Can Saatini Rahman, Ezelde Kuruvermiş... Bir Gün

Transkript

Can Saatini Rahman, Ezelde Kuruvermiş... Bir Gün
DEĞER
Haziran 2015 Sayı:18
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
ÜCRETSİZDİR
Can Saatini Rahman, Ezelde Kuruvermiş...
Bir Gün Göreceksin ki O Saat Duruvermiş...
Necip Fazıl Kısakürek
EN ESKİ
RAMAZAN
GELENEĞİ;
MAHYALAR
04
12
TOPLUMSAL
DUAYRLILIK
22
BİNİCİLİK
VE
TÜRKLER
ŞEHZADELER
DİYARI
AMASYA
28
42
PLEVNE
MÜDAFASI
36
SOSYAL
SORUMLULUĞUN
SEMBOL İSMİ
MUSATAFA
GÜZELGÖZ
içindekiler
HAZİRAN 2015
Değer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Yıl: 2 Sayı: 18 Haziran 2015
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
YAYIN KURULU
Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı)
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı
Çelebi YILMAZ (Eğitim Daire Başkanı)
Faruk KARCI (Tetkik Hâkimi)
Ramazan GÜNŞAN (Şube Müdürü)
Habil KANOĞLU (Şube Müdürü)
Elçin Çakır TERZİOĞLU
Irmak ŞENEL
Zümrüt ÖZKAN
Emrullah ÖZGER
Süleyman KARAKUŞ
İlhan GÜLER
Mustafa Serdar ÖZGÜN
İslam AZAKLI
Editör
İlhan GÜLER
Sahibi
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına
Oktay YILDIRIM Kurum Müdürü
Katkı Sağlayanlar
Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Ali Yavuz
Aydın Keçeci - Burcu Kurt - Cevdet Tekin
Ejder Topal - Evren Tanrıkulu - Ferhat Çeliker
Mehmet Gökçe - Ömer Gökduman - Ramazan Sağır
Recep Güngör - Sema Gök -Tuncay Karaca
Mustafa M. Ünlü - Bahattin Benli
Matbaa-Baskı Şefi
Salim KILIÇ
Grafik Tasarım
EDİTÖRDEN
İnsan yaratılış itibari ile sorumlu bir varlıktır.
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden birisidir sorumluluk. İnsan sorumludur çünkü
kendisine iyi ile kötü, doğru ile yanlış açık bir şekilde
gösterilmiş olup, ikisinden birisini seçme hakkı tanınmıştır. Doğru kararı alabilmesi ve gereğini yerine getirebilmesi için gerekli akıl, irade ve gerçekleştirebilme
gücüne sahiptir. İşte sahip olduğu bu özgür iradesiyle
istediği seçimi yapabilen insanoğlu, yaptıklarından
sorumlu olur ve sonuçlarına katlanmak zorundadır.
Hayatımızın bütün alanlarında yerine getirmemiz geren sorumluluklarımız vardır. Toplum
içinde, ailede, okulda, işyerinde beraber yaşadığımız
diğer tüm insanların hakkını çiğnemeden yerine getirmemiz gereken vazifelerimiz vardır.
Hiç şüphesiz ki, bu vazifelerimiz henüz çocukluk dönemimizde başlar ve son nefesimize kadar
devam eder. Zira kendisine hayrı olmayanın başkasına da hayrı olmaz sözünden yola çıkarak, kişi topluma
karşı olan sorumluluklarını yerine getirebilmesi için
önce kendi sorumluluklarını yerine getirmesi gerekmektedir.
Üzerimize düşen vazife ve sorumluluklarımızı yerine getirmek, içinde yaşadığımız toplumun ilerlemesine, kalkınmasına ve huzur içinde yaşamamıza
katkı sağlar. Aksi takdirde sorumluluklarımızı tam
manası ile yerine getirmediğimizde birçok sorunlarla
karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Ülkemiz, toplumumuz, ailemiz adına yerine
getirmemiz gereken işlerimiz aksar ve insanlar arasındaki sağlıklı ilişkiler bozulur. İşte tamda bu yüzden
sorumluluk bilincine sahip bireyler yetiştirmek asıl
hedefimiz olmalıdır. Çünkü toplumun ilerlemesi, ülkenin gelişmesi sorumluluk duygusuna sahip insanların bilinçli ve istekli olması ile doğrudan ilgilidir.
0312 441 00 40 0533 616 23 18
Baskı
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası
İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı
Şaşmaz / Ankara
Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68
Milli ve manevi değerlerimizden biri olan “sorumluluk” ile hayat daha güzel ve daha yaşanılır hale
gelir. Bu duygu ve düşüncelerle hazırladığımız sorumluluk temalı dergimizi istifadenize sunarken, birbirinden faydalı ve değerli yazılarımızın, sorumluluk duygusu ile yaşanması ve yaşatılmasına katkı sağlamasını
temenni ediyorum.
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
Basım Tarihi: 08/06/2015
İletişim
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA
Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91
e-posta: [email protected]
Web: www.cte.adalet.gov.tr
Dergimiz siz değerli okuyucularımızın eline ulaştığında; rahmet ve bereketi ile bizlere sonsuz
hayır kapıları açan, gönüllerimizin huzura erdiren
Ramazan ayını geride bırakmış olacağız. Sevinçle
yapılan iftarlar, bereketli sahurlar, yardımlaşma ve
dayanışmanın daha da yoğunlaştığı bu Ramazan ayı,
hayatımıza heyecan ve zindelik getirmiş olmasını temenni ediyor ve siz değerli okuyucularımızın Ramazan Bayramını en kalbi duygularımla kutluyorum. Sesleniş Gazetesinin ekidir
İlhan GÜLER
Enis Yavuz YILDIRIM
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü
Değerli Okurlarım,
Sorumluluk, kişinin kendine ve başkalarına
karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini zamanında yerine getirmesi zorunluluğudur.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli kavramlardan birisidir aslında sorumluluk. Toplum
halinde yaşayan ve buna göre programlanmış
insan, içerisinde yaşadığı topluma karşı bazı yükümlülükler taşımaktadır. Bu son derece doğaldır, çünkü toplum halinde yaşamaya başladığı
günden itibaren hiç şüphesiz konulan kurallara
uymak ve içerisinde yaşadığı toplumun kendisinden beklentilerini karşılamak asgari zorunluluktur. Muhataplarına göre sorumluluğun çeşitleri olabilir; kişinin kendisine karşı sorumluluğu,
ailesine karşı sorumlulukları, ülkesine karşı sorumlulukları gibi. Ya da türüne göre de sınıflandırılabilir; maddi sorumluluklarımız, manevi sorumluluklarımız gibi. Genel olarak bakıldığında; gerek dinsel
esaslı sorumluluklarda, gerek Hukuki sorumluluklarda ve gerekse toplumsal yada ahlaki sorumluluklarda esas olan “akıl” dır. Kaynağı ne olursa
olsun, hiçbir sistemde aklı olmayanın sorumluluğu yoktur. O halde sorumluluk, insana bahşedilen
ve insanı diğer varlıklardan ayıran aklın doğal bir
sonucu ve yükümlülüğüdür. Bu anlamda “akıl”
taşıyan hiçbir insanın sorumluluktan vareste olması mümkün değildir. Burada şunu vurgulamak
gerekir ki; sorumluluktan bağışık olmak ayrı bir
durum, taşıması gereken sorumluluğu taşımamak
bundan farklı bir durumdur. Taşıdığı sorumluluğun gereğini yerine getirmek ise tamamen farklı
bir durumdur. Toplum içerisinde yaşayan her insanın taşıması gereken sorumlulukları sıralamaya kalkarsak
önümüze çok uzun bir liste çıkacaktır. Ancak bunlardan belli başlılarına en azından başlık olarak
değinmekte yarar görüyorum. 3
Kişinin kendisine karşı en önemli sorumluluğu; genel anlamda sağlığını korumak, yaşamını
sağlıklı bir şekilde sürdürmek, bilgi-birikim ve
donanım olarak kendisini geliştirmek, toplumun
nefret ettiği ya da kurtulmak istediği bir insan olmak yerine topluma katkı sağlayan, güvenilir ve
üreten bir insan olmak yolunda, değer yargılarını
ve kişiliğini olumlu anlamda güçlendirmek, asgari
şekilde insan olarak bilmesi gerekenleri doğru
kaynaklardan ve doğru biçimde öğrenmektir. Ailesine ve çevresine karşı sorumluluğu; iyi bir
aile kurmak, bu ailenin fertlerinin topluma yararlı
bireyler olmasını temin etmek, ya da bir ailenin
bireyi olarak, ailesi başta olmak üzere çevresinin
sorunlarının çözümüne katkı sağlamak, olumlu
değer yargıları açısından örnek teşkil etmek, güvenilir olmak, onlara karşı sevgi ve saygı ile hareket
etmek, ailesinin geçimini sağlamasına yaşamını
idame etmesine yasal ve ahlaki yollarla destek olmaktır. Ailesi ve çev-resi için, varlığı ile güç veren,
moral veren, katkı sağlayan, insani özellikleriyle
de örnek ve iftihar edilebilen birey olabilmektir.
BAŞ YAZI
Toplum ve ülkesine karşı sorumluluğu ise;
yukarıdaki iki başlıkta ifade edilen, kişisel gelişimi
ve aile bireylerinin vasıflı kişiler olarak yetişmesini
sağlamakla ülkenin ve toplumun gelişimine katkı sağlamak, toplumsal düzen ve kurallara uymak,
uyulmasını sağlamak için özen göstermek, kendisi ve ailesi için arzu ettiği her durumu, toplumun
diğer fertleri için temin etmeye çalışmak, ülkesinin
güçlenmesi hususunda elinden gelen katkıyı yapmak, ülkesi ve Devleti için gerektiğinde her türlü
fedakarlıktan kaçınmamaktır. Her türlü eylem ve
söyleminde, ülkenin birlik ve beraberliğine, ülkesinin ve devletinin güçlenmesine katkı sağlayıp bu
amaç doğrultusunda çalışmaktır. Yaşadığı çevreye
karşı her anlamda duyarlı olmaktır.
Sayılan bu hususlar şüphesiz daha da ayrıntılı
bir şekilde uzayıp gidebilir. Ancak en temel insani
vasıf olan, “sorumluluk” duygumuzu zaman zaman
sorgulayıp, varsa eksikliklerin giderilmesi yolunda
kararlar almamız insani açıdan da zorunludur. Sorumluluk anlayışının, kişiler, toplum ve Devletler
için başarının ve onurlu bir yaşamın olmazsa olmazı
olduğunu göz ardı etmemek gerekir. KAPAK KONUSU
4
TOPLUMSAL DUYARLILIK
Toplumsal duyarlılık veya bilinç, yaşadığımız dünyayla ve yaşadığımız olaylarla ilişki kurmak ve bu konuda sorumluluk almaktır. Pozitif sosyal davranışlar,
başkasının ya da başkalarının ihtiyaçlarına yönelik olan davranışlardır.
Bir kişinin sosyal sorumluluk içeren davranışlarda bulunması için, başkalarının ihtiyacını,
hedeflerini anlaması ve de buna uygun davranışları
üretmesi gerekmektedir. Bu davranışlar maddi ve
manevi olarak çok çeşitli şekillerde olabilir. Toplumsal gelişmelere verilen uygun bir tepki de toplumsal
bilinç içeren bir davranıştır. Bu tür davranışlarda
önemli olan büyük ya da küçük bir topluluğa hizmet
etmekten çok, destek olunan amaca ne ölçüde hizmet
edilebildiğidir.
Toplumsal Duyarlılık Neden Gereklidir?
Toplumsal bir
varlık olan insan,
çevresine karşı
duyarlı olmak durumundadır. Tıpkı Ernest
Hemingway’in Çanlar
Kimin İçin Çalıyor adlı
eserinde ifade ettiği gibi
“birbirinden kopuk bir ada
değildir insanoğlu”, birine zarar
veren bir olay, diğerlerini de
etkiler. Suya attığımız minicik
bir taşın etkisinin halka halka
yayılarak genişlemesi gibi, pozitif
veya negatif etki yaratan sosyal hareketler de dalgalar halinde büyüyerek
yaygınlaşır ve bizi bir şekilde etkiler.
Yaşadığımız dünyaya, çevremize karşı
ne kadar duyarlıysak, bu duyarlılık olumlu
veya olumsuz olarak bize geri dönecektir.
Örneğin, çocuklarımıza otobüste, trende vb..
yerlerde yaşlılara, güçsüzlere, ihtiyacı olanlara
öncelik duyarlılığını kazandıramamışsak,
gelecekte ihtiyacımız olan anlarda o dönemin
çocukları da bizlere anlayışlı davranmayacaklardır.
Bu nedenle iş işten geçtikten sonra çevremizden
duyarlılık beklemek gerçekçi değildir. Önemli olan,
gerekli duyarlılığı yerinde ve zamanında gösterebilmektir.
Özellikle yaşadığımız çağda toplumsal duyarlılık daha da fazla önem kazanmaktadır. Sanayileşen
toplumlarda, ekonomik gelişmeyle birlikte insanların bireyselleşmesi ve sonucunda insanın yalnızlığa
itilmesi gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktayız. Bu bireyselleşme ve yalnızlaşma, duygusal körlüğe neden
olmakta ve insanı kendisine ve yaşadığı topluma yabancılaştırmaktadır. Bu yabancılaşma,
insan yaşamına
anlam veren önemli
bir boyutun ortadan
kalkmasına neden olmakta
ve de toplumun çözülmesine
dair riskleri beraberinde
getirmektedir. Sağlıklı insanlar
yetiştirebilmemiz için gelişen
ekonominin yanında insani
değerleri de ön planda tutan, insanı
makine gibi görmeyen, insana değer
veren sosyal yapıyı da geliştirmemiz
gerekmektedir. Ancak bireyler bulundukları
toplum için üretirler, emek harcarlarsa,
yaşadıkları topluma aidiyet hissini yaşarlar
ve kendilerini güvende hissederler.
Toplumsal Duyarlılığın Kazanılması
toplumsal bilince yönelik davranış
becerilerini kazanmak ve kazandırmak, uzun ve
emek isteyen bir süreçtir. Çoğu zaman kişi
başkaları ya da toplum için sorumluluk aldığında,
kendisiyle çelişkiye düşebilir; çünkü burada
kendisinden bir şeyler verecektir. İnsanın
bunu öğrenmesi ve uygulaması kolay değildir.
5
KAPAK KONUSU
Düğünlerde gelin evi
Bazı uzmanlara göre, toplumsal bilinç içgüdüsel olarak kazanılmaktadır.
Bu düşünceye göre insanoğlu, çevresine karşı duyarlı olma ve çevrede oluşturduğu
etkinin, yani davranışlarının sonuçlarını düşünme içgüdüsüyle doğmuştur.
Akrabalık
ilişkileri
bağlamında
Pozitif sorumlu
davranışın
nasıldeğerlendigeliştiğine
rildiğinde,
her
hanenimaktadır.
Türkiye’de
kadar
dair çok farklı görüşler vardır. Bazı bilim ne
adamlahane
varsa
o
kadar
T
rı bunun genetik olduğunu savunurken, bazı başka
araştırmacılar ise bunun öğrenilen davranışlar olduğunu, özellikle de sosyalleşme süreçleri sonucunda
oluştuğunu ifade etmektedirler. Diğer bir görüş, beklenen sosyal davranışların belli gelişimsel devrelerin
sonucunda kazanıldığı şeklindedir. Bazı uzmanlara
göre, toplumsal bilinç içgüdüsel olarak kazanılmaktadır. Bu düşünceye göre insanoğlu, çevresine karşı
duyarlı olma ve çevrede oluşturduğu etkinin, yani
davranışlarının sonuçlarını düşünme içgüdüsüyle doğmuştur. Bu nedenle bebekler ellerindeki bir
oyuncağı masaya vurur ve ne olduğunu, nasıl bir etki
uyandırdığını merakla izlerler. Doğuştan gelen bu
içgüdü, çocukluk ve gençlik yılları boyunca desteklenirse ve gelişirse, davranışlarının sorumluluğunu
alan, topluma karşı duyarlı bireyler yetişir. Bu içgüdünün desteklenmediği ve gelişemediği durumda
ise, sorumsuz ve duyarsız bireyler yetişir.
Bireylerin bu duyarlılığı geliştirmesinden,
başta bireyin içinde bulunduğu aile, arkadaş, okul
olmak üzere toplum olarak sorumluyuz. Her bireyin
kendi sınırları ölçüsünde bulunduğu ortamın gelişimini etkileme potansiyeli ve sorumluluğu vardır.
Şimdi sizlerle, bireylerin kapasitesi ya da özellikleri
ne olursa olsun, çevrelerine karşı duyarlı olma içgüdülerine sahip olduğunu gösteren gerçek bir olayı
paylaşmak istiyoruz:
“Birkaç yıl önce, Seattle Özel Olimpiyatlarında, tümü fiziksel ve zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama çizgisinde
toplandılar. Yarışmacıların tümü yarışı bitirmek ve
kazanmak için istekliydiler. Yarışa başlar başlamaz,
içlerinden genç bir delikanlı tökezleyip yere düştü ve
ağlamaya başladı. Diğer sekiz kişi delikanlının ağlamasını duydular, yavaşladılar ve geriye baktılar.
Sonra hepsi yönlerini değiştirdiler ve geriye döndüler, delikanlının yanına geldiler. İçlerinden Down
Sendrom’lu bir kız eğilip delikanlıyı öptü ve:
-Bu onun daha iyi olmasını sağlar, dedi.
Sonra dokuzu birden kol kola girdiler ve bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler. Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp, dakikalarca onları alkışladı. Orada
bulunan insanlar hâlâ bu öyküyü anlatırlar. Neden?
Çünkü, bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için
kazanmaktan, çok daha ötede olan bir şeydir. Bu
hayatta önemli olan, diğerlerini de anlamak, yavaşlamak ve rotamızı değiştirmek anlamına gelse bile,
diğerlerinin kazanması için yardım etmektir. Toplumsal duyarlılık ve bilinç bu şekilde gelişir.
www. ailem.com
TARİH
Arşivler Filistin için açılıyor
Başbakanlık Yurtdışı Türkler
ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, 3
yıl boyunca Osmanlı arşivlerini tarayarak Filistin ile ilgili belgeleri ortaya
koyacak. Yarım asırdan fazla süreden beri Ortadoğu’da kangren haline
gelmiş olan Filistin-İsrail meselesine
ışık tutacak bir çalışmayı hayata geçirdi. Bir yıldan beri süren çalışma
tamamlandığında Türkçe’nin yanı
sıra Arapça ve İngilizceye çevrilerek
dünya kamuoyuyla paylaşılacak.
BİLİM
Orucun beyin üzerindeki etkisi
Uzmanlar Ramazanda tutulan orucun insan vücuduna bir
çok faydasının olduğunu söylüyor.
Strese de iyi gelen oruç bakın beyni
nasıl etkiliyor. Uzmanlar, ramazan
boyunca oruç tutanların beyninde
ve ruh dünyasında büyük değişimler
yaşandığını belirterek, Ramazanda
beyin, nefis-i emmarenin (kötülüğü
emreden nefis) uyarılarından daha
az etkileniyor.
Osmanlı Devletinin Başkentleri
Kurulduğu günden çöküşüne kadar 622 yıl hüküm süren
Osmanlı İmparatorluğuna Bursa, Edirne ve İstanbul başkentlik yapmıştır.
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1299 yılından
1326 yılına kadar geçen 27 yıl sürede bugün Bilecik
iline bağlı Söğüt merkez olarak bilinse de, tarihte
Söğüt Osmanlı Devleti’nin başkentleri arasında yer
almamaktadır. 3 kıtada yaklaşık 600 yıl hüküm süren Osmanlı, kendisine başkentlik yapan beldeleri de
birer canlı müze halinde insanlığa armağan olarak
bırakmıştır.
İlk Osmanlı İmparatorluğu başkenti, Orhan
Gazi tarafından alınan Bursa’dır. Osmanlı’nın son
başkenti herkesin bildiği gibi İstanbul’dur.
Aşağıda Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapmış olan illerimizin başkent oldukları yıllar ve
hangi padişah zamanında başkentlik yaptıkları ayrıntılı biçimde açıklanmıştır.
Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti Bursa’dır. 1326 yılından 1365 yılına kadar tam olarak 39
sene Osmanlı İmparatorluğunun ilk başkenti Bursa
olmuştur.
Osmanlı’nın ikinci başkenti Edirne
Edirne, 1365 yılından 1453 yılına, İstanbul fetih edilene dek Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapan
ikinci il olmuştur. 88 yıl Osmanlı İmparatorluğuna
başkentlik yapan Edirne, Murat Hüdavendigar zamanında başkent yapılmıştır.
Son başkenti İstanbul
1453 yılında İstanbul Fatih Sultan Mehmet
tarafından fethedilince İstanbul Osmanlı İmparatorluğu’nun son ve en uzun süre başkenti olmuştur.
1453 yılından Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış süresi olan 1923 yılına kadar 470 yıl İstanbul başkent
olmuştur. Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olmasa dahi Türkiyenin kalbi yakıştırmasının
haklı gururunu yaşıyor.
Toplam Başkentlik süreleri
Bursa – 39 Yıl – (1326-1365)
Edirne – 88 Yıl – (1365-1453)
İstanbul – 470 Yıl – (1453-1923)
EĞİTİM
TARİH
Çok Yönlü değerlendirin
Sultanının mezarı bulundu
Çocukları karnedeki notları
üzerinden değerlendirmek yerine
çok yönlü değerlendirmenin daha
sağlıklı olacağını belirtildi. Karnesinde zayıf olan öğrencilerin durumlarını önceden bildikleri için biraz
telaşlı olduklarını ifade eden uzmanlar, kırık not getiren öğrenciye kötü
davranmanın, onu cezalandırmaya
çalışmanın çok sağlıklı bir tepki olmadığını söylediler.
Selçuklu Devleti’nin son sultanı olan 2. Gıyeseddin Mes’ud Bin
Keykavus’un mezarının Samsun’da
olduğu ortaya çıktı.
Araştırmalar sonucu ortaya
çıkan mezarlar, Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından dönemin
mimari özellikleri dikkate alınarak
türbeye dönüştürülecek.
Hayata Dair…
İnsanlara beklediklerinden daha çok şey ver ve bunu
zevk alarak yap.
Dinlediğin her şeye inanma, sahip olduğun her şeyi
harcama ve istediğin kadar uyuma.
“Seni seviyorum” dediğinde, cidden söyle.
Üzgünüm dediğinde, o kişinin gözlerinin içine bak.
Evlenmeden önce en az 6 ay nişanlı kal.
Başkalarının düşleriyle asla alay etme.
Anlaşmazlık durumlarında, dürüst ol.
Kimseyi kırma, hakaret etme.
İnsanları akrabalarına göre yargılama.
Yavaş konuş, ama hızlı düşün.
Anneni ara.
Kaybettiğinde, ders al.
Küçük bir anlaşmazlığın büyük bir arkadaşlığı bozmasına izin verme.
Telefona cevap verirken gülümse. Seni arayan kişi
bunu sesinden anlayacaktır.
Biraz yalnız kal.
Suskunluğun, bazen, en iyi yanıt olduğunu unutma.
Allah’a güven ama arabanı kilitle. (Deveni bağla
sonra tevekkül et).
Evde sevgi dolu bir atmosfer önemlidir. Huzurlu ve
uyumlu bir ortam oluşturmak için elinden geleni
yap.
Geçmişte çok yaşama.
Bildiklerini paylaş. Ölümsüzlüğü elde etmenin bir
yoludur.
Dua et. Duada, ölçülemeyecek bir güç saklıdır.
Sana sevgi gösterisinde bulunan birini engelleme.
Başkalarının işine burnunu sokma.
Çok para kazanıyorsan eğer, hayattayken, başkalarına yardım et. Bu, Şansın sana verebileceği en büyük
tatmindir. Unutma, istediklerini elde edememek,
bazen büyük bir şanstır.
AİLE
8
AİLEDE MUTLULUĞU ENGELLEYEN
HALLERE DİKKAT!
Mutlu olmak herkesin hakkıdır. Özellikle bir arada mutlu ve huzurlu olmak için yuva kurmuş, üstelik
çocukları da olan karı kocanın iyi geçinmeye, birbirlerine saygı ve sevgi göstermeye daha çok ihtiyaçları vardır.
Mutlu olmak herkesin hakkıdır. Özellikle bir
arada mutlu ve huzurlu olmak için yuva kurmuş, üstelik çocukları da olan karı kocanın iyi geçinmeye,
birbirlerine saygı ve sevgi göstermeye daha çok ihtiyaçları vardır.
ŞAKAYA DİKKAT!
Yine mutluluğu engelleyen hususlardan biri de, şaka
yapma ve takılmada dozun kaçmasıdır.
TEBESSÜM ÖNEMLİ
1-Eleştirinin etkili olması isteniyorsa, muhakkak ki
eşin egosu hedef alınmamalıdır ve eleştiri başkalarının yanında yapılmamalıdır.
2-Eleştiriye gönül alıcı bir söz veya komplimandan
sonra başlanmalıdır.
3-Eleştiriyi şahsi olmaktan uzak tutmalı, kişiyi değil
davranışı eleştirmelidir.
4-Cevap almayı sağlamalıdır. Eşe neyi hatalı yaptığını söylerken ona doğruyu da söylemelidir.
Aslında karı-koca iletişiminin temeli erkek eve girerken atılır. Erkek muhakkak tebessümle içeri adımını
atmalı ve selam vererek hal hatır sormalıdır. Kadın
da onu yine tebessümle kapıda karşılamalı ve gününün nasıl geçtiğini merak etmelidir.
5-Emretme yerine istemelidir. Şunu düzeltir misin?
demek, bunu tekrar yap, olmamış demekten daha etkilidir.
YA ELEŞTİRİ GEREKİYORSA ?
Eşinize çok iyi davranmalı ona gereken ilgiyi göstermelisiniz. Aksi takdir de birbirinizden uzaklaşırsınız.
Tabii her zaman övgü yapılmaz. Bazen eleştiri de gerekebilir. Bunun için dikkat edilecek önemli notlar
vardır:
EŞİNE İLGİYİ ESİRGEMEMELİ
EKONOMİK VE FİZİKİ DURUM
Mutlulukla ekonomik gelir seviyesi
arasında bağlantı sık tartışılan konudur.
Para rahatlatır, ama mutlu etmez. Çünkü
para sağlıklı olmak gibi çabuk alışılan
bir durumdur. Mutluluk istediğimiz elde
etmek değil, elde ettiğimizde mutlu
olabilmeyi öğrenebilme yeteneğidir. Sadece
para değil güzel ve zeki olmak da mutlulukla
direk bağlantılı sayılamaz. Elbet güzel ve
zeki olanların avantajları vardır ama daha
mutlu kişiler olduğu doğru değildir.
MUTLULUK İÇİN AKTİF OLMALI
Mutlu insanlar incelendiğinde
görülecektir ki aktif kişilerdir.
Ama bu eşleri ve çocuklarıyla
ilgilenmelerini engellemez.
Onlara gereken ilgiyi verirler.
Mutlu insanlar mutluluğu
aramazlar, ancak
ellerindekilerle mutlu
www.saglikvakfi.org.tr
olmaya çalışırlar.
9
SAĞLIK
Şeker Yerken Bir Kez Daha Düşünün!
1. Şeker kanser hücrelerinin en çok sevdiği şeydir.
2. Şeker bağışıklık sisteminizi zayıflatabilir.
3. Şeker vücudunuzun mineral dengesini bozabilir.
4. Şeker çocuklarda uyuşukluğa sebep olabilir.
5. Şeker böbreklere hasar verebilir.
6. Şeker krom eksikliğine yol açabilir.
7. Şeker bakır eksikliğine yol açabilir.
8. Şeker kalsiyum ve bakır emilimini engeller.
9. Şeker gözleri bozabilir.
10. Şeker Hipoglisemiye sebep olabilir.
11. Şeker midenin asidik olmasına yol açabilir.
12. Şeker çocuklarda adrenalin seviyesini artırabilir.
13. Şeker koroner kalp hastalığı riskini artırabilir.
14. Şeker alkol bağımlılığına yol açabilir.
15. Şeker diş çürüklerini artırabilir.
16. Şeker kireçlenmeye sebep olabilir.
17. Şeker astıma sebep olabilir.
18. Şeker mantar enfeksiyonlarına sebep olabilir.
19. Şeker safra taşı oluşmasına yol açabilir.
20. Şeker böbrek taşı oluşmasına yol açabilir.
21. Şeker iskemik kalp hastalığına yol açabilir.
22. Şeker apendisite yol açabilir.
23. Şeker dolaylı olarak hemoroide yol açabilir.
24. Şeker damarlarda varise yol açabilir.
25. Şeker osteoporoz oluşumuna katkıda bulunabilir.
26. Şeker salya asiditesine katkıda bulunabilir.
27. Şeker glikoz toleransının düşmesine sebep olur.
28. Şeker büyüme hormonunu azaltabilir.
29. Şeker toplam kolesterolü artırabilir.
30. Şeker sistolik kan basıncını artırabilir.
31. Şeker gıda alerjilerine sebep olur.
32. Şeker diyabet oluşumuna katkıda bulunabilir.
33. Şeker hamilelikte kan zehirlenmesine yol açabilir.
34. Şeker kardiyovasküler hastalığa sebep olabilir.
35. Şeker DNA yapısını bozabilir.
36. Şeker katarakta sebep olabilir.
37. Şeker amfizeme sebep olabilir.
38. Şeker ateroskleroza sebep olabilir.
39. Şeker serbest radikal oluşumuna sebep olabilir.
40. Şeker enzimlerin işlevselliğini düşürür.
Unutulmamalıdır ki, sofra şekerine hiçbir bünyenin
ihtiyacı yoktur. Besinlere mümkünse şeker
eklememeli ya da en azı ile yetinmeliyiz.
Paketlenmiş gıdaları satın alırken içinde aşırı şeker
yükü bulunup bulunmadığını kontrol
etmeliyiz. Her zaman için besinlerin doğalını
tercih etmekte yarar vardır. İnsan
vücudunun günlük ihtiyaç
duyduğu şeker ihtiyacını doğal
meyve ya da sebzelerden
karşılamamız çok daha
doğru olacaktır.
www.dunyalilar.org
ZAMAN YÖNETİMİ
Geçen hafta içinde televizyon başında kaç
saat harcadınız, uzun süreli konuşmalarla ne kadar
vaktinizi yediniz? Sabah güneş doğduktan sonra uyuma adetiniz var mı? Yemek veya çay başında ne kadar
vakit geçiriyorsunuz?
Bu ve benzeri sorulara verilen cevaplar, aslında herkesin hayatta farkında olmadan büyük zaman
dilimini nasıl faydasız işlerle harcadığını göstermektedir. Bu soruların cevabı aynı zamanda ne kadar çok
vakte sahip olunduğunu da göstermektedir. Öyleyse
herkes sahip olduğu zaman potansiyelini değerlendirmelidir. Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tamamen de terk edilmemelidir. Zamanı elden geldiğince
iyi değerlendirmek başarının anahtarıdır.
Teneffüs
Psiko-biyolog E:L:Rossi’nin “20 dakika Ara”
adlı esrinde “Her insanın zihinsel ve fiziksel olarak
verimli çalışabildiği belli bir periyodu vardır ve genellikle 1,5 saat civarındadır. İnsan bu periyodu aştığı zaman, vücut yorulma sinyalleri verir. Bu sinyaller
esneme, konsantrasyon zorluğu, algıda zayıflama,
dalgınlık gibi şekillerde kendini gösterir. Bu sinyaller hissedildiği anda çalışmaya kısa bir ara verilmeli
ve dinlenilmelidir. Bu dinlenme, faaliyet değiştirerek
veya 15 – 20 dakika gözlerini kapatıp sessizce bekleyerek yapılabilir. Gözleri kapatmaktan amaçlanan
beyne bilgi girişini azaltmaktır. Çünkü beyne ulaşan
bilginin büyük çoğunluğu görme yoluyla elde edilir.
Elleri veya yüzü yıkama, hafif fiziksel hareketler yapma da ideal dinlenmeye katkıda bulunur.” denmektedir. Dinlenme beynin öğrenme yeteneğini yükseltmek için çok gerekli bir
eylemdir yani.
Zihinsel dinlenme
Çok kimsenin düşündüğünün aksine zihinsel
yorgunluğu atmak için her türlü işi gücü bırakıp bir
kenarda oturmak gerekmez. Değişik zihinsel ve bedensel faaliyetler, beynin değişik kısımları tarafından
yönetilmektedir. Dolayısıyla her faaliyet değiştirildiğinde, beynin bir merkezi üzerindeki yükü azalıp başka bir merkezi daha aktif hale gelir. Bu duruma, bir
öğrencinin matematik problemlerini çözmeye ara verip bedensel bir işle meşgul olması veya sözel içerikli
bir derse çalışması örnek olarak gösterilebilir. Eğer
dinlenme arası verilmezse vücut zorlandığı için stres
hormonu salgılanır, konsantrasyon yeteneği zayıflar,
verimlilik düşer.
Başarıya ulaşmak için zaman planlanarak çok
iyi değerlendirilmelidir; ancak bu yapılırken beynin
dinlenmesine de dikkat edilmelidir.
GÜNÜ VERİMLİ KULLANMAK
Başarıya ulaşmak, günü verimli kullanmakla
doğru orantılıdır. Bir iş yapılırken ,sürenin yetersizliğinden yakınılıyorsa orada bir eksiklik vardır. O da
planlama eksikliğidir. Bir çok kişi ise plan yaptığı halde gerekli öğrenmenin gerçekleşmediğinden şikayetçidir. Plan, yaparken planın en verimli nasıl
işletileceği veya en verimli çalışmanın ne
şekilde yapılacağı bilinmezse bu yakınmalar
sürüp gider. Kişi günü en iyi nasıl
değerlendireceğini ,
planında hangi zamanı
neye ayıracağını iyi
bilmelidir.
Her insanın zihinsel ve fiziksel
olarak verimli çalışabildiği belli
bir periyodu vardır ve genellikle
1,5 saat civarındadır.
11
KİŞİSEL GELİŞİM
Mimar Sinan; 81 camii, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarethane,
3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve
48 de hamam olmak üzere 375 eser yapmıştır. Ayrıca, Edirne ilindeki Selimiye Camisi
Dünya Kültür Mirası listesindedir. 1588 yılında 99 yaşında vefat eden
Koca Sinan, sizce bu kadar işi nasıl yapmıştır?
Şimdi uzmanların araştırmalarından yola çıkarak,
bir günün en verimli şekilde nasıl değerlendirilebileceğini görelim.
Sabah saatleri
Hayatta başarılı olmuş, ömürlerine birkaç insanın yapabileceği kadar çok işleri sığdırmış başarılı
ve meşhur kişiler, sabah vakitlerinin önemine dikkat
çekmişler ve sabah erken kalkıp sonra da uyumamayı başarıya götüren önemli bir sebep olarak vurgulamışlardır. Fizyologlar; “kortizol” gibi, uyanıklık veren
hormonların en fazla salgılandığı periot olarak sabah
8 – 11 arasını gösteriyorlar. Uzmanlar yaptıkları sayısız araştırmada bu saatlerin planlama, düzenleme ve
ileriye dönük düşünce üretimi için en verimli saatler
olduğu sonucuna varmışlardır. Başarılı olan kişilerin
bu saatleri dikkate almalarının önemi burada olsa
gerek. Öyleyse planlama aşamasında sabah saatleri
mümkün olduğunca öğrenmeye yönelik etkinliklere
ayrılmalıdır.
Öğle saatleri
Bilimin verilerinden yola çıkarak öğle saatlerinin dinlenmeye ayrılması gerektiğini
söyleyebiliriz. Çünkü uzmanların
açıklamalarına göre hormonal denge açısından
öğle saatleri vücudun dinlenmeye çekildiği
periyottur. Bu saatlerde çalışmaya ara
verilmesinin ve mümkünse kısa bir uyku
arasının plana yerleştirilmesinin gerekliliğini
yine uzmanlar söylüyorlar. Araştırmalar, yarım
saatle iki saat arasında değişebilen bu uyku
arasının insana canlılık kazandıracağını, bu
ara sonunda sanki güne yeni başlanmış gibi bir
durumun oluşacağını ortaya çıkarmıştır.
Öğleden sonra ve akşam saatleri
Vücudumuzda her gün gerçekleşen ve “biyoritm” aktiviteler zinciri içerisinde, öğleden sonra
saat 4 – 6 arası zihinsel canlılığın tekrar ortaya ç
ıktığı belirlenmiştir. İnsan kalıcı bir öğrenme
istiyorsa zihnin en açık olduğu saat olan sabah saatlerinde öğrendiklerini öğleden sonra 4 – 6 arasında tekrar etmesi gerekmektedir. Hafızaya alınan
bilgilerin uzun süreli olması amaçlanıyorsa bu süre
en verimli aradır. Fizyologlar, akşamüstü saat 5 – 7
arasının vücut sıcaklığının en yüksek saatler olarak
belirlendiğini belirtiyorlar. Bunun anlamı, fiziksel
egzersiz olarak seçilebilecek en uygun vakitlerin bu
periyot olmasıdır. Gece uyuma problemi olanlar için
bu egzersizlerin doğal bir uyku ilacı fonksiyonu olduğu da uzmanların görüşü. Akşam saat 7’den sonra ise
zihin yine öğrenme faaliyetlerine açılır. Üç saat süren
bu aralık, çalışma için uygun ve verimli bir periyottur. Eğer akşam yemeği çok yenilmemişse, bu sürede
öğrencinin uykusu da gelmeyecektir. Uyku başlangıcı için uzmanların tavsiye ettikleri saat aralığı gece
10 – 11 aralığıdır. Bu saatlerden sonra artık çalışma
bırakılmalı vücudun ve zihnin dinlenmesi için yatak
odasının yolu tutulmalıdır.
Planlarınızı hazırlarken yukarıda anlatılan bilimsel verilerden yararlanmanız, gününüzü daha iyi
değerlendirmenizi dolayısıyla da başarıya ulaşmanızı
sağlayacaktır.
Geçen hafta içinde televizyon başında
kaç saat harcadınız, uzun süreli
konuşmalarla
ne kadar vaktinizi
yediniz?
www.kisiselbasari.com
En Eski Ramazan Geleneği:
Mahyalar…
Mahya ramazan aylarında çift minareli camilerin minareleri arasına asılan ışıklı yazılardır. Kelime
anlamı olarak Arapça’da “hayat” aynı zamanda da “aylık” demektir. Mahyaların kurulmasındaki temel amaç
insanları iyiliğe ve sevaba yönlendirmek, insanlara güzel mesajlar vermekti. Bu yazıları tasarlayıp, minarelere asılmasını sağlayan sanatçılara ise “mahyacı” adı
verilir. Mahyalar ilk dönemlerde halatların üzerine dizilmiş yağ kandilleriyle yapılıyordu. Mahyacı, mahya
üzerinde göstereceği tasarımı önce kağıda çiziyor, kağıt üzerinde kandillerin yerini belirliyor ve sonrasında
da üretime geçiyordu. Eski usul mahyaların üretimi
için bütün gün çalışmak gerekiyordu. Her akşam değişik bir mahya ile mahyacılar sanatlarını ortaya koyuyorlardı. Bütün bir ramazan ayı boyunca her akşam
yanan mahyalar, rüzgara karşı da dayanıklıydı. Genellikle mahyaların üretiminde zeytinyağı ya da mum
kullanılırdı. Ancak bu kandillerin yanma ömrü ortalama 3 saat olduğu için, bütün camilerdeki mahyaları
bir gecede görmek oldukça zor oluyordu. Kesin olarak
bilinmemekle birlikte mahyacılığın tarihi 16.YY. ikinci
yarısına kadar uzanmaktadır.
Ramazan ve bayramlarda her gece değişik tasarımlarda mahya asmak İslam ülkelerinden sadece
Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da oldukça yaygındı.
Bunun sebebi ise iki minareli camilerin en fazla İstanbul’da olmasıydı. Osmanlı döneminden beri selatin (Osmanlı döneminde sultanların yaptırdıkları
Mahya; kelime
anlamı olarak
Arapça’da “hayat”
aynı zamanda da
“aylık” demektir.
camiler.) camilerine asılan mahyalarda ramazan ayının ilk onbeş günü hadisler, dualar ve güzel sözler yazılırken, ikinci onbeş günde de birbirinden farklı hareketli tasarımlar yerlerini alırdı. Özellikle hareketli
olan mahyaları yapmak çok emek isteyen bir işti ama
halkın, özellikle de çocukların çok ilgisini çekiyordu.
Bu görsel tasarımlı mahyalarda daha çok, “piyade kayığı”, “kule”, “çifte kayık”, “salıncak”, “yandan çarıklı”
tasvirleri yer alıyor ve bu tasarımları en çok çocuklar
heyecanla karışılıyordu. Çünkü mahyacıların o akşam
nasıl bir mahya kuracağı gün içerisinde gizli tutulurdu. Halk ise gün boyu akşam asılacak mahyalarla ilgili
tahminlerde bulunurdu.
En ünlü Mahyacı ise Abdüllatif Efendi’dir
(ö.1977). Ramazanın onbeşinci gecesi Süleymaniye
Camii’ne astığı “Hünkar Kayığı” mahyası ile ünlenmişti. Abdüllatif Efendi sadece cami minarelerine değil
gemi direklerine de mahya asmasıyla bilinirdi. Gene
Süleymaniye Camii’ne kurulan ve “gezici mahya” olarak adlandırılan hareketli mahya büyük ilgi toplardı.
Mahya üzerinde yürüyen araba, hareket eden kayık ve
yüzen balıklar gibi hareketli görüntüler yer alırdı.
Ramazan dendiğinde herkesin aklına gelen ilk
gelenek Mahya geleneğidir. Bu Ramazan ayında da
tıpkı eski Ramazanlarda olduğu gibi, camilerimiz eski
Ramazan geleneklerinin en güzel özelliği olan mahyalarla aydınlanıp süslenecek.
Eskiden
tek bir mahyanın
hazırlanması
için yüzlerce
kandilin iplere tek tek
dizilmesi
gerekmekteydi.
Mahya
asmak İslam
ülkelerinden sadece
Türkiye’de ve özellikle
İstanbul’da oldukça
yaygındı.
13
KÜLTÜR
Mahyanın hazırlanması ve asılması oldukça zordu. Minareler arasına asıldıktan
sonra bütün kandillerin tek tek yakılması gerekirdi. Mahya sanatçıları her güne
ayrı ve özel bir tasvir hazırlamak için bütün gün çalışmak zorundaydılar.
Mahya geleneğinin başlangıcı Osmanlı dönemine kadar uzanmaktadır. 16.YY.’da ilk olarak İstanbul’da başlamış olan bu gelenek halen daha varlığını devam ettirmektedir. Mahyacılığın bir sanat
olarak İstanbul’da başlamasının sebebi, mahyaların
öncelikle selatin camilerinde yani iki, dört veya altı
minareli camilerde uygulanmasıydı ve bu camiler en
çok İstanbul’da yer almaktaydı. Edirne’de ise bazı
kaynaklara göre Meriç nehrinin kenarına kurulan direklere de mahyalar asılmaktaydı. Özellikle Osmanlı
döneminde halk Ramazan ayında asılacak mahyaları
sabırsızlıkla beklerdi. Cami minarelerine mahya asılmasının amacı, halka kardeşlik, din ve Müslümanlık
ile ilgili güzel mesajlar vermektir. Aynı zamanda bu
geleneğin amacı Allah’a şükretmekti.
1600’lü yıllarda uygulanan ilk mahyalarda kandiller
kullanılmaktaydı. İlerleyen dönemlerde mahya hazırlanmasında kandillerin yerini her ne kadar ampuller almış olsa da, halk arasında “Kandiller Yandı”
söylemi varlığını korumuştur.
Mahya ve Mahyacılık sanatı geçmişten bugüne kültürümüzün en önemli parçalarından biri
olma özelliğini halen korumaktadır. Mahyalar aynı
zamanda Osmanlı kültürünün bir damgası niteliğini de taşımaktadır. Mahyacılar eski dönemlerde Ramazan ayının ilk 15 gününde yazılı, son 15 gününde
ise tasvirli mahyalar kurar, özellikle son 15 günlük
dönemi çocuklar çok büyük bir heyecanla beklerdi.
Mahya sanatçıları bütün bir gün gizlilikle hazırladıkları mahyaları, akşamları heyecanlı halk ile buluştururdu. Mahya üzerindeki kandillerin hepsini yakmak
en az 2 saatlik bir zaman aldığından bu heyecan her
akşam daha da artardı. Genellikle tasvirlerde “kule,
Mahyalar
aynı zamanda
Osmanlı kültürünün
bir damgası niteliği de
taşımaktadır
salındak, piyade kayığı, çifte kayık, köprü, vapur, Kızkulesi, çiçek, kuş” gibi tasvirler olurdu. Mahya sanatçılarından Abdüllatif Efendi, Süleymaniye Camii’nin
minareleri arasına astığı ve üzerinde “hünkar kayığı”
tasviri olan mahyası ile bilinirdi. Abdüllatif Efendi
aynı zamanda gemilerin direklerine mahya kurmakla da tanınmıştı. Mahya sanatındaki diğer önemli bir
çalışma da, Süleymaniye Camii’nde asılan hareketli ve gezici mahyaydı. Bu mahyada köprüden geçen
arabalar ya da köprü önünde hareket eden kayıklarla
birlikte yüzen balıklar tasvir edilirdi.
Ramazan ayının ilk 15 gününde asılan yazılı
mahyalarda ise ilk zamanlarda “Ya Gâni, Ya Mabut, Ya Kâfî”, “Ya Şehr-i Ramazan”, “Ya Kerim”, “Allah”, “Bismillah”, “Elhamdülillah”
“Merhaba”, “Merhaba Ya Şehr-i Ramazan”,
“Gufran Ayı”, ”Safa geldin”,” Elveda” gibi yazılar yazılırdı.
Eski Mahyalar Nasıl Hazırlanıyordu ?
Mahya ve Mahya sanatı günümüzde led’li ve elektronik sistemlerle çok daha hızlı ve ekonomik bir
şekilde hazırlanmaktadır. Ancak, özellikle mahya
sanatının ve mahyacılığın ilk dönemlerinde mahya
hazırlanması ve asılması, oldukça yorucu ve zaman
alıcı bir işti. Tek bir mahyanın hazırlanması için
yüzlerce kandilin iplere tek tek dizilmesi gerekmekteydi. Mahyayı hazırlayan sanatçı öncelikle yapacağı
tasviri veya yazacağı yazıyı kareli
kağıtların üzerinde eskiz olarak
hazırlardı. Hazırladığı bu mahya eskizi
üzerinde atması gereken düğümleri,
asacağı kandillerin yerini belirledikten sonra, kandillerin asılmasına başlanırdı.
www.ledmahya.com
Ego Eğitimi için
Ramazan Ayı Bir Fırsat
Bilindiği gibi oruç, İslam dininin beş şartından biri. Yılda bir ay, Ramazan ayında, Allah’a kulluk
ve ibadet amacıyla, tanyerinin ağarmağa başlamasından güneş batmasına kadar, niyetlenerek bir şey
yiyip içmekten ve orucu bozan başka şeylerden nefsi
korumak suretiyle tutulur. Ramazan ayı içerisinde
olduğumuz şu günlerde milyonlarca Müslüman oruç
vazifesini yerine getirmek için bir gayret içerisindedir. Ramazan ayı insanın içgüdülerinin getirdiği
yeme, içme, cinsellik gibi temel ihtiyaç olan dürtülerin kontrol altına alınmasıyla beraber psikolojik bir
iyiliğe geçiş için son derece önem arz eden bir aydır.
Oruç tutan kişilerin davranışsal bir yöntemle bunları
kontrol etme ve biçimlendirmesiyle önemli ve psikolojiye de konu olan bir ibadettir.
Ramazan ayı içerisinde kişiler maneviyatın
yükselmesiyle değer ve geleneklerinin farkına vararak bir iç hesaplaşmaya girer. Yemek, içmek dışında davranışsal hareketlerini sınayan ve egonun tüm
isteklerine karşı durmayı bilerek bunları frenlemesi
gerektiğini düşünmesine yardımcı olan süper egonun, bilinçli düzeyinde yer eden vicdan, merhamet,
değerler, inançlar noktasında farkındalığı yükselir.
Yoksul kimselerin, fiziksel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan bireylerin hissettiklerini bir nebze olsun
anlayabilmesi kolaylaşıyor ve onlara karşı empati kurarak kendi vicdanı ve merhametiyle bir muhakeme
içerisine girip, o insanlara yardım etme, içinde bulunduğu duruma şükür etme davranışları gelişmeye başlar. Bunun yanı sıra araştırmalarda da göstermiştir ki
Ramazan ayı içerisinde alkol tüketimi, ve suç oranların da oldukça düşüş hâkimdir. Burada dinin ve
maneviyatın, psikolojiyle doğrudan bağlantılı olduğu
açıktır. Bunun dışında insanın diğer gereksinimleri arasında olan ve psikolojik sağlığı önemli ölçüde
etkileyen sosyal ilişkilerdeki belirgin değişiklikler ve
farkındalıklar kişinin ruh halini huzur ve sükûnetle
besliyor.
Ramazan ayı içerisinde birçok insan kavgalı
oldukları, küs oldukları insanlara karşı merhamet,
sevgi ve değer duygularını daha yoğun deneyimlerler. Dargın oldukları kişilerle yeniden bir araya gelme ihtiyacı hisseder ve onların affedilmesi gerektiği
hissiyle bunu eyleme dönüştürerek iç huzuruna ve
ruh haline olumlu katkılar sağlar. Bahsettiğim tüm
bu duyguların ruh sağlığı yerinde olan her bireyde
mevcut olduğunu düşünürsek bunun tam anlamıyla
yaşandığı ay olan Ramazan ayı bu noktada psikolojimize olan olumlu etkisiyle maneviyatı yaşayan her
birey için bir sağaltım olmaktadır.
Ramazan ayının psikolojimize, ruh halimize olumlu birçok etkisi vardır.
Bu ay maneviyatın huzurunu göz ardı etmeden fiziksel ihtiyaçları kontrol
altına almakla beraber psikolojik onarma ayı olarak da düşünebiliriz.
Bu ay içerisinde aile bağlarının kuvvetlendiği
de yadsınamaz bir gerçektir. Toplumumuzda özellikle
çalışan anne –babanın oldukça yaygınlaştığını biliyoruz. Bu kesimin çocuklarıyla bir arada bulundukları
süre ve ailecek birbirlerine ayırdıkları zaman maalesef
kısıtlı. Ramazan ayı sayesinde de aileler sahur ve iftar
vakitlerinde bir arada bulunarak birbirlerinin ihtiyacı
olan duygusal aktarımı da sağlamaktadırlar. Dolayısıyla yine burada da ruh halimiz oldukça olumlu etkilenmektedir. Özellikle çocukların da katıldığı sahur ve
iftar vakitlerinde bir arada bulunmayı yaşı kaç olursa
olsun desteklemekteyim.
Çocuğa değer, ahlak, maneviyat ve din olgusunu öğretme noktasında Ramazan ayı bir fırsattır. Şöyle ki; anne-babayı rol model alan çocuk aileden gördüğü şekilde davranacağı için ileriki hayatında oruç
gibi dini açıdan önemli olan bir vazifeyi yerine getirme noktasında dini bir kodun bilişsel şemasına yerleşmiş olarak hareket etmeye başlayacaktır. Ancak bu
kişide olumsuz bir sıkıntı bırakmaması için sahur ve
iftar vakitlerinde zorlamadan, aşırı baskıcı tutumdan
uzak durarak, duygusal ihtiyacı da karşılayan bir tutum sergilersek çocuğun öğrendiği bu bilgi daha kalıcı
olmakta ve inanca dönüşmeye başlamaktadır. Böylece
çocuk, ileri hayatında oruç tutmayı ailesini memnun
etmek için bir görev değil de kendisi için ve inancı doğrultusunda yerine getirmeye başlıyor. Dolayısıyla bu
da kişinin ruhunun huzurlu olmasına sıkıntı çekmeden dini ibadetinin yerine getirmesine vesile oluyor.
Tüm bahsettiklerimin yanı sıra psikolojik rahatsızlıkların özellikle hafif depresyon yaşayanlarda,
anksiyete (kaygı) bozukluğu olanlarda, obsesif bozukluklarda(takıntı), antisosyal kişilik örüntüsü olan
bireylerin sağaltımında oldukça fayda görülmektedir. Örneğin; antisosyal kişilerin diğer aylarda suç ve
cezai işlem gerektirecek davranışlarda bulunması yoğunken oruç tuttuğu zaman içerisinde ya da tutmasa
bile Ramazan ayına olan inancı nedeniyle dürtülerini
kontrol altına almayı başarıp, kendine ve başkasına
zarar verme davranışına son veriyor.
Ayrıca burada obeziteden de bahsedebiliriz;
yemek yeme dürtüsünü diğer aylarda kontrol edemeyen kişi Ramazan ayında bu dürtüsünü kontrol altına
almaya başlıyor ve daha önceleri bunu kontrol edemeyişini sorgulayıp çözüme daha kolay ulaşıyor.
Kısacası; Ramazan ayının psikolojimize, ruh
sağlığımıza olumlu birçok etkisi vardır. Bu ayı maneviyatın huzurunu göz ardı etmeden fiziksel ihtiyaçları
kontrol altına almakla beraber psikolojik onarma ayı
olarak da düşünebiliriz. Egonun eğitimi, sevgi, vicdan, değer, inanç ve geleneklerin önemiyle yüzleşmemizde bir iç hesaplaşmayla karşı karşıya gelip kendi
kusur ve eksikliklerimizin farkına varma ve bunları
düzeltme adına Ramazan ayı her inanan için önemli
ve değer arz eden bir aydır.
Herkese sağlıklı ve hayırlı Ramazanlar dilerim…
Psk. Gülşah Pınaroğlu
KÜLTÜR EDEBİYAT
16
Mimar Sinan’ın Sorumluluk Duygusu
Şehzadebaşı Camii’nin 1990’lı yıllarda devam eden restorasyonu sırasında
bulunan bir mektup ve 400 sene sonrasına çözüm üreten sorumluluk duygusu...
Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Camii’nin 1990’lı yıllarda devam eden restorasyonunu
yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi,
caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı
şöyle anlatmıştır:
Cami bahçesini çevreleyen havale
duvarında bulunan kapıların
üzerindeki kemerleri oluşturan
taşlarda yer yer çürümeler vardı.
Restorasyon programında bu
kemerlerin de yenilenmesi yer
alıyordu. İnşaat fakültesinde
teorik olarak kemerlerin nasıl
inşa edildiğini öğrenmiştik
fakat, taşkemer ile ilgili
pratiğimiz yoktu.
Kemerleri nasıl restore
edeceğimiz konusunda
ustalarla toplantı yaptık.
Sonuç olarak kemeri alttan
yalayan bir tahta kalıp
çakacaktık. Daha sonra
kemeri yavaş yavaş söküp,
yapım teknikleri ile ilgili
notlar alacaktık ve yeniden
yaparken bu notlardan
faydalanacaktık.
Kalıbı sökmeye kemerin
kilittaşından başladık.
Taşı yerinden çıkardığımızda, hayretle iki taşın
birleşme noktasında
olan silindirik bir boşluğa
yerleştirilmiş bir cam
şişeye rastladık.
Şişenin içinde dürülmüş
bir beyaz kağıt vardı.
Şişeyi açıp kağıda baktık.
Osmanlıca bir şeyler
yazıyordu,
hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektuptu
ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı.
Şunları söylüyordu.
“Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık
400 senedir. Bu müddet zarfında taşlar çürümüş olacağından, bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük
bir ihtimalle yapı teknikleri de değiştiğinden, bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz.
İşte bu mektubu, ben size, bu kemeri yeniden nasıl
inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.
Koca Sinan mektubuna böyle başladıktan
sonra, o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu’nun
nerelerinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını
anlatıyordu.
Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı; modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı
tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak
kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir.
Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan; bu bilgilerden çok daha muhteşem
olan, 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk
duygusudur.
www.blog.milliyet.com.tr
Şehzadebaşı Camii, İstanbul’un Fatih ilçesinde
yer alan ve Mimar Sinan tarafından yapılan cami. I.
Süleyman tarafından Saruhan Sancak Beyi iken 1543’te
22 yaşında ölen oğlu Mehmed adına yaptırılmıştır. Mimar
Sinan’ın çıraklık eserimdir dediği camidir. 18,42 metrelik
kubbesi 4 büyük yarım kubbeye yaslanır. Şadırvan avlusu
12 sütunda 16 kubbelidir. İkişer şerefeli çift minaresi vardır.
İmaret ve medrese, tabhane, türbeler cami bahçesinde ve arka
sokaktadır.Şehzade türbesinin içi rengarenk çinilerle doludur.
Ortadaki sandukada Şehzade Mehmed, sağında Şehzade
Cihangir yatar, solunda Hümaşah Sultan. Şehzade türbesinin
sol tarafında Rüstem Paşa’nın türbesi bulunur.
NELER VERMEYİZ
En önemli varlığımız evlatlarımızdır,
Onları yetiştirmek için neler vermeyiz.
Bunu yaptıran inanın vicdanımızdır,
Onları korumak için neler vermeyiz.
Dünyaya geldiklerinde, gülen gözlerinde,
Gülücükler eksilmesin diye neler vermeyiz.
Gündüzleri bakarken, ana babayı yorsalar bile,
Geceleri ağlamasınlar diye neler vermeyiz.
Öyleyse iyi örnek ol, dürüst ve doğru yaşa,
Bunu yapmazsan bel bağlama; kavim, kardaşa.
Hayırlı evlat nasip olsun derim, eş, dost, arkadaşa,
Buna sahip olmak için neler vermeyiz.
Bunları yaptıran ilahi merhamet kırıntıları,
Bu kırıntıları veren Mevla, asıl sahipleri,
Bizden evvel işitir gece gündüz çığlıkları,
Onların yüzleri gülsün diye neler vermeyiz.
Evladın hayırlısı umut, hayırsızı ömür törpüsü,
Rabbini bilen evlatlarla geçilir, sırat köprüsü,
Muvaffak olamadığında verilir boyunun ölçüsü,
Sıratı hayırlı evlatla geçmek için neler vermeyiz.
Geleceğe dünyalık bırakmak için çalışılmaz,
Evlatsız olmaz da, hayırsızına da alışılmaz.
Evladı terbiye edecek Hoca’ya karışılmaz,
Terbiyeli evlat için neler vermeyiz.
Evlat nimettir madem, bunu böyle bilmeli,
Evlatları Allah’ın dediği gibi yetiştirmeli,
Böyle yapmadığımız her anı zarar bilmeli,
Onları kazanmak için neler vermeyiz.
Demem o ki söz de kalmasın, bunları yapın.
Dürüstlük madalyasını vicdanlara takın,
Şöyle dönün dikkatle etrafınıza bakın,
Sağlam insan bulmak için neler vermeyiz.
Sadece doğurmak analık değil, bilmeli,
Doyurmak ise babalık değil, yetinmemeli,
Onları terbiye etmek görevdir en önemli,
Gözleri ağlamasın diye neler vermeyiz.
Yaradan’a, vatana, millete, ana babaya,
Kendine değil, hürmet etmeli insanlığa,
Bunu böylece nakşetmeli, gönül ve vicdanına,
Başına bela gelmesin diye neler vermeyiz.
Yetişmesi için ana babayı örnek alacaksa,
Sonrasında terbiye için Hocaya bakacaksa,
Eş, dost, hısım, arkadaş örnek alınacaksa,
Doğru insanlarla olması için neler vermeyiz.
Derler ya, ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz,
Anaya, babaya, hele hele Hoca’ya, surat asılmaz,
Sen kendini bilmezsen, çocuğun hiç tutulmaz,
Kem göz, kötü söz gelmesin diye neler vermeyiz.
Bayram URAL
Ödemiş M Tipi C.İ.K Öğretmeni
Doğru ekilmeyen terbiyeden hasat olur mu?
İnsan sadece konuşarak gerçeği bulur mu?
İhtiyacına göre sulanan çiçek kurur mu?
Evladı kurutmamak için neler vermeyiz.
Siz siz olun, çocuklarınızı ihmal etmeyin,
Onlara kötü örnek olacak yerlere gitmeyin,
Çağdaşlık diye, menfaat ve çıkar gütmeyin,
Evladı kaybetmemek için neler vermeyiz.
Nesline yedirip içirdiğin kazanca dikkat et,
Merhamet istiyorsan, sen de merhamet et.
İşine, eşine, yedirdiğin aşına dikkat et,
Haram yemesinler diye neler vermeyiz.
Hoş Geldin Ramazan
Ramazan geldi… Üzerimizde hem manevi iklimin huzuru
hem de normal günlerde pek yaşanmayan bir telaş var.
Ne de olsa Ramazan, hayatı değiştirir.
Ramazan’ın özü oruç ibadetidir. Oruç ise
Arapça’da “uzak durmak, engellemek” anlamına
gelir. İşte bu kelime Ramazan ayındaki madde olarak karşılığı imsaktan iftar vaktine değin yemek ve
içmekten uzak durmak şeklinde olsa da manevi karşılığı nefsi köreltmeye çalışmaktır.
Ramazan ayı evet, oruç ayıdır ama hepsi
bu değil… Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç “Ramazan,
tüm zamanlara üstün kılınmıştır” diyor ve şöyle
delillendiriyor: “Yaratılan her şeyde bir derece vardır. Yaratıcı, bazı zaman ve mekânları diğerlerine
üstün kılmıştır. Ramazanın son on günü, Kur’an-ı
Kerim’de “bin aydan hayırlı” olarak anılan Kadir
Gecesi’ni içinde taşır.
Ramazan, kültürümüzde ise bir insan gibi algılanır. Onun adına “Hoş geldin” ve “Elveda” ilahileri yazılır. Modern dünyada insanla Yaratıcı arasına
bir sürü perde girmektedir. Ramazan bu perdeleri
kaldırmak ve O’na yaklaşmak için bir imkândır.”
Yaratanın koşulsuz affettiği bu zaman diliminde,
bereket ve mağfiret ayında, yaratılanların kusurlarına karşı affedici olmaktır.
Ramazan infak etmektir; muhtaç olanlarla
paylaşarak fazlayı azaltmak, azı çoğaltmaktır. Ramazan zenginle fakiri yakınlaştıran bir hayat köşesidir. Ramazan ayı insanın hem kendisiyle hem de
çevresiyle barışması, sükûn bulmasıdır.
Öte yandan dünyevi bir ferahlıktır Ramazan, adeta bayram gibi neşelidir. Yakınlaşmaktır,
davet etmek ve davete icabet etmektir. Dost ve akrabaları bir araya getiren iftar sofrası sadece karınları doyurmaz, kalplerin açlığında giderir.
O sofranın etrafında oturanlar kardeşlik bulur. Ramazanda şehir de farklı bir renge bürünür.
Mahyaların pırıltısı, davulların sesi, camilere koşan
kalabalıklar, Ramazan eğlencelerinin sergilendiği
meydanlar, ramazan ayında şehrinde bir başka hayat sürdüğünün göstergesidir. Yılda sadece 30 gün
yaşadığımız bu güzel günleri doyasıya yaşamanız
ve mutlu bir bayrama kavuşmanız dileğiyle…
www.anadolujet.com
m
i
y
De
ALİ CENGİZ
OYUNU
Hile ile iş yapanların dalaverelerine ve akla
gelmeyecek tuzaklarına Ali Cengiz oyunu denir.
“Filânca falancaya bir Ali Cengiz oyunu oynadı ki...”
diye başlayan cümlelerin arkasında şeytanın bile
aklına gelmeyecek hileler, düzenbazlıklar anlatılır.
Bu deyimin menşei eski bir halk hikâyesine dayanır.
Nâkılan-ı asar ve raviyan-ı şeker güftâr şu
gûna rivayet ve bu yolla hikâye ederler ki; eski zamanda bir sehhar adam gayb ilimleriyle uğraşarak
istediği şekle girebilmenin tılsımını keşfetmiş. Cifr,
remil, falcılık, yıldız ve kıyafet ilimlerine de vâkıf
olan bu adam, sihirbazlıkta o derece ileri gitmiş ki
canını eğlendirmek ve halka marifetini göstermek
üzere sık sık şekil değiştirmeye ve insanları hayrette bırakan oyunlar çıkarmaya başlamış. Hatta
bu oyunu menfaatleri için kullanmakta ve halkı aldatmakta da üstüne yokmuş. Söz gelimi hanımına,
“Bahçede bir keçimiz var, pazara götürüp satıver,”
der, sonra da bahçeye gidip keçi kılığına girer, hanımı kendisini sattıktan sonra yine insan olup eve
dönermiş.
Bu sihirbaz adamın bir huyu da isteyen herkese sihrini öğretmekmiş. Ne var ki marifetini
her kime öğretse, sonra ona bir oyun yaparak mat
eder, öldürürmüş. Mesela oyunu öğrenen kişi kanarya olsa, sihirbaz bir atmaca olup onu avlar; öğrenen ağaç olsa, sihirbaz ateş olur onu yakarmış.
Devrin padişahı, bu gidişata dur demek isteyince,
tellallar çığırtıp bu düzenbazı kendi huzurunda mat
edene kızını vermeyi vaat etmiş. Herkes bu tehlikeli
sınavdan kaçarken Ali Cengiz adında fakir bir derviş, bu işe talip olmuş.
Ali Cengiz, sihirbazdan oyunu öğrenmek
üzere kurs almaya başlamış. Ne var ki sureta ahmak
gibi davranıp asla öğrendiğini göstermiyormuş.
Böylece sihirbaz, Ali Cengiz’i kolay lokma olarak görüp oyunu en ince ayrıntısına kadar anlatmaktan
çekinmemiş.
Sınav, padişahın cuma selâmlığından sonra yapılacakmış. Ali Cengiz, bir koç kılığına girip
meydana gelmiş. Sihirbaz, derhal bir kurt olmuş.
Ali Cengiz su olup kurdu boğmak isteyince, sihirbaz
kendini ateşe çevirmiş. Bir müddet ikisi de kılıktan
kılığa girmişler. Sonunda Ali Cengiz bir çiçek olup
padişahın kucağına düşmüş. Sihirbaz bir eşek arısı olup üzerine konmuş. Ali Cengiz derhâl darı olup
yere yayılmış. Sihirbaz hemen tavuk kılığına girmiş ve darıları toplamaya başlamış. O, darıları yiyedursun Ali Cengiz arkadan bir tilki olup tavuğu
boğmuş.
Sihirbazın cenazesinin def(n)edildiği gün,
Ali Cengiz ile padişahın kızının kırk gün kırk
gece sürecek düğünleri başlamış. Ne var ki Ali Cengiz’in sol elinden iki parmağı eksikmiş
artık. Yine de onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Not: Ali Cengiz kelimelerinin “âl-i Cengiz
(Cengiz soyu)” çağrışımından
yola çıkarak bu
deyimin Anadolu’daki
Moğol istilâsıyla da
bir alâkası bulunduğunu söylemek
mümkündür.
İskender Pala
(İki Dirhem Bir Çekirdek)
Başıboşluk
Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip
olmasına rağmen can sıkıntısından, hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakınan bir prens
vardı. Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken, o odasına kapanır, sürekli düşünürdü.
Oğlunun bu haline hükümdar babası çok üzülüyordu.
Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek,
bunun için de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir
süre kafasını öyle meşgul etti ki, kendini bu işe o
kadar verdi ki başından geçmekte olan olayı, canını kurtarabilmek için ülkeyi terk etmekte oluşunu
unuttu. Fakat bu durum onun kafasında bir şimşek çakmasına sebep oldu. Şöyle düşündü:
Bir gün hükümdar, ülkesinin en bilge kişisini sarayına çağırtıp ona oğlunun durumunu
anlattı ve buna bir çözüm bulmasını istedi. Bunun
için bilgeye bir hafta mühlet verdi. Bir hafta içinde
bir formül bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı.
Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp taşındı;
aklına hiç bir çözüm gelmedi. Bu nedenle canını
olsun kurtarmak için ülkeyi terk etmeye karar verdi. Üzgün, dalgın bir şekilde ülkeyi terk ederken,
bir köyün yakınında koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla bir süre ahbaplık etti.
Bundan cesaret alan küçük çoban yaşlı dostuna
“Amca şu hayvanlarıma biraz göz kulak oluver de,
ben de şu görünen köyden azık alıp geleyim, bugün azık almayı unutmuşum” dedi.
“Bir kimse ciddi olarak bir işle meşgul olur,
bir girişimde bulunup onu başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam olarak kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı, eften püften olayları kafasına
takmak diye bir şey söz konusu olamaz”
Bilge de zevkle kabul etti. Bilge, kafası,
karşılaştığı olaylarla meşgul bir halde hayvanlara
göz kulak olurken, bir keçi yavrusu kenarında oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverdi.
Aşağı inip onu kurtarmadıkça kendi kendine kurtulması da mümkün değildi. Bilge küçük çobana
verdiği sözü doğru dürüst tutabilmek için kuzuyu
kendisi kurtarmaya karar verdi. Bu amaçla uçurumun dibine indi.
Önce kuzuyu sırtına bağladı, sonra tırmanmaya başladı. Birkaç tırmanma başarısızlıkla
sonuçlandı. Ama bilge yılmadı. Uğraştı, didindi,
zorlandı ama sonunda kuzuyu yukarı çıkarmayı
başardı.
Bu gerçek, hükümdarın oğlu için de geçerliydi. Bilge artık kaçma fikrinden vazgeçip hemen
geri döndü ve hükümdarın huzuruna çıkarak şu
çözümü sundu:
- “Hükümdarım, eğer oğlunuzun can sıkıntısından kurtulmasını, hayata bağlanmasını istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zamanını
kaplayıcı bir meşguliyet verin. Can sıkıntısının,
yaşamaktan şikâyet etmenin ana sebebi başıboşluktur. Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne
derece ciddi, sonucu ne derece ağır olursa, kendini o ölçüde can sıkıntısından kurtaracak, yaşama
mücadele ve azmi o derece artacaktır.”
Çocuk Yetiştirirken
Sevgi-Disiplin Dengesi
Yıllarca tahsil görmüş,
ilim öğrenmiş
Çocuklarımızı
yetiştirirken
sevgi ve kişiler
disiplin
hakkında “mürekkep
yalamış”
Bu deyim bize
dengesini
nasıl kurmalıyız?
Budenir.
soru günümüzde
birmatbaadan
evvelki
zamanların
el
yazması
kitapları
çok anne ve babanın sıklıkla sorduğu sorulardan bir
ve hattatları
yahutbir
müst
tanesi.
Dengenin
tarafını oluşturan sevgi boyutu,
başta çocuğa karşı gösterilen sevgi, şefkat, ilgi, hoşgörü ve yakınlığı içeriyor. Çocuk ile yaşanan sıcak ve
sevgi dolu yakınlaşmaların olduğu anlar, anne-baba-çocuk arasındaki duygusal bağın kurulabildiği
keyifli anlar. Anne ve babalar, bir yandan bu eşsiz
anların ve çocuk ile olan paylaşımların her iki taraf
için olumlu getirilerini düşünürken, bir yandan da
kendilerine “Peki ama disiplini nasıl sağlayacağım?”,
“Sevgimi ve ilgimi çok fazla gösterirsem çocuğum şımarır ve sözümü dinlemez mi?” gibi kaygı içeren sorular soruyorlar.
Sıcaklık ve disiplin dengesi
Araştırmalar çocuğun gelişiminde en olumlu
sonuçları getiren ebeveynlik biçiminin sıcaklık ve disiplin dengesinin kurabildiği türdeki ebeveynlik stili
olduğunu gösteriyor. Çocukta özgüven, empati, duygu düzenleme becerileri ve olumlu sosyal beceriler
gibi özelliklerin gelişiminde bu dengeye önem veren
ebeveynlik becerileri çok etkili. Örneğin, anne ve babanın çocuğa karşı koşulsuz sevgi göstermesi öncelikle çocukta olumlu benlik algısının gelişimine ve
özgüvenin artmasına neden olurken, çocuğu diğer kişilerle olan sosyal ilişkilerinde de başarıya götürüyor.
Diğer bir taraftan, anne ve baba olarak çocuğa yaşına
uygun belirli sınırlar ve kurallar koymak da dengeli
ebeveynliğin diğer bir boyutu. Örneğin, çocuğa tüm
isteklerinin istediği anda gerçekleşemeyeceği (istediği bir oyuncağa ya da izine hemen sahip olamayacağı
gibi) mesajını vermek ve diğer kişilere zarar vermemek konusunda kurallar koymak gibi.
Güven Duygusu Zedelenmemeli
Anne ve baba çocuğa çok sıkı bir disiplin uyguladığında ise, bu durum çocuğa hayatının hiçbir
alanında kendi seçme özgürlüğünün olmadığı mesajını verebiliyor. Anne ve babayla olan duygusal bağda ve onlara olan güven duygusunda zedelenmeye
yol açarak, ilerleyen yaşlarda aile içi iletişimde ve
paylaşımlarda azalmaya neden olabiliyor. Çocuğun
aile içindeki sıkı bir kontrol sistemi içerisinde hata
yapmasına izin verilmemesi, duygusal gelişimindeki
olumsuzlukların yanında özellikle yaptığı hatalardan
ders alamamasına ve problem çözme becerilerinin
gelişiminde yetersizliklere yol açabiliyor.
Hayır Demekten Korkmayın
“Ben çocukken anne ve babam bana karşı çok
sert bir disiplin uyguladılar. Şimdi ben kendi çocuğuma bunları yaşatmak istemiyorum, çocuğuma kural
koymaktan ve hata yaptığında onu cezalandırmaktan
kaçınıyorum.’’ Çocuğumu üzerim, kırarım, incitirim
diyerek, ona gerekli durumlarda “hayır” demekten
korkan anne ve babalar, istemeyerek de olsa, çocuklarının gelişimlerine zarar verebiliyorlar.
Tutarlı Olun
Çocuğun yaşına uygun, tutarlı ve yeterli düzeyde bir disiplinin olmadığı durumlarda, sıkı disiplin uygulanan durumdakine benzer olumsuz sonuçlar doğabiliyor. Sınırların ve kuralların olmadığı bir
ortam, çocukta güvensizlik hissi, sınırları öğrenmede
ve kendini kontrol etmede zorluk, sosyal ilişkilerde
sorunlar gibi birçok istenmeyen sonucu da beraberinde getiriyor. Bu şekilde yetiştirilen bir çocuk, ilerleyen yaşlarda gerçek dünyanın sınırları ve kuralları
ile karşılaştığında, sorunlar ile baş etmekte güçlük
çekebiliyor.
Neden-Sonuç ilişkisini açıklayın
Anne ve baba olarak çocuğu kırmadan ve
zorlamadan, ona doğruyu ve yanlışı öğretmeye çalışmak, olumlu ve olumsuz
davranışlarındaki nedensonuç ilişkilerini
açıklamak, çocuğa
seçim şansı tanımak
(çocuğun ne renk
kıyafet giyeceğine
kendi karar
vermesi gibi) ve
en önemlisi
tüm bunları
uygularken anne
ve baba şefkatini
ve sıcaklığını
eksik etmemek,
sevgi ve disiplin
dengesini kurma
yolunda en
temel adımları
oluşturuyor.
Uzman Gelişim Psikoloğu:
Aslı Candan Kodalak
www.ebeveynlikakademisi.com
Kaynak: İskender Pala (İki Dirhem Bir Çekirdek)
Binicilik ve Türkler
Türkler ‘Yeryüzünün Kanatsız Kuşu’ atı ehlileştirdi, tüm dünyaya hediye etti ve biniciliği öğretti…
Türkler tarih sahnesine, âdeta atlarının nal sesleri ile çıktılar… Türk’le at, etle tırnak gibiydi. Türkler
için ata binmek vazgeçilmez bir şeydi. Hatta at, Türkler
için sadece bir binek hayvanı değil aynı zamanda bir
dosttu. Bu sebeple Türkler atlarını hiç yanından ayırmazdı ve oyunlarında, savaşlarında ve seyahatlerinde
sürekli kullanırlardı. Türkler için, “Daha yürümeyi öğrenmeden ata binmeyi öğrenirler” ifadesi kullanılırdı.
At, Türk’e kardeşi kadar yakındır. “At için binici Türk,
gerisi yük” sözü de atla Türk’ün yakınlığını anlatan güzel sözlerden biridir. Şeyh Edebali; “Atın iyisine doru,
yiğidin iyisine deli derler. Doğru bildiğinden şaşma”
der.
Atı ehlileştiren ve ata ilk binen Türklerdir
Kaşgarlı Mahmut’un “At Türk’ün kanadıdır”
sözü, Türklerin bu asil hayvana nasıl bir gözle baktıklarını, ona ne kadar büyük bir değer verdiklerini pek
güzel ifade eder.
Türkler, âdeta at sırtında doğar ve at sırtında
ölürlerdi. Orta ve Ön Asya’da yetişen cüsse itibariyle
biraz küçük, ancak yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her
türlü eziyete, sıkıntıya fevkalâde dayanıklı, çok süratli
ve eğitilme kabiliyeti yüksek Türk atları, sahiplerini Çin
Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle taşımışlardır.
Nitekim bütün Türk devletlerinde sefer gücünün esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar savaşların kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde de,
gerek Kapıkulu Süvarisinin ve gerekse Tımarlı Sipahinin önemi çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerinin kapı halkı hemen hemen tamamen atlıydı.
Türk tarihinin her döneminde at önemli bir
yer tutmuştur. Avusturyalı tarih bilimci Hoopers
atın ilk evcilleştirme hareketinin İç Asya’da Türkler
tarafından yapıldığını, Macar tarihçi Allfoldin de,
bu konudaki ilklerin Altay Türklerine ait olduğunu öne sürmüştür. Alman tarih bilimcisi Portriatz
ise “Eski çağlarda at” adlı eserinde atın M.Ö. 6000
dolaylarında Türkler tarafından evcilleştirildiğini
iddia etmiş ve iddiası için bazı bulguları delil göstermiştir.
M.Ö. 2. yüzyılda Doğu Hun İmparatorluğu’nda her yıl sonbahar aylarında büyük toplantılar
yapılır ve ülkedeki atlar sayılırdı. Çin kaynaklarına
göre, Hunlar, bir milyon süvariye sahipti. Eski Türklerde nüfus sayımı, süvari sayısına göre yapılırdı.
At Avrat Pusat
Türk, atın sadece binicisi değildir; onun hem
sahibi hem seyisi, hem eğiticisi, hem canbazı, hem
baytarıdır. Türk, atı; silahı ve hanımıyla birlikte
kutsal kabul etmiştir: At, avrat, pusat… Bugün Anadolu’da ve Türk coğrafyasının her yerinde “tay, kısrak, at, aygır, yılkı” gibi kelimeler kullanılmaktadır.
Doğan Yıldız, Türk’ün tarihten bu yana at
ile birlikteliğini şöyle ifade eder: “Her Türk ata karşı sevgi, güven, ilgi duymuş ve onu kendisinden bir
parça kabul etmiş, ona kutsallık tanımış, saygınlık
kazandırmış, sanatında, edebiyatında, müziğinde
eşsiz bir yer vermiştir.
Eski Türklerde görülen “atla bütünleşme”, Osmanlı Türklerinde de sürmüştür.
At, Osmanlı, Türklerinde itibar, saygı ve sevgi unsuru olarak kabul edilen bir
yoldaş olmuştur. Atalarımız bunlarla başarıdan başarıya koşmuşlar; üç kıta
üzerinde hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir.
Eski Türklerde at kültürü ile ilgili çeşitli bulgular bir
belge olarak, bugün çeşitli ülkelerin müzelerine değer
katmaktadır. Yenisey yörelerinde eski Türkler tarafından, kayalar üzerine yapılmış at resimleri ve çok eski
dönemlere ait, Türk mezarlarından çıkan eşyaların
üzerinde süsleme sanatı olarak at figürleri kullanıldığı
görülmektedir. Eski Türk destanlarında ve efsanelerinde at baş tâcıdır, ayrı bir yeri ve önemi vardır. Atların rüzgârdan yaratıldığına ilişkin türlü efsaneler vardır. Oğuz Destanı atla başlar. Dede Korkut’ta, Bamsı
Beyrek atla kardeşleşmiştir.
“Yağız atlar, kır atlar, doru atlar kanatlı
Yediden yetmişe dek, bir millet hepten atlı”
Kemendi İlk Türkler Kullandı
Eski Türklerin ilkel atları yakalayabilmek için
türlü yöntemler kullandıkları, kitabelerde yazılıdır.
Kementin de ilk kez Türkler tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Karluk Han buzullar içinden ünlü bir atı
alıp çıkardığı için ad almıştır. Eski Türklerdeki “Türk
atsız, kuş kanatsız” sözü çok şey anlatır.
Yarış Atlarının Özelikleri
Yarış atlarında aranılan nitelikler ise; bilekleri
ince, topukları kılsız, burun delikleri geniş, burun içi
lekeli olacaktır. Perçin başında kemik çok sivri, bel,
boyun kısmından daha uzun olmalıdır.
Ata 8 Yaşında Binilir
Türkistan’da 3 yaşından sonra çocukların büyük koyunlara bindirildiği, 8 yaşında at sırtında gezilere başladıkları, 12 yaşında da mükemmel bir binici
oldukları belirtilir. Kızların da bu konuda erkeklerden
aşağı kalmadıkları bilinir.
At İtibardır
Eski Türklerde görülen “atla bütünleşme”, Osmanlı Türklerinde de sürmüştür. At, Osmanlı, Türklerinde itibar, saygı ve sevgi unsuru olarak kabul edilen
bir yoldaş olmuştur. Atalarımız bunlarla başarıdan
başarıya koşmuşlar; üç kıta üzerinde hakimiyetlerini
sürdürmüşlerdir.
250 Bin Süvarilik Ordu
Anadolu Selçuklularında 100 bin süvariden
oluşan bir ordu bulunuyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise, 16. yüzyılda bu sayı 250 bine yaklaştı. Edirne, Filike, Selánik, Amasya, Yozgat, Merzifon, Eskişehir (çifteler çiftliği), Malatya (Sultan suyu), Veziriye,
Adana (Çukurova), Bursa (Karacabey)’deki hayvan
ocaklarında, at yetiştiriciliği için sürekli çalışmalar yapılıyordu.
www.avrasyasporbirligi.com
BİİLİM
24
Gözyaşı Mucizesi
Vücudumuzda hayati öneme sahip birçok sıvı salgılanır. Bunlardan biri de
gözyaşıdır. Gözyaşının muhteşem bileşimi Sağlıklı bir görüş için tahmin
edilemeyecek kadar önemlidir.
Gözümüzde mükemmel bir gözyaşı üretim
taşıma ve boşaltma sistemi vardır. Ancak gözümüzdeki mekanizmalar bu kadar değildir: Her göz kırpışımızda göz yüzeyindeki gözyaşı filmi otomatik olarak yenilenir. Bu işlem ortalama her altı saniyede bir
tekrarlanır. Bu 60 yıl yaşayan bir insanın tüm ömrü
boyunca 200 milyondan fazla göz kırpması anlamına
gelir.
Gözyaşının % 98.2’si sudur. Geri kalan kısımda kan plazmasıyla aynı oranda üre ve plazmadakinden daha az oranda glikoz tuzlar ve organik maddeler
bulunur. Yani gözyaşı içinde farklı oranlarda farklı
maddeler bulunan çok özel bir sıvıdır.
Gözyaşı bileşenlerinin varlığı iyi ve net bir
görüş için şarttır. Bileşenlerin miktarında ya da yapısındaki ufak bir farklılık olduğunda göz kolaylıkla
mikrop kapabilir ya da gözümüz net görme özelliğini
yitirebilir. Gözyaşının görevleri 4 ana başlık şeklinde
verilebilir:
•Göz yüzeyini nemlendirmek ve kuruluğun vereceği
hasarı engellemek,
•Mikroskobik olarak pürüzsüz olamayan göz yüzeyini pürüzsüz optik bir yüzey yapmak,
•Gözün kornea bölümüne ihtiyaç duyduğu oksijen ve
diğer besinleri sağlamak,
•Gözü bakterilerden ve
enfeksiyonlardan korumak,
Çok karmaşık bir yapıda olan
gözyaşını oluşturan bileşenler
3 katman oluşturacak şekilde
gruplanmıştır.
Yağ Katmanı
Gözyaşının en üstte yer alan
katmanıdır. Bu sayede
hemen altında bulunan sıvı
katmanın buharlaşarak
fonksiyonunu yitirmesini ve
gözyaşının alt göz kapağından
akıp gitmesini engeller.
Yağ salgılayan bezlerin bulunduğu katman
çok ince olmasına karşın gözyaşının dışarı akmasını
ve buharlaşmasını başarıyla engellemektedir. Peki,
kim gözyaşının üzerine buharlaşma etkisini hesap
ederek böyle bir kaplama yapmıştır? Bu kadar özel
bir tasarım nasıl ortaya çıkmıştır?
Sıvı Katman
Bu katman gözyaşının temel katmanıdır. Yağ
tabakanın hemen altında ortada yer alan tabakadır.
Üç katman arasında en kalın olanıdır. İçinde tuzları
proteinleri ve lizozim adlı özel bir kimyasal maddeyi
barındıran karmaşık bir yapısı vardır.
Gözün kornea tabakasını besleyen, oksijeni
taşır, atık ürünleri korneadan uzaklaştırır korneada
oluşabilecek enfeksiyonları engeller. Algıladığımız
görüntülerin normal olması için gözün kornea tabakasındaki su hacminin değişim göstermeden belirli
bir oranda kalması şarttır. Eğer bu oran bozulursa
kornea şişer ve formu bozulur. Sıvı katman korneadaki su hacminin dengede kalarak görüntü kalitesinin yüksek olmasını sağlar.
Mukus Katmanı
Göz yüzeyinde bulunan konjuktiva adlı ince
zardaki hücreler tarafından üretilir. Gözün hemen
üzerinde yer alır. Gözyaşının en alttaki katmanıdır.
Üzerinde yer aldığı epitel yüzeyi hidrofobiktir; yani
suyu sevmeyen iten bir yapısı vardır. Eğer sıvı katman ile bu katman yer değiştirmiş olsalardı mukus
tabakası göz üzerinde duramayacak dolayısıyla bir
işe yaramayacaktı. Bu katmanda gözün üzerinde durabilen musin adlı özel bir kimyasal madde bulunur.
Gözyaşı bu madde ve mukus katman sayesinde yerçekimine karşı koyarak gözün önünde durmayı başarır.
Gözyaşı sadece korneayı kurumaktan kurtaracak ve göz küresinin yüzeyinin kayganlığını kaybettirmeyecek miktarda üretilir. Böylece göz hareket ettiğinde göz kapağının iç kısmı ile gözün üstü arasında
sürtünmeden kaynaklanan bir rahatsızlık meydana
gelmez.
25
BİLİM
Gözyaşı bileşenlerinin varlığı iyi ve net bir görüş için şarttır. Bileşenlerin miktarında ya da yapısındaki ufak bir farklılık olduğunda göz kolaylıkla mikrop
kapabilir ya da gözümüz net görme özelliğini yitirebilir.
Gözyaşını oluşturan bileşenlerin yeterli miktarda üretilmemesi ya da bir bileşenin eksik olması
göz yüzeyi üzerinde kuru noktaların oluşmasına neden olur. Bu durumda da göz ile göz kapağı arasında
sürekli bir sürtünme olur ve gözün her hareketi bizim
için bir eziyet haline gelirdi.
Sağlıklı bir görüş sağlamak için gözyaşının
tüm bileşenlerinin tümünün tam olarak üretilmesi
yeterli değildir. Gözyaşının hangi yolla nasıl nakledileceği de son derece önemlidir. Gözyaşı, gözyaşı
bezlerinden çıkarak küçük kanallardan akar. Her göz
kırptığımızda ince bir film gözlerimizin etrafında yayılır ve gözümüzü nemlendirerek tozdan ve diğer rahatsız edici maddelerden temiz tutar.
Tesadüfler sonucu göze zarar verecek rastgele
milyarlarca bileşiğin oluşabilme ihtimali vardır. Peki
nasıl olup da göz için hem böyle kuvvetli bir temizleyici görevi görecek hem de göze en ufak bir zarar
vermeyecek bir sıvı sentezlenmiştir? Bu ideal sıvı tesadüfen oluşana kadar göz nasıl korunmuştur? Çün-
kü indirgenemez karmaşıklıkta olan gözün sağlığını
koruyabilmesi için tüm unsurlarıyla birlikte ve bir
anda oluşması şarttır. Gözün tek bir parçasının bile
tesadüfen oluşması mümkün değildir.
Her Gözyaşı Aynı Değildir
En küçük bir teferruatın bile çok önemli olduğu bir bedende ruhunu misafir eden insanoğlu, gözyaşının gerçek fonksiyonundan haberdar mıdır? Buraya kadar bazı hususiyetlerini saydığımız gözyaşının
her an gözümüzü ıslak tutan kısmı yanında, bir böcek
veya toz kaçtığında gözümüzü yıkayacak kadar artan
çeşidi ve çeşitli hislerle ağlandığında akıtılan gözyaşı arasında hem miktar, hem de terkip bakımından
bazı farklar vardır. Bilhassa ağlamanın sebebine bağlı olarak (sevinç, üzüntü, stres, ilâhî aşk vs.) gözyaşının beden sağlığı ile birlikte ruhumuzu dinlendiren,
bedenin üzerindeki stres yükünü azaltan ve böylece
kalp sağlığımızı da koruyan bir yönü vardır. Her biri
ayrı bir araştırma ve makale konusu olabilecek bu
mevzular, psikiyatristler, nörologlar, ve biyo-kimyacıların ortak çalışmalarını beklemektedir.
www.acikogretim.gen.tr
Türkiye’nin Adana iline bağlı Ceyhan ilçesi merkez
üslü depremde 144 kişi hayatını kaybetmesi üzerinden
17 sene geçti.
(2 Haziran 1998)
Balkan Savaşları’nda Bulgarlar tarafından kuşatılan
Edirne şehrini 5 ay 5 gün boyunca zor koşullar altında
savunan, “Edirne Müdafii” olarak da anılan Mehmet
Şükrü Paşa’nın vefatı üzerinden 99 sene geçti.
(5 Haziran 1916)
İtalya’da krallığın sona erip, Cumhuriyetin ilan edilmesi üzerinden 69 sene geçti.
(10 Haziran 1946)
Kanunî Sultan Süleyman Han, ‘Irâkeyn Seferi’
(İki Irak) denen Birinci İran sefer-i hümâyûnuna
çıkması üzerinden 481 sene geçti.
(11 Haziran 1534)
Tarihte düzensizlikler ve isyanlarla gündeme gelen
Yeniçeri Ocağının kaldırılarak yerine Asakir-i
Mansure-i Muhammediye ordusunun kurulmasının
üzerinden 189 sene geçti. (14 Haziran 1826)
I. Kosova Savaşı, Sultan I. Murad önderliğindeki
Osmanlı ordusu ile Sırp kumandanı Lazar Hrebelyanoviç
önderliğindeki çok uluslu Balkan ordusu arasında
28 Haziran 1389 tarihinde yapılan muharebenin üzerinden 626 sene geçti.
(15 Haziran 1389)
Afşana köyünde (Özbekistan) M.S 980 yılında dünyaya
gelen 200 kitap yazan, Batılılarca, Orta Çağ Modern
Biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi olarak bilinen
ve “Büyük Üstad” ismi ile tanınan, İbn-i Sina’nın vefat
etmesinin üzerinden 978 sene geçti. (21 Haziran 1037)
Zonguldak şehrimiz düşman işgalinden kurtarılması
üzerinden 96 sene geçti.
(21 Haziran 1919)
Osmanlı İmparatorluğu donanmasında amirallik
yapmış, Trablusgarp fatihi olarak anılan Türk denizcisi
Turgut Reis’in vefatının üzerinden 450 sene geçti.
(22 Haziran 1565)
Türk tarihinde ayrı bir yere sahip olan Amasya
Genelgesi’nin imzalanması üzerinden 96 sene geçti.
(22 Haziran 1919)
Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün kurulması
üzerinden 77 sene geçti.
(29 Haziran 1938)
Günümüze sayısız şaheser bırakan Mimar Sinan’ın
ölümünün üzerinden 427 sene geçti
(9 Nisan 1588)
ŞEHZADELER DİYARI:
AMASYA
Ovaları yeşil gözlerin kadar
Bir ırmak ki yeşil ırmağı akar
Ferhat’ım şirine bir aşkla bakar
Ferhat şirin şehri yeşil Amasya…
GEZİ
30
Tanzimattan sonra Sivas’a bağlı bir sancak haline getirilen Amasya, İstiklal
Harbinde mühim bir yer işgal etmiş, Sivas Kongresine burada karar verilmiştir.
Meşhur Amasya Tamimi Türkiye’nin bütün şehirlerine buradan duyurulmuş ve
Amasya Protokolü burada imzalanmıştır.
Arkeolojik
çalışma
kayıtlarına
göre
M.Ö.5500 yılına kadar uzanır Amasya’nın tarihi.
Adının Hititler Döneminde yazılı belgelerde ‘Hakmiş’ olduğu görülür ve eldeki bilgilere göre Amasya
ismi ilk olarak Hellenistik Dönemde bastırılan şehir
sikkelerinde görülür. Hititlerden sonra Asurlar bir
süre Amasya’yı işgal ettiler. Hitit başkenti Hattuşaş,
Amasya’nın güney batısındadır.
DANİŞMENDOĞLU’NUN BAŞKENTİ
M.Ö. 6. asırda Pers ve M.Ö. 4. asırda Makedonya Kralı Büyük İskender’in istilasına uğradı.
Pontus Krallığının başkenti Sinop’a taşınmadan
önce Amasya idi. M.Ö. 1. asırda Romalılar Mitridat’ı yenince Amasya, Roma İmparatorluğuna
geçti. M.S. 355’te Roma İmparatorluğunun devamı
olan Bizans’ın eline geçti. 712’de Araplar, İslam ordularıyla Amasya’yı fethettiler. Fakat bir süre sonra
Bizanslılar Amasya’yı geri aldılar. 1071 Malazgirt
Savaşından kısa bir süre sonra Danişmendoğlu’nun
başkenti oldu. Melik Danişmend Ahmed Gazi Amasya’yı fethetti.
MEDENİYETLER BEŞİĞİ
Daha sonra Türkiye Selçuklularının hakimiyetine geçen Amasya’ya bilahare İlhanlılar hakim
oldu. İlhanlı genel valisi Timurtaş’ın Mısır’a kaçmasından sonra yerine tayin edilen Büyük Şeyh Hasan
vekaleten Alaaddin Eratna’yı Anadolu’ya gönderdi.
Bir müddet sonra, Eratna bağımsızlığını ilan ederek
Eratna Beyliğini kurdu. 1360’da Şadgeldi, Eratna
Beyliğinden ayrılarak Amasya’da Amasya Beyliği’ni kurdu.
Yıldırım Bayezid 1393’te Amasya’yı Osmanlı Devletine kattı. Osmanlılar devrinde “Şehzadeler
şehri” olarak isim yapmıştır. Osmanlı sultanlarından İkinci Murad ve Yavuz Sultan Selim Han Amasya’da doğmuşlardır. Fatih Sultan Mehmed Han 8
yaşında iken Amasya valisi olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman Han sık sık Amasya’ya gelmiştir.
İkinci Bayezid şehzadeliğini Amasya’da geçirmiştir.
FARKLI KÜLTÜRLERİN KESİŞME NOKTASI
‘Şehzadeler kenti’ Amasya, her ne kadar modernleşmeden ve kentleşmeden nasibini almışsa da
gelenekleri aslına uygun yaşatan nadir kentlerimizden biri. İlim, sanat ve lezzetlerin kesişme noktası
olan Amasya’ya yakından bakmayı denedik.
Dört bir yanı yüksek kayalarla çevrili olan
şehir adeta bir kale görünümüne sahiptir. Önemli
tarihi olaylara ev sahipliği yapan Amasya’da pek
çok şehzade yetiştirildiği için ‘Şehzadeler Kenti’ olarak da adlandırılır. Ayrıca ilim ve sanat adamları
da yetişmiştir bu güzel kentte.
ÜNLÜLERİN ŞEHRİ
Amasya’nın bereketli ve gizemli topraklarında yetişen bir çok tanıdık sima var; Lokman Hekim,
Akşemseddin, Mihri Hatun ve Sabuncuoğlu Şerefeddin bunlardan bazılarıdır. Bilimde de özel bir yeri
olan 15 yy.’da Amasya Darüşşifasında tıp eğitimi
alan Sabuncuoğlu Şerefeddin’in bu kentte devrinin
en önemli ameliyat ve tedavi usullerini gösteren
minyatürleri, sanat tarihi açısından da değer taşır.
31
GEZİ
Dört bir yanı yüksek kayalarla çevrili olan şehir adeta bir kale görünümüne
sahiptir. Önemli tarihi olaylara ev sahipliği yapan Amasya’da pek çok şehzade
yetiştirildiği için ‘Şehzadeler Kenti’ olarak da adlandırılır.
Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal Atatürk’ün “Milletin İstikbalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” cümlesinin yer aldığı ‘Amasya Tamimi’ Amasya’da hazırlanmış ve tüm dünyaya bir nevi Türkiye
Cumhuriyeti’nin başlangıcına imza atılmıştır.
AMASYA ELMASI
Amasya denilince, her yerde, ilk akla gelen,
sanırım Amasya elmasıdır. Burada, Amasya’nın
ismi ile bütünleşen misket elması yetiştiriliyor. Bu
elma, özelliğini Amasya’nın coğrafi konumundan
alır. Amasya elmasının bir yüzü kırmızı, diğer yüzü
ise sarımtırak yeşil renge kaçar. İnce kabuklu ve hoş
kokuludur. Sert ve dayanıklıdır. Uzun süre saklanmaya elverişlidir.
AMASYA’NIN CAZİBESİ
Amasya evleri de birbirinden ilginç ve cazibeli bir görüntüye sahiptir. Bitişik nizamla yapılmış
evlerin çoğunda avlu ve bahçe bulunur ve ikinci katlar genelde simetri ve yer kazanmak amacıyla cumbalıdır.
Tüm bu güzelliklerin arasında ve tarih kokan bu atmosferde eşsiz tatları da bulmak mümkün
Amasya’da. Birbirinden güzel yemekler sanki Amasya’ya yüce Mevlanın bahşettiği bir hediye. Meşhur
‘misket’ elması ile yapılan pekmezlerin tadına doyum olmaz. Elmanın yanı sıra şeker pancarı, haşhaş ve ayçiçeği de ihraç eden Amasya’nın yemekleri
ve özellikle de çorbaları çok çeşitlidir. Uzun çorba,
yarma çorbası, ayran, helle, toyga ve sakala çorbası bunlardan bazılarıdır. Sebzelerde en çok bamya,
fasulye, biber, ebegümeci, pancar ve pürpürüm diye
adlandırılan semizotuna yer verilir. Sıklıkla kullanılan koyun eti, yıkanıp çemenlenerek kışın ‘keşkek’
ya da ‘çemenli yemek’ yapılmak üzere saklanır. Tatlılar arasında ise ‘vişneli ekmek’, ‘höşmerim’, ‘peluza (hasuda)’, ‘unutma beni’, ‘kuymak’, ‘elma tatlısı’
Amasya’nın lezzetli tatlılarından bazılarıdır. Hamur işlerinin de Amasya mutfağında özel bir yeri
vardır. ‘yanuç’,’kaypak’, ‘hengel’ ve ‘kıymasız mantı’
tadılması gereken lezzetli hamur işlerindendir.
SOFRA ADABI
Amasya’da sofra kültürüne verilen önemin en güzel
örneklerinden birini, sofraya evin büyüğü gelmeden
yemeğe başlanmama âdetinde görürüz. Evin büyüğü “Besmele” çekmeden yemeğe başlanmaz. Sofraya
bakır tasta gelen çorbayı tüm aile fertleri aynı tastan beraberce içerler. Yemek yenirken gürültülü konuşmalar ve şaka yapmak hoş karşılanmaz. Ekmek
kesilmez, koparılır. Sofradakilerden biri su içmek isterse suyu evin küçüğü servis yapar ve bu kişi suyunu içene kadar, o kişinin ‘yemek hakkını’ korumak
için diğerleri yemek almaz ve beklerler. Yemekten
sonra çay içmek adettendir.
Kış yemekleri için hazırlıklar yazdan yapılır.
Genelde yazın kurutulmuş yiyecekler, kışın yemeklerde kullanılır. Tarlada çalışanların yemek yediği
‘ikindilik’ hariç genelde Amasya’da, ‘kuşluk’(sabah)
ve akşam olmak üzere iki öğün yemek yenir. Ancak
bazen de akşam yemeğinden sonra ‘yatsılık’ denen
diğer bir öğününde yendiğini görmek mümkündür.
Düğün, sünnet, bayram gibi günlerin yemekleri ve
yenmesi adeta bir şenliktir Amasya’da. Sünnetlerde genelde etli pilav, şerbet ve tatlı verilir. En güzel
adetlerden biri ise ‘diş hediği’ âdetidir. Küçük çocuklar diş çıkardığında buğday şeker ile kaynatılır ve
komşulara dağıtılır.
GEZİ
32
Amasya denilince, akla ilk gelen hikâyelerden biri de Ferhat ile Şirin’in aşkını
anlatan efsanedir. Bu aşk dilden dile söylenerek günümüze kadar gelmiştir.
Ramazan ve Kurban Bayramı yemekleri bir
başka özeldir Amasya için. İftarda yenenler genellikle ‘cicik çorbası’ , ‘mercimek çorbası’,’erişteli pilav’, ’börek’,’hoşaf’ ve ‘çörek’tir. Bayram ziyaretine
gelenlere ‘etli dolma’, ‘keşkek’, ‘baklava’, ‘haşhaşlı
çörek’ hazırlanır. Bir mendil içine lokum koyup çocuklara harçlık verilmesi geleneği Amasya’da hala
devam etmektedir. Kurban Bayramlarında ise misafirler için, ‘bakla dolması’, ‘etli pilav’, ‘baklava’,
‘toyga’ ve ‘ciğer kavurma’ hazırlanır. Fakirlere, hazırlanan yemeklerden gönderilir.
FERHAT İLE ŞİRİN
Amasya denilince, akla ilk gelen hikâyelerden biri de Ferhat ile Şirin’in aşkını anlatan efsanedir. Şöyle ki Ferhat nakkaşlık yapmaktadır. Güzeller
güzeli Şirin ise, Amasya sultanının kızıdır. Ferhat,
Şirin’e aşık olur. Ancak Şirin’le evlenmek istediğinde, Amasya sultanı, böyle bir evliliğin olmaması için
Ferhat’a yapamayacağını tahmin ettiği bir şart koşar. Der ki; “Amasya’ya su getirirsen, evlenmenize
izin veririm.”
Ama su çok uzaklarda, Şahinkayası denilen
mevkidedir. Yani, bu imkânsız gibi bir istek. Ama
Ferhat yılmaz, çıkar dağlara, elinde künk ile. Günlerce aylarca taşları, kayaları, dağları kırar, yol
yapar su için. Zaman geçtikçe şehirde suyun sesi işitilmeye başlanır. Ancak sultan, Ferhat’ın başarısını
önlemek için, bu kez onun yanına birini gönderir. Bu
kişi, Ferhat’a der ki: “Şirin öldü sen ne uğraşırsın?”
Bunu duyan Ferhat, kahrolur ve kendini öldürür.
Ölürken, “Şirin” diye haykırışı kayalarda yankılanır. Bunu duyan Şirin de kayalara gelir. Ferhat’ın
öldüğünü görünce o da kayalardan atlar ve ölür. Su
şehre gelmiştir. Coşku ile akar ama bu iki genç birbirlerine kavuşamazlar. İkisi de yan yana gömülür.
Her mevsim mezarlarının üzerinde birer gül biter.
Ancak, iki mezar arasında da bir kara çalı çıkar.
İki sevgiliyi birbirinden ayırmak için.
BİR BAŞKADIR AMASYA DÜĞÜNLERİ
Elbette bütün aşıkların sonu Ferhat ile Şirin
gibi olmamıştır. Muradına eren gençlerin bu güzel
günleri de bir şenlik havasındadır Amasya’da.
Amasya’da kız isteme ve düğünlerde şerbetin önemi
büyük. Kız istemeye imamla gidilir ve içine gülsuyu
konmuş şerbet içilir. Şerbet ikram edilirken sürahiye konur ve kurdele ile bağlanır. Nişan hazırlıkları yapılırken damat ve gelin birbirlerine hediyeler
gönderir. Damat evi kız evine ‘şeker böreği’ gönderirse kız evi ’baklava’, damat evi ‘baklava’ gönderirse, kız evi ’şeker böreği’ gönderir. Bu gelenek ‘tatlı
yiyip, tatlı söz söyleme’yi temsil eder. Düğünden bir
hafta evvel damat evi, gelin evine bir ayna, bir mum
ve gelinin dikilmiş elbiseleri ile hamam havluları
gönderir. Damat evi ‘gelin odası’nı hazırlar ve odanın dört köşesine ‘zeyrek’ denilen direkleri asarak ip
gerer. Bu ipler kızın çeyizlerini asması içindir. Çeyiz
asma töreninden önce, nazar değmesin diye, mendillerden yapılmış fare ve kaplumbağa figürleri, çeyizlerin üzerine nazar boncuğu ile asılır. Törenden
sonra, damat evi, bakla dolması, patates piyazı, turşu, meyve, haşhaşlı veya cevizli çörek, gibi yiyecekler hazırlar ve gelin hamama götürülür.
Kına gecesi damat ve gelin için ayrı ayrı yapılır. Ertesi gün yapılan düğün yemeğinde, ‘toyga
çorbası’, ‘bakla dolması’, ‘gelin kebabı’, ‘pilav’, ‘zerde’, ‘su böreği’ ve en az altı tepsi ‘baklava’ hazırlanır. ‘Güvey önü’ denilen kız annesi, damadın evine
bir ‘honça’ tabir edilen tepsilerde yemek gönderir.
Bu yemekler; ‘hindi’, ‘kuzu’, ‘kaz eti’, ‘Amasya çöreği’ ve ‘baklava’dan oluşur. Gelin, erkek evinin önüne
geldiğinde, eline bir somun ekmek verilir ki ‘”Eli ekmekli, gözü tok olsun”. Daha sonra düğün yapılır ve
gelin ile damat evlerine giderler. Ertesi gün, erkek
tarafı davet ettiği misafirler ile ‘velime yemeği’ yerler.
33
GEZİ
Amasya modernleşmeden ve kentleşmeden nasibini almışsa da gelenekleri aslına
uygun yaşatan nadir kentlerimizden biridir.
Amasya’daki en eski geleneklerden biri
de ‘Zekeriya Sofrası’dır.’Zekeriya Sofrası’, çiğ yemeklerden oluşan özel bir sofradır. Bu sofraya davet yoktur, dileyen katılabilir. Bu sofra bir dileğin
gerçekleşmesi için yapılır ve dileği gerçekleşen bu
sofrayı tekrar kendi evinde yapar. Sofra zemzem,
hurma, çörek otu, yoğurt, peynir, pide ve zeytinden
oluşur. Bunun dışında, sofraya konulan kuru yiyeceklerle birlikte, sofrada kırk bir çeşit yiyecek olmalıdır. İkisi Allah, ikisi Zekeriya Peygamber ve ikisi
tutulan dilek için olmak üzere altı rekât namaz kılınır ve namazdan sonra sofraya mum dikilir.
GEZİLECEK YERLER
AMASYA KALESİ: Amasya’yı tepeden gören Arşene Dağı üzerine kurulmuştur, kesme taşlardan
yapılmıştır. Arap tarihçeleri kalenin Arşene Kralı
Karsan Han tarafından yapıldığını ileri sürerken,
batı tarihçileri Pontus Kralı Mithradates tarafından yaptırıldığını ileri sürmektedirler. Kalenin doğusundan ve güneyinden inen duvarlar Yeşilırmak
boyunca şehri kuşatmaktadır.
ENDERUN KALESİ: 4 kapısı vardır, Kral Sarayı
ve mezarları kuşatan duvarlarından başka bir şey
kalmamıştır.
KRAL MEZARLARI: Yeşilırmak Nehri boyunca uzanan Harşene Dağı’nın kayalık kısımlarına
oyulmuş 20-25 metre yükseklikteki bu mezarlarda
12 kral mezarı vardır. Amasya’nın her tarafından
görülebilmektedir.
BEYAZIT KÜTÜPHANESİ: Sultan Beyazıt Camii ile birlikte yaptırılan medrese binasında faaliyet göstermektedir. Papirüs yaprakları üzerine küfi
yazı ile yazılmış Hz. Ömer’e ait el yazması bir Kuran’ı Kerim nüshası ile tezyini el yazması
20000 kadar eser bu kütüphanede
bulunmaktadır.
SULTAN 2. BEYAZIT CAMİİ VE KÜLLİYESİ:
Şehzade Beyazıt Amasya Valiliği yaptığı sırada, Osmanlı tahtına çıktığı zaman Amasya’da büyük bir
cami yaptıracağına dair söz verdi. Padişah olduğu
zaman, 1486 yılında Amasya’da vali bulunan oğlu
Şehzade Ahmet’e emir vererek bu caminin ve külliyenin yapılmasını sağladı. Bu gün için Amasya’da
bulunan en büyük tarihi eserdir.
Amasya’nın Söz Varlığı
Amasya’da bütün Türkiye’de kullanılan deyim ve
atasözlerinin yanı sıra sadece bu bölgede kullanılan
ifadeler de bulunmaktadır.
Atasözleri
Eşeğin kulağına yasin okunmaz. (O laftan anlamaz cahile ne anlatıyorsun.)
Gölden yiyo, imarette yatıyo. (Hazırı yemesini seviyor ama durumunu düzeltmek için hiçbir şey
yapmıyor, tembel insanlar için kullanılır.)
Her köyün bir soğan doğraması olur. (Genelde Anadolu’da bilinen “Her yiğidin bir yoğurt yemesi vardır” atasözüyle aynı anlamdadır.)
Bıçağın önü de arkası da kesiyor. (Her durumda kendini haklı çıkartıyor. Herkesten destek gördüğü için kimseyi takmıyor.)
Benden yemlen yumurtayı başkasına bırak.
(“Karnını ben doyuruyorum, kazancını başkasına
yediriyorsun” anlamında kullanılır.)
Seni omzuna alınca ayakların yere değmesin. (Evlendiğin kişi seni kimseye muhtaç etmesin)
Kaynakça: Amasya Belediyesi
Kültür Bakanlığı
CANLILAR ALEMİ
34
Küçük Deniz Canlılarının Büyük Stratejileri
Planktonlar bulut oluşumuna nasıl katkıda bulunurlar? Allah Pelamis adlı
canlıda dalış için ne gibi üstün teknolojiler yaratmıştır? Tuzla karidesinin
zor yaşam koşullarına karşı gösterdiği dayanıklılık özellikleri nelerdir?
Doğadaki yaşam evrimcilerin ‘ilkel canlı’ kavramını yalanlayan çeşitli örneklerle doludur. Pelamis
adlı küçük bir deniz yılanı bir dalgıçtan çok daha üstün yetenekleriyle Allah’ın yaratmasındaki mükemmelliği ispatlamaktadır.Bilimsel adı “Pelamis Platarus” olan “sarı şeritli” deniz yılanı Güney Doğu Asya
ve Kuzey Avustralya kıyıları ile nehir ağızlarında yaşar. Pelamis küçük bir yılan sayılır. Boyu en fazla 80
cm. ağırlığı ise 200 gr.dan azdır. 1,5 mm uzunluğundaki küçücük dişinden çıkan zehir, kobranınkinden 5
kat daha güçlüdür. Zehirin 1 gramının binde üçü kadarı bile bir insanı öldürmek için yeterlidir. Uzmanlar çalışmalarında yılanların zamanlarının %87’sini
suyun altında geçirdiklerini tespit ettiler.
Pelamis, su yüzeyine bir saniye kadar sadece
nefes almak için çıkar, bu su altı için oldukça iyi bir
performans sayılır. Pelamisin üstün dalma tekniği
pelamis başından kuyruğuna kadar uzanan tek bir
ciğere sahiptir. Ciğer hava ile dolu iken vücut hacminin yaklaşık %10’unu kaplar. Bu, su altındaki yılana
ancak 17 dakika için yeterli oksi-jen sağlayabilir.
Araştırmalar sırasında 213 dakika süren ve
50 metreye ulaşan dalışlar tespit edilmiştir. Pelamisin bu başarısının ardındaki sır “ciğerlerini suyun
kaldırma kuvvetini kontrol etmek için kullanması”nda saklıdır. Pelamis, derin dalış öncesi ciğerini
iyice hava ile doldurur.
İçine aldığı hava vücudunun % 20’si kadardır. Dalış
dört aşamadan oluşur. İlk aşamada yılan, dakikada
5 metrelik bir hızla dalar. Dibe doğru gittikçe suyun
basıncı artar ve hayvanın ciğerleri büzülür. 35 olabilmeleri
CANLILAR
Atlara bu yetenekler kendileri için değil, insanlara faydalı
içinALEMİ
verilmiştir. Yani atları Allah bu özellikleriyle insanlara hizmet etmeleri için yaratmıştır.
İkinci aşamada yılan dakikada 1,7 m. hızla dalışına devam ederken kritik bir derinliğe ulaşır ki, bu
derinlikte kendi ağırlığıyla suyun kaldırma kuvveti
dengededir. Hayvan artık dalışını bitirmiş, yükselmeye başlamıştır. Üçüncü aşamada dakikada 0,11
metrelik yavaş bir yükselme söz konusudur. En son
aşamada Pelamis, nefes almak için dakikada 3–4 m.
hızla yukarı çıkar. Böyle bir dalış için yılan, havayı
ciğerine amaçladığı derinliğe göre doldurmaktadır.
Pelamis, dalış sırasında ihtiyacı olan oksijenin üçte
birini de derisi vasıtasıyla sudan karşılar.
Dalış için yaratılmış özel dolaşım sistemi
pelamis, karışık kirli kanı aynı anda hem ciğer ve
deri altı kılcallarına, oksijen alması için; hem de vücut hücrelerine, içinde bulunan bir miktar oksijenin
kullanılması için gönderen bir kalbe sahiptir. Deniz
yılanlarının bu dolaşım sistemi, kanda toplanan
azotun deri yoluyla atılmasına da imkan verir. Bu
hayati bir öneme sahiptir; çünkü aksi takdirde basınç altında kanda büyük miktar-larda eriyen azot,
yüzeye çıkarken hızla gaz haline geçerek küçük baloncuklar oluşturup damarların tıkanmasına, yani
balığın “vurgun yemesine” yol açabilecektir. Allah,
yarattığı her canlıya yaşam ortamına uygun özellikler vermiştir. Pelamis’teki bu hassas düzenleme
Allah’ın tüm evrendeki güç ve ihtişamının delillerinden ­bir tanesidir.
Karidesten Dayanıklılık Testleri
Tuzla karidesi yaşantısını sadece doğal tuz
gölleri veya insan yapısı tuzlalarda sürdürebilmek-tedir. Kendisinden başka birkaç kırmızı bakteri ve bir hücreli alg türünün yaşayabildiği tuz
oranı yüksek ortam, onu düşmanlarına karşı korumak-tadır. Ancak bu ortam onu flamingolara
karşı koruyamaz. Flamingoları gördüğünüz her
yerde mutlaka tuzla karidesini veya akrabalarını
da göre-bilirsiniz. Hiçbir savunma organına sahip
olmayan bu tuzla karidesi yani Artemia, flamingo-
lara kolaylıkla yem olur. İlk anda canlı savunmasız
gibi gözükse de gerçek böyle değildir. Allah bu canlıla-rın yayılıp üremesi için mükemmel bir sistem
ha-zırlamıştır. Artemia’nın kusursuz üreme stratejisi artemiaların yumurtaları oldukça kalın ve esnek
bir tabaka ile kuşatılmıştır.
Hayranlık uyandırıcı özelliklere sahip bu
canlı, herhangi bir akla sahip değildir. Artemia’nın
kendi kendine düşünerek şiddetli soğuklara dayanmasını sağlayacak gliserini keşfettiği ya da
hemoglobin yoğunluğunu ayarlayacak sistemi tasarlayarak kendi bünyesine yerleştirdiği elbette
söylenemez. Bu sayede Artemialar en zor koşullarda bile yaşamlarını rahatlıkla sürdürebilmektedirler.
Dünya Isısını Ayarlayan Termostat
Planktonlar genelde balinaların besin
kay-nağı olarak bilinir. Okyanusta yaşayan bu
mikros-kobik canlılar, kendilerinden binlerce metre yukarıda yer alan bulutların oluşumuna katkıda
bulunurlar. Planktonların çoğu dimetil sülfür denen kimyasal maddeyi üretir. Bu madde oksijenle birleşerek sülfat haline geçer. Sülfatlar okyanus
üzerindeki su buharı için yoğunlaşma çekirdekleri
oluşturarak bulutları meydana getirirler. Bu çekir-dekler çok büyük olduklarından yağmura neden
olmazlar. Fakat bulutların güneş ışınlarını yansıt-masını veya emmesini etkileyebilirler. Böylece
bulutlar gelen güneş ışınlarını yansıtır, buna bağlı
olarak toprağa erişen güneş ışınları da azalır. Çoğu
insanın yaşamında, bir kez dahi görmediği planktonlar, dünyanın çok hassas olan ekolojik dengesi
içinde önemli bir yere sahiptirler. Okya-nuslardaki
bu minik canlıların kükürdü yemesinin sonucunda,
güneş ışınları toprağa çok fazla gelme-mekte ve havanın ısısı çok yükselmemektedir. Bu da tüm yeryüzünün sıcaktan kavrulmasını engelleyerek yaşanılır
bir ortam sağlamaktadır.
www.bilimveteknoloji.com
ÖRNEK HAYATLAR
36
SOSYAL SORUMLULUĞUN SEMBOL İSMİ:
Mustafa Güzelgöz diğer adıyla Eşekli Kütüphaneci (d.1921-ö.2005). Kütüphaneyi
halkın ayağına götürmek düşüncesi ile Ürgüp seyyar kütüphanesinin yedi katır ve
üç atı ile yöredeki 36 köye hizmet götürmüştür.
1972 yılında emekli olan eşekli kütüphanecinin yaşam öyküsü yaşam öyküsü farklı yazarlar tarafından romanlaştırılmıştır. Örneğin yazar Ahmet
Şerif İzgören “Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı” adlı kitabının girişimcilik bölümünde
Mustafa Güzelgöz’ün hikâyesini anlatmaktadır. Güzelgöz’e 1963 yılında “Amerikan Barış Gönüllüleri
Derneği’nin İnsanlığa Hizmet Ödülü” verilmiştir.[1]
Mustafa Güzelgöz, Nevşehir Devlet Hastanesi’nde
tedavi görürken 18 Şubat 2005’te kalp yetmezliğinden ölmüştür.
Mustafa Güzelgöz, Ürgüplü hemşehrileri gibi
İstanbul’a çalışmaya gider ve burada Tiftik ve Yapağı
Dışsatım Birliği’nde depo memuru olarak iş bulur;
fakat II. Dünya Savaşının çıkması üzerine 1940 yılında askere alınır. Tokat’ta 3,5 sene süren askerliğinin
ardından memleketine döner. Amacı yeniden İstanbul’daki işine dönmektir; ancak ailesi kendisinin Ürgüp’te kalıp hayatını burada kurmasını istemektedir.
Güzelgöz’ün futbol konusundaki bilgi ve deneyimi
Kaymakamın gözünden kaçmaz, boş zamanlarında
Ürgüp’lü gençleri futbol çalıştırması şartıyla iş bulmayı teklif eder, Tahsin Ağa Kütüphanesi memuresinin emekliliğe ayrılması üzerine boşalan kadroya
Güzelgöz atanır.
İlk iş olarak harf devrimi sonrasında kütüphanenin rutubetli bir odasına atılmış olan Osmanlıca kitapları çıkartarak kurtarır. Kütüphanecilik
alanında herhangi bir bilgisi olmayan Güzelgöz,
kütüphanecilik üzerine yazılmış bir el kitabından
yararlanarak modern bir kütüphane
oluşturma çabasına girişir. Yakın
çevresindeki tanıdıkları ile
konuşarak ellerindeki kitapları
kütüphaneye
bağışlamalarını
sağlar
( İleri ve
Talipoğlu,
2007).
Eşekle Kitap Taşıma
Güzelgöz, kaymakamla birlikte katıldığı heyet gezilerinde; halkın, heyette bulunan doktor öğretmen veteriner gibi halkın gereksinimlerini karşılayan meslek adamlarına büyük saygı gösterirken;
bir kütüphane memuru olarak kendisine aynı saygının gösterilmediğini fark eder. Bunun üzerine bir
kütüphane görevlisi olarak halka nasıl faydasının
dokunacağını düşünmeye başlar. Köylünün imkânsızlıklar sonucu yararlanamadığı kütüphaneyi onun
ayağına götürmeye karar verir. Bunun için en uygun
olan yöntem, kitapları eşeklerle taşımaktır. Kitapları
taşımak için gerekli olan sandıkların krokisini hazırlayarak marangoza yaptırır. Ödünç vereceği kitaplar
içinde bir izleme defteri hazırlayarak yollara düşer.
Böylece 36 köye hizmet vermeye başlar.
Her Memura 5 Köy Şartı
Eşekli kütüphaneci, Tahsin Ağa Kütüphanesinin yeni binasına kat çıkmak ve gezici kütüphane
hizmetinden daha çok insanın faydalanabilmesini
sağlamak amacıyla bakanlığa başvurarak iki adet yeni
memur kadrosu ve eşekler için yem bedelinin karşılanmasını ister. İstediklerini alır. Bu kadrolara görevli
alınırken bir eşek sahibi olması ve kendi bölgesinde
en az beş köye hizmet götürmesi şartı aranır.
Kitap sayısını arttırmak ve de özellikle çocuk kitaplarına gereksinim bulunmaktadır. Ürgüp dışında çalışmakta olan hemşehrilerin adresini toplayabildiklerine
el yazısı ile tek tek mektup yazarak kitap göndermeleri
isteğinde bulunur. Bir ay sonra mektuba cevap olarak
paketlerle kitaplar gönderilmeye başlar.
37
ÖRNEK HAYATLAR
MUSTAFA GÜZELGÖZ
Güzelgöz, köylere kitap taşımak kadar yöresinde başka girişimlere de öncülük
etmiştir. Yaptığı bu çalışmalarla, yöredeki sosyal ve kültürel hayatı
zenginleştirmiştir.
Güzelgöz’ün Ürgüp Sisteminin gelişmesi süreci içinde özellikle değinilmesi gereken ara başlıklar bulunmaktadır:
Spor Teşkilatı Ve Köy Gazetesi
Balzac Okuyan Köylü
Güzelgöz, kütüphaneleri tam anlamıyla bir
eğitim merkezi haline dönüştürmek için bunların yanına bir de spor teşkilatı kurmuştur. Birçok kütüphanenin yanında voleybol sahaları kurulmuş gençlerin
futbola olduğu kadar diğer spor etkinliklerine de dikkatleri çekilmeye çalışılarak bedensel olarak güçlenmeleri amaçlanmıştır.
Kız Kaçırmak İsteyen Genç
Karain, Mustafapaşa ve Çökek köylerinde, köy
duvar gazetesi için panolar konmuştur. Bu panolara
köyle ilgili haberler yazılmakta, Türk büyüklerinin resimleri asılmaktadır. Özelikle bu resimleri gören köylüler altındaki yazıları da merak ederek okumaktadır.
Köylere götürülen bu hizmet neticesini vermeye başlamıştır. Karacaoğlan, Ali’nin Hayber Kalesi Cengi ile başlayan okuma zevki ve alışkanlığı
gelişmiş; Karain köyünde Balzac’ın klasikleri bile
okunmaya başlanmıştır.
Sevdiği kızı kaçırmak isteyen genç, Türk Ceza
Kanununu alıp inceledikten sonra kanunda bu fiilin
cezasının idama kadar gittiğini; en azından 7 yıl hapis olduğunu öğrenerek bu niyetinden vazgeçmiştir.
Genç bunu öğrendikten sonra Güzelgöz’e teşekkür
ederek zihninde kurguladıklarını anlatır ve kanun kitabının hayatını kurtardığını söyler.
Kadınların Kütüphaneye Gelmesi
Güzelgöz, kütüphaneyi sosyalleşme merkezi
olarak köy kahvesine bir seçenek haline getirmek istemektedir. Köylüyü kütüphaneye çekebilmek amacıyla gurbetçilerden toplanan yardımlarla kütüphaneye
radyo koyar. Makine kullanmayı bilen kadınların
yardımıyla dikiş kursları açılır. Kadınların kurs vakitlerinde göz önüne dikiş, nakış, moda, yemek yapımı
ve çocuk bakımı ile ilgili kitaplar konarak kadınların
ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına yönelik kaynaklar sunulur. Böylece köylü kadınlar kütüphanelere çekilerek okuma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılır.
Folklor Ve Bando Çalışmaları
Güzelgöz, Ürgüp ilçesinde ilk folklor oyunlarını başlatır. İlk bando çalışmalarını hayata geçirir.
Ürgüp’te İlk Sinema Gösterimi
Modern iletişim araçları ile Ürgüp halkını tanıştırmak amacıyla köy köy gezerek 16 mm’lik sinema
makinesiyle gösterimler yapar. Konusu, kültür-sanat,
tarım, hayvancılık ve gündelik yaşamı kolaylaştırıcı
bilgileri içeren belgesel filmleri köylerin uygun alanlarında göstererek köylüyü bilgilendirmeye çalışır.
Ayrıca fotoğraf makineleri, agrandizör ve baskıda kullanılan sarf malzemelerini sağlar. Saydam gösterimi
için bir makine bir de jeneratör edinir. Böylece elektrik imkânı olmayan köylere bu hizmeti götürme imkânını da sağlamış olur.
Kooperatifçilik Çalışmaları
Güzelgöz, sosyal ve kültürel etkinliklere öncülük
etmenin yansıra yörenin ekonomik olarak
kalkınması için de çalışmalarda bulunur.
Çökek köylüsü ürettiği üzümü yok
pahasına satmaktadır. Güzelgöz
köylünün elindeki ürünü
değerlendirebilmesi için
köylüyü kooperatifçilik
çalışmalarına
yöneltir.
ÖRNEK HAYATLAR
38
Ölümünün 7. Yılında Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’e Vefa Örneği
gösterilerek, 2012 yılının ilk günlerinde Marmara Eğitim Köyüne kendisini ve
kitaplarını konu alan heykeli dikildi.
Halkına Hizmet Götüren Gönüllüler
Yarışması
1963 yılında Amerika’da dünya çapında bir
yarışma açılmıştır. Amerikan devletinden bağımsız
olarak düzenlenen bu yarışma, halkına gönüllü olarak hizmet eden yaratıcı insanlar arasında düzenlenmektedir. Yarışma ile ilgili çağrının Devlet Planlama
Teşkilatına ulaşması üzerine adayın kim olabileceği düşünülür. Teşkilatta memur olarak çalışmakta
olan bir Ürgüplünün önermesiyle Güzelgöz, DPT‘ye
çağrılır. Hazırlanan evraklarla beraber gönderilen çalışmaların yerinde incelenmesi isteği üzerine
Amerika’dan üç kişi gelerek çalışmalarda bulunur.
Bölgedeki yüksek okuma yazma oranı ve kütüphanecilik sisteminden çok etkilenirler. Çektikleri fotoğrafları ekledikleri olumlu görüşlerinin yer aldığı rapor
yarışma jürisine sunulur.
1963 Yılında Dünya Ödülü
21 Kasım 1963 tarihinde tüm dünyadan önerilen adayların eserleri toplanır. İlk eleme sonrasında Türkiye, İtalyan ve İspanyol rakipleriyle finale
kalmıştır. İspanyol aday Miguel, dağ ve ova köylerine
salgın hastalıklara karşı aşı götürmüş, yaptığı aşılarla
halkının sağlığını kurtarmış, özellikle çocuk ölümlerini aza indirmişti. İtalyan aday Jiordano ise köprü
altı çocuklarını okutmuş onları topluma kazandırmak için uğraşlar vermişti.
İnsanlık Hizmetinde Bir Ömür
Juri üyelerinin yarısı ödülü İtalyan adaya
verme yanlısıdır. Türkiye’den yana olan Jüri başkanı
Dwight Cook yaptığı konuşmada Güzelgöz’ün yaptığı hizmeti toplumsal bir önlem olarak gördüğünü
çocukların köprü altına düşmemesi için bu çalışmaların yapıldığını söyler. Eşit olan oylamada başkanın
oyu ile Türkiye kazanır. Dünya’da ve Türkiye’de
sonuç büyük yankılar uyandırır.
The Lane Bryant Uluslararası
İnsanlık Hizmetinde Gönüllü
Takdirnamesi aldı.
www.wikipedia.org
www.nevsehir.web.tr
www.edebiyathaber.net
Jübile ile Veda Etti
Güzelgöz’e 1972 de bir jubile düzenlenir. Bu
jubileye resmi makamlar da dahil olmak üzere üniversiteden öğretim elemanları, Ürgüplüler ve İstanbul’dan gelen konuklar da katılır. Görkemli geçen tören sonunda, halka hizmet sorumluluğunun sembol
isimlerinden Mustafa Güzelgöz yaptığı veda konuşması ile 28 yıllık kütüphanecilik görevine 50 yaşında
veda etmiştir.
BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?
HAYVANLARIN BİLMEDİĞİMİZ
ÖZELLİKLERİ...
Bir köpekbalığı 100 milyon damla deniz suyu için-
Timsahlar dilini dışarı
deki bir damla kanı hissedebilir.
çıkaramazlar. Timsahlar daha
Zürafanın ses telleri yoktur. Zürafalar yüzemez. Zü-
Derine batabilmek için taş yutarlar.
rafa kulağını dili ile temizler. Zürafanın dili yakla-
Zebralar beyaz üzerine siyah çizgilidir.
şık olarak yarım metre kadardır.
2600 kadar kurbağa cinsi vardır.
Fare, bir deveden bile daha uzun süre susuz
Baykuş mavi rengi görebilen tek kuştur.
kalabilir.
Hayvanların en büyüğü mavi balinadır. (uzunluğu
Bir yılan 3 yıl uyuyabilir. Yılanlar duyamaz.
33 m. ağırlığı 190 ton)
Deniz kobrası dünyanın en zehirli yılanıdır
Çekirgenin kulağı dizindedir.
Kirpiler suda batmaz, aksine yüzerler.
Bir köstebek sadece bir gecede 90 m. tünel kazabilir.
Kutup ayıları solaktır.
Bir hamam böceği kafası koptuktan sonra açlıktan
Bir sineğin hızı saatte 8 km.dir. Sineklerin 5 tane
ölmeden 9 gün yasayabilir.
gözü vardır.
Boğalar renk körüdür, bundan dolayı matadorun
Sadece dişi sivrisinekler ısırır. Sivrisinek kovucu
elindeki beze saldırırlar; rengi ne olursa olsun.
spreyler sinekleri kovmaz, sizi gizler. Sivrisineğin
Penguen yüzebilen ama uçamayan tek kuştur.
alıcılarını bloke ederek sizin orada olduğunuzu
Dünyanın en hızlı kuşu Boğazlı Kırlangıç’tır. 3 sani-
anlamalarını engeller. Sivrisineklerin 47 tane dişi
ye süreyle saatte 128 km. sürate ulaşmıştır.
vardır. Dünyada en tehlikeli hayvan sivrisinektir.
Bir pire, kendi büyüklüğünün 150 kat yüksekliğine
Çünkü insanların ölümüne en fazla sebep olan hay-
zıplayabilir. Bu oranı tutturmak için
vandır.
insanın yaklaşık 30 metre zıplaması
Karıncalar uyuyamaz. Bir karıncanın koku alma
gereklidir.
yeteneği en az bir köpeğinki kadar gelişmiştir. Ka-
Sümüklüböceklerin dört tane burnu
rınca kendi ağırlığının 50 katını taşıyabilir. Karınca
vardır. Salyangozların 25.000 civarında
iki hafta su altında yaşayabilir.
dişi vardır.
Yetişkin bir ayı at kadar hızlı koşabilir.
Ördeğin vakvaklaması yankı yapmıyor
Yunuslar bir gözü açık uyurlar.
ve bunun sebebini bilen yoktur.
Develerin 3 tane kaşı vardır. Deve deniz suyu içebi-
Bukalemunların dilleri, vücutların-
leceği gibi bir defada 250 litre su da içebilir.
dan iki kat uzundur.
Istakozların kanı mavi renktedir.
Kelebekler ayaklarıyla tat alırlar.
Sığırların midesi 4 bölmelidir
Kangurular geri-geri yürüyemezler.
Kediler şeker tadını ayırt edemezler.
GÖNLÜMÜN RENGİ SEN GİBİ
Güldün mü bahar renkleri açar gönlüme,
En güzel kırmızıdan en güzel yeşile,
Birde güzel gözlerin ki,
Deniz olur gönlümün rengi,
Gönlümün rengi sen gibi.
Seni her görmediğim an,
Son bahar olur gönlümün rengi,
Adı hasret olur donuk renklerin,
Kasvettir ayrılığın rengi,
Gönlümün rengi sen gibi.
Birde siyah ile beyaz vardır gönlümde,
Kıştır onun adı kaybetmek siyahtır.
Kavuşmak kar gibi beyazdır,
Yağar tane tane gönlüme,
Gönlümün rengi sen gibi.
Bahri BASKIN
İzmir 2 Nolu F Tipi
Kapalı CİK.
TANIYAMAZSIN
Ben köy çocuğuyum, doğduğum köye,
Gitmeyince beni tanıyamazsın.
Adam boyu yağan karın altında,
Gitmeyince beni tanıyamazsın.
Gelde anlatayım kendimi sana,
Bende bir gönül var dostluktan yana,
Bir harman yerinde toza dumana,
Batmayınca beni tanıyamazsın.
Doğru sanma sen her akla geleni,
Kem hislere kurban eyleme beni,
Bende olmayan o hasedi kini,
Atmayınca beni tanıyamazsın.
Talih köye küskün, köylüme dargın,
Beden derbederdir, azalar kırgın,
Her gece yatağa daha yorgun,
Yatmayınca beni tanıyamazsın.
Izdıraplar bitmez çileler sonsuz,
Karda dolaştın mı çocukken donsuz,
Zemheri ayında bıyıkların buz,
Tutmayınca beni tanıyamazsın.
Hep böyle çileli, değişmez halim,
Yine de siteme varmıyor dilim.
Bir kuru ekmeğe üç öğün talim,
Etmeyince beni tanıyamazsın.
Halil İbrahim KAHRIMAN
Bolvadin C Tipi Kapalı CİK.
DEĞER DERGİSİNİN
HÜKÜMLÜ-TUTUKLULARA ÖĞRETTİKLERİ
Değer dergisi yayın hayatına başladığı
günden itibaren her sayısını keyifle, zevk ile
okuyorum. Değer dergisinin düzenli olarak
takip eden birçok hükümlü ve tutukluya kişisel
gelişimleri açısından çok faydalı olduğu kanatindeyim. Bulunmuş olduğum kurumun eğitim
biriminin Değer Dergisinin her sayısındaki
konu üzerinde yapmış olduğu münazara ise
bizler için zevkli ve eğitici.
Her şeyden önce ilk sayısından itibaren
derginin grafik tasarımı, baskıda kullanılan
malzemenin kalitesi ilk gözle görünen özelliğidir. Derginin içeriğinde bulunan yaşam, bilim,
kültürel, sağlık ile ilgili öğretici yazılar Değer
Dergisinin ne kadar faydalı olduğunu bizlere
göstermektedir. Büyük bir emek ve özveri ile
hazırlanan Değer Dergisi sayesinde ülkemizin
tüm şehirlerini özelliklerini öğrenip farklı kültürleri tanımaktayız.
Yıllarca farklı kurumlarda bulunan bir
hükümlü olarak köklü bir değişimin olduğunu
gözlemliyorum. Eskiden Ceza ve Tevkifevleri
Genel Müdürünün adını bilmek, düşüncelerini
öğrenmek imkansız hatta hayaldi. Şimdi ise
Genel Müdürümüz Sayın Enis Yavuz YILDIRIM’ın Değer Dergisindeki başyazılarını okuyarak düşüncelerini öğrenip bizler ile ilgili öğ-
Selçuk YURT
Bolvadin C Tipi Kapalı CİK-Hükümlü
retici, nasihatlarını örnekler vererek okumak
bizlere verilen değerin önemini göstermektedir.
Değer dergisinin yayın hayatına başlamasına vesile olan bu projeyi hayata geçiren
isimlerini bilmediğim tüm insanlara minnettarım. Bu dergi bana çok şeyler öğretti... Daha
mantıklı düşünmeme sebep oldu... Toplumdan
uzaklaştırılmış bir çok hükümlüye ıslah amacı
güden en büyük Değer Dergisi... Teşekkürler
PLEVNE MÜDAFAASI
«Gazi Osman Paşa» denilince akla Plevne Müdafaası, «Plevne Müdafaası» denilince de Gazi Osman
Paşa gelir. Hâlbuki Paşa, hem Plevne öncesi hem de
sonrasında; gerek askerî, gerekse siyasî alanda büyük hizmetler îfâ etmiş, Devlet-i Aliyye’ye fevkalâde
hizmetlerde bulunmuştu. Osmanlı Devleti’ne büyük
insan ve toprak kaybına mal olan «93 Harbi» başladı. O yıllarda 45 yaşında genç bir müşir olan Osman
Paşa, «Batı Ordusu» adıyla anılan Tuna’daki kuvvetlere kumanda ediyordu ki, bu ordunun merkezi
Vidin’di. Orhaniye, Sofya ve Lofça’dan gelen yolların
kavşağında bulunduğundan, askerî açıdan stratejik
bir konuma sahip olan Plevne’yi kontrol etmek, hem
Rusların, hem de Osmanlı ordusunun vazgeçilmez
hedefiydi. Her iki ordu da oraya yöneldi.
NE ZAMAN UYUYABİLİRSE!
Osman Paşa 25 bin kişilik kolordusuyla, 1 Temmuz’da Vidin’den hareket ederek, geceli-gündüzlü
cebrî yürüyüşle 7 Temmuz’da Plevne’ye vardı. İki
nokta arasındaki yaklaşık 200 kilometrelik mesafe,
günde otuz kilometre yürünerek yedi günde tamamlanmıştı. Bu yürüyüşte her askerin sırtında bir tüfek,
70 fişek ve tam teçhizat bulunuyordu. Kolaylık olacağı düşüncesiyle, intikal sırasında teçhizat bırakmanın cezası, Osman Paşa’nın emri gereği, kurşuna dizilmekti. Paşanın, Plevne ordusunda operatör
binbaşı sıfatıyla görev yapan Avustralyalı doktor
Sir Charles RYAN’a söylediği şu sözler, yapılan cebrî
yürüyüşün güçlüğünü bütün açıklığıyla anlatmakta-
dır: “Oğlum, bir asker ne zaman uyuyabilirse o zaman uyur. Çünkü bir daha nerede ve ne zaman uyuma fırsatı bulabileceği belli değildir!
RUSLAR BOZGUNA UĞRUYOR
Plevne, 7 Temmuz’da hiçbir istihkâmı bulunmayan açık bir şehir hâlindeydi. Bir tarafı dağlık,
diğer tarafı ova, biçimsiz bir toprak birikiminin arasına sıkışmış küçük bir kasabaydı. Osman Paşa, Ruslar, ertesi sabah şafakla beraber, yorgun Osmanlı
birliklerini bu stratejik bölgeden atmak için taarruza
geçtiler. İki saat süren top ateşinin ardından piyade savaşı başladı. Paşa, muharebenin her noktasına gidiyor, bindiği Arap atıyla her tarafa yetişerek
askeri yüreklendiriyordu. Ruslar, on iki saat süren
muharebenin sonunda bozguna uğrayarak çekildiler. Savaş kayıpları yedi bin kişiyi bulmuştu. Osman
Paşa’nın başarısındaki sır, sür’atli ve doğru karar
vermekti. 1. Plevne Muharebesi olarak tarihe geçen
bu savaşta, Osmanlı ordusunun şehid ve yaralı olarak toplam kaybı iki bin civarındaydı.
PAŞANIN ALTINDA ÜÇ AT TELEF OLDU
Bu muharebeden on gün sonra, 18 Temmuz 1877’de
Ruslar tekrar saldırıya geçti. Düşmanın mevcudu 60
bine ulaşmış, Paşanın ordusu ise, alınan takviyelerle
33 bine yükselmişti. Şafakla başlayan kanlı muharebe, güneş batıncaya kadar devam etti. Sonunda düşman perişan bir şekilde kaçmaya başladı. Gün içinde
ordumuz, zaman zaman ümitsiz deni lebilecek
43
TARİH
“Şimdiye kadar bekleyip özlediğimiz düğün-bayramımızın bugün birden bire
karşımıza çıktığını, bu okunan ferman müjdelemiş oldu. İzin verirseniz bu gece
sabaha kadar şenlik yapacağız. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bize
ilâhî nusretini (yardımını) vâdettiğini âlimlerimizden işittik. Öyle ki, bildirilen
ayet-i kerimelerin her biri, kalbimizde demirden bir kale gibi yerleşmiştir”
durumlara düşmüş, fakat Osman Paşanın soğukkanlılık ve metaneti savaşın seyrini değiştirmişti.
Osmanlı birlikleri, ikinci günün akşamı ânî bir karşı
saldırıya geçerek, düşmanı darmadağın etti. Firarî
Rus askerlerinin arkasından yetişen süvarilerimiz
yakaladıklarını öldürdü, Osman Paşanın adını tüm
dünyaya duyuran II. Plevne Muharebesi, birincisinden daha büyük ve daha kanlı bir zaferdi. Osman
Paşanın altında üç at telef olmuştu. II. Plevne Muharebesi Ruslara 8 binden fazla ölü ve bunun iki-üç
misli yaralıya mal oldu. Osmanlı ordusunun kayıpları ise 100 şehidle 300 yaralıydı.
DÜŞMANA YILDIRIM GİBİ ÇARPARDI
Osman Paşanın, Rus ordusuna karşı kazandığı en büyük zafer 11 Eylül 1878 Salı günü sonuçlanan III. Plevne Muharebesidir. Oysa bu savaşta düşmanın mevcudu 100 bini geçmiş, top mevcudu 432’yi
bulmuştu. Buna karşılık, Osmanlı ordusunun mevcudu 30 bin civarındaydı. Bu muharebede Ruslar,
on beş binin üzerinde ölü verdiler, Plevne ordusunun
kaybı ise 3-4 bin civarında şehid ve yaralıydı. Plevne’de kazandığı bu üçüncü başarı üzerine, Vekiller
Heyeti tarafından Osman Paşaya, «Gazilik» unvanı verildi. Ruslar üçüncü defa yenilince, artık Plevne’nin savaş yoluyla zapt edilemeyeceğini anladılar.
Zira Eylül ortalarında; Plevne önlerindeki kayıpları,
ölü ve yaralı olarak 50 bini bulmuştu. Fazlaca vakit
geçirmeden Plevne’yi kuşatmaya karar verdiler.
PAŞA AYAĞINDAN YARALANIYOR
Gazi Osman Paşa, 1 Aralık 1877 günü ordusundaki tümen ve tugay kumandanlarını karargâhına çağırarak durumu müzakere etti. Aç kalıp teslim
olmaktansa ölüm pahasına da olsa, yarma hareketinde bulunulması uygun görüldü. 10 Aralık sabahı
yirmi bin kişilik birinci kuvvet, birinci kuvvet, Rus
mevzîlerine karşı büyük bir şevk ve azimle taarruz
ederek cepheyi yardı. Fakat Ruslar, sürekli gelen
takviye kuvvetlerinin yardımıyla tabyaları geri aldılar. Öğle sıralarında, Paşanın atı, Rus topçusunun
ateşi sonucu isabet eden bir şarapnel parçasıyla devrildi, kendisi de sol ayağından yaralandı. Maiyetinde
bulunan komutanların ısrarı sonucu teslime karar
verildi.
VAZİFENİZİ KUSURSUZ ÎFÂ ETTİNİZ
Çar Aleksandır, Plevne’ye geldiklerinde tercümanı vasıtasıyla Paşaya şu sözleri söyledi: “OsmanPaşa! Esaret altında bulunuşunuzdan dolayı
müteessir olmayınız; bu hâl muharebelerde yadırganmayan şeylerdir. Siz askerî vazifenizi tam anlamıyla yerine getirdiniz, bunda asla kusurunuz
yoktur. Ne çare ki, devletiniz sizi idare edemedi. Binaenaleyh, siz benim esirim değil misafirimsiniz, kılıcınızı size iade ediyorum. Sizin gibi cesur ve dirayet
sahibi bir kumandanla muharebe etmiş olmam dolayısıyla kendimi bahtiyar sayıyorum!”
www.yuzaki.com
KİTAP ÖNERİLERİ
Kitap okumak
beyni güçlendirmekle
birlikte anlama ve
algılamayı kuvvetlendirir.
Ruhun Deşifresi
Mehmet Ali BULUT
Çoğumuz bir yandan kuş olmayı hayal ediyor, diğer taraftan da düşlerimize sinsi bir avcı sokuşturuyoruz. Oysa biz istemezsek avcı hayalimizin içerisine nasıl girebilir ki! Bu kitap, beynimizin ve hayalimizin semalarında dolaşan bu
sinsi avcıların neler olduğunu ve bunları dünyamızdan nasıl çıkaracağımızı tarif
ediyor.
Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak
Dale CARNEGİE
Dale Carnegie’nin kitabı Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak üzüntü alışkanlığının üstesinden gelmenize yardımcı olmayı amaçlamaktadır.
Carnegie’nin formülleri 2000’lerin hızla değişen dünyasında da gerçekten çok
işe yarayacaktır. Bu formülleri uygulayarak;
- İşinizle ilgili üzüntü ve endişelerinizden hemen kurtulabilirsiniz.
- Maddi sorunlardan kaynaklanan üzüntülerinizi en aza indirebilirsiniz.
Savaşçı
Doğan CÜCELOĞLU
E.E.Cummings der ki; Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle
gece gündüz çalışan bir dünyada,kendin olarak kalabilmek,dünyanın en zor savaşını vermek demektir.
Bu savaş bir başladı mı,artık hiç bitmez!...Anlamlı ve coşkulu bir yaşam
için SAVAŞÇI kitabında böyle bir savaştan söz ediyoruz.Söz ediyorum değil,söz
ediyoruz;çünkü kitabı Arif Bey’le beraber oluşturduk.
Arif Bey Kimdir? Arif Bey Bu kitapta benimle konuşan bir sınıf öğretmeni Arif
Bey’in yüreğinde sıkıntı var, çabalıyor, anlamak istiyor, yapmak istiyor.
Engel sizsiniz
Oğuz Saygın , Serap Akın
“Koçluk nedir?” sorusuna cevap aradığımız kitabımızda, yaşayan birisi
olarak, bir koçla çalışıldığında nelerin başarılabileceğini, değişimin korkulan kadar zor olmadığını göreceksiniz. İnsanların sahip olduklarının, farkına
varmasını sağlamak; nefes aldığı her anın tadını hissetmesini, elinde tuttuğu
hayat adı verilen uçurtmayı nedenler ve nasıllar arasında elinden kaçırmamasını sağlamaktır. “Hayat tüm olumsuzluklara rağmen, yaşamaya değer” - yaşamımın merkezine oturttuğum enerjiyi bir nebze de olsa yansıtabildiysem ne
mutlu bana. Lütfen uçurtmayın hayatı...
KİTAP ÖNERİLERİ
Okuyanın düşüncesi
ve konuşması çok farklı
olup toplumda kabul
görülür bir kişiliğe sahiptir.
Şeker Portakalı
Jose Mauro De Vasconcelos
Brezilyalı ünlü yazar Jos Mauro de Vasconcelos, 1920’de Rio de Janeiro
yakınlarında, Bangu’da doğdu. Çok yoksul olan ailesi, onu Natal kasabasındaki
amcasının yanına yolladı. Orada dokuz yaşındayken Potengi Irmağında yüzmeyi öğrendi ve hep günün birinde yüzme şampiyonu olmanın hayâlini kurdu.
Liseyi Natal’de bitirdikten sonra iki yıl tıp öğrenimi gördü. Öğrenimini yarıda
bırakıp yeni hayâller peşinde Rio de Janeiro’ya döndü. İlk işi, hafif siklet boks
antrenörlüğü oldu. Yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı, bu onun yazarlığına
büyük katkılar sağladı. İlk kitabı Yaban Muzu 1940’ta yayımlandı.
Firarperest
Elif Şafak
Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama
ruhu hep özgür kalan yazılar… İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...
Ya Bir Yol Bul Ya Bir Yol Aç Ya da Yoldan Çekil
Mümin Sekman
Bir gün tek başına,Hayat üzerine hayaller kurarak, Hayatının yönünü
ve yolunu ararken, Kim olduğunu ve ne istediğini düşünürken, “Kendime
yeni bir ben lazım” dersen, İyi bir kitap çok şeyi değiştirebilir!
“Yeni başlayanlar için başarı”yı anlatan bu kitap, Sekman’ın ilk çalışmasıdır. Hayatının yönünü ve yolunu arayanlara, çıkmaz sokağa girmiş
olanlara, kim olduğunu ve ne istediğini bilmek isteyenlere kılavuzluk edecek.
Yunus Sergio F. Bambaren
Yaşam yolculuğunda, kaderimizi belirleyen kalbimizin arzusudur.
Hedeflerimize ulaşmak için yalnızca harekete geçmekle kalmayıp hayal de
kurmalı, yalnızca plan yapmakla kalmayıp bunların gerçekleşeceğine de inanmalıyız.
Yunus, cesaretin, kendi sınırlarımıza ve korkularımıza karşı verdiğimiz mücadelenin öyküsüdür. Bize yaşamda gözümüzün görebildiğinden
fazlasının, yalnızca kendi kurallarımıza uymakla keşfedebileceğimiz şeylerin
olduğunu anımsatır.
46
Bilinçli Tüketici mi, Tüketici Bilinci mi?
MANEVİYAT
AİLENİN TEMEL TAŞLARI:
Bugünün rekabetçi ortamında pazarda yer
Ekonomik faaliyetlerin nihai amacı, tüketi- SEVGİ
VE
RAHMET
ci ihtiyaçlarının maliyet, kar ve toplumsal fayda gibi almak isteyen işletmeler ürünlerde, hizmetlerde,
unsurlar gözetilerek karşılanmasıdır. Rekabet koşul- iletişim çabalarında ve dağıtım sistemlerinde değer
larının son derece zorlaştığı günümüzde bu hedefe yaratan farklılıklar, yenilikler ve değişikliklerle tüulaşmanın yolu, tüketici mutluluğunu en üst düzeyde keticilerin karşısına çıkacaklardır.
tutarak onların güvenini kazanmaktan geçmektedir.
Sevmek
verici olmaktır,
olmaktır,
sorumluluk
Piyasalar
Olumlu
etkilenir sahibi olmakBu
nedenle,bütünleşmektir,
başta gelişmiş batı toplumları
olmak üze- güçlü
çaba korunmaharcamak ve emek
verme
Böylelikle,
Türk ekonomisinin uluslararası
re, bugün birçok ülkede tüketicitır,
haklarının
sı, hem kamu idarelerinin hem de özel girişimlerin ön- pazarlarda rekabet edilebilirlik gücü, akılcı hareket eden, haklarının ve sorumluluklarının farkında
temel politikalarından biri haline gelmiştir.
Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, aileyi iki
celikli ve
olan, aşırı duygusallığa dayalı karar vermekten çekiönemli ve hayati duygunun üzerine inşa etmiştir:
nen, eğitimli ve bilinçli tüketicilerin piyasada mevBilinçlenme Şart
Meveddet ve rahmet. Adeta ilahi bir düğün hediye
Tüketicinin korunmasıyla ilgili yapılan çalış- cut olan mal ve hizmetleri kalite, sağlık, güvenlik,
si olan bu ilkelerin, Rabbimizin birer ayeti olduğuna
malar, bir toplumun ekonomik ve sosyal yönden kal- çevre ve fiyat kriterlerine göre değerlendirerek alışdikkatlerimiz
kınması, ülkede üretilen mal ve hizmetlerin kalitesi- veriş etmeleri ile büyüyecektir.
nin yükselmesi ve rekabet ortamının sağlanmasıyla
yakından ilgilidir. Bu bağlamda, sadece bu çalışmalar- Haklarınızı öğrenin
Tüketiciler, öncelikle sahip oldukları haklar
da payı bulunan taraflara değil, ekonomik faaliyetlere taraf olan biz tüketicilere de çok önemli sorumluluklar ve bu haklara esas oluşturan yasalara ilişkin yeterdüşmektedir. Yasaların bizlere tanıdığı hakları kullan- li bilgi düzeyine sahip olmalıdır. Hepimizin bildiği
maktan çekinmemeli ve hak arandıkça haksızlıkların gibi, ne kadar mükemmel yasal düzenlemeler hazırazalacağını daima aklımızda tutmalıyız. Unutmamalı- lanırsa hazırlansın, haklarını ve yükümlülüklerini
yız ki, sorumluluk bilincinin gelişmediği toplumlarda bilmeyen satıcı, üretici ve tüketicilerin var olduğu
verilen hakların değeri özümsenemez ve sonuç olarak piyasalarda bu yasaları tam anlamıyla uygulamak
mümkün değildir. Günlük yaşamın bir parçası olan
da bu haklar layıkıyla hayata geçirilemez.
tüketici sorunlarının çözümü bilinçli tüketimden
geçmektedir.
Rekabeti Siz Oluşturun
Alışverişlerinde bilinçli hareket etmeye başDünyada yaşanan hızlı değişim süreci ürelayan tüketicilerimiz, üreticilerimizi dünya standar- dında üretim yapmaya mecbur kılacak ve bu durum tim ve tüketim kalıplarını sürekli yenilemekte, yeniekonomimizin bel kemiği olan sanayicilerimize dün- lenen durumlara göre tüketici problemleri de biçim
değiştirmektedir.
ya markalarıyla rekabette avantajlar sağlayacaktır.
www.tuketici.gtb.gov.tr
47
BİR TÜRKÜ
Bir Türkü Bir Hikaye
“TEK KAPIDAN ÇIKTIM” TÜRKÜSÜ
“Amasya Tarihi”nde bir aşk hikâyesi var…
Abdizâde Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin
bir ömür harcayarak 12 cilt hâlinde yazdığı, bütün
gayretlerine rağmen sadece beş cildini bastırmaya
muvaffak olabildiği “Amasya Tarihi”nin basılamayan
el yazması hâlindeki 12. cildinin sayfaları arasında
sıkışıp kalan bir aşk hikâyesi var. Yüz yılı aşkın zamandır yazıldığı tarih sayfalarının arasında kalmıştır. Eğer bu sayfalarda sizlerle paylaşmamış olursam
daha kaç yıl gizli kalacaktı bilinmez…
Aşk hikâyesine gelince
“Aşk kahramanı Hulûsi Mehmed, Amasya’nın
meşhur hatiplerinden Hâfız Ahmed Efendi’nin oğludur. Hâfız Ahmed Efendi oldukça zengindi. Hulûsi
Mehmed, İçerişehir’de Ahî Saadeddin Mahallesi’nde 1872’de doğdu. Rüştiye Mektebi’nde yüksek tahsîl
etti. Müderris Mecdizâde Hâfız Abdurrahman Kamil
(Yetkin) Efendi’den dersler aldı. Bu esnada Sahaf
Gürcü Mehmed Emin Efendi’nin kızına âşık oldu. Kız da Hulûsi Mehmed Efendi’ye aşık olduğundan
aralarında hararetli buluşmalar hasıl oldu. Hattı zatında Hulusi Mehmed Efendi yakışıklı olduğundan
kendisine âşık olan diğer bir kız daha vardı.
Hulusi’nin annesinin inâdı ve babasının büyüklenmesi yüzünden kızın babası Hâcı Mehmed
Emin Efendi’nin razılığına rağmen aralarında söz
kesmek nasip olmadı. Onca ısrara rağmen Hâfız Ahmed Efendi ile eşi bir türlü bu evliliğe razı olmadılar. Araya giren aile dostlarının iknaya çalışmaları
da fayda etmedi. Sevgililer kavuşmalarından ümidi
kesip her ikisi de üzüntüye kapılarak hastalandılar.
1896’da sevgilisi üzüntünün verdiği sıkıntılarla hastalandı ve kısa zamanda da vefat etti. Küpceğiz Mahallesi üstünde Kaşukpınarı denilen gezi yerinde toprağa verildi. Sevgilisinin vefâtından dolayı Hulusi’nin
üzüntüleri daha da arttı ve yataktan kalkamadı. Kırk
gün sonra kendisi de acıklı bir hüzn-ü matem içinde
hayata veda etti. Sevgilisinin yanına defnedildi. Bu
iki gencin aşk hikâyeleri Amasya’da pek uzun zaman
dilden dile anlatıldı.
www.asamasyaninsesi.com
Hâfız Ahmed Efendi, oğlunun ölümüne
kendisi sebep olduğu için ıstırabı daha da arttı. Hulusi Mehmed’in ölümü üzerine şiirler yazdı.
Bu şiirleri okuyup ağladığı mahalle sakinleri tarafından sıkça görülmüştür.”Hüseyin Hüsameddin
Efendi’nin kaleme aldığı bu hüzünlü aşk hikâyesi,
Amasyalılar tarafından yakından takip edilmiş, iki
aşık için şairler şiirler yazmış, ağıtlar yakmışlardır. Günümüzde de hâlâ dillerden düşmeyen halk
müziğimizde Amasya örnekleri denince en önce
seslendirilen türkü olmuştur.
TEK KAPIDAN ÇIKTIM
Tek Kapıdan Çıktım Yüzüm Peçeli,
Ahbaplar Oturmuş İki Geçeli (Vay Vay).
Hulisi`m De Alnı Sıra Perçemli.
Neyleyim Dünyada Dünya Malini,
Gönül Arzediyor Eski Halini.
Dağdan Yuvarlandı Kayalarımız,
Gam İle Yoğruldu Mayalarımız (Vay Vay).
Ne Ola Taş Doğuraydı Analarınız.
Neyleyim Dünyada Dünya Malini,
Gönül Arzediyor Eski Halini.
Mezarımı Helvacıya Essinler,
Al Yeşili Üzerime Örtsünler (Vay Vay).
Gelen Geçen Yazık Olmuş Desinler.
Neyleyim Dünyada Dünya Malini,
Gönül Arzediyor Eski Halini...
Kültürümüzde Lâle
Çiçek her dönemde sevginin, temizliğin ve güzelliğin sembolü olmuş, Allah’ın insanların hizmetine verdiği, ama insanların yeterince fark edemediği pek çok unsurları
üzerinde taşıyan bir bitkidir. Sınırsız renkleriyle göze hitap ederken, hoş kokularıyla bizleri ferahlatır rahatlatır.
Türkler ve özellikle Osmanlılar, yaşadıkları çevreyi güzelleştirmeye azami gayret göstermişler.
Bunun için de ağaç ve çiçeğe büyük önem vermişlerdir. Bu çiçeklerden biri, belki de en çok değer verileni “Lâle” olmuştur. Fetihten sonra İstanbul, Fatih’in
emri ile bahçeler, başta lâle olmak üzere, gül, karanfil
ve zerrin gibi çiçeklerle yeniden tanzim edilmiştir. Kanuni devrinde de, lâle türleri geliştirilip çoğaltılmıştır.
Üçüncü Ahmed dönemi olan Lâle devrinde ise özellikle İstanbul’da, lâleye ilgi zirveye çıkmıştır.
Lâlenin Rusya ile Çin arasında yer alan Tien
Şan dağları ile Pamir dağları arasında ve Azerbaycan
ile Ermenistan arasında kalan Transkafkasya bölgesinde ortaya çıktığı kabul ediliyor.
Lâle ve lâle kültürü Anadolu’ya Türklerle birlikte gelmiştir. İran Selçukluları ve Büyük Selçukluların sanat eserlerinde, lâle motiflerinin görülmesi,
Anadolu’da 13. yüzyıldan itibaren tezyinatta kullanılmaya başlanması ve bu dönemde Roma, Bizans süslemelerinde ise bu motiflere hiç rastlanılmaması bunu
doğrulamaktadır. 11. yüzyıldan beri Türkler tarafından
yetiştirilen lâlelerin, Avrupa ya geçişi ise, batılı seyyahların Osmanlı İmparatorluğuna yaptıkları ziyaretler
sonucunda yaklaşık 16. yüzyılda başlamış.
Osmanlı döneminde, bilhassa
16.-17. yüz yıllar arasında süs ve
süsleme motifi olarak kullanılmış
olan ve Sultan Üçüncü Ahmet
döneminde “Lâle Devri” olarak bir
devre isim olan bu güzel çiçek
günümüzde özellikle İstanbul’da
belediye eliyle tekrar hayat bulmuş
ve şehir yeniden lâle bahçesine dönmüştür.
Bu arada lâle devri adının Meşrutiyetten
sonra Yahya Kemal Beyatlı tarafından
verildiği ve Ahmet Refik Altınay tarafından
bu isimle yazılan bir kitapla da, tarih ve
batı literatüründe yerini almış olduğunu
belirtmek gerekir Avrupa ülkelerinde
lâle için kullanılan Tûlip
veya Tulipe kelimesi, bir yanlış tercüme sonucunda
batı dillerine Türkçedeki, başa örtülen ya da sarılan
“tülbent” sözcüğünden geçmiştir.
Lâlenin Osmanlılar tarafından bu kadar kabul
görmesinin önemli bir nedeni ise, güzelliğinin yanında
ona atfedilen mübarekliğinden, Arap harfleri ile yazılan “Allah” lafzı ve “hilal” sözcüğünün aynı harflerden
oluşmasındandır.
“Allah” ( C.C ) ismi, elif, lâm ve he harfleri ile
yazılmaktadır. Bu harflerin Osmanlıda kullanılmış
olan ebced hesabı ile sayı değeri 66 ya tekabül etmektedir. Lâlenin de, lâm, elif ve he harfleri ile şeklinde yazılmasında, aynı sayıya ulaşılmaktadır.
Bu, Yaradan’ın yarattığında tecellisi şeklinde
ifade edilmektedir. Edebiyatımızda tasavvufta ve İslam inancında Peygamber efendimiz Hz. Muhammed
(A.S.) , gül ile ve Allah (C.C.) , da Lâle
ile sembolize edilmektedir. Lâledeki
bu üç harf, aynı şekilde
“hilâl” kelimesinde
de vardır ve yine
ebced hesabında 66
sayısına tekabül
etmektedir.
Lâlenin harfî manası “hilâl”e de ulaşmaktadır. Onlar semâdaki hilâlin
parıltılarıyla yol alır, yıldızlarla semaya dururlar. Bir semâzenin en makro
hâlidir, hilâli çevreleyen yıldızlar…
Hilâl yani “ay” Osmanlı Devleti’nin amblemidir. Bu nedenle kültürümüzde, Allah, lâle
ve hilâl kelimeleri arasında manevi bir rabıta
olduğuna inanılmıştır. Halk arasında “işi 66 ya
bağlamak” sözü de, bir işi Allah’a havale etmek
anlamındadır. Ama bu söz günümüzde gerçek
manasından ziyade, bir işi oldu bittiye getirmek
anlamında kullanılmaktadır.
Lâle devrinde İstanbul’da 2000 çeşit lâle
yetiştirilmiştir. Bunlara verilmiş olan güzel isimler, o dönemin edebiyatının tabiatla bütünleşen
bir güzellik olduğunu bizlere yüzyıllar ötesinden
hoş bir rayiha olarak ulaştırır adeta. Şevk-bahş(Neşe veren), Halet-efza(Keyif arttıran), Nur-i
cenan( kalbin aydınlığı) ,Gül-rîz (Gül saçan) ,
Ferah-feza (Sevinç arttıran) ,Gül-Ruhsar (Gül
yanaklı) ,Zîşan (Şanlı) , İşve-baz (Nazlı), Subh-u
bahar (Bahar sabahı) , Dil-sûz (Yürek yakan) ve
daha nice hoş isimli İstanbul lâleleri.
Edebiyatımızda lâle, pek çok şair ve yazara ilham kaynağı olmuştur. Laleyi şiirlerinde
ilk olarak Mevlâna kullanmıştır. Fatih, Kanuni
ve 3. Ahmed ve daha pek çok padişahın, lâle ile
ilgili şiir ve sözleri vardır. Sanatımızda lâle, her
alanda süsleme unsuru olarak kullanılmıştır.
Taş, metal, ahşap, cam, kumaş, kilim, halı, deri,
kalem işi, tezhip, ,minyatür, ebru gibi klâsik ve
geleneksel sanatlarımızda, stilize edilerek ya da
tabi haliyle, yüzlerce farklı şekilde güzide bir yer
tutmuştur.
Lâlenin içi kömür gibidir. Ancak dıştan
görünmez. Dışı ise içinin tam tersine pas parlak,
canlı ve rûha sekînet verici bir görünüme sahiptir. Onun bu hâli tıpkı bağrı yanık bir dervişin
mütebessim nûr hâleli yüzüne benzer.
Gerçek lâlelerin hepsinde renkli altı yaprak bulunur. Bu ise îmanın altı nûrunun libâsına
bürünen dervişin îmân ve ihsan potasında erimesi ve daha sonra bu nurun şualarıyla derinden
bir yanışa gark olmasının da bir simgesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in (aynı zamanda Fâtiha
sûresinin) altıncı âyeti de “Bizi dosdoğru yola
(Sırât-ı Müstakîm’e) ilet” âyet-i kerimesidir. Bu
âyet aynı zamanda bir duâ vasfı taşımaktadır.
Lâlenin renkli yapraklarının yukarıya
doğru olması da tıpkı bir dervişin duâ edişindeki
edâyı andırır. Zira derviş bu hâl ile sırât-ı müstakîm üzere olmayı murâd etmiş ve ifrat-tefrit
noktalarını törpüleyerek hakîkate, yani istikâmete ermiştir. Ve tıpkı lâlenin derûnundaki siyahlığı göstermemesi gibi o da içinde yaşadığı
yanış halini gizlemiş ve kendine her nazar edene
o güzel rengini sunarak ona ferahlık vermiştir.
Nitekim lâlenin en revaç bulduğu dönemlerden
biri olan Osmanlılar zamanında ona, “ferâhâver
(ferahlık veren)” denmiştir. İşte bu vasıflarla vasıflanan derviş de tıpkı lâlenin bu adını alarak
etrafına letâfet ve zerâfet saçmış, gönüllere âb-ı
hayat sunmuştur.
Hülâsa; lâlenin eğlâl oluşu, Lâlenin hakîkat deryasına dalış hâlidir.
Leyl; gece demektir. Gece sevda demektir.
“Sevda”nın asıl manası “siyah”tır. Gece kıymet
bilene “kara sevda”nın yaşandığı ânlardır. Eğer
sen geceyi kopkoyu bir boşluk olmaktan çıkarmak istersen, gönüldeki yârları ve ağyârları yok
etmelisin! İşte o zaman her yer sana âyân olur.
Sanırsın ki gece bitmiş de gündüz oluvermiştir.
Böylece fânî muhabbetler silinerek kalb sevdânın deryâsının derinliklerinde yolculuğa çıkmıştır. Burada bahsedilen “Leylâ” temsîlî olup, asıl
kasdedilen “Mevlâ”dır.
Ey Gönül! Cânına üflenen nefhayla yan da kavrul!
Amma lâle gibi ol ki, hâlinden sadece “yâr” haberdâr
olsun.
Subhu dem dönse n’ola mihr­i
cemâle lâle,
Oldu mazhar aded­i İsm­i Celâl’e
lâle.
(Lâle seher vakti cemâl güneşine
dönse (yönelse) ne olur.
Çünkü lâle ism­i Celâl’in sayısına
mazhar oldu.
(Ebced hesabıyla aynı sayıya sâhib
olmakla şereflendi.) .(alıntı)
www.tefekkurdergisi.com
YAŞAM
50
Ekmek İsrafı
Ülkemizde günde 25 bin 295 ton (25.295.305 kg),
yılda 9,2 milyon ton (9.232.786 ton) ekmek üretilirken, Günde 1.500 ton (1.486 ton), yılda 542 bin ton
(542.455 ton) ekmek israf ediliyor. Yani günde kişi
başı günlük 319 gr ekmek tüketirken, günlük 20 gr
(19.9 gr) da israf edip, çöpe atıyoruz.
İnsanlık tarihine eşit bir serüveni olan ekmek, insanlığın en ortak besin maddelerinin başında
yer almaktadır. Ülkemizin bir tahıl ülkesi olması, yılardır süregelen beslenme alışkanlıkları ve sosyo-ekonomik yapısı nedeniyle ekmeğin beslenmemizdeki
önemi daha da fazladır. Devlet Planlama Teşkilatı ve
Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre; Türkiye’de temel besin, ekmek ve diğer tahıl ürünleridir ve günlük
enerjinin ortalama %44’ü sadece ekmekten, %58’i ise
ekmek ve diğer tahıl ürünlerinden sağlanmaktadır.
Sofralarımızın vazgeçilmez besin maddesi
olan ekmek, karbonhidrat ve protein kaynağı olarak
beslenmede önemli bir yere sahiptir. Ülkemizde kişi
başına günde yaklaşık olarak 400 - 450 gr ekmek
tüketilmektedir. Yani, ülke genelinde kişi başına tüketilen enerji miktarının yaklaşık %45’i, protein miktarının da %47’si ekmekten sağlanmaktadır. Karbonhidrat ve protein kaynağı olan ekmeğin beyaz, kepek,
çavdar, mısır, tam tahıllı, çok tahıllı gibi pek çok çeşidi bulunmaktadır. Tahıl tanesi öz, kepek ve endosperm olmak üzere 3 bölümden oluşur.
B grubu vitaminleri, çinko, magnezyum, selenyum, krom gibi mineraller, posa, fenol, fitat, saponinler gibi maddeler öz ve kepek bölümlerinde
daha çok bulunur. Endosperm daha çok nişasta ve
proteinden oluşmuştur. Öğütme işlemi sırasında
beyaz ekmek, B grubu vitaminleri ve bazı mineral-
ler açısından kayba uğrar. Tam tahıl ekmeği posa, E
vitamini, selenyum, demir, magnezyum, çinko ve B
vitaminleri (B1, B6, niasin) gibi besin öğeleri bakımından zengindir. B vitaminleri öğrenme ve kavrama fonksiyonlarının gelişimi, aneminin önlenmesi,
bazı doğum kusurlarının önlenmesi, kardiyovasküler
hastalıklar ve kanserin önlenmesi, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde önemlidir. Posa içeren esmer
ekmeklerin, glisemik indeks (kan şekerini yükseltme
oranı referansı) değeri beyaz ekmeğe oranla daha
düşüktür. Glisemik indeksinin düşük olması ve posa
içeriğinin yüksek olması tokluk hissini de artırır. Gerek kan şekerinin ayarlanmasında gerekse de daha
fazla tokluk hissi vermesi nedeniyle kilo kontrolünde
esmer ekmek kullanımı beyaz ekmeğe oranla daha
avantajlıdır. Ayrıca posa, sindirim sistemi sağlığının
korunmasında ve buna bağlı kolon kanser riskinin
azaltılmasında önemlidir.
Tahıla dayalı beslenmenin hakim olduğu ülkemizde her yıl yaklaşık 44 milyar adet ekmek üretilmekte, üretilen ekmeğin yaklaşık 40 milyar adeti
tüketilmekte 4 milyar adeti ise israf edilmektedir.
İsraf edilen ekmek ülke ekonomisini yılda yaklaşık
700 milyon dolar kayba uğratmaktadır. Günlük israfın 750 milyar liralık kısmı Ankara, İstanbul ve İzmir
illerinde gerçekleşmektedir. İstanbul ilimizde günde
2 milyon ekmek israf edilirken, Ankara ve İzmir illerinde bu sayı yaklaşık 600 bini bulmaktadır.
51
Düşük gelir gruplarında ekmek tüketimi fazla
olmasına karşın israf daha az olmakta, gelir düzeyi
yükseldikçe ekmek tüketimi azalmakta ancak israf
artmaktadır. Ekmeğin çöpe atılmasındaki faktörler
gereğinden fazla ekmek satın alınması, satın alınan
ekmeğin uygun koşullarda saklanmaması ve kalitesinin düşük olması şeklinde sıralanabilir. Ekmek israfında yüzde 70 oranı ile yemekhaneli işyerleri, hastane, yatılı okul, öğrenci yurdu, otel ve lokantalar ilk
sırada yer almaktadır.
İsrafı Azaltmak İçin Neler Yapılmalıdır ?
•
İhtiyaçtan fazla ekmek alınmamalı,
•
Ekmek poşette saklanmalı,
•
Uzun süreli saklama amaçlanıyorsa ekmeğin
derin dondurucuda ve poşet içerisinde saklanmalı,
•
Ekmek dilimlenerek tüketilmeli,
•
Kuruyan ekmekler israf edilmemeli, içinde az
miktarda su kaynayan tencerenin üzerine yerleştirilen süzgeç üstüne konularak tüketilmeli,
•
Bayatlayan ekmekler galeta unu veya kurutulmuş ekmek içi şeklinde çeşitli yemek, pasta ve tatlı
yapımında kullanılmalıdır.
Toplu Tüketim Yapılan Kuruluşlarda
Alınması Gereken Tedbirler
•
Toplu tüketim yerleri olan; hastane, yatılı
okul, askeri birlik ve öğrenci yemekhanelerinde ‘ekmek israfı önleme planları’ oluşturulması ve hayata
geçirilmesi,
•
Üretimin talebe göre planlanması,
•
Raf ömrü uzun kaliteli ekmek üretilmesi,
•
Ekmeklerin fırında veya satış yerinde uygun
koşullarda saklanması,
•
Toplu yemek tüketim yerlerinde ekmeğin dilimlenmiş veya küçük yuvarlak ekmek olarak verilmesi,
•
Self servis tezgahlarında ekmeğin baş tarafta
değil, yemeklerden sonra yer alması,
Toplu yemek tüketim yerlerinde, mönüye
göre ekmek siparişi verilmesi, artan ekmeklerin daha
sonraki günlerde kullanılmasını sağlayacak mönü
düzenlemesi yapılması önerilmektedir.
www.saglik.gov.tr
YAŞAM
SİZDEN GELENLER
52
Son Nefese Kadar Sorumluluk
Bugün hayatımızın geri kalanının ilk günüdür. Şayet bugünde dün gibi düşünce iklimimizi devam ettirirsek gelişmemizde ışığı zayıflayan kandil
gibi kararıyoruzdur.
Benim elimden birşey gelmez birşey psikolojisinde kaybolmamalıyız. Nefes alıp verdiğimiz sürece sorumluluk mu demeliyiz, vazife mi demeliyiz.
Lakin mutluluk için bir adım atma zorunluluğunu
içselleştirmeliyiz yaşantımızda.
İnsani yaşam değerleriyle ilişki kurup toplumdaki rolüne dair ve o rolü en iyi şekilde icra edip
vicdan sorumluluğunda gül kokuları dağıtmalıyız.
Ben istediğim şeyi istediğim zaman yaparım. Kibrinden kurtulup sorumluluk taşıdığımız değerler üzerinde efor harcamalıyız.
Çoğu zaman özümüzden koparılıp uzaklaştırılsakta. Madde boşluğunda boğulmamalıyız. Merhamet özveri ve manevi ihtiyaçlarımızı bir bir doldurmalıyız. (Küp içindekini sızdırır: Mevlana)
Öyle sorumluluklar vardır ki insana çile ve
cefa verir şayet bu sorumluluklara mahkum olunmaz
ise muhakkak hakim olunur.
Hiçbir şekilde odaklanmaktan korkmamalıyız. Hayatın sunduğu seçenekleri telaşa kapılmadan
daima sorumluluklarımızın kapsamı içinde sorgulamalıyız. Sorumluluktan ayrılan aklı, güzeli çirkin
doğrunun yanlış olduğuna çok rahatlıkla hükmedebilir.Sorumluluk duygusu ile süsleyebildiğimiz akılı
mutlak gerçeğin sınırlarını çizebilecek mükemmelliğeulaştırabiliriz. (Rabbimiz Allahtır” deyip sonrada
doğru yolda sebat edenler için hiç bir korku yoktur.
Onlar mahzun da olmayacaklardır: Ahkaf S. 13) Ayetine iman edip yolumuza devam etmeliyiz.
Kim sorumluluklarını hakikatiyle idrak edemez ise
hayatın içinde yalnız kalır. Kim de sorumluluğunu
mana yönüyle idrak ederse alem içinde onu
sığdıracak çember bulunmaz.
Temiz belde temiz kalp de olur ilkesini en iyi
şekilde formatlayıp düşüncelerimizi güzel ve faydalı işlerle uygulama konusunda ısrarcı bir zekayı her
şeyi yapma esasına dayandırmadan yolumuza devam
ettirmeliyiz. Nereye ulaşırız ki egosu veya narsizminden kurtulup sadece bize sunulan değerleri manevi
sorumlulukla taşımalıyız.
Cenabı Allahın bize verdiklerini alıyoruz. Bize
de bizim için beğendiklerine kaanat ve şükür edip
sorumluluklarımızın farkına varmamız emr ediliyor.
Sorumluluklarımızdan kaçıp saklansakta bize verdiklerini bizden tekrar geri alacağını unutmamamız
gerekiyor. Çünkü kainatta her şeyi kapsayan rahmet
umumi rahmettir. Dünyada ve ahirette hiçbir varlık
bu bu rahmetin dışında kalamaz. Sorumluluk hissini
taşıyan ve uygulayanlar rahmetle desteklenir. Bu destek onların diliyle değil kalbiyle konuşmasını sağlar.
İlkeli yaşamak toplumda sorumlulukların ne
derece yerine getirilip getirilmediği ile ölçülür.
Birlikte yaşamanın ilk maddesi aynı cins olmaktır. İkincisi de sorumluluk kriteridir. Yaşadığımız
toplumun farklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını ve beklentileri de gündemini korur. İhtiyaçların karşılanması
adil ve ahlak kuralları ile olur. Şayet ne kadar adil ve
ahlaklı olursan ol sorumlulukların dışına çıkmamalıyız.
Kişinin sorumlu olduğu değerleri anlamak ve uygulamak için emek verilmesi gerekir. Toplumsal ilişkilerde
hoşgörü ve sabır esas kriterdir. Bu kriteri uygularken
çevreye zarar vermemek bir ilke olmalıdır.
Zira insanı insanlarla birleştiren en önemli etken iyi günde kötü yaşanan paylaşımdır. Bu paylaşımda her zaman benim fedakarlık yapmam gerekir olgudur. Çünkü fedakarlık sorumluluğun bir basamağıdır.
Yaşamda sosyal davranışlar hukuk kurallarıyla belirlenmez davranışlarının sorumluluğunu taşıyanla takdir edilir. Taşıyamayanlar ayıplanır bu ayıplamalar
sadece kendisini değil ona inananları da etkisi altında
alıp üzer.
Yaşadığımız sınırlı ömürde İmam Gazzali’nin
güzel bir sözünü kendimize rehber edinmeliyiz.
(Ana rahminden indim pazara bir
kefen aldım döndüm mezara)
Bu sözde mezara kadar giden yolda
arkadaşın sorumluluk olursa
kibrin sandaletinin ökçesi olur.
Ejder ÖZKAYA
İzmir 1 Nolu F Tipi Kapalı C.İ.K-Hükümlü
53
KİŞİSEL GELİŞİM
Azlık çokluğun özüdür
Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış.
Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “Evladım az ve öz konuşun” demişler ki, sonunda adları Az
ve Öz kalmış.
Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi–
kötü ucundan kenarından okurmuş. Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar
olmuş. Haydutlar Az’ın ve Öz’ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya
kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü
gözüküyormuş.
Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz
çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar.
Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye
uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve
Az’a “Ben uyurken ne oldu?” diye sormuş. Az, hiçbir
şey olmadığını söylemiş. Öz “Hiçbir şey duymadın mı,
görmedin mi?” demiş. Az, “Hayır, sadece pencereye
bir kuş kondu” demiş. Öz heyecanla “Nasıl bir kuştu?”
demiş. Az “Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir
kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü” demiş.
Öz “Gagası nasıldı?” diye devam etmiş. Az, “Ne bileyim
dikkat etmedim” demiş.
Öz bu duruma çok üzülmüş. “Hay ben sana
ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın,
şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik” demiş. Az “Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” demiş.
Öz “Bu dünyada
küçük
şeyler yoktur. Bakmasını
bilen göz için her şeyin
bir anlamı vardır”
demiş ve devam
etmiş:“Bak eğer
kuşun gagası uzun
ise bizi Alma’nın (Alma
yola çıktıkları kasaba imiş)
kuzeydoğusundaki bataklık
bölgeye getirmişler demektir.
Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki
solucanları, küçük kabukları toplar.
Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve
sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri
yiyordur; Söğüt Bülbülü’dür örneğin. Bu
durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye
getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise,
çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır.
Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir
bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir.”
Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz’e
“Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?” Öz, “Şimdiye kadar
böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu
dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük
sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık
çokluğun özüdür” demiş.
Kıssadan Hisse :
Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır. Ve insan, bedenine ve dünyaya hapsedilmiştir; taştan bir
hücrede gibidir. Çevresindeki pek çok küçük şeyi fark
ettikten sonra özgürlüğüne kavuşabilir. Bir gün yıldızlara ulaşabilmek için, bugün yeryüzündeki her şeyi
değerlendirmeniz gerekir. Azlık çokluğun özüdür. Ve
bir de şu: Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden
evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size. İşte Az
ile Öz’ün öyküsü bunları anlatıyor bize.”
Bu dünyada küçük şeyler yoktur.
Bakmasını bilen göz için her şeyin bir
anlamı vardır.
Prof.Dr.Üstün Dökmen’in
“Küçük Şeyler” eserinden alınmıştır.
Söz Namustur
“Siz kendi adınıza bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin. Vaat
ettiğiniz zaman vadinizi yerine getirin.
Size bir şey emanet edildiğinde emanete riayet edin. İffetinizi koruyun.
Harama bakmaktan sakının ve elinizi
haramdan çekin.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/323.)
Ubâde b. es-Sâmit’in Hz. Peygamber (s.a.s.)’den rivayet ettiği bu hadiste bizi,
dünyada cennet huzuru içinde yaşatacak,
ahirette ise hakiki cennete ulaştıracak yüzlerce salih amelden çok önemli altı tanesi
sayılıyor ve bunlar sevgili Peygamberimiz
tarafından cennetin garantisi olarak gösteriliyor. Bilindiği üzere, hadisteki ilk üç şeyin
tersini yapmak, yani yalan söylemek, sözünde durmamak ve emanete ihanet etmek, Allah Rasulü’nün münafıklık alameti olarak
açıkladığı hususlardır. (Müslim, İman, 107.)
Dolayısıyla hadiste sayılan nitelikler aynı zamanda imanın, başka bir deyişle iyi mümin
olmanın özellikleridir.
Bu altı haslet hem bireysel hem de
toplumsal ahlakın temel ilkeleridir. Ahlak
daha çok, toplumsal alanda görünür hâle geldiğinde anlamlı olsa ve olumlu sonuçlar doğursa da, her şeyi görüp bildiğine inandığı bir
yaratıcıya görmeden iman eden ve bütün söz
ve eylemlerinin, O’nun kontrolü altında olduğunu bilen bir müminin, bu ahlaki güzelliklere sahip olması için, zuhur edeceği ortam ve
fırsatları beklemesi gerekmez. Çünkü o fıtraten bunların bizatihi güzel olduğunu bildiği,
Allah ve Rasulü’nün emir ve tavsiyelerinin de
mutlaka iyi ve güzel olduğuna inandığı için,
güzel ahlâkı benimsemiş ve içselleştirmiştir.
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Dolayısıyla o, içinde bal olduğunu açıklama
ihtiyacı hissetmeyen, fakat sızıntısından bal
küpü olduğu anlaşılan bir iyilik timsalidir.
Cenneti garanti eden altı ahlaki ilkeden ilk ikisi sözle ilgilidir. Ahlaki nitelikler
sayılırken, çoğumuzun ilk önce aklına gelen
doğru sözlü olmak ve verdiği sözde durmak,
ne yazık ki uygulamada fazla başarılı olamadığımız iki husustur. Bu zafiyet Hz. Peygamber döneminde de görüldüğü için, Cenab-ı
Hak müminleri şöyle uyarmıştır: Ey iman
edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olan
bir şeydir.” (Saff, 61/2-3.)
Kişinin, yapmayacağı şeyi söylemesi bir yönüyle yalan, diğer yönüyle sözünde
durmamaktır. Yalanı büyük günahlardan
sayan Allah Rasulü (Buhari, Edeb, 6.), verdiği sözde durmayanlarla ilgili olarak da sert
kıyamet gününde hasmı olarak saydığı üç
grupdan biri olduğunu (Buhari, Büyû’, 106.)
bildirmiştir.
Ayrıca, verdiği sözden cayan, anlaşmalarına riayet etmeyen kimseler için mahşer gününde bir bayrak kaldırılarak, “Bu,
sözünde durmayan falan oğlu filanın vefasızlığının alâmetidir,” şeklinde teşhirde bulunulacağını haber vermiştir. (Buhari, Edeb,
99.) Verdiği sözü yerine getirmek, müminin iman kalitesine işaret eden bir göstergedir. Onun için Cenab-ı Hak bunu müttakilerin özelliklerinden saymış, (Bakara, 2/177.); Allah Rasulü de bir hutbesinde, “Cahiliye dönemine ait anlaşmalara riayet edilmesi gerektiğini, çünkü Müslüman olmanın, verilen
sözlerin arkasında durmayı daha çok gerekli
kıldığını” belirtmiştir. (Tirmizi, Siyer, 30.)
Bu yüzden kendisi, müşriklerle yaptığı anlaşmalara sadık kalmış ve bu uğurda bazı
fedakârlıklara katlanmayı da göze almıştır.
Örneğin, Mekke’de Müslüman olduğu için hapse atılan ve Hudeybiye andlaşmasından sonra kaçarak Medine’ye
iltica eden Ebû Basîr’in, andlaşma gereği
Kureyşlilerce geri istenmesi karşısında;
“Ey Ebû Basîr! Bu (müşrik) kavme senin
de bildiğin gibi söz verdik. Dinimizde vefasızlığa yer yoktur. Allah sana ve seninle
beraber olan Müslümanlara bir çıkış yolu
gösterecektir.” (Vâkıdî, Megâzi, 2/625.)
diyerek, onu müşriklere geri göndermek
zorunda kalmıştır. Ebû Basîr kendisini
götüren iki kişinin elinden kurtulmayı başarmış ve Hz. Peygamber’in onun hakkındaki temennisi gerçekleşmiştir. Hudeybiye
andlaşmasından sonra, Kureyş heyetinin
başkanı olan Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû
Cendel de Müslüman olduğu için atıldığı
hapisten kaçarak Müslümanlara sığınmışsa da, Hz. Peygamber andlaşma gereği onu
da babasına iade etmek mecburiyetinde
kalmıştır. (Vâkıdî, Megâzi, 2/608.)
Benzer bir olay, Kureyş’in Peygamberimize elçi olarak gönderdiği Ebû Rafi’in
başından da geçmiştir. Kendi anlatımına
göre Hz. Peygamber’i görür görmez kalbinde Müslüman olma arzusu beliren ve;
“Ey Allah’ın Rasulü! Allah’a yemin olsun ki
ben onlara asla dönmeyeceğim.” diyen Ebû
Rafi’ye Peygamberimiz; “Ben andlaşmayı bozmam. Kimseyi de zorla alıkoymam.
Sen şimdi dön. Şayet şu andaki duyguların
orda da devam ederse geri gel,” karşılığını vermiş, bunun üzerine Mekke’ye dönen
Ebû Rafi’ daha sonra gelerek Müslüman
olmuştur. (Ebu Davud, Cihad, 163.)
Sevgili Peygamberimizin bu uygulamalarından anlıyoruz ki, verilen sözün
muhatabı düşman bile olsa buna riayet
etmek Müslümanın ahlâkındandır. O hal-
de kendi Müslümanlığımızın ayarını bu
mihenk taşına vurarak tespit edebiliriz.
Verdiğimiz sözleri yerine getiriyor muyuz?
Bu sözlerin ne kadarını atlatma ve oyalama amacıyla kullanıyoruz? Tutmadığımız
sözler için muhatabımızdan helâllik istiyor, elimizde olmayan sebeplerle yerine
getiremediğimiz vaadler için özür diliyor
muyuz?
Ortadoğu ülkelerinden birinde
bulunduğum sırada, oradaki bazı Müslümanların tutumlarıyla ilgili olarak dinlediğim bir tespit, bu ülkeye ticaret veya başka amaçla gelen gayrimüslim yabancılar,
oradaki Müslümanlarla bir iş görüşmesi
yaptıkları zaman, onların, başına inşallah
ekleyerek verdikleri sözlere derhal itiraz
ederek, “sakın ha inşallah’lı olmasın, kesin olsun” diye itiraz ederlermiş. Halbuki
İslâm kültüründe, ilgili ayetten de anlaşılacağı üzere (Kehf, 18/23-24.) hastalık,
ölüm, kaza ve benzerleri gibi, insanın elinde olmayan ve onun gücünü aşan engeller
için ihtiyaten söylenilen ve bu niyetle söylenmesi istenilen, “inşallah= Allah dilerse”
tabirini, insanın kendi ihmal ve kusurlarının bir mazereti gibi kullanmak. Allah ve
Rasulü’nün arzu ettiği insanlık hedefine
uzak kalabildiğimiz gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bu, en azından Cenab-ı
Hakk’a karşı yapılan bir bühtandır.
Sonuç olarak burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, doğruluk, ahde vefa,
emanete riayet, iffeti korumak, gözü ve eli
haramdan alıkoymak gibi insanı, salt biyolojik varlıktan ahlakî varlığa dönüştüren,
başka bir deyişle insanı Müslüman kılan
değerleri içermektedir. Müslüman kimliğimizi ancak bu değerleri yaşamak ve yaşatmakla koruyabileceğimizin bilincinde olan
ecdadımız, “söz namustur” diyerek aslında
fazla söze hacet bırakmamışlardır.
Diyanet Dergi Temmuz 2007/199.
MÜFETTİŞ
Biraz Tebessüm...
Ücra bir köyün ilkokuluna müfettiş geleceği haberi alınır. Bunu duyan tek
sınıflı ilkokulun tek öğretmeni panikler çünkü çocuklar 2. sınıfta olmalarına rağmen çok zor okumaktadırlar.
Öğretmen müfettişin geleceği gün sınıfta ufak bir konuşma yapar:
“Bakın çocuklar bugün okulumuza müfettiş gelecek.
Muhtemelen de tahtaya bir şeyler yazıp okumanızı isteyecek.
Müfettiş tahtaya bir şey yazmaya başlarsa hemen bana bakın ben size ne
yazdığını anlatırım, siz de okumuş gibi yapıp söylersiniz.”
Çocukların aklına yatmış bu tabii. Müfettiş gelmiş, kısa hoşbeşten sonra
müfettiş çocuklardan birine “Kalk bakalım” demiş “Şu tahtaya yazdığımı
oku” ve başlamış kocaman harflerle “kaplumbağa”
yazmaya.
Bunu gören öğretmen müfettişe çaktırmadan çocuğa bir güzel
anlatmış tahtadakinin ne olduğunu. Müfettiş: “Oku
bakalım
oğlum ne yazıyor?” Öğrenci: “Tos-ba-ğa”
Önce Kaçanları Yiyelim
Akıl hastanesinden iki deliyi salıvereceklermiş. Doktorlar kendi aralarında,
- “Şunlara son bir test yapalım da görelim akılları başlarına gelmiş mi.” demişler...
Bunun üzerine iki deliyi bir masa başına çağırmışlar. Masanın üzerine bir kavanoz
dolusu siyah zeytin, bir kavanoz dolusu da canlı hamamböceği dökmüşler ve,
- “Buyurun beyler, yiyiniz.” demişler...
Delilerden bir tanesi hemen zeytinlere saldırmış, ötekisi araya girmiş,
- “Önce kaçanları yiyelim, öbürleri nasıl olsa duruyor!”
SORU:
Köprüyü geçene kadar
MASAL
Adam kitapevine girer ve tezgahtara sorar:
- Afedersiniz sizde “kadınlara karşı zafer kazanan
erkekler” isimli roman var mı?
Tezgahtar eliyle az ilerisini işaret eder:
- Var efendim az ilerde masal kitapları reyonunda
bulabilirsiniz
Dört kişilik bir aile (baba, anne, kız ve erkek
çocuk) gecenin bir saatinde bir köprüye geldi.
Zifiri karanlıkta köprüyü geçmeleri gerek.
Bir el fenerleri var ve köprüyü geçerken onu
yanlarına almak zorundalar. Çok dar ve
sarsıntılı olduğundan köprüden bir defada en
fazla iki kişi geçebiliyor.
Erkek çocuk köprüden yalnız başına 1 dakikada, kız çocuk 3 dakikada, anne 7 dakikada
ve baba 10 dakikada geçebiliyor. İki kişi birlikte geçerken geçiş zamanı daha uzun sürede
geçenin zamanı kadar oluyor.
Örneğin baba-oğul birlikte 10 dakikada geçebiliyor. Köprüyü geçenlerin elinde fener de
bulunmak zorundadır. Uzaktan aydınlatma
olmayacaktır. Bu şartlarda köprüyü en az kaç
dakikada geçebilirler?
Rüyaları gerçekleştirmenin en kısa yolu
uyanmaktır.
S.M Power
‘’Muhakkak ki kulak, göz, kalp bunların her biri, kendi
fiillerinden mes’ul tutulacaklardır.
Hz. Muhammed (s.a.v)

Benzer belgeler