dosyayı indir

Transkript

dosyayı indir
Bisikletle Formda Kalın
Bana en çok sorulan soruların başında "nasıl hep böyle formda kalıyorsun" oluyor.
Çok basit diye cevap veriyorum. Yaz/kış hep spor yapıyorum, böylece istediğim her şeyi
yiyebiliyorum. Peki formumu korumak için hangi sporları yapmayı seviyorum. Hep açık havada
sporumu yapmayı tercih ediyorum, çünkü böylece tüm stresimi vücudumdan daha iyi atıyorum.
Temiz hava solumam, kuşlar, ağaçlar, güneş, deniz görmem şart spor yaparken.
Bisiklet
Artı açık havada spor yapmanın şöyle bir avantajı da var. Hava
şartlarına göre efor sarfettiğimiz için yaktığınızı iki katı
yakabiliyorsunuz. Ben Anadolu yakasında hemen hergün 12 km
bisiklete biniyorum. Bisiklete binmek, her şeyden önce
kondisyonumuz için çok iyi. Artı Türk kadınlarının ortak sorunu
karın, bel, kalça bölgesi için de birebir :)) Yağları eritip deriyi
sıkılaştırıyor. Kar, fırtına, yağmur, sıcak demeden hep sahilde bisiklete
binerim.
Sizlere yılın farklı zamanlarında bisikletime binerken fotoğraflarımı
gönderiyorum.
Yol Arkadaşım
Bisikletimi çok seviyorum :) İstanbul'da mümkün olduğunca her yere
bisikletimle gitmeye çalışıyorum : ) Bu fotoğrafta gördüğünüz
bisikletse benimle 18 yaşımdan (1998) beri beraber :)
Danimarka'da yaşarken ve okurken onunla heryere gidiyordum ve
İstanbul'a yerleşirken onu da getirdim.
Hem Sportif Hem Ekonomik Seyahat
Siz de benim gibi çok seyahat ediyorsanız ve bu yüzden formunuzu korumakta zorlanıyorsanız işte
size birkaç ipucu. İster bir şehre ilk defa gitmiş olayım ister şehri ezbere bileyim fark etmez, genelde
ya her yere yürüyerek ya da bisikletle gitmeyi tercih ederim. Eğer yürüyüş yapmayı tercih etmişsem,
farkında olmadan 4-5 saat yürümüş oluyorum. Böylece farkında olmadan hem spor yapmış hem de
şehri keşfetmis oluyorum. Hem de ekonomik oluyor :) taksilere para harcamamış oluyorsunuz.
BİR KENTİ KEŞFETMENİN EN GÜZEL YOLU
Bu fotoğraflar Hamburg'dan, bu şehirde o kadar çok bulundum ki artık ezbere biliyorum her
köşesini. Hamburg'u şu ana kadar hep yürüyerek keşfettim ama geçtiğimiz hafta orada
bulunduğumda, kaldığım otel bisiklet kiralama servisi sunuyordu. Bir bisiklet aşığı olarak , tabii ki
hemen faydalandım :)
Kaldığım 4 gün boyunca, her sabah bisiklet ile çekimlerin yapıldığı stüdyoya gittim. Otel ile stüdyo
arası 10-15 dk idi. Çekimlerim bittikten sonra çıkıp şehir merkezine bir şeyler yemeye, yine bisiklet ile
gitmeyi tercih ettim. Stüdyodan şehir merkezine gitmek 1 saat 15 dk sürüyordu. Merkezden tekrar
otele dönmek ise 1 saat. Böylece 4 gün boyunca, her gün 2.5 saat bisiklete binmiş oldum.
Hal böyle olunca istediğimi yiyebiliyorum :) fotoğrafta gördügünüz gibi Hamburg meydanında
kanalın dibinde sandvicimi yiyiyorum, arkasından tatlımı da yedim ama onun fotoğrafı yok :) yaz/kış
ne zaman Hamburg'a gitsem, yiyecek ve içeçeğim ile bu meydanda mutlaka otururum. Çok sevimli
ve huzurlu bir yer. İşte bu kadar kolay, seyahatlerinizde form korumak!
Biliyorsunuz, İstanbul'da da haftanın 4-5 günü, günde 2-3 saat spor yapıyorum. Seyahatlerim
formumu korumamda engel değil hatta daha kolay :) çünkü İstanbul'da her yerde bisiklet yolu yok
maalesef :( dünyanın en büyük metropollerinde artık hemen her yerden bisiklet kiralayabiliyorsunuz,
keşke bizde de olsa. Siz de bundan böyle hem ekonomik hem de sportif bir seyahat geçirebilirsiniz.
4 gün taksiye binmemek, sizin fazladan bir elbise
satın almanız demek :)
4 gün bisiklete binmek veya yürüyüş yapmak
o elbiseye rahatlıkla sığmanız demek :))))
Tülin Şahin
Kaynak: http://www.tuliss.com
BİSİKLET ÖYKÜLERİ!
taksim, istanbul 2013
Bugün bir garip
hissediyordu kendini.
Asfaltta hız yapmak ister
gibi bir havası yoktu.
Saygısız dört tekerlerle
münakaşaya giresi de
gelmemişti. Lastiklerinin
tüm hızıyla giderken
çıkardığı sürtünme sesi
yerine, biraz dinginlik
istiyor gibiydi. Kırmızıyı
dolamıştı daha akşamdan
kendine. Belli ki farklı
şeyler yapmak istiyordu.
Biraz doğa, biraz koku,
çokça renk...
Parka götür beni dedi.
GÖKHAN KUTLUER
Kışın Nasıl Giyinelim?
Her spor dalında olduğu gibi bisiklete binerken de yapılan işe uygun giyinmek çok önemlidir. Burada amaç
vücudu dış etkenlerden - soğuk,sıcak, yağmur vs- mümkün olduğunca korumak fakat bu arada vücut ısısını
ve terlemeyi kontrol altında tutmaktır. Bunlar bisiklet üzerindeki sürücünün konforunu ve güvenliğini
sağlamalıdır. Sele rahatsızlıklarını azaltmak için iç kısmı destekli (pad’li) taytlar gidondaki titreşimi az
hissettiren veya eldeki tahrişi önleyen eldivenler buna örnek verilebilir..Sadece koruma amaçlı aksesuarlar da
vardır. Kask bunların en önemlisidir.
Kış aylarında bisiklete binerken dikkat edilmesi gereken (ve de
çoğunlukla yalnış uygulanan) bir konu vardır. Bu da havanın
serinliğine/soğukluğuna bakıp da aşırı giyinilmemesi gerektiğidir.
SOĞUK HAVALARDA ŞU BASİT KURAL UYGULANIR...
Bisiklete bindiğiniz İLK 10 DAKİKA biraz üşüyorsanız yeterli
giyinmişsiniz demektir. Eğer ilk 10 dakika üşümediyseniz bundan
sonra sıcaktan rahatsız olabilirsiniz. Kış aylarında aşırı soğuk
olmadıkça ÜÇ KAT GİYSİYLE rahatlıkla bisikletinize binebilirsiniz.
DIŞ KAT
Kış bisikletçiliğinde en üstteki tabakanın (giysinin) SU VE RÜZGAR
geçirmeyen, fakat buna karşılık içerde oluşan teri dışarı
çıkartabilecek özellikte olması beklenir. En eskisi ve bilineni
Gore-Tex kumaşıdır. Benzer özelliklerde bir çok ürün vardır.
Bunların hepsinin kendine özgü özellikleri olabilir. (Entrant, T3000,
Micropore, Propore, Zephyr vs.)
Bisiklet için bu tip bir kumaşta geçirgenlik oranı fazla olmalıdır.
Aksi halde terleme hızı kumaşın geçirgenliğinden fazla olursa dış
tabakanın iç kısmında yoğuşma, ıslanma olur. Bu da vücudun
kurumasını zorlaştırır ve sonuç olarak ısı kaybı çabuklaşır.
Türkiye gibi genelde ılıman iklime sahip yerlerde yüksek efor sonucu
oluşan terlemeyi engellemek için içten dışa geçirgenliği yüksek
ürünler seçilmelidir. Çok soğuk şartlarda Gore-Tex iyi sonuç verebilir
fakat normal şartlarda Zephyr (Pearl Izumi) veya Propore-Micropore
(3M) kumaşlar üst tabaka olarak daha uygundur.
Eğer yağmurluğunuz nefes alan özellikte değilse mümkün olduğunca
terlemeyi azaltmak için giysinin fermuarını sık sık açmanız
gerekebilir.
Nefes alan yağmurluklar diğerlerine göre oldukça pahallıdır. Fakat sağladığı konfor düşünülürse ciddi
bisikletçilerin vazgeçemediği bir üründür. Amerikan RainShield 3M'in ürettiği Propore kumaştan yapılan
yağmurlukları oldukça ucuzlamıştır. Kesinlikle su ve rüzgar geçirmeyen ama terletmeyen bu giysiler düşük
fiyata yüksek konfor sunmaktadır.
ORTA KAT
Bu tabaka genelde ince polar kumaştan yapılır ve fazla kalın olması gerekmez. Çoğunlukla da iç kısmı polar
(fleece) dış kısmı daha az rüzgar geçiren bir kumaş olabilir. Gore firmasının WindStopper ceketleri buna iyi
bir örnektir. Ayrıca Asics firmasının Nexten kumaşından uzun kollu üst giysileri de böyle havalar için
idealdir. Serin havalarda yine bu malzemelerden yapılmış bir yelek giyilebilir. Bu ceketler veya yelekler çok
soğuk ve yağışlı olmayan havalarda son kat olarak da kullanılabilir. Ama böyle havalarda yine de rüzgarlık
veya yağmurluğunuzun yanınızda bulunması iyi bir önlem olacaktır.
İÇ KAT
Burada aranan en önemli özellik giysinin az terletmesi (ter tutmaması), teri çabuk kurutması, tenin rahat
havalanmasını sağlamaktır. Çoğunlukla "jersey" adı verilen bisiklet formalarının çoğu bu özellikleri taşır.
Bunlar genellikle Lycra veya Lycra karışımlarından yapılır. Bu katın tamamiyle pamuklu olması hiç
önerilmez çünkü pamuklu kumaşlar teri emerler ve kurumaları oldukça zordur. Çok soğuk havalarda bu
lycralı kumaşlar yerine son yıllarda çıkan termal iç çamaşırlar da bu koşullarda idealdir. Bu tür malzemelerin
terletmeden vücut ısınını çok iyi korurlar.. Soğuk havalarda boğazı ve başı soğuktan korumak iyi bir
önlemdir. Boğaz için ince polar kumaştan yapılmış bir fular veya sadece boğazlık olarak tasarlanmış ürünler
kullanılabilir. Bunların bir kısmı elastik lycralı kumaşlardan olabilmektedir. (İspanyol Buff) Ama bunların
hiçbiri yoksa pamuklu kumaştan bir fular da işinizi görebilir. Vücutta en çabuk ısı kaybı eller ve ayaklarda
olur.
Kışın kesinlikle uzun parmaklı, rüzgar geçirmeyen (wind Stopper) eldivenler kullanmak gerekir. Tabi bu
eldivenler vites /fren kontrollerini zorlaştırmayacak kalınlıkta olmalıdırlar. Bazen, çok kalın olmayan kış
aylarında marketlerde satılan kayak eldivenleri de bu işi görebilmektedir.
Çorap olarak da içinde pamuk oranı az olanları seçmek gerekir. Son zamanlarda özellikle bisiklet için
tasarlanmış çoraplar piyasaya sunulmuştur. Çok soğuk havalarda çok kalın çorap giymek ayağı sıkıp kan
dolaşımını engelleyeceğinden, dolayısıyla üşümeyi çabuklaştıracağından tercih edilmemelidir. Bu gibi
şartlarda ince yün çoraplar işinizi görebilir. Yağışlı havalarda ayakkabınızın tamamını kapatacak şekilde ve
uzun süreli naylon torba vb. geçirmekten kaçınmak gerekir. Bu ayağın hava almasını engeller ve terlemeyi
çoğaltır. Dışarı çıkamayan ter de bu sefer ayağı içerden ıslatır. Bu durumlar için özel ayakkabı kılıfları
bulunabilir. Fakat genellikle sadece ayakkabının ön kısmını -ki en çok su buradan girer- bir şekilde korumak
yeterli olur...
Gürsel Akay
HIRSIZ VAR
BİSİKLET HIRSIZINI YAKALAMAK
Her 30 saniyede 1 bisiklet çalınıyor. Bunların yarısından daha azı polise rapor ediliyor.
Ve çalınan her 100 bisikletten sadece 1 tanesi bulunabiliyor...
Nisan ayında bir proje duyuruldu,
Farklı gruplar halinde hareket edip
bisiklet hırsızılığı üzerine bir internet telsizlerle haberleşerek ve elbette
dizisi.
bisiklet sürerek karanlıkta bisiklet
hırsızını kovalıyorlar.
Alışık olduğumuz Amerikan
kovalamacalarını bu kez bisiklet
İlk bölümün fragmanından
hırsızlarını yakalamak için
anlayabildiğimiz kadarıyla hırsız
izleyeceğimiz, yarı belgesel tadında
kameraları farkediyor ve
çekilecek ve internet üzerinden
yakalanacağını anladığı an bisikleti
izleyici ile buluşacak bir dizi film
atıp kaçıyor. Gerçekte ise neler
projesi.
olduğunu bilemiyoruz. Çünkü proje
hayata geçirilme şansı bulamamış.
Yapımcıların iddiasına göre her 30
saniyede bir bisiklet çalınıyor.
Ekip, yapım masrafları için bir
Bunların yarısından daha azı polise
kampanya başlatmış. En büyük
rapor ediliyor. Ve çalınan her 100
gönüllü fonlama sitelerinden
bisikletten ancak 1 tanesi
Indegogo'da açılan kampanyada 2
bulunabiliyor.
ayda 20.000 dolar toplanması
gerekliymiş. Böylece ilk sezon için
İşte bunu keyifli bir şova
gerekli ekipman ve yapım giderleri
dönüştürmek isteyen
karşılanacakmış. Ancak 121
To Catch A Bike Thief ekibi de
bağışçının desteği 7200 dolarda
bisiklete yerleştirilen gizli GPS
kalmış ve kampanya başarıya
cihazları ile hırsızın peşine düşüyor.
ulaşamamış.
Böyle bir projeyi ekranda görmek hiç
fena olmazdı. Ne dersiniz?..
http://www.tocatchabikethief.com
BİSİKLET ÖYKÜLERİ!
küçükçekmece, 2014
Biri, küçük şehrin
büyük hayalleri olan
çocuğuydu. Diğeri ise
metropolde öylesine hızlı
yaşıyordu ki, hayalleri bir
hayli gerisinde kalmıştı.
Hayat yavaş akmalıydı
birine göre. Diğerininse
kaybedecek vakti olmamıştı
hiç. Derli toplu ve dingin
olmanın sıkıcılığı, düzensiz
ve hesapsız olmanın
cesaretine karşı duruyordu.
Ara sıra kesişse de yolları,
günün sonunda farklıydı
gittikleri yönler. Biri
giderken, diğeri dönmeye
başlamıştı bile...
GÖKHAN KUTLUER
http://www.bisikletgezgini.com/bangkokta-pedallamak
BİSİKLET GEZGİNİ
İlk hissimiz fön makinesini
suratlarımıza tuttukları yönünde.
Bangkok’ta Pedallamak
Bangkok’a aklımızda bu soruyla
iniyoruz. Aylar süren araştırmalar,
bu bölgede pedallayanlarla
yaptığımız konuşmalar derken
Bangkok’ta pedallamaya şimdi çok
yakınız.
Uçakta bize dağıttıkları vize
başvuru formu ile hemen pasaport
kontrolüne gidiyoruz, giriş işlemleri
yapılır yapılmaz kendimizi bagaj
bantlarının bulunduğu bölümde
buluyoruz.
HAVAALANINDAN ÇIKARKEN
Acaba bisikletlerimizi nereden
alacağız sorusuyla etrafta bunu
sorabileceğimiz birilerni arıyoruz.
15. ve 16. bagaj bandı arasında
diyor bir görevli, hemen o tarafa
ilerliyoruz ve işte bisikletlerimiz
orada! : )
Dışarının sıcak olduğunu biliyoruz, o
yüzden hemen bagaj bantlarının
yanında başlıyoruz bisikletlerimizi
monte etmeye. Gidonları yan
çevirip, seleleri indirmiş ve de
darbe görebilecek yerleri korumak
için sarıp sarmalamıştık.
BU İŞARET NE DEMEK İSTİYOR?
Tabii ki pedalları da çıkarmıştık.
Sardığımız malzemeleri çıkarıyoruz,
gidonu çevir, ayarını yap, lastiği
şişir, pedalı ve çantaları tak derken
hazırız 9 haftalık Tayland, Laos ve
Kamboçya yolculuğumuza.
Hazırız ama ne kadar hazır olsak da
her monte etme işleminden sonra
yaptığımız gibi test sürüşü
yapıyoruz. Birkaç ince ayar daha ve
düşüyoruz yola. Aslında yoldan
ziyade sıcağın kucağına. İlk hissimiz
fön makinesini suratlarımıza
tuttukları yönünde.
OTOBANIN ALTINDAKİ YOL
Sürekli Mecidiyeköy’de olduğunuzu düşünün!
Hazırız ama ne kadar hazır olsak da
her monte etme işleminden sonra
yaptığımız gibi test sürüşü
yapıyoruz. Birkaç ince ayar daha ve
düşüyoruz yola. Aslında yoldan
ziyade sıcağın kucağına. İlk hissimiz
fön makinesini suratlarımıza
tuttukları yönünde.
Laos, TC vatandaşlarına sınır
kapısından vize vermediği için ilk
hedefimiz Laos Konsolosluğu.
Havaalanından uzaklığı 25 km
kadar, şehrin içine ve de trafiğine
de pek girmeyecekmişiz gibi
görünüyor ve biz bu yolu pedallarız
diyoruz. Diğer seçenek otobüsle
şehrin merkezine gitmek ve oradan
konsolosluğa geçmek ama kim şehir
merkezi trafiğine girmek ister ki.
12:00’de başlıyoruz pedallamaya ve
yol nerede derken kendimizi
otobanda buluyoruz. Tayland’da
trafik soldan akıyor, ilk birkaç
dakika nasıl olacak bu derken
kendimizi kaptırıyoruz trafiğin
akışına. Aynalarımız gidonun sağ
tarafına takılı. Otobandan dönüş
yok, varsa bile bu sıcakta onu
arayacağımıza zaten konsolosluğa
varırız diyoruz.
Etrafa baka baka pedallamaya
devam ediyoruz. Sıcaklık ve yakıcı
güneş dışında Tayland ile ilgili ilk
izlenimlerimiz, yolda gördüğümüz
tabelalardaki farklı bir alfabe
dışında, dünyanın başka bir yerinde
havaalanından çıkıp pedallamaktan
farklı değil. Dünyanın her tarafını
saran aynı markaların reklamları.
Otobandan ne zaman çıkacağız diye
sürekli haritamızı kontrol ederken
ve de burada bisiklet sürmek yasak
değil mi sorusunu kendi kendimize
sorarken bir polis yaklaşıyor bize ve
duruyoruz. Alexios, polis ile birkaç
dakika konuşuyor ve bize dönüp ilk
çıkıştan çıkıyoruz diyor. Çıkıştan
çıkmak sorun değil ama neredeyiz
peki? Üç farklı haritadan bu çıkışın
hangisi olduğunu bulmaya
çalışıyoruz. Alfabenin de farklı
olmasıyla kelimeleri birbirine
benzetme oyunumuz daha ilk
günden başlıyor. Kilometre
sayaçlarına göre de daha yolumuz
olduğundan, otobana paralel yolda
ilerlemeye devam ediyoruz. Şehri
boğan bir yol bu otoban.
Paralel yol ise otobanın alt
tarafında kalıyor, sürekli
Mecidiyeköy’de olduğunuzu
düşünün! Havaalanında
suluklarımızı su ile doldurmuştuk ve
biraz da para bozdurmuştuk. Su
şimdilik bizi idare ediyor ama su
almak için de etrafa bakınmaya
başlıyoruz.
Yoldaki tek bisikletliler biz olsak
da, iki tekerli olanlar değiliz. Araba
sayısı kadar motorsiklet dolaşıyor
etrafımızda. Işıklarda hep en önde
onlar, ışık yanar yanmaz önce
motorsikletler sonra arabalar. Yolun
sol tarafında, kaldırım ile arabalar
arasında mutlaka geçebileceğimiz
bir boşluk buluyoruz: Arabalar
kaldırıma yakın kullanmıyor,
motorsikletlerin geçebileceği
boşluğu bırakıyor. Bu kaos içinde
nasıl araç kullanıyorlar diye
düşünürken cevabı yavaş yavaş
belirmeye başlıyor: Herkes
birbirinin hakkını koruyor. Oradan
motorun geçeceğini bilip sola
yanaşmıyorlar, kimse yan yoldan
gelirken yola burnunu uzatmıyor,
hatta uzatmışsa ve yoldan gelen
varsa geri çekiliyor! Evet,
inanılmaz! O gün herhangi bir korna
sesi bile duymuyoruz. İstanbul’da
olsa bu trafik halimiz nice olurdu
diye düşünüyoruz sık sık. Yine de
Bangkok’ta trafikte olmak hiç hoş
değil, egzoz her yerde olduğu gibi
büyük bir dert.
Tayland ile ilgili okuduklarımızı ve
anlatılanları etrafımıza bakınca bir
bir görüyoruz. Sokakta satılan
yiyecekler, yanlarında müşteri
beklerken uyuyanlar, Bangkok’un
uzun uzun binaları, bolca
motorsiklet, hatta şehir merkezine
varmamış olsak bile tuktuk,
güneşten korunmak için kullanılan
kocaman şapkalar. Laos
Konsolosluğu’na döneceğimiz
yerden sonra ise sanki
Eminönü’ndeyiz, bir sürü
dükkandan taşan ürünler, yere serili
tezgahlar, tıklım tıklım. Yine yolun
solunda kalan boşlukta trafik
ışıklarının izin verdiği kadar
ilerliyoruz. Bir de solumuzdaki
sokak numaralarını sayarak.
Döneceğimiz sokağa kadar
yanıbaşımızda duran neredeyse
dökülecek otobüslerin paslanmış
kaportalarına yakından bakıyoruz.
Tabii ki camları yok, bu havada ne
gerek var.
Saat 14:00’ü biraz geçiyor. Laos
Konsolosluğu’na döneceğimiz
köşeden dönüyoruz ve sağa sola
dikkatlice bakarak ilerliyoruz. Konsolosluk 17:00’de kapandığı
için, iyimseriz. Bugün bile vizemizi
alıp yarın sabahtan bu egzozlu
şehirden ayrılıp kendimizi
Tayland’ın doğasına atacağız.
Adı lazım olmayan bir arama
motoru, konsolosluğun yerini az
ileride işaret ediyor. Gidiyoruz o
noktaya ama birkaç barakadan
başka birşey yok. Caddede biraz
daha ilerliyoruz, caddeyi kesen
anayola kadar ama konsolosluk yok.
Geri dönüp acaba kaçırdık mı diye
tekrar tekrar arıyoruz, ara
sokaklara ve konsolosluğa benzeyen
resmi binalara girip çıkıyoruz ama
yok. Çevredekilere soruyoruz yani
sorduğumuzu sanıyoruz. Ne onlar
bizi anlıyor ne de biz bildiğimiz
dillerden hiçbirnde kendimizi
anlatabiliyoruz. Bu sormalar ve ileri
geri gidip gelmeler 16:00’ya kadar
devam ediyor. Artık bugün vize
almak gibi bir umudumuz kalmasa
da, konsolosluğu bulmak
zorundayız, yarın sabahı düşünerek.
Caddenin sonundaki anayolu
geçiyoruz, oralarda sormaya
çalışıyoruz, cadde adı doğru,
sadece sokağı ya da numarayı
çıkartamıyoruz. Biraz daha ileri,
biraz daha ileri derken Kamboçya
Konsolosluğu’nu görüyoruz ve
hatırlıyorum ki Laos hemen onun
yanında. Hazine bulmuş gibi
koşarak pedallıyoruz ve Laos
Konsolosluğu’nun kapısındayız. Saat
16:48. : )
Konsolosluğa yakın bir otelde yer
ayırtmıştık, oraya gidiyoruz hemen.
On günlerin hazırlıkla geçen
saatleri, uçak yolculuğu, sıcak ve
konsolosluğu aramaktan yorgunuz.
Otele hemen gitsek de, tabii ki
günümüz bitmiyor.
Otel ile ilgili tek iyi anımız: herkes arabayla ayrılırken, bizim
o kocaman binanın önünden yüklü bisikletlerimizle ayrılıyor
olmamız.
Önce ayırttığımız oda ile ilgili çıkan
sorun, sonra bisikletlerinizi içeriye
alamayız. Herhangi bir odada
kalabilriiz ama bisikletlerimizi asla
dışarıda bırakamayız. 1 saat kadar
otelde bisikletlerimize yer bulmaya
çalıştıktan sonra bagaj odasına
koymaları için ikna ediyoruz.
Çantalarımızda yol için birkaç
düzenleme yaptıktan sonra artık
hemen uyuyoyoruz: Yarın erkenden
vizemizi alıp tren istasyonuna
pedallayacağız ve merhaba
yolculuk!
Sabah erkenden uyanıyoruz,
bisikletlerimize atlayıp
konsolosluğun yolunu tutalım
derken görüyoruz ki Alexios’in
aynası kırılmış. Otel görevlileri
birbirlerine bağlı bisikletelrin yerini
değiştirmeye çalışırken oldu diye
düşünüyoruz ama bu konuda bir
tartışmaya girmek daha
istemiyoruz. Güne sakin başlayalım.
Kırık aynayı da bulamıyoruz bagaj
odasında, delilleri yok etmeye
çalışmışlar.
Otel ile ilgili tek iyi anımız: herkes
arabayla ayrılırken, bizim o
kocaman binanın önünden yüklü
bisikletlerimizle ayrılıyor olmamız.
Turistler şaşkınca bakıyorlar. : ))
B ANGKOK
Konsolosluğun yerini bu sefer
avcumuzun gibi buluyoruz. Hemen
başvurumuzu yapıp pasaportları
veriyoruz. 1 saat sonra alabilirsiniz
diyorlar. Kişi başına 1600 Baht
versek de, bu kadar kısa sürdüğü
için memnunuz.
Yakındaki markete gidip kahvaltı
için bierşeyler alıyoruz. Bu akşam o
meşhur Tayland yemekelrinin tadına
bakacağız.
TAYLAND POL İ Sİ İ L E İ L E T İ Şİ M
Vizeyi aldıktan sonra artık Bangkok
harita üzerinde uzmanlaşmış kişiler
olarak, tren istasyonuna gitmek için
giriyoruz trafiğin içine.
Şehir merkezine doğru
gittiğimizden daha çok trafik, daha
çok motor, daha çok egzoz, daha
çok insan ama mutluyuz çünkü artık
yoldayız! ; )
Kaynak: Bisiklet Gezgini
http://www.bisikletgezgini.com/bangkokta-pedallamak
MERHAB A TAYLAND MUTFA Ğ I
SUSUZ O LMA Z
KO NSO L O SL UK YO L UNDA
AMSTERDAM
Sabahları işe,
bazen alışverişe,
haftasonları
gezmeye,
baharda pikniğe,
yazları
yüzmeye...
İki teker üstünde
her yere...
Yürümenin Biraz Hızlısı:
Amsterdam’da Bisikletli Yaşam
Yazı ve Fotoğraflar: Sertaç Kasaplar
İlkokulda eğitim alıyorlar;
sertifika sahibi olabilmek için
küçük yaşta trafik sınavına
giriyorlar; okula her gün
bisikletle gidip gelmeye
başlıyorlar. Tüm kent trafiğini
ve ulaşım altyapısını bisiklet
merkezli kurup bir de bunu
yazılı ve yazısız kurallarla
destekliyorlar. Devlete ödenen
yıllık gelir vergisi ile insanların
yeni birer bisiklet almasını
sağlayarak bisiklet kullanımını
teşvik etmekle kalmayıp,
bisiklet ticaretini de canlı
tutuyorlar. Sabahları işe, bazen
alışverişe, haftasonları gezmeye,
baharda pikniğe, yazları
yüzmeye... Hemen hemen her
gün her yere bu iki teker
üzerinde gidiyorlar.
Üstelik çok da kafa yorup,
“bunun için ne giysem”
demiyorlar. Onlar bu kentte
günlük yaşamlarını devam
ettirirken, yürümek kadar
sıradan olan bisikleti, sadece
kullanıyorlar...
Nisan ayı, pek çok Amsterdamlı
ilkokul öğrencisi için heyecan
verici bir dönem. Okuldaki trafik
derslerinde öğrendiklerini,
uygulamalı bisiklet sınavında
ortaya koyarak sertifika
kazanmak ve bir sonraki yıl
her gün arkadaşlarıyla okula
pedallayabilmek anlamına
geliyor.
Hollanda ilkokullarındaki
bisiklet ve trafik eğitimi, zorunlu
olmasa bile hemen hemen her
çocuğun keyifle aldığı bir ders.
Bu derslerde trafik levhalarının
ne anlama geldiği; bisiklet, yaya
ve motorlu araçların trafik akışı
içindeki önceliği, düzeni, kavşak
ve dönüşlerde dikkat edilmesi
gerekenler gibi basit ancak
önemli konular yer alıyor. Nisan
ayı içinde de derse ait sınav
gerçekleşiyor.
Kimilerine göre bisiklet,
Hollandalıların
genlerinde kodlanmış...
Eindhoven doğumlu olan ve ailesi ile
yıllardır Hollanda’da yaşayan arkadaşım
Kamuran, kendi çocukluğundaki sınav
günü heyecanını ve bu uygulamayı şöyle
anlatıyor: “Bu sınavı geçebilmek için
öncelikle bisikletinizin eksiksiz olması
lazım. Yani ön ve arka ışıklarının,
zilinin, frenlerinin çalışır durumda
olması ve arka çamurluğun otuz
santimlik beyaz bir şerit veya boya ile
görünür kılınması gerekiyor. Ben de
o gün çok heyecanlıydım. Tıpkı ehliyet
sınavı gibi, belli bir alan içinde sürüş
yaptık ve öğretmenler de
hatalarımızdan puan kırdı. Toplamda
üç hata ile testi geçip sertifika almaya
hak kazanmıştım. En fazla beş hata
hakkınız var ve beş hata yaptığınızda
bir sonraki hafta tekrar sınava girmeniz
gerekiyor.”
Amsterdam, nüfusu sekiz yüz bini;
bisiklet sayısı bir milyonu geçen bir
başkent. Yani bu kentte kişi başına 1.5
bisiklet düşüyor. Kentin fiziksel yapısı
bisiklet kullanımına çok müsait.
Tamamı düz yollardan, birbirine
bağlanan kanallardan ve köprülerden
oluşuyor. Neredeyse hiç yükselti yok.
Her gün yarım milyona yakın insan
şehir içi ulaşımını bisiklet ile sağlıyor.
Bunun yanısıra tramvay ve otobüs ile
verilen toplu taşıma hizmeti de,
Avrupa’nın en başarılı sistemlerinden
biri olarak çalışıyor. Bisikletli ulaşımın
çevre, sağlık ve ekonomik faydaları göz
önüne alınarak toplu ulaşım ile
entegre edilmiş olması da, sistemin bir
başka başarılı özelliklerinden.
Ortalama bir Avrupa kentinde, sokakta
yürüyen insan görmek ne kadar sıradan
ise, Amsterdam'da bisikletliye rastlamak
da aynı derecede sıradan bir görüntü.
Kimi şakacı sosyologlara göre bisiklet,
Hollandalıların DNA’sında var. Adeta
doğduktan kısa süre sonra yürüyen bir
insan gibi, olağan bir döngüde bisikletli
yaşam hayatlarının bir parçası oluyor.
“Bisiklet kültürü” kavramı da buradan
ortaya çıkıyor. ''Bisiklet kültürüne sahip
olmak'' veya yer yer şikayet ettiğimiz
haliyle ''bisiklet kültüründen yoksun
olmak gibi... Ancak bu alanda uzun
süredir çalışan Marc, Amsterdam şehri
için bu tanımı kabul etmiyor. Marc van
Woudenberg, Amsterdam kent yaşamı
ve bisikletliliği üzerine çalışan bir
yazar, yapımcı, araştırmacı ve
konuşmacı.
Hollandalıların
Araba Sevdası
Peki hem bu kadar sıradan olan, hem
de genetik olmayan bu yaşam biçimi
nasıl oldu da Amsterdam’da ve tüm
Hollanda’da çoğunluğun tercihine;
ortak bir davranış biçimine dönüştü?..
Cevabı, Hollanda Bisiklet
Konsolosluğu’ndan Marjolein de Lange
veriyor. “İkinci Dünya Savaşı sonrası
Hollandalılar zenginleşmeye başladı.
1950’lerde araba sahibi olmak çok
kolaylaştı.
Ona göre “bisiklet kültürü” kavramı
başkaları tarafından üretilmiş;
Amsterdam’a uymayan yanlış bir
tanım. “Bisiklet, kültürümüzün bir
parçasıdır, evet. Ancak bilinen anlamda
bisiklet kültürü algısı aslında, bisikleti
kullananların azınlıkta olduğu kentlerde
tüm zorluklara rağmen bisiklet sürmeyi
seven insanların etkinliğidir. Tıpkı kitap
okuma kültürü, opera ve tiyatro kültürü
olan insanlar gibi bisiklet kültürü olan
az sayıda insana ait bir şeydir. Oysa
Amsterdam’da bisiklet, herkesin;
çoğunluğun günlük yaşamının sıradan
bir parçasıdır. Özel bir eylem ya da
kültürel bir aktivite değil.”
Böylece sokaklar tamamen arabalarla
doldu. Hem hareket halindeki araç
trafiği, hem de dar sokaklara park etmiş
arabalar kent yaşamını oldukça zora
soktu. Kentin görüntüsü, dokusu
bozuldu; havası kirlendi. Ulaşımı da
adeta kilitlendi, çünkü Amsterdam kenti
aslında araba ile ulaşım için hazır
değildi. Sokaklar çok dardı, her yerde su
kanalları ve tarihi binalar olduğu için
büyük oto yollar yapmak neredeyse
imkansızdı. Yani aslında bu kadar araba
için şehirde yer yoktu...
Kent içi ulaşımda bir devrim:
Herkes için bisiklet
Buna rağmen bazı otoyollar yapıldı ama
1960’lara gelindiğinde o yollar da
yetersiz kaldı. Çünkü ne kadar çok otoyol
yaparsanız o kadar çok araba orayı
kullanır. Bu durum trafik güvenliğini de
tehlikeye sokuyordu. Trafikte yaya ve
özellikle çocuk ölümlerinde büyük artış
oldu. 1970’lerin başında insanlar artık
durup düşünmeye başladı: ''Bu kadar çok
arabaya gerçekten ihtiyacımız var mı?''
Arabaların her yeri işgal ettiği böyle bir
şehirde yaşamaya çalışmak doğru muydu?
Bu tartışmalar belediye ve medya
üzerinde etki yarattı. Şehir planlamacılar
toplantılar yapmaya ve konuyu tartışmaya
başladılar. Temel görüşler ikiye ayrılmıştı.
Bir tarafta, kentin her yerine altı şeritli çok
sayıda geniş otoyol inşa ederek trafiği
rahatlatmayı ve güvenliği sağlamayı öne
sürenler vardı. Diğer tarafta ise, bu
otoyolların yapımı için çok fazla binaya,
tarihi dokuya zarar verilecek olmasından;
kanalların betonla doldurulmasından ve
aslında uzun vadede gene benzer
problemlerin ortaya çıkmasından endişe
edenler vardı.
1974 yılında Amsterdam belediye meclisi
bu otoyol merkezli planı oylamaya sundu
ve yirmi üçe yirmi iki oy ile proje iptal
edildi. Sonraki belediye başkanları da
duyarlı davranıp konunun tekrar
gündeme gelmesine izin vermediler.
Ama yine de Amsterdam, bir oy gibi
küçük bir farkla kurtulabilmiş oldu.
Amsterdam, bir
otomobil kenti
olmaktan son anda
kurtulabilmiş.
Kent içi ulaşımda
bisikletin güvenilir
bir araç olarak her
yaştan insana
ulaşabilmesi için
gereken
çalışmaların
temelleri 1970’li
yıllara dayanıyor.
1970‘lerin başında insanlar artık
düşünmeye başladı: Bu kadar çok
arabaya gerçekten ihtiyacımız var mı?
Arabaların her yeri işgal ettiği böyle bir
şehirde yaşamaya çalışmak doğru
mu?..
Sonrasında insanlar, ulaşım ihtiyacı için
alternatif arayışına girdiler ve bisiklet
yolları ağı ile kenti örme fikri o zamanlar
ortaya çıktı.”
Amsterdam’ın bisiklet ağı projesinde,
sadece şehir merkezi ulaşımı değil, kentin
her yerinde yaşayan insanların, gitmek
istedikleri her yere güvenli ve rahat
ulaşabilmesi amaçlanmış. Böyle bir
bağlantıya sahip olmak, insanların
bisiklet kullanımını teşvik ediyor. Artık
çoğu Amsterdamlı bir kaç kilometrelik
yakın bir mesafe gitmek için araba
kullanmayı düşünmüyor bile. Yani
Amsterdam’da olan şey sadece ayrıcalıklı
bir kesimin ulaşım problemini çözmek
değil. Sadece gezmek veya spor yapmak
için bisiklete binenlere yardımcı olmak da
değil. Mottosu “Herkes için bisiklet”
olan; temeli sağlam ve tutarlı bir gelecek
yatırımı aslında.
Yıllar içinde yel değirmenleri, su kanalları,
laleler, ve peynir gibi ilk akla gelen Hollanda
sembollerinden biri de bisiklet oldu
Her sene Amsterdam’ın su kanallarından
çıkarılan bisiklet sayısı yaklaşık 20.000
Hollanda genelinde bir yılda çalınan bisiklet
sayısı ise ortalama 50.000
Amsterdam
Efsaneleri
Geçen yıllar içinde bisiklet, tıpkı laleler ve yel
değirmenleri gibi bir Hollanda klişesine dönüştü.
Amerikalı bir reklam ajansı olan Arnold da, 2012
yılında Amsterdam şubesinin açılışı için ajansı
tanıtacak bir Hollanda simgesi olarak bunu
kullanmaya karar verdi. Özel tasarlanan gövdesi,
ajansın logosu da olan Arnold yazısı şeklinde
üretildi. Bisiklete Arnold Bike adı verildi ve bağımsız
bir karakter olarak sosyal medyada ajansın sözcüsü
oluverdi. Arnold Bike, Amsterdam sokakları başta
olmak üzere Paris, Barcelona ve son olarak da
Cannes şehrindeki reklamcılar festivalinde boy
gösterdi.
Bisikletin yaratıcılarından Bob ve Ben, amaçlarına
ulaştıklarını söylüyor. “Amsterdam bir bisiklet şehri
ancak tüm bisikletler tıpatıp birbirlerine benziyor.
Bu yüzden Arnold’un renkli gövdesi ve özel tasarımı,
sokaktaki insanların çok ilgisini çekiyor. Bu bisikleti
sürerken, ünlü biri gibi hissetmek ne demek; bunu
çok iyi anlıyorsunuz.” Bisikletin önüne ve arkasına
monte edilen kücük tabelalar sayesinde, bisiklet ile
fotoğraf çektiren veya bisikletin fotoğrafını çeken
herkes aynı zamanda ajansın reklamını da yapmış
oluyor. Kente ait bir klişeden, oldukça keyifli ve
başarılı bir döngü yaratılmış.
Kentin efsaneleşmiş klişelerinden biri de “kanala
bisiklet atma”. Özellikle başka ülkelerden veya çevre
kentlerden haftasonu için gelen grupların başının
altından çıkmış; zamanla tüm Amsterdam’da
yaygınlaşmış bir sarhoş eğlencesi. Çalıntı bisiklet
satanlardan 20 euroya satın alarak veya bir kenarda
kilitsiz vaziyette rastladıkları bisikletleri
kucaklayarak köprülerden kanala fırlatan
gececilerin yarattığı bilanço ise hiç de az değil. Her
sene kanalları temizleyen ekiplerin bulup çıkardığı
bisiklet sayısı yaklaşık yirmi bin!
Her Amsterdamlı’nın söylediği ortak bir şey var;
Amsterdam’da genellikle bisiklet kilidine bisikletin
kendisinden daha fazla para ödersiniz. Yalnızca
“bisikleti kim daha uzağa fırlatacak” oyunu oynayan
sarhoşlardan korumak için değil; oldukça organize
çalışan hırsızlık çetelerinden de bisikletinizi korumak
için bazen yüz euroluk bir bisiklete iki yüz euroluk
kilit takmak gerekebiliyor. Marc’ın verdiği bilgilere
göre düzenli çalışan ve çaldıkları bisikletleri
kamyonlarla doğu Avrupa’ya gönderen çeteler
mevcut. Hollanda’nın yıllık hırsızlık bilançosu ise
yaklaşık elli bin bisiklet. Zaten yerli halk genellikle
çok da pahalı olmayan modelleri tercih ediyor.
Büyük Şehrin
Park Yeri Problemi
Bisikleti park edip kilitlemekten söz
etmişken, kentin her yerine
konumlanmış bisiklet park yerlerini
de unutmamak lazım.
Amsterdam’da mevcut
bisiklet park yerlerinin
toplam kapasitesi
yaklaşık 250.000
Bunların en büyüğü, merkez tren
istasyonunun önünde yer alan ve 2500
bisiklet kapasitesine sahip üç katlı
ücretsiz park yeri. Kentin en merkezi
noktalarından biri olan bu meydan
aynı zamanda tren ile çevre il ve
ilçelere giderken insanların
bisikletlerini bırakabildikleri; dönüşte
de istasyondan çıkıp pedal çevirerek
şehir içi ulaşıma devam edebildikleri
çok büyük bir park alanı. Burada pek
çok kişi bisikletini koyduğu yeri
hatırlamakta ve binlerce başka bisiklet
arasında kendininkini bulmakta
zorlanıyor. Bu merkez istasyon dışında
belediyenin işlettiği başka kapalı park
yerleri de mevcut. Genellikle kentin en
sosyal ve işlek yerlerine konan bu
merkezlerde çalışan bir görevli
bulunuyor. Haftanın yedi günü 24 saat
güvenli bir şekilde hizmet veren bu
kapalı bisiklet parklarını kullanmak ilk
24 saat için ücretsiz. Bir günden daha
fazla bırakırsanız süreye göre ücret
ödemeniz gerekiyor. Özellikle işlek
saatlerde ve haftasonları buralarda boş
yer bulmak neredeyse imkansız oluyor.
Marjolein’in verdiği bilgiye göre artan
talebi karşılamak için belediye
çalışmalarına devam ediyor, çünkü bu
tip işlek yerlerde insanlar bisikletlerini,
gidecekleri yere en yakın noktaya
bırakmak istiyor. Yani bisikleti park
ettikten sonra yüzlerce metre yürümek
istemiyor.
İhtiyacın altında kalan bu
kapasitenin arttırılarak
400.000’e çıkartılması için
çalışmalar devam ediyor
Kendi Evimizde
Son Söz: Bas Pedala
Sanat, eğlence ve sosyal yaşam
alternatiflerinin yanı sıra Amsterdam,
ulaşım alternatifleri ile de örnek
alınacak bir başkent; bir büyük şehir.
İnsanların tercih yapmakta tamamen
özgür olduğu; bu özgürlüğün ahenkli
bir şekilde yaşandığı çevreci, sağlıklı
ve nispeten ekonomik bir Avrupa
kenti. İnsan burayı görünce ister
istemez kendi yaşadığı kent ile ve
oranın sorunları ile karşılaştırma
ihtiyacı hissediyor.
Düşünün ki evinize dönerken veya bir
buluşmaya giderken en büyük sıkıntınız
trafikte sıkışıp kalmak değil. Uzun ve
rahatsız edici korna seslerine maruz
kalarak büyük bir bir zaman dilimini
otoyollarda öldürmek zorunda da
değilsiniz. Önümüzde Amsterdam gibi
bir örnek varken, kent içi ulaşımda hala
büyük sıkıntılar çekiyor olmamızın
nedenlerini sorgulamamızın vakti
gelmiştir belki de.
Daha fazla insanın (yeniden) bisiklet
kullanmaya başlamasını umalım... :-)
SİS DAĞI: ÇEPNİ DAĞ BİSİKLETİ TURU
Yazı ve Fotoğraflar: Serkan NAMAZCI
1300 metrelerde önünüzdeki 1
metreyi bile zor görüyorsunuz...
Sevdalılar konuşmadan da
anlaşır...
Hava bir ara 14 dereceye
düşüyor...
Sis Dağı, Karadeniz Bölgesi'nin en ünlü
dağlarından bir tanesi olmasına rağmen pek
dışarıdan gezmeye gelen yoktur. Zaten çoğu insan
gezmekten ne anladığını bilmeden oralarda piknik
yaparak zamanlarını geçiriyor. Asıl olan
Sis Dağı'nı anlamaktır.
Sabah uyandığımda yağmur atıştırıyordu fakat
benim için bir engel değildi. Yola atıldığım zaman
gerisinin geleceğinden emindim fakat Sis
Dağı'nda hava nasıl olur nasıl biter onu kestirmek
çok zor. Çıkacağım 2000 metre yükseklik ile
şimdi bulunduğum sahil arasında çok büyük ısı
farkları oluyor. O yüzden temkinli olmak gerek.
Çünkü kafana taş kadar büyük dolu da yağabilir .
Hahaha, ''Kız mı? Ne, kim o?'' diyeceksiniz ama
umduğunuz gibi çıkmayabilir hatta
sevmeyebilirsiniz. ''E anlat ne bu?''
Onunla ilk serüvenim 2010 yılında oldu ve nasıl
bir şeydi onu tekrar anlatmak mümkün olabilir mi
bilmiyorum... Salcano 303srd bisikletim vardı.
Elimde sporcu içeceği, bir kaç da atıştırmalık
yiyecek vardı. Tahayyül edin. Dağın denizden
yüksekliği 2200 metre, adı Sis Dağı. Hiç bir şey
bilmeden yola çıkıyorsunuz. 1300 metrelerde
önünüzdeki 1 metreyi bile zor görüyor ve çok
fena ıslanıyorsunuz. Ah ne günlerdi be!..
İlk hedef Giresun'un Görele ilçesinden çıkıp 5 km
ilerisindeki Çavuşlu ilçesinden Sis Dağı yoluna
girmekti. 15. defa olmasına rağmen harika bir
güzergahı var. Yol üzerinde köylerden
geçiyorsunuz. Üç alternatif yol kullanmak
mümkün. Koyunhamza Köyü bana en uygun ve
güzel gelen yollardan bir tanesi. Diğer yolların da
çeşitli güzellikleri var fakat bu rota daha çekici
O gün Sis Dağı'na en zorlu koşulda ilk
geliyor bana. Rotanın zorluğunu soracak
tırmanışımı yapmıştım. Sonra 2-3-4-5... diye gitti. olursanız sahilden itibaren ortalama eğim %7 ile
15. tırmanışta adını Çepni Turu koydum ki herkes %15 arasında değişiyor! Zaten en baştan sona
duysun, gelsin diye. Amacımın bir bölümü buna
kadar yokuş ve hep rampalar var. Yağmurluk
hizmet ediyordu, genel olarak dağ bisikletçileri ve üzerimde hem inerek hem çıkarak yolcu yolunda
tur yapan insanlar hep Rize ve Artvin taraflarına
gerek diyorum. Dedikçe açılıyorum. Bu arada
gitmeyi tercih ediyorlardı. Bizim buralar o kadar
yağmur da hala yağıyor. Önemi yok, zaten
mazlum kalıyordu ki... Buradaki güzellikleri
üzerimden iki defa kar geçmişti.
sizlerle buluşturacağım. Buluşturmak ve
dokundurmak için uğraş vereceğim.
Bir sağa bir sola bakarak yola devam etmek, eski
Neden Çepni Turu?
Çepni Türkleri çoğunlukla Orta ve Doğu
Karadeniz Bölgesi'nde yaşayan Anadolu
boylarından bir tanesi idi. ''Çepni'' kelimesi
düşmanla savaşan, mert, yiğit, asi, cesur
anlamında kullanılmıştır. Bizim yaptığımız turun
da anlamı buydu! Yılmadan, yüksek rakımlardan
aşarak doğudan batıya ilerlemekti.
Hazırlık Aşaması
Bu tura gelene kadar yılların vermiş olduğu
birikim ve araştırmalar sonucunda oluşan tecrübe
şuydu; malzeme bilgisi ve ''neleri yapabilirim''
sorusu. Beni ve bisikletimi anlatan tek şey
''Mücadele etmek''. 3 hafta antrenmanlar üzerinde
yoğunlaştım ve bunlardan elde ettiğim kondisyon
ile tura çıkmaya niyetlendim. Bisikletim Giant
ATX, arka bagajı var, üstünde orta seviye
donanımı ve bir de beni seven bir kalbi var...
Seven konuşmaz bize göre. Sevdalılar
konuşmadan da anlaşır. O beni, ben de onu
anlayarak götürebilirdik ruhlarımızı. Biz de
sadece anlaştık. Yanıma iki günlük kuru giyecek,
ayakkabı ve yama seti aldım. Güzel bir tur beni
bekliyordu ama ben tura çıkmadan nasıl bir tur
olacağını kestiremiyordum. Rotanın ön
araştırmasını bir kaç defa yapmıştım, %70lik
bölümünü zaten biliyordum.
anıları tekrar canlandırmak, derenin sesi ile her
daim karşına çıkan kocaman kavak ağacına selam
vermek ve bunu tekrar tekrar yapmak harika bir
olay. O ağacı yeniden görmek bile mutlu
edebiliyorsa, insana bir şeyler anlatabiliyorsa işte
ruhunla gezmek, dokunmak böyle bir şey olsa
gerek. Köy ve mahalleleri aşarken üç vadiyi
geçiyorum. Hava açıyor. Zaten açmasa bile
sıcaktan patlamak üzereyim. Kameramı çıkarıp
nereleri gezdiğimi ve çıktığım eğimlerin kaç
olduğunu, nasıl yerler olduğunu anlatarak
insanlara bilgi aktarmaya uğraşıyorum. Biz
yapmasak kim yapacak ki, değil mi. Birilerinin
buna bir el atması gerekiyor ki sizlere kadar
ulaşabilsin.
1000 rakıma geldiğimde aslında yolun %60lık
bölümünün bittiğinin habercisiydi bu. Buraya
kadar bayağı zorlandım açıkçası. Ama
yorulduğuma değer. İnsan bedeni sonuçta, tam
hazır olmayınca yoruluyor. Buraları ilk 1000
metreyi bile anlamak biraz eksik kalıyor aslında
her yerde yeşillik bir süre sonra beton yoldan
çıkıp köy yoluna giriyorsunuz ve dağ bisikleti
adete coşuyor. 1000 metrede eski adı ile Zıva
Köyü, yeni adıyla İnişdibi bulunuyor. Burası
ufak, şirin bir yer ve her daim burada dinlenir
çayımı içer asıl sevdamın peşine düşerim. Evet,
evet sevda! Ama ne sevda...
Tabi ki yokuşlar 1000 rakımdan sonra %7 sabit
%20'lere varan eğimler ile soluksuz bir tırmanma
söz konusu. Zıva Köyü'nde güzelce bir çay
molasından sonra tekrar yola koyuluyorum. Bu
sefer beni sis karşılıyor ama ne sis. Hiç bir şeyi
göremezsiniz, korkarsınız. Bir kaç defa çok
korktuğum için az daha geri dönüyordum. Fakat
iyi ki devam etmişim 1700 metreden sonra sis
aşağı çöküyor ve güneş kendini gösteriyor. Sıcak
seni ısıtıyor, hava yumuşuyor. Daha çok keyif
almaya ve devam etmek için can atmaya
başlıyorsun.
Fakat Çepni Turu'nda ilk etap sisini ve
yağmurunu yiyoruz. Zıva Köyü'nden 3-4 km
sonra İkisu denen mevkiye geliyorum. Orada her
daim durur insanlarla dertleşirim. Oraya
gelmeden ufak bir viraj var orayı görünce o bana
ben ona selam veririz. İkisu'dan sonra yollar çok
dikleşiyor. Aslında bu dikleşme sizi yoldan geri
çevirmek içindir. Pes ederseniz size güzelliklerini
göstermez. Asıl olan, dağın size naz yaptığıdır.
Her türlü zorluk sonrasında her daim harika
manzaralar görmüşümdür.
1000 rakım ile 1800 arası çok dik rampalar
şeklinde geçti. 1500 metrelerde artık orman sınırı
bitip çamların başlama noktasıdır. 1800 rakımda
Erkek Su Obası sizi karşılar. Dik rampadan sonra
düzlük sizi bekler. Muhteşem manzarası sizi
büyüler. İster oturur nefes aldırır, isterse ufak bir
iniş yaparak tekrar sizi rampaya iter.
1800 rakımda çok güzel kamp alanları var. Doğal.
Pansiyon falan pek yoktur, hatta hiç yoktur. Sizin
kendi imkanlarınız ile kalacağınız, kafanızı
dağıtmaya yaracak güzel bir mevki.
1900 - 2000 metre arasında sis benimle devam
ediyor. Hava bir ara 14 dereceye kadar düşüyor
ve aşırı üşüyorum. Göz gözü görmüyor. Artık
günün sonuna doğru ikindi ezanını duyuyorum.
Fotoğraf çekip video ile nereye, nasıl geldiğimi,
neler yaptığımı anlatıyorum ama ne anlatış,
titriyorum.
Sis Dağı'nda, Sezgin Abi'nin orada pazarı olur.
Çorbadan sonra kuzu etini indiriyorum mideye.
Protein desteğini alıyorum.
Sabah kalktığımda sıcak bir duş ve sıcak bir çay, kocaman büyük
bir tost ile güne başlayıp bisikletim ile yola devam ediyorum...
1.Gün:
Sis Dağı'nın aşağısında yer alan,
Trabzon il sınırı içinde bulunan
Şalpazarı'na bağlı Şıhkıranı
mevkidir. Burada ufak bir pansiyon
bulunuyor. Dağdan aşağı 1400
metreye inip orada konaklama
planlamıştım ama Sis Dağı'nın yolu
bakıma girmiş. Asfalt
yapacaklarmış. Yol tamamen çamur
olmuş. 1400 metreye inene kadar
rengim kahve rengi oluyor. Neyse ki
pansiyonda yer buluyorum ve geceyi
orada geçiriyorum. Güzel bir duş ve
güzel bir uyku.
2.Gün:
Fazla bir tırmanış yok ama yine sert
rampalar beni bekliyor. Sabah
kalktığımda sıcak bir duş ve sıcak
bir çay, kocaman büyük bir tost ile
güne başlayıp bisikletim ile yola
devam ediyorum. Buradan sonra
Şıhkıranı-Sazalanı Yaylası-Erikbeli
Yaylası-Kürtün (Gümüşhane)
ilçesinde konaklama yapacaktım.
Sonra direk olarak Kürtün-Kazıkbeli
yaylasına, 2200 metreye tırmanış
yapacaktım. Neyse yola çıkıyorum.
Gerçekten 1400 metreler çam
ormanları ve sadece sen varsın.
Keyfine kalmış bir rota var. İster
yavaş ister performans, istediğini
yap rotası. Çam ormanları içinde
harikalar diyarında ilerliyorum.
Sırası ile önce Sazalanı - Erikbeli
Yaylası'na ulaşıyorum. İnsanlar
piknik yapıyor, oyunlar oynuyor. İlk
güne nazaran sıcak ve güneşli bir
havada ilerliyorum.
Erikbeli Yaylası'nın bir özeliiği ise
ister sahile inebilir, isterseniz de
Gümüşhane iline devam
edebilirsiniz. Hatta istediğiniz
taktirde Zigana Dağı'na
ulaşabilirsiniz.
Süper bir mevki diyebilirim. Ben
Gümüşhane tarafından, orman
Bizim güzergah ise barajın karşı
tarafına geçip Tarzan misali atlamak,
devam etmekti. İlk baraj tırmanışı
çok sertti. Bu arada suyum bitmiş,
çeşme arıyordum. İçim çok fena
yanıyordu. Yanımda kaju, antep,
fındık, tuzlu fıstık karışımı vardı.
Bunlar ile kendimi besliyordum
fakat suyum bitince kendimden
geçtim. Bir anda susuzluk beni
acayip strese bindirmişti.
yolundan inip Kürtün ilçesine kadar
harika bir iniş yapıyorum. Artık yaz
saati olduğundan Kürtün'de epeyce
bir vaktimin olduğunu
hissediyorum. Kürtün ilçesinde 2
adet baraj buluyor ve buranın bir
ayrı bir güzelliği var. Vadinin adı
Harşit. Gümüşhane sınırından doğup
Giresun'un Tirebolu ilçesinde
Karadeniz ile buluşuyor.
Özellikle sonbaharda ayrı bir havası
ve güzelliği bulunuyor.
Düşünün %10 üzeri yokuş ve sıcak,
bir de efor, yüklü bisikletle
susuzluk... Neyse öyle bir tırmanış
ki dağa geldim sandım fakat sadece
barajın üstüne çıkmışım. İlerleyen
bölümde ufak bir beldeye geliyorum
hemen caminin yanındaki ılık suya
saldırıyorum ve susuzluk son
buluyor..
İşte bu noktalar hiç gelmediğim,
bilmediğim, ilk defa yol alacağım
belirsizlik tarafları. Ama benim öyle
bir havam yok. Sadece pedal
basıyor, anı yaşıyorum. Çok güzel
vadi boyu ilerliyorum. Dere
yanımda akıyor, yol güzel, her şey
sorunsuz ilerliyor. Ta ki... 15 km zift
içinde gidinceye kadar! ZİFT
Yayla yolunu yapmak için bütün
yola 2 gün öncesinden zift
dökmüşler. Çakıl dökülmesi
bekleniyor. Ben de o yola girdim bir
kere. Yavaş yavaş gidiyorum ama
yaylaya bir sürü yol ve yokuş var.
Bisiklet oldu mıcır. Kap kara kesti
bir anda. Stres tekrar tavan yaptı ve
üstüm başım, eldivenim, arka
bagajda bulunan çantama
geçirdiğim poşet simsiyah oldu.
Açık denizlerde petrol gemisinin
batıp kara batakların kararması gibi
bir şeydi. 15 km boyunca böyle
ilerledim. İkindi namazını kılmak
için ufak bir köyde durdum ve
abdest alırken zift derimi kopardı
ve kolum kanamaya başladı. Artık
ne yapacağımı bilmiyordum. Bir de
zift kamyonu hala zift döküyordu
önümde.
S
E
Q
U
O
I
A
C
L
U
B
B Planı:
Yeni planım, bir araba bulup yaylaya kadar araba ile gitmekti. Artık başka bir çare ve yol kalmamıştı benim için. Neyse ki kanamayı bir şekilde durdurdum.
Düşündüm güneş artık dağın diğer yamacında bana elveda diyor. Amcanın birine seseniyorum: ''Yahu bir tanıdık yok mu? Beni yaylaya kadar atsın.''
''Evladım bu saatlerde pek kimse olmaz sen yavaş, yavaş git en iyisi'' demez mi. Bu arada duraksayıp o sinir ile pek bir şey yiyemedim.
Gücüm bitmek üzere surat asık. Devam ederken yolda çalışan ve su borusu döşeyen değerli emekçileri görüyorum. Onlar bana ''HEELLO'' demeden
ben selam veriyorum. Oradan buradan sohbet açılıyor. Her zamanki tipik sorular soruluyor. Bunun motoru olsa daha iyi olmaz mı? Seni yormuyor mu?
Nereden geliyorsun? Sonunda hepsi yolun açık olsun diye güzel dilekleri ile beni yolcu ediyor. Zift içindeki ben, 1700 metrelerde artık.
Yesem bile enerji sağlamıyor. Fıstık, çikolata vs. yararı yok. Güneş battı, akşam ezanı okundu. Arkamdan kocaman bir sis bulutu geliyor ve dağ başında
karanlıktayım. Bu süre içinde Kürtün'den bu yana hiç fotoğraf çekemiyorum ve çektiklerim ise telefonla beraber kısa süreli. Gördüğüm insanlara
ne kadar yolum kaldığını soruyorum. Artık son bir kaç km kala yayla hala gözükmüyor. Yanımdan geçen arabanın ışıkları biraz cesaret verse de
artık korkmaya başlıyorum. Orada ayı ve kurt yüzdesi fazla olduğundan bir an önce yaylada olmam gerekiyor diye düşünmeye başlamışken son virajda,
uzakta sokak lambaları görüyorum. Bir süre sonra oraya gittiğimde artık içimden kocaman bir oh çekiyorum. Oradaki çocuklar ile ufak bir sohbetten sonra
bir ağabeyimin tanıdığı ve beni yönlendirdiği Semra Ablalarda kalıyorum. Akşam güzel bir yemek ile gece harika uyku eşlik ediyor.
Akşam zift ile hiç uğraşmadım ama formam ve bisikletim çok berbat durumda.
3.Gün: AYI BELİ - KURT BELİ - KÜMBET YAYLASI
Bu günü nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Harikanın ötesinde. Ağaç yok, dağ, soğuk sular, dağlar ve sen. Bir de koyunlar ve kangal köpeklerini
görüyorsunuz. Kazıkbeli Yaylası'nda konaklama, yeme içme konusunda sorun yok. Yazın işliyor yayla. Sorun çıkarsa her telden insan var diyebilirim.
Beytarla köyünden sert yokuşlar ile 2300-2400 metrelere kadar çıkıyorum. Hani çam ağaçları olmasa bile beni çok etkileyen manzaralara şahit oldum ve
bolca soğuk sulardan içtim. Sadece su içmek için bile o yol gidilir. Beytarla Köyü'nden sonra Gümüşhane il sınırından çıkıp tekrar Giresun il sınırına
girmek için Kurtbeli geçidine doğru yol alıyorum. Orada karşılaştığım kişiler ''işte gençlik bu'' diye güzel koşuyorlar hakkımda. Beytarla Köyü'nde uçurtma
uçuran aile büyük keyif alıyordu. Ot biçen amcalar sohbet ediyor koyunlar son zamanın otlarına yayılmak ile meşkuliyet içindelerdi. Suların tadını
hala arıyorum diyebilirim. O yaylalarda pek insanlarla sohbet etme imkanı bulamadım ama ruhumla bedenim her daim sohbet ediyordu.
Her gördüğüm ruhuma işliyor, daha değişik boyutlarda düşünmeye itiyordu; 2400 metrede bulutlar ile dans ederken. Para, pul, beden, dünya aslında orada
anlık da olsa unutuluyor emin olun. 2400 metrede Alucra ilçesini görmek, sizi başka bir hisle buluşturuyor. Gördüğünüz şeylerin ne olduğunu
bilmiyorsunuz. Gördüğünüz dağ ve ovalardan öte bir şey oluyor. Nereden neler yaşayıp oraya geldiğinizi hatırlıyorsunuz. Zamanın ne kadar hızlı aktığını;
bittiğini hissediyorsunuz. Ve yola devam ediyoruz.
Kurtbeli Geçidi eski İpek Yolu bağlantısı olduğundan dağ bisikletinin harikalar diyarı olarak nitelendirebilirim. Nitekim yiyecek ve kalmaya müsait yerler
var. Manzarası mükemmel. Kurtbeli'nde beni misafir etmek isteyen aile ile sohbet ediyorum. Burada seyyah bisikletlilerin uğrayıp uğramadığını
sorduğumda genelde motorsikletle gelenlerin çok olduğunu duyunca hem üzülüyorum hem de seviniyorum. Buraya gelen yegane bisikletli olmak
güzel bir şey.
Kurtbeli Geçidi'nden Giresun/Espiye Yağlıdere istikametinden Çakrak beldesine iniyorum. Buradan Çakrak-Kümbet Yaylası istikametine giriyorum.
Yine yokuşlar ile mücadele ederken bir de nem ekleniyor. Akabinde turun son gününde sisler içinde Çakrak Yaylası'na ulaşıyorum ve yine tırsıyorum.
Sis içinde yorgun bir halde yaylaya ulaşmak ve daha önümde 15 kilometrelik bir yolun olması; sisin de işin içine girmesi ile turu zorlaştırıyor.
Yaylaya geldiğimde üzerimi değiştiriyorum. Islak olanları çıkartıp kuruları giyiyorum. Üzerimde sarı yağmurluk olunca ve yaylaya pek bisikletçi de
gelmeyince ''kesin polistir'' diye adım çıkıyor. İlginç bir andı benim için. Yayla yollarında asfaltlama çalışmaları çoktan başlamış fakat hala dağ bisikleti ile
Kümbet Yaylası'nın çamları arasında ilerlemek harika bir duygu idi. Artık turun son 15 kilometresi ve ilk gün olduğu gibi yine soğuk ve sis beni uğurluyor.
O kadar yoldan sonra çamların arasından Kümbet Yaylası'na inmek harikaydı. Orada otelde kalıp sıcak bir duş ve güzel bir yemek ile tura son vermek
güzeldi. Buradaki pek çok güzel şeyi yazı ile anlatmak ne mümkün. Sabah güzel bir kahvaltı ile 1710 metreden Giresun'a iniş yapıyorum.
Yol, sonbaharın vermiş olduğu güz ilacından sararmış yapraklar ile bütünleşmişti. Evime ulaştığım zaman onca kilometrenin su gibi akıp geçtiğini görmek
üzücü olsa da, bir o kadar da anı yükü ile sizlere dönmek süper bir duygu idi.
Saygılarımla
Serkan Namazcı
S
E
Q
U
O
I
A
C
L
U
B
Turla İlgili İstatistikler:
Rota: Görele-Sis Dağı, Sazalanı, Erikbeli, Kürtün, Kazıkbeli Yaylası, Kurtbeli Geçidi, Çakrak Yaylası, Kümbet
Yaylası, Görele, Giresun
Toplam Kilometre: 314 kilometre
Toplam Tırmanış: Çıkış + 9016m / - İniş 9008m
BİSİKLET ÖYKÜLERİ!
karşıyaka, izmir 2014
Bir şeylerin ters gittiği belliydi şehirde.
Üzgün insanlar, kalabalık ama sessiz
sokaklar, isteksiz esnaf ve yarıya inmiş
bayraklar... Dalgaların bile keyfi yoktu.
Kıyıya ulaşamadan karışıyorlardı
birbirlerine. Çok geçmeden aldı haberi.
Bir nefes uzaklıktaki başka bir kentte
düğümlenmişti boğazlar. Gözyaşları
kirpiklerde duruyordu. Bir umut; bir
iyi haber için bekliyorlardı son ana
kadar. Yüzü kapkaraydı herkesin.
Kimisininki utançtan, kimisininki
hırstan ve kimisininki yalandan...
Masumların karanlık yüzleri
aydınlanırdı ışığa yükselirken de,
ya diğerleri nasıl temizleyecekti
yüzlerine sürdükleri o pis ellerini?
GÖKHAN KUTLUER
OKUR MEKTUBU!
Bir Aceminin
Tur Öncesi Yaşadıkları
Okuyucumuz Yalın Kılınç, ilk bisiklet turu
için yola çıkarken yaşadığı aksilikleri ve
hissettiklerini anlatıyor. Küçücük bir şeyin
moral bozması, ufacık bir aksiliğin
gözümüzde büyümesi ve sonra küçücük bir
başka şeyin bizi yeniden mutlu etmesi...
Yolculuklarda çoğumuz bu şekilde denge
kurabiliyoruz. ''Sanırım...'' diyor Yalın,
''...tecrübe böyle bir şey.''
Otogardayım. Otobüsün kalkmasına
yaklaşık 20 dakika var. Bir yandan emin
adımlarla perona doğru giderken bir
yandan da insanların alışık olmadığı
bisikletli yolcuya, uzaylıya bakar gibi
baktıklarına tanık oluyorum. Garip
bakışlar altında onların yanından
ayrılıyorum. Otobüsüme doğru
gidiyorum. Muavinle konuşuyorum ve
ön tekerleği çıkartmam gerektiğini
söylüyor.
Aksilik dediğim tam da burda başlıyor.
Ön tekeri sökemiyorum. Daha önce
yapmış olmama rağmen tekeri nasıl
çıkarmam gerektiğini bir türlü
hatırlayamıyorum. Tekerin göbek
vidalarını söküyorum ama fren
pabuçlarının tek hareketle gevşemesini
sağlayan o hareketi bir türlü
hatırlayamıyorum. Fren pabuçlarını
vidalarından sökmeye karar veriyorum.
Her şeyin sıkış-tıkış olduğu çantamdan
alyan takımını aramaya koyuluyorum.
Zamanla arkamda bir kuyruk oluşuyor
ve insanlar söylenmeye başlıyor.
Yolcuların bagajlarını yerleştirmeleri
için oradan biraz uzaklaşıyorum.
Bisikletimi koymak için düşündüğüm
alanda başka bagajlar bir bir beliriyor.
Sinirim ve paniğim birbiriyle yarışıyor.
Ter damlalarının sırtımdaki
süzülüşlerini uzun uzun hissediyorum.
Bu çaresizlik anımı fark eden bir başka
otobüsün iki muavini yanıma geliyor.
Nereden nereye gidiyorsun vs. gibi
havadan sudan konuşurken genç olan
muavin basit bir hareketle fren
pabuçlarını gevşetiyor ve sonunda
tekerlek özgürlüğünü ilan ediyor.
Demek böyleymiş diyerek o basit
hareketi birkaç kez ben de yapmaya
çalışıp unutmamaya gayret ediyorum.
Bisikletimi yerleştirdikten sonra bir şey
fark ediyorum. Tekerlek göbeğinin
sıkılaşmasına yarayan vida yok! Tam da
gönül rahatlığıyla otobüsdeki yerimi
alacakken... Artık
vücudum soğuk soğuk
terlemeye başlıyor.
Derin bir iç çekiyorum.
Sanki birisi bana diyor
ki: ''Senin neyine ulan
bisiklet turu...'' Bu
sırada yaşlı olan
muavin beni oldukça
saf bulmuş olmalı ki,
bisikletin bagaj parası
için 20 TL istiyor.
İçimden küfürler etsem
de dışımdan sakin bir
ses tonuyla
konuşuyorum. Biletimi alırken durumu
firmaya bildirdiğimi ve çağrı
merkezinin de ücretsiz olarak bisikletle
yolculuğumu onayladığını söylüyorum.
İstdiğini alamayan muavin uzaklaşıyor
yanımdan.
Bir yandan düşürdüğüm tekerlek
vidasını ararken bir yandan da
gideceğim yerde bu vidayı kolayca
bulabileceğimi umarak kendimi
avutmaya çalışıyorum. Otobüs kalkmak
üzere. Moral bozukluğu içerisinde
boynum bükük halde otobüse binmek
için ön kapıya yaklaştırırken son bir
kez daha bakayım diyorum kendi
kendime. Gözlerim o an açılıyor. Adeta
altın gibi parlayan ve ''burdayım işte''
diyen vidayı buluyorum. Sonunda...
Bu kısa zamanda yaşadığım ruh
durumlarından sonra o anki duygumu
soracak olursanız cevabım tarifsiz bir
mutluluk olurdu. Huzurlu bir şekilde
otobüse binip usulca koltuğuma
yerleşiyorum. Bakıyorum yanımda
kimse yok, yan koltuk boş. Bu stresin
üzerine iyi bir uyku çekebileceğimi ve
fren pabuçları konusunda artık
deneyimli bir insan olduğumu
düşünerek uykuya dalıyorum.
Yalın Kılınç
Turun Özeti
1.Gün: SelçukŞirince-Pamucak
32 km
2.Gün: PamucakKuşadası-SökeDidim 87 km
3.Gün: DidimMilas-Güvercinlik
110 km
4.Gün: GüvercinlikBodrum-Kargı
Koyu 35km
B
İ
S
İ
K
L
E
T
L
İ
F
İ
L
M
L
E
R
Premium Rush - Acil Teslimat
Hız yapan otomobillerin arasından sıyrılmak, çıldırmış taksiler, açık kapılar
ve sekiz milyon huysuz yaya New York’un en atik ve en iyi bisikletli kuryesi
Wilee’nin (Joseph Gordon-Levitt) güçlük iş ortamındaki unsurlardır. Fixie
sürmek kolay bir iş değildir.
Frensiz, hafif ve tek vitesli olan bisikletin sürücüleri de ya çok yetenekli
bisikletçiler ya da trafiğe her çıkışlarında hayatlarını riske atan hafif intihara meyilli tiplerdir.
Ancak hayatını her zaman sınırlarda yaşamaya alışık olan bir adam rutin bir teslimat Manhattan
sokaklarında yaşanan hayat memat kovalamacasına dönüşünce alışık olduğundan daha tehlikeli bir
durumla karşı karşıya kalır.
Wilee günün son zarfını teslim etmek
için eline aldığında, paketin farklı
olduğunu fark eder. Bu kez, biri
gerçekten de Wilee’ye öldürmeye
çalışıyordur. David Koepp tarafından
yönetilen film aynı zamanda David
Koepp ve John Kamps tarafından
yazılmış. Manhattan sokaklarında
macera dolu bir gezintiye çıkmamızı
sağlayan filmde, bir bisiklet kuryesi
olan Wilee bu sefer farklı bir zarf
seçer, ve bu başkalarının da dikkatini çeker. Bunun üzerine bisikletçinin peşine düşerler, ve onu gittiği
her yerde takip ederler. Wilee'nin bu sefer her zamankinden farklı bir ölüm kalım savaşı vermesi
gerekmektedir.
Filmin başrollerini Joseph Gordon-Levitt, Michael Shannon ve Jamie Chung paylaşıyor.
B
İ
S
İ
K
L
E
T
L
İ
F
İ
L
M
L
E
R
Velorama
Bisikletin 100 yıllık tarihini, orijinal filmlerle anlatan ve neredeyse hiç konuşma bulunmayan, keyifle
izlenebilecek bir belgesel.
Çeşitli festivallerde gösterilmiş bu arşivlik çalışma ilk kez 6 Temmuz 2014 tarihinde
İngiliz BBC kanalında yayınlanmış.
‘Gençken Scientific American'da bir makale okumuştum.
Araştırma, gezegendeki muhtelif canlıların hareket verimliliğini inceliyordu. Hareket etmek
için kilometre başına kaç kalori harcıyorlardı? Atlar, şempanzeler, kuşlar, balıklar, insanlar…
Ve kazanan, akbabaydı. En verimlisi oydu. İnsan ise, listenin sondan 3. sırasındaydı.
Akbabadan oldukça uzak bir yerde...
Ama sonra birinin aklına, bisiklet üstündeki bir insanın harcadığı kaloriye karşılık yol aldığı
mesafeyi ölçme fikri gelmiş. Sonuç akbabayı ezip geçmiş. Bunun beni çok etkilediğini
hatırlıyorum.
Sonuç: İnsanlar alet yapar. Bizler doğuştan gelen insani yeteneklerimizle, aletler yapıyoruz.
Apple'ın ilk günlerinde böyle bir reklam vermiştik hatta. Ve ben tüm kalbimle inanıyorum ki
tarih ilerledikçe, geriye dönüp baktığımızda insanlığın tüm icatları arasında bilgisayar; en
üstte olmasa bile yukarılarda bir yerlerde yer alacak. Kişisel bilgisayar, zihnin bisikletidir.’
Steve Jobs
Steve Jobs ve Antonio Colombo
Jobs’ın çok sevdiği Cinelli marka dağ bisikleti ile birlikte.
Wired Magazine

Benzer belgeler