Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası II. Bölümü indirmek için tıklayın

Transkript

Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası II. Bölümü indirmek için tıklayın
DÜBAM
Elin Aynasında Yeni Türk Dış
Politikası - II
Hazırlayan: Ertuğrul Aydın
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
1
Genel Yayın Yönetmeni
Akif Emre
Genel Yayın Koordinatörü
Ertuğrul Aydın
Mart 2011
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
2
İçindekiler
Türkiye Doğuya mı kayıyor? - Joshua Kucera ............................................................................. 5
Son sultana modern bir görünüm - Sami Mubayed ....................................................................... 8
Türkiye’nin ASEAN çıkarması - Kavi Chongkittavorn .............................................................. 10
Türkiye anahtardır - İsrael Şamir ............................................................................................... 12
Türkiye'yle konuşmak - Arnaud de Borchgrave .......................................................................... 15
Türkiye, ABD ve imparatorluğun alacakaranlığı - Conn Hallinan .............................................. 17
Atatürk ve Türk dış politikası - Daniel Larison .......................................................................... 20
Türkiye’nin dünya diplomasisi’ndeki yeni yeri - Couloumbis, Ahlstrom, Weaver ...................... 22
Türkiye ve neoconlar - Stephen M. Walt .................................................................................... 24
Türkiye ve Brezilya Gazze ablukasını “bağlantı kurarak” kaldırabilirler - Robert Naiman ......... 26
Türkiye-Brezilya ortaya atıldı - Doug Saunders ......................................................................... 29
Türkiye ve Rusya “ötekiler ekseni” kuruyor - Adrian Pabst ....................................................... 31
ABD ve Türkiye'nin arası açılıyor - Ted Galen Carpenter .......................................................... 33
Türkiye’de darbecileri mat etmek - Maksud Javadov ................................................................. 36
Türkiye yükseliyor, Araplar batıyor - Halid Amayreh ............................................................... 39
Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeni doğasına bir bakış - Elias Vahedi .............................................. 42
Yeni Türkiye değil, doğru zaman - Remzi Barud ....................................................................... 45
Türkiye'nin büyüsü - Selam A. Selam ........................................................................................ 47
Türkiye Arapların abisi rolünü benimsedi - Sami Mubayed ....................................................... 49
3
Sunuş
2008’den 2011 Mart ayına kadar Türk dış politikası hakkında Dünya Bülteni’nin tercüme ettiği
dış basında ve elektronik medyada yayınlanmış 54 makale ve 2 röportajı arşivlik değerinden
dolayı tarihi sırasına göre üç bölümlük bir dosya olarak ilgilisine sunuyoruz.
Sadece arşivlik değerinden dolayı mı? İster dost isterse düşman olsun, ayna tutanların önemini
takdir ettiğimiz için de.
Faydalanmasını bilenler için.
DÜBAM
4
Türkiye Doğuya mı kayıyor? Joshua Kucera
gerilimler daha da kötüleşti. Tartışma daha
da sertleşti” dedi. “Bunun nedenlerinden
biri de ikili ilişkilerimizle ilgili olarak
önümüzde
bulunan
en
tartışmalı
meselelerin ana dış politika çıkarlarına
dokunan,
sadece
mevcut
Amerikan
yönetimin değil Amerikan ulusal güvenlik
çıkarlarını
da
ilgilendiren
meseleler
olmasıdır. “
Tüm sorun alanlarına ve bazı uzmanların
meşum tahminlerine rağmen, Türk ve
Amerikalı yetkililer iki ülkenin temel stratejik
çıkarlarının aynı çizgide bulunduğunda ve
mevcut problemlerin geçici olduğunda ısrar
ediyorlar. Türkiye’nin Ortadoğu’yla iyileşen
ilişkileri, ABD’nin Türkiye’yi bir köprü olarak
kullanılma fırsatı olarak görülmelidir
diyorlar. Türk Dışişleri Bakanı müsteşarı
Feridun Sinirlioğlu “Türkiye’nin kendi
civarındaki nüfuzu müttefiklerimiz için bir
kazanımdır” diye belirtti.
Eski bir Kongre üyesi olan ve şu an Ortadoğu
Barışı ve Ekonomik İşbirliği Merkezi
Başkanlığı yapan Robert Wexler ise şöyle
konuştu: “Türkiye doğuya doğru gitmiyor.
Türkiye’nin yaptığı şey…yeni keşfettiği
nüfuzunu tasarruf etmektir: Ticari ilişkilerini
genişletiyor. Burada, Washington’da bu yeni
gelişmeden
korkmak
yerine,
bunu
alkışlamalıyız, Tanrı biliyor, Amerikalı
diplomatlar liyâkatli oldukları kadar, farklı
erişimleri, farklı bakış açıları, dünyanın bazı
kesimlerinde başka meşruiyetleri olan
dostane ellerden de istifade edebilirler.”
Hem Türkler hem de Amerikalılar, yaşanan
son olayların iyice kızıştırdığı kendi
ülkelerindeki olumsuz kamuoyu kanaatinin,
stratejik ortaklığa ciddi zarar verebilecek bir
problem alanı olduğunda mutabıklar.
Avrupa ve Avrasya İşlerinden sorumlu
Dışişleri Bakanı Yardımcısı Philip Gordon
“kendi kendimize ortak çıkarlarımız var
diyebilir ve söz konusu çetrefilli meseleleri
halletmeye odaklanabiliriz fakat Türk
Türk ve Amerikalı askeri-siyasi yetkililer ve iş
dünyasının önde gelen isimleri, ikili ilişkileri
konuşmak üzere 29 yıldır her yıl Washington
DC’de bir araya gelirler. Bu yılki toplantı, bu
zamana kadar gerçekleşenlerin en gergin
olanıydı; bazı katılımcılar, Türkiye’nin Batıyla
arasındaki sağlam ilişkilerin aşınması ve
Ankara’nın Doğu yönelimli bir jeopolitik
seyri benimsemesiyle ilgili kaygılarını dile
getirdiler.
Amerikan-Türk Konseyi’nin ev sahipliğindeki
etkinlik
genelde
bahar
ayında
düzenlenmesine
rağmen
Amerikan
Kongresi’ndeki bir komitenin Ermeni
soykırımını tanıyan bir kararı geçirmesinden
dolayı ertelenmişti. Takvimi değiştirilen ve
17-20 Ekim tarihleri arasında düzenlenen
konferans, bir dizi politika farklılıkları
üzerine odaklıydı.
Konsey’in Amerikan-Türk Konseyi başkanı,
ve Dışişleri Bakanı eski yardımcılarından
Richard Armitage açılışta yaptığı konuşmada
“ilişkilerimizde bazı zorlukların olduğu öyle
pek sır değil” değil dedi. Bir yıl zarfında
Türkiye, İran’a karşı ABD sponsorluğunda
BM’de yapılan müeyyide oylamasında
“hayır” dedi ve İran nükleer programını
halletmek için Brezilya ile birlikte bir plan
tasarladı. Ankara, Çin’le hava tatbikatı
düzenleyerek de Washington’ı tedirgin etti.
Bu arada, Amerika’nın yakın müttefiki İsrail,
Türk eylemcilerin örgütlediği ve Gazze’ye
seyretmekte olan bir gemiye saldırdı ve
Türkiye’nin gürültülü itirazlarına neden oldu.
Türkiye-Ermenistan
uzlaşma
sürecinin
kesintiye uğraması Washington’da ilave
hayal kırıklığına yol açtı.
German Marshall Vakfı Türkiye uzmanı Ian
Lesser, “Türkiye-Amerika ilişkilerinde her
daim gerilimler mevcut idiyse de bu
5
kamuoyu kanaatinin Amerikan dış politikası
hakkında derin şüpheler beslediği gerçeğini
gözden kaçırırsak yahut Kongre’deki
Amerikan kamuoyu kanaatinin Türkiye
hakkında gitgide sorular sormaya başladığı
gerçeğini gözden kaçırırsak işimizi yapmış
sayılmayacağız” dedi.
Uluslar arası Güvenlik Meselelerinden
sorumlu Savunma Bakan yardımcısı
Alexander
Vershbow
şöyle
söyledi:
“Maalesef, Türkiye’nin geçen baharda İsrail
ve İran’la ilgili sözleri ve eylemleri, en
azından kısa vadede öyle bir muhit yarattı ki
Amerikan yönetiminin desteklediği önemli
bazı projelerde mesafe kaydetmek bu
muhitte güç olabilir.”
Konferansın dostane ortamında bile ciddi
farklılıklar bariz bir şekilde görülebiliyordu.
Mesela ABD, Türkiye’nin NATO hava
savunma kalkanına katılmasını istiyor fakat
Ankara sistemin İran’ı hedef alıyor
olmasından rahatsız. “Basında çıkan bazı
haberlerin
aksine,
Türkiye’ye
baskı
yapmıyoruz” diyen Savunma Bakanı Robert
Gates cümlesini “ancak Türkiye’den Lizbon
zirvesinde NATO’nun kara savunma yeteneği
benimsemesine
destek
vermesini
bekliyoruz” diyerek tamamladı.
Türkiye, şu an ABD Kongresi’nde görüşülen
müeyyidelerin Türk şirketlerin İran’la
ticaretlerine zarar verecek olmasından
rahatsızlık duyuyor. TOBB Başkanı Rıfat
Hisarcıklıoğlu iki ülke arasındaki ticaretin
geçen yıl 8 milyar doları bulduğu kaydetti ve
“nükleer silahlı bir İran kabul edilemezdir
ancak Amerika’nın İran’a müeyyide kararının
Türk şirketlerinin zarar etmesine yol açma
tehlikesi var” dedi.
Bu arada, Washington’da pek çokları,
ABD’nin İsrail-Filistin barış vizyonuna
Ankara’nın bağlılığına güven duymuyorlar.
Wexler “Hizbullah hususunda, Hamas ve
İran hususunda Türk söyleminde olması
gerektiği yerde görünmeyen, inkar edilemez
bazı gerçekleri aklamak veya ballandırmak
işe yaramaz. İroniktir, biz Amerika’da, siz
Ankara’da Ortadoğu sürecine desteğimizi
itiraf
ediyoruz.
Hamas
bu
süreci
desteklemiyor. Hizbullah Ortadoğu barış
sürecini reddediyor. Ortadoğu barış süreci
hakkında İran da farklı bir görüşe sahip
değil. Tümden reddediyorlar” dedi.
İronik olan şu ki Türkiye’nin Batıdan
sürüklenişi – ister algısal isterse gerçek olsun
–
ülken
demokratikleşme
sürecine
hamledilebilir diyen analistler var. AK
Parti’nin yükselişi, Batı yanlısı askeri
müesses nizamın Türkiye üzerindeki
liderliğini kırdı. Sonuç olarak da Türk liderleri
şu an kamuoyuna karşı çok daha hassaslar.
Ulusal Harp Akademisi’nde Türkiye uzmanı
olarak çalışan Ömer Taşpınar’a göre
Türkiye’nin yükselen dış politikası için doğru
kelime, Doğuya doğru veya İslamcılığa doğru
kaymasından ziyâde ‘popülist’ olmasıdır –
gerçekten de Türk kamuoyu anketlerinin
bilincindeler. “Ve ABD’de Türkiye’ye karşı
böylesine üst düzeyde bir içerlemenin söz
konusu olması, Türk hükümeti için sorun
yaratacaktır. Türkiye daha demokratik ve
kendine güvenen bir ülke haline geliyor ama
kamuoyunun öyle pek ABD lehinde bir
kanaate sahip olmadığı gerçeği iktidar için
sorun yaratıyor.” Taşpınar, Türkiye ve
Ermenistan arasında ABD’nin aracılık ettiği
protokolleri
Ankara’nın
onaylamamış
olmasını, Amerikalı politikacıların Türkiye
hakkında hayalden uyanıp gözlerinin açılma
nedenlerinden biri olduğunu belirtti. “ABD
Başkanı Türkiye’ye siyasi sermaye yatırırken
ve bir yakınlaşma süreci varken bunun
karşılığında Türkiye Ermenistan konusunda
olumlu dönüş yapmadığında, sonra İran
konusunda olumlu bir dönüş yapmadığında
Washington’da büyük soru işaretleri
doğuyor.” Fakat aynı soru işaretleri
Ankara’da da doğuyor diye eklemede
bulundu.
6
“Amerikan
dış
politikası
büyük
başarısızlıklar kaydederken Türkiye, her
daim niçin ABD’yle birlikte olsun?”
25 Ekim 2010
Kaynak: EurasiaNet
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
7
Son sultana modern bir görünüm Sami Mubayed
emânete ihanet suçunu yüklenmeyeceğimi
söyle” demiştir.
Bir zamanlar tüm kötülüklerin kaynağı
olarak görülen Abdulhamid artık uzak
görüşlü
ve
Siyonistlerin
Filistin’deki
emellerine karşı koyduğu için tahtını
kaybetmiş bir yönetici olarak gözler önüne
seriliyor. Geçip giden zaman, bu uzmanların
kendi tarihlerine Arap ulusçuluğunun
duygusal
engellerine
takılmadan
bakabilmelerini sağladı. Osmanlı geçmişiyle
apaçık bir şekilde gurur duyan Türkiye
Başbakanı
Recep
Tayyip
Erdoğan
döneminde Araplarla ilişkilerin samimiyet
kazanması da bu revizyonist tarihe katkıda
bulunmuştur.
Tahta çıktığı 1876’dan tahttan indirildiği
1909 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu
yöneten II. Abdulhamid’in, imparatorluğun
son mutlak monarkı’nın hayat ve siyaseti
hakkında geçen yıl Arap basınında yer yer
makaleler yayınlandı.
İmparatorluğun çöküşünden onlarca yıl
sonra, bilhassa da Arap cumhuriyetleri
emekleme
dönemindeyken,
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Arap vilâyetlerinin ama
özellikle de Osmanlı Suriyesi’nin belini
büken zorlukların büyük bir bölümünden
mes’ul tutulan kişi II. Abdulhamid idi.
II. Abdulhamid, televizyon dizilerinde veya
romanlarda bir dizi yoz Arap memuru ve de
İstanbul’daki Yıldız Sarayı’nın yüksek
duvarları ardındaki şahsına doğrudan bilgi
veren dev casus şebekesini yönetmekte olan
otokrat bir müstebit olarak tasvir edildi.
Fakat Arap uzmanlar, modern tarihin o
dönemini
yeniden
ziyaret
ederken
Abdulhamid hakkında daha dengeli bir
kıymet takdiri ortaya çıkıyor.
11 Ağustos 2010’da Arap uydu kanallarında
Adulhamid’in hayat ve kariyerini anlatan bir
Arap dizisi yayınlanmaya başladı. Halife’nin
Düşüşü (Suqut al-Khilafa ) adlı dizi, Sultan
hakkında pembe bir tablo çizmekte ve 1994
yılında gösterime giren, I. Dünya Savaşı
sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
zorlukları, yokluğu, işkence ve tutuklamaları
konu edinen Bu Toprakların Çocukları
(Ukhwat al-Turab) adlı filmden apaçık
ayrılmaktadır.
Yayınlanan son makalelerde, I. Dünya Savaşı
öncesinde Sultan’ın Siyonistlere Filistin’de
toprak satışını reddedişi epey aydınlatıldı.
Abdulhamid, bu teklifi geri çevirdikten
sonra, Filistin’de toprak satın alma hakkı
karşılığında
imparatorluğun
borçlarını
ödemeyi ve bir donanma inşa etmeyi teklif
eden Yahudi banker Mizray Kursow’la
görüşmeyi de reddetmişti. Vakanın Arap ve
Türk anlatımlarına göre Abdulhamid,
yaverlerinden
birine
“o
nezâketsiz
Yahudilere, kutsal toprakları Yahudilere
satmak gibi bir tarihi kara lekeyi ve
milletimin bana tevdi ettiği sorumluluk ve
Olumlu muamele birkaç yıldır geliyorum
demekteydi zaten. Suriye lehçesinde
seslendirilmiş, yakışıklı erkeklerin ve çekici
kadınların yer aldığı popüler Türk dizileri iki
yıl önce ansızın Arap kanallarında boy
göstermeye başladı ve Arapların Türkler
hakkındaki klişelerini yıktı. Şimdi de başrolde
Suriyeli ünlü aktör Abbas Nuri’nin II.
Abdulhamid’i canlandırdığı Mısır yapımı
(yapımcıları Iraklıdır) Halife’nin Düşüşü
yayınlanmaya başladı.
Osmanlı Sultanı,
samimi, metin, çekici ve ister Osmanlı Türkü
isterse Osmanlı Arap’ı olsun, tüm tebâsının
8
üzerine titreyen adanmış bir Müslüman
ulusçu olarak tasvir ediliyor.
Bu arada, Arap ve Türk uzmanlar,
forumlarda ve özel sohbetlerde Osmanlı’nın
son 10 yılını tartışıyor, I. Dünya Savaşı
sırasında Arapları ele alırken ne Osmanlı’nın
ne de Arapların yüzde 100 doğru olmadığını
düşünüyorlar.
Osmanlı’dan kalma pek çok kanun, ticaret
kanunları, kamu yönetimi kuralları 20
yüzyıla kadar sarkmıştır. Arap kültürüne
zararlı diyerek yıllarca her hangi bir Osmanlı
etkisini silme gayretine rağmen Arap dili,
mirâsı, müziği ve mutfağı üzerinde varlığını
koruyan
Osmanlı
etkisi
görmezden
gelinemez.
Arap dünyası ve Türkiye arasındaki sıcak
ilişkiler semeresini ciddi kültürel yakınlaşma
olarak vermeye başladı gerçekten de. Arap
dünyasıyla artan ticarete ve Filistin
konusunda siyasi eşgüdüme ilave olarak,
Türkiye tam altı Arap ülkesiyle – Suriye,
Lübnan, Libya, Fas, Tunus ve Ürdün - vize
uygulamasını kaldırdı. Erdoğan, Avrupa
ülkelerinin
1985’te
Lüksemburg’da
imzaladıkları anlaşmaya benzer “bölgesel
Şengen” sisteminin işlediğini söyleyerek
bunu en iyi şekilde tanımladı.
II. Abdulhamid dönemini yaşayanlar birkaç
istisnayla bu dünyadan göçüp gittiler. Fakat
hükmedici kişiliği sayesinde pek çok şey
halen biliniyor. Sultan’ın damadı 1920’lerin
ortasında Suriye Başbakanı olarak kısa bir
süre görev aldı. Birinci dereceden yakınları
1960’lara kadar Şam’a gidip gelmeyi
sürdürdüler.
Sultan’ın maiyetinde bulunanların aile
fertleri, Âbidler, Azm’lar, Yusuflar, 1963’e
kadar Suriye siyasetine hâkimdiler. Sultanı
televizyon
ekranında
görmek,
II.
Abdulhamid’i Arap ve Müslüman tarihinin
neresine koyabileceğimiz hakkında sağlıklı
bir tarihi tartışmanın kıvılcımını çaktı.
Abdulhamid’in görüntüsü, hem hayranlarına
hem de eleştirmenlerine, hoşlansalar da
hoşlanmasalar da, Arap ülkeleri ve
Türkiye’nin
ayrılamaz
olduğunu
hatırlatmaktadır.
Bu sistem Türkiye ve Arap ülkelerini Osmanlı
İmparatorluğu’nun 1918’de çöküşünden
beri hiç olmadığı kadar tıpkı Osmanlı’da
oldukları
gibi
birbirlerine
yakınlaştırmaktadır. Erdoğan, Osmanlı’nın
son on yılı ve sonrasındaki pürüzlü tarihe
rağmen Türk hâkimiyetinin ve bir bütün
olarak Osmanlı mirâsının Arap tarihinde
yaftalandığı kadar kötü olmadığını son sekiz
yıl boyunca Araplara hatırlattı.
24 Ağustos 2010
Erdoğan, Türk ulusal çıkarlarını savunmanın
coğrafi, tarihi, siyasi ve kültürel yakınlığa
bakınca Suriye, Lübnan ve Filistin çıkarlarını
savunmaktan farksız olduğunu defalarca
söylemiştir. Şam ve Beyrut’ta bulunan en
güzel binalar her şeyden evvel Osmanlı
döneminde inşa edilmiştir ve Suriye’nin
başkentindeki
Hamidiye
çarşısı,
II.
Abdulhamid’in selefi I. Abdulhamid’in ismini
taşımaktadır.
Kaynak: Asia Times
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
9
Türkiye’nin ASEAN çıkarması Kavi Chongkittavorn
Endonezyalı ve Malezyalı eylemcilere İsrail’e
karşı durdukları ve müslümanlara yardım
ettikleri için milli kahraman gibi davranıldı.
Liderler ve politikacılar, bu eylemcileri tebrik
edip rol modeli olarak övdüler. Millet bu
konuyu konuştu. Yerel medya, Siyonist
rejime tam gaz yüklendi.
Türkiye, artan güvenini ve diplomatik
saygınlığını inkar eden Avrupa karşısında
duyduğu hayal kırıklığıyla yönünü Asya’ya
döndü. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu Güneydoğu Asya ve Asya
geneliyle yakınlaşmak ve yeni bir stratejik
bağlantı kurmak amacıyla ASEAN Dostluk ve
İşbirliği Anlaşmasını (DİA) imzalamak üzere
bu hafta Hanoi’ye uçuyor. Türkiye’nin
başlıca takıntısının batıya bakmak ve en
önemlisi de Avrupa Birliği ile bütünleşmek
olduğu geçmiş zamanlardan bambaşka bir
şey bu.
Türkiye’nin yükselişi Güneydoğu Asya’da işte
böylesi elverişli bir siyasi muhitte keşfedildi.
Hakikat, Türkiye’nin Güneydoğu Asya’ya
ilgisi yeni değildi. Bu ilgi, Ankara’nın DoğuBatı
arasındaki
stratejik
konumunu
geliştirmek istediği on yıl önce başlamıştı.
Ondan da önce, 20.yy başlarında,
Tayland’daki ayrılıkçı Patani müslümanları,
Osmanlı İmparatorluğuna bağlılık yemini
etmek istemişlerdi.
Kısa bir süre önce, Türkiye’nin İsrail ve
batıya karşı dik duruşu, dünyanın bu
tarafındaki müslümanların özellikle de
ASEAN’ın iki ana üyesi Malezya ve
Endonezya’daki müslümanların hayranlığını
kazandı. Buradaki müslümanlar, Türkiye ve
Brezilya’nın, önde gelen batılı güçleri
hüsrana uğratarak İran nükleer programında
varılan çıkmazı aşma çabalarını alkışladılar.
Bugüne gelecek olursak, Başkan Tayyip
Erdoğan hükümeti döneminde Türkiye,
Avrupa Birliğine katılma hususunda azimli.
Üyeliğe hazırlık için AB’nin şart koştuğu
kapsamlı reformlara gitti. 2005 yılında
müzakereler başladı ve şiddetini azaltmadan
devam etti fakat Türkiye’nin AB’de görmeyi
umduğu
şevk
olmasızın.
Aslında,
müzakereler iki taraf ve AB üyesi ülkeler
arasındaki bölünmeleri derinleştirdi. Fransa
ve Almanya, Türkiye’nin AB ailesinde bir
değer olacağına henüz ikna olmuş değiller.
Mavi Marmara vakasında yirmiden fazla
eylemci, Gazze’deki Filistinlilere yardım
götüren ve İsrail güvenlik güçlerinin Mayıs
ayı sonlarında hücum ettiği ve dokuz
eylemciyi öldürdüğü Türk gemisinde
bulunuyordu. Bereket versin ki vatandaşları
hayatlarını kaybetmedi.
Türkiye, kabaca aynı zaman zarfında, ASEAN
diyalog ortağı olmak ve bölgesel güvenlik
grubu olan ASEAN Bölgesel Forumu’na
katılmak için başvurmuştu. Asya ile mevcut
bölgesel örgütlere üyelik yoluyla daha
somut şekilde bağlantı kurma arzusu,
Avrupa’dan gelen küçümseyici görüşler
arasında daha âcil ve daha büyük bir hâle
geldi.
Malezya ve Endonezya bu harekete karşı
öfkelendi ve İsrail’in hareketlerini kınadı.
İsrail’i davranışından mes’ul tutumak için
BM’de ortak çalışma sözü verdiler.
Malezya’da toplumun her kesiminden güçlü
tepkiler geldi. Meclis, İsrail’i kınayan özel bir
karar çıkardı ve baskın sırasında meydana
gelen kayıpların tazmin edilmesi istendi.
Batıyla çeşitli bağları olan grup, güçlü bir
başka seküler müslüman ulusun dost ve
10
müttefiklerine karşı oynadığı satranca
sürüklenme korkusuyla, Türkiye’nin şevkine
yanıt vermemişti. Ekonomik bakımdan ise
diğer diyalog ortakları gibi Türkiye de kendi
ekonomik performansının ve teknik
uzmanlığının bölge ekonomisine fayda
sunacağına ASEAN’ı henüz ikna etmiş değil.
ülkelerle sıfır sorun politikası, ASEAN
zihniyetine ve DAİ felsefesine tamıtamına
uymaktadır.
Türkiye’nin proaktif diplomasisinin ASEAN
üyesi pek çok ülkede iyi yankıları olduğunu
kaydetmek önemlidir. Nihayetinde, ASEAN
var olduğu 43 yıl boyunca Batıyla dengeleme
oyunlarını mahirce oynamıştır ki Batı hem
destekçi hem de provakatördü.
ASEAN’ın, Türkiye’yi Dostluk ve İşbirliği
topluluğuna dâhil etmeye rıza gösterdikten
sonra geçen Temmuz ayında aniden U
dönüşü yapması, Türkiye’ye karşı böylesi
müphem bir duruşu sergilemiştir. Seküler bir
diğer ulus, Endonezya, daha önce onaylamış
olmasına rağmen Ankara’nın ortaklığa
yükselişine hararetle karşı çıkmıştı. O
zamanlar bu sav, Türkiye’nin art niyetlerine
bağlanmıştı. Daha önceleri, bazı ASEAN
üyeleri Türkiye’nin Dostluk ve İşbirliği
grubuna katılma arzusunu, AB’nin bölgedeki
nüfuzunu karşılamaya yönelik daha geniş bir
taktiğin parçası olarak görmekteydiler. İşler
bu yıl planlandığı üzere devam ederse,
DİA’nin imzalanması bu NATO ülkesine,
AB’nin Üçüncü Protokol’e katılacak yeni bir
taraf olarak DİA’ya katılımını engelleme
hakkı verecek.
ASEAN, iklim değişikliği veya Güney Çin
Denizi gibi konularda farklı görüşlere sahip
olabilir ama bu grup, İsrail-Filistin
çatışmasında ortak bir zeminde güçlü bir
şekilde birleşmiştir. ASEAN liderlerinin
geçmişte yayınladıkları ortak bildiriler,
Filistinlilerin self-determinasyon haklarına
sarsılmaz bir destek ifade etmiştir. Gelecek
hafta yapılacak olan ASEAN bakanlar
toplantısından, Gazze ablukasını kınayan bir
bildiri çıkması şaşırtıcı olmaz.
Kaçınılmaz olarak, Türkiye, DAİ imzacısı
olduktan sonra ASEAN’la kurduğu yeni
bağları hızla pekiştirmeye bakacaktır.
Bölgesel davranış kurallarını kabul etmek,
ASEAN ve ötesine akın etmenin kısa ve etkili
yoludur.
Bu belge, AB ve Afrika Birliği gibi bölgesel
örgütlerin
DİA’ya
katılımına
imkan
tanımaktadır; ve 27 ülkeden Yüksek Akit
Tarafların oybirliğine ihtiyaç duyuluyor.
1998’de tamamlanan İkinci Protokol,
Güneydoğu Asya dışındaki ülkeleri de buna
dâhil etmiştir. DAİ anlaşmasına ek Birinci
Protokol (1986) çerçevesinde DAİ imzacısı ilk
ülke, Papua Yeni Gine’ydi ; bu ülke, ASEAN
gözlemcisidir.
1 Ağustos 2010
Kaynak: The Nation (Bangkok)
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Geçen Mayıs ayında Dışişleri Bakanlığı
koltuğuna oturan Davutoğlu, İKÖ’nün
Tacikistan’da yapılan son toplantısı dâhil
düzenlenen çeşitli toplantılarda ASEAN’daki
mevkidaşlarını hayran bıraktı. Komşu
11
Türkiye anahtardır - İsrael Şamir
sevkederek itaat ettirmeyi amaçladı; Mavi
Marmara'da kan banyosu emrini vermeleri
bu yüzdendi. Artık bildiğimiz üzere, İsrailli
komanadılar direnişle karşılaşmadan evvel
ateş etmeye başlamışlardı. Beyzbol için değil
boyun eğdirmek için oradaydılar. Cinayet, bir
sürpriz veya yanlış hesabın sonucunda
işlenmedi. Türkiye'ye karşı açık bir saldırydı.
Türkiye'de bombalar patlamaya başladı,
terörist
bombalamalar
ve
saldırılar
düzenleniyor. Neredeyse her gün Türk
askerleri ve siviller öldürülüyor. Cinayetler,
zahirde Kürt teröristleri PKK tarafından
işleniyor ama aslında İsrail'in Türk
bağımsızlığına karşı yeni bir adımıdır bu.
İsrail'in yüreklendirdiği PKK, terörist
faaliyetlerini İzmir'e, Ege ve Karadeniz
sahillerine kadar genişletti.
İsrail'in Türkiye'yle çatışması, câni bir
baskının talihsiz sonucu değildir. İkisi
arasındaki cepheleşme, katliamdan iki hafta
önce 17 Mayıs 2010'da artmıştı. Türkiye,
Brezilya ile birlikte, etrafı sarılı İran'la
nükleer yakıt takas anlaşmasını imzalayarak
Tahran Bildirgesini yayınladılar. Bu bildirge,
ABD-İsrail'in İran'ı bombalamazdan evvel
İran'a ölümüne müeyyide uygulama
planlarını raydan çıkarabilecektir.
İsrail'in Kürt teröristleri yıllardır eğitiyor,
silahlandırıp teçhizatlandırıyor; İsrailliler, Irak
Kürdistanı'nı kendi toprakları haline
getirdiler;
İsrailli
işadamları
Kerkük
petrolünün İngiliz hâkimiyeti döneminde
olduğu gibi Hayfa'ya akması için beklerken
kendi işlerini çeviriyorlar. Kürtler, yıllardır
İsrail'in gizli saklı bir aletiydi; şimdi faaliyet
geçmiş olmaları, İsrail'in Türklere bir ders
vermek istediğini gösterir.
İsrail, İran'ın mahvolduğunu görmek istiyor;
Irak'ın yıkılışını istediği kadar Gazze'nin
açlıktan kırılmasını ve geri kalanların da
gözlerinin korkutmayı istedi. Nükleer takas
anlaşması, müeyyidelerin altında yatan
mantığı baltaladı. İsrail lobicilerinin ABD ve
Avrupa'daki tüm fesat planları bir anda
silindi. Hakikat, müslümanların dediği gibi:
“Onlar tuzak kurarlar ama Allah daha iyi
tuzak kurar.”
ABD'de önde gelen neocon dergisi
“frontpagemag”, Türkiye'nin Filistine verdiği
desteğe misilleme olarak Kürtlere destek
verilmesi için açıkça çağrıda blundu. Bir
başka Yahudi düşünce kuruluşu, Türkiye'ye
zarar vermek amacıyla yüzyıllık Ermeni
trajedisini kınamak için ABD Kongresini
seferber etmekten bahsetti. Yahudi lobisi,
yıllarca Türkiye'nin tarafını tuttuktan
sonrataraf
değiştirmeye
ve
Ermeni
iddialarını desteklemeye karar verdi. Bu
yüzden de Türkiye her yönden saldırı altında.
Popüler İsrail sloganında denildiği gibi
“kuvvet işe yaramıyorsa, daha fazla kuvvet
kullanılması” beklenebilir.
İsrail,
Türkiye-Brezilya-İran
anlaşması
haberlerini büyük bir darbe olarak kabul etti.
İsrail'de yayınlanan gazeteler “kurnaz Türkler
ve İranlılar bizi mağlup etti” diye manşetler
attılar. O kadar da çabuk değil. ABD Dışişleri
Bakanlığı “bu ayaktakımının neyde mutâbık
kaldıklarını umursayan da kim? Birisini
bombalamaya
karar
vermişsek,
bombaayacağız.
Gerçeklerin
kafamızı
karıştırmasına
müsaade
etmeyeceğiz”
diyerek hasarı asgariye indirdi. New York
Times'dan Thomas Friedman “Holokost
inkarcısı bir hayduta” hayat hakkı
31 Mayıs 2010 tarihindeki Filo katliamının
açıklamasıdır bu. Mavi Marmara saldırısı,
gitgide bağımsızlaşan Türklere kısa ve keskin
bir şok olması amacıyla düzenlenmişti.
İsrailliler, Türkleri korku ve dehşete
12
tanınmasından” duyduğu hayal kırıklığını
ifade ediyordu.
Yahut da bir yıl önce Ocak 2009 tarihinde,
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
Davos'ta
yapılan
Dünya
Ekonomi
Forumu'ndan kalkıp gittiğinde başladı.
Erdoğan, Gazze'deki kitlesel katliamı haklı
gören Şimon Peres'e cevap verirken batılı
moderatörün sözünü kesme teşebbüsü
üzerine canı sıkılmıştı.
Takas anlaşmasını pişkinlikle göz ardı eden
BM Güvenlik Konseyi 9 Haziran'da
müeyyideleri onayladı. Müeyyide kararını
desteklemeleri için Moskova ve Pekin'e
rüşvet verildi ya da şantaj yapıldı. Pekin,
Kuzey Kore üzerinde bir karşılaşmadan
sakınmak için top oynamayı tercih etti.
Batırılan Güney Kore gemisi hikâyesi, Kuzey
Kore'ye saldırı bahanesi yarattı ve böylesi bir
saldırı,
Çin'e
zarar
vermekle
neticelebilecekti. Çinliler, batılıların Sincan
ve Tibet'e karışmalarından dolayı da
savunmasız.
Veyahut da 2007 Eylül'ünde, İsrail uçakları
Türkiye üzerinden uçup “müsaadenizle” bile
demeksizin
Suriye'yi
bombaladığında
başladı.
Hatta daha önce bile olabilir; Türkiye, asırlık
köhne (...) ideolojisini bertaraf ederek
bağımsızlığını ileri sürdüğünde başlamıştı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün laik ulusçuluğu,
Osmanlı için bir tuzak olmuştu. Kaba
Kemalist Türkiye, zorunlu olarak NATO üyesi
oldu, Arapların, İranlıların düşmanı,
Amerika'nın uysal uydusu, İsrail'in sâdık
müttefiki ve Kürtlerin ezeni.
Ruslar ise kıymetli hediyeler aldılar:
Ukrayna, Rusya'nın kollarına geri döndü;
Gürcistan marjinalleştirildi; yeni nükleer
anlaşma, Rusların bekleyeceği başka
herşeyden çok daha iyiydi. Aynı zamanda,
Moskova, Ruslara düşmanlarının bela
tohumları ekme kabiliyetlerini hatırlatan bir
terörist saldırının acısını çekmişti.Ancak
Türkiye, müeyyidelere karşı oy kullandı,
Ortadoğu için güvenilir bir eksen olarak yeni
bölgesel rolünü ispatladı.
Türkiye'yi reformdan geçmesi için elinden
geleni yapan Avrupalılara artık teşekkür
etme vakti geldi. Türkiye'yle nihayeti
olmayan müzakereler yürüten Avrupa,
ordunun iktidar üzerindeki demir bileğini
serbest bırakmasını talep etti. Avrupa'nın bu
nazik teşviki olmasaydı, Türkiye halen
siyonist bir general veya siyonist generalin
atadığı bir kişi tarafından yönetiliyor olurdu.
Türkiye ve İsrail arasındaki çatışma, İran'la
yapılan
nükleer
takas
anlaşmasıyla
başlamadı: Ocak 2010'da, İsrail dışişleri
bakan yardımcısı Dani Ayalon, Türk
büyükelçisini davet etti ve kameralar önünde
aşağıladı. Şark usûlüne göre, Büyükelçi
Çelikkol'a
Ayalon'un koltuğundan daha
alçakta duran bir koltuk gösterildi. Ayalon,
büyükelçiyle tokalaşmadı ve kameralar
çekim yaparken yanında hazır bulunan
gazetecilere ibrânice konuşarak şöyle dedi:
“Daha alçakta duran bir koltuğa oturduğunu
ve masada yalnızca İsrail bayrağının
olduğunu göstermek istiyoruz.”
Geçen Noel'de Türkiye'yi ziyaret etmiş ve
Gazze için yola çıkmaya hazırlanan
eylemcilerle görüşmüştüm. Türkiye iyi iş
çıkarıyor: Ekonomik kriz yok, ekonomik
büyüme istikrarlı bir şekilde devam ediyor,
Kürtlerle barış yapıyor, Ermenilerle barış
yapmak için cesur atılımlar gerçekleştiriyor
ve din ile özgürlük arasında mükemmel bir
denge var. Dileyen hârika bir şekilde restore
edilmiş Osmanlı câmisinde ibadetini
13
yapabilir; dileyen bir kafeye giderek nefis
Türk şarabını içebilir. Kızlar ne başörtülerini
çıkarmaya zorlanıyorlar ne de kollarını
örtmeye.
(Doğu'da)
Uluslararası
Mahkeme'nin
kurulması,
bölgenin
kolonizasyondan
kurtuluşu ve istikbalde Ortadoğu Birliği
olarak birleşmesi yöninde atılmış ciddi ve
gerçekçi bir adımdır.
ABD Savunma Bakanı Robert Gates,
“Türkiye'yi kaybettik” dedi ve Türkiye'yi
kabul etmeyi reddeden Avrupa Birliğini
suçladı. Fakat bu ret için Avrupalılara
teşekkür etmeliyiz. Türkiye'nin AB'de
olmasını istemiyoruz; Türkiye'ye kendimiz
için, bölge için ihtiyaç duyuyoruz.
Kaynak:ZNet
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Avrupa Birliği'nin bölgesel emsali bir
Ortadoğu Birliği kurmak gibi büyük bir plan
var. Bu yeni oluşumun başında olmak,
Türkiye için doğru yerdir. Avrupa Birliği'nin
bir yere kadar Şarlman İmparatorluğu'nun
restorasyonu olması gibi, bir bakıma,
Osmanlı İmparatorluğunun restorasyonu
olacaktır bu. Fark şu ki Avrupa asırlarca
parçalı bir haldeyken, bizim bölgemiz 1917'e
kadar birleşikti. Tam siyasi birlik ötelerde
olsa bile, bu amaç doğrultusunda iyi bir
başlangıçtır.
Türkiye ve Arap komşuları arasında serbest
ticaret anlaşmaları hâlihazırda var; mânevi
boyut hazır zira İstanbul, Hilâfetin son
pâyitahtıydı. Türkiye, şimdi de Siyonist
aşırılıklar
dâhil
bölgesel
sorunlarla
ilgilenecek
bölgesel
bir
Uluslararası
Mahkeme kurabilir. Avrupa halen Siyonist
kontrolün kıskacında ve Uluslararası Adalet
Divânı ve Hague'daki Uluslararası Ceza
Mahkemesi Siyonist suçluları yargılamak için
uygun yerler değildir. Dahası, bulundukları
coğrafi mekan, geçmişin Avrupa merkezci
dünyasını anımsatmaktadır. Bölgesel bir
mahkeme,işgal altındaki Irak'ta ve diğer
Ortadoğu ülkelerindeki savaş suçlularının
hesabını inandırıcı bir şekilde görebilir.
Richard Falk ve hâkim Goldstone gibi büyük
hukukçular hâkim kürsüsüne davet edilebilir.
14
Türkiye'yle konuşmak - Arnaud de
Borchgrave
ülke oldu. Yakın bir askeri ittifak, bu ilişkinin
bir parçasıydı. İsrail hava kuvvetleri, eğitim
amaçlı
olarak
Türk
hava
sahasını
kullanabiliyordu. İran nükleer tesislerine
düzenlenecek bir İsrail saldırısı için de
değerli bir hava sahasıydı.
Jeopolitik tektonik plakalar beş yıl önce
Türkiye,
AB
üyeliği
müzakerelerine
başladığında
göz
korkutucu
şekilde
gıcırdamaya başlamıştı. Fakat Ankara'nın,
AB'nin rol yaptığı hükmüne varması çok
uzun
sürmedi.
AB'nin
20
milyon
müslümanına (Pakistan asıllı İngilizler, Kuzey
Afrika asıllı Fransızlar, Türk asıllı Almanlar) 70
milyon Türk müslümanı (10 yıl sürmesi
beklenen müzakere süreci zarfında nüfusu
80 milyona çıkacak) eklemek için pek iştah
yoktu. Avrupa'da kiliseye devamlılık sürekli
azalırken, binlerce câmi dolup taşıyor.
Türkiye'nin harekete geçme vaktiydi.
Ancak herşey bir gecede değişti. Türkiye ve
İsrail, yakın dost olmaktan çıkıp düşmanlığın
eşiğine yol alan muhasımlar oluverdiler.
İsrail'in 2009 Ocak ayında 1.400 Filistinlinin
ve 13 İsrailli'nin hayatını kaybettiği Gazze
işgali, ateşleyici fünyeydi. Türk-İsrail
ilişkilerinin kopuşu, İsrail komandolarının
Gazze'ye doğru seyreden yardım yüklü Türk
gemilerinden oluşan bir filoya borda
etmeleriyle gerçekleşti. İsrail, gemideki
sivilleri, el Kaide'yle eşit, İslami grup İnsâni
Yardım Vakfının (IHH) eylemcileri olarak
damgaladı. Fakat IHH, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın iktidardaki partisinin bir
destekçisi de.
Türkiye, özelde ABD'yle genelde NATO'yla
ittifakının çantada keklik görülemeyeceğini
2003 yılında ispatlamıştı. Dördüncü Piyade
Tümeni, Saddam Hüseyin rejimine karşı
kıskaç harekâtının parçası olmak üzere
Türkiye'de karaya ayak basıp Irak'a geçmeye
hazırken Ankara hayır dedi ve kıskaç harekâtı
çöktü. Masraflar arttı, yeniden planlama
yapıldı ve Dördüncü Piyade Tümeni Arap
Yarımadası çevresinden dolanarak Kuveyt'e
doğru yol aldı. O zamanın Savunma Bakanı
yardımcısı Paul Wolfowitz, Türk liderlerle
birlikte olduğu bir hazırlık konferansında
işaretleri yanlış okudu.
Sayın Erdoğan'ın İran Cumhurbaşkanı
Mahmud Ahmedinejad'ı İstanbul'da “aziz bir
dostu” gibi sıcak karşılaması ve 9 Haziran'da
BM Güvenlik Konseyin'de oylamaya sunulan
müeyyidelere muhalefeti, konvansiyonel
diplomasiden kopuşun, Türkiye'nin yeni
BlackBerry / ileri diplomasisi'nin nişânıdır –
ki dış politika yetkililerin ve diplomatların
yanı başlarında gerçek zamanlı olarak büyük
değişimler olurken.
Türk liderleri, dünyadaki pek çokları gibi,
Başkan George W. Bush'un Irak'ı işgal
kararının ardında yatan saikleri anlamak için
zor anlar yaşamışlardı. Diplomasinin bir âlem
dilinden mahrum olan Saddam, Mollalar
İran'ına karşı batının en iyi savunma hattıydı.
Her iki tarafın bir milyon kayıp verdiği, açık
bir kazananın olmadığı sekiz yıl süren (19801988) bir savaş yapmışlardı.
Sayın Erdoğan, Hamas'ı terör örgütü olarak
nitelendirmeyi kabul etmiyor ve Türkiye'nin
NATO'daki rolünü artık öncelikli bulmuyor.
Ordunun 1960'dan beri sivil hükümetin
devrildiği beşinci bir darbe düzenleme
ihtimalini ortadan kaldırmak için Kasım
ayında 52 subayın tutulanması emrini verdi.
Balyoz Operasyonu, câmilerin ve müzelerin
havaya uçurulmasını içerdiği iddia edilen
plan, ordunun İslami yönelimli hükümeti
Türkiye, 1949'da İsrail'i tanıyan ilk müslüman
15
devirecek olmasının işaretiydi.
Vietnam'ı askeri yardımdan mahrum
bırakarak aslında Kuzey Vietnam'ın öldürücü
darbesini davet etmişti) kıyaslanabilecek bir
bozguna doğru seyrettiğini görüyorlar.
Türkiye her ne kadar Afgan askerlerini
eğitmek gibi geri hizmetlerde yer alıyorsa da
halen 1.750 askeri Afganistan'da bulunuyor.
Hükümetin yalanlamalarına karşın, savcılar
içlerinde
askerlerin,
akademisyenlerin,
politikacıların ve gazetecilerin bulunduğu
400 kişiyi hapsettiler. Hiç kimsenin Sayın
Erdoğan'ı kayıt amacıyla eleştirmeye niçin
istekli olmadığını açıklar bu.
Afganistan savaşı hakkında speakülasyon
yapan müstehzi eski bir Türk dışişleri bakanı
“gidişâta
bakılırsa,
Kongreniz,
ABD
istihbaratının doğruladığı 3 trilyon dolar
değerindeki mineralleri işletmek üzere Çin'in
yeni Taliban rejimiyle anlaşma yapması için
Afganistan'ı güvenli bir yer yapmış olacak”
diye bir sır verdi.
I. Dünya Savaşı'nda bir ordu subayı olan,
1924'te Osmanlı İmparatorluğunun hilafetini
ilga eden, Arap alfabesinin yerine Roma
alfabesini yerleştiren, kadınlara oy hakkı ve
batılı kıyafetleri giyme izni veren, modern
Türkiye'yi kurmuş Atatürk'ten bu yana, ordu,
İslamcıların çizgiyi aşmasına karşı kendisini
laik devletin koruyucusu olarak görmüştü.
Küresel güç dengesinin doğuya doğru eğilim
gösterdiğini düşünen Türk yetkililer, ufukta,
Orta Asya'nın büyük kesimine yayılan büyük
bir Türki ulus olduğunu da düşünecektir.
Onlar nazarında, Afganistan'dan ağır bir
NATO çekilişini görmekten daha heyecan
verici bir manzaradır bu; veya Türkiye'nin
acılı düşmanı Yunanistan'ın, Avrupa'nın
hasta adamının, acıyla inşa edilmiş Avrupa
Evi'ni
neredeyse
göçerttiği
Avrupa
Birliği'nden
İşin esâsı, politikacıların, akademisyenlerin
ve gazetecilerin bu hafta İstanbul'da kayda
alınmamak şartıyla açıkladıkları üzere, Sayın
Erdoğan ve ahbaplarının bu yüzyılın geçen
yüzyıl
gibi
bir
Amerikan
yüzyılı
olmayacağına, jeopolitik güç dengesinin
doğuya kaydığına ve Sünni-Şii İslam arasında
köprü kuracak şekilde dizayn edilecek
Ortadoğu'da liderlik konumuna çıkmanın
Türkiye'nin rolü olduğuna kendilerini
inandırmış olmaları yatıyor.
25 Haziran 2010
Sayın Erdoğan, İran'ı gizli nükleer silah
programını askıya almaya, bir bomba veya
nükleer başlığı üretmekten uzak durmaya
ikna edebileceğine de inanıyor. Aslında İran,
altı ay zarfında nükleer silah üretebilecek
araçlara sahip ülkeleri yani Japonya ve
Brezilya örneğini takip edecektir.
Kaynak: Washington Times
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Sayın Erdoğan, tıpkı diğer pek çok lider gibi,
Başkan Obama'ya karşı yüksek umutlar
besliyordu. Fakat şimdi Obama'nın işlev
bozukluğu yaşayan yönetim sistemine baş
eğdiremediğini, Kasım ayında Kongre'nin iki
kanadından birinde veya ikisinde birden
kaybedebileceğini ve Afganistan'ın takriben
1975'lerin Vietnam'ıyla (Kongre, Güney
16
Türkiye, ABD ve imparatorluğun
alacakaranlığı - Conn Hallinan
Ankara'nın bakış açısından, Türkiye, Irak'taki
kargaşının, İsrail hükümetinin saldırgan
politikalarının ve İran nükleer programı
üzerinde artan gerilimlerin hesabını
ödemektedir. USAK başkanı Sedat Laçiner'in
New York Times'a söylediği gibi, “batılı
ülkeler bir şeyler yapıyor, bedelini Türkiye
ödüyor.”
Amerikan kuvvetleri, Saddam Hüseyin'i hızla
devirdikten sonra kendilerini Irak'ta
güçlenen bir ayaklanmanın ortasında
bulduklarında akla ilk gelen benzerlik ilişkisi
Vietnam oldu: Bir işgal ordusu, evinden çok
uzakta, karanlık bir düşman tarafından
kuşatılmış.
Fakat
İndependet
ve
Counterpunch Ortadoğu muhabiri Patrick
Cockburn, artan kargaşanın Güneydoğu
Asya'daki o savaştan ziyâde Boer Savaşına
benzediğini söylemişti.
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Soğuk
Savaş bitti ama “yeni bir küresel” düzen
ortaya çıkmadı diyor. O “mekanizmalar”
ortaya çıkana dek, “küresel siyasi, iktisâdi ve
kültürel kargaşayı karşılamak ve çözümler
bulmak, büyük ölçüde ulus devletlere
düşmektedir.”
Çoğu Amerikalının hakkında hiçbir şey
bilmediği, 18'nci yüzyıldan 19'ncu yüzyıla
geçilen
dönemeçte
Hollandalı
yerleşimcilerle
İngiliz
İmparatorluğu
arasında Güney Afrika'da geçen bir savaştır
bu. Fakat bu benzerlik, Türkiye gibi bir
ülkenin artan nüfuzu ve Washington'ın
bölgesel ve küresel siyasete artık niçin hâkim
olamayacağı hakkında da çok şey anlatır.
Türkiye-ABD ilişkilerinde İran ve
çevresinde gelişen gerilimi ele alın.
Davutoğlu'nun “yeni bir küresel” düzen
gözlemi, ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve
Çin'den oluşan beş büyük gücün hâkim
olduğu BM Güvenlik Konseyi'nin üstü örtük
eleştirisidir. Türkiye, Brezilya ve Hindistan
gibi ülkeler, mevcut kurulumdan gitgide
daha fazla mutsuz oluyorlar ve masada yer
istiyor yahut Konsey'in gücünün azaltılmasını
talep ediyorlar. Son İran'a müeyyide kararı,
Konsey'de 12 evet, 2 hayır bir de çekimser
oyla geçti. Halbuki Genel Kurul'da
geçirilemezdi.
İsrail
Türkiye-Brezilya'nın İran'la ortak barış planı
ve Gazze Filosuna yapılan son saldırı
dolayısıyla Ankara ve Tel Aviv'in bozuşması
hakkında Amerika'da yapılan en yaygın
yorum, Türkiye'nin “doğuya bakıyor” oluşu.
Yükselen İslamcılıktan ABD Savunma Bakanı
Robert Gates'in Batı'nın Ankara'nın AB'ye
katılımını
engelleyerek
Türkiye'yi
yabancılaştırdığı açıklamasına kadar çok
çeşitli gerekçeler sunuluyor. Türkiye'nin
yükselişi, bu ülkedeki iç gelişmeleri
yansıtırken, artan nüfuzu, Amerikan
gücünün çöküşünü yansıtmaktadır ki
Washington'ın Ortadoğu ve Orta Asya'da
izlediği yıkıcı politikaların bir sonucudur.
Türkiye, iç siyasetinde, evi düzene sokmaya
bakıyor. Dört darbe gerçekleştiren muktedir
orduyu
kışlasına
gönderdi;
gücü,
İstanbul'daki seçkinlerden Türkiye'nin orta
ve doğu kesimine kaydırdı; iç baskıyı
gevşetti; ve hatta Kürt azınlığıyla anlaşmaya
bakıyor. Meclis'in önündeki tasarı, Kürt
azınlığın
Kürtçe
televizyon
kanalları
kurmasına izin verecek ve ayrımcılıkla
mücadele komisyonu kuracak.
Türkiye
dışarıda
ise
Davuroğlu'nun
“komşularla sıfır sorun” politikasını izliyor.
17
Böylelikle, Suriye'yle karşılıklı olarak baltalar
toprağa gömüldü ve Türkiye, Irak Kürtlerine
erişti. Kuzey Irak'ta faaliyet gösteren 1.200
şirketin yarısı Türk şirketi ve sınır ticaretinin
bu yıl 20 milyar doları bulması bekleniyor.
Kürtler de Ankara'nin istediği bir şey var: 45
milyar varil petrol rezervi ve bol miktarda
doğalgaz.
doğalgaz ve petrolünün yüzde 20'sini
İran'dan alıyor ve Tahran, daha değerli bir
ticari ortak halinen geldi. Esasen, Türkiye,
İran ve Suriye, Irak'ı da ihtiva edecek bir
ticari grup oluşturmayı düşünüyorlar.
Ankara ve İsrail'in bozuşması, İslam'ın
büyümesine atfediliyor ama Başbakan
Tayyip Erdoğan'ın Adâlet ve Kalkınma
Partisi'nin İslamcı bir damarı varsa da
Türkiye'nin İsrail'e kızgınlığı dini değil
siyasidir. Şu anki İsrail hükümetinin
Filistinlilerle
çatışmayı
çözüme
kavuşturmada çıkarı bulunmuyor ve
Netanyahu hükümetinin önde gelen üyeleri,
İran, Suriye ve Lübnan'ı savaşla tehdit ettiler.
Bu ülkelerden her hangi biriyle yapılacak bir
savaş bölgesel çatışmaya dönüşebilir ve
İsrailliler,
konvansiyonel
silahlarla
muhaliflerinin üstesinden gelemeyeceklerini
anladıklarında nükleer bir savaşa bile
dönüşebilir bu.
Türkiye, İran'la ilişkilerini genişletti; enerji ve
ticaret konularında Rusya'yla yakın işbirliği
yapıyor. Ermenistan'la ilişkilerde buzların
çözülmesi için bile çalıştı. Şam ve Tel Aviv
arasında, Irak'taki sünniler ve şiiler arasında,
Balkanlar'da Boşnaklar ve Sırplar arasında
aracılık yürüttü ve Kafkasya'daki gerilimi
azaltmak için çabaladı. Afirka'da 15, Latin
Amerika'da 2 büyükelçilik açtı.
Ahmet Davutoğlu, Türk dış politikasının “çok
büyutlu” olduğunu söylüyor yani “Rusya'yla
iyi ilişkiler, AB ile ilişkilerin alternatifi
değldir” ki Soğuk Savaş'ın vasfı olan sıfır
toplamlı oyun diplomasisinin açıkça
reddedilmesidir.
Ankara'nın savaştan kaybedeceği çok şey
varken
bölgesel
ticari
anlaşmaları
beslemekten ve siyasi istikrarı inşa etmekten
kazanacağı çok şey var. Türkiye, dünyanın
16'ncı, Avrupa'nın ise yedinci büyük
ekonomisidir. Türkiye, uluslararası gerilimin
azalmasında çıkarı olan diğer uluslarla da
yakından çalışmaya başladı. Ankara'nın
Brezilya ile ortaklığı kaza değildir. Türkiye gibi
Brezilya'nın da
ekonomisi kıpır kıpır;
Brezilya, Mercosur'la birlikte dünyadaki
üçüncü en büyük ticari örgütü oluşturan kilit
aktördür. Güney Amerika'nın dünyanın en
barışçıl bölgelerinden biri olması için
azımsanmayacak bir rol oynamaktadır. ABD
ise Honduras hükümetine verdiği destekten
dolayı, Kolombiya'daki askeri üslerini
genişletmesi
ve
rağbet
görmeyen
uyuşturucuyla
mücadelesi
dolayısıyla
kızgınlığa yol açıyor. Eğer dünyanın büyük bir
kesimi, Türkiye ve Brezilya gibi bölgesel
Türkiye'nin artan nüfuzu, kısmen de
Ortadoğu'daki siyasi boşluğun yansımasıdır.
ABD'nin Mısır, Ürdün, S. Arabistan gibi
geleneksel müttefikleri gitgide tecrit içine
düşüyorlar, ekonomik sıkıntılarla boğuşuyor,
iç muhalefete karşı paranoyak davranıyor ve
İran'a karşı öfkeleniyorlar.
Türkiye'nin artan nüfuzu, ABD tarafından
hoşça karşılanmadı özellikle de nükleer takas
anlaşması. Ancak Türklerin bakış açısından,
nükleer uzlaşma, istikrarsız bir muhitteki
gerilimi azaltma çabasıydı. Türkiye, İran'ın
nükleer silahlara sahip olması noktasında
ABD'den daha hevesli değil fakat Laçiner'in
de dediği gibi “bir diğer Irak istemiyor.”
Burada bir özçıkar da var elbet. Türkiye,
18
güçlerin istikrar merkezi olduğu hükmüne
varırsa, ABD gittikçe ağır elli ve etkisiz
olurken, hiç kimse onları suçlayamaz.
İngiltere en nihayet Boer Savaş'ında (18891902) zafer elde etti ama dünyanın en büyük
ordusu için kolay bir iş gibi görülen şey
İngiltere'nin en uzun ve en pahalı sömürge
savaşına döndü. İngiltere, ancak ve ancak
Boer kadınlarını ve çocuklarını temerküz
kamplarına toplayarak işin sonunda kazandı;
bu kamplarda 28.000 kişi açlık ve
hastalıklardan dolayı hayatları kaybettiler.
Tüm dünyada sömürge halkları bir şeyi fark
etmişlerdi: Ayaktakımından bir gerilla
kuvveti, Britanya'nın byük ordusunu açmaza
itmişti. Boer Savaşı, İngiliz İmparatorluğunun
temel bir zayıflığını ispatlamıştı tıpkı Irak ve
Afganistan'ın, güçlü ülkelerin bir bölgeye ya
da küreye hâkim olmak için kuvvet kullandığı
dönemin sona erdiğini ispatlamış olması
gibi.
Bilgi Üniversitesi'nden Siyaset Bilimcisi Soli
Özel'in Financial Times'a dediği gibi “dünya,
son iki veya üç yüzyıldır onu yöneten
güçlerin diktalarını kabul etmeyecek.”
24 Haziran 2010
Kaynak: Counterpunch
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
19
nâfile bir misyona soyunduran Pan-Türkçü
yanılgılar, Türk dış politikasına hiçbir zaman
rehber kılınmamıştır ve Çin’i ziyaret fırsatıyla
Urumçi’ye yaptığı ziyaret bir yana, Tayip
Erdoğan
Pan
Türkçülüğe
hiç
ilgi
göstermemiştir. Bilakis Atatürk, Türkiye’nin
tüm komşularıyla barış içinde olması ve tam
bir tarafsızlık sergilemesi gerektiğine
inanmıştır.
Atatürk ve Türk dış politikası Daniel Larison
Walter Russel Mead, American Interest’te
şöyle yazmış: “Atatürk’ün batı yönelimi,
Türkiye’nin zengin ve teknolojik bakımdan
ileri batıdaki yerini bir yere kadar
sağlamlaştırmaktaydı; Türkiye’yi doğudaki
bölücü çatışmalara da sımsıkı kapatıyordu.
Batıya karşı duyulan hayal kırıklığı, anlaşılır
bir şekilde bazı Türklerin doğuya doğru
bakmasına yol açıyor; ortaya çıkacak
sonuçların ise Atatürk’ün Türk ulusal
stratejisini çürütmesi değil de haklı çıkarması
daha muhtemeldir.”
Açıktır ki Türkiye NATO’ya katıldığı anda
tarafsızlıktan vazgeçmişti ama asıl önemlisi,
bu adımın, Atatürk’ün mirâsından Erdoğan
ve AK Parti’nin yapmayı teklif ettiği her
şeyden çok daha önemli bir kopuş olduğunu
anlamaktır.
Sonraki
Kemalistlerin
yaptıklarıyla Atatürk’ün onlardan yapmasını
istediği şeyleri kolayca birleştirmekten
sakınmalıyız. AK Parti’nin “komşularla sıfır
sorun” politikası, Sovyet karşıtı ve sonra da
Hüseyin
karşıtı
Kemalist
haleflerin
politikalarına nazaran, Atatürk’ün ve
başlarda İnönü’nün de izlediği dış politikayla
aynı çizgide olmaya daha yakındır. Şimdi
mademki Sovyet tehdidi ortadan kalkmıştır,
Türkiye’nin orijinal dış politika duruşundan
vazgeçmesinin pek bir anlamı da yoktur.
Bu açıklama, Mead’ın şu anki Türk
hükümetinin
“Atatürk’ün
görüşünden”
uzaklaştığını abartmasına yardım eden
önemli birkaç eksikle mâlûldür. Atatürk
ülkenin başındayken, Türkiye, Irak’ın
kurulmasından sonra yıllarca çözümsüz
kalmış Musul Vilâyeti’nin kontrolü gibi
“doğudaki” ihtilaflara müdahildi. Türkiye
daha
sonra,
kısa
ömürlü
Hatay
Cumhuriyetini ilhak etti. Çok yakın tarihte ise
PKK ile mücadelesi, Türkiye’yi Öcalan’a
barınak sağlayan Suriye’yle 1998’de savaşın
eşiğine getirmişti. Karabağ, Ermenistan’ın
desteğiyle Azerbaycan’dan koptuktan sonra,
Türkiye Azerilerle aynı safta buluştu ve
bugün de kapalı duran Ermenistan sınırını
kapattı. Zaruri olarak, Türk siyasetinde bir
“doğu” boyutu her daim olagelmiştir.
Neticede, eski Sovyet tehdidi ortadan
kalkmışken Türkiye, cephe ülke gibi işlev
görmeye niçin devam etmek zorunda olsun?
Türkiye, hem de Türklerin pek çoğu
komşularını tehdit edici bulmazken,
komşularına
karşı
Amerikan
askeri
operasyonları için harekât merkezi olmayı
niçin sürdürsün? Son birkaç yıldır bahse
değer olan bir şey varsa o da Türkiye’nin
Washington’ın tehdit olarak gördüğü
yönetimler dâhil komşularıyla ilişkilerini
iyileştirmeye
gayret
etmesi
değil
Washington’ın, Türkiye’nin batı güvenliğine
mensûbiyetini, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve
orjinal Türk dış politika geleneğine ters
düşürmekte ısrar edip dururken Türkiye’nin
batı güvenlik yapılarına bağlı kalmayı hâlâ
Atatürk’ün doğuda en çok sakınmak istediği
şey, Türkiye’yi kendi kendine zarar verecek
türde bir mâceraya itebilecek, Yunan Megalo
İdea’sından
kaynaklanan
bir
PanTürkçülüğün ayartıcılığıydı. Atatürk kesinlikle
bir Türk ulusçusuydu fakat Anadolu’ya kök
salmış ve orayla sınırlı bir Türk ulusu
tasavvur etmiştir. Enver Paşa’yı sürgünde
Orta Asya’daki Türkî halkları toparlamak gibi
20
sürdürmesidir. Eğer Türkiye katı tarafsızlık
politikasına tekrar dönse, Atatürk’ün
mirâsına daha uygun hareket etmiş olacaktır.
Amerika, Türkiye’nin ittifakından istifade
etmeyi sürdürürken, Amerikalılar da
Türkiye’nin şu anki hükümetinin, Atatürk’ün
ülkesi için istediği şeyle doğrudan çatışma
içinde olmasına rağmen II. Dünya Savaşı
sonrasında Türk dış politikasında yaşanan
eksen değişimini koruma istekliliğinden
hoşnut olmalıdırlar. Kaldı ki kurucuların
siyasi tarafsızlık görüşünü benimsemiş olsak,
hem Amerikalılar hem de Türkler bunun
faydasını görecektir.
23 Haziran 2010
Kaynak: American Conservative
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
21
büyük şirketler) tedricen etkisizleştirerek
Türkiye’yi teokratik bir otokrasiye çevirecek
gizli bir gündem izliyor diyorlar.
Savlarını desteklemek için, Türkiye’nin
Amerika’ya 2003 yılında Saddam Hüseyin’i
devirmeyi kolaylaştıracak stratejik bir
mekanı
kullanma
izni
vermeyişini,
Erdoğan’ın - Brezilya Devlet Başkanı Lula da
Silva ile birlikte – İran Cumhurbaşkanı
Mahmud Ahmedinejad’la İran nükleer
meselesini
yönetmeye
çalışmalarını,
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a
karşı müeyyidelerin ağırlaştırılmasına hayır
oyu vermesini, Hamas ve Hizbullah gibi
radikal örgütlerle Türk hükümeti arasındaki
temasları ve muhalefet partilerinin laik
devlete zarar verecek dedikleri anayasa
değişikliğini referanduma sunma planlarını
anıyorlar. Hatta bazıları, ablukasını test
etmek için Türk bayraklı bir gemiyi Gazze’ye
gönderen Türkiye’nin bile bile İsrail’i
kışkırttığını bile savunuyorlar; bu olay, trajik
ölümler ve Türk-İsrail ilişkilerinin kopma
noktasına dayanmasıyla neticelenmişti.
Realistler ise alarmist korkulara sert çıkarak
– Ortadoğu’da başka yerlerde de
gördüğümüz üzere – kendini gerçekleştiren
kehanete döneceğini söylüyorlar.
Batı
dünyasına kurumsal olarak demirlenmiş
Türkiye çok boyutlu dış politikasının tâli
amaçlarını izlerken bu esnada AB üyeliği
vizyonuna ulaşması için ona yardım edilmesi
gerektiğini savunuyorlar. Realistler, AB’nin
mevcut ekonomik sancılarına ve genişleme
yorgunluğu
denilen
şeye
bakarak,
Türkiye’nin kısa bir zaman zarfında AB üyesi
olmasının hayal olduğunun da tam olarak
farkındalar.
Fakat realistler, Amerikalı politikacıları
Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeye ve
batı
yönelimini
canlı
tutmaya
yüreklendiriyorlar.
Erdoğan’ın
bazı
hareketlerinin 2011’de yapılması planlanan
seçimlerin bir parçası olduğuna da
Türkiye’nin dünya
diplomasisi’ndeki yeni yeri Couloumbis, Ahlstrom, Weaver
72 milyonluk nispeten fakir ve çoğunluğu
müslüman nüfusu, Avrupa’nın ortak
değerlerini yansıtmıyor diyerek Fransa
Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Şansölye
Merkel’in yaptıkları muhalefet yüzünden
Türkiye’nin AB üyeliği umutları solarken,
Türkiye, hem bölgesel hem de küresel
meselelerde gitgide bağımsız bir hat
üzerinde ilerliyor. Bölgesel tarihe ilgi duyan
hiç kimseyi şaşırtmamalı bu ama yine de bir
soru geliyor akla: “Qua Vadis Türkiye?”
*Türkiye, nereye gidiyorsun?+
Ortaya hızla iki ekol çıktı: Alarmistler / panik
yaratanlar ve realistler. Temel şeylerde her
iki ekol de mutabık.
Osmanlı tarihi ve İslam geleneklerine
rağmen, Kemal Atatürk ve halefleri, devlet
otoritesi ve müslüman inancını birbirinden
ayıran modern, laik Türk Cumhuriyetini
kurdular. Batı ittifak sistemine Soğuk
Savaş’ta çapa atarak fayda sağlayan Türkiye,
ekonomik bakımdan canlı ve dünyanın en
büyük ilk 15 ekonomisi arasında; ayrıca G-20
üyesi. Üç kıtanın birleştiği noktada
bulunmasına, askeri gücüne, enerji zengini
Ortadoğu ve Orta Asya’ya yakınlığına
bakınca, Türkiye, dünyanın siyaseten en
istikrarsız bölgesi olduğu söylenebilecek bir
bölgede rakip büyük güçlerin hesapları için
can alıcı önemdedir. Analistler bu noktadan
sonra,
birbirlerinden
ciddi
şekilde
uzaklaşmaktadırlar.
Alarmistler/panik yaratanlar, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin
Türkiye’yi II. Dünya Savaşı sonrası batı
yöneliminden geri çevirdiğine dair tehlikeli
işaretlere dikkat çekiyorlar; Türkiye’deki laik
müesses nizâmı (ordu, yargı, bürokrasi ve
22
inanıyorlar.
AK
Parti’nin mahalli
seçimlerdeki zayıf durumu ışığı altında,
Erdoğan ve Ak Parti’nin hesaplarında iç
siyasi mülahazaların daha belirgin rol
oynamasının
muhtemel
olduğunu
savunuyorlar.
Mevcut durumun ironisi şu ki, Türkiye’nin
gitgide bağımsızlaşan bölgesel girişimleri,
dengeleyici bir aracı rolün mümkün
olduğunu ispatlayarak aslında ABD ve batı
amaçlarını desteklemektedir. Ortadoğu’da
tüm taraflara yakın olan ve tüm tarafların
kendisinden emin olduğu bir aracının,
herhangi bir çatışma durumunda uzlaşmaya
yardım ettiği uzun bir arabuluculuk tarihi
vardır.
Amerikan piyonu olarak görülmediği
takdirde, İsrail, Filistin, Hamas ve
Hizbullah’la
bağımsız
bir
şekilde
yakınlaşacak
Türkiye,
aracı
rolünü
oynayabilir ve iki devletli çözüm için taze bir
sürece rehberlik edebilir. Obama yönetimi,
Amerika’da
içeriden
gelen
baskılar
yüzünden İsrail başbakanı Netanyahu’nun
serkeşliğinin üstesinden gelebilecek gibi
görünmediğinden dolayı daha doğrudan bir
Türk rolü, etkin bir alternatif olabilecektir
hatta ki çoktan etkin olmaya bile başlamış
olabilir çünkü İsrail, Gazze ablukasını
hafifletti ve barış görüşmelerinin yeniden
başlamasına daha bir açık tutum sergiliyor
gibidir.
Ticaret ve kültür kavşağında bulunan
Türkiye, bugün Rusya, Orta Asya ve
Ortadoğu’dan gelen petrol ve doğalgaz boru
hatları ağının tam ortasındadır. Eğiitmli ve
serpilmekte olan orta sınıfı,
askeri
müdahaleler tarihine rağmen canlı bir
parlamenter demokrasisi, (İsrail’in ordusunu
saymazsak) bölgenin en büyük ve en eğitimli
silahlı kuvvetleri, hem Orta Asya hem de
Ortadoğu ile kültürel ve dilsel bağları olan
Türkiye, tarihi rakibi İran dâhil bölgesel
nüfuz tasarruf edecek varlığa ve kıymetlere
sahiptir.
22 Haziran 2010
Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis,
Hellenic Foundation for European and
Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina
Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill
Ahlstrom,
çokuluslu
bir
Amerikan
şirketinde müdür; Gary Weaver, Amerikan
Üniversitesi
(Washington,
D.C,)
Uluslararası Hizmet Okulu Profesörü.
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
23
Türkiye ve neoconlar - Stephen M.
Walt
özgürlük ve demokrasi olduğu dolayısıyla da
İsrail’i “Ortadoğu’daki tek demokrasi”
olduğu için destekledikleri iddiasıyla yer yer
perdelenmektedir.
Zaten tahmin edilebilir bir şeydi. Önde gelen
neoconlar, İsrail ve Türkiye’nin askeri bağlar
üzerinden stratejik müttefik olduğu
zamanlarda Türk hükümetinin sesi çok çıkan
savunucularıydılar; Anti-Defamation League
(ADL) ve AIPAC gibi gruplar, I. Dünya Savaşı
sırasında Türklerin elinde Ermenilerin başına
geleni Ermeni soykırımı olarak etiketleyen
kararları onaylamaması için Kongre’yi
yüreklendirirlerdi (Ermeni lobisi aylak değil
ama AIPAC ve onun İsrail lobisindeki
müttefiklerine denk değil).
Fakat Türkiye iyi işleyen bir demokrasi, bir
NATO üyesi ve ABD’nin güçlü bir müttefiki
olmasına rağmen neoconların şimdi
Türkiye’ye düşman olduklarını görüyoruz.
Türkiye’nin
demokrasisi
elbette
ki
mükemmel değil ama hadi bana bir tane
mükemmelini
gösterin.
Neoconların
Türkiye’nin dostu olmaktan çıkıp hasmı
olmalarının basit tek bir nedeni var: İsrail.
Türk hükümeti, Gazze’nin abluka altına
alınmasından itibaren İsrail’in Filistinlilere
karşı
muamelesinden
dolayı
açıkça
eleştireldi; 2008-2009 Gazze saldırısında
sonra eleştirileri arttı ve İsrail ordusunun
Özgür Gazze Filosuna öldürücü saldırısından
sonra doruğuna çıktı. Lobe’un gösterdiği
üzere, önde gelen neocon sürüsü Türkiye’yi
şeytanlaştırmakla meşgul ve bazı hallerde de
Türkiye’nin NATO’dan atılması çağrısını
yapıyorlar.
ADL’nin soykırım suçlamasına karşı bir ülkeyi
koruyor oluşu ironik olmaktan da ötedir ama
siyasi örgütlerin etik tutarlılık sergilemesi
gerektiğini söyleyen mi var ki? Türkiye-İsrail
ilişkileri yıpranmaya başladığında – İsrail’in
Filistinlilere
muamelesi
karşısında
Türkiye’nin duyduğu öfke, bu yıpranışın
üzerine benzin dökmüştür – ADL ve AIPAC
koruma şemsiyelerini çektiler ve İsrail’in
Kongre’deki savunucuları taraf değiştirdi.
Jim Lobe geçen hafta InterPress’de dehşet
bir makale yayınladı ve öncü neoconların
Türk hükümetinin güçlü destekçileri (bazen
de yüksek maaşlı danışmanları) olmaktan
çıkıp ateşli eleştirmenlerine döndükleri
gözler önüne serildi. O, hikayeyi benim
yapabileceğimden
çok
daha
iyi
aktarmaktadır ama benim yapacağım birkaç
ilave var.
Demek ki bir devletin demokratik olup
olmamasının neoconlar için bir önemi yok;
onlar için önemli olan, bir devletin İsrail’i
destekleyip desteklemediğidir. Dolayısıyla
Usame bin Ladin Afganistan veya
Pakistan’da olmasına rağmen bu kadar çok
sayıda neocon’un ABD’nin Irak’ı işgal etmesi
için niçin çalıştığını ve şimdi de İran’la savaş
için niçin bastırdıklarını merak ediyorsanız
cevabınız işte burada.
Birincisi, eğer bu makale, fiilen tüm
neoconların İsrail mezkezci olduklarına sizi
ikna etmemişse başka hiçbir şey edemez. Bu
yakınlık gizli saklı değil ve neocon bilge Max
Boot’un ifadesiyle, Yeni-Muhafazakarlığın
“kilit akidesidir.” Fakat İsrail’e bağlılıklarının
gerçek boyutu, umursadıkları şeyin gerçekte
Defalarca kaydettiğim gibi, bir Amerikalı’nın
yabancı bir ülkeye derinden bağlılık
hissetmesinde ve bunu politikada ifade
etmesinde yanlış bir şey yok ama açık ve
dürüst olmaları ve diğer insanları bir şekilde
yobazlıkla suçlamaya tevessül etmemeleri
şartıyla. Neoconların Türkiye’ye karşı çark
24
etmeleri
önemlidir
çünkü
politik
önceliklerini açık seçik ifşa etmektedir; ve
Lobe, bize bunu belgelediği için tam notu
hak edyor.
yakın kılmaktadır çünkü böyle bir şey
yapmak, özel ilişkilerin mârifetlerine gölge
düşürmekte ve özel ilişkileri savunan çeşitli
grupların gazabını üstüne çekme tehlikesi
taşımaktadır.
Son bir şey de şu: Neoconlar, Amerikan ve
İsrail çıkarlarını özdeşmiş gibi tasvir ederler.
Onların nazarında, İsrail için iyi olan ABD için
de iyidir; ABD için iyi olan İsrail için de iyidir.
Bu iddia, kayıtsız şartsız Amerikan desteğini
iyi bir fikir gibi göstermektedir; ayrıca onları,
İsrail’in çıkarlarını Amerikan çıkarlarının
üzerine çıkarıyorlar suçlamasından da uzak
tutuyor. her şeyden evvel, eğer her iki
devletin çıkarları gerçekten bir ve aynı şeyler
ise, o takdirde tanım gereği çıkar çatışması
söz konusu olamaz ve “çifte sadâkat” (bu
terimden hala hazzemiyorum) meselesi
gündeme gelmez.
ABD ve İsrail belirli bazı ortak çıkarlara
sahiplerse de bu çıkarların özdeş olmadığı
gitgide daha da belli oluyor. Bu durum,
Amerika için iyi olanı desteklemekle İsrail
için neyin iyi olacağını savunma (genelde
yanlışı savunmuşlardır) arasında bir tecihte
bulunmaya zorladığından dolayı
inatçı
neoconları gergin bir duruma itiyor. Madem
ki önde gelen neoconlar savaş davulları
çalmaya devam ediyor bize de berbat
sicillerini ve altta yatan güdülerini
hatırlamak düşer.
17 Haziran 2010
Ben ise tam aksini savunuyorum. “Özel
ilişkilerin” her iki ülkeye de zarar vermeye
başladığını, daha normal bir ilişkinin her iki
taraf için de iyi olacağına inanıyorum. Özel
ilişkiler, Ortadoğu’da Amerikan karşıtlığına
benzin dökerek ve milyarlarca insanın – evet
milyarlarca insanın - nazarında bizi ikiyüzlü
duruma düşürerek tam şu an ABD’ye zarar
veriyor. Nükleer silahların yayılmasını
önleme gibi bir dizi meselede de
siyasetimizin şeklini bozmakta ve Ortadoğu
barışı davasında ilerleme sağlamak için
nüfuzumuzu kullanmayı aşırı derecede
güçleştirmektedir. Başkan Obama’nın bu
cephelerde kaydettiği başarısızlık – daha
iyisini yapacağına dair defalarca söz
vermesine rağmen – bunu daha da âşikar
kılmaktadır. Aynı zamanda, bu olağandışı
ilişki, İsrail’in içinde bulunduğu tecridi
artıran ve uzun vadeli geleceğini tehdit eden
politikaları sigortalayarak İsrail'e de zarar
veriyor. Hem İsrail budalaca hareket
ettiğinde Amerikalı liderlerin en yumuşak bir
eleştiriyi bile seslendirmesini imkansıza
Kaynak: Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren:Ertuğrul Aydın
25
Türkiye ve Brezilya Gazze
ablukasını “bağlantı kurarak”
kaldırabilirler - Robert Naiman
çoğunluğunun çıkarına mı değil mi orası ayrı
bir konu ama şimdilik Obama yönetiminin
bu politikaya şu an bağlı kaldığını farzedelim.
ABD'nin yeni müeyyide kararına yönelik
gayretlerini engelleyebilecek bir konumda
olan herkes, uygulamada, ABD üzerinde şu
an muazzam bir kaldıraç gücüne sahiptir.
Hassaten Türkiye eğer İran'a yönelik BM
müeyyide kararını engeller veya ertelerse, o
takdirde Türkiye ablukayı da sona erdirebilir
çünkü ABD desteği olmaksızın abluka da
olmaz.
Son birkaç hafta içerisinde, Türkiye ve
Brezilya uluslararası diplomasinin Büyük
Masası’nda dirsekleriyle kendilerine yer
açtılar: Birincisi, ABD, İran'la çatışmayı
diplomatik yollarla çözsün diye nükleer takas
anlaşmasını müzakere etmeleriyle oldu.
İkincisi – bu Türkiye ile ilgilidir – Türkiye,
Gazze Özgürlük Filosu'nun Gazze'nin sivil
nüfusu üzerindeki İsrail-Mısır-ABD ablukasını
kırma çabasına destek verdi (...)
Herkesin bildiği üzere, “hey millet, bundan
böyle bu iki şeyi birbirine bağladım” diye
basın toplantısı düzenlemeden veya basın
açıklaması yapmadan iki şeyi birbirine
bağlayabilirsiniz. Esasen, insanlar sizi iki şeyi
birbirine bağlamakla suçladığında, bunu
havalı bir şekilde inkar da edebilirsiniz. Tek
yapmanız gereken, sanki bu iki şey birbirine
bağlıymış
gibi
hareket
etmek,
muhataplarınızın
gerekli
sonucu
çıkarmalarını sağlamaktır: Siz istediğinizi
alana kadar başkaları da istediklerini
alamayacaktır.
Eğer Türkiye ve Brezilya Büyük Masa'da
muteber bir pay sahibi olacaksa, ABD'ye
karşı sert politik taktikler izlemeliler: ABD
onların
kaygılarını
gözardı
etmeyi
sürdürdüğü takdirde, eğer dilerlerse,
ABD'nin elde etmek istediği şeylere
ulaşmasını engelleyecek
güce
sahip
olduklarını göstermeye devam etmelidirler.
Şimdiye kadar en kalın kafalıya bile mâlum
olmuş olmalıdır ki Gazze ablukası ve ABD'nin
İran'a yeni müeyyide isteği arasında pratikte
bir bağ vardır. İsrail filoya saldırmamış ve can
kayıpları yaşanmamış olsaydı, Amerika bu
hafta Güvenlik Konseyi'nde İran'a karşı yeni
müeyyideler için bastırıyor olacaktı.
Güvenlik Konseyi bunun yerine İsrail'in
Türklere saldırısını ve Gazze ablukasını
konuştu ve Türkiye, her iki soruya da
tatminkâr bir cevap alana dek Güvenlik
Konseyi'ne tekrar geri geleceğini söyledi; ve
Türkiye – Gazze ablukasının sona ermesi
dâhil – şikayetlerinin giderilmesiyle ilgili
olarak tatmin olana dek İran'a müeyyidelerle
ilgilenmediğini güçlü bir şekilde ima etti.
Amerikalı yetkililer, Güvenlik Konseyi'nin
yeni müeyyide kararıyla ilgili olarak dün 21
Haziran'a kadar bir mühlet belirlediler.
Güvenlik Konseyi eylemine mühlet belirleme
işi elbette ki ABD'ye bağlı değil ama bu
mühlet, Türkiye ve Brezilya'ya bir açılım
sunuyor.
Türk ve Brezilyalı diplomatların şunu
söylediğini farzedin: Gazze ablukasının
kaldırılması amacıyla Güvenlik Konseyi'nden
20 Hazirana kadar sonuç alıcı eylem
bekliyoruz. Amerikalı diplomatların mesajı
alacaklarını düşünüyor musunuz? Ben
düşünüyorum.
Amerika,
yeni
müeyyide
kararının
alabildiğince çabuk çıkmasına yüksek öncelik
atfediyor. Bu politika, Amerikalıların
26
Ancak bu, Türkiye ve Brezilya'nın zımni
tehdide arka çıkacak kapasitede olup
olmadıkları sorusuna cevap bulmayı da
zorunlu kılar: Türkiye ve Brezilya, müeyyide
kararının çıkmasını geciktirebilir mi?
Amerika, ABD'nin diplomasi yolunu takip
etmesini istediklerinden dolayı ABD'nin yeni
müeyyide kararına karşı çıkan Türkiye ve
Brezilya'nın desteği olmaksızın müeyyide
yolunda ilerlemeye hazır olduğuna işaret etti
çünkü ABD, takas anlaşmasına ve TürkiyeBrezilya’nın çatışmadaki aracılık rolüne yüz
vermiyor.
doğrudan marifetlerine ilave olarak – yani
ABD takas anlaşması temelinde diplomasi
üzere hareket edene dek BM Güvenlik
Konseyi yeni bir müeyyide kararını
değerlendirmeye almamalıdır – Türkiye ve
Brezilya her hâlükarda bir siyasi mesele
olarak Güvenlik Konseyi'nin İran hakkında
yeni bir karardan önce, evvela bir Gazze
ablukası sorununu çözmesi gerektiğini
savunmalıdır zira Gazze meselesi objektif
olarak daha âcildir ve dünyanın dikkati bu
meseleye odaklanmıştır; ayrıca Obama
yönetimi, Güvenlik Konsey’inden İran
hakkında yeni bir kararı geçirirse,
uluslararası câmia'nın Obama yönetimi
üzerindeki kaldıraç gücü bir hayli azalacaktır.
Tarihi olarak ABD, oybirliğine yüksek prim
verir. Fakat ABD bugün oybirliğini denize
atmaya hazır, ki anlamlı bir durumdur, o
halde ABD'nin bu istikamette ilerlemeye
hazır olduğunu ve Güvenlik Konseyi'nin
onbeş üyesinden asgari dokuzunun oyunu
alarak Konsey’den geçecek bir kararla iktifa
edeceğini farzedelim.
Dünyanın ilgi ve dikkatinin Gazze'ye
odaklandığı
bir
zamanda
Güvenlik
Konseyi'nin yedi üyesini bu sav etrafında
örgütlemek, yedi üyeyi sırf takas anlaşması
temelinde Amerika'ya karşı örgütlemekten
daha kolay olmalıdır. Gazze meselesinin ileri
sürülmesiyle, müttefik toplama şansı da
artmalıdır. Bosna, çoğunluğu müslüman bir
ülkedir; Nijerya'nın yarısı müslüman. İsrail'in
Gazze politikaları hakkında bir referandumsa
bu, Bosna ve Nijerya en azından çekimser
oyla tehdit edebilirler. Meksika sağcı bir
hükümete sahip fakat diğer Meksika
hükümetleri gibi uluslararası sorunlarda o da
ilerlemecidir. Meksika bu hafta ambargonun
kalkmasını talep etti ve Brezilya ile iyi
ilişkileri vardır. Bu yüzden Meksika da en
azından çekimser oyla tehdit edebilir. Diğer
dört üyeden üçü işte bunlar.
Daimi beş üyenin desteklediği bir kararı
geciktirmek için – bu arada, Rusya ve Çin'in
destek vereceği öyle yüzde 100 belli değil–
Türkiye ve Brezilya, hayır oyuyla tehdit
etmeye veya çekimser oy kullanmaya istekli
beş Güvenlik Konseyi üyesine ihtiyaç
duyacaktır. Lübnan, bu hafta öncesinde bile
“elde birdi” ve evet oyu vermeyecek
görünüyordu. Bu durumda evet oyu
vermemekle tehdit edecek tıkayıcı bir
koalisyon oluşturmak için sayacağımız yedi
ülkeden en az dördüne ihtiyaç duyulacaktır:
Avusturya, Japonya, Bosna-Hersek, Uganda,
Meksika, Gabon ve Nijerya.
Buradaki amaç, oylamayı kazanmak değildir.
ABD, dokuz oydan emin olmadığı takdirde
oylama yapılması için büyük bir ihtimalle
bastırmayacaktır. Buradaki amaç, ABD'yi
Türkiye ve Brezilya ile müzakereye zorlayarak
bir oylamayı bloke etmektir.
Türkiye ve Brezilya, yeni müeyyidelere
Pazartesi günü öncesinde de karşı
çıkmışlardı ve şimdi desteklemeleri için de
hiçbir neden yok velev ki Gazze ablukası
hemen kaldırılsın. Fakat Amerikan çabasına
karşı diğer ülkeleri toplamak, vakanın
27
Tüm bunların altında iğrenç ve kaçınılmaz bir
gerçek
de
var.
Muazzam
güç
dengesizliklerinden dolayı ABD, Güvenlik
Konseyi'ndeki küçük ülkelere istediğini
yaptırmaktadır. Amerikalı diplomatların
İran’la ilgili kaygılarını, küçük ülkelerin
diplomatlarıyla kapalı kapılar ardında
konuşmak için çokça zaman harcamaları
muhtemel mi? Hayır, kapalı kapılar ardında
“bu bizim için çok önemli, bu meselede bize
karşı çıkarsanız sizi böcek gibi ezeriz. İran'a
karşı müeyyideler konusunda bize karşı
gelirseniz, Amerikan yardımını unutun veya
IMF yahut Dünya Bankası kredilerini,
uluslararası pazarları, mallarınızın Amerikan
pazarına girmesini unutun” anlamına gelen
şeyler söylemeleri çok daha yüksek
ihtimaldir.
Konseyi’ndeki durum bugün Büyük Buhran
Şikagosu’ndan çok da farklı değil. Eğer
Türkiye ve Brezilya – ve dostları – ABD'nin
tehditlerini dengeleyebilirse, işte o zaman
savları adil bir şekilde dinlenebilecektir.
Brezilya Başkanı Lula, South of the Border
adlı filmde Oliver Stone'a Brezilya'nın eşit
muamele görmek istediğini söylüyor. Eski bir
sendika lideri olarak Lula bilir: Güç, talep
olmaksızın hiçbir şeyi ihsan etmez.
11 Haziran 2010
Kaynak: Just Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Yani eğer ki Türkiye ve Brezilya ciddiyseler,
yangına karşı suyla mücadele etmeye hazır
olmalıdırlar. Eğer Amerika oyları sağlama
alacak gibi olursa, Türkiye ve Brezilya – ve
onların dostları – tehditlere karşı koymaya
hazır olmalılar. Latin Amerika ülkeleri yakın
zamanlarda bu konuda tecrübe kazandılar.
ABD ve IMF tehditlerine karşı birbirlerini
korudular.
Dedem, Büyük Buhran sırasında Şikago'nun
fakir halkı için savunma avukatlığı yapıyordu.
Ona bir kez şunu sormuştum: Hiç, bir
hâkime rüşvet verdiğin oldu mu? Şöyle
cevap verdi: Benim zamanında Şikago'da bir
hâkime rüşvet vermeyen avukata iyi avukat
denmezdi. Çünkü rüşveti devletin vereceği
kesindi. Şayet sen rüşvet vermezsen,
müvekkilinin adil bir yargılamadan geçme
şansı esasen sıfırdı. Fakat hâkime sen rüşvet
verirsen, devlet rüşvet verirse ve iki rüşvet
kabaca birbirine eşit olursa, müvekkilin için
adil bir yargılama şansın olurdu.
Beğenin
ya
da
beğenmeyin,
Güvenlik
28
Türkiye-Brezilya ortaya atıldı Doug Saunders
Her nesilde, dünyayı muntazam bölümlere,
uluslar demetine ve güç bloklarına böldük.
Winston Churcill 5 Mart 1946'da “Demir
Perde” konuşmasını yaptığında olan buydu;
ideolojik görüş ayrılığı fiziki bir engele
dönüşmüştü. Altı yıl sonra da Fransız
demografi uzmanı Alfred Sauvy, çok fakir ve
çok kızgın ülkeler ile dünyanın geri kalanı
arasında bir hat çizmek için “Üçüncü Dünya”
terimini ortaya attığında olan yine buydu.
Pazartesi günü Tahran'da yaşananlar bizim
için öylesine yeniydi ve dünyayı kolayca
hazmedilir
lokmalara
bölmek
için
kullandığımız kategorilere göre öylesine
yabancıydı ki kafa karışıklığı ve yanlış
anlamaya musait bir durum var.
Brezilya Devlet Başkanı Lula DA Silva ve
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın,
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad
ile 18 saat oturup en sonunda bir anlaşmaya
varmalarını, İran'ın, elindeki uranyumun bir
kısmı karşılığında reaktör yakıtı almak üzere
takas etmeyi kabul etmesini nasıl
yorumlamalıyız?
Soğuk Savaş ideolojileri ve önceki yüzyılın
zenginlik farkı uçup gidince bu ayrım
hatlarının her ikisi de bu yüzyılda çözüldü.
Haritayı yeniden çizmeye çalışıyor, yeni
sınırların taslakları üzerinde çalışıyoruz. Evet,
halen çok fakir ülkeler var, alarm veren
otoriteryan ülkeler var. iyi de her iki
kategoriye de girmeyen Brezilya ve Türkiye'yi
nereye koyacaksınız?
Brezilya ve Türkiye tam da ABD ve
müttefiklerinin
geçen
Ekim
ayında
denedikleri ama başaramadıkları şeyi yani
nükleer silah yapımında kullanılabilecek
uranyumu reaktör yakıtıyla takas etmeyi
başardılar. İran'ın maksadına ulaştığına
varsayacak olursak – biraz genişçe bir
varsayımdır bu – anlaşmayı daha iyi şartlarla
yaptıkları bile söylenebilir. Ancak büyük
güçlerin korktuğu bir ülkeyle hasmane bir
karşılaşmanın tam orta yerinde iyi niyete
dayalı dostane müzakereler yürüterek ABD
liderliğindeki müeyyide görüşmelerinden
yan çizildi.
Pazartesi günü haberler gelirken, bazıları
bunu ABD, Avrupa, İsrail ve müttefiklerine
muhalefette birlikte çalışan “haydut bir
blokun” yükselişi olarak anladı. Herşeyden
evvel Rusya, Hugo Chavez'in alarm verici
rejimine ve İran'a silah satıyor. İran, Küba ve
Venezüella'ya ziyaretler düzenliyor. Çin ve
Rusya, müeyyideleri bertaraf etmesi için
İran'a yardım ediyorlar.
Bu okumaya göre, Pazartesi günü yapılan
anlaşma, bu uluslar arasında bir paktın
nişânıdır ve aralarına Brezilya'yı ve Türkiye'yi
de almışlardır - Brezilya, Venezüella ve Küba
hakkında hoş açıklamalar yaparken Türkiye,
İslam dünyasında nüfuzunu artırmak için
Suriye'yle yakınlaşmıştır. Her iki ülkenini
vatandaşları, refleks olarak Amerikan
karşıtıdır.
Türkiye-Brezilya'nın yürüttüğü anlaşma,
ABD'nin Çin ve Rusya dâhil BM Güvenlik
Konseyini öyle pek cezalandırıcı olmayan
ama sembolik müeyyide artışına ikna etmesi
sonucunda küçümsenmiş gibi durdu. Ankara
ve Brezilya'dan kızgın sesler yükseldi.
Bu anlaşmayı yorumlama şekliniz, dünya
uluslarını bölen kalın çizgileri nasıl
gördüğünüze bağlıdır.
Dünya'yı bu şekilde okursanız, o halde
Pazartesi günü yeni bir dünya kuruldu, hain
29
ve de tehlikeli. Amerikalı sağcı yazar Ralph
Peters buna “ittifaklar toplululuğunun
birleşmesidir ve sıkıntının artması anlamına
gelir” diyor.
orta yerde barışı sağlamış, dünya haritasına
yeni ve kalın bir çizgi çekmiş olacaklar.
Bu görüşü sadece Soğuk Savaş'ın adamları
söylemiyor.
İngiliz
İşçi
Partisi'nden
milletvekili Denis MacShane, Lula'ya açık bir
mektup yazdı: “Sayfalarımı derin bir
üzünütüyle açıyor ve insan haklarını, sosyal
adaleti, özgür sendika hareketlerinin
savunduğu ne vara hepsini inkar etmenin
ete kemiğe bürünmüş canlı simgesini
kucaklarken görüyorum sizi.”
Kaynak: The Globe and Mail
23 Mayıs 2010
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alplaslan
Balcı
Fakat dünyanın bu şekilde okunması, çok
daha önemli bir boyutu gözardı etmektedir.
Bazı yorumcular bunu dik kafalı Lula ve
Erdoğan'ın haydut diplomasi hareketi olarak
tanımlarken, ABD
Dışişleri Bakanlığı
düzenlediği
bir
basın
toplantısında
gazetecilere ABD Dışişleri Bakanı Hillary
Clinton'ın takas anlaşmasını müzakere
etmeleri için Türkiye ve Brezilya'yı
yüreklendirdiğini açıkladı. Türk yetkililer, bu
anlaşmanın
yeni
müeyyidelerle
çatışmadığını,
esasen,
kötü
polisin
müeyyidelerinin,
anlaşmanın
hayat
geçirilmesini hızlandırabileceğini usulca
söylüyorlar.
Bu hafta, Brezilya ve Türkiye, Kanada'nın çok
uzun zamandır çabaladığı yere vardılar.
Başarılı, orta çaplı güç olmak. Ottawa,
1960'larda o da birkaç yıl hâriç, bu mevkiye
hiçbir zaman ulaşamadı çünkü ortada
olmanın gereğini hiçbir zaman yapmadı.
Pazartesi günü şahit olduğumuz olay, gerçek
bir ortaydı. Tehlikeli bir yerdir. Şayet İran 30
gün
içerisinde
anlaşmanın
gereğini
yapmazsa, bu ülkeler zayıf ve samimiyetsiz
görünecekler. Fakat eğer başarırlarsa,
oyunun kuralını kalıcı olarak değiştirmiş,
geçit vermeyen bir bölünmenin yaşandığı
30
Türkiye ve Rusya “ötekiler
ekseni” kuruyor - Adrian Pabst
sağlamak için mücadele eden bir ABD, öte
yanda Kafkasya'da, Körfezi Afganistan ve
Orta Asya'ya bağlayan stratejik koridordaki
boşluğu dolduran Türk-Rus işbirliği. Moskova
ve Ankara, Ortadoğu'nun ve Avrasya'nın
jeopolitiğini yeniden şekillendiriyorlar.
Yakın zamanların en unutlmaz meclis
kavgasıydı. Ukrayna Yüksek Konseyi üyeleri
yumruklar savurdular; yumurta ve sis
bombası fırlatıldı; konuşmacı ise şemsiyeyi
kendisine zırh yapmıştı.
AB ve ABD'deki pek çokları, bu yakınlaşmayı
derin bir hoşnutsuzluk yaşayan iki eski
emperyal
gücün
değişen
dünyada
üstlenecek rol arayışıyla çâresizlik içinde
atıldıkları bir hamle olarak göreceklerdir.
Fakat Rusya ve Türkiye'nin
Amerikan
hegemonyasına ve AB'nin çevresine karşı
sergilediği boşvermişliğe meydan okuyan bir
“ötekiler ekseni” (axis of outsiders)
kurduğuna hiç şüphe yok.
Geçen hafta yaşanan hengame, Rusya'nın
Karadeniz filosuna ev sahipliği yapan
Sivastopol limanının Moskova'ya 25 yıl için
kiralanması karşılığında Ukrayna'nın gelecek
10 yıl Rus gazına ödeyeceği fiyatı düşürecek
bir anlaşmayı meclis üyeleri müzakere
ederlerken patlak verdi.
Bu gerilimler, bir bakıma Ukrayna'nın Rusça
konuşan doğu ve güney kesimleri ile ülkenin
merkez ve batı kesimi arasında bir asırdan
beri süren mücadelenin son bölümüdür. İlk
grup, Moskova'ya dönük; diğer grup ise
batıya. Bu anlaşma, başkanlık seçimlerinde
Rus yanlısı aday Victor Yanukoviç'in seçimleri
az bir farkla kazanması üzerinden üç ay
geçmeden Ukrayna'nın NATO'yla flörtünün
sonunun ve Rus yörüngesine dönüşünün
nişânesidir.
Karşılıklı jeopolitik ve ekonomik çıkarlar bu
yeni eksenin merkezinde bulunuyor.
Jeopolitik olarak , Kafkasya'nın ve
paylaştıkları muhitin diğer kesimlerinin
istikrar
kazanmasında
Moskova
ve
Ankara'nın çıkarları var. Ermenistan ve
Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ bölgesi
üzerinde devam eden ihtilafta her ikisi de
işte bu yüzden aracılık yaptılar.
Dahası, NATO üyesi Türkiye, 2008 yılında
Gürcistan-Rusya savaşından sonra Kafkasya
güvenlik ve İstikrar Platformu'nu kurdu. İran
ve Ermenistan dâhil bölgedeki tüm ülkelerin
katılımını hedefleyen ve Rusya'ya özel statü
bahşeden
bu
platform,
Türkiye'nin
geleneksel batılı müttefiklerinden bağımsız
olarak kuruldu. Kaydetmeli, Kafkasya geneli
için yeni-Osmanlıcılık kaygılarının alâmetidir
ve emperyal bir teşhisin, büyük güç
çatışmalarının tüm bölgelerde ortak
güvenliği tehdit ettiğinin altını çizmektedir.
Daha önemlisi, Ortadoğu ve Orta Avrasya'da
daha geniş bir saflaşmanın işareti, Rusya,
Ukrayna ve Türkiye gibi eski ötekilerin ön
safa çıkmasının habercisidir. Avrupa
Birliği'nin bürokratik diktasından dolayı hayal
kırıklığına uğrayan/gözleri açılan, Orta Asya
ve Kürt arka bahçelerinde Amerika'nın keyfi
müdahalesi olarak gördükleri şeyden artık
yaka silken Vladimir Putin ve Recep Tayyip
Erdoğan, yakınlaşıyorlar. Geleneksel rakipler
ortaklar haline geliyor.
Bu teşhis, Ankara ve Moskova'nın Hamas'la
ve diğer Filistinli gruplarla bağları muhafaza
ederek İsrail'e karşı derin bir güvensizlik
Bir yanda yokluğu belirgin bir AB,
Afganistan'da veya İsrail-Filistin'de ilerleme
31
sergiledikleri Ortadoğu geneli için de
geçerlidir. Bir barış anlaşması Amerikan
aracılığına bağlı ise de Türkiye ve Rusya'nın
artan dahli, yeni müzakerelere zemin
hazırlanmasına yardım edebilecektir.
ABD ve NATO, “Obama etkisine” rağmen
Ortadoğu'da ve Afganistan'da gözden
düşmüş bir haldeler, ki yolu aktörlere
açmaktadır. Avrupa Birliği hem bütünleşme
hem de genişleme yüzünden halsiz düştü ve
komşularıyla ilişkileri için sağlam bir
vizyondan yoksun; böylelikle de Avrupa'nın
dış çevresindeki ülkelerin yaşadığı hüsranı ve
sükût-u hayali derinleştiriyor.
Türkiye ve Rusya, turizm ve ucuz tüketici
mâmülleri ticaretinin ötesine geçen ortak
çıkarlar saptadılar. İkisi birlikte, enerji
güvenliği jeopolitiğiyle meşguller.
Geçmişte her ikisi de muhalif taraflarda
görünüyorlardı. Türkiye, Türkmenistan gazını
Rusya'yı atlayarak Hazar Denizi üzerinden
Avrupa'ya ulaştıracak Nabuko boru hattı
projesinin parçasıydı. Bu arada Kremlin,
Karadeniz altından geçip Türkiye'yi atlayarak
Bulgaristan üzerinden Avrupa'ya gaz
sevkedecek Güney Akım projesini savundu.
Rusya ve Türkiye, Ukrayna gibi bölgesel
bölgeler, sadece ABD hâkimiyetine karşı
çıkmak veya anlamsız “stratejik ortaklık” için
AB'ye bakmak yerine, birbirleriyle yakın
bağlar tesis ediyor ve kendi ortak nüfuz
kürelerine müdahale ediyorlar. Amerikan
askerlerinin Irak ve Afganistan'dan.çekilmesi
gibi geleceğin konuları veya İran'a yeni
müeyyide dalgası, onların dahli veya desteği
olmaksızın sonuca bağlanamayacak.
Uzun süre devam eden fiyat ve hacim
ihtilaflarına rağmen her ikisi de ABD ve
AB'nin yatırım ve siyasi destek sunmaması
yüzünden hayal kırıklığı yaşadılar. Buna
cevap olarak, Moskova ve Ankara ikinci bir
Mavi Akım doğalgaz boru hattı tasarlıyorlar.
Birinci Mavi Akım projesi 2003 yılında açıldı
ve yıllık 10 milyar metreküp doğalgaz
sevkediyor. Alternatif olarak, Ankara,
Türkiye'nin Karadeniz'deki özel ekonomik
bölgesini kullanarak, Moskova'nın Güney
Akım
projesine
katılma
teklifini
değerlendirebilir. Bu, Türkiye Cumhuriyetini
her iki şekilde de Avrupa'nın gerçek bir
enerji merkezine dönüştürecektir ve İsrail'e
gaz sevkiyatı ve İran'ın dev enerji
rezervleriyle bağ kurulması da muhtemeldir.
Küresel ekonomik krizin ardından, jeopolitik
ve jeo-ekonomik güç merkezi, batılı gelişmiş
ülkelerden Körfez bölgesindeki yükselen
pazarlara, Doğu Asya'ya ve güney
yarımküresine kayıyor. Bu eksen değişiminin
bir parçası olarak da Ortadoğu ve Orta
Avrasya'da bir dizi saflaşmalar oluyor ki eski
ötekilerin küresel meselelerin merkezine
dönüşünün alâmetidir.
7 Mayıs 2010
Yazar hakkında: Kent Üniversitesi'nde
(İngiltere) Siyaset Bilimi öğretim görevlisi
Kaynak: The National (BAE)
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Türkiye ve Rusya, İran ve Afganistan'da ortak
çıkarlara sahipler. İran'ın nükleer emelleriyle
ilgili olarak gerilimler artar ve Afganistan'da
güvenlik durumu kötüleşirken, “ötekiler
ekseninden” daha fazla sayıda ortak
inisiyatifler bekleyebilirsiniz.
32
ABD ve Türkiye'nin arası açılıyor
- Ted Galen Carpenter
yönetiminin kötü talihine, geleneksel
Kemalist laik partilere 2002 Kasım'ında
yaşattığı seçim hezimetinin ardından Adalet
ve Kalkınma Partisi'nin liderliğinde İslamci
bir hükümet iktidardaydı. Bu hükümet,
müslüman bir ülkeye karşı bir diğer
Amerikan savaşını destekleme eğiliminde
değildi.
Amerikalı yetkililer altmış yıldan fazla bir
süre, Türkiye'ye sâdık bir Amerikan müttefiki
nazarıyla baktılar. Washington, Soğuk Savaş
boyunca
Türkiye'yi
vazgeçilmez
bir
“güneydoğu çıpası” olarak gördü. Soğuk
Savaş sona erdiğinde, Amerikan dış politika
câmiasının
birçok
üyesi,
Türkiye'nin
Amerikan güvenliği adına öneminin daha
önce hiç olmadığı kadar arttığında ısrar
ettiler. George W. Bush yönetiminde
savunma bakanı yardımcılığı görevini
yürüten Paul Wolfowitz, uluslararası
sistemde bir avuç “kilit taşı güç”
bulunduğunu, Türkiye'nin bu listede en
başlarda yer aldığını savunan uzmanlar
arasındaydı. Türkiye yanlısı analistler, Soğuk
Savaş sonrası çevrede Türkiye'nin, NATO'nun
güneydoğu çıpası olmakla kalmayıp bunun
yanısıra Ortadoğu ve Avrupa arasında
değerli bir köprü olduğunu, İslam dünyasına
özellikle de Sovyet enkazından yükselen Orta
Asya'ya batılı, seküler nüfuz için değerli bir
kanal olduğunu savundular. Ancak son yedisekiz
yıldır
Türkiye'nin
uluslararası
davranışları, ABD yetkilileri ve dış politika
câmiası arasında fark edilir bir rahatsızlığa
yol açtı. ABD-Türkiye ilişkilerinde bir soğuma
baş gösterdi ki daha da kötüleşmesi
muhtemeldir.
Washington, bu mâcera için laik Türk
ordusundan da destek alamamıştı –
Amerikan müttefikinin nankörlüğünden
şikayet eden Amerikalı askeri liderlere acı
duygular yaşatmış bir husustur. Fakat
Saddam Hüseyin'in yerinden edilmesinin
muhtemel etkilerinden Türk komutanlar da
en az sivil politikacılar kadar endişe
duyuyorlardı. Onların görüşüne göre, böyle
bir adım, Birinci Körfez Savaşı ve kuzeyde
uçuş yasağı dayatmasının Irak'ın Kürt
bölgesinde 1990'ların başında çoktan yol
açtığı problemleri daha da azdıracaktı.
Saddam'ın devrilmesinin, Bağdat hükümetini
ölümcül derecede zayıflatacağına ve Kuzey
Irak'taki Kürt ayrılıkçısı güçlerin zıvanadan
çıkmasına imkan tanıyacağına inanıyorlardı.
Türkiye için küçük bir mesele değildir bu.
Ortadoğu'daki Kürt nüfusun yaklaşık yüzde
20'si Irak'ta yaşamaktadır fakat yüzde ellisi
de Marksist PKK eliyle düşük yoğunluklu
isyanın
sürdüğü
Türkiye'nin
güneydoğusundadır. Kuzey Irak'taki Kürt
siyasi varlığı, Türk devletinin birliğine
potansiyel bir tehdit olarak görülmüştür.
İlişkilere ilk darbe, Amerikalı liderlerin Irak'a
karşı eli kulağındaki çatışma için Türk
topraklarından kuzey cephesi açma izni
istedikleri 2003 yılı başlarından geldi. Türk
liderler bu harekât için büyük miktarlar talep
ettiler (denilene göre 30 milyar dolardan
fazla). Washington öyle pek de örtülü
olmayan bu haraca rıza göstermiş olsaydı
bile Ankara'nın anlaşmaya uygun hareket
edip etmeyeceği de açık değildi. Bush
Irakla ilgili olarak Amerikan ve Türk bakışları
arasındaki
yarık,
Saddam
rejiminin
devrilmesinden bu yana uçuruma dönüştü.
Türk liderler, Tahran'ın Başbakan Nuri el
Maliki yönetimindeki Şii hükümetle sıcak
bağlarının özetlediği üzere, İran'ın Irak'ta
nüfuzunun arttığını gördüler, ki Türkiye'de
neredeyse hiç kimsenin hoşnut olmadığı bir
33
gelişmedir. Ankara nokta-i nazarından daha
kötüsü, Irak Kürdistanı'nın bu aralar fiyakalı
duran de facto bağımsızlığıdır. Bu
istenmeyen gelişme, hem askeri hem de sivil
Türk liderler nazarında, miyop Amerikan
politikasının kaçınılmaz ürünüdür ve haliyle
bu politikaya köpürüyorlar.
kaza yetkisine girmesine müsamaha
göstermeyeceğine dair defalarca yinelediği
uyarı da gittikçe artan bir gerilim kaynağı.
Washington nokta-i nazarından, Türkiye, söz
konusu olan Irak politikası olduğunda,
müttefik gibi hareket etmiyor. Ankara nokta-i
nazarından ise ABD'nin Irak politikası sakar,
at gözlüğünden bakıyor ve önemli Türk
çıkarlarına zarar veriyor. Bu ihtilaf, ABDTürkiye ilişkilerinde farkedilir derecedeki
kötüleşmenin katalizörü belki de birinci
katalizörüdür.
Irak Kürdistan'ı de facto bağımsızlığını
pekiştirirken, örgüt lideri Abdullah Öcalan'ın
yakalandığı 1999'dan beri hafifleyen PKK
isyanı, işleri daha da kötüleştirmek üzere
tekrar alevlendi. PKK'lılar Irak'taki Kürt
topraklarını
Türkiye'ye
karşı
saldırı
düzenledikleri bir sığınak olarak kullandılar.
Ankara'nın bu durum ve Bölgesel Kürt
Yönetimi'nin PKK'lılara karşı harekete
geçmede düştüğü zaafiyet hakkında
Washington'a yaptığı şikayetler arttıkça arttı.
Ancak, dış politikada gittikçe artan
soğumanın kaynakları daha derinlerde
yatıyor. Ankara, ABD dâhil geleneksel NATO
müttefikleriyle olan bağlarının üzerindeki
vurguyu kasıtlı olarak kaldırıyor ve
müslüman dünya ile, özellikle de Arap
uluslarıyla güçlenen bağlantılarına daha
fazla vurgu yapıyor. Başbakan Tayyip
Erdoğan hükümeti kendisi ile Washington'ın
fena halde gözden düşmüş Irak politikası
arasına mesafe koymanın yanısıra İran'la
ilgili olarak da kilit farklılıklar ortaya çıktı.
Ankara, İran hükümetinin bâriz şekilde
nükleer silah imâli arayışında olmasından
dolayı bu ülkeye başını ABD'nin çektiği çok
taraflı müeyyide stratejisine de karşı çıkıyor.
Washington'ı hayal kırıklığına uğratan bu
duruş, Türkiye'yi Çin ve Rusya ile aynı kampa
yerleştiriyor. Ama ne ki Ankara'nın
Moskova'yla genel yakınlaşma politikası ile
de tutarlıdır bu. Türkiye, enerji konusunda
Rusya ile yakın işbirliği içinde olmanın
yanısıra diğer meselelerde de eski hasmına
meylediyor. Dikkat çekicidir, Türk hükümeti,
Rusya 2008'de Gürcistan'a savaş açtığında
Amerika'nın Rusya'ya karşı kızgın tepkisine
omuz vermedi. Türkiye, ABD'nin Gürcistan
ve Ukrayna'yı NATO üyesi ülkeler listesine
ekleme amacına
- Moskova'nın kendi
çıkarlarına aykırı bulduğu bir hamledir - pek
Ordunun baskısı altında kalan Türk yönetimi
nihayet 2007 yılı sonlarında PKK sığınaklarını
temizlemek amacıyla Kuzey Irak'a saldırı
düzenleneceğine dair Washington'ı uyardı.
Kıdemli NATO müttefiki ve Irak'taki en
Amerikan yanlısı hizbin savaşa düşme
ihtimali karşısında, Amerikalı yetkililer
Ankara ve Bölgesel Kürt Yönetimi arasında
aracılık yapmaya çalıştılar. Washington en
nihayet müdahalenin kapsamını daraltma
konusunda Türk ordusuna hâkim olurken,
Türk kuvvetleriyle doğrudan karşı karşıya
gelmekten sakınması için Kürt rejimine baskı
yaptı. Ancak taraflardan hiçbiri de bu
düzenlemeden memnun olmadı ve Türkiye
yeni saldırılar düzenlemekle tehdit ederek
heyecan yaratmaya devam ediyor.
Ankara'nın
davranışı
en
azından
Washington'ın Irak'taki sıkıntılı askeri
misyonunu karmaşıklaştırdı ve Amerikalı
yetkililer mutsuz, ki anlaşılır bir durumdur.
Türk hükümetinin, Irak'ın petrol zengini
Kerkük bölgesinin Bölgesel Kürt Yönetimi'nin
34
yardımcı olmuyor.
güçle en iyi halde sallantılı bir ilişkisinin
olması muhtemeldir.
Eğer ki Washington, Türkiye ve Rusya
arasında gittikçe artan dostane ilişkiler
hakkında mutsuzsa, Türkiye ve İsrail arasında
tırmanan husûmetten dolayı daha bir
mutsuzdur. İsrail ordusunun Gazze saldırısı
sırasında Ankara'nın lafını esirgemeyen
eleştirisi, İsrail-Türkiye ilişkilerinin kötüye
gittiğinin en somut göstergesidir. Başka
göstergeler de var. İsrail dışişleri bakan
yardımcısı, diğer davranışları bir yana, bu
yılın başlarında Türk büyükelçisini ev
sahibinin koltuğundan apaçık daha aşağıda
duran bir koltuğa oturtup onu müdürden
azar işitmek için bekleyen bir öğrenciye
benzeterek aşağıladığında, ilişkiler dibe
vurmuştu. Türkiye ve İsrail arasında buz
kesen ilişkilerin ABD-Türkiye ilişkileri
üzerinde daha olumsuz etkileri oldu.
Amerika'nın bölgedeki en gözde müttefiki ile
Ankara'nın arasının gözle görülür şekilde
nahoş olması, Washington'ı derinden üzdü.
26 Nisan 2010
Kaynak: National Interest
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'nin
Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında
cereyan eden Ermeni soykırımını kınayan bir
yasa tasarısına onay verdiği geçen ay,
Türkiye-ABD ilişkileri son bir darbe daha
yedi. Bu başlıkla ilgili önceki kararlar daha
önceleri her daim Komite'de takılmıştı. Son
oylamaya Türkiye'de büyük bir tepki verildi
ve Ankara, Washington büyükelçisini birkaç
haftalığına geri çekti.
Kongre liderleri ve hatta Türkiye'nin ABD
ordusundaki dostları, Ankara ile siyasi ve
güvenlik
ortaklıklarının
güvenilirliği
hususunda düşünüp taşınırken, Obama
yönetimi Türkiye ile yakın bağlar tesis etme
amacından vazgeçmiş değil. Kolay bir iş
olmayacak ama. Washington ve Ankara
arasındaki dış politika farklılıkları hem çok
hem de derin. ABD'nin ileride bu kilit taşı
35
Türkiye’de darbecileri mat etmek
- Maksud Javadov
hafta sonra seçim sandıklarında da
ulaşılacak. Adalet Bakanı Sadullah Ergin,
Türk anayasasına özgürlük maddeleri ilave
edecek bir anayasal reform
tasarısı
üzerinde çalışıyor.
Ergenekon olayı Türkiye'de ordunun gücüne
indirilen bir darbeyse "Balyoz" kod adlı
darbe planının ortaya çıkarılmış olması, bir
nakavt darbesi değilse de, en azından yere
serici bir darbedir. 23 Şubat'ta 50 yüksek
rütbeli subayın darbe planlamaktan dolayı
tutuklanması, mevcut Türk hükümetinin
siyasi manzarayı kökten değiştirmeye
koyulduğunu
göstermektedir.
Tutuklananların
arasında
eski
Hava
Kuvvetleri komutanı İbrahim Fırtına, eski
Deniz Kuvvetleri komutanı Özden Örnek ve
merkez karargâhı İstanbul'da bulunan I.
Ordu komutanı Çetin Doğan gibi üst düzey
generaller
olması,
askeri
cunta'nın
Türkiye'de
caydırıcı
yeteneklerini
kaybettiğini gösterir.
Tasarı, batı destekli laik aşırıların gücünü
biraz daha budayacak. Yeni kanunlar, siyasi
partilerin kapatılmasını zorlaştıracak ve bu
gücü seçilmiş Meclis’e verecek. HSYK
üyelerinin sayısını 7’den 21’e çıkaracak ve
temsil
tabanı
genişletilecek.
Askeri
personelin
sivil
mahkemelerde
yargılanmasını mümkün kılacak ve daha
şeffaf bir seçim sistemi getirecek
değişiklikler de yolda. Tüm bu inisiyatifler,
kokuşmuş Türk seçkinler arasında alarma yol
açtı ve anayasa reform paketinin önüne
geçmek için çalışıyorlar.
AK Parti 550 sandalyeli mecliste şu an 337
sandalye sahibi ve gelecek seçimlerde 367
sandalye sahibi olmayı ummuyor. AK Parti,
tasarıyı kilit destekçilerine, Türk halkına
götürmeyi planlıyor. Başbakan Recep Tayip
Erdoğan, anayasa değişikliği tasarısı meclis
onayını almadığı takdirde referandumun
daha kısa sürede yapılması konusunda 3
Mart’ta meclisi ikna etti. Meclisten geçen bu
yeni kanun, tıkanıklığın ve siyasi popülizmin
önüne geçiyor. Teklif edilen tasarı
referandumla
onaylandığında,
batının
dayattığı seküler seçkinler topyekûn gözden
düşecek. Referandum, temsil iddiasında
oldukları halkın desteğinden yoksun
olduklarını açıkça gösterecek. Seküler
muhalefet işte bu yüzden referandumdan
uzak durmayı sağlayacak bir uzlaşma
çözümü arayışında. Tasarı referanduma
sunulmadığı takdirde, laik aşırılara siyasi
popülizm fırsatı doğacak. Dolayısıyla AK
Parti, kendi itibarını güçlendirmek ve
stratejik bir düzlemde seküler mafyanın
ayağını yerden kesmek için reform tasarısını
AKP hükümeti, darbe planına katıldıkları
gerekçesiyle tutuklanan tüm subayların
yargılanması için yeterli siyasi güç
tasarrufunda bulunamasa bile, askerin artık
dokunulmazlıktan çıktığını gösteren bir
psikolojik ve siyasi emsal tesis etmiştir.
Ancak laik blok büsbütün hükümsüz değil,
en azından taktik düzlemde. Seçilmiş
hükümetin başına iş açabilecek mâli güce
sahipler. Onlarca yıl süren laikleşme süreci
sırasında servetlerini, IMF ve Dünya
Bankası'nın dayattığı iktisâdi politikalara
teşne olmayı tercih eden siyasi nizâma
borçlu zengin bir şehirli sınıf ortaya çıktı. Şu
anda laik şehirli sınıftan Anadolu'nun daha
dindar orta sınıfına doğru bir eksen değişimi
yaşanıyor. Ancak zenginliğin daha düzgün
bir dağılım göstermesi bir on yılı alacaktır.
Türkiye'de halkın gücünün bekâsı adına
yapılan kavganın doruk noktasına yalnızca
mahkeme salonlarında değil dört ila sekiz
36
halka götürmelidir. AK Parti biliyor ki gücü,
serbest ve âdil seçimler yoluyla kazandığı
meşrûiyetidir. Bu gücü, batının dayattığı
seküler düzenden kopma sürecindeki Türk
toplumunu güçlendirmek gibi meşru bir
gâye uğruna kullanmalıdır.
planının ifşasına desteğini ifade etti.
Hürriyet gazetesinde köşesinde şöyle
kaydetti: “...2010 Türkiye’sinde geçmişte
‘darbe planları’ yapmış olan veya ‘darbe
girişimleri’nde bulunmuş olanların yakalarını
hukuktan sıyırmasının imkânsızlığı ortaya
çıkmıştır. Bunun bir anlamı da, olan-bitenin
gelecekteki ‘darbe hesapları’, darbecilik ve
cuntacılık
bakımından
müthiş
bir
‘caydırıcılık’ sağladığıdır. Bu ‘darbecilik’ ve
‘cuntacılık’ illetinden muzdarip her ülke,
Arjantin, Yunanistan, İspanya vs. ‘bağırsak
temizliği’ni belirli tarihi şartlarda, kendi
gerçekleri üzerinden yapabildiler. Türkiye’de
bu 2010’da ve kendi gerçekleri üzerinden
gerçekleşiyor. Konu, sadece geçmişin
hesabının sorulması değildir.”
AK Parti’nin halkın gücünü yeniden ileri
sürmesini
ideolojik
muhalifleri
bile
desteklemektedir.
Türk
hükümetinin,
ordunun yasadışı gücünü baskı altına alması,
siyasi tayfın her kesiminden destek topladı.
Ermeni kökenli Türk gazeteci Etyen
Mahçupyan, darbe kışkırtıcılarına dolaylı
olarak destek verdiğinden dolayı verdiği
muhalefet lideri Deniz Baykal’ı açıkça kınadı.
Mahçupyan şöyle kaydetti: “CHP lideri bir
adım ileri giderek Balyoz planı için şöyle
konuşuyor: “Resmî bir tatbikat uygulaması,
gizli saklı bir şey yok.” Yani Balyoz’da sözü
edilenlerin normal ve doğal olduğunu ima
ediyor. Bunun anlamı darbenin tümden
aklanmasıdır ve buradan hareketle de
“böylesine bir operasyon hiçbir demokratik
ülkede olmaz” denebiliyor. İronik olan şu ki,
zaten
Türkiye
darbeciler
nedeniyle
demokratik bir ülke değil ve şu anda
demokratik olmaya çalışıyor. Dolayısıyla
Baykal’ın ‘ancak darbe dönemlerinde bu
manzaralar ortaya çıkar’ sözü doğru... Çünkü
Türkiye, hükümetin direndiği bir darbe
girişimi döneminden geçmekte. CHP’nin tüm
siyaseti varolan gerçekliği görmezden gelme
ve eğer mümkünse tersine çevirme
çabasından ibaret... Ancak mesele Baykal’ın
taktik anlayışıyla sınırlı değil... Çünkü
yürütülen strateji aslında bütün bir
Cumhuriyet
tarihinin
ideolojik
manipülasyonuyla da tutarlı.”
Türkiye'deki son olaylar, batının dayattığı
düzenin İslam dünyasında çalışmadığını
göstermektedir. Batılı hükümetler, Türk
toplumunda sekülerleşmeyi ve İslam
kimliğinden soyunmayı ne kadar teşvik
ederlerse etsinler stratejik düzeyde başarısız
olmuşlardır. Türkiye dışarıdan dayatılan
düzenden kurtulmaya başlıyor; ve eğer
Türkiye yapabiliyorsa, Mısır, Pakistan,
Cezayir ve geri kalan hepsi de yapabilir.
Batı şu an Türkiye'de siyaseten köşeye
sıkışmıştır ve mevcut çok az seçeneği var. Ya
Türk halkının iradesine boyun eğecek veya
Filistin ve Cezayir'de olduğu gibi çökertmeye
teşebbüs edecektir. İkinci yolu seçerse, daha
fazla gözden düşecek ve Türkiye'de batı
karşıtı hissiyatı daha da besleyecektir.
Batının her daim zafer aramadığının farkında
olmalıdır
zira
zafer
bazen
elde
edilemeyebilir. Batının amacı bazı hallerde,
sosyal düzenin istikrarsızlaşması ve ayak
takımı hâkimiyetidir. Türk hükümeti ve Türk
toplumu böylesi bir senaryoya hazırlıklı
olmalı, ajan provakatörleri düzenli bir
şekilde ifşa etmeli ve menfur planlarını
Geçmişte savaş muhabiri olan ve merhum
Cumhurbaşkanı
Turgut
Özal'ın
danışmanlığını da yapmış bir isim, Cengiz
Çandar, ki liberal laiklerdendir, askeri darbe
37
bozmak için yasal yollarla haklarından
gelmelidir.
17 Nisan 2010
Kaynak: Crescent
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
38
Türkiye yükseliyor, Araplar
batıyor - Halid Amayreh
haklarının meşruiyetini tanıyarak sessizce
çözmeye yahut en azından etkisiz hale
getirmeye baktı. İç siyasetin istikrar
kazanmasına, iç güvenliğin artmasına iktisadi refahın temel şartlarıdır - bir hayli
yardım etti bu.
Pek çok Arap devleti acziyetlerine gömülmüş
kendi aralarında didişip dururken, Türkiye
yavaşça ama emin adımlarla İsrail ve İran'ın
yanı başında Ortadoğu'nun lider ülkesi
olarak kendisini ileri sürüyor. Türkiye
özellikle de AK Parti iktidarı döneminde
nüfuzunu doğuya doğru genişletmek için
kararlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor,
kendisini lider Sünni devlet ünvânına
hazırlıyor.
Türkiye, Erdoğan liderliğinde Ermenistan’la
arasındaki eski problemleri çözme yolunda
mesafe kaydetti ve böylelikle İsrail ve
Amerikan Yahudi lobisini, Türkiye'yi İsrailAmerikan yörüngesinde tutmak için yine
Türkiye'ye karşı tekrar tekrar kullandığı
hassas bir baskı kartından mahrum etti.
Türkler Ortadoğu'da bilhassa da Arap
bölgesinde psikolojik-stratejik bir boşluğu
dolduruyorlar
şüphesiz.
Bu
boşluk,
Amerika'ya körkütük itaat yüzünden
durağan, şevksiz bir hal alan Mısır gibi
geleneksel Arap devletlerinin nüfuzlarını
kaybetmelerinin bir sonucudur.
Ancak gene de AK Parti hakkında en bahse
değer olanı, ABD ve İsrail'e karşı hür
iradesini koruma azmidir. Yedi yıl önce
Amerika Irak'ı işgal etmek üzereyken, Türk
hükümeti Irak'a saldıracak uçakların İncirlik
üssünden kalkmasını reddetmişti. Başbakan
Erdoğan, Türk halkının toplu iradesini
yansıttığını söylediği bu kararı savundu.
Çoğu Arap devleti, on binlerce Iraklıyı
katleden George W. Bush yönetimini hoşnut
etmek ve yatıştırmak için birbirleriyle
rekabet ederken oldu tüm bunlar.
Türkiye'nin bölgesel konumunun yükselişi
tam bir başarı hikayesidir, ki diğer ülkeler
için rol model olarak görülebilir.
Türkiye'nin yıldızı yükseliyor
AK Parti 2002 yılında - çoğu Arap
devletlerinde
olduğu
üzere
politik
haydutlukla değil de - seçim yoluyla iktidara
geldiğinde Türkiye'nin yakasını bırakmayan
bir dizi müzmin sorunu sessizce ve zekice hal
yoluna koymak için çalıştı. En nihayet, çoğu
iktisadi kökenli bu hastalıkları şaşırtıcı
etkileri ve artetkileri olacak şekilde başarıyla
tedavi etti ve Türkiye ekonomisi bir
zamanların müzmin durgunluğundan çıktı ve
aynı zamanda bilhassa da üretim ve ihracat
sektörlerinde
olağanüstü
büyüme
kaydedildi. Türkiye, bugün dünyanın 17'nci
ekonomik gücü. İsrail ve Amerika'ya karşı
gururla "Hayır" diyebilecek bir ülke aynı
zamanda.
Erdoğan, Amerikalılara hiçbir izahta
bulunmak zorunda kalmadı. Sadece "Hayır"
dedi. Hepsi bu.
Vahşi hayata daha çok, medeni beşeri bir
topluma daha az benzeyen bir dünyada
ülkesinin haysiyetini koruyan Erdoğan,
biçâre Filistinli halka karşı câni ve
Nazilerinkine benzer türden saldırılar
düzenleyen dünyanın dokunulmaz devleti
İsrail’in üzerine gitmekten çekinmedi. Bazı
pratik nedenlerden dolayı İsrail’le ilişkileri
muhafaza eden Erdoğan, Türkiye'nin İsrail’le
ilişkilerinin
geleceğinin
İsrail'in
davranışlarına, özellikle de Filistinlilere karşı
davranışlarına bağlı olacağını İsrail rejimi
liderlerine bâriz şekilde gösterdi.
İç siyasette, Türk hükümeti sürüncemede
kalmış Kürt problemini Kürtlerin dertlerine
kulak kabartarak, Kürtlerin dil ve kültürel
39
Bir zamanlar İsrail'in Ortadoğu'daki stratejik
müttefikinin liderinden gelen ciddi sözlerdir
bunlar. İsrail mesajı aldı ama içselleştirme ve
kabullenme sıkıntısı içinde ne yapacağını
bilemiyor.
Arap olmayan Türkiye'nin öngörülür
gelecekte Filistinlilerin proaktif bir müttefiki
olmayacağı doğrudur. Bununla birlikte, İsrail
Gazze halkına ve diğer Filistinlilere Naziler
gibi
soykırım
serüveni
yaşatmaya
kalktığında, bugünden sonra Türkiye sağır ve
dilsizleri oynamayacak, başka tarafa
bakmayacaktır. En azından Türkiye, AK Parti
öncesinde olduğu gibi İsrail için stratejik bir
varlık artık olmayacak.
halklarını
denetim
altında
tutmak,
kendilerinin ve oğullarının iktidarını kalıcı
kılmak için var olmalarıdır. Örneğin Mısır 80
milyonluk nüfusuyla muazzam bir beşeri
kaynağa
sahip;
tasarrufunda
başka
kaynakları da var. Bir zamanlar Afrika
kaplanı olacağı düşünülen bu çok önemli
ülke, rejimin despotik politikaları ve iç
karartıcı siyasi idâre yüzünden hayatın tüm
alanlarında gerisin geriye gidiyor. Bu
vaziyetin Mısırlılarda toplu depresyonu,
hissizliği ve çaresizliği beslediği ve
derinleştirdiği kolayca tahmin edilebilir, ki
binlerce profesyoneli haysiyet, saygı ve iş
fırsatları için yurtdışına itelemiştir.
Durağan Arap dünyası
Körfez Ülkeleri
Arap dünyası, Türk başarı hikayesinin aksine,
kendi içinde bölünmüşlük hâlini sürdürüyor,
pek çok Arap devleti ekonomik bakımdan
ayakta kalma mücadelesi veriyor ve bu
esnada
egemenliklerini
ve
ulusal
haysiyetlerini İsrail'in muhafızı Amerika’ya
bâriz bir şekilde teslim ediyorlar. Toplu
olarak Arapların durumu, I. Dünya Savaşını
müteakip Osmanlı halifeliğinin çökmesinden
bu yana belki de en kötü durumdur.
Arapların Gazze Şeridi'ndeki ablukayı
yarmak gibi nispeten kolay bir görevde toplu
halde kaydettikleri başarısızlık, derin bir
acziyeti ve tüm bünyenin felç geçirdiğini
gösteriyor.
Zengin Arap ülkeleri cahil, dekadan ve
hanedan despotlarca yönetildiği için hüsran
verici döngüye onlar da kapıldılar çünkü
egemen şeyhlerin nihâi stratejisi, bedeli ne
olursa olsun iktidarda kalmaktır ve yabancı
güçlerin iradesine boyun eğmek buna
dâhildir. Söylemeye gerek yok, bu despotlar
pek çok örnekte apaçık cehalet sergilediler;
tasarruflarındaki devasa mâli kaynakları
somut ve uzun ömürlü iktisâdi gerçeklere
tahvil etmede skandal denilecek şekilde
başarısız oldular. Bazı Arap şeyhlikleri
gerçekte o kadar aptallar ki milyarlarca
doları şatafatlı ama iktisâdi bakımdan
faydasız projelere, servetlerini gösterdikleri
yüksek kulelere döktüler.
Benzer şekilde, her bir Arap devletinin yahut
Şeyhliğinin kendi iç meseleleriyle meşgul
olması, Arapların iktisâdi ve siyasi
bütünleşme çabalarına geçit vermiyor. Siyasi
felcin - boğucu musibetin – ana nedeni, Arap
dünyasına hâkim olan kabile zihniyeti ve
hanedan
despotizmidir.
Bu
kabile
zihniyetinin en somut ifadelerinden biri de
ister kraliyet isterse cumhuriyet siyaseti
izliyor olsun, otokratik Arap yöneticilerinin
uluslarına liderlik etmek ve onların
çıkarlarını yürütmek için değil de kendi
Ancak bu kabile şefleri, Dubai örneğinde
gördüğümüz üzere ekonomilerini gerçek
mâli krizlerden koruyacak başlıca araçlardan
mahrumlar. Yıkıcı kabile zihniyeti, Körfez
İşbirliği Konseyi ülkeleri gibi kültürel olarak
homojen ülkelerin bile ortak pazar
kurmalarına veya para birliğine geçmelerine
izin vermedi. Muhtemel bir dış saldırıya karşı
muteber bir askeri kuvvet inşa etmiş de
değiller.
40
Şüphe yok ki Arapların hâli gitgide daha da
kötüleşecek ta ki Arap evi büsbütün çökene
dek. Arap kitleleri uyuşukluğa, yeise ve
hissizliğe
son
verip
kendilerini
güçlendirmeye ve gasp edilen haysiyet ve
hürriyetlerini yeniden kazanana dek bu
böyle. Araplar aptal değil, Türklerden, din
kardeşlerimizden bir şeyler öğrenmek
istiyorlarsa, öğrenebilirler. Ama ne ki atı
suya
götürebilir
ama
içmeye
zorlayamazsınız.
Kur'an'ın
Hz.
Muhammed'e
(s.a.v)
vahyedildiği ülkedeki bilyonerler hayvani
arzuların peşinden koşarken Şer-i hükümleri
hâkim kıldıklarını iddia etmekteler. Madem
öyle, milyonlarca müslüman çocuklarına
yiyecek bulamazken, mesela dekandan bir
prense ümmetin kaynaklarını kendi şehevi
arzularına harcamasına hangi şer-i hüküm
izin veriyor? Allah, böyle bir dekadan prensi
Kur'an'da uyarmakta, cezasının an meselesi
olduğunu bildirmektedir. “Allah zengindir,
siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz
çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum
getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.”
(Muhammed, 38. Ayet, Diyanet Meali)
Bu arada Türk kardeşlerimize tekrar
hoşgeldiniz diyoruz. Osmanlıları uzun
zamandır özlüyorduk.
02 Şubat 2010
Kaynak: Palestine Think Thank
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
41
Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeni
doğasına bir bakış - Elias Vahedi
çözmeye çalışıyor ve gayri askeri araçlara
başvuruyor. Başka bir ifadeyle, Ankara'nın
askeri güce karşı azalan bağımlılığı gitgide
âşikar olmaktadır.
Türkiye-İsrail ilişkileri son aylarda bazı
gelişmelere şahit oldu, ki Ankara'nın
bölgesel politikalarında bilhassa da Siyonist
rejime yönelik olarak tashihler yapıldığına
işaret etmektedir. Bazı analistlerin Türk
hükümetinin siyasi değişimi veya strateji
değişimi diye tanımladıkları yeni durumun
çeşitli sebepleri olabilir. Yeni durumun en
önemli sebepleri şunlardır:
Stratfor başkanı George Friedman'a göre,
Türkiye'nin gücünü artırmak için önünde
çeşitli seçenekler varken İsrail'in seçenekleri
son derece sınırlı. Friedman, Tel Aviv'le
bağları geliştirmek için Ankara'nın dikkatini
cezbetme niyeti olmayan İsrail Dışişleri
Bakanı Avigdor Lieberman ve yardımcısı
Danny Ayalon'un İsrail'in Türkiye'ye
ihtiyacını hafife aldıklarına inanıyor.
Friedman'ın kanaatine göre ABD, İsrail'in
müttefiki olmasına rağmen onda bazı
eksiklikler buluyor. Bu eksikliklerden biri,
Suriye ve Irak'ı batıyla aynı hizaya getirmek
ve böylelikle iki Arap ülkesinin İran'a kaymak
gibi aşırı eğilimlerini önleme kabiliyeti. İsrail
bu rolü asla oynayamaz. Türkiye ve İsrail pek
çok müşterekte buluşurken, her ikisi de batı
blokuna ait iken, her ikisinin de komşularıyla
ciddi problemleri vardı, her ikisinin de çeşitli
iç problemleri vardı ve hem içeride hem de
dışarıda askeri politikalar uygulamaya
çalışıyorlardı denilebilir. Fakat durum bugün
çarpıcı şekilde değişti. Türkiye'nin İsrail’le
arasındaki mesafe her geçen gün daha da
artıyor. Her iki ülkenin birbirine duyduğu
ihtiyaç geçmişte karşılıklıydı ama bugün
İsrail, böylesi bir işbirliğine Türkiye'den daha
fazla ihtiyaç duyuyor.
Türkiye'nin İsrail'e ihtiyacı azalıyor
Türkiye Cumhuriyeti 1990'ların başlarında
batı nezdindeki statüsünü kaybetmenin
kaygısını taşıyordu. Bu esnada, Ankara'nın
aşağı yukarı tüm komşularıyla çeşitli
problemleri ve ihtilafları vardı: Suriye,
Yunanistan, Irak, İran ve Ermenistan.
Türkiye'nin bu ülkelere karşı iktisâdi ve
askeri yönden eksiklikleri vardı, bölgesel ve
uluslararası nüfuzdan da yoksundu. PKK'nın
terörist faaliyetlerinden dolayı Türkiye'nin iç
güvenliği büyük bir tehdit altındaydı.
Türkiye, bölgede Ankara'ya hasım olmayan
tek ülke nazarıyla bakılan İsrail'e işte bu aynı
nedenden dolayı yöneldi. İsrail’le geleneksel
ilişkilerine bel bağlayan Ankara, Tel Aviv'le
ilişkilerini hızla geliştirmeye başladı.
Ama Türkiye'nin uluslararası, bölgesel ve
yurtiçi durumu bugün öylesine farklı ki
bölgesel bir güce dönüştü. Türkiye bugün 20
yıl öncesine kıyasla güçlü bir orduya sahip ve
ileri teknoloji ürünü silahlara duyduğu
ihtiyaç hayli azaldı. Türkiye dilediği ülkeden
askeri teçhizat satın alabilir. Ankara,
komşularından yana ciddi bir askeri tehdit
hissetmiyor şu an. İç güvenliğinde de
iyileşmeler kaydetti. Dahası, izlediği iç ve dış
politikaları, “komşularla sıfır problem”
doktrini ve Kürt meselesinde diplomatik
atılım sayesinde iç ve dış meseleleri
İsrail'in eski Ankara büyükelçisi Alon Liel,
İsrail'in bu ihtiyacını açık açık dile getirdi.
İsrail'in Ortadoğu'da tecrit içinde olduğunu,
Türkiye'nin ise bölgede ilerlemeci bir güç ve
oyuncu olduğunu kaydetti ve Türkiye'nin
sadece tek bir ülkeyle sorunu varken
(Ermenistan) İsrail'in bölgedeki 22 devletten
20'siyle sorunu var dedi.
Türkiye'de
alınıyor
42
kamuoyu
kanaati
dikkate
Türk devlet adamları, iş bitirici siyasi araç
olarak halkın oylarını görüyor; siyasi
partilerin hayatları ve bekâları oylara bağlı.
Şayet siyasi partiler kamuoyundan ret
alırlarsa ülkenin siyasi sahnesinden uzun bir
süre çekilirler veya külliyen silinir giderler.
Şu an can çekişen sağ partilerin kaderi bu
oldu. Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi,
sağ kanat siyaseti iktidara taşımış ve uzun
bir süre Türkiye'yi yönetmişlerdi ama aniden
halk tabanını kaybederek mağlub oldular ve
Mecliste azınlık bir grup oluşturmaya
yetecek kadar bile sandalye kazanamadılar.
Hesaplarını halkın oylarına göre yapmak
zorunda olan iktidar ve muhalefet
partilerinin siyasette halkın taleplerini
dikkate almaktan başka seçenekleri yok.
savunmasız koalisyon hükümetine atıf
yapıyor. Netanyahu'nun, bu politikanın Türk
vatandaşlar üzerinde yapacağı olumsuz
etkinin farkında olmadığını, câri şartlar
altında Türk vatandaşlarının İsrail için
attıkları oyların, İsraillilerin kendileri için
attıkları oylardan daha önemli olduğunu
belirtiyor; zira Türkiye, İsrail'in düşmanlık
edemeyeceği denli güçlü bir ülke. Friedman,
İsrail’in Türk kamuoyu ile ilgili bir diğer
probleminin Türk laikler arasındaki tabanını
kaybetmesi olduğunu söylüyor. İsrail'e
muhalefeti dillendirmede laikler gitgide
İslamcılara katılıyorlar.
Türkiye'nin faal bölgesel rolü
Ankara, mevcut şartlar altında, bölgesel
etkileşimlerde faal bir rol oynamaya bakıyor.
Komşu ülkelerle ilişkileri geliştirmek,
Türkiye-İran-Suriye ve Türkiye-İran-Pakistan
eksenleri geliştirme yönündeki çabalar, Irak
meselesiyle ilgili olarak Suriye ve İran’la
bütünleşme çalışmaları, Türkiye'nin yeni
bölgesel rolü çerçevesinde târiflendirilip
değerlendiriliyor. İsrail bu şartlar altında
bölgede
istikrarsızlık
unsuru
olarak
görülüyor ve Türkler İsrail'den hoşnutsuzluk
duyuyorlar. Bölgenin ekonomik eksenleri
(ticaret ve enerji) Avrupa'ya bağlandığı
takdirde, İsrail dışında bölge ülkelerinin
önemi Ankara için daha da artacak.
Uluslararası
Stratejik
Çalışmalar
Enstitüsü'nün Türk hükümetinin dış
politikasıyla ilgili olarak önemli beş şehirde
yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre
katılımcılardan yüzde 40'ı İsrail'le herhangi
bir ilişki kurulmasına muhalefet ederken
sadece yüzde 7.5'luk bir kesim Tel Aviv'le
her türlü ilişkiye destek verdi. İsrail’le
ekonomik ilişkilere destek verenlerin oranı
yüzde 39; askeri ilişkilere destek verenlerin
oranı ise yüzde 6. Kültürel ilişkilere destek
verenlerin oranı yüzde 8. Türk hükümetinin
İsrail'e karşı yürüttüğü politikaların doğru
olduğuna inanların oranı yüzde 71; yüzde
12'sine göre ise bu politikalar yanlış. Türkiye
ve İsrail arasındaki ilişkilerin krize
girmesinden sonra Türk halkı arasında
İsrail’le iyi ilişkilere verilen destek daha da
azalmış görünüyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği
Genel bir değerlendirme yapılacak olursa,
İsrail-Türkiye ilişkilerindeki ana dinamiklerin
şu an zayıflatıldığı söylenebilir. Açıktır ki
hem Türkiye hem de İsrail kendi ulusal
çıkarlarının peşinde; küresel ve bölgesel
köklü değişimlerin ardından her iki ülke
çıkarlarının (özellikle Türkiye çıkarlarının)
yeniden tanımlanması, bu ilişkilerin doğasını
dönüştürecektir.
Batılı analistler Türk vatandaşların bölgesel
denklemlerdeki tercihlerine büyük önem
atfediyorlar. Friedman, İsrail dışişlerinin
Türkiye'ye karşı yakışıksız diplomasisinin
sebeplerini
açıklıyor
ve
Benjamin
Netanyahu'nun İsrail'de yanlış bir siyasi
atmosfer yaratmaya ihtiyaç duyan zayıf ve
Bundan başka, her iki ülke hükümetlerinin
bakış açıları ve politikaları temelden farklılık
43
arz ediyor. Dolayısıyla ilişkileri onarma
çabaları
göz
dolduran
sonuçlar
üretmeyecektir. Şayet Türkiye ulusal
çıkarlarının komşu devletleri ve İslam
dünyasını önemsemekle teminat altına
alınacağı inancından ayrılmazsa, İsrail’le bir
kez daha yakınlaşmaya kalkışmayacaktır ve
her iki ülke arasındaki bölünme daha da
derinleşecektir. Aksi takdirde, mevcut
şartlar altında her iki tarafın yapabileceği
şey en iyi halde ilişkileri normalleştirmektir.
Fakat şimdiden açık olan bir şey var ki o da
1990'larda Ankara ve Tel Aviv arasındaki
güçlü ilişkilerin düzeyine bir daha
erişilemeyeceğidir.
31 Ocak 2010
Kaynak: İran Review
Çeviren: M. Alpalsan Balcı
44
Yeni Türkiye değil, doğru zaman Remzi Barud
daha nüfuzluydu; dolayısıyla da söz konusu
olan dış politikasının tezahürü ve dış politik
bakışı olduğunda, durum yine böyleydi.
Fakat siyasi ve iktisâdi bir oyuncu olarak
Türkiye'nin önemi, çekiştirme sırasında bile,
arttı. Kat'i bir egemenlik hissi olan, gurur
hissi olan ve bölgesel bir güç olarak kendisini
ileri sürebilecek cesarette olan bir ulus
haline geldi.
Uri Avnery'nin İsrail-Türkiye arasındaki son
diplomatik ve siyasi münakaşa hakkında
yaptığı değerlendirme – İsrail ve Türkiye
ilişkileri eski sıcaklığına kavuşmayacaksa da
normale dönecektir demişti – akla yatkın ve
cesur. Ama benim görüşüme göre aynı
zamanda yanlış.
Türkiye, siyasi İslam’ın bölge çapında
yükselişe geçtiği 1970'lerde yeniden
düşünmeye başladı ve çeşitli siyasetçiler ve
gruplar, siyasi İslam’ı yeni bir düzleme
taşıma fikrine tutundular. Her şeye batı
gözlüğüyle bakmaya mahkum ikinci sınıf bir
NATO üyesi Türkiye fikrine çullanan kişi,
esasen, 1996-1997 arasında Türkiye
Başbakanı olan Dr. Necmettin Erbakan’dı.
Basitçe söylemek gerekirse, geri dönüş yok.
Ak Parti Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Suat
Kınıklıoğlu, “İsrail Yeni Türkiye'ye Alışmalı”
(Biraz Saygı Lütfen...) başlıklı yazısında şöyle
dedi: “İsrail, bölgenin kendine özgü bir
durumunun neticesi olan 1990'ları özlüyor
görünüyor. O günler geride kaldı ve AK Parti
iktidarı sona erse bile bir daha geri
gelmeyecek gibi gözüküyor.”
Erbakan'ın
Refah
Partisinin
rüzgarı
1980'lerin sonlarında esmeye başladı. Refah
Partisi, İslami kökeni ve tutumları
hususunda hiç de özürcü değildi. 1995 yılı
seçimleri sonucunda iktidara tırmanması,
alarm zillerinin çalmasına yol açtı zira “batı
yanlısı” Türkiye, ülkenin bölgesel rolünü
“NATO'nun uşağı” olarak tâyin etmiş çok
katı bir senaryodan sapmaktaydı. Selam A.
Selam, El Ahram'da yayınlanan son
makalesinde Türkiye'nin artık o “uşak”
olmadığını kaydetti. Kınıklıoğlu'na göre de
“İsrail'in alışması gerektiği bir şeydi” bu.
İşte bu değerlendirme, gerçeklerle daha
tutarlı görünüyor.
Şayet son münakaşaya yol açan münferit
birkaç hadise olsaydı - mesela Dünya
Ekonomi Forum'unda Türkiye Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Devlet
Başkanı Şimon Peres arasında geçen cesur
atışma yahut Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi
Oğuz Çelikkol'un İsrail Dışişleri Bakan
Yardımcısı Danny Ayalon tarafından
önceden tasarlanarak aşağılanması gibi - Uri
Avnery'nin olayları iyimser bir şekilde
okumasına katılmak mümkün olurdu. Ama
ne ki bu olaylar münferit değil. İsrail,
Amerika ve bir bütün olarak Ortadoğu'ya
yönelik Türk dış politikasında açık ve galiba
tersine
çevrilemez
bir
değişimi
yansıtmaktadır.
Erbakanlı günler geçeli çok oldu belki. Ama
onun mirâsı, Türk milli şuurundan asla
kopmayan bir şeyleri tescilledi. Sınırları
zorladı, Filistin yanlısı politikaları yürekli bir
şekilde müdaafa etti, batının tâlimatlarına
karşı koydu ve hatta siyaseten en önemli
Arap ve müslüman ülkelerini birleştiren D-8'i
kurarak ülkesini iktisâdi bakımdan yeniden
konumlandırmaya
çalıştı.
Erbakan,
“postmodern”
askeri
darbeyle
düşürüldüğünde, Türkiye'de siyasi İslam’ın
mülayim bir formunun bile müsamaha
Türkiye kayda değer bir zamandan beri bir
yanda müslüman ve Arap ülkelerle tarihi
bağları, öte yanda Batılılaşmaya doğru
durdurulamaz
sürüklenişi
arasında
yırtılmıştı. Batılılaşma, ferdi ve toplumsal
yeni Türk kimliğinin şekillenmesinde çok
45
görmediğini ispatlayarak neticelenen kısa
süreli siyasi tecrübenin sonu geldi diye
düşünüldü. Ordu bir kez daha tek güçtü.
aşağılamasından sonra “İsrail tarafından
resmi bir özür gelmediği takdirde Çelikkol'un
ilk uçakla Ankara'ya çağrılacağını” söyledi.
İsrail tabii ki özür diledi, tevâzu ile.
Fakat o tarihten sonra herşey değişmeye
başladı. AK Parti 2002'de iktidara geldi. AK
Parti liderliği değişimi amaçlayan ve hatta
ülkelerinin bölgesel jeopolitik bakış açısında
bir değişim amaçlayan tecrübeli ama ilkeli
siyasetçilerden oluşuyordu.
Ankara'nın bu güven düzeyine erişmesi yıllar
aldı ve ülke, herhangi bir kişinin uşağı
olmaya hevesli değil. Dahası, Türkiye'nin
Gazze lehine tek cephe olması ve metin
duruşu, Lübnan’a, İran ve Suriye'ye yapılan
tehditlere karşı açıksözlülüğü eski “sıcak”
günlerin hayli geride kaldığını açıkça
göstermektedir.
AK Parti, ne Avrupa'nın kabulünü ne de
Amerika'nın ruhsatını istirham etmeyen
iddialı Türkiye'ye liderlik etmeye başladı.
2003 yılında Amerika'nın Irak'a karşı askeri
harekâtı
Türkiye
topraklarından
başlatmasına karşı çıkarak, demokratik
temsil ve artan halk desteğiyle, güçlü bir ses
edindi.
Türkiye, Arap ve tüm bir İslam dünyasında,
davalarını müdaafa edecek güçlü ve akıllı bir
liderliğe susamış kabullenici bir kitle bulacak
elbette. Söylemeye gerek yok, Erdoğan
Gazze'de muhasara altındaki Filistinliler için
ev halkından biri, bir halk kahramanı, aslında
yeni bir Nasır. Aynı hissiyatı tüm bölge
paylaşıyor.
Söz konusu temayül devam etti ve Türkiye
son yıllarda siyasi gücünü ve maharetini
eyleme tahvil etme cesaretini gösterdi, ki
inşası yıllar almış siyasi ve askeri dengeleri
şipşak bozmaksızın. Haliyle İsrail’le geçmişte
yaptığı
askeri
anlaşmalara
hürmeti
sürdürdü, Suriye ve İran’a başarılı olmuş pek
çok teklifte bulundu. Müslümanların ve
Arapların ayrılık çağında birleştirici olarak
görünme iradesi sergileyerek, “ılımlılar” ve
“aşırılar” kampında yer almayı reddetti.
Bunun yerine, tüm komşularıyla ve Arap
müttefikleriyle iyi ilişkileri idame ettirdi.
31 Ocak 2010
Kaynak: Palestine Chronicle
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
Amerika, 2007 itibariyle “Yeni Türkiye'nin”
yükselişini görmeye başladı. ABD Başkanı
Barack Obama'nın başkanlık töreninden kısa
bir süre sonra bu ülkeyi ziyareti, Batı'nın,
Türkiye'nin “özel” statüsünü dikkate
aldığının pek çok işaretinden biriydi.
Türkiye'ye kabadayılık edilmemeli, Türkiye
tehdit edilmemeli veya ona gözdağı
verilmemeliydi. Diplomasinin kaidelerine
uzun zamandır kafa tutan İsrail bile Abdullah
Gül sayesinde artık sınırlarının farkına
varıyor. Abdullah Gül, İsrail'in Türk
Büyükelçisini
kavgacı
bir
şekilde
46
Türkiye'nin büyüsü - Selam A.
Selam
bağlarına güvenebilir artık. Kaydedilmelidir
ki Türkiye, İsrail'le ilişkilerini geriletmedi.
İsrail, büyükelçi olayında yapılan öfke
takasından sonra, uçak satışı anlaşmasını
görüşmek üzere dışişleri bakanını *Sic!
Savunma bakanını+ Ankara'ya gönderdi.
Türkiye halen İsrail'le görüşüyor ve
Filistinlileri kaderlerine terk etmiyor.
Arap dünyasının bir rol model için böylesine
hevesli olduğunu görmek ve önayak olacak
bir kurtarıcı için herşeyi göze aldığına şahit
olmak üzücü. Türkiye, en çok da İsrail'e el
pençe divan durmayı reddetmesinden
dolayı, çoğu Arap için rol modeli haline
geldi.
Bunu, müstakbel cumhurbaşkanı ve onun
Amerika ve İsrail'in onayına ihtiyaç duyup
duymayacağı hakkında tartışma yaptığımız
Mısır'ın durumuyla kıyaslayın. Mustafa el
Feki'nin ateşlediği, Hasaneyn Heykel ve
diğerlerinin yorumlarıyla katıldığı bu
tartışma, ülkedeki siyasi kafa karışıklığını ileri
götüren bir ilaveden başka bir şey değildir.
İsrail dışişleri bakanı Avigdor Lieberman,
*Sic! Dışişleri Bakan yardımcısı Danny
Ayalon+ İsrailli ajanları çocuk kaçıran
kimseler olarak resmeden bir Türk dizisine
itiraz ettiğinde Türk büyükelçisini ofisine
çağırdı, alçak koltuğa oturttu ve ülkesi
İsraillileri yanlış tasvir ettiği için büyükelçiyi
haşladı. Türkler İsrail'e ültimatom verip özür
dilemeye zorlayarak bu hakarete tepki
verdiler.
Mısır, İsrail gibi olamaz ve Türkiye gibi
olmaya da çalışmıyor. Barış sürecine ilişkin
tüm meselelerde ABD'ye açık kapı bırakmış
olabiliriz ama yine de bir şeyler elde
etmenin çok uzağındayız. Amerika, tüm
çabalarımıza rağmen, önceden olduğu gibi
halen İsrail yanlısı. Amerika'nın İsrail
üzerinde kaldıraç gücü yok gibi görünüyor
ama gene de Mısır ve diğer Arap
ülkelerinden her gün yeni tavizler isteniyor.
Bugün için Arapların Ortadoğu barış
sürecinde söyleyebilecekleri tek bir sözleri
yok.
Türkiye'yi Arapların gözünde kahraman
yapmak için bu olay yeterliydi. Türkiye,
Recep Tayyip Erdoğan iktidarında hem
dostun hem de düşmanın saygı duyduğu
bölgesel bir güç haline geldi. Türkiye'nin
İsrail’le yakın askeri ilişkileri olabilir ama bu,
Gazze saldırısı sırasında sağlam bir duruş
sergilemekten de alıkoymadı onu.
Türkiye'nin Suriye, Lübnan ve Ürdün'le de
dost canlısı ilişkileri var. Suriye ve İsrail
arasında arabuluculuk yaptı. ABD-İsrail'in
İran'ı şeytanlaştırma kampanyasına da
meyletmedi.
Türkiye'nin,
yalnızca
Amerikalılarla,
Avrupalılarla ve İsraillilerle değil, İran'la ve
Körfez ülkeleriyle de yakın ilişkileri olan bir
ülkenin, bizi bu şekilde savurmasına
şaşmamak gerek.
Türkiye bir zamanlar olduğu gibi NATO'nun
uşağı da değil. Erdoğan döneminde kendi
sesini buldu. Yeni keşfedilen bu bağımsızlık,
Avrupa'nın Türkiye'nin AB üyeliği talebine
ters yanıt vermesinin sonucu değil mi? Belki
de öyledir ama mesele şu ki Türkiye bölgede
büyük bir kaldıraç gücü olan bir ülke olarak
kendini yeniden keşfetti.
Mısır Türkiye'nin yaptığı gibi Ortadoğu
çatışmasına müdahildir. Camp David
anlaşmasından bu yana barışa karşı tarihi ve
ahlaki sorumlulukları var. Arabuluculuk
yapmaya çalıştı ve yanısıra, barış çabaları
pek çok dostunu kaybetmesine vesile oldu
ve Gazze'de görüldüğü üzere siyasetimize
bir sakarlık bulaştırdı.
Türkiye, uluslararası konumunu destelemek
için Arap ve müslüman ülkelerle güçlü
47
Sivil toplum ve Avrupalı gruplar Gazze'ye
sempati duymaya başladılar; Filistinlilerin
uzlaşması ve İsrail'e baskı amaçlı
kullanamadığımız bir sempati bu. İroniktir,
Gazze'ye giden yardım konvoyuyla ilgili
durumu yumuşatmak için araya giren yine
Türkiye idi.
23 Ocak 2010
Kaynak: El Ahram Weekly
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
48
Türkiye Arapların abisi rolünü
benimsedi - Sami Mubayed
Arap ve müslüman uluslar arasındaki haklı
yerine iade etmek istiyor, ki Şam bunun
bittiği yer değildir. Bu siyaset, Mısır'ı,
Ürdün'ü, Filistin'i, Suriye'yi, Lübnan'ı ve Irak'ı
da ihtiva etmektedir.
ŞAM – Batıdaki pek çok kişi, Adalet ve
Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonra
izlenen yeni Türk dış politikasını 92 yıl önce
sahneden
çekilen
Osmanlı
imparatorluğunun siyasi, sosyal ve de fikri
nüfuzunun canlanışını telkin eden “yeni
Osmanlıcılık” ifadesiyle tanımladılar.
Türkiye son bir kaç yıl boyunca Suriye ve
İsrail arasında dolaylı görüşmelere aracılık
etti, Filistin'de el Fetih ve Hamas arasında bir
çözüme şekil vermeye çalıştı ve geçen
Ağustos'ta araları açılan Şam ve Bağdat
arasındaki ilişkileri onarmak için çalıştı.
Bu politika, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
ve onun eski danışmanı, bugünün dışişleri
bakanı Ahmet Davutoğlu'na hamledildi.
Ancak Arapların doksan yıldır Osmanlı
karşıtlığını aşılamaları nedeniyle, evvelden
Osmanlı İmparatorluğunun idâresi altındaki
ülkelere
“Osmanlıcılığı”
pazarlamanın
zorluğuna bakınca, “Osmanlıcılık” ifadesi
hızla güçten düşmeye başladı.
Türkiye, İran ve Arap dünyası arasında kalıcı
arabulucu rolüne girdi ve Lübnan'daki
Hizbullah
ve
Amerika'da
koparılan
yaygaralara rağmen 2004 yılında liderlerini
Ankara'da ağırladığı Hamas gibi devlet dışı
aktörlere yardım etmek için çokça çalıştı.
İlave olarak, Irak'ın karmaşık siyasi
dünyasında da varlık göstermeye baktı ve
Saddam
Hüseyin'in
2003
yılında
düşmesinden sonra ortaya çıkan siyasi
sürece Sünni liderlerin de katılması çağrısını
yaptı. Büyük abi Türkiye, 20. yüzyıla girerken
yine benzer sularda aracılık etmişti ve belli ki
bölgeyi, bölge halkını ve onların düştükleri
zor durumu çok iyi bilmektedir ve oradaki
çatışmaları çözecek en uygun tarafın kendisi
olduğunu halen hissetmektedir.
Ancak bazıları ifadeyi kullanmayı sürdürdü.
Türkiye Başbakanı'nın danışmanlarından
Cüneyt Zapsu “dünyada Türkiye için yeni,
olumlu bir rol, geçmişiyle uzlaşmasından,
sosyal tabuların üstesinden gelinmesinden
ve olumlu yeni bir Türk kimliğinden geçer.
Biz Osmanlının halefiyiz ve bundan
utanmamalıyız” demişti.
Türk karar vericiler, bir zamanlar, Osmanlı
geçmişini
örtmeye
çalışıyor,
Kemal
Atatürk'ün parlak
devrinde bundan
utanıyorlardı çünkü geri ve Türkiye'de dikilen
laik devlet için çok fazla İslami görünüyordu.
Ancak Suriye ve en son Lübnan gibi ülkelere
siyasi açılımlar getiren Ak Parti'nin istikrarlı
politikaları sayesinde artık geçmişte kaldı bu.
Türkiye Başbakanı Erdoğan bu hafta çığır
açıcı bir ziyaret düzenleyen Lübnan
Başbakanı Saad el-Hariri'yi ağırladı ve
Erdoğan'ın
Türkiye
Cumhuriyeti için
dikkatlice oluşturduğu uzun müttefik
zincirine bir halka daha eklendi.
İki ülke, diğer konuların yanısıra, askeri
alanda teknik ve bilimsel işbirliğini artırma
ve karşılıklı olarak vizeleri kaldırma
konusunda mutabık kaldılar. Turizmi
artıracak, Türkiye ve Lübnan arasında
Erdoğan'ın yedinci yılına giren Arap
politikasını Türkiye-Suriye ittifakı olarak
yorumlayanlar var. Bu yanlıştır. Erdoğan, bu
yeni yöneliminin doğası gereğince, Türkiye'yi
49
halkların temasını artıracaktır bu. Resmi
sayılara göre 2008 yılında Lübnan'dan
50.794 kişi Türkiye'yi ziyaret etti. 2007 yılına
göre 18.000 kişilik bir artış söz konusu ve
Beyrut'u ziyaret eden birkaç yüz kişilik Türk
ziyaretçiye kıyasla hayli büyük bir sayı. 2002
yılında 225 milyon dolar civarında olan ve şu
an 900 milyon dolara dayanan ikili ticaretin
artışına da katkı sağlayacaktır. Ayrıca, Libya,
Fas, Tunus, Ürdün ve Suriye'den sonra
Türkiye'nin vizeleri kaldırdığı altıncı Arap
ülkesidir Lübnan.
Lübnan ve Türkiye, şimdi BM Güvenlik
Konseyi geçici üyeliğinde mevkidaşlar ve
gelecek aylarda gerçek siyasi işbirliği burada
tecelli edecek. Lübnan, BM Güvenlik
Konseyi'ni Suriye'yi Lübnan'dan çekilmeye
ve Hizbullah dâhil çeşitli devlet dışı aktörlere
silahsızlanmayı şart koşan 1559 sayılı
kararından
vazgeçirmeye
çalışırken
Türkiye'nin ağır nüfuzu işe yarayacaktır.
Harriri ekibi 2005-2009'da 1559 sayılı kararın
uygulanmasını talep ederken, bugün kararın
kaldırılmasını tercih ediyor. Nitekim hasım
olmaktan çok uzak olan Hizbullah, Harriri'nin
müttefiki, Lübnan Meclisi'nde ve Harriri
kabinesinde güçlü bir şekilde temsil ediliyor.
Erdoğan “bölgesel Şengen” sistemi gibi
birinci sınıf bir tanımlama getirerek, Avrupa
ülkelerinin
1985'te
Lüksemburg'da
imzaladığına benzer bir sistemin bölgede
yürürlükte olduğunu söyledi; bu ülkeler
arasındaki sistematik sınır denetimi kalkıyor
ve Osmanlı İmparatorluğundaki gibi
birbirlerine
yakınlaşıyorlar.
Erdoğan,
normalleştiği vakit Irak'ın da bölgesel
“Şengen” sistemine katılabileceğini söyledi.
Lübnan hükümeti kısa bir süre önce bu
kararın yürürlükten kaldırılması gerektiğini,
zira tüm şartların karşılandığını, Hizbullah'ın
Lübnan devletinin ve savunma sisteminin bir
parçası olduğunu, batıdaki çoklarının iddia
ettiği gibi sadece devlet dışı bir oyuncu veya
milis olmadığını kaydetti.
Erdoğan'ın Hariri ziyareti hakkında duyduğu
iyimserlikten açıktır ki Türkiye ve Lübnan
arasındaki işbirliği bu noktada bitmeyecek.
Herşeyden önce, Türkiye Başbakanı biri
2007'de diğeri 2008'de olmak üzere,
Beyrut'u iki kez ziyaret etti ve Michel
Süleyman'ın Lübnan Cumhurbaşkanlığı
yemin törenine katılan en üst düzey
misafirdi.
Hizbullah ve Harriri'yi 1559 sayılı kararın
külfetinden kurtaran sav, Hizbullah ekibinin
Harriri kabinesine atadığı, Harriri'nin yeni
Dışişleri Bakanı Ali el Şami tarafında ortaya
konmuştu.
Harriri, Erdoğan'la birlikte yapılan basın
toplantısında İsrail ordusunun Lübnan
sularını ve hava sahasını ihlal etmediği tek
bir gün bile geçmediği kaydederek bunun,
2006 Lübnan Savaşı sonrasında yayınlanan
BM'in 1701 sayılı kararının ihlal edilmesi
olduğunu belirtti.
Türkiye, 2006 yılında İsrail saldırısı sırasında
metin bir şekilde Lübnan'ın yanında durdu
ve savaş sonrasında Lübnan-İsrail sınırına
gönderilen geçici BM Barış Gücü'ne 600
kişilik asker gönderdi. Erdoğan, 41 okul, beş
park ve 20 milyon değerinde rehabilitasyon
merkezinin yanısıra Güney Lübnan'ın
yeniden inşası için 50 milyon dolar
değerinde yardım sağladı.
Erdoğan tasdik ederek İsrail'in son yıllarda
“en az 100” kararı ihlal ettiğini söyledi ve
“bu, BM'de ciddi bir reformu gerekli
kılmaktadır.
İsrail'in
duruşunu
desteklemiyoruz ve sessiz kalmayacağız”
50
dedi.
ağırlamaya hazırlanıyor.
Türkiye'nin Lübnan tarafında olması, İsrail'le
bu yaz bir diğer karşılaşma turuna hazırlanan
Hizbullah adına büyük bir destektir.
Ankara'dan dönen Harriri Hizbullah'ı
savunarak “bir kimsenin ülkesini savunması
terörizm değildir - tam tersi doğrudur” dedi
ve böylelikle Hizbullah'ın Şeba Çiftlikleri
İsrail işgalinden kurtarılana dek İsrail'e karşı
yürüteceği savaşı destekledi.
Türkler, ancak ve ancak tüm taraflarla
konuşabildikleri
takdirde
Ortadoğu'da
güvenlik ve normalliğe dönülebilecektir.
İsrail Erdoğan'ın yeni siyasetinden hoşnut
değilken, Arap-İsrail çatışmasında taraf
tuttuğunu iddia ederken, Araplar Türk
devinin yükselişinden ve 1918'den beri
yaşananların aksine, âşikar bir şekilde
cephede onların yanında olmasından dolayı
heyecana kapılıyorlar.
Erdoğan'ın Gazze Savaşı sonrasında, 2009
Ocak ayında Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı
Şimon Peres'e konuşurken İsrail'e yönelttiği
eleştirisine de çok uygundur bu. Şöyle
demişti: “Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin
çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu
kadar yüksek çıkması, bir suçluluk
psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu
kadar çok yüksek çıkmayacak, bunu da böyle
bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok
iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl
öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi
biliyorum.”
Erdoğan, Birinci Dünya Savaşı sırasında ikili
ilişkilerde yaşanan pürüzlere rağmen, Arap
dünyasındaki Osmanlı mirâsının hepten kötü
ve pek de otokratik olmadığını hatırlatmış
oldu. Niçin? Çünkü Suriye, Lübnan ve
Filistin'i savunan Erdoğan aynı zamanda
Türkiye'yi
savunmakta
olduğunu
hissetmekte, dört ülkeyi de tek bir coğrafi,
tarihi, dini, sosyal ve kültürel muhit olarak
görmektedir.
Şam ve Beyrut'taki pek çok güzel bina
herşeyden evvel Osmanlı döneminde inşa
edilmiştir. 20 yüzyıla uzanan pek çok tüzük,
ticaret kanunları ve sivil idâri uygulamalar da
o zamandan kalmıştır. Arap kültürü üzerinde
yıkıcıdır diyerek Osmanlı olan herşeyin
üzerinin çizildiği yıllara rağmen, Osmanlı'nın
Arap dili, mirâsı, müziği ve mutfağı
üzerindeki etkisi göz ardı edilemez.
Erdoğan gelecek haftalarda Suriye-Lübnan
ilişkilerinin daha da normalleşmesine yardım
edecek: “Dostu” Beşşar Esad'a Beyrut'u
ziyaret ederek, Harriri ziyaretine karşılık
vermesini tavsiye etti. Hizbullah'ın bir diğer
İsrail savaşından korunması için Suriye ve
Lübnan'la çalışmayı ilerletecek ve Gazze
kuşatmasını kaldırmak, Golan Tepelerini
Suriye'ye geri vermek üzere müzakere
masasına dönmesi için İsrail'e baskı
uygulamaya çalışacak.
Osmanlı, Büyük Savaş'ta kendilerine karşı
İngiltere'yle çalışan Araplara demir yumruk
indirmiş olmasına rağmen, II. Abdulhamid
döneminde – çok semboliktir - Osmanlı
Filistini'nde Siyonistlere toprak satmayı
reddetmişlerdi.
Erdoğan'ın,
Arapların
hatırlamasını istediği Osmanlı tarihi işte
bu'dur yoksa Osmanlı vâlisi Cemal Paşa'nın
1915-16 arasında Beyrut
ve Şam
meydanlarına diktiği darağaçları değil.
Araplarla yeni ve sağlam bir ilişkiye rağmen,
İsrail'le tarihi ilişkilerini kesip atmaması
Erdoğan'ın yeni siyasetini çok iyi yansıtır.
Eleştirmesine
rağmen,
Tel
Aviv'deki
büyükelçiliği açık ve İsrail Savunma Bakanı
Ehud Barak'ı Ocak ayı sonlarında Ankara'da
51
Lübnan,
Türkiye
ve
Suriye'deki
Cumhuriyetler gençken, Türk ve Arap
ulusçuluğu
tarihi
takdir
etmenin/kadirşinaslığın önünde bir engeldi,
Araplar ve Türkler arasında düşmanlıktan
başka hiçbir şeye yol vermedi. Harriri'nin
Ankara ziyareti sırasında sembolik bir şekilde
“abi” olarak andığı Erdoğan'ın çabaları
sayesinde o dönem, umulur ki bir daha
dönmemek üzere geçip gitmiştir.
14 Ocak 2010
Kaynak: Atimes
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
52

Benzer belgeler