adım

Transkript

adım
DERGİSİ
AD IM
Bilgi
Fi ki r
Ad ı m
4. Adım Yayın Ekibi
-KünyeEditörler
Polina Cengiz
Serkan Alpkaya
Yayın Kurulu
Hacer Kara
Gözde Çevikaslan
Veli Reçber
Velican Polat
Pelin Gül
Tunzala Mamadevo
Ozan Arslan
Nur Aslan
Sanat Koordinatörleri
Erdem Çayan
Seyfi Demirci
Sibel Veldet
Hukuk Sorumlusu
Muhip Üzümcüoğlu
Halkla İlişkiler ve Dağıtım
Mehmet Baltacı
Dış İlişkiler
İreada Hamzaj
Iulia Chiciuc
Grafik Tasarım
Ercan Şahin
[email protected]
Yayın Yönetmeni
Eser Alpkaya
0534 510 00 40
Yazı İşleri Müdürü
İbrahim Gazioğlu
0506 326 36 57
Akademik Danışman
Ars. Gör. Fahriye Keskin Karagöl
Baskı: Star Ajans Bursa
Merkez: Serdivan/ Sakarya
E-Posta: [email protected]
İnternet Sitesi: www.adimdergisi.org
Merhaba Değerli Yolcular,
Belki merak edersiniz kim olduğumuzu ya da olmak istediğimizi diye
dilimiz döndüğünce ifade etmeye çalışalım;
Bizler, tanımlanamayanın izini kelimelerle süren Avareleriz,
"Güneşin altında yeni bir şey olmadığının" bilincinde ama yine de
Yeni Dünya’nın tekrardan keşfedilip, yeşertilmesi gerektiğine inananlarız.
Kadim olanın bekçileriyiz.
Kendimiz gibi yalnızlara, aslında yalnız olmadıklarını haykırmak istemekteyiz.
Fakiriz fakat dilenci değiliz.
Zenginiz ama kibirli değiliz.
Ölümlüyüz ama ölümsüz işler peşindeyiz.
Yedi verenleriz, yüreğimiz ise sonsuz.
Savaşçıyız ama kavga etmeyiz,
Dillendiririz ama tellendirmeyiz.
Görürüz ama gözetlemeyiz,
"Her şeyi göstere göstere yapar ama gösteriş yapmayız."
Seni bekleriz fakat ekmeyiz,
Aşkı Sevgili’de kaybeden ama aramaktan asla vazgeçmeyenlerdeniz.
"Hamı pişirir, kiri temizleriz",
Hem severiz, hem de sevdiğimizi söyleriz.
Bak işte söylüyoruz; yaratılmışları seviyoruz!
Sende şiddet yoksa, bizde sana açılmayacak kapı yok!
Gerçi bizde kapı yok ki açılsın!
Bizce, bu sayfaların arasında olmak demek;
kendinden çok daha büyük bir şeyin parçası olmak demektir.
Amacımız;
Kökü maziye dayanan çınarın asrını devirip istikbale yükseldiğini görmek,
Hedefimiz;
Her Adım’la fikri hür, irfani hür, vicdanı hür tefekkürün kalesi olmak!
İster başlıkları okuyun, ister sadece resimlere göz atın ya da iki kelimenin
arasındaki boşluktaki hakikati bulun; şu anda bu sayfalarda dolaştığınıza göre,
bir şeylere itirazınız var ve sizin gibi olsun olmasın bir şekilde aynı gemiye
binmiş olan insanlarla hür maviliklere doğru yol alırken,
O geminin güvertesinden, martılara ekmek atıyorsunuz demektir…
Adım Dergisi Yayın Ekibi
Şubat 2016
Temsicilikler
İstanbul
Fatih Rıfat Eymir
(Marmara Üni.)
0554 203 23 05
Hadiye Yolcu,
0535 023 1973
Gülcan Yayla,
0537 253 79 91
Diyarbakır
Ali Alioğlu
0535 412 21 70
Bursa
Alican Ekren
0534 365 05 69
Yalova
Esma Memi
( Yalova Üni.)
0534 298 83 73
Ankara
İsmet Berkan Erdem
( Ankara Üni.)
0541 797 89 95
Osman Erbasan
( Gazi Üni.)
0507 222 08 82
Adıyaman
Eskişehir
Meva Doğan
Gözde Özen
0544 393 67 10
0546 728 12 21
Bolu
Abuzer Ordu
0553 631 73 30
Turhan Alagöz
( Abant Üni.)
0534 298 83 73
Antalya
Ecem Drahor
0532 321 89 82
Almanya
Ali Erol Çetin
+49 171 293 12 23
06
10
13
39
40
41
BELİRSİZLİK KRİZİ
VE
SURİYELİ MÜLTECİLER
MELİH CAN KIZMAZ
İÇ SAVAŞ’A
RUSYA’NIN
MÜDAHALESİ
MEHMET RAKİPOĞLU
POLİNA
CENGİZ
(ŞİİR)
EŞCİNSELLİK ALGISI
NUR SELMA
ÇATIŞMALARIN
BAŞI
İBRAHİM GAZİOĞLU
ÇATIŞMALARIN
SONU
IULİA CHICIUS
14
16
İBRAHİM
GAZİOĞLU
(ŞİİR)
19
42
44
KADİM
BEŞ DENİZ HAVZASI
VE
ORTADOĞU ALGISI: GİRİŞ
ESER ALPKAYA
FARKETMEDİĞİMİZ
SERİ
KATİL
TUNZALA MAMEDOVA
TOPLUMSAL
YOZLAŞ(TIR)MA
TAYLAN ÖZGÜR AĞIR
BİR ÇAĞIN VİCDANI
ESMA MEMİ
ORMER
SÖYLEŞİSİ
23
24
28
46
48
İHSAN ELİAÇIK
SÖYLEŞİSİ I : SİYASİ
GÜNDEM
SİZE BUNLAR
VAADEDİLMİŞ
TOPRAKLARDAN
VİAGRA DUYAN
VAR MI?
KORAY SARIOĞLU
KÖR EBE:
BİR TELEVİZYON
OYUNU
ERDEM ÇAYAN
TÜRKİYE’DE
KADIN SORUNLARI
SÖYLEŞİSi
29
30
31
53
54
56
İSMET
BERKAN
ERDEM
(ŞİİR)
YALNIZLIK
İPTİLADIR
MÜPTELALARA
SERKAN ALPKAYA
OSMAN
ERBASAN
(ŞİİR)
DİYELİM Kİ GİTMEDİN
(KİTAP TANITIMI)
SERHAT ALLAHKULU
SEN DE
MOBİNGE
UĞRAYANLARDAN MISIN?
SUQRA CAFEROVA
SESSİZLİĞİ DUYMAK
GÖZDE ÖZEN
32
34
38
58
60
62
UZLAŞI
VE
HOŞGÖRÜ
KÜLTÜRÜ
GÜLCAN YAYLA
İSLAM’IN
BİRLİK VE BERABERLİĞE
VERDİĞİ
ÖNEM
MEVA DOĞAN
HAYATIM
GİBİ
BİR ŞEY
ÇAĞLAYAN BAL
DÜN KÖLEYDİK,
BUGÜN HALKIZ,
PEKİ YARIN?
OZAN ARSLAN
&
VELİ REÇBER (ŞİİR)
HATTAT
OLMAK İSTEYEN
DOKTOR
OSMAN ERBASAN
İSİMSİZ BAB 1
ANONİM BİREY
MİHRİBAN
SARI
(ŞİİR)
MEHMET ALİ
MEÇU
(ŞİİR)
52
ANLAMLAR
VE
YÜKLENENLER
SİBEL NAZ
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ-sf.3
Melih Can Kızmaz,
Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
&
Belirsizlik Krizi Mülteciler toplumumuzun bir parçasıdır.
Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan Arap Baharı, Ortadoğu’da uzun süredir hâkimiyetini sürdüren diktatöryel rejimlerin sonunu getirdi. Önce Tunus’ta
başlayan hareket, daha sonra Mısır, Libya, Yemen gibi
bölgedeki diğer ülkelere yayılarak, bölgenin konvansiyonel yapısını değiştirme yolundaki ümitleri arttırdı. Ancak
bu olumlu gelişme pek uzun sürmedi ve Arap Baharı’na
(Devrimi) karşı bir “anti-devrim” hareketleri türedi,
bunun sonucunda da; Mısır’da Arap Baharı sonrası
iktidara geçen Müslüman Kardeşler darbeyle devrilerek
ülkedeki askeri yapı eskisinden daha da güçlenmiş ve
Batılı devletlerin de desteğini alarak, ülkede diktatöryel
yapı daha sağlam konuma getirildi. Yemen ve Libya gibi
ülkelerde süregelen iç savaş ve siyasal belirsizliklere yol
açtı. Bölgesel çapta diktatöryel rejimleri bu denli rahatsız
eden gelişmeler olurken, 1970’ten beri hâkimiyeti elinde
bulunduran Suriye’deki Esed rejiminin de bu ayaklanmalardan etkilenmemesi imkansızdı. Suriye’de rejime
karşı isyan hareketleri ilk olarak Mart 2011’de, ülkedeki
ekonomik seviyesi düşük olan Sünni kesim tarafından
başlatıldı. İsyan hareketleri ülkede hızlı bir yayılma
gösterirken, Esed rejiminin tepkisi beklenenden sert
oldu. Çok kısa sürede büyük can kayıplarının yaşandığı
gösterilerde, muhalifler ile rejim arasında sert çatışma-
Bodrum’da sahile vuran Suriyeli Mülteci Aylan Bebek
ların da yaşanmasıyla ülkede sivil yaşamını tamamen
tehlikeye atan bir ortam oluştu. Maddi ve manevi açıdan
bütün değerleri ezilen insanlar, kendi güvenliklerini
sağlayabilmek adına ülkelerini terk ederek, başta bölgedeki Lübnan, Ürdün ve Türkiye gibi ülkelere göç edip,
6
fikir
Suriyeli Mülteciler
daha sonra Batı’ya doğru yönelerek mülteci krizini küresel platforma taşımış oldular.
Arap Baharı’nın ilk dalgasının ardından bölgedeki siyasal
hakimiyet yapısının eksen değiştirmesi ile beraber Suriye’ye sıçrayan hareket, sadece bölgesel değil küresel
olarak da büyük önem taşıyordu. Suriye üzerinde farklı
çıkarlar güden küresel aktörler de Esed yanlısı-Esed
karşıtı olarak iki kutba ayrılarak, Suriye’deki vekalet
savaşını derinleştirmiş oldular.
Almanya’daki Suriyeli Mülteciler
Çatışmaların diğer ülkelerden daha sert geçtiğinden
dolayı Suriye’deki halkın yaşama şansı neredeyse hiç
kalmadı ve bu yüzden kitlesel göç hareketleri başladı.
Suriye ’den Türkiye’ye doğru ilk göç hareketi Nisan
2011’de başladı. Mültecilerin rahatlıkla denetlenebilmeleri ve yerleştirilmeleri adına ilk kamp 1 Mayıs
2011’de Hatay’da kuruldu. Mültecilere yönelik ilk politika, Arap Baharı’nı tecrübe eden diğer ülkelerdeki gibi
olayın çabuk biteceğini öngörüp geçici önlemler almak
oldu. Kısa süreli alınan önlemler her ne kadar sonuç
verse de, Suriye’deki çatışma ortamı önüne geçilemez
bir hal aldı ve her geçen gün mülteci krizinin aslında
kısa süreli bir mesele olmadığı ve bu konuda uzun süreli
adımlar atılması gerektiği ortaya çıktı.
Mültecilerin, Suriye’deki çatışma sonrası en çok göç
ettiği ülke olarak Türkiye göze çarpıyor. Türkiye’nin
mülteciler için anlamı sadece bir sığınak noktası olmasın-
adım
bilgi
[email protected]
sonrası Türkiye’de doğmuş çocuklar. Ancak mültecilerle
dan ibaret değil, aynı zamanda mülteciler Türkiye’yi, Avrualakalı mevcut mevzuatın yetersizliğinden dolayı mültepa’ya geçiş yolunda bir köprü olarak görüyor. Ancak, Avruciler, Türkiye’de yasal olarak “mülteci” statüsünde değil,
pa ülkelerinin mültecilere sıcak bakmayışı, sınır yollarında
misafir statüsündeler. Bu durum da mültecilerin gelecekte
sert müdaheleler göstermesi, Türkiye’deki mültecilerin
nasıl şartlar altında yaşayacaklarını, ne durumda olacaklarını
geleceğini daha belirsiz bir hale sokmuş ve Türkiye’de
tamamen belirsizleştiriyor. Mültecilerin durumunun yasal
kalacakları yönünde beklentileri arttırmıştır. Halihazırda
ülkemizde kayıtlı 2.2 milyon mülteci bulunmaktadır. Mülte- olarak belli olmamasından dolayı, sağlıklı koşullarda bir iş
ci akınının başladığı günden beri Türkiye, yaklaşık 8 milyar bulamıyorlar. Suriyelilerin kalıcı çalışma izni alma oranları
sadece %5.4. Suriyelilerin kimlik alamama sorundolar harcama yaparak bu konuda da ne denli bir
larından dolayı, sağlık ve eğitim gibi hizmet
yükün altına girdiğini göstermektedir. Peki
sektörlerinden yararlanamıyorlar. Eğitim somülteciler ile alakalı Türkiye bugüne kadar ne
ülkemizde
runu ile ilgili olarak da, ülkede okul çağında
yaptı, bu krizin daha dramatik bir hal almakayıtlı
olan 550 bin Suriyeli çocuğun sadece %15’i
ması için ileride ne gibi adımlar izlemeli?
2.2 milyon
eğitim görebiliyor. Bu %15’lik dilimdeki
mülteci
çocukların 110 bini Suriye okullarında eğitim
Türkiye’nin mültecilere yönelik ilk polibulunmakta
görürken, 7500 çocuk da Türk okullarında
tikası, kamp kurup mültecilerin yaşamını
eğitim görüyorlar. düzene sokmaktı. Ancak kısa süreli politikalar
Suriye okullarının çoğu paralı, bu yüzden mültetutmayıp, olay uzayınca mülteciler kampların kaliciler çocuklarını bu okullara göndermekte zorlanıyorlar,
tesi ne kadar iyi olursa olsun, oradaki koşullarda yaşamak
Suriye okullarına giden çocukların çoğunun ailesi Avruistemeyen mülteciler öncelikle bölgedeki illere (Hatay, Anpa’ya gitme umudu taşıdıklarından çocuklarının Türkçe
tep, Urfa, Kilis, Adana gibi) daha sonra da Türkiye geneöğrenmelerini pek de elzem görmüyorlar. Ancak, özellikle
linde bir yayılım gösterdiler. Böylece mülteciler sokağa
Paris’te düzenlenen son saldırı, aslında sadece Batı’nın
çıktığımızda rahatlıkla karşılaşabileceğimiz bir kesim
İslamofobik köklerini canlandırmada değil, bu kökleri
haline geldiler ve ülkenin en kalabalık sosyal kesimlerinden
canlandırırken aynı zamanda da daha da katılaşacak sınır
biri haline geldiler. Özellikle bu kadar sayıda mültecinin
politikaları ile beraber, Avrupa’ya yönelik gerçekleşen ve
Türkiye’de yaşaması ile Türk halkında mültecilere yönelik
gerçekleşecek olan
bir algı oluşması
göç akınlarını keda kaçınılmazdı.
serek, bölgeyi adeta
Ama bu algılara
karantinaya alarak
değinmeden önce
bölgenin bütün
mültecilerin ülkedesosyal yapısını kendi
ki durumu ile alakalı
içerisinde yüzleştiistatistiki bilgiler
recek bir Avrupa
vermek gerektiğini
görebiliriz. Bu son
düşünüyorum. SuriParis saldırısının,
yeli mülteciler cinTürkiye’ye en önemsiyet oranlarına göre
li mesajlarından biri
eşit dağılım gösterimültecilerin Avruyor. Erkek nüfus
pa’ya geçişlerinin
%50.8 iken kadın
eskisinden de zor olacağı ve artık Türkiye’nin uzun vadeli
nüfus %49.2. Mültecilerin %55’ini 18 yaşın altındaki genç
somut adımlar atarak, ülkedeki “mülteci” belirsizliğini en
nüfus oluşturuyor ve mülteci nüfusunun %75’i “korunmaazından bir yere koyarak, bu konu hakkında adım atılması
ya muhtaç” kadınlar ve çocuklardan oluşuyor. Mültecilerin
kamp dışındaki yayılma oranını gösteren en önemli istatistik gerektiğidir düşüncesindeyim. Peki “mülteci krizi” nasıl
çözülebilir?
de, kamplarda yaşayan nüfusun sadece %13 olduğudur. GeÖncelikle, eğer bir yol haritası çizmek gerekirse, mülteci
lecekte mültecilerin yasal statülerinde bir değişiklik yapılkrizinin geçiştirici politikalar üreterek değil uzun soluklu
maması halinde açılacak toplumsal yaranın derinleşeceğini
projeler üreterek çözüleceğini, bölgesel ve küresel gelişmgösteren en önemli veri ise, Türkiye’de 0-4 yaş arasındaki
Suriyeli çocuk sayısı 387 bin ve bu çocukların 200 bini 2011 elerin sonucunda da mültecilerin kaderinin Türkiye olduğu
adım
bilgi
fikir
7
çıkarımını yapmıştık. Eğer artık mülteciler de bu toplu- sonra da diğer bakanlıklar ile görev paylaşımı yaparak,
olayın kolektif bir şekilde aşılabileceğini belirtmiştir.
mun bir parçası haline gelmişse, mültecilerin topluma
Ülkemizdeki mültecilerin arasında, orta sınıf zanaatkarentegrasyonunu çok dikkatli bir şekilde sağlamak
ların sayısı oldukça fazladır. Eğer kontrollü bir şekilde
gerektiğini düşünüyorum. Entegrasyon sağlanmak isteniyorsa, bir kesimin toplum tarafından kabul edilmesi iş dağılımı yapılıp, mülteciler yeteneklerine göre işlere
yerleştirilirse, kazan-kazan durumu yaratarak, işin
gerekli. Şu dönemde, toplumsal kabul ile alakalı verilsonucu hem mülteciler için, hem de ülkenin ekonomik
ere bakarsak; halkın %76.5’i Suriyelilerin uzun vadede
çıkarları için karlı bir hal alabilir. Sorunu aşmanın bir
sorun açacağı yönünde, bu inanışın bu kadar güçlü
diğer yolu da devlet personelinin mülteciler konusunda
olmasının ana sebebi olarak, halkın Suriyelilere suça
nasıl davranacaklarını öğrenmelerinden geçer. Türk
karışmış kişiler (%62 oran) gözüyle bakması olarak
okullarında bazı öğretmenler, Suriyeli öğrencilere karşı
görüyorum. Ek olarak, mültecileri kültürel tehdit
olumsuz bir tavır sergileyip, okulda bu öğrencile(%55) olarak görme, mültecilere vatandaşlık hakkı
rin dışlanmalarına sebep olabiliyor. Bu gibi sorunları
vermeme (%82), mültecilerin vatandaşların işlerini
aşabilmek için personel eğitimi elzemdir.
elinden aldıkları (%70), sağlık hizmetlerini
Mültecilerin her geçen gün Türkiye’de
ele geçirdikleri (gerçekte mültecilerin
mülteci
kalacaklarına dair inançları artmaktadır.
sağlık hizmetlerinden en çok yararnüfusunun
Bu konuda dil problemini aşarak,
landıkları bölge illerinde oran %3’tür)
%75’i
düşünceleri, mültecilere karşı bakışın
“korunmaya muhtaç” mülteciler ile toplum arasındaki bağı
güçlendirmek hayatidir. Eğer dil
ne kadar sert ve önyargılı olduğunun
kadınlar
problemi aşılırsa bu eğitim, iş, sağlık
kanıtıdır.
ve
gibi bütün sektörlerin önünü açacak
çocuklardan
ve toplumsal tabanlı tansiyonu daha
Aslına bakarsanız, mültecilere yöneoluşuyor
da azaltacaktır. Buna yönelik de Selcan
lik algıların çoğu yanlıştır. Suriyelilere
Özdemirci Hoca, öncelikle ailenin iletişim
yönelik suçlu algısı gerçeği yansıtmayıp,
ağı merkezi olan annenin (kadının) dil eğitiSuriyelilerin suça karışma oranı bir Türk vatanmine tabi tutulması gerektiği kanaatinde. Belki de en
daşına oranla çok düşüktür. Mültecilerin, iş hakkına
önemlisi, bütün bu işler yürütülürken, yukarıda verilerle
girdikleri düşünceleri de gerçeği fazla yansıtmayıp,
sıralanan toplumsal önyargılar göz önüne alınarak hammültecilerle yapılan görüşmelerde en önemli sorunlarle yapılmalıdır ki, planlanan politikalar halk desteğini
dan birinin iş sorunu olduğu gözlemlenmiştir. Ayrıca,
alıp, süreç daha da kolay tamamlanabilsin.
mültecilere yönelik “zulümden kaçan insanlar” algısı
her ne kadar masumane gözükse de, derininde çok
Her ne olursa olsun, bu süreç çok uzun ve meşakkatli
problemli görüşlerin olduğu açıktır. Eğer mültecilerin,
bir yoldan geçmektedir. Belki de on yıllar alacak bu
entegrasyonunu kolaylaştırmak istiyorsak bunun yolu,
sürecin daha sağlıklı yürütülebilmesi için bütün fakhalkın algısını ve rızasını yönetmekten geçer. Bu da;
törleri göz önünde bulundurup, işi büyük bir titizlikle
görsel, yazılı ve sosyal medya gibi medya aygıtlarının
yürütmek gerek. Eğer “mülteci sorunu”, mültecilerin
doğru şekilde yönetilmesinden geçer. Mültecilerle
ortaya çıkardığı sorun algısına kayarsa bu olay Türkiye
için çok ağır sonuçlara sebebiyet verecektir.
alakalı yapılan haberler genelde 3. Sayfa niteliğindeki haberlerdir, mülteci olayı medyada zalim-mazlum
ekseninde işlendiğinden halk da bu yönde yüzeysel
bilgiler edinmektedir. Bu konuda algılar değiştirilmek
isteniyorsa, haberlerin içeriği olayın problematiği ile
alakalı olmalıdır. Entegrasyon için rıza araçlarının eksen kaymasına uğraması tek başına yetmeyecektir.
Yayın Ekibi üyelerimiz Muhip Üzümcüoğlu ve Eser Alpkaya’nın Hindistan Seyahati kapsamında
Taç Mahal ziyaretinden bizim için hazırlanmış güzel bir kare.
İzlenimleri Dosya halinde 5. Sayı’da sizlerle olacak.
Bu sorunla daha geniş yelpazede yüzleşebilmek adına
bir Göç Bakanlığı kurulup, işin organize bir şekilde yürütülmesi gerekir. Bu konu hakkında SAÜ
ORMER’den Ayşe Selcan Özdemirci Hoca, Göç
Bakanlığı’nın da tek başına yeterli olmayacağını, olayın
önce hukuki bir statü kazanması gerektiğini ve daha
8
adım
bilgi
fikir
adım
bilgi
fikir
9
Mehmet Rakipoğlu,
Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
Bu çalışmada Ortadoğu'da yaşanan ayaklanmalardan
biri olan Suriye'de iç savaşa dönüşen duruma müdahale eden devletlerden biri olan Rusya'nın amaçları,
kayıpları ve gelecekte olası hamleleri tartışılacaktır.
Rusya'da Putin'in saldırgan politikalarıyla diplomasi
yerine silahı kullanmasının tarihi bir misyon olarak
algılanması devam eden iç savaşa müdahil olması sonucunu doğurmuştur. Rusya'nın Ukrayna'da Batı devletlerine meydan okuması ve yapılan açıklamalar göz
önünde bulundurulduğunda Rusya'nın Suriye iç savaşına olan müdahalesi sürpriz bir durum oluşturmadı.
Farklı aktörlerin aynı bölgede farklı aktörleri desteklemesi sorunların çözümünü daha da karmaşık hale
getirmektedir. Özellikle Ortadoğu'daki aktör sayısının
fazlalığı düşünülürse çatışmalardaki tek çatı altında
toplanamama sorunu, sorunların çözümüne karşı oluşan
en büyük engel olarak görülmektedir.
U
Ğ
[email protected]
İÇ SAVAŞ’A
RUSYA’NIN
MÜDAHALESİ
zeera.com, 2014) ve ABD’li gazeteci James Folley’nin
başını kesmesi (hurriyet.com, 2014) ABD ve Batılı devletler için IŞİD ulusal güvenliğe bir tehdit oluşturmuştur.
ABD’nin öncülüğündeki koalisyon IŞİD’i bölgeden
temizlemeyi amaçlarken, Esad’ın yönetimi bırakmasını
istemektedir. Fakat Rusya ve Çin’in Esad’ı yönetimde tutmaya çalışması Suriye üzerinde büyük güçlerin
çatışmasına sebep olmaktadır.
O
D
10
adım
bilgi
fikir
E
E
Y
İ
S SUR
A
Y
B
İ
L
R
I
S
I
M
Suriye’nin Dera adlı kentinde 15-17 Mart’ta başlayan
ayaklanmalar güvenlik güçlerinin sert ve ölümcül tepkileriyle tüm ülkeye yayılmıştı.
(Ufuk Ulutaş, 2015 Mart ) Krizin yerli dinamiklerle
çözülemeyeceği anlaşılmış, ilk olarak İran bölgeye
askerlerini göndermiştir. Kudüs gücünün komutanı
Kasım Süleymani ile bölgede aktif olmaya çalışan
İran’ın müdahalesine karşı ABD ve Batılı devletler
koalisyon oluşturarak IŞİD ve Esad rejimine karşı
savaşmayı tercih etmişlerdir. ABD ve Batı koalisyonu
Suriye’de neden koalisyonu hemen toplamadı sorusuna
cevap için ilk olarak ABD’nin Obama ile belirlediği ‘red
line’ konusu önemlidir. (Kessler, 2013) Sivillere karşı
21 Ağustos 2013’te Şam’ın Doğu Guta banliyösünde
kimyasal silah kullanılması (Raporu, 2013 ), Obama ve
Batı için müdahaleye yeşil ışık yakmıştır. Her ne kadar
Obama kimyasal silah kullanılmasını ‘kırmızı çizgi’
olarak belirtesede ilk müdahale Rusya’dan gelmiştir.
Bu sebepten ötürü de ABD’nin ve Obama’nın Suriye
konusundaki muğlak politikası, çekimser politikası
eleştirilmiştir. (21yyte.org, 2015) ABD sorumluluğu tek
başına almaktan kaçınmıştır. Kurulan koalisyona farklı
ülkeler farklı açılardan destek vermiştir. (İdil, 2014) Öte
yandan IŞİD’in 29 Haziran’da halifelik ilan etmesi (alja-
İY
TUNU
17 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan ayaklanmaların
temelinde ekonomi ve siyasi katılımın sınırlı olması
yatmaktadır. Demokrasinin Ortadoğu toplumlarına
uygulanabilirliği tartışmasını beraberinde getiren bu
hareketler Tunus, Mısır, Suriye, Libya gibi devletlerde
önemli sonuçlar doğurmuştur. Körfez ülkelerinde ise
göstermelik reformlarla halkın ayaklanması belirsiz bir
süreliğine bastırılmıştır . Arap Devrimleri, Arap İsyanları, Arap Uyanışı gibi farklı isimler verilen hareketlerde (Orhan, 2013) bölgesel ve küresel aktörlerin etkisi
yadsınamayacak derecede önemlidir. ABD'nin küresel
anlamda Ortadoğu ölçeğinde aktifliği 2003 Irak işgaliyle başlamışken, İran ve Suudi Arabistan'da bölgesel
olarak Yemen üzerine kozlarını paylaşmaktadır. (Oruç,
2015) Öte yandan Rusya'nın ve Çin'in NATO'nun Libya
müdahalesi sonrası uluslararası sistemdeki çıkarlarının
zedelenmesiyle saldırgan politikalar izlediği görülmektedir. Suriye’de devlet başkanı Esad’ın Rusya ile olan
tarihi ilişkileri düşünüldüğünde Putin-Esad dostluğu
Suriye’deki iç savaşa Rusya’nın müdahalesine öncülük
etmiştir.
RK
Suriye İç Savaşı
Arap Uyanışı
Suriye’de Çarpışan Eksenler ve Rusya Müdahalesi
Yerel aktörlerin sayısının fazlalığı ve etki alanlarının
kısıtlılığına, bölge dışı aktörlerin müdahale hevesi
eklenince Suriye iç savaşı daha karmaşık bir hal almıştır.
İsrail-ABD-Ürdün’ün oluşturduğu ilk eksen, Türkiye-Katar - Fransa ikinci eksen, İran-Rusya-Hizbullah ve
dolaylı olarak Çin’in oluşturduğu üçüncü eksen Suriye’deki iç savaşta çarpışan eksenler olarak görülebilir.
Bu 3 eksen savaşa kuşbakışıyla baktığımızda görebileceğimiz eksenlerdir. Savaşa sahaya inip baktığımızda savaşan eksenlerin sayısını saymak pek mümkün
değildir. Rusya hava kuvvetlerini 30 Eylül itibariyle
Suriye’de aktif bir şekilde Esad’ı korumaya başlaması
Esad’ın yönetimde kalmasını sağlamıştır.
Esad
askeri olarak yardımların dolayı Çinli bir haber ajansına
verdiği mülakatta Rusya’ya teşekkür etmiştir. (gulfnews.
com, 2015) Rusya’nın müdahalesi sonrası askeri olarak
güçlenen Esad, Türkiye-Fransa-Katar üçlüsüne karşı sert
açıklamalar yapmıştır. Esad’a karşı muhalefeti tek çatı
altında toplamaya çalışan Türkiye’nin çabalarına rağmen
istenilen olmamıştır. Türkiye’nin yerine bölgede arabuluculuk rolü üstlenmeye çalışan Suudi Arabistan Riyad’da
muhalifleri bir araya getirmiştir. (aljazeera.com, 2015)
TÜ
A
T
R
O
ekonomisinin kötüye gidişine sebep olmuştu. Kötü giden
ekonomik koşulların iyi hale gelmesi ümidi Putin’in
Suriye müdahalesindeki sebeplerden biri olarak gösterilebilir. Suriye müdahalesi sonrası Rusya’nın bölgede
aktifliğine karşı Batı’nın uyguladığı ambargoları kaldırmaktan başka çaresi kalmayacağı umudu ekonomik
iyileşme süreci hayalini getirmiştir. İkinci olarak Hafız
Esad zamanında daha iyi bir hale gelen ilişkilerin bozulmasını istemeyen Rusya, Esad’ın yönetimden gitmesine
göz yummamak için Suriye’ye müdahele etti. Rusya’nın
gittikçe uluslararası toplumdan uzaklaştırılması, Putin’in
hali hazırda müttefik olduğu ülkeleri korumaya itmiştir.
Üçüncü olarak Rusya’nın Akdeniz’deki tek üssü olan
Tarsus şehrindeki gücünü kaybetmek istememektedir.
Hatta Rusya bölgede ikinci bir üs kurmaya başlamıştır.
(aljazeera.com, 2015) Dördüncü olarak Rusya’nın
Suriye’ye müdahalesine bir sebep olarak Libya müdahalesinde Batı tarafından aldatıldığını düşünmesidir. Libya’da karışıklıklar yaşanırken Kaddafi’ye karşı NATO
1973 sayılı çözüme (un.org, 2011) Rusya’nın destek vermesi sonrası yaşananlar Rusya’nın milli çıkarlarına ters
düşmesi sebebiyle Rusya Batı tarafından aldatıldığını
hissetti. NATO’nun Libya müdahalesi sonrası Rusya’nın
bölgede etkisi kırılmış oldu. Ve iki başlı yönetim Libya’da Rusya’nın isteklerine ters bir durum teşkil etti.
Beşinci sebep, ABD’nin Obama ile stratejik önceliklerinin değişmesiyle ABD’nin Ortadoğu’daki eski gücünü
yitirmeye çalışmasını gören Rusya’nın ABD’nin yerini
alma çabası olarak gösterilebilir. (Köse, 2015) ABD,
Obama doktrini ile 2011’de Irak’tan asker çekmeye
başlamış, gücünü daha çok ekonomik olarak yükselen
Çin’i dengelemeye ayırmıştır. ABD’nin güç kaydırma
politikası Rusya için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.
ABD’nin sahada dengelenmesi ve ABD yerine Rusya’nın
aktif olması amaçlanmıştır. Öte yandan Yemen’de Suudiler ile vekalet savaşında olan İran’ın bölgede aktifliğini
de kendi çıkarlarına ters düşmedikçe isteyen Rusya,
kendisinden daha fazla aktif olacak ve yarar sağlayacak
bir İran’ı sahada görmek istememektedir. Altıncı sebep
olarak da Rusya açısında Suriye’nin açık bir silah Pazarı
olarak görülmesidir. Bu yazılan 6 sebep sadece görünen
ve en bilindik sebeplerdir.
A
Y
S
U
R
D
B
A
Rusya’nın Müdahale Sebepleri
Rusya’nın tarihi olarak diplomasi yerine silah veya hard
power kullanmasına Putin’in saldırganlığı da eklenmiştir. Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhak etmesinden sonra
Batı devletleri tarafından ambargoya mahrus kalması
adım
bilgi
fikir
11
Sonuç
Ortadoğu’da yaşanan sorunlara çözüm arayışlarında
bölge dışı aktörlerin müdahalesi bilindik bir konudur.
Körfez ülkelerinin örneğine bakacak olursak Körfez
İşbirliği Konseyi’ndeki çözümlere ortak karar verememe
sorunun arkasında bu neden yatmaktadır. (Akkaya,
2013) Aynı şekilde Suriye veya Irak’ta yaşananlara
çözüm arayışında bölge dışı aktörler yer almaktadır.
Suriye iç savaşında ABD, Rusya, İran gibi aktörlerin
müdahil oluşu savaşı farklı bir boyuta itmiştir. Rusya’nın
Suriye iç savaşında müdahil olması, Suriye iç savaşının
geleceği için çok önemlidir. Saldırgan politikalarıyla Putin’in Rusya’yı Ortadoğu bataklığına sürmesi
hele de Ukrayna krizi sonrası kötü hal alan ekonomisi
düşünüldüğünde Rusya’nın Suriye müdahalesi rasyonel
değildir. Rusya’nın Suriye’de Esad’ın yanında olması ve
muhalifleri, İslamcıları, IŞİD’i ve Türkmenleri vurması
uluslararası kamuoyunda Rusya tepkilerini arttırmıştır.
ABD’nin çekimser tavrı sonrası Rusya’nın müdahalesinin arkasında yatan farklı sebepler vardır. Öte yandan
Rusya’nın Ortadoğu’daki karışıklıklara karışmasına
müsamaha eden Batı belki de Rusya’yı Ortadoğu’ya
çekerek daha da güçsüz konuma getirme amacındadır.
Türkiye ile 24 Kasım’da yaşanan ‘uçak krizi’ ve sonrası
yaşanan ‘balıkçı teknesi krizi’ ile de Rusya’nın yanlış
hamleler yaptığını görmekteyiz. Ortadoğu bataklığına
giren Rusya, boğulmakta ve boğulurken yanına başka
aktörleri de çekmeye çalışmaktadır. Ortadoğu ölçeğinde
Afganistan’ı 1979’da işgal eden Sovyetlerin başarısızlığı
bugün Suriye’de çok açık görülmektedir. Kısa vadede
Rusya ve Esad kazanmış gibi görünsede Ortadoğu’da
dengelerin değişmesi çok kısa sürmektedir. Etkin olan
aktörlerin 1 saat içerisinde gücünü kaybettiğine şahit olmaktayız. Rusya, Suriye iç savaşında geleceğini
düşünerek masaya oturmalı, ilk olarak muhaliflerin ve
halkın istediği şekilde bir geçiş yönetimi kurulmasını
sağlamalıdır. Rusya saldırgan politikalarının Putin’e
olan halkın güvenini de kırmıştır. (bbc.com, 2015) Putin
ekonomik sıkıntılara ve halkın desteğinin azalmasına
rağmen inatçı bir politikayla gerek Türkiye’yi gerekse
Batılı devletleri karşısına almıştır. Ve Putin’in saldırgan
söylemleri ve tutumlarıyla Rusya, Suriye iç savaşında Esad’ın bir numaralı koruyucusu olmuştur. Suriye
iç savaşının geleceği için yapılacak müzakerelerde
Rusya’da masada yer alacağını garantilemiştir.
Kaynakça
un.org. (2011, Mart 17). Aralık 2015, 2015 tarihinde www.un.org:
http://www.un.org/press/en/2011/sc10200.doc.htm adresinden alındı
aljazeera.com. (2014, Haziran 29). Aralık 14, 2015 tarihinde www.aljazeera.com:
http://www.aljazeera.com.tr/haber/isid­hilafet­ilan­etti adresinden alındı
hurriyet.com. (2014, Ağustos 20). Aralık 14, 2015 tarihinde www.hürriyet.com:
http://www.hurriyet.com.tr/isid­abd­li­gazetecinin­basini­kesti­27036758 adresinden alındı
21yyte.org. (2015, Ekim 09). Aralık 14, 2015 tarihinde www.21yyte.org:
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/amerika­arastirmalarimerkezi/2015/10/09/8317/abdnin­suriye­politikasindaki­donusum adresinden alındı
aljazeera.com. (2015, Aralık 08). Aralık 14, 2015 tarihinde www.aljazeera.com:
http://www.aljazeera.com.tr/haber/riyadda­suriyeli­muhalifleri­birlestirme­zirvesi
adresinden alındı
aljazeera.com. (2015, Eylül 15). Aralık 14, 2015 tarihinde www.aljazeera.com:
http://www.aljazeera.com.tr/haber/rusya­suriyede­hava­ussu­kuruyor­1 adresinden alındı
bbc.com. (2015, Ocak 17). Aralık 14, 2015 tarihinde www.bbc.com:
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/01/150116_rusya_putin_destek adresinden
alındı
gulfnews.com. (2015, Kasım 22). Aralık 04, 2015 tarihinde www.gulfnews.com:
http://gulfnews.com/news/mena/syria/syrian­army­advancing­thanks­to­russia­al­assad­
1.1624419 adresinden alındı
Akkaya, G. N. (2013). Körfez İşbirliği Konseyi. Seta Analiz, 12.
İdil, N. (2014, Eylül 22). radikal.com. Aralık 14, 2015 tarihinde www.radikal.com:
http://www.radikal.com.tr/dunya/iside­karsi­koalisyonda­hangi­ulke­ne­yapiyor­1214060/
adresinden alındı
Kessler, G. (2013, Eylül 6). washingtonpost.com. Aralık 14, 2015 tarihinde
www.washingtonpost.com: https://www.washingtonpost.com/news/fact-checker/
wp/2013/09/06/president­obama­and­the­red­line­on­syrias­chemical­weapons/
Köse, T. (2015, Kasım 15). setav.org. Aralık 15, 2015 tarihinde www.setav.org:http://
setav.org/tr/abdnin­stratejik­oncelikleri­ve­suriye/yorum/33306 adresinden alındı
Orhan, D. D. (2013). Ortadoğu'nun Krizi: Arap Baharı ve Demokrasinin Geleceği.
Atılım Sosyal
Bilimler Dergisi, 18.Oruç, S. (2015, Aralık 2). akademikperspektif. Aralık 11, 2015
tarihinde
www.akademikperspektif.com: http://akademikperspektif.com/2015/12/02/yemendeyenilen­kim/ adresinden alındı
Raporu, B. D. (2013 ). Suriye Halkına Karşı İşlenen Savaş Suçları. Barış Derneği.
Ufuk Ulutaş, K. K. (2015 Mart ). Sınırları Aşan Kriz Suriye. SETA Analiz, 7.
[1] Örnek olarak Suudi Arabistan’daki yerel seçimlerde kadınların oy kullanması
verilebilir.
[2] İran’ın Ortadoğu’daki kılıcı olarak adlandırılan Kasım Süleymani, İran dış politikasında önemli bir isimdir.
http://www.aljazeera.com.tr/al­jazeera­ozel/iranin­ortadogudaki­kilici­kasim­suleymani
[3] Katar, Körfez ülkeleri arasında hem İhvan politikasında hem de Suriye politikasında diğer 5 körfez ülkesinden farklı davranmaktadır.
[4] Hard power; devletlerin daha çok askeri güçlerini ve ekonomik güçlerini kullanarak
karşı devletleri etkilemeleri ve milli çıkarlarını korumalarını sağlayan güç türüdür.
Hayır! Bir itirazım yok.
Sadece, kabullenemiyorum…
Hayır! Şükrediyorum.
Sadece, Şikayetlerim de var…
Hayır! Özlemiyorum, seviyorum.
Sedece, ara sıra uzaklaşmak istiyorum…
Hayır! Bencil değilim kesinlikle.
Sadece, paylaşmak istemiyorum…
Hayır! Onu değiştirmek istemiyorum
Sadece, öyle davranmasa keşke…
Hayır! Onun o hallerine aşığım.
Sadece, O halini tek benle yaşasın istiyorum…
Hayır! Ben onun bir parçasıyım.
Sadece, Ondan ayrı da davranabilmek istiyorum…
Hayır! O katien yalnız değil.
Sadece, ebediyete bizden önce kavuşmuş…
Hayır! Ben onun için savaşırım.
Sadece, savaşarak elde etmek istemiyorum…
Hayır! Ben onun için gitmiyorum.
Sadece, o var diye gidiyorum.
Hayır! Ben onu sadece sevmiyorum.
Sadece, isteklerine hayır demek istemiyorum…
İbrahim Gazioğlu(Acizoğlu)
Seviyordum Sizi
Seviyordum sizi ve bu aşk belki
İçimde sönmedi bütünüyle.
Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi
İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle.
Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi.
Bazen çekingenlik, bazen kıskançlıkla üzgün.
Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki
Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin.
Я вас любил: любовь еще, быть может,
В душе моей угасла не совсем;
Но пусть она вас больше не тревожит;
Я не хочу печалить вас ничем.
Я вас любил безмолвно, безнадежно,
То робостью, то ревностью томим;
Я вас любил так искренно, так нежно,
Как дай вам бог любимой быть другим.
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin Derleyen: Polina Cengiz
12
adım
bilgi
fikir
adım
bilgi
fikir
13
Esma Memi,
[email protected]
Yalova Üniversitesi, Hukuk
Bir Çağın Vicdanı
10 Ekim 2015.
Ankara’da emek, barış, demokrasi mitinginde
gerçekleşen patlamanın tarihi. Yüzden fazla ölü, üç yüze
yakın yaralı, bu travmayla psikolojik desteğe ihtiyacı
olan belki binler…
13 Kasım 2015.
Paris’te gerçekleşen terör saldırılarının tarihi. Altı
farklı noktadaki saldırılardan en vahşice
olanı Eagles of Death Metal’in konserinde gerçekleşti. Konser salonunda
seksen yedi genç vurularak öldürüldü.
Yüz elliden fazla ölü olduğu söylendi.
Ankara katliamının arkasında hangi
örgüt olduğu netlik kazanmış değil.
Paris’teki saldırıların ve son yıllarda
gerçekleşen terör saldırılarının çoğunun sorumlusu olarak gördüğümüz örgüt ise kendisini İslam
adına Cihad eden kişiler olarak göstermekte. Fakat
sanıldığı gibi cihad insanları Müslüman yapmak için
din uğruna yapılan savaş demek değildir. Cihad, cehd
etmek yani çaba sarf etmektir, kendisine özgürlüğüne
yönelmiş saldırılara yönelik sergilenen çabayı ifade eder.
Bildiğim bir şey varsa ne İslamiyet ne de diğer semavi
dinler masum insanların öldürülmesini emretmemiştir.
Hiçbir dini inanç bu saldırıları makul görmez. Şiddeti
elden bırakmak istemeyenler, kitlelere savaşlarının meşru
olduğunu kabul ettirmek ve onları düşmana karşı mobilize etmek için bazı yerlerde terörü bazı yerlerde cihadı
kullanmışlardır . Bilmeliyiz ki hiçbir katliam; neticesinde
iyi ve güzeli getirmez, getirmeyecektir. Hal böyleyken
zalimlerin sözüne kanıp bir topluluğa yahut belli bir dine
mensup kişilere düşman olmak onlara ortak olmaktan
başka bir şey olmayacaktır benim nazarımda.
14
Ankara ve Paris saldırıları arasında ve sonrasında
maalesef ki pek çok adaletsiz, zalimane tutum sergilendi. Kimisine tanık olduk, bazılarını duyduk, çoğundan
belki de bihaberdik. Bu iki olayı özellikle seçmemde bir
sebep var. Saldırı yeri, mağdurları, failleri farklı olan bu
saldırılarda önemli bir şeyi gözden kaçırıyoruz. Her şeyin
ötesinde iki saldırı da insanlığa karşıdır. Tıpkı Filistin’de,
Arakan’da, Doğu Türkistan’da olduğu gibi masum insanlara yönelmiş vicdansızca ve vahşice saldırılardır.
Tüm bunlara birden üzülemiyor muyuz yoksa? Bu sefer neyi ayırıyoruz; ideolojilerini
mi, dinlerini mi, yaşayış tarzlarını mı?
Ölüleri de mi artık sınıflandırır olduk?
Kimlerden olduklarını sorgulamadan
üzülemeyecek miyiz artık yaşamını
yitirenlere? Sadece barış isteyen gençlerle
sevdiği müzik grubunu dinlemeye gitmiş
kişiler arasında ya da tüm bu ölenlerle kendimiz
arasında illa bulmacalardaki gibi yedi farkı bulmak mı
gerekir?
adım
bilgi
fikir
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, yaşananlar üzerine üç ay olağanüstü hal ilan etti. Niyetim acıları
yarıştırmak değil asla fakat acılarına sahip çıkma
şekilleri bize örnek olmalıdır diye düşünüyorum. Daha
korkunç bir katliam ötekileri unutturmamalı . Paris,
Avrupa’nın hatta dünyanın önemli ve güzel şehirlerinden, evet orada yaşanan katliamın tarifi olmaz, evet
korkunçtu ve yanlarında olmalıyız her daim destek
olmalıyız, zalimlere karşı tüm dünyaya birlikte sesimizi
duyurmalıyız fakat bu yaşananlar bize diğer zulümleri
unutturmamalıdır. Soma’daki maden faciası, Artvin’de
yaşanan sel felaketi, Özgecan Aslan vahşeti, Aylan Kurdi, savaştan kaçanların özgürlük mücadelesi, Suruç Katliamı ve Ankara’daki bombalı saldırı başta olmak üzere
ülkece zor zamanlardan geçtik, geçmekteyiz. Yazıktır ki
gereken hassasiyet hiçbir zaman gösterilmedi. Gerektiği
kadar sahip çıkamadık, onca acıya kendi acımız gibi
dertlenemedik bir türlü. Hükümet olarak da vatandaşlar
olarak da tepkisiz kalıyoruz yaşanan acılara, eşitsizliklere, zulümlere. Tahammülsüz, hoşgörüsüz, bencil,
bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı bireylere dönüştük
farkında olarak veya olmayarak. Masum insanlarla birlikte vicdanlarımızı da yitirdik.
temel hak ve özgürlüklerindendir). Ne zaman ideolojisi, fikirleri, inancı, giyim kuşamı yüzünden insanları
ayırmaya, hor görmeye başladık; ne zaman eşitlikten,
özgürlükten bahsedip de bu eşitsizlik ve haksızlıklara
göz yummaya başladık? Saygımızı ne zaman yitirdik
ve ne zaman insana insan olduğu için değer vermeyi
bıraktık merak ediyorum. Yetmez mi aynı göğün altında
yaşamak üzüntüleri paylaşmaya birlikte gülmeye?
Kelimelerim tükenirken Cemil Meriç’in hislerime
tercüman olan o sözlerini anımsıyorum. Ben de bir
çağın vicdanı olmak isterdim. İdrağımıza vurulan
zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, insanı insandan
ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Maziyi istikbale bağlayacak bir köprü olmak isterdim. Kelimeden
sevgiden bir köprü…
Tüm bunlar yaşanırken bir tiyatrocumuzun kendi sosyal paylaşım sitesinde yayınladığı fotoğrafla
iyice hırpalanıyor hislerimiz. Şöyle yazıyor fotoğrafın
altında: “Biz ne zaman ve neden bu kadar geriye gittik?” Aynı soruyu ben de sormak istiyorum. Ne zaman
sırf başörtülü diye kadınlara hakaret etme ve rencide
etme hakkını kendimizde bulacak kadar hoşgörüsüz
olduk (Kaldı ki başörtüsü kullanmak hoşgörülecek bir
şey değil bilakis inanç özgürlüğü kapsamında bireyin
Kaynaklar
Ahmet Ümit, Patasana, Everest Yayınları
Caner Taslaman, Terörün ve Cihadın Retoriği, İstanbul Yayınevi
İhsan Eliaçık, Kur’an’da Özsavunma Ayetleri Haritası:
http://www.ihsaneliacik.com/2015/07/17/kuranda-ozsavunma-savas-ayetleri-haritasi/
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı, Çarpıtılan Cihad Anlayışı
adım
bilgi
fikir
15
Söyleşisi
Aşağıda 7 soruda Ortadoğu Araştırma Merkezi Müdür Yardımcılarından İsmail Numan Telci ile Ortadoğu konusunda yaptığımız söyleşiye
yer veriyoruz.
1-Ortadoğu Enstitüsü’nün işlevi, amacı ve şuan bulunduğu durum nedir?
2- Bu gibi düşünce kuruluşlarının Türkiye ve Dünya'da dış politikayı şekillendirmede etkisi var mıdır?
Sakarya Üniversitesi’nde Ortadoğu Araştırmaları
Merkezi olarak 2014 yılında faaliyetlerine başlayan kurumumuz 2015’in Mayıs ayında Bakanlar Kurulu kararı ile
Enstitü statüsünü almıştır. Kuruluş amacımız Türkiye’nin
Ortadoğu alanında özellikle son yıllarda daha fazla açığa
çıkan insan ihtiyacını karşılamak, bu alanda nitelikli ve
kalifiye araştırmacıların yetişmesine öncülük etmektir. Bu
çerçevede Mısır, İran, Irak, Suriye, Körfez ülkeleri ve
Kuzey Afrika gibi İslam dünyasının en önemli ülkelerinin
derinlemesine çalışıldığı bir enstitü olarak
faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz.
Bünyemizde tam zamanlı olarak çalışan 15 öğretim üyesi
ve 18 araştırma görevlisi görev yapmaktadır. Ayrıca
Mısır, Yemen, Filistin, Urdun ve Irak’tan 5 yabancı öğretim üyemiz de bulunmaktadır. Enstitümüzde Ortadoğu
Çalışmaları alanında master ve doktora programları
yürütülmektedir. Bu programlarda Türkçe, İngilizce ve
Arapça dillerinde eğitim verilmektedir. Bununla birlikte
Enstitümüzde eğitim alan tüm öğrencilere Arapça ya da
Farsça dil dersleri verilmektedir. Enstitümüzde uluslararası bir öğrenci profili bulunuyor. Mısır, Filistin, Tayland, Fas, Gine, Gana, Yemen, Filistin, Katar ve Filistin
gibi ülkelerden öğrencilerimiz var. İki yılda bir
düzenlediğimiz Ortadoğu’da Siyaset ve Toplum Kongresi’ne birçok ülkeden araştırmacılar katılıyor. Enstitümüz
tarafından çıkarılan Türkiye Ortadoğu Çalışmaları ve Ortadoğu Yıllığı dergileri bu alanda Türkiye’de önde gelen
yayınlar arasında.
Günümüz dünyasında dış politika yapımı sadece siyasi
faaliyetler aracılığıyla gerçekleşmemektedir. Uygulama
boyutunda birçok farklı kurum devreye girmektedir.
Türkiye’de TİKA, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Yunus Emre Enstitüsü ve Kızılay
gibi kurumlar bu çerçevede sayılabilir. Bununla birlikte
dış politika yapıcılarına uluslararası siyasette ihtiyaç
duyacakları uzmanlık bilgisini sunacak ve farklı politika seçeneklerini ortaya koyacak araştırma merkezleri
ya da düşünce kuruluşlarının da varlığı büyük önem
taşımaktadır. Bu anlamda Enstitümüz bilimsel bilginin
dış politika ve uluslararası ilişkiler pratiğine uygulanmasında önemli bir işlev görme potansiyeline sahiptir.
Bu anlamda İstanbul ve Ankara’da faaliyet gösteren
diğer bazı kurumları da dikkate almak gerekir. Bu tür
kurumlar ve faaliyetler her ne kadar Türkiye’de görece
yeni sayılabilirse de özellikle Batı ülkelerinde çok daha
önceleri başlamıştır. Türkiye’de şuana kadar kurulmuş
en kapsamlı Ortadoğu Enstitüsü bizim kurumumuzken
bu tür merkezler ABD, İngiltere, Almanya ve Rusya
gibi ülkelerde yüz yıllık geçmişe sahiptirler. Bu anlamda Türkiye’nin bu tür faaliyetler konusunda biraz geç
kaldığını belirtmek yanlış olmaz.
SESSİZLİĞİ
16
adım
bilgi
fikir
3- Ortadoğu’nun çatışma merkezi olmasının nedenleri
nelerdir?
Burada birçok nedenden bahsedilebilir. Ancak Ortadoğu’daki çatışmaların kökeninde temel olarak iç dinamiklerden ziyade dış aktörlerin etkili olduğunu düşünüyorum. Uzun yıllar boyunca Ortadoğu toplumları kendilerini
temsil etmeyen ve dış aktörlerle yakın ilişkiler içerisinde
olan yönetimlerce idare edilmişlerdir. Bu durum sadece bu
ülkelerin iç politikalarını etkilememiş, dış politikada da
olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Dış aktörler kolay biçimde
ülkeleri savaşa teşvik edebilmiş ve savaş boyunca iki tarafı
da silah ve mühimmat temin etmiştir. Bu durum son olarak
ve en kapsamlı biçimde Suriye’deki iç savaşta kendisini
göstermiştir. Suriye’de başlayan devrim gösterilerinin Esed
rejimi tarafından kanlı biçimde bastırılmasının üzerine
birçok dış aktör olaya müdahil olmuş ve çatışmanın tarafı
haline gelmişlerdir. Kendi dinamikleri ile daha kısa bir sürede çözülebilecek bir çatışma çok daha uzun ve insan hayatına mal olan bir biçim almıştır.
4- Son dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle
yaşadığı sorunları ve özellikle Ortadoğu’da değişen
komşularla sıfır sorun anlayışını nasıl yorumluyorsunuz?
Ancak bu süreçte karşı-devrimci aktörler halk hareketlerinin
devam ettiği bu ülkelerde devrim süreçlerinin sona ermesi
için çabaladı. Tunus’ta bu yönde çabalar başarılı olmadı ve
devrimci aktörler bir şekilde iktidarın parçası olmayı
başardı. Mısır’da ilk etapta devrimciler iktidardaydı ancak
dış destekli karşı-devrimciler süreci tersine çevirdi. Suriye’de ise devrimciler hiçbir zaman iktidarı tam olarak
ellerine geçiremedi. İran ve Rusya’nın ciddi anlamda
desteğini alan Esed rejimi bir şekilde iktidarını korumayı
başardı. Bu süreçler boyunca Türkiye hep halkların tarafında
yer almayı tercih etti ve karşı-devrimcilere destek olmadı.
Bu yüzden devrimlerin başarılı olamadığı ülkelerde iktidara
gelenler ya da bu pozisyonları ellerinde tutanlar Türkiye ile
ilişkilerinin en düşük seviyeye indirdi. Burada İran’la ilgili
de bir parantez açmak gerekecektir. Her ne kadar Türkiye,
Tahran’a küresel ambargoların uygulandığı dönemde İran’la
ticaret yaparak geleneksel müttefiği olan ABD ile ilişkilerini
riske attıysa da İran, bölgesel politikalarda Türkiye aleyhine
ciddi kampanyalar yürüttü. Suriye’de iç savaşa doğrudan
müdahil olarak binlerce masumun yaşamını kaybetmesine
neden oldu. Öte yandan Irak’taki merkezi hükümeti
kontrolü altına alarak Bağdat’ın Türkiye karşıtı
politikalar yürütmesini sağladı. Dolayısıyla Türkiye’nin komşularla sıfır sorun politikasının bozulduğunu söylemekten
ziyade, İran merkezli bir güç konsolidasyonu ile Türkiye
merkezli bir mücadelenin ortaya çıkardığı ilişkiler yumağının halihazırda bölge politikasını şekillendirdiği tespiti
yapılmalıdır. Burada devreye girebilecek birçok değişkenin
bölgedeki siyasi denklemi değiştirebileceği iddia edilebilir.
Türkiye bölgede sadece sorunlu ilişkiler geliştirmediğini
de görmek gerekiyor. Katar, Suudi Arabistan ve Irak Kürt
Bölgesi yönetimiyle Ankara’nın ilişkileri olumlu biçimde
seyrediyor. Bu trende diğer bazı ülkelerin de katılabileceği
öngörülebilir.
Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle yaşadığı sorunlar denildiğinde sanki tüm bölge halklarını da kapsayan bir sorunmuş gibi algılanıyor. Halbuki öyle değil. Ortadoğu’da
değişime direnen rejimlerle Türkiye’nin yaşadığı sorunlar
var. Ki bu da normal bir durum. Türkiye, 2010’un Aralık
ayında Tunus’ta başlayan Arap isyanları süreci boyunca
meşruiyetini halk tarafından alan yönetimlerin iktidara
gelmesini savundu. Uzun yıllardır Tunus, Mısır ve Suriye
gibi ülkelerde her türlü baskı aracını kullanarak iktidarını
sürdüren rejimlerin tasfiyesini arzuladı. Bunu bölgede geniş
kapsamlı bir demokratikleşme hareketinin hayata geçmesi
adına savundu.
adım
bilgi
fikir
17
Eser Alpkaya,
5- Türkiye ile Mısır arasındaki krizin geleceğini nasıl
değerlendirirsiniz?
Türkiye ile Mısır arasında 3 Temmuz 2013’te başlayan
siyasi krizin Ankara’dan ziyade Kahire’yi olumsuz
etkilediği söylenebilir. Ankara’nın bu süreçteki haklı
pozisyonu gerek Mısır gerekse de Arap kamuoylarınca
bilinmektedir. Darbeyle iktidara gelen Sisi yönetimi ise
haksız bir durumda olduğunun farkındadır. Öyle ki Mısır,
Türkiye’nin Suudi Arabistan ile olan ilişkilerinin önünde
bir engel olarak durmaktadır ve bu durum her geçen gün
Riyad yönetiminin Sisi’ye daha fazla tepki duymasına
neden olmaktadır. Kahire-Ankara hattındaki ilişkilerin normalleşmesine dair son günlerde bazı gelişmeler
yaşanıyor. Mısır, durumun sürdürülebilir olamayacağının
farkında ve bu yüzden istemeyerek de olsa adım atmak
durumunda kalabilir. Nitekim, Mısır’da Temyiz Mahkemesi bazı İhvan liderlerine verilen idam cezalarının
iptaline ve bu kişilerin yeniden yargılanmasına karar
verdi. Muhammed Bedii ve Hayrat Şatır’ın da aralarında
bulunduğu 12 kişiye verilen idam kararının iptal edilmesinin başlıca nedeni rejim ile İhvan arasındaki ilişkinin
normalleştirilmesi ihtiyacının giderek daha fazla
hissedilmesidir. Bu bağlamda Abdülfettah El-Sisi yönetimi “Müslüman Kardeşler” sorununu çözmek zorunda
olduğunun farkında ve bu yönde adımlar atması gerek-
18
fikir
[email protected]
Kadim Beş Deniz Havzası ve
tiğini biliyor. Bunun en önemli nedeni ülkedeki istikrarsızlık ortamının göreceli olarak azalması İhvan’la sağlanacak mutabakatla yakından ilgili. İkinci olarak özellikle
Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yakınlaştığı bir dönemde
Sisi’nin Türkiye’ye yakın olan İhvan’a baskıyı sürdürmesi de büyük bir sorun. Ankara ile Riyad ilişkilerinin de
normalleşebilmesi için Mısır’daki Müslüman Kardeşler
rejim ilişkisinin normalleşmeli.
SÖYLEŞİ: Mehmet Baltacı, Gözde Çevikaslan,
Tunzala Mamedova
adım
bilgi
Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
‘Ortadoğu’ Algısı : Giriş
Bizi biz yapan bu coğrafyanın tarihinden miras sorunlar siyasi yol haritamızı belirlemekte.
Ayrımlar ayrımları doğurmuş. İnsanlar tarih içerisinde önce dünyayı doğu batı diye ayırma
gereksinimi duymuş. Yine kendi merkezinde dünyanın döndüğünü düşünen insan, bulunduğu
mevkiden aynı İngilizlerin yaptığı gibi Uzakdoğu, Ortadoğu, Yakındoğu gibi tanımlamalar ile
kendi çıkarlarını ve görüşlerini yerleştirmeye çalışmış.
Bu durumun sadece İngilizler ya da Batı hegomonyasi ile alakalı olduğunu söylemek yanlış, tek
taraflı bir saptama olacaktır. Tarih içerisinde birçok devlet coğrafi tanımlamalarda kendisini
merkeze alan ifadeler kullanmıştır. Mesela eski Çinliler, kendi ülkelerini dünyanın ortasında yer alan ülke anlamında “Merkezdeki Çiçek” olarak kullanmışlardır. Aynı şekilde ilkçağ
Ege uygarlıklarında, Ocean isimli büyük nehirle çevrili dünya Ege merkezliydi. Ortaçağ İslam coğrafyacılarının dünya haritalarında ise Mezopotamya ve Arap yarım adası bulunmaktaydı. Yani doğal olarak kendilerini dünyanın merkezine yerleştirmişlerdi. Ancak Ortadoğu
kavramının yukarıda değindiğimiz coğrafi tanımlamalardan farkı, üzerine siyasi anlamlarında
yüklenmiş olmasıdır.
adım
bilgi
fikir
19
Peki Ortadoğu tam olarak nasıl şekillendi?
Ortadoğulular kimler?
‘Ortadoğu’yu anlamak için öncelikle ‘onun’ nasıl bugüne
ulaştığını anlamamız gerek. Bu kapsamda Ortadoğu
kavramının özünde Oryantalist bir bakış açısının yattığını söylememiz doğru bir başlangıç olacaktır.
Ortadoğu’nun neresi olduğu sorusuna medeniyetler tarihi
kapsamından farklı zaman dilimlerinde hüküm sürmüş
medeniyetlere, sonrasında ana hatlarıyla bugünkü kimliğini şekillendiren İslam Medeniyeti’nin ortaya çıkışına
ya da Türklerin Osmanlı Devleti ile birlikte son olarak
bölgede hüküm sürmelerine kadar götürmek mümkün.
Ancak burada bu çalışmanın da temelini teşkil edecek
Beş Deniz Bölgesi’ni günümüze kadar devam edecek
varoluşsal bir bunalıma
sürükleyen ve kendi varlığını
Avrupa’nın
sorgulatan sömürgeci
öncelikle özel
dönemi arka plan olarak
bir ilgi ve heyecan
almak doğru olacaktır.
ile Doğu’yu tanımaya Bu noktada ‘varoluşsal
çalıştığını, ondaki cev- bunalım’ gibi ağır bir
here sahip olmayı
tanımlama ‘Ortadoğuarzuladığını..
lu’ kimliğini bölgenin
kabul etmiş olması ve
benimsemesi nedeniyle bu
konunun altını çizmek için kullanılmıştır. Çünkü kadim
bir söz der ki: İsim kaderdir. Bir kişinin kaderini belirleyebileceği gibi bir toplumun, bir coğrafyanın da kaderini belirleyebilir. Bu yüzden iktidar mücadelesinde ve
yönetim sanatında söylemler, isimler, tanımlar toplumların ve devletlerin kendi benliklerine dair önemli yapı
taşlarıdır.
Ortadoğu’nun coğrafi bir bölge olarak ortaya çıkışı
ve Şarkiyatçılık
Ortadoğu’nun bir coğrafi bölge olarak ortaya çıkışı Avrupa’nın bir güç merkezi haline gelmesi ve Osmanlı’nın
hakimiyeti altındaki toprakları kaybetmeye başlaması
ile eşzamanlı gelişmiştir. Dünyaya kardeşlik, eşitlik ve
özgürlük müjdeleyen Fransız devriminden dokuz sene
sonra Napolyon’un liderliğinde Fransızlar, Mısır’ı 1798
yılında gelen işgal hareketi ile kontrol altına almaya
çalıştılar. Bu şekilde Napolyon Britanya’nın sömürgelerine giden Doğu Akdeniz yolunu kesmeyi planlıyordu.
20
Gençlik yıllarında Şarkiyatçılık okumaları yapan Napolyon, işgalini geniş bir araştırmacı-bilim adamı eşliğinde
yapmış ve ardından demografiden, coğrafyaya, zoolojiden botaniğe, siyasetten tarihe, dinden arkeolojiye bir
çok açıdan kapsamlı bir araştırmanın ürünü olarak Description D’Egypte’i bırakmıştır.Bu şekilde Şarkiyatçılık
ünlü İngiliz siyasetçi Benjamin Disraili’nin söylemiyle
tam anlamıyla bir meslek haline gelecektir.
Diğer taraftan konunun başlangıcını daha gerilere götürerek, Haçlı Seferleri ile ‘Batı’nın – ‘Doğu’ ile özellikle
İslam coğrafyası ile bin yıl önce tanıştığını söyleyebiliriz. Bu şekilde Doğu’yu ve son olarak Ortadoğu’yu
sürekli yeniden üretmeye başladığını söylememiz de
mümkün. Edward Said’in önemli eseri Şarkiyatçılık’ta
değindiği, Avrupa’nın öncelikle özel bir ilgi ve heyecan
ile ‘Doğu’yu tanımaya çalıştığını, ondaki cevhere sahip
olmayı arzuladığını daha sonrasında ise ona egemen
olup, onu geri kalmış ve yönetilmeye mecbur, kendini
temsil edemeyen bir durumda olduğunu kanıtlamaya çalıştığı savı, bir söylem olarak Ortadoğu’nun arka
planında yatan temel fikri anlamamız için önemlidir.
‘Batı’ bu şekilde kendi zıddını sürekli yeniden yaratarak
kendi varlığını kanıtlamaya çalışacak ve onun karşısında
kendi özelliklerini netleştirecektir. Günümüzde bu durum batılı değerler olarak sunulan, insan hakları, serbest
piyasa ekonomisi, demokratik yönetim sistemi, kadın erkek eşitliği gibi manevi değerler yanında kendi hegemonyasını da tescilleyen teknolojik ve askeri üstünlüğü,
bilimsel faaliyetlerdeki öncülüğü gibi sıralanabilecek
maddi gücünü de ifade etmek için kullanılmaktadır.
Ortadoğu Kavramının Kökeni
Ortadoğu tıpkı Şark, Yakındoğu ya da daha önce bölge
için kullanılan Levant gibi batılı bir kavramdır. Kavramın
öncülü Fransızların Osmanlı Devleti’nin toprakları için
kullandığı “Yakın Doğu” tabiridir. Bu kavram 20. yüzyıl
başlarına kadar sık sık kullanılmıştır. Daha sonrasında ise İngiltere’nin 19. yüzyıldan itibaren Hindistan
ve Çin’in zenginliklerine yayılması da “Uzak Doğu”
kavramının kullanılmasına neden olmuştur. Bu iki
kavramın yerleşmesi ilerleyen zamanlarda özellikle kara
elmas petrolün de keşfiyle birlikte, şu anda Geleneksel
Ortadoğu olarak bilinen, Doğu Akdeniz, Mezopotamya
ve Hicaz’ı kapsayan bölgeye İngilizlerin öncülüğünde
adım
bilgi
fikir
Ortadoğu denmeye başlanmıştır.
Her ne kadar bazı kaynaklar Ortadoğu kavramının ilk
olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere tarafından
Mısır’daki askeri birliklerin Ortadoğu Komutanlığı olarak
adlandırılmasıyla kullanılmaya başladığını aktarsa da,
günümüzde bunun doğru olmadığı, kavramın tarihinin 20.
yüzyılın başlarına kadar gittiği görülmektedir.
Ortadoğu (Middle East) kelimesi ilk olarak Eylül 1902’de
Londra’da yayınlanmakta olan National Review’da
görülmüştür. Sedat Laçiner’in konuyla alakalı olarak “Ortadoğu diye bir yer var mı? Ortadoğu nasıl inşa edildi?”
başlıklı yazısında kelimeyi ilk olarak kullanan kişinin
Amerikalı bir deniz subayı ve öğretim üyesi olan Alfred
Thayer Mahan (1840 – 1914) olduğunu belirtir. Britanya
İmparatorluğu’da deniz gücü üzerine uzman olan Mahan, Pers (Basra) Körfezi ve Uluslararası İlişkiler başlıklı
National Review’de yayınlanan makalesinde Hindistan ve
Uzak Doğu’nun güvenliğini temin etmesi gereken Britanya’nın bu bölgelere giden yolu da güvenli tutması gerektiğinden bahseder, bunun da Basra Körfezi’nin güvenli
olmasından geçtiğinin altını çizer. Rusların Hindistan’a
ve Pasifik’e çok yaklaştıklarını belirten Mahan Basra
Körfezini, Süveyş Kanalı’ndan sonra Hindistan’a geçişte
en önemli atlama taşı görür. Mahan bu bakış açısıyla
Basra Körfezi ve çevresini ‘Ortadoğu’ bölgesi olarak
tanımlamaktadır. Mahan’ın bu makalesinde ortaya attığı Ortadoğu kavramı yoğun bir ilgi görmüş, makalesi
önce The Times dergisinde yeniden basılmış ardından bu
kavramı kullanarak da Iganitius Valentine Chirol’un(1852
– 1929) ‘Ortadoğu Sorunu’ adlı makalesi yayınlanmıştır. Chirol’un Ortadoğu tanımı, Mahan’a göre daha
genişletilmiş sadece Basra Körfezi’ni değil, Hindistan’a
giden hattaki tüm toprakları, Irak, Doğu Arabistan, Afganistan, Tibet ve Asya’nın diğer bölgelerini de kapsıyordu. Chirol ayrıca Anadolu ve Balkanlar’ı ‘Yakın Doğu’
(Near East) olarak tanımlamıştı.
Birinci Dünya Savaşı ile birlikte başta İngiltere ve Fransa
olmak üzere bölge üzerindeki hedeflerini hayata geçirmek
üzere daha sonra da detaylı değineceğimiz masa başında
çizilmiş haritalarla manda rejimi altındaki ülkelerinin
sınırları belirlenecek, bu kapsamda yeni Irak ve Ürdün
gibi suni devletler meydana getirilecektir. Yine İngiltere
önderliğinde Kudüs merkezli bir Yahudi Devleti kurma projesi kapsamında Filistin topraklarına Yahudiler
20. yüzyılın başında planlı bir şekilde göç ettirilecek ve
günümüzde bölgedeki en çetrefilli sorunlarından birinin
meydana gelmesine öncülük edilecektir.
Tam olarak ‘modern’ tabir edilen Ortadoğu’ya
ulaşabilmemiz büyük ölçüde Soğuk Savaş döneminde
özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin ekonomik çıkarları doğrultusunda ve Sovyetler Birliği’ne karşı
çevreleme politikası kapsamında olacaktır. Bu süreçte Ortadoğu kavramı başta Anglo-Saksonlar tarafından olmak
üzere hem kurumsallaşacak hem de bölgeyi tanımlamak
için kullanılan akademik bir kavram olarak da popülerleşecektir. İşin ilginç ve ironik tarafı Araplar tarafından da
bu kavramın kabullenilmesidir.
Batıdaki üniversitelerin önemli bir kısmında Middle
East veya Near East Center adında araştırma merkezleri
faaliyet yürütmektedir. Bölgesel uzmanlaşmanın artış
gösterdiği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu merkezlerde bölge ülkeleriyle ilgili sosyal, siyasal, ekonomik,
tarihi, kültürel, stratejik, coğrafi ve daha birçok konuda
incelemeler yapılmaktadır. Bu araştırma merkezlerinde
inceleme kapsamına alınan ülkelerin farklılık göstermesi dikkat çekmektedir. Mesela kimisi Sudan, Libya gibi
Kuzey Afrika ülkelerini ya da Azerbaycan, Kafkasya gibi
eski Sovyet ülkeleri Ortadoğu ismi altından tanımlamaktadır.
Özet olarak tüm yaşanan bu süreçte ve yürütülen bu
faaliyetlerde Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafya, İslam
dini ile sembolize edilen geri kalmışlık, cehalet, terör,
fundamentalizm, otoriter rejimler, kendi kendini idare
edemeyiş, savaş ve dış müdahaleler, etnik ve dini-mezhepsel gibi baş edilmesi zor sorunlar ile beraber
anılmak mecburiyetinde kalmıştır.
Beş Deniz Bölgesi ve Batı Asya
Ortadoğu’nun bir bölge olarak ve kavramsal olarak nasıl
oluşturulduğuna yukarıda kısaca bahsetmeye çalıştık.
Özellikle Ortadoğu tanımının literatüre nasıl girdiğine
bölge üzerinde yapılan çoğu çalışmada yer verilmiştir.
Tanımın ne kadar muallakta olduğu ve batı merkezli bir
anlayışı ifade ettiği de bu tarzdaki çalışmalarda ifade
edilse dahi yerine farklı öneri getirme yönünde bir adım
atılmamıştır. Bu kapsamda bu çalışmada bölgenin nasıl
daha sağlıklı tanımlanması gerektiği sorusu üzerine durulmuştur.
Bu konuda Prof. Dr. Oral Sander’in Anka’nın Yükselişi
ve Düşüşü kitabının girişinde Ortadoğu yerine yaptığı
şu önerinin üzerinde durulması gerektiğini düşünüyo-
adım
bilgi
fikir
21
rum: “Göçebe Türklerin Müslüman dünya ile temasa
geçtikleri yerlere “Ortadoğu” bölgesi denmesi hem
bizim ve hem de bölgenin öteki devletleri açısından bir
takım sorular ortaya çıkarmaktadır. “Ortadoğu” terimi
çok yakın zamanlarda özellikle askeri nitelikli kullanılmaya başlamıştır. Bu terim bölgenin ulusal sınırlarının,
özellikle Avrupalılar tarafından belirlenmesinde yararlı
sayılabilirse de, tarihi bakımdan önem taşıyan kültürel ve
coğrafi bölüntülere ters düşmekte, çeşitli karışıklıklara
yol açarak, bölge devletlerinin kimilerinde yine Batılı
bir kavramla “kimlik bunalımı” yaratmaktadır. .. Bu
karışıklığı fark eden kimi bilim adamları yeni terimler
arayıp bulmuşlarsa da, bu güne kadar hiç biri “Ortadoğu”
kadar tutunamamıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Beş
Deniz Bölgesi”, “Doğu Akdeniz”, “Merkezi Bölge”, vs.
Bunların ve sayılamayan başkalarının tartışılabilecek
yönleri varsa da aralarında “Beş Deniz Bölgesi” ilgi
çekici ve belki de “romantik” bulunulabilir. Yörenin
ortasındaki yaylayı ve çöl alanlarını saatin ters yönünde
çeviren beş deniz, Hazar Denizi, Karadeniz, Akdeniz,
Kızıldeniz ve Basra Denizi olsa gerek. Yeryüzünün ilk
uygarlıklarının doğduğu Mezopotamya ve Anadolu Bölgelerini kucaklayıp kuşatan bu denizlerin sınırladığı alan,
tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi bugün de dünyanın
en stratejik bölgesini oluşturuyor.”
Prof. Dr. Oral Sander Osmanlı siyasi tarihi okumalarında klasikleşmiş bu eserinden sonra Beş Deniz
Havzası tartışması akademi camiasında canlanmış ve
farklı anlamlar yüklenmeye başlanmıştır. Bu kapsamda literatürde ilk defa bir kitap ismi olarak kullanarak
yerleşmesine katkı sağlayan Mustafa Aydın ve Çağrı
Erhan tarafından derlenen Beş Deniz Havzasında Türkiye kitabı kavramın kapsamını şu şekilde genişletmiştir:
“Beş Deniz Havzası tabirine benzer bir terminolojiyle
ilk defa Prof. Dr. Oral Sander’in Anka’nın Yükselişi ve
Düşüşü, Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme
başlıklı kitabında karşılaşmıştık. Prof. Sander, Osmanlı coğrafyasını anlatırken, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra
Körfezi, Hazar Denizi ve Karadeniz’le çevrili alanın en
güzel biçimde “ Beş Deniz Yaylası” olarak tanımlanabileceğini yazmıştı. Benzer bir mantıktan hareketle, “ Beş
Deniz Havzası” tabirini Türkiye’nin yakın çevresini ifade
etmek için mükemmel bir anlam taşıdığını fark ettik.
Öyle ya, derslerimizde sıklıkla söylediğimiz gibi, Türkiye ne tek başına bir Avrupa ülkesiydi; ne de sıradan bir
Akdeniz ülkesi olarak algılanabilirdi. Aynı anda Avrupalı,
22
Balkanlı, Karadenizli, Ortadoğulu Kafkasyalı olan kaç
ülke var ki? ” Bu noktada Beş Deniz Bölgesi kavramını
çalışmamızda Oral Sander’in kullandığı şeklinde dar anlamı ile özellikle Ortadoğu tanımının yerine ve alternatifi
olarak kullanmaya çalışacağız.
Ek olarak bölge ile ilgilenen araştırmacılar tarafından
önerilen diğer bir tanım ise Batı Asya’dır. Bu kavram
özellikle Asya ülkeleri ve başta Birleşmiş Milletler (BM)
olmak üzere uluslararası kuruluşlar tarafından kullanılmaktadır. BM’nin “Ortadoğu” kavramını değil nesnel/objektif bir coğrafi tanımlama olan “Batı Asya” kavramını
tercih etmesi resmi yayınlarına ve alt kuruluşlarındaki
çalışmalarına da yansımıştır. Örneğin BM tarafından
yayınlanan Demographic Yearbook’larda dünya devletleri
objektif coğrafi bölgeler altında derlenmiş ve bu kapsamda Ortadoğu yerine Batı Asya (Western Asia) adı altında
tasnif edilmiştir. Yine aynı şekilde BM’nin alt kuruluşu
olan UNCTAD’ın istatistiklerini yayınlayan Handbook
of Statistics 2000 (New York – Geneve 2000) isimli
resmi yayında dünya ülkelerinin tasnifinde yine Batı
Asya kavramı kullanılmaktadır. Bu şekilde tüm dünyada kavramın yerinin neresi olduğu objektif bir anlama
ulaşmaktadır. Ancak bu tarzdaki çalışmalarda mesela Batı
Asya kavramıyla hangi ülkelerin ifade edildiği değişiklik
gösterebilmektedir. Yine BM’nin bölgeye yönelik önemli
kuruluşlarından Social Comission for Western Asia-ESCWA (Batı Asya Ekonomik ve Sosyal Komisyonu) bu
kavramı kullanmaktadır. Ancak aynı Ortadoğu kavramında olduğu gibi Batı Asya kavramının da hangi ülkeleri
kapsadığı değişebilmektedir. Örneğin ESCWA’nın
üyeleri, Bahreyn, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan,
Uman, Filistin, Katar, Suudi Arabistan, Suriye ve Yemen iken yukarıda sözünü ettiğimiz nüfus yıllıklarında
Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kıbrıs, Bahreyn,
Irak, İran, İsrail, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Uman, Filistin
(Gazze Şeridi), Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye,
Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen Batı Asya kavramının
içinde kullanılmıştır. Yine Handbook of Statistics 2000
yayınında Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Orta
Asya ülkeleri olarak tasnif edilmiştir.
Yukarıda değindiğimiz bu muğlâklığına rağmen Ortadoğu’nun kültürel ve sübjektifliğine karşı Batı Asya
coğrafi ve objektif bir mana ifade etmektedir. Bu kapsamda çalışmamızda Beş Deniz Bölgesi yanında Batı Asya
kavramı da kullanılmıştır.(Devamı Gelecek)
adım
bilgi
fikir
Bir aşk vakitsiz gelen,
Deniz kenarında bir uçurum misali,
Bir yanda tüm hırçınlığıyla bedenime vuran dalgalar,
Diğer yanda ruhumu okşarcasına esen rüzgar.
Bir yanda sonsuz maviliklere açılan hayaller.
Diğer yanda bir kuş çırpınan, kalbi dudağında.
Hep bir belirsizlik, hep bir çaresizlik
Ve umuttan yoksun bir kalp…
Mehmet Ali Meçu
Ayak sesleri duyuyorum
Belli belirsiz.
Islak bir zeminde parmak ucunda yürüyen.
Bir ses duyuyorum Çoğu zaman ürkek
Kimi zaman yürekli...
Gidişin geliyor aklıma
Yavrusunu kaybeden bir annenin feryadı gibi
Gidişin geliyor aklıma
Köşe başlarında yiten gençliğimin avareliği gibi
Parmak uçlarına gizlenmiş umut geliyor
Bir ses geliyor aklıma
Çoğu zaman ürkek
Kimi zaman yürekli.
Ayak sesleri duyuyorum
Sen gidiyorsun...
Mihriban Sarı
Kaynaklar:
1 Mehmet Bedri Gültekin, Batı Asya Birliği, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014
2 Koray Çalışkan, Ortadoğu Siyaseti ve Toplumlarını Anlama Yolları, İstanbul Üni. SBF Dergisi, Cilt:39, Ekim 2005,
3 Edward Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, İstanbul, 2003
4 Serdar Sakin, Can Deveci, Ortadoğu Kavramı ve Sınırları Üzerine Bir Değerlendirme, History Studies: ABD ve
Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı, İstanbul, 2011
5 Sedat Laçiner, Ortadoğu diye bir yer var mı? Ortadoğu nasıl icat edildi?, İnternethaber.com, 25.07.2014
6 Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi üzerine bir deneme,Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları:563, Ankara, 1987
7 Mustafa Aydın ve Çağrı Erhan, Beş Deniz Havzasında Türkiye, Siyasal Kitapevi, 2006
8 Davut Dursun, Ortadoğu’nun Ekonomik, Sosyal ve Siyasi yapı özellikleri üzerine genel tespitler, Sosyal Siyaset
Konferansları Dergisi, Sayı:50, 2005
adım
bilgi
fikir
23
İhsan Eliaçık ile Söyleşi:
Siyasi Gündem
İlahiyatçı, Yazar ve Aktivist İhsan Eliaçık ile arkadaşlarımızın Ocak ayında yaptığı söyleşiyi iki
bölüm halinde sizlere sunuyoruz. Bu sayıda daha çok siyasi gündem ile ilgili Sayın Eliaçık’ın yorumlarına yer vereceğiz. Bir sonraki sayıda ise Hoca’nın dini sorulara verdiği cevaplar yer alacak.
1 Kasım seçimleri sonrası Türkiye’de ki gelişmeleri
nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle 7 Haziran’dan
sonra sistematik bir şekilde HDP’ye ve Kürtlere
yönelik çeşitli saldırılar oldu. Bu saldırlar organize mi
oldu yoksa spontane mi gelişti? Güvenlik güçleri bu
olaya neden müdahale etmedi? Devlet bu olaylara göz
mü yumdu? Denildiği gibi bir terörle mücadele mi söz
konusu yoksa Kürtleri bastırmaya, yıldırmaya yönelik politikalar mıydı bunlar?
Cumhuriyet ilan edildiğinden bu yana tek parti dönemi
hariç dört yılda bir seçim oluyor. Buna iyi kötü seçim diyebiliriz. Hükümet iktidardan düştü, mecliste çoğunluğu
kaybetti, yüzde kırklara doğru geriledi. Ondan sonra 1
Kasım da yapılanı ben seçim olarak görmüyorum. Bir operasyondur. Hem de sadece AKP’nin yaptığı bir operasyon değil. AKP’nin eski derin devlet güçleriyle birleşip
anlaşıp hep beraber gerçekleştirdikleri hem genelkurmay
hem MİT hem de sarayın işbirliğiyle aralarındaki anlaşmayla işte istediğimizi yap biz sana karışmayacağız,
devletin klasik reflekslerine dön diyerek beraber
gerçekleştirdikleri bir operasyon. Ve hepsini bunlar yapmıştır. Ne kadar cinayet, katliam varsa ve halende devam
eden bu süreçte ne kadar karışıklık varsa. Şimdi klasik
Türk devleti şuna karar verdi. Suriye’nin Rojava bölge-
24
sinde kantonlar kuruldu. PKK PYD orda güçlendi. Bu
adamlar ciddi ciddi Kürdistan’ı kurmaya doğru yöneliyorlar. Nusaybin’i, Cizre’yi, Silopi’yi Ceylanpınar’ı falan
da bu kantonlara dahil edecekler. Sonra oraları birleştirip
orada Kuzey Kürdistan Cumhuriyeti gibi bir şey kuracaklar. Diye karar verdiler buna inandılar. Dolayısıyla
bunun gücünü kırmamız lazım dediler. Buna seçimlerde önce karar verdiler. Çözüm masasını devirdik dedi
mesela. Ergenekonculardan Erdoğan’a sürekli tazyik
geliyor. “Sen ne yapıyorsun adamlar kanton kurdu sıra
buralara geliyor. Yakında bizim o sınırdaki ilçeleri de
kanton ilan edecekler. Sonra buraları birleştirip TC’yi
buraya sokmayacaklar. Buna önlem almamız lazım.
Ve bu süreci sona erdirmemiz lazım. Giderek bunların
işine yarıyor bu. Ne yapmamız lazım zorla bastırmamız
öldürmemiz lazım bunları. Askeri kuvvet dışında bunları durduramayız.” diye karar verdi devlet. Ve şu an o
kararı uyguluyor. Sonra baktılar ki seçimlerde de barış
süreci işlerine yaramıyor yani. Hem orda kantonlar ilan
ediliyor hem de burada barajı geçip yüzde 13 oy alıyor.
Hem böyle demokratik yoldan hem de kantonlar yoluyla
gidiyor yani. Adım adım Kürdistan geliyor diye endişeye
kapıldılar. Ve bir devlet refleksiyle hareket edip savaş
konseptine geçtiler. Ve halende hiç durmadan devam ediyor. Ne yapacak, işte güya oradakileri ezecek yok edecek.
adım
bilgi
fikir
ciddiye alıyorum. Öbürü bir operasyondur. Operasyon
Halbuki aslında kiminle savaştıklarını da bilmiyorlar.
yapılmıştır, planlanmıştır, programlanmıştır. KatliamDağlar da savaş olmuyor. Aslında PKK’nın dağ kadrosu
işin içinde değil. Şimdi burada savaşan gençler hem orda lar yönlendirilmiştir. Hala o katliamları yapanların kim
oldukları bulunamamıştır. Nasıl bulunamıyor? Yani
eylem yapıyorlar hem de yaptıkları eylemi selfie yapıp
adam TNTyi bağlayıp kendini havaya uçurup insanları
sosyal medyada yayınlıyorlar. Yeni bir gençlik var yani
öldürüyor. Nerden alıyor, çarşıdan mı alıyor TNTyi ?
burada. Böyle 17-21 yaş arası falanlar çok gençler yani.
Bunu yönlendirenler kim? Öyle bombayı bulmak kolay
Bunlar öfkeliler herkese kızıyorlar. Devlete kızıyorlar
değil ki. Üstelik bu kendini havaya uçuranlar aylarca
bizi kandırdın diye. Hatta HDP ye PKK’ya falan da
emniyet tarafından takip edilmiş, kayıtları ortaya çıktı.
kızıyorlar. Mesela HDPlilere şöyle kızıyorlar işte beleAylarca takip edilmiş. Kim oldukları biliniyor. Yöndiyelerde falan lüks hayat sürüyorsunuz biz burada
savaşıyoruz. Böyle grandtuvaled, makam arabaları falan lendirilmiş yani. Böyle bir şey yapmaları istenmiş.
Yönlendirilmiş. Talimat verilmese bile yönlendirilir.
bunlara bozuluyorlar. Hatta orda devlete karşı zafer kazansalar sıra onlara gelecek. Tamamen dipten gelen yeni Bazen örgütler böyle kullanılır. Talimat vermezsin ama
yapacağı eyleme göz yumarsın. Çünkü o eylem senin
Kürt gençliği dalgası var. Herkese öfkeliler herkes bizi
işine geliyordur. İşte Suruç’taki, Ankara’daki hala bukandırdı diyorlar. Ve liderleri falanda yok. Dağdakilerde
lunamadı. Doğru dürüst bir soruşturma, bir arpa boyu
söz geçiremiyor bunlara. Bence bunu tanımaları ve görmeleri lazım. Devletin girdiği yol bence tamamen yanlış. mesafe alındığı yok. Hepsi yukarıda planlanıyor çünkü.
Yönlendiriliyor, bir kaos ortamı yaratılması lazım.
Devletin şöyle hareket etmesi lazım: Kürtlerle beraber
Yapılacak operasyonlar için önce bahane olması lazım.
olacağız tamam kanton kursunlar ne olur ki yani?
Durduk yere barış süreci bozulmaz ki. Adama
Zaten Türkiye’nin her yerinin kanton olması
derler “niye bozdun kardeşim, ne oluyor?”.
gerekiyordu 1921 anayasasına göre.
Bahane lazım. İşte bomba patlattılar, şunu
Mustafa kemal özerklik sözü vermişöldürdüler, bunu öldürdüler, saldırıyorti. Ama bütün Türkiye için özerklik
Yeni
bir
gençlik
var.
lar, gece gündüz asker öldürüyorlar. O
sözü vermişti. 1921 anayasasında
17-21 yaş arası..
zaman benimde oraya müdahale etmem
“muhtariyet” kavramı geçiyor.
lazım, tanklarla falan girmem lazım
İller ilçeler özerk olacaktır. Ama
Herkese kızıyorlar,
oraya. Bunu bahanesi için önden proLozan’dan sonra bundan vazgeçtiler.
çok öfkeliler.
vakatif eylem yaparlar. Kendi adamlarını
Aynı şimdiki gibi dış güçler kullanır
kendilerine bile öldürtebilirler. Memleketi
bizi bölerler aman aman sonra olsun.
karıştıranlar Ankara’da. Eğer ülke bölünecekse
İleride bir tarihte olur diyerek erteleonu da onlar bölecek. Çünkü bir memleketi bölmek
diler. O ilerideki tarihinde bir türlü geldiği
için ancak bu kadar büyük şeyler yapılabilir. Adamların
yok. Zaten özyönetim istiyorlar. Senin ileri bir tarihte
mezarlarını bombalıyor. Yahu mezarlıklar bombalanır mı
olur dediğin şeyi istiyorlar yani.
kardeşim? Hadi adamı öldürdün anladık. Terörist dedin
Bu durum Ankara’nın ipleri elinde tutmak için ileri
gözünü oydun. Sokakta süründürdün, arabanın arkasısürdüğü bir bahane olduğu anlaşılıyor, ileride geleceği
na bağladın, çırılçıplak kasabanın Varto’nun ortasına
falanda yok yani. Niye ayrılıp gitsinler ki? Kaymakaattın. Hadi anladık tamam. Dedin bunlar terörist, bunmları, valileri halk seçsin. Eğitim, sağlık, ulaşım vs.
lara layıktır. O da benim askerimi öldürdü. Hadi buraya
bütün işleri bu yerinde hallolsun. Milli Eğitim Bakankadar anladık. Adamı götürmüşler mezara gömmüşler.
lığı gibi bir şey olmasın, adam kendi eğitimini kendi
Mezarı niye bombalıyorsun ya? Bunun anlaşılabilir bir
anadilinde yapsın. Ama ülke genelindeki meselelerde
tarafı yok. Savaş suçu bu. Mezarlıkları bombalamak
üniter yapı içinde yer alsın. Hem yerel sancağı hem de
savaş suçu, Cenevre Sözleşmesi’ne göre. Hatta kendisine
genel bayrağı olsun. Sadece Kürtler için söylemiyorum
gerilla diyen birisini öldürüp, onu çırılçıplak Varto’nun
bunu. İzmir, Kocaeli, Edirne İstanbul vs. aynısı olsun.
Mesela İzmir in bir arması olacak, bir de bayrağı olacak. ortasına atmak; gelenin geçenin göreceği yere… Bunlar savaş suçudur. Gerilla dahi olsa böyle yapamazsın.
Şimdi böyle söyleyince o zaman bizi bölerler diyorlar.
Sen dersen Silopi özerk bir kasabadır İngilizler çat böler Gerilla kimdir? Gerilla kuvvetlerine karşı nasıl savaşılır?
Bunların hepsini açıklamışlar, yasaya bağlamışlar.
kendine ayırır. Sanki ağaçtan armut koparıyor. Öyle şey
Normal bir hukuk işlese bunların hepsi yargılanır. Orolur mu, muhtariyetin kendine özgü bir yasası hukuku
tada hükümet mükümet hiçbir şey kalmaz. Komşu
olacak. Yani Ankaradakilerin zannettiği gibi değil olay.
ülkelere muhalif güçlere silah göndermek uluslararası
Şu halde 7 Haziran seçimleri bir seçimdir. Ben onu
adım
bilgi
fikir
25
liderisin hem de kendini halife olarak görüyorsun. Eğer
böyle bir anayasa değişikliği olacaksa ya savaş yoluyla
olacak ya da uzlaştıracaksın. Ülke de bütün kesimlere
seslenip buyurun anayasayı değiştirelim diyeceksin. Sizin
dediğiniz de olsun diyeceksin. Herkesin mutmain olduğu
bir metin oluşturacaksın. Böyle yaparsan Türkiye’nin
anayasal temel sistemini değiştirebilirsin. Mesela bütün
partileri NATO’dan çıkmaya ve Suriye, Irak, Azerbaycan
vs ile bir bölge NATO su yapmaya ikna et. Tek başına
olmaz ikna etmen lazım. Ya ikna edeceksin ya da bir
kargaşa ortamında diktatörce bunu yapacaksın. Ki ikinci durumda zor gelir milletler tarihinde. O zaman ikna
edeceksin. O da olmadığına göre gerçekçi davranıp böyle
şeylere girmeyeceksin. Girdiğin zaman da işte böyle olur.
Hocam ülkedeki siyasi ortamı değerlendirirken kendinizi tanımladığınız herhangi bir ideolojik akım söz
konusu mu? Türkiye’de İslamcılık akımı ne durumda?
savaş suçudur. Pisliğin içine battılar ve bunu bildikleri
için savaştan başka çıkar yolu yok. Öyle düşünüyorlar.
Yani Tayyip Erdoğan’ın artık emekli olup normal bir
hayat sürmesi mümkün değil. İşte Kenan Evren darbeci bile gitti resim yaptı, darbe yaptıktan sonra. Ama bu
mümkün değil. Çünkü bir sürü kişi diş biliyor. Korkunç
işler yaptı. Daha ortaya çıkmayan neler var neler neler…
Bundan sonra normal bir hayat süremez. O zaman ben
bunları ya öldürürüm ya öldürürüm diyor yani. Askeri
kuvvetler, baskı, zorbalık, katliam bunları kendine yol
olarak görüyor ve çok kötü bir yola girdi, bunun sonunu
iyi görmüyorum.
Türkiye-İsrail ilişkileri ve Türkiye’nin küresel emperyalist güçlerle ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle bir ilişki var mı yoksa iddia edildiği gibi
Türkiye ümmetin lideri mi?
Türkiye bir NATO ülkesi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan gelen politikaları var. Birinci Dünya Savaşı
sonrasında masaya oturularak Osmanlı İmparatorluğu
yenilince onun sonrasında kurulmuş bir devlettir ve
Lozan’da diğer yerlerde verilmiş sözler vardır ve halen
geçerlidir. Şimdi kalkıp da seçimle iş başına gelmiş bir
iktidarın bunları değiştirmesi mümkün değil. Türkiye’yi
NATO’dan çıkarması mümkün değil. Lozan Antlaşmasını
değiştirmesi bozması mümkün değil. Dolayısıyla bu
hükümet Türkiye’nin ana politikalarını değiştiremez, buna
izin vermezler. Onun güdümünde hareket ediyor. Nitekim
26
son birkaç olay bunu gösterdi. Mesela Rus uçağı düştü
Rusya Federasyonu tepki gösterince yanlış anlaşıldık
falan denilmeye başlandı. Irak’a asker gönderdiler eğitim
amaçlı diye Iraklılar tepki gösterdi “çekin askerlerinizi”
dedi. Oradan asla asker çekilmeyecek dedi. Sonra Obama
devreye girdi. Şimdi sessiz sedasız hepsini çekiyorlar.
Yani şöyle bir durum var. Muhtarlar toplantısında falan
esiyor, yağıyor, gürlüyor ondan sonra telefon açıp “tamam
tamam dediğinizi yapacağız” diyor. Ben bunu şöyle
açıkladım, o yüzden mahkemeliğim de zaten. Kurtlarla
saldırır, kuzularla meleşirler. Yani onlarla beraber olurlar saldırırlar ama kuzuların tarafında biz sizdeniz de,
direneceğiz de, ümmet bilmem ne falan… Böyle tamamen
oynak bir politikadır. Ne yaptığı belli değil. İçinde bir
niyet taşıyor. İslam dünyasının liderliği falan. Ama sen
onu yapacak bir yapısal güce sahip değilsin. Hem bir defa
siyasi partisin. Kurucu devrim lideri falan değilsin. Hem
de Türkiye Cumhuriyetinin ana politikalarını sen belirlememişsin. NATO ülkesisin, batıya bağımlısın, İsrail’le
anlaşma imzalamak zorundasın, Amerika’nın dediğini tutmak zorundasın. Şimdi sen bunlara rağmen yani oturduğu
ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü derler bizim orda.
Osmanlı hülyaları falan görüyorsun. Sonra da bu duvara
toslayınca da rezil oluyorsun, kendini küçük düşürüyorsun. İçlerinde bir Osmanlıcılık sevdaları var. Ama buna ne
Türkiye Cumhuriyeti’nin politikaları ne de bir siyasi partinin yapısı müsait. Bunu değiştirebilecek bir güce sahip
değil siyasi partiler. Anayasa da siyasi partilere böyle bir
rol verilmemiş. Sen de bunu zorluyorsun. Hem siyasi parti
adım
bilgi
fikir
Ben İslamcılık akımının içinden gelen birisiyim. Hem
1980 de hem 28 Şubat da mahkemelerde İslamcılık
meselelerinden dolayı yargılandım. 1980 de Milli Selamet Partisi Erbakan ve arkadaşları vardı. Biz de
Akıncılar ve Akıncı gençler yani onun gençlik teşkilatı
içindeydik. Türkiye de Milli Görüş siyasal İslamcılığının
ana damarı zaten burasıdır. 28 Şubat’ta da sokaklarda
gösteriler yaptık, başörtülüleri savunduk. İmam Hatipleri,
kuran kurslarını savunduk. Bunlar üzerinde dönemin
hükümeti tarafından irtica adı altında yapılan baskılara
karşı çıktık.
Şimdi geldiğimiz nokta itibariyle diğer İslamcı grupların
birçoğu hükümete ram olduğu için oradan bir beklentisi
olduğu için gelişemediler. Fikirsel gelişimlerini orada
durdurdular. Çünkü bir katı cemaat yapısı onu aşamama,
devlete ram olma, devlet muhafazakarlığına dönüşme İslamcı zihnin de mani olur. Biz buralardan uzak durduğumuz için zihinsel gelişimimiz daha özgürce devam etti.
Dolayısıyla onlar geride kaldı bana göre.
Şimdi mevcut ideolojik gruplara baktığımız zaman ben
tam olarak hiçbirinde kendimi göremiyorum. İslamcı
kökten gelmişiz, sol ve sosyalist gruplara biraz daha
yakın bir söyleme ulaşmışız ama tam böyle solcu sosyalist falan da olamıyoruz. Onların içlerine tam olarak
giremiyoruz. Niye? Çünkü din meselesi var. Yani şu
dini bir kenara bırak olmaz bu işler filan gibi oluyor.
İslamcıların içinde de yer alamıyoruz. O zaman da sen
solcu mu oldun falan diyorlar. İkisinin arasında bir yerdeyiz. Bence doğal olanda burası. Mesela bizim gençlik
yıllarımızda beraber olduğumuz Metin Yüksel vardı.
Duvarlara ilk defa “AZADİ” “ÖZGÜRLÜK” “ SINIF-
SIZ SINIRSIZ İSLAM TOPLUMUNA DOĞRU” diye
sloganlar yazardı. Kürtçe sloganlar yazardı. Metin Yüksel
yaşasaydı gelmesi gereken yer tam benim geldiğim yer
olurdu. Ben onun tipik devamıyım. Biz şu an neredeysek o da orada olacaktı. Zamanında yeşil komünist diye
itham edilen bir adam bugün nerde olur diye sorulduğu
zaman bellidir yani. Bizim olduğumuz yerdir. Ve normal
İslamcı hareketlerinde gelmesi gereken yer burasıdır.
Sınıf bilincine kavuşmalarıdır. Toplumun daha yoksul
daha ezilen kesimlerine taraf olmalarıdır. Dini ezilenlerin diliyle yeniden yorumlamaktır. Devlet muhafazakarlığından uzak durmaktır. İktidarlara muhalif pozisyonda olmaktır. Bizim geldiğimiz yer de şu an da bu. Biz
bunları söylüyoruz, çeşitli eylemler de bulunduk, 1
Mayıs’ta sokağa çıktık, Gezi’ye katıldık. Şimdi buna işte
son zamanlarda Antikapitalist Müslümanlar, Devrimci
Müslümanlar diye bir sürü isim taktılar. Çeşitli şekillerde
ifade ediliyor. Ve şu anda dağınık vaziyettedir.
Ben sıkı bir örgütlenme içerisine girilmesinden yana
değilim şu anda. Yani bir fikir yayılması olmalı. Bu fikir
yayıldıktan sonra örgütlenmek isteyenler kendi kendilerine örgütlenecektir zaten. Kendiliğinden. Öyle herkesi zorla örgütlemenin bir manası yok. Öyle yapmaya
çalıştığın zaman da olmuyor zaten. İnsanlar “tamam ben
bu düşüncedeyim, Müslümanım, devrimciyim, antikapitalistim. Öyle de yaşıyorum. İhtiyacımdan fazlasını
veriyorum. Ama beni herhangi bir örgüte şuraya buraya çağırma” diyor. Çoğu insan söylüyor bunu bana.
Çünkü o başka bir hikaye. Onu kim yapacaksa yapacak.
Daha olgun, daha derviş ruhlu, daha egolarını yenmiş
insanlar gelecektir. Onlar bu işi götürecektir. Biz zemin hazırlıyoruz şu an da. Bizim savunduğumuz fikrin
şöyle bir konumu da var. Hem çok güçlü olduğu hem
de çok zayıf olduğu bir yerde. Çok güçlü olduğu yer her
kesimden sempati var, insanlar kendilerinden bir şeyler
bulabiliyor. Din budur, böyle olmalıdır diyorlar. Ama
en zayıf olduğu yer de burası. Farklı kesimleri bir araya
getirdiğin zaman ortadaki birleştirici unsuru kaldırdığın
zaman birbirilerine giriyorlar. İş teferruata indiği zaman
olmuyor. Bunun için kültürel bir süreç yaşanması lazım.
Grupların birbirilerine kaynaşması lazım. Kelimelerin,
kavramların birbirilerine alıştırılması lazım. İnsanların
birbirilerini hoşgörü ile karşılaması lazım. Ortaklaşma
ve kültürleşme sürecinin yaşanması lazım. Şu an da biz o
süreci yaşıyoruz biraz.
SÖYLEŞİ: Muhip Üzümcüoğlu,
adım
bilgi
fikir
Hadiye Yolcu
27
Koray Sarıoğlu,
Ankara Üniversitesi, Tarih Öncesi Arkeolojisi
[email protected]
Size Bunları Vaatedilmiş Topraklardan Viagra Duyan Var Mı?
“Belki de onlar yıldız değil de,
sevip de kaybettiklerimizin cennetten dökülen
sevgilerinin aktığı deliklerdir.” Bir Eskimo Atasözü
Bir kitapla geldik çok şükür.
Benim için yazmak, her zaman çok kaygılı bir süreç
olmuştur. Yani senden kopan parçalarla beraber, her
şeyin uzay boşluğunda karşı konulamaz bir güç tarafından ezilişi ve bir miktar da ağrı kesici takviyesi
eşliğinde alınan darbeler gibi... Kayıplar, senden eksilen bir şeyler... Kayıplar acı verir. Acılar ise görevlerini
tamamladıklarında birer sembole dönüşürler, belki de
vücutlarımızda minik dövmelerini taşıdığımız. Yani o
kelebek, aslında kelebek değil; koza benim ve tüm
yaşadıklarımızla birlikte size kelebeği gösterdik. Yazmak
takım ruhu ister biraz da.
Çoğu zaman yirmi sekiz yıllık
bir tecrübeyi anlatırım, hatta şu
anda okuduğunuz bu satırlarda
dahi. Yani şu anda size, bunları
yazarken kağıdın üzerine kahvemin
döküldüğünden bahsetsem bile, bu
olayın basit bir "kahve dökülmesi
olayı" olmadığını idrak etmek durumundayız. Dünya artık küçük şirin
bir kasaba, daha fazlası değil ve
benim yirmi sekiz yıllık hayatım bu
yazıyı okuduğunuzda kapı komşunuz
oluyor. İlgi alanlarıma "merhaba"
deyin mesela. Benim için ise hiç
tanımadığım bir çocuğa böbreğini
bağışlayan o adamla, kendi öz kızına
şehvetle bakan o pezeveng aynı ölçüde bir karışım unsuru olmuştur.
Okumak karar verme meselesidir lakin yazmak çok hassas bir denge gerektirir.
Ve bu bağlamda -yani her şey zaten bu kadar zorkenbenimle söyleşi yapmak yerine benden kitabımla ilgili bir
yazı isteyen sevgili arkadaşım Serkan Alpkaya' nın Allah
bin türlü belasını versin.
Şaka, şaka...
Kitabımız "Deccal", "anti-kahraman" düsturu baz
alınarak oluşturulmuş bir hiciv, bir kara mizah örneğidir.
Konudan kısaca bahsedecek olursak, öyle çok da
iştahınızı kabartacak şeyler söyleyemem. Bir tiyatro
oyuncusu olan Atilla'nın babası tarafından cehenneme
çevirilen hayatının hikayesini anlattım sizlere. Ve sürpriz
sonları ve mutsuz sonları sevdiğim için bu şekilde kur-
28
guladım. Tabii ki böyle söyleyince bu kadar basit bir şey
çıkarıp paranızı gasp ediyormuşum gibi göründüğünün
farkındayım, "lakin ki öyle değildir."
Bu kitabın sosyolojik bir inceleme olduğunu söyleyecek
kadar küstahlaşmıyorum fakat içindeki referansların,
sembollerin üzerinde düşünülmesi gerekilen şeyler
olduğunu da söylüyorum.
Kitabın içindeki karakterler derinlemesine incelendiğinde, (ben bunu burada yapmayacağım, en azından
bunu yapmayayım sevgili Serkan) insanların kendilerine
söyledikleri yalanların büyük bölümünün bu eserde ifşa
edildiğini görürsünüz.
fikir
Dağlardan toplardı,
Yiterdi gecenin rengi bilmeden,
Böğürtleni, kirazı
Tenine değen baş olsa.
Yüreğinden koyar gibi,
Saçlarını dolardı rüzgara,
Elinden geleni koyardı
Dağlar, ovalar serilirdi
avuçlarımıza.
ayaklarımıza.
Bahar bilirdik geldiği ülkeyi.
Neredeydik biz?
Şimdi biz gitsek bulamayız.
Masal ağacına benzerdi bedeni.
Dilinde yalnız ağıt birikmiş
Aşk dalına uzanırdı elleri,
Bir halkın kızıydı o,
Nereye büyür çiçekleri şimdi?
Koynuna doladığı kekik
Canı can idi, yar idi.
kokusunu sunardı bize,
O varken yer yok,
Gecenin en güzel türküsünde.
İçerdiği mesajı ise tamamen okuyucuya bırakıyorum zira
adalet dağıtıcısı gibi görünmek istemem.
Savaşımız; yayınevlerinin birer ticarethaneye dönüştüğü,
editörlerin edebiyatı kendi tekelleri altında bir terör
unsuruna dönüştürdüğü, ülkenin önde gelen yazarlarının
"postmodern edebiyat" başlığı altında osurarak bile
yazabileceğiniz şeyler yazıp, kazandıkları parayı gayri
menkule yatırdığı, eleştirmenlerin sizin bütün acılarınızı
kendi acılarına benzemediği için aşağıladığı bir ortamda,
Beyaz Atlı Prens'in Pamuk Prenses'i öperek değil, sikerek
uyandırdığını insanlara anlatmaktır.
Ben Koray Sarıoğlu, nam-ı diğer Kuzgun..
Bundan sonra burada olacağım. Yani herhalde...
Değil mi Serkan?
adım
bilgi
Eskiden olsa,
Zaman yok idi,
Şimdi kime, hangi dilde söyleriz?
Şimdi var.
Adı vardı düş gibi, sesi gülüş gibi.
Ölüm yok idi,
Artık var...
Şiir: İsmet Berkan Erdem,
Ankara Üniversitesi,
Tarih Öncesi Arkeoljisi
adım
bilgi
fikir
Fotoğraf: Savaş Sayın
Ankara Üniversitesi
Klasik Arkeoloji
(Fotoğraf: Sivas İli, Şarkışla İlçesi, Ortaköy)
29
[email protected]
>
Serkan Alpkaya, Ankara Üniversitesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi
YALNIZLIK
İPTİLADIR
MÜPTELALARA
>
Yeni bir başlangıç arıyor yüreğim...
Ama biliyorum her seferinde aynı hatalara gebe kalacak
yaşamım. Bazen insan hayatında bir felakate ihtiyaç
duyar ya, Tam olarak bulunduğum nokta: Felaketin
eşiği. Sonunu bilmeden bir oyuna nasıl başlanır? Bu
oyunun tadını bilmeden sonunu nasıl bilebiliriz? Ya
tadı hoşumuza gitmezse, ya istemezsek bu oyunun
içinde bulunmayı? (Hala bazı
şeylere tahammül edememek,
bunu en iyi insanoğlu bilir.
Birbirinin üzerindeki hükümler,
dayatmalar... Ve yine en çok
yine insanı yakar.) İnsan olmanın dayanılmaz bir ağırlığı
var mıdır? Ya da bir kuş olmanın
rahatsızlığı? İnsandan başka hangi canlı kendi felaketini merak
eder? İnsan dışında hangi canlı
ölümü düşünür? Bir gün ölecek
olmanın verdiği endişe, rahatlık,
korku, sarılma isteği, sarılamama
korkusu, bilme isteği, boşverme
isteği, hayata tutunma ve tutunamama... Bunun korkusunu
yaşamak veya yaşamamak, "asil
kanımızda" mı mevcut? (Ölüm
diye bir şey yoktur. Yani kelimenin gerçek anlamıyla ölüm
diye bir şey olması gayet mantıksızdır. Doğum diye de bir
şey olması mantıksız. Herhangi mantığı olmayan şeyleri
yaşıyoruz. Mantığının olması da belki belli ölçüde mantıksızdır. Kimbilir?)
İnsan yaşamı, başlayıp ve biten. Başı ve sonu olan. Bu
başını ve sonunu da kendi söylediği şeyler olan. Takvimler, hesaplar, emeklilik, askerlik, ehliyet, çalışma, aile,
çocuk ve kapital. Halbuki insan yaşamı başı ve sonu
belli olmayan, aslında ne doğan ne de ölen bir canlı.
İnsanlar doğmaz ve ölmezler. İnsanlar yaşarlar. Tıpkı bir
kedi gibi, balık, aslan, yaprak, portakal gibi. Portakalın
öldüğünü kim idda edebilir veya bir balığın öldüğünü?
Kalıntıları, izleri bizim üzerimizdedir. Bizden gene
toprağa, topraktan hayvanlara, hayvanlardan da tekrar
ağaçlara... Enerji akışı. Başlangıçsız ve sonu olmayan
bir yolculuk. Bir daire. "Sfr" kelimesi, Arapça "sonsuz"
demekti. Sıfır dairedir. Dairelerde ilerleme yoktur. Dünya
bir yere gitmez. Gezegenler, kainat hiçbir yere gitmez.
Sonsuz bir durağanlık içindedir her şey. Bizim hareket
olarak lanse ettiklerimizde bu durağanlığına yapılan
birer katkıdır. (Elektrik faturası, evlilik, tırnak temizliği,
müzik, ayaz, sınavlar, diller, yaşamın iptila şartlarıdır.
Bundan kaynaklı, bireyin, bireyliğinden uzaklaşmaktadır.) "Birey" kelimesi, soyut bir kelimedir. "Yalnızlık"
kelimesi, bu soyutluğun romatikleşmiş halidir. Kimse
birey değildir, toplumsal olmadığı gibi. İnsanın
iyiden iyiye dallanıp budaklanan yaşamında; kendi kendine
uydurduğu topluma, bir haykırış,
tekil ve bazen nicelikli bazen de
nitelikli eylemi. Toplumdan kopma, uzaklaşma, kendinin kendine
olan bağlılığı yani farkındalığın
dile gelmesi, bir kavrama
sığdırılmasıdır, "birey" kelimesinin anlamı. Bireyler yalnızdır.
"Bireyin yalnızlığı" diye bir şey
olması mümkün değildir. Her bir
aslan aynı ülkü için yaşamaktadır. Her bir aslan bireyseldir
ama hareketleri, yürüyüşleri,
yemek yiyişleri, sevişmeleri, bir
öncekinin aynısıdır. Her bir insan
da aynı ülkü için yaşamaktadır.
Tüm düşünceler, daha iyi bir
yaşam mücadelesidir. Bireysel
sorumlulukların diğer bireylere
ifade edilişlerinde yaşanılan
sıkıntılar sebebiyle, bazı bireyler
kendilerini içlerinde bulunduğu guruhtan farklı hissetmesine; bireyin yalnızlığı safsatası eklenmiştir. Toplum
denilen, yığın, dayatmalara alışmış -toplum zaten kelimenin gerçek anlamıyla alışkanlıktır- ve aynı ülküyü
paylaştığını idda eden insanların arasında kalakalmış
bir birey çaresizliği. Bunca okumalar, filmler, düşünceler, şiirler ve gözyaşları, bireyin alışılmış çaresizliğidir.
İnsan. Kendi felaketini hazırladığı şeyle -toplumuğraşamamanın sıkıntısını kendi içinde çözmeye çalışır.
Çözemedikçe, sıkıntı büyür, filizlenir, sanat olur.
>
30
adım
bilgi
fikir
Hava güneşi bile terletecek kadar sıcakken,
Bulutlar gökyüzünde fokur fokur kaynıyordu.
Ölü bedenlerin sıcaktan erimiş ruhları akıyordu kaldırımlarda,
Ve bir genci bekareti soluyordu,
Bir fahişenin terli kasıklarında.
Zamanın bile kendinden usandığı vakitlerde,
Sahtekar akrebin yalancı yelkovanı
Çarpıtır saatleri, kandırır güneşi.
Sıkı sıkıya kapatsam da kapıları ve perdeleri.
Bir yolunu bulup sızar içeri
Nemli gecenin ıslak karanlığı.
Günlerden Ağustos
Aylardan 20.45
Terk edilişlerle iğfal edilmiş sevdalar yalnızlığa gebeyken,
Baştan bozuk verilmiş, çürük yeminlerin, yanlış edilmiş tövbeleri,
Okyanusta boğulmuş suların sahillere vuran cesetleri,
Birbirine uzak insanların yan yana duran kapıları,
Bir türlü seviyor yaprağını kopartamayan divane aşıkların katlettiği papatya tarlaları,
Tırtıllardan tiksinen kelebek sevicileri,
Diri şairlerin ölü şiirleri,
Aksak cümlelerin topal uyakları,
Şaşı kalemlerden dökülen kekeme kelimeler,
Dil zinası küfürler ve haram cümleler…
Her yerde.
Aşık suratlı nazımlar varken;
Bu ne asık suratlı bir şiir oldu böyle?
Neden kelimelerin hiçbiri gülmüyor söyle?
İstisna kaideyi mi bozdu?
Teşbihte hata mı oldu?
Kalemim mikrop mu kaptı?
Mürekkep mi kustu?
Öyleyse cümlenin sağlığından duacıyım.
Kelimelerine iyi baksınlar.
Bu şiirkeşi de kafaya hiç takmasınlar.
Aşık suratlı nazımlar dururken,
Asık suratlı olmasınlar.
Osman Erbasan
adım
bilgi
fikir
31
Gülcan Yayla,
Washington Üniversitesi, Sosyal Çalışmalar
“Bir toplumu yeniden inşa etmenin önündeki en büyük
engel, yıkılmış binalar ve yapılar değil, yıkılmış ilişkilerdir.”
(Halpern ve Weinstein, 2004)
Birbirinden faklı görüşlere, siyasi geçmişe, inançlara,
gelir seviyesine, etnik gruba, ırka, cinsel eğilime, yaş
grubuna sahip insanlardan oluşan gruplarda yaşıyoruz.
Bu grupların içinde bazılarımız ayrıcalıklı kalırken bazılarımız dünden bugüne horlanmış, küçük görülmüş olabiliriz. Bazı kimliklerimiz bize ayrıcalık kazandırırken,
bazı kimliklerimizi saklamak için kendimize bile yalanlar
söylemiş olabiliriz. Belki yeteneğimizden, aklımızdan,
çalışkanlığımızdan değil de sadece belli bir gruptan
olduğumuz için elde etmişizdir gücümüzü; ki işte tam da
buna ayrıcalıklı grup denir.
Sen hangi gruptansın?
Bu soruyu çok duyduk. O zaman yeni bir soru: Çevrende kaç tane senin kimliğinden olmayan arkadaşın var
veya günde kaç kere senin kızdığın şeyleri savunan,
senin değer verdiğin şeyleri belki hiç duymamış olan
veya umursamayan, anlamakta güçlük çektiğin biriyle
konuşuyorsun? Konuşmayı geçelim,
senden farklı olanları hangi sıklıkla görüyorsun? Soruyu Türkiye
coğrafyasına uygun basitleştirelim:
Kaç tane senin oy verdiğin partiden
farklı partiye oy vermiş, gönül
32
fikir
UZLAŞI
VE
HOŞGÖRÜ
KÜLTÜRÜ
vermiş insanı tanıyorsun? Tanıyorsan da hangi sıklıkla onlarla konuşuyorsun? Bu soruya verdiğimiz yanıt
Türkiye’nin bugünkü kutuplaşmasını ve kutupların
hoşgörüsüzlüğünü anlamamıza yeter. Zengin-orta, gelirli-fakir, beyaz, yakalı-işçi, Türk-Kürt, Alevi-Sunni,
dindar-dinci-seküler, eğitimli-ilkokul terk derken kendimizce gruplar oluşturduk ve eğer ayrıcalıklı
olanlardaysak onlara
sımsıkı sarılıp kaldık.
Steril hayatlarımızda
yaşayıp gidiyoruz ve
her seçim sonucuna,
her siyasi patlamaya
şaşırıyoruz. Çünkü
Türkiye’nin nabzını
biz tutamıyoruz. Sanki “öbürleri” tüm
ayrıcalıklarımızı alıp
götürecek gibi paranayok bir düşüncenin içinde mutsuz
ve suçlayıcıyız.Oysaki farklı grupların birbirine karşı
hoşgörülü
olabilmelerinin ilk koşulu bir araya
gelmeleri, konuşmaya ve birbirlerini dinlemeye başlamaları. Biz bunu başarabilir miyiz? Bunun farklı yolları
var. Türkiye’de yaşadığımız kutuplaşma konusunda
yalnız değiliz. Güney Afrika, Hindistan, İsrail-Filistin,
Amerika farklı gruplar arası etkileşimin artırılmaya
çalışıldığı çeşitli projelere şahit oldular ve oluyorlar.
Ama Makedonya’nın Tetovo Eğitimci Projesi, farklı
etnik gruplar arası diyaloğun ve hoşgörünün artırılmasında başarılı bir model olarak anılıyor. Bu 3 yıllık proje
sonradan Bosna-Hersek’te de 6 yıllık bir proje olarak
uygulamaya alındı.Tetovo Eğitimci Projesi Makedonya
da 2002’de Karuma Barış Merkezi öncülüğünde başladı.
Tetovo Makedonya’nın 2001’de bağımsızlığını kazan-
adım
bilgi
[email protected]
masının ardından etnik gerilimin korkutucu seviyeye
geldiği, hatta sivil savaşa doğru gitmeye başladığı bir
şehirdi. Gerginlik ve şiddet, şehirdeki Makedon çoğunluk
ve nüfusun %25’ini oluşturan ve eğitimsel, ekonomik
ve politik fırsatlar konusunda ayrımcılığa uğradığını
savunan Arvavut grup arasındaydı. Program şu prensiple
başladı: Bir toplumu etkileme potansiyelinin en yüksek olduğu yer neresidir? Cevap okullardı. Tetovo’dan
toplam 24 öğretmen seçildi: 12 Arnavut, 12 Makedon.
Bu öğretmenler tam iki yıl boyunca çeşitli zamanlarda
bir araya getirildi, uzlaşı metodları konusunda eğitildi
ve birbirleriyle konuşmaları, birbirlerinin deneyimlerini
dinlemeleri sağlandı.
Örneğin bir Makedonyalı öğretmen Arnavut bir öğretmenin tıp bölümüne kota haksızlığından dolayı kabul
edilmediğini veya Makedon polisi tarafından sürekli
tehdit edildiğini birinci ağızdan dinleme fırsatını ilk kez
buldu. Birlikte çatışmaların ana sebeplerini anlamaya
çalıştılar ve hem okullarındaki hem de toplumlarındaki diğer bireylerin
hoşgörü seviyesini
artırmak için projeler tasarladılar. Bu
projeler basına da
sunuldu. Daha sonra
bu öğretmenler kendi
toplumlarındaki barış
liderleri olarak seçildi.
Öğretmenlerden daha
iyi bir aday olabilir
miydi bunu yapabilmek için? Çünkü
onlar hem kendi
öğrencileriyle hem de
mahalleleriyle diyalog
egzersizlerini yapabilecek en iyi adaylardı.
Projenin katılımcısı olan öğretmenlerden biri şunları söyledi: “Başta birbirimizin gözlerine bile
bakamıyorduk. Şimdi kardeş gibiyiz... Yaşamlarımızı
farklılıklarımıza saygı duyarak birlikte inşa ediyoruz.
Bu, insanlığın nadir bir hediyesi...”Tetovo projesinin
oluşturulmasına yardımcı olan teorilerden biri, gruplar
arası etnik-politik çatışmaları açıklamaya çalışan sosyal
kubizm modeli. Bu model, bize gerilimlerin sebeplerine
birbirinden ayrılamaz altı kategoride bakmamızı söyler: Tarih, din, demografik yapı, kurumsal ve kurumsal
olmayan davranış, ekonomi ve psikokültürel faktörler.
Bu altı yapı anlamak ve analiz etmek için yeterince
karmaşık. Ama bize tüm gerilimin ve kutuplaşmanın bir
günde başlamadığını hatırlatması açısından önemli. Dolayısıyla çözüm olarak
da bir günlük, bir aylık, bir yıllık süreler
tanımlarsak kendimizi kandırmış oluruz.
Kapsamlı bir hoşgörü ve diyalog programı
Makedonya’da 3 yıl aldı. Türkiye’de ne kadar sürer
dersiniz? Yazımı mahalle örgütlenmesi çok güçlü olan
bir siyasi parti temsilcisinin söylediği sözlerle bitirmek
isterim: “Sen çayını şekerli içer misin? Ben istesem de
şeker kullanmamın yolu yoktur. Neden dersen, her gün
en az 10 evin kapısını çalıp dert dinlerim ve her evde en
az bir çay ikram ederler.” Eğer fırsatınız olursa, siz de
bilmediğiniz bir mahallede yürümekle, bir kapı çalmakla, tanımadığınız yüzlerle ve düşüncelerle karşılaşmakla
başlayabilirsiniz hoşgörü yolculuğuna. Belki de bu,
toplumun olmasa da sizin kendinizi yeniden inşa etmeye
başlangıcınız olur.
Kaynak:
Craig Zelizer (2009) Building
Peace: Practical Reflections
from the Field kitabından
bölüm: Paula Green and Olivia Stokes Dreier. Promoting
Ethnic Tolerance and Cultural
Inclusion in Macedonia: The
Tetovo Educators Project.
...
adım
bilgi
fikir
33
Meva Doğan,
Anadolu Üniversitesi, İlahiyat
[email protected]
İslam’ın Birlik ve
Beraberliğe Verdiği
Önem
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlarım)
İslam dini Tevhit dinidir. Tevhit de, Allah’ın
birliği anlamıyla beraber birleştirmek, bütünleştirmek
manalarını kapsamaktadır. Nasıl hakikatte ve alem de
birlik ve bütünlük varsa, insan hayatının temelinde de
birlik vardır. Bu birlik olmadan bir insan topluluğundan
ve insanî bir yaşamdan bahsetmek mümkün değildir.
İslam, huzur ve barışı bozucu tefrikalardan sakınarak,
zora ve sindirmeye başvurmaksızın hoşgörülü bir ortamı
hâkim kılmak, kenetlenme ve birleşmenin tek yoludur.
Birlik ve beraberliğin önemini anlamak ve hayatımıza
uygulamamız için Cenab-ı Allah (CC) Yüce Kitabımız
olan Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayetle biz insanlara
bildirmiştir. Nitekim dünya da canlılar olarak toplumsal hayat tarzı benimsenmiştir. Ve bilhassa insanlar
34
da fıtraten toplu halde yaşamaya uygundur. Kıymetli
kardeşlerim Alemlerin Rabbi olan Allah (CC) bizleri
Müslüman olarak yaratmış ve Müslümanlığımızın
gereğinden dolayı birlik ve beraberlik içinde yaşamalarını emretmiş ve tefrikaya (ayrılığa) düşmememiz
içinde bizleri uyarmıştır. “ Allah ve Resulüne itaat edin,
birbirinizle (ihtilafa düşüp) çekişmeyin. Sonra korkuya
kapılırsınız da kuvvetiniz gider.’’(ENFAL SURESİ/ 46.AYET) İnsanlar ne zaman ki birlik beraberlik
içerisinde olur, bir birlerine yardımlaşma ve dayanışma içerisinde olursa terakki (ilerleme)olur, ne zaman
ki birbirlerinden ayrılır tefrikaya düşerseniz de bütün
güçleri ve kuvvetleri birbirleriyle uğraşmayla gider
kaybolur. Toplumları sağlıklı bir şekilde ayakta tutan
faktörlerin başında birlik ve bütünlük yer alır. Tefrika
adım
bilgi
fikir
yani bölücülük hastalığına müptela olmak ise, toplumları
temelden çökertmeye neden olur. Yüce Peygamberimiz
bir hadisinde ‘’Mü’min cana yakındır.(İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimse
de hayır yoktur.’’ buyurmaktadır.
Tanışıp kaynaşalım diye de kabilelere ayrıldığımız bildiriliyor ve topluluk halinde yaşamamız vurgulanmaktadır.
Topluluk halinde yaşarken beşeri münasebetler hakkında
da bizlere yol göstermektedir bir başka ayet-i kerime
; “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde
yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (MAİDE SURESİ/2. AYET) buyuruyor.
Müslümanlar olarak güzel söz ve davranışlarda bulunmak, kötü kırıcı söz ve davranışlardan da uzak durmak
gerekir. Bölünüp parçalanmaya ve fitne ve fesada sebep
olan yalan, gıybet, iftira, haset, rüşvet, kayırma, içki,
kumar, zina, kıtal, ana-babaya isyan vs. gibi kötülükler
de, yüce dinimizce kesinlikle yasaklanmış ve büyük
günahlardan sayılmıştır. Zaten İslâm dininde yer alan
emir ve yasakların her biri insanlığın dünya ve ahiret
menfaatine yöneliktir. Bu hedefe ulaşmanın en sağlıklı
yolunun da, kavgasız bir ortamın sağlanmasından yani
birlik ve bütünlükten geçtiği bildirilmiştir.
İnsan onuruna yakışan davranışlarda bulunmak
Müslüman kimliğe yakışan en güzel duruştur. Müslüman
kimse elinden ve dilinden emin olunan kimselerdir. bir
hadis-i şerifte Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurur: “Size
birlik halinde bulunmanızı tavsiye ederim. Ayrılığa düşüp
dağılmaktan da şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan
yalnız başına yaşayana yakın olup, birlikte yaşayanlardan uzaktır. Kim cennetin ta ortasında yer almak isterse
birliğe yönelsin.”
İslâm dini söz konusu birlik ve dayanışmanın sağlanması
için, müminleri kardeş olarak ilan etmiştir. Nitekim yine
Kur’an şöyle buyurur: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun
ki, merhamet olunasınız.” (HUCURAT SURESİ/10.
AYET) ve yine: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir,
ona zulmetmez, onu haksızlık edenin eline bırakmaz. Bir
kimse Müslüman kardeşinin ihtiyacını yerine getirirse,
Allah da ona yardım eder. Bir kimse din kardeşinin
ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını
örter.” gibi konumuzla ilgili hususları açıkladığı hemen
hemen her konuşmasında, din kardeşliğinin önemini
ısrarla dile getirmişlerdir. Yine birliğin ve kaynaşıp
kucaklaşmanın önemine, bölünüp parçalanmanın da
tehlikesine, çok kısa bir cümleyle dikkat çeken Allah Resulü (SAV): “Bir karış da olsa cemaatten ayrılan kimse,
İslâm bağını boynundan çözmüş demektir.” “Müslüman
cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terk etmiş olarak ölen
kimsenin ölümü, cahiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı
harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın
ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ
göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi
vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir.
Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna
savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne
açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliyye
ölümüdür.” buyurarak, Ehl-i Sünnet ve Cemaat çizgisinden sapmamayı tavsiye etmiştir. Çünkü hem maddî, hem
de manevî yönden yükselmek, dolayısıyla da başkalarının
tahakkümü altında yaşamamak, ancak birlik-beraberlik
ve İslâm’ın öngördüğü kardeşlik ruhunu canlı tutmakla
mümkündür. Bunun en büyük örneğini, üç kıtada huzur
ve barış örneği sergileyerek nice kahramanlık ve medeni-
adım
bilgi
fikir
35
BİZİM SOSYAL MEDYA
yetlere imza atan şanlı ecdadımız göstermiştir. Yüce
Allah’ın emri doğrultusunda hareket eden atalarımız,
birlik ve bütünlüğü bozucu davranışlara, ayrılığı
körükleyici girişimlere fırsat vermemişlerdir. Bu
arada toplumda hem maddî, hem de manevî dengeleri sağlayıcı ve koruyucu tedbirler alarak, huzur
ve barışın devamını sağlamışlardır. Sayısız ilim
merkezleri, yoksul, kimsesiz ve yolda kalmış insanlar hatta hayvanlar için kurulan vakıf, yurt, imarethane vb. kuruluşlar bunun en güzel örnekleridir.
Kısaca ifade edersek, birlik ve dirliği sağlamak için,
İslâm’ın ruhuna ve insanlığın yararına olan maddî ve
manevî her türlü imkân ve gücü harekete geçirmek
gerekmektedir. Başta yüce dinimiz olmak üzere
bütün semavî dinlerin insanlığa ortak mesajları,
Allah’a karşı olan kulluk görevlerinin ifası ve şer
güçlere âlet olmadan insanca yaşamalarının yolunu
göstermektedir. Bu da ancak dostluk ve dayanışma
ile gerçekleşebilir.
Osmanlı Devleti 73 zümreden insanı barındırmış,
birlik ve dayanışma içerisinde yaşamışlardır. Ne
zamanki bazı batılıların teşviki ile Müslümanların arasına ve Osmanlı tebeasının arasına tefrika(ayrılığa) düşmüş o zaman Osmanlı Devleti dağılmaya başlamış ve güç kaybetmiştir. Ve bugün de
aynısı bu güzel memleketimizde de oynanmak istenmektedir. Bizim zenginliğimiz olan farklılıklarımızı
bazı iç ve dış mihraklar birbirimize karşı düşmanlık
vesilesi yapmaya çalışıyorlar.
Birbirinden farklı dilleri, milliyetleri, cinsiyetleri,
kültürleri olan insanlık alemine baktığımızda muazzam bir çeşitlilik görürüz. Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı,
Fars’ı, Hintli’si, Maley’i, Bosnalı’sı, Afrikalı’sı ile
İslâm ümmeti bir çiçek bahçesine benzer. Her bir
çiçeğin rengi, kokusu, endamı farklıdır. Ama onların
bütünlük ve ahenginden muhteşem bir çiçek bahçesi ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde İslâm medeniyeti,
Fas’tan Endonezya’ya, Anadolu’dan Hint alt kıtasına, Arabistan’dan Orta Asya’ya ve Balkanlara kadar
muazzam bir çeşitlilik gösterir. Mimarî tarzları, şehir
düzenleri, kılık kıyafetleri, dilleri, mutfakları, yerel
örf ve adetleri ile dantel gibi örülmüş bir mozaik
çıkar karşımıza. Bu çeşitliliğin anarşiye ve kaosa/
kargaşaya dönüşmesini engelleyen, insanlık vasfına
bir ahenk, düzen ve bütünlük kazandıran da yine
36
tevhit, yani birlik ve beraberlik ilkesidir.
Resul-i Ekrem veda hutbesinde;
“EyMü’minler!
Sözümü iyi dinleyiniz, iyi anlayınız ve iyi muhafaza ediniz! Muhakkak ki, Rabbiniz birdir. Babalarınız da birdir. Hepiniz demdensiniz, dem(as)
da topraktandır. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir
ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Allah
katında en hayırlınız, Allah’tan en çok korkanınızdır.
Arabın aceme(arap olmayana), acemin (arap olmayanın) de araba, üstünlüğü yoktur. Üstünlük
ancak takvâ iledir.’’ buyurmaktadır.
Hz Ömer ‘’biz zelil idik İslam bizi aziz kıldı.’’
diye belirtmektedir.
adım
bilgi
fikir
adım
bilgi
fikir
37
Çağlayan Bal, Orta Doğu Teknik Üni, Yerleşim Arkeolojisi
GİBİ
BİR ŞEY
[email protected]
HAYATIM
birilerinden hoşlanır gibi oldum. Kendimi engelledim.
Anladım. Güzel kızlar vardı. Bir de çirkin kızlar... Çok
ağladım. Sadece o sebeple değil lan! Hayallerim vardı.
İlk kez ölmek fikrini düşündüm, benim için her zaman
Biz de bugün mantı yedik. Ankara mantısı. Ama biz
bir çare olacak olan. Sorunları onlardan kaçarak çözenMalatyalı’yız. Oradaki de yoğurt, buradaki de... Ben
lerdenim. Üzüldükçe yazılar yazdım. Sınıfımın birincisi
mesela parmağımı çok severim. Yirmi üç yıldır beraoldum. Üniversiteye gittim. En iyi arkadaşımı, dostuberiz. Ondan hiçbir şekilde ayrılmak istemem. İki aydan
mu tanıdım. Sonra en iyi arkadaşım, dostummuş gibi
daha kısa bir süre içinde gidiyorum. Gidiyorum ulan!
olanları... “Yeis”in anlamını öğrendim. Kar ve Kaplan’ı
Sonra bu soğan ne kadar acıymış diyorum, dünyanın
izledim. Kürk Mantolu Madonna’yı okudum.
en küçük kemanı kimseye fark ettirmeden dünyanın en
Ophelia’yı buldum. Bir kez daha hoşlandım. Bu
hüzünlü parçasını çalıyor... Sonra mesela arada canım
sefer o da hoşlandı. Ama ben anlayamadım. Tam
soğuk bir bira istiyor. Soğuk içiniz. Buz gibi içiniz.
vazgeçmişken o söyledi. O evlenmek istedi. Ben isteTek seferde içiniz. Sonra bir tane daha içiniz. Bokunu
medim. Korktum. Sevdim mi? Bilmiyorum. O üzüldü.
çıkarınız. Ama içemiyorum. İçtiğim
ilaçlar
Ben daha çok üzüldüm. Onun için… Sonra o evlendi.
zaten karaciğerime bira etkisi
Sonra hayallerim gerçekleşmeye başladı. Bir kez daha
yapıyor; ama beynime, duyguüniversite… Kalabalık... Çok kalabalık... Gözler... Çok
Kalabalık...
larıma değil. "Sana gitme
gözler... Daha çok yalnız kaldım. Hep kitap okudum.
Çok kalabalık...
demeyeceğim / Ama gitme,
Kimseyle konuşmadım. Anlaşamadım. Sonra birilerini
Gözler...
Lavinia". Milyon kere
tanıdım. Farklı. Yine birilerinden hoşlanır gibi oldum.
Çok gözler...
“Daha çok
Ayten. Bir Ayten olamadım.
Yine kendimi engelledim. Anladım ben o işlerin insanı
yalnız kaldım.”
Feride de olamadım.
değilim. Ne bileyim lan, hangi işin insanıyım! BilmiZeynep de olamadım. Ben
yorum. Kazıya gittim. Kazamadan geldim. Birilerinin
Çağlayan’ım. Bazen Cabenden hoşlanıyor olabileceğini düşündüm. Sonra bunun
glayan’ım. Yirmi üç yaşındayım.
ne kadar saçma olduğunu düşünüp böyle bir şey
Emeklemedim. Hemen yürüdüm. Motor plak
olamayacağına ikna etmeye çalıştım kendimi.
Anladım!
şeyim çabuk gelişti. Beş yaşında anaokuDirenişe katıldım. İlk defa gece on birde
Ben
o
işlerin
insanı
luna başladım. Sabahçıydım. Küçüktüm.
Kızılay’da bulundum. Korkuyu ve heyecanı
değilim.
Zor geldi. Bıraktım. Altı yaşında yeniden
ve isyanı hissettim sonuna kadar. Bazı şeybaşladım. Resimler yaptım. Okul müdürü
ler hep bok gibi olmaya devam etti. Şimdi
Ne bileyim lan,
benim yanıma geldi, bana bir şeyler dedi.
Ankara’dayım. Ölüm hala ve her zaman en
hangi işin insanıyım!
Hatırlamıyorum. Sonra felç oldu o adam.
büyük ve rahatlatıcı çözüm. Gavur ellerine
Bilmiyorum, neden. Ten rengi pastel boyayı
gidiyorum. Kaçıyorum. Herkesten...
yeleğimin cebine sakladım. Kimseyle payKötüyüm… Duygusal olanından
laşmadım. İlkokulda akıllıydım çok. Başarılıydım.
değil. İyi bir insan olamadım.
Ölüm
Üçüncü sınıfta yeşil renkli bir külotlu çorabım, rengarenk
Her zaman olduğu ve olacağı
hala ve her zaman
bir sandaletim vardı. Sonra düştüm, kolumu kırdım.
gibi, yalnızım.
en büyük
Kıştı. Dışarı çıkıp karda oynayamadım. Sınıf başkanı
ve
oldum. Yazdığım kompozisyonla dereceye girdim. Harry
rahatlatıcı
çözüm.
Potter’ ın Ateş Kadehi kitabını hediye ettiler. Orijinaldi. Bu sebeple bütün Harry Potter kitaplarını orijinal
aldım. Birinden hoşlandım. O benden hoşlanmadı. Biri
benden hoşlandı. Ben ondan hoşlanmadım. It is cats and
dogs’un anlamını öğrendim. Ameliyat oldum. Neredeyse iki ay boyunca bağımlı gibi ağrı kesici kullandım.
Bazı
Sırtımda benden olmayan parçalarla birlikte yaşamaya
şeyler
başladım. Sonra kurtuldum hayatımın bu döneminden.
hep
Lisedeyken ergendim. Okuldan kaçtım. Bira içtim. Ceza
bok gibi
aldım. Okuldan uzaklaştırıldım. Sinemaya gittim. Yine
olmaya
kompozisyon yazdım. Edebiyat öğretmenimle inanıyodevam
rum ki aramızda bir bağ vardı hiç konuşmadığımız. Yine
etti.
38
adım
bilgi
fikir
Nur Selma Aslan,
Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön.
[email protected]
EŞCİNSELLİK ALGISI
Eşcinsellik, insan tarihi kadar eski bir durumdur. Peki
kar sivil toplum kuruluşları desteklemektedir. Amerikan
nedir bu eşcinsellik? Eşcinsellik, bir türün bir bereyin
Piskiyatri Birliği bu tür onarıcı terapilerin etik olmadığınkendisiyle aynı cinsiyetteki bir başka bireye karşı romandan dolayı uygulanmaması gerektiğini söylemektedir ve
tik ve ya cinsel bir çekim hissetmesi ve bu iki
bu konu üzerinde deklerasyon yazdı. Görüldüğü
birey arasında etkileşim yaşanmasıdır. Tarihte
üzere eşcinsellik bir hastalık değildir. Tedavisi
Türkiye de 2009
eşcinseller hakkında bir çok acımasız kamsorununa gelindiğinde ise başarılı olmuş
yılında
panyalar yürütülmüştür ancak günümüzde
bir tedavisi görülmemiştir. Aynı zamanda
yapılan bir araştırmada
bilimin ve toplumsal algının (göreceli)
dünya örgütleri tarafındanda bu değiştirme
insanların %87’si
gelişmiş olması sayesinde baskılar giderek
süreçlerine olumlu bakılmamış, onarıcı
eşcinsel bir komşu
azalmaktadır. Eşcinsellik, uzun yıllardır
tedavilerin eşcinsellerin piskolojilerini
istemediklerini
bilim çevreleri de dahil olmak üzere bir
bozmaktan öteye gidemediği saptanmıştır.
söylemişlerdir.
kimlik bozukluğu, hastalık, sapıklık gibi
Eşçinsellik cinsel bir kimlik bozukluğudur.
olumsuz ifadelerle tanımlanmıştır. Bu görüş
Cinsel kimlik; kişinin kendi bedeni ve ben1914 yılında Amerikan Piskiyatri Birliği ve daha
liğini belli bir cinseyet içinde algılamasıdır. Bu
sonra 1992 yılında Avrupalılar (ICD) homeseksüelliğin
bir hastalık değil doğuştan var olmuş bir kimliktir. Gey –
ruhsal bir bozukluk olmadığı kararı almışlardır ve bu
lezbiyen – biseksüel ne bir hasatlık ne de iyi veya kötüdür.
kavramı hastalık sınıflandırmalarından çıkarmışlardır.
Bu sadece böyle olmaktan ibarettir.
Peki ülkemizde eşcinsellere karşı tutum nedir? Ülkemiz bu
konudu oldukça katı bir tutuma sahip. İnsanlarımız eşcinselliği kendi isteğiyle oluşmuş bir sapıtma olarak görmekte ve bu olaya kesinlikle karşı çıkmakta. Türkiye de 2009
yılında yapılan bir araştırmada insanların %87’si eşcinsel
bir komşu istemediklerini söylemişlerdir. Bu oldukça
yüksek bir oran. Bu sonuçtan yola çıkarak eşcinsellere
karşı ciddi bir ayrımclıkı ve iteleme olduğunu söylersek
yanlış olmaz sanırım. Ne yazıkki hiç birimiz ön yargı ve
ideolojilerimzden bağımsız değiliz. Onları anlamak dinlemek yerine, sorunu kendi inanç ve değer sistemi üzerinden tanımlamaya çalışarak tutumumuzu olumsuz yönde
kullanıyoruz. Toplum dışına itilmiş bir yaşam sürmelerini
sağlayarak bu durumdan kurtulmaya çalışıyoruz. Ülkemizdeki eşcinselelirin bir çoğu toplumsal baskılardan dolayı
durumunu gizleyerek içine kapanık yaşamaktadır.
Peki eşcinselliğin tedavisi var mı? Bir bebeğin nasıl ki
kaşı, gözü, saçı ana rahmindeki etkilerle oluşuyorsa, cinsel
yönelimini belirleyecek olan beyin yapısınının şekillenmeside ana rahminde başlıyor. Onarıcı – düzeltici terapiler
konusunda makaleler yazmış olan; Colombia Üniversitesi
Piskiyatri Profösörü Robert Spitzer, ilk önce bu tür
tedavilerin etkili olduğunu
makalesinde yazmış ancak
2012 yılında makalesinin
hatalı olduğunu kabul ederek
pişmanlığının dile getirmiştir.
Dünya ve ülkemizde bu tür
terapileri aşırı – muhafaza-
Toplumun eşcinsellere verdiği zararlara gelcek olursak;
Toplumu oluşturan bireylerin anlayışsızlık ve ön yarğıları
nedeniyle bir çok eşcinsel ruhsal ve sosyal problemlere
maruz kalmaktadır. Bu problemler maruz
kalan kişiler
cinsel
problemlemlerlede karşılaşmaktadırlar.
Kendilerine karşı geliştirilen bir çok ön yargı dışa açılmakta zorlanmakta ve kendilerin yalnız ve farklı hissetmektedirler. Eşcinsel kimlikleri ortaya çıktığı zaman dışlanmak,
reddedilmek ve şiddet görmek korkusuyla karşı karışa
kalmaktadırlar. Ayrıca işsiz kalma durumlarıda oluşuyor.
Bunun örneğini yakın zamanda trans olan Nil Erkoclar
(Yeni adı, Özgür Erkoçlar) da görmekteyiz.
Onları toplum dışına atmak yerine, onlara tolumun diğer
bireyleri gibi davranmalıyız. (Özel yada ötekileştirici bir
tavar almamalıyız…) Hayatımızda başımıza gelen bazı
şeyler bizim irademizde değildir. İstesekde istemesek
de bazı istemediğimiz durumlala karşı karışay gelimişizdir çoğu zaman. İşte eşcinsellerde daha kendilerinin
ne olduğunu anlamadan kendilerini bu işin içinde bulmuşlardır. Biraz anlayışın kimseye zararı dokunmadığı
gibi hor görmenin, ötekileştirmenin bir insana büyük
zararı vardır. Bu taşlaşmış
algıları hep beraber yıkmalıyız.
adım
bilgi
fikir
39
İbrahim Gazioğlu,
Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön.
Doğru bir tanedir! Yanılgı ise binlerce o yüzden bir
konuda yetmiş insan ve yetmiş doğru varsa bunlardan
ancak gerçekte bir tanesi doğrudur ve altmış dokuzu
yanılgıdır. Bana göre yada sana göre diye bir şey yoktur.
Olması gereken vardır. Eğer bir konuda bana göre ve
sana göre tarzında bir şeyler varsa o konuda henüz ideal
doğrulara ulaşılmamış demektir. Elimizdeki konunun
doğrusuna ulaşılmadığı için herkesin doğru budur ideası
ortaya çıkar. Bu iddalar yığını içinde hiç birinin üzerinde
mütabık olunmaz ve bir sence, bence, onca, şunca…
doğru olan şeklinde anarşi ortamı ortaya çıkar. Bu anarşi
ortamında insanlar Hegel’in dediği gibi toz parçacıkları
gibi sağa sola ayrılır ve sosyal bir varlık olan insan, özde
ayrılıkların getirdiği derin yalnızlık içinde mutsuz olur.
“Herkesin doğrusu kendisine” görüşü bir toplumu toplum yapan ortak değerleri dejenere ederek
bizleri tekleştirerek kalabalıklar içinde yalnız
kalmamıza neden oldu.
Şair Ahmet Mahir Pekşen “… Ne yardım, ne muhabbet, ne sevgi nede saygı,
Nerde ortak mutluluk, ortak dert, kaygı?...
Veren olmaz sanırım olsan da küle muhtaç.
Bir komşu beş öğün yerken, yandaki kaç gündür aç!...
Alt katta sesiz dua, üst katta disko, pop müzik.
Madde göklere çıkmış, mana yerlerde ezik.”
Şiirinde insanı insan yapan ortak amaçlardan senin
doğrun benim doğrum söylemi ile nasıl ayrıştırılarak,
yalnız ölmeye mahkum edildiğini gösteriyor bize.
Eşit olmayanlara eşit davranarak adaletsizlik ettiler.
Sezara Sezarın hakkını teslim etmediler. Yani; doğru söyleyene doğru söylediğinin hakkını vermediler.
“Kime göre doğru?” sorusu ile doğruyu dejenere ederek
bir doğru olmadığını ima ettiler. Kime göre sorusunun
yanıtı elbette hakkaniyete göre doğru olacaktır. Bireyselleşmeyi, bencilleşme şeklide uygulayarak, bizlerin
birleşmesinin önüne geçtikleri gibi bu zihniyet birleşmiş
toplumları da bağlarından kopararak ayırdılar. Saldırgan
hayvan bile yeterince avlandıktan sonra dururken. İnsanı
öyle bir kalıba getirdiler ki asla durmamak, öleceğini
hatırlamamak üzere kendi çıkarlarını döndü… Bu görüş
insanların aidiyet duygusunu, ait olduğu toplum ile
bağlarını kopartarak köklerinden söktü. Buda insanları
serseri mayın gibi ortada bıraktı. Kendi çıkarlarından başka kutsalları olmayan insanlar ortaya çıkarttı.Daha sonra
da tek kutsalı kutsalı, bir kutsalının olmaması oldu. Bu
40
fikir
Iulia Chicius,
Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön.
Çatışmaların
Sonu
Başı
liberal hayat anlayışı insanlara
daha özgür kıldığı söylense
bile aslında bu tekleşerek
yalnızlaşan bireylerin toplum
ve onun baskılarından kopartarak belki bir bakıma özgür
olduğunu kabul etsek bile;
yalnız olan bireyin güçsüz
olduğu gerçeğinden hareketle onların aslında çöllerdeki kum taneleri gibi küresel fırtınalarda sürüklendiğini yadsıyamayız. Sosyal bir varlık olan insanın liberal
anlayışın modern dünyasında yalnız oluşu onu mutsuz
kılmıştır. Günümüz insanı sosyal medyada yalnızlığını
gidermeye çalışmaktadır. Ama unutmamalıdırlar ki;
yalnızlık gerçek aleme aittir. Onu nasıl sanal alemde
giderebiliriz ki? Oysa ki; nasıl çiçek açmak için büyürse,
insanda mutlu olmak için büyür. Fakat bu zihniyet biz
büyüdükçe dünyamızı kirleterek bizi yalnız bıraktı…
Artık belki tarihin hiçbir devrinde olmadığı kadar kalabalıklar için de acınası yalnızlığımızla baş başayız…
Artık hiçbir kimsenin derdini dinleyip onlar ile
tasalanıp onlarla sevinmiyoruz. Varsa yoksa kendi dert
ve sevinçlerimiz. Artık sevgiler bile ruhumuzu derinden
tatmin etmiyor. Aşklarımız bile kendi çıkarımıza göre…
Bizler artık ölümden korkmayalım, çünkü; toprağın
altında yatan ölüler kadar, toprağın üstünde bizde yalnızız. “Gökyüzü de yalnız gezen yıldızlar. Yer yüzünde
sizin kadar yalnızım…” sözleri, bu içinde yaşadığımız
zamanın teşhisidir. Bizi bu acınası bencilliğimizden ancak bir başka bencil diktatörün çıkarak kendi bencilliğini
bizim bencilliğimiz gibi gösterip inandırması ile oluşan
duygusal bağ kurtarabilir…
adım
bilgi
[email protected]
Gözlerimizi açtığımız
andan itibaren doğru ve yanlışı örenmeye
başlıyoruz. Çevremiz bize
doğru ve yanılış öğretiyor.
Aslında biz çevremizin
doğru ve yanlışlarını
öğreniyoruz ve kendi
doğru ve yanlışlarımız oluyor bunlar. Çevremiz doğru
ve yanlışlarını bize kendi ahlaki değerleri çerçevesinde
öğretiyor. Peki bu doğrular kime ve neye göre belirlenmiştir…? Üniversal cevap herkesin doğru ve yanlışını
kendisine göre belirlediği şeklindedir. Ama bunun bir
mantığı olmalı değil mi? Literatürde doğru kavramı;
kişi, kurum ve toplum tarafından ilgili zaman ve mekanda kişilerce yapılması uygun görülen davranışlar olarak
tanımlanırken. Yanlışta yapılmaması gereken davranışlar
olarak doğrunun zıttı şeklinde tanımlanmaktadır. Bu
tanımdan da anlaşıldığına göre kişi, zaman ve mekana
göre doğrular değiştiğine göre değişmez bir doğru yoktur.
Doğru ve yanlışı biz değil yaşadığımız toplum (çevre)
belirlediğine göre, farklı kültürün insanları sabit konu
üzerine farklı algıları nedeni ile farklı doğru ve yanlışlara
ulaşmaları çok doğaldır. Mesela Mark Twain’in “Tom
Sawyer” romanı Avrupa ve Rus ülkelerinde çocuk romanları kategorisinde yer alırken Amerika’da yetişkinler
romanı kategorisinde yer alır. Bilim İnsanı M. Bennet
bir insanın yabancı bir kültüre 6 tip tepkisinin olduğunu
söylüyor.
[email protected]
Afrika açlıktan ölürken Avrupa’nın da obezleşiyor olması
doğru mu?
Mecburi din dersi doğru mu…? Şeklinde milyonlara soru
sorulabilir. Herkesin cevabı da farklı olabilir… Çünkü
herkes olayları kendi dağarcığından görüp yorumlar.
Sonuç olarak, herkesin kendisine ait inanç ve doğruları olmalıdır. Bu şekilde insan başkalarının doğru ve
yanlış diye dayattıklarından kurtularak bireyselleşmeli
yani gerçek manada insan olmalıdır. İnsanlar korku ve
kaygıdan kaçarlar. Bu kaçış aslında bireysel varoluştun
kaçıştır. İnsan topluma kendinden kaçmak için sığınır.
Ama toplum insanı ancak dışarıdan sarabilir diyen Satre
sözlerini nihayetinde insan tek ve yalnızdır diye sürdürür.
Bize yanlış gelen davranışlar karşısında doğruluk fetvası vermeye kalmayalım. Benim kültürüm ideal kültür
başkalarına dayatarak çirkinleşmeyelim. “Her insan bir
dünyadır” der Herbert. Bu bakımdan karşılaştığımız her
insan kendi topraklarının kokusun taşır ve gelişmeye
açık bir insan her insandan kendini geliştirecek değerleri
alabilir. Yeter ki biz farklılıkları anlamak için samimi çaba
sarf edelim ve farklılıklara saygı duyalım. Hayat sadece
siyah ve beyazdan ibaret değildir grinin elli tonu vardır.
Mutluluğun formülü aslında çok basit; “herkesin doğrusu
kendisine” ilkesini benimsemek ve kendisine yapılmasını
istemediğin bir şeyi başkasına da yapmamak o kadar.
 Diğer kültürü kabul etmeme.
 Diğer kültürü kabul etmeye rağmen kendi kültünü
üstün görme.
 Kültürleri bir kabul gibi görerek, minimum kültür
ayrılığını kabul etme.
 Diğer kültürün varlığının ve eşitliğinin kabul edilmesi.
 Adaptasyon, diğer kültürü öğrenirken kendi kültürünü
de unutmama.
 Diğer kültüre entegrasyon. Yani diğer kültürü kendi
kültürünü sentezlemek.
Kültür konusunun üzerinde durmamızın sebebi, doğru
ve yanlış algısının kültürden kültüre ve hatta insandan
insana değiştiği gerçeğinden dolayıdır. Mesela; vücudunu
satmak ile pazarda et satmak arasındaki fark nedir? İkisi
de piyasadaki talebe yönelik olarak çalışıyorlar. Türk Gıda
Piyasasında neden domuz eti bulmak zordur? Çünkü;
talep yoktur. Yada vücudunu satan mı daha ahlaksız
alan mı? Avrupa kadınlarına göre siyah çarşafla kapanmak, küçük çocukların psikolojisini bozan olumsuz bir
davranış. Doğu ülkelerinin kadınlarına göre ise çarşafsız
sokakta gezmek hayasızlıktır… Şimdi aynı konudaki iki
ayrı sonuçtan hangisi doğru, hangisi yanlış ve kime göre?
adım
bilgi
fikir
41
Tunzala Mamedova,
Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
[email protected]
Fark Etmediğimiz
Seri Katil
Son yıllarda dünyamız yeni birçok değişimin içerisinde,
yeni olgular ortaya çıkıyor. Bu döngü içerisinde yeniliklere hepimiz ayak uydurmaya çalışıyor, hem bireysel,
hem toplum olarak daha da gelişmeye çalışıyoruz. Somut
varlıklara, hayatın akışına kapılmışken bazı şeyleri de
maalesef gözden kaçırıyoruz. Yanı başımızda savaşlar
oluyor, insanlar uçak, trafik kazalarında hayatlarını kaybediyor, hergün bu haberleri izliyoruz, peki yılda sadece
ve sadece hava kirliliği nedeniyle 7 milyon kişinin hayatını kaybettiğini biliyor muydunuz?
İnsanlık varolduğundan bu yana çevreyi tahrip
edip kendi yararımıza kullanıyoruz, bu
Son
süreç sanayileşmenin yaygınlaşması ile
100
yılda
birlikte hızlanmıştır: Hızla doğal kaydünya
nakları bilinçsiz bir şekilde tüketiyor,
nüfusu
çevreye atıklar bırakıyor, doğal çevreyi
7.5 kat
yapay çevreye dönüştürüyor ve bazen
arttı.
kullanılamaz hale getiriyoruz.
Her geçen gün üretim, nüfus artımı, savaşlar,
kirletilen hava, su, toprak ve yok edilen ormanlar sonucu oluşan hastalıklar ve ölümlerle, dünya, insan
sağlığını ve insanların geleceğini tehdit eden özellikler
kazanmaktadır. Kendi sağlığımızın yanı sıra diğer
türlerin de hayatına son veriyoruz. Gelişmiş ülkeler,
gelişmiş ekonomilerini daha fazla büyütmeye çalışırken,
gelişmekte olan ülkeler ise onlara ulaşma hedefiyle
kaynakları sınırsızmışcasına tüketiyorlar. Bir çok ülke
kalkınmak için üretimini arttırmaya çalışıyor, bunun için
de nüfus politikalarını nüfusu arttıracak şekilde belirleyip
dünya politikasında da etkin olmaya çalışıyorlar.
xDevletlerin güçlü olma hedefleri
içinde değerlendirdiğimizde bu
hedef gayet makul görünse de
nüfus problemi günümüzde önemli
bir sorundur. Son 100 yılda dünya
nüfusu 7.5 kat artmıştır, bu artış
genelde gelişmemiş ve gelişmekte
olan ülkelerde nüfus kontrolünün
olmaması veya politikaların arttırma yönlü olmasından kaynaklanıyor, neticede fazla nüfus daha
fazla gıda, giyecek ve
42
barınak anlamına gelir ki devletler, üreticiler bu açığı
kapatmak için daha fazla üretim yaparlar, bunu da
sağlıksız yöntemlerle ve çevresel malları kullanarak
gerçekleştirirler: GDO’lu ürünler, kimyasal boyalar, sentetik maddeler, katı atıklar vs. bunlara örnektir.
Devletler bir taraftan sonsuz kapitalist dünyada gelişip
hayatta kalmaya çalışırken küçük farkındalıklarla bazı
uluslararası girişimlerde bulunmaktadırlar. Bu adeta
bir paradoks oluşturur. Uluslararsı bazı konferanslar ve
Kyoto protokolüne rağmen soruna dair büyük bir adım
atılmamıştır. Son toplanan COP21 BM iklim
konferansında da belirtildiği üzere eğer
üretim hedeflenen 2 derece ısınma şeDünya enerji
linde giderse bundan sonra 1650 milyar
kullanımının
sadece %1.5’u
ton karbondioksit salınımı kapasitemiz
yenilenebilir
kalıyor, ki ülke taahütleri ve bunların
enerjidir.
gerçeklik oranı hesaplandığında 900
milyar ton kalıyor ki bu da bu yüzyıldan
sonra fosil yakıt tüketmememiz anlamına
geliyor. Dünyada yenilenebilir enerji toplamın sadece 1.5% ni oluşturuyor. Görünmez katilimiz bizi yavaş
yavaş öldürürken her şeye rağmen kalkınma hedefi doğru
mu tartışılmalı. Karşımızda bu kadar büyük bir sorun
varken, birlikte hareket edip ortak çözümler üretecekken
devletler bencilce davranıyor. Kendi toplumumuza da
baktığımızda nüfus ve kalkınma politikalarının yönünü
görüyoruz, yapılanlar gerçekten bizim iyiliğimiz için mi,
sorusunu sormamız gerekir. Toplumlar olarak gelişelim
derken sağlıksız gıda, giyim ve havaya maruz kalıyoruz,
bizim için gelişmek gerçekten daha fazla tüketim mi?
Sağlıklı bir çevre de bir gereksinim değil mi?
adım
bilgi
fikir
adım
bilgi
fikir
43
Taylan Özgür Ağır,
Polonya Torun Nicolaus Copernicus Üni.
[email protected]
Toplumsal
Yozlaş(tır)ma
batı sevdalısı, sonunda metropol yaşamından gördüğü
kültür ile geçmişten kalan kendi kültürünün kalıntılarıyla
karıştığında ortaya ilginç bir yozlaşma çıktığını gözlemlemek zor olmuyor. Bu yozlaştırma elindeki telefon ile
girdiği sosyal medyalarda bireyden başlayarak adeta
hastalık gibi yayılıyor.
Yozlaşmanın kelime anlamı, bir şeyin
gerçek özelliklerinden uzaklaştırılması ya
da uzaklaşması şeklindedir. Başka bir ifade
ile "özünden ayrılma", doğasındaki iyi
şeyleri sonradan yitirmek anlamına
gelen bir kelimedir. Herhangi bir
şey, gerçeğine bağlı kalmadığında,
aslından uzaklaştığında, özündeki iyi
şeyleri kaybettiğinde yozlaşmış olur.
Ben bu çerçevede biraz daha bir şeyin
gerçek özelliklerinden "uzaklaştırılması" kısmında duracağım.
Toplumsal yozlaşma ise, bir toplumun kültürünün, başka
bir toplumun kültürüyle birleşmesi ya da benzemesi
sonucu, kendi kültüründe farkılıklara gitmesi ya da
kültürünü kaybetmesi şeklindedir.
Yapılan araştırmalara göre yozlaşma, ülkelerdeki kişi
başına düşen gelirin azalmasına yol açmaktadır. "3.
Dünya Ülkeleri" denilen ülkelerdeki yozlaştırma çabalarının yoğunluğunu çok daha kolay fark edebiliriz. Bu
ülkelerdeki yozlaşma özellikle medya yolu ile kolay ve
etkili bir biçimde halka işlenmektedir. Özellikle kırsal
kesimde yaşayan toplum; televizyon, gazete, internet
v.b. araçlar yoluyla metropol insanını, büyük şehirleri,
batının nimetlerini göstererek, batının özendirildiği bir
yol izlenmektedir. Bu özendirmeye her gün maruz kalan
birey ve toplum, farkında olmadan hızla yozlaşmaya
doğru yol almaktadır. Gözlemlerimden örnek vermek
gerekirse gelir seviyesi düşük semtlere gittiğimde, insanların büyük çoğunluğunun elinde büyük marka telefonların son modellerine sık rastlıyorum. İhtiyacından çok
daha fazlası olan telefonun, evindeki buzdolabından
daha pahalı olduğundan eminim. Ya da kıyafetlerinde
parası yetmediği için büyük markaların alt sanayi ürünlerini kullanmaları da bir başka detay.
Bu, batının parıltılı
hayatını yaşamak
isteyip, ucundan
kıyısından ona
dokunmak istemesi,
bir yerde kendini
kandırması, keyifli
bir uyuşukluk hissetmesi bireyin hoşuna gidiyor. Kendi
kültüründen ve
değerlerinden kopan
44
önemli silahlarından birisidir. Yozlaşmış yayımevleri, sinema salonları, müzik kanalları ile toplumun
kendi sanatından uzak, bankamatik sanatçıları
sayesinde yozlaşmış bir sanata maruz kalması toplumu
yozlaşmaya hızla itmektedir.
adım
bilgi
fikir
Ancak yozlaştırmanın sadece ekonomik gelirle ilişkili
olduğunu düşünmüyorum. Gelir seviyesi yüksek tabakalardaki yaygın olan batıya tutkunluk, her alanda
yozlaşmanın temellerini sağlamaktadır. Onların gözünde
batı her zaman medeniyetlerin beşiğidir ve batılı olmak
her noktada iyidir. Batılı tarzı yaşama isteği her ekonomik sınıfta kitle iletişim araçları ile her dakika propagandası yapılmaktadır ve gittikçe toplum tarafından meşrulaştırılıp daha da benimsetilmektedir. Batı tutkunluğu
dışında devlet adamlarının rüşvet olayları ve yolsuzlukları, iş adamlarının yasadışı ve etik olmayan anlaşmaları
da bu alanlardaki yozlaşmayı gözler önüne sermektedir.
Toplumun, bu silahın farkına varmasını istememektedirler. Hele ki anadolu coğrafyasında sanat çok zengin
bir yelpazeye ve geçmişe sahiptir. Anadolu'daki kırsal
kesimde kalan yozlaşmamış muhteşem sanat yelpazesinin nadir de olsa yaşamakta olması insanı sevindiriyor ve
insana ümit veriyor.
Toplumun her alanındaki bilinçli yozlaştırmalar, yazıda
değindiğim üzere para güdümlü çıkarlar doğrultusunda
birilerinin ceplerini şişirecek ölçüde faydalar sağlıyor. İnsanı insan yapan değerlerden en önemlisi de kültürüdür.
Ortaya çıkardıkları yoz kültür, toplumun kendi kültürünü,
saflığını ve benliğini unutturup, yerini gerçek olmayan,
yozlaştırılmış bir "kültür" halini alıyor. Bu hal, bireyleri
insan olmaktan ziyade birer robot haline getiriyor.
Yozlaştırma sadece ekonomik ve kültürel alanda kalmayıp sanatta da gittikçe kötü bir hal alıyor. Örneğin, çok
büyük bütçeli filmler büyük yapımcılar tarafından adeta
bir ürün gibi çekiliyor, ardı sıra gelmeyen reklamları
ve kampanyaları ile ortaya konuluyor. Ve sonra sinema
salonlarındaki büyük baskıları ve güçleri sonucunda
filmleri bütün salonları meşgul ediyor
ve milyonlarca
dolar kazanılıyor.
Gerçek filmlerin
yer alması yerine
para güdümlü ürünlerin sinemalarda
gösterilmesi bu
yozlaştırmanın en
büyük sonuçlarından biri olarak
gösterilebilir. Sanat
bir toplumun en
Mexico City ---- Tek Şehir, Tek Fotoğraf, İki Sınıf
adım
bilgi
fikir
45
Erdem Çayan,
Sakarya Üniversitesi, İşletme
[email protected]
Ö EBE:
KOR
BİR TELEVİZYON OYUNU
Türkiye'de televizyon,hayatımıza 1965li yıllarda ilk
çalışmaları İstanbul Teknik Üniversitesinde küçük bir
deneme istasyonunda yapılarak hayatımıza girmeye
başladı. Yıllar geçtikçe daha da bizden oldu televizyon.
Hatta bizleri eğlendirmek için her türlü kılığa girmeyi
başarmıştı bile.Ya da biz öyle zannediyorduk… Zannediyorum ki yaşadığımız hayatta muhakkak hepimizin bir
televizyon serüveni vardır.Kimimiz dizilerden,kimimiz
yarışma programlarından,kimimiz müzik kanallarından
dem vurmuşuzdur hayatımıza.İzlediğimiz karakterleri
benimsemişizdir,hak vermişizdir,kısacası bir şekilde
yaşamımızla buluşturmuşuzdur televizyonu ve televizyondakileri.Fakat şu soruları sormadan edemeyeceği
ve acaba kaçımız bu soruları kendimize sorduk?; Bu ne
kadar faydalı ? Ne kadar önemli? Ne kadar sosyal?
Bu soruları herkes kendine sormalı.Çünkü biz gerçekten
eğleniyor muyuz?Televizyon bizi gerçekten sosyalleştiriyor mu? Bence bu soruların çoğunun cevabı olumsuz
yönde olacaktır. Televizyonun hayatımıza girmesiyle ya
da hayatımıza girdirilmesiyle çok şey değişti.İnsanlar
planlarını televizyondaki yayın akışına göre şekillendirmeye başladı.Hatta televizyon öyle noktalara getirdi
ki insanları.Siyasetten,ekonomiden,yaşam şartlarından
bi' haber olduk.O televizyonlarda gösterişli,eğlenceli programlarla gözlerimize güzel güzel boyalar
sürülürken meclislerde kaç tane rantsal yasa geçti kaç
kişi biliyor bilmiyorum. Bunlar bizlere televizyondaki
dizilerde gösterdikleri o zengin hayatın hayalini kur-
46
fikir
Sözün özü,bizleri daha çok paraya ulaşmak için basamak
yapan televizyon sahiplerine karşı çok temkinli olmalı.
Her gösterilene inanmamalı ve kandırılmamıza izin
vermemeliyiz.Bizi amaçsız hale getirmeye çalışıp tepkisizleşmemize neden olan o pırıltılı hayatların kurgudan
ibaret olduğunu unutmamalıyız.Yoksa APTAL KUTUSU
olarak tabir edilen televizyonun APTAL birer bireyleri
haline geliriz...
MEDYA
dururken yapılıyor ve bizler ne yazık ki bunun farkına
varamıyoruz.
Her şeyden,her konudan bahsedebiliriz televizyonla ilgili.
Mesela televizyonda romanlardan uyarlanan dizilerden
de bahsedelim.Sırf televizyonda her hafta yayınlanıyor
diye uyarlanan dizinin kitabını okumayan milyonlarca
insan var.Bu durumun ne kadar acı olduğunu söylememe
gerek bile yok. Bize iki çift muhabbeti çok gören televizyon için,misafirliğe gittiğimizde bile televizyonda
sevdiğimiz bir dizinin/programın fragmanına denk
geldiğimizde,muhabbetin en koyu yerinde ''Bir saniye
şunu izleyebilir miyim?'' diye soru sorar hale geldik.
Bizleri kandırarak üstümüzden para kazanan kişilerin
cebini doldurmak için kelime dağarcığımızı daralttık.
Dedim ya misafirliğe gittiğimizde böyle yapıyor hale
geldik.Evde düşünün birde.Kimse konuşmuyor,sohbet
etmiyor,evde birisi bir şey söylese ''Sus iki dakika şunu
izleyeyim'' gibi hatta daha ağır cümleler kuruluyor.Ve bu
durum gerçekten acı.
Televizyonlarda yayınlanan programlarıda sırf rating
uğruna insanlar birbirine giriyor,kavgalar oluyor, küfürler
havada uçuşuyor bizde merakla izliyoruz. Bize kavgada bir tarafı seçmemiz empoze edilirken alttan alta,biz
evde,okulda,işte kavganın bir taraflarını savunmaya
çalışıyoruz.Bunları kurgulayanlar ise yine ceplerini
doldurmaya devam ediyor.
Bunca yazıya karşı ''Ya bu televizyonun hiç mi güzel
yanı yok? Haberler var,onları izliyoruz,o da mı kötü?''
diyenleri de duyuyorum.Evet haberlerde var, onlarıda
adım
bilgi
iziyoruz ama kimin haberini izliyoruz bunu hiç düşündünüz mü?
Bir kanalda kadın cinayeti haberi
verilirken,kadın suçlu gösterilmeye
çalışılıyor.O saatte orada ne işi var?
Üzerinde neden bibergazı taşıyor? Niye etek giymiş? vs. denilip kısacası haketmiş gibi gösterilip haber konusu edilirken diğer
tarafta aynı haber vahşet olarak nitelendiriliyor.Başka
örnekler vermek gerekirse meclisten geçen bir yasa yine
bir kanalda toplum için zararlı olarak nitelendirilirken
diğer bir kanalda bu yasa toplumun yararınadır savunmasıyla bizlere aksettiriliyor.Bir kanalda yapılan vergi
zamlarının gereksiz olduğu nitelendirilirken diğer bir
kanalda bu zamların gerekli ve yerinde olduğu kanaati
ortaya koyuluyor.Ve bu durumlar/haberler, ‘’MEDYA’’
dediğimiz oluşumların tarafsızlığını bizim sorgulamamız gerekliliğini ortaya çıkarıyor.Yapılan haberin salt
çıplaklığıyla ortaya koyulmadan,detayına inilmeden
sadece laf olsun diye doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmaya çalışarak toplum mühendisliğine soyunanların
bunu ne amaç ve çıkar uğruna yaptıklarına göz atmalıyız.
Kısacası; Ne izlediğimiz değil,neyi kimden ve nasıl
izlediğimiz önemli.Bu durumlara karşı bilinçlenmeli ve
daha nitelikli bireyler haline gelmeliyiz.Bizi ve ülkemizi ilgilendiren haberlerin yabancı basında nasıl yankı
bulduğunuda araştırıp,takip etmeliyiz.Çünkü ne kadar
farklı fikirleri mercek altına alırsak, düşünce konusunda o
kadar çok zenginleşiriz.
Televizyon sektöründe herkes kendi çıkarına bakıyor.
En karlı çıkmaya çalışan da her zaman için kanal sahipleri olur.Kanallar kendi çıkarları için yayınladıkları
programın içeriğine,dizilerin gidişatına bile el atar.Çünkü
korkarlar raitingleri düşer de az para kazanırız diye.Çok
basit bir örnek verirsem anlarsınız. 2012 yılında yayın
hayatına başlayan Cevdet Mercan yönetmenliğindeki
Kayıp Şehir isimli dizide Seher karakteri ve Daniel isimli
siyahi karakterin aşk yaşaması kanal yönetimine ters
gelmiş,raitinglerin düşeceğinden yani para kazanamayacaklarını düşünüp çeşitli bahanelerle diziye müdahalelerde bulunmuşlardı. Bunun sonucunda da dizinin
yönetmeni Cevdet Mercan herkes kendi işini yapsın diyerek yönettiği son bölümde Seher'in başlattığı DANİEL
İÇİN ÖZGÜRLÜK isimli imza kampanyasında kendi adı
ve imzasıyla görüntüye gelerek kanala tepkili bir şekilde
diziyi bırakmıştı. Dizide yönetmen değişikliği yapılsada bu olaydan birkaç bölüm sonra dizi sona erdi. Buradan ne demek istediğimin gayet açık ve net olduğunu
düşünüyorum.
MEDYA
MEDYA
MEDYA
adım
bilgi
fikir
47
Söyleşi: Türkiye’de
Kadın Sorunları
68 Kuşağının mücadeleci ve alanlarda kadın mücadelesine omuz vermiş Belkıs Bağ ve yol arkadaşı Safiye
Tekdemir ile Türkiye’de kadın sorunları hakkında söyleyişi gerçekleştirdik. Bu söyleyişide kadın sosyolojisi
bağlamında kadınların toplumsal yaşamı, cinsel yaşamları ve bedenleri üzerindeki kurallar ve yasaklamalar ile
siyasal ve ekonomik yaşamdaki yerine dek bir çok konu hakkında konuşma şansımız oldu. Kendileri ile günlük
yaşamda, ve toplumsal yaşamda kadınların karşılaştığı sorunları değerlendirdik. Bu röportajı, Mersin’de tecavüz
edilerek katledilen Özgecan Aslana itaaf ediyoruz.
Veli Reçber
Veli Reçber : Kadın sosyolojisi açısından bakıldığında
soy ve miras hukukunun cinsiyetçi paradigmalar açısından belirlenip devam etmesini ( erkeklere göre belirlenmesini ) nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Belkıs Bağ : Aslında bu sorunun cevabı sorunun
kendisinde gizlidir. Soy ve miras hukukunun cinsiyetçi
meşruluğu bu gün erkekleri toplumda egemen bir imparatorluk kurmalarının temelidir. Erkekler bu hukuki
anlayış üzerinde kendi cinsel kimliklerinin devrimini
gerçekleştirmiştir.Tarihsel olarak bu hukuki anlayış analiz
edildiğinde, kadınların toplumsal yaşam alanından tutunda, cinsel yaşamları; cinsel yaşamlarından tutunda devlet
mekanizması ve kurumları içerisinde bu gün feminist
ve ilerici kadınların yakındığı bir çok soruna kadar, tüm
sorunların temel kaynağı soy ve miras hukuku anlayışının
erkek egemen bir anlayıştan beslenmesinde gizlidir. Bu
hukuk anlayışını doğuran olgu da tamamen cinselliktir.
Kadınlar mücadele anlayışlarını bu noktada yükseltmeli
ve bu erkek egemen düzeni yıkmalıdırlar. Kadın devrimi
gerçekleştirmelidirler.
48
adım
bilgi
fikir
Veli Reçber : Kadınların toplumsal yaşam alanı ile
ilişkilendirdiniz ve bu noktada bir sosyolojik öngörü ileri
sürdünüz. Soy ve miras hukukunun kadınların toplumsal
yaşamdaki yerini belirtiğini söylediniz. Bu gün Türkiye’de sizce kadınların toplumsal yaşamdaki yeri nedir ?
Bunu kadın kimliğiniz ile nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Belkıs Bağ : Bu gün kadınların toplumsal yaşam alanları
derken geniş bir çerçevede düşünmek gerekmektedir.
Bu çerçeve, devlet mekanizmasından tutunda, devletin
kurumlarına, devletin kurumlarından tutunda toplumun
en küçük örgütlü birimi olan aile içine kadar her alanda
yok denecek kadar azdır. Kadınların toplumsal yaşam
alanlarını ben kadınların öz kimliği ve benliği noktasında değerlendiriyorum. Yani bu noktada fiziksel varlıktan
bahsetmiyorum. Önemli olan kadınlar cinsel kimlikleri
ve benlikleri ile ne derece toplum içerisinde varolduğu
konusudur. Toplumu sosyolojik olarak kurumları ve olguları ile analiz ettiğimizde erkek bir devlet anlayışı, erkek
kurum ve kuruluşlar, erkek bir din, erkek bir dil, erkek bir
eğitim sistemi, erkek bir tanrı ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan husus bu
noktada kadınların toplumsal yaşam alanı analiz edilirken
bu kıstaslara göre yapılmasıdır. Bu kıstaslar göz önünde
bulundurulduğunda maalesef, Türkiye’de kadınların
toplumsal yaşam alanı yok denecek kadar azdır. Fiziksel
görünüm itibarı ile bu gün toplumda yaşsakta siyasette,
ekonomide, kültürel ve sosyal yapıda kadınlar ancak
erkek düşünce anlayışı ve egemenliği altında erkek cinsel
kimliği ve algısı ile varolabilmektedir.
Veli Reçber : Bu tespitleriniz gerçekten önemli, bu
tespitler doğrultusunda peki kadınların siyasal yaşam
içerisinde bu gün Türkiye’de siyasal yaşamdaki yerini
nasıl değerlendiriyorsunuz. Ne gibi yapısal sorunlar ile
karşılaşıyorsunuz ?
Veli Reçber : Siyasette cinsiyet eşitliğinden bahsettiniz ?
Bu eş başkanlık sistemi midir ?
Belkıs Bağ : Bu gün Türkiye’de mevcut siyasal partilere
bakıldığında, kadın kotası uygulamaları ile karşılaşılıyor.
Peki buradaki amaç nedir kadınları siyasette aktif ve etken
kılmak mı? Bu traji komik bir durumdur. Yüzdelik oranlarla bu hakkı verenler kim , Erkekler... Ya da demezler mi
yahu siz hangi hakla benim siaysal yaşam alanımı yüzdelik dilimler ile belirleyebiliyorsunuz. Bu hakkı kendinizde
nasıl görebiliyorsunuz. Sorunun esası şudur... Hangi
siyasal parti olursa olsun, A partisi, B partisi, C partisi bu
fark etmez. Bu gün ülkemizde siyasette kadının yerini ve
rolünü yüzdelik dilimlerle erkekler verilmiş bir hak gibi
belirlemektedir. Bu noktada da kadınlar siyasal bir devrim
yapmalıdır. Erkeklerin yüzdelik dilimleri ile kadınların
cinsel kimliklerine yönelik uyguladığı kotaları yıkıp,
kendilerine özgür siyasal alanlar ve oluşumlar inşa etmelidirler. Gönlümüzden geçen bu alanda cinsiyet eşitliği
ile birlikte siyasetten kadınların karar ve yetki noktalarında
söz sahibi haline gelmeleri sağlamaktır.
Belkıs Bağ : Bu gün eş başkanlık sistemi denildiğinde
ülkemizde hemen aklımıza HDP gelmektedir. HDP’de
eş başkanlık sisteminin işlevselliği noktasını
tartışabiliriz. Ama bunu HDP ile özdeşleştirmek doğru
olmaz. Bu enternasyonalist bir taleptir. Rosa Lüxemburg,
Clara Zetkin’lerin enternasyonelde sol düşünce alanında
teorik kazanımlarıdır. Fakat Türkiye’deki diğer siyasal
partilerin henüz buna hazır olduklarını düşünmüyorum.
Bu anlayışın olgunlaşarak kurumsallaşması için kadınların erkek egemen uygulama ve örgütlenme modellerinden kurtulup, kendi ilke ve anlayışları ile örgütlenerek bu
anlayışı örgütlemelerini ve bir kazanım olarak elde
etmeleri gerektiğini düşünmekteyim.
Siyasal partilerde kadın kolları veya gençlik kolları gibi uygulamalar
kaldırılmalıdır. Bu uygulamaların bu gün, erkek egemen
listeleri iktidara taşımaktan ve onlara siyasal alanda
hizmet etmekten başka bir fonksiyonlarının olduğunu
düşünmüyorum.
adım
bilgi
fikir
49
Veli Reçber : Kadın ve kadın sorunları noktasında ülkemizde,
taciz, tecavüz, şiddet ve kadın cinayetleri gibi sorunlar temel
sorunalar hakkında bir değerlendirme yapabilir misiniz ?
Belkıs Bağ : Bu sorunun cevabını çözümü noktasından yola
çıkarak ve üzerinde düşünerek cevaplayalım. Doğa kusursuz
ve mükkemmel yasalara sahip... Doğadaki döngü birbiri ile
uyumlu ve bağımlı bir sistem... Doğa anaerkil midir? Gibi bir
soru üzerindetartışılabilir. Fakat ben doğanın anaerkil olduğunu
düşünüyorum. Burası şimdilik başka bir konu... Doğada her
canlının yaşama hakkı olduğuna inanıyorum. Ve tüm canlılara karşı hümanist bir yaklaşımı inşa etmemiz gerektiğine
inanıyorum. Fakat doğadaki yaşayan canlılara baktığımızda
eşine şiddet uygulayan, onu katleden, kadınlara tecavüz ve
taciz uygulayan tek canlı sanırım insan... Şimdi demin bahsettiğimiz sorunları her gün basından, TV’lerden, sosyal medyadan görüyoruz ve takip ediyoruz. Kuşkusuz bu ülke de kadın
sorunlarını düşünebilir ve konuşabiliriz. Bu çok derin, bilimsel
bir konu... Öyle bir vaktimiz olmadığı için konunun anlaşılması
bakımından Özgecan’ın olayı üzerinden bir değerlendirme
yapmak daha doğru olur. Özgecan’ın öldürülmesinden sonra babasının şu tespitleri bizi bu tür sorunların kaynağına
götürmektedir. Bilmiyorum hatırlar mısınız ? Ben çok iyi
hatırlıyorum Özgecan’ın babası aynen şu cümleleri kurmuştu:
‘’Bedeni cezalandırabilirsiniz, kişileri cezalandırabilirsiniz.
Bu önemli değil, önemli olan o insanlara bunu yaptıran
varlığı cezalandırmak gerekir.’’ Medya, basın, sosyologlar,
psikologlar, entellektüeller her gün kadın sorunlarını konuşup
tartışmakta ve bu konu hakkında birşeyler söylemektedir.
Özgecan Aslan ölümünden önce de yazıp çizenler, fikir beyan
edenler ; Özgecan öldürüldükten sonra da sorunun kaynağından uzak bir çok fikir beyan ettiler ve yazıp çizdiler. Fakat
Özgecan’ın babasının yaptığı tespiti hiç kimse yapamamıştı.
Evet o insanlara asıl bunu yaptıran varlığı bulup eğitmek mi,
cezalandırmak mı gerekir orasına siz karar verin... Erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz. Kadınlara yönelik her türlü şiddet,
baskı, tecavüz, taciz ve katliamın asıl kaynağını, çok basit bir
duygu olarak görüyorum. Bu duygu tek kelime ile ‘’cinselliktir.’’ Tabulaştırdığımız, üzerinde kültürler inşa ettiğimiz,
kutsiyet atfettiğimiz cinsel yaşam, cinsellik duygusu psikolojiken temel bir ihtiyaçtır. Ve en başta da konuştuğumuz gibi,
bence soy ve miras hukukunun da üzerinde temellendiği olgu,
tamda burasıdır. Çünkü cinsellik, kadınların yaşam alanlarını,
bedenlerini, cinsel yaşamlarını kurallara, yasaklara, tabulara
boğduğumuz bir alan... Tanrının kuralları, hukuk kuralları ve
toplum kurallları ile şekillendirdiğimiz bir alan... Sonuç cinselliğin Afrikası bir coğrafya ve cinselliğe aç bir toplum ile karşı
karşıya kalmaktayız.
50
adım
bilgi
fikir
Veli Reçber : Cinsellik konusu açılmışken, sizce cinsellik
Türkiye’de bir sorun mu ? Bu olaya nasıl bakılmalı ?
Belkıs Bağ : Bu soruya emin bir şekilde tek kelimelik bir
cevap verecek olursak... EVET.. Türkiye’de belki de günlük yaşantımızda, sokağımızda, mahallemizde, kentlerde,
kırsalda, fabrika da, ofiste her alanda tecavüz, taciz ve şiddet
olayları ile karşılaşılıyor. Bir toplum düşünün kadınlar
evlilik dışı cinsellik yaşadığı zaman bu dışalanmadan, fahişe
gibi yakıştırmalara, namus cinayetlerine kadar gidebilen
vakalara dönüşebilmektedir. Bu da toplumda bu konunun
ciddi bir sosyolojik sorun olarak karşımızda durduğu
gerçeğini gözler önüne sermektedir. Türkiye’de özgürlükleri
ele alalım, tüm özgürlük tartışmaları erkeğin yaşam alanı
ve bedeni üzerinde yapıldığını görürsünüz. Peki yasaklar ve
kurallar konusunu ele alalım, o zaman şunu göreceksiniz.
Türkiye’de tüm yasaklar, kısıtlamalar, kuralların da kadınların yaşam alanı ve bedenleri üzerinden yapıldığı gibi bir
gerçek ile karşılaşırsınız. Sizce bu bir sorun değil midir ?
Evet kesinlikle büyük bir sorun... Bu gün ister sosyalist
toplumlarda isterse kapitalist toplumlarda ‘’kadın sosyolojisi’’, ‘’kadın ve sanat’’, ‘’kadın ve özgürlükler’’, ‘’kadın ve
siyaset’’gibi bir çok başlık altında kadın konusunu tartışabilir bu alanda olumlu ve olumsuz eleştiriler temelinde
çalışmalar yapılabilir. Fakat bizim ülkemizde, kadınların
giyiminden tutunda, gülüşlerinin ses tonları ile ilişkilerine, kadın erkek ilişkilerinde kadının süsünden tutunda
kaç çocuk yapması gerektiği gibi konular tartışılmaktadır.
Lütfen bu noktada cinsellik gibi basit ve temel konuyu
konuşamadığımız gerçeğine paralel olarak düşünelim.
Cinsellik temel bir ihtiyaç, bu ihtiyaç üzerinde yasaklar,
kurallar temelinde sömürücü bir düzeni meşrulaştırma
adına din kurallarına, toplum ve hukuk kurallarına sığınmak
doğru değildir. Kadınlar sosyolojik ve psikolojik olarak
karşılaştıkları tüm sorunların bu noktadan kaynaklandığının
farkında olabilmelidirler. Ve mücadele alanlarını bu noktada
yoğunlaşarak büyütmelidirler. Kadınların yaşam alanının ve
bedenlerinin özgürleşmesinin tek çıkar yolu sömürücü erkek
düzenine karşı birlikte mücadeleyi sınıf bilinci ile örgütlemelerinde gizlidir.
Veli Reçber : Türkiye’de kadın mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz ? Sizce bir kadın mücadelesi var mıdır ?
Belkıs Bağ : Örgütlü bir mücadele ancak ve ancak ideolojik
zeminde, sınıf bilinci ile ortaya çıkabilir. Dayanışma ile ortaya çıkabilir. Bu gün Türkiye’de kadınlar çalışma hayatında
belirgin olarak yer almaya başlasa da tam anlamıyla ekonomik özgürlüklerine henüz kavuşmuş değildir. Hala düşünce
devrimi noktasında tam anlamı ile bir kadın örgütlülüğü
olduğu söylenemez. Ama STK’larda, bir çok kadın ve eğitim derneğinde kadınların iyi niyetleri ile birşeyler yapmaya
çalıştığını görmek beni ümitlendiriyor. Şartları ve koşulları
olgunlaştıracak kadın önderlere ihtiyaç vardır. Mücadeleyi ideolojik zeminde bir sınıf mücadelesine dönüştürecek
oluşumlara ihtiyaç vardır. Bunun da kadınların toplumun her
alanında örgütlemekle mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Veli Reçber : Son olarak kadınlara nasıl seslenmek
istersiniz? Onlara neler söylemek istersiniz ?
Belkıs Bağ : Son olarak söylemek istediğim şey şu olabilir :
Örgütlenin, örgütlenin, örgütlenin... Yarının barış dolu günlerini, umut dolu günlerini erkekler değil ancak sizler inşa
edebilirsiniz. Erkek egemen bir dünya bizlere savaş, kan,
gözyaşı, şiddet, tecavüz ve baskıdan başka bir şey sunmamıştır. Erkekler yeryüzünü kan gölüne çevirmişlerdir. Bu
düzeni ancak ve ancak kadınlar yıkacaktır. Barışı ve sevgiyi
tekrar yeryüzüne kadınlar getirecektir. Bu yazıyı okuyan
herkese sevgilerimi gönderiyorum. ADIM Dergisine yayın
hayatında başarılar diliyorum.
Konuyla ilgili önceki yayınlarımızı www.adimdergisi.org
üzerinden okuyabilirsiniz.
- Kadın Cinayetleri Üzerine
Gülsüm Sav İle Söyleşi (Sayı 2)
- KADEM Bir Fikir Derneğidir Söyleşisi (Sayı 3)
- Kadın Erkek İlişkileri Forumu (Sayı 3)
- Bizim Gördüğümüz Taraftan
Kadın Hakları (AA23.ORG)
adım
bilgi
fikir
51
Sibel Naz,
Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön.
[email protected]
ANLAMLAR
VE
YÜKLENENLER
Herkese merhaba, şöyle düşünürken aklıma takılan
toplum içinde kullandığımız bir kelime var. .. Bana
manasız geliyor. Sebebi kelimenin kendisi değil , sebebi kelimenin kullanıldığı anlam. Başımdan geçen bir
olayı anlatayım öncesinde müsaadenizle. Çocuk yaşta
babamı kaybettim ve annem devamlı çalışmak zorundaydı. Çalıştığı iş nedeniyle eve geç geliyordu ve eşini
kaybetmiş dul, genç bir kadın olması yüzünden çevredeki insanlar özellikle erkekler farklı gözle bakıyordu.
O zamanlar çocuktum anlamıyordum atılan lafların ne
anlama geldiğini. 20 sene öncesi. Gecenin bir yarısı içmiş
gençler camın önünde gürültü yapıyorlar: “Dul kadınsın,
özlemişsindir... açık kapı oğlum herhalde özler…” Ev
telefonundan tacizler, kapı çalmalar, cama taş atmalar…
Hangi birini anlatayım çocuk zamanımda aklımda kalıp
rüyalarıma girenlerden... Artık anlatmak istediğim konuma başlayayım. Kadınları neden genç kız, evli kadın
ve dul diye ayırıyoruz? Büyüklerime sorduğumda bana
kız ile kadın bir değil dedi. Ne farkı var ki?
Kadın
olunca canları acımıyor mu ya da acı
çekmiyorlar mı? Bir de dul kelimesini yapıştırıyoruz, evlenmiş
Kadınları neden
ayrılmışsa ya da eşi ölmüşse.
genç kız,
Aslında burada dul kelimesini
evli kadın
kadının genç kız olmadığını
ve dul
ifade etmek için kullanıyoruz.
diye ayırıyoruz?
Evlenmiş olsun, eşi ölmüş olsun
ya da genç kız olsun, dişi olan insanın duyguları aynıdır. Canları acır.
Alışveriş yapmak , kuaföre gitmek , giyinmek, süslenmek, sevmek ve sevilmek, manevi ne varsa
farkketmez hepsini hissederler ve hissetmek isterler. Bu
yazımla daha çok erkek arkadaşlarıma sesleniyorum.
Lütfen dul kelimesini bir kadına yakıştırırken düşünün.
Gerçekten hiç hoş olmayan manalarla kullanan insan
sayısı çok fazla. Cinsel bir ibare olarak kullanılması hele,
o kadar iğrenç ki! Dul denilince düşünülen “açık kapı”
tabiri erkekler arası muhabbetlerde aşırı derece de kullanılmakta. Erkekler için evlenmiş ayrılmış olanlarına
52
adım
bilgi
fikir
veya eşini kaybedenlere neden dul kelimesini yaygın
şekilde kullanmıyoruz? Çünkü erkekten daha çok kadına
yakıştırma yapıyoruz. Toplum içi kullanımından belki
bu kelimeyi silemeyiz ama kullanımını azaltabiliriz. Hepimizin ailesi erkek ve kadınlardan oluşuyor ve
ailenizdeki kadınları düşünerek en azından buna öncülük
edebileceğinizi unutmayın. Bir gün yuva kuracaksınız
ya da bir yuvanız var. Eşiniz ve çocuklarınızdan
oluşan ailenizin başına ne geleceğini bilemezsiniz.
Siz bu dünyadan göçüp gidince, ardınızda kalanların
aynısını yaşamamaları için hadi öncülük edin.
“Dul kadın” cinsel bir araç değildir. O da bir insandır duyguları ve kalbi vardır. Uzattığınız ve kullandığınız kelimeler saygıdan olsun, ötekileştirmek için
değil. Sabırla okuyan herkese teşekkür ederim.
Bitmiş bir ilişki düşünün,
ayrılmışlığa rağmen adam kadını her
gününe sığdırıyor. Geceleri yaşıyor
gündüzleriyse aydınlıktan kaçıp
kendini uyumaya uyudukça unutmaya mahkûm ediyor. Bir sabah,
günü aydınlatan günaydın mesajıyla
değil de nedeni olmayan anlamsız
ayrılık mesajıyla uyanıyor. Mesaja
karşılık onlarca mesaj atıyor ve onlarca soru soruyor neden diye neden
ayrılık diye? Defalarca arayıp mesajlar bırakıyor ama hiç birine cevap
alamıyor. Ortada ayrılık var ancak
ayRılmak için bir neden yoktu. El
ele tutuşup gezilen günler, gülüşlerle süslenmiş onlarca fotoğraf, yaprak yeşili gözlere sahip bir kadın
ve o kadının hiç gitmeyecekmiş gibi sıkı-sıkı sarılmaları vardı. Ha bide sarılırken ağlamaları ağlarken
adamın omuzlarını ıslatan gözyaşları vardı.Ayrılık mesajından sonra hiç biri yoktu, artık var olan tek
şey adamın yalnızlığı kadının uzaklığıydı. Ayrılığın üzerinden tamı tamına 1460 gün, koskoca 4 yıl
geçmesine rağmen 4 yıl içerisinde 3 kez görüşülüyor. Bu görüşmeler arkadaş olarak yapılıyor ancak
kadın her defasında sarılırken gözyaşlarıyla adamın omuzlarını ıslatıyor. Tek bir gününü adamın
yanında geçiren kadın 1000 gün uzağında olmayı tercih ediyor. Ancak kadının olduğu o bir gün,
olmadığı bin günlük yokluğunu unutturuyor adama. Sevdiği kadının nedensizce gidişini bir türlü
kabullenemeyen, gittiği günden bu yana her gününü sayfalara işleyen adamın hikâyesi.
Serhat Allahkulu
1994 Doğumlu Karadeniz Teknik Üniversitesi Bankacılık ve Finans Bölümü Mezunu.
İlk çıkardığı kitabı olan “Diyelim ki Gitmedin” İsimli Kitabının Kendisi Tarafından tanıtımı.
#DiyelimKiGitmedin
#SerhatAllahkulu
#YazarBey
adım
bilgi
fikir
53
Suqra Caferova,
Sen de
Sakarya Üniversitesi, Tarih
[email protected]
Mobinge
Uğrayanlardan Mısın ?
Biz öğrencilerin, iş hayatına katılımından sonra karşılaşa- araştırmalara göre 6 ay, en uzunu ise 2-3 yıl sürebilir. İş
yerinizde daha çok yapabileceğiniz işlerin yapamadığınız
cağı çok sorunlar ortaya çıkıyor ki, bazen bunları bir ad
anlamda sürekli söylenilmesi benlik duygunuzun zarar
altında toplayarak "beni sevmiyorlar ya da kıskançlık
görmesine ve işte yaşananların eve taşıyınca da ilave
yapıyorlar” diye düşünürüz. Fakat bilmemiz gereken
olumsuzluklar da dahil boşanmalara kadar bile götüreçok şey sırasında - sözlü tecavüze - mobing hakkında
bilir. Daha sık mobingin uygulandığı yer eğitim sekda bilgili olmamız buna uğramamıza engel olacak ve
törüdur. Kadınlarla-kadın, erkek- kadın arasında yaşanılyeniden bu tür hoşagelmez olaylarla karşılaşmamıza
ması ne yazık ki üzücüdür. Mobing nasıl önlenebilir? İlk
yardımcı olabilir. "Mobing" Latince bir sözdür, aşırı
önce maruza kaldığınız psikolojik taciz anında tanıklık
şiddetle ilişkili olup, yasaya uygun olmayan kabalık
yapacak kişilerinde olması işinize yarar, sizin yalan
anlamındadır. Topluluk içinde belli olan kişileri hedef
alıp, çalışmalarını engelleyip, dışlama, gözden düşürmek söylemediğiniz kanaatine varılabilir. Çalıştığı kurum yetkilileri ile bu durumu paylaşabilir, yaşadığı olayları, anolarak anlaşılabilmektedir. Daha çok üst yönetimlerin
çalışanlarına karşı bunu uygulaması, bireyi intihara kadar lamsız uygulamaları yazılı olarak kaydetmek gereklidir.
sürükleyebilir. Yaş, cinsiyet ve ırk, ayrımı olmadan kişiyi Eğer Türkiye'de yaşayarak bu psikolojik tacizin mağduruysanız ALO 170'i ihbar hattını ararak yaşadığınız
iş yaşamından dışlamak amacıyla yapılır. Gün içinde
olumsuz olayı bildirmekten çekinmeyin. Çünkü sizlere
onlarla çalışan bunun mobing olduğunu anlamadan ona
destek verecek bir devlette yaşamanız, bir daha
karşı bir sözel tacizde bulunabiliyor. Mobinge
bu olayın üstesinden gelmenize size yardım
uğrayanları mağdur diye adlandırmak
Psikolojik
edecektir. Daha derinden düşünürsek
uygun bir tanımdır. Her stres yapılan
tacizin
belki de ne zaman mobinge uğramış
ortama mobing diye tanımlamamız
mağduruysanız
olduğumuzu hatırlayabiliriz, fakat bundoğru değildir. Peki bir olayın mobALO 170
dan sonra karşılaştığımızda artık nasıl
ing olduğunu nasıl anlayacağız? Bir
ihbar hattını ararak
tavır sergileyeceğiz ve bunu nasıl aşabiolguya psikolojik taciz denilebilmesi
yaşadığınız olumsuz olayı
leceğimize dair az da olsa sizlere fikir
için en azından kasıtlılık, süreklilik
bildirmekten çekinmeyin.
vermiş olmayı umuyorum.
taşıması lazım. En kısa mobing türü
Bir yanımızda karanlık bir mezarlık
Karşımızda dalgalanır al bayrak
Altında uyuyan sayısız kahramanlar
Andımız var.
Bir tuttuk kaderimizi kaderleriyle.
Değişene kadar bu toprakların kaderi.
Bir yanımız masmavi bir deniz
Ufukta görünür onun engin sancağı
Altında oynayan saf temiz çocuklar
Andımız var.
Bir tuttuk kaderimizi kaderleriyle
Değişene kadar bu toprakların kaderi.
Ve vakit yaklaşır.
Dönence yaklaşır. Biliyoruz..
Selam olsun
Sulh’un hizmetkarlarına. Görüyoruz..
Ve yine selam olsun ona karşı koyacak
Aciz tiranlara.
Bir gün bile rahat uyku yok onlara
Bir an bile rahat nefes yok
Tir tir titreyecekler her adımlarında.
Andımız var.
Ulaşacak Beş bir yana..
Eser Alpkaya
Mobinge
Dur De!
54
adım
bilgi
fikir
adım
bilgi
fikir
55
Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön.
SESSİZLİĞİ
DUYMAK
Gözde Özen,
Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre
dünyadaki nüfusun yaklaşık olarak %10’u
engelli bireylerden oluşmaktadır. Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı tarafından yapılan Türkiye Özürlüler Araştırması ise ülkemiz nüfusunun %12’sini
engelli bireylerin oluşturduğunu ve bu bireylerin yaklaşık
2 milyonunun işitme engelli olduğunu belirtmektedir.
Görüldüğü gibi rakamlar azımsanacak gibi değil. Hayatımızın her alanında ve her an yardıma ihtiyacı olan
bir işitme engelli ile karşılaşabiliriz. Bir işitme engelli
herhangi bir engeli olmadığı halde İşaret Dili bilen ve
onunla iletişime geçen birini asla unutmaz. Sizi nerede
görse yanınıza gelip mutlaka selam verir, sohbet etmek
ister, ailesine arkadaşlarına sizden bahseder. Ve bunun
mutluluğu paha biçilemezdir.
Peki, işaret dili nedir?
İşaret Dili, işitme engellilerin el, kol
hareketlerini, jest ve mimiklerini kullanarak oluşturduğu görselliğe dayanan
sessiz bir dildir.
toplumda kullanılan kelimelerin, nesnelerin özelliklerinden çağrışım yapmasıdır.
Kamu kurumlarında da İşaret Dilinin önemi gittikçe artmaya başladı. Hastane, eczane gibi kurumlarda İşaret Dili
bilen çalışan zorunluluğu getirileceği tartışılmakta hatta
bu yönde bazı eczanelere eğitim verilmektedir. Belediyeler, Gençlik Merkezleri gibi birçok kurumda ücretsiz
İşaret Dili eğitimi veriliyor. Bu eğitimler sonrasında aldığınız İşaret Dili Sertifikası ile mahkemelerde İşaret Dili
tercümanlığı yapabiliyorsunuz.
İşaret Dili son yıllarda daha çok gündeme gelmeye
başladı fakat hala hak ettiği değeri alamıyor. İşaret Dilinin önemi hem işitme engelli sayısının fazlalığından hem
de toplumda çok fazla sorunla karşılaşmalarından geliyor.
Engelli bireyler zaten sosyalleşmekte ve topluma
kazandırılmakta çok büyük sorunlar yaşıyorlar. Birçoğu evlerinden bile dışarı çıkmıyor,
çıkamıyor. Çıktıklarında ise İşaret Dili
ülkemizdeki
bilen kimse bulamadıkları için kimseyle
işitme engelli
konuşup dertlerini anlatamıyorlar. Peki,
sayısı
siz anlaşamadığınız, anlaşılamadığınız
2 milyon
bir dünyada yaşasaydınız nasıl hissederdiniz?
Ülkemizde kullanılan Türk İşaret
Dilinin(TİD) günümüzdeki temelleri 16. Ve
17. yüzyıllarda atılmıştır. İlk işitme engeliler okulu
ise 2. Abdülhamit tarafından 1902 yılında Yıldız Sağırlar
Okulu adıyla kurulmuştur. Yazılı bir dil olmadığından
pek kayıt altına alınamamıştır. Diğer diller gibi karmaşık
bir gramer yapısı olmadığı için öğrenilmesi çok kolaydır. Ancak çeşitli bölgelere göre kelimelerin kullanım
şekilleri değişebilir. Ayrıca İşaret Dili evrensel değildir
ve her ülkenin farklı İşaret Dili vardır. Bunun nedeni her
56
[email protected]
Aslında temel sorun onların işitme engelli
olmasından değil, bizim öğrenmek için engelimiz
olmadığı halde hala İşaret Dili bilmememizden kaynaklanıyor. Onlar İşaret Diliyle engellerini zaten aşmış
oluyorlar. İşitme engelli bireyler, biz İşaret Dili bilmediğimiz için eğitim, istihdam, sosyalleşme, düşünce
ve ifade özgürlüğü gibi temel haklarını kullanamıyorlar.
Engelli bir birey dudak okuyarak, yazı yazarak ya da
işaret dili ile bizimle iletişime geçmek için çok büyük
adım
bilgi
fikir
bir çaba sarf ediyor. Neden bu kadar çaba tek taraflı kalıyor da
biz karşılık vermiyoruz? Engelliler değil de engelsizler olarak
bizler duymuyor olabilir miyiz?
Eğer “Ne engelim var ne de engelli yakınım…” diye cümleye
başlarsanız zaten tüm kapıları kapatmış olursunuz. İşaret Dili
ise sessiz bir dünyaya açılan kocaman bir kapıdır. Eğer biz o
kapıyı aralamazsak onlar o sessizlikte boğulup giderler. Ne
haklarını kullanabilir ne de birey olabilirler.
Ötekileştirmek yerine onların da bu toplumda kendilerini
geliştirip yetiştirebilmesine yardımcı olabilirsiniz. Bunun ilk
adımı ise iletişim kurabilme ile yani İşaret Diliyle başlar. Siz
bir adım attığınızda zaten onlar size koşarak geleceklerdir.
Engellerinizi aşmanız, o sessiz ama rengârenk dünyanın kapısını aralayıp sessizliği duyabilmeniz dileğiyle…
Hayatı paylaşmak için engel yok!
adım
bilgi
fikir
57
Ozan Arslan,
Sakarya Üniversitesi, Tarih
[email protected]
DÜN KÖLEYDİK
BUGÜN HALKIZ
PEKİ YARIN ?
Sosyalizm kavramı, içinde taşıdığı belli bir toplumsal
kategorinin üretim, dolaşım, paylaşım ilişkileri içerisinde
kolektif bir yeniden üretim fikri olarak kendi varlığını
Antik Yunan’a kadar dayandırır. Bu yazının boyutu
düşünüldüğünde böylesi bir irdeleme yapmanın imkanı
söz konusu değildir. Biz ise bu yazımızda başlığından
esinlenerek bir çıkarım yapacağız.Ancak Sosyalizm'i,
Marx’ın anladığı anlamda yani ezen ve ezilen ilişkisinin
tarihsel anlamda kullanacağız. Marx, 1848’de işçi sınıfı
için yazdığı bildiri olan Komünist Manifesto’da: “Şimdiye kadar ki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları
tarihidir,” demiştir. Gerçekten de tarih kölenin, köle
sahibine; serfin, toprak sahibine; işçinin, patrona karşı
ezildiği toplum düzenlerini içinde yaşayarak bugünlere
kadar gelmiştir. Ancak insanlığın tüm tarihine baktığımızda ilkel topluluklarda böyle bir sınıfsallığın
olmadığına şahit olunur. Gerçekten de insanların ilkel
topluluklar halinde avcılık ve toplayıcılık ile geçindikleri
zamanlarda avladıkları hayvanlar topluluğun içinde eşit
n
dü
bir şekilde paylaştırılır; bu eşit paydan daha
fazlasını isteyenler ise o topluluk tarafından
topluluktan atılmaktan, ölüm cezasına kadar fiili
pek çok cezalandırmanın konusu olurdu. Buradaki temel
unsur ilkel insanların hayatlarını yeniden üretebildikleri
kadar avlanmaları ve bu yüzden avlanan hayvandan
daha fazla istenmesi halinde topluluğun belli üyelerinin
açlığının topluluk tarafından istenmemesiydi. Bu sebeple
58
ilkel topluluklar birbirine çok bağlı, komünal bir kültürün
gereklerine uyan ve herkese ihtiyacı kadar olan bir üretimi ilkel koşullarda barındıran bir toplumsal düzendir.
Peki ne olmuştur da bu paylaşmacı komünal düzen
yıkılmıştır? Bunun en önemli sebebi kurulu kentleri de
ortaya çıkartacak olan 1. tarım devrimidir. Bir başka
deyişle insanlar ilk kez basit el aletleriyle avcılık yaparak
geçinmeye bir alternatif oluşturarak verimli-sulak-arazilerin bulunduğu yerlerde topraktan geçimlerini sağlamaya
başlamışlardır. Bu devrimin en önemli sonucu bir “artık
ürünü” ortaya çıkarması olacaktır. Çünkü artık besin elde
etme biçimleri daha kolaylaşmış ve çeşitlenmiş, bunların
saklama koşulları elde edilmiş, kentleşmeyle birlikte
toplumsallaşma giderek artmış, üretimde işbirliğinin
getirdiği kolektif akılla toprakta tarımı daha kolay yapacak aletlerin yapımı hızlanmıştır. Böylesi bir gelişme de
artık ürünler başka artık ürünlerle eşdeğerlik ölçüsünde
takas edilmeye başlanmış ve insanlığın ilk mübadele
ilişkileri de gelişmeye başlamıştır. İşte böylelikle bu
artık ürüne sahip olan ile olmayan arasındaki sınıfsal
fark ortaya çıkmıştır. Yani üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki sınıf savaşımının tekerleği
“artık ürünün özel mülkiyeti” dolayısıyla “artık ürünü
üreten üretim araçlarının özel mülkiyeti” temelinde yürümeye başlamıştır. Birazda Orta Çağı'n
karanlığından bir 1500 yıllık köle tarihini anlatan
Horvath 'ın gözünden bakalım kavimler göçünü
bir köle olarak şöyle yorumlamıştır "Gene biz
cezalandırılacağız! Cezaya alışığız biz. Anımsayabildiğimiz ilk ceza yüzlerce yıl önceydi :
Hunlar'ın yüce hakanı Attila'nın büyük akınına
başladığı ve bizi koca ordusunun yük taşıyıcı köleleri
haline getirmek için Orta Asya'daki yurdumuzdan ko-
adım
bilgi
fikir
Veli Reçber
?
yarın
adım
bilgi
bugün
Bir yaz mevsimi gecesi
Anadolu’nun
Tozlu bir köy yolunda gördüm seni
Zamanında köy türkülerinin söylendiği
alınlarında beşi birlikleriyle
gelinlik kızların katmerden fistan giydiği
Anadolu’nun tozlu bir köy yolunda gördüm seni
Bilmem hatırlar mısın?
Birlikte yürüyecektik seninle
O tozlu köy yolunda
Ve bekleyecektik birbirimizi
Yağmuru bekleyen kuru toprak gibi,
Toprağı sevecektik seninle
Güneşe inat tarla da çalışan kadınlar gibi
Ey sevgili,
Bir yaz mevsimi gecesi
Akşamın kızıllığında
Anadolu’nun
O tozlu köy yolunda sevdim seni
vduğu zaman... Attila'nın öyküsünü bilirsiniz. Ama bizimkini
bilmezsiniz, Soylular size anlatmamışlardır. Neyse, Attila'nın
köleleriydik biz... Orta Asya'daki yurtlarımızı kaybettik.
Tanrılarımızı kaybettik. Dilimiz Macarcadan başka her
şeyimizi kaybettik..." Evet anlaşıyor ki dün köleydik bugün
halkız, insan şunu sorma gereksimini soruyor peki yarın
ne olacagız ? Hiç yoktan eski zamanlarda ne olduğumuzu
suratımıza vuruyolardı köle ya da serf simdi ise, bize halk
deyip kendimizi avutmamızı istiyorlar ancak bu böyle gider
mi? Sormak lazım insanlara. Yani şöyle, yaşadığımız hayatlara bakalım: Üniversiteden çıkacağız, bir şansımız olursa iş
bulacağız ve günümüzün 12 saatini oraya vereceğiz. Bunu da
çoğumuz asgari ücret üzerinden yapacak. Bununla bir hayatı yeniden üretmeyi deneyeceğiz. Borçlanacağız ve başka
borçlanmalarla bu borçları ödeyeceğiz. Elbette hayaller
kurmaya devam edeceğiz fakat bu hayaller için paramızın
olmadığını görüp bu sefer daha da hırsla çalışacağız. Bazen
iş arkadaşımızın arkasından iş çevirmemiz gerekecek ama
nasıl olsa tanımadığım bir kişi, benim hayallerim var diyeceğiz ve onun hayallerini karartma hakkına erişeceğiz ya da
birisi aynen böyle bizim hayallerimizi karartacak. Onlarca
yıl uğraş didin bir eşimiz, birkaç çocuğumuz, bir ev, bir de
araba için onca alengirli işten sonra geriye bakacağız ne
yaptım ben? İşte bu yüzden insanlar kendilerini bir makina
gibi çalıştıran bu sisteme dur demeliler! Sistemin dizginlerini
ellerine alıp, bu sömürü düzenine bir son vermeliler. Gün
geçtikçe daha da bilinçlenen insanlar, inanıyoruz ki bir gün
bencillikten kurtularak, sınıfsız bir toplum için kolları sıvayacaklar. O gün geldiğinde: Dün halktık bu gün ise hepimiz
devletiz diyeceğiz.
fikir
59
Osman Erbasan,
Gazi Üniversitesi, Maliye
[email protected]
HAYA(T-L)İ Sohbetler IV:
Hattat Olmak İsteyen Doktor
Hayati: Hayırdır dostum? O surat ne öyle Hayati: Evliya gibi konuştun dostum.
emekli albay gibi. Yüzün resmen Perşembe Osman: Tabi biraz para, güç, kadın ve seks de fena
olmaz hani…
çanağına dönmüş.
Osman: O deyim Çarşamba’da geçmiyor muydu?
Hayati: Düşün artık ne kadar ilerlediyse…
Osman: Altı aydır içmiyorum ya ondandır. Ayrıca o
deyim gün olan Çarşamba’da değil Samsun’un ilçesi
olan Çarşamba’da geçiyor.
Hayati: Aman neyse ne… Bu arada bildiğim
kadarıyla hayatında ağzına hiç içki sürmedin.
Osman: Sonuçta altı aydır içmiyorum.
Hayati: Bırak dalga geçmeyi. Bugün seni durgun
gördüm. Neyin var Osman?
Osman: Tutkum, cesaretim, yeteneğim, hippi
gözlüğüm ve galiba birde sol yan çapraz bağlarımda
yırtığım var. İnsan daha başka ne ister ki? Sonuncusu
dışında.
Hayati: Para ve güç, kadın ve seks, daha çok para ve
daha çok güç, daha çok kadın ve daha çok seks, daha
daha çok para ve daha daha çok güç, daha daha çok
kad…
Osman: Tamam yeter! Kısacık bir hayat için ne kadar da kısır arzular.
Hayati: Sen galiba daha çok arkanda bırakabileceğin
şeyleri arzuluyorsun. Bir eser bırakmak
Osman: Bu dünyada arkamda bırakmak istediğim tek
varlığım çocuklarım.
Hayati: İyi de senin çocukların yok ki.
Osman: Bende onu diyorum ya. Yok ki…
Hayati: Bulmaca gibi konuşmasana!
Osman: Bak Hayati; hayatta kalmak kolay ama
yaşamda kalmak zor. Ölmek sadece meçhul bir an.
Ölmeye cesaretim var ve yaşayacak kadar yürekli
değilim. Lakin inançlı biriyim. Canıma kıymam,
haram. Kendi canım bana haram. Esasında canım
bile bana ait değil. İnsan kendi canının bile sahibi
değilken, nasıl mal, mülk, evlat sahibi olabilsin? İnsan sadece isimlere, sıfatlara ve fiillere sahip olabilir.
Sahibi olmadığın şeyleri bir başkasına bırakamazsın.
Ama sahip olduğunu sandığın şeyler bir gün gelir
seni bırakır.
60
Hayati: Ermişlik buraya kadarmış. Ama bütün bunlar neden durgun olduğunu açıklamıyor.
Osman: Boş ver abi uzun hikaye.
Hayati: Hayatın kendisi uzun değilken hikayesi nasıl
olsun ki? Anlat hadi ölmeye fazla vaktimiz kalmadı.
Nedir seni
böyle derde düşüren?
Osman: Ben derde düşmedim, atladım. Şöyle
özetleyim dostum. Hayaller suya düşer, suyu inek
içer, inek dağa kaçar… gerisini biliyorsun zaten.
Bundan daha Çarşambası olamazdı; çıkmamak için
hiçbir aya… Allah ‘’Yürüme ya kulum’’ demiş işte.
Hayati: Ama bazı doğumların küllere ihtiyacı vardır
Zümrüd-ü Anka misali.
Osman: Fakat Zümrüd-ü Ankalar sadece efsanelerde
olur.
Hayati: O zaman sana efsane olmaktan başka yol
kalmadı dostum.
Osman: Sen bana moral mi vermeye çalışıyorsun
yoksa moralimi bozmaya mı?
Hayati: Ne anladığına bağlı.
Osman: Oysa ben kendimi Zümrüd-ü Anka’dan
çok penguene benzetiyorum. Çünkü kendimi bir
penguen kadar özgür hissediyorum. Yüzüyorum
ama uçamıyorum, yürüyorum ama koşamıyorum,
üşüyorum ama ısınamıyorum. Bir yolunu bulup
bu dar smokinden ve hayatın paytak debdebesinden sıyrılmalıyım. Zaten hayat denen şey ölümün
sırtından beslenen bir asalak değil midir? Başımı
alıp gidemiyorum da. Çünkü başımı taşıdığım her
yere sorunlarımı da taşıyorum. Bırak başımı kendi
gölgemden bile kaçamayan aciz bir canlıyım. Bunu
unutmalıyım. Başka bir yol bulmalıyım. Ya da hayata teslim olup ölmeyi beklemeliyim.
Hayati: Hiçbir şey bir anda düzelmez dostum.
Zamana bırak.
Osman: Ve muhtemelen hiçbir zaman düzelmez.
Zamana bıraktığın şey artık zamana aittir. Ve zaman
adım
bilgi
fikir
denen herif ise ölümün kar ortağıdır. Hiçbir şeyini
bırakmayan huysuz pinti ihtiyarın tekidir.
Hayati: Hayır buna inanmıyorum. Zaman akıp
giderken sorunları da yanında alıp götüren şifalı bir
Osman: Herkes zamanın akıp gittiğini iddia ediyor
ama nedense eksilenler hep insanlar oluyor. Ayrıca zaman bence şifalı bir sudan çok, merdiven altı,
lisanssız, bandrolsüz ve de hijyenik olmayan bir koca
karı ilacıdır. Zührevi hastalıklardan bile daha tehlikelidir.
Hayati: Kar ortağı mı, ihtiyar pinti bir herif mi, yoksa koca karı ilacı mı? Bir karar ver artık dostum.
Osman: Fark etmez. Zamanın istediğini olmak için
istediği kadar zamanı vardır?
Hayati: Bu kadar karamsar olma. Gün doğmadan
neler doğar. Yarınlar bence güzel olacak.
Osman: Kötü şeyler de doğabilir ama. Ve yarın
denen şey öyle bir gündür ki, sen bugüne geldikçe o
hep ertesi güne kaçar. Yarınlardan ödünç aldığımız
elden düşme bugünlerde yaşıyoruz. Ve bugünden
hiç memnun değilim dostum. Çünkü yarın denen
pezevenk bugünü çok fena hırpalamış.
Hayati: Her şey değişkendir. Bugün bile yarın olunca dün olur. Bugün kötü olan bakarsın yarın iyi olur.
Kimse sana bardağın dolu tarafından bakmayı öğretmedi mi?
Osman: O bardak kırılalı çok oldu. Dur bi dakka.
Daha önce o bardağa kezzap dolu diyen sen değil
miydin?
Hayati: İyi ya işte! Kırıldıysa bir sorun yok demektir. Maazallah bardağın dolu tarafını görseydin su
sanıp kezzap içebilirdin.
Osman: Çok fenasın Hayati. Kendi hikayemde beni
tongaya düşürdün.
Hayati: Sen kaşındın. Bilmem farkında mısın ama
sen bir yazarsın Osman. Birçok kişi kurgularını ve
yazılarını harika buluyor. Hatırlıyor musun bir kere
şöyle bir söz yazmıştın: “Hayallerin sürekli suya
düşüp duruyorsa, onlara artık yüzmeyi öğretmelisin.” Pekala, kendin için de harika bir hayat kurgulayıp yazabilirsin. Karakterlerin hazır zaten… Sen
sadece hikayeyi düşün. Düştüm diye ağlamak sana
hiç yakışmıyor. Madem her seferinde düşüyor ya da
düşürülüyorsun; bari düşmesini öğrende sakatlanma. Hem düşmeye cesareti olmayan kuşun, uçmaya
mecali olmaz. Hiçbir kuş düşmeyi göze almadan uçmayı öğrenemez. Umudun tükense de ümidin bitme-
sin, o da yiterse recan hiç mi hiç eksilmesin. Bütün
kapılar yüzüne kapandı diye üzülme. Daha bunun
penceresi, bacası var.
Osman: Hattat olmak isteyen bir doktorun çaresizliği var içimde. Eserlerim Eczacılık Fakültesi’nin
duvarlarına çok yakışırdı oysa… Ama çok haklısın
dostum. İnsan bazen ister istemez yeise kapılabiliyor.
Her şeye rağmen yine de pes etmeyeceğim. Yarın
bana hep elden düşme bugünler bırakmış olabilir ama bir gün sıkılıp taze bir bugün bırakacağına
umudum tam. Kusura bakma durduk yere canını
sıktım senin de. Sadece arada bir heyheylerim geliyor işte. İdare et.
Hayati: Ha şöyle ol. Sıkma canını. Ölene dek yaşamaya bak dostum.
Osman: Sende tereciye tere satma dostum. Çay
Kaşığı’ndan aforizma çalmayı bırak da kendi
aforizmalarını uydur.
Hayati: Oldu. Görürsem söylerim.
Osman: Bi siktir git Hayati.
Hayati: Sen bile gidemezken ben nasıl giderim ki?
Osman: Beni niye bozuyorsun Hayati?
Hayati: Sen kaşındın ama... Susmama izin verseydin
eğer neler söylemeyecektim oysa…
Osman: Bu bölüm sence de gereğinden fazla uzamadı mı Hayati? Artık insanların bizden
sıkıldığını hissediyorum. Maşallah sende de verecek
ne öğüt birikmiş. En az beş yıllık nasihat ihtiyacımı
giderdin. Taksit taksit vereydin iyiydi. Bir anda
yüklenince bünyeye ağır gelmesin.
Hayati: Hiçte bile. Bence bizi çok sevdiler. Özellikle
de beni. Yoksa buraya kadar okumazlardı. O kadar
öğüt verene kadar okkalı bir dayak atsaydım belki
daha iyi gelirdi ama dayak atayım derken döversin
diye korktum.
Osman: Olsun, biz yine de tadında bırakalım. Dayak
meselesini de ayrıca konuşacağız.
Hayati: Peki ben bir daha ne zaman olacağım?
Osman: Onu da artık okurun takdirine bırakıyorum.
İddia ettiğin gibi seni gerçekten sevmişlerse söz ayrı
eten seninde bir kitabını yazacağım.
Hayati: Bak söz verdin ha…
Osman: Yazar sözü…
adım
bilgi
fikir
61
-İsimsiz Bab 1Bireysel varoluşun temel gayesi, hayatta kalma
içgüdüsüdür.
Toplumsal varoluşun temel gayesi, tarih sahnesinde
tutunmaktadır.
Yaşamsal temeller, toplumsal çıkarlar ile doğru
orantılıdır. Toplumsal çıkar söz konusu olduğunda, bireysel anlayış yerle bir olur, onun yerine bir kavram altında,
bir bayrak altında mücadele etme geleneği önem kazanır.
Bu anlayış sekteye uğradığında, hem birey hem de toplum
bundan zarar görür.
Ancak bu gelip geçici bir gayedir. Toplumlar yok olmaya mahkumdur. Milletler, bayraklar, diller ve dinler sürekli olarak değişim ile iç içedir. Bu kaçınılmaz bir gerçektir.
Tutunduğumuz bu yapı taşlarının bir gün, gelecek nesiller
için bir kaç sayfadan öteye geçemeyeceğini idrak etmeli
ve gelecek zamanda akıllarda kalmak için, onlara kalıcı
bir eser bırakmalıyız.
İnsanoğlu sosyolojik evrimini toplum olma yolunda
ilerlemişti. İnsan canlısı, daha bebekken annesi dışında
diğer insanlara da ihtiyaç duymuştur. Bu da harikulade
toplumsal dayanışma olarak, tarih sahnesinde yerini
almıştır. Söz konusu dayanışma hali, birilerinin çıkarlarından ziyade, toplum merkezli çıkarlara dayanmaktadır. Toplum özgüvenli ve rahat bir hayata sahip olmak
ister, tarih sahnesi bize bunları öğretmiştir.
Doğa gibi,bilim gibi, düşünceler gibi, dergi gibi...
Söz konusu çıkarlar, toplumların genişlemesiyle birlikte, seyrini değiştirmiştir. Bu seyir birilerinin aç kalmasına,
yetim kalmasına ve herkesin farklı bir yaşam anlayışına
destek çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
Anadolu halkı, "bir hırka bir lokma" anlayışıyla devam
ettiği bu yaşam mücadelesine bugün oldukça farklı bir
perspektiften yaklaşmaktadır. Doğu'nun belirgin mistizmine sırt çevirip, kendi tarihini yalanlarcasına kapitalist anlayışı benimsemeyi uygun bulmuştur. Ayrıca bugün
Doğu olarak nitelendirdiğimiz yerlerde, Anadolu'ya
benzer şekildedir.
62
adım
bilgi
fikir
İlk atılan adımlar önemlidir. Bu adımın sahipleri insandır. Bir milleti, bir dini, bir dili yoktur. Tarafsızlığın ve
anonimliğin içinden, dünyanın esersiz olmasından yana
olan ama esersizliğin bir çözüm olmadığını bilen ve bu
yüzden bunca karmaşanın ve bunca ölümün ardından
bizimde söyleyeceklerimiz var diyebilen insanların, yalın,
süssüz, olduğu gibi veya olması gerektiği gibi davranmaya
çalışan bir kitlenin varoluş çabasıdır bu kağıt yığını.
Anonim Birey, 21 Şubat 2016
adım
bilgi
fikir
63

Benzer belgeler