YANSIMALAR I Hüzünlü bir ezgiyle uyandı. Uzaktan geliyordu, eski

Transkript

YANSIMALAR I Hüzünlü bir ezgiyle uyandı. Uzaktan geliyordu, eski
YANSIMALAR
I
Hüzünlü bir ezgiyle uyandı. Uzaktan geliyordu, eski bir çingene şarkısıydı bu.
Çocukluğundan beri hep bir çingene olmayı hayal etmişti, hiç bir yere ait olmayan, sadece
dans edip kadın peşinde koşan günahkar bir çingene. Hayatının hiç bir döneminde o kadar
özgür olmayacağını biliyordu, hiç bir zaman yazgısının sınırlarını zorlamaktan öteye
gidemeyeceğini de...
Kompartımanda yine o tanıdık koku vardı. Anneannesinin evini,geçmişi hatırlatan,
yaşayan bir koku, uzun zamandan sonra ilk defa huzurla uyumasını sağlayan koku.
Gözlerini hemen açmadı. O an orada, o trende oluşunu düşündü. Gidiyordu. O çingene
şarkısı, o hoş koku ve yolun o sakin sesi tüm varlıklarıyla oradaydı, bir şeyleri geride
bıraktığını, bağlarından uzaklaştığını onlar sayesinde hissedebiliyordu.
"Camda hafif bir buğu, bulanıkça birbirinin içinden geçen renkler, buğday tarlaları,
bir ev, iki ev daha, bakımsız bir bahçe, kimse yok, kaybolmuşlar, unutmuşlar, ekrana
bakıyorlar, mutsuz kadının akşam yemeğini yiyorlar sessizce, hayalleri kalmamış, ama biz
gidiyoruz, kaçıyoruz, mavi gökyüzü ve artık bir şeye benzetmekten sıkıldığım bulutlar, bir
çocuk, sadece bir an, bize bakıyor, belki de bir daha hiç görmeyeceğim güzel saçlı bir kız
çocuğu, göz göze geliyoruz, tokasının rengine kadar aklımda kalıyor, gitmek mi istiyor
oradan, niye trendeki insanların yüzüne bakıyor ki, tünel, fazla uzun sürmüyor, gözlerimin
ışığa tekrar alışması, gözbebeğinin büyüyüp küçülmesiyle böyle oluyormuş, aferin, akıl önde
olmalı hep, şarkıyı söyleyen adamın hayali, ağlıyor, ağlamamalı, ezgideki hüzün farklı bir
hüzün, olgun bir hüzün, ağlamıyor, sevgi dolu bir kadından bahsediyor o şarkı, bir gün
sessizce kapıyı çekip gitmiş."
Adamın hayali gözünden çekildiğinde kendini buğulu bir camın sabit bir noktasına
bakarken buldu. Renkler, ilkokulda beceriksizce boyadığı pastel resimler gibi sınır
çizgileriyle ayrılmıyordu. Hepsi birbirine karışmıştı, tıpkı hayalleri gibi...
II
Karşısında oturan orta yaşlı kadın sakince onu süzmekteydi. Kompartımanda bir kişi
daha vardı, kırklı yaşlarda, iyi giyimli, beyaz ve solgun yüzlü bir adam. Gözü ona takıldı.
"Mutsuzca uyuyor, boşluk duygusu, hayatın neresindeyim, ne için her şey, nereye
aidim... Ama uyuyor işte, hayatının uykusunda şu an, daha sonra hayatının yeni
kalkmışlığında olacak, bir süre sonra hayatının tek anlamı güzel bir kahvaltı olacak, öyle mi,
bu kadar mı her şey, uyuyunca mı geçiyor?"
Kadın hala ona bakıyordu. Sakin görünüşüne rağmen tırnaklarını hafifçe avucuna
batırıyordu, kenarları kırışmış gözleri, ölçülüce yaptığı makyajı ve anlamlı yüz ifadesiyle
güzeldi.
"Yüzündeki hüzün yaşına yakışmıyor çocuk."
Hoşuna gitmese de en uygun cevabı vermesi gerekiyordu.
"Ama sizinki çok yakışıyor."
Güldü kadın, bunu seviyordu, güçleniyordu güldürünce. Kadının bakışları uyuyan
adama yöneldi:
"Daha biraz önce suratında gururlu ve yıkılmaz bir ifade vardı, oysa şimdiki haline
bak."
Kadını, kendisi uyurken yüz ifadesini dikkatle inceler halde hayal etti. Ona da tıpkı o
adama yaptığı gibi yıkıcı bir özgüvenle bakmış, kendi geçmişinden bir fotoğraf aramış,
bulduğunu sanınca da ağzının kenarında beliren olgun bir gülümsemeyle onu anladığını
düşünmüştü mutlaka. İçinde kadına karşı bir nefret duygusu belirdi.
"Sadece yorgundur belki" diye mırıldandı, kadının neyi kastettiğini gayet iyi
bilmesine rağmen.
"Ne görüyordur sence rüyasında? Biraz önce aynı diyardaydınız, tahmin edebilirsin. "
Adama baktı. İfadesiz yüzü, birkaç günlük sakalı, hala düzgün ve ütülü kalmakta
ısrar eden pantolonu, gevşettiği güzel kravatıyla uyuyordu.
"Ona ait olmayanı arıyordur belki, ne olduğunu, nerede olduğunu bilmeden. En
azından rüyasında özgürdür, kim bilir..."
Düşünceli bir sesle dalga geçmeden tekrar etti kadın.
"Kim bilir... Neden bu trendesin çocuk?" Artık kadının dediklerini duymuyordu,
sadece nefret duygusu ve o ezgi...
"Bu şarkıda anlatılan acı çok garip değil mi?"
"Hangi şarkı?" dedi kadın umursamadan.
Cevap vermedi, sessizce kalkıp kompartımandan dışarı çıktı.
"Kompartımandan çıkınca müziği duymuyorum, umursamıyorum, hem artık ben
şaşırmıyorum, sadece yürüyorum, yaşlı bir adam geçiyor yanımdan, sanki beni görmüyor,
biri daha geçiyor, biri daha, biri daha, kimse yüzüme bakmıyor, orada olduğuma emin
olamıyorum, yol kalabalıklaşıyor, dostlarım değilsiniz, yüzünüzdeki anlam yok olmuş,
unutmuşsunuz, midem kasılıyor, gülmüyorlar, neden bir arada yaşadığımı bilmediğim
insanlar, kaçmıştım oysa, bağırmak istiyorum, gözüm ilerideki aralık bir kapıya çarpıyor.
Gitmeliyim."
III
İçeriye yorgun ve yumuşak bir koku hakimdi. Kalp atışları yavaşladı. Kimi yerde
oturan, kimi uzanmış genç insanlar vardı bu kompartımanda. Güler yüzle karşıladılar onu.
Kendisinden rahatsız olmamışlardı, o da gülümseyerek aralarına oturdu.
Yanındaki mavi gözlü kız dikkat çekecek kadar güzeldi. Güzelliğinin yanında
kendini zayıf hissetti, bu yüzden en azından bir süre kendisi gibi davranamayacağını
biliyordu, ellerini fark etti bir çocuk gibi, küçükken bu durumlarda hissettiği telaşın ufacık
bir kırıntısı midesinden geçip gitti.
Hayatlarındaki küçük saçmalıklara, ilişkilerdeki ufak ve komik ayrıntılara,
kendilerine gülüyorlardı, artık o da gülüyordu, sohbet hoşuna gitmişti.
Bir süre sonra çocukluğundan bahsetmeye başladı birisi. Çocukluğundaki
ayrıntılardan; ısınan yastığını ters çevirip yüzünü yavaşça yastığın soğuk tarafına
koymaktan aldığı zevkten bahsediyordu.
"Beş yaşındayken bir gece uyku tutmamıştı beni. Muhtemelen izlediğim saçma sapan
film yüzünden böyle olmuştu. Uyuduğumdan emin olan annemle babam, içeride seslerini
düşürmeye gerek duymadan sohbet ediyorlardı. Sıcak yorganımın ve karanlık odamın
güvenliğinde onları dinlemeye başladım. O gece onların, baş başayken farklı
davrandıklarını, farklı şeylerden konuştuklarını, tek sorunlarının ben olmadığımı anladım
hayretle. Hayalimdeki kahramanların aslında kahraman olmadığını, yanlarında ben varken
davranışlarını değiştirdiklerini fark etmiştim. Ertesi gün annem ve babam yine eskisi gibiydi,
ben de öyle. Sanki dün gece konuşanlar farklı insanlardı ve ben de onları hiç dinlememiştim.
Bu bana çok garip gelmişti, kendimi büyük biri gibi hissettim o gün. Daha sonra rolüne sahip
çıkmanın söze dökülmemiş kurallarla herkese telkin edildiğini iyice anladım ve ona göre
davrandım. Kurallara göre oynamayı beş yaşında öğrenmiştim anlayacağınız.
"Nasıl olsa bir gün oynamaya başlayacaktın" dedi kıvırcık saçlı çocuk.
İçeri ilk girdiğinden çok daha rahattı şimdi. Altı yaşındaki ilk aşkına kendini
beğendirmek için neler yaptığını, o günkü kahramanlarını nasıl taklit ettiğini, tüm bu
çabaların sonunda kıvırcık saçlı güzel kız ona ilgi duyar gibi olduğunda da, girmek zorunda
kaldığı rolün, kendi gibi davranamamış olmanın acısını çıkartırcasına ona çok kötü
davrandığını anlattı yeni tanıştığı insanlara.
"Peki büyüyünce değişti mi bu tavrın?" Bunu söylerken gözleri parlıyordu mavi
gözlü kızın. Bakışlarında kötü niyet sezmeyince yavaşça gülümsedi, zekice bir cevapla
korunabilirdi, vazgeçti.
"Hayır, değişmedi."
"Kendin olmadığın her anın acısını hayat bir şekilde senden çıkartır" dedi kıvırcık
saçlı çocuk onu teselli eden bir ses tonuyla. Besteci olduğunu söyledi, hayata karşı sadece
beste yaparak korunabildiğini de.
"Piyanonun başında değilken kendin olabilmek bu kadar mı zor?" diye mırıldandı
siyah saçlı kız.
"Zor değil, sadece sıkıcı, her gün aynı insan olmak, olgunluğu bunda aramak saçma
bence. Kendim olmadığım zamanlardan şikayet etmiyorum, bunun bir bedeli olur ve ister
istemez bu bedeli öderiz diyorum. Ben beste yapıyorum. Siz de şu an yaptığınız gibi
farkındalıkla savunuyorsunuz kendinizi..." Sessizlik oldu. Yaşça en büyük gözükenleri bilge
bir tavırla sordu.
"Üretmek tamam, ya farkındalık?"
"Varoluş" dedi.
"Farkındalıkla varolmak mutluluk verir mi sence?"
"Mutluluktan değil, hayata direnmekten bahsediyorum."
"Bense mutluluktan bahsediyorum"
Kendinden emin ve her şeyi çözmüş bir tavra bürünerek bunları söylemesi onu
sinirlendirmişti ama ait olmadığı bir yerde katılacağı tartışmanın uzayacağını hissedip
susmayı tercih etti.
O ana kadar susan gözlüklü kız kızgınlıkla konuşmaya başladı.
"Varoluşmuş... Sence bu varoluş mu? Bu aptal yabancılaşmaların bize
kaybettirdiklerine bak. Şaşırmayı unuttuk, bir yere ait olmayı, bir şeye bağlanmayı, bir şey
için gerçekten uğraşmayı... Her şey komik, her şey klişe... Varoluşmuş... Varolan ne biliyor
musunuz, zeka ispatçısı aptal gözlemciler dünyası, o kadar."
Gergin bir sessizlikten sonra siyah saçlı kız:
"Sen ne yaptın ki şimdi, bu yaptığın da fark etme değil mi sanki?" dedi yorgunca.
Sessizliğin yoğunluğu arttı, ironikti ama kimse gülmedi. Gerginlik kafasındaki
karmaşayla birleşti, gitmek istedi. Yemekli vagonun yerini sordu, kırılmış olma ihtimali
kompartımandakileri üzmüştü, o ise kırılmamıştı ama içeridekilerin vicdan azabı
çekmelerinden de garip bir zevk duyuyordu. Bir an mavi gözlü kızın endişeli bakışları
gözüne çarptı, kendini çabuk topladı, yemekli vagonun yerini öğrendikten sonra teşekkür
edip oradan ayrıldı.
IV
"Dışarıda pek kimse yok, tek tük geçen insanlar, hala umurlarında değilim, bir kaç
kompartıman, kapıları kapalı, "diğer" insanlara ait, yabancıyım onlara, benim
kompartımanlarım bana yeter, ölümü beklemeyenler, unutmayanlar, hayallerini yaşatanlar,
fark edenler, anlayanlar var benim kompartımanlarımda. Diğerleri niye bu trende, niye
kayıplar, hikayeleri ne onların, merak etmeye çalışıyorum, beceremiyorum. Sadece yürüyüp
yemekli vagonun kapısını açıyorum. Ağır bir kızartma ve sigara kokusu. Tüm masalar dolu.
Daha iyi, yalnız kalmak istemiyorum, hem masayı ve sohbeti seçme şansı da bende. İlk
gözüme çarpan, tek başına içki içen yaşlı ve sakallı adam. Başka zaman olsa eğlenceli
olabilirdi ama şu an en son tahammül edeceğim şey sersem bir ihtiyarın palavraları."
Tam bunları düşünürken birinin bakışlarına yakalandı, yüz ifadesi hazırlıklı olmadığı
için sevimli bir delilikle bakan genç adam düşüncelerini rahatça okudu ve belli belirsiz bir
hareketle onu masasına davet etti, artık o masaya gitmek zorundaydı.
Masada üç kişi vardı. Önündeki boş kağıdı karalayan, arada bir şeyler not alan ince
yüzlü bir adam, masadakileri seven ama onlarla henüz pek de samimi olmadığı belli olan bir
kız ve sevimli deli bakışlarını koruyan genç adam. İnce yüzlü olanı ondan rahatsız
olmadığını ve yanındakinin onu davet etmesini patavatsızca bulmadığını belirten küçük bir
hareket yaparak işine geri döndü.
"Asacaksın bu kadınların hepsini" dedi deli bakışlı adam.
Bu trendeki kimsenin normal olmaması hoşuna gidiyordu. Kız bu cümleye hiç
gülmeyince, onu kızdırmaca oynadıklarını anladı.
"Kesinlikle katılıyorum" dedi.
"Sorun ne biliyor musun? Bir şey istiyorlar, bir şeyi aramaları gerektiğini biliyorlar,
gelgelelim ne istediklerini bilmiyorlar. Daha kötüsü, bu bilgiyi senden bekliyorlar. Sen de
tabi dürüst olmuyorsun, ona en çok ilgisini çeken şeyi sunup bilge adamı oynuyorsun, hatta
öyle palavralar sıkıyorsun ki bir süre sonra bunlara kendin de inanıyorsun. Kadınların
felsefenin gelişimine katkısı da böyle olmuştur ha. Bence felsefeyi iki şey oluşturur: Kadınları
tavlamak için sıkılan palavralar ve kadınsız da güçlü olunabileceğini göstermek için sıkılan
palavralar."
"Kadın ne istiyorsa onu vermek, arz-talep hikayesi yani. İktisat da sakın bu
palavralardan olmasın?"
"Bak sana bir şey söyleyeceğim, iktisadı bilmem ama sosyalizmin yürümemesinin tek
sebebinin kadınlar olduğuna kalıbımı basarım. Düşünsene, dünyadaki tüm kadınlar azla
yetinebiliyor, pahalı giyinmeyi, diğer kadınlara hava atmayı sevmiyor, erkeğin parasını
umursamıyor, tek amaçları güzel bir dünyada yaşamak, bir bütünün parçası olmak. Böyle
bir dünyada hangi erkek para kazanmak için başkasının üstünde tepinir ki? Marx'ın da
hatası bu oldu, her şeyi hesaba kattı, kadını katmadı. Oysa o yok saydığı Tanrı, ileride dinsiz
kullarım böyle fikirler ortaya atar,ne olur ne olmaz ben kadın diye bir şey yaratayım ki
üretilecek tüm düşünce kalıplarının içine bir güzel etsin demişti."
Kısa bir an hak verir gibi olsa da sadece güldü, çünkü deliydi konuşan. İnce yüzlü
adam da bıyık altından gülüyordu. Masadaki kızı yeterince sinirlendirmişlerdi, ama o
kızmayı da, erkeklerin tarafına geçmeyi de gururuna yediremedi, zekice bir saptama
yapabileceği ilk çelişkili cümleyi bekliyordu.
"Madem erkekler kadınları bu kadar iyi anlıyor, neden tüm zaaflarıyla onlara
yaklaşıyorlar hala?" dedi ince yüzlü adam.
"Bak sana ne söyleyeceğim, hiç bir erkek aşağılanmadan yaşayamaz ve hiç bir erkeği
başka bir erkek, güzel bir kadın kadar aşağılayamaz. Erkek güçlüyse yalnızdır ve sen de
tahmin edersin ki gücünü kaybetmeden yalnızlıktan kurtulabilmenin tek yolu da bir
kadındır."
"Bu söylediklerine gerçekten inanıyor musun?" dedi kız sinirle.
"İnsanoğlu güzelliği kendini aşağılayabilmek için değilse neden bu kadar arar sence?"
Bir süre önce o mavi gözlü kızın yanında kendini güçsüz hissettiğini hatırladı ister
istemez. Uyandığı kompartımandaki kadın da aklından bir an için geçip gitti. Düşünceleri,
ince yüzlü adamın sözleriyle kesildi.
"Bence güzellik kavramı, kıstaslarını toplum koyduğu için bu kadar önemlidir.
Güzelliği arayan, toplumun arayışıyla aidiyet duygusu yakalar. Güzelliğe ulaşan, toplumun
üstüne çıkar. Güzelliği becerense toplumu becermiş gibi hisseder."
"Güzel bir kızı beceren diyecektin herhalde..." Toplumun genel güzellik kavramına
uymamakla bir an için gurur duyduğu ve onların tarafına geçtiği rahatça seziliyordu kızın.
"Katılıyorum galiba... Ama ben yine de güzellik kavramını tamamen toplumun
oluşturduğuna inanmıyorum. İşin içinde daha evrensel bir şeyler var gibi geliyor bana..."
"Biliyor musun, desteksiz attığından savunamıyorum ama ben de katılıyorum sana.
Daha evrensel... İlahi güzellikten bahsediyorsundur belki. Hatta belki bu yüzden
arıyoruzdur güzelliği... Tanrıya ulaşma isteği. Tanrı olma isteği."
"Çok saçma" diye mırıldandı, mavi gözlü kızı görmüştü uzaktan, yan vagondaydı,
koridordaki pencereden dışarıya bakıyordu. Düşünmeden vermişti cevabını, pişman oldu
ama çok da değil, umursamıyordu artık onları. Deli hayal kırıklığına uğramıştı, ince yüzlü
adam da başını iki yana salladı hafifçe.
"Hayat aklı başında işlerle uğraşmaya değmeyecek kadar saçmadır evlat, o yüzden
delilere ihtiyacın var, bul onları." dedi deli bilgece.
Mavi gözlü kız uzaklaşmaya başlamıştı, adımlarını duyuyordu sanki, başka hiç bir
sesi duymuyordu. Masadakilere veda ederek ayağa kalktı, o vagona doğru yürümeye
başladı. Yan vagona geçtiğinde görmüyordu kızı artık. Şaşırmadı, şaşkınlık duygusu zamana
yenilmişti, tıpkı merak gibi. Sadece yürüyordu, bir an o çingene müziğini merak etmiş
olduğunu hatırlayarak küçük bir sevinç duydu içinde, o kadar...
V
Mavi gözlü kızın biraz önce dışarıyı izlediği pencerenin önüne gitti. Uyandığında
gördüğü güzel saçlı kız çocuğunu tekrar görür gibi oldu. Bu sefer trene ve içindekilere
bakmıyordu kız nedense, bir ağaca yaslanmış kitap okuyordu, sırtı dönüktü, bu açıdan
tanınması normalde çok zordu ama o olduğuna o kadar emindi ki bütün gücüyle şaşırmak
istedi. Dışarıdaki görüntüler yavaş yavaş bastıran sise karıştı. O da ardına kadar açık olan
kapıya doğru yürüdü.
Sessizce kapıdan geçti. Kompartımanda hiç bir belirgin koku yoktu. Kırk yaşlarında
bir adam vardı içeride. Giyimi çok sıradandı, hareketleri de.
"Hoş geldin" dedi adam. Ses tonu ve gözlerindeki anlam, adamın sıradanlığına dair
önyargısını atmasına yardımcı oldu. Aklında hala mavi gözlü kız ve sırtını ağaca yaslamış
küçük kız vardı.
"Yıllar önce bir gün yolda giderken dilenci kılıklı bir adamın ondokuz taşla yaptığı
bir numaraya tanık oldum. Etrafında gereksiz adamlardan oluşan bir kalabalık vardı, sadece
gülüyorlardı, çoğu sıkılıp gidiyordu. Bütün gün o adamı izledim uzaktan. Çok garipti,
gözlerindeki aşağılama duygusu bulunduğum yerden bile rahatlıkla okunabiliyordu.
Hepimizi küçümsüyordu sanki, gösterisini yaptığı insanları, üzerinde oturduğu kaldırımı,
oynadığı taşları, önüne atılan paraları, hayatı ve bakmadan fark ettiğini bildiğim beni. Hava
kararana kadar orada durdum ve işi bittiğinde taşlarını küçük bir kutuya koyup giden
adamı takip ettim. Şehrin eski sokaklarında yürüyorduk, saatler boyunca birbirimizin
adımlarının taş evlerde yaptığı yankıyı dinleyerek yürüdük. Pes etmediğimi fark edince
bana bakmadan sordu:
"Nedir aradığın?"
Yürümeye devam ediyordu.
"Bilmiyorum" dedim. "Sadece bende olmayan bir şeye sahip olduğunu biliyorum,
ama aradığımın ne olduğunu bilmiyorum."
"Gerçek" dedi bana. "Sahip olduğum ve sende olmayan tek şey bu."
"Her şeye küçümseyerek bakıyordun, insanlara bile, onların önemsiz olması mı
gerçek?" dedim
"Onların aslında varolmaması " dedi.
"Ben?"
"Sen de yoksun. Varolan düşünce ve o da benim kafamda. Ben yok olunca siz de yok
olacaksınız. Bunun için ilüzyon yapıyorum, beş duyunuzun anlamsızlığını göstermek için."
"Varolmadığını söylediğin insanlara neden bir şeyler göstermeye çalışıyorsun ki?"
dedim.
"Sadece can sıkıntısı." diye cevap verdi ve yürümeye devam etti."
Kompartımanda uzun süren bir sessizlik oldu
"Bu hikayeyi bana niye anlattın?" dedi sinir bozucu sessizliği sona erdirmek için.
İçeride gerçekten var olanın kendisi mi yoksa karşısındaki mi olduğunu düşünmüştü bir an.
Sonra da bunu aklından geçirdiği için kendine kızmıştı. Saçma bile denemezdi bu hikayeye.
"Sabah kalktığından beri her şey normal mi gidiyor sence?" dedi adam. "Bu senin
trenin, hala anlamadın mı?"
"Peki sen kimsin?"
"Yalnızlıktan canı sıkılan bir illüzyonist." diye cevapladı adam.
“Ben?”
Aklı durmamacasına çalışmaya başladı, uyandığından beri gördüğü tüm görüntüler,
konuştuğu tüm insanlar geçti gözünün önünden. Koşarak dışarı çıktı, bağırmak istiyordu,
mavi gözlü kıza ihtiyacı vardı, bütün gücüyle onu düşündü ve karşısında gördü birden,
sarıldı ona, ağlamaya başladı, pencereden dışarı baktı sarılırken, küçük kızı gördü,
gülümsüyordu, gözleri maviydi onun da, kompartımanındaki kadının da, nasıl
anlayamamıştı, artık şaşırıyordu, kendi yarattığı delileri düşünüyordu, içindeki besteci
çocuğu, unutmuş insanların ekrana baktığı mutsuz evi hatırlıyordu, kompartımanlarını
düşündü, hayatının kompartımanlarını, takım elbisesiyle uyuyan mutsuz adamı, duyduğu
farklı kokuları, çocuksu meraklarını hatırladı, kaçırdığı fırsatları, rüyaları, farkındalıkları,
yabancılaşmaları, dostlukları, aşkları geçti gözünün önünden, çingenenin hayali, kapıyı
çekip giden sevgi dolu kadına dönüştü yavaşça. Kompartımanları onundu ama tüm treni
düşlüyordu artık, insanlar geçti yanından, artık yüzüne bakıyorlardı onun, hepsinin hikayesi
farklıydı, nefret etmiyordu onlardan, kompartımanlarına kaçmayacaktı artık, bütün gücüyle
pencereden dışarı bir mutluluk çığlığı attı, sisle doluydu hala dışarısı, yorgun düşmüştü,
düşünemiyordu artık, sadece uyumak istiyordu, bulunduğu yere sırtüstü uzandı, sessizce
aklını boşalttı ve yavaşça gözlerini kapadı. Uyumadan önce son duyduğu, uzaklardan gelen
bir çingene müziğiydi.
Ata, 2001