yusuf özkan ali safai mustafa zemani ile 2 gün

Transkript

yusuf özkan ali safai mustafa zemani ile 2 gün
Düşünceniz
Genç
Kalsın...
Düşünceniz
genç
kalsın...
DÜŞÜNCE & FİKİR DERGİSİ
SAYI: 1
YIL: 1
YUSUF ÖZKAN
“BAŞARILI, KARİYERLİ VE MUTSUZ!”
ALİ SAFAİ
İRANLI ALİMLER İÇİNDE BİR YILDIZ
MUSTAFA ZEMANİ İLE 2 GÜN
MART / 2013
Mahmoud Farshchian
Editörden...
Editörden...
Editörden...
Editörden...
Bizi “söz” ile eğiten ve “diri”
tutan Rabbin adıyla...
İçinde bulunduğumuz teknoloji çağı nedeniyle
her gün yeni bir iletişim aracıyla karşı karşıya geliyoruz.
Metalaşan insanoğlunun içine düştüğü tüketim kültürü
ve kendisiyle “yabancı”laşma hastalığı her geçen gün
daha da derinleşerek ilerliyor. Batı kültürünün bize
dayattığı bu yaşam tarzı karşısında sadece tüketen
bir toplum haline gelen bizler, gelişen teknoloji ve
kültürel etkileşim karşısında çare üretemiyoruz.
Emperyalizm, kapitalizm, Siyonizm vb. karşısında bir
varlık gösteremeyen biz Müslümanların ciddi bir zihin
sorgulaması ve küresel sömürü karşısında söyleyecek
sözümüzün olmaması nasipsizlik mi, yoksa tükenmişlik
mi? Sözün kudretine inanan bizler, çağın hastalıklarına
karşı söz söyleyemiyoruz. Teknoloji çağında batı üretir,
bizler de tüketiriz. Köleleştirilmiş bir toplum haline getirilen
bizler, kazancımızı kendi ellerimizle onların avuçlarına
bırakıyoruz. Dünya siyasetini onlar şekillendirir, bizler
hayata geçirir ve uygularız.
Bilim-sanat, kültür- edebiyat, felsefe-kelam vb.
alanlarda kadim kültürü yok saymış, geleneklerimizin
tamamına sırt çevirmiş hale getirilmişiz. Bütün bunlar
yaşanırken, biz Müslüman toplumuna karşı korkunç
bir propaganda dili geliştirilmiş ve ne acıdır ki bu
kirli propaganda başarılı olmuştur. Tefrika, tekfir,
ötekileştirme, yok sayma ve yok etme hastalığı etkin hale
gelmiştir.
Her Müslüman artık bir batılı gibi düşünüyor,
konuşuyor ve onun gibi hareket ediyor. Çünkü
Müslümanlar olarak yönümüzü batının sihirli ve aldatıcı
bakış açısıyla senkronize etmişiz. Haliyle bizim nasıl
bakmamız ve nasıl görmemiz gerektiğini onlar belirliyor.
Biz Müslümanlar, tüketen ama üretmeyen, konuşan
ancak okumayan, uygulayan fakat araştırmayan, her
türlü şeytani akımların saldırısına uğrayan ancak bir
türlü savunma ve galip gelme hususunda düşünemeyen/
akletmeyen bir toplum haline gelmiş bulunuyoruz.
Damarları kesilmiş bir ağacın birer yaprakları olan
ümmetin fertleri, esen her rüzgârın karşısında
Mart 2013
savrulmuşlardır. Bizler ve bizim gibi düşünen nice
kişiler bu savrulmanın farkındadır. Fakat nereden
başlayacağımızı ve hangi yolu takip edeceğimizi
bilmiyoruz ve toplumu bilgeliğe, üretime ve kalkınmaya
götürecek yönü bulamıyoruz. İşte, bu savrulmanın
temel sebebi kendine yabancılaşma hastalığıdır. Bugün
geldiğimiz noktada, yıllardır hor görülen, ötekileştirilen,
sömürülen ve yokluğa/yoksulluğa mahkûm edilen bir
toplumun uyanması kaçınılmazdır.
Bu hastalığa karşı, “bizim de bir sözümüz var”
diyebilmek adına genç beyinlerin/kalemlerin bir araya
geldiği ve gidişatın karşısında “söz” söyleyebilecek
bir ruhu canlı kılma öğretisi ayağa kalkıyor. Bizler,
bir “Devrimci Bakış” temelini oluşturma arzusuyla
çağın bütün kirlenmişliğine karşı “söz”ümüz olduğunu
hatırlatmak için ayağa kalktık. Kendini sorgulamaktan
korkan ve kendisinden uzaklaşan bir düşünceyi yok
etmek ve kendimize gelmek için ayağa kalktık. Vahyin
bedenleri dirilttiği ruhla ayağa kalktık. Yıkım ve ölüm
üzerinde kurulu olan düzen ve düşünceye “dur” demek
ve üzerine ölü toprağı atılmış bir medeniyetin ruhunu
tazelemek için ayağa kalktık. Sözümüzün temelinde vahyi
bilinci olmakla birlikte, çağın sihirli, aldatıcı ve gösterişe
dayalı her türlü eylemlerine karşı “söz” söylemek için
ayağa kalktık. Müslüman toplumun arasına serpiştirilmiş
tefrika hastalığına çare üretmek için ayağa kalktık.
Emperyalizm, kapitalizm ve ümmetin sırtına saplanmış
Siyonizm hançerini kırmak için ayağa kalktık. Mezhep,
cemaat ve etnik kimlikleri birbirine çatıştıran şeytani
senaryoları etkisizleştirmek için ayağa kalktık. Küfrün tek
millet olduğu bir dünya hayatında, Müslümanların tek
ümmet olduğunu hatırlatmak için ayağa kalktık. İslam
toplumu olarak, fikir, siyaset, sanat, edebiyat, teknoloji
vb. alanlarda “bizim de sözümüz var” demek ve bu
düşünceyi hayata geçirmek için “söz”ümüz var diyoruz.
Baharın kendini hissettirdiği bugünlerde ve
baharın yeni bir başlangıç olduğunu bilerek bizler de
“yeniden başlamak” için sözümüzü kaleme alıyoruz. Sizin
bir sözünüz var mı? O halde bize yazın, bize katılın!
Allah yeniden başlayanlarla beraberdir. Söz/de ve öz/de
kalın...
3
KÜNYE
Düşünceniz genç kalsın...
FİKİR VE DÜŞÜNCE DERGİSİ
Yayın Süresi: AYLIK Yıl: 1 Sayı: 1
SAYFA
KÜNYE
7/9
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
& Editör
Ferşid PİROZ
Haber Müdürü
Cafer Şiralinia
SAYFA
Aydın ALTAY
Genel Yayın Yönetmeni
Yusuf ÖZKAN
Başarılı, kariyerli
ve Mutsuz!
10/15
İranlı alimler
içinde bir yıldız
Mehmet GÜRHAN
Tercüme
Turgay CANDAN
Sanat Yönetmeni
Ferşid PİROUZ
SAYFA
Fatma BATKİTAR
Fatma Zehra YÜCEL
Kültür Sanat & Sinema
16/19
Sömürgecilik Ve
İslami Uyanış
Eyyüp Sultan SOYLU
Dizgi & Tasarım
ERS REKLAM
İletişim
SAYFA
[email protected]
Aydın ALTAY
16/23 Sen gidince...
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER
25
34
Hacer EFSA
Kucaklaşmanın
Kitabı
35
Hacer EFSA
Dua Saatleri
Kitabı
36/37
Veli TALİP
Cem AKGÜL
SİNEMA &
TEKNOLOJİ
SAYFA
SAYFA
Dilek BEYAZ
Ahlak Felsefesine
Kısa Bir Bakış
Fatma BATKİTAR
29
İhtiyarın
Son Üç Günü
SAYFA
SAYFA
SAYFA
SAYFA
26/28 SEYYİD KUTUP
SAYFA
30/33
Mustafa Zemani
ile 2 gün
SAYFA
Aydın Altay
38
Esmanur
YILDIRIM
Merhaba,
Başarılı, kariyerli ve
Koç’un Sabancı’nın, İbrahim
Tatlıses’in, Seda Sayan’ın, Orhan
Pamuk’un, Bush’un sadece bilinen
anlamda başarılı oldukları için çok
mutlu olduklarını söyleyebilir misiniz?
SÖZ
Yusuf ÖZKAN
Mutsuz!
Bugün zihnimizin ve
duygularımızın işleyişini,
ortalıkta bulaşıcı
hastalık gibi dolaşan
‘ezber’lerimiz belirliyor.
6
Modern zihniyete kurban verdiğimiz, içeriği son derece
maddi, dünyevi ve tek boyutlu doldurulan, eşeğin başucuna
iliştirilmiş havuç gibi herkesi hayali bir mutluluk adına peşinden
koşturan iki kavram: Başarı ve kariyer. Tevfik ve inayet bu
başarının neresinde? Cevap yok… Manevi tekamül ve ruhani
yükseliş kariyerinden ne haber? Cevap yok…
Bugün zihnimizin ve duygularımızın işleyişini, ortalıkta
bulaşıcı hastalık gibi dolaşan ‘ezber’lerimiz belirliyor. Zihnimizin
ve duygularımızın işleyiş biçimi de hayat karşısındaki
durumumuzu tayin ediyor: Mutlu, mutsuz, umutlu, çökmüş,
kararsız, sıkıntılı olmak gibi.
Geçen günlerde duyduğum bir slogan bazı şeyleri
yeniden düşünmeme vesile oldu: ‘Mutlu olmak başarmak
demektir.’ Tersinden söylenişini de duymuştum: ‘Başarmak
mutlu olmak demektir.’
Aslında bu sloganlar da diğer pek çok benzerleri gibi çağın
Mart 2013
Şu bir gerçek ki
bugünkü tek boyutlu
başarı anlayışı
mutluluktan çok
mutsuzluk ve sorun
üretiyor. Çünkü
insanın derin yanına,
dikey boyutuna,
sonsuzluk arzusuna
hitap etmiyor.
Mart 2013
‘ezber’lerinden değil midir?
Gerçekten başarı ve mutluluk arasında
bu kadar doğrudan ve birebir bir ilişki
kurulabilir mi? Bir defa daha en başta, başarılı
olmak, mutlu olmak ne demektir, bunlar bir
tanım kalıbında dondurulabilir mi?
Günümüzün hakim görüşü, Amerikanvari anlayışların
gölgesinde mutluluğu özellikle ‘başarı’ ve ‘kariyer’ odaklı ele
almayı yeğliyor. Başarı ve kariyere bağlı olarak da mutluluğun
peşisıra geleceği ima ediliyor. Gülücükler fırlatan reklam
kahramanı kadın ‘Çocuk da yaparım kariyer deee’ diyerek
aslında çocuk değil de kariyerin vazgeçilmezliğini zihinlerde bir
daha pekiştiriyor.
Peki bunları söylerken insan fıtratının ana unsurlarından olan
‘yaptığı herhangi bir işte sonuca ulaşma arzusunu, başarılı olma
tutkusunu, işinde ilerleme isteğini’ reddetmeye mi çalışıyoruz?
Asla; fıtratı red hayatı red demektir çünkü…
Başarı deyince akla hemencecik ‘Belirli hedeflere
ulaşmak için, yeteneklerimizi ve donanımlarımızı hazırlayarak
adım adım ilerlemek’ vs gibi tanımlar geliyor. İşinde
yükseliyorsan, şef iken müdür yardımcısı, daha sonra müdür,
en sonunda da genel müdür olmuşsan müthiş başarılı
sayılıyorsun. Kelime anlamı ‘bir yerden bir yöne doğru koşmak,
bayrak yarışı’ gibi anlamlara gelen ve çoğu kere bitimsiz
bir koşuyu ifade eden kariyerinde ilerlemişsen mutluluğu
garantilediğin varsayılıyor.
7
Bu tek boyutlu tanım ve anlayışların
karşısında mesela, eğer kendini çocuklarına ve
eşine adamış, ailesi için yaşayan bir ev hanımı isen,
para kazanmıyorsan, işe gitmiyorsan sana otomatik
olarak başarısız, kariyer yapmamış sıradan,
beceriksiz bir insan muamelesi pekala yapılabiliyor. O
yüzden ev hanımı hanımefendiye ‘Mesleğiniz nedir?’ diye
sorulduğunda, hanımefendi bir suçlu psikolojisiyle ezilip
büzülerek kısık sesle ‘ev hanımıyım’ diyebiliyor.
Başarı ve kariyer tek boyutlu
olarak ele alınıyor. Piyasa koşullarına
endeksli, ekonomik karşılığı olan,
ölçülebilir değerlere dayanan, sonuca
kilitlenip süreci ihmal eden, insanın
metafizik ve sonsuzluk boyutunu
inciten anlayış kalıpları (paradigmalar)
düşünceleri ve duyguları kodluyor…
İnsanın şimdi ve burada, kendisi
olmak, içindeki potansiyeli açığa
çıkarmak, yeteneklerini açığa
çıkarmak, yani hayatın anlamını ve
özünü emmek için yaşaması, kendini
dünyadan çok ahirete hazırlamak,
tarlasını sonsuzluk hasadı için
çapalaması neden bir başarı ve
kariyer olarak değerlendirilmiyor?
8
Bilindik anlamda başarılı olanların çok mutlu
Mart 2013
Şu bir gerçek ki bugünkü
tek boyutlu başarı
anlayışı mutluluktan
çok mutsuzluk ve sorun
üretiyor. Çünkü insanın
derin yanına, dikey
boyutuna, sonsuzluk
arzusuna hitap etmiyor.
Mart 2013
olduklarını da kim söylüyor? Tam tersine günümüzde pek
çok başarılı saydığımız kişinin ne kadar mutsuz, ne kadar
problemli olduğunu, başzarı uğrunda ne bedeller ödediğini
medyadan görüyor, okuyor, duyuyoruz. Koç ve Sabancı’nın,
İbrahim Tatlıses’in, Seda Sayan’ın, Orhan Pamuk’un,
Bush’un sadece bilinen anlamda başarılı oldukları için çok
mutlu olduklarını söyleyebilir misiniz bana? Fakat yanlış
anlaşılmasın ki biz bunları söylemekle başarısız olmaya,
yeteneksizliğe, olduğun yerde durmaya övgüler düzüyor
değiliz…
Şu bir gerçek ki bugünkü tek boyutlu başarı anlayışı
mutluluktan çok mutsuzluk ve sorun üretiyor. Çünkü insanın
derin yanına, dikey boyutuna, sonsuzluk arzusuna hitap
etmiyor. Bu yönde bir hedef göstermiyor, sadece dünya
hayatının sınırları içinde kalan, öteye geçmeyen, insanı daha
üst hakikatlere taşımayan başarı ve kariyer tanımları insanı
en sonunda mutsuz ediyor. Ömrünün en güzel elli yılını
şirketine, başarıya, kariyere adamış iş adamı ya da iş kadını,
maddi anlamda her şeye ulaştıktan sonra derin bir boşluk
duygusuyla ölümün kapısında şunu soruyor: “Bütün bunlar ne
içindi peki?”
Belki de bu yüzden yakın zamanlara kadar ‘başarı’ yerine
‘muvaffakiyet’ kavramı kullanılıyordu toplumumuzda.
Baş olmak, başat olmak, başaklı olmak, baş arı olmak
gibi çağrışımları işaretleyen başarı karşısında, elinden
geldiğince gayret ve emek sarf ederek sonucu Allah’ın
tevfikinden (yardımından, yaratmasından, takdirinden) bilmek
şeklinde özetlenebilecek muvaffakiyetin tercih edilmesini
düşünmek lazımdır. Belki de tevekkül ile tembelliği birbirine
karıştırmayan, gayretiyle yeteneklerini sonuna kadar
açarak başarısını (ektiği domateslerin büyümesini mesela)
Rabbinden bilen sükunetli babaannem; hırs kumkuması, yarı
erkekleşmiş, sürekli tedirgin yaşamaktan psikolojik dengeleri
bozulmuş, başarısını narsizme (bir tür kendine tapınma)
başarısızlığını depresyona dönüştüren modern kariyer ve
bariyer düşkünü bayandan daha mutluydu… Ne dersiniz?
Belki de bu yüzden eskiler, ‘Tevfik refik ola’ derlerdi durup
durup… Kim bilir?
9
İranlı alimler
SÖZ
İranlı alim Ali Safai Hayeri’nin düşüncesi, hayat
tarzı ve toplumsal davranışı çeşitli düşünce yapılarındaki birçok düşünürü ve İran toplumunu hayran
bırakmıştır. Onun düşüncelerinin Türkiye’deki düşünen insanların arasında da kendine yer bulmasını, eleştiri ve değerlendirmeye
mazhar olmasını ve fikir alışverişi için bir
zemin oluşturmasını ümid ederim.
İran'da İslam devrimi'nin zaferinden sonra çeşitli sebeplerle dini düşünce
alanında boşluklar meydana gelmiştir. Ali
Şeriati, İslam devrimi’nden bir sene önce
Londra’da şüpheli bir şekilde vefat etmişti. Düşünür din adamlarından da, Mutahhari, Beheşti ve Müfettih, savaşın
ilk iki yılında suikaste kurban gittiler.
Sade bir yaşama sahip ve halkça sevilen bir din adamı olan Üstat Talegani
de İslam devrimi’nin zaferinden sonra
sadece 8 ay yaşadı ve hastalık nedeniyle
vefat etti. Diğer din adamlarından çoğu da
mecburen siyasi makamlarda yer aldılar ve
düşünce sahasından uzaklaştılar. Mücadele döneminde İslam devrimi’nde
fazla da etkisi olmayan geleneksel
fıkıh alanları, tamamen Kum İlim
Medresesi’ne hakim oldu.
Devrim’in zaferinden
sonraki senelerde Kum İlim
Medresesi, Şia ulemasının merkezi olarak Necef Medresesi’nin
yerine geçmişti.
Özellikle devrim’den sonra
halk arasında oluşan din adamlarına saygı, din adamları için zararlıydı
da aynı zamanda. Birçok din adamı
kendine
özel bir yer edindi ve
halktan uzaklaştı. İmam Humeyni için din adamlarının sade
yaşaması ve halkla oturup kalkması çok önemliydi. Ama
Birçok din adamı
kendine özel bir yer
edindi ve
halktan uzaklaştı.
İmam Humeyni için din
adamlarının sade
yaşaması ve halkla
oturup kalkması çok
önemliydi.
10
Mart 2013
içinde yıldız
halktan uzaklaşma afeti, zamanla bazı din adamlarının başına
bela oldu. Yavaş yavaş öyle hale geldi ki halka yakın ve samimi
olmaya çalışan din adamları, alimliğe özel statüyü yok saymakla
suçlanıyorlardı.
Bu şartlarda, Üstad Ali Safai gibi bir şahsiyet ortaya çıktı.
Bu şahsiyet, İnkılap’tan sonra din adamlarının birçoğunda artık
görülmeyen özelliklere sahipti. O, bir İslam düşünürü ve
mütefekkiri idi ve eğitimle ilgili yeni görüşlere sahip etkili
bir mürebbi. Bazı din adamları, onu halka ve öğrencilerine fazla yakın ve samimi olmakla ve din adamlığının gerektirdiği statüyü muhafaza etmemekle suçladılar. Diyorlardı ki neden dini düşüncelere
sahip olmayan ve iyi namı olmayan bazı
yüzler, onun sohbetlerine gidip geliyorlar? Neden evinin kapısı her zaman açık
ve kim isterse rahatlıkla oraya gidebiliyor? Neden o birçok Perşembesini bazı
öğrencileri ve Kumlu gençlerle futbol
oynayarak geçiriyor?
DÜŞÜNCE ALANINDA SAFAİ
Ali Safai Hayeri, 1952
yılında dünyaya geldi.
Babası ve dedeleri,
İran’ın meşhur din
alimlerindendi. Ali
Safai de tahsilini
tamamladıktan sonra
hemen dini ilimler
medresesine gitti.
Ali Safai Hayeri, 1952 yılında
dünyaya geldi. Babası ve dedeleri,
İran’ın meşhur din alimlerindendi. Ali
Safai de tahsilini tamamladıktan sonra
hemen dini ilimler medresesine gitti.
Başlangıç dini derslerini babasından
öğreniyordu. Tam o günlerde Kur’an ve
Nehcülbelağa ile yakınlaştı.İslam tarihini çok
ayrıntılı olarak öğrendi ve derslerini başarıyla
geçti. Onun ilginç özelliklerinden biri de, ilk
gençlikte medrese ilimleri tahsilinin yanında
edebiyatla da tanışmasıydı. Çocuk edebiyatını o
zamanın çocuk dergileri düzeyinde okudu, sonra daha da ileri
giderek çeşitli dönemlere ait edebiyat şaheserleriyle ilgilendi.
Kafka ve Sadık Hidayet’in eserleri ve düşünceleriyle, nihilist
analizlerle, egzistansiyalist (varoluşçu) ve Marksist görüşlerle
tanışması, ilk gençliğindeki geniş çaplı okumalarının getirisiydi.
Mart 2013
11
“Kısa bir sürede oldukça
fazla edebiyat okumam,
benim için daha çok şu
sebeple zaruriydi ki, doğulu
ve batılı bilim adamları ve
ediplerin, savaşın esiri ve
makine ve hızın sarhoş ettiği
insan zihnini, edebiyatla
beslediklerini hissediyordum”
12
Kendisi diyor ki: ‘Kısa bir sürede oldukça fazla
edebiyat okumam, benim için daha çok şu sebeple zaruriydi ki, doğulu ve batılı bilim adamları ve ediplerin, savaşın esiri ve makine ve hızın
sarhoş ettiği insan zihnini, edebiyatla beslediklerini hissediyordum ve Allah’ı inkar, dini inkar,
peygamberliği, vahyi ve ahireti inkar esasını;
mizah ve alayların içine veya insani acıya, toplumdaki zulüm ve haksızlıklara ve yaratılıştaki
farklılık ve ayrımcılığa dair analizlerinin arasına
döktüklerini hissediyordum. Kafka ve Hidayet’in
sözleri, Batılı ve Latin Amerikalı nihilistlerin
analizleri ve yeni varoluşçuların ve Marksistlerin
projeleri ve bunların hepsinin bir birleşimini edebiyat dilinden işitmeli ve cevap vermeliydim.’
20 yaşında, ‘Yeni Nesil’ dergisindeki yazı dizisi
‘Sorumluluk ve Yapıcılık’ adında bir kitap olarak
yayınlandı. Bu kitap onun eğitime bakış açısını
gösteriyor.
Devrim’in zaferine bir iki sene kala ve
İnkılap’tan sonra onun adıyla yayınlanan kitaplar dillere destan oldu ve birçok insan bu kitapların yazarını görmek için Kum’a yolcu oldu.
Safai, ‘ Büyümüştü, büyümeyi düşünmeden.’
Mart 2013
ZORLA OKUMAYA KARŞI
Biz susamadan önce
içtik ve iştahımız
gelmeden ve
sorularla boğuşmaya
başlamadan önce
kendimizde çok şeyi
biriktirdik. Manalara
ulaşmadan önce
kelimelere ulaştık,
böylece şiştik ve fazla
şeye sahip olmamıza
rağmen hasta ve
halsiziz ve zihin
tembelliğine ve fikir
oburluğuna duçar
olmuşuz.
Mart 2013
Ali Safai, şöyle inanıyordu:’ Hiçbir şey, bu mecburi
okumalardan ve tavsiye ile kitap okumak kadar verimsiz
değildir.’ Diyordu ki: ‘Biz susamadan önce içtik ve iştahımız gelmeden ve sorularla boğuşmaya başlamadan
önce kendimizde çok şeyi biriktirdik. Manalara ulaşmadan
önce kelimelere ulaştık, böylece şiştik ve fazla şeye sahip
olmamıza rağmen hasta ve halsiziz ve zihin tembelliğine
ve fikir oburluğuna duçar olmuşuz. Bunların ilacı, düşünceleri yapılandıracak esasi sorular oluşturmaktır, böylece
yapılanmış düşüncelerle okumalara bir çeki düzen verilir
ve bunlar hazmedilir ve özleri alınır.’
Belki de Safai’nin ilgilendiği en temel mesele, dinin insan
hayatındaki yeri ve zaruretidir. O, sadece din ve dindarlığın iyi bir mesele olduğunu ispatlamanın yeterli olmadığına
inanıyordu. Diyordu ki : ‘Din ve dindarlığın insan hayatının
zaruretleri olduğunu ispatlamalıyız. İnsanlar bir gün bazı
iyi şeylerden vazgeçme kararı alabilirler ama zaruretlerden
vazgeçemezler.’
Dine başvurmanın zaruretini ispatından sonra
onun ilgilendiği diğer mesele, dini konuları Müslümanlar’ın
bugünkü dünyası için dini kaynaklara dayanarak teorize
etmek ve kullanılır hale getirmektir. Kendisinin İslam’daki
düşünsel, irfani, ahlaki, eğitimsel, sosyal, siyasi, ekonomik,
hukuksal, cezai ve hükmi düzenler hakkında tartışmaları
vardır.
DİNİ KAYNAKLARA DAYANMA
O, dini kaynaklara da yeni bir bakışla bakılması gerektiğine inanıyordu: ‘ Biz Kur’an’da bazı kelimelere rastlıyoruz. Bu kelimeler bizim dilimizde ve günlük konuşmalarımızda da geçiyor ve sonuçta kriz başlıyor ve kör düğümler
ortaya çıkıyor, çünkü biz adetlerimizden kaynaklanan
manalar çıkartıyoruz. Biz sade ve dindar görünümlü olan
herkese mümin diyoruz. Ve cömert olan herkese muhsin
diyoruz, boyun eğen herkese sabırlı diyoruz ve ağzı tesbihiyle birlikte açılıp kapanan herkese zakir ve şakir diyoruz.
Biz mümin, müttaki, muhsin, sabırlı, zakir, şakir gibi kelimelere böyle mana veriyoruz.’ O, bu kelimelerin her birinin
yüksek anlamlarla Kur’an’a yerleştirildiğine inanıyordu: ‘Biz
mana ve maksada ulaşmadan kelimelere ve lafızlara ulaştık ve boş lafızlara alıştık ve karşılaşmalarımızda bunlarla
birbirimize karşı böbürlendik. Eğer düşüncemiz faal halde
olsa ve devamlı kaynasaydı ve konuları ve kavramları
anlasaydık, o zaman her yerde kelimeleri arardık;
13
“Biz yolu, planı ve metodu
düşünmemiştik. Hedefi
çok düşünmüştük ama bizi
ulaştıracak planı asla. Bu
plan hep başkalarına aitti
ve onların programıydı.
Ve ben bu ateş almayı
ve yanmayı defalarca
görebiliyordum.”
14
bir kelimeye ulaştığımız anda, ondan faydalanırdık ve
suya ulaşmış susuzlar gibi kelimeleri damla damla tadardık ve içimize çekerdik.’
Onun Kuran’ı anlama konusunda görüşleri vardır.
Marksizm ve Egzistansiyalizm gibi modern dünyanın
meşhur ekollerinin eleştirisine dair görüşleri vardır, aynı
şekilde sanat ve eleştiri hakkında da. O, bu eleştirilerde de İslami kaynaklara dayanmıştır. Yazılarında şöyle
geçer: ‘ Düşüncemin kaynakları, amacı ve gidiş yolunun
sadece her türlü dış eklemeden değil; hatta İslam’ın,
Müslümanlar’ın uygulamasıyla karışmasından bile uzak
kalması konusunda çok titizdim. Yazılarda İslami terbiye, İslam felsefesi, İslam irfanı, İslam ahlakı ve İslam
fıkhı ve edebinin, nasıl Müslümanlar’ın terbiye, felsefe,
irfan, ahlak, fıkıh ve edebinden ayrıldığını görebilirsiniz.
O kadar sıkı tuttum ki sadece doğu ve batının karşısında
değil kendi geleneklerimizin karşısında da durdum. Sadece düşüncemin kaynakları, amaçları ve mecraları ile
ilgili titizlik yapmakla kalmadım, düşüncemi beyan etmek
için kullandığım kelimelerin de metinden olmasına çalıştım. Ve hatta yazılarda bir tane emperyalizm kelimesi
kullanmadım. Çünkü ben böyle düşünmemiştim ki bu dille
yazayım.’
Başka bir özelliği de düşüncelerini açıklarken
slogandan kaçınmasıydı. Ona göre İslamcılık güzel sloganlarla özetlenirse kısa zamanda çekiciliğini kaybeder.
‘Benim düşüncem’ adlı kitabında şöyle yazmıştır. ‘ 1971
senesi kışında Seyyid Kutub’un makalesi sloganla doluydu ve iltifat ve övgüyle. İslam ve geçmişte sahip oldukları,
Batı ve sahip olduklarına dair. O kadar biliyorum ki odadan çıktığımda evrilmiştim ve çok karışık bir haldeydim.
Sinirli ve asi idim. Tüm bu sloganlardan dolayı sinirli ve
bu kadar tekrardan dolayı isyanda idim. Korkulu ve istekli
idim. Seyyid ve diğerlerinin metod olmaksızın omuzlandıkları yükten dehşete düşmüş ve bir metod bulmaya
çok istekli. Görüyordum ki uyanış zamanımız olarak
adlandırılan Seyyid Cemal'in döneminden bugüne kadar
bizim her zaman hedefimiz vardı ama yol, yöntem, plan
ve metod başkalarına aitti ve sonuçta kar ve menfaati
de onlara ait. Biz yolu, planı ve metodu düşünmemiştik.
Hedefi çok düşünmüştük ama bizi ulaştıracak planı asla.
Bu plan hep başkalarına aitti ve onların programıydı. Ve
ben bu ateş almayı ve yanmayı defalarca görebiliyordum.
Bir asır içinde defalarca yanmak, Osmanlı hükümetinin yanışı ve parçalanışı, İran’ın yanışı ve kaybedilişi,
Meşrutiyet’te yanmak, ve tüm ‘İslami’ denilen topraklardaki yanış ve Ortadoğu savaşında yanmak ve..... Ben
görüyordum ki Seyyid’in mukaddes uyanışının sonucu
Mart 2013
Osmanlı’nın parçalanışı oluyor, İran’ın meşrutiyeti oluyor.
Ve her ikisi de Britanya’nın yemi oluyor. Neden?’
SOSYAL VE EĞİTİMSEL METODU
O Hz. Ali’nin
rivayet ettiği
şekilde Peygamber
(sav) hakkında
şöyle söylerdi:
‘ Peygamber,
hastalarını arayan
bir tabiptir ve
ilacını yanında
taşır.’
Mart 2013
O şöyle inanıyordu: ‘ Mücadele için, güç ve insan gerekiyor. Ben, bizim mücadeleci yetiştirmek için düşmana
bağımlı olduğumuzu ve onların gittiği yoldan gittiğimizi
görüyordum, oysa onların yolu bizim işimize yaramıyor ve
bizim yükümüzü gideceği yere ulaştıramıyor.’
Safai’ye göre Müslüman toplumun güçlere ihtiyacı vardır ve din adamlarının en önemli görevi bu güçleri
oluşturmak ve yetiştirmektir. Bu güçler sadece dindarlık
iddiasında bulunan kişilerin arasından çıkmaz ve yeteneklerin çoğu çeşitli sebeplerle İslam’dan yüz çevirmiş kişiler
arasında bulunabilir.
Hayatı boyunca bu gruptan birçok insan, başlangıçta onun mütevazi ve samimi davranışı sebebiyle ona
yaklaştılar. Ve sonraları dini araştırmalara başladılar ve
kendileri yeni birer din adamı oldular. O Hz. Ali’nin rivayet
ettiği şekilde Peygamber (sav) hakkında şöyle söylerdi: ‘
Peygamber, hastalarını arayan bir tabiptir ve ilacını yanında taşır.’ Din alimlerinin oturup halkın onlara müracaat
etmesini beklememeleri gerektiğini düşünüyordu. O
Peygamber’in müminlere yardım etme metodunu anlatıyor
ve kendi de müminlere yardım ediyordu. Böyle olmanın
gereği, çok tevazuya sahip olmaktı ve o da öyleydi, hatta
din adamlarının hürmetini hiçe saymak iftirasına uğramak
pahasına. Onun davranışları ve kendine has görüşleri bir
grubu ondan uzaklaştırıyordu. Diğer taraftan çok çeşitli
insanların oluşturduğu geniş bir yelpazeyi de ona çekiyordu. Kum ve başka şehirlerin talebelerinden geniş bir grup,
sinema yönetmenleri ve sanatçılardan geniş bir grup,
üniversite hocalarından sokaktaki halka, ve insanlar arasında çok da iyi namı olmayan birçok insana kadar. Ama
onun davranışı bu insanları iyi namlı insanlara çevirdi.
2000 yılı Haziran ayında Gorgan-Meşhed yolunda bir
trafik kazasında vefat etti. Ama şimdi, yıllardır aramızda
olmamasına rağmen düşünceleri, İranlı gençler ve düşünürler arasında çok daha fazla taraftar bulmaktadır.
15
SÖMÜRGECİLİK VE İSLAMİ UYANIŞ
İslam bireysel hayatla
beraber, toplumsal
hayata da rengini
vermek isteyen bir
dindir. Batılılar bireysel
özgürlük çerçevesinde
dini hayata izin
vermektedirler;
16
SÖZ
Ferşid PİROUZ
Uyanış… Sözlük anlamı uykudan uyanma
eylemi olan uyanış, kavramsal olarak kişinin bir
konuya karşı bilinçlenmesi ve şuurlanmasıdır.
Biz bu yazıda “uyanış”ı kavramsal anlamda
bilinçlenmek, şuurlanmak anlamında kullanacağız.
İslami uyanış, son zamanlarda medyada ve toplumda
çokça kullanılan bir terim olarak gündeme gelmektedir.
Uyanıştan maksat kişinin ve toplumun, İslam’ın mesajlarının
aslına uygun olarak yaşamasının mümkün kılınma çabasıdır.
İnsan hayatının, bireysel ve toplumsal olmak üzere iki boyutu
vardır, İslam bu iki boyutu birbirinden ayırmaz. İslami uyanış
hareketleri İslam’ın şekillendirdiği - kültür, siyaset, ekonomi
vs bir toplum inşa etmeyi amaçlamaktadır.
İslam bireysel hayatla beraber, toplumsal hayata da
rengini vermek isteyen bir dindir. Batılılar bireysel özgürlük
çerçevesinde dini hayata izin vermektedirler; fakat toplumsal
kurumlarda İslam’ın en küçük varlığına tahammül edemeyen
Batılılar, Hristiyanlık’ta yaptıkları reformasyonu İslam’a
da uygulamaya çalışmaktadırlar. İslam ve Müslümanlar,
Batılıların bu dayatmasına teslim olmayarak dinlerini
toplum bazında da yaşamak için mücadele vermektedir.
İslam, zulüm karşısında tüm Müslümanları sorumlu kılarak,
haksızlık karşısında susmayı “dilsiz şeytanlık” addederek
ve toplumsal yükümlülükleri vesilesiyle, özü gereği bireysel
hayatla sınırlandırılamayacağını da göstermektedir. Bütün
bunlardan dolayı tarih boyunca sömürü ve zulüm karşısında
Müslümanlar sessiz kalmamış ve direnmişlerdir.
Mart 2013
“İslami Uyanış”ı üç döneme ayırarak incelemek
mümkündür; ilk dönem sömürgeciliği, modern dönem
sömürgeciliği ve post modern sömürgecilik.
İlk dönem sömürgecilikte, Müslüman coğrafyasının
her türlü doğal kaynağı hiç bir şeyden çekinmeden ulu-orta
arsızca sömürülmüş ve istila edilen her türlü zenginliğin
yerine, sömürü karşısında gafil avlanan Müslüman
halka fakirlikten, cehaletten, nefretten, kavmiyetçi
taassuptan ve fikri alanda geri kalmışlıktan başka bir
şey bırakılamamıştır. Modern dönem sömürgecilikte ise,
koyun postuna bürünmüş hileli maskeleriyle Batılılar,
doğal kaynaklarla yetinmeyip sahip olduğumuz kadim
gelenek, kültür ve fikri değerlerimizi de bizden alarak,
bunların yerine modern cephenin yeni inançları olan
Emperyalizm’i, Nasyonalizm’i, Skolastisizm’i ödünç
bırakmışlardır.
Post-modern sömürgecilik olarak adlandırdığımız
dönemde ise, şimdiye kadar devrim kavramını sadece
kendilerine ait bir kavram olarak gören ve yücelten
Batılılar, İran’da Müslüman halk tarafından “Müslüman”ca
bir hayat yaşamak gayesiyle gerçekleştirilen İran İslam
Devrimi’yle şaşkına döndüler. Ve sömürgecilikte yeni bir
dönem başlattılar. Elbette ki yeni ve parlak olan Demokrasi,
Liberalizm, Aydınlanma ve İnsan hakları sloganlarıyla
uygulamaya koydular.
Bu dönem sömürgeciliğin
karakteristik özelliği ise, doğrudan müdahale yerine
Batılılar’ın menfaatlerini gözeten kişilerin desteklenerek
her alanda etkin hale getirilmesidir. Bu sömürü düzenine
karşı toplum tarafından büyük ilgi gören cihat, islami
direniş, islami kurum ve kuruluşların kurulması gibi
öngörülemeyen tepkiler gösterildi. Genel anlamda
Müslümanlar’ı yüceltmek ve şereflerini kurtarmak için
Mart 2013
17
başlatılan eylemlerin adı “İslami Uyanış” oldu.
Bundan sonraki bölümde İslami Uyanış’ı farklı
yönleri ile ayrıntılı olarak ele alacağız.
SÖMÜRGECİLİĞİN İLK DALGASI ve
AKTİF DİRENİŞ
İlk sömürü döneminde işgalcilerin gelişi karşısında
sadakat ve saadet coğrafyasının halkı başlangıçta gafil
avlandı fakat daha sonra yavaş yavaş sömürgeciliğe
karşı farklı tepkiler geliştirilmeye başlandı. Her zaman
sömürgecilik karşısında müslüman ülkeler öncü adım
oldular ve direnişin asli aktörlüğünü üstlendiler.
Hindistan’da Tipu Sultan
adındaki hükümdar İngiliz
sömürgesi karşısında
önemli bir hareket
oluşturdu. Tipu Sultan
sömürüye karşı ilk olarak
aralarında Türkiye,
Arabistan gibi Müslüman
ülkelerin olduğu bir blok
oluşturmak istedi,
18
İlk sömürgecilik özellikle de İngiliz sömürgeciliğine
karşı büyük bir direniş sergilenmiştir. Bu direnişi bir kaç
alanda görmek mümkündür; aktif direniş, müslüman
halkın dini duygularının yaralanması sonucunda
âlimlerin fetvaları ve halkın sömürü karşısında kurduğu
gruplar.
Hindistan’da Tipu Sultan adındaki hükümdar
İngiliz sömürgesi karşısında önemli bir hareket oluşturdu.
Tipu Sultan sömürüye karşı ilk olarak aralarında
Türkiye, Arabistan gibi Müslüman ülkelerin olduğu
bir blok oluşturmak istedi, maalesef bu planını çeşitli
nedenlerden dolayı gerçekleştiremedi. Tipu Sultan
bu isteğini gerçekleştiremediyse de, tek başına İngiliz
Mart 2013
sömürgeciliğine
karşı koydu ve en
azından sömürgeciliği bir süre
geciktirmeyi başardı. Onun dünya devi
o l a n İngiltere karşısındaki başarısı oldukça önemlidir.
Tipu Sultan, bu alanda gösterdiği büyük cesaret ve
kahramanlık örneğinden dolayı Hindistan tarihine adını
bir kahraman olarak yazdı. Ancak Tipu Sultan sonrasında
İngilizler, Hindistan’ı istila ederek büyük şirketler
aracılığıyla sömürgeciliğe başladılar.
Afrika’da ise Ömer Muhtar, İtalyan zulmüne ve
sömürüsüne karşı silahlı mücadele başlattı ve uzun
süren bir silahlı direniş verdi. Bu direnişin sonucunda “Çöl
Aslanı” olarak isimlendirildi. Ömer Muhtar’ın Libya’da
İtalyanlara karşı başlattığı direniş kıyamı ülkede bulunan
kabileler arasında da büyük destek gördü.
Ömer Muhtar’ın başlattığı kıyam, Osmanlı’nın
büyük imparatorluğundan geriye bir şeyin kalmadığı ve
İngiliz, Fransız ve İtalyan sömürgeciliğinin İmparatorluk’tan
bir pay kapmanın peşinde oldukları bir döneme tekabül
etmekteydi. Sömürgecilik karşısında Ömer Muhtar’ı,
Afrika’nın direniş sembolü olarak isimlendirebiliriz.
‘İslami Uyanış’ konusuna devam edeceğiz...
Mart 2013
19
Aydın ALTAY
Sen Gidince…
SÖZ
Süslü kelimelerle ve yürek ikliminden
uzak duygularla seni anlatıyor sensiz kalan bu
âlem, Seni bilmeden seni tanımadan… Seni
anlayamayanlar seni öyle anlattılar ki; bir anda
kendimizi kaybettik ve takatten kesildi dizlerimiz. Ümidimiz
kalmadı, mümkün müydü seni özümsemek, seni bedenimizde
kendimizle bütünleştirmek? Hep seni anlayamayanlar anlattı
seni, onlar anlattıkça bizler tanıyamadık, uzaklaştık senden.
Bir elçi olduğunu unutarak, bir kul olduğunu unutarak,
bir insan olduğunu görmezden gelerek anlattılar, öyle ki
Allah’tan gelen vahyi sanki sadece sana gelmiş gibi anladık,
bizi bağlamıyordu, biz peygamber değil idik ne de olsa…
Ancak seni taklit etmek gerekiyormuş, evet, Payımıza
“taklit” etmek düşmüştü. Şimdi iyi taklit ediyoruz, zahiri
olarak senden hiç farkımız yok. Bizim bu halimizi görsen
ne yapardın doğrusu merak ediyorum, senin üzüleceğini
düşündükçe de kendimden utanıyorum.
Ancak seni taklit etmek
gerekiyormuş, evet,
Payımıza “taklit” etmek
düşmüştü. Şimdi iyi taklit
ediyoruz, zahiri olarak
senden hiç farkımız yok.
Sen ki nice sıkıntılarla, nice çilelere, nice eziyetlere
katlandın, ama yılmadın, çünkü rabbine verdiğin bir söz
vardı, ya biz? Senin huzurunda sana verdiğimiz sözün
neresindeyiz? Kirlenen dünyanın kirli amellerle meşgul
ve her gün bir az daha kirlenerek bu günü yarına taşımaya
çalışıyoruz. Sen gittikten sonra eski adetlerine geri dönenlerin
siyasetine kurban edildik. Dünyalıklarına tapınanlar içimizi
kemirdiler, işaret ettiğin kurtuluş yolunu görmezden geldiler.
Emanetlerin hep kendi iktidarları için kullandılar, üstelik
adını kullanarak, hem iftira hem de bu çirkin adetleri sana
ithaf ederek iftira attılar… Lisanınla aktardığın her ayet
nice taş kalpli insanları hidayete erdirirken; bizler kılıçlarla
hidayet yolunu tercih ettik.
Sen şehirdin, insanların hayat bulduğu şehir,
İnsanın kalbi misali bir şehir. Seni görmek ve bilmek için,
anlayabilmek için inşa ettiğin şehir ve bu şehrin kapısı…
Önce sana açılan kapıyı kırdılar, önlerinde oluşan koca
boşluğu görünce de tekrar o kapıya yöneldiler fakat kapı
çoktan kırılmıştı… Sığınılacak şehir “kapı”sız, kapısız olan
şehir her türlü fesatlığa açıktı artık. Bir kere yetim kalmıştık
sen gittikten sonra, hangi yana yöneldiysek ihanetlerle
oluşan duvarlara çarpıyordu yüzümüz, öyle ki adeta kör
20
Mart 2013
olmuşçasına. Sahipsiz ve yalnızlaşan bu toplumu sensiz,
sancağını eline alanları da başsız bıraktılar. Sen kurtuluşumuz
için “Nuh’un gemisi”ni göstermiştin fakat bizi karanlık bir
denizin tufanında boğulmaya terk ettiler. Artık her birimiz
farklı kıyılara düşmüştük ve artık tamamen yabacılaşmıştık,
yabacılaştırılmıştık…
Parçalanmış bir ümmet senin yokluğunda seni unuttu,
ya bir karikatür çizeri hatırlatıyor, ya bir film, ya da sana
atfedilen “özel gece”ler… Yokluğunu hissetmemek için hep
sınırlı günlerle oyalıyoruz şimdi. Doğum gününde “yâd”
etmek düştü payımıza. Sembolik programlar, mevlitler,
seni yüzeysel anlatan kitaplar, ezberlenmiş sözcükleri bir
araya getirerek ve adına şiir denilen istismar dolu kasetlerle
servetimize servet katıyoruz. “Kutlu doğum haftası”
kadardır yürek çarpışımız, kalbimize girdiğin için değil,
cebimize girdiğin kadardır sana olan sevgimiz. Kadrini ve
yokluğunda ne gibi bir yoksullukla baş başa kaldığımızı
anlayamadan tertiplenen “kadir geceleri”miz, bir türlü akıl
makamında düşünmeden,”siz hiç tefekkür etmez misiniz?”
uyarıyı dikkate almadan, kalbimizin miracına yönelmeden;
senin çıktığın “miraç gecesi”ni köşe başlarında satılan kandil
simitleriyle geçiştiriyoruz. Oysa sen hayatımıza yön veren ve
bize her hareketinle, her eyleminle örnek olarak gönderilen
seçilmiş elçiydin de biz bir türlü anlayamadık, anlatamadık…
Mart 2013
21
Seni anlamayan
kalplerimizi ancak taklit
etmekle teselli ediyoruz,
senin gibi konuşur,
senin gibi giyinir, senin
gibi tebessüm ederiz,
hatta bir tel sakalın ve
hırkan için ağlamaktan
şişer gözlerimiz,
üstelik ahlakınla
ahlaklanmadan. İsmini
taverna müzikleri
eşliğinde duyarız.
Şimdi seni anlamayan kalplerimiz merhametten uzak ve
taş gibi katı, sert… Seni anlamayan kalplerimizi ancak taklit
etmekle teselli ediyoruz, senin gibi konuşur, senin gibi giyinir,
senin gibi tebessüm ederiz, hatta bir tel sakalın ve hırkan için
ağlamaktan şişer gözlerimiz, üstelik ahlakınla ahlaklanmadan.
İsmini taverna müzikleri eşliğinde duyarız. Ne anlama
geldiğini düşünmeden kafamızı sallar, zikir çekeriz. Artık
çarşı-pazarlarda tek sermayemiz din olmuştur. Sat sat bitmez,
ne de olsa Allah’ın dini, kolay kolay biter mi?
Para karşılığında düzenlenen “gözyaşı geceleri” her
Ramazanda kurulan çadırlar, bu çadırlarda milyonlarca fakir
doyurulacağına çarçur edilen servet, camii yanlarında kurulan
eğlence merkezleri birer karnaval havasıyla geçiştirerek;
Ramazan ve Oruç’un insanlar üzerindeki etkisini böylece
kırıyoruz. Gazeteler, radyolar ve televizyonlarda “Ramazan
pidesi” gibi sadece Ramazan geldiğinde hatırlanan konular
işleniyor boy boy…
22
Mart 2013
Şimdi seni anıyoruz her yıl bu vakitlerde olduğu gibi.
Merasimler, mevlitler, kasideler, özel geceler… Bir haftalık
“sen”li günleri kutlarken; senin öğretilerine kulaklarımızı
tıkıyoruz. Bu köhne yaşantıya itiraz edenleri ise ashabın Ebazer
gibi dışlıyoruz, yetmiyor gibi ezberleri bozanları da tekfir ederek
Allah’ın avukatlığına soyunuyoruz. Bunca ayet ve hadisleri
ezberleyen bizler; nedense “vahdet”in neye yaradığını bir türlü
aklımıza getiremiyoruz. Hayatın boyunca bize verdiğin tavsiye
ve nasihatleri unutarak İslam adı altında ırkçılığın en alasını
yine biz yaparız. Karunları aratmayan servetimiz, saraylarımız,
villalarımız, dört çarpı dört jeeplerimiz ve her yıl turizm turları
umre ziyaretlerimiz…
Yokluğunda senin yaşantını yaşayamayan bizler; Ancak seni
taklit ederiz, senin gibi olmasa da görsellikte senden farkımız
yok. Sağdan başlarız hep, evimize sağ adım atarak gireriz,
sağ elimizle kaşığı tutarız, sağ elimizle para verir üstünü sağ
elimizle alırız, sağdan gireriz… Yemek tabağının dibini bir lokma
ekmekle siler sünnetleriz. Cübbelerimiz, sarıklarımız ve kılıç
kabzası ölçüsünde sakallarımız, ne kadar da sana benzemişiz.
Ey büyük elçi, hala
“ümmetim” diyor musun?
Bunca pespayeliğe
rağmen bizi “ümmet”in
olarak kabul ediyor
musun?
Kur’anı mecid bizi “Müslüman” olarak tanımlarken;
biz bu isimle yetinmeyerek yanına “sağ”ı da koyduk, olmadı
“muhafazakâr”lığı da yamaladık. üstünlüğün “takvada”
olduğunu söyledin, biz ise Sağda durduk, kavmimizi yücelttik.
Âlemlere geldin Allah’ın kelamıyla Allah’a davet ettin, biz ise
kavmimizin yüceliğin anlattık, bize boyun eğmelerini istedik.
İtiraz edenleri tekfir ettik, “din düşmanı” yaftasıyla damgaladık.
Sağcıydık hep,Sağcıları “ashab-ı kehf” mertebesine koyduk,
üstelik “sağ” kalmasını tavsiye edilen ayetlere inat. Sen
“ümmetim” dedin son nefesine kadar, biz “millet” demeyi tercih
ettik, ne de olsa “sağcı” olmak “Türk” olmak senin övdüğün
kavimlerdi…(!) Oysa sen merhameti, şefkati, insanca yaşamayı,
zalime karşı mazlumun yanında olmayı, ezilenlere, yoksullara
sahip çıkmayı öğretmiştin. Biz ise kafamızı kuma gömerek “bize
dokunmayan yılanın bin yıl yaşamasına” razı olduk. Sen gittin
biz bittik, sen gittin biz değiştik, sen gittin eski alışkanlıklarımıza
yöneldik, sen gittin biz çoğaldık. “bir”likten ayrıldık. Şimdi
tarikatlarımız var, cemaatlerimiz var, mezheplerimiz var, hak
olan ve hak olmayanlar(!)… Oysa biz hakkın “bir” olduğuna
inanmıştık.
Ey büyük elçi, hala “ümmetim” diyor musun? Bunca
pespayeliğe rağmen bizi “ümmet”in olarak kabul ediyor musun?
Mart 2013
23
AHLAK FELSEFESİNE
KISA BİR BAKIŞ
SÖZ
Bir zamanlar bir insan vardı. Ne rahat bir yaşam! İstediğini
istediği zaman alabiliyor, istediğini yiyebiliyor en azından
yeryüzündekilere herhangi bir hesap vermiyordu. Karşısında
bir kişi yoktu ki ona göre davransın... Böyle mi devam edecekti.
Sizde biliyorsunuz bundan sonraki hikâyeyi. Bir, iki, üç… Derken
milyarlara ulaştık.
Dilek BEYAZ
İnsanlık bu uzun serüven içerisinde yeryüzünde hayatını
sürdürürken ‘mutluluk’ kelimesiyle karşılaştılar. Neden insan mutlu olmak
ister ki? Kendi kendine giden bir yaşamın isteseler de ellerinde olmadığını
gördüler. Doluya koyuyorlardı almıyor, boşa koyuyorlardı dolmuyordu bu
mutluluk. Acı çekerken de bir mutluluğun olduğunu fark ettiler. Mutluluk
bir kedinin kuyruğu muydu da onun peşinden koştukça o kaçıyor haline
bırakıldığında o sizinle mi geliyordu. Neydi bu mutluluk? Bana göre olan
mutluluk sana göre olmuyor. Mutluluklar adeta kavga ediyor, ortalık toz
dumana kesiyordu. Allah’ını seven birisi yok mu? Dedi insanlık…
Mutlu bir yaşamın sürdürebilmesi için ahlaklı olmalıyız dediler. Ahlak
neydi o zaman?
Mutlu bir yaşamın
sürdürebilmesi için
ahlaklı olmalıyız
dediler. Ahlak neydi
o zaman?
İnsanlık topluluk haline geldiği zaman aralarında alıp vermeden, birlikte
yaşamaktan, komşuluktan kısacası yapılacak bir sürü işlerde belli kaidelerle
olması gerektiği anlaşıldı. Bu kaidelere insanlık iyi dedi, kötü dedi. İyilik
ahlaklılık olarak tanımlanırken kötülükte ahlasızlık olarak tanımlandı.
İnsanlık tarihinde iyi olan değerliydi. Peki değerli olanı nasıl
kararlaştıracaktık?
Bir görüşe göre değerli olan haz verici (hedonizm) olmalıydı. İnsan
o fiili yaparken ruhsal ve bedensel zevk içinde olması gerekirdi. Epikurus da
hazcıydı ama o yeri geldiğinde başlangıçta bize haz veripte sonra bizlere
çok fazla ziyan veren şeylerin olduğuna da dikkat çekti. Örneğin esrar içmek
başlangıçta bir haz verse de daha sonra insanın bedenine ne gibi zararlar
açtığı görüldüğünde salt hazcı düşüncenin bu düşünceyi enine boyuna
düşünmesini gerekirdi. Hayatımızda başlangıçta acı veren ancak daha
sonra haz veren şeylerde yok muydu? Kişinin kendi yaşamı için çalışması.
Çalışmak başlangıçta zor ve acı verici olmasına rağmen kişinin yaşamında
kendi ayaklarının üzerinde kalarak kimseye muhtaç olmaması kadar
herhalde büyük bir mutluluk ve haz olamazdı. Bize acı veren ve yaparken
haz aldığımız ahlakı davranışlarımız yok muydu? Ölüm hiç kimse için haz
verici bir olay değildir ancak çocuğunu depremin zararlı etkisinden korumak
için bir annenin çocuğunun üstüne yumulması o kişi için haz verici bir olay
olmamakla birlikte bizim gözümüzde bu olayın ne kadar değerli olduğu da su
götürmez bir gerçektir. Aristo’ya göre haz salt değerli değildi. Ancak değerli
bir davranışa eşlik eden bir nitelikti.
Spinoza, “iyi olanlar ancak biz onu arzu edersek iyi olur diyor.”
Öyleyse, burada bir görecelik problemi ortaya çıkıyordu. İnsana göre
değişebilir miydi İyiler? Sadece modern toplumda değil, insanlık serüvenine
baktığımız zaman güçlü insanların yaptığını halk değerli, yapmadığını da
değersiz görüyor. İşlerin direkt sahip olduğu şeylerden dolayı iyilik değişebilir
miydi, bu ne kadar ahlaklı olabilirdi?
Konuya devam edeceğiz.
Mart 2013
25
SEYYİD KUTUP
Bir düşünür
olmasının yanı sıra
düşüncelerini eyleme
de dönüştüren, bu
uğurda hayatını
veren bir aksiyon
adamıdir Seyyit Kutub
26
Bir düşünür olmasının yanı sıra düşüncelerini
eyleme de dönüştüren, bu uğurda hayatını veren
bir aksiyon adamı Seyyit Kutub, 1906’da Asyut
kasabasına bağlı Kalia köyünde doğdu. Çok dindar ve
birikimli bir aileye mensuptur. Dini eğitimini bizzat babası Hacı
İbrahim Kutub’tan almıştır. Köydeki medreseden aldığı eğitimin
yanı sıra babası tarafından da özel bir eğitime tabi tutulmuş ve
henüz on yaşına basmadan Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiştir. İki
kız kardeş ve bir erkek kardeşi vardır. Erken yaşlarda babasının
vefatı üzerine ailenin sorumluluğunu üstlenmek durumunda
kalmıştır. Annesi ve kardeşleri ile Kahire’ye taşındıktan sonra
annesini de kaybeder ve bu kayıp Seyyit Kutub’u derinden
etkiler.
El-Ezher Üniversitesinde orta ve lise tahsilini yaptıktan
sonra Daru’l-Ulum Fakültesi’ni bitirir. 1933’te aynı fakültede
edebiyat dalında öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlar.
O dönemde “Yeni Fikir” adı altında bir dergi çıkarır. 1941’de
sosyoloji doktorası yapmak üzere Maarif vekaleti tarafından
Amerika’ya gönderilir. Yine aynı dönemlerde Müslüman
Kardeşler cemaatine müntesip olur ve devamlı olarak İhvan’ın
gazete ve dergilerinde insanları islama davete başlar. 1945’te
Amerika’dan döndükten bir süre sonra da, tamamen bu
cemaate katılır. 27 Kasım 1954 İhvan-ı Müslim, Mısır devlet
başkanına suikast düzenlemekle suçlanır bir çok Müslüman
Kardeşler mensubuyla birlikte Seyyit Kutub da tutuklanarak ceza
evine konulur ve yapılan yargılama sonucunda ağırlaştırılmış
SÖZ
Fatma BATKİTAR
Mart 2013
“Eğer Allah kanunu
ile mahkum edilmişsem
ben Hakk’ın hükmüne
razıyım. Eğer batıl
kanunlarla mahkum
olmuşsam ondan
çok daha üstün bir
düşünceye sahip
olduğum için batıldan
ve münafıklardan
merhamet dilemem”
işlerde çalışmakla birlikte on beş yıl ağır hapis cezasına
çarptırılır. Burada bir çok işkenceye tabi tutulur, ailesine
mensup kişiler tutuklanarak, işkence edilir ve özür dilemesi
karşılığında serbest bırakılacağı teklifi sunulur fakat Seyyit Kutub
davasından dönmeyip düşüncelerini savunmaya devam eder. On
yıl hapis yattıktan sonra dönemin Irak başkanı Abdusselam’ın
Cemal Abdunnasır’ı ziyareti sırasında Seyyit Kutub’un serbest
bırakmasını istemesi üzerine Seyyit Kutub, 1964 yılında serbest
bırakılır. Fakat serbest kaldıktan bir yıl sonra 1965 yılında
“Yoldaki İşaretler” kitabını yayınlayınca tekrar tutuklanır ve 22
Ağustos 1966 yılında Seyyit Kutub’a idam cezası verilir. Pakistan, İngiltere, Lübnan, Ürdün, Sudan ve Irak gibi ülkelerdeki birçok
dini otorite ve grup kararı tepkiyle karşılar ve yapılan gösterilerle
Cemal Abdunasır’dan kararını tekrar gözden geçirmesi istense
de bu çabalar bir sonuç vermez ve maalesef Seyyid Kutub’un
idam kararı 29 Ağustos 1966’da infaz edilir. Seyyit Kutub,
kararı “Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk’ın
hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam
ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için
batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler
olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım.
Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda
Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım, bir tağutun hükmünü
asla onaylamayacaktır.” diyerek karşılar. Daha sonra bu sözleri
bir şiar olarak insanlar arasında büyük bir kabul görür.
Seyyit Kutub geride başta hapishanede yazdığı “Fizilal’i
Kur’an” olmak üzere bir çok önemli eser bırakmıştır. Bıraktığı
eserlerin yanısıra kendisinden sonrakilere inandığı dava uğruna
her türlü güçle savaşmayı, kararlılığı, dürüstlüğü ve cesareti de
Mart 2013
27
Türkçe’ye çevrilen
eserleri:
Fizilal’il Kur’an
Yoldaki İşaretler
İslamda Sosyal Adalet
Din Budur
İslam Düşüncesi İlkeleriEsasları (3 cild)
İstikbal İslamındır
Kadın ve Aile
İslam ve Emperyalizm
İslam-Kapitalizm Çatışması
28
miras bırakmıştır. Kitapları bir çok dile çevrilmiş ve hemen
hemen tüm kitapları Türkçe’ye kazandırılmıştır. Yaşadığı
dönemdeki sorunları analiz etmiş ve Batının İslam Ümmeti
arasına yaymak istediği fitneye karşı İslam “Ümmeti
fikrini” savunmuştur. Batılı fikirleri şiddetle eleştirmiş ve
Müslümanın hayatında kural koyucunun İslamdan başkası
olamayacağını şu sözlerle belirtmiştir; “İslam bir tanedir
bunun ortası yok. İslam, yarısı islam diğer yarısı cahiliye olan
bir islamı kabul edip rıza göstermez. İslamın bakışı açıktır;
Hak birdir ve şirk kabul edilmezdir. Hüküm ya Allah’ın ya da
cahiliyenindir ve kanun ya Allah’ın ya da heva ve hevesin.”
Aynı zamanda “Amerika islamı” kavramını ilk defa kullanan
düşünürdür ve biri gerçek İslam, bir diğeri de Amerika
İslamı olmak üzere iki İslamın var olduğunu söylemiştir. Bu
konuda; “ Bu günlerde Amerikalılar yine islamı hatırladılar,
onlar İslami ülkelerde, Ortadoğuda ve Afrika’da komünizmle
savaşacak bir islama ihtiyaç duymaktadırlar... Tabi ki
emperyalist Amerika ve işbirlikçilerinin istedikleri islam,
emperyalizmle savaşan islam değil aksine komünizmle
savaşacak islamdır...” Kutub islam ümmetini siyonizm
tehlikesine karşı da çokça uyarmış ve bu konuda uyanık,
mücadeleye hazır ve hazırlıklı olunması gerektiği konusunda
uyarmıştır. Siyonizm konusunda oldukça karamsardır ve
batılı bir çok düşünürün farklı maskeler altında siyonist
emeller için çalıştığını belirtmiştir. İdama götürülmeden
bir kaç gün önce bir arkadaşına müslümanların siyonist
tehlikesine dikkat etmeleri gerektiğini söylemiş ve dar
ağacına giderken bile müslümanları uyarmıştır.
Mart 2013
SON ÜÇ
GÜNÜ
SÖZ
İHTİYARIN
Hiç bu kadar büyük bir hevesle kitap okumamıştı...
Akşam oldu ihtiyar elindeki son mermeri de bitirdi ve
dinlenmeye koyuldu.
Başucundaki kitabı aldı, titreyen lambanın alevinde
okumaya başladı.
“Bir ihtiyarın son üç günü” diye bir romandı...
heyecanla okumaya devam ederken
birden gözleri son yaptığı mermerin üstündeki yazıya takıldı.
“Dün...”
“Bugün...”
“Yarın...”
diye yazmıştı sadece...
Öyle ya; hayat zaten üç günden ibaret diye mırıldandı.
Mermerden yaptığı ve üzerine bir bez parçası serdiği soğuk
yatağına uzanıp,
dükkanın tavanındaki örümcek ağlarını izleyerek uykuya
daldı.
Sabah uyandığında aklına ilk gelen şey köprüye gitmek oldu.
Köprüden yeni şeyler öğrenerek dönüyordu hep, aralarında
farklı bir rabıta vardı.
Bir köşeye oturup suyun akışını seyrederek derin düşüncelere
daldı.
Farkında olmadan uzun süre öylece kalmıştı.
Dükkana döndüğünde son yaptığı mermeri aldı baktı tekrar...
Köşesine vasiyet niyetine ufak bir not düştü:
( Bu mermeri benim kabrime dikin...)
Ve üç gün sonra vasiyeti yerine getirildi.
Mart 2013
29
Mustafa Zemani ile 2 gün
İran sinemasının
tanınmış ismi ve Hazreti
Yusuf filmi ile dünyada
ün yapan Mustafa Zamani ile
geçirdiğimiz 2 günlük gibi zaman
diliminde İran’ı, İran sinemasını,
oyunculuğu ve hedefleri konuştuk.
7söz dergisi olarak kültür sanat
ve manevi değerlere verdiğimiz
önem, insan için yol belirleyici ve
doğru istikamet üzere hareket etme
çabası içinde olduğumuzu göz
önünde bulundurarak bu söyleşi
bir anlamda birçok kişinin kendine
hedef belirlemesine de yardımcı
olacağını düşünüyoruz. Bu gaye
ve düşünceyle kelimeler arasında
bir takım eksik vurgular ve yanlış
anlaşılmaya sebebiyet verecek
ifadelerden dolayı herhangi bir
önyargı oluşturmamasını istiyoruz.
SÖZ
Aydın Altay
Mustafa Zamani ile
geçirdiğimiz 2 günlük gibi
zaman diliminde İran’ı, İran
sinemasını, oyunculuğu ve
hedefleri konuştuk.
30
Mart 2013
- Selamun aleykum
Mustafa Zemani: Aleyküm selamz
- Öncelikle Türkiye’ye hoş geldiniz. Sizin
gibi değerli bir sanatçıyı ve oyuncuyu
ülkemizde misafir etmek son derece
memnuniyet verici bir durum. Ben hemen
sorularımıza geçmek istiyorum; öncelikle
iran tarihi, medeniyeti, sanatı ve insanlık
âlemine kazandırdığı değerler var. Bunu
sinema sektöründe de görmekteyiz. Bunun
başarısı ve sırrı nedir? Bu başarının size
yansıması nasıl hasıl oldu?
M. Zamani: Bence İran tarihi ve kültürü o kadar geniş
Biz son 200 yılda
layık olmayan bazı
krallarımız vardı.
Delikanlılık ve mertlik
doğu insanına ait
bir şeydir İranlılar,
Osmanlılar, Romlar gibi.
Mart 2013
ve büyüktür ki ben bunun bir parçası olamam . Ben olduğum
yerde sadece İran kültüründen küçük bir parçayım. İran
kültürü büyük değişimler yaşamış ve ben bunun nedenini
tarihte başından geçen onca savaş olduğunu düşünüyorum.
Biz son 200 yılda layık olmayan bazı krallarımız vardı.
Delikanlılık ve mertlik doğu insanına ait bir şeydir İranlılar,
Osmanlılar, Romlar gibi. Açıkçası ben mezhebi öne süren
bir insan değilim bundan utandığım için değil çünkü kendime
güvenemiyorum ve fıkhın veya İran kültürüne ters bir şey
yaparım diye korkuyorum. Mesela bir yanlış yaparım ve hazreti
muhammedin yolundan gidenbiri olarak gösterip bu müslüman
mesela demelerinden korkuyorum . Bunun için çoğu zaman
susuyorum ve arkadaşlarımdan da susmalarını istiyorum.
Çünkü insan kamil biri olduktan sonra kendi büyüklüğünü
ve önderini açıklamalı ve kendine çok güvenmesi gerekiyor
. Çünkü sen o insanı kendine örnek alıyorsun ve hata
yaptığın zaman onu gösterirler. ve dışardan bir Müslüman
hata yaptı derler. Ama gerçekten bu son yıllarda elde ettiğim
şeyleri Allah’a tevekkül ederek kazandım. ve bu slogan
değil çünkü olan bir şey ve Allah’a tevekkül ederek olan bir
şey . Allah’tan sonra da anne ve babanın hayır duasıyla .
ve tüm ilahi kiteplarda bazı müşterek şeyler vardır; birincisi
anne ve babadır ikincisi yaradanın büyüklüğü ve yüceliğidir
üçüncüsü üçüncüsüde settarul guyub olmasıdır bunlar tüm
ilahi kitaplarda müşterektir .Her kitapta demişki emin olun
bir kul diğer kulun yaptığı yanlışı ve hatayı eleştirirse emin
olsun ki yakın zamanda aynı yanlışı kendisi de yapar bu onun
adaletinden bir parçadır . Ben kültürümde bunu öğrendim ki
hataları görmemezlikten geleyim ve beni yaratana imanımı
koruyayım ve her zaman anne ve babama karşı başımı
eğeyim. Aynı zamanda büyük arzular edeyim ve büyük arzular
31
bozuyor . Ben bizim sinemamıza isim takmak
istemiyorum bu İran sinemasıdır . Dün bir ortamda
yapılan konuşmada „islami sinema” diye hitab
ettiler. bende ne olursunuz isim koymayın dedim.
çünkü bir yanlış olur ve o islamı karalamaya yeter .
Bunun adı İran sineması ve eğer bu sinema necibse
kendini gösterir. bırakalım kendileri aslı bulsunlar
ve biz onlara adresi vermiyelim. Doğunu sineması
insanın kalbine bağlıdır. biz buna bağlıyız ve
rahatlıkla İran’ın doğu sinemasında önder olduğunu
diyeblirim .
bizimdir Allah’a inananlar olarak büyük arzular
bize ait . Büyüklük yapmak için büyümemiz lazım.
Allah’ın bana bu fırsattı verdiğinden memnunum
ve ne mutlu ki bu fırsatı Yusuf Peygamber
üzerinden bana verdi. Bunun üzerinden yedi
yıl geçti ve ben hala halkın aziziyim. Bana
soruyorlar; Yusuf’u hissedebildin mi? Bende
cevapta dedim ki; ben Yusuf’un kendisiyim benim
hayatım Yusuf , beni kimse tanımıyordu ve ben
şuan istanbul’da bir büyük binanın içindeyim ve
sen benimle röpörtaj yapıyorsun ve bu azizlik
- İran halkı sinemaya nasıl bakıyor?
Oyunculuk veya sinema konusunda
imkanlar nasıl?
M. Zamani- İran’da sinemaya halk tarafından
yoğun bir ilgi var .ama ne yazıkkı İran medyasında
güçler eşit değil .Çünkü Televiziyon’da büyük bir
bütçe ayırlmış dizi ve filim için ve üçüncü Düya
yada gelişmete olan halk sinemaya karşı pek
büyüklük demektir .
- İran sineması, doğu kültürü ve
islami hassasiyetlerle son derece
belirgin. Ancak batıya sinemasına
karşı son derece başarılı. Bunu
neye bağlıyorsunuz?
M. Zamani - İran sineması İran’ın kültürüne
ve doğuya bağlı . Doğu ve Batı kültürünün
arasındaki fark içeriğe dönük yada dışa dönük
olmaktadır . Biz doğu kültüründe ve tarihinde
oyle insanlar gördük ki; tarih yazmiş ve ya
teorizisyendir ama batı kültüründe daha çok
insanlar dünyayı keşfetmek ister ve dışa
açıktır ama doğu kültüründe insanlar daha çok
kendilerini keşfetme peşindeler . Biz de farklı
değiliz , Biz İranlıyız ve daha çok içten gelen
sesleri anlıyoruz. Düşünceden gelen seslere
karşı daha hassas ve önemsiyoruz .Onun
için bizim etrafımızdaki karakterler ruhtur. Bu
adamların insani ruhudur. Zamanımızda herkes
kendi kültürünü tanıtmaya çalışıyor ben buna
kültürel bencillik diyorum ve bu dünyamızı
32
bir istek göstermiyor .ve daha çok televiziyonu
tercih ediyorlar. İran televizyonları dizi ve film
konusunda çok güçlüdür .mesela Yusuf bu
masrafla televiziyonda yayınlandı .Yaklaşık bir
yıldır bu durum iyiye doğru gidiyor ve biz halka bu
kültürü yerleştirmeye çalışıyoruz .Halk sinemayı
tanımıyordu ve sanıyorlardı ki onları mutlu eden
her film iyi bir filimdir . Şimdi isim takmışız: mesela
bu filim aile filmi değil , bu filim saçma bir filim
yada bu filim mübtezel olmuş ama ben mubtezel
kelimesini kabul etmiyorum. çünkü biz filmin izinini
İran İslam Cumhuriyetinden alıyoruz . şimdi bu
kültür yerleşiyor. Televiziyon halkın sinemayı
tanımasına izin veriyor ve sinema filimlerinin
televiziyonda reklamı çıkıyor. önceden böyle değildi
ve ben bundan çok mutluyum ve yetkililere teşekkür
ediyorum. Çünkü halk filimleri tanıyor oldular iyi
ve kötüyü seçe biliyorlar. İran’da sinema kursları
iyidir ve birkaç sinema kursu vardır. ama benim
düşüncem şu ki, sinemada tanınmış ve aktif kişilerin
çoğu akademilk olarak buralara gelmediler ve daha
çok kurslarda tecrübe kazanarak yetiştiler. Bir kaç
Mart 2013
- Türkiye halkı sizi yakından
tanıyor. Ülkemizde herhangi bir
filmde oynama veya buna yönelik
bir düşünceniz var mı?
M. Zamani- Bu konuda birşey diyemem.
ünlü kurs var ama yanlış da kullanıyor olabiliyorlar.
çünkü bazı kurslara verilecek hiçbir şey yok ve
isimleri ve şahısları kullanarak kurs açılıyor. halkta
ona güvenerek oralara gidiyor ama pek bir şey
öğrenmeden ordan ayrılıyorlar. Sinema kursları
sadece bir alt yapıdır siz sinema kurslarını bitirseniz
çünkü buna iznim yok. ama bir ihtimal verki bir
Türk ürünü olan, İran ve Türkiye arasındaki kültür
benzerliklerini anlatan bir projede yer alabilirim.
Bu da son anlaşmalara bağlı. konuşmaları yaptık
ve önümüzdeki ayda belli olur diye düşünüyorum.
Bu konuyu fazla açamam ve buna iznim yok. ama
bile sadece alt yapıyı güçlendirmiş olursunuz ve uzaktan
birşey göremezsiniz . sinema sadece tecrübedir ve
kesinlikle tecrübe etmen gerekiyor. sana tecrübeyle
öğretiği şeyı asla hiçbir kitapta bulamazsın .ama eğtimi
koruman lazım .
- Biraz da oyunculuğu konuşalım.
Sizin açıdan bakıldığında
oyunculuğu hangi esaslar
üzerinden değerlendirmeliyiz?
M. Zemani- Oyuncu kafasını kullanarak
gelişebilir ama bir yerde tıkanır kalır. Oyunculuk
ve sanat insanın kalbinin ürünüdür. Aklı ve kalbı
terazinin kefesine koyup akıl tarafı ağır basan
insanlar sevilen insanlardan çok meşhur kişiler
olurlar. Ben Yusuf’un rölünden hariç piskolojik
hasta olan bir insanın rölünü de oynadım. başka bir
yerde bir genç hırsızın rölünü de oynadım başka bir
filmde ise hasta olan ve uyuşturucuya bağımlı hale
gelmiş ve en sonunda aids hastalığına kapılarak
ölen bir genç gazetecenin rölünü oynadım. Bunun
için ben bu sene yılın oyuncusu seçimlerinde aday
gösterildim. Benim hem Yusuf rölünü oynayıp
hemde uyuşturucu bağımlısı ve aids’ten ölen bir
genci oynamamın nedeni ruhumu korumam oldu.
ve gençlere şunu diyebilirim ki kendi ruhlarını
korusunlar. Siz ruhunuza hakim olduğunuz sürece
iyi bir oyuncu olursunuz . kendinden razı olmazsan
kameranın karşısına geçtiğinde bu yansır .
Mart 2013
İrana’da Meleke diye bir proje var. onun üzerinde
çalışıyoruz ve İran savaşını anlatan bir proje...
- 7söz dergisi Adına size teşekkür
ediyoruz. Okuyucularımız ve
halkımız açısında güzel bir söyleşi
oldu. Bu fırsatı bize verdiğiniz için
teşekkür ederiz.
M. Zamani- Aslında ben teşekkür ederim.
Ben Türkiye’ye geldiğim günden bu yana beni
yalnız bırakmadınız. Hep yanımda oldunuz. Sizinle
dostluğumuz eskilere dayanıyor. Kendimi, ülkemi
ve çalışmalarımı anlatma imkanı verdiğiniz için
ben teşekkür ederim. Allah bizleri insani değerler
üzerine düşünenlerden eylesin. Allah’ın selamı
selatı onun resulü üzerine, peygamberin ehl-i beyti
ve onun seçkin ashabı üzerine olsun. Allah’a giden
hakikat yolu onun kelamıyla bulmak mümkündür. O
en büyük mucize kurandır. Ona tabi olanlara selam
olsun...
33
KUCAKLAŞMANIN KİTABI
34
SÖZ
Hacer EFSA
Latin Amerika’nın Kesik Damarlarından Fışkıran Bir
Renk; Eduardo Galeano Ve Kucaklaşmanın Kitabı.
Gençken futbolcu olmayı hayal eden ancak kendisini
daha sonra kavganın, şiddetin, hapsin ve sürgünün göbeğinde bulan,
1940 Uruguay doğumlu Eduardo Galeano’dan kalbin ritmini bozan;
dünya edebiyatının yapı taşlarından sayılan bir eser Kucaklaşma’nın
Kitabı(Libro de los abrazos). İspanyolcadan çevirisi Nihal
Yeğinobalı’ya aittir. Eser Can yayınları tarafından okura sunulmuştur.
Yazar arka fonda Latin Amerika coğrafyası; sanattan dine, siyasetten
bürokrasiye, korkulardan trajediye, yabancılaşmadan cesarete,
dostluktan kardeşliğe kadar hemen hemen birçok konuya ustalıkla
ve yüksek bir ifade gücüyle değiniyor. Gerek dünyaya gerekse
Latin Amerika’ya has olan acıları, mutlulukları, hayalleri, kişisel
anıları bilgece iç içe geçmiş şekliyle okura sunuyor. Kitap, ismi
zikredilen kahramanlar ve onların kimlikleriyle de oldukça dikkat
çekici.. Söz konusu kahramanlar kimi zaman sanatçı dostlar,
mahkumlar, aydınlar, bazen ise bir çocuk bedenine girmiş olan “aziz”
Galeano’nun kendisidir. Kitabın arka kapağında da notu bulunan Jay
Parini şunları dile getiriyor; “bu büyüleyici kitapta yazarın yaşamının
iskeleti, ete kana bürünüyor”. Ayrıca kitapta yer alan figürler yazarın
kendi el çizimleri olup, edebi metnin derinliğini besleyen ve kitabın
“havasını tamamlar” niteliktedir. Galeano’nun bu eseri, avuntusuz
acıya, olağanüstü imgelere, hüzne ve başkaldırıya sahip çıkma
mahiyetinde okunması gereken başyapıtlarından biridir.
Mart 2013
Hacer EFSA
DUA
SAATLERİ
KİTABI
SÖZ
Varlığını sanata ve şiire gark etmiş bir
şair; Rilke Ve Dua Saatleri Kitabı
Alman Lirik şiirinin öncülerinden
Rainer Maria Rilke, Dua Saatleri
Kitabı (Das Stundenbuch)’nı yaşamında dönüm
noktası diye nitelendirilen Rusya seyahatinden
sonra 1898’de yazmaya başlar ve o sıralar henüz
23 yaşındadır. Eser Yapı Kredi Yayınları tarafından
basılmış, çevirisi ise Yüksel Özoğuz’a aittir.
Rilke’yi 20. yüzyılın büyük Alman şairleri arasına
yükselten Dua Saatleri Kitabı; ilk bakışta kaotik
bir yapıya haiz mısralara sahip olmasının yanı
sıra, muhteva bakımından da şairin Tanrı’yı arayış
çabasındaki gelgitlerini büyük bir ifade gücüyle ve
müzikaliteyle okura sunmaktadır. Şiirler herhangi bir
başlığa tabi olmadan bağımsız bir düzen içerisinde
tematik bir bütünlüğe sahiptir. Okuyucu şiirleri
okumaya başladığında şairin lirik ben’inin, Tanrı’ya
yakarışının, dualarının, sorularının, çalkantılarının
dünyasına sürüklenecektir.
Rilke’nin büyük bir ustalıkla kaleme aldığı uzun
soluklu, tek nefeslik bu şiir kitabının mısraları
arasında salınan ‘sen’ zamiri Tanrı’nın ta kendisidir.
Dua Saatleri Kitabı, “saflık ve yücelik arayışı” ile Rilke
şiiri açısından bir dönüm noktasını temsil eder. Bu
yapıtının başarısı ile Rilke, dikkatlerin kendi üzerinde
yoğunlaşmasını sağlamış ve sanat elitlerinin gözdesi
konumuna gelmiştir.
Rilke’yi anlamlandırmak ve ruhuna dokunabilmek
için sanatını besleyen yalnızlığının kanalları arasında
yolculuğa çıkmak gerekirse ilk durak şüphesiz Dua
Saatleri Kitabı adlı eseri olur.
Mart 2013
35
Yorum & Analiz:
Veli TALİP
Avaze gonjeshk-ha
(Serçelerin Şarkısı)
Yönetmen: Mecid Mecidi
Senaryo: Mehran Kashani
Vizyon Tarihi: 2008
Tür: Dram, Komedi
Ülke: İran
Tahran’ın dışında kırsal kesimde yaşayan ve deve
kuşu çiftliğinde çalışan bir aile babasının hikâyesi…
Maişet peşinde koşan bu adamın gözünden dünyayı
görürken, en sade biçimde görebileceğimiz yaşamak
derdidir. Çiftlikten kaçan deve kuşunun arkasından
bakışı, çaresizce oturuşu yaşamak derdinin en keskin
anlatımlarından biri olabilir. Peki, bu yaşamak, yaşayabilmek
derdi neyin mecrasında neyin peşinde diye sorulduğunda
yönetmen bize kendine has üslubu ile, İslami kimliğini
göstererek Allah’ın emir ve yasakları cevabını vermektedir.
Yönetmen bunu işten kovulduktan sonra Tahran’a yani
şehre yani modernliğe girdiğinde; eline verilen fazla parayla
aldığı eriklerin yere saçılmasıyla, kimseyle paylaşmadığı
ve açgözlülüğünden topladığı hurda yığınının altında
kalmasıyla, kalbi ferahladığı zaman kıldığı namazın
ortasında bir ailenin ona soğuk meşrubat ikram etmesiyle,
kapanan her kapının ardından yeni bir kapının açılmasıyla
bize film boyunca Kerim’in gözünden anlatmakta…
Yaşamak derdine düşen herkesin zevk alarak, fikir
edinerek izleyebileceği müthiş bir uslup ve anlatım…
Django Unchained
(Zincirsiz)
Yönetmen:
Quentin Tarantino
Senaryo:
Quentin Tarantino
Vizyon Tarihi:2012
Tür: Western, Aksiyon, Dram, Suç
Ülke: ABD
Film; Amerikan iç savaşının birkaç yıl
öncesinde, kölelik sorunun henüz tartışılmaya
başlanmadığı dönemde geçmektedir. Alman bir ödül
avcısı olan Dr. Schultz’un aradığı suçluları teşhis
edebilmesi için ihtiyacı olan köle için pazarlık yaptığı
sahneyle başlar. Daha sonra Dr. Shultz’un köleliğe
bakış açısıyla birlikte gelişen arkadaşlıkları onları
kölenin yani Django’nun karısını aramaya kadar
götürmektedir. Django ile giriştikleri bu yolda birçok iş
yaparlar ve Djangoyu karısını kurtarmak için bir taktik
savaşına hazırlar. Bu uzun filmde gelişen diyaloglar
bizi alışılmadık bir tarih bakışına götürür. Kara mizah
ile tarihe bakma tarzını Soysuzlar Çetesi’nde(2009)
de bize gösteren yönetmen, bunun bir seri film olma
ihtimaline götürmektedir. Klu Klux Klan örneği gibi
tarihi alanda birçok şahıs ve zümreyi mizahi bir dille
aşağılamıştır. Soysuzlar Çetesi’nde yaptığının Yahudi
propagandası olmadığını, insani değerlere atfen tarihi
olayları mizahi bir bakışla eleştirdiğini göstermektedir.
Ayrıca etkileyici çatışma sahnelerinden vazgeçmemiş
ve hemen hemen bütün filmlerinde olduğu gibi bu
filminde de küçük bir rol almıştır.
3 BOYUTLU YAZICILAR
SÖZ
Evimizde heykelden diz protezine, otomobil yan
sanayini parçalarından hareket kabiliyeti olan araç
gereçlere kadar 3 boyutlu objeler yapmaya ne dersiniz?
Bunları yapabilmek için gerekli olan sadece 3 boyutlu
yazıcı ve objeleri tasarladığımız yazılım.
Cem AKGÜL
Nedir, Nasıl Çalışır
3 boyutlu yazıcılar bilgisayar çizimlerini objelere
çeviren makinalardır. Bilgisayar destekli yazılım programında
istediğimiz parçanın 3 boyutlu modelini oluşturuyoruz. Modeli
daha sonra yazıcının programına yüklüyoruz. Yüklenen model
yazıcı tarafından tarandıktan sonra plastik veya metal malzeme
ile katman katman işleniyor . İşlem sonucunda 3 boyutlu obje
meydana geliyor.
Nerelerde Kullanılır
3 boyutlu yazıcılar dişçilik, mimarlık, havacılık, ayakkabı
sanayi, mücevher, robot, heykel, aksesuar, müzik aletleri,
inşaat mühendisliği, uçak, otomotiv sanayi, tıp sektörü gibi
birçok alanda kullanılabiliyor.
Faydaları
3 boyutlu yazıcılar ev tipi kullanımda ve sanayide birçok
fayda sağlıyor. Ev kullanıcıları kendine özgü, başka kimsede
olmayan objeleri ortaya çıkartabiliyor. Kullanıcıları, seri üretimin
dayattığı standartlaşmanın dışına çıkartabiliyor. Sanayide
kullanıldığı takdirde zamandan tasarruf, maliyet girdilerini
düşürme, üretim hata oranını azaltma gibi faydaları var. 3D
Desıngn Teknik Müdürü Erkan Ateş ‘’ GATA’da gelişmiş 3 boyutlu
yazıcılar ile kemikler üç boyutlu hale getiriyor. Doktorlar meydana
gelen parçaları insan vücuduna monte ediyorlar. Hem ameliyat
sırasındaki riskler hem de iyileşme süreleri oldukça azalıyor”
diyerek tıp alanında 3 boyutlu yazıcıların ne kadar önemli bir yere
sahip olduğunu dile getiriyor.
Sakıncaları
3 boyutlu yazıcıların eleştirileri kanunsuz ilaç ve silah
üretimi yapabilmeleri konusunda yoğunlaşıyor. Amerika’da 3
boyutlu yazıcı ile yapılan yarı otomatik silah 6 el ateş edebilme
başarısını gösterdi.
Sektörel Durumu
Şuan ki 3 boyutlu yazıcı sektörü 1,3 milyar dolar
civarında bu rakam 2020 yılında 5,2 milyar dolar olacağı
tahmin ediliyor.
Nasıl , Ne Kadara Temin Edilebilir
Mart 2013
500 dolar ile birkaç milyon dolar arasında değişen 3
d yazıcılara İstanbul Avrupa ve Anadolu yakasında ki satış
noktalarından ulaşabilir , kendi tasarımınız olan objeleri
üretmeye başlayabilirsiniz.
37
Merhaba,
Merhaba kaybolup giden
umutlarım, hayallerim… Bugün
yine yavaş yavaş size el salladım…
Size, kaybolan hayallerime… Oysa
ki yağmurda yağmıyor ama siz
gidiyorsunuz bir akıntıya kapılmış
gibi. Boş gözlerle gidişinizi izlemek
çok acı verici.. Hayallerim parçalara
bölündüğünde gözlerimi kapatıp “
Bir gün gerçekleşecekler” demek
bile mutlu etmiyor artık. Ne kadar
yakındasınız? Hayalimle ne zaman
buluşabileceğim? Yıldızlar kadar
görkemli olan hayallerim bir gün
parlar mı?
“Hayallerinin incinmesinden
dolayı hayallerinden vaz geçmek
zorunda olanlar için..”
Esmanur Yıldırım
38
Mart 2013
z
ESERLERİNİZİN
DERGİNİZDE
YAYINLANMASINI
DİLERSENİZ....
LÜTFEN
BİZİMLE
İLETİŞİME
GEÇİNİZ.
([email protected])
Düşünceniz
genç kalsın...
Düşünceniz genç kalsın...

Benzer belgeler