pdf olarak indirmek için…
Transkript
pdf olarak indirmek için…
Edebiyattan yaşam odalarına açılan yol... Üç ay önce, bir Haziran günü çıktık yola... Edebiyatı dert edineceğimizi, zirvelere ve uçurumlara dikenli, sarp yollardan yürüyeceğimizi söyledik. Keçi’yi çıktığı ilk yolculukta yol boyunca karşılayan, selamlayan ve yoldaşlık edeceğini işaret eden edebiyat, sanat, medya, eğitim ve akademi dünyasının desteği çok değerli. Keçi projesini ilk tasarladığımız zaman, edebiyatımızın pek çok usta kalemine yer veren ÖZEL SAYI’nın neye benzeyeceğini az çok biliyorduk. Günışığı Kitaplığı’nın 2010 yılından bu yana düzenlediği 10 konferansın içeriği önümüzde duruyordu. Eğitimci, kütüphaneci, akademisyen, yayıncı, sanatçı, çevirmen, tasarımcı ve editörler için dopdolu, kılavuz niteliğinde bir içerikti bu. Keçi’nin bu sayıda da düşünceye yol açan soruları var: Edebiyat gerçek midir ? Fantastik edebiyat okumaya zamanımız var mı ? Okul sahiden çocuğun özgürleşme alanı mıdır ? Luther neyi çevirmek için kasaba gitmişti ? Fareler ve İnsanlar ne kadar müstehcendir ? Ejderhalardan asıl kimler korkuyor ? John Steinbeck “Yaşayan her şey kutsaldır,” diyor; çünkü insana inanıyor. İnsanın karşısında duran her şeyi, özellikle de sistemi, edebi gücüyle deşifre ediyor. İlk sayıda, bu dünyanın çocuklarının rüyalarını onlar ölmeden, öldürülmeden kaleme almak gerektiğini vurgulamıştık. Keçi, şimdi bu çocukların yaşam odalarına girdi ve onlarla büyüyor, yürüyor. Tıpkı Steinbeck gibi, yaşayan her şeye, enkaz altındaki vicdanlara, insana ve sanata inanarak yeni yollar açıyor. Siz bu sayıyı okurken, Keçi çoktan başka yollara çıkmış olacak. 18 Ekim’de Kadir Has Üniversitesi’nde dördüncüsü düzenlenecek çocuk ve gençlik edebiyatı ve yayıncılık konferansı Zeynep Cemali Edebiyat Günü’nde, sonra da 8 -16 Kasım tarihlerinde 33. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda buluşmak, edebiyatı konuşabilmek umuduyla... Halil Türkden e nep C 2. Zey ü, Ekim at Gün debiy mali E 2012 Edebiyattan yaşama süzülen öyküler Selim ‹leri Çağdaş edebiyatımızın en önemli temsilcilerinden Selim İleri, okuma ve okurluk deneyimini; yazar, eser, okur ve hayat arasında oluşan dünyayı önemli edebiyat eserlerinden alıntılarla anlatıyor. Edebiyat nedir? Yeniden tanımlanmalı mıdır? Edebiyatı nasıl sevdim? Neden sevdim? Tüm bu sorular, iyi bir yazarın veya edebiyat okurunun kendisine ya da başkalarına sorabileceği sorular. Bazı insanların şansına hayat, okumayı sevmeleri için bir takım olanaklar tanıyor. Benim edebiyatla olan sevgi bağım, evimizde kitabın hiç eksik olmamasına dayanıyor. Şanslı olduğum taraf, ailemin okumuş yazmış insanlar olmasıdır. Bundan neredeyse 55 yıl kadar öncesinde başladı edebiyat maceram. Evimize giren gazetelerdeki tefrika romanları için ailem, “Onları büyükler okur,” dediğinden, bu kışkırtma sonucunda onları gizli gizli okumaya heves ettim. Gazetelerin tefrika romanları, edebiyat tarihimizde hep küçümsenmiştir. Bunlar çoğu kez ya macera romanlarıdır, ya pehlivan ya da aşk romanlarıdır. Hâlbuki bugün gazetelerde, o üç tür tefrika romanından 6 da eser yok. O romanlardan aldığım hazzı hiç unutamadım. Okuma evrenine yapışıp kalmak ! Çok sayıda kitap okuyarak yetiştim ben. İlkokulda okuma yazmayı herkes ekim ayının sonunda sökebilmişti. Yalnızca iki öğrenci, Erdal adında bir arkadaşımla ben, nisanda sökmüştük okumayı. Herkese kurdeleler takılmıştı okumayı söktükleri için, ama bize takılmamıştı. Bir kere okuma yazmayı söktükten sonra, hiç bırakmadım okumanın peşini. Farklı alanlardan, farklı kaynaklardan ve farklı ülkelerden birçok şey okudum. O okuma evrenine hiç ayrılmamacasına yapışıp kaldım. Hâlâ en yakın dostlarımın kitaplar olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Kitapları okuyordum, ama yazarlar konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yani yazarlar kimlerdir, ne acılar çekerek yazarlar, amaçları nedir, o beğenilmeyen tefrika romanlarını yazarken acaba neler yaşarlar? Uzun yıllar sadece eserleri okumakla yetindim ve yazarların çabaları üzerine pek fazla kafa yormadım. 1960’lı yıllarda okuldaki ders kitabımızda, büyük şair, çağdaş şiirimizin bence en büyük ustası olan Behçet Necatigil’in “Kır Şarkısı” adlı bir şiiri vardı. O şiiri okuduktan sonra, Necatigil’in başka şiirlerini okuma arzusu duydum. O dönemde elime Varlık Yayınları’ndan çıkmış, Arada adlı bir kitabı geçti Necatigil’in. Behçet Hoca on yıl sonra, yani 1970 yılında, kitabı bana, “Selim İleri’ye; yolu açık olsun,” diye imzalamış. Artık mürekkebi gitgide solan bir yazı ve bir imza... Necatigil’in bu güzel kitabında “Kitaplarda Ölmek” adlı bir şiiri de yer almaktadır. Yazar kimdir sorusunu daha iyi hissedebilmek için bu şiire göz atılabilir. Adı, soyadı Açılır parantez Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti Kapanır, parantez. O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları. Yazarlar siyasetçiler kadar kötülük yapar mı? Yazar dediğimiz kişi, galiba biraz iyi edebiyat, biraz da kötü edebiyat... Sanıyorum, iyi ya da kötü bütün yazarların, yazma tutkusu olan insanların hepsinin kalbinde var bu sıkıntılar. Necatigil’in vurguladığı gibi, bütün bu endişeler hep vardır. Yazarlar, dünya görüşleri ne olursa olsun, yeryüzünde hiçbir zaman siyasetçiler kadar kötülük yapamazlar. Örneğin, Kavgam kitabının Adolf Hitler’in kendisinden daha masum olduğu söylenebilir. Eserlerin insan üzerinde öyle derin etkileri vardır ki, o etkinin kaç yıl sonra nereden karşınıza çıkacağını kestirmeniz olanaksızdır. İlkokul üçüncü sınıf kitabımızda, Reşat Nuri Güntekin’in “Kirazlar” adlı bir öyküsü vardı. Bu öykü, beni çıldırasıya etkilemiş çok acı bir öyküdür. Bu, Güntekin’in edebi başarısını yansıtan bir öyküdür. Bütün mahallenin yargıladığı, cimrilikle suçladığı, birer kocakarı, acuze, ihtiyar ve bunak diye baktıkları çiftin gerisindeki asıl iç gerçekliği yansıtır. Parantezin içindeki çizgi Ne varsa orda Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci Ne varsa orda. Reşat Nuri Bey’in tipik tekniğidir; bize çıplak dış gerçekliği gösterdikten sonra, yani insanların yargılama biçimlerini yansıttıktan sonra, onların iç dünyalarındaki iç gerçekliklerini de yine bir anlatıcı olarak aktarır. Böylece, edebiyatın en büyük güçlerinden birini verir okuruna. Bizim dıştan gördüğümüzün iç dünyada hiç de aynı olmadığını yansıtabilir. Bunu edebiyat dışında yapabilecek tek alan psikiyatri ve psikolojidir belki de. O da kuru kuruya... O şimdi kitaplarda Bir çizgilik yerde hapis, Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki, Öldürebilirsiniz. Hayatı örneğiyle yansıtabilecek tek alan sanattır; edebiyattır, sinemadır, tiyatrodur; doğrudan doğruya sanatın kendisidir. “Kirazlar” hikâyesi içimde yıllarca Ya sayfa altında, ya da az ilerde Eserleri, ne zaman basıldıkları Kısa, uzun bir liste Kitap adları Can çekişen kuşlar gibi elinizde. özel sayı 2014 7 Ancak Tolstoy, öyle bir noktaya gelir ki, romanın ortasını geçtikten sonra hikâyeyi götüremez. Belki de yazarlığın kudreti kadar, bir roman kahramanının da yazar üzerinde kudreti olabiliyor. sürebilecek derin bir üzüntüye sebep olsa da, ona halen bağlı oluşumun nedeni, dış dünyaya karşı daha farklı bakabilmemi sağlamasıdır. Bu hikâye, karşımızdakiyle bir özdeşlik kurabilme düşüncesinin tohumudur. Yaş itibariyla ilkokul üçüncü sınıftayken böyle şeyleri bilemezsiniz. Ama o içinizde biriken bir sezgi, insana ait bir şeydir herhalde ki, öyle bir ışıma olarak belirir ve kaybolur. “Kirazlar”ı yerine oturtabilmem, anlamam, yıllar sonra çok başka bir eser ve yazar sayesinde oldu. Anna Karenina’yı anlamak ! Lev Tolstoy’a dair daha önce sadece Anna Karenina ’yı okumuştum. Çok sevdiğim bir romandı. Tolstoy’un yaşamına ilişkin bir kitabı okuduğumda, Anna Karenina ’yı başlangıçta hiç de Anna’yı savunmak amacıyla yazmadığını öğrendim. Tolstoy, Puşkin’in kızına biraz bozulurmuş; çünkü Puşkin’in kızı biraz hafif meşrep bir hanımmış. O zamanın Çarlık Rusya’sında, bu tarz flörtöz bir hanım, kemikleşmiş klasik ahlak değerleri tarafından pek de hoş karşılanmıyordu. Tolstoy bu olumsuz yaklaşımına rağmen, Puşkin gibi çok önemli bir yazarın kızı olması nedeniyle, onun babasına verdiği zararı düşünmüş ve bundan esinlenmiştir. Tolstoy, böylesi bir hanımın cemiyet hayatında ailesine ve tüm o kemikleşmiş kurumlara verebileceği zararı yansıtmak amacıyla, romanın yarısına kadar ondan söz etmiştir. 8 Tolstoy’un kafasında önyargılarla yaklaştığı Anna’yla romanda kendi kurduğu, yaşattığı, ama artık hakikaten yaşamakta olan Anna’nın söyledikleri birbiriyle çelişmeye başlar. Suçlamak için yola çıktığı Anna, ona kendi iç gerçekliğini yansıttığı için en başa dönüyor yazar. Ardından, Anna Karenina ’yı yeniden, bugün okuduğumuz haliyle yazmaya başlıyor. Bu sefer suçlamak için değil, anlamak için... Tolstoy, Anna Karenina’yla özdeşlik kurmanın üzerinde duruyor ve daha önce yazdığı kısımları yok ederek, sil baştan Anna Karenina ’yı yazıyor. Eser bu açıdan okunduğunda, çok çarpıcı ve çağının ötesinde bir roman. Tolstoy’un Anna’yı yeniden yaşatma çabası, benim de o iç gerçekliği kavrayıp dünyaya başka türlü bakabilmemi sağladı. Bu beni yeniden “Kirazlar”a götürdü. Halide Edip ve Yakup Kadri’nin yanında hep üçüncü isim olarak anılan, ama aslında çok önemli bir yazar, sevgi ve şefkatin yazarı olduğunu düşündüğüm Reşat Nuri’nin “Kirazlar”ı bunu başardı. Anladım ki, Reşat Nuri, iç gerçeklikle dış yaşamın somut bakış açısı arasındaki farkı, bizim edebiyatımızda ilk ve en çok değerlendiren kişilerdendir. Sanatın gençlik için, bizim için, herkes için iyilik, sevgi ve anlam dışında bir şey getireceğini düşünmemize olanak yoktur. Sanatın, özellikle bugün gelmiş olduğumuz korkunç iletişimsizlik döneminde, birbirimizi anlamakta, birbirimizle bağ kurmakta çok daha derin anlamlar taşıdığına inanıyorum. : NOTOS İLAN notoskitap.com özel sayı 2014 9 imde E 5. Eğit 012 ralık 2 ineri, A t Sem debiya Çizilmiş sınırları aşan bir özgürlük Müge ‹plikçi Gazete yazıları ve kitaplarında toplumsal meseleleri büyük bir duyarlılıkla işleyen, içinde sistemin bir türlü öldüremediği bir çocuk taşıdığını söyleyen gazeteci, yazar Müge İplikçi değişim için, duvarları tümden yıkmak için çaba harcamak yerine edebiyat ve sanatla tuğlaları yerinden oynatabileceğimizin önemli olabileceğini düşündürüyor. Ünlü rock grubu Pink Floyd’un The Wall albümü, dünya müzik tarihinin en önemli başyapıtlarından biri kabul edilir. Albümdeki parçalardan, Another Brick In The Wall ’un klibi, bir dönemin önemli başkaldırı arketiplerinden biridir. Özellikle eğitimdeki tektipleştirmenin işlendiği sözlere ve görüntülere yer verilmektedir. Klipteki çocuklar bir bant üstünde ağır ağır yürürler. İnsandan kuklaya dönüştükleri bu işlem bandında büyük bir kıyma makinesine düşer, oradan da homojenleşmiş bir biçimde kıyma olarak çıkarlar. Bir başka deyişle, torna işidirler artık. Duvarın ardında... İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşağının düştüğü büyük boşluğun arka planının anlatıldığı albümde, insan dediğimiz canlının başta savaşlar olmak üzere, toplumun genel harcını oluşturan aile ve okul 10 gibi kurumlarla nasıl üniformalaştırıldığı, tektipleştirildiği anlatılır. Bu kuşağın asla umutsuz olmadığının da altını çizmek gerekir. Çünkü tektipleştirmeye karşı birey olma seçeneği, ancak bunun koşullarını yaratabilecek vicdanlı ve umutlu insanlarla sağlanabilir. Pink Floyd ve ekibinin klipteki ilk adımı, çeşitli kalıplara tutunarak meşruiyet sağlayanları afişe etmektir. Karşımızda insanın düşüşü ve yeniden yükselişi anlamında, çağdaş bir tragedya var. Sağaltımımıza yardımcı olacak koroyu ise, özgürlük fikrini yeniden düşünmemizi sağlayabilecek vicdanlı insanlar oluşturur. Onlar, küllerinden doğmayı başarabilmiş insanlardır. Yangın yerine dönmüş olan yeryüzünde, farklı yeryüzü cennetleri yaratabilmek adına iğneyle kuyu kazmayı göze alabilen insanlar... Bu aşamada, şu soru sorulabilir: Çağımızın çetrefil okullardaki eğitime yönelik ve özellikle de gençlere yalan söylemememiz gerektiğine yönelik yazılar da kaleme almıştır. “Kanımca, onlara dünyayı en yalın haliyle anlatmak durumundayız,” der. Çocukları ve gençleri retorikten arınmış metinlerle buluşturmalıyız. Dünyanın toz pembe bulutlarla çevrili bir yer olmadığını; bir grup azınlığın büyük bir çoğunluğu nasıl yönettiğini anlatmalıyız. Dünyadaki açlığı, yoksunluğu, yoksulluğu, milliyetçiliği, dinciliği, cins ayrımcılığını, otomasyonu, ekolojik felaketleri, tutuculuğu, etnik farklılıkları, ahlakın ne olduğunu, erdemin nerede yaşadığını, hukukun nasıl işlediğini, eşitsizliklerimizi, anadil hakkını, ensesti, travmayı, yaşı büyütülerek gencecik yaşlarda asılanları, sömürünün çok katmanlı ve çok yüzlü bir olgu olduğunu anlatmamız gerekiyor. Çünkü dünyamız gerçekte bu aks üzerinde dönmektedir. Arendt bu noktada, “Ancak bunları onlara anlatabilirsek, dünyayı farklı bir yörüngeye oturtmak mümkün olabilir,” demiştir. Çünkü onlar da tıpkı bizim gibi bu dünyada yaşıyorlar. Arendt’in de vurguladığı gibi, ancak ve ancak bunları anlatırsak, kötünün sıradanlaşamayacağı, savaşın cevap olamayacağı bir dünyayı yakalama şansımız ortaya çıkabilir. Taş atan çocukları anlattığım Yalancı Şahit adlı kitabımın okur buluşmalarından birinde, genç bir okurum eğitim ve sanatın insan ruhunda yaratabileceği farklılıklara vurgu yaptığım sırada, “Size katılmıyorum,” dedi. “Bu iş eğitimle, sanatla falan çözülemez. Her öfkelenen taş mı atarmış? Ben de birçok şeye öfkeliyim, ama ben taş atmıyorum,” diyerek devam etti. Ona 12 şöyle bir cevap verdim: “Gel bunu birlikte düşünelim. Seni taş atmamaya hangi koşullar hazırlamıştır; buna bakalım. Hangi koşullar sayesinde taş atma ihtiyacını duymuyorsun? Gelelim taş atanlara. Onlar hangi koşullar yüzünden taş atıyorlar acaba?” Bunu düşünebilmemiz bile, kafamızdaki bir tuğlayı duvardan çekip almak anlamına gelebilirdi. Benim için hâlâ öyledir. Karşı tarafı görmek için bütün duvarın yıkılmasını beklememize gerek yok. Bazen tek bir tuğla, bakış açımızı farklılaştırabilir. Bunu da edebiyat ya da sanattan daha iyi yapabilecek başka bir araç yoktur. Bir gün gelecek... Yalancı Şahit ’i yazarken oldukça zorlandım, çünkü ortada farklı bir gerçek vardı. Normalde, yetişkinler için yazan bir yazar olduğum için, karşımdaki kitle ürkütücü gelmişti. Öğretmenlik geçmişim olmasına rağmen, edebiyatın insanlarla bambaşka bir köprü kurduğunu da deneyimledim. Elimizde çok önemli bir potansiyel var ve bu potansiyel, yaklaşık yirmi yıl sonra bizlere farklı yerlerden sesleniyor olacak. Bir gün gelecek, insanlar kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacak. Bu gelecek hakkında, Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’ın dileği noktayı koyacaktır: “Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak. Onlar, güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havaya yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar. Kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür hissedecekler. Bu, daha büyük, ölçüsüz bir özgürlük olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecek.” : biyat de Ede 2 yıs 201 eri, Ma Semin im 4. Eğit Hayal gücü mü, bilgi mi? Ali Poyrazoğlu Yazdığı, sahnelediği ve çevirdiği sayısız oyunun yanı sıra denemeleri ve öyküleriyle de tanıdığımız usta tiyatrocu Ali Poyrazoğlu, sanatı ve edebiyatı yaşamdan uzaklaştıran eğitim anlayışını eleştiriyor. Edebiyatın ve sanatın okullarda ne kadar hor görüldüğü, hâlâ çocuğunu okula gönderirken, “Öğrensin, okusun, diploması ve işi olsun, zengin olsun,” gibi hedefleri şart koşan ebeveynler olduğu biliniyor. Bu hedeflerin bir hayal bile olamayacağını, sanatla ve edebiyatla uğraşanlar olarak, anne ve babalara anlatmak durumundayız. “Medici* etkisi” dediğimiz durum göz ardı edilmemeli. Rönesans devriminin tohumlarını eken bu etkiyi bugün de düşünmek mümkün. Ayrı dallardan, farklı disiplinlerden, farklı alanlardan bakışların aynı yerlerde toplanması ve buradaki bilginin birbirine sürtünmesiyle kıvılcım çakacaktır. Okullarda yaratıcı bir bakış açısını ve dokunuşu, bu etki ortaya çıkarabilir. Bilgi, nasıl bilgi olur? leştirmelerini sağlayabiliriz. Çünkü kişi ancak kitap okursa, dönüp başa tekrar bakarsa, kitabını arkadaşına verirse, o kitap üzerine konuşabilirse, zihninde bir düşünme faaliyeti başlayabilir. Diğer türlü, Google’daki gibi kirli bilgiyle ve her şeyi bildiğini zanneden insanlarla doluyor çevremiz. Çocukların, derslerde anlatılanların alt metnini anlayabilmeleri için hayal gücünü devreye sokmak gerekiyor. Bakın Einstein ne diyor: “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Ben fizik kimya bilgimi, matematik bilgimi hayal gücünün emrine verdiğim zaman, kendimden büyük bir âlim çıkardım.” Çocuk eğer bilgisini hayal gücüyle destekleyerek kuvvetli bir bilgiye dönüştürmezse ve hayal gücünün bilgiden daha önemli olduğunu anlamazsa işin içinden çıkamaz. Çocukların, herhangi bir dersi ya da konuyu, “Benim ne işime yarayacak bu?” diyerek reddettiği anlarda, okuldaki öğretmenlerin farklı dersler ve disiplinler arasında nasıl bir bilgi akışı olduğunu, fizikten bir parça bilgiye sahip olmayanın, tarih ya da coğrafyada da çözüme ulaşamayacağını öğrenciye aktarması gerekir. Yalnızca çocukların değil, her bireyin bilgiyi kendi bilgisi haline getirmesine yardım etmemiz gerekiyor. Heidegger der ki: “Dil bizim evimizdir. Biz orada otururuz.” Birkaç yabancı dil bildiğim için bana, “Ya sen nerelisin?” diye soruyorlar. “Türkçeliyim,” diyorum. Ben Türkçe’nin içinde doğdum, düşünmeye burada başladım... Yetişkinler olarak, düşünmeli, çocukların okuduğu şeyleri okumalı ve onlarla tartışmalıyız. O zaman çocuklar bilgi ve derinlik sahibi olacak ve bizim de bakış açılarımızı değiştirmemizi isteyecekler. : Aynı biçimde, çocuklara kitap alıp okumalarını, kitapla olan ilişkilerini hep sürdürmelerini ve yaşamlarının içine yer- * 13 -17. yüzyıllarda Floransa’da yaşayan Medici ailesi, bilim insanları, şairler, ressamlar, filozoflardan oluşan farklı insanları bir araya getirmiş ve yaratıcılık anlamında önemli bir patlamaya öncülük etmiştir. özel sayı 2014 13 imde E 6. Eğit 13 ayıs 20 ineri, M t Sem debiya Edebiyat öğretmez ama... Adnan Binyazar Edebiyatımızın usta kalemi Adnan Binyazar, okuma yazma kültürünün insanın dilsel ve düşünsel varlığını nasıl biçimlendirdiğine ilişkin deneyimlerini paylaşıyor. 1950 yılında Dicle Köy Enstitüsü’ne gittiğimde üç salon vardı. Birincisi okul kütüphanesi, ikincisi müzik odası, diğeri de resim salonuydu. Türkiye’de bugün uygarlığın bu üç simgesi geriletilmiştir. O zamanlar okul kütüphanesinde, Hasan Ali Yücel dönemindeki o muhteşem klasikler ve diğer kitaplar bulunuyordu. Bugün Diyarbakır’da Kültür Bakanlığı’na bağlı tek bir kütüphane var. Oysa sözünü ettiğim zamanlarda, halkevinde bile bilimsel çalışma yapılacak zenginlikte bir kitaplık vardı. Bugünse, kitabın suçlu olarak, boynu bükük kaldığı bir dönemi yaşıyoruz. Eğer bir ülkede Fareler ve İnsanlar müstehcen diye tanıtılıp okullardan uzak tutuluyorsa, o toplum uygarlık karşısında utanmalıdır. Müzik ve resim odaları da nicelik ve nitelik olarak dopdoluydu. Özellikle müzik odasında koca bir piyano, mandolinler ve konser verebilmek için gerekli bir- 14 çok alet vardı. Başlarda belli bir bilgiye sahip değildik; ama bir ay sonra, kulağımız o müziklerle dolmaya başladı. İnsan, ortamın ürünüdür. Nasıl her ağaç her toprakta aynı değilse, insan da öyledir. Kavunun iyi yetiştiği tarla vardır, üzümün iyi yetiştiği tarla vardır. Kültür ve sanat kurumları nereye? Bugün neredeyse resim öğretmenleri okullardan kovuluyor; ne resim, ne de müzik derslerine önem veriliyor. Müzik konusu açılınca, “Batı müziği kilisenin müziğidir,” diyorlar. Keşke biz de dinsel müziği, örneğin Itrî müziğini, Mevlevi müziğini o düzeye çıkarıp, belli bir müzik kalitesi sunabilsek. “Biz bin yılların toplumuyuz!” diyerek tarihle övünmek biraz sığınmaktır. Özellikle, “At koşturduk, it koşturduk!” gibi laflar, hiçbir zaman bir toplumu yüceltici ve bir adım ileriye götüren şeyler değildir. Bugünkü örnekler saymakla bitmez. Kümesleri bile gökdelen yapanlar, tiyatroların, sinemaların canına okudular. İstanbul’un göbeğindeki Atatürk Kültür Merkezi (AKM) harabeye döndü. AKM, bugün devletin elindeki olanaklarla kısa sürede faaliyete geçirilebilecek durumdadır. Bu, bir tür kültür düşmanlığıdır. Aydınlanma, kurumlaşmalarla olur. Bizler bir şekilde kurumlaşıyoruz. Düşüncemiz ne olursa olsun, biz kitapla, bilgiyle, sanatla ortak bir düşünce topluluğu haline geliyoruz. Bu kurumlaşmaların en önemlilerinden biri de Dil Kurumu’dur. Dilin nasıl geliştiğini ve aydınlanmanın ne demek olduğunu iyi anlamak gerekir. Örneğin, kelime anlamı Katolik kilisesine karşı durmak olan Protestanlığın babası olarak bilinen Martin Luther, sa- dece din alanında değil, dil üzerinde de önemli çalışmalarda bulunmuştur. Örneğin, Latince olan İncil ’i halkın anlayabilmesi için o zamanlar gelişmemiş bir dil olan Almanca’ya çevirmeye çalışır. Halkın arasına karışır ve kasaba, manava sorular sorup, onlarla alışveriş yapar gibi diyaloğa girerek halkın dilini öğrenir. Bu nedenle, Luther salt bir din adamı değildir. O aynı zamanda dil ve bi- lim insanıdır. Ondan sonradır ki, Grimm Kardeşler’in 32 ciltlik Alman dili sözlüğü; Rapunzel, Külkedisi, Bremen Mızıkacıları, Pamuk Prenses, Kırmızı Başlıklı Kız ve Uyuyan Güzel gibi Alman dilinin ve dünyanın en zengin masalları ortaya çıkar. 17. yüzyılın ünlü filozoflarından Wilhelm Leibniz, “Luther’de akıl almaz bir dil bilinci var; o halkın diliyle konuştu,” demiştir. Ne Pecos Bill, ne Kerime Nadir... Ben ne Pecos Bill, ne Kerime Nadir, ne Esat Mahmut Karakurt, ne Oğuz Özdeş okuyabildim. Ama edebiyatçı olduğumdan biliyordum. İlk başta, oradaki aşklar bana çok yapay geldi. Bir gün Diyarbakır’da, Romeo ve Juliet yazlık sinemada oynuyordu. Diyarbakır, o zamanların en büyük kültür merkeziydi ve orduevinde her hafta Türkiye’ye gelen en yeni filmler gösteriliyordu. Ben de gidip buluyordum en iyisini. Tıpkı bir fare gibi, koklaya koklaya... Henüz 14 yaşındaydım, param da yoktu ve sinemaya gidemiyordum. Romeo ve Juliet 17 gece boyunca yazlık sinemada oynadı ve ben o kadar gece, bir inşaat aralığından ağlayarak o fil- özel sayı 2014 15 mi seyrettim. “Aşk ve sevda budur!” dedim, Juliet’e âşık olarak, mücadeleye girerek... Köy Enstitüsü’ne geçtiğimde ilk işim, kütüphanede Romeo ve Juliet ’i bulmak oldu. Dokuz, ışıkların söndürüldüğü saatti ve ben yorganın içinde el feneriyle onu okuyordum. Okuma, böyle bir şeydir. Okuma tutkudur, insanın bir parçasıdır. Köy enstitülerinde tatil, bir buçuk aydı. Diğer zamanlarda enstitünün işlerini görürdük. Bir yaz tatilinde, at otu aramaya çıktım. Ama bir elimde atın yuları, diğer elimde Shakespeare’in Othello ’su... Öyledir ki, onca yıl öncesinden bu zamana halen ezberimde olan cümleleri vardır. Iago, karısı Emilia’yla yaptığı konuşmada, “Yaşayıp durduğun şu dünyada öyle şatafatlı elbise giyip böbürlenme. Kibir ve gurur bütün saltanatları devirir. Alçakgönüllü ol, köhne cübbeni üstüne çek,” diyor. Bunları anlayan birini, ne Pecos Bill tatmin eder, ne Kerime Nadir, ne Esat Mahmut Karakurt. Sonrasında yolum Dostoyevski’ye, Tolstoy’a, Balzac’a, hatta Halit Ziya Uşaklıgil’e kadar uzandı. Bugün hepsini hâlâ aynı heyecanla okuyorum. 1250 sayfalık Haruki Murakami kitabını aylarca yanımdan ayırmadım. Yaşın ne olursa olsun, okursun; okuma, böyle bir şeydir. Okumanın yanı sıra kitaba ulaşmanın ve ulaştırmanın yollarını da bulmak gerekir. Anadolu’da bir buçuk yıla yakın görev yaptığım bir okulda, gittiğimde iki kitap vardı. Bakanlığın gönderdiği Celal Esat Arseven’in Türk Sanatı Tarihi kitabı ve bir de Karınca adlı bir dergi. İlginçtir ki, ben oradan ayrıldığım zaman kütüphanede 2500 kitap vardı. Herkesin katkıda bu- 16 lunduğu kumbarada 25 kuruşların birikmesi ve yayınevleriyle ilişki kurup, büyük indirimler almamla oluşturulan bir okul kitaplığıydı bu. Çorum’da çalıştığım bir öğretmen okulunda da benzeri bir çabayla kitap kulübü kurmuştum. Orada da her çocuğun her ay üç kitabı oldu. Bunlar pratiğe ilişkin örneklerdir ve kitaba ulaşmanın yolunu, aradığımızda bulabileceğimizi gösterir. Edebiyat özgürlük ortamı yaratır. İnsan bir akıl varlığıdır. Hümanizma, “Her şeyin ölçüsü insandır,” diyor. İnsan neden her şeyin ölçüsüdür ? Çünkü insan bir akıl taşıyor. Okumak bu aklı işlek hale getirir ve insanı duyarlı kılar; sanat beceriyi geliştirir. Kesinlikle bunların hiçbiri öğretme aracı değildir. Hele ki edebiyat, kesinlikle öğretme aracı değildir; duyumsatma aracıdır. Edebiyat öğretmez, ama edebiyatın öğrettiğini de hiçbir şey öğretmez. Bunu anlamak için Voltaire ya da Balzac gibi yazarları ele alabiliriz. Eserlerinde doğrudan doğruya dayatıcı hiçbir şey yoktur; hayatı sererler gözlerinizin önüne. Edebiyat özgürlük ortamı yaratır. Önemli olan, çocuğa bir şeyler tavsiye etmek değil; onun önüne kaliteli bir şeyler koyabilmek ve seçim yapabilecek bilinci aktarabilmektir. Özetle, insan üç varlıktır. Birincisi, bedensel bir varlık. İnsanın bunda hiçbir emeği yoktur. Yaratan yaratmış zaten ve iyi yaşamanı öğütlemiş. İkincisi, sosyal varlık olması. Sosyal varlık olarak insan, o zamana kadar üretilmiş kültürel ürünlerle şekillenir. Ama üçüncünün, yani insanın kendisini var etmesinin, kültürünü, duyarlılığını, düşüncesini, aklını geliştirip insanlığa yararlı hale getirmesinin kaynağı kitaptır. : Beraber Üretmek Öğrenmenin Büyüsü Gülten Dayıoğlu Osman Şahin 1. Zeynep Cemali Edebiyat Günü, Kasım 2011 3. Eğitimde Edebiyat Semineri, Aralık 2011 Yıllar önce kolumun altında içi öykü dolu dosyamla ve yanımda dört yaşındaki oğlumla kendimi Bâb-ı Âli’ye attığım zaman, hiç sektirmeden kapı kapı yayınevlerine girip öykülerimin basılmasını önermiştim. O günlerde öğretmenlik yapıyordum. Aynı zamanda usanmadan yayınevlerini dolaşıyordum. Çünkü öykülerimi yazarken büyük bir coşku içindeydim. “Şöyle olacağım, böyle olacağım, şunu yapacağım,” derken, elimde dosyayla kalakaldım. Anladım ki, bu bir ekip işi, beraberlik işiydi. İki yıl boyunca dosyama kimse ilgi göstermedi. Hatta adres soruyormuşum gibi beni kapıdan savanlar oldu. “Bir ay sonra gel; okuyacağız, haber vereceğiz,” diyenlere bir ay sonra gittiğimde yüzüme bakmıyorlar, gözlerini başka yöne çeviriyorlardı. Çünkü dosyamı okumamışlardı. Antik çağdaki üç büyük kütüphanenin bulunduğu bu coğrafyada, 75 milyonluk bu ülkede 1360 kütüphane var. 1984’te ilk kitabım Kırmızı Yel, İsveççe’ye çevrilmişti. O yıl İsveç’in nüfusu 8 milyondu ve 8 bin kütüphane vardı. Yani, İsveçli bir yazarın kitabı en az 10 bin adet basılıyordu ve her kütüphaneye en az bir tane alınmak zorundaydı. Bu, yazarı da, okuru da, kütüphaneyi de, yayıncıyı da memnun eden bir düzen. Böylece iki yıl geçti. Sonunda birlikte üretebileceğimi anladığım Milliyet Yayınları’na girdim. O gün bugündür yazmaya devam ediyorum. 1979’da Altın Kitaplar’la başlayan yolculuğum hâlâ sürüyor. Yayınevi bir yazar için çok önemlidir. Ne yazarsanız yazın; yayınevi yazdığınız şeyin hakkını da verebilir, yerin dibine de sokabilir. Yazarı, çizeri, editörü, yayın yönetmeni, tasarımcısı, her şeyiyle yayınevi çok önemlidir. Tüm bu öğeler olmadan yapılan kitapları, yazarları görüyorum. Ne yazık ki, yayınevi yazar işbirliği olmazsa, bu tür işlerin sonu gelmiyor, yalnızca zaman kaybı oluyor. : Bugün 1360 kütüphanemiz var, ama epeyce fazla kitap basıyoruz. Bunu kitap fuarlarında görmek mümkün. Halk teknolojik cihazların her türlüsünü kullanıyor, oysa evlerde kitaplık yok. Toplumlar seçimini yapar, ama bizde seçimler önemli bir tehlikeyi işaret ediyor. Türkiye’de her yıl yüzlerce kadın öldürülüyor. 14 yaşın altında evlendirilen kız çocuklarımız var. Bu çocukları evlendiren insanlar, bu çocuklar özgür mü?.. Bir de öğretmenler var bu toplumda. Çocuklar, anne babalarından sonra en çok öğretmenlerine güvenirler. 2200 yıl önce, Sokrates hayata gözlerini yummadan hemen önce başında arp çalan öğrencisine, “Ne güzel çalıyorsun, bunu bana da öğretebilir misin?” demiş. Öğrencisinin, “Hocam, siz ölüyorsunuz, ne zaman öğreneceksiniz?” sorusuna Sokrates, “Öğrenmek önemli değil, öğrenmeye çalışmak önemli,” cevabını vermiş. : özel sayı 2014 17 imde E 6. Eğit 13 ayıs 20 ineri, M t Sem debiya Özgürleşmekten kim korkar ? Feyza Hepçilingirler Dr. Müren Beykan Editör Müren Beykan’ın, “dil gönüllüsü” usta yazar Feyza Hepçilingirler’le gerçekleştirdiği söyleşi, fantastik, bilimkurgu ve polisiye gibi türlerin, çocukların edebiyatla buluşmasındaki önemine ilişkin ipuçlarıyla dolu. Müren Beykan: Edebiyatın haylaz türleri diye adlandırabileceğimiz fantastik, bilimkurgu, polisiye, çizgi roman üzerine düşündüğümüzde, bu türler genel edebiyat evreninin neresinde duruyor? Feyza Hepçilingirler: Edebiyat denildiğinde polisiye belirmiyor insanların zihninde. Mizah öyküleri ve bilimkurgunun da edebiyatın içinde mi, dışında mı olduğu hâlâ tartışılıyor. Edebiyattan konu açıldığında, şiir, öykü, roman, tiyatro eseri, biyografi, otobiyografi ve anı biçiminde sıralıyoruz. Ama bu haylaz türlerimize sıra biraz zor geliyor. Bu türler edebiyatın içinde mi diye düşünürsek, kıyısında, ama içinde yine de. Başka bir deyişle, kapsama alanı içinde. MB: Son yıllarda hem öğretmenler, hem de biz yayıncılar, çocukların sevdikleri türlere, hangi kitaplara el uzattıklarına 18 bakıyoruz. Fantastik edebiyatın çocukların en sevdiği türler arasında olduğunu ve bu romanların gözle görünür tırmanışını izliyoruz. Fantastik sözcüğü Yunanca “phantasia”dan geliyor ve neredeyse her dilde “tuhaf, acayip, mantıksız, hayali, gerçekten uzak” gibi anlamlar taşıyor. Bu durumda yetişkinler de duraksıyor ve böylesine hayal gücüne dayalı dünyalar nedense insanları tedirgin ediyor. Çocuğumuzun Hobbit okuyunca, Hobbit olma tehlikesi mi var acaba ? FH: Hayal gücünün üstünde durmak gerekir. Son yıllarda hayal gücü üzerine fazlaca düşünüyorum. Her şey o kadar görselleşti ki... Türkçe konferanslarına gittiğimde bana sorulan ilk soru, görsel malzeme kullanıp kullanmayacağım. Neden kullanayım ki? Her taraf zaten görsel dolu. Televizyonda, internette, akıllı telefonlarda, her yerde görüntü var. hakikidir; olgulara dayanmaz ama hakikidir ve çocuklar bunu bilir. Onlar özgürleşmekten korkmaz; bundan korkan yetişkinlerdir,” diyor. Günışığı Kitaplığı’nın deneme seçkisine, “Yetişkinler Ejderhalardan Neden Korkar ?” adını verdik. Bu seçki en çok çocukların ilgisini çekti ve çoğu da Le Guin’in denemesini okudu. Çocuklar özgürleşmekten korkmuyor. Hayal kurmaktan korkmuyorlar, hayal güçleri geniş. Yetişkinler için hayal kurmak, biraz kaybolmak, tedirginlik verici sanki. Oysa dediğiniz gibi, bilimin de temelinde hayal gücü var. Biliminsanları tezlerinden ve deneylerinden önce bir hayal kuruyorlar. FH: Hayal kurmadan neyi icat edebilir ki? Önce kafasında yaratması gerekiyor. Örneğin, ‘Bir insanla nasıl iletişim kurarım, ne yaparsam görmediğim bir insana ulaşırım?’ diye düşünüyor bir biliminsanı. Graham Bell’in zihninden geçenler de telefonu icat etmeden önce böyledir. Tamamıyla bir hayal... Antolojiler zeytinyağlı tabağına benzer. MB: Osmanlı padişahlarından da polisiyeye çok düşkün olanlar var. Abdülhamid’in böyle bir polisiye merakı varmış ve büyük bir hızla okuyup bitirirmiş. Yenisini bekleyen padişaha, alelacele oturup polisiyeler yazılırmış. Ünlü yazarlarımızdan, padişahlar için polisiye yazanlar bile var. FH: Polisiye de edebiyatın kıyısında duran bir tür. Okuma alışkanlığımızı nasıl kazandığımızı düşündüğümde, “Tommiks” ve “Teksas” geliyor hemen aklıma. Okuma biçimimizde kandırmacalara da 20 başvurur, ders kitabının arasına koyar okurduk; biz o sayede kitap okumayı sevdik. Kemalettin Tuğcu’nun Köprü Altı Çocukları ’nı çok okudum; acımayı öğrendim o kitaptan. O zamanlar çok okuduğumuz pembe dizilerin ve aşk romanlarının mimarı Kerime Nadir’di. Üvey annem çocuk bakarken, bebeğin altını temizlerken, ben ona Mike Hammer romanı okurdum. Tutkunu olmuştum o romanların. Bizim şansımız, bizi oyalayacak şeylerin fazla olmamasıydı. Kitap okumak en büyük zevkimizdi. Oysa bugün, günümüz çocukları bir ellerinde biberon, bir ellerinde akıllı telefonla doğuyorlar. Dolayısıyla, bilgisayar ve internet onların giderek daha fazla zamanını alacak ve bu görsel olanağa daha yatkın olacaklar. Böyle bir zamanda, onları kitaba yakınlaştırmak çok daha önemli hale geldi. MB: Her türden okuyabilmek önemli, değil mi? FH: Polisiye, bilimkurgu ve fantastik edebiyatı hep onları okusunlar diye önermiyoruz. Edebiyatın bir zevk aracı olduğunu, zevk veren, keyif veren bir okuma vaat ettiğini bildirmek için öneriyoruz. Edebiyat sadece roman demek değildir. İyi bir edebiyat okurunun, öykü seven bir edebiyat okuru olduğunu düşünüyorum. Çünkü, öykü gerçekten sabır gerektirir; yazarken de, okurken de. O beş sayfaya bir yaşam sığdırılmıştır. İçine girebilmek için, onu ayrıştırmanız ve yoğunluğundan biraz uzaklaştırmanız lazım. O nedenledir ki, antolojiler lokantalardaki zeytinyağlı tabağına benzer. Her zeytinyağlıdan azar azar bulunan bir tabak. Antolojiler sayesinde, hangi yazarın size hitap ettiğini anlayabilirsiniz. O yazarı anlamak için tabaktakilerden birer çatal almak gerekir. : Yeni kitaplar. Tekrar tekrar okumaktan sıkılmadıklarımız, klasikler. Edebiyatçılardan yazma dersleri. Derin okumalar, eğlenceli fikirler. egoistokur.com imde E 6. Eğit 13 ayıs 20 ineri, M t Sem debiya Hayatın ta kendisi ! Yard. Doç. Dr. Necdet Neydim Akademisyen, çevirmen, yazar Yard. Doç. Dr. Necdet Neydim, çocuklarla iletişim, eğitimdeki tektipleştirmeler, ahlaki yaklaşımlar ve tanımlamalar üzerine önemli soruları gündeme getiriyor. “Çocuk ve gençlik edebiyatı”, “eğitim” ve “kullanma” ifadelerini bir araya getirdiğimiz zaman, ortaya çıkan şey bir kaos. Çocuk ve gençlik edebiyatından söz edebilmek için de, bazı önemli soruların yanıtını bulmak gerekiyor. Çocuk kimdir; çocuk nedir; bir özne midir yoksa bir nesne midir, bir kimlik, kişilik midir? Bizim için ve kendisi için nedir; toplum için nedir ? Çocukla iletişim kurmak Bu sorular önemlidir, çünkü tanımlamadığınız, sizde tanımsız kalan bir varlıkla iletişim kuramazsınız. Eğer, çocuklarla ya da gençlerle karşı karşıyaysanız ve onları kendi gerçekliği içinde tanımlama becerisini gösteremiyorsanız; elbette onlarla iletişim kurmanız mümkün değildir. Bu anlama sürecini gerçekleştirdikten sonra onunla nasıl iletişim kuracağınız çok önemlidir. İletişim, salt konuş- 22 ma eylemini gerçekleştirmek değildir. Toplumun şu anda en çok yaşadığı sorunlardan biri, konuşma eyleminin gerçekleşmesi, ama iletişimin kurulamamasıdır. Önemli sorulardan biri de, “Çocuk bir şey midir?” sorusuydu. “Şey” sözcüğünü özellikle kullanıyorum. İletişimsizliğin ve çocuğa nesneymiş gibi yaklaşımın en açık görüldüğü yerler okullardır. Okul, çocuğun özgürleşme alanıdır, ama siz onu fabrikasyon bir ürüne dönüştürürseniz, özgürleştiremezsiniz. Çocuk orada hem bilgilenir, hem sosyalleşir. Ama bizim eğitim sistemimiz, çocuğun sosyalleşmesine izin veren bir sistem değildir. Çocuğun kendini ifade etmesine de izin vermez. Çocuğu ya da genci tanımlarken, ne kutsallaştırmalı, ne de yerin dibine batırmalı. Sadece kendisi olarak tanımlamalı ki, onu tanıyabilmeli. Birini tanırsanız muhabbetiniz olur; tanırsanız, ona bir şeyler söyleyebilirsiniz; tanırsanız, onun söyle- imde E 5. Eğit 012 ralık 2 ineri, A t Sem debiya Yazınsal ve görsel okuma Behiç Ak Mizah ustası, karikatürcü yazar Behiç Ak, sanatın rastlantısal oluşu, çocuğun soru sormasının önemi, resimli kitapların okurla nasıl bir ilişkiye girdiği ve görsel okumanın sunduğu mucizeler gibi noktalara değinerek, çocuk ve yetişkinin ilk entelektüel ilişkisinin yol haritasını çıkarıyor. Çocuk ve gençlik edebiyatındaki kitaplar, eğitimde kullanılmak amacıyla yazılmıyor. Yıllar içinde eğitimcilerin ilgisi ve keşifleriyle çocuk kitapları önemli olmaya başladı ve biz çocuk kitabı yazarları da fark edilmeye başlandık. İlk aşamada çocukların kitaplara ulaşması zor olsa da, eğitimcilerin oluşturduğu bağlarla kitaplar doğrudan çocuklara ulaşabilir ve eğitimde kullanılır hale geldi. Bugün bu duruma bakıldığında, kitabın eğitimde kullanılabilir olmasının olumlu ve olumsuz yanları görülebilir. Sanat tesadüfidir. 1980’lerin başında çocuk kitabı yapmaya başladığımda, mimarlığı bırakmış ve tamamen çocuk edebiyatına odaklanmıştım. Çocuklarla büyükler arasında köprü kurabilecek, Batılılar’ın “picture book” dedikleri, bizde ise “resimli kitap” denilen okulöncesi kitaplar yaptım. Ama onları Türkiye’de yayımlatamadım. Bil- 24 mediğim bir alan olmasına rağmen, yapmak, gerçekleştirmek istedim. İlk kitabım Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı ’ ydı. Ama bu kitap ve sonraki kitaplarım Türkiye’de değil, Japonya’da basıldı. Birdenbire Japonya’da çok tanınan, ama Türkiye’de hiç tanınmayan bir yazar oluverdim. Yıllarca Japon çocuklardan mektuplar geldi, onlara cevaplar yazdım. Herkes kitabını önce Türkiye’de, sonra yurtdışında yayımlatmak için çaba gösterir. Benim durumum tam tersi oldu ve bu, tamamen tesadüftü. Yıllar geçtikçe Türkiye’yle de bağlantı kuruldu ve kitaplarımı burada da yayımlatma şansı buldum. Eserlerim giderek eğitimde de kullanılmaya başlandı. Öte yandan, edebiyat kitaplarının eğitimde kullanılışıyla ilgili önemli sorunlar da var. Yedi yıllık mimarlık eğitimimde, bu eğitimin temelinin tasarım olduğunu gördüm. Tasarımda araçsal bir akla ihtiyaç vardır. Yapılmak istenen, öncelikle işaretler ve semboller sistemiyle çizilir ve plan gerçekleştirilir. Sanat bu noktada tasarımdan farklıdır. Çünkü, sanatta böyle bir araç işlevine ihtiyaç yoktur. Yola çıkarken amaçladığınız şeyin yönü ve biçimi değişebilir, hatta amacınız bile farklılaşabilir. Sanatın tesadüfe bu kadar açık oluşu, bilgi alışverişine kapalılığı, sanatçının neyi, neden yaptığını tam olarak bilmeyişi ve haliyle estetiğin varoluşu, bu işlevselliği kaldıramaz. Sanat eseri araç olur mu? Sanat eserini bir araç olarak düşünseydik, bir mimari proje çizer gibi çocuk kitabı yapabilirdik. Ancak bırakın edebiyatı, mimari projeler bile artık böyle çizilmiyor. Öte yandan, eğitimin içinde ister istemez bu eserler bir araç gibi ele alınıyor. Öğretmen soruları soran, çocuk da cevapları veren kişi haline dönüşüyor. Oysa bir sanat eseri, araç kavramından soyutlanarak analiz edilebilir. Bunun tek koşulu, soruları çocuğun sormasıdır; cevapları vermesi değil. Çünkü analitik düşüncenin temelinde, soru sorabilme yetisi vardır. Birey soru sorabiliyorsa ve bu sorusundan başka sorulara geçip bağlantı ku- rabiliyorsa, yorum yapabiliyor demektir. Önemli olan da budur ve bu yorum, doğru ya da yanlış gibi değerlere kapalıdır. Sanatın da bilim gibi kavramları vardır, ama katı kurallarla çevrili bir değer dünyası yoktur. Sanat eserinin doğrusu yanlışı olur mu? Edebiyat okuru çocuk, bir metni okuyup zevk alıyorsa, soruları kendisi sormalı ki, oradan başka sorular da çıkarabilsin ve cevap arayışına girsin. Mimarlıktan bir örnek daha vereyim: Bu alanın eğitiminde en önemli şey tasarımdır, ama tasarım kadar önemli olan diğer şey de anlamaktır. Örneğin, Danimarka’daki mimarlık eğitiminde analitik bir yaklaşım vardır. Orada ilk üç yıl asla proje yaptırılmaz; çünkü bu süreç anlama sürecidir. Anlama süreci, soruları oluşturabilmektir, doğru cevapları vermek değil. Bu bağlamda, sanat eserinin eğitimde kullanılması hassasiyet gerektirir; sanat eserine sanat eseri gibi davranmak gerekir. Ona bir tasarım nesnesiymiş gibi, araç gözüyle bakmamak gerekir. Okulda birçok şeyi kategorize edersek, çocuk doğru cevap peşinde koşan ve analitik düşünme yetisi olmayan birine dönüşür. Sonrasında, ürettiği her şey için bu tür doğru kurgunun peşinden gider ve bugün olduğu gibi ezber üretimlerden biri olur. Oysa sanat eseri, doğru ya da yanlış bir şey değildir. Bu bağlamdan da öte, sanat eseri bir yaklaşımdır. Oyuncak olarak kitap ! Kitaplar, çocuğun soru sorma alışkanlığını ve analitik düşüncesini ilk geliştiren oyuncaklar, nesnelerdir. Bu kitaplardaki hikâyeleri çocuklar başkalarına aktarabilmeli, değiştirebilmelidir. Çocuğun ak- özel sayı 2014 25 Desen: Behiç Ak tarma ve taklit etme yetisi, her zaman değiştirme şevkiyle birlikte var olur. Değiştirilemeyen katı hikâyeler, çocuk tarafından benimsenmez. Çocuk, yazarın özneleştirmediği yan tipleri özneleştirme ihtiyacı da duyabilir. Çizgiler tüm bunlara olanak tanımalıdır. Özellikle, “picture book” denilen resimli kitaplarda, bu değişime ve dolayısıyla resmin bir dil olarak algılanmasına dikkat edilmezse, resim bir dil olarak değil de, yazının resimlenmesi olarak ortaya çıkar. Bu, resimli kitabın okunurluğunu zedeler. Dolayısıyla, resmin yazı gibi algılanmasını sağlamak, resimli kitapları okuyan 3-6 yaş grubu için oldukça önemlidir. 3-6 yaş grubundaki çocukların bir hikâye kitabıyla karşılaşması oldukça ilginçtir. Yazar ya da çizer, eseri oluştururken işlevi üzerine hiç düşünmese bile, bu kitaplar bazı önemli işlevleri yerine getiriyor. Çocuk kitaba baktığında, “İşte bir hikâye, hem de resimlenmiş,” diyebiliyor. Kitapla arasında gerçekleşen bu karşılaşma çocuğun gerçek dünya, sembol, sözcük, kavram ve yazı arasında bir ilişki kurmasını sağlıyor. Bu ilişki aslında, düşüncenin temelidir. 26 Yetişkinler değişmek istemiyor mu? Resimli kitapların çoğu zaman öngörülemeyen önemli bir işlevi daha vardır. Bu kitaplar, henüz okuma yazma bilmeyen çocukla ebeveyn arasında bir ilişki kurulmasına neden oluyor: Birlikte okuyorlar. Çocuk ve ebeveyn arasındaki ilk ve genellikle tek entelektüel ilişki, bu kitaplarla oluyor. Her iki taraf da gerçekten ilgiliyse, ebeveyn 3-6 yaş arasındaki çocuğuyla entelektüel bir ilişki kurabilir. Çocuk okuma yazmayı öğrenince, bu ilişki zayıflıyor ve giderek yok oluyor. Çünkü, çocuk kendi kitaplarını seçmeye başlıyor. Bu tür kitaplar bağlamında, insanlar büyüdükçe özellikle iş hayatının tek boyutlu yanlarına yenik düşüyorlar. Yetişkinlerin düşüncelerinde çok fazla paradigmasal değişim olmuyor. Birçok soruyu sormamaları gerektiği öğretiliyor ve doğal olarak soru sormayı unutuyorlar. Oysa çocukken, aynı birey o soruları sorabiliyordu. Herkesin kedisi kaybolur mu? İnsanların başarı odaklı yaşamlarında tek boyutlu oluşuna tanıklık ediyoruz. Asıl tehlike, tek boyutlu yetişkinin çocuğu da başarı odaklı bir yola sokup, tek boyutlu hale getirmesidir. Bu nedenle, çocuk kitaplarında farklı paradigmasal değişimlere ihtiyaç var. Yaşamı anlamlı kılan farklılıkları öyküleştirmeye çalıştığım Kedilerin Kaybolma Mevsimi ’nde herkesin kedisi kayboluyor. Bütün kediler 18 Haziran’da kayboluyor. “Neden 18 Haziran?” diye soruyorum. Burada önemli bir paradigma değişimi var. Çünkü aslında tek bir kedi kaybolmuş, ama bu kedi herkesi kendisinin kedisi olduğuna ikna etmiş; herkes ona kendi kişiliğiyle davranmış. Buradaki önemli değişim sadece çocukların değil, yetişkinlerin de düşünce dünyasını ilgilendiriyor. Çünkü öyle bir noktaya geldik ki, yetişkinler değişmek istemiyor, her şeyi biliyorlar artık. Bir güven ilişkisi... Çocuklar bütünlüklü, güvenli bir ortamda gözlerini açıyorlar. Gökyüzünde uçan kuşla yıldız arasında; yerdeki karınca, babası, annesi ve yağmur arasında barışçı ve eşzamanlı, güvenli bir ilişki kurmaya ihtiyaçları var. Çocuk, öncelikle çevresini içselleştirmek istiyor. Hikâyedeki güven ve sevgi ilişkisi, daha sonra ona hayatında reh- berlik edecek güven ve sevgi ilişkisinin ilk adımı oluyor. Çünkü güven ve sevgi de öğrenilen bir şey; çocuk bunları bilerek doğmuyor, öğreniyor. Bu kitaplarda tanıklık ettiği ilişkileri gerçek hayatta deneyimlediğinde, çocuk bu dünyanın onun dünyası olduğuna inanmaya başlıyor. Bu inanç çocukta ileri yaşlarda güven yaratıyor. Bu sevgi ve güven hissi çok önemli. Özellikle hikâyelerde olumsuz birçok şey anlatılabilir, ama hikâyenin kendisi olumlu olmak zorundadır. Yani, hikâyenin bütünü asla bu güven ilişkisini sarsacak şekilde olmamalıdır. Dramatik bir şey anlatılabilir, ancak güven ve sevgi ilişkisi temelinde anlatılmalıdır. Görsel okumaya izin vermek Görsel okumada önemli olan, yaş grubu büyüdükçe yazıyla resim arasındaki ölçünün de değişmesidir. Büyük çocuk resme yazı gibi davranmak istemiyor; yazıya yazı gibi, resme de resim gibi davranmak istiyor. Resme yazı gibi davranan bir anlayış ön planda olursa, “Ben bebek miyim?” diyor. Sonuç olarak, çocuklara izin vermemiz gerekiyor. Çocukların görsel okumayı öğretmemize değil, görsel okuma yapmalarına izin vermemize ihtiyaçları var. Bir yerlere yetişmekten, ne durup çocuğun düşünmesine izin verebiliyoruz, ne de onunla konuşabiliyoruz. Çocukla on dakikalık bir diyaloğa bile zaman ayıramadığımız için, belli kalıplar içinde kalıyoruz. Görsel okuma, çocuğa bu kalıplardan sıyrılma şansı verecektir. Bu şansı değerlendirmesi için çocuğa zaman tanımalı ve bu zamanın öncesinde, görsel okuma eğitimine kalkışmamalıyız. : özel sayı 2014 27 imde E 4. Eğit 12 ayıs 20 ineri, M t Sem debiya Yaratıcı okuma uygulaması Serap Özyurt Kütüphaneci Serap Özyurt, Behiç Ak’ın sevilen İstanbul öyküsü Vapurları Seven Çocuk üzerine FMV Işık Okulları’nın 3. sınıf öğrencileriyle gerçekleştirdiği yaratıcı okuma uygulaması sürecini aktarıyor. Çalışma için öncelikle, “Gülümseten Öyküler” dizisindeki 10 kitabın bütün temalarının hangi konularda kullanılabileceğini inceledim. Behiç Ak kitapları, neredeyse altı ana temayla birleştirilip, 2, 3 ve 4. sınıflarda rahatlıkla uygulanabilirdi. Kütüphaneci olarak benim dikkatimi çeken şeylerden biri, kitapları okuyup önerme çalışmalarını yaparken, birçok temayla birleştirilebilen kitapların özellikle “kim olduğumuz” temasıyla çok eşleştiğini fark etmekti. İnsan olduğunu anlama, özellikle çevresinin farkına varma, kendinin farkına varma gibi konuları belirledik. Temalara dair sorgulayıcı sorular çıkardık. 3. sınıfların bu ünitesi altı hafta sürüyordu. Biz ilk haftayı okuma sürecine, kalan beş haftayı da inceleme sürecine ayırdık. Ana sorgulamalarımızdan birincisi, zaman hakkında sorgulama ve evlerdi. İnsanların yaşadığı yerlerin zamanla değişime uğraması ve özellikle, kitaptaki Fırat’ın bu konudaki tutumu ve davranışları üzerine tartıştık. Kitabı aile açısından da sorgulattık. Kitabın temelinde, aileyle ilgili doğrudan bir tema olmamasına rağmen, kitabın kahramanı Fırat’ın ailesinin yalnızca annesinden ve kardeşinden oluştuğuna dikkat çektik. Kitapta açıkça bir baba figürü verilmemişti. Buna karşın Fırat, çok mutlu ve başarılı olabilen bir çocuktu. Kitap bunları doğrudan söylemiyor ve anlat- 28 mıyordu, ama biz çocuklardan soru-cevap yöntemiyle bunun yorumunu aldık. Bu örnekte olduğu gibi, öğretmenlerimiz mevcut sorulara eklemeler yaptılar. Bu sorulardan bazıları, yaşadığımız yerin geçmişine nasıl sahip çıkarız; yaşadığımız yerlerde hangi açılardan değişimler oluyor idi. Çocuklarla şehri gezerek, nasıl değişimler olduğunu, evlerindeki ve ailelerindeki değişimleri sorgulamalarını istedik. Bu sorgulamaya, örgütlerin yapısı ve işlevinde ailenin konumunu, topluluk içinde nasıl yaşanabileceğini de ekledik. Çocuklar, İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali’ne katılarak, kendi tasarladıkları vapurların nereye götürülmesini istediklerini çizdiler. Çok görkemli bir şey olsun istediler ve ortaya çıkanlar saltanat vapuru gibi oldu. Bir öğrencimiz, çalışmasının altına, “Uçan dondurmaların olduğu bir yere gitmek istiyorum,” yazmıştı. Çocuk Bienali sırasında öğrencilerimiz, tamamen atık malzemelerden bir üretim süreci de geçirdiler. Üçboyutlu karakter kartları yaptılar. Kitabın karakteriyle ilgili bazı özellikleri yazmalarını ve konularıyla ilgili sorgulama maddelerini, soruların cevaplarını da bunların altına yazmalarını istedik. Bienal; farklı materyal, teknik ve disiplinleri kullanmaları, ürünlerini nitelikli bir platformda izleyiciyle buluşturmaları açısından iyi bir deneyimdi. : Evetleyerek okumak Dilde gezintiler Prof. Dr. Selahattin Dilidüzgün Yusuf Çotuksöken 5. Eğitimde Edebiyat Semineri, Aralık 2012 “İnsanlar, dillerinin kendilerine sundukları dünyada yaşarlar,” der Wilhelm Von Humboldt. Tıpkı yazarların, aydınların bize sundukları dünyada yaşadığımız gibi. Salt onun açısından bakıldığında dil, seslerin anlamlı bir bütün oluşturmak ve kurmak üzere bir araya gelmesiyle oluşan bir dizgedir. Evetleyerek, sorgulamadan okumak dediğimiz afirmasyonlu okuma, eğitim sistemimizi kuşatmış, oldukça tehlikeli bir kavramdır. Asıl istenilen, ileride eleştirel okurlar yaratabilmektir. Çünkü edebiyat okuru olmak, sadece bir amaç değil, aynı zamanda bir araçtır. Türkçe ve edebiyat öğretimi de, ham insandan bir birey yaratma sanatıdır. Kurmaca olan hikâyeyle sınırlı kaldığımızda, metnin estetik keyfini yaşatma olanağımız siliniyor. Örneğin, afirmasyonlu okumanın nedeni, böyle alıştırılmış olmamızdır. Ama ben, yazarın her söylediğini doğru kabul etmek, yorumuna katılmak zorunda değilim. Okuma eğitimi, edebiyat eğitimi, yüzeysel olarak söylenenden asıl ifade edilene gitme sürecinde iyi bir araçtır. İfade edileni mutlaklaştıramayız; çünkü edebiyat ve sanatın doğasında, metnin bir adet donmuş anlamı olması mümkün değildir. Edebiyat dersleri, söylenenden kastedilene gitme yolunda bir araçtır. Bulanık olanı, metin içi bağlantılarla yakalayan okur, bu sırada estetik haz dediğimiz süreci yaşayabilir. Bunu yaşatmak öğretmenler olarak, ders kitabı yazarları olarak, hepimizin boynunun borcu. Ancak bunu başardıktan sonra, bir alışkanlıktan söz edebileceğiz. : 1. Zeynep Cemali Edebiyat Günü, Kasım 2011 Dil, birey açısından, duyguları, düşünceleri ve tasarımları başkalarına aktarmaya yarayan, kurallaşmış ya da standartlaştırılmış bir dizgedir. Düşünce bağlamında dili, düşünceyi hem var eden, hem de destekleyen bir varlık, bir dizge olarak görüyoruz. İletişimdeyse, kişilerin ve kurumların bilgi akışını sağlayan yazılı ve sözlü bir araçtır. Kültür anlamında dil, kültürün hem oluşturucusu, hem de taşıyıcısı bir kurumdur. Ulus içinse dil, tek tek bireyleri ya da toplulukları bir arada örgütleyebilen toplumsal bir kurumdur. Bu dilin önemli öğelerinden biri olan argo hakkında, çocuk edebiyatı eleştirmenlerinin tavrına katılmıyorum. Bazı kitap eleştirilerinde, “Bu metinde çok şükür argo kullanılmamıştır,” ifadesini görüyorum. Bu eleştiriyi yapanlara, argo sözlüklerini bir kez alıp okumalarını öneririm. Doğan Hızlan’ın deyişiyle argo, dilin baharatıdır. Ortak dili besleyen müthiş bir hazinedir. Çocukları mikropsuz bir ortamda yetiştirmenin anlamı yoktur. : özel sayı 2014 29 KONUK Çocuklar büyürken... Zeynep Oral Gazeteci, yazar Zeynep Oral, edebiyat ve sanatın bireyin yaşamına nasıl dokunabildiğini, dünyaya dair hangi soruları sordurttuğunu ve nasıl “başka bir insan”a dönüştürdüğünü kendi yaşam ve yazarlık deneyimleriyle aktarıyor. Çocuklarım büyürken, bizimki hep “açık -ev”di. Bütün arkadaşları bizde toplanırdı. “Sahi Zeynep Teyze, bütün bu kitapları okudun mu?”, “Okudun da ne oldu?”, “Neye yaradı?” Bunlara benzer sorular birbirini izlerdi. Bir gün içlerinden biri, “Ben bu kadar kitap okuyacağıma, üniversite diye canımı çıkaracağıma, babam bana şimdi bir tostçu büfesi açsın, çok daha kısa zamanda hayatımı kurarım,” dedi... (O sırada ortaokuldaydılar.) Emeğin horlandığı, rantın yüceltildiği çarpık ekonomilerde belki de o çocuğun söylediği doğruydu. Elbet bunu ona söylemedim. “Belki daha çabuk, daha çok para kazanırsın ama... Ama aynı insan olmazsın, başka bir insan olursun,” dedim. Anlatmaya çalıştım: Edebiyat, sanat, nitelikli müzik... Bunlar, bakmakla yetinmeyip görmeyi öğretir insana. İşittiklerini, duymakla kalmayıp değerlendirmeyi önerir. Okuduğumuz bir kitap, kendi yaşadıklarımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunlar algılarımızı açar. Zihnimizi ve duyarlığımı- 30 zı biler. Kısacası kavramayı, sorgulamayı, eleştirmeyi, düşünmeyi öğretir insana... Düşünmeye başladığımız an, ancak o an ve o andan sonra yorumlamaya ve değerlendirmeye, başlayabiliriz. İşte o zaman kendimize bir değerler ölçüsü yaratabiliriz. Eleştirel düşünmeyi öğrendiğimiz zaman, edindiğimiz bilgileri kullanabiliriz. Edebiyat ve sanat, insanın edindiği bilgileri kullanabilmesine yarar. Kullanılmayan bilgi, yok olmaya mahkûmdur. Çocuklar, değerleri yaşayarak öğreniyordu, ama yine de... Yine de sırf değerler ölçüsüne sahip olmak için bunca kitap okumak şart mı, diye de sormaktan geri kalmıyorlardı. Siyah ile beyaz arasında yüzlerce renk ve gölge vardı. İnsan, kendisi ile doğa, kendisiyle toplum ve kendisiyle çevre, giderek dünya ile her tür sorunu çözmeye çalışırken, ilişkiler kuruyordu. Bu ilişkilerdeki binlerce rengi, binlerce ayrıntıyı değerlendirmek için de okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz oyunlar, dinlediğimiz müzik bize yardımcı olabilirdi. Olduğumuz yer, vardığımız yer, dünya görüşümüz, bakış açımız, yaşama biçimimiz, düşünce şeklimiz, bir rastlantı ya da rastlantılar zinciri değildir. Hayır, bunların tümü her an yaptığımız ve yapmakta olduğumuz seçimlerin bir sonucudur. Hangi kitabı okuyacağımızı, hangi konsere gideceğimizi seçerken... Arkadaşımızı, giyeceğimiz giysiyi, evimize koyacağımız vazoyu ya da tabloyu seçerken, hep bir şeyler seçiyoruz... Ama aslında hep kendimizi seçiyoruz. Nasıl bir insan olacağımızı seçiyoruz. Örneklerle anlatıyordum: Yalnız fotoroman okuyan biriyle, Çehov, Yaşar Kemal, Sait Faik okuyan bir insan aynı olamaz. Yalnız arabesk dinleyenle Beethoven dinleyen de... Bir insanın dünyası okuduğu kitapla, dinlediği müzikle, yürüdüğü yolla bütünleşir, zenginleşir, çoğalır. Edebiyat, sanat, düşünmeyi, eleştirmeyi, yorumlamayı, değerlendirmeyi öğretir insana, dedim ya... İşte bu değerler hiyerarşisi içinde insan yalnız kendi kişiliğini değil, içinde yaşadığı toplumun da düzeyini geliştirirken bütün bunların bir yaşam biçimine dönüştüreceğini bilir. Bugün yaşadığımız beğeni yozlaşması, kentlerimizdeki, kasabalarımızdaki çarpık yapılanmalar, çevre bilincinin gelişememesi, demokrasinin yerleşememesinde ve daha pek çok, pek çok gerçekte, edebiyat ve sanat eğitiminin eksikliğini görüyorum ben... Aradan yıllar geçti. Bugün bakıyorum, çocuklarım ve arkadaşları, yıllar önce anlattıklarımı kendi çocuklarına anlatıyorlar... : r Kısa notla Yalvaç Ural Prof. Dr. Onur Bilge Kula Kültür dediğimiz zaman lü tarlasında çiftini süren köy de kültür üretir, filozof da, ressam da... Kültür sadece değer üretmez, değersizlikler de üretir. Sedef Örsel Okuduğu kitabı seçen, okumaktan keyif alan, edebiyatın tadına varan, şeker gibi onu ağzında çeviren çocuklar… Kitabı alırsınız, dokunursunuz, sayfalarını karıştırırsınız, resimlerine bakarsınız, hayal dünyanızı onlara yansıtabilirsiniz. Okullar çocukları yarışa, at yarışına hazırlıyorlar. Çoğu ları öğretmen, başarılı ve puan de yüksek öğrenci yetiştirdiğin Ve r. ıyo say ılı kendisini başar edebiyat rafta, kenarlarda bir yerde yerini alıyor.. Levent Erden skıcı İnsanlar artık her türlü ba retmen, otoriteye karşı çıkıyor. Öğ r ! patron, baba; hepsi otorite Çünkü insanların her gün ıkları baktıkları ve içinde yaşad . yok rite dijital ekranlarda oto Prof. Dr. Üstün Ergüder ve Edebiyat kitapları çocuğa at san ve dil gence duygu, likte eğitimi verebilecek yetkin aya olmalı, çocuğu okur olm özendirmelidir. özel sayı 2014 31 e nep C 2. Zey ü, Ekim at Gün debiy mali E 2012 Dilin ve gerçeğin zirvesinde, edebiyat ! Semih Gümüş Edebiyat eleştirmeni, yazar ve yayıncı Semih Gümüş, edebiyatın dönüştürücü bir güç olan dilsel yaratıcılığı barındırması; edebiyatın dilin doruk noktası olması; yazınsal dilin çokanlamlılığı, yeni nesil yazarların sorunları ve edebiyatın gerçekle ilişkisi üzerine deneyimlerini aktarıyor. Edebiyattan söz ederken yaratıcılık gündeme gelir. Edebiyat metinleri, yaratıcı metinlerdir ve onu ortaya çıkaran yazıdır. Edebiyattaki yaratıcılık, öteki alanların hiçbirinde olmayan bir özelliğe sahiptir. Bu nedenle, hem edebiyatı öteki alanlardan ayırt eder, hem de onu iyi anlatmak için sürekli olarak yaratıcılıkla birlikte anılır. Yaratıcılık denildiğinde, yaratıcı düşünce akla gelecektir. Söz gelimi, felsefenin de kendisini yaratıcı bir düşünce içinden geçerek ortaya koyduğunu, bu yolla anlattığını ve yine o yaratıcı düşünce içinde anlaşılması gerektiğini söyleyebiliriz. Öte yandan, edebiyatı da felsefenin yaratıcı düşüncesinden ayıran bambaşka bir yaratıcılık var. Edebiyatın doğasındaki yaratıcılıktan söz ettiğimiz zaman, gerçekle olan ilişkisine bakmak ve edebiyatı doğal yaratıcı bir gerçeklik olarak ortaya çıkaranın ne olduğunu sorgulamak gerekir. Bir edebiyat metninin, öy- 32 küyü, romanı ortaya çıkaran birçok öğesi vardır. Bunlar arasında en önemlisi ve ilk akla geleni, hiç kuşku yok ki, dildir. Edebiyat metni, dil varsa vardır, yoksa yoktur. Hangi dildir bu ? Evde ya da sokakta yaşayan dil mi?.. Edebiyat dili, dilin doruk noktası... Yaratıcı dil, yazınsal dil dediğimiz, öteki alanların hiçbirinde olmayan ve öteki alanların hiçbirinin kullanmak zorunda olmadığı, kullanması gerekmeyendir. Örneğin, tarih, siyaset ya da akademik alanların herhangi birinde yaratıcı yazınsal dil kullanılır mı? Edebiyatın dışındaki bütün alanlar, hangisi olursa olsun, asıl olarak doğrularla yanlışları ayırt etmeye, doğruları bulmaya, onları aktarmaya ve dile getirmeye çalışır. Dil, diğer alanlarda asıl olarak bu işlevleri yerine getirmek için vardır. Bu edebiyatta da böyle midir? Edebiyatta yargılayıcı, kural koyucu bir dil kullanılmasına hiç gerek yoktur. Edebiyat, gerçek hayatın içindeki doğrulardan çıkar, ama sonrasında yaratıcı yazınsal dil içinde o doğruları öylesine dönüştürür ve başkalaştırır ki, sonunda hiçbir zaman tekrar dönüp o doğruların gerçek hayatla sınanması gerekmez. Sonuçta edebiyatın bu yaratıcı yazınsal dili, öteki bütün alanların dilinden daha yüksek bir noktadır. Yani edebiyat dili, dilin doruk noktasıdır. Bu, bizim ona keyfi bir biçimde yakıştırdığımız herhangi bir özellik değildir. Edebiyatın doğası Edebiyat dilini, yazınsal dili öteki bütün alanlardan daha çok geliştiren, zenginleştiren hepsinin üstünde doruk noktasına çıkaran, edebiyatın doğasıdır. Çünkü yazınsal dil dediğimiz şey, bir edebiyat metni içinde doğrudan taşıdığı anlamların dışında, aslında açıkça görülmeyen ve dile getirilmeyen, başka birçok anlamı da taşıyabilme özelliğine sahip olan dildir. Söylediğiniz sözün doğrudan bir anlamı vardır ki, onu okuma sırasında öncelikle görür, ilk okumada fark edebilirsiniz. Ama o dil, bazen ilk okumada fark ettiğiniz, bazen de ancak sonraki okumalarda fark edebileceğiniz öyle başka anlamlar da taşıyabilir ki, bu özellik başka herhangi bir alanda yoktur. Örneğin, gazetedeki bir köşe yazarının yaratıcı yazınsal dili kullanarak doğrudan söylemek istediklerinin dışında başka anlamlar da çağrıştırması aslında yalnızca fantezidir. Bir bilim kitabında, tarih kitabında böyle bir dil kullanmaya gerek var mıdır? Hiç mi hiç gerek yoktur. Edebiyat niçin böyle bir dili kullanır? Çünkü onun gerçekle ilişkisi, öteki bütün alanlardan farklıdır. Kitaplar kitaplardan... Edebiyat nerden çıkıyor? Öncelikle gerçek hayattan, yaşadığımız hayattan çıkıyor. Ama yalnızca onunla yetinmiyor. Edebiyatın başlıca iki kaynağı olduğu söylenir. Gerçek hayat, büyük bir malzeme elbette. Ama bazen gerçek hayatın da önüne geçen ikinci bir kaynak daha var ki, o da öteki kitaplardır. Edebiyat gerçek hayattan çıkıyorsa, yaratıcı yazar malzemesini hangi hayatın içinden alıyor ? Birincisi, kendi yaşadığı hayattan, ikincisi tanık olduğu hayattan. Bu durumda, bizim yaşadığımız ve tanık olduğumuz, kendimize bir malzeme olarak seçeceğimiz o hayat, bizim ulaşabileceğimizle sınırlı değil midir ? Oysa kitaplar, bizim ulaşabileceğimizden çok daha fazla. Sayısız kitap, bizim hiç bilmediğimiz, tanımadığımız, bilmemize olanak olmayan bambaşka dünyalardan çıktığına göre, ortada kaynak olarak kullanabileceğimiz sonsuz zenginlikte bir dünya var demektir. Her yazar da zaten bunu yapar. Edebiyatçılar arasında çok kullanılan bir deyim vardır. Kitaplar kitaplardan, yazarlar yazarlardan çıkar. Bu gerçekten doğrudur. Yazar olarak bilemeyeceğimiz dünyaları başka kitaplarda, başka yazarların yazdıklarında buluruz. Franz Kafka, modern edebiyatın en önemli yaratıcılarından biridir. Kafka, gerçekten 20. yüzyılın başında, modernist edebiyatın ilk büyük yazarlarının ardından gelen çok önemli bir yaratıcıdır. Şaşırtıcı ve sert konuları, edebi anlamda öyle iyi romanlara dönüştürüyor ki, o romanlar dünya edebiyatını bir yerden başka bir yere götürüyor. Yani Kafka, keskin bir dönüm noktasında duruyor. Asıl yazdıklarını yazmadan önce, başka yepyeni bir biçimde yazmak istiyor. özel sayı 2014 33 Kafka henüz o biçimi bulamadığı zamanlarda, Zürih’te birtakım aydınların ve edebiyatçıların bir araya geldiği toplantılara katılır. O toplantılarda Albert Einstein da vardır. Einstein’la öteki sanatçılar ve aydınlar, kendi düşüncelerini ve ne yaptıklarını anlatırlar birbirlerine. Einstein bu sırada görecelik ve belirsizlik kuramıyla ilgili düşüncelerini yeni yeni oluşturmaktadır. Onun görecelik ve belirsizlikle ilgili düşüncelerini sürekli dinleyen Kafka, sonunda nasıl yazması gerektiğine karar verir. Gregor Samsa gerçekten uyandı mı? Kafka seçtiği biçime inanmaya ve öyle yazmaya kararlıdır. Einstein’ın düşüncelerinden çıkarak Dönüşüm romanını yazar. Romanda, Gregor Samsa bir sabah böcek olarak uyanır. Samsa’nın bir böcek olarak uyanması, edebiyatta gerçekliğin, gerçek hayatın nasıl bambaşka bir biçimde dile getirilebileceğini anlatır. Bu, bize edebiyatın aslında ne kadar sınırsız olduğunu gösteren bir örnektir. Samsa’nın bir böcek oluvermesi, düşlerin ve hayallerin edebiyatta nasıl ortaya çıkabileceğini, içinde yaşadığımız hayatın gerçekliğini, insanın yabancılaşmasını ortaya koyan çok çarpıcı ve önemli bir örnektir. Oscar Wilde der ki: “Edebiyat gerçekten daha gerçektir.” Edebiyatın gerçekten daha gerçek olması ne demektir ? Edebiyat gerçekten daha gerçek olmaz elbette, ama Wilde şunu anlatmak istiyor: Yaratıcı yazarlar, edebiyatla içli dışlı insanlar ya da nitelikli birer edebiyat okuru olarak, yaşadığımız hayata baktığımızda, edebiyat gerçeği ne kadar yansıtmalı ? Yansıtıyor mu ya da nasıl yansıtır ? Gerçek hayata yalnızca bir yaratıcı yazar olarak değil, sokaktaki sıradan bir insan olarak da baktığımızda, edebiyatın gerçeği olduğu haliyle kullanamayacağını düşünebiliriz. Gündüz rüyası Edebiyat, aslında edebiyatı zayıflatan bir güdüdür. İnsanın önünü alamadığı, kendi doğasındaki bir özelliktir. Ama bunu yaptıkça da, yazılanların daha da arttığını görüyorum. Bunun en önemli nedeni, merak eksikliğidir. Çünkü iyi bir yazar, yazmaya başladığı zaman, kendinden önce yazılanlardan farklı, özgün bir şey yazmaya çalışır. Borges’in çok güzel bir sözü vardır; der ki: “Edebiyat nedir ? Gündüz rüyasıdır.” Edebiyatı gündüz rüyası olarak tanımlamak çok parlak bir buluş gerçekten. Gündüz dediğimiz, yaşadığımız gerçek hayat; edebiyat da onun rüyası. Peki rüyalar ? Rüyalarımızı ortak görebilir miyiz ? Hayır; herkes kendi rüyasını görür. Aynı gerçek hayatın içinden çıktıktan sonra herkes kendi rüyasını gördüğüne ve edebiyat gerçek hayattan çıkan o rüyalar olduğuna göre, edebiyatı özgün hale getiren, ötekilerden farklı kılan herkesin kendi yazdığıdır. Demek ki, birbirine benzerliği çok fazla olan genç yazarlar, gece rüyalarıyla değil de, daha çok gündüz rüyalarıyla meşgul olmaktadırlar. : 34 Dünya ında r a l r a fu u Ünal si: Ban Türkçe Dünyadan Frankfurt 2014’e yansıyan yayıncılık gündemi 8-12 Ekim 2014 tarihinde düzenlenecek Frankfurt Kitap Fuarı’nın bu yılki Onur Konuğu ülkesi Finlandiya. Dünyanın en büyük kitap fuarı özelliğini taşıyan Frankfurt’ta geçtiğimiz yıl 102 ülkeden 7275 stant yer almıştı. Keçi, fuara az bir süre kala, dünyada yayıncılık sektöründe yaşanan son gelişmeleri ve öne çıkanları sizler için derledi. Amazon herkese karşı mı ? Bu yıl ABD’deki en önemli yayıncılık olayı amazon.com ile Hachette Grubu’nun kamusal savaşıydı. Seattle’ın online perakendecisi Amazon, Fransız yayıncılık grubunu e-kitap satış koşullarında ve daha pek çok konuda köşeye sıkıştırmakla suçlandı. Pazarlıklarla ilgili gerçekler tam olarak bilinmemekle birlikte, Hachette’in Amazon’la karşı karşıya gelen tek yayıncı olmaması dikkate değer. Almanya’nın Latin Amerika’da dijitalin yükselişi! Dünya genelinde 500 milyon konuşanıyla İspanyolca, e-kitap satışları için büyük bir potansiyel. Ancak bu pazardaki patlama İspanya’da değil, ABD’deki Hispanik okurlarca gerçekleştirildi. ABD ve Güney Amerika’da İspanyolca e-kitap pazarının gelişeceği düşünülüyor. Bu nedenle Kolombiya, Meksika, Arjantin, Şili ve ABD’deki yayıncıların daha kapsamlı e-kitap projeleri geliştirdiği haberleri geliyor. Almanya’da yükselen kitaplıklar büyük yayın gruplarından Bonnier’le de sorunlar yaşayan Amazon’un gerçekleştirmeye çalıştığı sözleşme reformlarında Penguin, Random House, HarperCollins, Simon & Schuster ve Mac Millan gibi pazar lideri olmayan büyük yayınevlerini deneme tahtası olarak kullandığı ve sorunlar yaşadığı biliniyor. Bu büyük yayınevlerinin Amazon’un taleplerine boyun eğmesi, tüm dünyadaki yayıncılarda domino taşı etkisi yaratabilir. 36 Avrupa’nın ana kitap pazarı Almanya’da neler olduğuna bakmadan, Avrupa’yı tartışmak olanaksız. Almanlar kitap kurdu olmaya devam ediyorlar. 2013’te Almanlar’ın 50 gözde hobisi içinde kitap okumak 11. sıradaydı. Araştırma portalı statista.com’a göre 13,1 milyon Alman haftada en az bir kitap okuyor. Almanya’da 2012 satışlarının yalnızca %2,5’u e-kitap formatında. Bir önceki yıl bu oran %0,8’di. Ancak bu durum da hızla değişiyor. Almanya, e-kitap satışlarında en büyük yıllık artışa sahip ülke. Ülkede 2012’ye kıyasla, 2013’te e-kitap pazarı iki katına çıkarak %5’e yükseldi. : * Bu yazı Publishing Perspectives dergisinin Eylül 2014’te yayımlanan Frankfurt Kitap Fuarı sayısından alınmıştır. imde E 4. Eğit 12 ayıs 20 ineri, M t Sem debiya Kitap araba kazası gibi olur mu? Karin Karakaşlı Gazeteci, yazar, şair Karin Karakaşlı, yaşamından ve yazarlık deneyiminden yola çıkarak doğru kitabın, doğru okurla, doğru zamanda buluşmasının önemini vurguluyor ve güzel bir dünya kurma yolunda edebiyatın katkısını tartışıyor. Edebiyata dair, “edebiyat yapmak” ve “edebiyat parçalamak” gibi yaygın deyişler vardır. Bu deyişlerin, içindeki “edebiyat” sözcüğüyle bağlantısını oldukça ironik bulmuşumdur. Aslında bütün yazarlar, “edebiyat yapmamak” noktasına gelerek ustalaşırlar tuhaf bir şekilde. Ve yine tuhaftır ki, bunu öğreten çocuk edebiyatı olmuştur. Çocuk edebiyatında yazmaya başlamadan önce, bir öykü kitabı yazmıştım. 2324 yaşlarındayken, bir yayınevinin açtığı yarışmayı vesile ederek çocukluk anılarını yazmayı iyi bir sığınak olarak gördüm ve bir çocuk romanına giriştim. Evimizde elektrik kesintisi olduğunda kafelere gidip oralarda yazıyordum romanımı. O zorlu süreci, yarattığım karakterlerin beni alıp götürmesiyle atlattım diyebilirim. Ay Denizle Buluşunca, o dönem çocuk romanı olarak çıktı. Yıllar sonra Günışığı Kitaplığı’nın, bu kitabın yanlış yaş grubuna ulaştığına yöne- 38 lik uyarısına kulak verdiğimde, aslında gençlerin okuması gereken bir roman yazdığımı anladım. Ay Denizle Buluşunca’nın yayınevinde geçirdiği süreci ve kendimdeki düzeltileri görünce, kitabımın benim için yeni bir okul olduğunu anlamaya ve edebiyata dair yeni sorular sormaya başladım. Yanlış zaman, yanlış kitap! “Edebiyat yapmaktan kurtulup, dili nasıl sade kılabilirim; çocuğun ve gencin dili nedir; yetişkinin çocuk ve gençlik romanında konumu ne olmalıdır,” gibi soruları sorarken, kendimi yepyeni bir eğitimin içinde buldum. Bir kitap beni eğitti ve bana edebiyatı başka bir yolla öğretti. Bu öğretim, hayatımın her aşamasında, farklı alanlara yansıdı. “Kitap yararlıdır, gereklidir,” cümlesi çok duyulur, ama kimse yararlı olduğu için bir şeyi yapmaz. Çocuğun kitaptan zevk almasını, biyat de Ede 1 lık 201 eri, Ara Semin im 3. Eğit Dil duyarlığı ve öykünme Prof. Dr. Sedat Sever Ankara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Uygulama ve Araştırma Merkezi (ÇOGEM) Başkanı Prof. Dr. Sedat Sever, çocuğun birey olma yolundaki duyarlılık eğitiminde edebiyatın önemine değiniyor. Duyu algılarını uyarmadan, düşünceyi beslemeden birey yetişmez. Çağdaş toplumun etkin düşünen duyarlı insanı yetişmez. Yetişmezse ne olur ? Duyarlık güdükleşir. Duyarlık güdükleşirse ne olur ? Düşünce tortulanırsa, düşünce damarları gittikçe yosun tutmaya başlarsa ne olur? O toplum, çağdaş demokratik toplumun gereksinim duyduğu nitelikli, düşünen, duyarlı insanı yetiştiremediği için, toplumsal yaşamda iletişimle çözülmesi gereken sorunların yerini, hoyratça ilişkiler almaya başlar. Sevgi yeter mi? Hep Cahit Külebi’nin şu dizeleri gelir, belleğime düşer: “Bir nazlı kuşa benzer çocuk dediğin. / Ev ister, ekmek ister, öpülüp okşanmak ister.” Çocuğun temel gereksinmesi, sevgidir. Ben de diyorum ki, sevgi yetmez ! Sevgi, temel bir gereksinme. Siz gelin, doğduğu andan başlayarak onun bir başka gereksinmesine öncelik tanıyın; uyaran olun. Çünkü sevgi, duyu algılarını uyarıyor. Çocuk, duyu algılarını uyaranlarla eğer erken dönemden başlayarak buluşamazsa, bu kez ortamı gittikçe çoraklaşıyor. Erken dönemde çocuğun görme duyusunun devindirilmesi, temel öncelik olarak karşımıza çıkıyor. Ona, duyularına dokunacak, harekete geçirecek yeni sözcükler verilmeli. Sözcük dağarcığının gelişmesi öğretimle değil, gere- 40 kirse çocukların yeni sözcüklerle buluşması sayesinde gerçekleşir. Çocuk, öykünür. Okulöncesi dönemde öykünme çok başat bir öğrenme yoludur. Yeter ki, siz onun yaşam alanına, öykünebileceği sanatçıların hazırladığı kitapları katın. Okurken yaratıcı olmayı deneyimlesin. Okurken, yanınıza alıp saçını okşarken, sevgi gereksinmesini yanıtladığınız çocuğa kitaptaki karakterleri canlandırın. Çocuğun ilgisini çekin. Türkçe, yapı ve anlatım olanaklarıyla özgün düşünceler oluşturma, özgün bağdaştırmalarla, derin ve etkili duygular uyandırma gücü olan bir dil. Türkçe bizim ses bayrağımız. Ama siz onu sürekli yüzüne tükürürseniz, dil sevgisi, dil duyarlılığı, dil bilinci bellekte, yürekte doğallıkla oluşmazsa, çocuk o zaman kendi dilinin olanaklarıyla kurgulanmış yapıtları okuma gereksinmesi de duymaz. Çocuğu, ona duyma ve düşünme sorumluluğu veren sanatçılar tarafından, yaşam ve insan gerçekliğini alımlaması için Türkçe’nin olanaklarıyla kurgulanmış metinlerle buluşturursanız, bilin ki, düşünen, duyarlı insan olmanın da artık çatısı örülmeye başlar. Siz çocuğa, özerkliğini tanıyabileceği, özerkliğini geliştirebileceği, özgüvenini örebileceği eğitim ortamları hazırladığınız oranda, çocuk da özerk benlik duygusu gelişmiş, düşünen, duyarlı bir insan olacaktır. : özel sayı 2014 41 imde E 4. Eğit 12 ayıs 20 ineri, M t Sem debiya Bir kaldıraç olarak felsefe ve edebiyat Prof. Dr. Betül Çotuksöken Maltepe Üniversitesi Felsefe Bölümü Kurucusu ve Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu yöneticilerinden Prof. Dr. Betül Çotuksöken, eğitim, edebiyat ve felsefe arasındaki köprüleri farklı açılardan ele alıyor ve öğrenim sürecinde felsefi çabanın önemini vurguluyor. Jean Paul Sartre, Edebiyat Nedir ? adlı kitabında, “Dil, kabuğumuz ve duyar alanımızdır; bizi başkalarına karşı korur ve onları bize tanıtır, duyularımızın uzantısıdır. Dil içinde tıpkı bedenimizdeki gibiyizdir; tıpkı ayaklarımızı ve ellerimizi hissedişimiz gibi, onu da başka erekler uğruna aşarken hissederiz. Konuşan başkası olduğu zaman, dili tıpkı başkalarının elini kolunu algıladığımız gibi duyarız,” diyor. Felsefe ve edebiyat sözcükleri varoluşsal olarak birbirlerinden etkilenen iki kavramdır. Felsefe ve edebiyatın bu bir aradalığını daha da pekiştiren ana çerçeve ise, edebiyat eğitiminde de, eğitimde edebiyatta da felsefe perspektifi; felsefe edebiyat birlikteliği perspektifidir. Okuma uğraşı Dil felsefede de, edebiyatta da kendini yücelten bir şeydir. Ama nasıl bir dil bu ve dil ortamı olarak, bu iki alanın eğitimle olan bağlantısı nasıl bir bağlantıdır ? Bu 42 noktada tekrar felsefeye dönmek gerek. Felsefeyi daha belirgin kılmaya çalışırsak, dış dünya, düşünme ve dil arasındaki ilişkileri inceliyor. Felsefe, bu çerçevede edebiyata da ilgisini yöneltip, edebiyattaki gerçeklik alanlarının, düşünme ve dil arasındaki ilişkinin dış dünyada nasıl olduğunu ele almaya çalışıyor. Okuma kavramı üzerine bir deneme kaleme alan ve felsefe-okuma tartışmalarına bu denemesiyle dahil olan Simone de Beauvoir şöyle der: “Hayatımız, dış dünya nesnelerini okumaktan tutun, kâğıt üzerinde mürekkep izi olarak, yer alan metinleri okumaya kadar, bizim en önemli edimimizdir ve insan olarak en önemli faaliyetimiz okuma faaliyetidir.” Akşit Göktürk de, “Okumak, o kadar önemli bir nokta ki, bir uğraş, okuma uğraşıdır,” diyor ve ekliyor: “Okunmak için yazmayan kimse var mıdır? Tüm yapıtlarını yakılmak üzere yazan Kafka da bilincindeydi bu gerçeğin. Gizli bir günce tutan, yalnız kendim için yazıyorum, diyen kişinin durumunda da kâğıt üstüne dökülen metnin göndericisiyle alıcısı aslında birleşmiştir.” Göktürk son yapıtlarından biri olan; dil, okuma uğraşı ve düşünmeyle ilgili denemelerinin yer aldığı Sözün Ötesi adlı kitabında da, “okur her yazın yapıtının ortağıdır,” diyor. Bu noktada, okura da değinmek gerekir. Özellikle yetişkin okur, kendi bireysel bilgi donanımı, kendinden önceki kuşakların biriken deneyimi, çağının bakışı, duygusu, beğenisiyle yaklaşır her yazın ürününe. Okurken özgürleşmek Bir okur olarak, elimize aldığımız kitaba kendimizi gönüllü olarak kaptırıp gideriz. Bu sürükleniş gerçekte bir iç kıvanç, dıştan kendine gelen bir armağanın alınması, okuma ediminin bir aşama sonraki bilinçli evresinden, artık akılla da açıklanabilecek her türlü bencilliğin ötesinde, insanca bir duygunun boy atmasıdır. Okurda bir oluş, büyüme, özgürleşme, kendi geninin dışına taşma sürecinin uyandırılmasıdır. Diğer bir deyişle, büyüme ve kendi geninin dışına taşma olarak adlandırabileceğimiz bir özgürleşmedir, insanlaşmadır. Edebiyat yapıtıyla karşılaşan kişi, yazarak özgürleşen kişiyle metin üzerinden karşılaşır. Yazarken özgürleşiyoruz, okurken özgürleşiyoruz; metin bizim ortak paydamız. Edebiyat yapıtı bir bakıma hep sözün içindedir, ama sözün ötesine gider. Buradaki aşma ediminde felsefenin bir kaldıraç gibi yardımı olacaktır. Edebiyat bir anlamda, toplumsal ahlakı önümüze koyuyor. Edebiyat felsefe ilişkisinde, okuma yazma ilişkisinde, bütün bu ilişkilerde yazarın konumlanışına Sartre’ın gözüyle bakıldığında, yazara da, okura da önemli çağrılarda bulunduğunu görüyoruz. Yazar okuyucuların özgürlüğüne çağrıda bulunmak için yazar ve insanlardaki özgürlük durumunun yapıtı canlandırmasını bekler. Okuyuculardan onlara gösterdiği güveni kendilerine de göstermelerini, kendi yaratıcı özgürlüklerini tanımalarını, simetrik bir çağrıyla bu özgürlüğe de seslenmelerini ister. Böylece, okumanın bir başka gerekli çelişkisi ortaya çıkar. Kendi özgürlüğümüzü hissettiğimiz oranda, başkasının özgürlüğüne saygı duyarız. Çok önemli bir çağrıdır bu. “Başkası bizden ne kadar çok şey beklerse, biz de ondan o kadar çok şey bekleriz,” diyor. Okurla yazarın metin üzerindeki buluşmalarında, kendi özgürlüğümüzü ne kadar hissediyorsak, başkalarının özgürlüğünü de o anlamda hissedebiliriz. Çünkü, okuma ve yazma birbirlerini karşılıklı var eden yapılardır. Deneme ve hesap verme ! Edebiyat ve felsefe tartışmalarında deneme, başlı başına önemli bir yazınsal türdür. Felsefenin çoğul söylemiyle kendini var etmesi, dile getirilişinin deneme türünde olmasından kaynaklanıyor. Felsefe bunu yaparken, aslında edebiyatın içindeki denemeye de göz kırpıyor. Çünkü deneme, hesap verme işidir. Denemede, insan tüm var oluşuyla yer alır; nesnel dünyanın öznel dünyaya taşınan özne üzerinde bıraktığı izlenimler kendine yer bulur. Denemenin söylemi ne salt kurmacadır, ne de salt nesnel içeriklidir. Denemede insan kendini bulur, kendisi ve başkalarıyla karşılaşır. Bu nedenle tıpkı insan gibi, arada olandır. İnsanın, bir yandan imge zengini edebiyatla, öte yandan da kavram zengini felsefeyle birlikte olması, deneme üzerinden gerçekleşir. İnsanı anlamanın ve anlatmanın yolu deneme okumaktan, deneme yazmaktan geçer. : özel sayı 2014 43 KONUK Öykü öykü Cemil Kavukçu Edebiyatımızın usta öykücüsü Cemil Kavukçu, öykünün evreninde okur ve yazarın çıktığı yolculuğu anlatıyor. Öykü ustası, genç öykücülere önemli ipuçları ve öneriler armağan ediyor. Bir öyküyü bize sevdiren; sözcüklerin gücüyle oluşan büyülü bir dünyanın kapısının aralanması ve önümüze açılan yolda yalnızca ona odaklanarak yürümemizdir. Yazarın gösterdiklerinin ardındakileri (yani sezdirdiklerini) görmeye başladığımızda öyküyü yeniden üretmekle kalmaz, kendi öykümüze doğru da yol almaya başlarız. Yazardaki görmek – göstermek edimi okurda, algıladıklarıyla kendi görüntülerini oluşturmaya ve anlamlandırmaya yönelir. Bir bakıma okurun yazara dönüşme biçimidir bu. Çünkü yazar her şeyi anlatmaz ve bilinçli olarak bıraktığı boşlukları okurun doldurmasını bekler. Öykü her okuyanda değişik bir algıyla zenginleşir. Öykünün gizine giden yol, “bakmak”tan “görmek”e geçmekle başlar. Günlük yaşamda birçok kez gördüğümüz, duyduğumuz halde önemsemediğimiz, belki de farkına varmadan geçip gittiğimiz küçük ayrıntılarla bir öyküde karşılaştığımızda hazine sandığının anahtarını bulmuş gibi oluruz. Yazar çok iyi bildiğimiz bir şeyden söz ediyordur. Bu, bizde bir sahicilik duy- 44 gusu uyandırmasını ve ona inanmamızı sağlar. Öyle ki, yazılanların kurgu olduğunu bildiğimiz halde, gerçekmiş gibi algılarız. Bunun sırrı da, yazarın ayrıntı seçimindeki titizliğidir. Sözgelimi, odadaki kilimin üstünde pencereden giren güneş ışığının lekesi soluvermiştir, parktaki bankta oturan yaşlı adam ayaklarının dibinde dolaşan güvercinlere dalıp gitmiştir, bir sokak köpeği durup arka ayağıyla karnını kaşır, evlerin birinde bir çocuk ağlıyordur... Bütün bunların yan yana gelmesiyle bambaşka bir resim çıkar karşımıza. Doğrudan öyküyle ilgisi yokmuş gibi görünseler de, yazar, kendi dünyasına giden yolun çakıl taşlarını döşemiştir önümüze. Pek de önemsemeyeceğimiz bu parçalar nasıl olur da yazarın kurduğu dünyada bambaşka bir niteliğe bürünürler? Seçilen ayrıntılar, öykünün odağındaki etkiyi pekiştiren, onun güçlenmesine hizmet eden yan unsurlardır. Bakmaktan görmeye geçen yazar, bunu okurundan da bekler. Yaşama dair bu küçük ayrıntılarla ne büyük işler yapılabileceğini gösterir bize. Bir makale, köşe yazısı, eleştiri, inceleme ya da kompozisyon okuduğumuzda, yazarın seçtiği konu hakkında bilgilenir ya da belleğimizi tazeleriz. Ama gözümüzün önünde bir görüntü oluşmaz. İyi bir öyküyü okuduğumuzda ise bilgilenmez, belleğimizi tazelemez ama bambaşka bir âleme girer ve orada yaşamaya başlarız. Sözcüklerle betimlenenleri görür, sesleri ve kokuları duyarız. Romanlarda olduğunun tersine, kesin bir sonuca bağlanmayan öyküyü bitirdiğimizde –aslında yazar bitirdiğinde– biz onu sürdürürüz. Öykünün son cümlesi çok önemlidir. Bizi, başka bir öyküye başlayamayacak kadar sımsıkı kuşatmalı, oturduğumuz yerde kalakalmalıyız. İlk cümle de son cümle kadar önemlidir. Bilinmeyen yerlere doğru başlayacak yolculuğun biletidir o cümle. Bizi hemen kavramazsa ikinci, belki üçüncü cümleyi de okuruz, ama öyküyü sonuna dek sürdüremeyebiliriz. Çünkü öykü okuru, roman okuru kadar sabırlı değildir. Bir öyküye giremememiz, onu duyumsayıp yaşayamamamız, kendi dünyamıza ait ipuçları bulamamamızın sorumlusu, ya okuma birikimiyle kendimizi geliştiremediğimiz için bizizdir ya da öykünün dinamiklerini yeterince kullanamayan yazardır. Yazar öncelikle okuruna güvenmeli, onu küçümsememeli ve anlaşılmayacağını düşünüp gereksiz açıklamalara girmemelidir. Bir öykü, kişisi için “mutsuzdu” demek yerine, onun davranış ve ilişkilerinden, duygu ve düşüncelerinden okurun bu sonuca varmasını sağlamalıdır. Anlatan değil, gösteren olmalıdır yazar. Okuru bilgilendirmek, bilinçlendirmek amacıyla bir görüşü, düşünceyi ya da inancı öykü aracılığıyla aktarmaya çalışan yazar da, bu “narin” türü, taşıyamayacağı bir yükün altına sokmuş olur. Öykü, sa- dece yazan kişiyi ilgilendiren sorunları, iç dökümlerini de taşıyamaz. Duyarlılık değil ama duygusallığı ise hiç kaldırmaz. Gençler için düzenlenen yarışmaların çoğunda bir tema ya da anahtar cümle verilerek bunun üzerine bir öykü yazmaları istenir. Söz konusu yarışma, kompozisyon yazmak olsa gençler bunun üstesinden daha kolay gelirler, ama öykü olunca iş biraz değişir. Çünkü bu hiç de kolay değildir. Bir kavram, cümle ya da dizeden yola çıkarak öykü kurgulayacaktır genç yazar. Sınırları çizilmiş bir alan yaratılmış gibidir. Oysa, belirlenen temanın dünyasında uyandırdığı her ne ise, onu öykülemesi gerekirken anahtar cümleyi açıklamaya girişince kompozisyon metnine dönüşür yazdıkları. Belirlenen bir tema üzerine yazdıkları için kompozisyon sınırlarını aşamayan öyküleşememiş metinlerle çok sık karşılaşıyorum. Oysa gençlerde bir öykü potansiyeli olduğu ama bunu dışavurmakta güçlük çektiklerini görüyorum. Mekânı çizerken ayrıntı seçmekte ve kullanmakta yetersiz kalıyorlar. Diyalog yazmakta zorlanıyorlar. Dikkatimi çeken bir konu da, son derece karamsar olmaları ve sürekli acıları dile getirmeleri. Yaşadığımız tek duygu acı mı? Değil elbette. Öykü, duyguları dile getiren bir tür de değil üstelik. Hayatın her alanından seçilmiş bir kesit ya da kesitler anlatılabilir öyküde. Gerçekliğin farklı türleriyle düş gücü el ele tutuşturularak bambaşka dünyalar canlandırılabilir. Yeter ki, inandırıcı olsun. Öykü yazmanın tek bir sırrı vardır: Olabildiğince iyi öyküler okumak. Öğrenmek istediğimiz her şey onların içinde vardır. : * Şubat 2014 tarihli bu yazının tamamını okumak için http://gunisigikitapligi.com/usta-oykucuden-gencoykuculere/ adresini ziyaret edebilirsiniz. özel sayı 2014 45 CEREN KURAN • 2012 üçüncüsü • İstanbul • 6. sınıf öğrencisi “ Kırlarda koşuyorum; ona doğru, kendi etrafında dönen arkadaşıma doğru. Durdum. Aramızda en fazla beş metre var. O da durdu. İfadesiz bir bakışla bana kilitlenmişti. Her zaman yaptığım şeyi yaptım. Çimlerde yuvarlandım, aşağıya doğru. Sonra durdum ve onun da yavaş yavaş, gözleri kapalı bir şekilde yuvarlanmaya başladığını fark ettim. Dönmeyi ve yuvarlanmayı seviyor benim gibi. Aramızda kurulan en güçlü bağlardan biri bu. Başta annem onunla görüşmeme izin vermedi; ama ben pes etmedim ve onu ikna ettim... (Bir Demet Çiçek öyküsünden) “ NURBUKE TEKER • 2011 birincisi • Ankara • 6. sınıf öğrencisi İnsanlar, çimlerin üzerine, ağaç altlarına, yol kenarlarına, boş buldukları her yere oturur, kimileri piknik yapar, kimileri termosta çayını getirip çekirdek çitlerdi. Kimileri de oltasıyla balık tutmaya çalışırdı. Kendisine güvenenler Boğaz’da yüzmek için denize atlardı. Tabii atladığı yerden çıkamaz biraz sürüklendikten sonra parkın sonundan çıkar, kıyıdan yürüyerek geri gelirdi. Gelip geçen gemileri, vapurları, sürat teknelerini izlemek ise daha büyük eğlenceydi. Hele bazı akşamlar havai fişek atıldığında daha da keyiflenir, havai fişeklerin gökyüzüne dağılışını hayranlıkla izlerdik... (Zeynep öyküsünden) BEYZA NUR MUSLU • 2012 birincisi • İstanbul • 8. sınıf öğrencisi “ Yeni günün ilk habercilerinin ardından sokaktaki bitmek bilmeyen koşuşturmaca da başlamış oldu. Köşe başındaki manav elmalarını parlatmaya, bakkal bisküvileri, çikolataları düzenlemeye koyulmuştu bile. Ayşe Teyze balkondan sepetini aşağıya uzatmış, sipariş ettiği iki ekmeği bekliyordu. Öğrenciler de yavaş yavaş formalarını giyip birer ikişer yola çıkmaya başladılar. Herkes büyük bir hevesle ilerliyordu. Hatta bazıları kendi aralarında okulun bahçesine kadar yarışıyordu... (Bir Parça Hoşgörü öyküsünden) özel sayı 2014 47 DİLARA KARABEKMEZ • 2013 birincisi • Edirne • 7. sınıf öğrencisi “ Herkes biliyordu ki, Berfin sınıftaki nefretin odak noktasıydı. Neden mi? Çünkü onlar güçlüydüler, her ne kadar küfürlü konuşsalar da, konuşmaları onunkinden daha iyiydi, ten renkleri daha açıktı, “köy gibi” kokmuyorlardı, ayakkabıları markaydı; en önemlisi de omuzları düşük, gözleri mahzun değildi. Tüm bunlar onları güçlü kılıyor, Berfin’in canını yakma arzularını körüklüyordu. Bütün ağızlar aynı anda açıldı, Berfin’le ilgili suçlamalar, iftiralar havada uçuşmaya başladı... (Işık Yağmuru öyküsünden) NİHAL DENİZ KÖKSAL • 2011 ikincisi • Ankara • 7. sınıf öğrencisi “ Çöplüğün şehre en uzak yerine gelmişlerdi. Adımları gitgide yavaşlıyordu. Kocaman açılmış bir çukurun başında durdular. Karar verilmişti bir kez. Dilan’ın kaderi kocaman bir çukurdu. İki kardeş sımsıkı sarıldılar. Mehmet cebinden silahı çıkardı. Çöplük iki el silah sesiyle inledi. Silah sesiyle birlikte havalandı çöplükteki bütün kuşlar kara bulutlarla dolu inceden yağan yağmurlu gökyüzüne doğru... (Çukur öyküsünden) BEYZA ÇELİK • 2013 üçüncüsü • İstanbul • 8. sınıf öğrencisi “ Gideceği yere fazla kişi gelmezdi. O yüzden rahat olacağını düşündü ve yemyeşil kırlara doğru koşmaya başladı. Koştu... Koştu... Çok yorulduğundan hemen oturacak gölgelik bir yer arıyordu. Sonunda meyvelerini olgunlaştırmış bir şeftali ağacının altına oturdu. Artık güneş kendisine dokunamıyor, uzaklardan hissettiriyordu varlığını. Başladı mızıkasını çalmaya. Tüm kuşlar birer birer konmaya başladı dallara. Sesle birlikte rüzgâr nereye savurursa, bir o yana bir bu yana sallanarak dans ediyordu çimenler... (Mızıka öyküsünden) SIDIKA SELİN ÇOLAK • 2013 ikincisi • Mersin • 6. sınıf öğrencisi “ Yaşlı balıkçı eski sandalla denizden döndüğünde, deniz feneri onu karanlığı altın bir hançer gibi yaran parlak ışığıyla karşıladı. Sandalı görmeye çalıştı. Sandal yorgun bir şekilde, onun için yavaşça denizde sallandı. Bunu fark eden deniz feneri daha istekli bir şekilde döndü, hep onu tekrar görebilmek için döndü. Sabaha kadar sessizce anlaştılar. Onları gören insanlar, rüzgârın kuvvetli estiğini düşünüp paltolarına sarındılar. Sıcak, güvenli evlerine doğru yol aldılar... (Bir Deniz Feneri Vardı: Yalnız... öyküsünden) 48 biyat de Ede 2 yıs 201 eri, Ma Semin im 4. Eğit Şiir insana nasıl gelir? Müslim Çelik Çağdaş şiirin çok ödüllü özgün şairi, edebiyat öğretmeni Müslim Çelik, insanın şiirle nasıl yakınlaşabileceğini, şiirin nasıl bir havzada aktığını ve eğitimde neden olabileceği yansımaları anlatıyor. Şiir üzerine ilk düşünmeye başladığımda, 15 kardeşli bir ailenin çocuğu olarak “yeri göğü dinleyen” adıyla biliniyordum. Bu “yeri göğü dinleyen” ifadesine önce içerlemiştim, ama sonradan anladım ki, iyi bir tanı koymuşlar bana. Çünkü ben sürekli doğada, ağaç altlarında, dere kenarlarında, tarla diplerinde ya da bağ evlerinde, şiirin insana nereden ve nasıl geldiğini düşünürdüm. Şiirin doğadan geldiğine inanıyorum. Örneğin, mekanik bir zil sesi bende güzel duygular uyandırmaz. Oysa bu mekanik sesi, sabırsızlıkla beklediğiniz bir telefonun ya da kapının çalınmasında duyduğunuzda iyi hissettirir. Bu ses ve sözcük, düz değişmecedir. Bu ses bir şiir değildir, ama o nesne şiiri çağrıştırır. Şiir, nesnelerle ya da olgularla yaratılan gerilimin imgelerle beslenmesi ve insandaki duyguların titreştirilip sanat yönüne davet edilmesiyle oluşur. Ama yine de bu, gerçek bir tanım değildir. Bu bir yaklaşımdır. İnsanlar henüz konuşmayı bilmezken, avcılık ve toplayıcılık çağında bile değilken, ağaç kavuklarında ya da duvarlarda bıraktıkları eserlerle, beyindeki şiir mekanizmasının varlığını göstermişlerdir. Wilhelm von Humboldt ve Ferdinand de Saussure, şiirin nereden doğduğunu söylemezler, ama dilin nasıl doğduğu- 50 nu, geliştiğini anlatırlar. Ben dilden çok şiiri düşündüm; her insanın içinde şiir vardır diye düşünüyorum. Bu duyguyla geliştikleri ve böyle yaşadıkları için o şiir dürtüsü, insanların doğadaki nesnelere öykünerek dilleri oluşturmalarının yolunu açmıştır. Herkesin içinde şiir vardır, ama herkes şair değildir. Dünyaya şair yeteneğiyle gelen, şair dürtüsü çok olan kişi de çalışmalıdır; ama bu dürtü ve yetenek yoksa, Paul Valery’nin dediği gibi, “Sözcükler hiçbir zaman sıraya girmez. Her biri çeşitli yerlere gider; şiir olmaz, söz yığını olur.” Şiirin gerçekliği kendine göredir; edebiyatın gerçekliği de öyledir. Şiir ve edebiyat başka bir gerçeklik kurarsa, kalıcı olur. Özellikle de, yazılı ve sözlü ürünler yaşamla aynı anda var olabiliyor, hareket edebiliyorsa. Anadolu’daki çifte çapa manileri, Karadeniz’de aşk türküleri, Toros’larda bozlaklar, Ege’de efe türküleri, Trakya manileri bunun örnekleriyle doludur. 50 yıla yakın bir süre edebiyatla ve eğitimcilikle uğraştım, henüz edebiyatın e harfindeyim diyebilirim. Edebiyat çok derin bir denizdir. O derin denizden büyük bir balık elde edebilmek bir yaşam gerektirir. Bazen, küçük balıklarla da yetineceksiniz, küçük mutluluklarla... : Dünya ında r a l r a fu i: Banu Söyleş Ünal ‹stanbul’dan Pekin’e yayıncılığımız... İlk sayısında 2014 yılı içinde düzenlenen Bolonya ve Budapeşte kitap fuarlarından haberler veren Keçi, Çin’de edebiyatın ve yayıncılığımızın nabzını tutmaya devam ediyor. Keçi, Türkiye’nin Onur Konuğu olarak katıldığı 2014 Uluslararası Pekin Kitap Fuarı’nda Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celâl’le bir araya geldi. Onur konukluğu için ne gibi hazırlıklar yapıldı, beklentiler neler? Fuara 20 yayıncı, 10 yazar, 10 gazeteci ve 8 telif hakkı ajansıyla katılıyoruz. 3 stantta toplam 950 metrekarelik bir alanda yer alıyoruz. 20 yayınevimizin de standı var. Buradaki esas amaç, tüm uluslararası fuarlarda olduğu gibi, konuk ülke olmamızın da verdiği avantajla, diğer ülkelere telif hakkı satışı yapabilmek. Bunun yanı sıra, fuara katılan diğer ülkelerle ortak yayıncılık olanaklarını araştırmak da önemli. Bu beklentilerin gerçekleşebilmesi için yayıncılar, meslek birlikleri ve bakanlığın birlikte çalışabildiklerini düşünüyor musunuz? 2006 yılından bu yana, yaklaşık 8 yıldır, Kültür ve Turizm Bakanlığı, yayıncılar ve yazarlar birlikte çalışıyoruz. Birlikte çalışma kültürümüz oluştu. Türkiye, onur konukluklarımız da dâhil olmak üzere, bu yıl 17 kitap fuarında temsil edildi. Önü- 52 müzde, Frankfurt ve İstanbul gibi iki büyük kitap fuarı var, oralarda da çalışmalarımız sürecek. Çin ve Türkiye’nin yayıncılık pazarlarını karşılaştırdığınızda temel benzerlikler ve farklılıklar nelerdir? Çin, dünyanın en büyük ikinci yayın pazarı, çok büyük bir ülke. Yaklaşık 1,5 milyar nüfusu var, ama hâlâ çok içe kapalılar. Dünyayla yayın anlamında çok fazla bir ilişkisi olmamış, örneğin çok az çeviri kitap var. Öte yandan, bu fuarlarda 1,5 milyar nüfusa hitap edecek bir kitabın telif hakkını satmak tüm dünyaya cazip geliyor. Zaten dünyanın en önemli yayıncıları bu fuarda, genelde yayın grupları halinde gelmişler. Yayınevlerinin en önemli sorunları Çince bilmemeleri, Çinli yayıncıların da İngilizce bilmemesi. Dolayısıyla, alışveriş de kolay bir ortamda olmuyor. Yine de hem yayıncı arkadaşlarımız, hem telif ajanslarımız çok önemli sonuçlar aldılar; bu yıl ileriye doğru bir adım daha attık. Geçtiğimiz yıl İstanbul Kitap Fuarı’nda biz Çin’i onur konuğu ülke olarak ağırlamıştık. Yaklaşık bir yıllık sürede başlayan ya da sonuçlanan somut işbirlikleri oldu mu? Telif hakları ajansları ve yayıncı arkadaşların söylediklerine göre 40 civarında ki- tabın hakları satıldı ya da satılmak üzere. Bundan sonra çok daha fazla Türk yazarın kitabını Çince’de göreceğiz. Çin’in de Türkiye’ye ilgisi çok büyük, bu yılki İstanbul fuarına da Çin’den büyük bir katılım olacak. Onur konuklukları bu anlamda çok önemli. Kültür ve Turizm Bakanlığı bu konuda önemli bir adım atıyor. Ama bu adımdan sonrası, yayıncıların ve telif hakları ajanslarının işi. Çin’in Türkiye’ye bakışı, Avrupa ya da Amerika’ya bakışından daha farklı ve olumlu. Görüştüğümüz insanlar Türkiye’ye ve kültürüne dair sorular soruyor, ilk fırsatta Türkiye’ye gitmek istediğini söylüyorlar. Fuarın açılışında konuşma yapan Çin Basın Yayın Bakanı’nın açıklamasına göre, şu âna kadar 96 kitap Türkçe’den Çince’ye çevrilmiş. Bu kitapların 17’si TEDA desteğiyle çevrildi. En önemlisi Orhan Pamuk kitapları. Pamuk, Çin’de çok seviliyor. Onun dışında Elif Şafak da İngilizce kitapları olduğu için kolayca çevrilip yayınlanmış. Önümüzde önemli bir çevirmen handikabı var. Türkçe’den Çince’ye, Çince’den Türkçe’ye çevirmen sayısı çok fazla değil. Yayıncı arkadaşlarımız Çin’den aldıkları eserlerde en çok bu konuda zorlanıyorlar, doğrudan çeviri yaptıramıyorlar. Yine de umutluyum bu konuda. Çünkü, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunda üniversitelerde ilk açılan bölümlerden biri Türkçe olmuş. Türkiye’de de öyle. Çok fazla sayıda çevirmen potansiyeli olan insan yetiştiriliyor okullarda, ama bu kişiler bir türlü çevirmene dönüştürülememiş. Çeviri alışverişinin artmasıyla bu insanlar da çeviriye özenecektir. Ayrıca, her yıl İstanbul Kitap Fuarı sırasında TEDA’nın desteğiyle çeviri atölyeleri yapılıyor. 10’dan fazla dilde çeviri atölyesi ger- çekleştiriliyor ve bunlardan biri de Çince. Sanıyorum ki, orada da çeviri yeteneği olan insanlar ortaya çıkacaktır. Fuara, Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak katılan yazarlar, illüstratörler, yayınevleri ve telif ajansları var. Seçimler nasıl yapılıyor? Kararlar Uluslararası Kitap Fuarları Milli Komitesi’nde alınıyor. Orada yazar ve yayınevi temsilcilerinin yanı sıra bakanlık temsilcisi de var. Hangi ülkeye gideceksek, o ülkenin diline çevrilmiş eseri olan yazarlara öncelik veriliyor. Özellikle, kitabı İngilizce’ye çevrilmiş yazarlar öne çıkıyor. Son olarak da, gittiğimiz ülkede işlemek istediğimiz konular oluyor. Örneğin, Türk-Çin ilişkilerinin tarihi üzerine eseri ya da çalışması olan yazarlar Pekin Kitap Fuarı’na davet edildi. Her yıl onlarca uluslararası kitap fuarı gerçekleştiriliyor. Katılacağımız fuarlar nasıl belirleniyor? Türkiye bu yıl 17 kitap fuarına katıldı. Bunların arasında Londra, Bolonya ve Frankfurt’u çok önemli görüyoruz. Bunun dışında TEDA programına bağlı, çeviri sayısı az olan dillerde çalışmayı arttırmak için katıldığımız fuarlar da var. Çince için Pekin’e, Rusça için Moskova’ya ya da Arapça için Abu Dabi’ye katılabiliyoruz. Bu hızlı ve kolay iletişim çağında, fuar buluşmalarının sektörel işbirliklerine eskiden olduğu kadar büyük boyutlu bir katma değer sağladığını düşünüyor musunuz? Fuara katılmak, stant açmasanız bile pahalı bir iş. Ama insan ilişkisinin çok önemli olduğu yayıncılıkta, mutlaka bir kere yüz yüze gelmek gerekiyor. Bir görüşme, aylarca süren yazışmalara bedel olabiliyor. : özel sayı 2014 53 den nelerin a h p ü t ü K Halk R� ÇOCUK SESLE ne fuarları üzeri nlenen kitap ze ü d a d ın n bir ya Türkiye’nin rkiye’nin dört yı’da, bu kez ü a T S a L d E n Z sı Ö yı i ç e Keçi, ilk sa rini almıştı. K genç okurlar, rların görüşle ku o ç n e nan çocuk ve g lla ve ku i n ri çocuk le e n phaneyi tüpha ttirdiğini, kütü ndeki halk kü se ri is le h e l lg sı ö a b n tli anın çeşi tıyorlar. phanede olm hallerini anla tü a m kü , ku rı o la p ki a ta d rın okudukları ki nde ve okulla larını, aileleri ık d n lla ku la ne amaç “Sürükleyici olduğu için fantastik romanları tercih ediyorum.” Melike 13 Ankara “Ailede kitap okuma durumu kötü. Ne annemin, ne de babamın zamanı var. O nedenle abimle ben okuyoruz.” Şevval 12 İstanbul “Kütüphanede kendimi özel hissediyorum, çünkü kitapları ödünç alabiliyorum ve kendimi yetiştirebiliyorum.” Bitlis Firdevs 13 Zehra 15 B itlis “Kütüphane dışında kitap alacak durum pek olmuyor. Bazen arkadaşlarla kitapları değiştirerek okuyoruz. Değiş tokuş yapıyoruz.” İzmir Ceren 15 “Öğretmenler genelde biyografi okumamızı öneriyorlar, bazı önemli kişileri tanımalıymışız.” kara İrem 12 An “Annem, kardeşim ve ben kitap okuyoruz. Sadece babam okumaz.” Kübra 14 Man isa 54 “Özellikle takip ettiğim bir yazar yok, çünkü her yazarın ayrı bir özelliği var ve ben o özellikleri tanımak istiyorum.” “Macera ve polisiye temalı kitaplar çok ilgimi çekiyor.” Dilek 12 An amur “Evde sadece babaannemle ben kitap okuyoruz.” kara n A 13 Deniz “Her gün kardeşime kitap okutmaya geliyorum. Burayı ikinci evimiz gibi görüyoruz.” Dilşat 13 Anamur “Kütüphanede kendimi büyümüş, bilgili ve akıllı hissediyorum. Oranın sessizliğinde, kafam rahat bir şekilde kitap okuyunca tüm stresimi attığımı hissediyorum.” “Kütüphane çok güvende hissettiriyor, kitap ve kâğıt koktuğu için çok seviyorum burada olmayı.” Kübra 14 Ma nisa Ankara Melike 13 “Fantastik, bilimkurgu, macera ve yolculuk konulu kitapları çok seviyorum.” Mersin 16 n a C “Öğretmenim bana genelde bilimkurgu okumamı öneriyor.” ara Eda 1 1 Ank “Kütüphanede okuyor ve çalışıyorum, çünkü evde böyle rahat bir ortam bulmak zor.” İzmir 12 e c E “Kendimi huzurlu hissediyorum, kitapları görünce hevesim artıyor.” Şevval 12 İstanbul “Okul kütüphanemiz olmadığından halk kütüphanesine geliyorum. Yaz tatilinde kitap okumaya gelmek iyi hissettiriyor.” Bitlis 12 l e b i S “Çalışkan olduğumu hissediyorum.” Elif 1 1 Ankara “Kütüphane beni mutlu bir serüvene çıkarıyor. ” Berivan 15 İzmir “Kütüphane dışında kitap almak için kitap fuarlarına gidiyoruz annemle.” sa Nisa 9 Bur “Kütüphaneye ayda iki üç kez geliyorum, kitap okuyup ders çalışıyorum. Bunları kütüphanede yapınca kendimi iyi hissediyorum. ” Azra 10 Bitlis özel sayı 2014 55 üçgeninde, insanlığın Medya, siyaset ve ekoloji uluğu! galaksilerarası, sıradışı yolc Türkçesi: ABİSLER’İN ÇAĞRISI BAŞKADENİZ’E DÖNÜŞ YÜZÜ ALEVE DOKUNMAK Zoran Drvenkar Türkçesi: Murat Özbank ın 33. İstanbul Kitap Fuarı’n an, ar’d enk Drv an Zor konuğu bir baba ve oğulun yakınlaşma çabaları! Zoran Drvenkar Janne Teller da 33. İstanbul Kitap Fuarı’n an okurlarıyla buluşan Zor eki Drvenkar’dan metropold ! rine üze r nle göçme mez Türkçesi: Suzan Geridön Türkçesi: Nilüfer Uğur Dala kları Kabullenmişlikle yaşadı hayatta kendilerini bulamamış iki arkadaşın sıradışı dostluğu ve yolculuğu! bir “Anlamsızlığı” reddeden n grup gencin, hayatlarını anlamını korumak için buldukları sıradışı yol! BIR ADIM DAHA VAR MISIN? YOK MUSUN? Guido Sgardoli ıkkaya Türkçesi: Abdulgani Çıtır mez Türkçesi: Suzan Geridön YOKUŞ AŞAĞI Wolfgang Herrndorf 58 AĞAÇ TAKİ ONLARDAN BİRİ Mark O’Sullivan Türkçesi: Müren Beykan y Hem birbirine zıt hem de birbirini tamamlayan iki rını arkadaşın ortak yarınla çizecek bir yol hikâyesi! mli Ailelerinin onlar için iste istemsiz çizdiği yollarda şan kendilerini bulmaya çalı ! üsü öyk cin gen üç www.on8kitap.com 100DÜNYA’NIN GİZLİ lan s Azade A www.on8kitap.com www.facebook.com/ on8kitap www.twitter.com/ on8kitap dünya ve insan dayanırken, edebiyatın da onlarla direnmesi vazgeçilmezdir. UZAKTA l e Soysa Min çe ükseldik Binalar y çülüyor, ü k hayatlar tıkça art varsıllık or, k yayılıy yoksunlu ağa z u r yakınla or... dönüşüy A PERI EFS gı y Sevgi Sa lkalanır, Dünya ça e yeni Türkiy n kuruluşu nı rı la cı n sa , bir yaşarken di ken şı a b in ailen siyle” “mucize dertte... k tatsız Bazen ço bu bir oyun ç. saklamba nden se i k le e H elleğini istenen, b nse... m e gizl e UZ DERİN MEVZUMke ü Ahmet B ayat, do için h elenen Genç Be ert li k re sü cevapları zinciri, derin r bir sorula . u.. bir mevz www.on8kitap.com BAÇ SAKLAM likçi İp e g ü M www.on8kitap.com www.facebook.com/ on8kitap www.twitter.com/ on8kitap