7. Sayı - edirne il millî eğitim müdürlüğü

Transkript

7. Sayı - edirne il millî eğitim müdürlüğü
temmuz - aralık 2016
eğitim-kültür-sanat dergisi
ŞİİR: FAZLA ŞİİRDEN
HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE RÜYA
DOSYA: İNSANLIK DRAMI : GÖÇ
RÖPORTAJ: İLHAN KOMAN VE GEÇMİŞ ZAMAN
GEZİ: İLK GÖRÜŞTE AŞK: LJUBLJANA
ELEŞTİRİ: KABİL’İN SULTANLARI
1
VEDA
Bu şehirden gidiyorum
Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi
Gururu yıkılmış soyatlar gibi
Bu şehirden gidiyorum.
İnsanlar taş gibi bana yabancı
Ağaçlar bensiz hüküm giyecek bulvarda
Bir tanbur bir yalnızlığı anlatıyorsa
O ışıksız pencereden
Ben onu duymuyor gibiyim
Bir ağaç ölüyorsa kapınızın önünde
Ben onu bile duymuyor gibiyim.
Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.
Levent TOSUN (Hasan Rıza G. S. L. Resim Öğretmeni)
Erdem BEYAZIT
2
“Vatan sevgisi, ruhları kurtaran en kuvvetli rüzgârdır.”
3
İÇİNDEKİLER
08
SESSİZLİK
08
FAZLA ŞİİRDEN
11
KARANLIĞIN PARMAK İZLERİ
12
CEHALET KAN KOKULU BİR ZEHİR
14
16 İLK GÖRÜŞTE AŞK: LJUBLJANA
SESLENİR HAZRET-İ MEVLÂNÂ BANA
20
BİR VARMIŞ BİR ÇOKMUŞ
21
24 SARDUNYALI BALKON VE RÜYA
22
İLHAN KOMAN VE GEÇMİŞ ZAMAN
24
ARİF’İN EMANETİ
28
32 HAYATA TUTUNMAK
41
44
30
TASMA
32
BEN BİR ÖĞRETMENİM
34
36 DOSYA: İNSANLIK DRAMI : GÖÇ
4
16
36
TEVAFUK
38
GÖÇ BAŞLADI
40
GÖÇ DURSUN
41
KUTLU YOLCULUK
42
YENİ BİR HAYAT
43
YİTİRİLEN ÇOCUKLUK
44
45
KANATLARIMDA YENİ KENTLERİN ÖYKÜSÜ
46
GÖÇ ŞİİRSELİ
48
BENİ UNUTMA OLUR MU?
50
SPEKÜLATİF BİR GÖÇ VAKASI (MI?)
52
CENDERME HASAN’IN HİKÂYESİ
54
DÜNDEN BUGÜNE GÖÇ
55
GÖÇ EDEN YÜREKLER
56
HAYAT BİZİZ
58
BÜYÜDÜN ÇOCUKLUĞUM
59
HAYAT VE GÖÇ
60
GÖÇÜYORUM
62
GÜNEŞ YÜKSELİRKEN
64
İNSANLIĞIN GÖÇÜ
65
İNSANLIKTAN GERİYE KALAN
66
SON BAKIŞ
68
TARİHSEL SÜREÇTE BEYİN GÖÇÜ VE TÜRKİYE
72
YÜREĞE DOKUNABİLMEK?
74
YAĞMURUN DÜNYASI
76
İNSANLIK İDAM EDİLİYOR
78
UÇURTMA AVCISI: KABİL’İN SULTANLARI
45
50
58
60
66
74
78
5
Nisa KARACA (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Temmuz - Aralık
eğitim-kültür-sanat dergisi
İmtiyaz Sahibi:
Hüseyin ÖZCAN
Edirne İl Milli Eğitim Müdürü
Genel Yayın Yönetmeni:
Filiz SUGÖZLEYEN
Zübeyde Hanım Anaokulu Müdürü
Editör:
Arzu ULAŞDIR
80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
Yayın Kurulu:
Elif ACAR
Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
Filiz MANDACI
Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi
Tarih Öğretmeni
Nilgün ISSIGÜN
80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
Şadi KULOĞLU
E.Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Sanat Okulu
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
İsmail KASAPOĞLU
Edirne Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Tarih Öğretmeni
Genel Sanat Yönetmenleri:
Nadide Dilek ALTAY
Edirne Lisesi Müdür Yardımcısı
Levent TOSUN
Edirne Güzel Sanatlar Lisesi
Görsel Sanatlar Öğretmeni
Tasarım:
Çivi Yaratıcı Fikirler
www.civi.com.tr
+90 (482) 290 23 38
Basım:
Seçil Ofset
www.secilofset.com
+90 (212) 629 06 15
Yönetim Yeri:
Edirne İl Milli Eğitim Müdürlüğü
Vilayet Binası EDİRNE
İletişim:
Tel: (284) 225 30 75 – 225 16 32
Web: edirne.meb.gov.tr
E-posta: [email protected]
Edirne Valiliği İl Özel İdaresi
Tarafından Bastırılmıştır.
Temmuz - Aralık 2016
Kapak Görseli: Birol ÖZER
Hasan Rıza GSL Resim Öğretmeni
*Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların sorumluluğu
sahiplerine aittir. Yazılar ve fotoğraflar izinsiz
kullanılamaz.
arzu ulaşdır
editörden
80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
Değerli Edirne Eğitim Okurları,
Bir eğitim-öğretim yılını daha uğurlarken yeni sayımızla sizlerin karşısındayız.
Daha önceki sayılarımızda Edirne ve Balkanlara yönelik konuları ele almıştık. Bu
sayımızda konumuzu biraz daha genişletmek istedik.Bu sayımızın dosya konusu,
insanlık dramı olan göç. Dosya konumuza sizlerin teveccüh göstermeniz; bizlere
birçok hikâye, şiir, deneme, makale ve resim göndermeniz inanın bizi çok
mutlu etti. Bizleri üzen ise çok sayıda değerli eserden bir kısmını kullanamamak
oldu. Teveccüh gösterip emek vererek bizlere eser gönderen ama-malumu
olduğunuz üzere-sayfa sınırlaması nedeniyle dergimizde yayımlayamadığımız
eserlerin saygıdeğer sahiplerinden affımızı rica ediyoruz.
İnsanlık tarihinde birçok ulusun göç hikâyesi vardır. Bizler de Orta Asya’nın
bozkırlarında at üzerinde göç eden atalarımızdan başlayarak tarihimizin birçok
döneminde göç etmiş, gâh muhacir gâh ensar olmuşuz. Ensar olduğumuz
süreçlerde bize sığınan mazlumların diline, dinine, ırkına, rengine bakmamış;
kapımıza geleni geri çevirmemiş ve tüm mazlumlara adaletle, merhametle ve
hoşgörüyle davranmışız. Osmanlı İmparatorluğu’nun Yahudilere, Macarlara,
Polonyalılara, Çerkezlere, Çeçenlere kucak açması; Türkiye Cumhuriyeti’mizin
önce Bulgaristan’daki soydaşlarımıza günümüzde de komşumuz Suriye’den göç
eden milyonlarca mülteciye kol kanat germesi tarihimizdeki onurlu emsallerden
sadece bazılarıdır. Mazisi şerefle, hoşgörüyle, adaletle örülen ulusumuz; bu
özellikleriyle ilelebet yaşayacak ve her zaman Batı’ya örnek olacaktır.
Bu sayımızın hazırlanmasında bizlere maddi ve manevi desteğinden dolayı İl
Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Hüseyin Özcan’a şükranlarımı arz ediyorum.
Dergimizin hazırlanmasına büyük emek veren dergi ekibimize; eserleriyle
dergimize değer katan saygıdeğer öğretmen ve öğrencilerimize minnetlerimi
sunuyorum. Dergimize genç bir soluk getiren, dergimizin her aşamasında
heyecanla ve şevkle çalışan, geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi
emin ellere emanet edeceğimizi bizlere bir kez daha gösteren değerli aday
öğretmenlerimiz Nilay Gülçek ve Handan Yalçın’a da çok teşekkür ediyor ve
meslek hayatlarında başarılar diliyorum.
Yeni sayımızda görüşmek dileğiyle… Hoşça kalın.
GÖÇÜN MAZİMİZDEKİ
SERENCAMI
Hüseyin ÖZCAN / Edirne İl Milli Eğitim Müdürü
Göç; insanın doğumdan ölüme, dünyadan ukbaya hareketi.
Göç; insanın zulmetten nura, vahşetten merhamete yolculuğu.
“Terk-i dünya”, “terk-i ukba”, “terk-i terk” üçlemesiyle tasavvuf da
metafiziksel bir göç. Dolayısıyla sadece fiziksel değil, zihinsel bir
değişim ve gelişim; belki de savrulma…
Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten dünyaya göçüyle başladı
insanların yolculuğu. Asırlar sonra ise insanlık tarihinin en kutlu
göçü gerçekleşti: Hicret. Bu yolculuklar hep iç burktu, hep hüzün
taşıdı. Bazen iman, bazen inkâr, bazen hırs, bazen zorunluluk,
bazen kin, bazen sevda… Belki inançlarımızın, sevgilerimizin,
nefretlerimizin, zayıflıklarımızın sebebiydi veya sonucu... Sebebi
ve sonucuyla insana, mekâna, topluma damga vuran bir olgu
oldu göç.
8
Kül Tigin’in, “Üstte gök basmasa, altta yer delinmese Türk
milletini, ilini kim bozabilir?” sözlerinin taşa ve zihinlere
kazındığı Orta Asya bozkırlarında atalarımız göçebeydi. Altay
Dağları ve Tanrı Dağları; Ötüken, Kaşgar ve Semerkant şehirleri
yaylak ve kışlaklar arasında göçen Türklere şahitlik etti. Tek
olan Göktanrı’ya tapan göçebe atalarımız; asırlar sonra Hakk’a
tapacak, göç eden mazlumlara da kucak açacaktı.
Bereketin ve rahmetin sembolü olan Anadolu; Trak, Sümer, Asur,
Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu ve nihayetinde Osmanlı gibi onlarca
medeniyete ev sahipliği yaptı. Bu cömert ev sahibi, asırlarca da
göçlere şahitlik etti. Gâh yolcu etti insanlarını başka diyarlara,
gâh kucak açtı mazlumlara. Kuzeyden, güneyden, doğudan,
batıdan; her dinden, her dilden, her renkten insanı bağrına bastı.
Öncesi belki kargaşaydı bu göçlerin ama sonrası ebemkuşağı
gibi farklılıklardan oluşan bir güzellik, farklı seslerin çıktığı bir
senfoni…
İslamiyet’le müşerref olan atalarımız, asırlarca dünyaya
hükmedecek bir imparatorluk kurdu. Dünyaya adaleti, hoşgörüyü
getirirken dinine, diline, rengine bakmaksızın kapısına geleni geri
çevirmedi. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed, İstanbul
halkına adaletle davrandı; Hristiyanların kendi hukukuna göre
yargılanmalarına, ibadetlerini özgürce sürdürmelerine izin verdi.
Ortodoks Patriği de Ermeni Patriği de Yahudi Hahambaşısı da
Fatih Sultan Mehmed’den imtiyazlar aldı. Böylelikle İstanbul’un
fethi zalimliklere, zorunlu göçlere değil; adalete ve hoşgörüye
sahne oldu.
İstanbul’un fethinden yarım asır sonra ise Portekiz ve
İspanya’daki engizisyondan kaçan on binlerce Yahudi, Osmanlı
Devleti’nin adaletine sığındı. Osmanlı Sultanı II. Beyazıd, eyalet
yöneticilerine, “İspanya Yahudilerini geri çevirmek şöyle dursun
tam bir içtenlikle karşılanmalarını, aksine hareket ederek
göçmenlere kötü muamele yapacakların veya en ufak bir zarara
sebebiyet vereceklerin ölümle cezalandırılmalarını” emretti.
Bunun bir benzeri de 19. asrın ilk yarısında yaşandı. Macar
İhtilali’nin Rus ve Avusturya orduları tarafından bastırılmasından
sonra Macar Kralı başta olmak üzere birçok bakan, üst düzey
asker, sivil yönetici ve onlarla birlikte birçok Polonyalı; Osmanlı
Devleti’ne iltica etti. Rusya’nın ve Avusturya’nın mültecilerin
iadesi konusundaki ağır baskılarına, hatta çıkabilecek bir savaşa
rağmen Sultan Abdülmecid, tarihe geçecek bir bildiri yayımladı:
“Tacımı veririm, tahtımı veririm fakat devletime sığınanları asla
vermem.” İşte, bu gelişmeler belki de göç kavramının tersten
okunuşuydu ve Osmanlı’yı asırlarca ayakta tutan güç; hoşgörü ve
adaletten ileri gelmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun yüzyılı olan 19. asır, 93
Harbi’ne ve Kuzey Kafkasya’da Rus saldırılarına tanıklık etti.
İnsanları dilleri, dinleri ve ırklarına göre sınıflandırmayan Osmanlı
Devleti; bu acı yıllarda Türk, Çeçen ve Çerkez yaklaşık 2 milyon
insana kucak açtı.
Bu uzun yüzyıldan sonra çözülmelerin yaşandığı 20. asırda
ise Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı yaşandı. Bu savaşlar,
Balkanlarda yaşayan 1,5 milyona yakın insanın yurtlarını
bırakmasına ve Osmanlı topraklarına göç etmesine neden oldu.
Belki de o yıllarda bir türkü terennüm edildi dudaklarda:
Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda.
Elinde bir deste gül var, hasret koynunda…
Doğru söyle göçmen kızı, annen var mıdır?
Ne annem var ne babam var, kalmışım öksüz.
Asırlarca süren göç, Türkiye Cumhuriyeti’nde de durmadı. Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk göçü, Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi oldu.
Dinlerine göre zorunlu göçe tâbi tutulan mübadiller; doğdukları
topraklara yıllarca hasret çekti, binlercesi de bu hasretle hayata
gözlerini yumdu. Gazi Mustafa Kemal’in doğumuna şahitlik eden
Selanik’ten, Gazi Evrenos Bey’in vatan yaptığı Vodina’dan, beş
asır bizim olan Yanya’dan, Drama’dan, Kavala’dan gözyaşlarıyla
geldi kadınlar, çocuklar. Göç yolculukları da göç sonrası da birer
dramdı. Yaşadıklarıysa tam bir “insan ziyanlığı”…
Genç Türkiye’nin ayakta kalmayı başardığı ancak yeterince
güçlenemediği 1950’li yıllarda “milletin efendisi” olan köylü,
daha müreffeh bir hayat için şehre özellikle de “taşı toprağı
altın” olan İstanbul’a doğru çıktı yola. Bu sefer göç, içerideydi;
köyden kenteydi. Köyden kente, gelenekten moderne geçişte
gecekondular beliriverdi şehirlerde. Gönlü köyünde kendi şehirde
olan, köyle kent arasına sıkışan bu insanlar; “öteki”ydi şehirliler
için. İstanbul’da doğup İstanbul’da ölen ama denizi hiç görmeyen
insanlarla İstanbul’a ve Boğaz’a sevdalanan şairler aynı şehirde
nefes alıp verdi. Zamanla şehre ayak uyduran, şehri de kendine
uyduran insanlar; İstanbul’a da yeni bir çehre çizdi.
Tarihler 1960’lı yılları gösterdiğinde para biriktirip vatanına
dönme hayaliyle insanlar Almanya’ya yöneldi. Çok sürmeyecekti
bu ayrılık, para biriktirilip dönülecekti vatana. Ülkesinde
“Alamancı”, Almanya’da “yabancı” olan binlerce gurbetçi; para
biriktirdi belki ama dönmedi vatana. Sılada bekleyenlerin acısı,
gâh filmlerde gâh şarkılarda dile geldi:
Hasretinle yandı gönlüm
Yandı yandı söndü gönlüm
Evvel yükseklerden uçtu
Düze indi şimdi gönlüm
…
Aramızda karlı dağlar
Hasretin bağrımı dağlar
Çaresizlik yolu bağlar
Yokluğundan öldü gönlüm
20. asrın sonları Bulgaristan’da yaşayan Türkler için çok zor
geçti. Ana dilini konuşamayan, camileri kapatılan, cenazelerini
istedikleri gibi defnedemeyen, çocuklarını sünnet edemeyen,
kendilerine zorla Bulgar adı verilen soydaşlarımız; zulmün
karanlığında kaldı. Suçu; Türkçe konuşmak, sünnetli olmak ve
Bulgar adını kabul etmemek olan yiğitler; Belene Kampı’nda
insanlığın yüz karası olan eylemlere maruz kaldı. Mazisi, adalet ve
hoşgörünün sayısız emsalleriyle dolu olan Türkiye Cumhuriyeti;
1989’da 300.000’den fazla soydaşına kucak açtı. Türkiye’ye
yapılan bu göç, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da yaşanan en
büyük göç olarak tarihe geçti.
Ve bugün… “Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.” hadis-i
şerifinden ilham alan Türkiye Cumhuriyeti, komşusundaki yangına
yine duyarsız kalmadı. İç savaşla yanan Suriye’den 3 milyon
göçmene hiç tereddüt etmeden; ırkına, dinine, diline, rengine
bakmadan kapılarını açan; Türkiye Cumhuriyeti oldu. Sömürdüğü
ülkelerin kaynaklarıyla zengin olan ama insanlıktan nasibini
almayan hodkâm Batı, söz konusu Suriye’deki insanlık dramı
olunca üç maymunu oynamayı tercih etti.
Mevcudiyetinde bulundurduğu onlarca etnik kökene, dine,
dile rağmen şuursuz ve iradesiz bir yığın değil, bir millet olmayı
başarmanın sırrı; insanlara zor günde ana merhametiyle kucak
açmak, onlara birer ana yurt olabilmek ve hoşgörü göstermektir.
Camilerin, sinagogların ve kiliselerin yan yana olduğu; her
kökenden, her inançtan insanın bir arada yaşadığı, adalet ve
hoşgörüye dayanan engin bir tarihsel tecrübeye sahip olan
Türkiye Cumhuriyeti; mazisinde bulunan sayısız emsalle gücünü
tarihsel ve kültürel zenginlikten aldığını tüm dünyaya gösterdi ve
göstermeye devam edecektir.
9
SESSiZ
Tuba YAVUZ / Edirne Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Güm güm güm, güm güm güm!
Galiba delirdim. Kalbimi yerinden söksem duracak.
I.
Güm güm, güm güm, güm güm!
Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor
derinlikten. Garip bir ses kara çukuru delip kulağıma değiyor.
Güm güm, güm güm, güm güm! Merak edip eğiliyorum. Binanın
ortasındaki bu çukur asansör boşluğuna benziyor. Koca ağzını
açıp insan yutan, çocukluğumda korktuğum kötü canavarlar
gibi ürkütüyor beni. Ses devam ediyor. Merakıma yenilip, elimi
çukura uzatıyorum. Soğuk nem parmaklarımı yalıyor. Çukurun
kenarlarından destek alıp başımı aşağı sarkıtıyorum. Her yer
simsiyah. Buz gibi keskin nem yüzüme değiyor ve ses artarak
devam ediyor.
10
Güm güm, güm güm, güm güm!
Ne sesi bu? En iyisi çukura inmek, ayağımı uzatıyorum ve
kendimi boşluğa hızla bırakıyorum.
Uçar gibi, düşer gibi aşağıya yuvarlanıyorum. Boşluktayım.
Ellerim titriyor. Her yanım küflü bir ıslaklıkla sarsılıyor. Aralık
kapıdan sızan koridorun mavi gece lambası ve kulağımdaki
sesle rüyada mıyım gerçek mi çözemiyorum. Çukura düşüp
düşmediğimi anlamak için gözlerimi kapatıp tekrar açıyorum.
Evet, uyanmışım. Badanası islenmiş tavana bakarken, uykudan
yarısı kapanmış gözlerim iyice açılıyor. Ama kulağımdaki ses
devam ediyor. Bedenim nemsiz.
Kalkıyorum hızla. Pencereye koşuyorum. Sokakta intizamla
dizilen evler asker gibi beni karşılıyor. Ne kadar da aynı
görünüyor evler! Hiçbirinin ışığı yanmıyor. Saat, sabahın beşi.
Sokak lambası bizim apartmanın önünde. Garip bir ışık huzmesi
sarılık gibi caddenin yüzünü yalıyor. Detayları gizlemeyen bu
kaldırım taşlarını çok iyi tanıyorum. Canım sıkkınken sigaramı
alıp balkonda kaldırımın gri taş oyuklarını karımın vücuduna
benzetip hem karımdan hem kaldırımlardan iğrendiğim vakitleri
hatırlıyorum. Midem bulanıyor. Sokağı bu odadan izlediğimde
karşı apartmanın üçüncü katındaki perdesiz evi görüyorum. Yine
onu çöp eve benzetip hüzünleniyorum. Çöp biriktiren insanların
anı biriktirdiklerini inanıyorum. Çöp evin de ışıkları kapalı diğer
evler gibi…
Güm güm, güm güm, güm güm!
Ses dışarıdan gelmiyor. Yine de emin olmak için sessizce
camı açıp kafamı uzatıyorum. Sokağın başına kadar dikkatlice
gözlüyorum: Kimseler yok, evler uykuda, sessizliği işaret ediyor
her şey. O halde ses odadan geliyor olmalı.
Güm güm güm, güm güm güm!
Karımla üç yıldır ayrı yataklarda yatıyoruz. Odanın bir ucunda
onun, diğer ucunda benim yatağım var. İnsan belli bir
yaştan sonra yanındaki bedeni huzursuzluk ve uykusuzluk
sebebi görüyor galiba. O bana ben ona; yok terliyorsun, yok
horluyorsun, yok yorganı çekiyorsun… Yirmi beş yıl evvel ne
horultusunu ne terlemesini duyardım. O da ben olmadan
yatağa giremezdi, üşüyorum yaz da olsa sensiz derdi. Şimdi
birbirimizden üşüyoruz. Evlilikte bedenler birbirini ittikçe gönüller
daha sıkı bağlanıyormuş anladım. Konuşmadan birbirimize
bakmadan hatta birbirimizi görmeden de anlaşıyoruz. Ne
dediğimizi, neye kızdığımızı böyle iyi bilmek için çok münakaşaları
yedik, yuttuk. Şimdi odanın bir köşesinde bedeni bana yabancı
ama içini avucumdaki çizgiler gibi bildiğim karım, hırpalandığım
hayatımın yaması gibi uyuyor. Nefes sesi kulağımdaki sesi
yenemeden…
Güm güm güm, güm güm güm!
Sesin nereden geldiğini bulmadan bana uyku haram bu gece
anlaşılan. Acaba şu karşıdaki gardırobun içinde saat filan mı var?
Salondan sonra evin en büyük odası burası. İki yatak ve kocaman
gardırop başka odaya sığmazdı ki. Nazan hiç kıyamaz eski eşyaları
atmaya. Hele de bunlar kendi giysileriyse. Gardırobu odaya göre
yaptırdık, kendimizi de eve göre. Eşyalara uymak için yaşar gibiyiz
bu evde. Bir duvardan diğerine ve tavana kadar. Aman boş yer
kalmasın! Benim iki gömlek üç pantolonuma bile söyleniyor,
hâlbuki kendi giysileri, fularları, takıları, çantaları… . Eşyalardan
bize yer kalmaz hâle geldi. Önceleri duvarlardan dışarıyı
göremiyoruz diye yakınırdık, şimdi eşyalardan duvarları göremez
olduk. Gardırobun kapısını açmaya da çekiniyorum. Nazan
uyanırsa tadımız kaçar. Sabahları hele de bu saatte uyandırılmak
onu asabileştiriyor ve tüm gün gerginliğine katlanmak
istemiyorum. Parmak ucumda yürüyerek önce gardırobun
kapısını dinliyorum, sesin şiddeti hiç değişmiyor. Buradan gelse
kulağımı dayadığım kapaktan daha şiddetli hissedilmez miydi?
Yine de bakmalı. Kapıyı açıyorum. Sessizliği bıçak gibi delen dolap
gıcırtısıyla Nazan kımıldayarak yorganı üstünden atıyor, nefesimi
tutuyorum, şükür hâlâ uyuyor. Önce askıdaki elbiseleri ellerimle
yoklayarak ceketlerin ceplerine hızla bakıyorum, alt taraftaki
çorap çekmeceleri, sepetlerdeki çamaşırlar, etekler, gömlekler…
Yok, yok yok! Ses buradan da gelmiyor.
Güm güm güm, güm güm güm!
Acaba şuan rüyada mıyım? Yok canım daha neler filmlerde olur
böyle rüya içinde rüya görenler. Düşünerek yatağa oturuyorum.
Saat beş yirmi. Başım ağrıyor. Sesten olmalı. Odanın kapısı aralık.
Usulca çıksam mutfağa baksam… Hem bu odadan geliyorsa
ses buradan çıkınca rahatlarım. Karım neden duymuyor. Amma
da yorulmuş, hafiftir halbuki uykusu, dün misafir ağırladı tabi
yaşlandı eskisi gibi genç değil. Nazlı da hiç yardım etmez ki
annesine. Aman sen oku kızım, başka şeyle meşgul olma, diye
diye çocuğu tembel yaptık. Şimdi de iş yaptıramıyoruz. Sessizce
parmak ucumda kapıyı açıyorum. Ses hâlâ aynı şiddetinde.
Güm güm güm, güm güm güm!
Koridoru hızla geçerek salona girip duvardaki saate bakıyorum,
yok buradan da gelmiyor ses. Yine de duvardan saati alıp pilini
çıkarıyorum. Bir umut! Hayır, seste bir değişiklik yok. Çocuklar
odalarında, kapıları kapalı. Vitrini, kanepelerin altını, pencere
kenarlarını kontrol ediyorum sessizce, parmak uçlarıma basarak.
Salonda bakmadığım yer kalmadığına emin olunca mutfağa
giriyorum: ocak dolaplar, balkon çöp, kaşıklık…
Güm güm güm, güm güm güm!
En iyisi uyumak saat altıya geliyor. Uyuyabilirsem sabaha her şey
geçecek. Kaç gündür yorgun ve uykusuzum, muhtemelen aklım
bana bir oyun oynuyor. Kazanmasına izin veremem, uyuyacağım
ve sabaha hiçbir şey kalmayacak.
Salondaki koltuğa uzanıyorum. Sağıma dönüp elimi kulağımın
altına sıkıştırıp büzüşüyorum. Gözlerimi kapıyorum. Uyumalıyım,
uyumalıyım, uyumalıyım…
Güm güm güm,güm güm güm!
Uyumalıyımmm.
Güm güm güm, güm güm güm!
Sola dönüyorum. Sakin olmalıyım. Yılların emlakçısı, esnafı, kurdu
Mithat bir sese mi mağlup olacak! Asla! Evvela sesin neye ait
olduğunu anlarsam daha rahat çözerim sorunu, evet. Nefesimi
tutup oturuyorum. İyice dikkat kesilip sesin ne olduğunu
bulmalıyım. Gözlerim iyice irileşiyor.
Güm güm güm, güm güm güm!
Güm güm güm, güm güm güm!
Buldum, evet buldum! Bu kalp sesi. Stetoskopla doktorların
dinledikleri kalp ritimleri gibi. Güm güm güm, güm güm güm!
Evet. Acaba benim kalbim mi? Başka kimin olacak ki! Allah’ım
kulaklarımda mı sorun var yoksa hayal mi? Off. Çıldıracağım.
Hızla kalkıp elimi yüzümü yıkıyorum. Karım uyandı galiba.
11
“Mithat ne oldu hasta mısın? Ne zaman kalktın, duymamışım.”
“Yok iyiyim, uykum kaçtı sadece. Yat sen.”
“Daha saat altı. Sen de yat ben sekizde kaldırırım seni yetişirsin.
Sen bu işi stres yaptın bence ama boş ver olmazsa da aç değiliz
açıkta değiliz, uyumana bak”.
Güm güm güm,güm güm güm!
Nasıl anlatacaktım ki karıma. Deli derler insana. Nazan ben kalp
atışlarımı duyuyorum da ondan uyuyamadım, diye. Allahtan
fazla üstelemedi ama onun da uykusu kaçtı. Banyoya girdi.
Nazan yarım saatten fazla kalır duşta. O çıkana kadar sesi nasıl
susturacağımı düşünmeli ve bu meseleyi çözmeliyim. Acaba o
da işitti mi? Nazan kalp atışlarımı duyuyor musun, desem alay
ettim sanır, Nazan stetoskop kulağıma kaçtı desem delirdim sanır,
rüyamdaki ses uyanınca beni bırakmadı desem, olmaz…
Güm güm güm,güm güm güm!
Güm güm güm,güm güm güm!
Çok hızlandı. Ellerim uyuşuyor. Bayılacağım, delireceğim…
Kulaklarımı delsem, sağır etsem, kessem geçer mi? Kalbimi
durdurmalıyım…
Ya ölene dek geçmezse! Kalbim durunca mı duracak bu ses?
Nazan ne zaman duştan çıktı, ne ara karşıma oturdu, ne kadardır
beni gözlüyor bilmiyorum.
“Neyin var Mithat? Tansiyonun mu çıktı? Ölçeyim mi?
Kımıldamadan bir saattir aynı yerde duruyorsun?”
Kulağım seste ve cevap verecek cümleyi toparlamaya
çalışıyorum.
“Ellerin titriyor, iyi misin?”
Biraz kekeleyerek bir şey yok demeye çalışıyorum, sonra hızla
kalkıp banyoya giriyorum: pamuk! Pamuk tıkasam kulaklarıma…
Daha evvel nasıl düşünemedim. Hemen çekmeceden pamuk
alıp hınçla kulağıma tıkıyorum. Olmadı, olmuyor. Ses aynı yerde
duruyor.
Güm güm güm,güm güm güm!
Galiba delirdim. Kalbimi yerinden söksem duracak. Hızla giyinip
Nazan’ın endişeli bakışlarına, art arda sıraladığı sorulara,
çocukların meraklı ve telaşlı gözlerine tahammül edecek
durumda değilim. Ses giderek sinirlerimi bozuyor. Başıma çekiçle
çivi çakıyor gibi. Bir kamyondan düşüp yuvarlanıyormuşum gibi…
Ellerim titriyor, ağzımın kuruması konuşmama mani oluyor.
Nazan omzumdan tutup beni sarsacak oluyor ama nafile! Hızla
dışarı atıyorum kendimi.
Güm güm güm,güm güm güm!
Bu ses kemirgen bir yaratık gibi kulaklarımdan beynime, oradan
da tüm vücuduma yayılıyor. Gözlerimden siyah noktalar geçiyor.
Başım dönüyor. Yer ayaklarımın altından kayıyor. Merdivenden
düşe kalka zor iniyorum.
Doktora mı gitsem? Kim bakar ki nöroloji mi psikiyatri mi?.. Deli
miyim ben daha neler? Ah Mithat deli değilsen bu ne?
Güm güm güm,güm güm güm!
Hangi sokaktaydı bürom. Ses devam ettikçe bilincimi de esir
alıyor. Kayboldum galiba. Hangi sokağa saptım. Burayı daha evvel
neden görmemiştim. Şu ağaç…
12
Off! Bu kadar uzak mıydı ev ile büro arası. Yok, uzak değildi on
dakikada varıyordum. Arabayla gidince Nazan kızardı. Evet,
arabayı bulup onunla gideyim.
Araba kullanamam bu halde. Allah’ım sustur bu sesi! Kayboldum.
Bu bizim sokak değil. Bu bildiğim kaldırımlar değil. Yer kayıyor.
Ayaklarım dermansız.
Güm güm güm,güm güm güm!
Güm güm güm,güm güm güm!
Güm güm güm,güm güm güm!
Güm güm güm,güm güm güm!
II.
Şehrimizde dün sabah işe gitmek için otobüs durağında bekleyen
insanlar garip bir intihara şahitlik ettiler. 55 yaşındaki M.K. “Yeter,
sus artık!” diye bağırarak kafasını parçalarcasına, defalarca
otobüs durağının demir levhalarına vurdu. Görgü tanıkları engel
olamaya çalıştıklarını fakat çarpmanın şiddetinden ve hızından
ötürü mani olamadıklarını belirttiler. Kendinden geçene kadar,
çığlıklar atarak kafasını demire vuran 55 yaşındaki M.K. yaralı
olarak kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.
FAZLA ŞİİRDEN
Gülsüm TÜRK / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Öğrencisi
Bir Sabahattin Ali kitabında tattım aşk duygusunu
Onun hikâyelerinde gördüm imkânsız aşkların dahi bu denli güzel olduğunu
Bir Nazım Hikmet şiirinde doldurdu memleket sevgisi içimi
Ve yine bir Nazım Hikmet şiirinde inandım güzel günler göreceğimize
Bir Mehmet Akif Ersoy şiirinde gördüm Türk’ün kahramanlığını
Bir Özdemir Asaf dizesinde rastladım yalnızlığa ve hissettim ta en içimde
Bir Oğuz Atay kitabında tutunamadım hayata
Bir Kafka mektubundaydı aşkın imkânsızlığı,
Ve bir Kafka kitabındaydı dışlanmışlığın, ezikliğin tüm hali
Turgut Uyar şiirlerinde gördüm umutsuzluğu çokça
Ve Turgut Uyar şiirinde öğrendim göğe bakınca sevinmeyi
Bizlere fazla şiir bırakan şairler, fazla şiirden öldüler…
13
14
Elçin CİGARA (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
KARANLIĞIN
PARMAK İZLERİ
Zeynep ŞAHİN / Edirne Lisesi Öğrencisi
“Vakit geldi, toplayın bavulları! Şehrin yanan tüm ışıklarını
söndürün, kelimeler karanlığı bir nefeste içlerine çeksinler.
Sessizliğe ihtiyacımız var.”
Düşüncelerin ağırlığıyla başını eğdi, kesik kesik aldığı
nefesler tutuk bir tabancayı andırıyordu. İçindeki tek taraflı
muhakemeyi bir sonuca erdirecek, sükûtuyla sağır olduğu savaşı
bitirecek bir rüzgâr esmesini diledi. O an geldiğinde nefret kokan
tüm sözcüklerin kemiklerini kıracak ve onların aciz birer ruha
dönüşmelerini izleyecekti. Kim bilir belki onun da ağzı insanlar
gibi kan kokardı.
Kısacık boynunun el verdiği kadarıyla ardındakileri kontrol
etmek istedi fakat boşluktan başka bir şey bulamadı. Fazla
ilerlememiş olmalarını umarak yoluna devam etti. Kafasında
çarpışıp duran düşüncelerle birlikte akrep ve yelkovanın gölgesi
altına biraz daha sokuluyor, attıkları her adımda omuzlarındaki
yükleri çoğalan saniyeler görünmez bir el tarafından
kamçılanıyordu. Böyle olmamalıydı, diye söylendi sessizce.
Duyguları, bir fahişenin iki yakası gibi hiçbir zaman bir araya
gelmeyen, düşünceleri zamanla çamurlaşıp bencilleşen bir
canavardan kaçıyorlardı. O ve diğerleri çıktıkları bu amansız
yolun canavarın avuçları arasında yok olup gideceğini biliyorlardı.
Mermisi olmayan bir askerin savaşmaya devam etmesi kadar
onurlu ve bir o kadar da ahmakçaydı bu yaptıkları.
Attığı birkaç adımdan sonra gördüğü şeyle yerinde kalakaldı,
kanın teninin altında kaynadığını hissediyordu. Yolun kenarına
geçip kendine güvenli bir yer buldu ve dünyadaki en güvenli
yer olan kabuğuna çekildi. Diğer arkadaşlarının ne durumda
olduğunu merak etse de şu an bunu düşünmemeye karar kıldı.
Biraz sonra içinde merak tomurcukları yeşermeye başladı, bu
uzun yolculuklarında gördüğü ilk düşmanın neye benzediğini
görmek istedi.
Kafasını usulca uzatıp onu izlemeye koyuldu. Sakalları
yüzünün büyük bir bölümünü kaplayan, gözlerindeki bilinmezlik
sesine de yansımış bir adamdı karşısındaki. Söylediği şeylere
kulak verdi fakat bu anlamsız bir çabaydı, onu anlaması
imkânsızdı. Bu adamda, onun daha önce defalarca gördüğü bir
şey vardı; eski bir dostunun kürkü. Sığınacağı tek liman olan
kabuğunun bir gün ondan çalınacağı fikri düştü aklına. İçindeki
korku ona birkaç adım daha attırdı, aceleciydi. Oysa biri kulağının
hemen dibinde, “Henüz vakit erken!” diye bağırıyordu.
Attığı her adımda ayaklarının altına bulaşan kir, insanların
zulmüyle beslenen bir canavar gibi karşısına dikiliyordu. Biraz
ileride, dalları göğü delmeye çalışan bir ağacın eteklerine
tutundu. İnsanların, ellerinde tuttukları kâğıt parçalarının
çokluğuyla birbirlerine üstünlük taslamalarını büyük bir hayret ve
nefret içinde izledi.
Bu zamana kadar insanlar onu nerede istediyse orada
yaşamıştı. Hatta bazen gideceği yoldan geri döndürülmüş,
teninde faili belli bir cinayetin gizlenmiş kanıtları işlenmişti.
Demir parmaklıklar ardında gördüğü birkaç gülen yüzü hafızasına
iyice kazımış, hayal gücünün duvarlarında onu resmetmişti. Aldığı
darbeler yüzünden çatlayan kabuğu her sızladığında oturup
saatlerde resmi inceliyordu.
Gök kubbe beyaz bir çarşaf örtündü üzerine. Hemen sonra
birkaç silah sesi duyuldu; pusun ardında gizlenmiş canavarlar,
ışığın çehrelerini aydınlatmasına izin verdi. Derilerinin altında
et parçası değil de hırs ve nefretten yapılmış bir zırh taşıyorlardı
sanki. Son kez basıldı tetiğe fakat bu ardından geleceklerin
öncüsü oldu ve hiçbir zaman susmadı; çarşaf, kırmızının en koyu
tonuna boyandı. Nitekim daha sonra gökyüzünün her gün kefen
değiştiren bir ölüden farkının olmadığını anladı.
İbadet eder gibi uzandıkları silahları, taşları ve nefretleri;
kabuğundan başka sığınacak bir yeri olmayan sıradan bir
kaplumbağanın soluk nefesini keskin bir bıçak gibi kesiyordu.
Bazen bir insan gibi konuşabildiğini hayal ediyor, henüz hiç
kimsenin duymadığı sesiyle zulmü sona erdirecek dualar
fısıldıyordu. Fakat bu hayal üstünkörü okunmuş bir kitap gibi
henüz anlamını bilmediği kelimelerden ibaretti.
Tanrı, siyah geceliğini çıkarıp uyurken yere dökülen yıldızları
birer birer topladı. İnsanlar bir mum gibi söndürdüler sokağın
sonundaki koca lambayı. Dünya, kör bir adamın avuçları arasına
düştü, nitekim renkler sadece rüyalarda gerçek oldu. Sırtında,
Demokles’in kılıcından izler taşıyan kaplumbağa, güneşin dahi
aydınlatmakta yetersiz olduğu karanlığa son kez fısıldadı.
“Unutmayın; bu biz değiliz, bunlar bizden geriye kalanlar.”
15
CEHALET,
KAN KOKULU
BiR ZEHiR
Meltem ÇELİK / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Öğrencisi
Nereden geldi bu uyku?
Gözlerim neden büyük bir acıyla
açılıp kapanıyor?
Yanımda duran roman neden
yüzüme bakmakta bu kadar korkak?
“Ayağımda kendine mıhlanmış bir resim var. Cehalet, boylu
boyunca uzanıp etrafta kol geziyor. Kartal gibi kanatlarını açan
bilgeliğin sonsuzluğunda kaybolmak istiyorum. Ama olmuyor.
Çıtkırıldım bacaklarım yarı yolda yorulunca durmak zorunda
kalıyorum. Zihnimde çürüyen onlarca sesin arasındaki kokuşmuş
nefeslerin sesleri giriyor bendime. Çekip çıkartamıyorum…”
Yorulmama neden olacak bir uyku apsesi gelip giriyor
bedenime ve nedenini bilmediğim bir kuvvet, durmadan bir
ağırlık yüklüyor omuzlarıma. Tam üzerimden atacakken neye
benzediğini dahi bilmediğim asalağa “Dur!” diyorum. Bir
şeyler öğrenmek için çabalayan fıçının içindeki zatı düşün - Ne
kadar çabuk pes ediyorsun öyle?- Arkamdan gülüşen sesleri
duyuyorum. Homurtuları bana kadar geliyor. Kendi elleriyle
yaptığı zehri için Sokrat’ın kan kokan soluğu dolduruyor odamı.
Ürperiyorum…
Nereden geldi bu uyku? Gözlerim neden büyük bir acıyla
açılıp kapanıyor? Yanımda duran roman neden yüzüme
bakmakta bu kadar korkak?
16
Bilgisiyle övünen cahillerin sesleri geliyor kulaklarıma.
Uyuyorum... Yalandan da olsa yine büyük bir acıyla kapatıyorum
gözlerimi. Yanımdan uzaklaşmaları için elimden gelen tüm çabayı
gösteriyorum, inanın!.. Onların sahte bilgilerinin arkasındaki
karanlık nokta olmak istiyorum.
Her sözlerinin arkasına bir “Evet” sıkıştırıp cehaletlerinin
arkasında konuşmak… Yok, böyle olmayacak. Cehalet, kendini
bilmezlerin bilerek girdikleri bir barınakken ben, onların
kapılarının önünde bekleyen Kerberos olmayacağım.
Levent TOSUN (Hasan Rıza G. S. L. Resim Öğretmeni)
Öğretenin öğretilenden daha çabuk kaybolmaması
düşüncesindeyim. Ona hayat verenlerin - gerçekte olmasa da dimağının bir köşesinde bulunması gerekmeli bence.
Yağlı boyayla yapılan bir elma tablosu değil ki herkesin aynı
şeyi görebileceği. Yaşanmışlığın içinde saklanan bir hayat...
Hayatın arasına karışan bir vaha gibi bir şey… Ne tam olarak
“bu” diyebilirsin ne de “değil”. Gitgeller arasında koşuşturan
dengesiz bir medcezir… Amaç en güzel cümleyi kimim kurduğu
değil, asıl gaye hayatının devamındaki boşluklara hangi işaretleri
koyacağındı. Nokta mı, virgül mü? Öğrenmek bunu gerektirir.
Açlığının farkında olan bir adam önce yemeğe saldırır, suya
değil. Aynı şey susamış bir için de geçerli. Peki, ya cehalet? O ise
aç olduğunu bile bile ağzını musluğa dayamak gibi bir şey. Hem
saçma hem de gülünç - Kahkahaları bana kadar geliyor.
Bir yazarın da dediği gibi “Sizi bilmem ama ben dünyada en
çok cehaletten korkarım. Çünkü cehalet kendi bildiğinin dışında
bir bilgi ve düzey olduğunu fark etmeyen bir kör karanlıktır.
Zehirli tutkular ve fanatik öfkeler üretir. En kötü yanı da cahilin
cahil olduğunu bilmemesidir.”
17
18
İLK GÖRÜSTE
LJUBLJANA
Özlem GÜZELHARCAN / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi İngilizce Öğretmeni
Siz de trafikten, kalabalıktan,
gürültüden bunaldığınız bir anda uçağa atlayıp
bu küçük ama çok şey vaat eden
huzurlu ülkeye gelebilirsiniz.
19
Genç ve güzel Veronika, Ljubljana’da yaşamaktadır. Hayattan
bıktığı bir anda banyodan çıkıp en güzel elbisesini giyer, yatağına
uzanır, birkaç kutu hap yutar ve eline bir dergi alıp ölüm vaktini
beklemeye başlar. Dergideki ilk yazıda karşısına çıkan ilk cümle
şöyledir: “Slovenya nerededir?”
Ejderhalarla ilgili çeşitli efsaneler var. Biri şöyle: Kral
Aeetes’ten kaçan Yunan kahraman Jason, Ljubljanica Nehri’nin
yatağına gelir. Jason, yaşadığı topraklardan kaçarken kralın kızı
Medea’yı da kaçırmıştır ve elbette ki kral bu işe çok kızmış,
ona tamamlaması için üç görev vermiştir. Jason ve altın arayıcı
dostları Argonotlar, görevlerini tamamlarken bir ejderha ile
karşılaşırlar. Jason, ejderhayı öldürür ve oraya yerleşerek büyük
aşkıyla birlikte Ljubljana şehrini kurur. Bir başka hikâyede ise
Jason aslında Yunanistan’a gitmek isterken yolunu kaybetmiş,
buraya gelmiş, burada bir canavarla kahramanca savaşmış ve
yerleşmeye karar vermiştir. Bazı düşünürlere göre de bahsedilen
ejderha ve savaş Orta Çağ’ın karanlık düşüncelerini sembolize
etmek için uydurulan bir hikâyeden başka bir şey değildir.
Veronika’nın içinde ölmek istediği Ljubljana, Alpler’in
eteğindeki Slovenya’nın küçük, az nüfuslu başkenti ve aslında
tam da bir huzur kenti. Şehrin ortasından süzülerek geçen
Ljubljanica Nehri’nin çevresinde pek çok Barok bina, şirin kafe ve
restoranlar var.
Slovenyalılar masalları seviyorlar ve bu minik Avrupa ülkesine
de masallar gerçekten yakışıyor. Ben de ejderhalara ve şehrin
meydanındaki kaleye başımı kaldırıp da baktığımda kendimi bir
an için Game of Thrones dünyası içinde hissetmedim değil!
Alın size bir başka efsane!
Sıcak bir temmuz öğle sonrası… Avrupa’yı karış karış gezmeye
alışkın turuncu sırt çantam ve ben İstanbul’un tipik karmaşası
ve kalabalığı içinden sıyrılarak Atatürk Havalimanı’na ulaşıyoruz.
Slovenya’ya, ismi zor telaffuz edilen ama sevilen gibi güzel bir
kelimeye karşılık gelen o şehre gideceğiz: Ljubljana. Elimde
pasaportum, biletim ve Paulo Coelho’nun o ünlü romanı var:
Veronika Ölmek İstiyor.
Slovenya Ljubljana ve Bled Gölü
Nehrin üzerindeki Ejderha Köprüsü, şehre diğer Avrupa
kentlerinden ayrı bir hava katmaya yetiyor da artıyor bile.
Açılmış kanatları ve sivri dişleriyle görenleri tatlı tatlı huzursuz
etmeyi başaran bu yeşil ejderha, aslında şehrin her yerinde;
bayrakta, futbol takımlarının formalarında, nehir duvarlarında,
köprü motiflerinde…
20
Ejderha Köprüsü’nün yanı sıra şehirde kaçırılmaması gereken
diğer yerler Üçlü Köprü (Tromostovje), Belediye Binası, Aziz
Nikolaja Kilisesi, Ursulinka Kilisesi, Ulusal Kütüphane, Preseren
Meydanı, Tivoli Parkı, Metelkova, Ljubljana Kalesi, açık pazar,
ekmek dükkânları, balık pazarı, çiçek pazarı ve elbette ki
Ljubljana Kalesi. Tüm bunları kaçırmanız imkânsız zira hepsine
yürüyerek kolayca, hızlıca ulaşabiliyorsunuz.
Otelime yerleştikten sonra öncelikle kısa bir gece turu yaptım
şehirde. İnsanlar meydanlarda dolaşıyor ve çalan müziklere eşlik
ediyor, üniversite ve bir hayli fazla olan Erasmus öğrencileri de
nehir kenarındaki kafe-barlarda eğleniyorlardı. Bazı turistler
bot turunda, bazıları da bizim gibi bu Venedik’e yalnızca iki saat
uzaklıktaki şehirde lezzetli pizza yeme heyecanı içindeydiler!
Ljubljana her şeyi bir arada barındıran ilginç bir şehir. Bir
yanıyla Balkan, bir yanıyla Avrupalı, bir yanıyla da Akdeniz...
Geceleri şehri aydınlatan loş ışıklara ve Arnavut kaldırımlı dar
sokaklara girdiğinizde kendinizi İtalya’da sanmanız çok olası. Hele
o muhteşem lezzetteki pizza ve dondurmalarını yerseniz, üzerine
de espressonuzu içerseniz sizden mutlusu olamaz!
Gündüz ise Barok binalarla bezenmiş tertemiz caddelere,
bisikletleriyle sakince işe giden çalışkan insanlara bakarsanız
kendinizi Batı Avrupa’nın göbeğinde sanabilirsiniz. Bir
meydandan gelen akordeon sesi ve köşe başında satılan bürek
(börek benzeri bir yiyecek) ve bal ise sizi bir anda Balkanlara
götürebilir. Hatta karşınıza -bize olduğu gibi- Kovboy dansı yapan
gençler bile çıkabilir, şaşırmayın. Alpler’in eteğindeki bu minik
şehir, misafirlerine kendini hiç yabancı hissettirmemeye kararlı;
hepsinin sebebi bu!
Ljubljana’daki ikinci günümüzde meydanları, pazarları gezdik.
Ünlü Sloven mimar Plecnik şehre pek çok eser kazandırmış ve
çok sevilen bir şahsiyet. Slovenyalıların bir diğer sevgilisi de
şair France Preseren. Paralarının arkasını süsleyen, yazdığı şiir
Zdravljica ülkede milli marş olarak bestelenen şairin oldukça
hüzünlü bir hayat hikâyesi olduğu, çok sevdiği aşkı Julija’ya
kavuşamadığı söylenir. Şehir merkezindeki meydana ismini veren
Preseren’in heykeli karşı binadaki bir başka kadın heykeline taş
soğukluğunda bakar. “Mutlu aşk yoktur” demiş ya Aragon, belki
de gerçekten öyledir.
Ljubljana’da o pazar senin, bu galeri benim gezerken
yorulursanız eğer feniküler ile kaleye çıkıp oradaki restoranlarda
şahane yemekler yiyebilirsiniz. Biz öyle yaptık. Aynı zamanda
kaleden şehri kuşbakışı izleyebiliyorsunuz.
Şehrin ilginç başka noktalarından biri de Metelkova.
Bir zamanların Yugoslavya ordu kışlası, şimdilerin hippi öğrenci
mekânı! İçinde pek çok kafe, bar, stüdyo, galeri bulunan bu
mekânı uzun uzun incelemek, o gitar çalan gençlerin arasına
karışmak, onlarla birlikte sanat yapmak, hayatı tartışmak lazım.
Velhasıl tekrar öğrenci olmak lazım yoksa bu kıskançlıkla hayat
geçmez!
Eğer Ljubljana’ya yolunuz düşmüşse mutlaka Bled Gölü’nü
de görmeniz gerekir. Şehre 45 km uzaklıktaki Bled kasabası,
gelenlere cenneti vaat ediyor dersem hiç de abartmış olmam.
Bahçesinde rengârenk çiçeklerin olduğu müstakil evleri; içinde
yüzülebilen, kano ve yelkenli yapılabilen, etrafında bisikletle
dolaşılabilen gölüyle Bled kasabası rüya gibi bir yer.
Gölün yukarısındaki kaleye çıktığımızda bir düğünle karşılaştık
ve öğrendik ki burada evlenmek pek hayırlıymış, eğer damat
gölün ortasındaki o minik adacıkta bulunan kiliseye gelini
kucağında taşırsa harika bir evlilik hayatları olurmuş.
Gelecekte Bled’e gelmek için bir sebep daha!
Bled’e trenle, otobüsle veya araba kiralayarak gidebilirsiniz.
Rehberimizin söylediğine göre bazı çılgın Ljubljanalılar,
bisikletlerle bile buraya gelip gidiyorlarmış hafta sonları.
Bled’e gelmişken biraz daha yukarı tırmanıp Vintgar
Gorge’ye gidebilir, Triglaski Marodni Ulusal Parkı’nda Slovenyalı
ailelerin çoluk çocuklarını alıp yaptıkları gibi kanyon yürüyüşü
yapabilirsiniz. Buz gibi suları, kuş sesleri, muhteşem doğası ile
park en az Bled Gölü kadar insanı büyülüyor.
Ljubljanalılar, hiç üşenmeden hafta sonları buraya gelip
ailecek yürüyüş yapıyorlar. Zaten şehirde spor yapmayan insan
yok. Kışın kayak, yazın bisiklet, yürüyüş, hiking derken ortaya
sağlıklı ve mutlu, hayattan zevk alan bir toplum çıkması şaşırtıcı
değil elbette.
Yüzölçümünün yarısından fazlasının ormanla kaplı olduğu bu
ülkede herkes dışarıda, doğada, hayatla ve kendileriyle barışık,
sakin, huzurlu bir şekilde yaşayıp gidiyor. Bize de iç çekmek
düşüyor! Siz de trafikten, kalabalıktan, gürültüden bunaldığınız
bir anda uçağa atlayıp bu küçük ama çok şey vaat eden huzurlu
ülkeye gelebilirsiniz.
Hem Veronika da ölmekten vazgeçti zaten. Yaşamak güzel.
Gezmek, en güzeli…
21
SESLENİR HAZRET-İ MEVLÂNÂ BANA
M. Nezir BİLİK / Akmercan Anadolu İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmeni
Mesnevî-i Manevî ki
Ondan seslenir Hz. Mevlânâ bana
Bak der o insana
Baştan başa mana
Der Hazret-i Mevlânâ bana
Mesnevî-i Mânevî ki
Ondadır her nevi sevi hem her mana
Der Hazret-i Mevlâna bana
Fîhî Mâ Fîh ne der nedir mana
Sendedir sende her ne var
Der Hazret-i Mevlânâ bana
Her meclisi bin bir Dîvân-ı Kebîr
Ondan hala seslenir Hazret-i Pîr
Kulak ver der gönülden o lisana
Dil dil seslenir her insana
Der Hazret-i Mevlânâ bana.
22
Hülya YAYLA TOSUN (Hasan Rıza GSL TDE Öğretmeni)
Cansu ÇOLAKOĞLU
Emel Özgür Subaşıay Mesleki veTeknik Anadolu Lisesi
BİR VARMIŞŞ
BİR ÇOKMUŞ
Bir teselli çıkagelir karanlığına,
en genç ve geç zamanında…
“İyi ki…” dediğindir o, öğretmenindir!
Ömür dediğimiz şey, hiçbir zaman tekdüze olamaz. İnsanın
doğası gereğidir bu. Yaşamın boyunca, bodrum katını da
görürsün, gökdelenin tepesini de... Yaşam sevincinin seni terk
ettiği durumlar vardır hani, en olmadık zamanlarda… Belki bir
de kendi yarattığın başarısızlık yığınları… Susuzluğun içinde bir
yerdesindir, en sağanağından bir yağmurun altında sırılsıklamken
bile… Kendi elinde biten dikenlerle yine kendi sırtını taşıdığın
olur bazen. Keşkelerle o dikenlerin yaralarını kapatırsın.
Bir teselli çıkagelir karanlığına, en genç ve geç zamanında…
“İyi ki…” dediğindir o, öğretmenindir! Bu evrende, yürüyen bir
keşke olmaktan seni kurtarandır. Yürütmeyi bir kenara bırak,
senin mehteranındır o, en görkemlisinden… Elbet öğrenilecek
çok şey olduğunun farkındasındır artık çünkü “Sebzelikte
patlıcan yoksa musakka yapmayı öğrensen ne olur?” soruna
cevaptır öğretmen! Kapısı kilitli odana, pencere açandır
öğretmen! Sana pencereden bakmayı değil de pencereden
baktığını görmeyi öğretendir.
Öğretmen bir “var”dır yaşamında, bir “yok değil”dir ve sen
artık, yemek yapmak için gerekli tüm malzemeye sahipsindir.
Doludur dolabın. Bir şeyler karalamak yazmak istersin. “Ah!”
çektiren şiirler mesela ya da hasar almış öyküler… Duvarları
yumruklayan şarkılar belki… Şiirine kalem olur öğretmen,
kalemine mürekkep… Şarkına gökyüzü olur öğretmen. Yaz ile
kış arasına sıkışıp kalmış, son ve ilkbaharın akraba evliliğinden
genetiği bozuk doğmuş gecelere inat, aydınlık ve duruluğu eritip
ruhuna biçim veren bir gökyüzün vardır artık. “Öğretmenin”
vardır. Söylemeye değer bir şarkın vardır hem… Biraz kırgın, biraz
buruk; çokça sevgi ve eser miktarda kızgınlık içeren türkülerin…
Bir caz müziği gibi doğaçlama engellerin… O kadar çabuk ve o
kadar kısadır ki artık engellerin, değer hayatına ve geçer gider.
Çünkü öğretmen girmiştir artık ömrünün içine. Kendi yok olsa
bile küllerinden seni doğuracaktır zaten ve keşkelerini kapadığın
sandığın kilidi olacaktır öğretmen!
Öğretmen… Bir göğün yüzü, pencereni açtığında ciğerlerine
dolan… En önemlisi de baktığında, dışarıyı da kendini de
görebilen bir mucize pencerenin ta kendisi...“Çok” tur öğretmen!
23
SARDUNYALI
BALKON
24
ve Rüya
Aleyna KANAR (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Sibel DİNÇER
Edirne Sosyal Bilimler Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Bir düşün içeriğini oluşturan tüm malzeme,
bir biçimde yaşantıdan türemiştir.
Düşlerin Yorumu-S.Freud
Bordo kapının loş açıklığında karşılıyor beni. Gözlerini sevgiyle
küçültüyor. Üzerinde dökme çiçeklerin serpildiği viskon elbise.
İnce bileğinde neredeyse hiç çıkarmadığı elmas taşlı ipli bileklik…
Kollarını açıyor... Hoş geldin, diyor. Hoş buldum, diyorum. Sabah
sabah bu ne diri bir karşılama. Şaşırıyorum. İçimden maşallah
diyorum, hep böyle olsun. Ne de olsa artık yetmişine geldi sayılır.
Öyle hevesli çağırdı ki bu sefer gelmeden edemezdim.
Elimden tutuyor, günlerdir telefonda anlatıp durduğu
sardunyalarının yanına sürüklüyor beni. Kızarmış ekmek ve taze
demlenmiş çay kokusu eşliğinde geldiğimiz yerde “Bak!” diyor,
“Ne oldu burası, yalancı cennet!” dediği kadar var. Parçalı camla
kaplanmış üç dört metrekarelik nohut balkonun neredeyse
yarısı çiçeklerle dolu. Bir minik masa, üç sandalye konulabiliyor
aralara, o kadar. Çiçeklerin arasına oturuyoruz. Yola bakıyorum.
Akşamdan park edilmiş arabaların üzerine çıkmış, birinden
diğerine sıçrayan tekir kedi oyun oynuyor. Yolun girişinde simitçi
çocuğun el arabası duruyor. Kendisi de bir evden çıkıyor elinde
çubuğu, dilinde “Simitçiiiii!” nidasıyla. Burada olmayı, mahalle
sıcaklığını yaşamayı seviyorum.
Balkona sabah güneşinin taze ışıkları vurmuş. Kırmızısı,
sıklameni, pudrası, akşam güneşi renklisi... Hepsini çocuk sever
gibi dokunarak, konuşarak seviyor; anlatıyor. “Nasıl bakıyorsun
bunlara?” diyorum “Bu kadar coşturmuşsun.” Güneşi ve sıcağı
çok seviyorlarmış. Fazla sulamıyormuş. Evlerinin yakınındaki
ormandan ağaç diplerini eşeleyip çürümüş yapraklı, yumuşak
toprak getiriyormuş onlar için. Sonra meyve ve sebze kabuklarını
atmıyor, sardunyaların diplerine gömüyormuş. E sonuç ortada.
“Elinden de mi oluyor senin nedir?” diyorum. “Evet.” diyor.
“Anneannene çekmişim, onun çiçeklerini hatırlarsın.” Kim
hatırlamaz ki! Unutulmayacak şeyler vardır şu hayatta. O da öyle.
Köyde dillere destan bir bahçesi vardı rahmetlinin. Kasımpatılar,
kadife çiçekleri, aslanağızları... Yanı başlarında tulumbalı bir
kuyu… Çiçekliklerin arkasında sebze ekilen bölümler. En dışta çit
yerine zerdali, erik, kayısı, incir ağaçları.
Çiçeklerin ve çiçekli anıların rehavetine kapılmış gidiyorken
gözüm masadaki beyaz orkideye ilişiyor ki annem gerçek
kimliğine dönüveriyor birden. “Dün akşam seni gördüm rüyamda
Zeynep.” diyor. Rüyalarını tüm ayrıntılarıyla uzun uzun anlatmaya
bayılır. Babamın sabırlı bir insan olması da onun şansı.
“Yeşillikler içinde bir köşkün önündeyiz.”
“Nasıl görünüyoruz?”
“İkimiz de iyi görünüyoruz; temiz, sade giysiler içindeyiz.
O evin anneannenin evi olduğunu söylüyorsun.” diyor, duruyor.
Hayırdır inşallah, dememi istiyor. Diyorum.
“Anneannemi gördün mü peki?”
“Hayır.”
“Çok özlemiştim aslında, görseydim keşke.” Gözleri doluyor...
Duygu yoğunluğundan uzaklaşsın diye yeni sorular soruyorum.
“Ne konuşuyoruz seninle sonra?”
“Bir cemiyet toplanmış anneannenin evinde. Sen de
oradaymışsın. Üzerinde çok güzel bir elbise varmış anneannenin,
başında aynı renkte bir yazma. Anlatıyorsun bana.”
“Sonra?”
“Yürüyoruz seninle sonra, sağlı sollu yemyeşil tarlaların
arasındaki bir yolda.”
Şimdi tam olarak kendi benliğine bürünüyor. Diyor ki “Zeynep,
ben bu rüyayı çok olumlu gördüm. Anneannen biliyorsun
diğergam bir kişi, karıncayı incitmekten sakınan kanatsız bir
melekti.” Başımla, gözlerimle söylediklerini onaylıyorum.
Bakalım işin sonu nereye varacak. “Sen!” diyor, “Anneannenden
haber getirdin rüyada, elçilik ettin. Belki diyorum hayırlısıyla...”
Kalkıyorum yerimden “Anne!” diyorum. “Ben de evlenmesem
olmuyor mu yani. Sosyolojinin tek buluşu bu mu? Bir farklılık
olsun. Benim gibi yalnız ve mutlu insanlar da yaşasın dünyada.”
Yüzünde sabahleyin beni karşılarken var olan o dinginlik
gidiyor, yerini derin bir kaygı hali alıyor. “Dünyada ölüm var.”
diyor. “Biz göçünce yalnız kalacaksın.”
“Gerçeklerimle yüzleşmeyi de yalnız yaşayabilmeyi de
öğrendiğimi biliyorsun.”
Susuyoruz... Uzun bir sessizlik oluyor. Hava ağırlaşıyor.
Annemin elleri karnında bağlı, yüzünde bir kabahat işlediğimde
takındığı ifade. Birbirimizin gözüne bakmadan yolu izliyoruz bir
süre. Nihal abla el sallıyor anneme karşı balkondan. Yarın çaya
bekliyorum, diyor. Babam uyanıyor. Ortamın havası değişiyor,
düzeliyor yeniden.
Birlikte tıpkı çocukluğumda olduğu gibi konuşmalı, gülmeli,
gürültülü bir kahvaltı ediyoruz. Bir ara annemle ikimiz aynı anda
buzdolabı kapağında ona Şirince’den getirdiğim nazarlıklı beyaz
hayat ağacı magnete bakıyoruz. Ağacın üzerinde “HAYATIMDA
OKUDUĞUM EN GÜZEL KİTAP ANNEMDİR.” yazıyor. Beni
bakışlarıyla ödüllendiriyor. İçimde sevgi ırmakları çağıldıyor. Böyle
saatler geçiyor sanki. Akşam oluyor. Artık yola çıkmam gerekiyor.
Başka hiçbir evden ayrılırken yaşamadığım o duygu yine sarıyor
tüm hücrelerimi. Gitmek istemiyorum. Her gelişimde bu evde
yeniden aslıma rücu ediyorum.
Kapıda annem kulağıma eğiliyor: Bütün dualarım kabul oldu;
bir bu olmadı, diyor. Ama eninde sonunda olacak, diye de ekliyor.
Babamla bakışıp gülüşüyoruz.
İnsan yaşlanınca daha mı inatçı oluyor?
25
Ece BOZKURT / Edirne Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
İLHAN KOMAN
VE GECMİS ZAMAN
İlhan Koman’ın sanatla ilgili çalışmaları olduğu gibi
bilimsel çalışmaları da var. Onun denizaltı çizimleri de var.
Ressam Renoir böyle değil. O, sadece resim yapmış.
Koman’ın, Vinci’nin bilimsellikleri var.
Öncelikle bizimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için size çok
teşekkür ederiz. Bize kısaca kendinizden ve ailenizden
bahsedebilir misiniz?
Ocak 1926 doğumluyum. Babam Doktor Fuat Koman. Kendisi
kuak, boğaz ve göz ihtisası yapmış. İki ihtisasa sahip bir tıp
doktoru. O zamanlar birden fazla ihtisas yapılabiliyormuş. Aynı
zamanda bir Jön Türk. Çanakkale Savaşı’na katılmış, fotoğrafları
da var. Çanakkale Savaşı’nda göstermiş olduğu yüksek hizmetten
dolayı padişah tarafından taltif edilmiş bir kişiydi.
Annem Leman Sevinç Koman. Edirne mebusu Mehmet Şeref
Aykut’un kızı. Mehmet Şeref Aykut; Milli Mücadele zamanı
Atatürk’le fikir arkadaşlığı yapmış, I. Meclis-i Mebusanda
bulunmuş, bütün hayatı sürgünlerde geçmiş,Trakya-Paşaeli
Müdafa-i Hukuk Cemiyetini ilk kuran kişidir. Annem, Notre Dame
De Sion ve Alman mektebinde eğitim almış. Beş yaşındayken
eğitim için Fransız sörlerine götürülüp teslim edilmiş. Annem,
çok güzel Fransızca ve Almanca konuşan, çok güzel piyano çalan,
Avrupa standartlarında yetiştirilmiş bir Türk kadınıydı.
26
Üç çocukları olmuş. İlhan, Korhan ve Gönül.
Ben en küçükleriyim. İlhan Koman dünya çapında bir heykeltraş.
Korhan Koman Edirne’de yaşamış, hiç evlenmemiş.
Ben, Edirne Kız Enstitüsünü bitirdikten sonra Ankara Kız Teknik
Yüksekokuluna, şimdiki Gazi Üniversitesine, gittim.
Çiçek ve moda bölümünden mezun oldum. Çektiğim kura sonucu
Diyarbakır’da moda ve çiçek öğretmeni olarak göreve başladım.
Diyarbakır’dayken eşimle tanıştım ve evlendim.
İlhan Koman’ın çocukluğundan biraz bahsedebilir misiniz?
Çok başarılı bir öğrenciydi. Edirne Lisesinin favori
talebelerindendi. Yaramaz bir çocuk değildi. Korhan ağabeyim
daha yaramazdı. İlhan ağabeyim hep bir şeyler yapardı. Annem
anlatırdı. Bir gün bir çiftliğe misafirliğe gidiyorlar. İlhan Koman
o zamanlar çok küçük. Beş yaşlarında falan. Çiftlikte akan bir
su varmış. Ağabeyim oradaki söğüt dallarından bir su türbünü
yapıyor. Çocukluğundan beri el becerisi yüksek, yaratıcı bir insan.
Hayatını dedemiz Mehmet Şeref Aykut’la geçirirdi. Çünkü dedem
ona, o dedeme çok düşkündü.
İlhan Koman çok başarılı, zeki bir insan. Birçok konuda da
yeteneği var. Biz böyle insanları biraz farklı görür, onlara farklı
yaklaşırız. Onlar biraz çizgi ötesidir. Onun hakkında böyle
düşünülür müydü?
İlhan Koman uçta yaşayan bir insan asla değildi. 1949 senesinde
babam, İngiltere’den Massey Ferguson marka bir traktör
getirtti. Traktör parçalar halinde geldi ve ağabeyim o parçaları
birleştirdi. Çiftlikte hala bir gazlı Massey Ferguson traktörümüz
var. Edirne’nin ilk traktörlerindendir. Babam, traktörden sonra
İngiltere’den yine aynı marka bir biçerdöver getirtti. Biçerdöver
parçalarını da yine ağabeyim birleştirdi. Divan Edebiyatı’nı da çok
iyi bilirdi. Matematiğe, geometriye - özellikle uzay geometrisinevakıftı. Çok okurdu, klasik müzik dinlemeyi çok severdi. O
dönemde Edirne Lisesinden yetişen öğrencilerin alt yapısı çok
sağlamdı. Çok iyi yetişiyorlardı. Annem Edirne Lisesi için şöyle
derdi: “Edirne Lisesi Türkiye’nin sayılı liselerindendir.”
Bir Evliya
İlhan Koman’ın Türkiye’de en fazla tanınan eseri kuşkusuz, “Akdeniz”dir
ve günümüzde bir çok yeri dolaştıktan sonra, en son olarak Yapı Kredi
Sigorta Genel Müdürlüğü’nün Levent’teki Merkez Binasının önünde
sergilenmektedir.
İlhan Koman ki tıraşsız heykeltıraş
Uçmaya doğru sakallı
Elinde bombalarla bebekler
Heykel gibi olmayan heykeller
Taşınırdı garip maacir
Güneyinden Kuzeyine Kutupların Battı batacak teknesiyle
Varmak için Edirne’ye Selimiye’ye…
CAN YÜCEL
27
İlhan Koman, ilk önce resim bölümünü tercih etmiş, sonra da
heykel. O dönemde yaptığı bu seçimler nasıl karşılandı?
Ağabeyimin en büyük hedefi gemi inşaat mühendisi olmaktı
fakat hastalandı. Tüberküloz başlangıcı, dediler. Tedavi süreci
esnasında canı sıkıldığı için doktoru ona resim çizmesini tavsiye
etti. Hatta vakit geçirmesi için eski Güzel Sanatlar Akademisi,
şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi, resim bölümüne gitmesini,
orada oyalanmasını istedi. Ağabeyim orada, resim atölyesinde,
resimler çiziyordu. Bir gün öğretmeni gelmeyince heykel
atölyesine geçiyor. Heykel atölyesinde bir el çalışıyor. Eli bırakıp
çıkıyor. Atölyenin hocası Hadi Baran geliyor ve heykeli kimin
yaptığını soruyor. Resim atölyesindeki misafir öğrencinin yaptığını
söylüyorlar. O öğrencinin hemen bulunmasını istiyor. Ağabeyimin
heykel atölyesine geçişi böyle oluyor.
28
Bu arada annemin de muazzam el becerisi vardı. Ağabeyimin bu
sanatsal el becerisi annemden geliyor. Annem inanılmaz panolar
yapardı, nakışlar işlerdi. Küçücük bir kumaştan harikalar yaratırdı.
İlhan Koman Evi’ndeki her şey anneme aittir. Perdeler, abajurlar...
Yurt dışı macerası nasıl başladı?
Paris’e önce burslu olarak gitti. Paris’te Abidin Dino’yla,
Fikret Mualla’yla tanışıyor. Paris’ten döndükten sonra
üniversitede hocalık yapıyor. Bir ara yine Fransa’ya geçti ama
nedenini hatırlayamıyorum. Oradayken bir hafta sonu İsveç’e
geçiyor. İsveç’i çok beğeniyor ve orada ikinci eşi Kerstin’le
tanışıyor. Kerstin çok hoş bir kadın ve ona aşık oluyor. Evleniyor,
üç çocuğu oluyor. Elif, Defne ve Korhan.
Çocuklarıyla görüşüyoruz.
İlhan Koman, yirmi yıl boyunca “Hulda” adlı bir teknede
yaşamış ve aynı zamanda bu tekneyi atölye olarak kullanmış.
Yaşam alanı olarak bu tekneyi seçme sebebini sizlerle hiç
paylaştı mı?
Eşi Kerstin denizi, gemileri çok seviyor. O da Kerstin’i çok seviyor.
Bir gemi alıyorlar ve daha sonra gemiyi eve çeviriyorlar. Gemide
çok da büyük bir kütüphanesi var.
Okuduğum bir yazıda İlhan Koman’ın en büyük hayalinin
teknesi ile bir Akdeniz yolculuğuna çıkmak olduğunu fakat bunu
gerçekleştiremediğini öğrendim. Bu istek ölümünden yıllar
sonra gerçekleşmiş. Bu isteği kim tarafından gerçekleşti?
Büyük oğlu yani ilk eşinden olan oğlu Ahmet gerçekleştirdi.
Ahmet’in, babasının isteğini yerine getirmesi çok güzel bir şey.
Doğup büyüdüğü şehre, Edirne’ye, sık sık gelir miydi?
Türkiye’ye ne zaman gelse Edirne’ye muhakkak gelirdi. Çiftliği çok
severdi.
İlhan Koman, 165 yıldır çözülemeyen bir matematik bilinmezi
“Bakülgen Poliedr Teoremi” sorunun çözmüş. Siz bu konu ile
ilgili bize neler söyleyebilirsiniz?
Bu bilinmezi çözdü, ispatladı. Ayrıca uzayın sonsuz olmadığına
dair bir teorisi ve çalışmaları var. Buna ek olarak da NASA
tarafından kendi adına tescil edilmiş bir yakıt deposunu dizayn
ediyor. Yakıt deposunun için doldurulduğu zaman hacim oluyor.
Boşaltıldığı, tüketildiği zaman yüzey oluyor. Hacimden yüzeye
geçiyor. Bu uzay teknolojisinde çok önemli bir şey. İlhan Koman’ın
sanatla ilgili çalışmaları olduğu gibi böyle bilimsel çalışmaları da
var.
İlhan Koman’ın sanat hayatı üç dönemdir. Üçüncü dönemde
yapmış olduğu eserler matematiksel ve geometri-fizik açısından
çözümlenmesi gereken eserlerdir. Bu dönem, bilimle sanatı
birleştirdiği bir dönemdir. Bu sanatçılarda nadir olan bir şeydir.
Leonardo da Vinci’nin anatomiyi çok iyi bilmesi gibi. Ayrıca onun
denizaltı çizimleri de vardır. Ressam Renoir böyle değil. O sadece
resim yapmış. Koman’ın, Vinci’nin bilimsellikleri var.
Dünya çapında bir üne sahip olan İlhan Koman, maalesef kendi
ülkesinde hatta doğduğu şehirde yeterince tanınmıyor. Bunun
sebebi sizce nedir?
Bir ülkenin sanat ve kültür değerlerini anlayabilecek kitleler
yetiştirmemiz, eğitim düzeyini yükseltmemiz gerekir.
Böyle olursa sanatçılarımızın değeri daha iyi anlaşılacaktır.
İlhan Koman, Anıtkabir’in büyük rölyeflerinden doğu kanadını
yapmış. Bu eserin onun için ne anlam ifade ettiği hakkında bir
bilginiz var mı?
Hadi Baran Hoca ile beraber yaptı. Ailecek hepimizde büyük bir
Atatürk sevgisi var ve bu çok onurlandırıcı bir durum.
İlhan Koman Evi’ni müze yapılması için bağışlamışsınız fakat
bugüne kadar müze yapılmamış. Bu durumla ilgili neler
söyleyebilirsiniz?
Emre Kongar Bey Kültür Bakanı olduğu zamanlar burasının müze
yapılması için emir vermişti. Emre Bey görevden ayrıldıktan sonra
orası devlet dairesi oldu. Bu durumda olması tabiki çok üzücü.
Sizi tanımak, sizinle sohbet etmek büyük zevkti. Bize evinizi
açtığınız, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
lhan Koman, 1958 yılına kadar
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde
Öğretim Üyeliği yaptıktan sonra
yaşamının son 20 yılını İsveç’te
ailesiyle birlikte, aynı zamanda
atölyesi olarak da kullandığı “Hulda”
adlı teknesinde geçirmişti.
29
AKİF’İN
EMANETİ
Muhammed DALKILIÇ / Akmercan Anadolu İmam Hatip Lisesi Öğrencisi
Yeri geldiğinde cephede nefer, camide hatip,
dergâhta şair, Ankara’da milletin vekiliydi.
Mevkiinin yoktu bir ehemmiyeti, bu davada
nefer olmaktı niyeti…
30
Tarihler, 1873 Aralık’ını gösteriyordu. Fatih semaları İstiklal
Şairi’nin doğuşuna şahitlik ediyordu. O, Tahir Efendi ve Emine
Hanım oğlu Mehmet Ragif, o Buhara’nın Suşisa’sının can bulduğu
yiğitti. Bu muhitte oturan ahali ona “Akif” demeyi yeğledi ve
Tahir Efendi vefat ettiğinde on beşinde yetimdi. Artık Akif’ti o.
Akif, medresede Arapça ve Farsçayı ileri düzeyde öğrenmişti.
Şiirdeki eşsiz kalemi, onu farklı kılan bir diğer vasfı idi. Ders
notları onun baytar olmasına yetiyordu lakin bununla yetinmeyip
okul birinciliğini gayrimüslimlere bırakmayacaktı. Mesele tabii
ki birincilik değildi, milli olmaktı. Öz yurdunda parya olmamaktı.
Agop’u güreşte alaşağı eden Akif, şimdi derslerde devirmenin
hazzını yaşıyordu.
Gün gelecek; bıyıkları terleyen o çocuk, dinin ve milletin
bekası uğrunda sakallarını ağartacaktı. İslam âlemi, gaflet
deryasında yüzerken yükseldi gür bir seda Dergâh-ı Taceddin’den:
“Bu ezanlar ki şehadetleri, dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli…”
Asrın EĞMEN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Üstat, dertliydi. 600 senelik İslam çınarının 20. asrın
buhranında çöküşe sürüklendiğinin farkındaydı. Dinin ve
milletin bekasının Milli Mücadele’den geçtiğini biliyordu. Halka
vaaz ediyor, halkı Milli Mücadele’ye desteğe çağırıyordu. Zira
ahval, hiç iç açıcı değildi. O, yola çıkmıştı bir kere… Ya heder
edecekti onu bu dava ya da dinmeyecekti ezan, inmeyecekti
bayrak. İstanbul’da bazı kesimler manda isterken Akif’in kalbi,
Marş’ı yazacağı Ankara’da atıyordu. Zira Milli Mücadele’yi her
yerde haykırıyordu. Onun dava adamlığına eşraf kesilirdi “lal”.
Akif, Batıcı değildi. O Batı’nın tekniğine hayrandı ancak İslam
âleminin bu denli uykuda olmasına da isyankârdı. O, Doğu
ve Batı’nın sentezinin bir tezahürüydü. Üstat, kurtuluşu milli
ve dinî benliğimize dönerek ve teknik alanda terakki ederek
sağlanacağına inanıyordu. O; Emir Buhari Medresesinin
koridorlarında koşan çocuk, şimdi İstiklal Mücadelesi’nde
cepheden cepheye koşuyordu. Akif’te yoktu enaniyet namına bir
kırıntı. Yeri geldiğinde cephede nefer, camide hatip, dergâhta şair,
Ankara’da milletin vekiliydi. Mevkiinin yoktu bir ehemmiyeti bu
davada nefer olmaktı niyeti… Vatan, İtilaf kanserinden kurtulmuş;
Meclis yenilenmişti. Akif, artık mebus değildi. Ona hatıra kalan
İstiklal madalyasını son nefesine kadar gururla saklayacaktı.
Mısır’da kaldığı dönemde susmuştu davanın yılmaz sözcüsü.
Onun susması bile bir mana idi, bir sırdı millete.
Aruzla cambaz gibi oynayan üstadı fena bir maraz yakaladı:
“Ben topraklarımda öleceğim.” dedi. Ne kadar ırak kalsa da
âşık maşukuna kavuşuyordu işte. Ciğerlerini deşen bu zehir,
derinden derine kemiriyordu koca şairi. Mısır Apartmanı’nın
soğuk odalarında sönüyordu bir İstiklal feneri. Bir ömrü bir
davaya adanışıydı Akif’inki. Garip gelmişti bu dünyaya ve göçüp
gidiyordu mahzun edasıyla. Lakin epey insanı tedavi etmişti
fikriyle, gönlüyle ve diliyle… Sarıgüzel Mahallesi’nde başlayan
hikâye, Mısır Apartmanı’nda bitiyordu.
Bayezid Camisi’nin avlusuna bir tabut geldi. Cılız bir kalabalık.
Kim derdi ki bu bir İstiklal Şairi. Üniversiteli gençler üstada
son görevlerini yapıyorlardı. Diri omuzlarda kaldırılan ulu şair,
eserleriyle kavgasını da bırakıyordu âtînin nesline. Bundan
böyle Akif’in davası Asım’ın nesline emanetti. Ona hiç tasmalık
etmemişti altın lale. Tertemiz uzandı ebediyyete…
31
32
Melih CAN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
BEN BİR ÖĞRETMENİM
Nilay GÜLÇEK / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Aday Öğretmeni
Aman Allah’ım bu ne heyecan?
Dizlerimin bağı mı çözüldü demin?
İlk ders unutulmazmış.
Ne hatırlıyorum ki unutayım?
Hayatımda hiç bu kadar
heyecanlandığımı bilmiyorum.
Bir hafta öncesinden başlamıştı heyecanım. Bugüne gelene
kadar unuttuğumdan değil aklıma geldiği an korktuğumdan
düşünmemeye başlamıştım. Evet, ders anlatmak bir korkuydu
benim için. Küçükken hep karşılaştığımız o soruya “Büyüyünce
ne olacaksın?”a bende alternatif dahi yoktu. Hep öğretmen
olmak istemiştim. Peki, neden korkuyordum? Sonradan ortaya
çıkan bir fobiydi galiba bu. Belki de yetiştirilmeyi bekleyen
fidanların sorumluluğunu hissetmek, öğretmenlik mesleğini
hakkıyla yerine getirebilme telaşı... Bir hafta boyunca ilk
dersimi kafamda binlerce kez kurguladım. Hayali öğrencilerime
binlerce kez anlattım. Danışman öğretmenim ve aday öğretmeni
arkadaşımın kafasını şişirdim. Öğretmenler odasındaki tüm
öğretmenlerden rahat olmam konusunda tavsiyeler aldım.
Onların ilk ders tecrübelerini dinledim. Sonunda bir sunum
yapmaya karar verdim. Öğrencilerin derse katılımını sağlamak
ve onların dikkatini çekebilmek için çokça uğraştım. Ben bir
öğretmendim ve bu benim ilk dersimdi, özel olmalıydı, güzel
olmalıydı.
Zaman akıp geçiyordu, imkânı yok durduramıyordum. Ders
saati gelip çattığında yüreğim ağzımdaydı. Herkes şans diliyordu
ama ben orada değildim. Söylenenler boş bir levhaya çarpıp
geri dönüyor; “bir kelime bulutu olmuş havada asılı duruyordu.
Danışmanım: “Hadi!” deyince annesinin arkasından eteğini
çekiştirerek giden yaramaz çocuklar gibi sınıfın yolunu tuttum.
İşte, sınıfın önündeydim. Danışmanım, benim ders anlatacağım
haberini sınıfa uçurmuş. Öğrenciler beni gülümseyen meraklı
gözlerle karşıladılar. Daha önceden ders izlenimleri yaptığımdan
sınıfa aşinaydım. Ama bu başka bir şeydi, şimdi sınıfla baş
başaydım. Herkes ağzımdan çıkacak bir kelimeye bakıyordu.
O an heyecanım erişebileceği en yüksek seviyeye ulaşmıştı.
Sınıfı selamlayıp onlara anlatacağım konudan bahsettiğimde
heyecanımın sesime mimiklerime yansıdığını hissedebiliyordum.
Bir an elimde tuttuğum kalemin titrediğini gördüm. Etkileşimli
tahtaya yanlışlıkla dokundum. Birkaç sayfa birden ilerlemişim.
Geri dönemiyordum. Tehlike çanları! Neyse ki bir öğrencim
imdadıma yetişti. Gelen Emir Ali’ydi. Ders izlenimlerimde onu
gözlemleme şansını yakalamıştım. Yere göğe sığamayan sınıfın
haylaz ama sevimli çocuğu Emir Ali… Arka sıralarda oturmayı
tercih ederdi. Ders izlemelerimde onun yanı boş olur, ben de
oraya otururdum. Bir derste danışmanım öğrencilerden şiir
yazmalarını istedi. Emir Ali sıkılmıştı, bu hiç ona göre değildi.
Bir de konu aşk seçilince Emir Ali başka rüyalara daldı. Onun
şiir yazmasını sağlamaya çalışmalıydım. Bir gayret “Hadi sen de
yazmalısın. Her derste böyle misin? İlgini toparlamasın.” dedim.
Verdiği cevap tam da ona göreydi. “Arzu hocayı sevdiğimden
derslerine katılıyorum, beni bir de başka derslerde görün.
Yazarım ama siz de yardımcı olun.” dedi. “Tamam, kime aşkımızı
anlatacağımızı sen bul. İlla gerçek biri olacak diye bir şey yok,
her şeye aşkını anlatabilirsin.” dedim. Şiirinin ilk dizeleri hâlâ
aklımda: “Ah Monster, neden bu kadar pahalısın / Sana ne
zaman kavuşacağım?” Monster? Dünyanın en pahalı oyun
bilgisayarıymış.
Bizim Emir Ali’nin meğerse en büyük aşkı buymuş.
Âlem çocuk vesselam… O gün benim kurtarıcım ve aday
öğretmenliğim sırasında unutamayacağım öğrencilerimden
olmuştu. Emir Ali ıstırabıma son verince dersime kaldığı yerden
devam ettim. Çokça uğraştığım sunum da işe yarıyordu, örnek
cümlelerime Emir Ali dâhil tüm öğrencilerden şakır şakır cevaplar
geliyordu. Zaman ilerledikçe, öğrencilerle diyaloglarım artıkça
kendimi dersin daha da içinde hissedebiliyordum.
Tüm bunlar göz açıp kapanıncaya kadar gerçekleşti. Ders bitmişti,
yüzümde anlamsız bir gülümse belirdi. “Nasıldı?” diyenlere biraz
rahatlamış biraz şaşkın bir ruh haliyle iki elimi yana açarak cevap
verdim. Karşıdan gelen tepkilerden kelime bulutlarıma yenilerini
ekledim. Ne yaptığımı bilmiyordum ama orada olmaktan
mutluydum. Kendime geldiğimde bu durumu neden bir fobi
haline getirdiğimi anlamlandıramadım. Anlamlandırabildiğim tek
şey: Ben bir öğretmenim ve olmak istediğim en muhteşem yer
öğrencilerim yanı yani sınıflardı.
Şimdi asıl atandığım yerdeki ilk dersimi ve öğrencilerimi
heyecanla ve sabırsızlıkla bekliyorum.
* Edirne İl Milli Eğitim Müdürlüğü
Aday Öğretmenler Anı Yarışması 1.’si
33
YÜREĞE DOKUNABİLMEK!
Melih CAN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Aslı AYDIN / Atatürk Ortaokulu Aday Öğretmeni
Tecrübelerinden kendime ders
çıkardığım, uygulamalarından feyz
aldığım değerli insanlar... Rabb’ime
binlerce kez şükürler olsun, böyle
bir fırsatı bana verdiği için ve en
samimi duygularımla teşekkür
ederim bu güzel okula bana kucak
açtığı için.
34
Onca okulun arasından bu ortaokulun gelmesi bir tesadüf müdür?
Tesadüflere inanmayan ben, bunun bir tevafuk olduğunu düşünerek
heyecanla işimin ilk gününde yerimi almıştım okulun koridorlarında.
Tereddütlerim heyecanımı hiçe sayarken hakkında en ufak bilgimin
olmadığı danışman öğretmenim yakaladı beni. Katı kuralları olan, otoriter
birini beklerken sımsıcak gülüşü içimi ısıtmıştı adeta. Okulu gezdirmekle
başlamıştı işe ve ben her adımımızda şaşırıyordum. Öğrenciler etrafını
sarıyor, kimisi ona sarılıyor ve hiçbiri selam vermeden geçmiyordu. Hiçbir
zaman böyle bir öğretmen olamam diyordum kendi kendime. İç sesimle ben
boğuşurken Müdür Bey geldiler.
İlk bakışta anlayabiliyorsun ne kadar insancıl olduğunu ve
ses tonuyla adeta yardıma ihtiyacın olduğunda ben buradayım
diyor. Eğitim hayatım boyunca karşılaştığım hiçbir idareciye
benzemiyor. Korkularımın ne kadar gereksiz olduğunu düşünüp
kendimden utanmaya başlamıştım bile. Okul hakkında verdiği
bilgiler, hayatından anlattığı kesitler ve kulağıma küpe olabilecek
pek çok şey… Hoş geldim Müdür’üm, hoş buldum mükemmel
ortaokul…
Belki de öğretmenlik sana göre değil, sen hiçbir zaman
öğrencilerle bu denli samimi olamazsın… Danışman hocamla
sınıfa girerken iç mahkememde kurup kurguluyordum. Can
kulağıyla dinlemeye hazır öğrenciler; dur dur bir dakika ben
böyle olacağını düşünmemiştim açıkçası. On üç yaşındaki bireyler
için alışılmadık bir durum değil mi? Kısa bir tanıştırma faslından
sonra ders olağan akışında devam etti. Başta benden çekinip
böyle davrandıklarını düşünmüştüm ama hayır; ben bir rüyada
değilim gördüğüm, yaşadığım her şey gerçek.
Saçmalık diye geçirirken içimden, sesli düşünmüşüm sanırım:
“Saçma olan nedir?”’ dedi danışman öğretmenim.
Biraz utanıp sıkılmakla birlikte nasıl olur dedim, nasıl olur?
Kendinizi hırpalamadan dersi işlediniz ve her biri can kulağıyla
dinleyip derse katılmaya çalıştı. Gülümsedi: “Olması gereken bu
değil mi?” Her öğrenci öğrenebilir doğru zamanda ve doğru anda
ona ulaşabilirsen. Mesele derste sus pus oturup beklemesi değil,
mesele öğrencilerinin yüreğine dokunabilmek. İmreniyordum
ve belki de kıskanmıştım. Sahi olabilir miydim danışmanım gibi?
Yapabilir miydim onun yaptıklarını? Sen nasıl bir insansın, sana
hayran kalmamak elde değil. Ağzından çıkan her söz, gerek
okulda gerekse sınıf içerisinde yaptığın her davranış kendime
getirdi beni. Belki düşüncelerim yüzünden utanıp sıkıldım ama
şunu biliyorum; hiçbir şey için geç değil ve ben de öğrencilerimin
yüreklerine dokunabilirim.
Gel zaman git zaman her öğrencime selam vermeye
başladım, iletişim kurmaya çabaladım. Yüzü asık olana
derdini sordum ve ağlayana çözüm bulmaya çalıştım. Gülenle
gülümsedim, top oynayanlara eşlik ettim. Şunu belirtmeliyim ki
ben bu okula aitim. Ben öğrencilerim varken mutluyum. Bunu
söylerken gözlerim doluyor ama artık okula adım attığım gibi
bana da sarılıyor kimisi, halimi hatırımı sormadan geçmiyor hiç
biri. Dersime büyük bir heyecanla geliyorlar, bunu bana en güzel
şekilde hissettiriyorlar. Bu okula adım atarken ki tereddütlerim,
korkularım artık yerini sadece masum öğrencilerimin
gülüşlerine bıraktı diyebilirim. Elbette ki yoruluyorsun, boğazın
ağrıyabiliyor kimi zaman ama her şey bir öğrencinin gelip sana
gülümsemesiyle bitiyor.
Bu okulda göreve başladığım için, böylesine bir idareciye
sahip olduğum için ve sen sevgili danışmanım; danışman
öğretmenim olduğun için kendimi öyle şanslı hissediyorum ki.
Ders süremi tamamladıktan sonra, diğer öğretmenlerinde
dersinde bulunabilir miyim diye bir fikir tartışması yapmıştık
danışmanımla. Faydalı olabileceğini düşündüm ki büyük bir
zevkle heyecanla ısındım bu fikre. Görünüşü çok sert belki ve
dahası öğrencilerin biraz çekindiği bir öğretmen.
Bir öğretmenden hem bu kadar çekinip, hem de onun
peşinden hiç ayrılmamak dönemin başından beri dikkatimi
çekmişti. Sevilmeyecek biri değilsin ki be öğretmenim.
Öylesine temiz yüreğin var ki ve öylesine ustasın ki mesleğin
konusunda. Okulumun fen bilimleri öğretmenlerinden olan
kıymetli öğretmenim; ilk tanıştığımızda gerçekten sizden
korkmuştum ama ben sizden, deneyimlerinizden o kadar çok şey
öğreneceğim ki… Derslerini izlerken dikkatimi çeken en önemli
husus, her öğrencinin seviyesine inebilmesi olmuştu. Feyz aldım,
“Ben de yapabilirim.” dedim. Bir öğretmenin her konu hakkında
yorum yapabilmesi gerektiğini de bana kazandıran isimsiniz evet.
Ve bir kez daha teşekkürler bu güzel ortaokula.
Bir okulda sadece idareciler, öğretmenler ve öğrenciler
yok tabi ki. Okulda her türlü işe koşturan birbirinden değerli
abla ve ağabeyler tanıdım ben. Hizmetli demek istemiyorum o
güzel yürekli insanlara çünkü bana yeri geldi anne de oldular
baba da. Belki de öğretmenler odasında eğlenmedim, onlarla
sohbet ederken eğlendiğim kadar. Sohbetlerine ortak ettikleri
yetmiyormuş gibi kahvelerini de, çaylarını da, kimi zaman
dertlerine de ortak ettiler beni. Bir Yaşar ağabeyimiz var ki okulun
demirbaşı, kafamı nereye çevirsem hep çalışırken görürüm onu.
Yaşına inat, gözlerindeki yorgunluğa inat harıl harıl… “Koca kızım,
günaydın!” demesi bu dünyadaki her şeye bedel zaten.
Okulda bir şeyler oluyor. Beni gören öğrenciler fısıldamayla
başlayıp kahkahayla bitiriyorlar muhabbetlerini. Birkaçını köşeye
çeksem de yok hayır laf alamadım ağızlarından.
Her neyse şiir dinletimiz için provalarımız var, çalışmalıyım. Işıklar
sönük salonda, perde kapalı sahi öğrenciler nerede?
Bir ses duyuldu perdenin arkasından; yine aynı kıymetli
öğretmenim şiir okuyor, belirli bir noktadan sonra çocuklar
eşlik ediyor. Ağladım ağlayacağım, öylesine dokunaklı şiir. Yanlış
mı duydum? Adım mı geçti benim o şiirde? Aman Allah’ım
bu şiir bana mı yazılmış, inanamıyorum! Perde açıldı, tüm
öğrencilerim ile Evren öğretmenim oradaydı. Tabi ki danışman
öğretmenim fotoğraf makinesiyle anı yakalamaya çalışıyordu
ve ben gözyaşlarına boğulmuştum çoktan. Hayatım boyunca
unutamayacağım, heyecanla öğrencilerimle ailemle ve
arkadaşlarımla paylaşabileceğim mükemmel bir doğum günü
yaşattınız bana. Boynuma sarılışlarınız, gözyaşlarımı silişleriniz,
bana şarkı söyleyişiniz ve benim için şiir yazışınız. Hepinize çok
teşekkür ederim, sizi çok seviyorum.
Evet… Ben bu üç aya, unutulmaz anılar sığdırdım. Tecrübeler
edindim, mesleğime hazırlandım ve mükemmel insanlar
kazandım. Öğretmen olduğum için asla pişman olmadım, hep
“İyi ki”leri dileme doladım. Öğrencilerimin yüreğine dokundum,
kimisine idol oldum belki de kimisini kızdırdım. Dilimden de
gönlümden de düşürmeyeceğim değerli meslektaşlar kazandım.
Tecrübelerinden kendime ders çıkardığım, uygulamalarından feyz
aldığım değerli insanlar... Rabb’ime binlerce kez şükürler olsun,
böyle bir fırsatı bana verdiği için ve en samimi duygularımla
teşekkür ederim bu güzel okula bana kucak açtığı için.
* Edirne İl Milli Eğitim Müdürlüğü
Aday Öğretmenler Anı Yarışması 2.’si
35
36
İ.Burak GUSİNALI (Görsel Sanatlar Aday Öğretmeni)
HAYATA
TUTUNMAK
Handan YALÇIN / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Aday Öğretmeni
Bir dua ile başladı her şey.
Bir dua, bin emek… Bir kere
gönlüme düşmüştü bu dilek. Ne
yapsam aklımdan, kalbimden
çıkaramıyordum. Bütün yollar
oraya çıkıyordu; öğretmenliğe.
Kendimi bildim bileli öğretmen olmak istedim. Bir edebiyat
öğretmeni... Çünkü bu dünyanın kelimelerle inşa edildiğini
biliyordum. Sözün o muazzam gücüne inanıyordum. Kitaplardaki
büyüleyici evren, okumaya başladığım günden beri beni içine
çekiyordu. Paylaşmalıydım, paylaştıkça büyüyen bilgi ve sevgi
çemberinin bir parçası olmalıydım ben de.
Belki çalışmamak için birçok nedenim vardı ama ben çalıştım.
Bütün güçlükler beni her yanımdan çekerken, pes etmek için
mazeretim çokken ben inandım. Çünkü biliyordum Rabbim
gönülden edilen hiçbir duayı reddetmez. Hani derler ya; “zifiri
karanlıktır şafağa en yakın nokta” gücümün ve azmimin tükendiği
yerde emekle yetiştirdiğim o fidan çiçek açtı ve duam hayatım
oldu.
Hayatıma pek çok güzelliği getiren şehirlerin sultanı Edirne’de
başladım mesleğime. Bu şehirde öğretmen olmak düşlerime
sığmayacak kadar büyüleyici… Bu durum aynı zamanda
göçebe bir yaşamın başlangıcıydı benim için. Yaşadığım şehir
olan Hayrabolu’dan ayrıldım. Mesleğinde temeyyüz etmiş
öğretmenlerden daha çok tecrübe biriktirerek bu kutsal mesleğe
adım atmak için tercih ettim bu şehri.
Uzun, sancılı bir bekleyişin ardından o gün geldi çattı.
Adaylığımı geçireceğim yer belli olmuştu: 80. Yıl Cumhuriyet
Anadolu Lisesi. Heyecandan günlerce uyuyamadım. Acaba
danışman hocam nasıl biriydi, okul nasıldı, öğrenciler beni nasıl
karşılayacaktı? Kafamdaki sorular, atanmış olmanın verdiği
mutluluğu gölgeliyordu. Kalbim kafesine sığmıyordu.
Baharın başladığı gün benim için de yeni bir başlangıçtı.
Heyecan içinde girdim okulun bahçesinden. Yeşillikler arasında
yer alan bina kocaman, titreyen ben küçücüktüm. Nilgün hocam
beni güler yüzle karşıladı, onun gülümseyişiyle kalbimdeki buzlar
eridi. Heyecanım yerini büyük bir meraka bıraktı. Bundan sonra
süreç nasıl işleyecekti?
Okula benimle birlikte başka bir aday öğretmen de
atanmıştı. Ne büyük şans ki o da edebiyat öğretmeniydi.
Bizlere insan sevgisi ve çalışkanlıklarıyla örnek olan danışman
öğretmenlerimizle birlikte çok güzel bir uyum yakalayacak,
aramızda aday-danışman ilişkisi dışında kocaman bir gönül bağı
oluşacaktı. Hayata ve öğretmenliğe dair birikimlerini sundular bu
uzun yolun başında olan bizlere.
İlk gün öğleden sonra Milli Eğitim Müdürlüğü binasında
evvelce de takip ettiğim ve çok beğendiğim Edirne Eğitim
dergisinin toplantısı vardı. Danışman öğretmenlerimiz dergide
görevli olduğu için bizler de onlarla birlikte toplantıya katıldık.
Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Kemal Soytürk başkanlığında
başladı toplantı. Derginin bir önceki sayısının değerlendirmesinin
ardından çıkacak olan sayının konuları belirlendi. Toplantı
esnasında konuşulanları dinlerken acaba rüyada mıyım diye
düşündüm? Ama hangi rüya bu kadar güzel olabilirdi ki? Benim
gibi danışmanıyla gelen başka aday öğretmenler de vardı. Müdür
Bey, “Bir şeyler yazıp çizen var mı?” diye sordu. “Ben…” dedim
“Öykü yazıyorum ama sınavlar, hayat mücadelesi açtı aramı
kalemimle.” Müdür Bey, “Bundan sonra yazarsın. Dergimizde
sizler gibi genç öğretmenlerin yazılarını görmek istiyoruz.” O
akşam heyecanla gittim eve. Ne yazmalıydım? Dosya konusu
“Göç”tü ve diğer dosya dışı konular. O gece oğlumu uyuttuktan
sonra okudum, okudum ama yazamadım.
Aradan bir müddet geçtikten sonra gelen yazıları
değerlendirmek için tekrar toplandık. Savaştan kaçan Suriyeli
bir çocuk olduk, mübadelede kardeşlerini kaybeden “Cenderme
Ünniver Hasan”. Hepimizin gözleri doldu göç ettiği yere
alışamayıp da kendini ölümün kollarına bırakan kızın hikâyesini
dinlerken.
Tecrübe biriktirdim adaylık sürecimde. Bir metin nasıl
incelenir, bir dergi yayıma kadar hangi süreçlerden geçer bunları
görme imkânı yakaladım. Mesleğimi yapmaya başladığımda
sözcüklerden kurulu edebiyat penceresinden seyretmek ve
seyrettirmek olacak gayem.
Artık kalemim de barıştı benimle. Kalbimi, zihnimi dolduran
cümleler vücut bulabiliyor sayfalarda. İnsan nasıl hayata
tutunmaz ki her doğan gün yeni umutlara gebeyken.
Her gece atanacağım okula gidince yapacaklarımın hayalini
kuruyorum. Kitapların büyüleyici dünyasını öğrencilerime
de tanıtmalıyım. Onlarla yürümeliyim Necip Fazıl’ın
Kaldırımlar’ından, Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı’nda
beklemeliyiz birlikte; Cahit, “Haydi Abbas, vakit tamam”
dediğinde yeni başaklar yetişmeli öğrenmenin ve öğretmenin
bereketli topraklarında. Ellerimle bırakmalıyım toprağa Asım’ın
neslinin tohumlarını.
* Edirne İl Milli Eğitim Müdürlüğü
Aday Öğretmenler Anı Yarışması 3.’sü
37
TASMA
Gül GÜNGÖR / Edirne Lisesi Öğrencisi
Yüzlerce araba, arabaların kırmızı ışığı
ve berbat korna sesi...
İnsanoğlu ne kadar da aceleci!
Neye yetişmeye çalışıyorlar?
Her gün olduğu gibi bugün de gözlerimi yuvamın dışındaki
hayata bakarak açtım. Boynumdaki tasmayı çıkarmak istedim
ama yuvamın dışındaki insanoğlunun yaşadığı hayat tehlikeliydi.
Kabımdan su içtim, sahibimin tuvaletimi yapmam için beni
gezdirmeye çıkarmasını beklemeye başladım. Ama beklerken
buraya nasıl geldiğimi anlatmak istiyorum yani boynuma tasmayı
takmadan önceki hayatımı.
38
Gecekondular arasında geziyordum. Tan vakitlerinde mülteci
çocuklar vardı girdiğim evlerin birinde. Çöpten buldukları
bozulmuş yumurta kokan bir battaniyeye sarılıyordular. Dört
kişi koyun koyuna… Beni gördüklerinde titreyen elleriyle
yaklaştı bana içlerinden biri. O kadar çok üşümüştüm ki tepki
veremedim. O eski yamalı battaniyenin altına aldı beni de.
Gecenin karanlığında daha umutsuz bakıyordu hepsinin gözleri.
Sahi ne olacaktı bu çocukların hayalleri? Beynimin bana sunduğu
ihtimallerden sıkılarak ayrıldım dört masum çocuğun yanından.
Gün doğmaya yakındı. Gördüğüm ilk çöp kutusuna yaklaştım.
Ekmek kesin bulurdum. Dünyada ekmek alamayan binlerce aç
insan varken çöp kutularında yığınla ekmek bulunuyordu. Çöp
kutusunun içinden bulduğum ekmekleri yerken bana doğru
bakan bir dostumu gördüm.
Erdem SEVİMLİ (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Açtı sanırım. Yeşil gözleriyle gri gri bakıyordu. Gelmesini
istedim ve paylaştım yiyeceğimin yarısını kedi dostumla. Çünkü
paylaşmalıydım tüm malımı, dünyada hepimize yetecek kadar
vardı. İnsanlar gibi olmamalıydık bizler. Bizleri yıllarca sirklerde,
tarım yaparken ağır işlerde kullanan insanoğlundan farkımız
olmalıydı. Bizler eşittik.
Ana caddeye çıktığımda gördüğüm ve duyduğum şeyler
korkunçtu. Yüzlerce araba, arabaların kırmızı ışığı ve berbat
korna sesi... İnsanoğlu ne kadar da aceleci! Neye yetişmeye
çalışıyorlar? Tüm günleri ofislerde, fabrikalarda geçirmeye
çalışmak mı diyorlar? Emekli olma hayalleri kurup öğlen
molalarını geçirecekler. Gri duvarlar arasında yeşilliği getirecekler
gözlerinin perdesine. Evin mutfak masrafı, borcu ödenmediği için
kesilen doğal gaz, çocuğun okul masrafı, faturalara yetmeyen ve
gecikmeli ödenen maaş gibi bir sürü şey gelecek akıllarına, düş
kurmayı bile unutacaklar belki de. Ama hepsinin aklında olacak
bahçesinde fesleğen yetiştirebilecekleri deniz kıyısında sakin bir
ev.
Daha sonra arsaya düşüyor yolum. Koskoca arsa bomboş.
Ya da durun, bu ses de neyin sesi? Bir çığlık duyuyor gibiyim.
Yaklaşıyorum çığlıkların geldiği yere doğru. Bir kadının kocası
olduğunu hissettiğim bir erkek tarafından kalbine bıçak darbeleri
aldığını görüyorum. Bir zamanlar kocası için atan kalbine…
Tüylerim ürperiyor, erkeğin üstüne atıyorum kendimi kadını
korumak için. Bıçak darbelerini ben yiyorum bu kez.
O kadar çok canım yanıyor ki gerisini hatırlamıyorum.
Belediye ekipleri tarafından kadın cesedinin yanında
bulunmuş yaralı bedenim. Veteriner tarafından ameliyat
edilmişim, yaralarım dikilmiş ve yaklaşık 10 gün boyunca
uyumuşum. Uyandığımda barınaktaydım ve duyduğuma göre
artık bir sahibim vardı. Beni insanın kötülüğünde koruyacak bir
insan… Tezattı ama yine de güvende hissettiriyordu. Yeni evime,
yeni aileme bu şekilde kavuştum. Bir gün içinde yaşadıklarımı bir
daha yaşamamak için tasmayı yeğlerim…
39
40
Kübra ULE (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
DOSYA:
İnsanlık Dramı:
GÖÇ
41
TEVAFUK
Boğazıma düğümlenen
sözcükler değil
o çocukların ellerine ulaşan
toprak, kan.
Meltem Ayşe KADER/ Kırkpınar Ağası Alper Yazoğlu Ortaokulu
Türkçe Öğretmeni
“Çocuklar;
Baharın yağmurları, ümidin başakları...
Siz derin hayatımızdaki verimli tohumlarsınız
Siz yenilgiyi yenecek olanlarsınız”
Nizar Kabbani
Yağmur herkesin anlayacağı bir dilde yağıyor. Avuç içi kadar
huzur, parmak uçlarından damlayan hüzün misal yağıyor.
Bir zamanlar okuduğum bir şiirde yağmurun açtığı yaraların,
çocuklarda kapanmadığı yazıyordu. Yağmur açılan yaraların,
kapanan izlerin şifası olmaya çırpınıyor usanmadan. Üzgün belki
ama bizden mutmain. Çocukluk, yağmur kadar berrak; yağmur
gibi bereketli…
Çocuktuk bir zamanlar. Güneşi yakıp söndüren de bizdik,
geceden korkan da… Ortaokuldaydım. Evde bir annem “Allah!”
derdi. Ben O’na inanırdım. Sabahın karanlığını annemin
aydınlattığını düşünürdüm. Şikâyet etmeyen, şükreden,
bembeyaz yüzü, pembe yanakları ve telaşlı bakışlarının süslediği
teslimiyeti, ilmek ilmek işleyen annemdi. O hem babama hem
bize adaleti, şefkati, koşulsuz sevgiyi öğretirdi her tavrıyla…
Annem İstanbul kokardı; İstanbul burcu burcu inanç olup
dolardı ciğerlerime. Biz olmanın, bir olmanın ne olduğunu o
kokuyu takip ederek öğrendim ben. Ramazan’ın bereketini
de o yaşlarda öğrenmiştim. Huzurun kokusunu ilk o zaman
duymuştum. Soframız bereketliydi, neşemiz bereketliydi, duamız
bereketliydi: “Rabb’im aç olanlara, kimsesiz olanlara, hasta
olanlara yardım et!” Biz özgüvenden önce merhameti öğrenen
neslin devamıydık çünkü.
42
Mahallede kimin neye ihtiyacı varsa aşikâr etmeden yardım
eden komşu teyzeler, köşe başında bekleyip okula giden
çocukların ceplerine harçlık sıkıştıran beyaz sakallı dedeler, uzak
memleketten göç etmiş ailelere bu da benden olsun deyip pide
ikram eden fırıncılar, bir yer edinmeye çalışan ürkek bakışlı
çocuklara horoz şekeri veren sokak şekerlemecileri… Hepsi
merhametin vücut bulmuş haliydi. Çocuktuk o zamanlar ve
dünya ne güzel bir yerdi!
Çocukluğumun o günahsız günlerinde olmayı diliyorum
bir an. Anneannemin bir komşusu, “Çocuklar melektir.” derdi.
Onların duası da ibadeti de bizimkilerden daha makbul. Çocuk
kadar günahsız olmayı diliyorum. Mavi bir sabahlıkla kıldığım ilk
sabah namazını hatırlıyorum. İlk duamı: “Allah’ım, ailem benden
önce ölmesin!” O çok sevdiğim mavi geceliğimi. Uyumadan
önce saçlarımı okşasın dizlerine yattığım dedemi. Mavi
kurdelelerimi -Draman’daki Yahudi tuhafiyeciden aldığımız- bir
de… Anneanneme “Sabah şeriflerin hayr olsun hemşire hanim,
bu küçük kiz torunun olur?” diyen adamın mavi gözlerindeki
şefkati. Sonra başımı kaldırdığımda gözlerime dolan mavi
göğü... Bulutların bu mavilikte nasıl olup da beyaz kalabildiğini
düşündüğümü... Beyazın ve mavinin umudu çağrıştırdığını.
Gördüklerimin bulut mu kuş mu olduğunu anlamak için
dakikalarca göğe baktığımı da…
Bir gün televizyonda Ramazan ayında bomba yağdırılan
Gazze’yi görünce çocukluğumun kokularını hatırladım ama
bir farkla. Bu kez koku başka bir anlam kazandı sözlüğümde.
Üşüdüm. Titredim elimde olmadan. Kesif… Toz duman bir ölüm
kokusu... Bir bardak suya, bir avuç umuda muhtaç insanlar,
kanı elimize bulaşan ekrandan öyle bakıyorlardı bize. Boğazıma
düğümlenen sözcükler değil o çocukların ellerine bulaşan toprak,
kan. İçimde yanan ateş, karşıdaki caminin tüm mahyalarını
yakacak kadar güçlü. En fazla on yaşındaki çocuklar hayatlarında
en az üç savaşa şahit olmuşlar. O kocaman gözlerinde hayret
konaklamış. Anlamıyorlar, bunca hırpalanmaya, bunca ölüme
neden şahit olduklarını anlamıyorlar. Ruhları bedenlerinden
büyük; gözlerinde görebiliyordum. O toprak bulaşmış minicik
ellerinde kan ve gözyaşı birleşmiş. Kalbim sıkıştı o çocukların göz
bebeklerinde. O çocukların mavi gökyüzündeki beyaz bulutların
kanadına takılacak güçleri var mı?
Birkaç yıl önce de Suriye ve çocuklar ekranlardan dokunup
dokunup kaybolmuştu gözlerimde. Buğzetmekten gayrı bir şey
yapamamanın sancısıyla susmuştum öyle. Suriye yönetimi kendi
çocuklarını misket bombasıyla öldürüyor. “Kelimeler... Kelimeler
albayım bazı anlamlara gelmiyor.” Tam da öyle işte…
İstanbul’a son gittiğimde yere bir mukavva parçası koymuş,
üzerine kargacık burgacık Allah rızası için yazılmış bir başka
mukavvayı elinde tutan bir adam görmüştüm. Alnındaki çizgiler
hayatının özeti gibiydi. Suriye’deki zulümden kaçanlardandı.
Mağazalardan birinin önünde, yanından yöresinden geçen,
tiksinen bakışlara aldırmamaya çalışarak; gözleri yerde… Yanında
bir küçük oğlan... Kapkara, yumuk yumuk bir şey... Ayakları
çıplak. Küçücük parmakları yara içinde. O da ülkesinin toprağını,
kanını getirmiş tırnaklarında. Adamın yanından geçerken pek
yapmadığım bir şey yaptım.
Engin İmran DOĞAN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Cüzdanımı açıp elime ilk gelen kâğıt parayı adama uzattım.
Parayı alınca gözlerini bana dikip öyle bir “Allah razı olsun!”
demişti ki; Allah’ın benden razı olduğuna inandım o an. Sonra
çocuğa baktım. Eline sıkıştırılmış birkaç bozukluk; öylece duruyor.
Kalbim sıkıştı o küçük çocuğun avuçlarında. Aklıma o an ayağı
sakat olduğu için bir türlü minibüse binemeyen bir meczup geldi.
Zaman onun için hâlâ çocuklukta işliyordu. Elleri ufacık. Gözleri
kocaman. Her daim yağacak bir bulut gibi gözleri. Yardım etmeye
kalkınca hırıltıya benzer bir ses çıkarırdı. Ailesiyle zulümden
kaçmış derlerdi. Yazık; yitirmiş aklını, sevdiklerini yitirince. Zaten
akıl ne işe yarar ki sevdiklerin olmayınca…
Sonra yine gözümün önüne o çocukların gözleri geliyor. Savaşın,
yokluğun, çaresizliğin kor olup bizleri de yaktığı gözleri… Borcunu
ödemediği için bir bodrum kata kapatılıp işkence edilen genç de
çocuktu bir zamanlar. Göç etmek zorunda kaldığı memlekette
başına bu işler geleceğini bilir miydi acaba, arkadaşlarıyla futbol
oynarken? Üç kuruş para için başı kesilen çocuk bilir miydi, taşın
bile insafa geldiği topraklarda insafsızların elinde can vereceğini?
Belki ülkesindeki son bayramı hatırlamıştı o parayı cebine
koyduğunda… Çocuk parkında çocukluğunu tekrar hatırlamaya
çalışan bir masuma gökyüzünü delen uçak sesi bombaları
hatırlatsın diye çabalanıyorsa “Bu dünyayı çocuklara bırakamadık
ey büyükler!” diye haykırmak geliyor içimden.
Çocukların masumiyetinin toprağa gömenlerin yok olmasını
diliyorum çocukluğumu hatırladığımda. Savaşın çocuk dilinde
bir karşılığı yok. O kocaman gözlerde koca bir yoksunluk o kadar.
Kirli siyasetin, onların lügatinde hiçbir anlamı yok. Parçalanmış
ömürler, yitirilmiş anneler, babalar, kardeşler. Hatıraları taş
yığınlardan, çığlıklardan, gözyaşlarından ibaret. Bir de dili damağı
kurumuş bir umut. Namütenahi...
Tüm düşünceler, hatıralar, hisler ardı ardına zihnimde geçit
resmi yaparken ezan okunmaya başladı. Tam o esnada ezan
sesine karışmış bir ses duydum. Çığlık mı haykırış mı yakarış mı
tam anlaşılmıyordu. Pencereden baktım. Üstü başı perişan bir
adam, karşı kaldırımda oturmuş sesinin yettiğince bağırıyordu:
“Allah var!.. Allah var!..”
43
Engin İmran DOĞAN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
GÖC BASLADI
İrem GUDEN / Havsa Atatürk Ortaokulu Öğrencisi
Bizim buralarda göç başladı
Anaların gözünde yaş kalmadı
Herkesin yüreği dağlandı
Bizim buralarda göç başladı
Mutlu evlerin camlarında
Şimdi ışık yok
Koyunların melediği çayırlarda
Şimdi o neşe yok
Çocuklar ve yaşlılar
Hepsi köyünden yollanmış
Evini bırakamayanlar
Eziyete katlanmış
Kuşlar bile göç etmiş
Bu güzel diyardan
Hiçbir kıpırtı kalmamış
Bu güzel ovalarda
Cıvıl cıvıl köyümde
Şimdi göç başlamış
O neşeli sokaklarda
Hiç ses kalmamış
44
Şaheste Kevser NURANİ (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
GÖÇ DURSUN
Göç dursun insanlar gitmesin
Küçükler ölmesin,
İnsanlar yurdunu bırakıp gitmesin
Uzun yollar yürümesin
Göçün nedeni savaş
Savaş dursun,
Göç dursun!
Köyler terk edilmesin
Evlerde ışıklar yansın
Sessiz evler insan sesiyle dolsun
Savaş dursun,
Göç dursun!
Dünya göç etmesin
Her yer sevinç dolsun
İnsanlar çocuklarının
Elini tutsun,
Göç dursun!
Küçükler ölmesin,
Artık kimsenin canı yanmasın.
Gülce KURT / Meriç Subaşı Ortaokulu Öğrencisi
45
KUTLU
YOLCULUK
Nagihan ÇENGELCİ / Akmercan Anadolu İmam Hatip Lisesi
Meslek Dersleri Öğretmeni
Hiç arkaya bakmadan yola koyulabilmek… Bakamazsın…
Çünkü çevirirse insan bakışlarını maziye, atamaz ki adımını
geleceğe, ümide… Ne büyük bir imtihandır bu… Ne büyük bir
çile… Ne büyük bir terbiye…
Deseler ki bana: “ Gideceksin bu diyarlardan, al değerlilerini
yanına, at çantana hatıraları!” Annemi koyarım sağıma ve tabii
ki babacığımı soluma. Kuran’ımı da asarım sırtıma. Kuşlarım,
yumuşacık yaradılışlarıyla her daim bana Rabb’in merhametini
hatırlatanlarım… Salıversem dışarıya, onlardan büyükler
var semada yemek için fırsat bekleyen; salıversem dışarıya,
doymayan açlar var iki hamlede pençelerinin arasına almaları hiç
de zor olmayan… Bırakabilir miyim hiç onları, alırım kafesimi de
bir elime. Zira sevdiğini taşımak sevene zor gelmez bu dünyada.
Sonrası… Kitaplarım var benim; baba parasının kokusunu
taşıyan, içindekilerin bende buharlaşmasıyla öğrencilerime
ulaşan. Onları nereye koyarım, nereye sığdırırım? Sevdiklerim var
benim; amcam, yengem, dayım, teyzem, mevta olmuş dedem ve
ninem… Komşularım, gözümü açtığımdan beri ekmeğini yediğim
fırınım, başka bir mekânda dahi görsem “Bu, benim insanım.”
diye gözlerimin dört açıldığı yoğurtçu Mehmet’im, Galatasaraylı
Üner Abim… Ya Selimiye’m; her bir metrekaresini adımlarımla
imzaladığım, şerefelerinde turlarken kendimden geçtiğim, üç
tekerlekli bisikletimi şadırvanında eskittiğim… Kol çantamın
neresine sığar şehadete çağıran dört minarem…
Şaheste Kevser NURANİ (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Hep öyle olmamış mıdır insanoğlunun hikâyesinde…
Güçlüysen nefes almasın başka insanlar bu âlemde. Varsa
teknolojin çocukları sallanmasın salıncaklarda, kuşlar konmasın
pencerelerinin pervazlarına. Varsa indirilecek bombaların;
yağmasın onların bahçelerine yağmur, yetişmesin tarlalarında
domates, açmasın bahar kiraz ağaçlarında ve çitlemesin evlatları
çekirdek dinlenirken bir futbol topunun başucunda…
Lakin… Hep böyle mi gider sandın ey Âdem? Yok mudur bu
dünyanın ötesi? Kurulmaz mı teraziler? Açılmaz mı defterler?..
Sorulmaz mı sandın yetimlerden? Sorulmaz mı sandın yolcu
kıldığın minik seyyahlardan, anaların çektiklerinden, babaların
çaresizliklerinden, ummanlarda can verirken meleklere şahit olan
nice masumlardan…
Hep böyle mi gider sandın ey Âdem?
Yok mudur bu dünyanın ötesi?
Kurulmaz mı teraziler?
Açılmaz mı defterler?..
46
Ne demişti Varaka Hazretleri Kutlu İnsan’ın (sas) ve Kübraların
Hatice’sinin mübarek yüzlerine bakarken: “ Hiçbir nebi yoktur ki
yurdundan edilmesin!”
Mazlumun göçü… Sanki peygamberler kaderi… Ne kutlu bir
yolculuktur bu, hem hüzün hem de bir ümit… Ne muhteşem
bir ibadettir bu, hem sabır hem de teslimiyet… Ne bereketli bir
yürüyüştür bu, hem cennet hep cennet…
Çiğdem ULUÇ (Hasan Rıza GSL Müzik Öğretmeni)
YENİ BİR HAYAT
Saaed M. JAWAZ / Özel Edirne Lale Ortaokulu Öğrencisi
Ben bir mülteci olarak Türkiye’ye geldim.
Nasıl? Neden? Ne zaman?
Hiçbir fikrim yok.
Ben bir mülteci olarak Türkiye’ye geldim. Nasıl? Neden?
Ne zaman? Hiçbir fikrim yok. Eskiden hayatım akıp giderken o
güzel hayatı yaşarken… Birden her şey değişti. Okula gidemedim savaş
yüzünden arkadaşlarımla konuşmadım, görüşmedim. Birden kendimi
başka bir evde buldum. Çünkü evimiz hasar görmüştü. O zaman daha
küçüktüm. On yaşındaydım. Hiçbir şey anlamamıştım sonra o gittiğimiz
yeni ev de hasar görmüştü, oradan da taşındık.
En sonunda Türkiye’ye gelme kararı verdik. Ama nerede yaşayacağız?
Hiçbir fikrim yok. Türkiye’ye yola çıkmadan önce annem bana şöyle
demişti: “Merak etme, bir iki aya geri geleceğiz.” Gezmeye gidiyoruz
sanıp mutlu olmuştum. Ama öyle değilmiş. Üç yıl oldu fakat hâlâ
vatanıma kavuşamadım. Ama yine de çok şanlıyım. Bazı çocuklar okula
bile gidemiyorlardı. Onlar için çok üzülüyorum. Keşke elimizden bir şey
gelse!..
Ben Türkçeyi hocalarım sayesinde zevkle öğrendim. Türkiye’de çok
iyi insanlarla karşılaştım. İlk olarak hocalarım bana çok yardım ettiler.
Ben onların sayesinde bu duruma geldim. Onlar olmasaydı ben bunları
başaramazdım. İkinci olarak arkadaşlarım, bana her konuda yardımcı
oldular. Beni yalnız bırakmadılar.
Hepsine sevgilerle…
47
YİTİRİLEN
ÇOCUKLUK
Acı… Başka bir kelimeyle tarif edilemez bu vahşet…
O da istiyordu şımarmak, gülmek, oynamak ama
yazgısı güzel yazılmamıştı çocuğun. Belki yaşadıklarına
henüz anlam veremiyordu ama bildiği tek bir şey vardı:
acı. Annesinin gözleri önünde öldürülüşünü izledi.
Karnı açtı, bulduğu bir kırıntıyı ağzına götürürken
gözyaşlarını sildi. O yaşlar aktı, aktı, avuçlarına
damladı. Gözleri, annesini aradı. Çaresizdi çocuk,
kimsesizdi. Çünkü küçük yaşta yalnızlığı tatmıştı…
Bomba sesleri, katliamlar, vücutlarını çocuklarına
siper eden anneler, babalar… Genç yaşta toprağa
verilen canlar… Bu vahşet bir film şeridi gibi geçiyordu
gözlerinden çocuğun. Küçük kalbi yorulmuştu, gözleri
onu sahiplenecek bir el arıyordu. Kapadı kulaklarını
seslere, vahşete. Buruşturdu yaşlı gözlerini ve iki
damla yaş aktı. Eğildi olduğu yere, “Annem!..” dedi.
Annesini bekledi, gelemezdi ki… Gözleri hep onu
bekledi. Çocuk, “ölümü” nereden bilebilirdi ki?..
Elçin CİGARA (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Soğuktu her yer, çok soğuktu… Buz gibi bir ölüm
sarıyordu çaresiz bedenleri. Feryatlar boşunaydı.
Akan yaşlar sokakları ıslattı. Feryatlar tüm dünyada
çınladı. Bir çocuk babasının başında saatlerce ağladı.
Anne, kanlar içindeki yavrusunu bağrına bastı. Daha
yirmilik iki genç, gözleri gözlerine kenetlenmiş el ele
gittiler ölüme… Yarım kalmış hayaller, mutluluklar,
yaşamlar bir çığlık gibi yükseldi sokaklarından.
Çocuk, bekliyordu…
Hilal YAMAN / Meriç Çok Programlı Anadolu Lisesi Öğrencisi
Düştü ve gözleri gökyüzüne dikildi.
İki damla yaşın sıcaklığını hissetti.
Işıkta annesini gördü, ellerinden tutmuştu.
48
Koştu silah seslerinden ürkerek. “Annem!” diyerek
sokakları çınlattı ama hiç kimse çocuğu duymuyordu.
Ve tek bir kurşun her şeye son verdi… Umut dolu,
korku dolu ve en önemlisi “Anne!” diye haykıran
o çaresiz kalp bir anda acıyı hissetti. Eğildi, dizleri
üzerine düştü çocuk. Bu acı fazlaydı aciz bedenine…
Düştü ve gözleri gökyüzüne dikildi. İki damla yaşın
sıcaklığını hissetti. Işıkta annesini gördü, ellerinden
tutmuştu. Gözleri kapandı. Evet! O sadece annesini
bulmuştu, ölmemişti…
Betül ÇEKİRDEKOĞLU (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
KANATLARIMDA
YENİ KENTLERİN ÖYKÜSÜ
Miray KARAGÖZ / Keşan Dr. Rıfat Osman Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Ağaç kuruyunca yaprağı dökülür mü?
Bir insan savaş uğruna toprağından sökülür mü?
Yaşamak gerek aynı bayrak, aynı toprakta,
Yaşamak gerek zulme karşı tek vücutta.
Gitme zamanı geldiğinde çığlıklar yükseliyor,
İlerledikçe kuşlar bulutlar selamlıyor.
Gözlerinde umut ışığı, özlem ışığı,
Geçilen her yolda hikâyelerin sırrı.
Geride bırakılan küllenen ateşler,
Ve susturulmuş masum çocuklar, anneler…
Devrildi ne ocaklar ne çadırlar seher vakti.
Usulca uyandırıldı çocuklar biliyormuş gibi sanki.
Zalimlerden geçit vermez dağlar,
Ağıtlar saklı, umutlar saklı dağlar,
Ne AYLANLAR yitirildi masmavi denizlerde,
Hey dünya senin VİCDANIN NEREDE?
Küçücük yürekler tutundu annelerine,
Umutlar tükendi, kuşlar gibi özgür olmaktı hayalleri.
Çocukların kanatları ırmaklardan, denizlerden,
Ama konamadılar bir ağaca kaçamadılar rüzgârdan.
49
GÖÇ ZAMANI
GÖÇ
Açelya KULA
Havsa Atatürk Ortaokulu Öğrencisi
Berke CAN
Havsa Atatürk Ortaokulu Öğrencisi
Yurtsever insan
Toprağını bırakıyor
Göç ederek buradan
Gidiyor, gidiyor…
Yaban ellerde yaşamak zor olsa da
Sevgiyi, huzuru, mutluluğu bulmak gerek
Bazen çok zordur en büyük acıdır göç
Vatanını sevdiklerini geride bırakıp gitmek
Duyun sesimi ey dağlar, ovalar, denizler,
Yalnızım bu dünyada yorgun bir göçebe.
Arkasına bakmadan,
Dağ taş demeden,
Gidiyor…
Elinde azığıyla,
Giderken buradan,
Bir gözyaşı sel olur,
Uzaklaşınca oradan.
Yağmur yağıyor,
Kar yağıyor,
Önüne bakıyor,
Dağılmıyor!..
50
GÖÇEBE ÇOCUK
ÜLKEME GÖÇ
Gözde KARAKAYA
Süloğlu İlkokulu Öğrencisi
Sevde Nurcan VATANKORUR
Süloğlu İlkokulu Öğrencisi
Ben bir Suriyeli çocuğum
Savaş yüzünden göç ettim evimden.
Her şeyimizi bıraktık geride
Ben bir Suriyeli çocuğum.
Renkler, diller ayrı ayrı
Gözyaşının rengi hep aynı
Neden onlar savaşa açgözlüler
Asıl aç olanlar sabrediyorlar
Vatanım harap oldu şimdi
Bu savaşlar yüzünden.
Göçebe kuşlar gibi
Savrulduk birdenbire.
Geldi ülkemize sayısız misafir
Kimi kadın, kimi erkek, çoğu çocuk
Kimi Iraklı, kimi Suriyeli, kimi Filistinli
Asıl önemlisi hepsi de benim kardeşimdi
Dünya seyirci kaldı
Vatanımdaki savaşa
Kimse el uzatmadı
Göçen bu halkıma
Denizde öldü yarısı yaşama giderken
Ana, baba, sevgili nedir bilmeden?
Dünya seyirci kalıp izledi
Kimse bu zulme dur demedi
Şimdi bir göçebe çocuğum
Ailemle birlikte düştüm yollara
Ne zaman döneriz bilmem
Çok sevdiğim güzel vatanıma.
Soğuktu geceler, onlar sokakta idiler
Bomba yağan şehirlerden hicret ettiler
Günyüzü görmeden gözyaşı döktüler
Türkiye’de sevgiyi merhameti buldular.
51
BENİ UNUTMA
OLUR MU?
Neslican ÖZEL / Hasan Rıza Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi
Ve biliyordum…
Ne yürüdüğüm yollar, sokak lambalarım,
yere çizdiğim seksekler ne evimin duvarları,
ne de gece baktığım yıldızım…
Yine her yeri korku sarmıştı. Art arda gelen ürkütücü
bombalar... Etraf sis duman. Havada uçuşan belirsiz cisimler
vardı. Penceremin dışındaki o vahşet dolu anları korkuyla
izliyordum.
Annem içeri girdi. Belli, gözleri dolmuştu ama dimdik
ve kararlı duruyordu, korkmayayım diye. Yanıma geldi.
Buradan gideceğimizi söyledi ve sımsıkı sarıldı bana. Sarıldığı
an birdenbire bir korku sardı bedenimi. Sevdiğim insanları
kaybetmekten korktum o an. Öfke doldu içime. Neden diye
soruyordum kendi kendime. Sorularıma cevap ararken içimde,
annem birden sarstı omuzlarımı. Ama o içimdeki korku ve öfke
bu sarsılmayla geçecek bir şey değildi.
‘’Eşyalarını toplamaya başla.’’ dedi ve odamın kapısını yavaşça
aralık bırakıp gitti.
Babamın işi için uzun zaman önce umutlarla gelmişiz
buralara, öyle derdi annem. Şimdi büyük bir umutsuzluğa boyun
eğmiş bu şehri koşar adımlarla terk ediyorduk. Çok alıştığımız
bu yerden gidiyorduk artık. Bu felaket, bu sis perdesi, bu kurşun
sesleri, bu şehri terk edene kadar dönmek de istemiyordum
buraya.
Artık pencereye yaklaşmak dahi istemiyordum. Perdemi
sonuna kadar aralayamıyordum. Hatta sımsıkı örtmek istiyordum
o perdeyi; elimden gelse duvara çivilerdim. Çaresizdik. Kulaklarını
o küçük ellerine ağlayarak gömen çocuklar annelerinin göğsünde
bu felaketin dinmesini bekliyorlardı.
Bir an derinden düşündüm. Gidiyorduk; ama gittiğimiz yerde
nasıl yapacaktık, nasıl başlayacaktık hayata; kimseyi tanımadan
etmeden? Zor bir hayatın içine bir anda nasıl atlayacaktık.
Babamın: ‘’Hadi biraz çabuk ol.’’ diye seslenmesiyle irkildim.
Düşünmeden de edemiyordum. Ya arkada bıraktığımız insanlar
ne olacaktı? Onca insan... Biz buradan gidiyorduk, yani eğer
gidebilirsek. Peki ya onlar, onlar ne yapacaktı?
Artık buradan gitmemiz gerekiyordu. Belki de dünyanın
bir ucuna. Etrafın sessizliğe bürüneceği vakti bekledik. Etraf
sakinleşince de acele edip çıktık. Bizim gibi çoğu insan da gitmek
için hazırlanıyordu. Bunca yaşanan yetmezmiş gibi. Burada
bıraktıklarım geldi bir an aklıma: çocukluğum, küçük oyunlarım,
anılarım, arkadaşlarım, okulum... Hepsini çok özleyecektim. Bu
canımı öyle acıtmıştı ki göğsüme bir şey saplandı sanki. Nefes
alamaz oldum. Zorlanarak atıyordum adımlarımı. Minicik bir
hayattan geriye sadece bir anne ve bir baba kalmıştı. Onlar
yanımdaydı. Onlar için de çok zordur, anlıyordum.
Artık sona ersin bu savaş, kapansın bu kurşun yaraları
diye haykırdım içimden. Yine öfkeleniyordum. Otobüse adım
atmadan önce iyice baktım arkama, yıllarımın geçtiği yere. Sanki
bir adım daha atınca hiç dönemeyecekmiş gibi hissediyordum.
Özlediğim her şey gözyaşı oldu, bir güzel göz bebeklerime
doldu. Çocukluğum film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden.
Yeni bir hayata gidiyorduk. Arkamda bıraktığımdan ne kadar
farklı olacaktı bilmiyordum… Ama ben yine de gideceğim yerde
ne zorluk olursa olsun mücadele edeceğime dair söz verdim
kendime.
52
Çiğdem ULUÇ (Hasan Rıza GSL Müzik Öğretmeni)
Ailem yanımdaydı her şeyden önce. Bu yüzden biraz da olsa
içim rahattı. Annem ve babam kollarına alıp sımsıkı sardılar
beni. Şoför otobüsün kalkacağını işaret ediyordu. Gitme vakti
gelmişti artık. İçimde bir burukluk vardı elbette. Kolay değildi
böylece bırakmak her şeyi. Dumanların içinde sisle kaplanmış,
karanlıklarla boğulmuş evimizi görüyordum camın aralığından.
El salladım ona son bir kez. Ve içimden şöyle fısıldadım: ‘’Beni
unutma olur mu?’’ Yıllar sonra buraya tekrar geleceğim. Büyük,
kocaman bir kadın olup evimin duvarlarına dokunacağım, patika
yollarında tekrar koşacağım. Ama şimdi gitmeliyim.
Ve biliyordum… Ne yürüdüğüm yollar, sokak lambalarım,
yere çizdiğim seksekler ne evimin duvarları, ne de gece baktığım
yıldızım… Hiçbiri beni unutmayacaktı. Uzun uzun baktım son kez.
Sonra o boğulmuş karanlıkların içinden savrulduk yeni bir hayata.
53
Özge BOZKURT / Meriç Çok Programlı Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni
54
Çiğdem ULUÇ (Hasan Rıza GSL Müzik Öğretmeni)
SPEKÜLATİF BİR
GÖC VAKASI (MI?)
“Çünkü bazen ulus olarak yok olma derecesine kadar asimile
olmalarını önlemenin tek yolu, budur.”
Göç, sonuçları itibarıyla hem göç edenler hem de göç
alan bölgenin sakinleri için derin psiko-sosyal etkileri olan bir
olaydır. Bu yazıdaki göç olayına konu olanlar, tarihte pek çok kez
yaşadıkları yerlerden başka ülkelere gitmek durumunda kalan
Yahudilerdir. Bu keyfiyet, yani aynı milletin-din mensuplarının
birçok defa neden aynı akıbete uğramış oldukları meraka şayan
olmakla birlikte bu yazıda yalnızca Yahudilerin İspanya’dan
Osmanlı topraklarına yaptıkları göç ele alınmıştır.
İspanya, MÖ 202 yılından itibaren Roma İmparatorluğu’nun
hâkimiyetine girmiş ve bu andan itibaren burada Hıristiyanlık
yayılmaya başlamıştı. MS 375’te Kavimler Göçü sürecinde burayı
istila eden barbar kavimler de Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi.
711’de Emevilerin fethettiği İspanya’da bu defa da Müslüman
Arap hâkimiyeti başlamıştı. Bu süreçlerde Yahudiler görece
sorunsuz yaşıyorlardı. Ama İspanya Yahudileri için her şey İber
Yarımadası’ndaki Müslüman-Arap hâkimiyetinin sonlanmasıyla
başladı. Kastilya Kraliçesi İzabella ve Aragon Kralı Ferdinand
yaptıkları siyasi evlilikle güçlerini birleştirdiler. Burada son
Müslüman-Arap devleti olan Beni Ahmer’i yıktılar ve böylece
“reconquista”yı gerçekleştirdiler. Bu sırada yıl 1492’ydi.
Tam da bu noktada İspanya Yahudilerinin durumuna
geri dönebiliriz. Buradaki Yahudilerin bir kısmı aslında daha
evvelden, Hıristiyan çoğunluğun olduğu İspanya’da daha rahat
yaşamak için Hıristiyanlığa geçiş yapmışlardı. Ancak bunlar
samimi birer Hıristiyan değillerdi ve aile içinde kendi inanış ve
ibadetlerini sürdürüyorlardı. Toplumsal alanlarda kullanılan
Hıristiyan isimleri, kapalı kapılar ardında yerini Yahudi isimlerine
bırakıyordu (Kripto Yahudi veya Konverto). Bu keyfiyet, öteden
beri Hıristiyanlar tarafından biliniyordu. Ama ne olduysa oldu,
İzabella ve Ferdinand evlendikten sonra bu duruma tepkiler
gelmeye başladı. Ve çanlar, yine Yahudiler için çalıyordu.
Bu tehlike çanlarını ise adaletsiz yargılamaları ve korkunç
işkenceleriyle maruf Engizisyon Mahkemesi çalıyordu.
İspanya, ismi bile insanların yüreklerine korku ve endişe
salmaya yeten engizisyon mekanizmasının en etkili olduğu
ülkeydi. Rahipler Alfonsa ve Espina, Papadan izin kopararak
engizisyon mahkemesini kurdular. Ve böylece Konverto avı
başladı. Yahudilere iki seçenek sunuldu: Ya vaftiz ol ya terk et.
Ünlü ve zalim engizitör Thomas de Torquemada zamanında
olaylar daha da kötüleşti. İşte engizisyon mahkemelerinde
Konverto Yahudilerin maruz kaldığı işkencelerden küçük bir
potpuri: Kol ve bacakları bağlayıp olabildiğince germek suretiyle
eklemleri yerinden çıkarmak, bol su içirmek ve ardından karın
bölgesine şiddetli baskı uygulamak, ayaklara acı hissini artıran
bir krem sürerek ateşe yaklaştırmak. Yahudi kökenli Engizitör
Diego Deza ile birlikte işkenceler daha da şiddetlendi. Bazı zengin
Yahudiler yönetici sınıfına para teklif ederek engizisyon ve zorla
göç sürecini durdurmaya çalıştılar. Ama bundan sonuç alınamadı.
Engizisyon mahkemelerinden sağ çıkan Yahudiler de oluyordu.
Ama bu Yahudilerin de tüm mallarına el konuluyordu.
Tüm bu olaylardan önce Yahudilerin refah düzeyi
Hıristiyanlardan çok daha iyiydi ve bazı önemli mevkiler
Yahudilerin elindeydi. Yahudilere karşı başlatılan bu antisemitik
harekette bu keyfiyetlerin önemli bir rolü vardır. Hadiselerin
spekülatif yanına bu noktada değinebiliriz. Buna göre Kastilya
Kraliçesi İzabella, Aragon Kralı Ferdinand, önemli ve kilit
mevkilerde bulunan devlet adamları ve hatta din adamları
Yahudi asıllıydılar. Hatta bu yüzden kripto Yahudiler (Hıristiyan
gibi görünen gizli Yahudiler) Kastilya ve Aragon’un birleşmesini
sevinçle karşılamışlardı. Tüm bunlar doğruysa soru şu olmalı:
Aslında kendileri de Yahudi asıllı olan bu kişiler neden
dindaşlarına kendi elleriyle böyle bir akıbet hazırladılar?
“Çünkü bazen ulus olarak yok olma derecesine kadar asimile
olmalarını önlemenin tek yolu, budur.” (Tora)
Yani Yahudiler, İspanya’da, Hıristiyanların içinde asimile
olma tehlikesi içindeydiler. Asimile olmak ise bir ulusun yok
olması demekti. Bu yok oluştan kurtulmak için de kök saldıkları
topraklardan sürülüp acılar içinde dünyanın dört bir yanına
dağılmaları gerekiyordu. Ve çektikleri acılar ne kadar büyük
olursa o kadar iyi olacaktı. Bu sayede kim olduklarını bir kez
daha hatırlayacaklardı. Daha da önemlisi bekledikleri yüce
kurtarıcı nihayet gelecek ve onlara çektikleri acının bedeli olarak
“vaadedilmiş toprakları” bahşedecekti.
Sebebi ister Hıristiyanların kendilerinden daha iyi durumda
olan Yahudilere özellikle de gizli olanlarına duydukları öfke
olsun ister “vaadedilmiş topraklar”a ulaşma yolunda çekilen
acılar olsun Yahudilerin bir kısmı bu olaylar sırasında kurtuluşu
Osmanlı topraklarına sığınmakta buldu. Zulümden kurtarılmayı
bekleyen Yahudilerin bir kısmı, benzer olaylara maruz kalan
Müslümanlarla birlikte II. Bayezid’in görevlendirdiği Kemal Reis’in
kadırgalarına bindirler. Yahudiler genellikle Edirne, İstanbul, İzmir,
Manisa, Manastır ve Selanik gibi Osmanlı şehirlerine yerleştiler.
Göçle gelen Yahudiler, Osmanlı Devleti’nin derin hoşgörüsü ve
istimalet politikası içinde hayatlarını yeniden kurdular. Osmanlı
Devleti’nin de teşvikiyle yerleştikleri Osmanlı şehirlerinde
ekonomik iş kollarında büyük ilerleme kaydettiler. Bu bağlamda
şu sözün Sultan II. Bayezid’e ait olduğu söylenir: “Kral Ferdinand
için akıllı derler. Ama o kendi ülkesini yoksullaştırırken benimkini
zenginleştiriyor.”
Dönemin en güçlü devleti olmanın ve İslam hoşgörüsünün
gereğini yerine getiren Osmanlı Devleti, bunu yaparken ne
Yahudileri farklı dinlerinden dolayı toplum dışına itti ne de
onları din değiştirmeye zorladı. Göçle gelen Yahudilere hem
ibadetlerini özgürce yerine getirmeleri ve hem de refah içinde
yaşamaları için tüm imkânlar sağlandı. 1800’lü yıllarda şiddetli
esen milliyetçilik rüzgârlarına kapılan bazı Yahudi vatandaşlarıyla
Osmanlı Devleti’nin ilişkileri boyut değiştirse de Osmanlı Devleti
daima döneminin hoşgörü anlayışının ötesinde bir yaklaşımla
farklılıkları bir arada tutmayı başardı ve bu sayede dünyanın en
uzun süre ayakta kalan devletlerinden biri oldu.
55
CENDERME HASAN’IN
HİKÂYESİ
Deniz ÜNNER TOPRAK / Akmercan Anadolu İmam Hatip Lisesi Coğrafya Öğretmeni
Ölene kadar annesini
sayıklayan, hasret çeken,
doğduğu topraklardan,
anasından, babasından
kardeşlerinden koparılmış
insanlık dışı bir göçe tâbi
tutulmuş yüz binlerce
göçmenden biri olan, torunu
olmaktan gurur duyduğum
Hasan Ünner’in öyküsüdür.
56
Cihan İmparatorluğu’nun son yılları, milliyetçilik akımlarının
alevlendirilip Balkanlardaki topraklarımızın isyan ve savaşlarla koparıldığı
Balkan Savaşları… Şimdiki Bulgaristan’ın Şumnu ilinde Işıklar köyünde bir
gece vakti, -o zamanlar yedi sekiz yaşlarında olan dedemin hatırladığı
kadarıyla- kızılca kıyamet kopuyor. Komitalar, herkesi ayağa kaldırıp
alabildikleri eşyalarla sağ salim güvenli topraklara götüreceklerini
söylüyor ve çevre köylerden toplanan diğer köylülerle beraber yayan
yola çıkarıyorlar. Dedemin babası Satılmış -Anadolu’da Allah yoluna
adanmışlara isim olarak verilir-, annesi Hatice, dedem, Hüseyin, Zale ve
isimlerini bilemediğimiz -muhtemelen bebek olan- iki küçük kardeşleri ile
beraber Meriç kenarına kalabalık bir kafile olarak getiriliyorlar.
Osmanlı askerlerine önce çocuklar teslim ediliyor; sonrası tam bir
acımasızlık, insanlık adına yüzkarası… Anne ve babaları gerisin geriye
köylerine götürülüyor, sadece yirmi otuz arası yetişkine izin veriliyor.
Nehir kenarındaki korkunç izdihamı ve feryatları hatırlardı dedem. Anne
ve babasını her hatırladığında sakalları gözyaşları ile ıslanırdı. Bazen
büyük dedem ve büyük ninem aklıma gelir. Allah’ım nasıl dayandılar
böyle bir yürek yangınına? Nasıl bir acıdır bir ana babanın evladından bu
şekilde ayrılması ve bir daha asla onları görememesi?
Levent TOSUN (Hasan Rıza G. S. L. Resim Öğretmeni)
Yetişkinleri ve çocukları geldikleri köylerine göre gruplayıp
Anadolu’daki vilayetlere gönderme kararı alınır. Dedem, kardeşi
Hüseyin ve Zale Ankara’ya giden bir grubun yanına verilir. Diğer
iki kardeş ise süt verebilen annelere teslim edilirler. Ankara’ya
giden grup Haymana’ya yerleştirilir. Dedem sekiz yaşında büyük
bir sorumluluk alır, kardeşlerine bakar. Delikanlılığa adım atar
atmaz askere alınır. Çok büyük bir kısmı Yemen’de geçen ve on yıl
süren bir askerlik görevi başlar. Ulaklık yapar, posta alır, götürür.
Komutanları,
“Hasan, falancayı ünneyiver, filancayı ünneyiver!” diyerek
sürekli çağırır, emir verirler. Ünnemek, çağırmak anlamındadır.
Jandarma olduğundan mahkûm getirip götürürken Ankara’da
Gölbaşı’ndaki karakolda yoldan geçen Çerkez kızını görür.
Muhtarın kızı olan Lale’yi görünce askerlikten firar edip evlenir
ve Ankara’ya yerleşir. Cumhuriyetin ilanından sonra yine askere
alınır. Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ün ulaklığını yapan erlerden
birisi olur. Köşk’te bahçıvanlık, ulaklık derken dört yıl daha
askerlik yapar. Dedem Atatürk’ü çok severdi.
Atatürk; her sabah erken kalkar, bahçeyi dolaşır, askerlerin
hatırını sorar, gönüllerini hoş tutarmış. Gözlerinin sanki ışık
saçtığını söylerdi dedem…
Soyadı Kanunu çıkarıldığında dedem yıllarca zihnine işleyen
“Ünner” -çağıran kişi- soyadını alır. Diğer iki kardeşi de baba gibi
gördükleri dedemin bu soyadını kabul ederler. Yıllar sonra kayıp
iki küçük kardeşten büyük olanın izi Balıkesir’in Gönen ilçesinde
bulunur ve kız alıp vererek akrabalık bağları tekrar oluşturulur.
En küçük kardeşin -bebeğin- Antalya Korkuteli’ne gittiği öğrenilir
ama izine rastlanılamaz.
Bu öykü; Ankara Gölbaşı Oğulbey köyünden ama aslı
Şumnu Işıklar köyüne dayanan, lakabı Jandarma (Cenderme)
olan Hasan’ın öyküsüdür. Ölene kadar annesini sayıklayan,
hasret çeken, doğduğu topraklardan, anasından, babasından
kardeşlerinden koparılmış insanlık dışı bir göçe tâbi tutulmuş yüz
binlerce göçmenden biri olan, torunu olmaktan gurur duyduğum
Hasan Ünner’in öyküsüdür. Dedemin ve vatanlarından koparılmış
diğer göçmenlerin ruhları şad olsun…
57
DÜNDEN BUGÜNE GÖC
Göç edenlerin ellerinde birkaç eşya, sırtlarında ise koskocaman bir memleket özlemi.
Yollarda çekilen acılar bir yana, memleket özlemi bir yana…
Öyle bir an gelir ki gözünüz yaşlı, eliniz boş, hiçbir şeysiz
göçün tozlu yollarında bulursunuz kendiniz. Hal böyle iken
insanların ciğerleri sökülür adeta yerinden derinden hissedilen
acıyla. Bir de göç ettiğiniz yere alışmak. Yörenin yetim çocukları
oluverirsiniz kendi yaşanmışlıklarınızın hiçbir anlamı kalmadan.
Orada gördüğünüz eşya veya orada tanıştığınız insanlar, her an
size evinizi kendi yurdunuzu anımsatır. Göç edenlerin ellerinde
birkaç eşya, sırtlarında ise koskocaman bir memleket özlemi.
Yollarda çekilen acılar bir yana, memleket özlemi bir yana…
Neden göç ediyoruz? Eğitim, yaşanılan ekonomik
olumsuzluklar, memleketimiz olan yerlerden sürülmek veya
savaşların ortasında kalmak… Bunların hepsi, ayrı ayrı birer
büyük neden. Belki devletler arası anlaşmaların kurbanı bile
olunabilir tarihte örnekleri görüldüğü gibi.
Zorunlu göçlerden en acılı olanı da savaş sebebi ile olan
göçtür ki bu duruma Suriye’den ülkemize doğru olan mülteci
akımında tanıklık ediyoruz. Suriye’de 2011 tarihinde başlayan
halk ayaklanması, geçen süre zarfında bir iç savaşa dönmüş
adeta halkın yükselen hareketinin ayak sesi olmuştur. Mülteci
meselesi sadece Suriye’nin veya sadece Orta Doğu’nun sorunu
değildir. Zorunlu göçe maruz kalan Suriyelilerin yaşadığı insanlık
58
Asrın EĞMEN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Mukaddes MUŞ / Lalapaşa Hacıdanişment Ortaokulu Öğrencisi
trajedisi, tüm ulusların yani biz insanlığın kanayan yarasıdır. Hal
böyle olunca Suriyeli mülteci krizinin çözümünü, sadece komşu
ülkelerin sorumluluğu gibi düşünmek, durumu iyileştirmeyeceği
gibi insanlığı insan olma duygusundan yoksun, bencil bir o kadar
da sorumsuz hale getirecektir. Vatanını terk etmek zorunda kalan
pek çok insan zor koşullar altında, güvenlik, beslenme, barınma,
sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılama arayışındadır. Başka
bir deyişle hayatlarını sürdürme arayışındadır. Topraklarındaki
zulümden kaçarak kendi ülkelerinde mülteci konumuna düşen
halkın kaldığı kamplarda hayat durma noktasında. Isınmak için
kıyafetlerin yakıldığı 35 bin kişilik kampta, soğuktan hastalanan
çocuklar ölürken dünya bu duruma kayıtsız kalıyor. Onlar
üşüdükleri için eşyalarını yakarken “bazıları” bir yırtıkta “At
gitsin!” derler. Ama o eşyalara ihtiyacı olan insanları unutuyor,
ellerindekinin değerini bilmiyorlardı. Orada insanlar üşüdükleri
için ölüyor. Oysa bize anlatılan hikâyelerde ölümün çok daha
tabii sebepleri vardı. Günümüzün bu çıplak gerçeği göçün bize
sunduğu acılı dramı gözler önüne seriyordu.
Göçler insanların hayatlarını değiştirebilecek güçte olsa da
topraklarına olan özlemleri her zaman daha ağırdır. Ne kadar yeni
bir topluluk kuruluyor, yeni bir yurt ediniliyorsa da ana yurdun
bıraktığı izler, edinilen kimlikler asla unutulmaz.
Şaheste Kevser NURANİ (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
GÖC EDEN
YÜREKLER
Nazlı YURTCAN / Meriç Çok Programlı Anadolu Lisesi Öğrencisi
Bir insanlık göçüyordu derinden derinden,
Çaresizlik yakıyordu yürekleri içerden içerden.
Ne akan yaşlar bitiyor,
Ne de dua için açılan eller yoruluyordu.
Sadece huzurla yaşanılacak bir dünya isteniyordu.
Kolay mıydı her şeyin geride bırakılması?
Kolay mıydı insanın kendi benliğinden ayrılması?
İnsan hiç ister mi göz göre göre yanmasını.
Ama yanıyor işte!
Koşup oynaması gereken minik ayaklar yanıyor,
Kalem tutması gereken eller yanıyor,
Bir umut uğruna denizlere dökülen
O kocaman yürekler yanıyor.
Bu umut bir gün sizin için doğacak.
Koşup oynamayan ayak,
Kalem tutmayan el kalmayacak.
İşte o zaman hiçbir yürek yanmayacak.
59
Prof.Dr. Mustafa ASLIER
HAYAT BİZİZ
Hüseyin BABACAN / Hasan Rıza Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi
60
Hayat yıldızlardadır. Onlara iyi bak,
görmek istediğin her şey orada saklıdır.
Onu görüyordum. Derin soluklarla sıcağa meydan okuyordu.
Telaşlı gibi görünüyordu. Çıplak ayakları kumun tozuna vura vura
sekiyordu yerde. Sığınacak bir yer arıyordu. Üzerinde akamadan
kalmış kanın kokusu vardı. Beyninde ise koskoca bir hayatın
korkusu... Hissedebiliyordum. Bir köşeye oturup ağlıyordu.
Sonra yine yürüyordu. Hiçbir şeyi yoktu yanında. Yırtık pırtık bir
pantolondan ibaretti her şeyi. Bir eli hep cebinde yürüyordu.
Düşündüğüm şey olmalıydı bu. Yürümeye devam etti. Elektrik
direklerinin sıklaştığı yerlere kadar… Tel örgülerde daha da çok
yırttı pantolonunu. Daha çok kanadı ayakları koşarken. Daha çok
gözyaşı kurudu yanaklarında. Neyse ki güneş batıyordu. Ona
ulaşmak için bir gece daha doğacaktı bana. Bir direğin dibine
vurdu dizlerini. Ağlamaya başladı yeniden. Bütün gücümle ona
sesimi duyurmaya çalıştım. Beraber oturduğumuz geceleri
düşünüyordum. Belki o da düşünse beni duyacaktı. Sonra sildi
gözyaşlarını, cebinden mızıkasını çıkardı. Doğum gününde
almıştım ona, en sevdiği şeyiydi. Beraber çalardık. Şimdi ise
tek başına üflüyordu o notaları. Sesi bana kadar uzanıyordu.
Titreye titreye çaldı. Duyabiliyordum. Ona öğrettiğim bir türküyü
çalmaya çalışıyordu.
Bir gece vakti dinletmiştim ona o türküyü: “Uzun ince bir
yoldayım. Gidiyorum gündüz gece.” Sanki içine doğmuş. Türküyü
o gece dinlerken şunu fısıldamıştım: “Hayat yıldızlardadır. Onlara
iyi bak, görmek istediğin her şey orada saklıdır.” Tek istediğim
o şarkı çalarken bunları hatırlamasıydı ve hatırladı. Kafasını
göğe kaldırıyordu. Hayat yıldızlardaydı bana bakıyordu o an var
gücümle belli etmeye çalıştım kendimi ona. Bütün benliğimle
haykırdım. İçi ürperdi, hissediyordum. Yine hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı ve ağlayarak sızdı orada.
Yine yürümeye başladı sabah. Çok zayıflamış. Sallana
sallana, zar zor yürüyor; bir şey de yemiyordu günlerdir. Yine bir
direğin dibine geldi şimdi. Akşam oluyordu. Bu sefer cebinden
mızıkasını çıkarmadı. Bir şeyler çalmasını bekliyordum ama
o bunu yapmadı. Cebinden bir kâğıt bir de kalem çıkardı. Bir
şeyler yazmaya başladı. Elleri titriyordu ve korkuyordu, o korkuyu
hissediyordum. Ben de yaşamıştım bu korkuyu. Çok aç olduğu
belliydi. Islanmıştı, öksürüyordu. Artık hastaydı da. Sanki son
gecesiymiş gibi bir şeyler bırakmaya çalışıyordu ardında. Bana
mı geliyordu yoksa. Elindeki kâğıdı köşeye atıp bir an irkildi.
Mızıkasını çıkardı çalmaya başladı, ayağa kalkıp etrafında dönüp
bana bakıyordu ve çalıyordu. Gülüyordu, kahkahalar atıp
zıplıyordu. Sonra eline bir sopa aldı. Islanmış kumlara bir şeyler
yazmaya başladı. Ne yazdığını başlarda anlayamadım. Yazısını
tam bitirecekti ki birden titremeye başladı. Yere düştü. O cılız
bedeni serildi kumlara. Saçları savruldu yere. Ve gözleri açıktı,
bana bakıyordu hala. Ellerini iki yana açmış bana bakıyordu.
Sanki biliyordu. Sanki artık beni hissediyordu. Titreye titreye
gözleri apaçık bana geliyordu. Sabah birileri buldu onu. Elinde
yazdığı not ve yere kazıdığı harfler “Savaşın Kötü Yüzü” diye
yayımlandı haftalarca.
Ufacık bir bedenin zorunlu göçe tabi tutulup yavaş yavaş
ölüme sürüklenmesini yazdı bütün gazeteler. Yarım kalmış bir
göçün hikâyesini dinledi herkes onun parmaklarından. Binlerce
yarım kalan bir göç hikâyesi gibi. Notlarını okudu insanlar
günlerce. Her okuyanın yüreği burkuldu, savaşlar kınandı.
Tükürüldü insanlığın göremeyen o kör gözlerine. Notlarında
şunları bırakmıştı ıslak elleriyle yeryüzüne:
“Bastırmaya çalışsam da her gece seni duyuyorum.
Kan kokan ellerimi kuma buluyorum. Gövdeme uzanan cansız
bedenini silmeye çalışıyorum kafamdan. Böyle söylediler, ama
olmuyor. Ellerimle saçlarını sıyırdığımı, gözlerini kapadığımı;
bunları unutamıyorum. Sen hep yazardın benimleyken o yüzden
yazıyorum belki duyarsın beni diye. Dün gece bana aldığın
mızıkayı çaldım yine. Hani bir türkü dinlemiştik.
Uzun ince bir yolda bir adam vardı ya. Tam onu çalıyordum.
Sonra senin fısıltıların geldi sanki kulaklarıma. Kafamı kaldırdım
ve oraya baktım. İçim ürperdi. Sanki o sözleri oradan söylüyor
gibiydin. Uzun zaman sonra seni hissettim. Sen öldükten sonra
çok tutmadılar beni aldı iki asker kolumdan git buradan çocuk
dediler. Sen de ölmeden git. Kaç dediler. Yapmak istemedim.
Zorladılar. Gitmem gerekiyormuş. Daha iyi bir hayat beni
bekleyecekmiş. Farklı ülkelere göç etmem gerekiyormuş.
Daha çok küçükmüşüm. Ne kadar küçüğüm bilmiyorum ama
çok açım. Sen olsan beslerdin beni. Bir ses duyuyorum yine
şu anda. Bana fısıldıyor. Dur... Dur. Bu sensin. Evet, bu sensin.
Beni duyuyorsun. Ordasın değil mi? Evet ordasın. Sana mızıka
çalacağım. Bekle. Duy beni. Ordasın. Evet.”
İlk kâğıtta bunları buldular:
“Beğendin mi? Titriyorum. Ama artık korkmuyorum biliyor
musun? Seni duyabiliyorum, seni hissedebiliyorum. Saçlarımı
sevdiğini hissedebiliyorum. Şimdi sana bir şeyler söyleyeceğim.
Yazacağım daha doğrusu, okumanı istiyorum yazdıklarını. Eğer
ellerim tutarsa kocaman kocaman yazacağım.”
“Düzgün yazamadım. Ellerim titriyor. Sanırım buraya
kadarım. Sadece seni çok seviyorum. Tek düşündüğüm şey
bu ve gözyaşlarım gülerek akıyor üzülme benim için. Ellerimi
açtım iki yanıma. Son yazılarım bunlar bu dünyaya. Saçlarımı
sevecek misin yine? Okşayacak mısın beni? Beraber mızıka
çalacak mıyız orada da? Bakacak mıyız uzaklara? Beni özledin
mi? Hissediyorum. Daha hafifim artık. Geldi. Geldim. Bitti. Ne
ayaklarım kanayacak artık ne öksüreceğim ne üşüyeceğim.
Geliyorum. Yazımı oku. Yere yazdım senin için, büyük büyük.
Hisset beni. Olduğum yerde ve olabildiğim kadarım.”
Islak bedenini köşeye çektiklerinde yerde yazanı okudum.
Yerde kocaman şöyle yazıyordu.
“Hayat yıldızlardadır anne!”
O, ufak bir çocuktu ve ona gitmesini söylemişlerdi. O da
bildiği en güvenli yere gitti. Benim koynuma. Hayatın ta kendisi
oldu artık. Gözümden iki damla yaş aktı. İnsanlar dünyadan bize
baktı ve şöyle dediler:
“İşte bir yıldız daha kaydı.”
Sonra onu gördüm karşımda. Elinde mızıkası. Koştu bana
doğru. Kulağına şunları fısıldadım:
“Hayat, biziz!”
61
Ezgi Şeyma GEZGİN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
BÜYÜDÜN COCUKLUĞUM
Sude Nur KOÇAK / Ferah Ortaokulu Öğrencisi
Sana kimler dokundu, seni kimler ağlattı?
Söyle çocuk, rengârenk balonlarını kimler aldı?
Kimler kırdı kalbini, kim aldı elma şekerini?
Söyle çocuk, nerede unuttun çocuk olmayı?
Pembeden pamuk şekerine, camdan misketlerini;
Çocukluğunun sokaklarında kanayan dizlerini
Gözünden akan yaşları değil de çocuk
Söyle nerede unuttun mavi bisikletini?
Kimler aldı hayallerini, hayallerinde gizlediklerini?
Unuttun mu çocuk yırtık uçurtma senindi
Çocukluğunun sokaklarında seni arıyor hepsi
Söyle çocuk nerede unuttun masumiyetini, sevincini?
Ver elini hadi çocuk, çık saklandığın yerden
Kızmış belli ki her yerde seni arıyor annen
Hatırladın mı korkardık karanlık gecelerden
Söyle çocuk, zarar gelir mi insana büyümekten.
62
Engin İmran DOĞAN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
HAYAT VE GÖC
Derya KAHVECİ / Subaşı Ortaokulu Öğrencisi
Onlarca, yüzlerce, binlercesi…
Onlar yaşamlarını bırakıp,
Belki de en önemlisi olan evlerini,
Okullarını, mesleklerini, işlerini bırakıp kaçıyorlar.
En güzel anılarının geçtiği yerleri,
Belki de bir daha ayak basamayacakları yerleri,
Bir hiç uğruna terk edip
Kaçıyorlar bir iç savaşın gölgesinden.
Çocukların, çocukluğunu yaşayamadığı
Hiçbir şeyden habersiz, korkuyla,
Kaçarak kurtulmaya çalıştıkları
Bir göç, zorlu bir hayat mücadelesi onların yaşadığı
Büyüdüklerinde akıllarında kalacağı,
En kötü günler, ne kadar unutmaya çalışsalar bile,
Unutamayacakları bir zorluk, büyük bir engel onlar için
Büyüdüklerinde, anlatacakları kötü, acı dolu bir anı onlar için.
Büyük bir hayat mücadelesi onlar için
Hayata, kaldıkları yerden devam edebilmeleri için
En büyük hayallerinden vazgeçtiler
Belki de kimileri doktor, mühendis, öğretmen
Bazıları da insanların hayatlarını koruyabilmek için asker, polis olacaktı.
Kim bilir böyle günler yaşamasaydılar ne güzel
Hayatları, okulları, meslekleri, yaşamları olacaktı
Güzel günler güzel anıları olacaktı.
Büyüklerin de çocuklarına güzel anılarını anlatacaklardı.
63
Gamze IRMAK / Meriç Şehit Öğretmen Aydın Yılmaz Ortaokulu Matematik Öğretmeni
64
Asrın EĞMEN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
GÖCÜYORUM
İlmek ilmek sevinçlerim, ılık rüzgâr tadında heyecanlarım
bazen de tatlı küçük korkularım varmış. Şimdi hepsini özlüyorum.
1989’un bahar ayında taşındığımız bu sahil kasabasından
komşularımız birer birer göç ediyordu. Yalnızlık demir atmıştı
sahile. Sessizlik hüküm sürmeye başladı burada. Martı sesleri
yavaş yavaş çocuk seslerinin önüne geçiyordu. Tek tük kalan
komşularımızı da kaybetmemek için elimden geleni yapıyordum.
Hafta içinde fabrikada çalışanlarımla balık işliyorum, hafta sonu
da komşularımla balığa çıkardım. Sırf onlar bizleri burada daha
yalnız bırakmasınlar diye.
Bir pazar günüydü. Tanımadığım bir genç ile karşılaşıyorum.
Öğrenciymiş. İlk defa görüşmemize rağmen samimi bir selam
verip bana içtenlik ile gülümsüyordu. Ne saygılı bir çocuktu. Fakat
içimi bir acı kaplıyor. Sonra öğreniyorum ki o da beğenmemiş
buraları. Çünkü neticede geçmiş. Büyük şehirde oturmayı tercih
etmiş herkes gibi o da. Oralardan gelip gidecekmiş. Bu güzel
insanlar baharda açan ve haftasına solan çiçekler gibi gelip geçti
kasabamızdan. Neden bu insanlar kasabasını terk ediyordu ki?
Ben onlardan fazla sahip çıkıyordum buralara.
Şimdi boş sokakları bekliyorum. Bazen sekiz bazen dokuz
bazen de çalışan ile balık işliyoruz küçük fabrikamızda. Çalışanlar
bayat balıkları yakalamaya çalışıyor bant üzerinde. Ben
yalnızlığımı... Bakalım ne zaman yakalayacağım. Eşimi geçen sene
kaybettim. İki oğlum var. Allah onları bana bağışlasın. Ama onlar
da diğerleri gibi burayı sevmedikleri için benim de ziyaretime
gelmiyorlar. Üç dört ayda ben gidiyorum kosaca şehirlerinde
onları ziyarete. Beni de onların şehri sıkıyor. Boğuyor. Fazla
kalamıyorum bu yüzden. Hemen geri dönüyorum. İçimden eşime
serzenişte bulunuyorum. Ne vardı beni böyle tek başıma bırakıp
da gidecek?
Komşularımızın göç etmesine aslında onlar için üzülüyordum.
Çünkü cezbeden, baştan çıkaran şehir gün gelecek onları yarı
yolda bırakacak. Yüzüne bile bakmayacak. Belki de en başta
kültürüne yaşayışına kabul etmeyecek. Sonradan gelenleri
hep dışarıda bırakacak. Kendilerini kandırsalar da hiçbir zaman
eskisi gibi olmayacak. Bunu da en güzel yastığa başını koyduğu
zaman içinde kalan yaşanmamış mutlulukların dışa vurmasıyla
anlayacak. Yine uslanmayacak ve kendini sabah uyanınca
kandırmaya devam edecek. Çünkü bu yolu kendi seçmiştir.
Geri dönmeyi de gururuna yediremeyecek. Ve farkında
olmadığı gerçek ile yıllar sonra karşılaşacak. Ne de çabuk
geçiyordu hayat. Yaşlanmış olacak. Evet, hem de çok yaşlanmış.
Yılların geçmesi ile olan yaşlanmak olsa amenna. Duyguları
yaşlanacak. Gerçekleştiremediği hayallerinin altında ezilen
duyguları paramparça olacak. Kalbini kanatacak bu duygu
parçacıkları. Ama ne yazık ki hala kendini kandıracak. Yerden
topladığı bu parçaları yapıştırıp hayatına devam etmeye
çalışacak. Yapması da gerekiyor. Yaşaması için buna ihtiyacı
var. Yaşlandığı ve ölümü koklamaya başladığı zaman çok yalnız
hissedecek kendini. Bir dayanak noktası bulamayacak. Çok geç
olmadı sanacak geri dönmek için. Yanılacak her zamanki gibi.
Sonra gerçek göç olunca memleket mezarlığına gömülmeyi
vasiyet edecek. Belki yolunu şaşıran biri olur da onun
yapamadığını yapıp geri dönerse bir dua etsin diye.
Bunları nereden mi biliyorum? Çok basit. Bu benim ve
ailemin hayatı. Ben de burada gurbetteyim, bu sahil kasabasını
çok sevmeme rağmen bir yanım hep eksik. Şimdilerde kendi
derdimi unuttum onlara üzülüyorum. Çünkü duygularımız ortak.
Ne kadar mal mülk sahibi olsalar da vatan hasreti yiyip bitirecek
onları.
Göç eden kuşlara özeniyordum küçük yaşlarda. Bir yerden
bir yere gitmek ne kadar da kolaydı onlar için. Benim gibi küçük
bir köyde sıkışıp kalmıyorlardı. Meğer o küçücük köyde ne büyük
mutluluklarım varmış. İlmek ilmek sevinçlerim, ılık rüzgâr tadında
heyecanlarım bazen de tatlı küçük korkularım varmış. Şimdi
hepsini özlüyorum.
Bunları yazarken çok düşündüm abi. Benim derdimi
anlatabileceğim kimsem yok şu an. Tanıdıklarım ya bu kasaban
göç etti ya da bu âlemden. Çocuklarım desen… Neyse hiç deme!
Abi ben memleketimi terk ettiğime çok pişmanım. Bu dert beni
yıllar içinde yedi, bitirdi. Ve ben kanser oldum. Ölüyorum her
geçen gün biraz daha. Tıpkı o kuşların baharda geri dönmesi gibi
memleketimize geri dönelim. Son günlerimi seninle çocukça
yaşamak istiyorum. Kaygısızca mutlu olmak... Bana bunu çok
görmezsen sevinirim.
65
66
Deniz ÇORA (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
GÜNES
YÜKSELİRKEN
DENİZ ÇORA / Hasan Rıza Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi
Evin hanımı son bir kez fesleğenine su verdi.
Kapının sürgüsü güneşin ilk ışıklarıyla beraber son bir kez açıldı…
Kırmızı çatılı evlerin üstünü siyah bir perde gibi örtmüştü
gece. Kaldırımlara çarpan yağmur damlalarının sesi boş sokakları
çınlatıyordu. Bazı evlerin ışıkları karanlığı yarıp ıslak yolları
aydınlatıyordu. O evlerde ertesi güne hazırlık yapan aileler vardı.
Sokağın en sonundaki kapısı sürgülü, perdeleri çekili küçük
evde de aynı hazırlık vardı. Mutfaktaki kap kacaklar dolaplardan
indirilmiş, bohçalara ve sandıklara konulacak giysiler etrafa
saçılmıştı. Salonun ortasındaysa içinde mübadele yeri ve zamanı
yazılı bir mektup… Kimse bakmıyordu mektubun olduğu tarafa,
yanından geçen herkes başını eğiyordu, ama bu mektubun suçu
değildi ki. Bazı mektuplar özlemle beklenirdi, bazıları açıldığında
mutluluk verirdi. Bu ne beklenmiş ne de mutluluk vermiş bir
mektuptu. İçindeki sözcüklerin aralarına ağır bir ayrılık havası
gizlenmişti. Eve bir hüzün çökmüştü. Bu çatı altında yaşanan
her şey yarından itibaren bitecekti. Bir daha aynı çocukların
kahkahaları çınlamayacaktı odalarda ya da aynı kişinin yemekleri
pişmeyecekti mutfakta. Yarından sonra dönüşü olmayan çok
zor bir yola gireceklerdi. Ev de arkalarında kalacaktı, yaşadıkları
da. Mübadele, onları alıştıkları ve sevdikleri her şeyi geride
bırakmaya zorluyordu. Burada doğup büyüyen, buranın dilini
konuşan herkes bir bilinmezliğe gitmeye mecbur bırakılıyordu.
Sevdikleri herkesi ve her şeyi bir gecede silip atmak kolay mıydı?
Kolay mıydı hiç bilmedikleri bir yerde onların olmayan bir evde
yeniden yaşamaya başlamak, yeni anılar yaratmak?
Bu kez kahkaha değildi evin içini dolduran; onun yerine derin
sessizliğin altında ezilen ev halkı… Evin orta yerinde de geleceğin
belirsizliğini taşıyan bir mektup… Küçük kızın sandığına giren
rengârenk oyuncakları değil çocukluğuydu.
Yan odada abisi zarar görmesin diye kitaplarının içine
koyduğu umudu dikkatlice çantasına yerleştiriyordu. Yanlarına
alamayacakları eşyalarını, yeni sahipleri gelinceye kadar
beklemesi için eski çarşaflarla örtülüyorlardı. Yeni sahipleri
eşyaları kullanılmayacaklardı belki. Bir öksüz çocuk gibi yol
kenarına koyacaklardı. Kim bilir belki de çöplüğe atılırlardı, zaten
giden ailenin anılarıyla ağırlaşmış, çökmemişler miydi?
Güneşin doğmasına yakın her şey tamam gibiydi. Evin hanımı
son bir kez fesleğenine su verdi. Kapının sürgüsü güneşin ilk
ışıklarıyla beraber son bir kez açıldı ve eşyalar dönüşü olmayan
bir yol için son bir kez dışarı çıkarıldı. Bu sırada yağmur dinmişti
ve yeni günün habercisi güneş yanında toprak kokusunu da
getirerek ıslak sokakları aydınlatmaya başlamıştı. Sokaktaki
herkesin elinde taze ayrılık kokan mektupları, gözleri hafif yaşlı
sanki bir saraymışçasına kendi küçük evlerine bakıyorlardı. Kimi
dönüp son kez sevdiklerinin evlerine de baktı. Oraları hafızalarına
kazımaya çalışıyor gibiydiler. Onların bu köydeki son anılarıydı
bunlar. Gelecek yaratma cesaretiyle arkalarında bırakıyorlardı
geçmişi ama içlerinde yine de yol korkusu vardı. Dayanabilecek
miydiler acaba açlık, bakımsızlık, hastalığın harmanlandığı tozlu
göç yollarına? Sevebilecek miydiler yeni insanları, yeni hayatları.
Bir öyküyü bitirip başlayabilecek miydiler bir yenisine, yoksa her
zaman bir yarım kalmışlık, bir boşluk hissiyle mi yaşayacaklardı?
Güneş yükselirken evler kaybolmuş, yolculukları başlamıştı.
Kamyonlar kasabayı geride bırakırken tümseklere takılıyor ve
tekerleklerinden çokça toz kaldırıyorlardı. Kamyonların içindeki
insanlar kendilerine yeni bir gelecek kurma kaygısını, gidecekleri
yerde kabul görmeme korkusunu buna rağmen orayı sevebilme
umutlarıyla küçüldüler ve gittiler…
67
İrem GUDEN (Havsa Atatürk Ortaokulu Öğrencisi)
İNSANLIĞIN GÖCÜ
Simay KAHRAMAN / Edirne Süleyman Demirel Fen Lisesi Öğrencisi
Zamansız bir gün, bizi çaresiz bıraktı,
Amansız bir ayrılık tüm hayalleri yaktı,
Yabancı oldu memleketin toprağı, taşı
Kemiğe dayandı artık bu, yaşamak savaşı.
Vatanımda yaşarken, ansızın hasret vurdu.
Çoluk çocuk hepimizi yola koydu, yordu.
Ah, o yollarda nice canlar soldu!
Solan kaldı; kalanlar hep, hiç oldu.
Enseme vururken ayrılığın nefesi,
Duyulmuyor artık huzurun kısık sesi.
Ayaklar yürüyor, gönül kalmakta ısrarcı
Ne çare, alınır mı kale kalpteki sancı.
Dile gelse şu geçen zaman, anlatsa zorluğu,
İstenen çok değil, sade karın tokluğu.
Karanlık çöktü çok kez, biter gibi oldu gücün
Tekrar ayağa kalktın çünkü oyunuydu bu göçün.
68
Ötelerde bir yerde çocuklar ağlıyor,
Hıçkırıkları derya olmuş, gönülleri dağlıyor.
Kader denilen yazı en büyük kederi,
Söyle ne kadar şimdi, insanlığın ederi?
Yine akşam oldu, güneş usul usul batmakta
Gözlerden yağan yağmur bir gün duracak mı?
Kim bilir hangi gözde kaçıncı defa akmakta
Bilinmez, güneş bir daha öyle doğacak mı…
Bir annenin ellerinden kayıp giderken evladı
Kim verecek, kime verilecek bu acının hesabı?
Boğar mı feleği geriye kalan titrek eller
Şimdi yarım kalan o yolcu n’eyler?
Bitmek bilmez mi insanların insanlığa olan borcu,
Sarar mı kabuk bağlamaksızın kanayan yaramı
Yaşanılası olur mu günler eskisi gibi umutlu
Kaybolur mu ufuktaki bu insanlık dramı?
Şu an pencereden baktığımda rüzgârla savrulan
ağaç dallarını ve özgürce havada süzülen kuşları
görüyorum. Şanslıyım, kulaklarım kuş cıvıltılarını
ve uzakta devam eden hayatın boğuk dinlendirici
sesini duyuyor. Şanslıyım, gözlerim sonsuzluğun
anlam bulduğu gökyüzünü, önümde duran
bembeyaz sayfayı görüyor. Ama bu hayatta öyle
şanssız insanlar da var ki düşündüğümde önümdeki
bembeyaz sayfa Picasso’nun Guernica’sından bile
daha siyah, daha iç karartıcı oluyor.
İNSANLIKTAN
GERİYE KALAN
Aliye Işıl KARAKUŞ / Edirne Süleyman Demirel Fen Lisesi Öğrenci
Doğada her canlının birbirine saygısı var. Hatta
güneşin bile. Bir tırnak ucu kadar bile geçmiyor
olması gereken mesafeyi. Hayvanlar gerektiğinden
fazla avlanmıyor. Peki, arada hiç istisna yok mu?
Ben yalnızca bir tane biliyorum. Doğa kadar,
yaratılış mucizesi kadar mükemmel bir yanı varken
bir yanı da hep daha fazlasını isteyen, kendisi için
her şeyi yakıp kül edecek tek bir varlık: “insan”.
Hep daha fazlasını isteyen insan, bir gün diğer
insanları katletmeye başlayınca bu zehirli damla
kendini şiddetle akan bir şelaleye dönüştürdü.
Daha fazla güç için dünyayı görmemiş canlara
kıydılar. Çığlıklar koptu; çocuklar, masumiyetlerinin
hak etmediği şeylere tanık oldu. Yer gök ağladı.
Orada artık kuşlar yoktu, gökyüzü maviliğini o
kargaşada kaybetti. Savaş uçaklarının, topun,
tüfeğin sesinden insanlığın tiz feryatlarını
duymadılar. Oysaki yalvarmıştı insanlık:
“Ne olur, durun! Lütfen durun! Kalbinizin sesini
duymuyor musunuz? Sizin kalbinize ne oldu?”
O canavarlar sağır olmuşlardı belli ki. Bu zehirli
şelalenin suları biraz durulunca kimsenin sesini
çıkarmaya mecali kalmamıştı. Zaten geriye kalan bir
avuç bahtı karaydı. O kâbustan sonra bulundukları
yer hafızalarda kalan o güzel vatanları değildi. Savaş
hayatlarını çalamamışsa bile vatanlarını elinden
almıştı işte. Artık rahat uyuyabilecekleri bir yer
yoktu onlar için. Enkazın içinden buldukları birkaç
parça eşyayı aldılar. Koca dünyada savaşsız neresi
varsa olurdu, gideceklerdi. Bir ihtimalleri daha
vardı; o da ne yazık ki ölümdü.
Ekin ÖZANCAN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Şimdi onlar bir okyanustaydılar, ne kadar
yol kat etseler de kara bir türlü görünmüyordu,
görünmeyecekti. Ömür boyu güneşin altında
yürüyecek ama hiçbir ağacın gölgesi onları
serinletmeyecekti. Hayat neyi çıkarırsa karşılarına
onu yaşayacaklardı. “Mazi kalplerinde bir yara”ydı,
hissettikleri yaranın ateşi son nefeslerinde dahi
sönmeyecekti.
Tekrar maviyi görebilmek ne büyük bir mutluluktu!
Kâbuslardan rahat uyuyamıyor olsalar da yurtları
artık kuş cıvıltılarını duyabildikleri her yerdi.
Her şeyi geride bırakıp yeni bir hayat kurmak
ne çetindi! Bir hayat kurmak için yeterli gücün
hâlâ nefes almakta olduğunu biliyorlardı neyse ki…
Tekrar maviyi görebilmek ne büyük bir mutluluktu!
Kâbuslardan rahat uyuyamıyor olsalar da yurtları
artık kuş cıvıltılarını duyabildikleri her yerdi.
69
SON BAKIS
Çağrı CENGİZOĞLU (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Celalettin ŞAŞKIN / Edirne Lisesi Müdür Yardımcısı
70
Göç yolları, çile yollarıdır. Toprak her şeyi içine çektiği gibi göçmenlerin
acılarını ıstıraplarını içine çeker.
Köy minibüsünde koltuğun arkasına İstanbul’a çalışmaya
giden biri, içli bir not düşmüştü: “Elveda Bektaş, yine düştük
senden uzağa, gurbetin kahrını çekmeye!” Gurbet, bizim en
alışık olduğumuz, bizden kopmayan ve hasreti tattıran acı bir
vatan. Köyünden uzaklaşmak geçici bir süre de olsa ne kadar ağır
geliyor! Bektaş dediğin yer Sivas’ta bir bozkır köyü… Yüz insandan
doksan dokuzu, “Burada insanlar neden yaşar ki!..” diye
düşünür. Bir yeri vatan bellemek, ayrı bir şey tabii… Mekânlara,
coğrafyalara anlam katan insandır. Sizin bozkır, ot bile bitmemiş
dediğiniz yere orada yaşayan, kaba bir fiziki görüntüden öte
anlamlar yükleyerek bakar.
İnsan, değerler üreten ve değerleri paylaşan bir varlıktır.
Değerleri, fiziksel çevresinde yaşar ve paylaşır. Şarkıda da geçer
ya: “Şurası göz göze geldiğimiz yer / Şurası baş başa kaldığımız
yer / Buralara sık sık gelişim ondan” diye. Yaşadığımız yerlere
anılarımız bizi bağlar. Galiba vatan sevgisi de böyle şekilleniyor.
Bir yeri yurt edinip orayla manevi bir bağ kuruluyor.
Göç olgusu sosyolojin ana meselelerinden biridir. İnsanlar
neden göç eder? Göç ile oluşan yeni sosyal durumlar nelerdir?
Göç çeşitleri ve göç olgusu yeni toplumsal dinamiklere katkısı…
Bir sürü kavramlar dizgesi ve genişçe bir teorik bilgiyle karşı
karşıya kalırsınız. Göç konusunda yapılmış teorik çalışmalar,
saha araştırmaları ile meselenin fotoğrafı verilmeye çalışılır.
Göç aynı zamanda coğrafyanın da konusudur. Bilimler olayları
haliyle geneller. Genellemelerin içinde küçücük insan hikâyeleri
kaybolur. Uçaktan yüzlerce fit yukarıdan bir şehre baktığınızda
şehrin fark edilir yerlerini görürsünüz. Dev binalar hemen
gözünüze çarpar ancak içinde yaşayan insanı, hele de onun o an
neler yaşadığını görmeniz mümkün değildir.
Göç olgusuna ilk tarih kitaplarında rastlarız. 375’te Kavimler
Göçü başlar ve yüzlerce yıl sürer. Google Earth’ta dünyayı
gezmek gibi… Hemen başlatır ve binlerce kilometreyi bir
sayfada, insanlara yol aldırırız. Aklımıza gelir mi? Bu insanlar
memleketlerinden nasıl ayrıldı, neler yaşadılar? Ne acılar
çektiler? Tarihçinin suçu değildir tabi ayrıntılar o kadar çoktur ki
bunları bilmesi de mümkün olamaz. Genel hatlarıyla ilgilenmek
zorundadır.
Bilim nihayetinde duygularla olmaz. Küçük insan hikâyelerinin
tarihsel gelişime ne etkisi olabilir? Makro olayların sebepsonuç ilişkisine bakılır. Tarihi yönlendiren de makro olaylardır.
Haddimize düşmez tarihçiye tarih öğretmek. Sadece tarih değil
bütün sosyal bilimlerde, makro olaylardan hareketle sebepsonuç ilişkisi bakılır. Genellemeler yoluyla da mesele vuzuha
kavuşturulur. Bilimin ölçümü büyük oranda niceldir nihayetinde.
Göç ve göçmen kavramları nicel gözlemlerle tanımlanır. Var
olan durumun tespitleri yapılır. Bu sebeple sosyal bir hareketlilik
olan göç, onun etkileri, yerli olanların göçmene karşı tavrı ile ilgili
yapılan araştırmalarla genel manzaranın ne olduğu ortaya çıkar.
Göç etme sebepleri farklı farklıdır. Ekonomi, eğitim, sağlık ve en
trajiği savaş sebebi ile insanlar göç ederler. Sosyoloji ilmi de bunu
teferruatlı bir şekilde ele alır.
Göçmen denince akla sadece bilim nesnesi gelmez. Köyünden
gurbette çalışmak için ayrılan Bektaşlı gibi onun da kendini ait
hissettiği bir vatanı vardır. Bir daha belki de dönmemek üzere bir
meçhule gidiyor olabilir. Göç yolları, çile yollarıdır. Toprak her şeyi
içine çektiği gibi göçmenlerin acılarını ıstıraplarını içine çeker.
Toprak ana da olmasa dünya acıdan geçilmezdi hani. Toprak
acıyı çeker ama insanı kandırmaz. Üstünde yaşattığı insanların
amansızca birbirini boğazlamasına şahit olur, sabırla izler olanları.
Göç eden insanlar, memleketlerinden mi kaçar ya da insanlardan
mı? Sebebi kendinden menkul… Her ayrılış, arkasında bir
yaşanmışlık bırakır. Tamamlanmamış bir yaşanmışlık… Sallantıda,
tam bitecekken ya da başlamışken bitmeyen, bitemeyen birçok
şey… Onun için göçmen Araf’ta yaşar. Ve biraz da şizofren bakar
dünyaya. Nihayetinde kendini ait hissettiği yer ile yaşadığı yer
ayrıdır. Ne tarafa tercih yapsa içi almaz. Huzursuzdur. En mutlu
anında bile sevinçlerini kederle iç içe yaşar. Bir gün diye başlayan
beklentisi son nefesine kadar peşini bırakmaz. Bir gün doğup
büyüdüğü topraklara gidecektir. Bilir hiçbir şey bıraktığı gibi
kalmamıştır. Ama o inatla, hep bıraktığı haliyle hatırlar vatanını.
Belki de vatan hasretiyle ölenlere gözü açık gitti sözü bu
sebeple söylenir. Memleketinden ayrılırken son bir kez doğduğu
topraklara attığı son bakış. Ölüm anı fiziksel engellerin kalktığı
andır. Araf’ta yaşayanlar da gözü açık ölürken gözünün önüne
memleketine baktığı son bakışı gelir. Hasret ve “Neden?” diye
feryat eden son bakış.
71
TARİHSEL SÜRECTE
BEYİN GÖCÜ VE TÜRKİYE
İsmail KASAPOĞLU / Edirne Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Öğretmen
72
Bugünkü nesil; küresel düşünen, objektif ve
akılcı nesildir. En önemli sermayemizin iyi
eğitimli, girişimci genç neslimiz/insanımız
olduğunu unutmamalıyız. Küresel dünyada
ayakta kalabilmenin tek yolu; iyi eğitilmiş
gençlere, profesyonellere ve bilime değer
verilerek başarılabilir.
Levent TOSUN (Hasan Rıza G. S. L. Resim Öğretmeni)
73
I.Burak GUSİNALI (Aday Öğretmen)
Osmanlılarda Enderun, bugün bile Batılı akademisyenlerin
dikkatini çeken, hem fen ilimlerinin hem de İslami ilimlerin en
üst seviyede eğitiminin verildiği yer olmuştur. Etnik kimliğine
bakılmaksızın en zeki ve yetenekli olan öğrenciler, bu kurumlara
kabul edilmişlerdir. Özellikle Osmanlı Devleti; uyguladığı politika
ile dıştan içe nüfus çekme aynı zamanda ülkenin ilgili bölgelerinin
insan ile şenlendirilmesi, canlandırılması, imar edilmesi,
ekonomik ve mali yönden değerlerin üretilmesi bakımından
devlet tarafından önemsenmiştir. İçten dışa nüfus göçmesini de
bu anlayışın yanı sıra rakip devletleri ekonomik, askeri, siyasi,
idari ve güvenlik ve insan kaynağı açısından güçlendireceğinden
uygun görülmemiştir.
Beyin göçü; iyi eğitim görmüş, kalifiye, nitelikli, seçkin, uzman
ve yetenekli işgücünün yetiştiği az gelişmiş ve gelişmekte olan bir
ülkeden gelişmiş bir ülkeye en verimli olduğu dönemde çalışmak,
araştırma yapmak için gitmesi olarak tanımlanabilir. Kıt ve sınırlı
kaynakları ile yetiştirdiği değerli beyinleri kaybeden az gelişmiş
ve gelişmekte olan ülkelerin beyin göçü nedeni ile gelişmeleri
daha da yavaşlarken gelişmiş ülkelerin yetişmiş beyinlere daha
yüksek ücret ve daha iyi olanaklar sağlaması ile gelişmeleri daha
da hızlanmaktadır.
“Beyin göçü” kavramı yeni olmakla birlikte yetişmiş
bilim adamı göçü, bilim tarihi kadar eskidir. Çağlar boyunca
bilhassa harp ve işgal dönemlerinde, köklü medeniyet ve rejim
değişikliklerinde bilim adamları düşünce özgürlüklerini korumak,
daha iyi şartlarda çalışmak gibi sebeplerle doğdukları ülkelerden
göç etmişlerdir. Yine her dönemde dünyadaki düşünür ve
bilginleri kendisine çeken cazibe merkezleri var olagelmiştir.
Atina, Yunan uygarlığının her köşesinden bilim adamları için
çekici gücü yüksek bir merkezdi. MÖ 300’den itibaren İskenderiye
Kütüphanesi ve Müzesi, hemen bütün ülkelerden bilim
adamlarının toplandığı bir merkez haline gelmişti. Yunan uygarlığı
zayıfladıktan sonra Roma İmparatorluğu, Yunan sitelerinden
beyin gücü çekerek Atina’nın yerini almıştır. Türk-İslam tarihinde
de her dönem üstün beyin gücünü kendisinde toplayan cazibe
merkezleri ilmin yayılmasında önemli rol oynamışlardır. II.
Köktürk, Uygur, Karahanlı ve Gazneli Devletleri dönemlerinde
başkentler ve ticaret merkezleri hakanların (sultanların),
üst düzey yöneticilerin himayesinde bilim ve sanatta cazibe
merkezleri olmuştur.
Bilim adamları ve sanatçılar korunmuş, devlet meclislerinde
büyük saygı görmüşlerdir. Emeviler döneminde Şam medresesi
bir ilim merkezi haline gelmiş, Abbasiler zamanında da “Dar’ülHikme” denilen akademilerde geniş araştırma imkânları
sağlanmıştır. Büyük Selçuklular zamanında Bağdat’taki Nizamiye
medreseleri döneminin en güçlü ilim merkezleri olmuştur.
74
Kalkınma çabasındaki ülkelerin bugün eksikliğini duyduğu
en önemli unsurlardan biri de yetişmiş insan gücüdür. Buna
karşın söz konusu ülkelerden gelişmiş endüstri toplumlarına
doğru doktor, öğretmen, mühendis, uzman, bilim adamı,
sanatçı, teknisyen gibi yetişmiş insanların oluşturduğu önemli
bir beyin göçüne tanık olmaktayız. İnsanların gerekli eğitimini
alıp yetiştiği ülkeden temelli veya uzun süre ayrılışını ifade eden
beyin göçü; gelişmekte olan ülkeler için çok büyük bir ekonomik,
sosyal ve kültürel kaynak kaybıdır. Yetişmiş insan gücünün bir
ülkede sonsuz miktarda bulunmadığını düşünürsek beyin göçü
sonucunda ulusal kalkınma süreci az ve ya çok yavaşlayacak
hatta zaman içerisinde göçün niteliğine göre gerileyebilecektir.
Yetişmiş insanın göçü ile yoksul ülkelerden zengin ülkelere bir
çeşit teknoloji aktarımı gerçekleştirilmektedir. Yetişmiş insan
gücü üretim ve hizmet teknolojilerinin vazgeçilmez unsurudur.
Türkiye, Yunanistan, İran, Pakistan, Hindistan ve Latin Amerika
ülkeleri ile birlikte en fazla yetişmiş insan gücünü kaybeden
ülkeler arsında yer almaktadır. Beyin göçü Türkiye’yi büyük mali
zararlara sokarken bilimsel ve teknik araştırmaların eksik kalması
ülke ekonomisini de olumsuz etkilemektedir. Beyin göçünden
dünyada en fazla yararlanan ülkeler, endüstrisi en fazla gelişmiş
ülkeler olan ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Almanya,
Fransa gibi ülkelerdir. Böylece beyin göçü alan ülkeler, ailenin
ve ait olduğu ülkenin birçok maddi ve manevi emek harcayarak
yetiştirdiği bu kalifiye hazır, iyi eğitim görmüş, kendini yetiştirmiş,
yetenekli, görgülü insanlarını alıp onlardan yararlanmakta ayrıca
büyük maddi kazanç sağlamaktadırlar.
Bugün az gelişmiş ülkelerin beyin göçü diye nitelenen
nitelikli insan unsurunun gelişmiş ülkelere göçmesi ile göç
veren ülkelerde fert ve toplumun entelektüel, bilimsel hayatı ile
algı düzeyi düşmektedir. Buna karşın göç alan ülke sosyolojik,
ekonomik, askeri, stratejik ve benzeri birçok yönden avantajlı
duruma yükselmektedir. Bunun sonucu olarak göç veren
ülkelerin yarı veya tam sömürge haline getirilmesi, bağımlı ülke
konumuna düşürülmesi de söz konusu olabilmektedir.
Cumhuriyet döneminde Türkiye’den beyin göçü ülkem için
üzüntü verici bir durum doğrusu. Son yıllarda yapılan çalışmalar
ile ülkemizden beyin göçünün geçmiş yıllara göre biraz azaldığını
ve tersine döndüğünü görmek sevindirici bir durum.
Dünyadaki gelişmeler sonucunda Türkiye dışarıdan
iki dönemde önemli miktarda beyin göçü almıştır. Hitler
döneminde Alman ve Yahudi bilim adamlarına kucak açmıştır.
Bu bilim adamları Atatürk’ün himayesinde Türkiye’nin bilimsel
ve teknolojik alanda gelişmesine önemli katkıda bulundular.
Üniversitelerimizde de görev aldılar. Türkiye, Sovyetler Birliğinin
dağılması ile birlikte son yirmi yıldır Türki Cumhuriyetlerden
önemli sayıda beyin göçü almıştır.
Türkiye’den beyin göçü 1960’lı yıllarda başlamış olup
önce doktorlar, mühendisler ve sonra bilim adamları arasında
yaygınlaşmıştır. Özellikle 1970’lerin sonlarından itibaren ise
Türkiye’den gelişmiş ülkelere yönelen göç akımlarının vasıfsız
işçilerin göçünden ziyade yetenekli, vasıflı, eğitimli kişilerin,
özellikle de araştırmacı ya da üniversite öğrencilerinin göçü
şeklinde gerçekleşmeye başladığını söylemek mümkündür.
Türkiye beyin göçü en fazla olan 34 ülke içinde 24. sırada
yer almakta olup maalesef iyi eğitim gören yüz kişiden 59’unu
elinden kaybetmektedir. Günümüzde yurt dışına giden her 50
öğrencimizden 37’si geri dönmektedir. Türkiye dünya da yurt
dışına en çok öğrenci gönderen ve okutan ülkeler arasında 11.
sırada yer almaktadır.
Günümüzde Türkiye’de doğmuş olup ülke dışında yaşayan
kişilerin oranı yaklaşık olarak %4. Türkiye dışında yaşayan her
100 kişiden 6 tanesi üniversite eğitimine sahip. Türkiye göç veren
bir ülke fakat aynı zamanda göç alan bir ülke. Türkiye’de doğmuş
olup yurtdışında yaşamakta olan, üniversite eğitimine sahip
kişilerin sayısı yaklaşık olarak 176.000. Buna mukabil Türkiye de
yurt dışına gönderdiği sayıya yakın sayıda yurt dışından üniversite
eğitimine sahip kişiyi almış durumda. Türkiye dışında doğmuş
fakat Türkiye’de yaşayanların yaklaşık %30’u Almanya’dan,
%21’i Bulgaristan’dan, %3’ü ise Hollanda’dan gelmiş. Türkiye’ye
gelenlerin çoğunluğunun Türk kökenli öğrenciler olduğunu
görüyoruz. Örneğin 1989’daki Bulgaristan’dan gelen göçmenler
olmasaydı Türkiye’nin göndermiş olduğu üniversite eğitimli
göçmen sayısı aldığı sayının oldukça üzerinde olacaktı. Türkiye’de
okuyan her 1.000 öğrenciden 13 tanesi yurt dışında doğmuş.
Buna mukabil 29 öğrenci de Türkiye dışında yaşıyor ve orada
eğitim alıyor. Türkiye’nin bu pazardaki payının da görece olarak
düşük olduğunu görüyoruz. Üniversite kalitesinin yanında
öğrencilerin ülkeleri tercihlerinde birtakım sosyal ve kültürel
faktörler de en önemli etkendir. Türkiye’nin gelişmesi, kalkınması,
ilerlemesi açısından yüksek nitelikli işgücünün öneminin büyük
olduğunu görmeliyiz. Yurt dışından yüksek nitelikli kişileri çekmek
istediğimiz zaman, ilk olarak akla gelen Türkiye kökenliler.
Türkiye’nin yetişmiş elemanlarını beyin göçü vasıtasıyla
kaybetmesinin sebepleri diğer üçüncü dünya ve gelişmekte
olan ülkelerin sebepleri ile benzerdir. Bunlar da gelişmiş
ülkelerle mevcut olan ekonomik, teknolojik, sanatsal, kültürel
ve diğer farklılıkların getirisidir. 19. yüzyılda pozitivist elitler
olarak yetiştirilen, ‘milli aydın’ tipine aykırı aydınlar, ‘geleneğe’
karşı çıkarak Batı’nın ülkemizdeki gönüllü aydınlar zümresi
oluşturmuşlardır. Bugün farklı görüntüleri ile devam eden bu
çizgi, beyin göçünün temel psikolojik motifini teşkil etmektedir.
Yabancı liseler ve yabancı dille eğitim veren üniversiteler
eski özelliklerini kaybetmiş olmakla birlikte beyin göçü açısından
ileri ülkelerin kaynağı durumundadırlar. Türkiye’de yabancı
dille eğitim veren kolejlerin mezunları yükseköğrenimlerini
yurt dışında yapmak eğilimi göstermektedirler. Eğitim
kurumlarında, ‘kitle eğitimi’ uğruna kalitenin düşürülmüş
olması, eğitim kurumlarımızdan yetişen üstün vasıf ve zekâlı
genç elemanlarımızı yurt dışına itici bir faktördür. Eğitimin her
kademesine, araştırma çabalarını yaymak aynı zamanda bu olayı
bütün ülke düzeyine yaygınlaştırmak anlamına gelir ki bu da yeni
yeteneklerin ortaya çıkmasına yardımcı olur. Bilim adamlarına
sunabildiğimiz araştırma-geliştirme imkânları oldukça sınırlıdır.
Beyin göçünü önleyici politikanın temel ilkesi, bilim adamının
çalışma ve gelişme özgürlüğünü arttırmaktır. Yurt dışındaki
bilimsel temaslarını zedelemeksizin ülkeye ‘özendirici’ şartları ve
kolaylıkları sağlamak olmalıdır. Aslında bütün bunların üstünde
Türkiye’nin hangi alanda, ne vasıflarda, kaç tane elemana,
ne kadar süre içinde ve ne kadar süre ile ihtiyacı olduğunu
belirleyecek eğitim stratejisinin belirlenmesi gerekmektedir.
Bugünkü nesil küresel düşünen, objektif ve akılcı nesildir. En
önemli sermayemiz iyi eğitimli girişimci genç neslimiz/insanımız
olduğunu unutmamalıyız. Küresel dünyada ayakta kalabilmenin
tek yolu iyi eğitilmiş gençlere, profesyonellere ve bilime değer
verilerek başarılabilir.
Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerden gittikleri zengin
ülkelere hibe edilen bu beyinlerin, gittikleri gelişmiş ülkelerde
kendilerine verilen değerlerle akıllarından ve hayallerinden dahi
geçiremeyecekleri çalışma ortamları ve olanakları gördükçe
bunların ülkelerine katkıları kalmayacak ve bu gruptaki insanların
yurtdışına gitmesi en değerli hazinelerin kaybedilmesi olacaktır.
Yurt dışında eğitim gören ve yurda dönen yetişmiş beyinlerin
de ülkemizde iyi değerlendirilmesi ve iyi olanaklar sunulması
gerekmektedir.
KAYNAKÇA:
ARSLAN Hüseyin - ÖZBAY Rahmi Deniz, İktisadî Ve Siyasî Etkenlerle Osmanlı’da Dış Göç, Sosyoloji Dergisi,
İstanbul 2015.
AYDEMİR Abdurrahman, İktisadi Açıdan Beyin Göçü, Sabancı Üniversitesi, İstanbul 2011.
GENÇ, Mehmet, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yay. İstanbul 2013.
İMECİ Ş. Taha, Beyin Göçü ve Türkiye, Haliç Üniversitesi, İstanbul 2015.
KAYA Muammer, Beyin Göçü/Erezyonu, Osmangazi Üniversitesi, Eskişehir 2003. KURTULMUŞ Numan, Gelişmekte Olan Ülkeler Açısından Stratejik İnsan Sermayesi Kaybı: Beyin Göçü,
İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1992.
ŞAHİNÖZ Ahmet, Beyin Göçü Ve Teknoloji Sorunu, Hacettepe Üniversitesi, Ankara 1975
ULUSOY Nur, Türkiye’den Beyin Göçü ve Nedenleri, İstanbul 2007.
Bugün Türkiye’de bulunan yabancı doğumlu nitelikli
işgücünün oranı sadece yüzde 2’dir. Sonuçta bir kalkınma aracı
olarak nitelikli kişilerin ülkemize çekilmesi amaçlanıyorsa onlar
için burada gerekli ortamları yaratmak önemlidir.
75
YAĞMUR’UN DÜNYASI
Ebru DİNÇ / Meriç Çok Programlı Anadolu Lisesi Öğrencisi
İrem KOÇAN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
“ Bir yer olmalı, özgürlükler ülkesi gibi. Durmadan ve yılmadan çizmeye ve
sonunda ulaşmaya var mısın?”
76
Yağmur, demir
parmaklıklarla çevrili
penceresinin önüne
konan küçük serçe kuşuna
bakarak gülümsedi o an. “Ne
şanslı…” diye düşündü. İki
yana kanatlarını açıp masmavi
semaya doğru yükselmek, hiçbir
şey düşünmeden uçmak, istediği
yere konaklamak, tekrar havalanıp,
özgürlüğe kanat çırpmak ve yeniden
yine uçmak, uçmak…
Gözlerini yumdu, küçük kollarını iki
yana açtı; sağa sola sendeleyerek sessizce,
odadan, avluya çıktı. Yavaşça başını göğe
kaldırdı, kollarını açıp bir o yana, bir bu yana
umursamadan sınırsızca koşmaya başladı. İşte,
artık o da uçuyordu. Parmaklıklar yoktu, yüksek
duvarlar yoktu. Özgürlük böyle bir şeydi herhalde.
Özgürlüğün sınırsızca yaşandığı bir yer var mı
diye düşündü. “Dünya üzerinde böyle bir yer varsa
niye hala buradaydık ki!” diye sorgulamaya başladı
kendi kendine. O daha özgürlüğün tadını alamadan
kapatılmıştı bir kafese. Daha uçmayı bile öğrenememişti
ki yüksek binaların istila ettiği bir şehirde oturan
Yağmur’un aşağı düşmemesi için babası yıllar önce evin tüm
pencerelerine demir parmaklıklar taktırmıştı. Özgürlük sınır
tanır mıydı ki!.. Buradan düşünce neler olacağını tabi ki biliyordu.
“Ama benim göğümü neden engellediler ki!..” diye kendini
düşünmekten de alamazdı. Düşmekten korkulmayan, sınırların
kalktığı, insanlar özgürce fikirlerini uçuşturduğu bir yer olmalıydı.
Hemen odasına koşuverdi. Eline renkli kalemlerini, resim
kâğıdını aldı ve başladı çizmeye. Annesi yoğun bir iş gününden
sonra eve yorgun argın gelmişti. Gizlice iş yapan kızını merak etti.
Onu hiç böyle heyecanlı görmemişti. Gizlice onu izliyordu, çizdiği
şeyler gitgide ilgisini çeken şeylere dönüşüyordu çünkü…
İnce yeşil bir ova çizmişti. Bir yanı orman, masmavi gökyüzü
üzerine pembe bulutlar ile kuşlar ve o yeşilliğin kenarında bir
adam küçük bir kızın elinden tutuyordu. Birden sayfayı kopardı
ve kenara bıraktı. Heyecan içinde başka resimler çizmeye başladı.
Bir uçurtmanın ucundan kuşların arasına doğru uçan küçük
bir kız ve yine aşağıda onu izleyen bir adam çiziliydi. Annesi iç
çektiren bir bakış ile kafasını çevirmiş ve içeri gitmişti. Yağmur
bir hışım ile sandalyesinin üzerine çıkıp resimlerini almış, panoya
tutturmuştu ve gülümseyerek resimleri inceliyordu.
Birden sandalyeden atladı. Yatağının yanında duran
battaniyesine sarıldı, boynuna ve bileklerine battaniyenin
kenarlarını bağlayarak yatağın üzerinde zıplıyordu.
Sonra odanın içinde koşuşturmaya başladı. O sıra ayağı
yatağın köşesine takılmış olsa gerek yere yuvarlanıp sırt
üstü düştü. Gözlerini açtığında o gök mavisi gözler tavanda
unutulmaya yüz tutmuş fosforlu yıldız çıkartmalarına
takılmıştı. Gözleri dolmuştu. Yağmur’u tıpkı masmavi denizler
gibi gözlerinden bir yaş süzülüverdi kırmızı yanaklarından.
Kafasını çizdiği resme çevirdi. Yağmurun kafasında bir şeyler
canlanmaya başlamıştı. Gece uyuyamayıp bir sağa bir sola
dönerken düşünüyordu. O gece düşünmekle geçecekti anlaşılan.
“Özgürlükler ülkesi” neresidir?
Sabah annesinin ayak sesleriyle uyanmıştı. Gece anlamadan
uyuya kalmış, daha kendine yeni geliyordu. Annesi onu masaya
çağırmıştı. Gidip yüzünü yıkadı ve kendinden büyük sandalyeye
bindi. Masaya dayandı ve annesini izlemeye başladı.
Oradan buraya koşuşması, telefonda konuşurken elleriyle
hareketler yapması ve onunla ilgilenmemesi canını sıkıyordu. Bir
of çekti içinden. Annesi önüne mısır gevreği ve süt bırakmıştı.
Kulağında telefon ile tabakları oraya buraya taşıyordu. Yağmur
kendi kendine söylenmeye başlamıştı. Nasılsa annesi onu
duymuyordu.
Asık yüzünü, avucunun içine aldı ve diğer eli ile kahvaltısıyla
oynamaya başladı. İçinden gelenleri anlatmaya başladı. Yemyeşil
bir yerde bir bisiklete binsem... Düşmek diye bir şey olmasa.
Buradaki toz duman olmasa ve gökyüzü özgürlüğü ile masmavi
parlasa yukarlardan. Hepsinden güzel babamın yanında
özgürlüğümle olsam…
İyice hırslandı. Yağmur birden dikildi ve sandalyeden atlayıp
odasına koşmaya başladı. Annesi “Hey nereye gidiyorsun?..” diye
bağırsa da yoğun olduğu için peşinden gidemedi. Yağmur odasına
girdi ve kapıyı kapadı. Yapacaklarını kafasında kurguladı. Küçük
kedili çantasına birkaç tişört, giysi ve birkaç atıştırmalık sıkıştırıp
paltosunu giydi. Şapkasını kafasına çekti ve odasının kapısını
hafifçe açtı. Parmak uçlarıyla dış kapıya doğru ilerledi. Tam kapıyı
açıp dışarı çıkacaktı ki arkasından kapının tutulduğunu anladı
ve “Nereye böyle küçük hanımefendi…” diye annesinin sesini
duydu. Acındırıcı bir surat ifadesinde olan Yağmur ciddiyetle “Ben
özgürlüğümü bulacağım.” dedi. Annesi Yağmur’u sakinleştirip
odasına götürdü. Annesi de bu duruma üzülüyordu, kızına vakit
ayıramıyordu. Yıpranmıştı ama sıkıcı bir iş hayatı vardı. Hepsi
Yağmur’un geleceği içindi.
Gece olduğunda annesi Yağmur’un odasına doğru yöneldi.
Yağmur, annesinin ayak seslerini duydu ve hemen yatağına
koşup uyuyor taklidi yaptı. Annesi odanın kapısından içeri
baktı ve Yağmur’un üstünü örttü. Yavaşça perdeyi çekti,
arkasını döndüğünde kızının resimlerini gördü. Bu resimler
özgürlüğün resimleriydi. Beyazıyla siyahı, esmeriyle kumralı…
Herkes bir çemberde oynuyordu. Herkes el ele, birlikte olmanın
mutluluğunu çıkarıyordu.
Annesine aslında bir şey anlatmaya çalışıyordu bu resimlerle
Yağmur: “Özgürce yaşamanın mutluluğu…” resimlerin altında
bir not yazılıydı. Okudu annesi: “ Bir yer olmalı, özgürlükler ülkesi
gibi. Durmadan ve yılmadan çizmeye ve sonunda ulaşmaya var
mısın?”
77
Engin İmran DOĞAN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
İNSANLIK İDAM EDİLİYOR
Boş bakışlarla seyrediyoruz insanlığın idam edilişini.
Seren GÖNEM / Subaşı Ortaokulu Öğrencisi
78
Asrın EĞMEN (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)
Suriye gerçeği, insanlığın idamıdır. Bu konuyu klasikleşmiş
tanımlarla açıklamak mümkün değildir. Öyle ki doğmamış
çocukların hatta insanlık tarihinin katledilişi, orada yaşanan
vahşet, yitirilen masum canlar… Tüm bunlar vicdan terazisiyle
ölçülemez.
Evet, insanlığın idam edilişini hangi gazete manşetine,
hangi haber bültenine baksak görüyoruz, duyuyoruz. Peki,
hangi cümleler bize minicik bir cansız bedenin karaya vurmuş
cesedini anlatabiliyor. Kaçımız o bebeğin sessiz çığlıklarını
duyup sıcak denizden soğuyoruz? Kaçımız bombaların acımasız
parçalayışından kurtulup bebeğini kaybetmiş bir annenin
parçalanmış yüreğini hissedebiliriz? Hangi dil anlatabilir bunları?
Bomba yağmurunun altında şemsiye açmaya benzemiyor mu?
Kendilerine zorla diretilen ölüm kuyusundan kürek çekerek
kurtulmaya çalışan insanların çabalarını bu çaresizliği nasıl
anlatabiliriz? Kendilerine ölümü getirenlerin kucaklarına bir
koruyucu anne gibi sarılmaya çalışmalarına ne diyebiliriz?
Acı dediğimiz o durumu iliklerine kadar hissetmiş bir
toplumdan bahsediyoruz. Ağlamak, yıpranmak, yalvarmak,
yardım beklemek hem de onlara bu zulmü yaşatanlardan
ne kadar yetersiz kalıyor kelimeler? Bir ağacın köklerinden
koparılması gibi yaşadığın dünyadan koparılmak, buna
zorlanmak, horlanmak, dayak yemek, ağlamak, kaçmak,
bilinçsizce nereye?.. Nasıl?.. Kime?.. Neden?.. Ve niçin?..
Neresinden tutarsanız tutun, dökülüyor koca bir gerçek ve diz
çökmek, umut ışığı aramak; umutsuzca, çaresizlik içinde çare
aramak; gelen bombaya, eşini kaybetmiş kadının gözyaşlarına
bakmak; çiçek koklamak yerine, barut ve kan kokusu arasında
kaçışmak; yıkıntılar içerisinde çocuğunu aramak, annesini
aramak, babasını aramak… Tüm bu yaşananlar karşısında
hissedilen duyguları, nasıl anlatabilirsin? Anlatamazsın!..
Kanla kara toprağa yazılan tarih görüyoruz. Tutup sorsanız
acının, çaresizliğin, umudun ne olduğunu belki o zaman anlarız.
Kim bilir bizler de insanlığın sonunu seyreden birer seyirciyiz.
Boş bakışlarla seyrediyoruz insanlığın idam edilişini.
79
“Bin tane iste, senin için yakalayayım!”
Uçurtma Avcısı
KABİL’İN SULTANLARI
Ayşegül DEĞİRMENCİOĞLU / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni
80
Afganistan’ın yaşadığı işgal ve sonrasındaki karışıklıklar pek
çok insanın topraklarından göç etmesine neden oldu. Emir ve
Hasan’ın hikâyesinin anlatıldığı Afganistan’ın işgaliyle başlayan
göç, “Uçurtma Avcısı” adlı film de Afganistan’da başlayıp ABD’de
sona eriyor.
Emir ve Hasan Afganistan’da monarşinin son yıllarında
büyüyen iki çocuk. Aynı evde büyüyüp aynı sütanneyi
paylaşmalarına rağmen Emir, son derece duyarlı ve ufku geniş
Hasan’ı arkadaşı olarak kabullenemez. Çünkü Emir, zengin ve
tanınmış bir iş adamının Hasan ise onun hizmetkârı Ali’nin
oğludur. Hasan aynı zamanda pek sevilmeyen bir etnik azınlık
olan Hazaralara mensuptur.
Emir’in kıyafetlerini hazırlamak, sofrasını kurmak Hasan’ın
görevidir. Emir okula giderken Hasan ev işlerinde babasına
yardım eder. Hasan okuma yazma bilmediği için Emir, üzerinde
“Emir ve Hasan, Kabil’in Sultanları” yazdıkları nar ağacının
altında Hasan’a hikâyeler okur. Hasan’ın en çok sevdiği,
Emir’den tekrar tekrar okumasını istediği hikâye Rüstem ve
Sohrap’tır. Nar ağacının altında Hasan’a kendi yazdığı öyküyü
anlatan Emir’e, Hasan bir gün “Sen ileride çok iyi bir yazar
olacaksın.” der. Babasının yakın dostu Rahim Han, Emir’e
doğum gününde hikâyelerini yazması için bir defter hediye
eder. Böylece Emir’in yazarlık kariyeri çocukken başlar. Hasan,
Emir’e sonsuz sadakatle bağlıdır. Emir ise Hasan’ın sadakatini
sınamaktan ve onu küçümsemekten gaddarca zevk alır.
Kabil’de kış mevsimi gelip kar yağdığında okullar birkaç
aylığına tatil edilir. Tatilde çocukların en büyük eğlencesi
uçurtma uçurmaktır. Hasan uçurtmaların havadaki rekabeti
sonrası uçurtmanın nereye düşeceğini sezip bütün çocuklardan
önce yakalayan müthiş bir uçurtma avcısıdır. Birlikte geçirdikleri
son kış mevsiminde yapılan uçurtma yarışmasını Emir ve Hasan
kazanır. Emir’in mücadele edip düşürdüğü son uçurtmayı Hasan
yakalamak üzere koşarken Emir’e “Bin tane iste, senin için
yakalayayım.” der. Uçurtmayı yakalayan Hasan, onu daha önce
de rahatsız eden Asef ve arkadaşlarının saldırısına uğrar. Hasan,
uçurtmayı isteyen Asef’e direnir çünkü uçurtmayı arkadaşı için
yakalamıştır. Emir ise arkadaşını kurtarmak yerine onun başına
gelenleri, gizlendiği yerden izlemeyi tercih eder. Bu olay Emir
ve Hasan’ın arkadaşlığında kırılma noktası olur. Emir ihanetinin
ağırlığını yüreğinde daima taşır. Hasan’ın varlığı ona hep göz
yumduğu olayı hatırlatır. Bu yüzden Hasan’dan kurtulmak ister
ve onu hırsızlıkla suçlar. Hasan arkadaşının suçlamasını kabul
eder. Emir’in babası Hasan’ı affettiğini söylese de Ali oğlunu alıp
evi terk eder.
1979’da Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal eder. Emir’in
babası komünizm karşıtı düşünceleriyle tanınmaktadır bu
nedenle ülkeden ayrılmak zorunda kalırlar. Emir ve babası önce
Pakistan’a oradan ABD’ye göç ederler.
ABD’de her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalırlar.
Önce devlet yardımıyla yaşarlar. Emir’in babasına bu
durum çok ağır gelir. Afganistan’da iken tanınmış bir iş adamı
olarak ihtiyacı olanlara yardım ederken şimdi kendisi yardıma
muhtaç duruma düşmüştür. Bir süre sonra benzin istasyonunda
çalışmaya başlar. Artık devlet yardımı almak zorunda olmadığı
için rahatlar.
Çocuklar boyama kitabı değildir onları
istediğin renklere boyayamazsın zaten
onlar her haliyle dünyanın en güzel
varlıkları.
Emir, yüksekokulu bitirir. Babasının tıp eğitimi alması
arzusuna rağmen yazarlık eğitimi alır. Kendileri gibi
Afganistan’dan göç etmiş olan General Taheri’nin kızı Süreyya ile
tanışır ve evlenir. Bu arada Emir’in babası akciğer kanseri olur
ve ilerlemiş olan hastalığın tedavisi mümkün olmaz. Ülkesinin ve
Hasan’ın özlemi ile yabancı bir ülkenin topraklarına gömülür.
Emir’in ilk kitabı basılır ve olumlu tepkiler alır. Kitabının
tanıtım turuna çıkmayı planlarken Rahim Han’dan bir telefon
alır. Rahim Han, Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesi
üzerine Pakistan’a göç etmiştir. Hayatının son günlerini yaşayan
Rahim Han, Emir’e şöyle der: “Yeniden iyi biri olmak mümkün.”
Rahim Han, Emir’e Hasan’ın hikâyesini anlatır. Rahim Han, Emir
ve babasının Afganistan’dan ayrılmalarından sonra onların
evlerine göz kulak olur. Hasan ve eşini yanına alır. Hasan
çocukluğundaki gibi evin bütün işlerini üstlenir. Bir oğlu olur,
oğluna en sevdiği hikâyenin kahramanının adını verir: Sohrap.
Hasan’la aynı memeden süt emmiştik.
İlk adımlarımızı aynı bahçede,
aynı çimenlerin üzerinde atmıştık.
Ve ilk sözcüklerimizi aynı çatının altında
söylemiştik. Benimki Baba idi.
Onunkiyse Emir. Benim adım.
Şimdi geriye bakınca, 1975 yılında
olanların ve onu izleyenlerin kökeninde
işte bu iki sözcüğün yattığını görüyorum.
81
Masasının üzerindeki bir levhada şöyle
yazıyordu: Yaşam bir trendir, atla!
1996’da Taliban, yönetime el koyup çatışmalara son verince
Rahim Han “Savaş bitti Hasan, artık yeniden barış olacak.” der.
Birkaç hafta sonra Taliban, uçurtma yarışlarını yasaklar. İki yıl
sonra da Mezar-ı Şerif’teki Hazaraları katleder.
Rahim Han tedavi için Pakistan’a gittiğinde Hasan’dan eve
göz kulak olmasını ister. Bir Hazara’nın büyük bir evde yaşaması
Taliban’ın dikkatini çeker. Hasan, Rahim Han için eve göz kulak
olduğunu söylese de Hasan’ın evi terk etmesi istenir. Hasan
yıllar önce uçurtmayı vermemek için nasıl direndiyse evi
terk etmemek için de öyle direnir. Taliban tarafından o ve eşi
öldürülür. Ailesini kaybeden Sohrap yurda gönderilir.
Rahim Han, Emir’den Sohrap’ı Pakistan’a getirmesini ister.
Emir, bunu neden kendisinin yapması gerektiğini anlayamaz.
Rahim Han yıllardır saklanan gerçeği Emir’e söyler: “Hasan
senin kardeşin ve Hasan’a borçlusun.” Emir, babasının
söylediklerini hatırlar: “...Yalnızca bir günah vardır, tek bir
günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın
bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman bir yaşamı
çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir
babayı almış olursun. Yalan söylediğinde birinin gerçeğe ulaşma
hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu,
haklılığı çalmış olursun.”
82
Emir, yeniden iyi biri olabilmek, yıllar sonra da olsa hatasını
telafi etmek için Afganistan’a gider. Yirmi yıl sonra yeniden
ülkesindedir. Rahim Han’la, Hasan’ın oğlu Sohrap’ı bulmak
için Kabil’e gelirler. Afganistan’ın geçirdiği değişiklik kendisini
ülkesinde turist gibi hissetmesine neden olur. Taliban’ın elindeki
Sohrap’ı, hayatını riske atarak kurtarır, beraberinde ABD’ye
getirir. Ona bir yuva verir ama Sohrap, yaşadığı olaylar nedeniyle
hayata küsmüş ve sessizliğe gömülmüştür. Emir, sabırla Sohrap
ile ilgilenir.
Aylar sonra piknikte, tıpkı çocukken Hasan’la yaptıkları gibi
Sohrap ile uçurtma uçururlar. Sohrap ilk kez tebessüm eder.
Emir, uçurtmayı yakalamasını isteyip istemediğini sorar. Sohrap
başını “evet” anlamında sallar. Emir, “Bin tane iste, senin için
yakalayayım.” der ve yüzünde kocaman bir gülümsemeyle koşar,
yeniden iyi biri gibi hisseder.
Uçurtma Avcısı; köklü ve zengin bir kültüre sahip toprakların
yok edilişini, insanların ülkelerini terk etmek zorunda kalışlarını,
arkadaşlığı, sadakati, baba ve oğul ilişkilerini, tarihi olaylar
örgüsü içinde anlatan büyüleyici bir film.
HİCRET
I
Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve kilise çanları
Durmadan çalardı, bütün gün.
Tren sesi duyulurdu yatağından
Arada bir
Ve geceleri.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartmanda.
Böyle olduğu hâlde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti.
II
Şimdi kavak ağaçları görünüyor,
Penceresinden,
Kanal boyunca.
Gündüzleri yağmur yağıyor;
Ay doğuyor geceleri
Ve pazar kuruluyor, karşı meydanda.
Onunsa daima;
Yol mu, para mı, mektup mu;
Bir düşündüğü var.
Gıyasettin GEZGİN (Hasan Rıza GSL Öğretmeni)
Orhan Veli KANIK
83
Fotoğraf : N .Dilek ALTAY
84

Benzer belgeler