2014 Ağustos-Kasım - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2014 Ağustos-Kasım - Mülkiyeliler Birliği
AĞUSTOS - KASIM 2014
SAYI 2014 - 2
ATATÜRK ARAMIZDA
1
İÇİNDEKİLER
MÜLKİYEDEN
Yeni bir sayımızla merhaba............................................................................................................................................... 3
ÇARŞAMBA SÖYLEŞİLERİ
Türk ve Macar Edebiyatı üzerine sohbet.......................................................................................................................... 5
Şiir Sokakta........................................................................................................................................................................ 6
Tanınmış İktisatçıların...................................................................................................................................................... 7
EDEBİYAT BULUŞMALARI
Rumeli Parçalanırken 7. Bayrağa Doğru Ayla Kutlu...................................................................................................... 12
Şiirin sevgilisi Tuncer Uçarol’u Anıyoruz........................................................................................................................ 17
Yüzyılın Çınarları Garip.................................................................................................................................................... 27
ETKİNLİKLER
Dünya Barış Günü............................................................................................................................................................ 39
Unutmuyoruz..................................................................................................................................................................... 45
Hazırlık Öğrencileriyle Buluşma...................................................................................................................................... 47
Hazırlık Öğrencileriyle Tanışma Kokteyli ....................................................................................................................... 48
Van Depremzede İşçileri ile Dayanışma........................................................................................................................... 50
Gemisiz Çapa Ankara........................................................................................................................................................ 52
29 Ekim cumhuriyet Kutlaması........................................................................................................................................ 54
10 Kasım’da Anıtkabir ziyareti.......................................................................................................................................... 56
Atatürk Aramızda.............................................................................................................................................................. 58
Görsel Sanatlar Sergisi...................................................................................................................................................... 66
OKULUMUZDAN
Mülkiye Ankara’ya Geldi.................................................................................................................................................. 69
Tanışma Toplantısı............................................................................................................................................................. 70
DUYURULAR .................................................................................................................................................................. 71
BASIN AÇIKLAMALARI . .............................................................................................................................................. 73
ANIYORUZ
Ayhan Erel’i Anıyoruz....................................................................................................................................................... 75
Cahit Talas Hocamızı Anıyoruz........................................................................................................................................ 92
Kurthan Fişek Hocamızı Anıyoruz................................................................................................................................... 93
MÜLKİYEDE ÖĞRENCİ OLMAK
Hamlet . ............................................................................................................................................................................. 95
DÖNEM YEMEKLERI -.................................................................................................................................................. 97
E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır.
MÜLKİYEDEN...
Yeni bir sayımızla Merhaba.
“Zerdüşt, bir akşam “Alaca İnek” denen şehrin etrafını saran dağlarda yalnız dolaşırken bir delikanlıya rastladı. Bu delikanlının kendisinden çekindiğini daha önce karşılaştıkları bir vakit hatırlamıştı. Genç, bir ağaca yaslanmış, yorgun bir edayla vadiyi ve sessizliği dinliyordu. Zerdüşt, delikanlının yanındaki ağacı tuttu ve şöyle dedi:
“Bu ağacı ellerimle sallamak istesem bunu yapamam; fakat bizim görmediğimiz rüzgar, onu sarsar ve istediği tarafa eğer. Biz en çok, görünmeyen eller tarafından eğilir ve yoğruluruz.”
Bu satırları okuduğumda Okulum aklıma gelmişti. Ürkek, bir o kadar da içimizde kopan
fırtınalarla gelmiştik Mülkiye’ye. Ve sütunlu salonun havası, koridorlar, sınıflar, büyük amfi ve tabii
ki saygıdeğer hocalarımızdır o; bizleri eğiten ve yoğuran görünmeyen el.
Okula girdiğimizde yürüdüğümüz o koridorlarda, sınıflarda ve arka bahçede bir ses fısıldandı
kulağımıza; “Mülkiye’ye hoşgeldiniz sevgili buzağılar!”. Şimdi de bizden yeni başlayanlara
“Hoşgeldiniz sevgili buzağılar!”
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi-Mülkiye, 155. yılını şu günlerde kutlamaya başlamıştır. Türkiye
Cumhuriyeti tarihine tanıklık eden Mülkiye, mezunları ve öğrencileriyle birlikte toplumsal görev
ve sorumluluklarının bilincindedir. Bir Mülkiyeli bilmektedir ki; toplumlar olgunlaşmamış, henüz
görünür hale gelmemiş problemlerin üzerine kolay kolay odaklanamaz.
O halde bizler, birer Mülkiyeli olarak, aldığımız eğitim ve edindiğimiz bilinçle sorunlara işaret
etmeye, çözümleri daha sorunların çıktığını toplum farketmeden öne sürmeye devam etmeliyiz
ve edeceğiz. Gramsci’nin Pasif Devrim kavramından yola çıkarsak eğer, sorunları ortaya koyarak
çözümlerini bulmağa çalışacağız ve toplumun çözüm sürecinde bulunmayı istemesi, görev
alabilmesi için gerekli koşulların oluşması yönünde bitmeyen bir çaba içerisinde olacağız.
Bültenimizin bu sayısında sizlerin de beğenisine sunduğumuz paylaşımları özenle seçtik. Biz
çok beğendik. Sizleri de bültenimizle ilgili düşüncelerinizi bizlere iletmeye davet ediyoruz.
Bir sonraki sayımızda buluşmak dileğiyle.
Başak Yılankırkan
MB Yönetim Kurulu Üyesi
3
TÜRK ve MACAR EDEBİYATI ÜZERİNE SOHBET
ŞİİR SOKAKTA ETKİNLİĞİMİZ
TANINMIŞ İKTİSATÇILARIN...
4
Türk ve Macar Edebiyatı Üzerine Sohbet
22 Ekim 2014, Türk ve Macar Edebiyatı
Üzerine Sohbet Çarşamba Söyleşileri
çerçevesinde 22 Ekim 2014 günü düzenlenen
etkinliği Mülkiyeliler Birliği olarak, Macaristan
Balassi Enstitüsü ve Macaristan Büyükelçiliği
ile birlikte düzenledik. Toplantı açılışını Genel
Başkan Erdal Eren’in açılış konuşması ile
başlayan toplantıda, her iki ülke edebiyatı
hakkında özellikle çeviri konusunda çok detaylı
açıklamalar yapıldı. Katılımcılar PAL SOKAĞI
ÇOCUKLARI’nın, hem çevirmeni ile hem de
Macar Edebiyatı ile bir kez daha karşılaşmış
oldular.
Macaristan’dan gelen Macar Halk Müziği
Grubu (Mentés Másként Trió) da bir konser
verdi.
Etkinliğe Macaristan Büyükelçisi yurtdışında
olduğu için eşi ve elçilik müsteşarı katıldı.
Çok kalabalık üye grubumuzun katıldığı
etkinlik sonrasında Mülkiye Sanat Merkezi
Başkanı İsmail Atalay Yolcu ve koro
mensuplarımız da Macar Halk Müziği Grubu ile
birlikte karşılıklı ülke müziklerinden örnekleri
seslendirdiler.
5
Şi̇ i̇ r Sokakta Etki̇ nli̇ ği
Hafif Coğrafya, Şiir Sokakta kitaplarıyla
tanınan Alman Şair-Fotoğraf Sanatçısı
Achim Wagner, Mülkiyeliler Birliği’nde
16.10.2014 Perşembe günü düzenlenen
etkinliğe katıldı. Gezi eylemleri sırasında
gençlerin sokaklara yazdığı şiirleri
fotoğraflamasıyla tanınan Wagner, kısa
bir sunumun ardından soruları yanıtladı.
Wagner, “Hayat Sokakta” adlı yeni
kitabını da imzaladı.
6
Tanınmış İkti̇ satçıların..
PROF. DR. TUNCER BULUTAY’IN KONUŞMASI
PROF. DR. TUNCER BULUTAY’IN
KONUŞMASI
TANINMIŞ İKTİSATÇILARIN GELECEK
YÜZYILA AİT ÖNGÖRÜLERİ VE GÖRÜŞLERİ
ÖZET
Aşağıda öngörülerini açıklayacağım
iktisatçıların görüşleri, (J. Palacios-Huerta’nın
editörü olduğu, “In 100 Years”) adlı kitaptan
alınmıştır.
Keynes’in, büyük Batı Dünyası Bunalımının
ilk yılı olan 1930’da, “Torunlarımız İçin iktisadi
Olanaklar” başlığı altında, Madrid’te yaptığı
ve “Essays in Persuasian” adlı kitabında
yayınladığı bir konuşma vardır. Bu konuşmada
Keynes gelecekte Batı ekonomilerinin, bu
ülkelerdeki yaşam standardının, gelecekte 4-8
kat büyüyeceklerini, çalışma saatlerinin haftada
15 saate ineceğini, açgözlülüğün, tamahın,
hırsın azalacağını, daha uygar bir yaşamın
sürdürüleceğini öngörmüştür. Konuşmada
Keynes gelişmemiş ülkeler üzerinde durmamış,
İkinci Dünya Savaşını, hatta sözkonusu Büyük
Bunalımı, ilerde gönenç devleti önlemlerinin
önem kazanacağını öngörmemiştir.
Tanınmış iktisatçıların, önümüzdeki 100 yıl
için ileri sürdükleri, açıklamaya geçeceğim
öngörü ve görüşleri bir bakıma Keynes’in bu
beklentilerini esas almaktadır. Konuşmacılar
genellikle Keynes’in ilk öngörüsüne, gelecekte
de büyümenin olacağı görüşüne katılmakta,
buna karşılık çalışma saatlerindeki azalış ve
açgözlülüğün yumuşayacağı görüşlerine pek
katılmamaktadırlar.
Kitabın ilk yazısında Daron Acemoğlu
açıklamalarına geleceği öngörebilmek
için geçmişin on temel eğilimine bakmak
gerektiğini söyleyerek başlamaktadır. Bu
eğilimler şunlardır: 1) İnsan hakları devrimi,
2) Teknolojinin yaygınlığı, büyüklüğü, geniş
kapsamı, 3) Durmayan büyüme, 4) Eşit
olmayan büyüme, 5) İşte ve ücretlerde
dönüşüm, 6) Sağlık Devrimi, 7) Sınır tanımayan
teknoloji, 8) Barış yüzyılı ve savaş yüzyılı, 9)
Faşizm, komünizm ve dinin siyasette artan rolü
gibi politikalarda aydınlatma-karşıtı eğilimler,
10) Nüfus patlaması, kaynaklar ve çevre.
Bu eğilimler içinde Acemoğlu gelecek
için en önemli gelişme yolu olarak insan
hakları, özgürlük ve bağımsızlık alanlarındaki
gelişmeleri görüyor. Bu yol ve ilkelerle uygar bir
toplumsal yaşamın gerçekleşeceğini söylüyor.
Temel büyüme etkenleri olarak başta sağlıklı
kurumlar, gelenekler, adetler olmak üzere
teknolojik gelişmeyi, sağlıklı politika ve eğitimi
görüyor. Temel vurguyu kurumların, kuralların,
kapsayıcı, içerici (inclusive) olması, dışlayıcı
(extractive) olmaması gereği üzerine koyuyor.
İkinci yazıda da Angus Deaton dışlayıcı
kurum ve geleneklere karşı çıkıyor. Yazara
göre, zenginler sağlık, eğitim, kamu mallarına
gereksinim duymayabilecekler, bunları kendi
olanaklarıyla sağlayabileceklerdir. Buna karşılık
bu elit kesimler, kendi yerleşmiş ayrıcalıkları,
zenginlikleri üzerinde zararlı etkileri olabilecek
büyümeye, yeniliklere, Schumpeterci yaratıcı
yıkıma (creative destruction) karşı çıkabilirler.
Deaton şu noktaları da vurguluyor: Dünyada
ulusal gelirler iyi, sağlıklı ölçülmüyor. İlerde
olanları yakalama (catch-up) büyüme süreci
yenilikçi bir yaklaşımdan çok daha kolaydır.
Çin’de yolsuzluklar, dışlayıcı kurumlar yaygındır.
Bir sonraki yazar, A. K. Dixit bunalımlar
7
yan ürünüdür. Ülkelerde demokratik gelişmeleri
yaratan etkenler ise gelir artışı, eğitim ve
kentleşmedir.
Ünlü matematiksel iktisat ders kitabıyla
tanıdığım A. Mas-Colell yukarıda anlattığım
Keynes’in Madrid konuşmasını açıklamıştı.
Ayrıca MasColell sonraki paragrafta, Dixıt’ın
yukarda aktardığım görüşlerini destekleyen bir
ilginç örnek vermektedir:
Ünlü sağcı iktisatçı M. Friedman’ın 90’ıncı
yaşgünü kutlamasında Fed (Amerika Merkez
Bankası) Başkanı Ben Bernanke ona dönerek,
siz A. Schwartz ile birlikte yazdığınız ünlü
kitabınızda 1930’ların Büyük Bunalımını
zamanın Merkez Bankasının yanlış para
politikasına bağlamıştınız. Ama biz sizin bu
görüş ve öğretilerinizle donatılmış olarak
artık bu konuları biliyoruz. Dolayısıyla hataya
düşmeyeceğiz. (Oysa, bilindiği gibi, ABD,
Bernanke ya da onu izleyenlerin Fed’inin
politikalarına rağmen, son zamanlarda bunalıma
sürüklenmiştir.)
J.E. Roemer, yazısında ABD politikaları ile
21. Yüzyıldaki genel, küresel gelişme üzerinde
duruyor, şu önemli olguyu vurguluyor: ABD’de
yüzde 50 üzerinde oy oranlarına erişebilen bir
parti (Cumhuriyetçi Parti) küçük bir elit azınlığın
taraftarlığını, sözcülüğünü yapabiliyor. Böylece
hakkında şu ilginç, gerçek olguları anlatıyor: i)
Her bunalımdan önce bir “büyük ılımlılık (great
moderation)”, bir şişme, bir balon dönemi
yaşanır. ii) Bu dönemlerde bunalımlardan
kurtulduk görüşü yaygınlaşır. iii) Çünkü şöyle
düşünülür: Bunalımları anlamak, onlara engel
olabilmek yollarını öğrendik, artık eskilerden
farklıyız. İv) Ama sonra, son yıllarda olduğu
gibi, gelişmiş ülkelerde bunalımlar yaşanır. v)
Bunalım sonrasında yöneticiler, bilim adamları
şoka girerler.
Yine Dixıt, Şili’de yetenekli, sağlıklı öngörü
sahibi bir devlet başkanının bir önemli
davranışını, politikasını anlatıyor. Başkan
Şili’nin temel bir kaynağı olan bakırın fiyatının
yükselmesi ile oluşan para bolluğunu hemen
kullanma yoluna gitmemiş, bu paraları
biriktirmiştir. Sonra, bunalım aşamasında bu
fiyatlar düşünce de, birikmiş fonları ortaya
çıkan mali güçlükleri karşılamada kullanmıştır.
Böylece Başkan bir başarı göstermiş ve
yaklaşımını şu şekilde özetlemiştir: “Gelir
dalgalanmasının (cycle) iki aşamasında da
Keynesci olarak davrandım.”
Sonraki iktisatçı E.L. Glaeser’e göre,
bugünlerde, Batı dünyasında, özellikle ABD’de
yaşanan eşitsizlik artışı, teknoloji ve beşeri
sermayeden kaynaklanan servet artışının bir
8
politika gelir eşitsizliği yaratan ya da onu
destekleyen bir güç olabiliyor.
A. E. Roth eşleştirici matching) piyasalar
konusunda şu görüşleri ileri sürüyor: Okula
gitme, evlenme, iş edinme piyasaları
gibi eşleştirici, karşılıklı piyasalarda, mal
piyasalarında olduğu gibi kişinin tek seçici
olması, yalnız onun seçimi sözkonusu değildir.
Kişi seçtiği kadar seçilmek durumundadır.
Fiyatlar tek başlarına piyasayı temizleyemez,
dengeye kavuşturamaz. Bu tür piyasalar
yaşamda çok önemli oldukları için, insan
hayatında seçmek kadar seçilmek de önemlidir.
Sonraki yazıda R.J. Shiller aşağıdaki ilginç
görüşleri savunuyor: Bilindiği gibi enformasyon
teknolojisi son zamanlarda giderek artan
ölçülerde bir gelişme içindedir. Bu gelişmeler
sonucunda vergi kaçırmak gibi yasal
olmayan işlemler, gölge ekonomiler, kayıt dışı
ekonomiler, enformel kesimler yok olacaktır.
Shiller şu öneriyi de ileri sürüyor: Müterakki
vergiler gelir eşitsizliğinin büyüklüğüne
endekslenmelidir.
Ünlü iktisatçı R.M. Solow şu olguları
anlatıyor: ABD’de gerçek değerleriyle birey
başına gelir 2010’da, 1910’daki değerinin
beş katına ulaşmıştır. (Ama bu konuda,
1910 verileri pek sağlıklı sayılamaz.)
Eşitsizliklerin aşağıdaki olası nedenleri vardır:
i) Finansal kesimin öne çıkması, bu kesimin
başarılara da başarısızlıklara da çok büyük
miktarlarda ödeme yapması, ii) Şirketlerin
baş yöneticilerinin (CEO’ların) kendilerine
büyük gelir sağlamaları, iii) Üretim etkenleri
piyasalarındaki eğilimler, iv) Uluslararası
ticaretteki büyük gelişmeler, v) Göçler, vi)
Sendikalarda etkinlik, güç azalışları, vii) Eğitim
olanaklarında, eğitime erişimde bireyler,
kesimler arası farklılıklar.
Solow, işgücü gelir payı konusunda yaşanan
bir eğilime de dikkat çekiyor: Eskiden temel
(stylized) olay saydığımız işgücü gelir payının
zaman içinde sabit olduğu görüşünün tersine,
bu pay zaman içinde azalmıştır.
Son yazıda M.L Weitzman çevre sorunları,
gaz emisyonları, iklim değişmeleri ve bunların
yarattığı tehlikeler üzerinde duruyor, bu
tehlikelere karşı halkın yeterli duyarlılık
göstermediğini belirtiyor. Bu duyarsızlığın
nedeni olarak da iklim değişmelerinin insan
yaşamını henüz pek etkilemediğini gösteriyor.
Bu nedenle bu zararlı, tehlikleri gelişmelere
yeterince karşı çıkılmıyor.
Bu alıntılardan sonra, bu görüşlerin bende
yarattığı beş önemli olguyu belirtmek istiyorum:
Birçok konuda doğru ile yanlış, iyi ile kötü,
neden ile sonuç içiçe geçmiştir Son zamanlarda
iktisat alanında yaşanan önemli bir gelişme
de Karmaşıklık Kuramıdır. Bu konuda iki ayrı
armağan kitabında iki yazı yazdım.
İkinci olguda Mancur Olson’un şu görüşünü
aktarmak istiyorum: Savaşlar, diğer bunalımlar,
9
dayandıkları rejimin arkasında yatan çıkar çevreleri arasındaki koalisyonları yıkıyorlar. Dolayısıyla
sistemde reform olanakları ortaya çıkıyor, bir ters yönde değişme eğilimi yaşanıyor. (Gelişmiş
ülkerdeki son bunalımda böyle bir değişme bugüne kadar pek yaşanmadı.)
İlgili diğer bir olgu dünyada ve ülkelerde gerçekleşen büyümenin çok dalgalı, zaman içinde
değişen niteliğidir. Bu değişmelere koşut olarak, ülkelere, hatta dünyaya egemen olan iktisadi
bakış açıları, kuramlar da değişiyor. 1970 sonları, 1980’ler öncesi dönemlerin egemen karma
ekonomi bakış açısı, 1980 sonrasında yerini neoliberal ideolojiye terkediyor.
Başka bir olgu hastalık salgınlarının, savaşların büyük felaketlere, ölümlere yol açmasına karşın
olumlu sonuçlar da yaratabiliyor olmasıdır. Örneğin 13., 14. Yüzyıldaki büyük veba salgını, sonra
Avrupa’da yaşanan sürekli savaşlar büyük acı, ölüm ve felaketlere neden olmuştur. Öte yandan
bunlar birey başına toprağı, verimliliği artırmıştır. Bazı yazarlara göre, Sanayi Devriminin altında
yatan güç bu verimlilik artışlarıdır.
Aynı yönde bir gelişme gelir eşitsizliğinde yaşanmıştır. ABD’de en yüksek yüzde 10’luk gelirin
payı 1910 ve 1920’li yıllarda yüzde 40’ın üzerinde dalgalanmış, 1930 öncesi yıllarda yüzde 50’ye
çıkmıştır. Aynı pay sonraki 1940’lı yıllarda düşüş eğilimine girmiş, düşme eğilimi hızlanmıştır.
1940’ın ilk yıllarında sözkonusu oran yüzde 35 civarında ve altında bir seyir izlemiştir. Bu düzey
ve eğilim çok uzun bir süre, 1980’e dek devam etmiş, bu tarihten sonra eşitsizlik yeniden artışa
dönüşmüş, 2000’li yılların sonunda en yüksek yüzde 10’luk kesimin payı yeniden yüzde 50’ye
kadar yükselmiştir. Böylece Büyük Bunalım, özellikle İkinci Dünya Savaşı getirdiği büyük acı ve
ölümlerle birlikte toplumda sürekli bir gelir eşitliği eğilimi de yaratmıştır.
10
RUMELİ PARÇALANIRKEN
ŞİİRİN SEVGİLİSİ TUNCER UÇAROL’U ANIYORUZ
YÜZYILIN ÇINARLARI GARİP
MÜLKİYE’Lİ SANATÇILAR GÖRSEL SANATLAR SERGİSİ
11
RUMELİ PARÇALANIRKEN 7. BAYRAĞA DOĞRU
Ayla Kutlu 7. Bayrak’ı anlattı
Yazar Ayla Kutlu, Mülkiye Sanat Merkezi’nin Edebiyat Buluşmaları kapsamında
düzenlediği söyleşiye katıldı. Cumartesi günü Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi’nden
gerçekleşen söyleşide, yazımını sürdürdüğü “7. Bayrak” romanına ilişkin bilgi veren
Kutlu, okurlarıyla ve Mülkiyelilerle söyleşti.
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Erdal Eren’in kısa bir sunumuyla başlayan
söyleşide, Eren’in ardından söz alan Edebiyat Buluşmaları yürütücüsü İsmail Hakkı
Karakelle, sanatı “dünyanın kötülüklerine karşı koymanın araçlarından biri” olarak
nitelendirdi.
‘Yazdıklarım kamuoyunun’
Kendisinden övgüyle söz edilmesinden hoşlanmadığını belirterek konuşmasına
başlayan Yazar Ayla Kutlu, yazdığı kitapların kamuoyuna ait olduğunu belirtti.
Romanın konusunu oluşturan Rumeli göçüyle ilgili yaptığı araştırmaları anlatan
Kutlu, Türk toplumunun dünyada en çok göçen toplum olduğuna dikkat çekti. Bunun
toplumun karakterine de yansıdığının altının çizen Kutlu, kendi ailesinin de Kafkas
göçmeni olduğunu vurgulayarak yazdığı romanla ailesine olan borcunu da ödemeye
çalıştığını kaydetti.
İnsanı anlamının önemi
Kutlu ayrıca Anadolu’da göçün acısını yaşamamış insan olmadığını kaydetti. “Tarihi
anlatmak istiyorsak, bu tarihin içindeki insanı anlamamız gerekiyor” diyen Kutlu,
romanını yazarken bu amaçla yüzlerce kitap okuduğunu ifade etti. Yaşanan acıları bilgi
olarak öğrendikten sonra kitabı yazmanın kendisi için çok zorlaştığına vurgu yaptı.
Söyleşi okurların sorduğu soruları Kutlu’nun yanıtlamasının ardından sona erdi.
12
RUMELİ PARÇALANIRKEN…
Ayla Kutlu
YEDİNCİ BAYRAK’A DOĞRU
Bu metin, Mülkiyeliler Birliği
Konferans Salonunda yapılan
Mülkiye Edebiyat Buluşmaları
çerçevesindeki 27.9.2014 günlü
konuşmanın özetidir.
İnsan toplulukları canlı organizmalar. Hareket halindeler..Güçlendiklerinde yayılıp genişlemeyi, zayıf iseler
çekilip, toparlanıp kendi üstlerine kapanıp savunma durumu almayı başarabilirler.
Göç hareketleri, toplulukların bu yapıları yüzünden güce ve güvenceye doğru yaklaşıp uzaklaşırlar.
Türkler çeşitli nedenlerle en çok göç yaşayan insan toplulukları arasında bulunuyor.
Orta çağla yakın çağ arasında, üç kıtayı kaplayan bir imparatorluğu var eden Osmanlı Beyliğinin altı yüz
yıllık ömrünün son yüzyılında hızlanan tutunamama hikayesinin kaynaklarına ve göç acılarının insana
yansımasına yakından bakacağız.
Yirminci yüzyılın en büyük depremi, ilk on yılın hemen ardından başlayan iki Rumeli savaşlarını izleyen
Birinci Dünya Savaşıyla yaşandı. Bunların eski dünyanın haritası üstündeki etkisi çok büyük oldu:
Parçalanmalar, yoksulluklar, onur kırılmışlığı, sosyal statülerin yitirilmesi, yabancılaşmalar ve ailelerin
parçalanması gibi derin acılar yaşandı.
Göç olgusu, ailemin üç kuşak öncesinde Kafkasyadan kopuşunun yâd edildiği kırık dökük anlatılan zorla
13
koparılışın ve yitiklerin doğurduğu acılar nedeniyle,
her zaman ilgimi çekti. On dokuzuncu yüzyılın
ikinci yarısındaki o büyük dağılmayı BİR GÖÇMEN
KUŞTU O… romanımla, onu izleyen EMİR BEYİN
KIZLARI’nda anlatmıştım. Uzun yıllarımı alan bu
kitaplar yayınlandıktan sonra bile içim rahat etmedi.
Türkiye coğrafyasının batısını değiştiren – hatta
yok eden- Rumeli göçleriyle yaşanan trajedi,
Kafkaslardan kopan ve daha çok doğu ve güneye
yayılan dağılmalardan çok daha büyük bir etki
yaratmıştı. Göç acılarını yazan bir yazar olarak,
Rumeli’ndeki geniş…geniş coğrafyadan koparılan,
savaşları çok ağır yaşamak zorunda bırakılan
insanların öyküsünü anlatmak da, boynumun borcu
değil miydi?
En ağır görevler, insanın kendi bilincinin yüklediği
görevlerdir !
YEDİNCİ BAYRAK romanı, beş yüzyıl süreyle
vatan bildiği toprakların kaybına, yerinden
yurdundan edilerek tanık olan, yetmişlik bir
“Urumelili ninenin “ bitmeyen bir güçle kendini
bayrağın – tuğun -altında tutma çabasının
hikayesidir.
Bu tip tarihi gerçekliklere yaslanan romanlar, esin
ile yazılacak türden değildirler. (Zaten esine, periye
değil, emeğe ve ter dökmeye inanan bir insanım)
Tarihe duyduğum erken başlamış tükenmez tutkum,
tarihi ve kendi yarattığım roman karakterlerini
mekân, zaman ve toplumsal gerçeklerle birleştirme
çabamı kendiliğinden harekete geçirmektedir.
Göçmenlik duygusunu yaşamış gibi algılamam,
yazdıklarımın tarihle ve siyası gerçeklerle uyum
sağlaması, böylesi bir eseri bir tanık gibi var etmem
için gerekli asgari koşullardı.
Bunu gerçekleştirmek zordu: Hem doğru
mekan, doğru sosyal ve coğrafî gerçekleri bulup
canlandıracaksınız; hem de önceki romanlarınızın
olaylarına benzemeyen olaylar dizgesi
yaratacaksınız, Dahası, var ettiğiniz kahramanlar
her yapıtta yeni bir özgün kimlik taşıyacaktır.
Üç yıldan beri Rumeli tarih ve coğrafyasına,
Birinci ve İkinci Rumeli Savaşlarına ilişkin olarak
okuduğum asker ve sivillerin anıları, tarih kitapları,
romanlar, coğrafya bilgileri, haritalar, fotoğraflar,
on dokuzuncu yüzyılda yaşanmışlıklar dizgesi ve
yirminci yüzyıl başlarının fiziksel yapısı, varılan
aşamaların ardındaki siyasal ve sosyal olaylar,
entrikalar, eylemler, zaaflar, beni konumun uzmanı
gibi bilgi sahibi olmaya yöneltiyordu.
Uzmanım demiyorum. Ancak, KADIN DESTANI
ile başladığım bu zorlu yöntem, uzman bilgilerine
ulaşmamı, onlar gibi yorumlamamı, kendimi çok
zorlayarak da olsa öğrendiğim bilgileri okura satma
tutkusunu engellemeyi de içeriyor. Bileceksiniz ama,
yazmayacak; romanı kahramanlarının düzeyinden
koparmamayı – haydi daha dürüst olalım – bilgi
yığmama veya satmama özverisini kazanmayı
becereceksiniz.
YEDİNCİ BAYRAK’ın konusu, Halide Edip
Adıvar’ın TÜRKÜN ATEŞLE İMTİHANI adlı anı
kitabında ve biraz daha geniş oylumda yazılmış
biçimiyle İZMİR’DEN BURSA’YA adlı ortak kitapta
var. Orada, benim Hasret adını verdiğim yaşlı bir
Rumeli’li ninenin bayrağa gidişinin kısa öyküsü var.
Benim Hasret’ im altı kez göç etmek zorunda
14
gibi. Anadoluda sürüp giden bağnaz dinci baskı
burada daha az etkili. Baskı altındaki inanç ve
uygulamalar bu topraklarda kendileri için daha
özgür ve hoşgörülü bir ortam bulmuş.
kalıyor. Eşinin yabancı bayrak altında yaşamaya
tahammülü yok. Zaten ölürken tek bir şey vasiyet
etmiştir: Aile bireyleri Osmanlı tuğunun ( bayrağının)
altında yaşasınlar ve …Düşman ellerinde kemiklerini
bile bırakmasınlar.
Bilinçsiz Hasret, eşinin yönlendirmesiyle onun
bu arzusuna uymayı yaşamının ana ilkesi edinir.
Romanda altı kez yaşadığı göçler anlatılır. Bu
göçlerin sonuncusu 1922 yılının yaz sonlarında
bozulan Yunan ordusunun hemen tümden yaktığı
Salihli’den, yedi yaşındaki torun çocuğu Salih’le
kaçıp Ankara yoluna düşmesidir. İzmir’e doğru sel
gibi akan Türk süvarilerinin uyarısıyla geri döner.
Salihli, yüzde doksanının yakılmasına karşın tuğa
yeniden kavuşmuştur. Hasret’in son hedefi, Türk
ordusuna bir armağan vermek için seçtiği İzmir’dir.
Rumeli Savaşları, İmparatorluğun parçalanarak
batı coğrafyasından sürülmesinin trajik ve kesin
sonucunu yaratır. Rumeli’den imparatorluğun adı
silinmiştir artık. Bunu salt askeri durumun,yerel ve /
veya genel savaşların bilinmesiyle algılayamayız..
Savaşların ve kaçgunların ( göçlerin) anlamı,
sıradan halkın yaşadıkları durumlarla daha derinden
, daha yoğunluklu olarak öznel yaşanmışlıklarla
anlatılabilir ancak. O yüzden bu romanı yazmayı
görev edindim.
Sıkıntılarım oldu. Devam ediyor. Genel kültür
çerçevesi içinde bildiğim gerçeklere eklenmiş
siyasal, tarihsel, idarî nedenlerin ana hatlarını
öyküleştirerek metne yerleştirmek zaman zaman
bunaltıcı ve çözümsüz görünüyor.Yıkılmakta olan
Osmanlı’nın politika saptamadaki beceriksizlikleri,
yönetsel yetersizlikleri, küçük çıkar hesapları, eğitim,
dolayısıyla kestirim eksiklikleri, iletişimsizlikler,
yanlışları örtbas etme eğilimleri, halkın devlet
ve orduya duyduğu güvensizlikler var. Gelişip
zenginleşen, sömürüye alışan Avrupa’nın, çok
haksız saldırıları, iki yüzlülüğü ve oyunları var.
Bunca olumsuzluğa karşın, Rumeli Türkleri
Evlad-ı Fatihan sıfatını taşıdıklarının bilincindeler.
Sıradan insanların kimlik sorunları din ve inançla
bağlantılı. Anadoluda görülmeyen birtakım halk
kuruluşları oluşmuş. Bulgaristan’daki “ AMUCALAR”
Rumelililer temiz, çalışkan, becerikli ( Bu özellikleri
hâlâ değişmemiştir ) Anadolu insanına göre daha
açık fikirli, daha çözümcü ve hoşgörülüler. Şanslı
bir coğrafyada, gelişmiş bir dünyaya yakın olarak
daha iyi bir yaşam sürerken 19.yüzyıl onlara,
upuzun bir felaketler dizgesi olarak gelmiş. Gitgide
güvensizleşen yaşamları ve artan acıları onları
olumlu bir biçimde değiştirmiş. Avrupanın özgürlükler
yönünden gelişmiş ülkelerine bitişik coğrafyada
yaşamaları nedeniyle, özellikle aydınları, milliyetçilik
ve kişisel özgürlük bilincine erişmişler.
İnsanın canını acıtan bir durum : İlerici ve
aydın Osmanlar bile kimlik bilincini topraklarında
barınan bir çok ırkın bilinçlenmesinin ardından
kazanabilmişler. Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar,
Karadağlılar Romenler, Arnavutlar ve en başta da
Yunanlılar’ın epey ardından gelen aydınlanma ışığı
Rumeli topraklarındaki Türkler için parlayabilmiş.
Bir ve İkinci Balkan Savaşlarının yarattığı sonuçlar
bu gerçeği çok acı biçimde ortaya çıkarıyor. Olup
bitenler tarihte ilk kez uzun yaşamış bir Türk
devletinin Avrupa’da barınabilmesini imkânsız
kılmış.
Bu savaşların sonunda tek kazanım, Birinci
Rumeli Savaşında yitirilen Osmanlı Devletinin
üçüncü başkenti olan Edirne’nin geri alınması.
Bu başkenti kaybetmek Osmanlı’ya büyük moral
çöküşü ve onur kırıklığı yaşatmıştı. Avrupa
topraklarındaki son sınır artık serhat şehri olarak
anılan Edirne ile çizilince, Avusturya’ya komşu olan
Osmanlı oradan kopup, genişleyen Yunanistan ile
Bulgaristan’ın komşusu oldu. Böylece, tam 33 vilayet
merkezi… (bağlı mutasarrıflıkları, ilçe, nahiye ve
köyleriyle birlikte) ile, altı buçuk milyon insanını
kaybetti.
Kısaca özetlediğim bu gerçekler yazmayı,
yaşananlara tanıklığı kaydetmeyi sevmeyen bir
toplum olmamıza karşın, yine de pek çok savaş
gerçeklikleri kitaplara ve resmi görevli anılarına
kaynaklık etmekte. Bunların içinde sonradan (
Birinci Dünya savaşında ) Osmanlı ordusunda
görevlendirilecek GOLTZ paşadan, LEV TROÇKİ’ye
kadar ne çok yabancı var. Bireysel kahramanlıklar
tarihi değiştirme gibi bir sonuç vermese de,
unutulmanın karanlık koridorlarında gömülü
kalmamalı. Onların dramatik yaşamları sanatçıların
kalemlerinden, fırçalarından ve filmlerden
damıtılarak öğrenilmeli.
Yedinci Bayrak romanının bunlardan biri
15
olması çabasıyla bu işe başladım. Üç yıldan beri
çalışmaktayım. Öğrenmek istediğim onca bilgi
bir insanı sonraki kuşaklar için bile yaşar kılma
saplantımdan geliyor. 1850 Saraybosna doğumlu
Hasret Kadın, 72 yaşında ve ancak kulaktan
duyduğu hayat bilgileriyle bir ülkünün ardında
direnmiş. O,YEDİNCİ BAYRAK’ ın alçakgönüllü
ve sıradan insanı ama, romanın ana karakteri.
Rumeli’yi ve o ninenin bireysel göçünü anlatacak
daha uygun birini düşünmedim bile.
senin müziğini örtündüm geceleri
simsiyah elbiseli kadınlarla uyudum
yediğim her tabak radikayla
seni düşündüm Girit!
dilin dilime girdi küçükken /
“mesto diavlo” diye sövdüm sokak arkadaşlarıma
güldüler bana diye üzüldüm.
Çağırdın geldim,Girit!
geri getiremedim türbeden giden kemikleri
bakarım Resmo’nun eski evlerine
acaba hangisi,hangisi diye.
Her bilgi, yazarın ayağının sağlam yere
basmasını ve yarattığı kahramanların koşullarını
kendisi yaşamış gibi algılamasını sağlar. Ben,
gerçekçi bir yazar olarak atmosfer yaratabilmek
için tarih okurken, çok büyük bir toplumsal yaranın,
acısı dinmeyen ayrıntıları ile karşılaştım. Böylece
Rumelinin elden çıkmış toprakları ve orada
Osmanlının yeşerttiği kültür, YEDİNCİ BAYRAK’ın
ardından çok özgün bir hikayesi olan ADAKALE’yi
yazmamın da yolunu açıyor.
Vazgeçtim evi barkı aramaktan
o arabadan inip herkese sarılan
çizmeli Giritliyi görünce,
umurunda değildi trafiği tıkamak
adamın ruhu /
işte o aradığım evi taşıyordu
üstelik dedeme çok benziyordu.
çağırdın,çağırdın da geldim Girit!
dar sokaklarında pis tezgâhlardan
Stelyo amcamın boğma rakısından
içtim
cömertti gözleri bakmadım maşrapanın kirine
değil mi ki sokaktan geçen birine
peynir,badem,rakı sunuyordu
Stelyo amca,
unutmalı kemikleri / onarmalı eskileri
hem Sofianın bu rüzgâr hem benim
kızları kızlarıma benzer
oğlanları oğluma.
Son sözü, göçmen ailelerden birinin üçüncü
kuşağından gelen bir şairin şiirine bağlamak
istiyorum:
Bu şiir 2005 yılında, İzmir’de Ege Üniversitesinin
düzenlediği Uluslararası “GÖÇ” konulu
sempozyuma konuşmacı olarak katıldığımda,
şairi Prof. Dr. Sayın Ayşe Lahur Kırtunç tarafından
armağan edilmişti.
… / ….
ÇAĞIRDIN GELDİM
GİRİT
Yıllarca çağırdın da işte geldim Girit!
bulamadım evimi / yok oldu giden kemikler /
ama ninemin koynunda giden
yaseminleri geri getirdim!
(23.Ekim.2004 / Resmo )
Türbelerden kemikleri kazdılar da
alıp gittiler
küçücük limanından Resmo’nun
tahta sandıklarda kırmızı yün battaniyeler
ve birkaç gün yetecek kadar su / peksimetler
ve sabun kalıbı birkaç tane
ve kemikler
limanda sırtlarını döndüler taşlara
ve Resmo’nun kalesine ve duvarlara
kadınlar birkaç saksı ful / birkaç saksı selluka
koymak istedi sandığa
izin vermedi kocaları
soktu koynuna bir avuç yasemin
SakizeHanumi / SaadetHanumi
göğsünde karardı yaseminler
ama kasıklarında
yeşil gözlü Musa Kazım’lar,Mehmet Ali’ler
götürdüler Kordelyo’ya
ve tahta sandıklarda zeytin fidanları
geride kaldı ataları / anaları
turunç ağaçlarına emanet ettiler onları.
Girit, ah Girit
senden esen rüzgârla büyüdüm
16
17
“Şiirin Sevgilisi” Tuncer Uçarol’u Anıyoruz
DERGİ ÂŞIĞI ÖLDÜ MÜ?
Rahmetli Tuncer Uçarol, hem görmeyi çok
istediğim, hem de her görüşte kendisine nasıl
hitap edeceğimi bilemediğim bir insandı.
Ağabey demek isterdim, yaşıtım gibi duruyordu.
Adıyla seslenmek isterdim, benden on bir yaş
büyüktü. Tuncer Bey diyerek o güzel arayı daha
da büyütmek istemezdim; o bana kolaycacık
Budak diye seslenirdi, o’nun işi kolaydı.
Tuncer Uçarol, bundan 36 yıl önce, ilk şiir
kitabım olan Geçti İlkyaz Denemesi’ni okumuş,
okumakla yetinmemiş, İstanbul’da çıkan
Saçak adlı bir dergide konu edinmiş. Hem
de günlük biçimiyle. Onun o çok meşhur şiir
günlükleriyle daha o zaman tanışmıştım (1978).
Düşünebiliyor musunuz, adı sanı duyulmuş
bir eleştirmen adını ilk kez duyduğu, yüzünü
görmediği bir gencin ilk kitabı üstüne günlük
tutuyor. Kayseri nere, İstanbul nere? Birkaç
yıl sonra, yolum İstanbul’a düşmüş ve orada
yaşayan Osman Serhat adlı şair arkadaşımla,
Eminönü’ndeki hanların birinde buluvermiştik
kendisini. İşyerinde bizi gülümseyerek karşıladı,
yer gösterdi, oturduk; kitaplardan, dergilerden,
Subutay Hikmet’ten ve Behçet Necatigil’den
konuştuk.
Yıllar içinde gelişecek bir dostluğa geçiş
için bundan güzel, bundan sağlam bir köprü
olabilir miydi? İleriki yıllarda kitaplarım ve
şiirlerim üstüne başka yazılar yazmış, günlükler
tutmuştu. Bir şiiri okumaya, onun üstüne
görüşlerini yazmaya, yani günlük tutmaya
yılın başında başlayıp, o yılın sonunda bitirdiği
de oluyordu. Karısı Aytül sıkça anlırdı bu
günlüklerde, onun da düşüncelerini öğrenmek
isterdi. “Aytül’e sordum” deyişine sıkça
rastlanırdı. En az Tuncer Uçarol kadar meşhur
olmuştu Aytül, günlüklerin kraliçesi oydu.
Şiirlerin arka planını merak ediyordu. Yazılma
sebeplerini… “Bir Şehri Terk Ederken” adını
taşıyan şiirim hakkında yazmaya başladığı
sıralarda, telefonla aramış ve “Budak, bu şiiri
Kayseri’den Malatya’ya geçerken mi yazdın,
Malatya’dan Ankara’ya göçerken mi?” diye
sormuştu da, “Terk edilen şehrin adını vererek
büyüyü bozamam” cevabını vermiştim. Bir
süre sonra da eşime sormuş bunu, ondan da
öğrenemeyince “Ailecek tutarlı buldum sizi”
deyivermişti.
Sonraları mektuplaştığımız da oldu. Bugün
dördüncü dergisini (Sincan İstasyonu)
çıkarmakta olan ben, onu yazılarıyla hep
yanımda buldum. Kayseri’de çıkardığımız
Hakimiyet Sanat, 2000 yılında Ankara’da
yayımlanmış olan Şiir Odası ve son olarak da
Sincan İstasyonu’nda görmüştüm onu. Ondaki
dergi sevgisi bize de uzanmıştır hep. Şairleri,
yazarları yaşarken değerlendirmekten yana
bir dergiydik. Ölümünden kısa bir süre önce,
edebiyata ve elbette dergimize yaptığı katkılar
için kapağımıza taşımıştık. Fotoğrafının altında
“Şiirin sevgilisi Tuncer Uçarol” yazıyordu. Öyle
ya, şiir onu sevmesindi de, şair geçinen nice
sahtekârları mı sevsindi? O sayıyı çantama
koymuş, evine ziyarete gitmiştim. Yatağındaydı,
uyuyordu. Eşi Aytül Hanım, “Bak Tuncer” dedi,
“Abdülkadir geldi.” Gözlerini zorlukla açtı,
derginin kapağını gösterdim ona. Hiçbir tepki
vermedi. Aytül Hanım dergiyi elimden aldı,
Tuncer Uçarol’a yaklaştırdı, yakından görmesini
sağladı. O ara gözleri dolar gibi oldu ya da bana
öyle geldi. Bu onu son görüşümdü.
****
Ben bu kısa konuşmamda Tuncer Uçarol’un
edebiyat dergilerine beslediği sevgiye,
verdiği katkılara değinmek istiyorum. Uçarol,
kelimenin tam anlamıyla bir dergi sevdalısıydı.
İrili ufaklı çok sayıda dergiyi aksatmadan
izlediğine tanık oluyordum. Dergileri edinmekle,
oralarda yazılar yayımlamakla kalmıyor,
onların üstüne tanıtıcı yazılar da yazıyordu.
İstatistiki dökümler verdiği de oluyordu dergiler
hakkında, daha başka nice bilgi… Öldüğü yıl,
ülkemizde 200 civarında edebiyat dergisi ve
fanzin yayımlandığını ondan öğrenmiş ve çok
şaşırmıştım. Dergicilerden kimseyi kıramazdı,
kim katkı istese verirdi. Oralarda yazmak
yetiyordu ona. Birçok dostunun yaptığı gibi,
“onca yazıyı niçin dergilerde bırakıyorsun,
ne zaman kitaplaşacak?” diye sorduğumda,
“dergilerde görünmek bana yetiyor” derdi.
Şimdi düşünüyorum da, dergilerle yetinme işi
sona erdiğine göre onca yazı nasıl ve nerede
bir araya getirilecek? Adanalıydı. Ankara’da
yaşıyordu ve tam bir İstanbul Beyefendisiydi.
Konur Sokak’ta yine ona rastlasaydım da,
kendisine nasıl hitap edeceğim konusunda
şaşırsaydım. Öldüğüne şaşıyorum.
ABDÜLKADİR BUDAK
18
“Şiirin Sevgilisi” Tuncer Uçarol’u Anıyoruz
25. Ekim. 2014 Günü Mülkiyeliler Birliğinde
Gerçekleştirilen “Şiirin Sevgilisi Tuncer
UÇAROL” konulu toplantıda Ersen Yavuz’un
yaptığı konuşmadır.
BÜROKRAT TUNCER UÇAROL
Ersen YAVUZ
Hepinize Merhaba…
Tuncer Ağabey gibi yalın, sade ve göründüğü
gibi olan bir insanın mesleki yaşamını anlatmak
çok da zor olmasa gerek. Nitekim İsmail bana
bu görevi önerdiğinde, hiç tereddüt etmeden
“evet” dedim. Bence asıl zor olan onun iç
dünyasıyla ilgili bir şeyler söyleyebilmek. Zor,
çünkü Tuncer Ağabey, en yakınında olanlar
dahil, herkesle olan ilişkilerinde araya mesafe
koyan, ölçülü bir insandı. Onun böyle bir yapısı
vardı. Örneğin, üzüntülümü mutlumu bilinmez,
sevincini ve hüznünü hiç kimseyle paylaşmazdı.
Böyle olunca da onun iç dünyasını
anlayabilmek için yegane yol, bir dışavurum
aracı olan şiirlerini ve diğer edebi çalışmalarını
irdelemek olarak gözüküyor.
Ben bu zor görevi, onun edebiyatçı
arkadaşlarına bırakarak kolay olanı yapmak
ve Tuncer Ağabey’in Mesleki-Bürokratik
yaşamından söz etmek istiyorum. Bunun için de
izninizle biraz gerilerden başlamam gerekiyor.
Benim, liseden mezun olduğum 1960’lı
yıllarda Mülkiye; hariciyeci ya da kaymakam
olmak için tercih edilirdi. Müfettiş olmak için
Mülkiye’ye geleni ben hatırlamıyorum. Ama,
neden ve nasıl olur bilinmez, üçüncü sınıfta
şubelere ayrılma zamanı gelip çattığında,
hariciyeci olmak için Mülkiye’yi tercih edenlerin
seçimlerinde herhangi bir değişiklik olmamasına
karşın, kaymakam olmak için gelenlerin çok
büyük bir çoğunluğu tercihlerini değiştirerek
mali şubeye kayıt yaptırırlardı.
Ben de Mülkiye’ye kaymakam olmak
için giren ama sonradan tercihini
değiştirenlerdenim. Nitekim, Tuncer Ağabey’de
Mülkiye’ye kaymakam olmak için girdiğini ama
sonradan, o tarihlerde büyük bir köy olarak
nitelendirdiği Adana’ya dönmemek için mali
şubeyi tercih ettiğini söylerdi. Buna benzer pek
çok hikayeyi mali şube mezunu Mülkiyelilerden
dinleyebilirsiniz. Geçenlerde Tuncer Bulutay
hocamız anlatmıştı. Kendisi, Trabzon’un
deniz kenarındaki o güzelim ilçelerini görüp
kaymakam olmak için Mülkiye’yi tercih etmiş
ama Ankara’ya otobüsle giderken, içerisinden
geçtiği Anadolu kasabalarının perişan halini
görüp bu arzusundan daha yoldayken
vazgeçmişti. Bulutay Hocamız gibi benimde
idari şubeye gitmekten vazgeçip mali şubeyi
tercih etmemin nedeni, herhalde büyük şehrin
cazibesi olsa gerek, diye düşünüyorum.
Mülkiye’den 1969 yılında mezun olduğumda
ise ne yapmam, nerede çalışmam gerektiği
konusunda doğrusu bir fikre sahip değildim.
Bu konuda birilerine danışma ihtiyacı
içerisindeyken, nasıl ilişki kurduğumu
şimdi unuttum ama Mülkiye mezunu bir
Maliye Müfettişi ağabeyimin görüşlerine
başvurduğumu hatırlıyorum. Kendisi bana,
özel sektörü tercih edeceksem Hesap
Uzmanlığı ile Banka Müfettişliklerinin iyi
bir başlangıç olacağını, kamu sektörünü
tercih etmem halinde ise Maliye, Gümrük
ve Ticaret Bakanlıklarının müfettişliklerini
önerebileceğini söyledi. Hatta bu Bakanlık Teftiş
Kurullarının, Cumhuriyetin kuruluş yıllarına
dayanan kariyer nitelikleri nedeniyle yüksek
prestijli birer kurumsal yapılar olduğunu da
anlattı. Kendisine, vergi kaçakçılığının büyük
boyutlarda olduğu bir Türkiye’ de Maliye
Teftiş Kurulunun, Gümrüklerimizin hal-i pür
melali ortadayken Gümrük Teftiş Kurulunun,
piyasaları düzenleyecek en temel kurallar bile
hayata geçirilememişken Ticaret Bakanlığı
Teftiş Kurulu’nun nasıl olup da prestijli
kurumlar olarak nitelendirildiğini sorduğumda
da bana hak veriyormuşçasına gülmüş ve “
Görüşlerin tartışılabilir ama sen yine de benim
söylediklerimi yapmaya çalış” demişti.
Ben, bu önerilerin de etkisi altında girdiğim
yarışma sınavları sonucunda, 1970 yılının
Mayıs ayında Ticaret Bakanlığı Müfettiş
yardımcısı olarak göreve başladım. O tarihlerde
Ticaret Bakanlığı; TC Ziraat Bankası, Türkiye
Halk Bankası, Toprak Mahsulleri Ofisi ve
Et-Balık Kurumu gibi büyük Kamu İktisadi
Teşekkülleri ile başta sigorta şirketleri olmak
üzere tüm sermaye şirketleri ve Kooperatifler ile
Dış Ticaret birimlerini bünyesinde bulunduran
tam anlamıyla Ekonomi Bakanlığı hüviyetinde
dev bir bakanlıktı. Bakanlığın denetimi altındaki
birimlerin büyük bölümü İstanbul’da olduğu için
bizler, sınavı kazanan 5 müfettiş Yardımcısı
eğitim için İstanbul Grubuna gönderildik.
19
“Şiirin Sevgilisi” Tuncer Uçarol’u Anıyoruz
1970 yılının Haziran veya Temmuz ayları
olsa gerek, Tuncer Ağabey’le burada tanıştık.
Kendisi, biz Kurula girmeden önce yeterlik
sınavını vermiş ve askere gitmişti. Askerlik
görevi sırasında izinli olduğu bir dönemde
Teftiş Kurulu İstanbul grubuna uğramış, yeni
müfettiş yardımcılarıyla tanışmak istediği için
de bizim odamıza ziyarete gelmişti. Hepimizle
tek tek ilgilenmiş, sosyal kökenlerimizle, ilgi
alanlarımızla, gelecek beklentilerimizle ilgili
ayrıntılı sorular sormuştu. Cebinde küçük bir
not defteri taşıdığı ve zaman zaman bu defteri
çıkarıp notlar aldığı dikkatimi çekmişti. Merak
edip ne yaptığını sormuştum. İlginç gördüğü
şeyleri bu deftere not ettiğini, ayrıca kimi
istatiksel verileri de bu deftere kaydettiğini
söylemişti. Bu çabasını ilginç bulduğumu dile
getirdiğim de de, 10 yaşından beri günce
tuttuğunu ve o güne kadar da hiç aksatmadığını
öğrenmiştim. Odamızdan ayrıldığında
arkadaşlarıma; “Bilim adamı ayrıntıcılığına
ve titizliğine sahip bir insan. Üniversitelerde
akademisyen ve araştırmacı olarak çok başarılı
olabilecek birisi “ diye söylediğimi hatırlıyorum.
Nitekim, onun bu özelliğini Atilla Aşut; “ O bir
ayrıntı ustasıydı “ diye tanımlıyor ki bence bu,
Tuncer Ağabeyi en güzel ve en kısa şekilde
anlatan çok doğru bir tanımlama.
Tuncer Ağabey askerlik sonrası İstanbul’da
göreve başladı. Ben Ankara’da olduğum için
doğrusu 1978 yılına kadar yoğun bir ilişkimiz
olmadı. Ama nasıl oldu bilinmez aramızda,
müfettişlerin o geleneksel Üstad - Çırak
ilişkisi yerine Ağabey – Kardeş ilişkisi doğdu.
Bürokraside görev yapanlar bilir. Kariyer Teftiş
Kurullarında kıdemsiz müfettişler kıdemlilere
üstad diye hitap ederler. Bu hitap tarzı Teftiş
Kurulları dışındaki bürokratik kademelerde
genelde tebessümle karşılanır, hatta zaman
zaman şaka ve takılma konusu da yapılır.
Oysa bu hitap tarzı bir ihtiyacın sonucudur.
Düşünün, bir meslektaşınızla taşraya denetime
gidiyorsunuz. Bu denetim sırasında bazen
4 aya kadar uzayan bir zaman sürecinde
aynı otel ve çalışma odasıyla aynı sofrayı
paylaşıyorsunuz. Böylesine uzun süreli ortak bir
mesaide, kıdemsizin kıdemliye Bey, Beyefendi
gibi bir hitapta bulunması, ilişkinin yoğunluğu
karşısında çok resmi kalabiliyor. İsmen hitap da
memuriyet hiyerarşisine uygun düşmüyor. Oysa,
üstad kavramı, hiyerarşiyi gözardı etmeyen ama
saygı, sevgi ve samimiyeti de içeren, kullanımı
kolay, pratik bir iletişim tarzı oluyor.
Ben, Teftiş Kurulunda benden daha kıdemli
olup Tuncer Ağabeyden daha kıdemsiz olanlara
üstad diye hitap ettiğim halde Ona, doğal
bir biçimde hep Ağabey diye seslendim. Bu
“Ağabey” muhabbetinde, özellikle müfettiş
yardımcılığı dönemimde bana gerçekten
ağabeylik yapmasının da etkisi olabilir. Bugün
gibi hatırlıyorum, 1973 yılında 3 yıllık müfettiş
yardımcılığı dönemi sona ermiş ve yeterlik
sınavının zamanı gelmişti. Benimle beraber
sınava girecek promosyon arkadaşlarım
Ankara’da sınav hazırlıklarına başlayalı
neredeyse 3 ay olmuştu. Ben ise yetkili müfettiş
yardımcısı olarak Mersin – Adana taraflarında
denetimdeydim ve yoğun programım nedeniyle
Ankara’ya 2 aydan önce dönmem de imkansız
gözüküyordu. Oysa sınava zaten 3 ay gibi
kısa bir süre kalmıştı ve ben Anadolu’da adeta
unutulmuştum. O dönemlerde yeterlik sınavları,
bilginin objektif anlamda ölçüldüğü ciddi
sınavlardı. Yani, 3 yıllık müfettiş yardımcılığı
döneminde ne kadar başarılı bir performans
sergilerseniz sergileyin, esas olan yeterlik
sınavındaki başarınızdı. Öyle ki, neredeyse
iki promosyonda bir, sınavda başarısız olanlar
çıkıyor ve bunlar, Teftiş Kurulundan diğer
memuriyetlere naklediliyorlardı. Kısacası,
sınavlara ciddi olarak hazırlanmak gerekiyordu.
Bu durumum, Tuncer Ağabey’in de dikkatini
çekmiş olacak ki, Teftiş Kurulu Başkanıyla
görüşerek durumumu anlatmış, sınavlara
hazırlanmak üzere Ankara’ya dönmemi
sağlamıştı. Tuncer Ağabey’in, benim bir ricam
olmaksızın kendiliğinden yaptığı bu girişimi
olmasaydı muhtemeldir ki sınavda başarısız
olabilir ve yaşam çizgim bambaşka bir mecraya
girebilirdi. Bütün bunlar için ona kuşkusuz
minnet borçluyum.
Konuşmamın bu bölümünde yeri gelmişken
Tuncer Ağabeyimin müfettiş olarak mesleki
özellikleriyle ilgili de bir şeyler söylemek
istiyorum.
Raporları genelde uzundu. Konuları
ayrıntılarıyla irdeler ve özet yazmayı sevmezdi.
Özet yazmanın son derece riskli olduğuna
inanır ve bunun yeterli de olmadığını
savunurdu. Onun büyük emek ve zaman
harcayarak kaleme aldığı uzun raporları, diğer
müfettişlere benzer çabalar içerisine girme
gereğini hatırlattığından olacak, genelde eleştiri
konusu yapılırdı. Şimdi düşünüyorum, aslında
20
“Şiirin Sevgilisi” Tuncer Uçarol’u Anıyoruz
bu eleştiriler rapor yazımına aynı emek ve
zamanı veremeyen bizlerin, kendimizi savunma
çabamızdan başka bir şey değildi.
Onun ayrıntıcı kişiliğini ve uzun rapor
yazma tekniğini eleştirirdik ama iş, karmaşık
ve tartışmalı görüş tutanaklarının veya
önemli bir hukuki metnin kaleme alınmasına
gelince, başvuracağımız yegane kişi de yine
o olurdu. Bütün tartışmalı konuların, her
türlü mesleki ihtilafın çözümünde ve kağıda
dökülmesinde adeta hakem ve yazman
görevi yapardı. Güçlü bir kalemi vardı. Çok
rahat ve kolay yazardı. “Hep ikinci işim oldu
edebiyat, boş zamanlarımda balığa çıkmak
gibi“ derdi. Raporlarında bazen kelime türettiği
de olurdu. Kendisini “ Zorunlu olarak kelime
türetiyorum, yoksa anlatacağımı başka türlü
anlatamıyorum “ diye savunurdu. Bu tarzıyla,
kuru resmi yazışmalara renk ve sıcaklık katardı.
Herkes onu severdi. Tipik Adanalılara hiç
benzemezdi. Ağzından kötü bir söz çıktığını
duyan olmamıştır. Her zaman güler yüzlüydü.
Kırıcı olmadan açık sözlü olmayı başarabilen
nadir insanlardandı. Yalın ve sade bir kişiliği
vardı. Yalan söyleme ve dedikodu yapma gibi
kötü bir huyu da yoktu. Kendisiyle barışıktı.
Davranışlarının, kişiliğiyle ve düşünceleriyle
çeliştiği de görülmemiştir.
1965 – 1992 yılları arasındaki müfettişlik
yaşamında, geçici görevle de olsa idari
kademelerle kısa sürelerle görev yaptı. Bu
bağlamda olmak üzere, 1977 yılında İstanbul
Bölge Ticaret Müdürlüğü, 1978 yılında da İç
Ticaret Genel Müdürlüğü görevlerini tedviren
yürüttü. Özellikle onun İç Ticaret Genel Müdürü
olduğu dönemde ben de Teşkilatlandırma Genel
Müdürlüğü görevini yürüttüğüm için Ankara’da
daha yakın bir ilişki içerisinde olduk.
12 Eylül sonrası ben yurtdışına gittim. O
da İstanbul’a müfettişlik görevine geri döndü.
Yurtdışından 1984 yılında döndüğümde,
Ticaret Bakanlığı ile Sanayi Bakanlığı, Sanayi
ve Ticaret Bakanlığı adı altında birleştirilmişti.
Teftiş Kurulları da birleştirilmiş ve bir yığın
uyum sorunu ortaya çıkmıştı. Ben, Teftiş Kurulu
Başkan Yardımcısı, O Teftiş Kurulu İstanbul
Grup Başkanı olarak sıkıntıları birlikte aşmaya
çalıştık. Bu dönemde küçümsenemez yardımları
oldu ve bana gerçekten ağabeylik yaptı.
Teftiş Kurulu içerisinde birlikte görev
yaptığımız 1984-1992 döneminde onun,
müfettiş yardımcılığı giriş sınavları ile müfettiş
yardımcılığı eğitim çalışmalarındaki özverili
katkılarına da kısaca değinmek isterim.
Müfettiş yardımcılığı giriş sınavları;
sınav organizasyonundan, soruların
hazırlanmasına, kağıtların okunmasına ve
sözlü sınavların yapılmasına kadar, uzun
ve zahmetli bir süreci içerir. “Bir iş, emek
ve zahmet gerektiriyorsa Tuncer Ağabeysiz
olmaz” gerçeğinden hareketle O, tüm
müfettiş yardımcılığı sınavlarının değişmez
sınav kurulu üyesiydi. Sınavlarla ilgili her şey
onun yönetim ve organizasyonunda, onun
kalemiyle gerçekleşirdi. Mevcudiyeti aynı
zamanda, dürüst ve objektif bir sınavın da
garanti belgesiydi. Özellikle sözlü sınavlarda
ilkesel bazda anlaşmazlığa düştüğümüz de
olurdu. Ben, adayın bilgisinin üç gün ve altı
grup halinde yapılan yazılı sınavlarda yeterince
test edildiğini ileri sürerek, sözlü sınavlarda
artık bilginin değil adayın, kişilik özellikleriyle
sorgulama yeteneğinin sınanması gerektiğini
savunurdum. O ise sözlü sınavlar için benim
önerdiğim kıstasların sübjektif olduğunu, oysa
objektif bir sınav için sübjektif kıstasların kabul
edilemeyeceğini ileri sürerek, sözlü sınavlarda
da yegane objektif kıstas olarak kabul ettiği
bilgiyi test etmeye çalışırdı.
Müfettiş yardımcıları eğitim çalışmaları
da aynen giriş sınavlarında olduğu gibi
onun organizasyonunda ve yönetiminde
gerçekleştirilirdi. İyi niyetli ve fedakar bir
öğretmendi. Müfettiş yardımcılarının en iyi
şekilde yetişmesi için gece-gündüz demeden
çalışır, notlar hazırlar, dersler ve ödevler verir,
sınavlar yapardı. Bilirsiniz, Ahilik geleneğinde
her mesleğin bir piri vardır. Örneğin; Tuncer
Ağabeyin babasının da mesleği olan (O, bir
marangozun oğlu olduğunu biraz da övünerek
sık sık dile getirirdi) marangozların piri Hazreti
Nuh, Terzilerin piri Hazreti İdris, Çiftçilerin
piri Hazreti Adem’dir. Tuncer Ağabey de
bence müfettişlerin piridir. Yani, edebiyatçı
arkadaşlarının tanımladığı gibi yalnızca bir “şiir
müfettişi” değildir. Müfettişlerin piri sayılabilecek
ölçüde usta bir Bakanlık Müfettişidir de. Onun
içindir ki, İsmail benim bu sunuşumun başlığının
ısrarla “Müfettiş Tuncer Uçarol” olmasını istedi.
Ben, uzun süren idari görevlerini de düşünerek
ve daha kapsayıcı bir başlık olarak “Bürokrat
Tuncer Uçarol” u tercih ettim.
Bakanlık Teftiş Kurulundaki Müfettişlik
21
“Şiirin Sevgilisi” Tuncer Uçarol’u Anıyoruz
görevlerimiz devam ederken ben, 1992
yılında önce Müsteşar Yardımcılığına, daha
sonra da Müsteşarlığa atandım. Göreve
başladıktan sonra Tuncer Ağabeye, Bakanlık
merkez teşkilatında boş bulunan bir genel
müdürlüğü teklif ettimse de O, kooperatif
evinin tamamlandığını ve artık İstanbul’a
yerleştiğini söyleyerek bu teklifimi geri çevirdi.
Bu görüşmemizin üzerinden henüz 1 ay
geçmemişti ki Bakanımız, İstanbul teşkilatını
ziyaretinin dönüşünde bana, bilgisiyle ve
kendisine güvenli tavırlarıyla dikkatini çektiğini
söylediği bir müfettişi çok beğendiğini, isminin
de Tuncer Uçarol olduğunu öğrendiğini ifade
ederek, eğer haklı bir itirazım yoksa onu
Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğüne atamak
istediğini söyledi. Bakan beye bunu daha önce
benim de düşündüğümü, ama ısrarlarıma
rağmen kabul ettiremediğimi söyledim.
Tekrar ısrar etmemi önerdi. Uzun süren ikna
çalışmalarımız yaklaşık bir ay sürdü. Sonunda
kabul ederek Ankara’ya geldi. 1992-1997 yılları
arasında, yönetim kademelerinde birlikte 5 yıl
görev yaptık.
Tuncer Ağabey, 5 yıl süren ve her bürokrat
için örnek olabilecek, dürüst ve objektif Genel
Müdürlük görevi süresince pek çok çalışmaya
da öncülük etti. Bunlar içerisinde, Alman
modelini esas olarak hazırladığı ve bizzat
kaleme aldığı “Denetim Birlikleri Yasa Tasarısı”
bence en önemli ve dikkat çekici olanıdır.
Kooperatiflerde etkin ve özerk bir denetim
için ülkemiz koşullarında son derece tutarlı
ve yararlı bir model olarak değerlendirdiğim
“Denetim Birlikleri” nin bugüne kadar Bakanlık
arşivinin tozlu raflarından indirilerek yaşama
geçirilememiş olması, ülkemiz kooperatifçiliği
için bence önemli bir eksikliktir.
Yeri gelmişken, Tuncer Ağabeyin bürokratik
bir özelliğine de değinmek isterim. Onun için
evrakın önemlisi-önemsizi yoktu. Her evrak
onun için aynı önem ve değerdeydi. O halde
her evrak işlem sırasını beklemeliydi. Herhangi
bir evrakın, her ne nedenle olursa olsun bir
diğerinin önüne geçme gibi bir ayrıcalığı
olamazdı.
Bu yaklaşımı nedeniyle onunla kimi sorunlar
yaşadığımı da itiraf etmek zorundayım. Bu
konudaki bir anımı da sizlerle paylaşmak
istiyorum. Bakan bey bir gün beni arayarak,
bir kooperatif kuruluşunun süratlendirilmesini
istedi. Araştırdım, kooperatifin başvuru evrakı
genel müdürlük uzmanlarınca incelenmiş ve
uygun görülerek genel müdürün imzasına
sunulmuştu. Tuncer Ağabeye evrakı Bakan’ın
takip ettiğini, masasında bekleyen evrakı bir
an evvel inceleyerek uygunsa gecikmeksizin
imzalamasını rica ettim. Beklediğim cevabı
da hemen aldım. Evrakın sırası gelince
inceleneceğini söyledi. Kendisine, ağabey
evrakın noksanı yok. Kaldı ki, nihayetinde
tartışmalı bir konu değil, sıradan bir kooperatif
kuruluşu, Bakan da takip ediyor, ne olur imzala
da şu evraktan kurtulalım dediysem de “Burası
boyacı küpü değil, evrak sırasını bekleyecek”
diyerek bu ricamı uygun karşılamadı.
Ortak bürokratik yaşamımızdaki hoş bir
anımı da izninizle anlatmak istiyorum. Bir gün
Bakan’ın odasında, Tarım Satış Kooperatifleriyle
ilgili bir sorunu görüşürken, konuyla ilgili genel
müdür olarak Tuncer Ağabey’in görüşlerini
de almamızın uygun olacağını söyledim.
Ağzımdan ağabey sözcüğü son derece doğal
bir şekilde çıkmıştı. Bakan Bey, Özel Kalem
Müdürünü aradı ve aynen benim kullandığım
sözcükleri tekrar ederek “Tuncer Ağabey gelsin”
dedi. Tuncer Ağabey içeriye girince ben doğal
olarak toparlandım. Ben toparlanınca Bakan
Bey de boş bulundu ayağa kalktı. Görüşme
tamamlanıp Tuncer Ağabey ayrıldıktan sonra
Bakan Bey bana döndü ve “Yahu dedi, yaşı
bizden büyük hadi ağabey dedik, tamam buna
bir itirazım yok ama sayende, Genel Müdürü
kapıdan girdiğinde hazır ola geçen ilk Bakan
olarak tarihe geçeceğim galiba” diyerek
serzenişte bulundu.
Tuncer Ağabey, 1997 yılında benim
emekliye ayrılmamdan kısa bir süre sonra
Bakanlık Müşavirliğine atandı. Bu görevde de
1999 yılında kadar 2 yıl görev yaptı. Görev
yaptı diyorum, çünkü bilirsiniz Bakanlık
Danışmanlığı görevi, bürokratların kızak yeridir.
Danışmanların çok az sayıdaki bir bölümü
gerçek anlamda danışman olarak hizmet
verirler. Tuncer Ağabey işte bu anlamda gerçek
bir danışman olarak çalışmış ve başta kimi
yönetmelik, sirküler ve genelgeler olmak üzere
Bakanlığın pek çok mevzuat çalışmasında aktif
olarak görev almıştır.
Bakanlık Danışmanlığı görevi 1999 yılına
kadar devam etmiş ve bu tarihte kendi
arzusuyla emekliye ayrılmıştır.
22
“Şiirin Sevgilisi” Tuncer Uçarol’u Anıyoruz
Tuncer Ağabey emekliye ayrıldığında
ben, Türkiye Esnaf ve sanatkarları
Konfederasyonunda (TESK) danışman olarak
görev yapıyordum. Kendisine ısrarla ve yeniden
birlikte çalışma önerisi götürmeme karşın kabul
ettiremedim. O, yaşamının bundan sonraki
bölümünde yalnızca edebiyat çalışmalarıyla
ilgilenmek istediğini söyleyerek önerimi nazikçe
reddetti. Buna rağmen peşini bırakmadım.
Israrlı ricalarım üzerine 2002 yılında, Türkiye
Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu’nun
“Esnaf ve Sanatkar Öyküleri” yarışmasını
organize etti. Organizasyon zahmeti bir yana,
öykülerin değerlendirilmesinden başlayarak
yarışmanın sonuçlanmasına kadarki tüm
süreçlere öncülük etti. 2003 yılında, bu
yarışmaya gelen öyküler içerisinden “Bakkal
Öyküleri” ni ayırarak, onları da Bakkallar ve
Bayiler Federasyonu’nun bir çalışması olarak
yayıma hazırladı.
Daha sonra ve 2003 yılında başlayan ve uzun
yıllar başarıyla devam eden “Abdullah Baştürk
İşçi Öyküleri Yarışması”nın temellerinin de
bizim ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz bu “Esnaf
ve Sanatkar Öyküleri” yarışmasıyla atıldığını
düşünüyorum.
Bu öykü yarışmaları sonrasında da
dostluğumuz devam etti. Sık sık Mülkiyeliler
Birliğinde buluşur, dertleşirdik. Bu ilişkimiz
2013 yılında hastaneye yatana kadar devam
etti. Hasta yatağındayken bile bilgisayarı
kucağındaydı ve yarım kalmış edebiyat
çalışmalarını tamamlamak istiyordu.
Toprağa verdiğimiz 27 Ekim günü onun
doğum günüydü.
Özetle; Tuncer Ağabeyin mesleki yaşamı,
bürokrasinin kurallarına sıkı sıkıya bağlı,
ayrıntıları önemseyen, katı olmasa da ilkeli
diyebileceğimiz titiz ve örnek bir bürokratın
yaşamıdır.
Onu şimdi öbür dünyada ve kuşkusuz
cennette, gördüğü hata ve noksanlıkları uzun ve
ayrıntılı bir rapora bağlamak üzere elindeki not
defterine kaydederken düşlüyorum.
Allah Rahmet Eylesin.
Edebiyatçı Olarak Tuncer Uçarol
Hüseyin Atabaş
Tuncer Uçarol, kılı kırk yaran bir eleştirmen,
incelemeci, günce yazarı ve araştırmacı edebiyat
adamıydı. Gençliğinde şiirler de yazmıştı,
onların kimilerin anımsıyorum… Ve gene
anımsadığım kadarıyla, onun ilk kez, 1970’li
yılların başlarında sanırım, Osman Numan
Baranus üzerine “Cumhuriyet Kitap”ta yazdığı bir
yazısını okumuştum. Herkes gibi dümdüz yazıp
geçmemesiyle, ayrıntının ayrıntısına inmeye
çalışmasıyla dikkatimi çekmişti. Sonraki yıllarda,
yani kendisiyle tanıştıktan sonra, onun bu titizliği
üzerine sohbetlerimiz, kendisine takılmalarımız
olurdu. Bir defasında galiba biraz fazla üzerine
vardım ki, eşi Aytül Hanımefendi, “Hüseyin
Bey, Tuncer Beyi o kadar sıkıştırma, çünkü o
müfettişlikten gelen bir eleştirmendir. Eleştiriyi de
teftiş raporu gibi yazıyor…” demişti. Aytül Hanımın
bu sözlrti, demek ki onun bürokratik görevinde
de öylesine titiz olduğunu gösteriyordu. Onu
tanıyanlar, bilenler de başka türlü düşünmüyorlardır
sanırım. Nitekim, meslektaşlarının buradaki
konuşmalarından da bunu anlıyorum.
Tuncer Uçarol, “21. Yüzyıl Öncesi Kadın
Edebiyatçılarımız” başlıklı yazısında, “Tarihin
her döneminde pek çok edebiyatçı yaşamıştır.
Ancak bunların çoğunluğu ustalığa ulaşamamış,
usta diye bildiklerimiz de daha çok bilinenleri
yineleyen yapıtlar vermiştir. Onlar da önemlidir
ama bir de ‘ustaların ustası edebiyatçılar’ (büyük
edebiyatçılar) vardır. Asıl önemli olanlar onlardır
diyebiliriz. Onların sayıları azdır.” der. (Varlık, Eylül
2012) Edebiyatımızda kadın yazarların ne denli
az olduğunu kuşkusuz biliyordum, ama bu denli
az olduğunun ayrımına, onun yazıp söyledikleri
ile varmıştım. Söz konusu yazısında, Behçet
Necatigil’in “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nün
2000 tarihli 19. basımında, 1000 kadar şair/yazar
içinde kadın oranının % 9, yani 90 kişi olduğunu
belirtiyordu.
* * *
Kendisinin “şiir üstüne günce eleştiriler” dediği
yazılarına 1969 yılında yeniden başlamıştı.
Ramazan Teknikel’in, “Sincan İstasyonu”
dergisinin Temmuz 2011 tarihli sayısında kendisi
ile yaptığı “Tuncer Uçarol’la, ayrıntı, kentsoyluluk
ve özgünlük üzerine konuşma”nın ilk sorusuna
verdiği yanıtta; “Evet, yazılarımda ayrıntıcıyım.
Bu tanı, yazılarımın uzun olduğunu da içerir…
1969’da yeniden yazmaya başladığımda, en çok
bildiğim alan olan şiirde, sadece araştırmalar
yapmaya, inceleme, eleştiri yazmaya karar
kılmıştım uzmanlığım hızla artsın diye... İstanbul/
23
Ankara dergilerinde tutunmam için üstünde pek
durulmamış konularda da yazmalıydım… Bir yandan
da ben öğrenecektim… Bunlar hep ayrıntılarla
ilgili.” diyordu. Bu sözlerin devamını da getiriyordu;
“Mesleğim de bakanlık müfettişliği idi (1965-92).
O da ayrıntılara dikkat etmeyi gerektiriyor. Orada
yazdığım raporlar da uzundu. Özet yazmak çok
önemli ama kaç kez özet yazmayı denedim, yeterli
olmuyor. Ayrıntılı yazdığınızda / çalıştığınızda,
çapraz denetimler yaptığınızda, gerçeği daha açık
görüyor, gösteriyorsunuz…”
Ama ayrıntılı yazmak onun yalnız müfettişliği
ile ilgili değil. 1956 yılında yazmaya başlayan
Tuncer Uçarol için, ‘kılı kırk yaran bir eleştirmen,
incelemeci günce yazarı ve araştırmacı edebiyat
adamı’ dememiz de öylesine söylenmiş bir söz
değil. Ayrıntılı yazmanın gerekçesini kendisi şöyle
belirtiyor: “…Özet yazılar (ve şiir) öyle değil! Onlar
iki üç anlamlılığa açık. Yeterli bilgi sunmazlar.
Ayrıntılı çalışmada ise açık vermemiş olursunuz.”
Ayrıca, yazıya ara vermesi aşağı yukarı onun
üniversite öğrenciliği yıllarına denk gelir ki, bu bir
titizlenme, bir ayrıntıdır.
Onun yazarlığının bir merak konusunu da
barındırdığın söyleyebiliriz; örneğin, ‘herhangi
bir şair şiirini öykü olarak yazsaydı ortaya nasıl
bir şey çıkardı ortaya?’ merakıyla, az sayıda
da olsa, başkalarının şiirleri üzerinde böyle
denemeler yapmıştı. Ama o tür denemeleri, biri de
benim bir şiirimle ilgili olduğu için biliyorum, pek
başarılı olmamıştı ve de olamazdı ki, sonra bu tür
denemelerden vazgeçmişti.
* * *
Özgün ve incelikli bir anlatımı olan Tuncer
Uçarol, aynı zamanda dili savsaklamayan, arı
dile önem veren bir yazardı… “Arı Türkçeye özen
gösteriyorsunuz” denildiğinde de söze; “Belki…” diye
başlar ve şöyle sürdürürdü: “ Bazen tersinlemelerle
(ironilerle) yazmayı seviyorum… İlginç olmaya
çaba gösterdiğim de oluyor… Aykırı düşünceler
benim için önemli, gerçeğin üstüne gitmek için…
Anlatımımı yalınlaştırmak için uzunca tümcelerde
ayraç açar; bazı sözceleri öyle göz önüne alırım…
Arı Türkçe sözcüklerle yazarken onların yabancı
kökenli karşılıklarını da ayraç içinde yazarım,
öğrenilsin diye…” (Sincan İstasyonu, Temmuz
2011) Bu bağlamda kendisi de yeni sözcük
önerilerinde bulunmuştur: “Artlama şiir” (kırık dizeli,
merdiven şiir yerine), “boncuk şiir” (sözcüklerin
sıralanışının yaptırdığı çağrışımın yeni anlamlara
yol açma özelliği olan şiirler) Ali Yüce’nin şiirleri
örneğinde olduğu gibi…
Tuncer Uçarol, şiir eleştirisini şair olmayanların,
kendi deyişiyle “şiir müfettişinin, şiir seçicilerinin”
yapmasından yana olmakla birlikte, “… şiir
eleştirisini şairler de yapmalı. Seçkileri (antolojileri),
yıllıkları şairler de hazırlamalı. Okuyucular, yayınevi
yöneticileri de… Eleştiri öznel bakışlarla da
yapılmalı, incelemesel eleştiri yoluyla da. Bilimsel
sıkıdüzenden geçmiş öğretim görevlileri de onların
üzerinde bilimsel eleştiri, inceleme yazmalı…” diye
düşünürdü.
* * *
“Ben Adanalıyım, köylüyüm” demesine karşın
onun yazılarında kentsoyluluk kolayca sezilir. Ama
fukaradan ve ezilenden yanadır. Tuncer Uçarol’un
bu bağlamda yazın dünyamıza yaptığı önemli
hizmetlerden biri, 2003 yılında verilmeye başlayan
“Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Yarışması”dır.
Uçarol, kendisini bu yarışmanın yalnızca bir “seçici
kurul üyesi, yazmanı” olarak gösterse de, gerek
Baştürk ailesi ve dolayısıyla eşi Aytül Hanıma ve
Genel İş Sendikası’na, bu ödülün yürütülmesi
için en büyük desteği veren, seçilen öykülerin
kitaplaşmasını sağlayan Tuncer’di. Bu yarışma, bu
hizmet umarım Tuncer’ın anısına da bir saygı olarak
sürer.
Tuncer’i zamansız yitirmek kuşkusuz büyük bir
sızıdır içimizde. Ama onunla ilgili olarak benim
içimdeki en derin sızı, yayına hazır dosyaları
olmasına karşın, tek kitabının yayımlanmamış
olmasıdır. Ne yazık ki, bu ülke böyle bir değer
bilmezdir. Çok yazık… Neyse, şu sözler onun dünya
ve edebiyatçılık görüşünü özetliyor gibidir: “…
değişik bakışlar edebiyatta çok önemli. Ustaların
bile bakışları çeşitli; kaypak, edebiyat dışı olanları
da var. Ama hepsi birbirini tamamlıyor...” (Sincan
İstasyonu, Temmuz 2011)
“Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Yarışması”
etkinliğinin sürdürülmesinin Tuncer Uçarol’un
anısına da bir saygı olacağını düşünüyor ve
sürdürülmesini diliyorum. “Esnaf Öyküleri” türünde
etkinlikler de düzenleyen Uçarol, seçeneğini
(tercihini) emekten yana koymuş bir insandı. Anısı
önünde saygı ile eğiliyorum.
24
“Şiirin Sevgilisi Tuncer Uçarol”
etkinlikler de tarihe karıştı. O nedenle bu tür
çalışmalarının daha sağlam temeller üzerine
oturtulması gerektiğini ifade etmek isterim.
Bu etkinlikte, geniş bir katılımla değerli
yazar Tuncer Uçarol’un kimliğini, kişiliğini,
emeğini konuşmaktayız. Bu gece ne
söylenirse söylensin, ne anlatılırsa
anlatılsın Uçarol’un emeğinin sınırlarının bu
anlatılanlardan çok daha geniş olduğu bir
gerçektir.
Tuncer Uçarol, devlet sektöründe önemli
bir bürokrattı. Onu Maliye Bakanlığı’nda
görev yapan bir müfettişten çok, bir
öğretmen olarak algılamış, onun bizim
mesleğin çok sevilen kişilerinden biri
olduğunu düşünmüşümdür. Öğrencisine
doğruyu gösteren ancak öğrenci yanlış
yaparsa o yanlışı göz ardı etmeyen bir
öğretmen.
Bence bütün yazdıkları bu anlayışın
ürünüdür.
Çok kişiye el vermiştir. Bu emek
yoğunluğunun ardından “Onlar da ileride
bana el verirler” beklentisinin yaşamında
yer etmemesi; onun bu alanda nasıl sevecen
bir yürek taşıdığını, bir coşkuyla onca yazıyı
yazdığını, bu konuda kimseye özenmeden
bir başına hareket ederek hiçbir kitaba imza
atmadığını kanıtlar niteliktedir.
Burada bir anımı aktarmak isterim.
Öğrenimini tıp alanında yapmış, yurdun
değişik yörelerinde tabip olarak görev
yaptıktan sonra görevini uzun süre Afrika’da
sürdürmüş, bir dönemin yazın dergilerinde
şiirler yayımlamış sevgili şair Celalettin
Algan’a armağan ettiğim bir şiirimin
yayımlandığı Karşı dergisini kendisine
verip şiiri okumasını istedikten sonra
yaşadıklarım, o gün bugündür şiir alanındaki
emeğimin bir doruğudur diyebilirim.
Sevgili Algan, şiiri okuduktan sonra tek
söz etmemiş ve dudaklarını sayfaya
eğerekkendisine armağan ettiğim şiiri
öpmüştü. Kendi sine “ Sevgili ağabey, yazın
alanında epey ödüller aldım ama şiirimin
öpülmesi ödülü onların hepsinin üstünde
oldu.” diye yanıt vermiştim. Aradan 30 yıla
yakın bir zaman geçmiş, o günkü görüntü
hep benimle yolculuk etmiştir.
Bunu niye anlatıyorum.
Tuncer Uçarol adına düzenlenen bu
etkinlik, fotoğraf sanatçısı sevgili Mahmut
Turgut’un çektiği fotoğrafla biçimlenmiş.
Uçarol’un gülüşü afişten bize yansıyor.
Ahmet Özer
Değerli konuklar,
Sevgili Tuncer Uçarol’un sevenleri, yakın
dostları, sanat ve kültürümüzün seçkin
değerleri hoş geldiniz, onur verdiniz.
Öncelikle bizi böyle bir gecede bir araya
getiren sevgili Uçarol’un anısına saygılar
sunuyor, onun emeğine sahip çıkarak
böyle bir etkinliği düzenleyen Mülkiyeliler
Birliğinin yöneticileriyle etkinliğe omuz
verenleri içtenlikle kutluyorum.
Edebiyat, sanat bir yaşama sevincidir,
bu sevinci yaratan sanatçılara sahip
çıkmanın bir erdem olduğunu, onların daha
yaşanılır bir dünya kurmada önemli görevler
üstlendiğini ifade etmek isterim.
İşin gerçeği bugün değerlerimize sahip
çıkanların yarın kendilerine sahip çıkılacağı
bir gerçektir.
Ankara, dünden bugüne kültür-sanat
alanında büyük değerlerini yitirdi. Çok
önemli sanatçılarımızın kaybı bir yana, çok
özgün mekânlar da kötü yöneticiler eliyle
birer birer yok edildi, ediliyor da… Çünkü
sanat bir duyarlıktır. Bu duyarlı alan ne denli
boşaltılırsa, sanat düşmanlarının iktidarları
da o denli uzun sürer. Bu nedenle sanatın
her dalına emek verenlere sahip çıkmak,
onlara değişik mekânlar açarak emeklerinin
sergilenmesine ortam hazırlamak görevimiz
olmalıdır.
Burada bir noktayı vurgulamak isterim.
Her birim kendi bağrından yetiştirdiklerine
sahip çıktığında, bir değerler bütününü çok
yönlü anmanın ve onların anısın yaşatmanın
sorumluluğunu yerine getirmiş oluruz.
Mülkiyeliler Birliği’nin kendi değerlerini
anmada, tanıtmada yaptığı çalışmanın, diğer
birimlere de örnek olmasını diliyorum.
Yıllar önce Ankara’da Makine Mühendisleri
Odası’nın başlattığı Şiir Akşamları’nın
büyük yankıları olmuş, özellikle Ankara’da
oturan değerli sanatçıların kendilerini çok
yönlü anlatma olanağı bulmaları okurlarını,
dinleyenlerini sevindirmişti. Bu sanatçıların
o gecelerde anlattıkları kısa zaman içinde
iki ayrı kitapta toplanmıştı. O etkinliklerin
tümü Makine Mühendisler Odası Sosyal
Kültürel Etkinlik Komisyonu adına Recep
Akkoyunlu’nın emeğiyle biçimlenmiştir
diyebilirim. Akkoyunlu bu görevi bırakınca,
25
Orada bu değerli eleştirmen için “Şirin
Sevgilisi Tuncer Uçarol” yazısı öne çekilmiş.
Bu sözü afişe yazdıranlar gerçekten
Tuncer Uçarol için en iyi değerlendirmeyi
yapmışlar diyebilirim. Evet, Tuncer Uçarol
şiirin sevgilisiydi. O, sevgilisi olan şiiri hep
gözetti, onu yazana yüreğini açtı.
O “Günce Eleştiri” olarak nitelendirdiği
yazılarını “Denemesel Eleştiriler”,
“İncelemeseler Eleştiriler” olarak da
adlandırmıştır. Bu belki de bu alanda
yazanlardan farkını belirlemek içindi
diyebilirim.
Algan’a dönerek söylersem Tuncer
Uçarol, sevdiği şiirleri öpmese de onca
şiiri yaşamının ayrılmaz bir parçası saydı.
Onların çoğunu yakasından eksik etmediği
karanfil olarak algıladı.
Onun çoğu sanatçıya el veren emeğinin
bana yansıyan yanından da söz ederek
konuşmamı sürdürmek isterim.
Damar dergisinin yönetmeni sevgili
Özgen Seçkin, sanatımın 35. yılı nedeniyle
adıma bir özel sayı hazırlamaya karar
vermiş, bu amaçla da pek çok kişiden
yazı istemişti. Eylül 2001’de yayımlanan
126. sayı elime geçinceye değin doğrusu
kimlerden yazı istendiğini bilmiyordum.
Dergi yayımlandığında gördüğüm imzaların
tümünü tanıyordum. Böyle bir konuda yazma
gereksinimi duyanlarla yazın dünyasından
tanışıklığım vardı, onların yazıları benim
için sürpriz olmamıştı. Bu yazıların arasında
sevgili Tuncer Uçarol’unkini görmek,
doğrusu beni heyecanlandırdı. Uçarol’un
çok kişinin emeğine el verdiğini biliyordum.
Bütün yazılarını da kendi yüreğinin sesine
uyarak yazdığı bir gerçekti. O nedenle yazısı
benim için büyük önem taşıyordu. Adıma
hazırlanan böyle bir toplamın içinde onun
da yer alması yazma yarışındaki hızımı
artırmıştır diyebilirim.
Peki, Tuncer Uçarol neyi nasıl yazıyordu?
Uçarol, yazılarında dile getirdiği ayrıntılar,
saptamalar, öneriler, buluşlar ve yorumlarla
kendine özgü bir söylem oluşturmuştu.
O yazıların tümüne yakını, bu alanda
yetişmekte olan kişilere bir kılavuzdur
diyebilirim. Yazın alanında yol almak
isteyenlerin o yazıları bulup okumaları
kendileri açısından çok yararlı olacaktır.
Tuncer Uçarol her yazısına büyük emek
verirdi. Yazıları öyle sallapati değil, uzun
emeklerle oluştuğundan, onların her birini
bir kitap olarak algılamış; bu da kitap
yayımlama konusunda onu isteksiz kılmıştır.
Ona, “Bu yazılarınız ne zaman kitaplaşacak?
diye sorulduğunda ise hiç yakınmamış, her
şeyi zamana bırakmıştı.
Tuncer Uçarol Adana’nın bereketli
toprağından gelen bir değerimizdi. Emeğin
kutsallığını esas alan bir yürekle işçi
önderi Abdullah Baştürk adına düzenlenen
ödüllerin de lokomotifi oldu. O yarışmanın
dal budak salmasında, yazın alanına yeni
ürünler ve yeni adların kazandırılmasında
büyük çaba göstermiştir.
Dersine çok iyi çalışan bir yazardı.
Mevlevilerin semazenleri gibi bir eli
havada diğeri aşağıdaydı. Bir eliyle yazın
dünyasından aldıklarını diğer eliyle bu alanın
sevdalılarına vermeyi görev bilmişti.
Bir dergi çılgınıydı. Ülkenin bir yöresinde
dergi çıksın da Tuncer Uçarol’un onun
adından, içeriğinden haberi olmasın, olacak
şey miydi! Onca derginin araştırılmasında
oralarda yazanların emeğine sahip
çıkılmasında çok kararlı çalışmalar
yapmıştır.
Mülkiyeliler Birliği tarafından bu anlamlı
etkinliğinin sonunda onun yazılarına
sahip çıkmada bir karar alınması hepimizi
sevindirir. Uçarol’un her biri diğerinden
değerli yazılarının kitaplaşması için gereken
yapılmalıdır. Dergi ve gazete sayfalarında
çok kişinin yararlanamayacağı o yazıların
kitaplaşarak okurların ufkuna serilmesi
görevimiz olmalı. Onu asıl unutturmayacak
olan da kendi kitapları olacaktır.
Gelecek yıl yeni bir anma töreninde
kitaplarının elimizin altında olmasını diliyor;
anısına saygılarımı, hepinize sevgilerimi
sunuyorum.
*25 Ekim 2014’te Mülkiyeliler Birliği’nde
“Şirin Sevgilisi” Tuncer Uçarol’u Anıyoruz
etkinliğinde yapılan konuşmanın gözden
geçirilmiş biçimidir.
26
YÜZYILIN ÇINARLARI GARİP
GARİP
“İnsanların çoğu, bu dünya kurulalı beri, belki de parçalanıp gidinceye değin, şairliği, şiiri
sevmeyi bir hastalık, bir delilik saymışlardır. Aldatmayalım kendimizi, biz şiiri sevenler bir
azınlığız, hiç bir zaman da kalabalık olmayacağız” demişti Ataç.
Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Garip’ler; Cumhuriyet’in resmi duruşuna,
bu demek babalarına pek de inanamadan yan yana yaşayan ilk genç şair kuşağıydı. Bir
tür dandi kuşağı. (Orhan Veli, Oktay Rifat’ı 13, Melih Cevdet’i 15 yaşındayken tanımıştır.)
Garip, şiirde yeni bir başlangıç idi. Orhan Veli, “krizalit” dönemde göçtü gitti; ama öbür ikisi
kelebekliğe evrilip uçtular. Nereye? Şiirde “en eski yeni”nin peşine; en eskiden başlayarak
yapmanın cesaretiyle uçtular. Şiirde yeni nedir? En eski sorudur bu. Onlar, önce ortakça,
sonra kalan ikisi ayrı ayrı yanıt verdiler bu soruya.
“Kendisi” ısrarındaki yeni bakışın kaynağı için şairi etkileyen bazı düşünsel dayanaklara
bakacaksak, sonuçta, bilinç/ bilinçaltı / bilinçdışı kavramlarının yardımıyla rüyaların
mucidine er geç varırız. Yalnızca bireyle başlayıp bireyle biten sınırlı bir kuram değildi
Freud’un kuramı. Örneğin, “Hiç bir Freud’cü yoktur ki şuuraltına itilen temayüllerin
oraya cemiyetler tarafından itildiğini… kabul etmesin” diyecektir Orhan Veli. Bu keşfin
kavramlarının şiir tarihine sızması, önce Dada ile (1916) ardından bu akımın varisi olan
Gerçeküstücülerle (1924) başlamıştı. Hızla küreselleşen ve Garip’i de etkileyen bu akım
sonrası tüm dünyada sanat algısı tepetaklak olmuştu. Garipçiler, örnek aldıkları Fransız
şairlerin etkisiyle, Freud’un düşüncelerine sahip çıkan ilk şair kuşağıydı Türkçede. Sahip
çıkarken şöyle: Bir abartı yoktu aslında; ama her abartının ya da her küçümsemenin
arkasındaki o bireyin kafasında bir tür psikanalitik fallusun olduğunun farkında olarak
1 Hatırlatmak için: Tarihteki ilk yasağa yaslanır bu teori: Cinsel yasağa. Beden ile ruhun ilk tutsaklığına. Bu
yasaktan sonra, akılla yapıldığı sanılan, insanda aklı da güdüleyen bedenimizde taşıdığımız, kalıtsal belleğimize
yerleşmiş bir ruhsal güçten söz etmekteydi Freud.
27
davrandılar. Batıdan yalnızca şiire
bakmadılar kuşkusuz; Aydınlanmacılardan
Marks’a, Nietzsche’den Sartre’a, bilimde
ve felsefede olan bitenlere ve hiç bitmeyen
tartışmalara da baktılar. Freud’un altüst
edici topografyasını, Nietzsche’nin titansı
öfkesini, Marx’ın devrim yapan sınıf
kavramını, Einstein’in tekçi düşünceyi iptal
eden göreliliğini ve benzeri kavramları
düşüncesine araç kılan bir insan, bir
gözlemci ve gözlem nesnesi olarak kendi
konumunu da düşünmekten kaçınamaz.
Kaçınamaz ama Descartes’dan bu yana ikiye
bölünerek işleyen düalist akıl ve dolaysıyla
bilinç kavramları tedirgin olur; kafa elbet
karışır. Rasyonal olan irrasyonalleşir, pozitif
olan negatife dönüşür. Görünenden ötede,
dipte gizli bir şeyler arar bu kavramlarla
düşünen birey. Bir şeye neden yöneldiğimi,
ona neden doğru ya da gerçek dediğimi
kendimce düşünmeye başladığımda yalnızca
aklın düşünce malzemeleriyle değil, elimdeki
bütün vasıtalara başvurarak, aklı, duyguları,
duyuları, hayal kurma gücünü, şuuraltını
araya koyarak gerçeğin bütün belirtilerini
elden geçirmek zorunda kalıyorsam,
gerçeğin peşindeyim demektir. “Artık
dünyayı karış karış fethetmeye çıkabilirim,
eski zaman gemicilerinin heyecanıyla.”
Ama artık bir bilinç kılavuzum olsa da
yalnızımdır bu keşifte.
Nâzım bir, Garipçiler iki, İkinci Yeniciler
üç; onlar bütün modern devrimci şairler gibi,
bizi şiirin en başından (neliğinden, varoluş
nedeninden) en sona fırlatan (icrasına
tanık eden) modern Hurufilerden oldular.
Şiirin ilk gününe çağırdılar herkesi; şiir ile
anlaşabildiğimiz günlere. Şiirin, yani ilk
biçimli sözün en başından taşıdığı gücü
en sona gelene kadar deneyerek anlamaya
uğraştılar; ama okuryazar zihninin sınırlarını
da zorlayarak. Garipçiler, okuryazar
zihniyle sözlü zihin arasındaki çelişkinin
baştan farkına varmışlardı. (Tabii biraz da
zamanlarında yaygın “folklorizm” modası
sayesinde. A.H. Tanpınar, Ahmet Kutsi
Tecer liseden -Ank. Atatürk Lisesi- hocaları,
sonra da muhabbetli dostları olmuştu, pek
anlaşamasalar da.)
Eskiler yazmıyorlardı, şiiri söylüyorlardı.
Divan ve Halk şiiri geleneğindeki gibi, şiir
yazılmaz söylenirdi. “Yahya Kemal, ben
o şiirimi şurada söyledim derdi” (MCA).
Yazmak ile söylemek arasında epey bir
mesafe vardı.
Yazılı dil ile sözlü dil arasındaki geleneksel
çelişkiyi gören Garipçiler, bunu bir muzip
şakaya, akıl çelen bir bilmeceye, gönül çelen
bir söz oyuna dönüştürmekte yeni bir zevk
bulmuşlardı. Örneğin, bu yeni zevkin Oktay
Rifat’taki ilk icralarından biri, belki de ilk
zevkli şiiri “Vazife”sinde karşılık apaçıktır.
3 Tristan Tzara, şu şiiri 1918’de yazmıştı:
İdeal, ideal, ideal,/Bilgi, Bilgi, Bilgi,/Bum bum,
Bum bum, Bum bum/Diye bağırsam eğer,/İlerlemeyi,
Hukuğu, Ahlakı oldukça doğru kaydetmişimdir//
(…) sonunda şöyle diyebilmek için (…) herkes kendi
kişisel bumbumuna göre dans etti.
Bu yazıdaki Hurufi, hem kendisinin yazdığı hem de
yazılmış her sözcüğü bitiştiren her harfin, görünenin
ötesinde bir anlam, duyuların sözünü dinleyen bir akıl
ve bütün içinde bir estetik değer parçacığı olduğuna
inanan kişidir.
4 Vazife
Rengi üzümden kara
Beli iğneden ince
Bu yükle çıkılır mı
Yokuşlardan karınca
Nedir bu dünya hali
Nedir bu bozuk düzen
Dün çıktı yumurtadan
Bugün sevdalı kumru
Kaşla göz arasında
Şahin kapar kırlangıcı
Ceylân kanına girer
Su başında canavar
Bütün yük benim üstümde
Düşünmek lâzım hepsini ayrı ayrı
Dünyasından habersiz
Dünyaya gelen yavru
Güneşin şarktan doğmasını sağlamalı
Şaşırmaya gelmez
Sonra bana düşer tasası
Çocuğu soksa arı
Ayağı kanasa tilkinin
Bir hal olsa kuzuya
Oktay şu kurdun kuşun
Sana lâzım mı derdi
28
Modern şiiri matbaanın icadından
başlatamayız elbet ama onu matbaasız da
asla düşünemeyiz. İşte; matbaa icat oldu,
basım başladı, sözler taşkın sular gibi
yayıldı; harflerin tohumu rüzgârla dünyaya
dağılan bitkiler gibi çoğaldı çabucak.
Dünya hızla küreselleşmekteydi, geniş
yeniden üretim sayesinde. Yeni bir devrim
doğdu Fransa’da, dünya bir daha ortaçağa
dönmemek üzere sarsıldı. Bu sarsıntı ve bu
hız, kıtalar aştıkça, üsluplar iç içe girdikçe
yeni bir dünyalılık yanı sıra yeni bir birey
algısı da doğmaktaydı şiirde. Yüz küsur
yıl içinde üç büyük devrim yaşanmıştı;
1789 devrimi, yarattığı etkisini 1850’lerdeki
Kötülük Çiçekleri’nde ya da Cehennemde
Bir Mevsim’de (1870) yanıt buluyordu
bir bakıma. İkinci devrim, 1917’nin
yanıtı daha çabuktur. Gerçeküstücülerin
ortaya çıkışındaki asıl güdü eleştirel
düşüncenin iktidar olmuş Marksistler elinde
dogmatikleşmesine karşıdır. Her neyse;
modern şair, yeni bireyi yazı ile biçimlenen
yeni bir insan türü olarak görmüştü. Hatta
gerilerden bakan Yahya Kemal bile.
Ayaklanmalar çağıdır modern çağ. 1789
Bastil, 1848 Silezya, 1870 Paris, 1917
Petersburg. Bu tür bir ayaklanmayı1848’de
de görmüştü Victor Hügo ve Baudelaire.
Arthur Rimbaud’un pratik aklı, teorik
heyecanı 1870’de Paris’te kanatlanmıştı.
Paris Komünü ayaklanmasının mektubu,
daha rahme düşmemiş fütüristlere bile ulaştı
çok sonra. Örneğin Mayakovski’ye. Olan
biten her şey şairin poetikasıyla yakından
ilgiliydi; bütün bunlar modern çağda hangi
şiirin baskın hangi sözün ezgin olduğuyla her zaman ve çoktan-, yakından ilgiliydi.
Nâzım 1848’den bu yana gelişen devrimci
sarsıntıya1921’de Moskova’da gönüllü
yakalandı; ama o yarılma sayesinde
kanatlanıp uçmuştu. Yeni tür bir bireyin
diliydi onun sesi de. Yeni bir ötüştü aynı
zamanda. Şair ben diye konuşuyordu ama
o aynı zamanda sen ya da o demek de
değildi yalnızca, kendisi de vardı simgelerin
içinde; yeni bir şair karakterini kendisiyle
örnekliyordu. Dilde “ben”den “öteki”ne
somut bir geçiş, dünyanın bütününü
arzulayan bir geçiş dili aramaktaydı
şair. Gelgelelim en yeniler de en eskiler
gibi “dünyayı temsil ediyor” olduğu
savındaydılar. Hemen hepsi böyleydi: Evde
oturanı da (Necatigil) sokağa çıkıp bağıranı
da (Nâzım), kent aylağı Garip’ler de aynı
sevdadaydı. Dünyaları farklılaşsa da şairin
bu savı değişmedi.
Simgeler açıldıkça şair ne dediğini daha
açık söylemekteydi. Örneğin, Garipçilerin
zihnini uzun süre meşgul eden şu meşhur
Gemi meselesi, bu konuda sağlam bir örnek.
Yahya Kemal’in bilinmeze giden “Sesiz
Gemi”sini geçelim, Homeros’unkileri de
geçelim; bu gemileri her şair hemen hemen
her çağda bir daha düşünmüş, yeniden
kurmuş, üstüne de Rimbaud yepyeni bir
gemi yaratmıştı: Sarhoş Gemi.
Ama bir de Kaptan Nemo’nun gemisi
vardı, hem aynı yıllarda ve hem de yepyeni:
adı Nautilus. Şair Arthur Rimbaud’un
“Sarhoş Gemi”si ile romancı-bilimci Jules
Verne’nin Nautilus’u, modern çağın iki farklı
birey karakterinin simgeleri sayılmıştır.
Kaptan Nemo bilim adamının denizler altında
gezen, gizemli bilgi hazinesiydi. Bu yeni
karakter’i Barthes’dan dinleyelim: “Verne
kenter (burjuva) sınıfın ilerici soyundandır;
yapıtı hiçbir şeyin insanın elinden
kurtulamayacağını, en uzak dünyanın
bile onun avucunda bir nesneden farksız
olduğunu, iyeliğinse (sahiplik) Doğa’nın
genel tutsaklaştırılmasının eytişimsel
(diyalektik) bir evresinden başka bir şey
olmadığını sergiler. Verne’in romantik
kaçış yollarına ya da gizemsel sonsuzluk
tasarılarına göre dünyayı genişletmeye
çalıştığı yoktu: sürekli olarak onu (dünyayı)
beriye çekmeye, doldurmaya, daha sonra
insanın rahat rahat oturabileceği, bildik ve
kapalı bir uzama indirgemeye çalışıyordu:
dünya, her şeyi kendinden çıkarabilecek
durumdadır, varolmak için insandan başka
hiç kimseye gereksinimi yoktur.”
Yeni karakter Nautilus’un denizler altında
yirmi bin fersah seferi boyunca, olan buydu.
Ya Sarhoş Gemi? “Kaptan Nemo’nun
gerçek karşıtı olan Rimbaud’un Sarhoş
Gemi’sidir” diyor, aynı yazıda Roland Bartes;
5 Bu anıt şiirin Son dörtlüğü şöyledir:
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum,
dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.
(Çev: S. Eyüboğlu)
29
“Bu gemi “ben varım” der, insan bununla
gemi rahminden kurtulur, kovuklarda sınırlı
psikoanalitik çabalardan dünyayı keşfe
çıkmanın özgün şiirine ulaşır.”
Dünyayı seyre çıkan sarhoş gemiyle,
insanı doğanın sahibi, efendisi kılan gemi.
Garipçiler Nautilus’u okul ortamından
tanıyorlar; Sarhoş Gemi’yiyse, bizim rakı
şişesindeki balıklar, Garipçiler, okumaz
olur mu; ezberden okurlardı; çevirisinde
Sabahattin Eyüboğlu ile kafa kafaya
çalışmışlardı. Melih Cevdet Anday,
arkadaşları adına da Roland Barthes’ın
Sarhoş Gemi’ye bakış açısını şu şerhle
üstlenecektir, daha sonra: “Sarhoş Gemi
yalnızca başka bir şeyin temsili değil” der
Anday, “kendisi de vardır.”
Hem simge hem de kendisi. Varlıklar,
yalnızca simge olmaya mahkûm değildir,
anılan varlığın kendisi de vardır. Simgeler
duyularımızla kavradığımız görünüşlerdir.
“Balkon, düpedüz balkondur” da der,
aynı yazıda. Bu düşüncenin bir uzantısı,
teşbih, mecaz olmaksızın da şiir olur
demektir. Divan şiirinin yanlış yorumundan
dolayı simgenin mutlaklaştırıldığına,
varlığın simgeler arasında kaybolduğuna
inanmışlardı Garip’ler.
Modern şiiri matbaanın icadından
başlatamayız elbet ama onu matbaasız da
asla düşünemeyiz. İşte; matbaa icat oldu,
basım başladı, sözler taşkın sular gibi
yayıldı; harflerin tohumu rüzgârla dünyaya
dağılan bitkiler gibi çoğaldı çabucak.
Dünya hızla küreselleşmekteydi, geniş
yeniden üretim sayesinde. Yeni bir devrim
doğdu Fransa’da, dünya bir daha ortaçağa
dönmemek üzere sarsıldı. Bu sarsıntı ve bu
hız, kıtalar aştıkça, üsluplar iç içe girdikçe
yeni bir dünyalılık yanı sıra yeni bir birey
algısı da doğmaktaydı şiirde. Yüz küsur
yıl içinde üç büyük devrim yaşanmıştı;
1789 devrimi, yarattığı etkisini 1850’lerdeki
Kötülük Çiçekleri’nde ya da Cehennemde
Bir Mevsim’de (1870) yanıt buluyordu
bir bakıma. İkinci devrim, 1917’nin
yanıtı daha çabuktur. Gerçeküstücülerin
ortaya çıkışındaki asıl güdü eleştirel
düşüncenin iktidar olmuş Marksistler elinde
dogmatikleşmesine karşıdır. Her neyse;
modern şair, yeni bireyi yazı ile biçimlenen
yeni bir insan türü olarak görmüştü. Hatta
gerilerden bakan Yahya Kemal bile.
Ayaklanmalar çağıdır modern çağ. 1789
Bastil, 1848 Silezya, 1870 Paris, 1917
Petersburg. Bu tür bir ayaklanmayı1848’de
de görmüştü Victor Hügo ve Baudelaire.
Arthur Rimbaud’un pratik aklı, teorik
heyecanı 1870’de Paris’te kanatlanmıştı.
Paris Komünü ayaklanmasının mektubu,
daha rahme düşmemiş fütüristlere bile ulaştı
çok sonra. Örneğin Mayakovski’ye. Olan
biten her şey şairin poetikasıyla yakından
ilgiliydi; bütün bunlar modern çağda hangi
şiirin baskın hangi sözün ezgin olduğuyla her zaman ve çoktan-, yakından ilgiliydi.
Nâzım 1848’den bu yana gelişen devrimci
sarsıntıya1921’de Moskova’da gönüllü
yakalandı; ama o yarılma sayesinde
kanatlanıp uçmuştu. Yeni tür bir bireyin
diliydi onun sesi de. Yeni bir ötüştü aynı
zamanda. Şair ben diye konuşuyordu ama
o aynı zamanda sen ya da o demek de
değildi yalnızca, kendisi de vardı simgelerin
içinde; yeni bir şair karakterini kendisiyle
örnekliyordu. Dilde “ben”den “öteki”ne
somut bir geçiş, dünyanın bütününü
arzulayan bir geçiş dili aramaktaydı
şair. Gelgelelim en yeniler de en eskiler
gibi “dünyayı temsil ediyor” olduğu
savındaydılar. Hemen hepsi böyleydi: Evde
oturanı da (Necatigil) sokağa çıkıp bağıranı
da (Nâzım), kent aylağı Garip’ler de aynı
sevdadaydı. Dünyaları farklılaşsa da şairin
bu savı değişmedi.
Simgeler açıldıkça şair ne dediğini daha
açık söylemekteydi. Örneğin, Garipçilerin
zihnini uzun süre meşgul eden şu meşhur
Gemi meselesi, bu konuda sağlam bir örnek.
Yahya Kemal’in bilinmeze giden “Sesiz
Gemi”sini geçelim, Homeros’unkileri de
geçelim; bu gemileri her şair hemen hemen
her çağda bir daha düşünmüş, yeniden
kurmuş, üstüne de Rimbaud yepyeni bir
6 Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, H.Vakfı Y.,
Çev: Tahsin Yücel. Sf, 61-62.
7 Akan Zaman Duran Zaman-1. Adam, 1984. Sf. 28.
8 Bu “Gemiler” de Orhan Veli’nin.
Elifbamın yapraklarında
Gemilerim, yelkenli gemilerim.
Giderler yamyamların memleketlerine
Gemilerim, yan yata yata;
Gemilerim, kurşunkalemiyle çizilmiş;
Gemilerim, kırmızı bayraklı.
Elifbamın yapraklarında
Kız Kulesi,
Gemilerim.
30
gemi yaratmıştı: Sarhoş Gemi.
Ama bir de Kaptan Nemo’nun gemisi
vardı, hem aynı yıllarda ve hem de yepyeni:
adı Nautilus. Şair Arthur Rimbaud’un
“Sarhoş Gemi”si ile romancı-bilimci Jules
Werne’nin Nautilus’u, modern çağın iki farklı
birey karakterinin simgeleri sayılmıştır.
Kaptan Nemo bilim adamının denizler
altında gezen, gizemli bilgi hazinesiydi.
Bu yeni karakter’i Barthes’dan dinleyelim:
“Werne kenter (burjuva) sınıfın ilerici
soyundandır; yapıtı hiçbir şeyin insanın
elinden kurtulamayacağını, en uzak dünyanın
bile onun avucunda bir nesneden farksız
olduğunu, iyeliğinse (sahiplik) Doğa’nın genel
tutsaklaştırılmasının eytişimsel (diyalektik) bir
evresinden başka bir şey olmadığını sergiler.
Werne’in romantik kaçış yollarına ya da
gizemsel sonsuzluk tasarılarına göre dünyayı
genişletmeye çalıştığı yoktu: sürekli olarak
onu (dünyayı) beriye çekmeye, doldurmaya,
daha sonra insanın rahat rahat oturabileceği,
bildik ve kapalı bir uzama indirgemeye
çalışıyordu: dünya, her şeyi kendinden
çıkarabilecek durumdadır, varolmak için
insandan başka hiç kimseye gereksinimi
yoktur.”
Yeni karakter Nautilus’un denizler altında
yirmi bin fersah seferi boyunca, olan buydu.
Ya Sarhoş Gemi? “Kaptan Nemo’nun
gerçek karşıtı olan Rimbaud’un Sarhoş
Gemi’sidir” diyor, aynı yazıda Roland Bartes;
“Bu gemi “ben varım” der, insan bununla
gemi rahminden kurtulur, kovuklarda sınırlı
psikoanalitik çabalardan dünyayı keşfe
çıkmanın özgün şiirine ulaşır.”
Dünyayı seyre çıkan sarhoş gemiyle, insanı
doğanın sahibi, efendisi kılan gemi. Garipçiler
Nautilus’u okul ortamından tanıyorlar;
Sarhoş Gemi’yiyse, bizim rakı şişesindeki
balıklar, Garipçiler, okumaz olur mu; ezberden
okurlardı; çevirisinde Sabahattin Eyüboğlu ile
kafa kafaya çalışmışlardı. Melih Cevdet Anday,
arkadaşları adına da Roland Barthes’ın Sarhoş
Gemi’ye bakış açısını şu şerhle üstlenecektir,
daha sonra: “Sarhoş Gemi yalnızca başka
bir şeyin temsili değil” der Anday, “kendisi de
vardır.”
Hem simge hem de kendisi. Varlıklar,
yalnızca simge olmaya mahkûm değildir,
anılan varlığın kendisi de vardır. Simgeler
duyularımızla kavradığımız görünüşlerdir.
“Balkon, düpedüz balkondur” da der, aynı
yazıda. Bu düşüncenin bir uzantısı, teşbih,
mecaz olmaksızın da şiir olur demektir. Divan
şiirinin yanlış yorumundan dolayı simgenin
mutlaklaştırıldığına, varlığın simgeler arasında
kaybolduğuna inanmışlardı Garip’ler.
Kuşkusuz, her mecaz bir kalıptır; canlı
duyuşu, canlı düşünceyi tabutuna hapsetmek
ister. Bizimkiler, İbrahim Müteferrika’nın
tezgâhında yetişen ilk kuşak değildi kuşkusuz
ama matbaa icadı klasisizmi (belli bir düzen
tutturmuş aklı), romantizmi (bireyde çarpışan
duyuyu, duyguyu), natüralizmi (apaçık,
amprik görüneni), gerçekçiliği (hem görüneni
ve hem gizleneni), fütürizmi, (uçkun rüyayı)
sürrealizmi (her türden rüyayı ve bilinci ve
bilinçdışını) ve aradaki çarpıcı eklektikleri aşıp
geçmiş okuryazarlığı sıkı bir kuşaktılar Garip
gençler. Türkçe şiirde Matbaacılar kuşağının
11 Akan Zaman Duran Zaman-1. Adam, 1984. Sf. 28.
12 Bu “Gemiler” de Orhan Veli’nin.
Elifbamın yapraklarında
Gemilerim, yelkenli gemilerim.
Giderler yamyamların memleketlerine
Gemilerim, yan yata yata;
Gemilerim, kurşunkalemiyle çizilmiş;
Gemilerim, kırmızı bayraklı.
Elifbamın yapraklarında
Kız Kulesi,
Gemilerim.
13 Matbaanın nimetleri unutulamaz. Teknolojisiyle
başımızı döndüren sanayi toplumunu, kendini var eden
hüneri, yani “değiştirilebilir parça tekniği”ni,(implant’ı)
matbaadan öğrendi. Bugünse bir yazıcıdan (printer’dan)
istediğin her şeyi kimyasal parçalarını buluşturarak çıkarma
tekniğini icat etti. Hurufat, modern dilde, harfleri kurşun
kalıba döküp sonra da her birini uygunca yan yana getirilen
parçacıklar bilgisidir. Söz benzerliği değil, apaçık; o eski
hurufilerin bin bir öngörüsü vardı bu dünyaya ilişkin ama
matbaanın icadını hayal edemediler. Ne var ki, matbaa
harfleri de bir yol bulup heykelleşmeye görsün; taştan bile
katılaşırlar. Hatta tunçlaşırlar, kurşunlaşırlar. Yazıtlardan
matbaa harflerine varmamız durumu değiştirmedi, çünkü
putlar kılık değiştirme becerileriyle daima var olmuştu.
Modern çağ bireyinin kendisini dört kitabın yazarının
etkisinden kurtarıp aklını ve kendini merkez almaya
başlayınca, ansızın bütün yörüngeler değişti. Ben her
şeyi gören bilenim havasında yaşadı bir süre, beş yüz
yıl önceden bugüne. İnsanın her şeyi öğrenebileceğine
dair güveni, matbaadan sonra kanatlanış ve uçuş gücüne
bakınca, apaçık anlaşılıyor. Kısaca ve tabii kabaca, bugün
gördüğünüz bu kapitalizmi yani modern kaosu matbaa icat
etti.
9 Bu anıt şiirin Son dörtlüğü şöyledir:
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum,
dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.
(Çev: S. Eyüboğlu)
10 Roland Barthes, Çağdaş Söylenler,
H.Vakfı Y., Çev: Tahsin Yücel. Sf, 61-62.
31
araştırmada o eski prensibi son haddine
kadar ulaştırdım. Herhangi bir prensip son
haddine kadar ulaştırıldığı zaman zıddına
döner, saçma olur. Onlar saçmalamakta
devam ediyorlar ve bu şekilde kaldıkları
müddetçe muhtevaları böyle kaldıkça devam
edecekler.” (abç. Devamı gelecek.)
Dedikodu değil bu; Şiirde kuşaklar
arasında çatışmanın bir belgesi. Hiç
bitmeyen ve hiçbir zaman bitmeyecek
olanın bir belgesi. Ödipal çatışmanın hem
metaforik hem de somut ve şiirsel değeri
en iyi edebiyatta görülür. Vâ-Nû’lara
Mektuplar’da geçen, tarih atmadığı için
1947 cıvarı diyebileceğimiz mektuptaki bu
sözler, Orhan/Oktay/Melih’in kulağına gitmiş
midir? Gitmişse ne demişler? Ne demiş
olabilirler? Dergilerde tartışılsaydı belki
bilirdik ama o açık tartışma özgürlüğü nerde,
o yıllarda? Kapalı halini Oktay Rifat’ın 19471950 arası çeşitli yerlerde yazdığı, şiir ve
sosyal meseleler, şairin kişiliği, kahramanlığı
gibi yazılarda üstü kapalı bir biçimde
yanıt bulmak mümkün. Örnekse, hangi
zamanlarda ne tür şair sevilir sorusuna
o günler için verdiği yanıt şuydu Oktay
Rifat’ın. “Ya bugünün halkı, hangi çeşit şairi
seviyor acaba? Galiba kahraman şairi.”
Kastettiği kahraman şair, Nâzım’dı kuşkusuz
ama yalnızca o değildi. Onun da örnek aldığı
direniş hareketine katılmış olan Fransız
şairlerdi.
Niyetimiz dedikodu yapmak değilse,
Nâzım, mektuplarında “Oktay’ın kendisini
kıskandığından”, beğenmediğinden şikâyet
etmekteydi. Mektuptaki şu siteme bir daha
kulak vermek gerek. Anladığım şu: bir bakın
çocuklar, kim var imiş sizden önce burada?
Yeni kim? Yenidünya ne?” Ben sizin
yaptığınız hünerleri yapmadım mı, bir bakın?
Bu iş sadece bir kelime oyunu, bir bilmece,
bir fabl değil, hakikatin içinde muhteva diye
bir şey var. Onu görmeyen çocuk kalır.
Bunları Nâzım, gençlerin yüzüne
söylemiyor ne yazık ki; Vâ-Nû, Müzehher,
onlara sen siz söyleyin, havasında mektup.
Biliyoruz ki, Oktay Rifat’ın ömrü Nâzım
Hikmet’le geçmiştir; yalnızca teyze oğulları
oluştan değil elbet. İkisi de Boğaziçi
Aşireti’nin sol kolundandı ve az çok komünal
bir topluluktular. Zihinsel gıdaları Sözlü ve
en yenisi ama en bıçkınıydılar.
Atlar, Aslanlar, Develer Vakası
Belki cahilliğimden ama şu sözü düşünmek
işimi daima kolaylaştırmıştır: Nietszche
demişti ya: İnsan önce devedir. Deve gelir
dünyaya, ehlileşir, çölün insan yükünü taşır
ama deve kalmaz hep. Bir yere gelir, orda
silkinip Aslanlaşır, yükünü fırlatır. Aslanlık
da biter elbet, nihayetinde çocuklaşıp
bilgeleşir.
Nâzım, modern şairin”Aslan”ıydı; bu
rolü baştan üstlenmiş; sırtında taşıdığı
putları bir hamlede devirmişti. Aslandı
gerçekten düşman saydığına karşı. (Nâzım
sevgililerine çocuklaşır, dışarıya aslan
kesilirdi.) Garipçiler, teyze oğlu Oktay’dan
da dolayı Nâzım’ın yakından biliyorlardı.
Aralarında yaklaşık on iki yaş kadar fark
vardı; kimi dönemler için bu yaş farkı insanı
en sevdiğinden bile uzak kılacak güçte bir
zaman farkıdır. Çünkü bazı zamanlarda
dünya her yılda hatta her günde başka tür
çalkalanır. Bugün olduğu gibi.
Ortalık biraz olsun durulunca mahallede
top oynamaya, teneffüste cıgara
içmeye, kaytarıp meyhaneye kaçmaya
başladıklarında da Nâzım, onlar için
hayranlık verici bir ustalıktı; (ama korku
verici bir ustalık aynı zamanda.) Nâzım
genç aslan olmayı (kükremeyi) çoktan
aşmıştı. Garipçiler, doğrudan çocuk olma
aşamasından başlamayı yeğlediler. Nâzım’ın
işi büyüklerin işi gibi geliyordu onlara. Biraz
da bu yüzden “çocuk” olmak aşamasından
kasten başlayabildilerdi. Garipçi gençlerin
üçü de her mektebe giden çocuk gibi
deveydi; matbuat devesi. Sonrasındaysa
Tercüme Odası’nın gönüllü gönülsüz
memurlarıydı üçü de. Kâğıt yaprağa değil
bahar yaprağına âşıktılar; ağaca, kuşa,
rüyalara inanıyorlardı. “Teneffüsü gâvur
etmeyelim” diyorlardı, birbirlerine, sıkıcı
hallerden kaçacak yer arıyorlardı. Her
kaçışta o el değmedik subaşlarını hayal
ediyorlardı. Ama ne ile seyahat ediyorlardı
oraya? “Subaşında durmuş”lardı Nâzım gibi,
kedi gibi; ama hangi su idi bu, hangi çağ idi,
hangi devrimdi?
Garip’lerin bu hallerini Nâzım şöyle
görecektir:
“… yalnız şunu bir daha tekrar edeyim
ki, Orhan Veli ve Oktay benim eski
prensibi şeklen inkışaf ettirdiler. Ben de bir
14...Şiir Konuşmaları, sf. 69.
32
Yazılı dünyadan ortakça ediniliyordu. Ve en
önemli ortaklıkları şiirdi, ailede çok önem
verilen şairlikti.
Garipçiler ne yapmışlardı? Cemal
Süreya ‘ya göre nerdeyse şiirin tümünü
budamışlardı: “Mısra yok, ölçü yok, müzik
yok, imge yok, güzel yok, kafiye yok,
metafizik yok, dram yok… Tarihsel toplumsal
verilerle, felsefeyle, coğrafyayla da
ilgilenmiyor(lar) hiç. İşe sıfırdan başlamak
istiyor. Böyle göründü Cemal Süreya’ya.
Ama böyle bile görünse, yeniydi, kabul
ettiği gibi; “hoşlanmadım o başka” diyordu
yazılarında.
Garipçiler, Cemal Süreya doğru
söylüyordu, şiiri budadılar, soydular. İç
ses babanın sesiyse feciydi, otoriter,
küçümseyici, her şeyi bilen ve bu bilmeyi
dayatan. Dış ses kitaplarda yazılanın sesiyse
daha feci. Gençlerin canıysa Rimbaud’un
gemisinde rakı sarhoşluğu istiyordu.
Demlerde her dem dembedem olsam
türü tef ritminden de, deve ahenginden
de bıkmışlardı. Anlaşılmayacak hiçbir
gizemli durum yoktu. Sadece sıkılmak,
işte. Sıkılan bir gencin hayata dönmesine
bir bahar dalı, bir hişt hişt yeterdi. Okul
nedir, hayat nedir, ayırırlardı. Ama şu da
var: Garipçiler, öncelikle, Türk şiirine illetli
bir kalıtsal hastalık gibi kuşaktan kuşağa
aktarılan “şairanelik” tutumunu gülünç,
anlamsız ve beyhude kıldı. “Derin” şair
çilesini, “zaptedilmez” öfkesini, “ölçüsüz”
hayranlığını, mazmunlarla kurulmuş paket
düşlerini, öğrenilmiş mistik kuruntularını,
jestlerini, artistik şaşkınlık ve sevinçlerini
gülünçleştirdi... Bunun yerine, şairi, özüyle
sözü arasında mesafesi pek olmayan,
güce tenezzül buyurmayan, Divan şairi
kalıntısı yağcılıktan kurtarıp hayatın saçma
hallerine karşı mizahi bir yadırgamayla
donattı. Şairane dil yerine gündelik dili
yeğledi; yabancılığa değil tanıdıklığa,
senli-benli bir söylem rahatlığına yaslandı.
Anlayışlıydı, sevimliydi, muzipti, oyunbazdı,
şakacıydı, mahallenin çocuklarıyla top
oynuyor, büyükleriyle kahvede muhabbet
ediyordu. Ama Garip’ti yine de çünkü
aylaktı, hem de aylaklığı övüyordu, her
sabah yinelenen “övün, çalış, güven”
koşullanmaları karşısında. Bahara,
ağaçlara, gökyüzüne, alıp başını gitmeye
çağırıyordu o yemin vurgunu çocukları.
Garip’ti yine de; eski köye yeni adetler
getirmişti. Şiirin sırça köşküne, ödünç
de olsa, halkın nasırlı ayaklarıyla girmiş,
sokağın kirini üstüne bulaştırmış, ayartıcı
ıslıklar öğretmişti kulak verenlere. Türkiye
mahallesine bir ‘sevimlilik’, bir teklifsizlik
getirmişlerdi Garipçi gençler. Toplumsallığı,
bireyselliği, aşkı, ölümü, kuşları, mevsimleri
düşündüren, “bunu ben de yazarım”
dedirtecek denli yalın, herkesin olabilecek
bir benlik sunmuşlardı. Ama bunları
yapacağız diye o muhteşem şiir ağacının
dalını yaprağını da budamışlardı. Budama
günahını hem kendileri ödedi, hem de
ardından gelen genç şairler kuşağı. Garip,
şiirin kendi kendini yanlışlama yeteneğiydi.
Hemen sonra gelen İkinci Yeni, bu yeteneği
daha da büyüttü.
Üç arkadaş, hınzırlıklarıyla meşhurlardı.
Divan şirinde her sözün altında bir söz daha
var tınlamasını ezbere biliyorlardı. O sese
yüklenen anlamların komik hikâyeleriyle
oyalanıyorlardı. Rakı şişesinde balık olmanın
tadına evden kaça kaça varmışlardı; en
azından halk değillerdi artık çünkü derya
denilen dalgalıyı çakmışlardı. Vezin,
eski vezin olamazdı; bunu en iyi Ataç
dillendiriyordu. İnsan hele tavlada ya da
sofrada şiir bilgisiyle rakiplerini yenip tam
sarhoş olunca; ne tantanalar çıkardı, bizim
küçük bohemli mahallede.. Heceyle dalga
geçiyor diye Necip Fazıl Ataç’ı dövmeye
kalkışmıştı. Divan’a red’ diyen Gölpınarlı
yazarı, höt diyen azarlamışlardı.
Sarhoş olunca gülmek için başvurdukları,
tekerlemeli, bilmeceli, manili tarz,
Cumhuriyet okul bilgisinden usanmış bu
gençlere bütün vezinlerden iyi geliyordu,
bugün de olduğu gibi. Soytarının dilinden
krallar bile kurtulamazdı, gücü seçilmiş
soytarılıkta buluyorlardı, dandilikte,
çapulculukta. O en eski pasif direnişe
sarılıyorlardı: İroniye. Ayrıca, herkesi
en çok onlar güldürüyorlar, onlar
düşündürüyorlardı. Arkadaş ıslığının
sesi, annenin babanın sesine karşı bir
ayartıydı ve ses çoktan cazip gelmişti.
Yazdıklara şiirleri “soytarılık” denmesinden
gocunmadılar. “Saçma oluyor çocuklar”
diyen ağabey Nâzım’dan bile gocunmadılar,
kin duymadılar. Ne yaptıklarını ölçüp
15..Toplu Yazılar, YKY, sf. 115
33
biçiyorlardı. Şiir biçimlerini biliyorlar; Yunan,
Latin, Fransız, Alman, İngiliz karışımını,
Divan karışımı kadar tecrübe edebiliyorlardı.
Ama Çorba en güzel yemekti rakıdan sonra.
Fuzuli kimdi ki?!
Ataç: “Bırakın yazsınlar” diyordu şiir bilen
ve sevenlere, “bak göreceksiniz, aha da
zarımı atıyorum.”
Nazım, da darağacına hücumdaydı;
zamanı erken mi geç mi bilemediğimiz
bir müdahaleydi şiire. Garipçiler içinse,
Nâzım’ın öngördüğü sosyalizmini kimse
oturup bekleyemezdi. Ama hayat devam
ederken, toplum Cumhuriyet kılıklı darağacı
suratlı kapitalizm düzeninde üreyip üretip
dönüşürken, üleşip çoğalırken, düşünüp
tükenirken, huzursuzluk konaklarda, evlerde
ve asıl sokakta belirmişti. Gençler Nâzım’a
yapılan haksızlığı meydanda lanetliyorlardı
artık. İlk ses çıkaranlar Garipçiler oldu, Çarşı
grubu gibiydiler. İnsan insanı nasıl etkilerse,
Garipçiler de öyle zamanından etkilenmiş
gençlerdi; ama zamanı zamanında etkileme
şansını bulmuş tek kuşak da onlardı sanırım.
O yüzden şiirlerinde o toplum için sahnede
göremeyeceğimiz bütün bir sokağın resmi
var ve sokaksa henüz sözlü dil ile yazı
arasında bocalıyordu. Sözlü dilin şiiri bile
değil bu, gündelik dil; çeşitli makamlardan
bozulmuş ıslık; sözcüksel jest. Ama taze
masal bulmakta bunalan anneler bile
sevmişti bu dili. Bu geniş zamanı kırpalım
gene, Batıda üç yüz yıldır yaşayan bu
modern insan, bizde bir kez daha kımıldadı.
O garip ‘40’ta. Şiir kendisine bir kez daha
çırılçıplak muhalefet etmekteydi. Ve
Nâzım bu başkaldırıyı “saçmalık” olarak
görmekteydi. Garip kitabı matbaadan
çıktığı günden bu güne, toplumsal bir
karşılığı olmalı ki, o garip gençlerin neşesi,
hüznü, şiiri hiç terk etmedi şükür; başka
seslerle, başka dille, başka bir eda içinde
devindiler. Bir yaşama sevinci duyurma
iddiasındaydılar. Ve ben başkasıyım’
iddiasında…
İçimizdeki ses karmaşası ‘gül gibi geçinip
gittiğimiz Cumhuriyet’te, durup dururken
çıkmıyor; bu gençlerin duyduğu iç ve dış
sesler, babalarından farklı sesler; içerde
dışarıda ne olduğuna dair. (En azından
Nâzım niye hapisteydi? Babalarıyla
anlaşamıyorlardı.) Şımarık burjuva veletleri
ya da moda düşkünü dandiler miydiler
sadece Garipçiler? En kaba, dolayısıyla
kestirme yanıt şöyle olabilir: Babalardan
farklı bir hayatı, farklı bir kulakta duydular;
farkı bir gözlemleri, deneyimleri vardı,
alışılmamış bir epistemoloji edinmişlerdi.
Bu hayat onlara söylenenden farklı bir tat
bırakmıştı. Sevdalıydım, deliydim, yapraklı
yollar geçerek geliyordum. O sarı kuş
ötüyordu bir yerde, hiçbir yerde.
Garipçiler o kuşun, Sait Faik’in sesini
baştan duyuyorlardı, ama onlar artık hiçbir
yerdeydiler. Yokülkede- Ütopya’daydılar.
Garipçilerin bir farkı tekil bir birey olarak
şair’e yeni bir tanım getirmiş olmalarıdır.
İşte onlardan biri: “Baudelaire’e kadar şair,
duyguların, olayların, fikirlerin dışında”ydı;
diyor Oktay Rifat,“ Baudelaire’den sonradır
ki, şiir kendi iç olaylarımızın ve böylelikle
insanın içine vuran dış gerçeğin topyekün
ifadesi oluyor. // Yeniler, önce insanoğlunu
fethetmek istiyorlar.”
DÖNEM// Garip: Önce İnsanoğlunu
Fethetmek
Cumhuriyet’in kültür politikalarında üç
kırılmalardan biri Harf Devrimi’yse, biri
Nâzım, biri de Garipçilerdir. Harflerin yazının
içinde bile ağır sorun yaşadığı, sesinin
boğulduğu, yok sayıldığı, yeni imlanın
yarattığı kaosa doğmuşlardı. Harf sayısının
eksilmesiyle başlayan ifade zorluğu vardı
ama artık içi dışı, nedeni sonucu karışmış
bu kavganın içine taşınan bir “muhteva”
kavgası vardı. O kavganın resmi ifadesi
şöyleydi: “Avrupa medeniyeti, eşsiz
güzellikler ve ahlaki zevkler yönünden
de üzerimizde olumlu etkiler yapacaktır.
Fakat bu etkiler, bize Acem’den geçen
felsefi, ahlaki ve estetik zevkleri yıkmağa
çalıştığı ölçüde faydalıdır. Yıktığı zevkin
yerine kendisi geçmeğe kalktığı anda, bu iki
medeniyetin zevki de zararlı olur. Bir milletin
güzellikle, ahlak ve felsefe ile ilgili zevkleri
kendine özgüdür. Bunları asla dışarıdan
alamaz.”
Gayrı resmi ifadelerine burada hiç
girmeyelim ama şu da açık ki Ziya
Gökalp’ın bu cümleleri Garipçiler için yeni
değildi, babalarından daha kalıplısını her
gün duyuyorlardı. Cumhuriyet’in kültür
politikasında hafif de olsa bir kırılma daha
yaşanmıştı: “Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin
kültür politikalarının ardındaki temel iti; …
1940’larda Hasan Âli Yücel’in Maarif Vekilliği
34
döneminde Gökalp’inkinden kısmen farklı
bir çerçevede belirmiştir.”
Ziya Gökalp’in fikrinin sonuçlarını az çok
hepimiz okul-eğitim sisteminde kalarak
öğrendik, ama Hasan Âli Bey’in belirlediği
“kısmen o farklı çerçevenin” oluşumunda, o
çeper açılımında, o kırılma ya da genişleme
ortamında şaire ne oldu, Garip’i buraya
yerleştirmekte gönülsüz kalmışız. YeniVazife
neydi? Neyi yıkacak, ne kuracaktı yeni
şair? Nâzım’ın putları yıkarak kurduğu
şiirin yolu başka Yahya Kemal’in Ahmet
Haşim’in süzüp damıtarak döşediği şiir
yolu bambaşkaydı. Bu başkalığın devlet
anlağındaki sonuçlarıysa hepsinden
başkaydı. Nâzım hunharca ezildi; adeta taşa
gömüldü hapiste. Bu olgu, yeni bir kuşak
için şu demek: Garipçiler, önceki kuşağı
model alırken çok samimiydiler ama hem
bağlandıkları sınıf, hem de özendikleri model
farklılaşmıştı. Önceki şair modelle dalga
geçmeye (etkilenme endişesi içinde bir tür
direnişti bu) başladıklarında, muziplikte,
ironik yıkıcılıkta Nâzım bile geride kalırdı.
Ama onlar bazı ağabeylerini, bazı komşu
çocuklarını, hapiste ya da sürgünde
buldular. Bazı ağabeyleriyse öldürülmüştü,
öldürülecekti; örneğin Sabahattin Ali...
Şiirin fırtına kuşu
Moskova’dan havalanan kuş ile Paris’ten
uçan kuş, İstanbul’a aynı hava koşullarında,
aynı zaman dilimlerinde varamaz; hiçbir
dönemde varmadı da. İki kuş da zamanları,
koşulları ve şiveleri farklı olsa da insanlığın
elinden düşürmekten korktuğu özgürlük
umudunu ötüyorlardı kuşkusuz. Nâzım,
Moskova’dan uçan kuştu. Garipçilerse
Paris’ten uçanın sesine bağlanmışlardı.
Nâzım ile gelen sesin ve sözün hayranı
değilseler de derin bir ilgi duydukları, en
azından kayıtsız kalmadıkları açıktı. Nâzım’ın
sürdürdüğü politik şiire karşı değillerdi,
hatta onun öngördüğü sosyalizme derin
16 (Şiir Konuşmaları, sf. 16)
17 Bugün bile devam ediyor bu mesele.
“Kahrolsun bağzı şeyler”, Gezi’de tesadüfen
doğmadı. Bazı mı deselerdi, “bâzı” mı?
Harflerde her şey kodludur, sahiplidir.
18 Orhan Koçak, 1920’lerden 1970’lere
Kültür Politikaları. Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt 2. İletişim Y. 2001.
bir sempati besliyorlardı. Ama o sesi
kendi içlerinde sınadıklarında, olmuyordu,
tutmuyordu içlerindeki notayla, ellerindeki
çalgıyla ve seçtikleri sınıfsal konumlarıyla.
Buna karşın, şiiri sahiplenmekte, ona
kendilerince yeni bir dünya temsili misyonu
yüklemekte, Nâzım’dan daha az iddialı
değillerdi.
Vazife’de de var; şiir daima dünyanın yeni
bir temsili olmuştur bizden büyüklere göre.
Ama şöyle: O şiirin kahramanı diyelim Şeyh
Bedreddin’se, o karakter Nâzım olmuştur
artık. Şiir ile bir karakter olarak şair o yüzden
iç içe düşünülmüştür; şairin hayatı başından
beri şiire dâhil olmasaydı, Homeros kör mü
değil mi, yaşadı mı öldü mü diye bu kadar
kafa yorar mıydık? Ören yeri kazıcılarının
eline bu kadar bakakalır mıydık?
Duyularıyla düşünen, bu demek kendinde
deneyimleyen biri olarak tanımladıkları
şairin aynı zamanda yeni bir şiir hayal eden
yeni bir kişi, ama tam da kendisi olması
nasıl bir şeydi? “Şiir kendi iç olaylarımızın
ve böylelikle insanın içine vuran dış
gerçeğin temsili ile şiir şairini yaratmayı
sürdürmekteydi. Şair’in her birinin bir dünya
temsili olmasını, yaşadıkları zaman için
yeniden düşünmeye gerek duymuşlardı
Garipçiler de. Baudelaire söylemişti zaten;
bilim insanı gibiyiz ama başka bir dünyada
doğrulanıp yanlışlanabiliriz biz, demişti.
Şiir akımlarının bildirileri yaptıklarından
daha fazlasını hayal eder daima; belki
de bu yüzdendir, ancak kendi kendisini
yanlışlayabilirdi şiir. Bir akımla bağını devam
ettirip ettirmemek yetmiyor; şiirde temsil
alanına girdiğin anda başlıyor yanlışlanma
serüvenin. Çünkü şairsin. Yenisin. Söze tap
taze talipsin.
Nâzım’ın Müzehher Vâ-Nû’yazdığı
mektubunun devamına dönelim:
“Yirmi ve yirmi beş yaşlarımda kafamın
içini dolduran ve çözülmemiş gibi gelen,
yahut çözdüğüm için hayrete düştüğüm
sanat meselelerinin şimdi bu otuz yaşındaki
şairden, bu kadar sene sonra dinlemek hem
bir tuhafıma gitti, hem de nesilden nesile ne
kadar az şey devredebildiğimizi düşünüp
üzüldüm.” (Devam edecek…)
Nâzım Oktay Rifat ile bu gıyabi
tartışmasında yüz yüze gelince, ısrarlı
olmamıştı; alttan almıştı. (Mektubun
devamında: Fazla üstelemedim. Alttan aldım,
35
diyecektir.)
İyi ama ona karşı Abdülhak Hamit,
Ahmet Haşim vd. alttan almamışlar
mıydı? Onu bir tek, azarladığı Yahya
Kemal, bir de küçümsenen Peyami
Safa gibiler affetmemişti ve tabii devlet.
Çünkü şiirde alttan alınmaz üstler alınırdı;
bunu o söylemiş, icra etmişti. Galiba
bizi küçümsüyor bu çocuk lar demekle
başlar üstten almak. Şiirde de, babalar ve
oğullar kavgası ezeli bir kavgadır zaten;
sesli sessiz mutlak yaşanır. Hele birbirine
düşkün ailelerin baba ya da çocuklarıysa,
bir de ana-baba eş dost yakınsa, örneğin
teyze oğlu filansa orada gençlere ağabeylik
etmek jöntürk geleneği gibidir bu ülkede. Bu
değişmemişti; en komünistinde bile tezahür
ederdi bu; yol gösterirken kurtarıcı gi Şiirde
başlangıç seçimi
Nâzım, “açların göz bebekleri”ni gördüğü
anda şair olmanın bunu anlatmak olduğuna
o saatte inanmıştı. Şiiri, Kızıl atlıların hızında
ilerliyor, güncel, politik ne varsa, dünya
hangi umuda doğru dalgalanıyorsa, soluk
soluğa ona yetişmeye koşmuştu kendini.
Garipçi gençlerin böyle bir kişisel deneyimi
olmadı; matbaanın onlara sunduğu dünya
nimetiyle yetinmek zorundaydılar. Oktay
Rifat, Melih Cevdet farkı ayrı bir konu ama
onlar, Garipten uzaklaştıktan sonra, en
baştan Homeros’tan başlamakla Nâzım’dan
farklı bir yerden açılıp genişlemişlerdir.
Hem yirminci yüzyıla bakmışlar, hem de
bütün çağları o günlerin sancısıyla görmeyi
denemişlerdir. Atı, deveyi, ağacı, kuşu,
toprağı, köyü, testiyi heykeli, resmi-son
resmi, en eski ağılı, eski töreni, saraydan
geçip apartıman görgüsünü, esnaf dilini,
sokak argosunu aşmışlar, Troya önünde
atların sesini duymuşlardır. 1937’de
Dersim’den gelen sesleri pek duymamışlardı
ama tarihte ve bugün böyle bir sesin
çınladığını biliyorlardı.
Buradan şu soru çıkmaz mı? Eskiden
olsa, ozan, keramet bildiren, bu demek,
halkın henüz bilmediği bir şeyden haber
veren kişi idi. Delphie’den, Devlet’ten,
ümmetten ya da kabileden kovulduğu
günden bu yana aynı savdaydı: Hakikatten
haber getirdim! Kim inanır? Nâzım bile
inandıramamıştı, Garipçi Oktay Rifat’a göre.
“Şiir şairini yapar.” Biz ona inanırız ya da
inanmayız.
O halde kendimiz, kendiliğimiz neyiz?
Biz hangi kuşun sesini duyarız, duyabiliriz?
Şiir tarihini düşünürken “şair” denen
o kovulmuş marjinalin baştan bu yana
birbirine aktardığı vazifeyi anlamamak,
şiir algımızdaki yanılgının asıl kaynağıdır.
“Hiçbir şairin, hiçbir sanatçının kendi başına
tam bir anlamı yoktur” diyordu Eliot, “Ona
bir anlam vermek, onu değerlendirmek,
onun ölmüş şairlerle … ilişkisini
değerlendirmek demektir. Tek olarak ele
alırsanız, ona bir değer biçemezsiniz. Onu
karşılaştırmak, karşıtlamak için, ölülerin
arasına yerleştirmeniz gerekir. Ben bunu
sadece tarihsel bir eleştiri ilkesi olarak
değil, bir güzelbilimsel eleştiri ilkesi olarak
anlıyorum”. Bu sözleri çok kıymetli bulan
Oktay Rifat, “Bunlar bana balıkçıların
kerteriz dedikleri şeyi hatırlatıyor.”
Diyecektir. Ama Nâzım fütürist etkiyle
dünya temsiline koşuyordu, Oktay Rifat,
gerçeküstücülerin esinlediği yeni şiire
bakışla oturup yazıyordu.
Mektubun Oktay Rifat ile ilgili kısmını
bitirelim:
“Eğer bizden önceki nesilleri daha
sistemli bir surette inceleyebilseydik bir
sürü zahmete boşu boşuna katlanmazdık.
Ben onu ve son şiirlerini, daha doğrusu
umumiyetle on seneden beri yazdığı şiirleri
anladım, zevkine vardım, sevdim ama o beni
pek beğenmedi, sevmedi sanıyorum. Lakin
bir tesellim var, on sene sonra bugün bende
beğenip sevmediklerini sevecek, buna
karşılık o zamankileri yadırgayacak. Yani
senin anlayacağın biz onlardan genciz.”
Nâzım’ı Oktay Rifat’a sorduklarında şu
yanıtı veriyor:
“Ozan olarak, toplumun yaşamında iz
bırakmış bir insan olarak Nâzım’ın önemi!
Bir de benim için kişisel bir önemi var
Nâzım’ın. On iki on üç yaşlarındaydım.
Ankara’dayız. Annemle hapishaneye
gidiyoruz onu görmeye. Sırtında fildekoz
fanilası, karşılıyor bizi. Sonra bizim
Samanpazarı’ndaki evde yerde, babamın
yazı yazdığı çekmecenin önünde bacağını
dikerek oturuşu. Şiirlerini dinliyoruz. Benim
de şiir yazdığım söyleniyor. Sıkılarak ilk
şiirimi okuyorum. Nâzım’ın önemi? Nasıl
oldu da onun, bugün hiçbir değeri kalmamış
çömezleri gibi bir ozan olmadım, şaşarım.
36
Tez sıyrıldım Nâzım’ın etkisinden. İnanılmaz gibi görünür ama, bizim kuşak ozanlarını pek az
etkilemiştir. Şiirde etkisi, sadece şiirle ilgili düşüncede olmuştur. Şiir yöntemi bakımından
bizim kuşak ozanlarına bir şeyler verdiğini sanmıyorum.
… Bir tepkidir bizim şiirimiz Nâzım’ın şiirine. Buna karşılık Nâzım’ın, zamanla, bizim kuşak
ozanlarının şiir anlayışına yöneldiği ve bundan esinlendiği göze çarpar.” (Yön, 9 Nisan
1965).
Bu sözlerden Oktay Rifat’ın apolitik bir şair olmayı övdüğü çıkarılmasın. Şöyle diyecektir
bir söyleşide: “Politika dışı kalmak, Fransızca deyimle apolitique bir varlık olmak insanın
elinde değildir. Bu bakımdan her yazar, her ozan gibi, ben de politikanın içindeyim. Ben
materyalist ve sosyalist olduğumu söyleyeyim size, gerisini siz düşünün.”
19..Nazım Hikmet, Sanat ve Edebiyat
Üstüne. Haz: Aziz Çalışlar. Bilim ve Sanat Y.
1987.
37
38
1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
Kalbimizin doğusunda bir vahşet yaşanıyor.
Türkmenler, Ezidiler, Aleviler ölümden kaçıp,
dağlarda aç susuz ve korumasız, yaşama
umuduyla çıplak kayalara tutunmaya
çalışıyorlar.
Filistin halkı büyük kuşatma altında yaşama
tutunmaya çalışıyor, İsrail yaşayan soluk alan
her şeye saldırıyor.
Ölmek ve öldürmek sıradanlaştırılarak
gündelik hayatımızın bir parçası haline
getirildi. Şiddetin hiçbir gerekçesi olamaz.
Çağımızın çığ gibi büyüyen yoksulluk, açlık
sorunlarının yanı sıra büyük insan göçlerine
tanık olmaktadır. Parçalanmış hayatlar ve
yurtsuzluk insanların hayatlarında onarılmaz
yaralar bırakmaktadır. Gelecek kaygısı giderek
büyümektedir.
Oysa yaşamayı kutsamak gerekiyor ölümü
değil. Bunca savaş çağrıları toplu katliam
görüntülerine rağmen yeryüzü hala barış
umudunu koruyor. İnsanlığın daima bir
şansı olmuştur. Bu biricik olanağı birlikte
yaşayacağımız bir dünya için kullanmalıyız.
Gelecek kara bayrakların gölgesinde değil,
güven duygusuyla gülümseyen çocukların
yüzünde ışıyacaktır. İnsanım diyebilmek
için yaşamın soluk aldığı her yerde barışı
savunmak gerekiyor.
1 Eylül Dünya Barış Gününde insanların,
halkların, inançların arasında barış dilinin
egemen olduğu gün olması dileklerimizle 1
Eylül Dünya Barış Gününüzü kutlarız.
39
Barış İçin Şiir Sergisi
40
41
42
43
44
12 EYLÜL’Ü UNUTMUYORUZ
UNUTMUYORUZ
12 EYLÜL KARANLIĞINDA…
1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
Açılan 210 bin davada 230 bin kişi
yargılandı.
7 bin kişi için idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi.
Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si
asıldı (27 siyasi suçlu, 23 adli suçlu)
İdamları istenen 259 kişinin dosyası
Meclis’e gönderildi.
71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163.
maddelerinden yargılandı.
98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan
yargılandı.
388 bin kişiye pasaport verilmedi.
30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına
gitti.
300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
937 film sakıncalı bulunduğu için
yasaklandı.
23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
3 bin 854 öğretmen,
120 öğretim üyesi
47 hâkimin işine son verildi.
400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis
cezası istendi.
Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası
verildi.
31 gazeteci cezaevine girdi.
300 gazeteci saldırıya uğradı.
3 gazeteci silahla öldürüldü.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Cezaevlerinde:
144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
14 kişi açlık grevinde öldü.
16 kişi “kaçarken” vuruldu.
73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi.
43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi.
95 kişi “çatışmada” öldü.
12 Eylül 1980 günü şafak
öncesi geldiler. Dipçikle kapıları
kırarak. Postallarıyla sarsarak
çocukların uykularını. Birlikte
getirdikleri karanlığı bıraktılar
hayatımıza. Arkadaşlarımızın
suretlerini astılar
köşebaşalarına yol kavşaklarına
otobüs terminallerine . Vur
emriyle aradılar çocuklarımızı.
Vurdular. Öldürmek için
gelmişlerdi mataralarında tuzlu
su, akıllarında ölüm vardı. Şafak
sonrası darağaçaları kuruldu
kentlerin sabahlarına.
Çocuk sevinçlerinden, anne
ağıtlarından, aydın düşlerinden
ateşler yaktılar kendi
karanlıklarına.
işte bütün bunları unutmadık.
45
hazırlık sınıfı öğrencileriyle buluşuyoruz
Hazırlık Öğrencileriyle Buluşma
Mülkiyeliler Birliği Yönetim Kurulu
üyeleri 25 Eylül 2014 günü Gölbaşı
TÖMER yerleşkesinde SBF hazırlık sınıfı
öğrencileriyle buluştu. Genel Başkan Erdal
Eren, hazırlık sınıfı öğrencilerine Mülkiye
ve Mülkiyelilik, Mülkiye tarihi ve önemini
anlattı. Mülkiyeliler Birliği’nin düzenlediği
etkinliklere, söyleşilere katılmaları için davet
etti.
Çok sayıda öğrencimizin katıldığı
buluşmada, öğrencilerin merak ettikleri
konular hakkında soruları alındı. Burs
konusundan İnek Bayramına kadar çok
farklı konularda sorular soruldu. Bir saat
olarak belirlenen toplantı öğrencilerimizin
yoğun katılımı ve ilgisi nedeniyle 2 saati
geçti.
Genel Başkan hazırlık sınıfı öğrencilerini,
27 Eylül günü Mülkiyeliler Birliği 2. katında
düzenlenecek Öğrenci Buluşması’na davet
etti.
46
47
HAZIRLIK SINIFI ÖĞRENCİLERİ TANIŞMA KOKTEYLİ
Bu sene sınavı kazanarak kayıt yaptıran taze Mülkiyeli öğrencilerimizi Mülkiyeliler Birliği
Yönetim Kurulu olarak hem yerlerinde ziyaret ettik, hem de ardından28 Eylül 2014 Pazar günü
düzenlediğimiz Tanışma Kokteylimizde onlarla bir aradaydık. Çok sıcak, çok heyecan dolu bir
kokteyldi. Genel Başkanımızın yaptığı kısa konuşmada “Mülkiye’ye Hoş geldiniz” mesajının ardından
hep birlikte Mülkiye Marşı söylendi. Ardından Mülkiye Eğitim Merkezi Başkanımız, Mülkiye Sanat
Merkezi Başkanımız ve Dr. Serdar Şahinkaya’nın ve Mülkiye öğrencilerinden Atakan Türkoğlu
konuşma yaptı.
48
49
VAN DEPREMZEDE İŞÇİLERİ İLE DAYANIŞMA
50
51
Van depreminden sonra işe alınan
ama daha sonra iktidar tarafından işten
çıkarılan işçiler 152 gündür işlerine
dönmek için mücadele ediyorlardı.
Mülkiyeliler Birliği kurullarının işçileri Abdi
İpekçi parkında ziyaretlerinde “işçilerin
emek mücadelesinde yanınızda olacağız.
Güvenceli iş talebinizi her koşulda
savunacağız” dayanışmasından sonra
işçiler Mülkiyeliler Birliğine davet edilerek
öğle yemeği ikram edildi. İşçi temsilcisi
Selim “ Mülkiyeliler Birliğinin dayanışması
biz işçiler için çok anlamlı. Güven verici.
Bu dostluğunuzu unutmayacağız” dedi.
İşçiler işe dönme sözü üzerine evlerine
döndüler.
52
uzaklık, hanlarda gizem, camilerde sükunet…
Işıkların gizleyemediği yoksulluk, amele
pazarı, yoksul öğrencilerle zenginleşen cafeler,
birahaneler, nikotin kokan dumanlı kahveleri ve
şairlerin şehri Ankara.
Parklarda hüzün ve yaşlılar, okul kaçkını aşıklar,
sokaklardan evlere yorgunluk taşıyan memurlar,
ücra semtlerdeki yoksulluğu Çankaya sırtlarından
seyreden umursamazlık, her gün sokaklarda
şiddet üreten devlet. Tüm günün yorgunluğunu
bedeninde eziyet gibi taşıyan kadınlarıyla Ankara.
Ahmet ağabeyin gösterdiği ömrümüzün T harfi
sokaklar.
Birde baktım ki, aslında Ankara’yı hiç
görmemişim. Görebilmek için yeniden tırmandım
Kale yokuşunu, bir geminin mendireğine tırmanır
gibi tırmandım kale burçlarına. Sağ elimi siper
edip gözlerime; uzaklara baktım, taa uzaklara,
Ankara’nın öyküsünün başladığı binlerce yıl
uzaklara. Ankara gemisiz bir çapaydı, kalesi
güvertesi, tüm ovayı gözleyen…
Tarihin yüzyıllar boyunca biriktirdikleri fısıltılar
halinde dolaşıyordu zaman lekesinin kalıntılarında
ve tarihe tanıklar konuşuyordu. Ben de onlardan
öğrendim…
Ankara’nın ilk ismi Yunanca “ANKYPA” Latince
“ANCYRA”dır ve gemi çapası anlamına gelmektedir.
Antik çağ yazarlarından Stephanos Byzantinos
“Coğrafya” kitabında, Mısırlı tarihçi Aphrodisas’lı
Apollonias’a dayanarak kentin Galatlarca
kurulduğunu yazmaktadır. Galatlar (M.Ö. 302365) tarihlerinde Rum Kralı Mithrandates’le
anlaşma yaparak Mısır ordusuna karşı Sinope’de
(Sinop) savaşmış ve Mısır ordusunu yenmişlerdir.
Bu zaferlerinden dolayı Galatlılar toprak ve
armağanlarla ödüllendirilmiş,
savaşta ele
geçirilen Mısır donanması amiral gemisinin çapası
da savaş ganimeti olarak Galatlılara verilmiştir.
Galatlar çapayı zaferlerinin sürekliliği için adak
olarak yeni yerleşim yerlerindeki MEN tapınağına
sunmuşlardır. ANCYRA ismi ve simgesi olan çapa,
ilk kez Roma döneminde Galatlar tarafından
paralar üzerine basılmış ve kentin adı daha yaygın
olarak kullanılmıştır.
Yazar Pausanios’a göre, kenti kuran Galatlar
değil Frig kıralı Midas’tır, Galatlar bu kenti ele
geçirmişlerdir. Frig söylencelerine göre çapayı
bulan da Frig Kralı Gordios’un oğlu Midas’tır. Kral
Midas, düşünde kutsal bir sesin kendisine “bir
çapa aramasını, bulduğu yere bir kent kurmasını”
söyler. Kral Midas çapayı bulduğu yere gemi
çapası anlamına gelen ANKER adını vererek kenti
kurar. Her kültürün bir önceki kültürün üzerine
GEMİSİZ ÇAPA, ANKARA
Zamanın acımasız yıpratıcılığına karşı direnen
taşlar anlatıyor Ankara’nın öyküsünü…
Taşa yazılan sözlerin ölümsüzlüğü, sabırla
bekliyor Ankara’nın öyküsünü dinlemek
isteyenleri. İzler bugün dünümüzü anlatıyor,
yarın bugünümüzü anlatacak.
Kaleler, mabetler, evler, heykeller fısıldıyor tanık
oldukları geçmişimizi.
Yüzler, isimler, öyküler dile geliyor ve insanın
serüvenini öğreniyoruz zamanın dilinden. Acılar,
aşklar, zaferler, yenilgiler birer birer dilleniyor.
Sonsuz bir zaman sabrı içinde, ben yaşadım
dercesine dimdik duran mezar taşları,
seyirlik hüzünle bizi izliyor.
Binlerce yıldır toprağın göğsünü parçalayan
karasabanın izini sürüyoruz taşların yüzünde.
Bozkır sessizliğinde konuklarını bekleyen
Ankara.
Hititlerin insanlığı, Ahilerin gönül zenginliği,
köylünün sabanına, gezginin gözüne, bilgelerin
kazmasına ilişen Ancyr.
Ankara Hititlerin “saz”, Friglerin “flüt”, Romanın
“lir”, Osmanlının “ney” sesleriyle dolu, sonsuzluğa
çarparak çoğalıyor eskimeyen harabelerde.
Bitimsiz bir sessizlik içinde dokunmamızı bekliyor
eskimeyenin izleri. Tek tek topladığımızda taşları,
bir kentin öyküsü beliriyor tarihin aynasında.
Otuz altı yıl önce bu kentin öyküsünün bir parçası
oldum. Şaşkın ve ürkek gençliğimle Siyasal
Bilgiler Fakültesinde öğrenciydim. Roma Hamamı,
Hacı Bayram Camii çevresinde zaman sarısının
peşine düştüm, gün batımını Ankara Kalesinin
burçlarında seyrettim. Gençlik Parkı deniz
özlemimi giderdiğim bir avuç suydu. Dost bulup,
dostlarımı uğurladığım Ankara, yüzümde nehir
yatakları oluşturdu. Her deklanşöre bastığımda
Gürol düştü aklıma.
Gecekonduların içinde devleşen kondu
apartmanlar, Kurtuluş Parkının sessizliği, kaledeki
53
kurulduğunu düşünürsek Galatların ANCYRA’sı, Frig uygarlığının üzerine kurduğunu söylemek yanlış
olmaz. Gazi Orman Çiftliği’nde bulunan Frig’lere ait grifon kabartmaları (boğa, at) bunun kanıtıdır.
Ankara’nın isminin Küçük Asya Tanrısı olan Men kültünden geldiğini söyleyen kaynaklar da mevcuttur.
Tanrı Men heykelciklerinde, Men’in omuzlarında hilali andıran boynuz şekilleri bulunmaktadır. Bu hilaller
Ankyra sözcüğünün “ANK” kökünün anlamı olan “çengel, kıvrıntı” anlamıyla benzerlik göstermektedir.
Augustus tapınağının bu toprakların en eski tanrısı olan MEN tapınağının üstüne kurulmuş olması bu
savı güçlendirmektedir.
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Ankara’dan “… mamur şenlik olup, üzümü çok olduğundan,
‘Engüri’ demişlerdir” diye bahseder.
Tarih boyunca Ankara bölgesinde yaşayan halklar açısından Ankara önemli bir merkez olmuştur.
Çünkü, Ankara yolların bitip yeniden başladığı bir yol ayrımıdır. Doğunun batı yürüyüşünde, batının
doğu yürüyüşünde soluklandığı yerdir. Ankara bu önemini koruyacak ve sürekli işgallere tanıklık
edecek yıkılacak, yakılacak ve yeniden onarılacaktır. Osmanlı döneminde görkemli günlerini yitirecek,
19. yy başlarına kadar Ankara yoksulluk, veba, sıtma ve salgın hastalıkların pençesinde kıvranacaktır.
Bataklıklar ve yoksul kerpiç evlerden oluşan bir bozkır kasabası görünümündeki Ankara, bir halkın
yüreği üzerinde ayağa kalkıp artık yeter dediği gün değişmeye başlayacak ve ulusal direnişin merkezi
haline gelecektir. Cumhuriyet döneminde bu yoksulluk ve bataklığın içinden yeni bir kent yaratılması
ulusal kurtuluş savaşının zaferinin simgesi olacaktır.
Mehmet Özer
54
29 EKİM’DE ANITKABİR’DEYDİK
91. yılında Cumhuriyet kutlamaları
29 Ekim Çarşamba günü Cumhuriyetin 91. Yılı Mülkiyeler Birliği tarafından da
kutlandı. Anıtkabir ziyaretiyle başlayan günün sonunda Cumhuriyet kutlamaları
Birlik merkezinde yapılan etkinliklerle devam etti.
55
10 KASIM^DA ANITKABİR ZİYARETİ
Anıtkabir Ziyareti
Mülkiyeliler Birliği Genel
Başkanı Erdal Eren, yönetim
kurulu üyeleri ve üyelerimiz
10 Kasım’da Anıtkabir’i ziyaret
etti. Aslanlı Yol’da buluşan
Mülkiyeliler, ölümünün 76. yılında
Cumhuriyetimizin kurucusu
Mustafa Kemal Atatürk’ü andı.
56
57
10 Kasım akşamında
Mülkiyeliler Birliğinin teras
katında yapılan etkinliklerde
Atatürk’ün sevdiği şarkılar
söylendi ve “Atatürk
Aramızda” fotoğraf sergisi açıldı
58
ATATÜRK ARAMIZDA
59
ATATÜRK ARAMIZDA Fotoğraf Sergisi
60
ATATÜRK ARAMIZDA Fotoğraf Sergisi
61
ATATÜRK ARAMIZDA FOTOĞRAF SERGİSİ
62
ATATÜRK ARAMIZDA Fotoğraf Sergisi
63
ATATÜRK ARAMIZDA Fotoğraf Sergisi SBF’de
Atatürk Aramızda Fotoğraf Sergimiz Mülkiyeliler Birliği’nden sonra Okulumuz
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sütunlu salonunda açıldı
64
ATATÜRK’ÜN MÜLKİYELİLERE HİTABI
Atatürk, İsmet İnönü’ye 1935 yılı Aralık ayında gönderdiği telgrafında şöyle diyor:
Yıldönümlerini kutlamak için Siyasal Bilgiler Okulu diplomalıların beni anarak toplantıya başlamış
bulunduklarını bildiren telefon yazınızı aldım. Birdenbire duygumu tahlil edemedim. Bunun
için Siyasal Bilgiler Okulu diplomalıların sözleri üzerinde bütün dikkatimi kullanarak düşünmek
lüzumunu hissettim. Bunlar kimlerdi? Fazla düşünmeye hacet kalmadı. Derhal bildim ki bana içten
sevgilerini haykıranlar, yarım asırdan beri Büyük Türk Ulusu’nu tam anlamı ile millet olmasına
çalışan, modern bir Türk Devleti kurmak için insanlık fedakarlıklarının hiçbirini esirgemeyen; kültür,
idare, intizam ve devlet adamlığını en son ilmi telakkilere göre tebellür ettirmeye çalışmış ve
çalışan yüksek değerde arkadaşlarımdır.
İşte bu intibayı kendi kafamda ve vicdanımda duyduktan sonradır ki, telefonunuzun birinci
satırının sonundaki dalgınlık aydınlandı.
Ben, İsmet İnönü’nün karşısında bulunmakla mutlandığı görevden manen değilse bile
maddeten uzak kalmış olmaktan teessür duymadığımı söyleyemem. Ancak, şununla müteselliyim
ki; senin; hakikatı, asaleti, Millet ve Devlet için gönüllüleri, ateşlileri benim kadar ve belki de
benden daha parlak görür olduğunu bildiğimdir. Onun için, rica ederim söyleyiniz o arkadaşlara
ki, bu devletin en aşağı yetmiş sene evvelki halini içlerinde bulundurmaktadırlar ve yine İnönü’de,
Sakarya’da, Dumlupınar’da çocuk olarak yaşamış ve yüksek manalı, kafiyeli, Devlet ve Millet
mefhumunu anlayarak yetişmişlerdir. İşte onların hepsine söyleyiniz ki, şimdiye kadar yaptıkları
temiz ve Türklüğe layık olabilen işleri dolayısı ile kendilerine minnetle mütehassisim.
Fakat yine o arkadaşlara söyleyiniz ki, Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti Devletine karşı
yapmaya mecbur olduğumuz görevler bitmemiştir ve bitmeyecektir.
Bu dünyadan göçerek Türk Milleti’ne veda edeceklerin, çocuklarına, kendinden sonra
yaşayacaklara son sözü şu olmalıdır :
“Benim, Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti’ne Türklüğün istikbaline karşı ödevlerim
bitmemiştir. Siz onları tamamlayacaksınız. Siz de, sizden sonrakilere, benim sözümü tekrar ediniz.”
Bu sözler ferdin değil, bir Türk ulusu duygusunun ifadesidir. Bunu, her Türk, bir parola
gibi kendinden sonrakilere mütamediyen tekrar etmekle son nefesini verecektir. Türk ulusunun
nefesinin sönmeyeceğini, O’nun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk, senin için yüksekliğin
hududu yoktur. İşte parola budur.
ATATÜRK DİYOR Kİ;
YURDA HİZMET, İNKILABA İNAN VE CUMHURİYET ÜLKÜSÜNE BAĞLILIK GİBİ YÜKSEK VE
YARATICI KAVRAMLARLA BESLENEN BİLİNÇLİ SEVGİ, BUGÜNÜN VE YARININ
EN MUVAFFAKİYETLİ VAZİFE ERLERİNİ YETİŞTİRECEK BİR ÖZ KAYNAKTIR.
BUNUN MÜLKİYE MEKTEBİ VE MÜLKİYELİLER ARASINDA BELİRMESİNİ
GÖRMEK, BENİ PEK SEVİNDİRDİ.
Milliyet Gazetesi ( 8 Aralık 1933)
65
Mülkiyeli Sanatçılar Görsel Sanatlar Sergisi
Mübin Orhon, (1924 İstanbul - 1981 Paris).
1924 yılında İstanbul’da doğdu. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki öğreniminden sonra,
doktorasını yapmak üzere gittiği Paris’e 1948’de yerleşti. Resim sanatına duyduğu derin
ilgi nedeniyle kariyer değiştirerek, Grand Chaumiére’de resim öğrenimi görmeye başladı ve
çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırdı. Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve Amerika’da grup
sergilerine katıldı. 1981 yılında Paris’te yaşamını yitirdi. Geniş transparan planlar üzerine oturan
kompozisyonlarında, genellikle iki karşıt lekenin plastisite değerlerinden yola çıkarak, soyut ve pür
bir sanat anlayışı düzeyinde derinlik ve espas etkilerini araştırmıştır.
Resimleri çağdaş resim sanatımızda soyutçu biçim araştırmalarına dayalı çalışmaların 1960
kuşağını izleyen örnekleri arasında özgün bir yer tutar.
1964 yılında askerliğini yapmak üzere Türkiye’ye geldi; İstanbul’da yaşadı ve sergilerine burada
devam etti. 1973’te Fransa’ya döndü ve 1981’de Paris’te öldü
66
Sergimiz 12 Kasım 2014 tarihinde Çağdaş Sanatlar Merkez E Galerisi’nde büyük
bir coşkuyla açılmıştır. Mülkiyeli sanatçılarımızın hem camiamızla hem de kendi
dostlarıyla sıcak bir sohbet etme imkanı bulduğu bu etkinliğimize eserleriyle 32
Mülkiyeli katılmıştır. Seramik, fotoğraf ve resim dallarında çok değerli eserlere ev
sahipliği yapmış olmakta gurur duyuyoruz.
KATILAN SANATÇILAR:
A.SONAT ŞEN, ALİ KEMAL SANCAK, ALİ OSMAN COŞKUN, BİRSEN ZÜMREOĞLU,
CANAN ÖZGÜR, ÇAĞLAR ÜNAL, DERYA KARABURÇAK, GÜL NEŞE EREL, GÜLER BÜKER,
HAMDİ TELLİ, HÜMEYRA KUTBAY, İMREN ERŞEN, KEMAL TURAN, MEHMET ÖZER,
MELEK N. AYHAN, METİN İLYAS AKSOY, MÜBİN ORHON, MÜFİT ŞEKERCİ, NAFİYE GÜL
ESKİTOROS, NAZİFE DEMİRHAN, NERİMAN M. HOCAOĞLU, NEŞE LÜLEÇ, ÖZEN ÖZDEN
ÜNLÜ, ÖZNUR ALİEFENDİOĞLU, SANCAR TANIŞMAN, SELAMET ŞİMŞEKÇİ, SEMRA
SANCAK, SEVİNÇ SERPİL TATLI, ŞEYDA DEMİRSOY, TOLGA TANIŞMAN, DR. ÜLKÜ
ŞİŞİK, YÜCEL ERGÜN, ZEYNEP KAVLAK
67
68
MÜLKİYE ANKARA’YA GELDİ
6 Kasım 1936… Mülkiye Ankara’ya geldi…
78 Yıl önce (6 Kasım 1936) Mülkiye, Ankara’ya taşındı, eğitime o günden beri
Ankara’da devam ediyor.
Mülkiye’nin Ankara’ya Gelişi ile ilgili o dönemin gazetelerinin manşetleri…
“Mülkiyemiz, Hoş Geldin…”
69
Tanışma Toplantısı
Mülkiye Gençlik Kulubü 30 Eylül 2014 tarihinde konulu etkinlik
gerçekleştirdi. Etkinlik SBF 227 No’lu sınıfında yapıldı. Mülkiyeliler
Birliği yöneticileri ve hazırlık sınıfı öğrencilerinin katıldığı “Tanışma
Toplantısı” Dr Serdar Şahinkaya Mülkiyeli Kim ? Mülkiye Neresi ?
konulu sunumunu yaptı.
70
71
Mülkiye Sanat Merkezi (MSM) Faaliyet Geçti.
Değerli Mülkiyeliler,
Siyaset, ekonomi ve toplumsal sorunlarla ilgileniyor olmak okulda aldığımız eğitimin
gereği ve olağan bir sonucudur; ancak aynı eğitim anlayışının önemli bir önermesi de
şudur ki “Estetik kaygısı güdülmeden tasarlanan ve uygulanan hiçbir sosyal projenin,
çağdaş, özgürlükçü ve barışçıl değerlere hizmet etmesi mümkün değildir.” Bu anlamda
sanata vereceğimiz değer, bireye ve topluma bakış açımızı derinden etkileyebilecek
ve katkı sağlayabilecektir. Toplumsal kaygıların da ötesinde; sanatsal duyarlılığın,
en basit anlatımıyla “iyi insan” olabilmenin önemli unsurlarından biri olduğu
kuşkusuzdur.
Bu anlayış içerisinde, camiamız her zaman sanatsal faaliyetlere karşı beslediği
sempatiyi korumuş ve sanata elinden geldiğince destek olmuştur. Geçmişte olduğu
gibi bugün de birçok üyemiz; müzikten edebiyata, tiyatrodan fotoğrafa, sinemadan
halk oyunlarına kadar sanatın neredeyse her dalıyla ilgilenmekte; bu uğraşıların
bir kısmı amatörce yürütülürken, kimi üyelerimiz ise kendi alanlarında otorite
sayılabilecek seviyede sanatsal üretim faaliyetlerinde bulunmaktadırlar.
Bu süreçte, öğrencilerimiz ve mezunlarımızın, Mülkiye’nin sahip olduğu sanatsal
birikim hakkında bilgilendirilmesi, mevcut faaliyetlerden haberdar edilmesi, bu
faaliyetlere katılımlarının teşvik edilmesi ve desteklenmesi ile bugün itibarıyla gelinen
noktada “sanat dallarının birbiriyle etkileşimine ve ortak dil kullanabilmelerine”
dayanan, farklı sanat dallarıyla uğraşan tüm Mülkiyelileri aynı noktada buluşturabilen
üst seviye sanatsal etkinliklerin tasarlanması ve hayata geçirilmesi; bu anlamda
mevcut olan yönetim ve eşgüdüm eksikliğinin giderilmesi hedeflenmektedir.
Bu amaçlarımız doğrultusunda Yönetim Kurulumuzun 19.04.2014 tarih ve 14 sayılı
kararı ile Mülkiye Sanat Merkezi (MSM) kurulmuş ve faaliyete geçmiştir.
Bilgilerinize sunarız.
Saygılarımızla,
Mülkiyeliler Birliği Yönetim Kurulu
İletişim:
Tel: 0312 418 55 72
E-Posta: [email protected]
72
MÜLKİYE SANAT MERKEZİ
Mülkiye Sanat Merkezi bildiğiniz üzere 19.Nisan.2014 tarihli 14 sayılı Yönetim
Kurulu kararımızla kurulmuş ve ardından hızlı bir şekilde faaliyete geçmiştir.
Son dönemde yapılan Edebiyat Buluşmalarının ses getirmesi bir yana; Türk Halk
Müziği Topluluğu, Türk Sanat Müziği Topluluğu ve Mülkiye Gösteri Sanatları
Topluluğu çalışmalarına başlamıştır. Tüm öğrencilerimizi ve mezunlarımızı bu üç
topluluğumuzun çalışmalarına bekliyoruz.
İnanıyoruz ki; çok yakın zamanda farklı sanat dalları ile uğraşan tüm mezun ve
öğrencilerimizi aynı noktada buluşturabilen üst seviye sanatsal etkinlikler hayata
geçirilecektir.
73
çağırıyoruz.
Burs Fonuna katkılarınızı aşağıda yazılı
banka hesaplarına gönderilmek üzere, kendi
bankalarınıza aylık otomatik ödeme talimatı
vermek suretiyle de yapabilirsiniz.
Saygılarımla,
Erdal Eren
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı
Ayrıntılı Bilgi İçin İrtibat:
Neşe Kara
Tel: (0312) 417 8098
Cep: 0535 606 55 66
Mülkiyeliler Birliği Vakfı Banka Hesap Bilgileri:
Hesap Adı: Mülkiyeliler Birliği Vakfı
Banka Adı: T.C. Ziraat Bankası
Şube: Bakanlıklar Şubesi
Şube Kodu: 1133
Hesap No: 3653534-5003
IBAN: TR89 0001 0011 3303 6535 3450 03
Hesap Adı: Mülkiyeliler Birliği Vakfı
Banka Adı: T. İş Bankası
Şube: Meşrutiyet Şubesi
Şube Kodu: 4213
Hesap No: 0560053
IBAN: TR59 0006 4000 0014 2130 5600 53
Burs Bağışı Çağrısı
Değerli Mülkiyeliler,
Fakültemizde yeni ders yılı zili çaldı. Eğitimin
başlamasıyla birlikte “Mülkiyeliler Birliği Vakfı
Bursları” için başvurular da başladı.
Mülkiyeliler Birliği yönetimlerinin hepsinin birinci
derecede önem verdiği husus; daha çok sayıda
yoksul ve başarılı genç Mülkiyeliye, mümkünse
daha çok miktarda burs verebilmek olmuştur.
Mülkiyeliliğin esası dayanışmadır ve bu
dayanışmanın en güzel örneklerinden biri de biz
mezunların fakültedeki öğrenci kardeşlerimize
destek olmasıdır. Burada yeri gelmişken, Burs
Fonumuza bugüne kadar, çoğu sınırlı bütçesine
rağmen, destek olan ve olmaya devam eden
Mülkiyelilere minnet duygularımla, şükranlarımı
sunuyorum.
Değerli Mülkiyeliler, başta Mülkiyeliler Birliği
dernek/vakıf yönetimleri olmak üzere, tüm
yönetsel organlarda görev almış olan bizler, bu
eğitim yılındaki “Mülkiyeliler Birliği Vakfı Burs
Bağış Kampanyası’na” katılarak öncülük yapıyor,
sizleri de sevgili öğrencilerimizi desteklemeye
74
Hesap Adı: Mülkiyeliler Birliği Vakfı
Banka Adı: Vakıfbank
Şube: Meşrutiyet Şubesi
Şube Kodu: 100
Hesap No: 00158007284953551
IBAN: TR78 0001 5001 5800 7284 9535 51
OLAĞANÜSTÜ GENEL KURUL
Mülkiyeliler Birliği'nin Tüzük
değişikliğine ilişkin Olağanüstü Genel
Kurulu, 14.09.2014 tarihinde, A.Ü.SBF
Aziz Köklü salonunda gerçekleştirildi.
75
SOSYAL TESİSİMİZ AÇILDI
Sosyal Tesis Açılışı
Mülkiyeliler Birliği Vakfı ve Antalya Eczacı Odası’nın ortak kullanımında olan Antalya
Lara mevkiinde bulunan Sosyal Tesisimiz 18.10.2014 tarihinde üyelerimizi hizmetine
açılacaktır.
Sosyal tesisimizin yaşama geçirilmesinde emeği geçen Antalya Şubemizin eski ve
yeni yöneticileri ile tüm Mülkiyelileri en içten duygularımla kutlarım.
Erdal EREN
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı
İletişim :
Telefon : (0242) 348 00 99
Cep : (0533) 774 75 60
Adres : Güzeloba mah. 2107 sok. No : 25
Mail : [email protected]
*Tesisimizde tüm hizmetler için üyelerimize %20 indirim uygulanacaktır.
*Üyelerimiz ayrıntılı bilgi ve görsellere işletmenin http://www.
lacasablancabistro.com/ ve https://www.facebook.com/pages/La-CasaBlancaBistro/327842014056009?fref=ts sayfalarından ulaşabilirl
76
TELEVİZYON PROGRAMI SİYASAL BAKIŞ BAŞLADI
“Siyasal Bakış” adlı televizyon programımız 25 Kasım Salı günü yayına başladı…
Mülkiye’nin ve Mülkiyeliler Birliği’nin birikimini topluma aktarmak ve halkın doğru
bilgilendirilmesini sağlamak üzere ulusal ölçekte yayın yapan bir televizyon kanalıyla
protokol imzalamış bulunmaktayız.
Ankara merkezli ulusal yayın yapan TV06 ile yapılan anlaşma sonucunda “Siyasal
Bakış” adlı bir haber-tartışma programı 25 Kasım 2014 Salı günü yayına başlayacak.
Mülkiyeli akademisyenler, yazar ve sanatçılar, gazeteciler, uzmanların konuk olarak
haftanın gündemini değerlendireceği programı, kendisi de Mülkiye mezunu olan
Gülümhan Gülten sunacak. Toplumun doğru bilgilendirilmesi, gelişmelerin nesnel
biçimde ele alınması amacıyla yapılacak olan program her Salı ana haber kuşağının
ardından yayınlanacak. Ana haber bülteninin ardından saat 20.30’da başlayacak ilk
programın konukları, duayen iktisatçılar Prof. Dr. Korkut Boratav ile Prof. Dr. Bilsay
Kuruç olacak.
Mülkiye camiasının gerek programa ilişkin gerekse yapılan bütün çalışmalarla ilgili
değerlendirme ve önerilerinin bizim için belirleyici olduğunu hatırlatıyor ve camiamıza
programın izlenmesi, özellikle sosyal medyada paylaşılması çağrısı yapıyoruz.
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi
Kanalın frekans bilgileri:
TÜRKSAT UYDUSU: (BATI) 12605 V (DİKEY) SR : 27500 Fec: 2/3
KABLOLU TV PLATFORMU : Teledünya 117.Kanal
77
TELEVİZYON PROGRAMI SİYASAL BAKIŞ BAŞLADI
Siyasal Bakış programını Mülkiyeliler Birliği teras katda birlikte izledik
78
4 ARALIK KURULUŞYILDÖNÜMÜ PROGRAMI
4 Aralık 2014: Siyasal Bilgiler Fakültesi - Mülkiye, 155.
Kuruluş Yıldönümü Programı
79
BALO
80
MÜLKİYE LOGOLU PİYANGO BİLETLERİ SATIŞTA
Fakültemizin 155. Kuruluş Yıldönümü anısına düzenlenen ve çekilişi 29
Kasım’da yapılacak olan, Mülkiye logolu Milli Piyango biletleri 19 Kasım 2014
tarihinden itibaren satışa sunulmuştur.
81
ÜYEMİZ 1969 MEZUNU EROL ÖZENÇ’İ ZİYARET ETTİK
Üyemiz, 1969 mezunu Erol Özenç, bütün Mülkiyelilere selam ve sevgilerini iletti.
Mülkiyeliler Birliği olarak planladığımız ziyaretlerden birini bugün yaptık, üyemiz
Erol Özenç’i ziyaret ettik. Eski günleri konuştuk, öğrencilik ve mezuniyet sonrası
anılarımızı tazeledik, Mülkiyelilik ruhunun önemini paylaştık.
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Erdal Eren, Yönetim Kurulu üyesi Betül Yener,
Yüksek Danışma Kurulu üyesi Sudi Kocaimamoğlu ve 1957 mezunu üyemiz Cemal Erol
ile birlikte ziyaret ettiğimiz Erol Özenç, Mülkiyeliler Birliğini yanında görmekten çok
duygulandığını söyleyerek bütün Mülkiyelilere selam ve sevgilerini iletti.
82
MÜLKİYE SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI
Değerli Mülkiyeliler,
Sanatta, bilimde, bürokraside, siyasette, sporda ve diğer alanlarda iz bırakmış
akademisyen, üye ve mezunlarımızın anılarını, yaşanmışlıklarını içeren “Mülkiye Sözlü
Tarih Çalışması” projemizi başlatmış bulunmaktayız.
155 yıllık köklü bir geçmişe sahip Mülkiye tarihi özelinde, Türkiye tarihine dair bir not
düşmeyi ve kurumsal bir hafıza oluşturmayı hedeflediğimiz bu çalışma, Birliğimizce
üyelerimiz arasından oluşturulan bir komisyon tarafından yürütülmektedir.
Efsane Dekanımız Prof. Dr. Cevat Geray ile başlattığımız “Mülkiye Sözlü Tarih Çalışması”
Anayasa hukuku duayeni hocamız Prof. Dr. Mümtaz Soysal, “Varlık Vergisi”yle tanınan
tarihçi, bürokrat, mizah yazarı Cahit Kayra, akademisyen ve bürokrat Prof. Dr. Cafer Tayyar
Sadıklar, gazeteci-yazar Altan Öymen, bürokrat Aysel Öymen, duayen iktisatçı hocalarımız
Prof. Dr. Tuncer Bulutay, Prof. Dr. Taner Timur, Prof. Dr. Selahattin Tuncer ve edebiyatımızın
önemli ödüllerini kazanan yazar Ayla Kutlu ile yapılan röportajlar, duayen hocalarımız
Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Bilsay Kuruç ve Prof. Dr. Ruşen Keleş ile yapılacak
röportajlarla kesintisiz olarak, her alanda iz bırakmış akademisyen, üye ve mezunlarımızla
devam edecektir.
Mülkiye Sözlü Tarih çalışmalarına siz değerli üyelerimizin görüş, öneri ve katkıları
amacımıza ulaşmak ve çalışmayı sürdürülebilir kılmak için büyük önem taşımaktadır.
Mülkiye ve Türkiye tarihine ilişkin çok değerli bilgilerin kayıt altına alınacağı “Mülkiye
Sözlü Tarih Çalışması”nın başladığı ve hızla devam ettiği bilgisini üye ve mezunlarımızla
paylaşmaktan kıvanç duyuyoruz.
Saygılarımızla.
Mülkiyeliler Birliği
83
Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi kuruldu
Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi kuruldu.
Değerli Mülkiyeliler,
Toplumsal sorunların tespiti, değerlendirilmesi ve geliştirilecek çözüm önerilerinin ve
politikalarının paylaşılması Mülkiyeliler Birliği’nin ülkemize karşı borcu ve sorumluluğudur.
Bilgi kirliliğinin yaşandığı bu dönemde, toplumun bilgi ihtiyacını karşılayan, aynı
zamanda Mülkiyeliler Birliği’nin de görüşlerini yansıtan, bilimsel temellere dayalı, objektif
analizleri üreten ve araştırma raporları ile kamuoyuna ulaştıran bir Merkezin bünyemizde
oluşturulmasının ülkemiz ve değerli Mülkiye camiası için gerekliliğine şüphe yoktur.
Söz konusu amaç kapsamında, Yönetim Kurulumuzun 19.04.2014 tarih ve 14 sayılı kararı
ile Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (MİSAM) kurulmuştur.
Devletin yönetim kademelerinde çeşitli görevler üstlenen üyelerimizin deneyimleri,
Fakültemiz akademik kadrosunun gücü ve araştırmaları, özel sektör yöneticilerinin
ve Mülkiyeli basın mensuplarının katkıları ile Mülkiye’nin bilgi birikimi bir çatı altında
birleştirilecek ve araştırmalarımızın kamuoyuna duyurulması etkin bir şekilde
sağlanacaktır. Böylece, iktisadi ve sosyal olguların önemli paydaşlarının bir araya gelmesi
sonucunda oluşturulan enerji ve üyelerimizin katkıları ile Merkezimiz ülke sorunlarına farklı
çözüm önerileri getirecek, toplumcu görüşler ortaya koyabilecek ve etkin bir düşünce
kuruluşu olarak faaliyet gösterecektir.
Mülkiye’nin sesinin duyurulmasını, ayrıca toplumun doğru bilgilendirilmesini sağlayacak
Merkez bünyesinde, sosyal ve siyasal bilimlerin temel alanlarında çalışma grupları
oluşturulacaktır. Söz konusu alanlarda siz değerli üyelerimizin katkıları Merkezimizin
başarılı olabilmesi için kaçınılmazdır. Bu itibarla, çalışmalarıyla iştirak etmek isteyen
üyelerimizi MİSAM’a davet etmekten onur ve mutluluk duyarız.
Saygılarımızla,
Mülkiyeliler Birliği Yönetim Kurulu
İletişim:
Tel: 0312 418 55 72
E-Posta: [email protected]
84
85
Basına ve Kamuoyuna
Yaşamak adına, umut adına ne varsa yok eden işgalci İsrail ordusu Gazze’de
insanlığı ayaklar altına almaya devam ediyor.
İşgalci İsrail orduları boyunlarında ölüm çanı Gazze’de kapı kapı dolaşıyor.
Çocuklar henüz çocuk düşleri kuramadan öldürülüyor.
Bu zulümden geriye ise yarını olmayan hayatlar, düşü olmayan çocuklar ve mezarı
olmayan ölüler kalıyor.
Bugün Gazze’de, Suriye’de, Irak’ta, Kırım’da ve daha birçok yerde; milliyeti, dini,
mezhebi, dili ve rengi ne olursa olsun çocuk, genç ve yaşlı birçok insan, emperyalist
politikalar uğruna kurban ediliyor.
Ortadoğu’da ve tüm Dünya’da barışın, özgürlüğün ve kardeşliğin kazanması için
Gazze halkının yanında saf tutuyor, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslar
arası kuruluşları; insanlığa karşı işlenen suçları durdurmak üzere göreve davet
ediyoruz.
Mülkiyeliler Birliği
Yönetim Kurulu
86
Basına ve Kamuoyuna
Gezi Direnişi sırasında Ankara Tabip Odası yönetim kurulunda bulunan hekimler, yaralıları tedavi ettikleri
için hakim karşısına çıktı. Sağlık Bakanlığı’nın başvurusu üzerine açılan davada, Ankara Tabip Odası
yönetim kurulu ve onur kurulu üyelerinin, “Gezi parkı” protestoları süresince “hukuka aykırı olarak yetkisiz
ve kontrolsüz revir adı altında sağlık hizmetleri birimleri oluşturarak amaçları dışında faaliyet gösterdiği”
iddiasıyla görevlerinden alınmaları isteniyor.
Yüz binlerce kişinin, demokratik bir Türkiye için sokağa çıkarak gösteri yapmasına tahammül
edemeyenlerin; kolluk güçleri aracılığıyla, yüzlerce kişinin yaralanmasına, sakat kalmasına ya da ölmesine
neden olan saldırılarını yargılamak yerine, yaralananları tedavi etmeye çalışanları suçlaması, belki de çok
daha fazla kişinin ölmesini engelleyen hekimleri, görevlerini en iyi şekilde yerine getirdikleri için kutlamak
dururken yargılamaya, cezalandırmaya çalışması, hukukla birlikte “Önce İnsan Sağlığı” ilkesiyle hareket eden
hekimlerin meslek ilkelerini de ayaklar altına almak anlamına geliyor.
Suriye’de, Irak’ta her gün insanların kafalarını keserek öldüren şeriatçı çetelere yardım edenlerin,
Türkiye’deki hastanelerde, sağlık çalışanlarını gerektiğinde tehdit ederek tedavi ettirenlerin olduğu bir
ülkede, Sağlık Bakanlığı’nın böyle bir talepte bulunmuş olması, sistemin halka ne kadar yabancılaştığının da
göstergesi durumunda.
Mülkiyeliler Birliği olarak, mesleklerinin gereğini yerine getiren hekimlerimizi bir kez daha kutluyor,
geçmişte olduğu gibi yanlarında olduğumuzu duyuruyoruz. Bu ibretlik davanın da bir an önce, hekimlerimizin
haklı olduğunu gösteren bir sonuçla hukuk tarihimizdeki yerini almasını diliyoruz.
Mülkiyeliler Birliği
Yönetim Kurulu
87
Cinayet bu sistemin “fıtratında” var.
Karaman Ermenek’te bir madende 18 işçinin daha su altında kalması Soma’da yaşanan ve
resmi rakamlara göre 301 işçinin ölümünün ardından alındığı iddia edilen önlemlerin göstermelik
olduğunu ortaya koydu. Maden şirketinin, Torba Yasa sonrasında kapattığı ancak 1 ay sonra
“işçilerle anlaşarak” madeni yeniden işletmeye başlattığı yönündeki iddialar, işçilere kuralsız
çalışma dayatıldığını bir kez daha gösterdi. Dünkü cinayetin ardından işçilerin bakana “üçüncü kez
su baskını yaşandığını” söylemeleri, hiçbir önlem alınma gereği duyulmadığını ve gerek işverenin
gerekse denetlemekle yükümlü devlet kurumlarının görev ve sorumluluklarını yerine getirmediği
anlamına geliyor. Kolluk kuvvetlerinin ilk aldığı önlemin işçilerin güvenliğini sağlamaktan çok
gerçeklerin ortaya çıkmasını engellemeye dönük olması, olan biteni kamu görevlilerinin de
bildiği anlamına geliyor. İşçilerin nasıl kurtarılacağından çok, AFAD ve kriz merkezinin kaç kişiyle,
hangi araçlarla kurtarma çalışmalarına katıldığının propagandasına odaklanıldı. Televizyon
kanalları saatlerce bu “kurtarma şovunu” yayınladı. Ankara yürüyüşü başlatan Soma işçilerinin
de Karaman’a gitmesinin engellenmesi, Başbakan’ın bölgeye gitmesinden önce gözaltıların
yaşanması, kamu otoritesinin yeni oluşturduğu “kriz merkezi”nin ilk icraatlarından olsa gerek.
Koşulların iyileştirileceği iddiasıyla çıkarılan Torba Yasa hükümlerinin uygulanmadığını hatta
çalışma koşullarını yasadan sonra daha da kötüleştiğini gösteren bu son cinayet, daha çok para
kazanmaya odaklanan madencilik sisteminin tümden ele alınmasını zorunlu kılıyor. İşçi sağlığı ve iş
güvenliği önlemlerini tamamen alınana kadar hiçbir madenin çalışmasına izin verilmemeli, işçilerin
bile bile ölüme gönderilmesinde sorumluluğu olan işletme sahipleri ve buna göz yuman kamu
yöneticileri en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.
Cinayetin yaşandığı gün Karaman Adliyesi’nde görülen bir dava da kamu otoritesinin
işverenler için değil ama halk için gittikçe daha otoriter hale geldiğinin göstergesi. Mülkiye çıkışlı
akademisyenlerimizden Yrd. Doç. Dr. Elifhan Köse, Berkin Elvan için yapılan basın açıklamasına
katıldığı için yargılanmaya başlandı. Dava, Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi öğretim üyesi
Yrd. Doç. Dr. Elifhan Köse ile birlikte üç kişi hakkında Karaman Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
Başbakan’a hakaret suçlamasıyla açılmıştı.
Aynı gün aynı kentte yaşanan bu iki olay ve sonrasında yaşananlar insan hak ve özgürlüklerinin,
hatta yaşam hakkının her geçen gün biraz daha kısıtlandığını gösteriyor. Türkiye, ölümün
değil cinayetin adeta “yaşamın fıtratı” haline getirildiği, cinayetin faillerinin değil, faillere tepki
gösterenlerin yargılandığı, resmi söylemin dışında söz söyleyen herkese suçlu muamelesi yapıldığı
bir ülke haline geldi.
Mülkiyeliler Birliği olarak, bu cinayetlerinin sorumlularını kınıyor, bu cinayetlerin de
karartılmasına yönelik gündeme gelecek hamleleri dikkatle izleyeceğimizi duyuruyoruz.
88
Okulumuza Yönelik Saldırıyı Kınıyoruz !...
Ankara Üniversitesi Cebeci kampüsünde polis öğrenci ve öğretim elemanlarına
saldırdı. Polis, SBF yönetiminden izin almaksızın kütüphaneye kadar girdi. Öğrencilerin
polis tarafından gözaltına alınmasını engellemeye çalışan 5 akademisyen polis
tarafından yaka paça, darp edilerek gözaltına alındı. Aysun Gezen, Nail Dertli, Celil
Kaya, Onurcan Taştan ve İlkay Kara adlı öğretim elemanları üniversite kampüsüne
giren polisin hedefi oldu. Akademisyenlerle birlikte yaklaşık 15 öğrenci de gözaltına
alındı.
Polis saldırılarının akademisyenlere yönelmesi, bilimsel üretimin yapıldığı
üniversiteleri de tehdit ettiğini gösteriyor. Nitekim saldırı sonrasında Cebeci
kampusundaki Siyasal Bilgiler, İletişim, Hukuk ve Eğitim Bilimleri fakültelerinde eğitim
öğretime ara verildi.
Üniversitelerde, bilim merkezlerinde uygulanan bu şiddet, gelecek için de kaygı
vericidir. Bir bilim merkezi olan okulumuza polisin girmiş olması asla kabul edilemez.
Mülkiyeliler Birliği olarak, 4’ü okulumuz Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden olan
akademisyenlerimizin ve gözaltına alınan öğrencilerimizin derhal serbest bırakılmasını
talep ediyor, öğrenci ve akademisyenlerimizle dayanışma içinde olduğumuzu
duyuruyoruz.
Mülkiyeliler Birliği Yönetim Kurulu
89
90
Ayhan Erel’i Anıyoruz
Ölümünün 1.
yılında abimiz
Ayhan Erel’i
özlemle andık
91
Cahit Talas Hocamızı Anıyoruz
Türkiye’de Sosyal Politika disiplininin
yerleşmesinin öncülerinden okulumuz
Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Bölümü’nün kurucusu Değerli Hocamız
Prof. Dr. Cahit TALAS’I ölümünün 8.
yılında mezarı başında öğrencileri, mesai
arkadaşları ve sevenleri ile birlikte andık.
92
Kurthan Fişek Hocamızı Anıyoruz
93
94
MÜLKİYE’DE ÖĞRENCİ OLMAK
HAMLET
1961 yılında ,devre arkadaşlarım olan 51’liler sahneye OİDİPUS piyesini komedi olarak
koymuşlardır. Bunlardan en aktif olanı GÜREL ÇELİKKANAT olup, kendisi İstanbul’da halen
yaşamaktadır.(0533-6577413)
Sene kaybından dolayı 1962 yılında mezun olan sınıf arkadaşlarımız ise, bu defa HAMLET ‘i
sahneye koymaya karar verdi.
Fakülte hayatını karikatürize ederek kaleme alınan bu komedi’nin yazarları ben, YALÇIN
ERTAN,METİN HANÇER (rahmetli), AYDEMİR CEYLAN (emekli vali), YÜCEL BÖLGEN (emekli vali)
idik. Zaman zaman espri kabiliyeti yüksek olan arkadaşlar da yazım heyetine iştirak ediyorlardı.
Hamlet rolünde AYDEMİR CEYLAN, hain kral rolünde ben (o sırada dekan olan Prof. BEDRİ
GÜRSOY’un ismine benzer bir isim uydurularak BEDROS olarak tahta çıktım.) Hain kraliçe rolünde
İMREN ERŞEN de o sıralar doçent olan NERMİN ABADAN’ı temsil ediyordu.
Devlet tiyatrosu genel müdürü rahmetli CÜNEYT GÖKÇER’den 3.tiyatro salonu bize tahsis edildi.
Bir süre için de bize yine rahmetli SAVAŞ BAŞAR rejisörlük yaptı.
HAMLET’i İNEK BAYRAMI münasebeti ile 3.tiyatroda iki defa oynadık. En önemlisi de
hocalarımızın en ön saflarda oturduğu seans idi. Ben sahneden en önde oturan BEDRİ GÜRSOY’a
doğru eğilip bir de göz kırpmıştım. Prof. CUMHUR FERMAN’a laf atılan konuşmalar vardı metinde.
LEARTES rolünde muhasebe hocamız MAZHAR HİÇŞAŞMAZ canlandırılıyordu.
Sahnede muhafız olarak şimdi prof. olan CEVDET ERDOST ta vardı. Yaramaz talebeler sahneye
fırladığında en önde ONUR GÖKÇE (hariciyeci),SITKI ŞAHİN, HALEF CEVRİOĞLU vardı. Bütün bu
olayları resimlerin altına izahat yazarken tekrarlayacağım. Bu gösteriden sonra CÜNEYT GÖKÇER
bizi seyrederken kahkahalarla gülmüş ve beni göstererek BU ADAM VALLAHİ TULUAT demiş. Tabii
benim adım da TULUAT TANER olarak kaldı.
95
96
• 1968 Dönemi, her ayın 3. Çarşamba günü öğle saatlerinde
yapılıyor. Sürekli buluşma kararı alan grubumuz, yemekli
buluşmasında birlikte Mülkiye Marşı’nı da söyledi.
• 1970-72 Dönemleri, çok neşeli geçen ilk buluşma yemeği
sonrası her ayın ilk Pazartesi günü buluşma kararı aldı. Diğer
şehirlerden de gelen dönem mensupları hasret giderdi, yılardır
görüşemeyen arkadaşlar buluştu.
• 1973-76 Dönemleri, ilk buluşma yemeği sonrası, her ayın ilk
Salı günü devamlı buluşma kararı aldı. Ankara dışından da gelen
üyelerimiz, özlem giderdi.
• 1977-79 Dönemleri, 24 Ekim Cuma günü ilk buluşma
yemeğinde başka şehirlerden gelen üyelerimiz de birlikte oldular,
eski günler anlatıldı, neşeli saatler geçirildi.
• 1980-82 Dönemleri, 12 Kasım Salı günü akşam yemeğinde
buluştu. Özel menü hazırlanan bu özel gecede üyemiz Feride
Eroğlu’nun doğumgünü için de sürprizler yapıldı. 50’den fazla
üyemizin katıldığı çok coşkulu bu ilk buluşmanın her ay daha
kalabalık olarak devam edeceği konuşuldu.
97
68’liler Dönem Yemeği
Geleneksek hale getirmeyi düşündüğümüz dönem yemeklerinden 1970 – 1971 – 1972
mezunlarımız için ilk buluşma yemeği, 16 Ekim 2014 Perşembe günü yapılmıştır.
98
1973 - 1974 - 1975 - 1976 Dönem Yemeği
99
1970 - 1971 - 1972 Dönem Yemeği
100
1970 - 1971 - 1972 Dönem Yemeği
101
1978-1973-1974-1975 Dönem Yemeği
102
1977-1979 Dönem Yemeği
103
1968 Dönem Yemeği
104
1980-1982 Dönem Yemeği
105
1986 Dönem Yemeği
106

Benzer belgeler

2009 Mart - Mülkiyeliler Birliği

2009 Mart - Mülkiyeliler Birliği A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi-Mülkiye, 155. yılını şu günlerde kutlamaya başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihine tanıklık eden Mülkiye, mezunları ve öğrencileriyle birlikte toplumsal görev ve s...

Detaylı