hangi modernliğin sonu? - Hacettepe Üniversitesi Sosyolojik

Transkript

hangi modernliğin sonu? - Hacettepe Üniversitesi Sosyolojik
HANGİ MODERNLİĞİN SONU?
Prof. Dr. Immanuel WALLERSTEIN*
Çeviren: Arş. Gör. Adem PALABIYIK**
Özet
Bu makalede Yale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Profesörü olan Immanuel Wallerstein, iki
tür modernliğin olduğu kanısındadır. Bunlardan biri teknoloji modernliktir. Bu modernlik
çok ileri teknoloji anlamına gelmekte ve teknolojik gelişmenin sonsuzluğunu ve de bu
nedenle de daima yeniliği var sayan bir kavramsal çerçeveye konumlanmışken, serbest
modernlik ise Ortaçağ karşıtı olmak anlamına gelmektedir. Wallerstein, bu iki modernlik
serüvenini üç bölümde analiz eder; on beşinci yüzyılın ortalarından on sekizinci yüzyılın
sonuna kadar modern dünya sistemimizin başlangıç noktaları arasında geçen 300–350 yıl;
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın büyük bir bölümü, veya sembolik tarihler kullanılırsa 1789’dan
1968’e kadar olan süre; 1968 sonrası dönem. Tarihsel bir perspektif içerisinde ilerleyen ve
ideolojik akımlar ile birlikte ele alınan modernlik kavramı yine Wallerstein tarafından
çağımız adına sona erdirilir. Sona erdirilen modernlik “yanlış modernlik”tir. İlk kez
serbestliğin doğru modernliği için yeniden başlanması gerektiğini söyleyerek modernlik
söylemlerine noktayı koyar.
Anahtar Kelimeler: Modernlik, İlerleme, Avrupa, Liberalizm.
END OF WHAT MODERNITY?
Abstract
In this essay Immanuel Wallerstein, professor of sociology in Yale University, thinks that
there are two kind of modernity. One of them is technological modernity. This modernity
means very advanced modernity and it is based on the idea that the technological
advancement is eternal and renews itself. The independent modernity means to be antiMiddle Age. Wallerstein analyses this two kind of modernity in three category: 300-350
years which passed from the middle of 15th century to end of 18th century, the years which
passed in the beginning points of our modern world system, the majority of 19th century
and if symbolic dates are used from 1789 to 1968 and post 1968 age. The term modernity
which have developed in a historical perspective and taken into consideration with
ideological movements is terminated by Wallerstein on behalf of our age. The terminated
modernity is “false modernity” He puts an end to the discussion by saying that its necessary
to begin again for the right modernity of the independence.
Key words: Modernity, Advancement, Europe, Liberalism.

“Theory and Society”, Vol. 24, No. 4, (Aug. 1995), pp, 471-488’te yayınlanan “End of
What Modernity” adlı makale, Prof. Dr. Immanuel Wallerstein’dan alınan izin ile
Türkçe’ye çevrilmiştir.
* Yale Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi.
** Muş Alparslan Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.
1940’ların sonlarına doğru koleje gittiğimde, modern olmanın erdemlerini
ve gerçekliklerini öğrenmiştik. Bugün neredeyse yarım yüzyıl sonra; günümüzde,
postmodern olmanın erdemlerinin ve gerçekliklerin anlatıcılığını yapıyoruz. Bir
zamanlar kurtuluşumuz olan ancak kötü ruhumuzun yerine geçmeye başlayan
modernliğe ne oldu? Daha önce sözünü ettiğimiz modernlikle ve şimdilerde
konuştuğumuz modernlik aynı mıdır? Hangi modernliğin sonuna geldik?
Her zaman ilk bakılan The Oxford English Dictionary (OED) bize
“modern” in bir anlamının :“ Ortaçağı takip eden zaman diliminde yaygın olarak
uygulanan (Antik ve ortaçağlardan farklı olarak)” tarih yazmayla ilgili olduğunu
söylüyor. Sözlük, henüz 1585 yılında bir yazarın “modern”i bu anlamda
kullandığını aktarıyor. Daha da ötesinde; sözlük bize, modernin aynı zamanda
“şimdiki çağda veya dönemde olan veya buna ait” anlamına geldiğini de söylüyor,
bu durumda “post-modern” kavramı bir tezatlıktır (oxymoron1) ve sanırım “yapı
çözümü” nün (deconstruct) yapılması gerekir.
Yaklaşık elli yıl önce; “modern” in iki açık anlam çağrışımı vardı. Biri
olumlu ve ileriyi gören bir çağrışımdı. “Modern” en ileri teknoloji anlamına
geliyordu. Kavram, teknolojik gelişmenin sonsuzluğunu ve bu nedenle de daimi
yeniliği varsayan bir kavramsal çerçevede konumlandırılmıştı. Modernlik kısa
sürede yok olan bir modernlikti – bugünün modernliği yarın çağdışı kalacaktı. Bu
modernlik şekil olarak oldukça maddiydi: uçaklar, klima, televizyon, bilgisayarlar.
Bu tipte modernliğin cazibesi halen kendini tüketmedi. Aslında kötü bir şey olarak
çevre kontrolü ve hız için bu sonsuz macerayı reddedeceğini iddia eden
milyonlarca zamane çocuğunun olacağına şüphe olmayabilir. Ancak; Asya, Afrika,
Batı Avrupa ve Latin Amerika, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın getto ve
gecekondu mahallerinde; bu tip bir modernliğin keyfini sürmeye can atan
milyarlarca –milyonlarca değil, milyarlarca- insan vardır.2
Bununla birlikte, modernlik kavramının ikinci çağrışımı olumlu olmaktan
çok negatiftir. Bu şey, idealist olmaktan çok daha az maddeci, militan (aynı
zamanda kendini beğenmiş) olmaktan çok daha az ileri görüşlü olarak diğer
çağrışımı karakterize edebilir. Modern olmak; dar görüşlük, dogmatizm ve
1
2
İki zıt kavramın bir araya gelerek oluşturduğu ifade. Ç. N.
Wallerstein, burada, toplumsal anlamda Batı diye tabir edilen bölgeyle diğer bölgeler
arasında bir sınır çizgisi çekiyor gibi. Bunun sebebi, modernliğin, teknolojiden ayrı
tutulması olabilir. Ç. N.
otoritenin tüm kısıtlamalarının üzerinde yeniden doğan “orta çağa ait” kavramında
bir çelişkiyle, ortaçağ karşıtı olmak anlamına işaret eder. Bu Voltaire’nin “Ecrasez
l'infame”3 çığlığıydı. Bu Miton’un Kaybolan Cennet’inde Şeytan (Lucifer)’ın
kutlanmasıydı. Bu, İngiltere, Amerika, tabii ki Fransa, aynı zamanda Rusya ve
Çinlilerin bütün klasik “Devrim”leriydi. Birleşik Devletlerde; kilise ve devleti
birbirinden ayıran doktrin, Anayasa’daki ilk 10 değişiklik, Özgürlük Bildirgesi,
Clarence Darrow davası, Brown’un Eğitim Kurumuna Karşı Davası ve Roe
Wade’e karşı davası idi.
Kısacası bu, şeytan ve cehaletin güçlerine karşı insan özgürlüğünün
varsayımsal zaferiydi ve teknolojik gelişme olarak kaçınılmaz ilerlemenin
yörüngesi idi. Ancak, insanın doğaya karşı zaferi değildi; daha çok insanın kendine
karşı veya ayrıcalıkları olanlara karşı zaferiydi. Bunun yolu entelektüel bir keşif
değildi,
toplumsal
çelişkiydi.
Bu
modernlik,
teknolojinin
modernliği,
4
Prometheus’un özgürlüğü , sınırsız sağlık değildi, daha çok serbestlik modernliği,
maddi demokrasi (aristokrasiye karşı halkın kuralı, en iyi kural), insan
gerçekleşmesi ve yumuşamanın olumlanması idi. Bu serbestlik modernliği, uçucu
değil sonsuz bir modernlikti. Bir kez başarılırsa; bir daha asla tükenmeyecekti.
İki hikâye; iki söylem; iki mesele; iki modernlik, oldukça farklı ve hatta
biri diğerine karşıydı. Ancak, bunlar; derin yanılgı, belirsiz sonuçlar ve çok fazla
hayal kırıklığı ve acı tecrübe olacak kadar tarihsel olarak derinlerde sarmal
biçimdeydiler. Bu simbiyotik çift, tarihi kapitalizm sistemi, modern dünya
sistemimizin merkezi kültürel çelişkisiyle şekillendi. Ve bu çelişki, asla bugün
olduğu gibi moral ve kurumsal krizlere yol açan şekilde şiddetli olmadı.
Şimdi, modern dünya sistemimizin tarihi üzerinden bu iki modernliğin –
teknoloji modernliği ve serbestlik modernliği- karmaşık simbiyozu5 tarihinin izini
sürelim. Hikâyemi üç bölüme ayırıyorum: on beşinci yüzyılın ortalarından on
sekizinci yüzyılın sonuna kadar modern dünya sistemimizin başlangıç noktaları
arasında geçen 300–350 yıl; 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın büyük bir bölümü, veya
sembolik tarihler kullanılırsa 1789’dan 1968’e kadar olan süre; 1968 sonrası
dönem.
3
“İmansızın kökünü kurutun”, Voltaire bu sözü ruhban sınıfını kast ederek söylemiştir.Ç. N.
Prometheus, Yunan mitolojisine göre ilk uygarlığın öncüsüdür. Efsaneye göre,
Tanrılardan öç almak amacıyla balçıktan yarattığı ilk erkek insana uygarlığı vermek için
gökyüzünden ateşi çalan titandır. Ç.N.
5
Ortaklaşalık, Birbirine bağımlılık. Ç. N.
4
Bu üç dönemin her birinde farklı nedenlerle modern dünya sistemi hiçbir
zaman modernlik fikriyle tam olarak uyumlu olmamıştır. İlk dönem boyunca;
yerkürenin yalnızca bir kısmı ( öncelikle Avrupa’nın büyük bölümü ve Amerika)
kapitalist dünya ekonomisi olarak isimlendirebileceğimiz bu tarihi sistemi kurdu.
Bu, söz konusu çağ için gerçekten kullanabileceğimiz bir saptamadır, bunun
öncelikli nedeni, sistemin yerinde kapitalist dünya ekonomisinin üç tanımlama
özelliğine sahip olmasıydı: çekirdek benzeri ve çevresel ekonomik faaliyetler
arasında kutuplaşmayla kendi sınırları içerisinde işgücünün yalnızca tek bir
eksensel bölümlemesinin var olması; bu eksensel işgücü bölünmesini birleştiren
sınırlara sahip olan devletlerarası bir sistem vasıtasıyla politik yönetim yapıları ve
devletlerin birbirine bağlanması ve sınırlanması ve yapmayanları ezip geçmenin
geçerli olduğu sürekli sermaye birikiminin peşinde koşanlardı.
Her şeye rağmen, kapitalist dünya ekonomisinin jeo-kültürü, bu ilk
dönemde çok sıkı değildi. Aslında; bu, kapitalist dünya ekonomisi kapsamında
konumlanmayan dünyanın kısımları için jeo-kültürel normların olmadığı bir
dönemdi. Devletler laik olmalı mı, yoksa olmamalı mı, moral konumda egemenliğe
yatırım yapılmalı mı, yoksa yapılmamalı mı ve entelektüeller için kısmi kurumsal
otonominin meşruiyeti veya çoklu dinlerin sosyal icazeti konularında minimal olsa
dahi toplumsal konularda bir konsensüs yoktu. Bunların hepsi aşina olduğumuz
hikâyeler. Bunlar, öncekinin hala politik yöneticiler ve sosyal kurumların kontrolü
altındaki gelişimine katılan güç ve ayrıcalık arayanların hikâyeleri gibi
durmaktadır.
Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta; bu dönemde, teknolojinin
modernliğini savunanlarla serbestliğin modernliğini savunanların aynı güçlü politik
husumete
sahip
olmaya
meyilli
olmalarıdır.
İki
modernlikte
birbiriyle
koordinasyon içinde görünmekteydi ve ikisini birbirinden ayıracak çok az öğe
vardı. Galileo, kiliseye itaat etmeye zorlandı, ancak; hem teknolojik ilerleme hem
de insan serbestliği için mücadele ediyormuş gibi görünen cılız sesler (muhtemelen
sonradan uydurulmuş); Eppur si muove (yine de dönüyor) vardı. Aydınlanmayı
özetlemenin bir yolu da, teknolojinin modernliğinin ve serbestliğin modernliğinin
tanımlanmasında bir inancın inşa edildiğini ifade etmek olabilirdi.
Eğer kültürel çelişki olsaydı; kapitalist dünya ekonomisi, bunu sürdürmek
ve güçlendirmek için gerekli jeo-kültürün olmadığı bir çerçeve içinde ekonomik ve
politik açıdan hala işliyor olurdu. Dolayısıyla bütün sistem, kendi dinamik
itkilerine aykırı biçimde ayarlanmıştı. Bu, belki de koordinasyonsuzluk veya
kendine karşı mücadele etmek olarak düşünülebilir. Sistemin süregiden açmazı jeokültürle ilgiliydi. Bu durum kapitalist dünya ekonomisinin kendi iç mantığının
gerektirdiği biçimde gelişmesi ve genişlemesi için ciddi bir ayarlama
gerektirmekteydi.
Yalnızca Fransa için değil, modern dünya sisteminin bütününde meseleyi
etkileyen Fransız Devrimi idi. Fransız Devrimi yalıtılmış bir hadise olarak değil
daha çok bir kasırganın merkezi olarak düşünülebilirdi. Bu Amerikalıların
dekolonizasyonuyla 6 sınırlı (önce gelen, başarılı) idi- İngiliz Kuzey Amerika,
Hispanik Amerika ve Brezilya, Haiti Slav Devrimi ve Peru’daki Tupac Amaru gibi
yerel Amerikan ayaklanmalarının dekolonizasyon göçmenleri-. Fransız Devrimi,
Avrupa boyunca ve kıyılarında İrlanda’dan Rusya’ya, İspanya’dan Mısır’a kadar
uzanan yeni olgunlaşmaya başlayan milliyetçilik ve çeşitli şekillerde özgürlük için
mücadelelerle uyarılmıştı ve bunlarla bağıntılıydı. Bunu, yalnızca bu ülkelerde
Fransız devrimci doktrinlerine sempati titreşimlerini çağrıştırarak değil, aynı
zamanda Fransız Devrimci doktrinleriyle çok benzer bir isim altında yatan Fransız
(Napolyonik) emperyalizmine karşı reaksiyonları provoke ederek de yaptı.
Her şeyin ötesinde; Fransız Devrimi, teknolojinin modernliği ile
serbestliğin modernliğinin asla birbiri ile özdeş olmadığını, ilk kez bazı
yöntemlerle, gözler önüne serdi. Aslında; öncelikle teknolojinin modernliğini
isteyenlerin, serbestliğin modernliğini savunanların gücü karşısında birden bire
korkuya kapıldıkları söylenebilir.
1815 yılında; Napolyon mağlup oldu. Fransa’da bir “Yenilenme”
yaşanmaktaydı. Avrupa güçleri, hiç değilse bazıları tarafından irticai statükonun
garanti altına alındığını varsayan bir Uluslar Birliği kurdu. Aslında bunun
denenmesi imkânsızdı. Bu uyum 1815 ve 1848 yılları arasında; eş zamanlı olarak
serbestliğin modernliğini içerirken teknolojinin modernliğini yüceltme yerine
tasarlanarak jeo-kültür detaylandırıldı.
İki modernliğin simbiyotik ilişkisi göz önüne alınacak olursa, kısmen
birbirinden ayrılmasını sağlamak kolay bir mesele değildi. Henüz hayata
geçirilmişti ve bu nedenle kapitalist dünya ekonomisinin operasyonlarını
meşrulaştırmak için kalıcı olarak jeo-kültürel temelde yaratıldı. Hiç değilse 150 yıl
kadar başarısını sürdürmüştü. Operasyonun anahtarı serbestçilik ideolojisinin
6
Sömürgelerden geri çekilme politikası. Ç. N.
detaylandırılması ve kapitalist dünya ekonomisinin sembolik ideolojisi olarak
kabul edilmesiydi.
İdeolojiler, kendi başına Fransız Devrimi tarafından yaratılan yeni kültürel
durumun ortaya çıkarttığı yeniliklerdi. 7 1815 yılında düzeni yeniden kurduklarını
ve geleneği keşfettiklerini düşünenler aslında çok geç kalmışlardı: zihniyetlerde ani
bir değişim oluştu ve bu tarihsel olarak geri dönülemez bir olguydu. İki radikal
yeni fikir neredeyse aleni olarak geniş çapta kabul görmeye başladı. Bunlardan ilki,
politik değişimin olağanüstü olmasından daha ziyade normal bir oluşum
olduğuydu. İkincisi ise “Ulus” olarak isimlendirilen bir mevcudiyette egemenliğin
yaygınlaşmasıydı.
Her iki kavram da tartışmalıydı. Kuşkusuz, Kutsal İttifak her iki fikri
bütünüyle reddetti. Bununla birlikte; Dünya sisteminde yeni hegemonik gücün
hükümeti olan İngiliz Muhafazakâr hükümeti, Fransa’da on sekizinci Louis’ nin
Restorasyon monarşisinin olduğu kadar çok fazla iki yanlıydı (belirsiz). İçgüdüsel
olarak muhafazakârdı ancak iktidarı kullanımada kabiliyetli olan bu iki hükümet
çift yanlıydı, çünkü kamuoyunda esecek bir tayfunun gücünün farkındaydılar ve
riski durdurmaktan çok yöneltmeye karar verdiler.
Böylece, halkın moral egemenliği ve politik değişim normalliği konusunda
yeni inançlarla başa çıkabilmek için ortaya çıkan oldukça basit ideolojiler, uzun
soluklu politik stratejiler tasarlandı. Üç yönetim ideolojisi ortaya çıktı. Bunlardan
ilki, yeni fikirlerden korkutulmuş ve bunların moral olarak yanlış olduğunu
düşünenlerin, yani kötü bir şey olarak modernliği reddedenlerin ideolojisi olan
muhafazakârlıktı.
Minimum karmaşa ve maksimum kontrollü manipülasyonla yöntemsel
olarak dört başı mamur biçimde başarmak isteyen modernlik savunucularının
doktrini olarak muhafazakârlığa tepki sonucunda Liberalizm doğdu. Birleşik
Devletler Yüksek Mahkemesinin 1954 yılında belirttiği gibi: yasa dışı ayrımcılık
yaparken, değişikliklerin, gerçekten de bildiğimiz gibi “çok hızlı olmadan, ancak
tekrar çok yavaşlamadan” anlamına gelen “bütün planlanmış hızıyla” başarılması
gerektiğine inandılar. Liberaller kendilerini tamamıyla teknolojinin modernliğine
hasretmişlerdi,
7
ancak;
serbestleşmenin
modernleşmesi
konusunda
oldukça
Daha fazla bilgi için şu çalışmama bakınız: “The French Revolation as a world-historical
event,”, Unthinking Social Science: The Limits of Nineteenth-Century Paradigms içinde
(Cambridge: Polity Press, 1999), 7–22.
titizlerdi. Teknisyenler serbestleşmenin görkemli bir fikir olduğunu ancak sıradan
insanlar için tehlikeler içerdiğini düşünüyordu.
19. Yüzyılın üçüncü büyük ideolojisi en son ortaya çıkan sosyalizmdi.
Liberaller gibi sosyalistlerde ilerlemenin kaçınılmazlığını ve çekiciliğini kabul
ettiler. Liberallerin aksine yukarıdan aşağıya doğru reformdan şüphe duyuyorlardı.
Modernliğin tüm yararları karşısında- kuşkusuz teknolojinin modernleşmesi için ve
hatta serbestliğin modernleşmesinden daha fazla sabırsızdılar. Haklı olarak,
liberallerin liberalizmi, hem uygulama kapsamıyla hem de bunu uygulamaya
meyilli kişilerle sınırlayacağından şüphelendiler.
Ortaya çıkan ideolojiler üçlemesinde, liberaller kendilerini politik merkeze
yerleştirdiler. Liberaller, birçok alanda karar alınan devleti, özellikle de monarşi
devletini el çektirmeye çalışırken, rasyonel reformizmin merkezine devleti
yerleştirmekte daima ısrarcı olmuşlardı. Örneğin; Büyük Britanya’da, Corn
Yasalarının8 ortadan kaldırılması, şüphesiz ki dış rekabete karşı iç pazarları koruma
işinde devleti dışarıda bırakmak için sarf edilen uzun dönemli çabaların bir
sonucuydu. Ancak, aynı parametreler aynı on yıl içerisinde; iş ve istihdam
koşullarının düzenlenmesine devletin müdahalesi için uzun dönemli bir çabanın
başlangıcı (sonu değil) olan Fabrika Yasası’nı çıkardı.
Aslında devlet karşıtı bir doktrin olmaktan uzak olan Liberalizm, devlet
mekanizması etkililiğinin güçlenmesi için merkezi bir gerekçe haline geldi. 9 Bunun
nedeni; liberallerin merkezi amaçlarını başarmanın – daha ötesinde “tehlikeli
sınıfları” akıllıca ve eş zamanlı olarak yatıştırmak için devleti, vazgeçilmez olarak
görmeleridir. Böylelikle, serbestliğin modernleşmesinden edilmiş olan “ulusun”
egemenliği kavramının uygulanmasını “hızlandırmak/çökertmek”i (precipitate)
umdular.
Kapitalist dünya ekonomisinin orta dönemi olan 19. Yüzyıldaki merkez
bölgelerinde Liberal İdeoloji kendini başlıca üç siyasi hedefe yöneltti: oy hakkı,
refah devleti ve ulusal kimlik. Liberaller bu üçünün birleşiminin, “tehlikeli
sınıflıları” bastıracağını, bununla birlikte teknoloji modernliğini sağlayacağını
ummaktaydılar.
8
9
Yurt içi ve yurt dışında tahıl ticaretini düzenleyen yasalar. Ç. N.
Bu bilgi için şu metnime bakınız: “Liberalism and the legitimation of nation-states: An
historical interpretation, “Social Justice 19/1 (Spring 1992): 22–33.
Oy hakkı üzerine olan tartışma bir yüzyıl süresince ve bunun sonrasında da
devam etti. Uygulamada; oy hakkının genişletilmesinde yukarıya doğru sabit bir
eğri vardı: birçok yerde şu sıralamayla oldu: önce küçük mülk sahipleri, sonra
mülkü olmayan erkekler, daha sonra gençler, daha sonra kadınlar. Liberal kumar
öncelikle kişileri devre dışı bıraktı, onlar oy aldıklarında; periyodik oy vermenin
politik haklarda tüm isteklerini temsil ettiğini ve bu nedenle kolektif karar almaya
etkin katılım konusunda diğer radikal fikirlerden vazgeçeceklerini kabul
ediyorlardı.
Artı değerin yeniden dağıtımlı hakkında bir tartışma olan refah devleti
tartışması bir süre daha devam etti ve kabul eğrisi ilk kez gerilemeye başladığında
en azından 1980lere kadar yukarıya doğru bir sabitlik gösterdi. Refah devletinin
gündeme getirdiği şey esas olarak sosyal ücreti kapsaması ve ücretli çalışanların
gelirinin bir kısmı (giderek büyüyen bir kısmı) yalnızca ücretlinin maaş paketinden
değil dolaylı olarak hükümet kurumları aracılığıyla geldi. Sistem, kısmen
istihdamdan gelen geliri bağlantısızlaştırdı; ücret düzeyleri ve beceri düzeylerine
göre ücretlerin çok az bir miktar eşitlenmesini mümkün kıldı; sermaye ve işgücü
arasındaki görüşmelerin bir kısmını oy hakkı kapsamında çalışanların daha fazla
kaldıraç gücü olduğu politik arenaya çekti. Bununla birlikte, refah devleti işçiler
için yukarıdan aşağıya ücret skalasını, politik merkezliliğin sayısı giderek artan ve
liberal ideolojinin aktif olarak güçlendirilmesi için hemfikir merkezci hükümetlerin
güçlü bir payandası haline gelmekte olan orta sınıf için yaptığından daha düşük
seviyeye getirdi.
Ne oy hakkı, ne refah devleti ve hatta ikisi birden, refah devleti ve oy
hakkının ne kadar büyük bir ödün olduğunu çok yakinen bilmeyen tehlikeli
sınıfları sağlama alan üçüncü bir önemli değişken olmadan, tehlikeli sınıfların
uslandırılmasına yetmeyecekti. Bu üçüncü değişken ulus kimliğinin yaratılmasıydı.
1845 yılında; Beaconsfield Kontu, geleceğin “aydınlanmış muhafazakâr” Büyük
Britanya Başbakanı Benjamin Disraeli, Sybil veya İki Ulus başlıklı bir roman 10
yayınladı. Disraeli, bu “Tanıtımında” bize, konunun “halkın koşulu” olduğunu,
bazı şeylerin bu yıl görünüşte çok kötü olduğunu, okuyucunun abartılı tavırlarıyla
suçlanmamak için “bastırmanın kesin samimi gereklilik olduğunu öğrendiğini”
10
Disraeli, ünlü romanı Sybil’in bir bölümünde İngiltere’yi ‘iki ulus’ arasında bölünmüş bir
ülke olarak tasvir eder: Bunlar, zenginlerle fakirlerdir. Aslında Disraeli’nin çağdaşları da
toplumu ikiye ayırma eğilimindeydi: bir yanda imtiyazlıların oligarşisi, öte yanda ‘nasırlı
elleri’ ve ‘kötü tıraşlı yüzleriyle’ tehlikeli halk yığınları mevcuttu bu romanda. Ç. N.
anlattı. Bu, daha sonra güçlü Chartist hareketini11 de entrikasına karışan bir
romandır. Roman, iki etnik grup; Normanlar ve Saksonlardan alındığı düşünülen
İngiltere’nin iki halkı; zenginler ve fakirler hakkındadır.12
Son sayfalarda Disraeli, resmi politik reform hakkında halkın sınırlı ilgisi
yani klasik liberalizm konusunda oldukça haşindir. Metninde şunlar yazar:
Son on dönemdir hüküm süren ülkemin yazılmış tarihi, halk işlemlerinin
başlangıcını ve sonunu doğal şekil ve rengine her yönüyle benzemeyen bir karakter
ve renkte veren yalnızca bir fantezi olmuştur. Bu büyük gizemde bütün fikirler ve
11
Kendisi de zengin bir sanayici olan Robert Owen, yeni gelişen sanayicilerin feodal
zorbalığa karşı eşitlik ve demokrasiye dayalı bir rejimi kurabileceğini düşünüyordu.
Owen bu düşüncesinde sermaye sınıfını egemen sınıf olarak tasarlamıyor, aksine işçilerle
beraber ideal bir toplumun kurulması hayalini taşıyordu. İşçi sınıfının eyleminin
reformlarla sınırlı olmasının arkasında yatan en önemli neden, yeni yeni güçlenen
burjuvazinin henüz devrimci olmasıydı. Owen’a göre yeni bir toplumun kurucu öğesi
olan burjuvazinin tek kabahati sadece kar tutkusuyla hareket etmesiydi. Burjuva hükümet
işçi sınıfının eylemleriyle ikna edilerek, burjuva sınıfına karşı tedbir almaya
zorlanabilirdi. Bu nedenle Owen’ın fikirleri arasında devrim fikri hiçbir zaman yer
almadı. Mülk sahiplerini yanında çalışan işçileriyle birlikte karar alma ve yönetmeye ikna
edemeyeceğini anlayınca kendisi gibi düşünen zenginlerle bu anlayışa dayanan işletmeler
kurdu. Bunları kooperatif esasına göre çalıştırdı. Owen bu kolektif yaşam sistemine
sosyalizm adını vermişti. Kooperasyon hareketi adı altında örgütlenen işçi hareketi
Owen’ın düşüncelerinden de etkilenerek, kapitalizmin halk kitleleri için de iyi bir rejim
olması gerektiği talebini dile getiriyordu. Bir taraftan hızla artan yeni iş çeşitleri ve
çalışma imkanları, diğer taraftan feodal zorla çalışmadan kurtulma ve korkunç durumdaki
çalışma ve yaşam koşulları, yoksul emekçi kitleleri Owen’ın hayallerine
yakınlaştırıyordu. Halkın Fermanı (People’s Charter) adı altında düzenledikleri talepler
belgesi yoksul emekçi kitlelerin mücadele programı haline gelmişti. Chartist hareket bu
anlamda işçi sınıfının belli bir program etrafındaki ilk bağımsız sınıf hareketi olma
özelliği taşır. Owen’ın düşüncelerinde her ne kadar bir iktidar mücadelesi perspektifi yer
almasa da sınıfın bağımsız eylemi her zaman önemli bir yer tutmuştur. Onun bizzat yer
aldığı mücadele süreçlerinde ulusal çapta büyük bir sendika kurulmuş ve Chartist hareket
üzerinde etkili olmuştu. Owen’ın düşünceleri esas olarak yeni gelişen kapitalizmin
imkanları üzerine kurulmuştu. Kendisi her ne kadar anti-kapitalist bir sistem hayal etse de
kafasında bir sistem değişikliği tasarlamadığı için Owencılık esas olarak bir çeşit burjuva
düşüncesi olmaktan kurtulamadı. Şüphesiz Chartist hareketin bu gelişimi karşısında
burjuva iktidarın saldırısı gecikmedi. 1830’larda doruğa çıkan sınıf hareketlerine karşı
çok yönlü bir saldırı kampanyası başlatıldı. Bir tarafta lokavtlar, diğer tarafta hüküm
askeri tedbirleri sınıf hareketini geriletti. Chartist hareket işçi sınıfı mücadelesinin sınırları
ve talepleri konusunda önemli dersler bırakarak tarihteki yerini aldı. Ç.N.
(http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=2164, Erişim: 11.12.2010). Ayrıca Chartist
hareketin tarihsel gelişimi için özellikle bkz. Hobsbawm, E. J. (1998) Devrim Çağı: 17891848, çev: Bahadır Sina Şener, Dost Yayınları. Ankara ve Hobsbawm, E. J. (1998)
Sermaye Çağı: 1848-1875, çev: Bahadır Sina Şener, Dost Yayınları, İstanbul. Ç. N.
12
Bkz. Benjamin Disraeli, Earl of Beaconsfield. Sybil, or the Two Nations (London: John
Lane, The Bodley Head, 1927 [Orig. ed. 1845]).
düşünceler, onların gerçek kalite ve şekline aykırı başlık ve görünüşte
varsayılmıştır: Oligarşi, özgürlük olarak adlandırılmıştır; münhasır ruhbanlık
Ulusal Kilise olarak vaftiz edilmiştir; mutlak güç kendilerini halkın hizmetçileri
olarak ileri sürenler tarafından kullanılırken, egemenlik hiçbir sahipliği olmamış,
olmayan bir şeylerin adıdır. Fraksiyonların bencil didişmesinde; iki büyük var oluş
İngiltere tarihine girmiştir, Kral ve Halk yığını; Kraliyetin gücü azaldıkça Halkın
ayrıcalıkları belirmiştir; ta ki Kralın asasının uzunluğu şaşaalı halene gelene ve
süjesi serfleri bozguna uğratana dek.
Ancak, her şeyi getiren zaman, uzun süre ibadet edilen putların ve uzun
süre aldatan kehanetlerin doğru şeyler olmadığı şüphesini İngiltere’nin aklına da
getirdi. Bu ülkede; Sadakatin bir kalıp, kaderin bir aldatmadan ibaret olmadığı ve
halk özgürlüğünün siyasi
sınıfların kutsal
egemenlik
haklarının kötüye
kullanımından daha yaygın ve daha esaslı bir şey olduğu yolunda bir fısıltı
yükseliyor.13
Eğer Büyük Britanya (ve Fransa, aslında tüm ülkeler) zengin ve fakir
olmak üzere iki milletli ise Disreali’ nin çözümü bire bir duygusal açıklamalar
içermektedir; biri sadakat de diğeri özveri de. Bu “tekliğe” biz ulusal kimlik
diyoruz. Liberalizmin büyük programı, devletleri milletlerin dışına taşımayacaktı,
ancak devletler dışında milletler yaratacaktı. Bu demektir ki; strateji, devletin
içinde yer alanları –önceden kral egemenliğinin köleleri, şimdi egemen halktaşımak ve onları devletlerine tüm tanımlamaları ile “vatandaş” yapmaktı.
Pratikte bu strtaeji çeşitli kurumsal önkoşullar yoluyla gerçekleştirildi.
Zaten bunlardan en başta geleni siyasi bütüne mensubiyete ilişkin açık hukuki
tanımlar yapmaktı. Kurallar çeşitliydi, fakat genellikle “normal olarak” yerleşik
oldukları kabul edilenlerin tümünü içerirken, devlete yeni gelenleri (göçmenler)
daima (daha az ya da çok daha şiddetle) dışlama eğilimindeydi. Sakinlerin
oluşturduğu grubun birliği genellikle dilsel bir örnekliğe doğru gidilmek suretiyle
takviye edildi: Devlet içinde tek bir dil ve oldukça sık olarak, komşu
devletlerinkinden farklı bir dil-zaten önemli olan da buydu. Bu, tüm devlet
faaliyetlerinin
tek
bir
dille
yürütülmesinin
zorunlu
kılınmasıyla,
dilin
birleştirilmesine ilişkin bilimsel faaliyetin (mesela sözlükleri kontrol altında tutan
ulusal akademiler) desteklenmesiyle ve bu dilin faklı dilleri olan azınlıklarca
iktibasını dayatarak tamamlandı.
13
Age, 641.
Halkın büyük birleştirici kurumları, eğitim sistemi ve silahlı kuvvetlerdi.
En azında bütün merkez ülkelerde temel eğitim zorunlu hale geldi, birçoğunda
askeri eğitimde. Okullar ve ordular dilleri, yurttaşlık ödevlerini ve milliyetçi
sadakati öğretmekteydi. Bir yüzyıl içinde iki
“ulus”tan
–zenginler
ve
yoksullardan, Normanlar ve Saksonlardan- oluşan devletler kendi gözlerinde bir
ulus, bu özel örnekte ise “İngiliz” oluverdiler.
Ulusal kimliğin yaratılması görüntüsünde son bir önemli nokta olan
Irkçılık gözden kaçırılmamalıdır. Irkçılık, üstün hale geldiği düşünülen ırkı
birleştirir. Bu, kısmen veya tamamen vatandaşlık haklarından mahrum bırakılacak
bazı azınlıkların maliyeti karşıladığı bir devletin sınırları içerisinde birleştirir.
Ancak bu, ulus devletin ulusunu, dünyanın geri kalanıyla karşı karşıya getirir; karşı
karşıya kalınan yalnızca komşular değil, aynı zamanda çevresel kuşaktır. On
dokuzuncu yüzyılda; çekirdek devletler, “medenileştirme misyonu” adı altında
koloniler kuran emperyal devletlerle birlikte ulus devletler haline geldiler.
Oy hakkı, refah devleti ve ulusal kimlikten oluşan söz konusu liberal
paketin merkez devletlerin tehlikeli sınıflarına sunduğu şey her şeyden çok umuttu
– liberal politikacı ve teknokratların vaat ettiği kademeli fakat sürekli reformlar
yoluyla, adım adım, tehlikeli sınıflar için iyileştirme, ödülünü eşitlenmesi,
Disraeli’nin “iki ulusu”nun ortadan kaybolması anlamına geleceği umudu. Bu umut
doğrudan doğruya sunulmuştu kuşkusuz ama daha örtülü yollarla da sunulduğu
olmuştu. İnsan özgürlüğüne doğru karşı konulmaz gidiş başlığı altında, koşulların
bu iyileşmesini kaçınılmaz sayan bir tarih teorisi biçiminde sunulmuştu. Bu Whig
tarih yorumu dene yorumdu. Siyasi-kültürel mücadele on altıncı yüzyıldan on
sekizinci yüzyıla kadar nasıl görülmüş olursa olsun, iki mücadele- on dokuzuncu
yüzyılda, oradan geriye bakılarak, toplumsal kahraman bireyin etrafında dönen tek
bir mücadele olarak tanımlanmıştı. Bu, Whig tarih yorumunun özüydü. Bu geriye
dönük yorumun ta kendisi, on dokuzuncu yüzyılda kapitalist dünya ekonomisine
egemen bir jeo-kültür empoze edilmesi sürecin parçası, hatta büyük parçasıydı.
Böylece, hâkim tabakaların gözünde, iki modernliğin daha çok birbirinden
ayrı göründüğü ve hatta çeliştiği tarihsel süreçteki o kesin anda; resmi ideoloji
(baskın jeo-kültür) ikisini özdeş olarak beyan etti. Hâkim katmanlar, içerideki
tehlikeli sınıfları nesnenin özdeş olduğuna ikna etmek için büyük bir eğitim
kampanyası (okul sistemi ve silahlı kuvvetler vasıtasıyla) başlattı. Burada maksat,
tehlikeli sınıfları serbestliğin modernliği konusunda taleplerini dillendirmemeye ve
bunun yerine enerjilerini teknolojinin modernleşmesine yöneltmelerine ikna
etmekti.
İdeolojik
düzeyde;
bu
on
dokuzuncu
yüzyılın
sınıf
mücadelesi
hakkındaydı. Çalışanların ve sosyalistlerin merkezliliği kabul etmeye yanaşmaları
ve hatta teknolojinin modernleşmesine öncelik tanınması noktasında, sınıf
mücadelesini kaybettiler. Serbestliğin modernliğinin başarılmasında oldukça az
(gerçek olmasına rağmen) ödün karşılığında devletlere olan sadakatlerini takas
ettiler. Zamanla Birinci Dünya Savaşı geldi çattı; serbestliğin modernliği için
mücadele önceliği duygusu köreldi ve her Avrupa ülkesinin işçileri kutsal bayrak
ve ulusal onur etrafında bir araya geldi.
Birinci Dünya Savaşı, dünya sisteminin çekirdeği Avrupa ve Kuzey
Amerika’da liberal ideolojinin zaferine işaret etti. Ancak, aynı zamanda dünya
sisteminin çekirdek çevresinde politik bölünmelerin gündeme gelmesine de işaret
etti. Avrupa güçleri, Batı’nın gerilemeye başlamasıyla, on dokuzuncu yüzyılın son
üççeyreğinin fetihlerini zaten gerçekleştirmişlerdi. Doğu Asya, Güney Asya ve
Ortadoğu’nun bütününde (daha sonraki yayılmalarıyla Afrika ve ismen bağımsız
Latin Amerika’daki yankılar) ulusal serbestleşme hareketleri, birçok bahaneyle ve
çeşitli düzeylerde başarılı olarak ortaya çıkmaya başladı. 1900’den 1917 yılına
kadar olan süreçte; çeşitli şekillerdeki ulusalcı ayaklanma ve devrimler Meksika ve
Çin’de, İrlanda ve Hindistan’da, Balkanlarda ve Türkiye’de14, Afganistan, İran ve
Arap
Dünyası’nda
meydana
geldi.
Yeni
tehlikeli
sınıflar,
serbestliğin
modernleşmesi pankartlarını sallayarak şimdi başlarını kaldırıyorlardı. Bu, onların
teknolojinin modernleşmesi umutlarının öncelikle başarılan serbestliğin bir
fonksiyonu olduğunu öğrenmeleriydi.
1914 yılından 1945’e kadar olan yıllara Almanya ile Birleşik Devletleri
arasında hegemonya konusunda yaşanan ve daha sonra Birleşik Devletlerin
zaferiyle sonuçlanan uzun dönemli mücadele tarihe damgasını vurdu15. Ancak aynı
yıllar ve sonrası daha çok temel Kuzey-Güney mücadelesi dönemidir. Kuzeyde
konumlanan hâkim katmanlar, yeni tehlikeli sınıfları iki modernliğin birliğine ikna
etmeye çalıştılar. Woodrow Wilson, milletlerin kendi kaderlerini tayin etmesini,
14
Yazar burada Türkiye ile alakalı olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden bahsediyor
olabilir. 23 Ocak 1913’de yapılan Bâb-ı Âli baskını İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından
düzenlenen askeri darbedir. Bu askeri darbeden sonra yeni bir hükümet oluşturuldu. Ç. N.
15
Yazar bu tarihler arasında yaşanan hegemonya mücadelesi ile Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarından bahsetmektedir. Bu savaşların galibi ise 1945 yılında Almanya’nın
yenilmesiyle Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Ç. N.
Başkanlar; Roosevelt / Truman / Kennedy az gelişmiş milletlerin ekonomik
gelişmesini önerdiler, ulusal düzeyde refah devleti ve dünya ölçeğinde evrensel oy
hakkı eşitlikleri çekirdek bölgede yer aldı.
Ödünler aslında çok azdı. Hâkim sınıflar da, komünist dünyaya karşı özgür
dünyanın birliği şeklinde özdeşliği önerdi. Ancak, bu özdeşlik şekli, Üçüncü
Dünya (yani, çevresel ve yarı çevresel kuşaktan Sovyet Bloğu olarak nitelenenler
çıkarıldıktan sonra kalan) olarak nitelenen ülkelerce büyük bir şüphe ile karşılandı.
İkinci dünya olarak da nitelenen aslında kendi kuşaklarının bir parçası olan ve bu
nedenle de aynı kampta bulunan üçüncü dünya göz önüne alındı. Bununla birlikte,
gerçeklerle yüzleşen Birleşik Devletler güçleri sembolik (ancak büyük bir kısmı
yalnızca sembolik) olarak Sovyetler Birliğine karşı birleşti, üçüncü dünya ülkeleri
tarafından büyük ölçüde, paylaşılan bir milliyetçilik ve ırkçılıkta hâkim sınıflarla
özdeş
hale gelen çekirdekte işçi sınıfı yoluyla çekirdek kuşakla asla
özdeşleşemeyecekleri anlamına gelen, bağlantısızlık tercih edildi. Liberal jeokültür 20. yüzyılda dünya ölçeğinde, 19. yüzyılda çekirdek kuşakta ulusal bir
ölçekte olduğundan daha az iyi olarak çalışıyordu.
Halen liberalizm henüz bir sığınak değildi. Wilsonian liberalizm, 19.
yüzyılda Avrupa Liberalizmi nasıl sosyal demokrasiyi baştan çıkarttı ve
evcilleştirdiyse, Leninist sosyalizmi de benzer yollarla baştan çıkartmaya ve
evcilleştirmeye muktedirdi. 16 Leninist program dünya devrimi haline gelmedi,
ancak sosyalist yapıyla, az gelişmiş ülkelerin ekonomik gelişmesi ve milletlerin
kendi kaderini tayini hakkındaki Wilsonian/Rooseveltian kavramların üzerinde
etkisiz retorik seçeneklerin bir araya geldiği denetimiyle birlikte anti-emperyalist
hale
geldi.
Leninist
gerçeklik;
teknolojinin,
modernliği
serbestleşmenin
modernleşmesi üzerinde bir kez daha öncelik sağladı. Ve hâkim liberaller gibi,
varsayımsal olarak Leninist karşıtları iki modernliğin aslında özdeş olduğunu
tartıştılar. Leninistlerin yardımıyla Kuzeyin liberalleri, iki modernliğin özdeşliğinin
iyi olduğuna Güneyin ulusal serbestlik hareketlerini ikna etmekte mesafe kat
ettiler.17
16
Şu çalışmama bakınız:”The Concept of National Development, 1917–1989”, G. Marks
and L. Daimond, editors, Reexamining Democracy içinde (Newbury Park; Sage, 1992),
79–89.
17
1968’de dünyadaki değişimin tam bir analizi için şu çalışmama bakınız: “1986,
Revolution in the world-system”, Geopolitics and Geoculture: Eassy in the Changing
World-System içinde (Cambridge: Cambridge Universty Press, 1991), 65–83.
Tam olarak 25 yıl önce, 1968 yılında; iki modernliğin bu ehven kavramsal
bulanıklığı, öncelikle dünya çapında yaygın bir şekil alan ancak o kadar da
münhasır olmayan öğrenci ayaklanmalarıyla gürültülü ve dinamik bir biçimde
sorgulandı. Birleşik Devletler ve Fransa’da, Çekoslovakya ve Çin’de, Meksika ve
Tunus’ta, Almanya ve Japonya’da farklı bölgelerde olmakla birlikte aynı temel
temayı (serbestleşmenin modernleşmesi her şeydir ve henüz başarılmamıştır)
paylaşan ayaklanmalar (zaman zaman ölümler) vardı. Teknolojinin modernleşmesi
aldatıcı bir tuzaktı. Her türden liberaller (liberal-liberaller, muhafazakâr liberaller,
bütün sosyalist liberaller –yani, eski sol) güvenilmezdi, aslında serbestliğin önünde
ilk engel olarak görülmekteydi.
Ben kendimi, Columbia Üniversitesinde Birleşik Devletler mücadelelerinin
merkez noktasına saplanmış halde buldum18 ve bu “devrimin” iki büyük anısına
sahibim. Bunlardan birisi; binada bulunan öğrencilerin kişisel serbestlik süreci
olarak yaşadıkları kolektif serbestlik uygulamasıyla keşfettikleri samimi gurur
duygusudur. İkincisi ise, birçok uzmanlık ve yönetim arasında ve özellikle
kendilerini liberalizmin ve modernliğin havarileri sananların ve teknolojinin
modernleşmesinin sarih faydalarını irrasyonel biçimde reddedenlerin ani yükselen
dalgasında görenlerin arasında harekete geçen havada duraksama duygusundan
açığa çıkan derin korkudur.
1968’de dünya devrimi alevlendi ve duruldu veya daha çok bastırıldı. 1970
de az ya da çok her yere yayılmıştı. Jeo-kültür üzerinde henüz derin bir etkisi
yoktu. 1968’de dünya sisteminin jeo-kültüründe liberal ideolojinin hâkimiyeti biraz
sarsıldı. Bu nedenle tekrar açılan 19. yüzyılda liberalizmin fethi sorunları kapatıldı
veya toplumsal tartışma düzeyine geri çekildi. Dünya sağı ve dünya solu bir kez
daha liberal merkezden uzaklaştı. Birçok şekliyle 19. yüzyılın eski muhafazakârlığı
olan ve yeni muhafazakârlık olarak adlandırılan şey yeniden dirildi. Ve yeni sol 19.
yüzyılın başlarında ki radikalizmin dirilmesiyle pek çok şekilde benzeşti, bunu
size, zamanında “demokrasi” kelimesiyle sembolize edilen stille hatırlatıyorum, bu
terim daha sonra merkezci ideologlar tarafından uygun görüldü.
Liberalizm 1968 yılında yok olmadı, var oldu, bununla birlikte jeokültürün ideolojisiyle tanımlandığı anlamda rolünü kaybetti. 1970’ler; 1850 ve
1960’lar arasında olduğu söylenen liberalizmin basit üç şeklinin “de facto” haline
18
Kusursuz bir açıklama için bakınız: Jerry L. Avorn, et al., up Against the Ivy Wall: A
History of the Columbia Crisis (New York: Atheneum, 1968).
getirdiklerinde oluşan üç ideolojinin bulanıklığının ortadan kalkmasıyla gerçek bir
üçlü takım haline dönen ideolojik yelpazeyi gördü. Tartışma 150 yıl veya daha
fazla geriye dönecek gibi göründü. Dünyanın yaşamaya devam etmesi dışında, iki
durumda: teknolojinin modernleşmesi, kapitalist dünya ekonomisinin sosyal ve
ekonomik payandalarını istikrarsızlaştırma, tehdit eden şeklinde dünyanın sosyal
yapısına dönüştü. Ve dünya sisteminin ideolojik tarihi, şimdi; dünya sisteminde
politik istikrarı elde etmek için hâkim katmanların geçerli imkânlarından etkilenen
bir anıydı.
Şimdi de ikinci değişikliğe öncelik verelim. Bazılarınız, bir dönüm noktası
olarak 1968’e çok fazla vurgulu olarak yer vermeme şaşırabilirsiniz. Belki de;
modern dünya sistemi tarihinde çok önemli bir tarih olan komünizmin çöktüğü
sembolik yıl olan 1989 değil mi? 1989 yılı aslında kapitalizme meydan okuyan
sosyalizmin çöküşünü ve bu nedenle liberal ideolojinin objektif nihai başarısını,
tehlikeli sınıfların uysallaştırılmasını, teknolojinin modernleşmesinin erdemlerinin
evrensel kabulünü temsil etmez mi, diye düşünebilirsiniz. Peki! Hayır, tam olarak
hayır! Size, 1989’un 1968’in devamı olduğunu, 1989’un liberalizmin zaferini ve bu
nedenle kapitalizmin kalıcılığını işaret etmediğini, buna oldukça karşı olduğunu ve
liberalizmin çöküşünü, kapitalist dünya ekonomisini sürdürmek isteyenler için
bunun korkunç bir politik kayıp olduğunu anlatmaya çalışacağım.
1970’lerde ve 1980’lerde ekonomik olarak neler oldu? Durum şundan
ibaretti; Kondratieff-B’nin19 kötüye gitmesi veya dünya ekonomisinde durgunluk,
nerdeyse her yerde devlet bütçelerinin sıkışması, refah üzerindeki olumsuz etkilerin
dünya ekonomisinin çevresel ve yarı çevresel alanlarında özellikle sıkıntıya girmiş
olması. Bu durum 1980’lerde Doğu Asya kuşağına gerçekten yayılmadı, ancak
böyle kötüye gitmeler göreceli olarak küçük bölgelerde genel kötüye gidiş
nedeniyle oldu ve doğu Asya’nın 1980’lerdeki büyümesi genel şablonun
dışındaydı.
Bu tip kötüye gitmeler, modern dünya sisteminin tarihinde tabii ki
defalarca oldu. Bununla birlikte, Kondratieff-B’nin bu özel aşamasının politik
sonuçları daha önce olandan daha ağırdı, bunun nedeni önceki A aşamasının 194519
Bu dönem özellikle Küresel Mali krizlerin yaşandığı dönemdir. Bu dönemde Üretici
faaliyetlerden, özellikle de en kârlı olduğuna inanılanlarından elde edilen kâr oranları
düşer. Sonuç olarak, yüksek kâr elde etme beklentisindeki kapitalist, temelde spekülasyon
üzerine dönen finansal alana yönelir. Üretim faaliyetleri, kârlılığı daha da düşmesin diye,
merkez bölgelerden dünya sistemin başka bölgelerine taşınır ve daha düşük personel
maliyetlerini daha düşük işlem maliyetleri ile öderler. Ç. N.
1970 yıllarında görünürde diğer sistem karşıtı hareketlerin ve ulusal serbestlik
hareketlerinin dünya çapındaki politik zaferlerini işaret etmesiydi. Diğer bir
deyişle; 1945-1970’te dünya çapında olanların (ekonomik gelişmeyle kendi
kaderini tayin) acısını çıkaracak gibi görünmesiydi, 1970’ler ve 1980’lerin hayal
kırıklığı çok daha acıydı. Özellikle yalnızca çevresel olanda değil aynı zamanda
yarı çevresel olanda da ihanet ve resmin değişmesi umuduydu. 1968’in sloganı akla
çok yakın hale geldi. Rasyonel reformizm (daha kuvvetli sebeplerle devrimci
retorik elbisesi giydirildiğinde) bir miktar aldatmaca gibi göründü.
Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ülkeden sonra halklar eski sol
hareketlere karşı tavır aldı ve ülke düzenbazlıkla doldu. Halklar neyle ikame
edeceğine emin olamadı – başkaldırı burada, kökten dincilik orada, anti siyaset ise
şuradaydı- ancak, eski solun yalancı radikalizminin, yalnızca küçük bir elit tabaka
için uygulanan aslında düzmece bir liberalizm olduğuna emindiler. Bu ülkelerin
halk takımının diğer bir yolu bu elitlerin ayağını kaydırma yollarının aranmasıdır.
Serbestliğin modernleşmesinin ajanları olarak kendi devletlerine inançlarını
kaybettiler. Açıklamama müsaade edin: serbestlik için isteklerini kaybetmediler,
eski stratejiyle bunun başarılacağına olan inançlarını yitirdiler.
1989-91’de komünizmin çöküşü yalnızca uzun bir seride bir sondu, hatta
çok radikal retoriğin keşfi
derbesliğin modernliğinin garantörü değildi,
muhtemelen teknolojinin modernleşmesinin zayıf bir garantörüydü. 20 Tabii ki,
çaresizlikte ve geçici olarak bu halk takımı dünya sağının diriltilen sloganlarını
kabul etti; “serbest Pazar” efsanesi (bir şekilde söylenmiş, Birleşik Devletler ve
Batı Avrupa’da bile kurulmamış). Fakat bu gelip geçici bir seraptı. Litvanya,
Polonya, Macaristan ve diğer yerlerde politik yankılanmayı henüz görüyoruz.
Bununla birlikte, ne doğu Avrupa’da ne de dünyanın hiçbir yerinde
rasyonel reformizmin (sosyalist devrimin isimlendirmesine göre) vaatlerinin
Leninist versiyonuna halkın tekrar inanmasının ihtimal dâhilinde olmadığı
doğrudur. Tabii ki bu dünya kapitalizmi için bir yıkımdır. Leninizm’e olan inanç,
dünya sisteminde tehlikeli sınıfları ayakta tutan büyük güç olarak hiç değilse 50 yıl
hizmet etmiştir. Leninizm, halkın kaçınılmaz zaferini (dolaylı olarak sabır)
öğütleyerek uygulamada son derece muhafazakâr olmuştur. Leninizm’in koruyucu
20
1968’deki büyümenin adım adım analizi için bakınız: G. Arrighi, T. K. Hopkins, and I.
Wallerstein, “1989, The Continuation of 1968,” Rewiew 15/2 (Spring 1992): 221–242.
perdesi, şimdilik modern dünya sisteminde hâkim sınıfa karşı kaybetmiştir. 21
Tehlikeli sınıflar, bir kez daha çok tehlikeli hale gelebilir. Politik olarak dünya
sistemi istikrarsızdır.
Aynı zamanlarda; dünya sisteminin sosyo-ekonomik payandaları ciddi bir
şekilde zayıflamıştır. Yapısal dönüşümlerin listesini dışarı vermeyen dört
eğilimden bahsetmeme müsaade edin.
Birinci olarak, kullanılabilir ucuz emek gücünün dünya havuzunda ciddi
bir azalma vardır. Dört yüzyıl boyunca, şehirli maaşla çalışan emekçiler, emekleri
karşılığında elde edebilecekleri artı değer paylarını yükseltmek için defalarca
pazarlık güçlerini kullanabildiler. Bununla birlikte kapitalistler, emek havuzunun
genişlemesiyle bunun kar payları üzerindeki olumsuz etkisini defalarca hesaba
katabildiler ve emek havuzuna yeni grupları, özellikle maaşsız çalışanları ve çok
düşük maaşla başlamayı kabul edenleri getirdiler. Bütün dünya dâhil olmak üzere
19. yüzyılın sonlarında kapitalist dünya ekonomisinin nihai coğrafik genişlemesi
dünya emek gücünün kırdan şehre göçüş sürecini (deruralization) hızlandırdı, bu
süreç oldukça ilerlemiştir ve belki de yakın gelecekte tamamlanacaktır.22 Bu
kaçınılmazlık, dünya çapındaki üretimin toplam maliyetinin yüzdesi olarak dünya
çapında emek maliyetinde keskin bir artış anlamına gelmektedir.
İkinci yapısal problem, orta sınıftaki sıkışmadır. Doğru olarak, mevcut
dünya sisteminin politik bir ayağı olarak algılanmışlardır. Hem işverenlerden hem
de devletlerden talepleri, değişmez bir şekilde genişlemekte ve genişlemesi süren
orta sınıfın dünya çapında kişi başına en yüksek maliyeti hem şirketler hem de
devlet hazinesi için katlanılması çok güç hale gelmiştir. Refah devletine geri dönüş
için son on yılda yapılan birçok atağın arkasında bu vardır. Ancak, ikisi de aynı
şeydir. Ya bu maliyetler, geriye çekilmeyecek bu durumda hem devletler hem de
şirketlerin büyük sıkıntıya düşecek sıklıkla iflas edecek, ya da geriye çekilecek, bu
durumda da dünyanın mevcut sistemine çok güçlü bir destek sağlayan orta sınıf
arasında kesinlikle bir politik hoşnutsuzluk olacaktır.
Üçüncü yapısal problem ise, dünya ekonomisi için şiddetli bir ekonomik
problem yaratan çevreyle ilgili sıkıntıdır. Sermaye birikimi beş yüz yıldır
21
Bakınız: “The collapse of Liberalism,” in R. Miliband and L. Panitch, editors, Socialist
Register 1992 (London: Merlin Press, 1992), 96–110.
22
Bakınız: R. Kasabada and F. Tabak, “The restructuring of world agriculture, 1873-1990”,
der. P. McMicheal, Food and Agricultural Systems in the World-Economy içinde
(Westport, CT,: Greenwood Press, 1995), 79-93.
firmaların maliyetlerini dışa aktarmalarına dayalıdır. Bu aslında, firmaya maliyeti
olmayan ancak büyük bir kolektif maliyeti olan dünya kaynaklarının aşırı kullanımı
anlamına gelmektedir. Ancak, kesin olan konu kaynakların tükendiği ve negatif
zehirliliğin artık sürdürülemeyecek seviyeye ulaştığıdır. Günümüzde, temizlikte
oldukça ağır yatırıma gereksinim duyduğumuzu ve problemin tekrarlamaması için
kullanımda kesinti yapmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Ancak, şirketlerin bu
tür eylemlerin küresel kar oranlarını düşürdüğü konusunda seslerini yükseltiyor
olmaları da aynı derecede doğrudur.
Son olarak, Kuzey ve Güney arasındaki ekonomik uçurumu ikiye katlayan
demografik uçurum azalacağına gün geçtikçe giderek hızla artmaktadır. Bu,
inanılmaz derecede güçlü bir Güneyden Kuzeye göç akımı yaratmaktadır, bunun
karşılığı Kuzeyde eşit derecede güçlü bir anti liberal politik reaksiyon
yaratmaktadır. Ne olacağını önceden bildirmek kolaydır. Artan engellere rağmen,
yasa dışı göç her yerde ve Kuzeyde artacaktır. Kuzeyde devletin iç demografik
dengeleri radikal olarak değişecek ve şiddetli sosyal çelişki beklenebilecektir.
Böylelikle, bu gün ve sonraki 40-50 yıl için dünya sistemi kendini şiddetli
moral ve kurumsal krizler içinde bulacaktır. İki modernlik konusunda açılış
söylemimize dönmek için, olmakta olan şey,
teknolojinin modernliği ile
serbestliğin modernliği arasındaki son ve aşikâr gerilimdir. 1500 ve 1800 yılları
arasında iki modernlik bir birine bağlı gibi görünmüştür. 1789 ve 1968 yılları
arasında gizli çelişki, iki modernliğin özdeş olduğunu varsayan liberal ideolojinin
başarılı atağıyla kontrolü eline geçirmiş olmasıdır. Ancak, 1968 yılından bu yana
maske düşmüştür. Birbirleriyle açık bir mücadele halindedirler.
İki modernliğin çelişkisinin bu tanımlamasının iki ana kültürel işareti
vardır. Bir tanesi “yeni bilim”, karmaşıklığın bilimidir. Son on yılda, aniden çok
fazla sayıda fiziksel bilimci ve matematikçi, 500 yıldır hiç değilse bilimin
ifadesinin tek mümkün yolu olduğu iddia edilen Newtoncu-Baconcu-Descartesçı
ideolojiye karşı durmuştur. 19. yüzyılda liberal ideolojinin zaferiyle birlikte
Newtoncu Bilim evrensel bir gerçek olarak kutsallaştırılmıştır.
Yeni bilim adamları yalnızca Newtoncu bilimin geçerliliğine değil, aynı
zamanda evrenselliğine de meydan okumuşlardır. Esasen, Newtoncu bilimin
yasalarının gerçekliğin özel bir durumuyla sınırlı olduğunu ve gerçekliğin bilimsel
olarak anlaşılması için analiz araçlarımızı ve referans çerçevemizi büyük ölçüde
genişletmemiz gerektiğini tartışmışlardır. Buradan, günümüzde, kaos, yanlış
ikilem, bulanık mantık, parçalanmış ve en temelde zaman oku gibi moda
kelimelere tahammül etmekteyiz. Doğal dünya ve onun bütün fenomenleri
tarihselleştirilmiştir.23 Yeni bilim kesinlikle doğrusal değildir. Ancak, teknolojinin
modernleşmesi doğrusallığın ayağı üzerinde dikilmiştir. Bu nedenle, yeni bilim
teknolojinin modernliği hakkında, hiç değilse klasik olarak açıklanmış şeklinde çok
temel sorular doğurmaktadır.
İki modernlik arasındaki çelişkiyi tanımlayan diğer kültürel işaret temel
olarak insanlıkta ve sosyal bilimlerde postmodernliğin hareketidir. Postmodernlik,
umarım açıklamışımdır, aslında post-modern değildir. Serbestliğin modernliği
adına teknolojinin modernliğini reddeden bir biçimdir. Bu durum alışılmadık
biçimde belirtilmişse de, söylemimizde olmuş olan liberal ideolojinin elinde
tuttuğu dile ait fırtına için bir yol aramakta olan post modernler nedeniyledir.
Açıklayıcı bir kavram olarak Postmodernlik giderek çetrefilleşiyor. Uyarıcı bir
doktrin olarak post modernlik, şüphesiz ki ileriyi görmektedir. Aslında, diğer bir
tarihi sisteme doğru hareket halindeyiz. Modern dünya sistemi sonuna yaklaşıyor.
Nihai kriz nasılsa diğer bir elli yıl gerektirecektir, bu kaos demektir, yeni bir sosyal
düzenin ortaya çıkmasını umut edebiliriz.
Günümüzde ve gelecek elli yılda görevimiz ütopyacılık görevidir. Bu, yeni
bir sosyal düzenin yaratılması mücadelesi ve hayal etme görevidir. Bunun için,
hiçbir surette eşitliksizci bir tarihi sistemin sonunun daha iyi olan bir başkasıyla
bitmesi gerekmez. Mücadele gayet açıktır. Günümüzde; insan serbestliğinin nihai
olarak ifade edilebileceği somut kurumlar tanımlama ihtiyacı içindeyiz. Var olan
dünya sistemimizde yorumlanmış ifadeler aracılığıyla yaşadık, bu yorumlama,
aslında liberallerin de artan eşitlik ve demokrasiye karşı mücadele verdiği bir
gerçekliğe liberal ideolojinin bizi ikna çabalarıyla yapıldı. Ve hatalı anti-sistemik
hareketlerin artık farkına varılmasıyla yaşadık, hareketler kendi başına sorunun bir
parçası olduğu kadar çözümünde bir parçasıydı.
Büyük ölçüde dünya çapında birçok kişinin katıldığı konuşmalarla meşgul
olmalıyız, yoksa çözümler başka hiçbir şekilde açık hale gelemez. Başka bahaneler
altında mevcut olanın devam etmesini isteyenler gerçekten hala çok güçlüler.
Hangi modernliğin sonu? Bırakın sahte/yanlış modernliğin sonu olsun, ilk kez
özgürleşmenin modernliği için yeniden başlayın.
23
Bu sosyal analizin özel bir analizi için bakınız: “The ‘new science’ and the historical
social sciences,” Rewiev 15/1 (Winter 1992).