İndirmek İçin Tıklayınız!

Transkript

İndirmek İçin Tıklayınız!
ISSN1303-9113
2003/6
Say›:16 1.750.000 TL(KDV’li)
merhaba
Haziran ayına girdik. Haziran ayı tepeden tırnağa direniştir. Türküdür direniş, Haziran ayında. Metris’in zindanlarında başeğmeyen direnişçiler selamlıyorlar Haziran ayında direnenleri. 14 Haziran 1984’ten
bugünleri. Bugün ülkemiz hapishanelerinde hala direnişin türküsünü
söyleyenlere selam olsun.
Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif ve Aşık Mahzuni Şerif
başeğmeyen dizeleri ve Anadolu kokan sevdalarıyla hala aramızdalar,
kavgada soluk alıp veriyor dizeleri.
Hüseyin Cevahir Maltepe’de çarpışıyor hala. Cevahir hala direniyor
Maltepe’deki o evde. Yarınlardan bugünlere sevdasını saklayan, sevdası uğruna ölüme giden mısri kızları, Şengül’leri selamlıyor. Umuda ve
direnenlere selam olsun!
Anaların omuzlarındaki 106 tabut tarihin unutulmayacak bir fotoğrafıdır.Tarih bu anları kıskançlıkla koruyacak. Her tabut bir ülkenin boyun eğdirilemeyen dimdik başıdır. Her düşen evlat bir ateş parçasıdır
ana yüreğinde...
Mayıs ayı kıpkızıl bir bayrak olup dalgalandı meydanlarda. 1 Mayısta ezilenlerin sesi duyuldu bir tek. Tok ve gürleyen sesi...
Milli meselemiz Erovizyon çözüldü! İngilizce şarkıyla batı yalakalığında bir çığır açıldı! “Ne kadar batıcı olursak o kadar batılıyız” denilerek Erovizyonda Türkiye’yi, İngilizce bir şarkıyla temsil eden Sertab
Erener birinci oldu! Bingöl Depremi’nin yaraları sarılmamışken ve
sarılmayacakken, Erovizyonda birinci olmanın gururu yaşanıyor. Aç,
yoksul, işsiz, kimsesiz insanlarımızı ne Erovizyon ilgilendiriyor ne de
İngilizce mevzusu. Sertabın gururunu da paylaşamıyorlar maalesef.
Çünkü “Açlığın dini olmaz... “
Onyedinci sayımızda buluşmak üzere.
Dostlukla...
tavır
tavır
Aylık Sanat Dergisi
ISSN 1303-9113
3 her düflen evlat...
5 anadoluyum ben tan›yor
musun?
7 mili mesele erovizyon
çözüldü!
9 öykü
11 matrix’in çölüne
hoflgeldiniz!
13 haziranda ölmek zor
16 cevahirim cevahir
18 alyoflan›n bay›r›
20 bir türküdür direnifl
24 siyah pantolon
beyaz gömlek
26 çünkü mahzuni
halkt›
28 öykü
30 haber yorum
Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdilKültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6
Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: [email protected]
Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98
Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST.
(EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST.
Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R
güncel
zerrin
”ve serüvenciler düşer bu yollara
yaşarlar dünyanın dört bir yanında
Ölümle alay ederler sanki “
3. yıl... 32. ay
942. gün
106 can...
Yıllar var ki ne ölmekten, ne de mezarlıklardan korkmuyoruz...
Yıllar var ki, evimizden daha sıcak
mezarlık denilen yerler bizim için...
Yıllar var ki, yaşamak adına insanlı-
ğından vazgeçenler, asıl ölüm denen şeyin ne olduğunu gösterdiler bize...
Yıllar var ki, ölüm, vazgeçilmez namusumuz gibi, onurumuz gibi bir şey
bizim için.
Üzerinde kızıl bayrak, 106 tabut taşıdı bu omuzlar; başımızın üstünde yeriniz misali...
Koca dünyayı yüreğine sığdırmış,
106 kömürleşmiş beden; 106, bir deri bir
kemik kalmış beden; 106, paramparça
3
kayal›
beden taşıdık o mezarlıklara...
106 can parçası oğul, 106, her biri bir
fidan kız, 106 ana gibi ana...
Her biri, muradına eren; her biri,
halkların umudunu avuçlarına nakışlayan; her biri, bir bayram yerine gider gibi yola çıkan, 106 canımız var o mezarlıklarda.
Kiminin kömürleşmiş bedenini sardık, gökkuşağının yedi renginde kefene.
Kiminin; gelinliğini koyduk mezarlığına.
Kimini; eşinin, yoldaşının, mezarına
koyduk; gerçek sevgiyi anlatsın diye
insanlığa. Kimini, kilometrelerce uzakta, memleketinin bir dağına götürdük;
yakın olsun diye düşlerine.
Dostumuz, düşmanımız şahit bir
kez, “ ah” demediler... Dostumuz, düşmanımız şahittir namusumuz dediler
alınlarındaki kızıl banda ve leke sürmediler, halkımızın yüzünü kara çıkarmadılar... Ölümüne sevdiler vatanımızı, ölümüne sevdiler halkımızı,
ölümüne sevdiler yoldaşlarını...
Onlara yaraşırdı uğurlama törenlerimiz... Gözlerimizden akan her damla
yaşı, hızla sildik; yalnızca, öfkeden aktı o yaşlar.
Kimi zaman, engel olamadık ana
gözyaşlarına, engel olmak ta istemedik zaten. Bir ananın yüreğine düşen
evlat acısını ne yok edebilir ki?.. Her
düşen evlat, bir ateş parçasına döner
ana yüreğinde; hiç durmadan yanar o
yürek... Göz yaşı dinmez ana gözlerinde.
Her evlatla, bir ana da öldürülür; her evlatla, bir ana da yakılır; her evlatla, bir
ananın da bedeni erir, tükenir; her evlatla, bir ananın bedeni de, paramparça
olur...
Her düşen yiğit evlat, yüreğinde ki
sevdayı, geride kalanları, uğruna toprağa düştüğü vatanını ve halkını emanet
eder analarına... O yüzden bizim analarımız yoldaştır aynı zamanda evlatlarına...
Onların emanetleri, kızıl bantları, anaların beyaz başörtülerine takılır. Her yer,
bir eylem alanına dönüşür... Yıllar var ki,
böyledir bizim ülkemizde...
Evlatlarının sevdalarını yüreklerine,
tabutlarını omuzlarına yüklenir. 1 Mayıs
alanına taşır kimi zaman; kimi zaman,
zulmedenin kapısının önüne gider analar... Korkutur zalimleri, o tahtadan tabutlar bile... Anaların sel olan göz yaşlarında boğulup gidecektir çürümüş düzenleri; anaların öfkesiyle, yerle bir olacaktır saltanatları bilirler; anaların ahını
almışlardır bir kez, iflah olmazlar artık:
bilir herkes...
Her bayram, mezarlıklara koşarız;
onlar önde, biz arkada. Bir çiçek bahçesine gider gibi, büyük bir heyecanla, coşkuyla gideriz onları ziyarete. Bebeğini
4
bağrına sımsıkı sarar gibi, o mezardan
aldığı bir parça toprağa sarılır analarımız. Bebeğinin saçını okşar gibi, kara
toprağı okşar. ”Yavrum ben geldim. Hadi konuş ananla. Çok sulu gözlüsün, ağlama artık de bana. Ne olur, hadi yavrum, bir şeyler söyle.” diye başlar analarımız. Gözyaşları sel olur sonra. Yıllar
var ki, böyledir bizim ülkemizde. Ne bir
teselli sözcüğü vardır o an ne acıları sona
erdirecek çare.
Oysa, hepimiz biliriz; bilmesek, nasıl
dayanırız bunca acıya...
Tesellisi var. O mezarın hemen yanı
başındaki diğer mezarlar ve o mezarların çevresinde yumrukları havada yüzlerce, binlerce yoldaşı, küçücük elleriyle
zafer işareti yapan ve aynı adı taşıyan
güzelim çocuklarımız...
Canımız sıkılır, koca dünyada, bir başımıza kalmış gibi hissederiz. Koşarız
mezarlığa, sarılırız bir mezar taşına; anlatırız derdimizi, dermanımız olur mezar taşında gülümseyen o yüz. “Bitecek”
der acıların. “Milyarlarca halkımızın acıları gibi bitecek bir gün senin acıların
da.” Yok olsun diye dünyada zulüm,
yok olsun diye acı gözyaşı, sımsıkı sarıldık bu toprağa biz.
Büyük ailemizin en kahramanları onlar; ağabeylerimiz, çocuklarımız, anne,
babalarımız, kardeşlerimiz. En fedakar
olanlarımız onlar, en yiğit olanlarımız.
Bir şeyler hep eksik kalıyor ve biliyoruz ne söylersek söyleyelim, ne yazarsak
onlara dair yazalım bir şeyler hep eksik
kalacak. Ta ki, vatanımız bağımsız, halkımız özgür olana dek...✔
deprem
özgür
anadoluyum ben...
imi zaman, bazı anları daha
önceden yaşamış gibi oluruz.
Sanki bu anı daha önce yaşamıştım diye düşünürüz. Böyle durumlar için herkes bir şeyler söyler,
kendince yorumlar yapar. Peki yaşadığımız, ama gerçekten yaşadığımız
felaketlere nasıl bir yorum yapmalı.
Deprem felaketi, sel felaketi... vb.
Yine bir deprem yaşadık. Yine bir
felaket... Yine yüzlerce bina çöktü,
yine binlerce bina girilemez durumda. Yine yüzlerce insanımız öldü, yine binlercemiz yaralı. Yine en yetkili
ağızlardan “başınız sağolsun” mesajları, yine en yetkili ağızlardan
“sorumluları araştırıyoruz” söylemleri. Yine, yine, yine...
Biz bu anı yaşamıştık, çok değil
yaklaşık üç yıl önce, arka arkaya iki
kez, hem de en gerçeğinden. En büyüğünden, en kanlısından, en rezilinden, en, en, en... Bütün dünya biliyor.
Dersler çıkarmıştık, en azından
öyle sanıyorduk. Dersler çıkartmış
olmalıydılar ama ders yaparken göçük altında kaldık...
...
Utanırım,
utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?
...
Gördük çıkarılan dersleri. Öfke-
K
nin kendilerine yönelecek
olmasından dolayı ölü sayılarını halktan saklamayı
öğrenmişlerdi.
Yıkımın
gerçek boyutunu gizlemek
için, yardıma gelen halkı
engellemeyi öğrenmişlerdi. Biran önce, en azından
görüntüyü kurtarma düşüncesiyle, daha enkaz altında cesetler olduğu bilindiği halde büyük iş makineleriyle enkazın kaldırılması gerektiğini öğrenmişlerdi. Ve yardım için
gelen paraları, malzemeleri iç etmeyi... En iyi öğrendikleriydi onların. Bu arada; binalar, yapılmadan
önce denetlenmeli mi? Daha önce yapılan binalar
kontrol mu edilmeli? Binaların sağlamlaştırılması
için neler yapılması gerekir? Bunlar çok önemli
şeyler değildi anlaşılan,
çünkü yaşanan pratik bu
ve ilk değildi.
Daha başka çıkarılan
dersler de var tabii, ama
kimse halkın yararına çıkarılan dersler olduğunu
düşünmesin. Öyle bir şey
yok. Fırsatçılık, yaşanan
en önemli gelişmelerden.
Birileri yaşanan son Bingöl depreminden “vatandaşların kışa kadar konutlara girmesi gerektiğinden” bahsederek Kamu
İhale Yasası’nı değiştirme
çabası içerisinde. Görüldüğü gibi bir de kılıf bul-
5
flen
ma dersi çıkarılmış. Halkı çok düşünüyorlarmış gibi “kışa kadar konuta yerleştirme” bahanesini kullanıyorlar. Oysa, Bingöl’lü bir köylü bu
depremin, yaşadıkları üçüncü deprem olduğunu söylüyor. Ve hala
1971 yılında yaşadıkları ilk depremin ardından yapılan geçici barakalarda yaşadıklarını ifade ediyor. (15
Mayıs 2003 Evrensel syf:6)
Birileri yardım olarak gelen üçbeş çadırı kurup bir de kırmızı halılarla, kurdelalı bir açılış yaparak
halka, “bakın devletimiz çalışıyor”dan öte kendine pay çıkarma
derdinde. Ne de olsa kısa süre önce
hakkını arayan Bingöl’lülerin üzerine, özel timleri ateş açmıştı. Belki
biraz olsun halkın öfkesinden kurtulabilirdi? (13 Mayıs 2003 Vatan,
syf:13)
17 Ağustos, 12 Kasım, Bingöl
depremleri... Bu depremlerden, ama
sadece bu depremlerden taşan yolsuzluk, ahlaksızlık, fırsatçılığı vb.
saymaya kalksak belki bütün dergiyi doldurur. Çünkü öyle çok şey yaşandı ki bu konuda... Ve bütün bunlar açığa çıkan küçük bir kısmı yani
sadece basına yansıyanlar, yani sadece bizim bildiklerimiz, duyduklarımız. Bir de bunun bilmediğimiz,
duymadığımız kısımları var...
...
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme
...
Kısacası sistemin çıkardığı dersler fırsatçılık, örtbas, bir de “provakatör”demagojisi. Herhalde herkes
hatırlıyordur. Bingöllü’ler en doğal
hakları olan “barınma hakkı” için
çadır istemeye gittiklerinde, var
6
olan haksızlık için, yine en doğal
hakları olan protesto eylemine başvurduklarında üzerlerine ateş açılmıştı. Bütün yetkili ağızlar aynı anda “provakatör” diye yaygara yaptı.
Yaşamak istemek, barınmak istemek... Bunlar gerçekleşmediğinde
tepki göstermek, bu devlet için provakasyondu. Hatta fail bile hemen
bulundu... Yani sistem delik deşik
olmuş, tıkamak için de kurşunları
kullanıyorlardı.
Devlet, halkın yararına hiçbir sonuç çıkarmamıştı. Ama halk kendi
yararına dersler çıkarıyordu. Bingöl
bunun bir göstergesi. İstiyordu Bingöllü, alacaktı. Biliyordu ki bu hakkıydı. Yürüdü üstüne...
...
Yürü üstüne üstüne
Tükür yüzüne celladın
Fırsatçının, fesatçının, hayının
...
Halk soruyordu artık, “Kim yaptı? Kim inceledi? Kim ‘olur’ dedi?”,
Soruyordu.“Gelen yardımlar ne oldu? Benim adıma toplanan paralar
ne oldu?”diye soruyordu... Soruyordu... Bir daha “ben bunları yaşamıştım” dememek için hesap soruyordu...
...
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?
... ✔
erovizyon
nesrin
taflç›
milli mesele “eurovision” çözüldü!
“thank you sertab!”
üzümüzü batıya çevirmeliyiz...” İki asır boyunca, yönetenlerin birbiri ardına yineleledikleri, değişmez kader çizgimiz haline getirdikleri buydu. Avrupa’da hızla gelişip yayılan kapitalizmin önlenemez gücü karşısında, Osmanlı’nın
merkezi-feodal yapısı tüm kurumlarıyla güdük, çürük ve güçsüz kalmış, tek
çıkış noktası olarak aranan çare bulunmuştu: Batı gibi olmak...
Bütün bu iki yüz yıllık tarih boyunca “Batı batı” diye çırıpınıp dururken,
her dönem “treni kaçırma”nın sancılarıyla kıvranıldı. Tren, Batı Treni’ydi.
Onun lokomotifi, makinisti olma imkanı tarihsel olarak yoktu. Vagonlarından
biri olup eklenmek de başarılamayacaktı. Geriye yalnızca bir yolcu olup
trende yer kapmak kalıyordu.
Neydi ki Batı? Anadolu insanının
varacağı bu yerde konumu ne olacaktı?
Kurtuluş Savaşı sonrası görece bağımsızlıkçı çizginin de hedefi Batı’ydı.
“Müreffeh ülkeler seviyesine ulaşmak”
milli şiardı ve ölçü batılı ülkelerdi. Bu
şiarı ağızlarında sakıza çevirenler, bağımlılık batağının timsahlarına döndüler. Artık uşaklık, pespaye düzeydeydi
ve cümle daha net hale gelmişti. “Hür
dünya’ya” ya da daha açık haliyle “Avrupa’ya dahil olmak”ta somutlanmıştı
hedef.
“Dahil olmamak” gibi bir alternatif
kalmış mıydı ki? Artık bu ülkeyi yönetecek olanlar, emperyalist merkezlerde
bir dizi görüşme sonrasında onay almadan seçilebilir miydi? Birer memur
gibi atanmanın dışında bir işleyiş mi
vardı? Ve üstelik Avrupa’ya dahil olma
politikası yine o merkezlerde bir vazife
olarak belirlenmişken...
Artık her şeyimiz, giysilerimiz, yi-
“Y
yecek kültürümüz, düşünüş tarzımız...
Batı gibi olacaktı... Hatta hapishanelerimiz bile... Tek farklılık, bize özgü yanımız, bütün bunları uygularken ki
çiğlik, yavşaklık, baskı ve zulüm yöntemlerimizdi... Her işimizde böyleydik... Kültürel-sanatsal etkinliklerde
de...
Erovizyon Şarkı Yarışması, batı karşısındaki aşağılık kompleksinin, şakşakçılığın, tutarsızlığın ve yönetme
alışkanlıklarının açığa çıktığı ilginç bir
alan olup çıktı... Önceleri sınırlı müzik
çevreleri ve devletin kültür politikacılarının ilgi alanında olan bu yarışma
Semiha Yankı sonrasında tüm topluma
mal edildi. Özellikle 12 Eylül ‘80 cuntası ve sonrasında tüm halkın çektiği
acılar, ağır ekonomik saldırılar, baskı
ve zulüm bir kenara bırakılıp, bir “mili mesele” olarak genel gündem haline
getirildi.
Artık “Biz ve Ötekiler” vardı. Çoluğu, çocuğu, yaşlısı, genciyle hepimizi
ilgilendiriyordu.
Başarmalıydık... “Biz”e oy vermeyen ülkeler zaten düşmandılar! “Biz”i
küçümseyen, aşağılayan bu ülkelere,
her defasında inatla, inançla gücümüzü göstermeliydik. Kimi zaman da taktik icabı, puan almak için yalvarma numaraları da yapmalıydık. En 'baba'
şarkıları da “biz” yapardık. Başımızda
devlet baba, yüreğimizde “milli çıkarlar”la, bir seferberlik havasında seferlere çıkmalıydık. Bu yoldan dönmek,
yılmak yoktu. Öyleyse bütün müzik
şurekası canla başla ve de devlet babanın talimatı ve olanaklarıyla çalışmalıydı.
Büyük ve derin tartışmalar boy
gösterecekti: "Efendim, Batı’nın müzik
algılayışına uygun, ama yerel müziğimizin renklerini de sunan besteler..."
7
olmalıydı. Hayır, hayır, puanları yerel
müzikler topluyordu, o zaman sazımızla, davul zurnamızla katılmalıydık... Yok, bu da tutmadı, bir de opera
tarzında mı denesek... Hay allah, yine
olmadı, alçak düşmanlar puan vermediler. Ama “Biiiz” inatçı, inançlı ve de
kararlı bir “millet” olarak bu ülkelerin
yargılarını parçalayacak besteler yapardık...
Böylece “Milli meselemiz” olan
Erovizyon’da; Ajda Pekkan’a Arap
ezgileriyle petrol’e - pardon - Peter Oil
beyefendiye - aşk şarkısı- yazdırıp göbek attırıldı. Olmadı, Arif Sağ’lara pop
orkestrasının önünde bağlama şov
yaptırıldı. “Opera”lardan “Halley”
kuyruklu yıldızına, daha nelere nelere
dair şarkılarla yürüdük Avrupa kapılarına...
Kimse olayı başka noktalara çekmemeliydi. Bu işin ülkelerarası ekonomik
ve politik çıkar ilişkileriyle, turizm gelirleriyle, diplomasiyle ve daha başkaca şeylerle hiç ilgisi yoktu. Bu tamamen “milli mesele”ydi! Ya da....
Yıllarca bu şekilde milli mesele yapılan Erovizyon, bu yıl da aynı niteliğini koruyacaktı elbette. Dolayısıyla böylesi bir milli meseleye, devlet daha iradi olarak el koymalıydı. Ve bu kez iş,
şan tekniğini başarıyla uygulayan soprano sesli popçu Sertab Erener’e düştü.
“Düştü” dediysek, öyle rastgele değil
tabii ki. Ne yani ille demokratik yönümüz öne çıksın diye bir sürü şarkı ürettirip ön elemeler, seçici kurallar mı olmalı. Bugüne kadar bu kuralların seçtikleriyle ne oldu ki. Artık devletin buna ne zamanı, ne de tahammülü yoktu.
Bu işi müzisyenler bilseydi, bugüne
kadar başarırlardı. Demek devlet yetkililerine iş düştü. Onlar da çerçevesini
belirleyip Sertab kardeşimize bu ulvi,
milli onuru, görevi bahşettiler. Hak iddia edenler artık devlet ihale kanununa dayanarak dava açarlarsa ne olur,
bilemeyiz...
Neydi çerçeve, nasıl bir beste olacaktı; “görev” verilirken bunlarla ilgili
de talimat verilmiş miydi bilemiyoruz.
Ama devlet yetkililerinin, sanatçılara
bırakmadan savunmayı bile üstlenip
“Bu kültürlerin sergilendiği bir festival
değil, sadece bir pop müzik yarışmasıdır.” Diye açıklama yapmaya kalktıkları bir durum var. Bu kadar devlet yetkilisi, hakimlerin, şarkıyı da belirlemiş
olmalarından kuşku duyulur. Yani Sertab kardeş; öyle bir şarkı olmalı ki, şu
global dünyanın gereklerine en uygun
bir tarzda... Bir de öncekilerden farklı...
Ne? Evet evet, hay
aklınla bin yaşa
emi? Aynen öyle...
Müthiş bir yenilik,
uluslararası
dil
olan İngilizce kullanılacak ha? Şöyle, tam da onların
telaffuzuyla
olsun...
Böylece
“Biz”i kendilerinden ayrı tutmamaları gerektiğini anlasınlar...
Evet, bu bir
“pop müzik yarışması"ydı ya, yine
de bizden bir şeylerle katılmalıydık. Ne olabilirdi? Anadolu'ya özgü müthiş kültürel zenginlik içinde bula bula yine saray kültürünün harem dünyasından esintilerle göbek danslı bir sunuş. Tanıtım klibi de
hamamlı olmalı. Bunlar bir güzel ambalajla, yanı “Batılı” kimliğimizle (gerçekte batılı olma aşağılık kompleksiyle) bütünleştirilmeli... İşte müzikçiler,
işte solist ve işte beste... Gerçekten de
yeteneklerini tartışmayacağımız insanların başarılı çalışması. Teknik yanıyla
ulaşılan bu başarının sergilenmesi, sunulması ve hedeflerdeki politika, hiçbir dönem "kendi" olamamış egemenlerin her türlü erdemden uzak hırslarının kurbanı, ediliverir.
Vee; işte yıllarca peşinde koştuğumuz sonuç: Türkiye Erovizyon'da birinci... Ulusal onurumuz yükseklerde!.. Başımız göklerde... Sonunda başardık! Aslan Sertab, sen gururumuzsun!
"Milli mesele" olması özelliğini neredeyse yitirmekte olan Erovizyon'la
yeniden milli gururumuz kabardı... Ve
dost ülke Slovenya nasıl da son puanın
yükseğini bize verdi... Ve daha bir sürü
"yeni" değerlendirmeler, yeni reklamlar, yeni politik çıkar adımları... TRT
sunucuları ve muhabirleri bile kazandığımızı duyururken coşkuyla heyecanlanamıyorlardı aslında. Yarışmayı
bizzat Letonya'da izleyen ve Sertab
Erener'le yarışma sonrası ropörtaj yapan sunucu da bunu sormak zorunda
hissetti. "Başarılı olmak için illa İngilizce mi söylemek gerekiyor?" Genel olarak yüz ifadelerimizde bir durgunluk
da vardı. Çünkü bir şeyler eksikti bizim mutluluğumuzda. Bir şeyler...
Neydi bu şeyler? Sanki bir yabancının,
bir İngiliz'in birinciliğine seviniyor-
8
duk. Bize tuhaf gelen şeylerdi bu sefer.
Ama yine de birinci olmuştuk, 1975'ten
beri kovaladığımız, "milli mesele" haline getirdiğimiz, uğruna değerlerimizi
değiştirip sunduğumuz bu "Euorovision"da. Hürriyet Gazetesi’nin manşette dediği gibi “Thank You Sertab”, yani “teşekkürler Sertab.” Nasıl oluyor
ama İngilizce’si, daha artistik değil mi?
Yeteneklerine, çalışmalarına ve bestelerine saygı duyduğumuz müzisyenler, insanlarımıza "başarı" duygusu yaşattıkları için de ayrıca kutlanmalı...
Ama işte çark aynı. Bir tarafta politik
çıkarların bekçilerinin sultası ve diğer
tarafta hayatın gerçekliği...
Müzik çevreleri, aydınlar, kültür
politikasıyla ilgilenenler eleştirecekmiş, tartışacakmış, hiç önemli değil.
Her birine uygun cevaplar verilir. Hatta hiç cevap bile verilmeyebilir. Büyütmesinler, alt tarafı bir pop müzik yarışması... İyi de koca devlet; onca sorunu
bir yana bırakıp “Alt tarafı bir pop müzik yarışması için neden bu denli gayret içinde olunur...” diyeceklere de cevap verilmez... Aslında bütün soruların cevabı bellidir.
Sözün özüne gelelim. Bir "Eurovision Şarkı Yarışması" daha sonuçlandı.
Ama bağımlılığın sadık kölelerinin
tüm ülkeye dayatmaya çalıştıkları
onursuzluk kaldı geriye. Bir de daha
yakın zamanda yaşatılan deprem katliamının acılarını, işsizliğin ve açlığın
sancılarını, hak aramak isteyenlerin
karşılaştığı zulüm ve işkenceyi yaşayanların öfkesi... Bir de bütün bunlara
karşı onurlu, namuslu, adaletli ve bağımsız bir ülke umudunu asla yitirmeyen öfkeli milyonlar... Darısı diğer
"Eurovision" un başına... Haydi hayırlısı...✔
an›
eylül
iflcan
“KARA” m!
6 Şubat’ta Bağdat’ta, El-Tahrir
Meydanı’nda mumlarla yaptığımız bir eylemde tanımıştım onu. Gelip önüme dikilmişti.
Gözlerini
ayırmıyordu
benden. Gözleri kapkara.
Tanımaya, anlamaya çalışıyor yaptıklarımızı.
Anladığından eminim
ben. Sevgiyle ve umutla bakıyor kapkara gözleriyle.
Bağdat’ta gerçekleştirdiğimiz en geniş katılımlı eylemdi. Ellerinde mumlarla, yüzlerce kişi
ABD ve İngiltere’ye
öfkelerini
haykırıyordu.
Aydınlığı, karanlık olmayacak bir
geleceği simgeliyor
ellerindeki
mumlar,
onlar
için...
Cihan, bağlamasıyla Grup yorum
şarkılarını
söylüyor. Bir insan
zinciri
oluşuyor
sonra; halaya duruyor insanlar omuz
omuza. Canlı kalkan
grubuna ABD’den katılan Karl Dallas, gitar çalıyor; yine aynı
ülkeden Tom, mızıka
çalıyor. Bir Meksikalı,
John Ross, CHE’den şiirler okuyor. Ve Iraklılar... zurnası, davulu,
darbukasıyla bağımsız-
2
lık şarkıları söylüyorlar. Aynı dili
konuşuyoruz, aynı coşkuyu paylaşıyoruz...
Karışıyor kalabalığın içine kara gözlü
çocuk... Eylem boyunca karşılaşamıyoruz onunla... İki
gün sonra, aynı meydanda yaptığımız
bir diğer eylemimize de geliyor, dikiliyor yanımada.
Gözleri
kapkara...
Eylem
boyunca elimi bırakmıyor.
9
Köprüye kadar yürüyoruz el ele. Ne
çok benziyor bizim çocuklara,
İdil’lere, Zehra, Canan’lara... Çok
kalabalık ama sanki sadece ikimiz
varız. O, “Bı ruh bıl dem nefdik ya
Saddam!” diye çocuk sesiyle bağırıyor. Ben “bıl ruh bıl dem nefdik ya
Irak!” diyordum. Aynı şeyleri söylüyoruz ayrı dillerde. Düşmana kinimiz aynı.
Ayrılma vakti gelmişti artık. Otobüslere binip kaldığımız yerlere gidecektik. Kucaklayıp, öpüyorum
o’nu. Bir daha görebilecek miyim bu çocuğu, güzelim çocukları. Nasıl koruyabilirdim onları düşman bombalarından. Bir yolu olmalıydı
onları korumanın. Hepsini
kucaklayıp bir daha sonsuza
kadar bırakmamak mümkün
olsaydı keşke. Değil biliyorum... Ne bombalar, ne
düşman o kadar merhametli değil. Bombalar zalim, düşman zalim... Onların yanında
olmaktan daha fazla
şey yapabilseydim
keşke, keşke...
Tüm Bağdat sokaklarında
“Kahrolsun
ABD emperyalizmi! “,
“Irak Halkının Yanındayız!”,
“Yaşasın
Halkların Kardeşliği!”
dövizleri ellerimizde,
dillerimizde aynı sloganlar, ’’Senin Kanlı
Savaşını İstemiyoruz
ABD!” diye haykırdık günlerce, Irak
halkıyla beraber. Eylem yapmadığımız
ne bir meydan, ne de ABD destekçilerinin bulunduğu resmi bina önü
kalmadı.
Günler sonra yine Bağdat’ta, ElTahrir Meydanı’ndayız. Kafamı kaldırdığımda koşarakgeleni görüyorum. Hem de ismimi söylüyordu
Arapça aksanıyla, Eylul... Eylul...
Sesi de kendi gibi güzel... Koşuyorum ben de ona doğru, kucağıma
alıyorum sımsıkı kucaklıyorum,
döndürüyorum, daireler çiziyoruz
meydanda. İşte diyorum eylem bu.
Eylem bu... Halkla bütünleşmenin,
onları sahiplenmenin, coşkunun en
güzel örneğini yaşatıyor bu çocuk
bana...
İsmini bilmiyorum, sormak da istemiyorum aslında; ama dayanamayıp soruyorum. “Kara. İsmim Kara.”
diyor... Kara. Karam deyip sarılıyorum bir kez daha... Bir bakıyoruz
herkes bizi seyrediyor. Flaşlar patlıyor, kameralar görüntü almaya çalışıyor. Biz böyle olsun istemiyoruz,
kaçıp uzaklaşıyoruz aralarından.
Medyatik olmak için değilki yaşadığımız. İnsanların hissedebileceği en
güzel paylaşımlardan yalnızca biri
bu. Bombaların altında bir daha birbirini görüp göremeyeceğini bilmeyen bir çocukla, ben. Hepsi bu yakalanan bu güzel sıcaklığın anlamı.
Sonra birileri sesleniyor, “Gitmemiz gerekiyor arabalar hazır.” diyor
ses. İçime bir hüzün çöküyor. Anlam
veremiyorum. İçim içimi yiyor. Bırakmak istemiyorum Karam’ı. Küçücük eli, avucumda; bir türlü ayrılamıyoruz. “Ya, biraz daha bekletin
arabaları” diyorum, ama çıkmıyor
sesim. Gitmemiz lazım... Araba hareket etmeye başlıyor, bırakıyorum
elini, koşarak yetişiyorum. Gözyaşlarımı tutamıyorum. Bir bakıyorum
kara gözlerden de yaşlar dökülüyor... El sallıyor arabanın arkasından
koşarak... Araba iyice uzaklaşıyor,
görünmez oluyor artık. O’nu bir daha görebilecek miyim bilmiyorum...
Korkunç bir acı çöküyor içime, evet
bir daha göremeyecektim onu...
Düşman gecikmedi... 20 mart
2003... Sabaha karşı saat 04:30 gibi
bomba sesleriyle uyandık... Çatıya
çıktık... Gökyüzü, atılan binlerce
bombayla adeta aydınlanmıştı...
Her bomba kaç kişinin canıydı.
Her bomba kaç Kara’nın küçük bedeniydi... Biliyorduk...
Nasıl dururdu artık bu yürek...
Kim durabilirdi ki. Hangi bomba,
kaç bin düşman askeri... O an ,öyle
bir sesim olsun isterdim ki, haykırdığımda tüm dünya duyabilsin.
“Durmayın, durmayın, durmayın..”,” Öldürüyorlar çocukları katiller, öldürüyorlar binlerce insanı...
Durmayın!”
Sonra bombalar altında yaşamayı
öğrendik. Acıları paylaşıyorduk;
şimdi bombaları da... Bulabildiğimiz bir arabayla geçiyorduk her karışını bildiğimiz sokaklardan... Ama
aynı değildi hiçbir yer. Düşman Şehr-i Bağdat’ımızı yerle bir etmişti.
Yollarda, bombalarla parçalanmış
bir sürü araba, yine yerle bir edilmiş
binalar. Öncesinden, gidip yemek
yiyip, çay içtiğimiz yerler, pek çok
anımızın olduğu yerler yok edilmiş.
Acı ve öfke kaplıyor yüreğimi... Hatırlamaya çalışıyorum sonra, o yerlerdeki yüzleri, her gün gördüğüm
yüzleri... Bir an canlandırıyorum bu
yüzleri gözümde, ama çok geçmeden bu gördüğüm yüzler katledilmiş yanmış, parçalanmış kanlı cesetlere dönüşüyor. Ölümüne bir öfke
kaplıyor her yanımı.
Araba ilerliyor... El-Tahrir Meydanı’ndan geçiyoruz... Yanmış yıkılmış, harabeye dönmüş her yer...
Mumlar yakıp halaylar çektiğimiz,
Kara’mla son kez sımsıkı sarıldığımız meydan. Bombalar sadece meydanı yerle bir edebilir, anılarımız kalır; ilk günkü kadar canlı ...
10
Arabadan inip çığlık çığlığa, “Kara” diye bağırmak istiyorum... “Neredesin? Ne olur ölmemiş ol.” Diye
bağırmak istiyorum... Araba hızla
geçiyor yine de. Bakıyorum dört bir
yana bir umutla, belki görebilirim
Kara gözlü çocukları... Birkaç dakika
yeter bize. Belki Kara da gelir bulur,
hem şimdi kalabalık da değil, hatta
kimse yok ki meydanda...Yine sarılırız sımsıkı, el ele döneriz düşmana
inat... Düşmana inat...
İlk gördüğüm ABD askerine “
Katilsiniz siz” diye bağırıyorum...
“Evet biz katiliz, öldürüyoruz. Bu
bizim işimiz.” diyor asker... Dayanamayıp üzerine yürüyorum, korkuyor katil. Bir diğeri tankın üzerinden
fırlayıp silahının şarjörünü çekip
vurmaya hazırlanıyor beni de...
“Neyse, boş ver” diyorlar sonra...
Boş ver ha... Ya boş vermedikleriniz...
Korkaklar sürüsü kendilerini
dünyanın hakimi zannediyor. Bombalarıyla, silahlarıyla bizleri yok ettiklerini, yok edebileceklerini zannediyor. Oysa bilmiyorlar ki, her düşen bombada, sıkılan her kurşunda
çoğaldık biz. Yok olan, kaybeden
hep onlar oldu.
Ve biliyorum ki, zaferde, zafer
gününde Kara ve diğer katledilen
binlerce çocuk gelip bulacak bizi, el
ele tutuşup diyeceğiz ki... “Bu dünya bizim!”✔
sinema
ibrahim
matrix’in çölüne
hoflgeldiniz!
999 yılında gösterime girdiğinde
fırtınalar koparan”The Matrix”’in
ikinci bölümü, yarattığı hezeyanlarıyla birlikte, tüm dünyada gösterime girdi. İlk filmin gördüğü yoğun ilgiden sonra, ikincisi, meraktan öte bir
sabırsızlıkla bekleniyordu. Böyle bir
beklentiyi üst düzeye çıkarmak için
de kapitalizmin tüm araçları devreye
girdi. Ülkemiz de dahil olmak üzere
her yerde yoğun bir beklenti duygusu
yaratıldı. Film, çekim aşamasından itibaren herkesten gizlendi. Bir tek fotoğrafın sızması büyük bir olay sayıldı. Hikaye mi? Onu zaten kimse bilmiyordu. Gösterim tarihi yaklaştıkça,
hemen tükeneceği propagandasıyla,
biletler satışa çıkarıldı. Sinemaların
önündeki bilet kuyrukları görülmeye
değer bir kalabalıktı doğrusu. Bahsettiğimiz şey, sadece bir film. Bunca gürültü kıyamette onu hemen izlemenin
gururu için.
Belki garip ama artık böyle bir dönemi yaşıyoruz. İnsanlar, putlarını yaratıyor ve ona imanla ibadet ediyor.
Hayatındaki boşlukları hızla örtebileceği, manevi açlığını doyurabileceği
bir tutkuyla böylesi filmlere sarılıyor.
Oysa, bir film sadece filmdir. Ötesi değildir. Etkileyicidir, öğreticidir belki
ama ibadet edilesi değildir. Kapitalizm, inanılacak tüm değerleri parçaladıkça, böyle sahte tutkularla yaşatıyor insanları. “The Matrix”’in makineleri, gerçeğin kapitalistleri. “Star
Wars” filmini hatırlayın. Sinemaların
önünde yatanları... Filmin etkisinden
kurtulamayıp Jedi dini kuranları. Hatta, bunu kimliğine yazdırmak için
mücadele edenleri. Şimdilik, bir Matrix dini kurulmadı ama belli mi olur?
Atlantik’in ötesinde, belki bunun da
hazırlıklarına başlanmıştır. Kapita-
1
11
köro¤lu
lizm bu. Önce kendi gerçekliğinden
koparıyor ve sonra da istediği gibi yoğurup şekillendiriyor.
İlk film neydi, ikincisi ne oldu?
1999 yılında, ilk film gösterime girdiğinde, şok etkisi yaratmıştı. Sinema
dilinden, kullandığı görsel efektlere
ve başvurduğu entellektüel referanslara kadar oldukça farklı bir yer edinmişti kendisine. İlk kez, böyle bir şey
yaşanıyordu. Klasik, aksiyon izleyicisinden, Uzakdoğu’nun ‘manga’ ve
‘anime’ diye tabir edilen türlerinin fanatiklerine kadar herkes filmin tutkunu olmuştu. Çünkü hepsi aradıklarını
buluyordu. Aradığını bulanlar arasında entellektüel çevreler de vardı. Onlar da, Matrix hakkında onlarca yazı
yazıyor, yorumlar yapıyor, felsefi açılımlarını çeşitli akımlarla ilişkilendiriliyorlardı. Bu konuda alt metinlere
inildikçe çeşitli okumalar şekillense
de, herkesin üzerinde anlaştığı nokta,
filmin hıristiyan söylencelerinden ve
Simülasyon çözümlemelerinden beslendiği yönündeydi. Üzerine kitaplar
bile yazıldı Matrix’in. Yani, Matrix’in
üzerine, olduğundan ve anlattığından
fazla yük bindi. Bir Matrix miti yaratıldı. Baksanıza, Newsweek Dergisi
2003 yılını Matrix yılı ilan etti. Bu da
tabi ki ikinci filme olan beklentiyi üst
düzeyde arttırdı. Oysa bize göre ilk
film, tüm o entellektüel gizeminin ardında sadece bir aksiyon filmiydi.
Onu farklı kılan, göndermeleri ve türe
yeni bir açılım getirmesiydi. Filmin
aralarına zekice serpiştirilmiş birkaç
kodu çözmek, kuşkusuz insanları
mutlu ediyor ve yenilerini aramaya
itiyordu. Ancak, bu da bir süre sonra
abartı denecek boyutlara ulaştı. Filmin her cümlesi bir ayet gibi çözümlenmeye çalışılıyordu. Oysa böyle bir
şeyin varlığı tartışılır. Yani kelimelerin
yerleri değiştirilerek türetilen isimlerden çıkarılan çözümler, uç noktalara
vardı. Filmin kendinde olan göndermelere zaten bir itirazımız yok. Ancak, dedik ya. İnsanlar bir mit yaratıp,
onun her karesine mistik anlamlar
yüklemekte kararlılar. Sanırız, ikinci
filmin ardından filmin yönetmenleri
Wachowski Kardeşler’in birer peygamber olmadığına kanaat getirilir.
İkinci film gelip çattığında, beklentinin yüksekliğinden midir, yoksa klasik bir devam filmi açmazından mıdır
,filmin fanatiklerinin hevesleri kursaklarında kaldı. Çünkü beklediklerinin ötesinde sadece aksiyon vardı
karşılarında. Hatta, artık Matrix içinde bile olsa, insanın kabul etmekte
zorlanacağı şeyleri, hikayesini yürütmek için kullanan bir film izliyorlardı.
“Ne de olsa Matrix içinde her şeyin
bir çözümü var, yerseniz.” diyordu
Wachowski Kardeşler.
Yazının başında belirtmiştik, Matrix hikayesini kurarken bir çok felsefi
kuramı referans alıyordu. Sinema dilini kurarken aldığı referansları da
hem teknolojinin, hem de yönetmenlerin bakış açılarıyla bir adım ileri taşıyordu. Bu teknik, ardından gelen
birçok aksiyon filmi –hatta reklam
filmleri için bile- önemli bir referans
12
olmuştu. Bunun ardından,”The Matrix - Reloaded” daha ileri görsel efektlerle çıktı izleyicisinin karşısına.
“The Matrix - Reloaded” için söylenebilecek üç başlık var aslında. Üst
düzeyde görsel efektler, baygınlık geçirten aksiyon sahneleri, hikayenin şaşırtıcı ve karakterleri bile hayal kırıklığına uğratan şekillenişi –ki buna da
ancak filmin sonunda, kavga dövüşten arta kalan zamanda gelebiliyoruz.- Bu arada, ilk filmdeki görece
felsefi diyalogların yerini, tipik Hollywood filmlerinde görebileceğiniz
ucuz ajitatif dil almış. İlk filmde kendilerince üst düzey felsefi açılımlar
bulanlar için ikinci film bir hayal
kırıklığı olsa gerek. Ancak, burada
sormak gerekiyor; ilk film onca ışıltının altında kaba bir Berkeleycilik’ten
öte ne anlatıyordu gerçekten? Yani ilk
film neydi ki, ikincisinden ne bekliyordunuz? Hele de ilk filmden onca
gişe geliri elde etmişken, Hollywood’un kurt yapımcısı Joe Silver gibi
bir tüccarın ikinci filme ne kadar felsefe sokacağını bekliyordunuz? Bunların hepsini en iyi ihtimalle üçüncü
filme
saklayın;
belki
orada,
aradığınızı bulursunuz. Amerikan
sinemasının kalıpları içinde, Matrix
oldukça entellektüel görülebilir ama
gerçekliğin içinde sıradan ve bayağı
bir film olmanın ötesinde değil. İlk
film bizi, “Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz.” diyerek karşılıyordu. Şimdi,
kendisini yalanlarcasına “Matrix’in
çölüne hoşgeldiniz.” diyerek el sallıyor.✔
y›ldönümü
seval
haziranda ölmek zor
a zım Hikmet, Ahmed Arif,
Orhan Kemal... Halk için çarpan üç yürek... İki değerli şair, bir değerli yazar. Haziran'da düştüler toprağa...
Halkın acısını, çektiği açlığı ve
yoksulluğu yüreklerinde hissedip,
baskılar, işkenceler altında ömür
sürmüş üç aydın, sanatçı ve kavga
adamı.
Leylak ve tomurcuk kokuları arasında, aramızdan ilk ayrılandır kavgada, kavganın şiirini yazan Nazım
Hikmet...
Anadolu'da emperyalizme karşı
Kurtuluş Savaşı başladığında henüz
20 yaşındadır Nazım Hikmet. Açlık,
yokluk, yoksulluk içinde de olsa
halk, emperyalizme karşı direniyordur. Nazım da iki arkadaşıyla birlikte Anadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na aktif olarak katılır. Artık
halkla iç içedir. Halkın açlığına, yoksulluğuna tanıklık ettiği gibi, O'nun
tüm bunlara rağmen tırnağıyla dişiyle yedi düvele karşı gösterdiği
büyük direnişe tanıklık eder. Kurtuluş Savaşı sürecinde halka olan inancı ete kemiğe bürünürken, Sovyet
Devrimi’nin etkisiyle kurtuluşun
sosyalizmde olduğunu görür.
Sosyalizm uğruna mücadeleye
çok genç yaşta başlar. 1922 yılında
TKP'ye üye olur. Kuşkusuz Nazım'ı
Nazım yapan, uğruna mücadele ettiği dünya görüşüdür, sosyalizmdir.
Tüm eksikliklerine rağmen TKP'nin
Nazım'ın hayatında önemli bir yeri
olmuştur.
Ustanın bedeni yurdundan uzak
diyarlarda toprağın altında dinlenirken, bedeni Anadolu'da bir başka
aydın Orhan Kemal düşer toprağa.
Tarih 2 Haziran 1970’tir. Asıl adı
N
13
alp
Mehmet Raşit Öğütücü olan Orhan
Kemal, 1914 yılında Adana'da doğar.
Kendisi de romanlarında, öykülerinde anlattığı halkı gibi yoksuldur.
Öykü ve romanlarında işçileri,
yoksulları, emeğiyle geçinenleri, çok
küçük yaşta çalışmak zorunda kalan
çocukları anlatan Orhan Kemal edebiyata ilk adımını şiirle atmışıtır.
O'nu öykü ve roman, yani düz yazıya yönlendiren Bursa Hapishanesi'nde beraber kaldığı Nazım Hikmet olmuştur. Yazdıklarıyla “Toplumcu Gerçekçi” Türk Edebiyatı’na
büyük katkılarda bulunmuştur. Yazdığı 25 roman, 11 hikaye kitabının
yanı sıra anı, şiir ve senaryoları da
bulunmaktadır. 1958 ve 1969 yıllarında Sait Faik Hikaye Armağanı, yine 1969 yılında Türk Dil Kurumu
Öykü Ödülünü kazanması, edebiyattaki başarısının bir ölçütüdür.
Orhan Kemal ve Nazım Hikmet'ten yaklaşık 30 yıl sonra yine bir
Haziran günü ve yine 'Leylak ve tomurcuk kokuları' arasında aramızdan ayrıldı Ahmed Arif. Çok genç
yaşlarda sosyalist düşüncelerle tanışan Ahmed Arif 1927 yılında Diyar-
bakır
Halepçe'de yoksul bir
halk
çocuğu
olarak dünyaya
gelir.
Yaşamı
yoksulluk içinde geçer. Bir
yandan okur,
bir yandan gazetecilik
ve
matbaacılık gibi
işlerde çalışır.
Çok genç yaşta
Sosyalist
düşüncelerle tanışması ömrü
boyunca sömürüye ve zulme
karşı durmasını, döneminde
Kürt halkının
yaşadığı zulmü,
acılarını ve yoksulluğuna şiirlerinde yer veren, ender şairlerden olmasını
sağlar.
Nazım Hikmet ve Ahmet
Arif, yerel değerleri evrensel
değerlerle bütünleştirmiş, şiiri halkın günlük yaşamına sokmayı başaran ender şairlerden olurken, Orhan Kemal de öykü ve romanlarında halkı, halkın
çektiği yoksulluğu, acıları ve onlara
olan sevgisini işlemiştir.
"Gerçeği söylemek gerekirse şiir, ekmek su ve tuz kadar elzemdir. Ne olursa
olsun, şiiri örgütlemeye mecburuz.. Bu
ışığın, halkın gözlerinde yanması ve
onun gideceği yolu aydınlatması için,
tüm sol güçlerin harekete geçirilmesi
şarttır. Benim okuma yazma bilmez ülkemde devrimci şiir, ulusal bağımsızlık,
demokrasi ve barış mücadelesinde
önemli bir rol oynar"
Şiiri ve şiirlerin halklar nezdindeki yerini böyle ifade eder Nazım
Hikmet.
Egemenlerin Nazım'a uyguladığı
zulmü gözönünde getirdiğimizde
Nazım'ın safı kendiliğinden ortaya
çıkar.
Nazım'ın ödediği bedeller boşuna değildi şüphesiz. Özgür, sömürüsüz bir dünya istiyordu. Bu özlemleri için bir aydının, sanatçının ödemesi gereken bedelleri ödemiş, mü-
14
cadelesiyle de gurur duymuş ve bunu şiirlerine taşımıştır. Kendisine
saldıranlara, sosyalist kimliğinden
soyundurmaya çalışan 'romantik komünist'tir diyenlere de bir cevaptır;
"Ben yirminci asırlıyım/ ve bununla
övünüyorum/ bana yeter/ Yirminci
asırda olduğum safta olmak/ bizim
tarafta olmak/ Ve dövüşmek yeni
bir alem için"
Bizim tarafta olmaktan ve yeni
bir alem için dövüşmekten dolayı
övünmekten haklıdır. Çünkü o, halkın; yoksulların, ezilenlerin, işçilerin
safındadır. "Yeni bir alem için" dediği; bağımsızlık, sömürüsüz, özgür
bir dünyadır, sosyalizmdir.
O, bu özleminin kolay gerçekleşmeyeceğini, halka güvenip bunun
için mücadele etmek gerektiğini bilir
ve bunu dizelerine yansıtır.
"Varılacak yere
kan içinde varılacaktır
ve zafer
artık hiç bir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp
koparılacaktır”
Nazım, halkın şairi ve aydınıdır.
Nazım; aydının nasıl olması gerektiği sorusuna şöyle cevap verir; "bugün halkın ve ilerici insanlığın mutluluk ve barış mücadelesi dışında
kalan aydın, ya egemen sınıfın elinde basit bir araçtır ya da havayı zehirlemekten başka bir şeye yaramayan kokuşmuş bir verimsiz ottan
ibarettir."
Orhan Kemal'in kendisi, "Çağımızın pek çok toplumları gibi, içinde yaşadığımız kendi toplum düzenimizinde insanlarımız mutlu kılmaktan uzak olduğu su götürmez
gerçektir. “Ben, hikaye, roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin
nedenlerini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni
düzeltmeye çaba göstermelerini, bu
çabayı elbirliğiyle göstermemiz gerektiğini cevaplarım, caveplamaya
çalışırım." der ve ekler; "Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları
alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum. Nasıl yaşadıklarından haberim yok."
Evet, Orhan Kemal en iyi bildiği
konuları yazmıştır. Bir halkın mutluluğunun, yaşadığı düzenden bağım-
sız olmadığını belirttiği gibi mutsuzluğuna sebep olan düzene karşı da
mücadele etmesi gerektiğini söyler.
Onun öykü ve romanlarında küçük yaşta çalışmak zorunda kalan
çocuklar vardır. Çünkü kendisi de
küçük yaşta çalışmak zorunda kalmıştır. Yoksullar, hamallar, fabrika
işçileri vardır. Çünkü kendisi de
yoksuldur. Ekmek kavgası verenler
vardır. Çünkü kendisi de bir ömür
boyu ekmek kavgası vermiştir. Halk
vardır. Çünkü kendisi de halktan biridir. Halkın sanatçısıdır. Bir konuşmasında; "Ben halkımı, köylümü,
bütün köylüleri, bütün fukarayı seven bir yazarım. Belirli bir imkana
kavuştukları zaman değişip gelişebileceklerine, uygarlaşacaklarına
inanıyorum" der.
Orhan Kemal; "İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat" yaptığını
söyler.
Ahmed Arif'in "Hasretinden
Prangalar Eskittim" adlı tek bir şiir
kitabı yayımlandı. Ama o kitap hiç
ellerden düşmedi. Hala da yeni baskıları yapılır.
Ahmed Arif'in şiirlerinin temasında sınıfsal karakterini yansıtan
emek, sömürü, sevda ve hasret temaları öne çıkar. Daha çok Anadolu
halkının kardeşliğini savunmuş ve
bunu dizelerine taşımıştır.
Dört duvar arasında olmak, tecrit
edilmek yalnız olmak değildir.
"Babam gözlerini verdi Urfa
önünde
Üç de gardaşını
Üç nazlı selvi
Ömrüne doymamış üç dağ parçası
Burçlardan, tepelerden, minarelerden
Kirve, hısım, dağların çocukları
Fransız kuşatmasına karşı koyan
da" der.
Vu r u l m u şum
Düşüm gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam
kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vu r u l m u ş
sorgusuz, yargısız
(....)
Kirveyiz,
kardeşiz, kanla
bağlıyız
Karşıyaka
köyleri obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar
boyu
Ahmed Arif' de Orhan Kemal ve
Nazım Hikmet gibi, aydın olmanın,
halkın acılarını, yoksulluğunu, gördüğü baskıları dile getirmenin, özgür sömürüsüz bir dünya isteme bedelini öder. Ödediği bedellerin biri
de hapisliktir. Bütün bunlara rağmen ne o sevdasını ne de sevdası
onu terkeder, tütünsüz uykusuz kalsa da. 13 yıl boyunca kaldığı hapishanede özlemlerini, hayallerini,
halkların çektiği acıları dile getirirken, değerlerinden de ödün vermez.
“Bir ufka vardık ki artık
Yalnız değiliz sevgilim
Gerçi gece uzun
Gece karanlık
Ama bütün korkulardan uzak
Bir sevdadır böylesine yaşamak
Tek başına
Zindanda yatarken bile
Asla yalnız kalmamak”
“33 Kurşun” adlı şiiri ile tarihte
"Muğlalı Paşa Olayı" diye geçen katlimı gözler önüne sererek tarihe maleder. Van, Özalp-İran sınırında yoksulluklarından dolayı kaçakçılık
yapmaya mecbur bırakılan köylülerin sınırın öbür tarafında akrabaları
ile aralarına tel örgüler çekilmiştir.
Ama onlar tellere çekilen sınırı, pasaportu bilmezler. Hem kaçakçılık
yapar hem de karşı köydeki akrabalarını ziyarete giderler. Geçişlerine
izin verilmez,
sınırda yakalanırlar. Mahkemeye dahi çıkarılmadan sorgusuz
sualsiz
Muğlalı
Paşa'nın emriyle
kurşuna dizilip
katledilirler.
15
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız"
Orhan Kemal, Nazım Hikmet,
Ahmed Arif...
Anadolu
halkının
tarihinde
ölümsüz yer edinen üç halk aydını...
Mapuslar, sürgünler, işkenceler
hiç eksik olmadı yaşamlarından.
Kavgayla atan yüreklerini, sosyalist
olmanın onurunu, yaşamları boyunca hep gururla taşıdılar.
"Leylak ve tomurcuk kokuları
arasında halktan yana atan, üç sevdalı yürek. Nazım Hikmet sürgünde, Orhan Kemal yoksulluk içinde,
Ahmed Arif sessizce bir haziran günü aramızdan ayrılmalarından bu
yana yıllar geçti. Ama onlar gerçekte
hiç ayrılmadılar. Halkın ekmek, hürriyet ve adalet kavgasında ürünleri
dilden dile, inançları elden ele bayrak oldu, dalgalandı. Ve Anadolu
halklarının yüreğine gömüldüler.✔
y›ldönümü
ayatı, gezerek, eğlenerek, gününü
gün ederek, para harcayarak özgür yaşadığını sananlar... Şatafatlı
mağazalarda, çeşitlerden çeşit seçerek,
“kendi kazandığınız” parayı harcayarak,
özgür olduğunuzu mu sandınız? Ya da;
felsefe kitapları okuyup, kafelerde, tartışma ortamlarının “hit” insanları olmayı
başaran ve solculuğunu anlata anlata bitiremeyenler... Solculuk yarışması yapanlar...
Kendinizi özgür mü sandınız? “Sınırsız”, her yeri dolaşarak, “birey” olmanızın tadına vararak. Yaşadığınız ortamın,
tarihinizin sorumluluklarından kaçtınız
ama bu tarihi, bu sorunları hep konuştunuz, sadece konuştunuz.
Onların özgürlük günü ellerinden almak için hapishaneler kurdular. Onlar
mı dört duvar arasında, yoksa siz mi?
Onlar, özgürlüğü de doya doya yaşıyor;
sevdayı da, aşkı da. Onların özgürlüğünü yok etmek için, betonlardan kafesler
yaptılar; askıya aldılar. Her sabahı sayımlarda, hazır olda durmadıkları için
sopadan geçirildiler.
Ya sizin özgürlüğünüzü yok etmek
için?.. Bir tutam para yetti size. Sağı solu
gezmenize, eğlenmemize izin vermeleri
yetti, özgürülüğünüzü elinizden almalarına... Sizler, dışarıda hazır olda durdunuz.
Özgürlük nedir? Düşüncelerini, sorumluluklarını, onurunu, değerlerini, kişiliğini bir kenara bırakarak, bu “nimet”lerden faydalanmak mı! yoksa, onların yaptığı mı? “Hayır.” diyebiliyor
musunuz bu cümlelere? Diyemezsiniz
ama öyle yaşarsınız. Yaşarsınız ama adını koymaktan çekinirsiniz, adını koyamazsınız. Yine de öyle yaşarsınız. Birileri, bu uğurda mücadele ettiği zaman da,
kendi durumunuzu meşrulaştırmak için
laf söylersiniz, karalamaya çalışırsınız.
H
Bugün, eğer insanlık tarihi gelişiyorsa,
değişiyorsa, insanlar biraz daha özgürlüklerini kazanma noktasında adım atıyorsa, sizin payınız yok bunda, sömürücülere yardımcı olmaktan başka... O insanların emeği var.
O insanlar, bugün hayatta olmadığı
için, sizler biraz daha rahat yaşıyorsunuz, ya da yaşadığınızı sanıyorsunuz.
Çünkü o insanlar, bunlar için hayatlarını
kaybettiler.
Sizler, Onları anlayabildiğinizi mi
sandınız? Onların yarattığı değerleri kafe masalarında malzeme olarak kullanarak... Onlar’ın uğruna ölerek savunduklarını, kendinizi yüceltmekte, anlatmakta kullanarak kişiliğinizi kurtarıp, büyüttüğünüzü mü sandınız?
Dünyanın her tarafında, direnen insanların
değerlerini kullanıp
kendine prim yapmaya çalışan insanlardan
istemediğiniz kadar
var. Ama onlar az.
Çünkü öyle yaşamak
istemediler. İstemek
yetmiyordu, mücadele ettiler ısrarla, arkasında durdular, düşüncelerinin. Şimdilik
az olduklarını bildiler.
Geleceğin “çoğu” olacaklarından da emindiler...
1 Haziran 1971 tarihinde bu insanlardan biri daha sesleniyordu tüm insanlığa;
İstanbul-Maltepe’deki
evden, Ada’dan... Cevahir’im... Özgürlüğüne sımsıkı sarılmış-
16
tı, vermiyordu. Canını verdi onun yerine. “Bunu alın.” dedi. “Alın, bu canımın
hıncı, sizi boğsun.” dedi. Çekinmedi ve
veriverdi. Ne “birey” yanını düşündü,
ne gezmeyi tozmayı. Masalarda, oportünizmin teorisini yaratmayıda.
Onlar Sokrates’ti, Şeyh Bedreddin’di,
Che Guevara’ydı, Pir Sultan’dı... Yeryüzünün her toprağında, düşüncesi, kimliği, onuru, ahlakı, namusu, değerleri, yıllardır biriktirmiş olduğu, temiz koruduğu birikimini kirletmeyenlerdi.
Kaç Cevahir gitti?.. Mahir?.. Deniz?..
İbo?.. Gidecek?..
Sorunları onlar yaratmadı, karşılarında savaştıkları düşünce yarattı. Onlar,
ulafl
kendi yaratmadıkları sorunları yaşamaya razı gelmedikleri için, gözlerini hayata yumdular. Kendi hesaplarında yoktu
durduk yere ölümü tercih etmek. Savundukları görüşler; “boş”, “sonu gelmez”
değildi. Sonu gelecekti. “Hayatlarıyla”
doldurdular yaşamlarını. Savundukları
ve uğruna öldükleri şeyler, bilimseldi,
gerçekçiydi; hayal değildi, gelecek olandı. Hayatın, onur tarafıydı, temiz tarafı,
kirli olmayan yanı. Çirkef değildi, yalancı, sahte, üç kağıtçı, çürümüş değildi seçtikleri.
Dirilip döneceğiz er meydanına
Zaman bu köhne düzenin cellatlarını
affetmeyecek
Gerek kalmaz savaş ilanına
Erlerimiz fazla laf etmeyecek
Kızıldere son değil...
... “Maltepe son değil”...
O evler, onlar için, “Satılmışlığın,
kahpeliğin, riyakarlığın, adiliğin ve her
çeşit aşağılık ve her çeşit yabancılaşmanın karışımı olan, Karanlık Denizi’nin
ortasında, güneşi batmayan bir ada”ydı.
“Bugün ülkemizde, işgalci düşmanın
ziyafet sofralarından kalan artıklarla beslenen bir avuç hain, bir avuç köpek, bu
alabildiğine iğrenç düzeni sürdürmek,
Amerikan emperyalizmine gerektiği gibi
uşaklık etmek için kurdukları zulüm çarkını insafsızca çeviriyorlar. Soygun ve talanlarına karşı duran her yurtsever meydanlarda kurşunlanıyor. İşçiler ve köylülerin, ekmek ve toprak isteyenlerin sesi
kan ve zulümle susturulmak isteniyor.
Yarattığımız ve ürettiğimiz, zorla elimizden alınıyor.”
Onlar, bunları söylerken yalan şeyler
söylemiyordu. Halkı da kandırmıyorlardı. Sözlerinin arkasında durdular ve gerektiğinde yaşamlarını verdiler.
Ve Maltepe’deki ev, direniş evi, ada...
Çirkeflikler, karanlıklar denizinde onuru, temizi simgeleyen bir ada...
“Bina kuşatılmışken, MİT’i, polisi, askeri, hepsi onları katletmek için yığılmışken, onlar Sibel’in güvenliğini düşünüyordu.”
“Asla teslim olmayacağız; Bizim buradan ölümüz çıkar. Çocuğa dokunmayacağız. Çocuk ancak sizin ateşinizle ölebilir. Silahımızı da asla teslim etmeyeceğiz. Erkek adam silahını teslim etmez.
Bizi teslim almaya gelirseniz, silahımız
size dönecektir.”
Sibel de, evde rehin aldıkları genç
kız, binbaşının kızı. Onlar bir insanın saçının teline bile zarar gelmesini istemezdi. Ancak halkı sömürenlere, halkına zulüm çektirenlere karşı, göğüslerini siper
ettiler. Halkı korumaya çalıştılar.
Maltepe’de kuşatıldıklarında, bu çatışma tam 51 saat sürmüştü. 51 saat direnmişlerdi, son kurşunlarını da atabilecekleri ana kadar.
Onlardan sonra, onların canını kalbine gömen arkadaşları, nice 51 saatler süren direnişler yaratacaktı. Onlardan öğrenmişlerdi, silahlı düşman karşısında
onurunu satmamayı.
Egemenlerin, sadece silahları, hapishaneleri vardı korkuyu yaymak için. İçi
boş bir güçtü aslında. Çünkü, gelecekleri
yoktu. Mantığı, gerekliliği, ideolojisi,
sağlam bir dayanağı yoktu. Kimi, kime
ne yaptığı için katlediyor, tutukluyordu.
Halkın güvenliğini mi alıyor, yoksa halkı
savunanları, yani halkı mı katlediyor ve
tutukluyordu?..
Cevahir, halkı savunanlardan biri...
Ve şimdi onlar az değiller, dünyanın dört
bir tarafındalar. Çoğalıyorlar, çoğalıyoruz. Geleceği kendimiz şekillendirmek
için.✔
17
cengiz
‘71 SICAĞINDA
‘71 sıcağında canım
Nurhak Dağı’nda
Üç gerillam vurulmuş Son
Mayıs sabahında
Mayıs’ın kanlı günü
Haziran’a dönüyor
Dağda isyan ateşi
Alev alev yanıyor
Omzumuzda mavzerler
Dağlarda adım adım
Maltepe’de çarpışıyor
Yiğit iki adalım
Adalılar türkü söyler
Susar faşist namlular
Cevahir’im vurulmuş
Savaşır gerillalar
Adalının türküsü
Düşmeyecek dillerden
Geliyor Adalılar
“Sarp” yamaçlı dağlardan
kitap
ayfer
özel
alyofla’n›n bay›r›
Kitabın adı: Alyoşa’nın Bayırı
Yazarı: Galina Nikolaeva
Yayınevi: Ceylan Yayıncılık
Sayfa sayısı: 622
“Palegeya Konopatava, Kolhoz’un
zenginliği zamanında siz ve kocanız biraz çalıştınız. Fakat zor günler gelince
yan çizdiniz. Bakalım size Kolhoz’un
gereksinimi var mı? Bunca yıl burada
ne yaptınız? Siz yalnız işten çekilmekle
kalmadınız aynı zamanda kendinizde en
iyi kolhozcularla alay etme hakkını da
buldunuz. Siz Vasilisa Mihalovna ve siz
Pötr Matreiç, Kanopatov’lara acıyorsunuz öyle mi? Ben size acıma hissinden
sözetmek istiyorum. Tembele acıyarak
çalışkanı vurduğunuzu, korkağa acıyarak cesaretliyi vurduğunuzu, hırsıza
acıyarak dürüst adamı vurduğunuzu
unutmamanızı rica ederim. Bunlara acımak değil, acaba çalışmalarıyla kolhoza
karşı suçlarını affetirebilirler mi diye
düşünmek lazım. “ (syf: 227)
Kitap; İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği’nde yaşamın yeniden kurulması ve üretimin artırılmasında yaşanan sorunları ve bu sorunların nasıl çözüldüğünü anlatıyor.
II. Paylaşım Savaşı’nda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yönetici ve kadroları, Naziler’e karşı
en ön safta yer almış, özgür bir vatan ve sosyalizm uğruna şehit düşmüşlerdir. Bu da nitelikli kadro kaybına yol açmıştır.
Savaşın yıkımları, yol açtığı sorunlar, ülkede yaşayan herkesi etki-
le miştir. Savaş,cephede ve cephe
gerisinde fedakarlıklarla, bedellerle
kazanılmıştır.
Alyoşa’nın Bayırı, II. Paylaşım
Savaşı’nın zaferinden sonra, 1 Mayıs
Kolhozu ve çevresinde yaşananları
tüm sadeliğiyle anlatıyor. Yazar Galina Nikolaeva’ya bu kitabı için,
1950 yılında birinci dereceden “Stalin Ödülü” verilmiştir. Kitap; yaşam
içinde değişimi, dönüşümü, birbirine bağlı gelişimi anlatması açısından Felsefenin Temel İlkeleri kitabında örnek olarak gösterilmiştir.
Avdotya’ya kocasının cephede
öldüğü haberi gelmiştir. Kocası Saviliy ise zaferden sonra mucize de-
18
nebilecek bir ameliyatla iyileşip, ansızın çıkagelir. Evde sevinçle karşılanır Vasiliy. Ancak bir sorun vardır.
Avdotya, Stepan’la evlenmiştir. Vasiliy, hırsından Stepan’ı vurmak ister ama, Stepan’ın savaşta aldığı yaraları görünce vazgeçer. Alman kurşunuyla yaralanmış Stepan’ı vuramaz. Ödenen bedele saygıyı görürüz
bu davranışta.
1 Mayıs Kolhozu’nda yaşayanların aile sorunları da dahil kişisel
yaklaşımları; kolektife karşı duydukları sorumluluk, yapılan işler ve
büyük düşünceler içinde sorun olmaktan çıkar. Kolay olmaz, sıkıntılı
ve özverili bir yaşamı gerektirir ama
üstesinden gelirler.
Vasiliy, köyünde yaşamaya başladığı andan itibaren sorunların içinde
bulur kendini. Savaş öncesinde Kolhoz başkanıdır. Döndükten sonra da
başkanlığa seçilir. Vasiliy’den önceki
başkanın iyi yönetememesinden 1
Mayıs Kolhozu, bölgedeki en geri
kolhozdur. Köylüler, Kolhoz’un işini
yapmak yerine, ormandan, kendilerine kazanç getirecek keten işine koyulmuş; üretim, olumsuz etkilenmiştir. Vasiliy, Kolhoz’daki partili
tek kişi ve Kolhoz Başkanı olarak işlere girişir.
Partinin ilçe yöneticisi, 1 Mayıs
Kolhozu’nun bölgedeki diğer Kolhoz’lardan geri kalmaması, kalkınma planındaki hedeflere ulaşması
için partili iki insanı Kolhoz’a görevli olarak gönderir.
Halk, Parti İlçe Yöneticisi Andrey’e, ‘Petroviç’ demektedir. Yaşlı olmadığı halde, Petroviç diye hitap etmeleri, ona duydukları saygıdandır.
Andrey, genç yaşına rağmen, olgun,
bütünü düşünen, ayrıntıları gözden
kaçırmayan, hedeflere ulaşmada kararlı bir insandır.
Vasiliy’le, Andrey, ilk görüşmelerinde, karşılıklı birbirlerini anlamaya çalışırlar. Bu, ilk karşılaşmalarında, aralarında akrabalık ve arkadaşlıktan öte bir bağ belirmiştir.
“Amaç birliği mi, düşünce tarzı uygunluğu mu, ortak yaşam anlayışı mı
hiç bir şeyle kıyaslanamayacak o yoldaşa güven mi yoksa bunların hepsi mi,
bunu tespit edemiyordu. Fakat insanlarda, her şeyden önce, aradığı ve her
şeyden fazla değer verdiği başlıca şey
duyguydu. Andrey, bu özel duyguya
“partililik duygusu” diyordu.” (Syf.
41-42).
Andrey’in, 1 Mayıs Kolhozu’na
görevli olarak gönderdiği eşi Valentina, elektrik teknisyeni olan arkadaşları ve Vasiliy, Kolhoz’da, ilk Parti grup toplantısını yaparlar. Herbiri, özen ve ciddiyetle hazırlanıp gelmiştir toplantıya. Sorumluluk duyguları, giyimlerinden, konuşacakları
konulara kadar tüm hazırlıklarına
yansımıştır. Önce görev bölüşümü
yaparlar. Çarçabuk hallederler bu
konuyu. Kolhoz’da neler yapılması
gerektiğini konuştuklarında birbirlerine saygı ve güvenleri gelişir.
Çünkü herbiri, karşısındakinde so-
runların çözümü için gerçekten kafa
yorulduğunu görür. İlk toplantılarında birbirlerine eleştirileri de vardır. Valentina, Vasiliy’in suratı asık
çalıştığını oysa coşkulu çalışmanın
verimi arttıracağını söyler. Aralarında, öncesinde bir tartışma yaşanmıştır. Valentina hatasını kabul ederek
Vasiliy’in çalışma tarzına yönelik
eleştirilerine devam eder. Hatasını
kabul etmesi ve ortak hedefleri doğrultusunda konuşmaya devam etmesi, onun daha güçlü olmasını getirmiştir.
Halk, partili elektrik teknisyenine ve eşine “soba arkası prensi” lakabını taktığından toplantıda bu da
gündeme gelir. Partili insanın yaşamıyla da örnek olması gerektiğini
söylerler. Her üçü de güçlenerek çıkar bu toplantıdan.
“Onlar yalnız üç kişi, üç komünist
ve üçü de birçok zaaf ve kusuru olan sıradan insanlardı. Fakat bir amaçları olduğu ve bu amaca doğru, partinin gösterdiği yolda, birbirlerini amansızca
eleştirirek, hatalarını düzelterek ve birbirlerini tamamlayarak ısrarla yürüdükleri için, Parti adı verilen güç haline
geliyorlardı.” (Syf. 152)
Onlar, kollektif bir güç oldukça, 1
Mayıs Kolhozu, hedefleri doğrultusunda adım adım ilerler.
Alyoşa, 1 Mayıs Kolhozu’nun en
çalışkanı, Komsomol örgütlenmesinin başkanıdır. Savaş başladığında,
14 yaşında olmasına rağmen, bütün
erkek işlerini omuzlamış, ağır işlerin, sorumlulukların üstesinden gelmiştir. Şimdi de, Kolhoz’un geriliği,
Alyoşa gibi çalışkan, özverili insanlarla aşılacaktır. Alyoşa, bir yandan
öğrenir, bir yandan öğrendiklerini
çevresindekilere öğretir. Ekipler
oluşturulur, canla başla çalışılır.
Kendini düşünmez, hep işlere öncelik verir. Kendine dikkat etmediği
için
sorumsuz
davranışlardan
dolayı hastaneye geç götürülür.
Andrey, Alyoşa için şöyle der; “...
yüksek, ölçülü olmayı gerektirir. İnsan dağda ne kadar yükseğe tırmanırsa her adımda, o oranda daha
özenli iyi, daha özverili, daha soylu
iseler onlara oranla daha özverili olmamız gerekir. Alyoşa gibi insanların yetiştiği yerlerde, kolektifle ayrı
ayrı insanlar arasında yeni ilişkiler
oluşmalıdır. Alyoşa, bütün Kolhoz’u
19
düşünüyordu, fakat kendisini hiç
düşünmüyordu. Demek ki onu, kolektif düşünmek zorundaydık. Hastalığının başlangıcını niçin görmediniz? Tarlayı zamanında terk edip,
hastaneye gitmesi için, niçin ısrar etmediniz. Yeteri derecede özenli, duyarlı değildiniz ‘1 Mayıs’ Kolhozu
için belki en değerli şeyin kıymetini
bilemediniz...” (Syf. 395)
İnsanın da, kolektifin de değerini, bütünlüğü içinde öyle güzel işliyor ki, okuyucuyu daha bir sarıyor
roman...
Partinin, halka açık toplantıları,
genişletilmiş toplantılar yapılır. Sorunların çözümünde; halkın, üretim
hedeflerini sahiplenmesinde, bu
toplantılar etkili birer araçtır. Yeri
gelir, zor günlerde çalışmayan bir aile mahkum edilir, suçunu affettirmesi için şans verilir. Yeri gelir, mesleğinde uzman olupta, partili hedeflerle düşünmeyen kişinin kendini
görmesi sağlanır. Zararlı düşünceler
gizli kalacağına, açığa çıkarılıp mahkum edilsin düşüncesiyle hareket
edilir ama iş şansa bırakılmaz. Böyle
toplantıların hazırlığı da yapılır.
Kolektifin gelişmesi, üretimin
arttırılmasıyla da birebir ilgilidir.
Yeni teknolojiler kullanılır üretimi
arttırmak için. Başarılı sonuçlar alındıkça bu yaygınlaştırılır. Çalışma
kurallarına uymayanlar, çalışmayan,
panolarda teşhir edilir. Üretkenlik
arttıkça teşhire de gerek kalmaz.
Kolhoz’daki insanların birbirleriyle ilişkileri de gelişir. Kolhoz’un
itibarına karşı, herkes sorumluluk
duyar. Kolhoz’dan bir kişinin yasaları ihlal etmesi, herkesi endişelendirir. Oysa daha 3-5 ay öncesine kadar birçok insan kendinden başkasıyla ilgilenmez; böyle bir sorumluluk duymaz kendinde.
Toplumsal duyarlılık, sahiplenme, sadece Kolhoz’la sınırlı değildir.
Trende yolculuk yaparken, bir devlet dairesinde işini halletmeye çalışırken, bir profesörle konuşurken,
güven ve huzur duyacak bir ortam
yaratılır Sovyetler’de. Ülkenin herhangi bir yerinde, bulunulan mekanda, aile olmanın, kolektifliğin
güzelliği hissettiriliyor.
“Alyoşa’nın
Bayırı”
Örgütlülüğün gücünü, kolektivizmi, üretmenin güzelliğini anlatan, okunmaya değer bir kitap.✔
y›ldönümü
tav›r
bir türküdür
direnifl...
po’nun derinden derinden soluk alıp verişi giderek hızlanıyor. Sanki bir doruğa tırmanıyor. Derin bir soluk alıp, derin bir veriş... Alış, veriş... Veriş, alış... Bir daha,
bir daha... Ve sessizlik... Düzensiz çalışan bir motorun susması gibi, uyuyanı
uyandıran, konuşanı susturan, düşüncenin dikkatini dağıtan bir susuş...
Neden bu sessizlik ? Sessizliği saniyeler önce bozan hıçkırıklar nerede?
Sessizliği bozan o hıçkırıkların bir daha duyulmayacağını haykıran ve acısını gizlemeyen bir ses:
“Yoldaşlar Apo şehit oldu!”
.....
Apo, hafiften gülümsüyor. İpi ilk
göğüslemede verdiği sözün mutluluğunu taşıyor. Yüzünde çocuklara özgü
saflık kadar halkına bağlılık, görevini
layıkıyla yerine getirmenin yaydığı pırıl pırıl aydınlık ve onurunu korumanın huzuru... Dudaklarında asılı kalan
“hoşçakal” dercesine bir tebessüm...
Ne kadar da berrak ve tereddütsüz!
“Heyy! Böyle aylar süren bir direnişte gün gün, saat saat acıları yenmek, ölümü gülümseyerek karşılamak
ne güzel şey!”
Günler süren acılar fırtınası sonrasında durgunlukla gelen ve yüzünde
okunan bu mutluluğa bakmaya doyamıyorlar. Kendileri de acılar fırtınasıyla iç içeyken, bu mutluluğu bütün güzellikleriyle içlerinde duyuyorlar. Bu
güzellikten taşan mutluluğun tılsımı
bozulacakmış gibi, bir an ona dokunamıyorlar.
Tayfun, bir ana şefkatinin hassaslığıyla Apo’yu yokluyor. Daha ilk bakışta ölümün soğukluğunu hissediyor.
Hayır, hayır, kesin emin olmak için sabırla bütün kontrollerini aynı hassasiyetle tekrarlıyor. Apo’nun ağzına, bur-
A
nuna ayna tutuyor, nabzı tekrar
yokluyor.
‘Nabzı atmıyor şehit olmuş.’
‘Emin misin bir daha kontrol et.’
Ağlamaklı yüz ifadesi sesinde olduğu gibi yansıyor.
‘Eminim.’
Soğukkanlılığı,tüm
heyecanına
egemen bir sesle, Apo’nun ölümünü
kesinleştiriyor...
“Yoldaşlar, Apo’yu yitirdik, başımız sağolsun, metin olun!”
Çıt yok. Sessizliğin ortasında kinler
acılarla bileniyor. Bazı yoldaşlar gözlerini silmekte.
“Ah sevgili yoldaşlar... Bizden koparılıp bugün Metris’e götürülen yoldaşlar, Apo’yu siz olmadan karanfillerle gömeceğiz. Unutulmaz bir törenle, kalbimize, bilincimize taşıyacağız.
Ölüme ve yüzünde yakaladığımız
mutluluğa, onun açtığı yoldan gideceğiz.”
“Şiir gibi akan, direnişlerden direnişlere koşan, kavgada en öne ulaşan
bir yaşamdı. Coşkulu, yürekleri direnişe çağıran bir ölümdü. Kavgada yaşayan, kavgada ölen, emekçi halkın
kurtuluşuna adanmış, çok değerli bir
yoldaşımızdı Apo. Yitirdik; acımız büyük.”
“Apo, bize sevinçlerin en güzelini
yaşattı. Ölümü yendik, ölümü rezil ettik. Sevincimiz büyük. Çünkü insanlık
onurunu, siyasi kimliğimizi can bedeline zulme, ne de ölüme teslim etmedik.
“Hayır!... Apo ölmedi! hep yaşayacak... Kadıköy Çarşısı’nda elden ele
bildirilerde dolaşacak. Altıyol’daki
gösterilerde, güvenlikten güvenliğe
koşacak. Mutlaka, Moda’ya asılmış bir
pankart, Söğütlüçeşme’de yapıştırılmış bir afiş olacak. Kendini zulme kar-
20
ş
ı
kararlılıkla çatışan
bir yürekte bulacak.
Zulüm
yerle bir olana, sömürü yok olana dek, insanlığı karanlıklardan aydınlıklara çağıran bir ses
olacak... Yıllarca düşünü kurduğu, uğruna savaşıp can koyduğu özgürlüğün, caddelerden meydanlara, halaylar çekerek dolduğu günlere geldiğinde, bu mutluluğa o da karışacak, bu
güzellikleri o da korkusuz gözlerde,
kardeşliğe çağıran sözlerde paylaşacak.”
....
“Fatih’in kulağına, Apo’nun şehit
olduğu, yüksek sesle söyleniyor. Fatih
anlıyor bunu; aylarca buna koşullanmış bilinci harekete geçiyor; sağından
solundan, gönüllü omuzlarda, zar zor
doğrulup, sıkılı yumruğunda topladığı tüm gücüyle, gücü tükenene, yumruğu aşağı çekilene kadar Apo’yu
uğurluyor
“Apo’lar Ölmez!”
(....)
Haydar’a, Apo’nun şehit olduğu
söyleniyor. Haydar sürekli inliyor.
Söyleneni anlıyor ama içine o an dolanları boşaltamıyor. Ağzından acılı
bir zorlanmayla anlaşılmaz bir kaç
sözcük parçası dökülüyor. Yüzünün
rengi, yeni bir acı tonuna bürünüyor.
Yüzünde biriken ifadesini haykıramıyor. Ama ne olursa olsun, törene katılmak istiyor. Yoldaşının elini sıkıyor,
öfkesini, coşkusunu ancak böyle dile
getirip törene katılıyor.
Halbuki ne kadar da istiyordu
“Apo’ların Ölmeyeceğini” haykırmayı, o an içinde biriken bütün duygularını doya doya Apo için boşaltmayı...”
...
Şafak söküyor, gün ağarıyor.
Albay, peşindekilerle Apo’yu almak için geliyor.
Gönüllüler, son tören için ayağa
kalkıyor. Apo’nun geçirileceği yatakların arasına, tek sıra halinde tören kıtası olarak diziliyorlar.
Son tören için her şey hazır!
Şimdi Apo tertemiz çarşafın içine
yatırılıyor. Ağır ağır kaldırılıp götürülüyor. Apo son kez uğurlanıyor
“Apo’lar ölmez!”
...
Günlerdir, Fatih ve Haydar ölümün eşiğindedir.
“Günler ölümlere,
Ölümler zafere gebe”
Haydar ve Fatih’in, günler süren
hıçkırık ve iniltileri hızlanıyor.
“Uyur uyuklar gözler, Haydar ve
Fatih’i izliyor. Haydar artık saat değil,
dakika dakika kötüleşiyor, ölüme yaklaştıkça yaklaşıyor, inliyor. Yürekler
parçalanırcasına tanık buna....Haydar,
yoldaşlarının elinden bir şey gelmeyen acı ve üzüntülü bakışları altında
ölüm sancısının yaşanabilecek en zorlusuyla, saatlerdir boğuşuyor. Ya yoldaşları? Onlar da yaşamıyor mu aynı
acıları?
Yaşıyor, hem de nasıl! Bunca acıya
nasıl katlandıklarına kendileri de şaşıyorlar.
Savaş acımasızdır. Savaş acıları,
acılarla dağlatır. Acıları sıradanlaştırır,
ölümlere alıştırır insanı. Bu, binlerce
yıllık sınıf mücadelesinin, açık savaşlara varana kadar ki tüm deneylerinin
en somut sonucudur. Bu gerçeği kabul
etmemek olur mu?
Peki farklı olan, ölümü sıradan bir
ölüm olmaktan çıkaran ne? Bir kurşun
alır götürür canını... Çok sürmez sehpaya vurulan bir iki tekmeyle ölüme
kavuşmak... Ama günlerce, haftalarca,
aylarca, acılar acılara eklenerek, saatler, dakikalar beklene beklene, hücre
hücre, organ organ ölümün en zorunu,
yaşamayana anlatmak mümkün mü?
Yanında, senin de çok geçmeden ku-
caklayacağın ölümü yaşayan yoldaşını göre göre, acılara dayanmak onların
ölümlerinin en zor yanı.
İşte şimdi, içte patlayan bu duyguların isyanında, hepsi için işkencenin
en zor anları yaşanıyor.
Haydar karşılarında, bu acılar denizinde çırpına çırpına can çekişiyor.
Bu büyük tahammülün de doruklarına tırmanıyor...
Fatih, Haydar’a göre biraz daha
iyi. Fatih inliyor, günlerdir savaşarak
sayıklıyor ama göründüğü, hissedildiği kadar, Haydar’a göre daha az acı
çekiyor.
...
Şimdi, Haydar’ın gözleri kan gölünde boğuluyor. Rengi beyazlaşıp,
kasılma ve titremeleri yoğunlaşıyor.
Ağzındaki tükürükler köpükleşti. Soluk alışları iyiden iyiye zorlaştı. Çırpınıyor, sıçrıyor, bir soluk alıyor, sıçrıyor, bir daha sıçrıyor. Kasılması son sınırına varıyor, bir anda gevşiyor.... Bir
daha sıçramamak üzere düşüyor.
Saatler 06 :15
“Yoldaşlar, Haydar’ı yitirdik.
“Hey Fevzi Çakmak Mahalleliler
uyanın. Haydar’ımız toprağa düştü.
Alın onu, götürün kalbinize gömün.
Bize daha çok Haydar gerek, yeni
Haydar’lar büyütün.
O’nu can kulağıyla, bir öğretmen
gibi dinleyen işçiler, bize bıraktığı mirası iyi sahiplenin. Direnmek en çok
size gerek. Geleceği siz kuracaksınız.
...
“Evet zafer şehitlerle kazanılacak.
Bu, bu savaşın acımasız da olsa belirleyici kuralı.”
Haydar güneşe bakıyor. Güneş bütün ışıklarıyla Haydar’ın kızıl bantlı
başını aydınlatıyor. Kırmızı bantlı alın
güneşin içinde bayraklaşıyor.
Haydar’a Apo töreni hazırlanıyor.
Apo gibi altına bembeyaz çarşaf seriliyor. O da kırmızı karanfillerle gömülüyor.
Şimdi Apo, yatağında, resminin
içinde bu töreni tebessümle izliyor.
Fatih ölüm döşeğinde, Hasan
omuzlarında destekle, tüm gönüllüler
,Haydar’ı sararcasına çevresinde toplanıyor...
Haydar’ın töreni sürüyor ama gözler bir türlü Fatih’ten ayrılmıyor. Fatih
sancılı, Fatih ağrılı, inliyor, hıçkırıyor,
çırpınıyor, can çekişmenin gözle görülür bütün aşamalarını yaşıyor.
Bir yanda Haydar’ın töreni, bir
yanda Fatih’in sancıları... Acılar acıla-
21
ra sarılıyor, büyüyor, büyüyor...
Ama onlar değil miydi, bedelsiz
hak elde edilmez; zaferi bedenlerimiz
bedeli kazanacağız diyerek bu kavgaya baş koyanlar. Evet; zafer, ölümlerden geçiyorsa, bu acılara dayanacaklardı!
Kinler artıyor, öfkeler büyüyor, büyüyor... Haydar’ı yaşatan sloganlara
dönüşüyor:
“Haydar’lar Ölmez!”
Tören sürüyor ama Tayfun, zorunlu olarak Fatih’in yanına gidiyor. Fatih
son soluklarını alıp veriyor. Yaşamının
son anlarını yaşıyor. Sanki solukları
marşa eşlik ediyormuşçasına, marş bitiyor, solukları kesiliyor. Fatih susuyor...
Evet; siper arkadaşları, dostları,
dosttan da öte, ölümü birlikte paylaşacak kadar yakın kardeşleri öldü. Fatih
aralarında yok artık. Bu direnişte her
şeyiyle ortak olduğu Haydar’ı yalnız
bırakmadı. Bu direnişte her şeyiyle ortak olduğu Haydar’ın ölüm gününe
de ortak oldu...
Şimdi tören iki şehit için sürüyor,
Onlar Haydar’a, Haydar onlara
son kez bakıyor. Gözlerinde, son vedalaşma yaşanıyor. Haydar, aralarından
geçiriliyor. Sloganlar Haydar için son
kez haykırılıyor.
“Haydarlar Ölmez”
Bir günde iki tören.
Gönüller bitkin, yorgun ama Fatih
törensiz uğurlanır mı?
Vücudu siliniyor, kurulanıyor, tertemiz çamaşırlara bürünüyor. Karanfillere gömülüyor.
“Apo’dan başlayıp, Haydar’ın ölümünü güzelleştiren karanfiller, şimdi
Fatih’in ölümünü de güzelleştirecek.”
“Fatihler Ölmez”
“Güzeldir canımın canı güzeldir
verebilmek
sevdamızın görkemli diliyle
milyonlara bilincimizi
güzeldir canımın canı güzeldir
verebilmek
açlıklarda ölümü gözlerken
milyonlara sevincimizi”
Direniş sürüyor. Direnişle gelen şehitlerin ardından, zulüm bu kez, direnişçileri birbirinden ayırarak, tecritle,
direnişi kırmak istiyor. Tecrite karşı,
suyu da keserek cevaplıyorlar direnişçiler zulmün bu politikasını.
“Tayfun, Tayfun, Tayfun!
“Evet!”
“Dinle! Beni tecrit ederek sonuç
alamayınca şimdi bizi tek tek tecrit ettiler. Birbirimizden ayırdılar. Bu toplu
tecritle moralimizi bozmak, bizi zayıflatmak istiyorlar. Çok dikkatli olmalıyız. Tüm kararlarımıza sonuna kadar
bağlı kalmalıyız. Diğer yoldaşlarla konuşabiliyor musun? Onların sağlık
durumları nasıl?
Sık tekrar ettirmeyen bir cevap:
“Tamam çok iyi anladım.”
...
İnsan sabrına eziyet çektiren uzunca bir bekleyiş. 73 gündür koşa koşa
geçen saatler, şimdi geçmek bilmiyor.
Bir türlü, giderek artan merakı silemiyor. 73. gün dolarken gözlerde bir
damla uyku yok.
...
Şimdi 73. günün ortasında direnişin iki temsilcisi, direnişin bundan
sonraki yazgısını çizmek için bir aradalar.
Yılların direnişlerinde biriken duyguları artık içlerinde gizlenemiyor, taşıyor. Doya doya kucaklaşıyorlar. Yılların kavga ortaklığının, çıkarsız saygı
ve sevginin, coşkulu heyecanı yaşanıyor. Bütün bu duygular ikiye paylaşılıyor...
Ölçülüyor, biçiliyor; direnişin ortak
görüşü belirleniyor:
“Tek adım geri gidilmeyecek. Tek
tip elbise giyilmeyecek. Zulüm sevindirilmeyecek.”
Tam 73 gün oldu, onlar ölüme yatalı. Nisan, Mayıs, Haziran. Bir bahar
geldi, geçti. Hücrelerden dokulara, dokulardan organlara açlık yürüdü. Yürüdü ama yürekler düşmedi, iradeler
baş eğmedi, direniş sürdü...
73. gün, açlığı dakika dakika, saat
saat 74. güne taşıyor.
Artık, bilinci hayal alemine daha
sık dalıyor. Beyninde iç savaş yaşıyor,
binlerce ceset ortasında. Kurşun vızıltıları arasında yürüyor. Bilincini yakalıyor, hayal aleminden çekip çıkarıyor.
Daha sonra, nereye yürüdüğünü bir
türlü bulamıyor. Bağlar bahçeler, dağlar, denizler görüyor. O, bunların içinde korkusuzca, özgür geziyor; güzel
yanını görüyor. Tekrar kendine geliyor. Sonra ne olacak, çıkaramıyor. Duruyor; çoğu kez bilincini istediği gibi
kontrol edemiyor. Biraz kendine geliyor. İradesi, bilincini ele geçirir oldu
mu, daldığı hayallerden anımsadıklarına şaşıyor. İki dünyanın arasında
mekik dokuyor. Bilinci hayal alemine
giriyor, çıkıyor. Hayale yenilme süreci
yaşıyor.
Tayfun bağırıyor, bütün gücüyle
haykırıyor... Ne söylemek istiyor?
Onu niye çağırıyor? Bu ses kulaklarında boğuluyor. Bu sesin frekansını kulakları artık çözümleyemiyor. Çözümlese ne olacak? Cevap verse, Tayfun
değil, kendisi nasıl duyacak?
...
Görme yeteneği iyiden iyiye bozuldu. Bakıyor bakmasına ama artık bir
çok nesneyi iyi ayırt edemiyor. Daha
dün kendisi değil miydi mazgaldaki
yüzleri az da olsa seçen? Bulanık görse de, sulansa da, o gözler değil miydi
dünyayı beynine taşıyan? Gözleri de
ona acımayıp, siyah perdelerini indiriyor. Bacakları hala yerinde mi? Artık
kolları, duvarları tutarak tuvalete gitmesine yardımcı olabiliyor mu? Hayır
hayır, saatlerdir, ne bacaklarına, ne
kollarına dört adım yürütemiyor. Yoksa yatak mı çekiyor, bir türlü kalkamıyor. Halbuki, idrarı kanlı da olsa, tuvalete ne kadar çok gitmek istiyor.
...
Direnişçiler, sağ blokta ölümü yaşarken, direnişin yazgısı çiziliyor.
“Elbise konusunda diretmekten
vazgeçilmeyecek. Ama bir noktadan
sonra tek tip elbise devreden çıkarılmazsa, elbise pazarlık dışı tutulup, diğer konularda ve haklarda pazarlık
sürdürülecek. Sonuçta tek tip elbise
kaldırılmasa da, pazarlıkların sonunda direniş bitirilecek. Hakları elde etmek, devleti tek tip elbise konusunda
geriletmek düzeyinde sonuç değişmiyorsa, artık yeni kayıplar verilmeyecek.”
Yine, sabırsızlıklarına sabır ekleyerek beklemedeler.
O, direnişin yazgısının bundan
sonraki aşamalarında kendi ellerine
teslim edildiğini biliyor.
Yedi adım voltada gidiyor, geliyor;
gidiyor, geliyor; direnişin, pazarlık öncesi son kararını, beyninde iyice sindiriyor.
....
Geçmişi harmanlıyor. Aklına çeşitli
cezaevlerinde yetkililerle yaptığı görüşmeler takılıyor. Bu konudaki tecrübelerini düşünüyor. Ama bugünkü
başka, bambaşka! Sıratı yol eyleyenlerle, ölümün üzerine yürüyenlerle ilgili! Bu, ölüm, yaşam pazarlığı! Bu,
yoldaşlarının yaşamları üzerinde yürütülecek bir pazarlık! Yoldaşlarını yaşamı onun elinde. Böyle bir sorumlu-
22
luğun altında ezilmek, bunun rahatsızlığını dışa sezdirmek... En küçük bir
tereddüt mü? Böyle bir tereddütü düşünmek bile ona kabus geliyor.
...
Sinan:
“Ne diyorsunuz?”
“Eylemi bitirin!”
“Haklarımızı kabul ediyor musunuz?””
“Elbise giyerseniz istekleriniz kabul edilecektir.”
“Elbise giymeyeceğimizi biliyorsunuz”
“Ben, bu durumda bir şey diyemem yetkili değilim.”
“Neden elbise giymediğimizi, giymeyeceğimizi, onurumuzu elbise altında zedelemeyeceğimizi çok iyi biliyorsunuz.”
...
Evet, direnişin karar mekanizması
son bir kez daha işliyor. Sinan getirdiği haberleri diğer yoldaşlarına iletiyor
ve önceki kararlara göre yeniden değerlendiriyorlar ve beklenen son kararı hiç zaman kaybetmeden veriyorlar.
“Eylem bitirilecek. Ama elbise giymeme direnişi devam ettirilecek”
Kararın alınmasının ardından çok
zaman geçmiyor. Müdür hücresinin
mazgalını açıyor ve tek soru soruyor:
“Sonuç ne oldu?”
“Elbise giymediğimiz halde eylemi
bitirirsek ne olacak?”
“Daha önce de söyledim. Yineliyorum, baskı olmayacak. Bu konuda söz
veriyoruz. Zorla elbise giymeniz istenmeyecek!”
“Peki, yasaklar?”
“Onların kalkacağını sanmıyorum”
“O zaman kesin kararımızı açıklıyorum: Eylemi burada bitiriyoruz.
Ama elbise giymeyeceğiz, direnişimizi
sürdüreceğiz. “
Yürüyor, heyecanlı koşarcasına
adımlarla... Parolanın çok acelesi var,
çok!
... Sinan tek tek hücre-koğuşlara giriyor, çıkıyor, direnişçilerin kulaklarına parolayı fısıldıyor... Hayır, parolayı
işiten direnişçiler yaşama dönme sevincini kucaklayamıyorlar. Yitirilen
yoldaşlarının üzüntüsü, bu sevinci bir
anda alıp götürüyor.
.....
Sinan hastanedeki yoldaşlarının
kulaklarına tek tek parolayı söylüyor.
Yoldaşlarını öpüp kucaklıyor. Ama İbrahim bambaşka duygular içinde.
Gözyaşlarını onun yüreğine bırakıyor-
casına, kucağında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor.
Böyle bir tavrın şaşkınlığından
kurtulur kurtulmaz, dili döndüğünce
yoldaşının üzüntüsünü hafifletmeye
çalışıyor:
“Sen görevini layıkıyla yerine getirdin yoldaş, üzülme”
Parolayı Şaban’ın kulağına da söylüyor. Şaban bunun ne anlama geldiğini anlıyor. Peki ama Hasan’la, Mürsel
nerede. Onlar neden burada değil?
Kalp atışları yükseliyor... Kendini
tutamaz bir sesle haykırıyor.
“Nerede onlar?”
Ani bir hareketle, sorusunun duyulmasını engellemek istercesine, bir
yüzbaşı, Sinan’ın kolundan bir kenara
çekiyor.
“Hasan iki gün önce ölmüş, ben de
yeni duydum.”
Beyninden vurulmuşa dönüyor. Üç
şehidin acısını yaşarken buna bir dördüncüsü eklendi... Hüzün çöküyor içine. Sevinç ve acının bu kadar iç içe,
yan yana birbirinin ikiz kardeşi olduğu kaç direniş yaşanmıştır? Hayır, bu
ölümü henüz yaşama mücadelesi veren yoldaşlarına söylememeli, onlar
henüz kendilerine gelirken daha fazla
üzülmemeli. Her şeyden önce, onların
bir an önce sağlıklarına kavuşmalarını
düşünmeli. Çünkü, bu insanlık tarihinin en haklı kavgasının onlara daha
çok ihtiyacı var.
“ Peki Mürsel nerede?”
“Yan koğuşta”
Beklemeden yan koğuşa geçiyor.
Doğruca Mürsel’in yanına gidiyor.
Kulağına parolayı söylüyor. Ama hayır, Mürsel kimseyi tanımıyor. Tanıyacak durumda da değil. Bilincini yitirmiş halde sayıklıyor. Onu yoldaşlarının yanına aldırıp, burada tek başına
kalmaktan kurtarmalı. Yoldaşlarının
güvenli ellerine bırakmalı ki, gözü arkada kalmamalı. İsteği yerine getiriliyor. Mürsel yoldaşlarının yanına alınıyor.
Şimdi içi rahat, hastanede üstüne
düşen görevi yaptı. Artık yoldaşlarından ayrılmanın zamanı geldi.
Hastaneden ayrılmadan önce, yoldaşlarıyla son konuşmasını yapıyor:
“Yoldaşlar, onurlu ve görkemli bir
direniş yarattınız. Direnişimiz, esas
olarak hedefine vardı. Şimdi önemli
olan, yaşama dönmeniz. En kısa zamanda sizi aramızda görmek istiyoruz. Kendinize iyi bakın.”
Kucaklaşmalar, öpüşmeler...
“Şimdilik hoşçakalın.”
...
İçeriyi, huzur dolu bir sessizlik
kaplıyor... Sadece, direnişçilere verilen
serumun damlaları duyuluyor. Yönlerini tekrar yaşama doğru çeviriyor,
yan gözlerle birbirlerini izliyorlar...
Ama Hasan nerede? Mürsel getirildiği halde Hasan’ın yanına getirilmeyişi onu kaygılandırıyor:
“İyi ama hepimiz buradayız. Hasan nerede?”
Şaban bildiği kadarıyla yanıtlıyor:
“Bilmiyorum. 72. Gün buradan aldılar. Bir daha getirmediler. “
“Yoksa Hasan öldü mü?”
“Bilmiyorum.”
Kaygılar birleşiyor, hüzne dönüşüyor.
...
Hemen, subayı çağırıp yoldaşlarına ne olduğunu kesin olarak öğrenmeliler.
Subay geliyor. Onları üzeceğini bildiği halde gözlerinin içine baka baka
yalan söyleyemiyor.
“Evet, 73. gün Hasan öldü, serum
kabul etmedi.”
Başlarından kaynar sular boşanıyor. Bir kez daha acıyla yıkanıyorlar.
Evet, ölüm orucunda öleceklerdi,
ölmek için yola çıkmışlardı ve buna
çoktan hazırlıklıydılar. Bunu biliyorlardı ve öldüler de. Ama ölen, şehit
düşen yoldaşlarını kendi törenleriyle
yüreklerine gömdüler. Ya Hasan... Ya,
ölürken, yanında olamadıkları, o şehit
düşen yoldaşları için yaptıkları anmalarda “Güneşi İçenlerin Türküsü” nü
haykıran Hasan. Yürekler, bir kez daha yanıyor. Yaşama dönmelerinin bütün sevinci, yerini bu acılara bırakıyor.
“Ah üzerine karanfiller bile koyamadığımız, değerli yoldaşımız... “
Ah Mudanya’nın iskele hamalı. Efsane kahramanı değil, devrimin sıra
neferi. Halkının umudu, bitimsiz feri... Onun için kavgada yoldaşlarıyla
güle güle ölüme gitmek mi;
Şafak vakti küfesi omzunda yola
çıkmak,
İskele kahvesinde tavşan kanı bir
çay satmak,
Zeytini özenle ayırıp toplamak,
Siemens’de, grevdeki işçilerle diz
dize soğan kırıp, ekmek yemek gibi,
Yaşamak ve kahkahalarla gülmek
gibi bir şey...✔
Not: Bu yazı, Boran Yayınları’ndan çıkan
“Direniş Ölüm ve Yaşam” isimli kitaptan alıntıdır.
23
“ Bir türküdür direniş
Boy verir zindanlarda
İnancı bitmez bir gülüş
Bir türküdür direniş
Zindanlarda adı Haydar
Apo, Fatih Hasan Haydar
Yaşasın direniş
Yaşasın zafer
Türküm bitmedi
Sesim daha yitmedi
Ben hala türkü yakıyorum kavgada
Boşuna aramayın mezarda beni
Ellerimi, bilincimi sesimi
Tüm hünerimi
Kavgama verdim
Ben Hasanım geldim işte
Yine şakacı konuşkanım
dilinizce
Yine sevdalı
Geldim işte
Yürek öfkeyle dolunca
Yine kavgacı
Kurşuni kamçı kalkınca
Koştum kırmaya
Yine savaşçı
Salın sevdiğim salın
Salın Mudanya Limanı
Salın ey dünya
Ben bir devrim hamalıyım, yine işsever
Güzel umutlar taşırım,
yine yurtsever
Ortasındayım halkım
için kavganın
Bu zincir böyle kırılacak
Düşsek te ölüm oruçlarında”
güncel
güzin
karaduman
siyah pantolon - beyaz gömlek!
azının başlığını okuyunca, belki de bu yazıyı bir öykü sandınız. Biraz merak ettiniz, “Siyah
pantolon beyaz gömlek!” “Ne ki bu
yazının konusu?” dediniz belki. Ya
da düşündünüz. Siyah pantolon beyaz gömlek; hoş, uyumlu bir kıyafetin rengidir. Siyah-beyaz, hatta bir de
kırmızı. Şık görünür insan. Mesela,
sabah evden işe gitmek üzere çıkarken, siyah pantolon giydiniz. Bunu
biraz açsın diye üzerine de beyaz
gömleğinizi çektiniz. Aksesuar olarak ta kırmızı bir fular taktınız, bir
de bere taktınız siyah renk. Kep de
denebilir. Bu keplerden her yerde satılıyor. Pantolon ve gömleklerden de
bulmak zor değil. Böyle çıktınız ev-
Y
den. Tesadüf bu ya, bir iki, ya da üç
arkadaşınız da aynı kıyafeti giymiş.
Bu şekilde dolaşırsanız, örgüt propagandası yapmaktan gözaltına alınabilirsiniz. Çünkü bu kıyafetleri giyen
200 kişi gözaltına alındı Malatya’da
ve haklarında örgüt propagandası
yapmaktan soruşturma açıldı.
Bir espiriyle girelim istedik. Tabii
ki sokakta bu kıyafetle gezmekle 1
Mayıs meydanında bu kıyafetle dolaşmak arasında farklılıklar var. Gözaltına alınanlar espiri dışı. Bu olay
doğru...
Sokakta bu şekilde gezen kimse
gözaltına alınmıyor ama, 1 Mayıs
mitinginden sonra olabiliyor böyle
şeyler. Ama olayın komik yanı üzer-
24
lerinde herhangi bir örgüte ait hiçbir
ibare bulunmamasına rağmen bu kişilere bu suçlamalarla soruşturma
açılması. Bu ülkede bütün hukuksuzlukları kanıksayanlara normal
gelecektir tabii ki... “Ne var işte düpedüz örgüt gibi, öyle tek tip yürüyorlardı kırmızı sancaklarla falan”
diyenler çıkabilir. Ya reformist, ya da
faşizan bir kafayla bakanlar için böyle. Onlara diyecek bir şeyimiz yok
zaten. Onlar zaten rahatsız olurlar
böyle şeylerden. Bu durumda 1 Mayıs’ın ne anlama geldiğini tartışmak
gerekir. 1 Mayıs’ta kızıl bayrak, sancak flama taşımak kadar doğal bir
şey yoktur. Ezilenlerin rengidir kırmızı. Sınıflı toplumlardan beri bu
böyledir. Kırmızı renk ezilenlerin
ezenlere karşı verdiği mücadelede
bir semboldür. Hatta Spartaküs’ün,
kölelerin ayaklanması sırasında bir
köle sahibi “soylu”nun kana bulanmış pelerinini bir sopaya geçirip havada dalgalandırmasıyla kızıl bayrağın sembolize hale geldiği söylenir.
Ezilenlerin rengi kırmızı olduğuna göre 1 Mayıs’larda da kırmızı
renk bayraklar flamalar taşınır. Hiç
pembe ya da lacivert patlıcan moru
renklerde bayrak taşındığı görüldü
mü? Böyle olsa soruşturmaya gerek
yoktu herhalde!
Ezilenlerin direnme rengidir kırmızı. Egemenlerin çağlar boyu kırmızıya düşman olmaları bu nedenledir. Eee bunu anladık da siyaha beyaza neden soruşturma açılıyor diyebilirsiniz. Bir bütün halde olması
tek tip tek yumruk... Güçlerin birleşmesi... Bir karşı koyuş, bir isyaaan!
mı? “Daha neler...” demeyin. Öyle
gerçekten. Tek tip giymiş bir ordu
yürüyor... Rap rap rap...
Bu bir sembolik gösteri. Evet öyle. 1 Mayıs’larda yürüyüş ve gösteriyapılır zaten... Böyle yani. Eşyanın
tabiatı budur.
Ezilenlerin ezenlere karşı birleştiği, tek yumruk olduğu kavga, mücadele günüdür 1 Mayıs.
1 Mayıs alanları bedel ödenerek
kazanılmıştır. Ve 1 Mayıs’lar en çok,
uğruna bedel ödeyenlerin hakkıdır.
1 Mayıs gösterilerinin ardından
,malum medyanın gündeminde de
tek tip kıyafet giyen “örgüt mensupları” vardı. Gazetelerde en çok bunlardan bahsediliyordu. Medya yine
yargılayıp kararını vermişti. “Tek tip
giyip kırmızı bayrak taşıyorsa o kesin örgüt mensubu”ydu!
Peki, sistem tek tipe düşman mı?
Yooo, hayıır. Neden düşman olsun ki
tek tipe? Yıllardır insanları tek tipleştirmek için uygulanmıyor mu eğitim programları ve bir takım politikalar. Okulda, işyerinde, hapishanelerde hep karşımıza çıkmaz mı kılıkkıyafet yönetmelikleri, tek tipleştirme üzerine saçma sapan kurallar yönetmelikler. Bunlar insanları tek tipleştirmek için değil mi? Gerçi bir şeyin propagandasını yapmayacaksan
açık saçık tek tip falan giyebilirsin.
Tek tip tangalarla, bistüyerlerle gezebilirsiniz İstiklal Caddesi’nde. Kimse
bir şey demez. Medyatik bile oluverirsiniz hatta. Daha geçenlerde Pepsi
reklamı yapan bir grup tek tip kıyafet ve tek tip jöleli saç modeliyle İstiklal Caddesi’ni turluyordu. Yani
sistem tek tipe düşman değil ama bu
tek tipi kimin belirleyeceğine ve
hangi tip olacağına bağlı.
1984 yılında cuntacıların, hapishanelerde bulunan siyasi tutuklu ve
hükümlülere tek tip elbise giydirme
tek tipleştirme politikalarına karşı
yapılan ölüm orucu direnişinde dört
kişi yaşamını yitirdi. İnsanları tek
tip, sadece bir rakamla anılan birer
robot haline getirme politikası hapishanelerde yıllar boyu sürdü. Hiç bir
beğenisi, hiç bir zevki, tercihi olmayan kişiliksiz insan tipi yaratma politikası, devrimci tutsakların can bedeli direnişiyle kırıldı. Cuntanın eğitim programı gereği, o günlerden
bugünlere sadece sistemin izin verdiği kitapları okuyan, suya sabuna
dokunmayan, düşünmeyen, üretmeyen bir kuşak yetiştirildi. Cunta, yıllarca depolitizasyon politikasını başarıyla gerçekleştirdi. Yozlaşmış
genç kuşaktan memnundu. Ama yıllar geçtikçe, bilinç sahibi olan, politikleşen, bu sistemi beğenmeyip
karşı çıkan, demokratik haklarına
sahip çıkan herkesi düşman görüp
baskılarla, yasaklarla, hapisle, cezayla, soruşturmalarla, kovuşturmalarla, işkenceyle bastırmaya çalıştı.
Bugün ise demokratik bir hak talebiyle karşısına çıkan öğrenciyi, memuru, işçiyi, işsizi düşman bilip “örgüt” propagandası yapmakla suçluyor. Yani “Tek tip”i ben belirlerim,
benim istediğim tipte olacaksın diyor. Bu anlamda tek tipe karşı falan
olduğu yok. Tek tip, onların tek tipi
olacak. Düşünmeyen, üretmeyen,
25
boş... Bunun adına da “özgürlük” diyor. Mesela, herkes hamburger yemeli. Tek tip, “fast food” Amerikan
tarzı beslenebilir. Moda adına çıkarılan, ahlaksızlıkta sınır tanımayan kılık kıyafetlerle dolaşabilir. Genç kızlarımız vücudunun değişik bölgelerini “pearsing” yaptırabilir, boynuna
tasmaya benzer deri kolyeler takabilir, Amerikalı rockçı, metalci, popçu,
hip hopçular gibi. Çünkü modadır,
akımdır. Uyuşturucu kullanıp barlarda sabahlayabilir. Fuhuş yapabilir.
Kendi kültürümüz, ahlakımız, değerlerimiz nedir bilmeyebilir, umrunda olmayabilir. Bunlar sorun değildir. Sisteme muhalif değildir
özünde. Bencildir. Bu nedenle sistem
için zararsızdır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Yazımızdan çok bağımsız olmamakla birlikte, yazının konusu
bunlar değil. Sorun kapitalizmin
kendi çıkarları için yasaları ve hukuku belirlemesidir. Örgütlenmeye, ortak hareket etmeye karşı çıkmasının
mantığının, giyilen kıyafete dahi tahammül edemeyecek dereceye gelmiş olmasıdır.
Siyah pantolon, beyaz gömlek bir
modacının gözüyle estetik bir kıyafet
olarak gözükebilir sadece. Ama siyah pantolon, beyaz gömlek çok şey
anlatıyor ezilenlere. Bu görünüm,
geleceği kuracak olan kuşağın fotoğrafıdır. Devrimin görkemli yürüyüşüdür. Gelecek güzel günlere duyulan özlemin resmidir...
Bu görüntüye soruşturma açan
savcılar, hukuken haksız. Bu fotoğrafı beğenmeyenleri, bu fotoğrafa karşı
çıkanları ise tarih, haksız çıkaracak...✔
yıldönümü
çünkü mahzuni halktı...
idenlerin ardından ağıt yakmak
değildir asıl olan. Bir insanın,
büyük bir ozanın ölümünü, sıradan bir ölüm olmaktan çıkaran şey,
bıraktığı eserlerdir. Döneminin, nice
ozanı, sanatçısı, yaşadığı zaman diliminde ününe ün katmış, üretimleri o
zaman diliminde dilden dile dolanmış
ama ölümünün ardından geçen süre
zarfında unutulmak onların kaderi olmuştur. Yalnız onlar mıdır unutulan?
Bedenlerinin toprağa karışmasıyla birlikte, üretimleri de onunla birlikte gömülmüştür. Arkalarında bıraktıkları
bir şey kalmamıştır onlar için... Bir beden ve zaman içinde unutulmaya yüz
tutmuş onlarca belki yüzlerce üretim.
Belki de, gerçekten gerçek olmayan
üretim. Çünkü, tarih haklı olduğunu
göstermiş... Kimin gerçek, kimin yalan
olduğunu kanıtlamıştır. Zaman içinde, unutulmaya yüz tutmuş, sadece
döneminin sanatçısı olmuştur onlar.
Aslında, onların anlattıkları, çizdikleri
veya yazdıkları, hiçbir zaman, halkın
yüzü, halkın düşüncesi veya halkın sesi olmamıştır. İşte bu noktada, yaşadığı dönem içinde popüler olmasa da,
halkı anlatan, halkı dillendiren gerçek
sanatçılar, gerçek ozanlar, ölümlerinin
ardından bıraktıklarıyla ölümsüzleşmişlerdir.
17 Mayıs’ta, O`nun ölümünün üzerinden tam bir yıl geçmiş oldu. Ardında bıraktıkları mı?.. Halkını dillendiren, halkının sesi, yüreği olmuş ve
o’nu ölümsüzleştiren binlerce eser. Örneklendirildiği biçok insan gibi, andıkça, yürekteki coşkuyu , heyecanı,
direnci, kavgayı hissettiğimiz binlerce
eser...
Aşık Mahzuni Şerif... Aslında, Yunus Emre, aslında Köroğlu, Dadaloğlu, Kul Himmet... Mahzuni, aslında Pir
Sultan... Yunus`un insancıllığı, Karacaoğlan`ın sevgisel coşkunluğu, Köroğlu`nun kavgası, Pir Sultan`ın direnciy-
G
di o.
Mahzuni halktı, halkın duygularını dile getirmenin vücut bulmuş şekliydi.
Halkın sanatçısıydı ... Yaşadığı
zaman diliminde,
bu kimliğinden
hiçbir
zaman
ödün vermedi.
Kendisini halkın
sanatçısı olarak
gören ama toplumcu olmaktan
tamamıyla uzak
sözde aydınların
tersine, Mahzuni,
“gerçek” bir aydındı. İçiyle, dışıyla. Dününü bilen, bugününü
anlayan, yarınına
ışık
tutandı.
Geçmişini bilmeden, bugününü
anlamanın ve bu
doğrultuda yarına umut olmanın
mümkün olmadığını bilir ve üretirdi.
Üretkendi; üretim araçlarına egemen olanlarla, bu araçlara egemen olmayanlar arasındaki savaşları dizelerinde görmek mümkündü:
“Efendiler bunun neresi yalan
Sizde havyar, bizde bulgur aşı var
Bunca emeğimiz hep oldu talan
Yıllar yılı gözümüzün yaşı var
Yakamız var mıydı, olaydı kirli
Borcumuz var mıydı, İkili birli
Bugün git yarın gel, bitmez bir türlü
Anladım ki müdür beyin işi var!
26
Bu koltuğa biraz daha yaslanın
Yeyin için, biraz daha paslanın
Yeryüzünü size veren aslanın
Ne bir mezarı var, ne de taşı var!”
…
Kendini içinde bulunduğu toplumdan soyutlamış, sırça köşklerde
yaşayan ama televizyonda katıldıkları programda boy göstererek her
fırsatta aydın olduğunu iddia eden
sözde aydınların, halktan kopuk üretimlerini Mahzuni`nin dizelerinde
görmek mümkün değildi. Çünkü, insan yaşadığını yazar, yaşadığını çizer ve yaşadığını söyler... Mahzuni
de, bizler gibi, sevincimizi, acımızı,
öfkemizi, özlemimizi, direncimizi ve
sema topçu
isyanımızı aynı yoğunlukta yaşar ve
bunu yüreğinin sesi olan sazıyla, sözüyle dillendirirdi.
Sesinin iyi veya kötü oluşu, bağlamayı çalmadaki ustalığı veya acemiliği değildi O`nunla aramızdaki
bağın kuvvetini arttıran. Nasıl çalarsa çalsın ya da nasıl söylerse söylesin
bu bizim için hiç önemli olmamıştı.
Çünkü, O halkın sesiydi. İşte bu
özelliği onu gerçek bir halk ozanı
yaptı.Varlığının asıl sebebiydi bu.
Zaten böyle bir kültürden gelmiş, bu
doğruları benimsemiş bir insanın
duygularını bu şekilde ifade etmesi
yaşamının doğal bir sonucuydu.
Mahzuni, Yunus`un insancıllığını
taşıyordu demiştik. Evet, Mahzuni
insancaydı. Hemen hemen her şiirinde, insan sevgisini ve hoşgörünün
satırlarını bulmak mümkündü. Çünkü, gönülden bağlı olduğu ve hayatının her safhasında benimsediği Bektaşi kültürüydü Mahzuni`ye bu insancıllığı veren. Mahzuni, insanı insan olduğu için severdi. Alevi- sünni, Türk – Kürt olması önemli değildi onun için. O`nun kavgası ezenle,
sömürenle, cahille yalancıyla, dolandırıcıylaydı.Yıllarca halkın sırtından
geçinmiş, emeği sömüren ve halkı
bir kuru ekmeğe muhtaç etmişlerleydi; düzenin adamı olanlarlaydı onun
savaşı...
“Garip garip duran yolcu
Vardan mısın yoktan mısın
Durmak bir şey ifade etmez
Vardan mısın yoktan mısın
Hak`ka giden Haktan gelir
Hak`tan gelen Hak`kı bilir
Fazla susan suçlu olur
Vardan mısın yoktan mısın
Yok olanlar çok yerinir
İşi tutmaya erinir
Bizim pirimiz görünür
Vardan mısın yoktan mısın?
...
Ne acıdır yoldan sapmak
Boş boşa el etek öpmek
Mahzuni der Hak`ka tapmak
Vardan mısın yoktan mısın? “
Altmış iki yıllık yaşantısına o kadar çok şey sığdırdı ki... Çünkü O
yaşamın kolay olmayan tarafını seçmişti. Her zaman kavganın, mücadelenin ozanı olmuştu. Bu yüzden, belki de pek çok insanın başaramadığını başarmış, insanların çoğunun çağını gerçeklerini yansıtmaktan öteye
gidemediği bir dönemde, hayatı, düzeni anlamış, kavramış olmaktan
kaynaklanan, olumsuzlukları değiştirme çabası içine girmişti. Dedik ya,
Mahzuni aslında Pir Sultan`ın direnciydi. Mücadele onun kültürünün,
doğduğu toprakların bir parçasıydı. Osmanlı dönemindeki, Bektaşi
kültürünü yok etme girişimleri
karşısında, Berçenek`in var olma
mücadelesinin bir başka şeklini
Mahzuni yaşadığı zaman diliminde sonuna kadar verdi. Mücadelesi içinde bir çok baskıyla karşılaştı.
Hapishanelerde yattı, işkenceler
gördü ve bir dönem, türkülerinin
çalınması yasaklandı. Bunlar O`nu
hiçbir zaman yıldırmadı.
Tersine, insan olma yolunda,
haznesine akıttığı damlalar, bu sayede sel oldu taştı. Değerlerine daha sıkı bağlandı. Geleceğin aydınlık olacağına dair inancını hiçbir
zaman yitirmedi:
“Bu kavgadan kim yürüdü kim
döndü
Esememiz okunmaya az kaldı
Bu düğünün sonu mutlak gelindir
Al kınalar yakınmaya az kaldı.
Yıllardır uyuyan gözlerim uyan
Görünmez dünyada uykuydoyan
27
Isırıp ısırıp geçip havlayan
Köpeklikten sakınmaya az kaldı
…
İnsanın kanından yeyip içenler
Beyler sofrasından yüksek uçanlar
İzini kaybedip vurup kaçanlar
Arkasına bakmaya az kaldı”
…
Mahzuni`nin halkın gözündeki
değerini anlamak için verebileceğimiz en güzel örnek belki de cenazesinde yaşananlardır. O gün, 17 Mayıs
2002 de on binler tek bir yürek olup
orada buluştu. Simitçisinden, boyacısına, işçisinden memuruna, sanatçısına herkes oradaydı. Çünkü Mahzuni halktı, halktandı... Halk denilen
deryaya bir damla olup karışmasını
başarabilendi...
öykü
hasan
gökhan
siz hiç rüyan›zda öldünüz mü?
iz hiç rüyanızda öldünüz mü? Yani,
rüyanızın en güzel yerinde ölüm
üzerinize yıkıldı mı? Garip bir soru
değil mi? Ben sık sık garip rüyalar görüyorum; çocukça rüyalar... Kendim de çocuk yaştayım. Daha on üçüme yeni bastım. İnsan yaşlanınca ölürmüş ya... Ben
on üçümde, rüyamın en güzel yerinde
öldüm.
Enes’le köye gitmiştik. Bizim köy çok
güzeldir. O yüzden hep özlerim köyümüzü. Güzel güzel tepeler, karlı eteklerinde rengarenk çiçekler, yemyeşil ağaçlar... Doruklardaki karlar erimemiştir daha. Yani, eteklerinde baharı, doruklarında kışı yaşarız dağlarımızda, bu aylarda... Sonra, Kuş Gölü bizim köye çok yakındır. İşte, bir bahar günü, Enes Abim’le çayırlarda çiçek topluyorduk. Ben, hep
papatya topladım; kucak dolusu papatya. Kocaman kocaman hem de. Her biri,
nerdeyse benim boyumda. Birden, acı
bir kuş sesi duydum. İnsanın yüreğini
acıtan bu sesi takip ettim. Kendimi, Kuş
Gölü’nün kıyısında buldum. Gölün ortasında acı acı ötmeye devam ediyordu
kuş. Dayanılacak gibi değildi. Kuşu kurtarmak için göle girdim. Yaklaştıkça, bir
kumru olduğunu anladım.
Bizim köyde, kumru kuşu çok olur.
Toprak damlarımızın saçaklarına, ağaçlara konan yaban güvercinlerine karışırlar. Sesinden tanıdım kumru olduğunu.
Bir de, boynunu büküp bana baktığında,
güneşten kamaşan boynundan tanıdım.
Kumruların boynu hep büküktür biliyor
musunuz?
Kumruya doğru yürümeye devam
ettim. Hiç korkmadan hem de. Oysa bu
vakitlerde göl çok derindir. Dağlardan
durmadan kar suları akar. Enes Abim arkamdan seslendi. “Kumru gitmeeee!
Gitme boğulursun. “ diye. Ha söylemeyi
unuttum değil mi; benim adım da Kum-
S
ru... Enes’i dinlemedim; sadece, kumrunun sesini duyuyordum... Yanına kadar
sokulduğumda kucağımdaki papatyalardan sadece biri kalmıştı. Diğerleri, gölün üzerinde yüzüyordu. Kalan tek papatyayı, kumruya doğru uzattım. Minik
gagasıyla papatyayı tutar tutmaz kanatlarını çırpıp havalandı. Islak kanatlarından bir damla su gözüme sıçradı. Ben
de, kumrunun peşinden havalandım. O
kadar güzeldi ki. Dedim ya size; garip
rüyalar görürüm, diye. İlk defa bir rüyamda uçuyordum. Kumrunun ağzında
papatya, ben kumrunun peşinde...
Enes’i göremiyorduk artık.
O, tepesi çıplak, tepesi karlı, eteği
rengarenk çiçeklerle bezeli dağların, küçük küçük göllerin, yaylaların üzerinden
uçuyorduk. Bir ara, kumru ardına dönüp. “Geri dön, abinin yanına dön! “ dedi. Ama onu da dinlemedim. Çok mutluydum çünkü.
Yüksek dağların arasındaki şehrin,
yani, sizin Bingöl olarak bildiğiniz, bizim ise sadece “Şehir” dediğimiz yeri ilk
defa böyle yukarıdan görüyordum. Üstü toz duman bulutlarla örtülmüştü şehrin.
Aşağıdan, tuhaf sesler yükseliyordu.
Tıpkı, kumrunun ötüşü gibi acı sesler.
Kumrunun peşini bırakıp alçaldığımda,
kitaplarda, derslerde anlatılan cehennemle karşılaştım. Kıyamet miydi yoksa?
Şehirdeki çocuklardan, feryatlardan
yüreğim acıdı. Oradan kaçıp, okulumuza doğru havalandım. Okulumuz, Çeltiksuyu’ndadır. Şehrin doğusuna düşer.
Çok uzak değildir ama.
Okulun oraya vardığımda, yüreğim
daha da sıkıştı. Okulumuzun yanında,
sadece beton yığınları gördüm. Masallardaki kötü devlerden biri, yukarıdaki
dağlardan, koca koca kayaları yuvarla-
28
mıştı da okulumuzu yerle bir etmişti
sanki.
Yıkıntıların üzerinde, anneler, babalar, çocuklar... Kırmızı elbiseleriyle abiler
ablalar, askerler... Birbirine karışan bağırtılar, ağlamalar. Feryatlar, çığlıklar...
Bir keresinde anneme sormuştum,
“Anne kabus nedir?” diye. Annem,
“Rüyalarında bir anne ağlıyorsa, kabustur.” demişti. İşte rüyam kabusa dönmüştü. Uyanmak istedim. Bu kabus bitsin diye bağırmak istedim. Uyanamıyordum, bağıramıyordum. Abimin, arkadaşlarımın sesi geliyordu. “Eneees
Abiiii!” diye bağırmak istedim; hiç sesim
çıkmadı. Nefes bile alamıyordum. Üstümde kocaman ağırlıklar, beton taş ranza dolap... Koca bir beton parçası kımıldamamı, nefes almamı ışığı görmemi engelliyordu. Tırnaklarımla kazımak istedim ama parmağımı bile kımıldatamadım. Her taraf kapkaranlık. İğne ucu kadar ışık yok. Bir rüya, bir kabus. Belki de
bir cehennem.
Sonra, tekrar kumru oldum; ordan oraya konup yıkıntılar arasından gelecek
seslere kulak kabarttım. Enes Abim, dayımın kızı Hülya ve diğer arkadaşlarımın nefesini bile duyabiliyordum ama
annelerin feryadı her şeyi susturuyordu.
Yüzlerini parçalayan, dizlerini döven anneler... Bir anne, tırnağıyla beton parçalarını koparmaya çalışıyor, oğluna ya da
kızına ulaşmak için kendini paralıyordu.
Elleri, parmakları beton parçalarını tırnaklarken kan içinde kalmıştı. Bembeyaz yazması da kan içindeydi.
Annem aklıma geldi. Köydedir şimdi. Bizim buralarda anneler, gelinler,
genç kızlar her istedikleri yere gidemezler ama şivandır bugün. Cehennem, kıyamet... Söz dinler mi ana yüreği? Yemeyip içmeyip uykusuz gecelerde büyüttüğü iki evladını, beni ve Enes Abim’i yollamıştı yatılı okula. Şimdi okul değil,
dünya yıkılmıştır başına anacığımın. Babam buraya gelmesine izin verir mi ki?
İzin vermese bile, annem dinlemez onu,
gelir. Burada, şu yıkıntılar arasında, çocuklarının kokusunu almak istercesine
beton parçalarına yapışmış anneler kimseyi dinlediler mi?
İki yıl önceydi; beni okula verdiklerinde, annemle babam, az tartışmamışlardı. Annemin ilk defa babamın karşısında bu kadar inatla tartıştığını görüyordum. “Kızım okuyacak, öğretmen
olacak! ” diye tutturmuştu. Babam da
“İlkokul diploması yeter, kızımı yatılı
okullara vermem. ” diye karşı çıkmıştı.
Babama kızmadım; çünkü bizim buralarda, kız çocuklarını şehre, okumaya,
hele yatılı okula göndermezler. Köyde ilkokul varsa, ilkokulu bitirir. Ondan sonra ne öğrenirse, dağların arasına sıkışmış hayattan öğrenir kız çocukları.
Babam istemeyerekte olsa, elimden
tutup şehre getirmişti. İlk, o zaman görmüştüm. Kocaman dükkanları, bakkalları... Her yaştan dolaşıp duran, o dükkandan çıkıp, bu bakkala giren insanlar...
Hepsi de, yabancıydı. Bunca yabancının
içinde, kaybolmaktan korkup, babamın
elinden daha sıkı tutmuştum.
İlk zamanlar annemi çok özlüyordum; evi, köyü, arkadaşlarımı. Geceleri,
battaniyemi başıma çeker, gizli gizli ağlardım. Sonra alıştım. Arkadaşlarım çoğaldı. Öğretmenlerimi çok sevdim. Onlar da beni, hepimizi çok seviyordu.
Bakın işte, hepsi, anneler, babalar, beraber yıkıntılar üzerinde bizim için ağlıyor. Gözyaşları, annelerin gözyaşlarına
karışıyor. Şurada Nergis öğretmenle beraber, elinde su şişesi ağlayarak dolaşan
Figen öğretmenimizi çok seviyorum.
Anlatmadım değil mi? Figen öğretmen
bundan dört yıl önceki depremde, Adapazarı’ndaymış. Oturdukları ev, bizim
okulun başımıza yıkıldığı gibi başlarına
yıkılmış. O zaman oğlu, Umut daha ufacık bir bebekmiş. Öğretmenimiz bağırmış, çağırmış, sesini duyurmayı başarmış. Onlara ulaştıklarında Umut kucağında duruyormuş. Figen Öğretmen
“Önce Umut’umu kurtarın!” diye
Umut’u uzatmış açılan delikten dışarıya... Kendisi o cehennemden kurtulmuş
ya, biz de kurtuluruz umuduyla, en çok
o çırpınıp duruyor, bağırıyor. Kepçeler,
zamansız, beton yığınlarının arasına daldığında, kendini nasıl da attı kepçenin
önüne. “Hayır yapmayın, çocuklarıma
dokunmayın! ” diye.
Sadece Figen öğretmenimizi değil,
diğer öğretmenlerimizi de çok seviyorum. Bakın işte, hepsi ellerinde not defteri, buldukları en ufak boşluğa kapaklanmış, isimlerimizi tek tek bağırarak,
“Bizi duyuyor musunuz? Duyuyorsanız
ses çıkarın, öksürün, biz sizi duyarız! ”
diye sesleniyor. Sesleri kör boşlukta kayboluyor. Ölümün kulağı sağır, nasıl duyabiliriz ki onları? Nefes bile alamazken,
nasıl öksürelim?
Bu... bu... bu.. Enes Abim değil mi.
Enes Abiii!... Evet evet Enes abim yaşıyor. Yüzü kanlar içinde ama yaşıyor. Canım abim. Koşup sarılmak istiyorum.
Canım abime sarılıp ağlamak istiyorum,
“Keşke sözünü dinleseydim de göle girmeseydim. Bu rüya da, böyle cehenneme, kabusa dönmeseydi. “Ah Enes Abi,
koşamıyorum. Sana gelmek için ayaklarım tutmuyor. Kollarım yok sarılmaya
Enes Abi. Olsun sen kurtuldun ya, yaşıyorsun ya, seni bu defa kıskanmıyorum
inan. Oysa, hep senin yerinde olmak ister, erkek olarak doğmadığıma lanet
okurdum; seni kıskanırdım. Yemin ederim, şimdi kıskanmıyorum. Ambulansla, hastaneye götürecekler seni. Annem
gelecek ziyaretine, sarılıp koklayacak seni. Babam, kurbanlar kesecek.
Ben gelemiyorum. Gelsem, evimizin
saçağına konan güvercinlere karışsam;
durmadan günlerce ötsem, kimse anlamaz ki beni. Nasıl sevindim senin kurtulmana bilsen. Sevincimden ağlayasım
geliyor...
Seni çıkarttıklarında, şaşkınlıkla
“Kim yıktı burayı? ” diye sordun ya, o
halin çok komikti biliyor musun? Ama
kimse gülmedi.
Kim yıktı? ben de bilmiyorum ki
Enes Abi annemizin, o uzun kış gecele-
29
rinde bize anlattığı kötü canavarlar; insan kanı, özellikle çocuk kanıyla beslenen canavarlar vardı ya, farzet ki onlar
yıktı okulumuzu başımıza. Yıkıntılar
arasındayken duydun mu abi? Bir amca,
“Benim yaptığım ahır yıkılmadı, devletin yaptığı okul yıkıldı! ” diye öfkeyle
bağrıyordu. Sen, benden büyüksün Enes
Abi, benden daha iyi bilirsin; amcanın
kuzuları bizden daha mı değerliydi gerçekten?
Vakti geçtikçe, betonların arasından
ölü kuşlar gibi arkadaşlarımın bedenleri
çıkarılıyor. Kucakta taşınırken, kolları
yana düşmüş sallanıyor. Hepsini tanıyorum. Hangisini anlatsam? Nasıl anlatsam yüreğimdeki acıyı, sancıyı? Göz görür, dil söylemez bir kıyımdır bu... Bir
ağlayabilsem, gözyaşlarım hayat olsa şu
cansız bedenlere... Kuş gölünde kumruya dokunduğum gibi dokunsam gözlerini açarlar mı acaba? Gökte kapkara bulutlar, dokunsam tüm ağırlıklarını boşaltacaklar. Dağlar renksiz. Sis bütün gölleri kaplamış, sular kara. Murat Suyu bulanık akıyor. Üzerinden geçtiğim her
köyden analırın feryatları çarpar kanatlarıma. Şu dağı da aştım mıydı bizim
köy, hemen altında da Kuşgölü... Dağı
aşmadan yine anaların feryadı geliyor.
Herkes, mezarlıkta toplanmış; anneler
gelinler, genç kızlar.
Siz, hiç bir günde on üç bedenin üzerine toprak serptiniz mi? Yan yana on üç
küçük mezar...
Yüzlerini paralayan, dizini döven,
toprağı öpen, ona sarılan, toprağı incitmekten çekinip döşünü döven analar...
Bir ana mezara kapaklanmış, hiç kalkmıyor. Varıp en yakın mezar taşına konuyorum... Aman Allahım! Bu benim annem. Ne kadar da çökmüş... Enes yaşıyor Anne, ben gördüm, ambulansa taşınırken konuşuyordu bile. Ağlama anne,
Enes Abim ölmedi. Yemin ederim kendi
gözlerimle gördüm... Yoksa benim için
mi ağıt yakıyorsun? Ben de ölmedim.
Başını kaldır anne, buraya bana bak! Hayır anne ben o toprağın altında değilim,
orda değilim.Başını kaldır o topraktan
anne, ben buradayım.
Hani küçükken başımı dizine koyup
masallarını dinlerdim ya anne. Hani bir
masal anlatmıştın ya; bir kuş ölüp Kuş
Gölü’ne düşmüş. Kanatları gölün suyuna değer değmez canlanıp tekrar gökyüzüne doğru uçmuştu ya anne. Bu gece,
Kuş gölü’nün suyu göz kapaklarıma
damladı. Kumru kuşuyum şimdi anne.
Ne olur duy beni...✔
tavır
haber-yorum
KATLİAMIN 10. YILDÖNÜMÜ’NDE
SİVAS ŞEHİTLERİ ANILACAK!
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği İstanbul şubeleri 10 yıl
önce "Sivas Katliamı"nda yaşamını yitirenleri anmak için
bir ay sürecek bir anma programı hazırladı. Programa göre:
2 Temmuz’da Ankara’da merkezi bir miting
gerçekleştirilecek. İstanbul'da ise 15 Haziran'da Şişli
Belediyesi’nde düzenlenecek "Sivas Cehennemi ve
Ardındaki Gerçekler" konulu panel ile başlayacak.
Anmanın ardından, 6 Temmuz’da Karacaahmet Derneği
önünde toplanılarak Nesimi Çimen'in mezarına yürünecek.
Mezarda yapılacak anmanın ardından, Mecidiyeköy Ali
Sami Yen Stadı önünde toplanılarak, Zincirlikuyu
Mezarlığı’nda bulunan Asım Bezirci’nin mezarı ziyaret
edilecek. Anma programı 6 Temmuz’da Taksim İstiklal
Caddesi’nde gerçekleştirilecek meşaleli yürüyüş ile sona
erdirilecek.✔
“ORHAN KEMAL ROMAN ÖDÜLÜ” VERİLDİ!
Orhan Kemal Kültür Merkezi tarafından yapılan yazılı açıklamada, bu yıl
ilk kez verilecek ödül için, Konur Ertop,
Tarık Dursun K., Tahsin Yücel, Yıldırım
Keskin, Jale Parla, Feridun Andaç ile A.
Kemali Öğütçü seçici kurulda yer alıyor.
Açıklamada, seçici kurul’un, Erhan Bener’in, ele aldığı insan-toplum gerçekliğini, dönemin değişen koşulları ekseninde vermesiyle dikkati çeken son romanı
“İlişkiler”i ödüle layık gördüğü bildirildi. Ödüllerin,31 Mayıs Cumartesi günü, AKM’de düzenlenecek olan Orhan Kemal’i Anma Töreni’nde sahiplerine verileceği bildirildi. ✔
BİLGESU ERENUS
BERAAT ETTİ!
Yazar Bilgesu Erenus’un, daha önce Yaşadığımız Vatan Dergisi’nde çıkan “Hasret’le Yüksel’in Avlusunda” yazısından dolayı, Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. Maddesine muhafet etmekten açılan dava 21 Mayıs
2003 tarihinde İstanbul 6 No’lu DGM’de görüldü. Duruşmada yargılananlardan Yazar Bilgesu Erenus katıldı. İzleyiciler arasında TAYAD’lı aileler,
Şanar Yurdatapan ve Abdurrahman Dilipak da vardı.
Erenus, savunmasında; “Hapishanelerdeki tecrite karşı çıkarak kardeşine ve onunla aynı koşulları paylaşanlara canıyla destek vermekten çekinmeyen Hülya Şimşek’i anlatmamı istemediğne göre, sayın savcının bana
ve benim türümden yazarlara acaba farklı bir önerisi mi var?
“Benim yazdığım Hülya, alçakgönüllülükle dağdan büyük dağ var,
derken; yazmak istemediğim Hülya’nın kof egosu hepimiz tarafından öylesine şişirilmiş ki; ‘Bilmem kim okumuş da ne olmuş.’ diyebiliyor. Televizyonlarda flörtleriyle konuşuluyor.”
“Benim yazdığım Hülya, ölüm döşeğindeydi. Acelesi vardı. Her şeyi
öğrenmek istiyordu. Bilip öğrenmeden 286’ncı gününde göçtü. Hülyanın
daha doğmadan çocuk bezi reklamlarında oynatarak dünyalılaştıracağı bir
çocuğu yoktu; ama o bütün çocukları kendi çocuğu olarak bellemişti” şeklinde savunma yaptı. Duruşmanın karar aşamasında, Yazar Bilgesu Erenus
bu davadan beraat etti. ✔
3. DİYARBAKIR KÜLTÜR- SANAT
FESTİVALİ BAŞLIYOR!
3. Diyarbakır Kültür- Sanat Festivali zengin bir film menüsüyle başlıyor.
Festivalde, son dönemde gösterime giren filmler yer alacak. Festival süresince
“Uzak” , “Amen”, “Piyanist”, “Annemin Ülkesinin Şarkıları”, “Taraf Tutmak” ve “Nisan Çocukları” gibi farklı
ülkelerin seçkin yapımları gösterilecek.
Festivalin kısa metrajlı filmler bölümünde 30’ dan fazla kısa metrajlı
filmle birlikte, “ Kuşatma”, “Ax”, “Deneyim, Ekmek ve Geçit”, “Çözüm” ve “Babamı Hırsızlar Çaldı” gibi yapımlar da izleyici karşısına
çıkacak.
Bu yılki festival programında gösterilmesi düşünülen “Büyük
Adam, Küçük Aşk” adlı filme valilik tarafından izin verilmeyeceği
belirtildi. ✔
“UZAK”A
CANNES’DAN
ÖDÜL!
Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak
Adlı filmi, Cannes Film Festivali’nde “Büyük Jüri “ ve En
iyi erkek Oyuncu ödüllerini
aldı.
En iyi erkek oyuncu ödülleri filmdeki rolleriyle Muzaffer Özdemir’e ve geçtiğimiz sene hayatını kaybeden Mehmet
Emin Toprak’a verildi.
1982 Yılında Yılmaz Güney’in “Yol” adlı filminden sonra bu
festivale katılabilen ve ödül alan ikinci film “Uzak” oldu. Festivalde Altın Palmiye ve en iyi yönetmen ödülünü Gus Van Sant Elephant adlı filmiyle aldı. En iyi kadın oyuncu ödülünü ise The Barbarıan Invasıons adlı filmiyle Kanada’lı Marie- Josee Cıroze aldı.✔
11. SAYIMIZIN
MAHKEMESİ GÖRÜLDÜ!
Ocak 2003 tarihinde yayınladığımız
11. sayımızdaki 5 yazıya açılan, dergimize
yönelik dava1. Nolu DGM’de görüldü. 7.
sayımıza açılan davada Yazı İşleri Müdürümüz Ahu Zeynep Görgün’ün mahkeme heyetine sunduğu savunmasının da
suç unsuru olarak değerlendirildiği 5 yazının mahkemesi 19 Haziran 2003 tarihine ertelendi.✔
30
KUŞATMA’NIN GALASI YAPILDI!
Yönetmenliğini Hakan Alak’ın yaptığı “Kuşatma” adlı filmin galası Muammer Karaca Tiyatrosu’nda yapıldı. Galaya yaklaşık 250 kişi katıldı. Gala’da konuşma yapan filmin yönetmeni Alak; oldukça zor koşullarda çalıştıklarını belirterek, filmde emeği geçen
herkese teşekkür etti. Yaklaşık iki ay süren çekimlerde mekan olarak Tarihi Toptaşı Cezaevi’ni de kullandıklarını söyleyen Alak, çekim yaptıkları bu süre içinde gerek çekim ekibinin gerekse oyuncuların büyük özverilerde bulunduğunu söyledi. Özellikle İstanbulun
en soğuk günlerinin yaşandığı çekim süresince gönüllü olarak projeye katılan oyunuculara ve teknik ekipteki insanların sabırlarına teşekkür etti.
Film, bitiminde davetlilerce uzun süre ayakta alkışlandı.
Filmde, F tipine götürüldükten sonra ilk kez mahkemeye çıkacak olan bir mahkumun, mahkemeye giderken ring aracında uzun süredir görmediği arkadaşlarıyla hasret
giderme ve ring aracının penceresinden İstanbul’u görme özlemi üzerine kurulu.
30 dakikalık
kısa film formatında çekilen
Kuşatma,
19
Aralık’ı ve F tiplerine değinen
ilk film olma
özelliğini taşıyor. Yapımcılığını İdil Yapım’ın
üstlendiği “Kuşatma”da Volkan Bülent Aydemir, Ece Eroğlu ve İsmail Şen
rol alıyor. ✔
nokta
haber
Grup Yorum
27 Nisan 2003;
Haklar ve Özgürlükler Cephesi’nin
düzenlediği piknikte yaklaşık 1300 kişiye seslendi.
1 Mayıs 2003;
1 Mayıs mitingine Grup Yorum
pankartıyla katıldı.
2 Mayıs 2003;
İstanbul Teknik üniversitesi kapanış şenlikleri çerçevesinde İTÜ Taşkışla Kampüsü’nde yaklaşık 250 kişiye
seslendi.
4 Mayıs 2003;
AYSA Organizasyon’un düzenlediği Anadolu Turnesi çerçevesinde Manisa Akhisar konserinde yaklaşık 1000
kişiye seslendi.
5 Mayıs 2003;
Turne çerçevesindeki Manisa-Merkez konserinde yaklaşık 800 kişiye seslendi.
6 Mayıs 2003;
Yine Manisa-Soma’da düzenlenen
konserde yaklaşık 1500 kişiye seslendi.
ÇIKTI!
Yayınevi: Boran
Yazarı: Şenay Dönmez
Sayfa sayısı: 484
TÜM KİTAPÇILARDA
VCD’ SİYLE BİRLİKTE!
31
8 Mayıs 2003;
16. Geleneksel İTÜ Şenlikleri kapanışında, Maslak Kampüsü’ndeki konserde yaklaşık 3000 öğrenciye seslendi.
12 Mayıs 2003;
Ekmek ve Adalet Dergisi’nin Bursa’da düzenlediği konserde yaklaşık
1000 kişiye seslendi.
13 Mayıs 2003;
Manisa-Salihli’de düzenlenen konserde yaklaşık 2500 kişiye seslendi.
CENGİZ ÖZKAN
-AŞIK VEYSEL TÜRKÜLERİ-
İstanbul Film Festivali Sona Erdi!
Bu sene festival, 26 Nisan Cumartesi
gecesi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda
gerçekleştirilen ödül töreni ile 22.
Uluslararası İstanbul Film Festivali sona
erdi. Uluslararası Yarışma'da Altın Lale
Ödülü'nü, Arjantinli yönetmen Diego
Lerman'ın "Tan de Repente / Aniden", Altın
Lale Jüri Özel Ödülü ise Amerikalı yönetmen Rebecca Miller'ın "Personal Velocity /
Kişisel Sürat" adlı filmine verildi. Ulusal
Yarışma'da "Dr. Nejat F.Eczacıbaşı Vakfı
Yılın En İyi Türk Filmi" ödülünü Nuri Bilge
Ceylan'ın filmi "Uzak" kazandı. Ödülü
yönetmen Nuri Bilge Ceylan aldı. Ulusal
Yarışma Jürisi "Dr. Nejat F.Eczacıbaşı Vakfı
Yılın En İyi Türk Yönetmeni" ödülünü ise
yine "Uzak" filminin yönetmeni Nuri Bilge
Ceylan'a verdi.
Radikal Halk Ödülü
Rebecca Miller'ın yönettiği "Personal
Velocity / Kişisel Sürat" adlı filme ve
Handan İpekçi'nin yönettiği "Büyük Adam
Küçük Aşk" adlı filmine verildi.✔
Kalan Müzik Sanatçıları
Yabancı Albümlerde Yer Aldı!
Kalan Müzik sanatçılarından Birol Topaloğlu ve
Barbaros Erköse ile Grup Yorum’un kayıtları, World
Music Network tarafından yayınlanan “The Rough
Guide to the Music of Turkey” isimli albümde yer aldı.
Ayrıca yine World Music Network tarafından yayınlanan “The Rough Guide to the Music of the Balkans” isimli albümde de Kalan Müzik sanatçılarından Muammer Ketencoğlu’nun bir kaydına yer verildi.
Albümler hakkında detaylı bilgi için ve albümleri edinmek için www.worldmusic.net adresine
bakabilirsiniz.✔
(SAKLARIM GÖZÜMDE GÜZELLİĞİNİ)
Aşık Veysel türkülerini seslendirdiği albümü, Kalan müzik etiketiyle çıktı. “Hayal Bana
Yakın”, “Murad”, “Beş Günlük Dünyada” ve
toplam 12 şarkıdan oluşuyor. Şarkıları Aşık
Veysel yalınlığıyla yorumlamış. Tek bir bağlamayla düzenlenen başarılı bir çalışma olmuş.
✔
GELENEKSEL ÇİNGENE MÜZİĞİ
Çingene müziğinin evrensele ulaştırılması
açısından önemli bir çalışma. Rus Çingeneleri’nin ezgileri de albüme eklenmiş. “Kışlık Saraya Doğru” ya da “Kazak Süvarileri” adıyla
çevirilen ve Kızılordu Korosu’nun birçok konserinde yorumladığı şarkı da albümde yerini
almış. Anadolu insanının iyi tanıdığı Çingeneler, ve birçok halkın müziklerinin yapılması,
Anadolu müziğinin gelişmesine katkıda
bulunuyor. Severek dinleyeceğiniz bu albüm
Ares Müzik’ten çıktı.✔
EROL PARLAK
- KATRE Erol Parlak’ın Katre isimli albüm çalışması Akkiraz Müzik etiketiyle piyasaya çıktı. Aranjörlüğünü Ömer Avcı’nın yaptığı albümde düzenlemeler Erol Parlak ve Ömer
Avcı’ ya ait. Geleneksel halk türkülerinin yanısıra yeni besteler de yer alıyor. Özellikle bestelerde geleneksel halk müziğinden ziyade arabesk öğeler göze çarpıyor, vokallerde ise kendini daha fazla hissettiriyor. Halk müziğinde
özellikle şelpe tekniği üzerinde önemli çalışmaları olan Erol Parlak’ın bu albümü de
beğenilerek dinlenecek bir albüm.✔
GÖKHAN BİRBEN
-HEY GİDİ KARADENİZBeyoğlu Metropol Müzik tarafından yayımlanan
Gökhan Birben’in
albümü güzel bir karadeniz ağıtıyla başlıyor.
Pek çok eserin anonim olduğu albümde, Laz
Halk Şarkısı İgzali-na ve Hemşince; Havaz Ali
Meraletz, türküleri de bulunuyor. Albümde,
Kazım Koyuncu, Kemal Sahir Gürel, Selim
Bölükbaşı, Mahmut Turan enstrumanlarıyla
katkıda bulunmuş. Ayrıca geniş bir vokal
ekibiyle çalışılmış. İbrahim Karaca’nın dört
anonim türküyü derlediği albüm Beyoğlu
Metropol Müzik’ ten çıktı.✔
32
9
9 1 10 0 3
1303-9113
7 7 13 0 3
ISSN

Benzer belgeler