimin
diğer takımların birkaç yılına eşdeğer
olduğunu söylüyor. Sık maça çıkmaları
da yine bu takımı diğer takımlardan
ayıran önemli bir özellik.
İTÜ’de önemli bir ilgi uyandırıyor
Amerikan Futbolu yıllardan beri. Zaman
zaman, koca koca zırhlarıyla yerleşkede
koşarken görüyoruz takım üyelerini.
Şimdi bu takımın üç oyuncusunun hem
Amerikan Futbolu ile hem de İTÜ
Hornets ile ilgili söylediklerine kulak
kabartıyoruz.
“Fizikte hızlı olan kazanır.
Amerikan futbolunda da... ”
kalıplı insanların olacağını zannediyordum.
Ama sporcu olabilen herkesin oynayabileceğini
gördüm. Her pozisyona göre insanlar var tabii.
Seçmeye girerken büyük korku vardı bende. Ama
baktım benim gibi normal boyutta insanlar var,
rahatladım. Zaten okulda bize öğretilen fizikte de
bu var. Hızlı olan kazanır, m.V’den...
Sertlik benim hoşuma giden bir tarafı bu
sporun. Futbolda çok faul yapan bir insandım. Bu
yüzden Amerikan Futbolu’ndan çok keyif alıyorum.
Prof. Dr. Orhan Kural
hornets.itu.edu.tr
İSTANBUL TIGERS GELİYOR
İTÜ Hornets kökenli oyuncuların profesyonel ligde oynayabilmek için kurdukları İstanbul Tigers Amerikan Futbol
takımı, bu sezondan itibaren İTÜ Spor
Kulübü çatısı altında maçlarda oynayacak. İTÜ geleneğini profesyonel ligde de
sürdürecek Tigers’a başarılar diliyoruz.
Özkan Özkök, ofans kaptanı
Fizik bölümü öğrencisi
“Takıma girmeden önce
sadece topun şeklini
biliyordum.”
TÜ’ye gelmeden önce Amerikan
Futbolu ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Bir
arkadaşım seçimlerden 2 gün önce 75’te
gördü beni, ‘takımın adama ihtiyacı var,
seni direkt alırlar, yapılı adamsın’ dedi. O
şekilde kandırdı beni. Sadece topun şeklini biliyordum bu sporla ilgili. Sonrası çok
komik, bir ay içinde beni maça çıkacak
hale getirdiler. O kadar hızlı eğittiler ama
maçta hiç olmayacak hatalar yaptım. İlk
maçta, hakem işaret verecekken topu yerden aldım, silip yerine koydum. Ben de
sonradan anladım tabii nasıl bir durumda
olduğumu. Zaten yenildik o maçta.
Sert bir oyun. Bu bazen rahatlatıyor.
Hiç unutmam, kız arkadaşımdan
ayrıldığım günün akşamı idmana girmiştim. İdmandan sonra çok sakindim, çok
mutluydum. Hele idman sonrası sabah
kalktığımda çok iyi oluyorum. Sert oyun
olduğu için içindeki herşeyi boşaltabiliyorsun. Ama kavga gibi değil, eğlenceli bir
sertlik.
Ailem artık kabullendi ama oyunun
nasıl olduğunu öğrenemediler. Babam bir
antrenmanıma geldi, ‘oğlum niye hep
sana vuruyorlar’ dedi.
İ
oldu. Bunlar bir yana, İTÜ, yönetimlerden bağımsız kurumsal bir yapı olarak
düşünülmeli öncelikle. Önceki dönemlerdeki rektör değişimleri sırasında
yaşanan sıkıntılardan uzak durmaya
çalışılmalı ki İTÜ bu tür tartışmalarla
çok vakit kaybetti. İTÜ’de rektörlük
yapmış hocalarımızın birbirleriyle
görüşebilmeleri ve fikir paylaşımı yapmaları birçok konuda İTÜ’ye artı
değer sağlayacaktır.
Yeni rektörümüz Muhammed
Şahin’in uygulamalarını zamanla
göreceğiz. Öğrenciyi dinleyen, öğrencilerin fikirlerine değer veren bir
anlayışla hareket edeceğini umuyoruz.
Yeni göreve geldiği sıradaki bazı
jestler (yemek fiyatının düşmesi gibi)
öğrencileri elbette sevindirdi ancak
uzun soluklu etkileşimin sağlanması
için öğrencilere vakit ayırılmalı. Bu
bağlamda İTÜ’nün açılış töreni, Rektör
Şahin açısından oldukça olumsuz
eleştirilere sahne oldu. Akademik yıl
açılışında öğrencilerin salona alınmaması, yeni yönetimin ilerleyen zamanlarda öğrencilere vereceği değer
konusunda şüphe uyandırıyor.
Rektörümüzün bu konudaki fikirlerini
de merak ediyoruz. İlerleyen
sayılarımızda bu konuda bir söyleşi
yapmayı planlıyoruz.
Yeni yönetimin öncelikli olarak
üzerinde durması gereken konular
olarak ‘yerleşke güvenliği’ni görüyoruz. Yerleşke içindeki araç trafiği ve
hız sınırı konusundan, yurtlara giden
yolların güvenliğine kadar pek çok
öğrenci arkadaşımızdan şikayet geliyor. Geçmişte bununla ilgili üzücü
olaylar yaşamıştık. Bu düzenlemelerle
birlikte
öğrenci
sorunlarının
Rektörlüğe hızlı ulaşımının sağlanması gerekiyor. Genel itibari ile öğrencilerin yönetime sorunlarını iletme
konusunda güvensizlik yaşadığını
görüyoruz. Bu konuda öğrencilere
güven verilmesi, hem öğrencilerin
mutlu olmaları hem de üniversiteyi
daha fazla sahiplenebilmeleri için
gerekli bir mevzu.
Bunlarla birlikte öğrenci kulüpleri
ve öğrenci proje takımlarına destek
verilmeli. İTÜ’nün adını en fazla
duyuran, bu kulüp veya takımlardaki
üretken arkadaşlardır. Bu bağlamda
Tiyatro Kulübü, Halk Bilimleri ve
Sanatları Kulübü ve buna benzer
sahne sanatlarıyla uğraşan kulüplerin
etkinliklerine yönetim kademesinden
etkin katılım sağlanmalı. İTÜ’nün aile
bilincini tam anlamıyla oturtabilmesi
için bu kaynaşma çok önemli.
Fikirlerimizi dikkate alacaklarını
umarak yeni yönetime başarılar diliyoruz.
ORHAN KURAL ve KAMPÜS KAFE
Geçtiğimiz günlerde bir olaya tanık
oldum. Bunu burada yazıp yazmamak
konusunda tereddüte düştüm ancak
bildiğim doğruları anlatmamı boynumun borcu olarak görüyorum. Olayla
doğrudan bir bağlantım yok ama bu
konunun bir çözüme kavuşmasını
isteyerek ve buna katkıda bulunmak
için gündeme getiriyorum.
Prof. Dr. Orhan Kural’ı yakından
tanıyoruz. Çevre ile ilgili yaptığı çalışmalar, sigarayla savaş konusundaki
çalışmaları, hayvan severliği ve doğa
tutkusu takdire değer. Ben bu yıl
Orhan Kural’ı daha yakından tanıma
fırsatı buldum. Tanıdıkça daha çok
takdir ettim, daha çok saygı duydum.
Biliyorsunuz Orhan hoca pek çok
okula konferans vermeye gidiyor.
Günde birkaç tane okula birden gittiği
çok oluyor. Bir gün ben ve birkaç
arkadaşımla Orhan Kural’ın bir konferansına gitmeye karar verdik. Orhan
hocanın
arabasıyla
gittik
Bakırköy’deki bir eğitim parkına.
Konferans bitmeye yakınken Orhan
hoca orada bulunan öğretmenlere
kitap-larından bir seti takdim etti ve
şunları söyledi: ‘Sağolsunlar, İTÜ’deki
Kampüs Kafe bu kitaplara sponsor
oldu ve konferans verdiğim okullara
hediye etmemi sağladı. Onlara şu
teşekkür yazısını yazarsanız bu kitapların hediye edildiği ile ilgili bilgileri
olacaktır.’ Biz de Kampüs Kafe’yi, yerleşkeye kattığı yenilik dolayısıyla çok
seviyor ve takdir ediyoruz.
Konferanstan sonra Orhan hocaya
Kampüs Kafe’nin nasıl destekte
olduğunu sorduk. Orhan hoca anlattı.
Bir görüşmeleri sırasında Kampüs
Kafe’nin sahibi Necmettin beyin
Orhan Kural’ın çalışmalarına destek
olmak istemesi üzerine Orhan hoca
konferansa gittiği okullara kitap
hediye edebileceklerini söylüyor.
Necmettin bey de kabul ediyor ve
Orhan hoca o günden itibaren gittiği
12 okula kitap seti armağan ediyor ve
her okuldan da Kampüs Kafe için bir
teşekkür yazısı yazdırıp postalatıyor.
Bunu öğrendikten sonra biz de
Kampüs Kafe’ye gidip, bu faydalı
desteklerinden ötürü teşekkür etmek
istedik. Okula gelince doğrudan dört
arkadaş Kampüs Kafe’ye gittik ve
Necmettin beyi bulduk. Dedik ki, ‘biz
Orhan Kural’ın bir konferansından
geliyoruz, okullara hediye ettiği kitaplara sponsor olmuşsunuz, teşekkür
etmeye geldik.’ Necmettin bey güler
yüzle bizi masasına davet etti, çay
ısmarladı. Yaklaşık 2 saat kendisiyle
hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbet
esnasında Orhan Kural’ı çok sevdiğinden, topluma faydalı işler yaptığından
da bahsetti Necmettin bey. Bu
görüşmeden birkaç hafta sonra
Kampüs Kafe, kitapların alındığı firmadan faturayı alınca böyle bir söz
vermediğini söylüyor. Orhan hoca bu
duruma çok üzülüyor ve telefonla
arıyor Necmettin beyi. Birkaç gün
Necmettin bey telefonlara cevap vermiyor, en sonunda Orhan hoca
sabahın erken vaktinde, cep telefonundan arıyor Necmettin beyi ve çok
kırıldığını ve bu yaptığınız onursuz bir
davranış olduğunu söylüyor. O sıralar
ben de Orhan hocayla görüşüyordum.
Bu görüşmeden sonra beni de aradı
Orhan hoca. Ardından ben duruma
netlik kazandırmak için Kampüs
Kafe’ye gitmeye karar verdim. Aynı
günün akşamı Kampüs Kafe’ye gittim
ve Necmettin beyle görüştüm. Talihsiz
bir görüşmeydi ve beklemediğim bir
tepkiyle karşılaştım. Ben oraya,
Necmettin beyi daha önce teşekkür
ziyaretinde söylediklerini hatırlatmak
ve olayla ilgili kendilerini dinlemek
için gitmiştim. Ancak olayların verdiği
birikmiş sinirden olsa gerek beni dinlemedi ve haketmediğim sözleri söyledi. Derken araya Necmettin beyin eşi
girdi de ortam yumuşadı. Ben o saatten sonra olayla ilgili fikir ve yorum
yapmamaya çalıştım ve Kampüs
Kafe’den tartışmasız bir şekilde
ayrıldım. Ancak bildiğim bir doğruyu
söylemiştim. Öncesi ve sonrası ile ilgili
fikir sahibi değilim ama bu bilgimi sizinle de paylaşmak istedim. O günden sonra bir daha
Kampüs Kafe’ye gitmedim.
Umarım bu olaya da bir çözüm
bulunur. Orhan hocanın derdi
para değil. Bu durumu onur
meselesi haline getirmiş ve
mücadele edeceğini söylüyor.
‘İTÜ’ye yakışmayan bir hareket
bu’ diyor. Takdir sizlerindir...
WEB SİTEMİZ GÜNCELLENİYOR
Gazetemize gelen eleştirilerden
büyük çoğunluğu web sitemizin
salaşlığı hakkında oluyordu. Bu duruma, gazetemizin fahri üyesi, İTÜ
Mimarlık Fakültesi mezunu Sedat
Bayrak el attı ve çok kısa bir süre sonra
yeni bir arayüzle karşınızda olmayı
planlıyoruz. Takip ediniz.
Arıyorum, yakında birçok sürprizle karşınıza çıkmaya devam edecek.
Sizlerden gelecek katkılara çok önem
veriyoruz.
ÖĞRETİM ÜYELERİNE ÇAĞRI
Arıyorum’da, saygıdeğer öğretim
üyelerimizin yazılarını yayınlamayı
istiyoruz. Gerek bilimsel gerekse de
herhangi başka bir konuda yazı yazmak isteyen öğretim üyelerimize sayfalarımızı ayırıyoruz. Her sayımızda
‘konuk yazar’ köşemizde bu yazıları
yayınlamayı istiyoruz.
KULÜPLERLE EK ÇIKARALIM
Yayın hazırlamak isteyen kulüpler
bizimle işbirliğinde bulunabilirler. Bu
konuda Arıyorum’la birlikte ilgili
kulübün içeriğini hazırlayacağı bir ek
yayınlayabiliriz. Kulüplerden gelecek
farklı önerileri bekliyor ve ortak çalışmaya davet ediyoruz.
MİLLİYET VE RADİKAL
KAMPÜSTE
Takip edenler hatırlar,
geçtiğimiz yıldan itibaren
çeşitli aralıklarla yerleşkede
Milliyet ve Radikal gazetelerini, indirimli fiyatla satıyoruz.
Bu çalışma, Milliyet gazetesi ile
bir görüşmemizde ortaya
atıldı. Karşılıklı bir etkileşimle,
bizim sayılarımızı da Milliyet
gazetesinin ilgili matbaalarında basılması sözü aldık. Bu
desteklerinden dolayı Milliyet
İTÜ Kültür ve Sanat Birliği Basın Yayın Kulübü
Arıyorum İTÜ Gazetesi, Süreli Yayın, ISSN: 1305-4783
Yayın Kurulu:
Fatih Avcı, Burak Avcı, Gökçe Sezgin,
Sefa Demir, Necip Duman,
T. Oya Ekmekci, M. Can İban
İTÜ Basın Yayın Kulübü
Arıyorum Gazetesi
Olimpik Yüzme Havuzu Binası B girişi No: 306
Ayazağa Yerleşkesi Maslak-İstanbul
İstanbul Teknik Üniversitesi Adına;
Yayın Sahibi Prof. Dr. Erkin Nasuf,
Yayın Yönetmeni Y. Doç. Dr. Beyza Taşkın
Baskı: DPC İstanbul
3
gazetesine, Satış Müdürü Tiraje
Erginer’e ve çalışma arkadaşlarına
teşekkür ediyoruz. Bizim için önemli
bir destek bu. Gazete satışlarını biz bir
kültür hizmeti olarak da değerlendiriyoruz. Yine bazı haftalar kitap
veya CD hediyeli olarak veriliyor
gazeteler. Bu konudaki fikir ve önerilerinizi bekliyoruz.
[email protected]
www.gazete.itu.edu.tr
arıYORUM
arıYORUM
2
Kasım 2008
Kasım 2008
Samimi bazı itiraflar
Fatih Avcı
içbir zaman şu editör yazısını
gazetenin bütün sayfaları
tamamlanmadan, redaksiyonları
yapılmadan, sayfalar tasarlanmadan
yazamadım. Bütün işler bitmeden
yazmaya başlayamıyorum. Bir de
gereksiz bir ağırlık biniyor omuzlarıma, midem ağrıyor yazıya başlamadan önce. Burayı aslında çok ciddiye alıyorum, yaşlanmaya başlayınca farkettim. Bu sayıdaki yazı her ne
kadar kişisel bir yazı gibi görünse de
affedin, biraz anlatmam gerekiyor,
çünkü, bilhassa bu sayının giriş
yazısını yazarken kendimi yalancı
gibi hissediyorum.
Çünkü...
Her sayıda giriş yazısını yazmadan önce önceki sayıları okuyorum. Bundan önceki sayımızda –ki
aradan 11 ay geçmiş- yazdıklarıma
baktım da. En büyük yalanı galiba
‘artık Arıyorum’u 15 günde bir
yayınlayacağız’ diyerek söylemişim.
Çocukluk işte. Geçerli açıklamaları
var elbette bunların. Biraz bahsedeyim yoksa vicdan meselesinin derinliklerine doğru dalıyorum.
Bütün bunlar bir yana, 15 günde
bir gazete çıkarmak zor birşey değil.
Biz toplantılarımızda bu konuyu
konuşurken dedik ki 4 sayfa bile olsa
yayınlayalım. Kamuoyuna sık aralıklarla çıkmak çok önemli çünkü.
Teknik olarak bunun bir zorluğu
yoktu. Maddi olarak da zorluğu
yoktu çünkü Milliyet gazetesi ile
görüşmüş ve onların matbaasında
ücretsiz baskı yapma sözü almıştık.
Gel gelelim ki biz bırakın 15 gün
sonra bir gazete çıkarmayı,
gördüğünüz gibi 330 gün sonra
çıkardık yeni sayımızı. Bu elbette
ilerleyen günlerde gazete yayım
periyodunun yoluna girmeyeceğini
göstermiyor. Hedefimiz bu aslında.
En azından ben misyonumu tamamlayıp artık insanları sıkmaya başlamadan önce –ki buna az kaldı- bu
hedefi gerçekleştirmeyi çok istiyorum.
Verdiğimiz
sözleri
tutamayışımızın önemli sebepleri var. Bu
sözler yalnızca gazetenin yayınlanması ile sınırlı değil. Gazetenin çıkması için destekte bulunan kurumlara karşı da görevlerimizi yerine
getirememenin verdiği rahatsızlık
durumu da oluyor.
Ancak...
Özellikle geçtiğimiz yıl, gazetemizin tam kurumsallaşmaya başladığı
sırada yaşanan olaylar dolayısıyla
aksaklıklar yaşadık. Bu aksaklıkların
en büyüğü Otomasyon binasındaki
odamızdan çıkartılmamız oldu.
Birkaç ay odasız kaldık. Kültür ve
Sanat Birliği (KSB) bize o sıralar
yapılmakta olan Havuz binasından
bir oda tahsis edeceklerini söyleyerek
rahatlatmıştı bizi ancak o odayı alana
kadar neler yaşadık neler. Önceki
Arıyorum ilk sayısından bu yana çok yol katetti, çok gelişti...
büyük bir teşekkür borçluyuz. Bu
teşekkürle birlikte Nazire Peker’e ve
İTÜ Geliştirme Vakfı’na bir özür de
borçluyuz, sözleşme şartlarını tam
anlamıyla yerine getiremediğimizden ötürü. Hepsinin gerekçeleri var.
Bunları anlatmak için bu sayının çıkmasını bekledik. Tabii biz sözleşme
şartlarını gerçekleştiremediğimiz için
vakıf desteğini askıya aldı.
Umuyoruz ki bu sayımızdan sonra
desteklerini devam ettirirler.
H
Arıyorum İTÜ Gazetesi olarak
daha fazla üretmeye, daha sık sayı
çıkartmaya ve İTÜ için yaptığımız
faydalı işleri arttırmaya çalışıyoruz.
Bu konuda bütün okurlarımızdan da
destek bekliyoruz. Bu destek
gazetemizin mutfağında yer almakla
da olabilir, dışarıdan fikir ve bilgi
paylaşmakla da. Her türlü konuda
bize [email protected] adresinden
ulaşabilirsiniz.
sayılarımızda bahsettik bunlardan.
KSB’nin bize tahsis ettiği odadan,
Spor Birliği tarafından güvenlik
zoruyla çıkartılmaya çalıştık. Çıkmadık tabii. Havuzda bir süre bize
hiç rahat verilmedi. Yılmadık. Buna
benzer olaylar havuzdaki odamıza
adamakıllı yerleşmemize engel oldu.
Tabii bu yaşananların verdiği
psikolojik bazı karmaşıklıklar da tuz
biber oldu. Ancak bu süreçte KSB’nin
eşbaşkanları Yüksel Güvenilir ve
Beyza Taşkın ile emekli olduktan
sonra bile bırakmadığımız, o olmasa
işlerin
asla
yürümeyeceğini
düşündüğümüz Arife Yıldırım’ın
destekleri unutulmaz. Buradan
tekrar teşekkür etmek istiyorum
kendilerine.
Sözün kısası oda değişimi bizi kritik bir zamanda kötü şekilde etkiledi.
Bunun yarasını uzun süre kapatamadık, ancak toparlıyoruz. Yeni
sayılar çıkaracak malzememiz vardı,
insan gücümüz vardı, teknik ve
maddi olanaklarımız da vardı ancak
hazırlamaya başladığımız sayılardan
yeterince tatmin olamıyorduk. Her
ne kadar sayı çıkartmamış olsak da
İTÜ’de birçok etkinlik gerçekleştirdik, başka yayınlara katkı
sağladık, KSB’nin kataloğunu ve
broşürlerini yaptık, sürekli maddi
kaynak arayışında bulunduk, geziler
düzenledik, 75’e Basın Kulübesi koyduk ve bu yıl da devam ettirdiğimiz
Arıyorum Söyleşileri yapmaya
başladık. Nitekim ortalama bir
kulübün çok üstünde çalışmada
bulunduk.
NAZİRE PEKER VE İTÜ GELİŞTİRME
VAKFI’NA TEŞEKKÜR
Geçtiğimiz sayının öncesinde İTÜ
Geliştirme Vakfı ile bir sözleşme
imzalamıştık. Bu sözleşmeye göre
İTÜ Geliştirme Vakfı’ndan her ay
düzenli olarak baskı desteği olarak
yardım almaya başladık.
Gazetemizin ilk sayısından
itibaren bize en büyük desteği veren,
kaynak yaratma konusunda yön
gösteren ve gazetenin bugüne kadar
bulduğu maddi kaynakların bir
çoğunda katkısı olan, İTÜ Geliştirme
Vakfı Genel Müdürü Nazire Peker,
bize bu olanağı da sağladı ve
Arıyorum’u hiç olmadığı kadar
rahatlattı. Nazire Peker olmasaydı,
gazetemiz şu anki kalitesinde olamazdı. Bu yüzden kendisine çok
Rektör Prof. Dr. Muhammed Şahin
YENİ YÖNETİMDEN
BEKLENENLER
İTÜ, yeni rektörü Prof. Dr.
Muhammed Şahin ile 2008-2009
Akademik Yılına başladı. Biz
Arıyorum gazetesi olarak her zaman
öğrenci, öğretim üyesi, yönetim ve
mezunlar arasında bir köprü olmaya
çalıştık. Hala da bu misyonumuz
doğrultusunda hareket ediyoruz.
Dolayısıyla gördüğümüz yanlışları,
eksiklikleri söylemek, bunlar için
çözüm yolu düşünmek öncelikli vazifemizdir. Yeni rektörümüzden de
öğrenciler adına beklentilerimiz var
elbette.
İTÜ, özellikle 1996 yılında Güsün
Sağlamer’in rektörlüğe gelmesiyle
ciddi değişimler yaşamaya başladı.
Gülsün Sağlamer İTÜ’ye yeni bir yüz
kazandırdı teknik olarak. 8 yılda
birçok proje yapıldı, bu projelerle
İTÜ, eğitimde kalitesini arttırmaya ve
çağdaşlaşmaya çalıştı. 2004 yılında
göreve gelen Faruk Karadoğan da
özellikle tamamlanmamış projelere
odaklandı ve sosyal konularda pek
çok atılım yaptı, yaşanabilir bir yerleşke için kolları sıvadı. Bu iki rektör
zamanında eleştirilen çok konu da
a
Dum
cip
Ne
[email protected]
n, duma
19
Kaderine terk
edilmiş şehir:
Gaziantep
Sinemayı yeniden
tanımlayan yönetmen
Michael Haneke ve
kahve tadında
hüzünlü bir film:
Oğul Odası
u şehir Fransız mandasını kabul
etmedi! Bu şehir bayrağını yere
indirtmedi ve bu şehir Fransızlara
karşı ilk şehidini 12 yaşındaki
“Kamil”le verdi. Fransızların, tanklarıyla yakıp yıktığı bu şehir nasıl
oluyordu da silahı, askeri yokken
böyle direnebiliyordu?
> 14 ve 15. sayfa
B
> 14 ve 15. sayfa
arıYORUM
onüçüncü sayı, kasım ikibinsekiz
itü gazetesi
ISSN: 1305-4783
İTÜ Kültür ve Sanat Birliği Basın Yayın Kulübü’nün süreli yayınıdır.
“Türkiye’de üniversiteye en çok
benzeyen kurum İTÜ’dür”
oğa bilimlerinin tartışmasız ismi, ulusal
ve uluslararası bilim camiasının büyük
saygı duyduğu Prof. Dr. Celal Şengör.
Bilimsel başarılarının yanı sıra toplum ve
siyasetle ilgili fikirleri de sık sık Türkiye’nin
gündemine oturuyor. Yükseköğretimin
kalitesinden türban konusuna, Türk üniversitelerinin dünya üniversiteleri arasındaki
yerinden İTÜ’nün şu anki vaziyetine kadar
pek çok konuda sorular sorduk. Gündeme
oturan açıklamalarında aslında ne demek
istediğini, bilim toplumunun nasıl oluşabileceğini, üniversite kalitesinin artması için neler
yapılması gerektiğini anlattı Prof. Şengör.
> 16. sayfa
D
Müziğin laboratuvarı
MİAM > 16. sayfa
Güneş enerjili araçlar
yine önde > 16. sayfa
Amerikan futbolu ‘cesaret’ ister...
Uzun yıllardır İTÜ’de Amerikan futbolu oynanıyor. İTÜ Hornets,
Türkiye’ye Amerikan futbolunu
getiren öncülerden. 1993 yılında kurulan İTÜ Hornets yeni sezonda iddialı.
Takımın üç üyesi ile Amerikan futbolu
hakkında konuştuk. Kimi hiç bilgisi
olmadan katılmış takıma kimi de sırf
bu takıma girmek için İTÜ’yü tercih
etmiş. Amerikan futbolunun
göründüğünden farklı tarafları ve
takım oyuncularına kattıkları
bu yazıda... > 16. sayfa
Fotoğrafta üç
değişken
azıları için
meslek,
bazıları için
hobidir
fotoğraf... Ama
ne amaçla
olursa olsun
bizden
başkasının da
baktığında aktarmak istediğimiz
duyguyu anlamasını istiyorsak,
uymamız gereken, yaratıcılığımızı
denetleyen bazı kuralları vardır
fotoğrafın. Fotoğraf çekmenin püf
noktaları... > 17. sayfa
Photoshop mu?
B
TÜ’nün güneş enerjili teknesi ve arabası,
2008 yılındaki yarışmalardan da mutlu
sonuçlarla ayrıldılar. Arıba’lar üçüncü yılda
da birinci ve ikinciliğini korudular. Güneş
teknesi ise dünya ikinciliği ile Amerika’dan
gururla döndü. > 17. sayfa
İ
İstanbul’da Yarı
Zamanlı İş Olanakları
epimizin bildiği gibi, üniversite
eğitimimiz esnasında ailemize
ekonomik olarak çok fazla yük olmak
istemeyiz. Bu yüzden yarı zamanlı olarak,
derslerimizi aksatmayacak şekilde birer iş
bulmaya çalışırız. İşte İTÜ öğrencisinin
rahatlıkla altından kalkabileceği ve iş
tecrübesi kazanabileceği birkaç iş olanağı…
H
> 18. sayfa
rtık bilinmesi gereken bilgisayar programları arasında ilk
sıralara yerleşti. Gerek çektiğimiz
fotoğrafları biraz daha
güzelleştirmek için, gerek afiş, katalog vs hazırlamak için herkesin bir
şekilde gereksinim duyduğu bir
program Photoshop. Hele Teknik
Üniversite öğrencilerinin olmazsa
olmazı... > 18. sayfa
A
İTÜ Geliştirme Vakfı’nın katkılarıyla...

Benzer belgeler