külliye 60.indd

Transkript

külliye 60.indd
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
S AY I
Yıl : 15/2014
60
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Yazı İşleri
KEMAL BATMAZ
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Doç. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M.NACİ ONUR
Uzm.Necati KANTER
Ömer KAZAZOĞLU
A. Faruk GÜLER
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 70 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
3
Nazım Payam
Bize benzer o kâinat akmış
5
Seval Koçoğlu
Maden çağı
6
Ömer Kazazoğlu
Bakışın sicilli gündüz
7
Serdar Arslan
Şeyhe şiir
8
Hülya Argunşah
röp. Beyhan Kanter
14
Alaattin Karaca
röp. Taner Namlı
19
Vefa Taşdelen
...Samsatlı Lukianos
25
Milay Köktürk
Estetiğin zamana verdiği
can
27
Erdoğan Erbay
Uzak tutulan iki yakın
tarih ve edebiyat
31
Yahya Akengin
Edebiyatla tarihin akrabalığı
33
Tayyip Atmaca
Güz dayandı kapımıza
34
Nurettin Durman
Nedir
35
Cafer Gariper
Tarihin, edebiyat
sinema ve...
39
Muhsin İlyas Subaşı
Türk romanı ne
zaman başlar...
46
Şemsettin Ünlü
Yaşam tarih roman
48
Şerif Fatih Akkağıt
Firavun inciri
49
İsmail Bingöl
Aşk bizden uzağa
düşer
50
Ebru Burcu Yılmaz
Tarık Buğra
romanlarda tarih
anlatımı
54
Muhammed Hüküm
Milletlerin ruh ve
edebiyatı üzerine
60
Levent Bayraktar
Türk düşüncesine
dair
64
Taner Tatar
Tarihin edepli canı
70
Nâzım H. Polat
Yaşamak
71
M. Halistin Kukul
Bedel-1912
72
Mahir Adıbeş
Kalede bir bayrak vardı
73
Necati Kanter
Şair
78
M. Naci Onur
Bazı şairlerimizde tarih
merakı
81
Mehmet Kurtoğlu
Şehrin tarih ve felsefesi
84
Tarık Özcan
röp. Kemal Batmaz
86
Süleyman Bektaş
Şiirler...
87
Abdullah Satoğlu
Şiir dünyamızda Halil
Soyuer
90
Cengiz Aydın
Yunus'a bahar
91
İsmail Çetişli
Türk kültürü ve
edebiyatına katkılarıyla
Bizim Külliye
95
Yahya Akengin
İki yazar iki kitap
Muhterem Okurlar,
Bu sayımızda tarih ve edebiyat ilişkisini irdelemeye çalıştık.
Elbette tarih yalnızca incelenilecek, araştırılacak bir bilim değil. Kendisinde saklı tutuğu anlamlar
yığınını da çözmek gerekir. Bunu yansıtacak olan
ise edebiyattır. Edebiyatın oluşumu esnasında birçok farklı düşünce ve bakış açısı, bir zamanların
olay, olgu ve insanını yeniden inşa eder. Böylece
“yaşantı” ve “yaşanmışlık”, “gerçek” ve “olasılık”
üzerinde kaynaşmamız mümkün olur. Kuşkusuz
tarihten yola çıkan edebiyatın çabası, “insanın
varoluşu”nu aydınlatıcı unsurlara ulaşmaktır.
İki duyurumuzu okurlarımıza iletmek istiyoruz:
Edebiyat dergisi mutfağında bulunanların
ilk sayıdan itibaren kat kat sorumluluk, kat kat
sancı gerektiren asıl uğraşlarından biri de ‘Sanat
Fidanlığı’ hazırlamaktır. Bu sayımıza kadar
yükümüzü daha fazla artırmamak için böylesi bir
sorumluluk üstlenmeye hazır değildik. Önümüzdeki
sayıdan itibaren “Külliye Sanat Odası” ile genç
kalemlerin hizmetindeyiz. Eleştiriye hazırlıklı
gençlerin yazılarını şiirlerini bekliyoruz.
İkinci duyurumuz: Dergimizin Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam’ın Ses ve Yaz isimli eseri
ESKADER ve Türkiye Yazarlar Birliği tarafından
2013 yılının deneme kitabı olarak ödüllendirilmişti.
26 Nisan 2014 tarihinde her iki Kurumdan ödüllerini aldı. Bizim Külliye ailesi olarak kendilerini kutluyor, sevincini paylaşıyoruz.
Gelecek sayımızın dosya konusu Türk Dünyası Seyahatleri.
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a
emanet olunuz.
Bizim Külliye
2
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Bize benzer o kâinat akmış
NAZIM PAYAM
Y
dilerine süreklilik kazandırıyorlar.
Tarih de öyle; benliğinden yararlanan edebiyatçıya kendisinin söyleyemediğini, kendisinde
unutulanı söylettiriyor. Kanlı kavgalardan, iktidar mücadelelerinden edebiyat aracılığıyla dikkatleri mahremine çekiyor.
Usta işi edebiyatın anlattığı tarih, belli bir
zamana ait gerçeği, bütün zamanlara açıyor.
“IV. Murat” oyunundan sonra IV. Murat’ın kabir ziyaretçilerinin arttığını Tarsus’ta A. Turan
Oflazoğlu’ndan dinlemiştim. Bu oyundan sonra
o zaman dilimini bilmek isteyen okur da çoğalmıştır. Yine İlber Ortaylı, bir tarihçi gözüyleVatan
–yahut- Silistre’nin sahnelendiği günü “Avrupa ve
Biz”de anlatıyor: “1875 yılının bir kış günü, Namık Kemal’in Vatan –yahut- Silistre başlıklı piyesi
oynanıyor, millet sokaklara dökülüyor: “Vatan,
millet, hürriyet” diye bağırıyor. Zaptiye üstlerine
yürüyüp “Ne istiyorsunuz?” deyince “Allah Murad’ımızı versin” diyorlar.”
Edebiyatta aranan tarihin muradı…
Arif Nihat Asya’nın Fetih Marşı da tarihten
sıcak bir selam, millet arzusunu dillendiren bir
başka murat değil mi?
ıllar yıllar evvel
yabancı bir filmde görmüştüm.
İki
güzel
bayan,
pastanenin önüne kurulu
masalardan birine oturmuş,
beyaz şarap yudumluyor,
gelip geçenleri izlerken
önyargıda bulunuyor, gülüşüyorlardı:
“Bu çokbilmiş, bu ana kuzusu, bu mirasyedi,
bu hoyrat, bu çapkın…” Çapkın dedikleri birkaç
adım yürüdükten sonra dönüp onların gülüşüne
tebessümle karşılık vermişti.
Nedense tarihi o iki bayana benzetirim.
Çapkını da edebiyata!
Sanırım beni bu teşbihe yönelten, tarihin
olayları, toplumları, hemen her varlığı ve kültür
ürünlerini sebep-sonuç ilişkisiyle izlemesi, edebiyatın ise dönüp ona bakması.
Edebiyatçılar, tarihi, tarihçiden de politikacıdan da daha fazla önemsiyorlar. Kulaklar onun
derinlerden gelen sesinde, gözler onun şaşmaz
yargısında. Ele aldıkları metni her fırsatta tarihin
kokusu, rengi ve dekoruyla sunuyorlar. Varoluş
bilinci mi oluşturulacak? Kadim bir olgu mu
işlenecek? Bir kahraman mı gerekli? Telepatik,
empatik ve estetik duygular mı geliştirilecek? Buyurun tarihe… Edebiyatçılar, hayata ilişkin olanı
üretirken tarihin onayını alıyor, karşılığında ken-
“Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleymandır;
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır;
Haydi artık, uyuyan destanını uyandır!
3
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Bilmem, neden gündelik işlerle
telaştasın…
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın!”
Tarihin somutlaştırdığı anlayışı edebiyatın benimseyip yaygınlaştırmasından daha doğal ne
olabilir ki! Tarihe kattığımız huşu
duygusu da edebiyatla edinilir.
Atalar katında vatana, millete,
hürriyete atfedilen değerler, ilkin
edebiyatın közüyle zihnimizde
eriyor, oradan kalıcı sembollere
dönüşüp kültürümüze karışıyorlar.
Tarihin kronolojik bir yanlışı düzeltilebilir olmasına rağmen edebiyat vasıtasıyla kültür bilincimize karışmış tarihsel bir anlayış, bir olgu -yanlış
da olsa- kolay kolay düzeltilemiyor. Rollo May,
‘Yaratma Cesareti’nde “çünkü” diyor, “…dönemin altta yatan tinsel anlamı ifadesini dolaysız bir
biçimde sembollerle sanatta bulmuştur.”
Edebiyatın sembolleri mazinin, inancın, yaşama biçiminin, dünyayı algılayışın, hayat tecrübesinin ve aşkın sembolleridir. Edebiyatın sembolleri karışık, karmaşık insan yığınından devasa bir
millet çıkarmanın ve insanı kendisi olacak kundağa sıkıca belemenin sembolleridir.
Edebiyatçılar için sağlam duruş, tarih aynasında değişmeyen duruştur. O iki güzel bayanın
rolünü çapkın dediğimiz edebiyata devretsek
yahut edebiyatçıyı zihnen yonta yonta tarihsel
işlevlerden uzaklaştırsak bile -ki bu mümkün değil- yine edebiyatın işlevinde pek bir şey değişmeyecektir. Bizler ebeveynlerimizin çocukları olduğu kadar edebiyatımızın da çocuklarıyız. Sağlıklı
bir içe bakış, eksik ve yetersiz köksüzlüğü hemen
görecek, boşluk mutlaka doldurulacaktır.
Haydi, diyelim bohem ve ya nihilistsiniz:
Edebiyatın biyografisini, hikâyesini, romanını,
şiirini, türküsünü tarihten; tarih bilincini edebiyattan soyutladınız. Peki, ya sonrası? Sonrasını
hiç düşündünüz mü? Allah korusun! İşte o zaman
toplumu, tahammülsüz, temayülsüz, payandasız
bırakırsınız. Çeyizler adressiz kalır. Mensuplarınızda “ev”, “ata”, “sıla” mefhumuna muhabbeti
azaltmış olmaz, hafızanın yaşanılanlara ilgisini,
kutsalların kişiliğe tesirini engellemiş olursu-
nuz. Yüce erdemlerden mahrum
evladınız, hırçınlığıyla acuzeleşir.
Hakikatiniz sarsılır! Mesela; “Türk
ailesi” tasavvurunu oluşturan ortaklığı paramparça edersiniz. Ve
öyle bir an gelir ki siz herkesten
fazla narsist, herkesten fazla değerci olursunuz. Tabiî sorumlu olduklarınıza dair bir kaygınız varsa.
Aslında geleceği geçmişte arayanlar, geleceğe odaklaşanlar ve
benim gibi teşbihle tespih çekenler, iyimserliğin, hoşnutluğun
birikimiyle tarihi pastane masasında değil de nikâh masasında görelim, demeye
getiriyorlar. Elbette evlenmeye namzet olana onlarca talip çıkacaktır. Ancak tarihe yakışan edebiyat! Zira edebiyata bir eş arandığında yine ilk
akla gelen tarih olmuştur. İster yaşanılmış ister
yaşanılacak olsun eğer arzuladığınız bir belge ve
hayattan bir beklentiniz varsa bu iki âşığı birbirinden ayıramazsınız.
Edebiyatın dili evrenseldir. Lakin onun çözümleyici özelliği bize ait özelin en küçük ayrıntılarına kadar iner. Buna, bebemize ninni
söyleyen anne, bebemizin beşiği, yastığımızın kanaviçesi; buna, mutfağımızdaki kap kacak, genç
kızımızın sofra hazırlayışı; buna, sokağımızdaki
toz, dağımızdaki ot; buna uğraşlarımız; buna,
esprimiz, ciddiyetimiz, kavgalarımız; buna, imtiyazlı ruhlara ait niyetleri tescillemek; buna,
tedricen de olsa hakikatimizi aratan dilin olağanüstü sığınakları ve hayal ile telkin de dâhildir.
Bugün, tarih yapraklarında adları, yaşadıkları bin bir tereddütle anılan milletlerin hâli;
varlarını, sosyal düzeneklerini sanatla, edebiyatla
ifade etmeyişlerinden. Kuşkusuz tarihin karanlık
yönünü dolduranlar sanattan edebiyattan yoksun
olanlardır. Edebiyata yüzlerce görev atfedebiliriz.
Fakat onun başatı, hatırlatmaktır.
İşte Yahya Kemal’in Itrî için söylediği:
4
“Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn;
Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış.
Hüznümüz, şevkımiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış…”■
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
MADEN ÇAĞI
“ İnsan doğaya hâkim olabilen tek canlıdır.”
-eğlendirici bilgiler kitabından…
Demirin sesini dinle önce
Demirin sana ettiği büyük yemini.
Elini ayağını unuttuğun günlerde bile
Hatırla.
Soğuktan, sıcaktan yandığında
Suyla yer, seni yenecek (ölüm örneğinde olduğu gibi).
Kaçıp, kendi yaptıklarına sığınacaksın
Sığınma, “ insan” demek
Zamanı geldi
Tanıdığın hayvanlar doyurabilir seni
(Yolculuk, karmaşa, kavga tam da açlara göredir
Ya da biri diğerinin sonucu…)
Dünya sana bir şeyler verince
Evirip çevirip bakarsın ne işime yarar diye
İşte demir, ot, kök, boya, kazan
Devreye girer burada
Seni kucaklar sarmalar
Elinden çıkanlar, ellerini bağlamaya başlar
Dövdüğün demirin, ördüğün ilmiğin
Ürperirsin müşfikliğinden
Toz duman içinde de olsan
Yıkar bulanıklığını
Tıknefes, şişman bir alacaklı
Koşar peşinden
Tanırsın hayatını…
SEVAL KOÇOĞLU
5
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
BAKIŞIN SİCİLİ GÜNDÜZ
Ben bahtın denizinden geçtim gündüzüm tuzlu
Kuru, esmer, yenilmiş bir coğrafya, yenilmiş bir çift göz ile
Önceden görmüştü en uzun yorgunluğu
Tarz-ı zaman sabahı beklerken yıldız kırıklarıyla
Şafak nöbeti tutan bir lâleden süzülmüştü gül
Durdu siyah, onulmaz, bir ah hikmeti, aşkını sordu
Gündüzler bilir ay bilir toprak elbette bilir
Senin dudaklarından dökülen gülün sicilindeki kanı
Bu yüzdendir gecenin korkuyla baktığı güneşe
Bu yüzdendir bunu önceden bakışın bilir
Gündüz farklı değildir kör bir dilenciden
Başına denizin düğümü sarılmaya görsün
Kahve ve ay falından kaç gece gündüz çıkarır
Falcının afrikası silinir mi elinden?
Bahtın denizinden gündüz ile geçtim gece ve ten
Bu yüzdendir bende gecenin müstesna bakışları
ÖMER KAZAZOĞLU
6
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
ŞEYHE ŞİİR
azad et beni bu yükten,
şeyhim, el ver
sana ormanlar taşıyayım.
dilime avlu kıl kitabeni
içimin karası ve senin ışığınla
beni kalbimden tanıyan bir ayna bağışla.
bağdaş kurayım yanına
sağ içimdeki uçurumları
tepelerimi yont
uyandır ölümü, dizinde uyut dirimi.
SERDAR ARSLAN
7
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
HÜLYA ARGUNŞAH
ile tarih ve edebiyat ilişkisi üzerine
"...sanatın gerçeği ile tarihin gerçeği birbirinden
farklı olsa da okuyucu bunları birbirine
karıştırmaya meyyaldir. Çoğu zaman da eserin
sanat değerinden çok tarih karşısındaki
durumu, ne kadar tarihi yansıttığı ya da
tarihe uymadığı tartışma konusu edilir."
BEYHAN KANTER
Hülya ERAYDIN ARGUNŞAH
1961 Eskişehir doğdu. 1983 İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyat Bölümünden mezun oldu.
1985'te yüksek lisansını, 1990'da doktorasını tamamlayarak Erciyes Ü. Fen
Edebiyat Fakültesine yardımcı doçent
olarak atandı. 1997’de doçent, 2003’te
de profesör oldu. Edebî alanda otuza
yakın eser sahibidir. Yeni Türk Edebiyatı
El Kitabı’nın bölüm yazarıdır. Bazı Türk
edebiyatı tarihi çalışmalarına bölüm yazarı olarak katkılarda bulundu. Bunun
dışında Yeni Türk Edebiyatı ve Türk Dünyası Edebiyatıyla ilgili makale ve bildirilerin sahibidir.
Hâlen Erciyes Ü. Fen Edebiyat Fakültesinde Öğretim Üyesi ve Yeni Türk
Edebiyatı Ana Bilim Dalı Başkanı olarak
çalışmaktadır.
Saygıdeğer hocam, tarihî romanın tanımı ile
ilgili farklı görüşler ileri sürülmektedir. Özellikle bir yazarın kendi yaşadığı çağı anlatması ile
tamamlanmış bir zaman dilimini anlatmasını
tarihî romanın tanımlanması açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir roman yazarının bizzat yaşadığı zamanı anlatması ile sizin belirttiğiniz gibi tamamlanmış ve
kendinden uzak bir zamanı anlatması birbirinden
farklı deneyimlerdir. Birinde yazarın öğrendiklerini
diğerinde ise tanık olduklarını anlatma durumu söz
konusudur. Oysa tarihle ilgili romanlar başta olmak
üzere bütün edebî türlerde (hatta sinema ve tiyatroda) belirleyici konum okuyucunun değil, yazarın
anlatılan zamana olan uzaklığıdır. Zira okuyucunun
durumu değişkenlik taşır. Örneğin, 1922 tarihinde
yayımlanmış olan ve İstiklal savaşının bir cephesini
anlatan Ateşten Gömlek romanını hemen yayımlandığı günlerde okuyan birisi tarihî bir zamanın ve dolayısıyla tarihî bir romanın karşısında değildir. Bu
okuyucu romanda anlatılan zamanın bizzat içindedir, yaşanılanlara tanık olmuştur/olmaktadır. Oysa
8
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
"...tarihle ilgili türlerde tarihin bıraktığı boşluklar sanatçı
tarafından doldurulur. Böylece sanatçı belgeyi yorumlar ve
ona baskın bir dünya kurar. Oysa belgenin çokluğu yazarı
sınırlamakta ve bu defa da belge/tarih malzemesi baskın
bir dünya kurarak kurgunun önüne geçmektedir."
Ateşten Gömlek romanını yayımlandıktan diyelim
ki 50 yıl sonra okuyan birisi, o yılları yaşamış
olsa bile kendisi için artık tarih olan bir zamanı
anlatan bir romanı okuyor demektir. Ancak bir
romanın bir dönemde tarihî roman olarak değerlendirilmesi, bir başka dönemde de tarihî roman
olarak değerlendirilmemesi söz konusu olamayacağına göre, belirleyicinin yazarın romanda anlatılan zamana durumu/mesafesi olması gerekir.
Yazarın bizzat içinde olmadığı ya da kendisine çok yakın bir zamanı, hatta kaynaklardan
bilgi edinerek anlattığı/kurguladığı edebî türler
‘tarihîlik’ sıfatı taşırlar. Bunlara tarihî roman/
hikâye/şiir/tiyatro denir. Bunlarda romanın dünyası için şart olan ‘kurgu’ çok daha fazladır. Yazar
tanık olmadığı bir zamanın pek çok ayrıntısını
gözlemleri olamayacağı için –ki romanda çok fazla ayrıntıya ihtiyaç vardır- öğrendikleri ve daha
çok da hayalleri yoluyla tamamlar.
Peki Hocam, devir ya da çağ romanı dediğimiz eserlerde durum nasıldır?
Yazarın içinde yaşadığı ya da etki alanı henüz
tamamlanmamış bir zamanı anlattığı türlere çağ
ya da devir romanı/hikâyesi/şiiri/tiyatrosu adı verilir. Henüz tamamlanmamış olmakla ilgili zamanın ölçüsünü kaynaklar bir nesil olarak koyuyorlar. Tartışmalı olsa da bir nesil için aşağı yukarı 70
yıllık bir zaman esas alınmaktadır. Yani yazarın
eserinde anlattığı zamana uzaklığının 70 yıl kadar olması, eseri ‘tarihî’ kılmaktadır. Bu durumda
kısacası bir romanın tarihîliğini belirleyen şartlardan biri, yazarın anlattığı zamana olan uzaklığıdır, denilebilir.
Bundan başka belirleyici unsur var mıdır?
Evet tabii var… Tarihî romanda bir milletin
tarihindeki olumlu ya da olumsuz olayların veya
kişilerin anlatımının hedef olarak seçilmesi şartı
da söz konusudur. Tarihî bir zamanda, bir milletin ya da insanlığın geçmişini ilgilendiren bir
olayın ya da kişinin anlatımı gereklidir. Zaman
tarihî olsa bile anlatılanlar bazen o eserin ‘tarihî’
olmasına yetmez. Zira yazar anlatmak istediği bir
macera ya da kurgusal kimlik için, hatta vermek
istediği bir mesaj için tarihten bir zamanı seçmiş
olabilir. Bu tür eserlerde yazarın meselesi tarihi
anlatmak değildir, fakat anlatmak istediklerini
tarihî bir zamanda anlatmaktır. Örneğin, Mithat
Efendi’nin Ahmet Metin ve Şirzat romanı veya
Nazan Bekiroğlu’nun İsimle Ateş Arasında böyle
romandırlar.
Unutmamak gerekir ki kurgu bir dünyayı anlatan ‘tahkiyeli eserler’ için ‘zaman’, vazgeçilmez
unsurlardandır. Yani bir vakanın bir kişi/kişilerin başından bir yerde ve bir zamanda geçmesi
gerekir. Her ne kadar anlatmaya dayalı modern
eserlerde durum biraz farklılık göstermeye ve bazı
unsurların varlığı gereksiz görülmeye başlanmışsa
da klasik anlayışta olay, kişi, zaman ve mekân eserin (roman/hikâye/tiyatro) olmazsa olmazlarıdır.
Tarihle ilgili olan eserlerde seçilen zaman tarihleşmiş veya tarihleşecek zaman olmalıdır. Yazar
tarihî romanda mutlaka tarih olmuş bir zamanı,
devir/çağ romanında ise tarihleşecek zamanı yeniden kurguya tâbi tutar.
Tarih, şahsî değil umumidir. Örneğin bir biyografik roman ya da bir aile tarihini anlatmak
üzere yazılmış roman, tarihsel bir zamana oturtulmuş olsa bile ‘tarihîlik’ vasfını taşımaz. Çünkü
tarihî roman/hikâye/tiyatro/şiir hatta sinemada
asıl hedefte bizzat tarihin ya da tarihî kişiliğin yeniden kurgulanması yer almalıdır. Örneğin Cevdet Bey ve Oğulları’nın ya da İstiklal Savaşı yıllarında geçmesine rağmen, Çalıkuşu’nun tarihle
ilgili birçok kullanımları olmasına rağmen asıl
hedef tarih -bir anlamda tarihin yeniden yazımıolmadığı için bir tarihî roman veya devir romanı
9
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
man kişisi olarak tasarlanmasını getirir. Kısacası
tarihle ilgili türlerde tarihin bıraktığı boşluklar
sanatçı tarafından doldurulur. Böylece sanatçı
belgeyi yorumlar ve ona baskın bir dünya kurar.
Oysa belgenin çokluğu yazarı sınırlamakta ve bu
defa da belge/tarih malzemesi baskın bir dünya
kurarak kurgunun önüne geçmektedir.
sayılmazlar.
Bir de tabii belgesel romanlar var. Şu Çılgın
Türkler’de olduğu gibi yazar bu romanda daha
çok belgelere bağlı kalır. Belki hangi belgeleri
kullanacağını belirlerken seçici olabilir. Ama yine
de bir tarihî veya devir/çağ romanında olduğu kadar muhayyilesini kullanmaz. Yani bu tür romanlarda kurgu unsuru çok daha azdır. Aynı durum,
İpek Çalışlar’ın Halide Edib ve Latife Hanım romanları için de geçerlidir. Bunlarda yazar herkesin tanıdığı ve bizzat hatıralarını yazmış ve tarihe
mal olmuş bir kişinin hayatını bir romanın dünyasında yeniden yazmaktadır. Ancak Halide Edib
ve Latife Hanım’ın geride hatıralarının olması,
onlarla ilgili pek çok bilgi ve hatıra hatta tanıyanın olması bu eserlerin romanlığını en azından
bir biyografik roman olma durumunu tartışılır
hâle getirir. Bunlarda tarihî malzeme kurgunun
önüne geçmekte ve yazarın hayal kurmasını sınırlayacak kadar baskın olmaktadır. Oysa Tarık
Buğra’nın Osmancık’ı da aynı zamanda bir biyografik roman özelliği taşımasına rağmen, Osman
Gazi’den geriye onun hayatını yazacak kadar bilgi
ve belgenin olmaması onu baştan itibaren bir ro-
“Romanın tarihîliği ve tarihin romanlaşması” arasında nasıl bir ilişki söz konusudur?
‘Romanın tarihîliği / tarihin romanlaşması’
aslında aynı şeyi anlatıyor gibi görünse de birbirinden farklı şeylere işaret eden biraz ‘ironik bir
isimlendirme’dir. Ben bununla tarihin popülerleştirilmesini kastetmek istemiştim. Burada asıl
anlatmak istediğim, tanımlamanın ikinci kısmında gizlidir. Ve o da tarihin kurgu karşısındaki durumunu, yazarın tarihi romanlaştırmasını nitelemektedir. Unutulmamalıdır ki edebiyat bütün
türleriyle sadece estetik hazza yönelik değildir.
Aynı zamanda eğlendirir ve öğretir. Bu durum
edebiyatın daha geniş bir şekilde kullanılmasına
yol açmaktadır. Eğlendirme ve öğretmenin birbiriyle neredeyse yarış ettiği, eğlendirme amacının
öne çıktığı örneklerde (bunun örneklerini son
yılların ilgi gören tarihle ilgili dizi filmlerinde görüyoruz) çoğu zaman tarihin ihmal edildiği hatta
istismar edildiği görülür. Bu, okuduklarından/
seyrettiklerinden aynı zamanda bazı şeyler öğrenen, tarih karşısında konumunu belirleyen okuyucu açısından bakıldığında oldukça tehlikelidir.
Tehlike nerede, neden tehlikeli görüyorsunuz?
Bana göre tehlikelidir ve bence bu sadece tarihle ilgili türler için geçerlidir. Aslında bu durum
başta edebiyat olmak üzere sanatın doğasına hiç
de aykırı değil. Çünkü sanatın gayesi öğretmekten çok eğlendirmek ve estetik haz vermektir.
Öğretmek ise çok dolaylı ve uzak bir hedeftir.
Oysa tarih, yaşanmış ve yazıya geçirilmiştir. Karşısında alınan tavır, kesin olarak gerçek ve yaşanmış olduğu şeklindedir. Yaşanmış olması ihtimali
taşıması ya da gerçeğe yakın olması hiç değildir.
Yani okuyucu/seyirci elindeki romanın/eserin
dünyasını tarih kitaplarıyla karşılaştırabilir. Oysa
tarihle ilgili olmayan türlerde böyle bir gerçeklik durumu ve karşılaştırma söz konusu olmaz.
10
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Tarihle ilgili olmayan sanat eserlerinde okuyucu/
seyirci baştan itibaren bir kurgu dünya karşısında
olduğunu kabul eder, gerçeğimsi bir dünya karşısında olduğunu bilir, okuduklarının ne kadar
gerçek olduğunu denetleme yoluna gitmez. İşte
sorun burada başlıyor. Dolayısıyla tarihten hareketle bir sanat eseri ortaya koyan bütün sanatçılar
farklı bir duyarlılık taşımak zorundadırlar.
Bu nasıl bir duyarlılık? Sanatçı, hayalini
kontrol altında tutmalı mı demek istiyorsunuz?
Bu duyarlılık sadece tarihe karşı bir duyarlılık olarak açıklanamaz. Çünkü okuyucu/seyirci
eserin sanat değerinin bir kısmını tarihle olan
münasebeti açısından verir. Tarihî gerçeklikle çelişki oluşturan sanat eserini de eleştirme hakkını
kendinde bulur. Nedim Gürsel’in Boğazkesen’ini
ve Yılmaz Karakoyunlu’nun Salkım Hanım’ın Taneleri romanını hatırlayalım.
Her ne kadar sanat noktasından bakıldığında sanatın gerçeği ile tarihin gerçeği birbirinden
farklı olsa da okuyucu bunları birbirine karıştırmaya meyyaldir. Çoğu zaman da eserin sanat
değerinden çok tarih karşısındaki durumu, ne
kadar tarihi yansıttığı ya da tarihe uymadığı tartışma konusu edilir. Bu durum sanatın özünü
kaçırmak ve esere kıymet biçmek açısından sorunlu bir durum olduğu kadar tarih açısından da
tehlikelidir. Eserin tarihe ne kadar uyduğu ya da
uymadığı hatta yazarın neden böyle bir zamanı
anlatmayı seçtiği konusunda yapılan tartışmalar
eserin sanat değerini gölgeler. Belki eserin tanınırlığı artar ama bu pek de olumlu bir şöhret değildir değil mi?
Oysa bir yandan da sanatın ve sanatçının
özgürlüğüne inanırız. En azından özgür olması
gerektiğine inanırız. Yani sanatçı/yazar, eserinde
istediği zamanı ve insanı istediği biçimde anlatma
hakkına sahiptir. Fakat söz tarihle ilgili sanat eserine geldiği zaman hemen bir kısıtlama koyarız.
Hangi tarihî zamanın veya kişiliğin neden, nasıl
anlatıldığıyla ilgili bir yığın soru sorar, yargılarız.
Tarihle ilgili bilgilerimizin dışına çıkan, farklı bir
yorum getiren sanatçıları ‘tarihi tahrif ’ etmekle
suçlarız. Eserinin kurgu değerine bakmadan onu
edebiyat tarihinin, sanatın dışına çıkarmayı bir
yana bırakalım, ‘yıkıcı düşman’ bile ilan edebiliriz. Tam da bu noktadan bakıldığında kısaca şöy-
le söylenebilir: Tarihle ilgili bütün sanat kolları
sorunlu ve bir o kadar da sorumludurlar. Çünkü
bir milletin kodlarını barındıran, geçmişini kayıt
altına alan tarih, ihmal edilemez. Bu yüzden sorumluluk söz konusudur. Ne kadar tarih, ne kadar kurgu, ne kadar sanat hatta hangi tarih –ki
son zamanların en tartışılan konusu, tarihin de
aslında bir kurgu olduğudur- konusu da sorunlu
olan taraftır.
Aslında hiç de öyle sorunluymuş gibi görünmüyordu… Peki, tarihî romanların ya da
tarihle ilgilenen tiyatro sinema gibi sanatların
gerçeklikle ilgisi nedir? Mesela, bir tarihî roman kesin bilgi ve belgelere dayanmalı mıdır,
yoksa tarihî romanlarda aslolan kurmaca mıdır?
Ben de bunu anlatmaya çalışıyorum. Tarihle
ilgili bütün sanat alanlarının sorunu bu. Bir taraftan sanat oldukları için gerçekle yarışmaları
gerekmiyor. Anlatılanların gerçek olması gerekmiyor. Tarih bir bilimdir ve gerçeğe dayanmak
zorundadır. Kanıtlara, belgelere ihtiyacı vardır.
Oysa roman romandır, sinema sinemadır, tiyatro da tiyatrodur. Yani sanattır. Gerçeklik intibaı oluşturması yeterlidir. Ama bilgi ve belgeye
ihtiyacı yoktur. Ama konu tarih olunca durum
değişiyor. Bana göre aslolan kurmacadır. Ben bu
tür sanat eserlerinde ne kadar gerçek veya doğru olduğuna değil, nasıl anlatıldığına bakmaktan
yanayım. Çünkü sanatın meselesi kurgu. Sanatçı
bilinen bir tarihsel zamanı nasıl anlatıyor, buna
bakmalı. Asıl yaratma ve ustalık da zannımca
burada. Yoksa neden bir tarih kitabı okumaktansa sayfalar dolusu roman okuyalım ya da saatler
boyu bir filmi seyredelim, değil mi? Hem daha
kısa sürede hem de doğrudan bir tarih kitabı
okumak daha kolay bir yol. Ama hiç de eğlenceli
değil. Üstelik kalıcı da değil. Burada sanatı talep
eden kitle olarak okuyucu/seyirci durumundaki
insanın durumu, sanatı kendisine öğrenmek için
tetikleyici olarak algılaması olmalıdır. Yani sanat
eserinde öğrendikleri onu asıl bilgiye yönlendirmelidir. Ne geçmiş bir zamanı ne çok önce yaşamış bir insanı hatta ne de bu zamanın ve insanın ait olduğu milleti yargılama, karalama veya
yükseltme yolu olmamalıdır. Örneğin, iki yıldır
televizyon kanallarında gösterilen ve az çok da
11
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
ilgi gören Muhteşem Yüzyıl dizisinin seyircilerini
Osmanlının Kanuni yıllarını, bu yılların önemli
kişi ve meselelerini hatta Osmanlının bugünden
sorun gibi görünen kardeş katli ve kavgasıyla,
hanım sultanların devlet içindeki yerini öğrenmeye yönlendirmesi gerekirdi. Hatırla Sevgili ve
Ben Onu Çok Sevdim adlı dizilerde olduğu gibi.
Bunlardan ilki tarihîlik vasfı taşırken diğer ikisi
devir/çağı anlatmaktadır. Yakın bir zamanı ve etkileri henüz geçmemiş bir zamanı sinema sanatı
aracığıyla yeniden inşa etmektedir. Yahya Kemal
“Tarih topyekûn sevilecek ya da reddedilecek bir
şey değildir.” diyor hatırlarsanız.
Bunu Tarih Musahabeleri adlı kitabında yazıyor değil mi? Çok doğru bir yaklaşım.
Tarih, yarınları şekillendirmek için bilinmesi
gereken bir şey. Peki Hocam, tarihî roman yazarının tarihe karşı sorumlulukları var mıdır?
Evet, o kitabın ilk sohbetinde söylüyor.
Bu yüzden romantik bir tarihçi olarak Yahya
Kemal’in tarihte seçici olduğunu söyleyebiliriz.
Yine tarihle ilgili sanat türlerinin tamamının
sorunlu ve bir o kadar da sorumlu olduğu noktasından başlayalım. Tarihle ilgili sanatları talep
eder kişiler, kendileri için sanatı öğrenme aracı
olarak görüyorlarsa ‘yazar sorumludur’ demek
zorundayız. Çünkü edebiyatta okuyucu, sinema
ve tiyatroda seyirci talepkâr kitle olarak sanatın/
edebiyatın gerçeği ile tarihin gerçeğini birbirine
karıştırmaktadır. Oysa bunlar birbirinden farklı
gerçekliklerdir.
Sanatın ve sanatçının özgür olmaları gerektiği
konusundaki kabuller, herhangi bir sorumluluk
alanı tartışmasına mahal bırakmazsa da herhâlde
tarihçe kesin olan bilgilere uygunluğu da olmalıdır. Yani diyelim ki İstanbul’un fetih tarihi,
fetih olayı ve Fatih değiştirilemez. Ama etrafına
istendiği kadar insan ve olay yerleştirebilir. Bunların da tarihî gerçekliği aranmaz ve belgelerle ispatı gerekmez. Ama tarihten hareket eden sanat
eserlerinde tarihin yanında mesela biyografiler
ve otobiyografiler, hatıralar hatta efsanelere de
müracaat edildiği ve bunlara da yüzde yüz gerçekmiş muamelesi yapıldığı için genellikle tarihbelge-sanat eseri ilişkisi kurulur. Oysa özellikle
bu sözünü ettiğim şeyler sübjektiftirler, zamanın
ve şahsiliğin değiştiriciliğiyle de malûldürler. Yani
tarihle ilişkili her sanat eserinin ne kadar tarih ve
nasıl tarih olduğu daima tartışılan bir konu olmuştur, olmaya da devam edecektir.
Durumu böylesine önemli ve içinden çıkılmaz yapan, tarihin milleti oluşturan temel unsurlardan, sanatınsa doğrudan insanın duygu ve
düşünce dünyasına hitap etmesinden gelmektedir. Yani kolektif şuur altını oluşturan tarih çok
önemlidir ve yabana atılacak gelişigüzel bir şey
değildir. Bu durumda tarihle ilgilenen, eserini tarihten hareketle oluşturan sanatçı da tarihe ‘malzeme deposu’ olarak yönelmenin dışında bir tavır
takınmalıdır. Bu hassas bir noktadır ve bunun
seçimini sanatçı dikkatle yapmalıdır. Ancak okuyucu ve seyirci de bilgi değil, bilgiden hareketle
oluşturulmuş bir ‘kurgu’nun karşısında olduğu
bilincini taşımalıdır. Sanat bir bilgi değil, kurgudur çünkü. Tarihten hareket eden, tarihle ilgili
sanat ise tam anlamıyla bir ‘gerçeğin etrafında bir
yeniden inşa’dır.
Peki, sanatçı eğer tarihten hareketle yani
zaten var olan bir gerçeklikten/bilgiden hareket ediyorsa sanat nerede?
Tarih bir bilgidir. Tarihle ilgili bütün sanat
türleri bu bilgiyi yaşanılmış kılarlar. Sanatçının görevi işte burada. Bilgiye vücut biçmek,
mekân kurmak… Yoksa tarih kitapları olayları
anlatır. Ve bu olaylar devleti bazen de devletleri
ilgilendiren olaylardır. Sanatsa bu olayın içindeki insana bakar. Onun dünyasını ortaya çıkarır.
Sevinç Çokum’un Balkan Savaşları sonrasında
Balkanlar’dan Anadolu’ya göçü anlattığı Bizim
Diyar romanı gibi.
Tarih insansızdır aslında. Tarih kitaplarına bakınca sanki ortada sadece savaşlar ve anlaşmalarla
bunları yapan birkaç insan vardı gibi bir intiba
oluşur. Mesela, roman bu sırada bu olaylardan
diğer insanların ne kadar etkilendiğini, yarar ya
da zarar gördüklerini anlatarak bunların gerçekten yaşanmış, insanların başından geçmiş olduğuna inandırır. Yoksa tarih kitaplarında sayfalar
çevrildikçe yıllar hatta asırlar geçer. Düşünsenize
bir tarih kitabına asırları sığdırabilirsiniz. Sanatsa
bırakın sayfa ya da cümle aralarını, harflerin arasına yaşanmışlıkla ilgili ayrıntıları yerleştirir. Ve
tarih birden soluk alıp vermeye başlar. İstiklal Savaşını anlatan Sevinç Çokum Ağustos Başağı’nda,
12
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Ayla Kutlu Bir Göçmen Kuştu O ve Emir Bey’in
Kızları’nda, Tarık Buğra Küçük Ağa’da veya Kemal Tahir Yorgun Savaşçı’da; Çanakkale Savaşlarını anlatan Mustafa Necati Sepetçioğlu Ve
Çanakkale…’de, Buket Uzuner Uzun Beyaz Bulut Gelibolu’da bunu yaptılar. Tarih sanatçılar
için sonsuz sayıdaki eserin ilham kaynağıdır. Bu
iki savaşın etrafına yazılmış daha birçok roman,
hikâye, tiyatro, şiir ve senaryo yerleştirebiliriz. İnsanlık tarihi boyunca üretilecekleri ise tahminlere
bırakıyorum.
Hocam, son olarak popüler tarihî romanlara ya da genel anlamıyla sanat eserlerine ilişkin beklentiler nelerdir? Okuyucu ve yazarın
durumu ne olmalıdır sorusunu yöneltmek istiyorum size…
Anlaşılan insanlık var oldukça tarih bütün sanatları beslemeye devam edecek. Bu bir taraftan
insanların ve milletlerin geçmişlerine duydukları
merakla ilgili. Yani tarihi bilmek ve tarihe yönelmek tamamen insani bir ihtiyaçtır. Sanat da aynı
şekilde bir ihtiyaç. Bu durumda bilgiyle estetiği
birleştiren tarihî roman gibi türlerin modası hiç
geçmeyecek ve insanlar bunlara daima yönelecekler. Bu yönelme bazen çok yoğun bazen de
az olacak ama daima olacak. Fakat bu yönelişi
iyi yorumlamak gerekir. İnsanlar geçmişlerine,
milletler tarihlerine karşı birdenbire olması gerekenin üstünde bir ilgi gösteriyorlarsa üzerinde
düşünülmesi gereken bir sorun vardır. Sosyolojik
olarak bir durup analizini yapmak gerekir. Kısacası tarihe yönelme sosyolojik bir göstergedir. Kolektif şuuraltı ya içinde yaşanmakta olan zamandan şikâyet ediyor ve yaşanmış parlak zamanları
özlüyordur. Ya da yaşanan zamana benzer bir zaman dilimine giderek ibret alınmasına zemin hazırlıyor demektir. Bu tarihle ilgilenen sanatçının
gerçeğe sadık kalmanın ötesinde bir sorumluluk
duygusuyla kaygılanmasını getirir. Bu yaşanmış
zamana, tarihe karşı duyulan sorumluluktur.
‘Tarihe ne kadar sadık kalmalıdır ya da sanatçı tarihe sadık kalmak zorunda mıdır’ sorusu
bana göre tek bir cevabı olan soru olmadığı gibi
bitmeyecek tartışmalardan biridir. Çünkü son
yılların tarih felsefecileri bize tarihin tartışılabilir olduğunu, tarihî gerçekliğin tek olmadığını ve
tarihin tarihçiye göre değişebileceğini anlatmaya
çalıştılar. Bu ise sanatçının hangi tarihî gerçeğe
sadık kalması gerektiğini düşündürmez mi? Bu
durumda tarihle ilgili her eserin gerçeğin bir tarafını anlattığı esnekliğinden bakmalıdır. Burada
sanatçıya düşen, en azından hangi tarihi, niçin
böyle anlattığı tartışmasının dışında kalmak için
kabul edilmiş tarih bilgisinin dışına düşmemek
ve çelişki uyandırmamak olmalıdır. Bunun kolektif şuuraltının devamlılığı açısından önemi
tartışmasızdır. Ama bence bu yol, sanatçının ve
eserin, sanatın dışında olan ve tarihin gerçekliğini
ilgilendiren bir tartışmayla gölgelenmemesi bakımından da tutulması gereken bir yoldur. Tarihten
hareket eden sanatçılar bu sebeple ve çoğunlukla
kamuoyunun kafasında kabul edilmiş bir kimliği anlatmaktan kaçınırlar. Genellikle bu türden
tarihe mal olmuş kişileri anlatırken ikinci, üçüncü hatta daha sıradan insanlar üzerinden kurgu
yaparlar ki oldukça doğru bir seçimdir. Çünkü
tarihî kimlikler çoğunlukla mitleşirler ve birçok
insanın zihninde onlarla ilgili kabuller oluşur.
Bunların dışına çıkmak eseri tartışılır hâle getirir.
Her ne kadar bu, sanatın dışında bir tartışmaysa
da eserin sanat değerini görünmez kıldığını unutmamak gerekir.
Gelelim okuyucunun durumuna. O şöyle
veya böyle bir seviyedeki sanat eserinin yani bir
kurgunun hatta bir şovun (sinema ve diziler için)
karşısında olduğunu hiç unutmamalıdır. Kısacası
tarihten hareketle oluşturulmuş sanat eserleri tarihi popülerleştirir. Tarihe mal olmuş bir kişi ya
da zamanı yeniden düşünce alanına kazandırır.
Bunun için de tarihî bilgiye yönelmek için bir
başlangıç olarak algılanmalıdırlar derim. Fakat
bu tür eserlerdeki tarih bilgisinin doğruluğundan
çok tarih karşısında bir seçme, bir yorum olduğu
hatırdan uzak tutulmamalıdır. Uzak ya da yakın
tarihten hareket eden bütün eserlerin asıl hedefi
türünün iyi bir örneğini ortaya koymaktır. Asla
ortaya yepyeni/ başka bir tarih koymak değildir.
Sanatçı da öyle sonsuz kurgulara izin veren bir
malzemenin karşısında olmadığını, tarihten beslenmenin bir sorumluluk işi olduğunu zihninden
bir an bile uzak tutmamalıdır. Sanatçının görevi
tarihe koşut alternatif bir tarih üretmek ve zihinleri karıştırmak değil, tarihin düşünülecek ve
ibret alınacak bir bilgi olduğunu muhataplarına
daima hatırlatmaktır. ■
13
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
ALAATTİN KARACA
ile tarih ve edebiyat ilişkisi üzerine
Devlet, bina etmek istediği kimlik ve kültüre
uygun olarak tarihi yeniden ve kendine göre
yazmaya kalktıkça, edebiyat da bu ‘tarih
inşası’ndan kendine pay çıkarmaktadır ve
çıkarmıştır.
TANER NAMLI
Edebi metinler üzerinde söyledikleriyle
dikkatleri çeken bir akademisyensiniz. Edebi
metinler üzerinden tarihle irtibatımızı
işleyen birtakım çalışmalarınızdan var.
Bu bakımdan yönelteceğimiz sorularla
“Tarih ve Edebiyat” ilişkisi hakkındaki
değerlendirmelerinizi öğrenmek istiyoruz.
Öncelikle
tarihini
kavrayabilen
ve
içselleştirebilen bir toplum muyuz sizce?
Tarih, özellikle bizim gibi, köklü rejim
ve kültür değişikliklerine maruz bırakılmış
ülkelerde oldukça sorunlu bir alan her şeyden
önce. Türkiye’de tarih, tarih-iktidar, tarihsiyaset ilişkileri bağlamında en çok tartışılan, en
çok müdahaleye maruz kalan bilim dallarından
da biri. Çok iyi biliyoruz ki, tarih, iktidarı
pekiştiren, meşru kılan, yayan, buna karşılık
muhalefeti gayr-i meşru, hatta gayr-i kanunî
kılabilen, hatta ötekileştirebilen bir araç da. Bu
çerçevede tarih, devletin en önemli ideolojik
aygıtlarından biri. Çünkü aidiyet ve kimlik
inşasında önemli bir işlevi var. Tam tersi de
mümkün, aidiyetleri yıkmak, kimlikleri tahrif
etmek anlamında da kullanılmak istenen bir
ALAATTİN KARACA
1963 yılında Çorum’da doğdu. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü
bitirdi (1985). 1988’de Yüksek Lisansını,
1994’te ise Doktorasını aynı üniversitede, Türk Dili ve Edebiyatı, Yeni Türk
Edebiyatı Anabilim Dalı’nda tamamladı.
1995’te Yüzüncü Yıl Ü. Eğitim Fakültesi,
Türk Edebiyatı Bölümü’ne Yardımcı Doçent olarak atandı. 2006’da Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Doçent
oldu. 2011’de Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü’ne Profesör olarak
atandı. 2013’te aynı fakültenin Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığı görevine getirildi. 2013 yılında geçici görevle
Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na atandı.
Hâlen Dekanlık görevini yürütmektedir;
ancak kadrosu Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’ndedir.
14
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
araç. Bizim gibi köklü kültürel değişimlere maruz
bırakılan toplumlarda, tarih ideolojik tercihlere
göre, maalesef tahrif edilmiş, yeniden yazılmaya
çalışılmıştır ve genelde de bu ideolojik tercihlere
göre inkâra veya yüceltmeye dayanan bir alan
olarak karşımızda durmaktadır.
Bunun dışında tarihsel araştırma ve
yöntemlerde de yeterli düzeyde olduğumuz
söylenemez. Arşivlerin henüz tam anlamıyla
kullanılamaması,
belgelerin
tasnifi
ve
araştırmacılara bütünüyle sunulamaması, teknik
ve personel yetersizlikleri, yabancı dil alanındaki
eksiklerimiz… Bütün bunlar da tarih biliminin
ülkemizdeki eksiklikleri olarak görülmelidir.
İşte saydığımız bu sebeplerden ötürü,
tarihimizi doğru ve iyi bildiğimiz, içselleştirdiğimiz
söylenemez. Popüler ve ideolojik söylemlerle
de tarih kavranamaz. Tarih alanındaki bu
tartışmalar ve eksiklikler nedeniyle de ülkemizde,
sağlam, sahih, estetik açıdan zengin bir “tarih
edebiyatı”, bir “tarihî sinema”nın eksikliğini
sürekli duyuyoruz. Ve bu alanda yapılan sanatsal
etkinlikler de işte bundan dolayı sürekli tartışma
konusu oluyor.
Türk edebiyatı üzerinden sağlam bir Türk
tarihi okuması yapmak mümkün müdür?
Tarihimizin, edebiyatımızda yeteri kadar
konu edildiğini düşünüyor musunuz?
Önce şunu söyleyelim: Edebî eserler bir tarihî
belge değildir, ama bir dönemi, o dönemdeki
toplumsal olayları ve değişimleri, edebî eserler
aracılığıyla öğrenmek, hatta edebî eserlerden
yola çıkarak, bir dönemdeki toplumsal değişim
ve olayları yorumlamaya yönelik araştırmalar
yapmak mümkündür. Edebiyat alanında
bu tür pek çok çalışma da yapılmıştır. Türk
romanında 12 Mart dönemi, Türk romanında
Kurtuluş Savaşı, Türk şiirinde 1897 Türk Yunan
Savaşı, Türk romanında Abdülhamit ve devri,
Türk romanında İttihat ve Terakki vb. tarihle
edebiyatın iç içe girdiği pek çok araştırma
var. Yine Türk edebiyatı üzerinden zihniyet
değişimlerini sağlıklı olarak okumak mümkün.
Ancak edebî eser, bir belge olmadığı ve yazar/
şair, bir tarihî olayı kendi bakış açısına göre
yorumladığı için, edebî eserleri tarihin kendisi
gibi, bir belge gibi değerlendirmek de doğru değil.
Çünkü Kurtuluş Savaşı dahi, yazarlarca/şairlerce,
ideolojilerine, inançlarına göre farklı biçimlerde
yorumlanabilmekte. Nazım Hikmet’in “Kurtuluş
Savaşı Destanı/Kuva-yı Milliye Destanı’ndaki
“Kurtuluş Savaşı” yorumu ile, Mehmet Âkif ’in,
Tarık Buğra’nın Kurtuluş Savaşı yorumu arasında
dağlar kadar fark var. Nazım, Kurtuluş Savaşı’nı
emperyalizme karşı verilen bir ‘halk mücadelesi’
olarak görüyor. Savaşta iman gücünü, moral
değerleri reddediyor, bu savaşı sosyalist bir
başkaldırı olarak değerlendiriyor, buna karşılık
Âkif ’te Kurtuluş Savaşı ile ‘cihat’ arasında bir
paralellik kuruluyor, bu savaş İslâm’ın bir direnişi
olarak veriliyor, cihat ruhuna ve dinî değerlere sık
sık vurgu yapılıyor, aynı durum Tarık Buğra’da da
var. Dolayısıyla edebiyattaki tarih hep tartışmalı
olacaktır.
İkincisi, yukarıda saydığım ‘tarih-iktidar”
ilişkileri dolayısıyla, Türkiye’de tarih biliminin
sağlıklı bir zeminde yürümekte zorlandığı
da bilinmekte. Bu nedenle ‘sahih bir tarih’
olmadıkça, sağlam, her bakımdan güçlü bir “tarih
edebiyatı”nın oluşamayacağı kanaatindeyim.
Maalesef edebiyatçı için de, ‘tarih’ ülkemizde bir
ideolojik kavga aracıdır. Devlet, bina etmek istediği
kimlik ve kültüre uygun olarak tarihi yeniden
ve kendine göre yazmaya kalktıkça, edebiyat da
bu ‘tarih inşası’ndan kendine pay çıkarmaktadır
ve çıkarmıştır. Bu bağlamda Feridun Fazıl
Tülbentçi’nin, M. Turhan Tan’ın, Sadri Ertem’in,
Ziya Şakir’in Osmanlı’ya, Osmanlı tarihine ve
padişahlarına eserlerinde nasıl olumsuz baktıkları
meydandadır.
Sinemamızdaki
Osmanlı’ya
ve sultanlara olumsuz ve karalamaya yönelik
filimler de meydandadır. 1933’te Cumhuriyet’in
10.yıldönümü dolayısıyla yazılan/yazdırılan tarihî
eserler de ortadadır. Bütün bunlar, bu tür eserler,
edebiyat yoluyla da yeni bir tarih ve kimlik inşa
edilmek istendiğini gösteriyor. Bu tür ‘çarpıtılmış
tarih edebiyatı’ ile Türk tarihinin doğru biçimde
okutabileceğine inanmıyorum. Türkiye’de ‘sarışın
vakanüvis’ anlayışı yıkılmadıkça, sahih bir tarih
edebiyatından söz etmek de zordur. Ama bunlara
karşın, ‘karaşın tarihçiler ve tarihî edebiyat
yazarları’ da yok değil. Şairlerden Ece Ayhan,
romancılardan Kemal Tahir, Tarık Buğra hemen
ilk akla gelen başlıca isimler…
15
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Tarihle yüzleşmenin en kolay yolu sanırım
edebi eserler. Türk edebiyatçısı bu yüzleşmeyi
sağlayabiliyor mu? Bu görevini yerine
getirebiliyor mu? Yakın tarihimizin halen bir
tabu olması, bu yüzleşmenin önünde bir engel
midir?
Önce şunu söylemeliyim: Gerek sığ ideolojik
kavgalar, gerekse devletin/iktidarın tarihe
yaptığı müdahaleler, gerekse bu alandaki teknik
yetersizlikler nedeniyle, tarihle yüzleşmek,
tarihî gerçekleri tartışmaya açmak zordur. Biz,
Tanzimat’tan beri, köklü değişiklikler yaşayan,
sürekli dışarıdan müdahalelerle tarihsel tabiî
akışın kesintilere uğradığı/uğratıldığı bir ülkeyiz.
Cumhuriyet’ten sonra hemen hemen her on yılda
bir yaşanan askerî darbeleri de buna eklersek,
tarihle yüzleşmenin neden güç olduğunu sanırım
daha iyi anlarız. Bizim tarihimizde bir süreklilik
sorunu var. Hemen her yeni gelen, maziyi retle,
inkârla veya silmekle uğraşıyor. 1927’de Osmanlı
binalarındaki tuğra ve kitabelerin silinmesi
yasasını bile çıkardık. Bu durumda tarihle
nasıl yüzleşebiliriz ki? Önce tarihe, tarihimize
bakmaktan korkmamayı öğreneceğiz, bir de
tarihi düzünden okumayı bırakacağız. Tarih
ancak ‘ayağa kalkarak’ okunabilecek bir alandır.
Bir tarihçi, hem şair hem tarihçi olursa bunu
başarabilir. Ömer Lütfü Barkan, İdris Küçükömer,
Şerif Mardin, Halil İnalcık, Ahmet Yaşar Ocak,
Ali Birinci, keşke bir de şair olsalardı… Ama
biliyoruz ki, tarihçiliğimizin ufkunu açtılar.
Tarihin kavranmasında, romanın rolü
nedir? Tarihi romanın, millî kavramların
ve milli hafızanın oluşumuna katkısını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Aslına bakılırsa tarih bilimi, tarihteki
olayları araştırır, gerçeğin peşindedir, bu
olayların sebeplerini, nasıl meydana geldiğini ve
sonuçlarını, bilimsel bir dille ve belgeler ışığında
okur, yorumlar. Tarih bilincinin, milli hafızanın
oluşumunda elbette bu tür bilimsel araştırmaların
payı vardır. Ancak, tarih bilinci, tarihî hafıza,
kimlik inşasında, tarihî araştırmalardan, bilimsel
eserlerden çok, sanatsal/edebî eserlerin daha etkili
olduğu da bir gerçektir. Tarihçi, kendine özgü bir
‘bildirme’ diliyle tarihsel gerçekleri ortaya koyar,
edebiyatçı ise bu tarih bilimcileri tarafından
ortaya konulan eserlerden yararlanarak, yeni
bir kurgu, yeni bir dil ve estetik bir form
içinde tarihi yeniden yazar. Onun yazdığı, tarih
bilimcininkine göre daha çok okura ulaşır, onun
yazdığı, bilimsel esere göre daha fazla etkili olur.
O nedenle tarih bilincinin oluşmasında, edebi
eserlerin rolü, etkisi, tarih bilimine oranla daha
geniş ve daha fazladır.
Roman,
herhalde
tarih
bilincinin
oluşmasında en elverişli türlerden biri. Birtakım
tarihi olayları, yer, zaman ve kişiler bağlamında
daha geniş bir zeminde anlatmaya müsait bir
formu var. Bu çerçevede Kemal Tahir’in, Nihal
Atsız’ın, Tarık Buğra’nın, Mustafa Necati
Sepetçioğlu’nun, Abdullah Kozanoğlu’nun, Yavuz
Bahadıroğlu’nun, İhsan Oktay Anar’ın, Nazan
Bekiroğlu’nun romanlarının okurlarda bir tarih
bilinci oluşturduğu muhakkaktır. Öte yandan
belli bir dönemde, Cumhuriyet’in Osmanlı’ya
olumsuz bakışını yansıtan tarihî romanların
da yazıldığı/yazdırıldığı bir gerçek. Söz konusu
romanların bir kesim üzerinde olumsuz etkileri
olduğu da bir gerçek. Osmanlı’ya olumsuz bakışın
en büyük kaynaklarından biri, tarihsel bilimsel
eserlerden çok, işte bu tür edebî eserlerdir.
Edebiyat bu bakımdan tarih biliminden daha
güçlü bir etkiye sahip. Şimdi ise sinema ve tv, bu
etkiyi yaratmada en güçlü araçlar.
Tarihi romana belli bir işlev yüklemek
doğru mudur? Hesaplaşma, sorgulama gibi…
Başka bir deyişle Tarih biliminde ve edebiyatta
ideolojiyi nereye oturtacağız?
Baştan beri tekrarladığımız bir konu; tarihle
ideoloji ve iktidarların yolu istesek de istemesek
de bir noktada kesişiyor. Bu çerçevede tarih
16
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Nazım Hikmet’in “Kurtuluş Savaşı Destanı/Kuva-yı
Milliye Destanı’ndaki “Kurtuluş Savaşı” yorumu ile,
Mehmet Âkif’in, Tarık Buğra’nın Kurtuluş Savaşı yorumu
arasında dağlar kadar fark var.
müdahalelere her zaman açık bir alandır. Çünkü
tarih, insanın hafızası, milletin hafızası, bu
yönüyle de aidiyetlerin belirleyeni durumunda.
Tarih kişiyi bir geçmişe, bir millete ait kılıyor.
Aidiyet bir bağdır, kopmaz bir bağ, insanı tâbi
kılan bir bağ. Bu bağ tarih bilinciyle/bilgisiyle
kuruluyor. Tarihin ve tarihî romanların elbette
bu bağın kurulmasında, güçlendirilmesinde,
pekiştirilmesinde önemli bir işlevi var. Tersi de
olabilir, bağın kesilmesinde, zayıflatılmasında
da bir işlevi olabilir. İktidarlar ya da ideolojiler,
iktidarlarını/ideolojilerini pekiştirmek veya
meşru kılmak için tarihe ihtiyaç duyarlar. Örneğin
eski Mali’de, kral tahtına oturduğu zaman,
kendisini krallar soyuna bağlayan bir kaside/
destan türü şiirin okunması geleneği vardır.
Bu şiirle yeni kral meşru kılınır. Aynı şekilde,
bizde Osmanlı’daki cülusnameler, padişahın
tahta çıkması sebebiyle yazılan şiirlerdir, tahta
çıkmanın yıldönümlerinde de sultanlara bu tür
şiirler sunulur. Söz konusu şiirlerin de, Sultan’ın
iktidarını hem meşru kılmak, hem pekiştirmek,
hem duyurmak/yaymak gibi bir işlevi olduğunu
düşünüyorum. Aynı şekilde padişahlara, devlet
adamlarına sunulan kasidelerin de bir iktidar
pekiştirme rolü vardır. Bu gelenek, Cumhuriyet
döneminde Atatürk’e yazılan övgülerle, form
değiştirerek de olsa sürdürülmüştür. Aynı
yıllarda Cumhuriyet dönemini öven şiirlerin de
elbette iktidarı yayma, ilân etme, meşrulaştırma,
pekiştirme gibi işlevleri vardı. Aynı tarihî olay,
ideolojik bakışlardaki farklılıklar nedeniyle,
edebî eserlerde farklı şekillerde yorumlanabilir.
Nazım’ın Kurtuluş Savaşı’na bakışı ile Âkif ’in
bakışı arasındaki dağlar kadar fark olduğu gibi.
Tarihin edebi eserlerde kimi zaman
müstehcenlik kimi zaman gerçeklerin
saptırılması gibi kurgulamalarla örülmesini
nasıl değerlendiriyorsunuz? Başka bir
deyişle tarihi gerçeklikle edebi kurgu nasıl
dengelenmelidir?
Edebiyat, elbette ki bir tarih bilimi gibi
çalışmaz. Çalışma amaçları, yöntemleri, dilleri
ve formları farklıdır. Tarihin amacı, tarihteki
bir olayın gerçek yüzünü ortaya çıkarmaktır.
Tarihçi somut/nesnel gerçeğin peşindedir. Bu
amaca ulaşmak için, belgelerden yola çıkar,
belgelere dayanmak zorundadır. Belgeleri, kişi
kaynaklarını karşılaştırarak gerçeğe ulaşmaya
çalışır. Dili, “bildirme’ dilidir, soyut, mecazî,
sanatsal bir dil kullanmaz. Ama sonuçta, tarih
de, belgelere bağlı kalmak koşuluyla bir ‘yorum’a
gelip dayanır. Çünkü belgeyi yazan da, okuyan
da zamanın ve toplumsal koşulların etkisinden
tamamıyla uzak kalamaz. Yani belge okuma da
bir yorum işidir son kertede. Buna karşılık, tarihçi
belgelerin izinden gider, belgenin olmadığı,
bulunmadığı yerlerde, boşlukları diğer belgelerin
ışığında doldurmaya çalışır. Dolayısıyla tarih de
bir noktada, özellikle boşlukların kaldığı yerlerde
bir ‘kurgusal’ çalışmaya ihtiyaç duyar. Oysa
edebi eser, bütünüyle ‘kurgusal’ bir etkinliktir.
Eğer bir edebî eser, tarihi konu ediniyorsa, işte o
noktada tarih bilimiyle yolu kesişir. Çünkü tarihi
konu edinen bir edebî eser, ister istemez tarih
bilimcinin yazdığı eserle karşı karşıya gelecektir.
Hatta gerekirse o da bir tarih bilimci gibi,
eserinde ele alacağı tarihi olay veya kişilerle ilgili
belgeleri, araştırmaları okuyacaktır, bunlardan
yararlanacaktır. Ancak o, belgenin peşinde
değildir, belgelerin yansıttığı somut gerçeğin
peşinde değildir. O belge ve araştırmaların
kendi zihninde oluşturduğu tarihsel atmosferi,
tarihsel imgeleri, soyut, edebî ve okur üzerinde
bir heyecan yaratacak biçimde, sanatsal bir dil ve
kurguyla yeniden yaratır. Bu noktada edebiyatta
‘tarihsel gerçekliğe uygunluk’ her zaman
tartışılagelen bir konudur. Örneğin, Devlet Ana,
Osmancık, Yorgun Savaşçı, Küçük Ağa, İsyan
17
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
İkinci Yeni şiiri, o güne kadar gelen şiir mantığına,
gerçeklik algısına, dil ve imge kuruluşuna olduğu gibi,
genel geçer tarih anlayışına da ‘ters’ bir harekettir. İkinci
Yeni ile birlikte, ‘sarışın vakanüvisler’in yazdığı iktidar
tarihleri sarsılmış, hatta yıkılmıştır.
Günlerinde Aşk, Şu Çılgın Türkler, İstanbul
Kanatlarımın Altında, Muhteşem Süleyman gibi
roman ve filmlerin tartışılma nedeni de budur.
Ben, edebî eserin elbette kurgusal olduğunu
biliyorum, bir hayal sanatıdır; ama eğer konu,
olaylar, yer, zaman, kişiler bakımından gerçek bir
tarihî olay ele alınıyorsa, edebiyatçının, yazarın/
şairin, bile bile gerçekleri tahrif etme, gerçeklerin
tam aksini yazma/kurgulama, tarihî kişileri
gerçeğin tersine resmetme hürriyeti yoktur.
Bu tür tarihî edebî eserlerde temel gerçekler
tahrif edilemez, bu edebî etik sorunudur. Ama
temel gerçeklerden sapmadan, yazar boşlukları
hayal gücüyle doldurabilir, doldurmalıdır.
Ahmet Altan’ın İsyan Günlerinde Aşk’ındaki
Abdülhamit portresinin bu bakımdan iyi bir
örnek, tarihî roman kişisi olduğu kanaatindeyim.
II. Yeni şiirinin tarih algısına değinebilir
miyiz kısaca? Ece Ayhan özellikle dikkati çeken
bir isim olabilir mi bu anlamda?
İkinci Yeni şiiri, o güne kadar gelen şiir
mantığına, gerçeklik algısına, dil ve imge
kuruluşuna olduğu gibi, genel geçer tarih
anlayışına da ‘ters’ bir harekettir. İkinci Yeni ile
birlikte, ‘sarışın vakanüvisler’in yazdığı iktidar
tarihleri sarsılmış, hatta yıkılmıştır. Öncelikle
onların en büyük derdi Ece Ayhan’ın deyişiyle
“bu kedimerdivenli Cümhüriyet’ledir. Bu şairler
içinde iktidar tarihini sorgulayan, yerden yere
vuran, cesaretle deşeleyen Ece Ayhan’dır. O
keskin, kara ve saldırgan diliyle hem Osmanlı’ya
hem Cumhuriyet’e sert eleştiriler yöneltmiş,
Türk şiirinde ‘karaşın bir tarih’e sayfa açmıştır.
Ece Ayhan, Türk tarihinde küçük adamların
büyültüldüğüne,
büyük
kahramanlarınsa
küçültüldüğüne inanır. “Padişah ile Aslan” şiirinde,
sarışın vakanüvislerin tarihi nasıl saptırdığını
anlatır. Ona göre, tarih düzünden okunamaz,
ayağa kalkmadan da okunamaz. İşte o nedenle
şiirlerindeki ‘karaşın çocuklar’ “Tarihi düzünden
okumaya” ayaklanmışlardır. Ona göre tarihin
asıl kahramanları, Nadajlı Sarı Abdurrahman’dır,
Şeyh Bedreddin’dir, Çanakkaleli Melahat’tır.
Yahya Kemal’i iktidar tarihçisi olmakla suçlar,
“Deniz Kıyısında Bir Otağ” ve “Anka” başlıklı
şiirlerinde şiddetle eleştirir. Devletçe ve sarışın
vakanüvislerce yazılmış “muhtasar ve nezih”
kılınmış tarihin aksine, kara bir coğrafyada
ezilmiş, ötekileştirilmiş, işkence görmüş,
öldürülmüş, dışlanmış ‘karaşınlar’ın tarihine
yönelir. Özetle “ Ece Ayhan’a göre “Gerçeği
ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden” “daha
yavuz bir” tarihî belge yoktur. Cumhuriyet’le
pek bir şey değişmediğini, sadece başkentin
İstanbul değil Ankara olduğunu, sultanın birken,
Cumhuriyet’ten sonra çoğaldığını, Yeniçeri
Ocağı’nın ise yalnızca adının değiştiğini, askerî
vesayetin kakmadığını ileri sürer. O zaten
edebiyatın “Çamlıca Tepesi”nden sokağa, çocuk
yurtlarına, hal ve gidişi sıfır olanların mekânlarına
inmesi düşüncesindedir.
Kısaca İkinci Yeni her türlü iktidara olduğu
gibi, iktidar tarihine de karşı çıkmış bir harekettir.
Çoğu tarihî tabu onların şiirlerinde yıkılmıştır.
Tarihi işleyişi bakımından önemli
bulduğunuz romancılar kimlerdir? Hangi
yönleriyle önemsiyorsunuz?
Kemal Tahir, Tarık Buğra ve fantastik tarihî
romanda ise İhsan Oktay Anar en beğendiğim
isimlerden birkaçı. Kemal Tahir ve Tarık Buğra’yı
tarihi düzünden okumadıkları ve tarihî atmosferi
güçlü bir biçimde yansıttıkları için beğeniyorum.
Anar ise, benim Osmanlı tarihinde, hatta
insanlık tarihinde fantastik, hatta mistik bir
gezi yapmama olanak sağlıyor.■
18
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Tarih ve edebiyat üzerine ilk
örneklerden biri: Samsatlı Lukianos
VEFA TAŞDELEN
Tarih ve edebiyat
ilişkisinin ilk defa
sorgulandığı
eserlerden biri olan
Tarih Nasıl Yazılmalı
adlı eserinde,
Lukianos, tarih ve
edebiyat konusunda
felsefi bir duyarlılık
ortaya koyar. Temel
sorun, bir tarih
çalışmasının ne
kadar edebiyat, ne
kadar tarih, hangi
açılardan tarih,
hangi açılardan
edebiyat olacağıdır.
Giriş
Doğada sessiz bir akış vardır. Bu akışın tarih
olabilmesi için bilincin süzgecinden ve tanıklığından da geçmesi, ruhun yaşantısı hâline de
gelmesi gerekir. İnsanın olmadığı yerde tarihten,
tarihin olmadığı yerde de insandan söz edemeyiz. Tarih, bilincin yaşadığı zamandır. İnsanın
bir tarihi olması, onu diğer canlılardan farklılaştırır. İnsan zamanı yaşayıp geçmez, zaman içinde
kendisini de çoğaltır, kendisini de biriktirir. Bir
yandan süreklilik içinde yaşar, bir yandan sürekliliği kurar. Bir yandan tarihi yaşar, bir yandan
tarihi yapar. Her bir birey, güçlü ya da zayıf, bu
akışın içinde yer alır, bu akışın bir parçasıdır; bu
akıştan katkılar alır ve ona katkılar sunar. Bilim
olarak tarihe ilgi duymayabiliriz, ancak bir varoluş alanı olarak tarihin içinde yaşarız; onu inkâr
etsek de ondan kurtulamayız. Onu yok saysak da
yok edemeyiz. Varoluşumuz, nerde olursa olsun,
tarihin ürünüdür. Tarih neredeyse bizim kim
olduğumuz ve nasıl birisi olacağımız sorularına
cevap verir, özgürlüğümüzü ve tercihimizi belirler. Sorularımıza tarih içinde cevap bulabiliriz.
Tarih, hava gibi kuşatır bizi. Ondan habersiz olsak da ayrı değilizdir hiçbir zaman.
19
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Bu dönemde geçerli olan bir başka tarih yazıcılığı da
“eğitici öğretici” tarih anlayışında temelini bulur. Lukianos,
tarihsel gerçekleri tahrif ettiği gerekçesi ile bu anlayışa da
karşı çıkar. Nasıl ki eğlendirici olmak adına yazılan tarih
kitapları gerçekleri tahrif ederse, aynı şekilde eğitici olmak
adına yazılan tarih kitapları da, tarihsel gerçekleri çarpıtır
Tarih ve edebiyat, her ikisi de bir “yaşantı”
ve “yaşanmışlık”, bir “gerçek” ve “olasılık” üzerinde birleşir. Hem tarih, hem de edebiyat, insanın yeryüzündeki varoluşunun ifade araçlarıdır.
Tarih de edebiyat da öykü anlatmayı seven türlerdir. Biri olmuş, diğeri olması muhtemel öyküleri anlatır. Olmuş da olsa, olması muhtemel
de, fark etmez: her ikisinde de insanın varoluşu
aydınlanır, insan nedir, ne yapar ve nasıl yaşar
sorusunun cevabı ortaya çıkar. Tarihin bir bilgi
değer vardır, ama edebiyatın da bir bilgi değeri
vardır. Tekil olayları, tek bir defada olup bitmiş,
bir daha asla tekrarlanmayacak olayları ele alır
her ikisi de. Zaman içinde tekrarlarla sürüp giden ise insanlığın varoluş durumlarıdır. Benzer
gibi görünse de asla birbirinin aynısı değildir.
Tek tek hâdiselerden genel ilkelere, kuramlara ulaşılmaya çalıştıklarında felsefe ve sosyoloji
hâline gelmeye de başlarlar. Tarih ve edebiyatı
konuşmak, bir bakıma gerçeklikle edebiyatı konuşmak olacaktır. Zira tarih demek, bir bütün
olarak “yaşanan gerçeklik” demektir. Yalnız,
gerçeklik yazarın zihninde nasıl yeniden kurulur, nasıl yeniden bir form kazanırsa ve bu
şekilde nasıl “türsel dönüşüm”e uğrarsa, aynı
şekilde yaşanan gerçeklik olan tarih de böyle
bir dönüşüme uğrar. Bu dönüşümden sonra
artık kimse onu tarih olarak bilgi ve gerçeklik
değerinden ötürü okumaz, edebiyat eseri olarak,
estetik niteliğinden dolayı okur. Bu noktada
onun “gerçeklik değeri” tartışma konusu olur.
Onun sanatçısının imgelem evreninde dönüşüme
uğraması kendisini gerçeklik boyutundan ziyade
tasarım boyutuna yaklaştırır. İşte bu noktada
başta epistemolojik ve etik olmak üzere pek çok
sorun konuya eşlik eder.
K. Kilburn’ün sekiz ciltlik Lukianus çevirisinin VI. kitabında How to Write History başlığı
ile Philon isimli, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir kişiye yazılmış uzunca bir mektupla
karşılaşırız.[1] Aynı mektup, Nurullah Ataç’ın
Lukianos’tan Seçmeler adıyla Kültür Bakanlığı Yayınları arasından çıkan seçkisinde de Tarih Nasıl
Yazılmalı başlığı ile kısmen yer alır. Lukianus’un
bu çalışması, tarih ve edebiyat arasındaki ilişki
konusunu ilk ele alan ve konuyu sorunsallaştıran
çalışmalardan biri olarak görülebilir. Aşağıdaki
makalede cevap aranacak soruları şu şekilde sıralayabiliriz: Tarih ve edebiyat arasında nasıl bir
ilişki vardır? Lukianus, söz konusu bu çalışmasında konuyu nasıl ele almış, nasıl sorunsallaştırmış, nasıl bir yaklaşım sergilemiştir?
1. Tarih ve Edebiyat
Sadece şimdiki zaman ya da gelecek değil,
geçmiş de insanın ilgi ve merak konuları arasında
yer almıştır. Yazının bulunuşundan önce de sonra da, rivayete dayalı olarak geçmiş hâdiselerin
anlatılması, bu şekilde gelecek kuşaklara aktarılması, hem tecrübenin hem de geçmiş olayların
bir ifadesi olarak, bilgilendirici, eğitici ve eğlendirici bir anlatım biçimi olmuştur. İlk Çağ felsefesinde, tarihsel bilginin konumu, insanın yapıp
etmelerine ilişkin bir rivayet olarak şiirden sonra
gelmiştir. Bunun en önemli gerekçesi yalnız bu
bilgiyi elde etmedeki rivayet ve söylenti değil,
bizzat tarihin kendi doğasından da gelir. Zira
tarihsel bilgi tekil ve rastlantısal hâdiselere ilişkin, gelip geçmiş bir durumu yansıtır. Bu kültür
ve felsefede üç tür bilgi öne çıkar: theoria, emperia ve historia. Theoria, aklın, emperia yaşantı, deney ve gözlem, historia ise geçmiş zamana,
geçmiş olaylara ilişkin bilgidir. Platon, düşünü1. Lucian, The Works of Lucian VI, Tr. K. Kilburn,
Harward University Press, Cabridge, Masschusetts,
MCMLIX, s. 1-70.
20
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
lebilir evrenin episteme’sini, algılanabilir evrenin
doxa’sından üstün görmüştü. Historia’nın bilgi
değeri, “tekil” ve “rastlantısal” karakterinden
dolayı daha alt düzeyde görmüştü. Gerçek bilgiyi tümelin bilgisi olarak gören, Organon’da bu
bilgiye ulaşmanın yollarını araştıran Aristoteles,
Poetika’da, şiiri, tümel konuları ele alışı açısından tarihten daha felsefi olduğunu söylerken bir
bakıma historia’ya yüklenen bilgisel değeri açısından Platon’un yaklaşımını sürdürmüştür. İlk
Çağdaki bu epistemolojik algıya karşın, yine de
tarih yazıcılığının parlak örnekleri ortaya çıkmıştır. Heredot, Tukidides ve Ksenofanes gibi
yazarlar, kendi dönemlerinin hâdiselerini kayıt
altına alarak tarih yazıcılığının ilk örneklerini
vermişlerdir.
Tarih düşüncesi, ilk kapsamlı açılımına
Hristiyan düşünce geleneği içinde bulmuştur.
İlk Çağ felsefesindeki döngüsel zaman anlayışı
yerine, Hristiyanlık Âdem’in cennetten düşüşü
ile başlayan bir zaman ve tarih anlayışı ortaya
koyar. Artık burada döngüsel zaman anlayışının
aksine başlangıcı olan ve belirli bir ereğe doğru ilerleyen çizgisel, gelişimci bir zaman anlayışı ortaya koyar. Augustinus’un tarih felsefesi bu
kaynaktan beslenir. Buna göre, yeryüzüne düşüş
tarihin de başlangıcını oluşturmuştur.[2]
Tarihin bir yazım türü olmaktan çıkıp bir
bilim olarak temellendirilmesi, bir bilgi türü
olarak epistemolojik bir zemine oturması İbn
Haldun’a, oradan Vico’ya kadar gelir. İbn Haldun Mukaddime’de tarihi, “milletler ve kavimlerin birbirinden nakil ve rivayet ede gelmekte oldukları ilimlerdendir.” diye tanımlar. Şöyle der:
“Tarih, insanların ve kavimlerin hâl ve durumlarının nasıl değişmiş olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kuvvet ve kudretlerinin
nasıl artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı
gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar ettiklerini
bize bildirir. Bu, tarihin zahiri manasıdır. Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın (kâinatın) sebep
ve illetlerini dikkatle anlamak ve hâdiselerin
vuku ve cereyanının sebep ve tertibini inceleyip
bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin içine dalmıştır. Bundan ötü-
rü tarih, hikmet = felsefe ilimlerinden sayılmaya
layıktır.”[3]
Vico’nun, “insanın kendi yaptığı ve ürettiği
dünyayı doğal dünyadan daha iyi bilebileceği”
yaklaşımı, İbn Haldun’un öncü çalışmasından
sonra belirli bir yöntem fikri etrafında sosyal
bilimlerin zeminini oluşturmuştur.[4] Bunun devamında Alman kültür ve felsefe tarihi içinde,
Kant’tan Hegel’e, Hegel’den Schleiermacher’e,
Schleiermacher’den
Herder’e,
Herder’den
Ranke’ye, Humdolt’a tarihin her zaman önemli
bir yeri olmuştur. Bunun temel gerekçesi, insanın
kendini anlama çabasıdır. İnsan bir diğer insanı
niçin anlamak ister, sorusu Dilthey’da, “çünkü
başkasının yaşam deneyimleri bizi zenginleştirir,
mutlu eder, kendi bilincime başkasında varırım.”
diye karşılık bulur.[5] Alman kültür ve düşünce
geleneğinin tarih üzerindeki odaklanma noktası, tarihin “tecrübe” yönü üzerine olmuştur.
Geçmişi bilmek, sadece bir meraktan kaynaklanmaz. Geçmişi iyi bilirsek, geleceği de iyi inşa
edebileceğimiz yönünde örtük bir “yarar”ı da var
sayar. Buna göre geçmiş insan başarı ve başarısızlıklarının biriktiği bir alandır. Geçmişin deneyimini bize sunan tarihin anlamı, geçmişi araştırması kadar geleceğe de ışık tutmasıdır. Buna
göre tarih geçmişin başarılarının tekrarlanması
ve başarısızlıklarından korunulması yönünde
bir çabadır. Tarihi bilirsek geçmişin başarılarını
yeniden üretme ve başarısızlıklarından kaçınma
imkânı buluruz.
2. Augustinus, İtiraflar, Çev. Dominik Pamir, Kaknüs
Yayınları, İstanbul, 2007, s. 269-290.
Çev. Doğan Özlem, İstanbul: Paradigma Yayınları,
1999, s. 83, 86.
2. Samsatlı Lukianos’un Tarih ve Edebiyat
Anlayışı
Lukianos, M.S. 125 yılında bugünkü Adıyaman sınırları içinde bulunan, dönemin Komagene Krallığına bağlı Samsat’ta doğmuştur. 14 yaşına kadar burada yaşamış, daha sonra İonya’ya
oradan İtalya’ya, Mısır’a, ardından da Atina’ya
geçmiştir. O, bilgeliğin bir tür seyyahlık olduğunu, özellikle ulaşımın ve iletişimin çok sınırlı
olduğu zamanlarda seyahati göze alamayanların
3. İbn Haldun, Mukaddime I, Çev. Zakir Kadiri Ugan,,
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1988, s. 4, 5.
4. Giambattista Vico, Yeni Bilim, Çev. Sema Önal,
Doğubatı Yayınları, Ankara, 2007.
5. Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri,
21
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
bilgelik halkasına katılamayacağını iddia edenler için iyi bir örnektir. Lukianos, retorik eğitimi almış, rapsodluk yapmış, ironi ve hiciv dolu
oyun ve düz yazılarını Grekçe yazmıştır. Eserlerinden seçmeler ilk kez 1449 yılında Floransa’da
yayımlanmıştır. Günümüze yetmiş civarında
eseri kalmıştır. Batı uygarlığının ilk novelistlerinden biri olarak da kabul edilmektedir. Ama
onun özgün yanları sadece bunlarla sınırlı değildir. Gerçek Hikâye’de, kurgusal bir tarz dener.
Bilimkurgu türünün ilk örneği sayılabilecek şekilde Aya ve Venüs’e yapılan yolculuklardan ve
gezegenler arası savaşlardan söz eder. Ölülerin
Konuşmaları, Tanrıların Diyalogları gibi ünlü
eserleri vardır.
Kurgu ve gerçek konusu onu, bir yandan bilimkurgu türünde eserler vermeye sevk ederken
bir yandan da tarihin nasıl yazılması gerektiği
sorusu ile karşılaştırır. Tarih yazımında gerçekler
mi, yoksa yazarın hayal gücü mü öne çıkmalıdır?
Bir hikâye nasıl olursa tarih, nasıl olursa kurgu
olur? Lukianos, bu çalışmasında, tarihin insan
varoluşu açısından taşıdığı değer konusuna değinmez, tarihin anlamının ne olduğunu sorgulamaz; tarihin nasıl yazılması gerektiği konusu
üzerinde durur. Kendi zamanını, tarih yazıcılığının revaçta olduğu bir dönem olarak görür.
Yaşanan bazı savaşlardan, yenilgi ve zaferlerden
sonra insanlarda bir tarih yazıcılığı merakı başlamıştır. “Baksana yazarlarımızın hepsi de birer
Thukiydides, birer Herodotos, birer Xnephon
kesildiler.” diyerek durumu açıklar.[6]
Lukianos tarih yazımı derken daha çok savaşların ve beraberinde ortaya çıkan toplumsal
olayların anlatılması konusunu anlar. Konuya
daha çok yöntemsel açıdan ilgi duyar. O, “Tarih
nasıl yazılmalıdır?” sorusuyla kendi zamanındaki tarih yazıcılığına eğilir ve konuyu felsefi düzeyde ele alır. Konuyu, sadece kendi zamanının
bir sorunu olarak değil, evrensel bir sorun olarak
da ortaya koyar. Amacının tarih yazıcılarına,
“çorbada tuzu olsun diye” birkaç küçük öğüt
vermekten, birkaç kuralı hatırlatmaktan ibaret
olduğunu söyler. “Ama çorba piştikten sonra,
ille benim de adım anılsın diye tutturmam: Bir
tutam tuzun lafı mı olur?” diye neşeli ve dalgacı
söylemini sürdürür.[7]
Tarih yazımı konusunda en çok yakındığı
konu, tarih yazıcılığının hafife alınması, bu işe
pek yalın, pek kolay bir işmiş gibi, sanki aklına
geleni söyleyiveren herkesin yapabileceği bir etkinlik gözüyle bakılmasıdır. Ama işin aslı öyle
değildir. Tarih yazıcılığı kolayca, emeksizce başarılacak bir konu değildir. İyi bir tarih çalışması, yazın türlerinin en çetinidir aslında; çalışanların uzun süre çalışmalarını ve derinlikli bir
şekilde düşünmelerini gerekli kılar.
Lukianos, kendisini, öğüt veren bir kişi olarak iki konuda yetkili görür. Bunlardan ilki, erdemleri (meziyetleri), diğeri de hata ve kusurları
bulup ortaya çıkarmaktır. Kötü tarihçilerde görülen hatalar, beceriksizliklerinden kaynaklanan
anlatım bozuklukları, dağınık ve kusurlu söyleyişleri bir yana, bu konudaki belli başlı hatalar
şunlardır: Abartılı övgü ve yergi bu kusurların
başında gelir. Tarih yazıcıları, bu hatalara kendi
önderlerini, komutanlarını övmeye, düşmanlarını yermeye, kötülemeye, yerin dibine batırmaya
başladıklarında düşerler. “Oysa tarih ile övgü
arasında yalnız küçük bir çit yoktur, koskoca
bir duvar vardır. Övgücü ancak övmeyi, övdüğü
kişiyi eğlendirmeği, hoşnut etmeği düşünür, ereğine ulaşmak için yalana başvursa da olur. Ama
hekim oğullarının dediğine göre soluk borusu
nasıl bir damla suyu dahi almak istemezse bunun gibi tarih de en küçük yalanı götürmez.”[8]
Lukianos, şiirin ve tarihin doğalarının birbirinden farklı olduğunu düşünür. Şiir hayalle,
özgür bir şekilde kurgulamaya ve anlatmaya dayanır. Şairler bir kahramanı anlatırken öve öve
göklere çıkarırlar, tarihçiler ise yalnızca gerçekleri yazarlar, anlatılarında gerçeklere bağlı kalırlar. Tarihin, şiirin yöntemini kullanarak hayale
dayalı bir anlatımı benimsemesi, aşırı abartma
ve yergi ifadeleri kullanması, kısaca hakikatin
yalın güzelliği yerine sözdeki güzelliğe yönelmesi, onu kendi doğasından uzaklaştıracak, sahte,
yanlış ve kurgusal ve yalan yanlış bir anlatım
biçimine dönüştürecektir. Şiirin dili sanatsal bir
7. Samsatlı Lukianos, Lukianos, Seçme Yazılar, I-II-III,
s. 388.
8. Samsatlı Lukianos, Lukianos, Seçme Yazılar, I-II-III,
s. 389.
6. Samsatlı Lukianos, Lukianos, Seçme Yazılar, I-II-III,
Çev. Nurullah Ataç, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1999. ,
s. 387.
22
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
dildir, görkemli ve süslü bir dildir. Abartır, yüceltir veya kötüler. Şiir tam bir özgürlük içinde
olmayı gerektirirken, şair şiirini hayal ve kurgu
ile istediği gibi kurmaya yetili iken, tarih alanında “olup bitene bağlılık” esastır. Tarihçi şair gibi
istediğini istediği gibi yazamaz, olaylara eklemelerde ve çıkarmalarda bulunmakta özgür değildir. Zira “tarih en küçük yalanı bile götürmez.”[9]
Şiir güzel söylemeye, tarih gerçekleri olduğu gibi
söylemeye yönelir. Şiirin hakikati sözdeki güzellikte, tarihin hakikati ise gerçeklere bağlılıkta
ortaya çıkar. Dolayısıyla şiir güzel söylediği, tarih de gerçekleri söylediği oranda amacına ulaşır.
“Demek ki şiirde aranacak “erdem”lerle tarihte
aranacak erdemleri birbirinden ayırmak, şiirin
bezekleri sayılan masalın, övgünün abartmalarını (mübalağalarını) tarihe sokmaya kalkmak çok
büyük bir yanlışlık olacaktır. Çınar gibi gürbüz,
etleri sert bir güreşçiyi bir yosmanın al giysileriyle donatır, yüzüne üstübeç çalarsan ne olur? Söyle Herakles aşkına! Gülünç etmez misin? Onuru
bir paralık olmaz mı o güreşçinin?”[10]
Peki, güzel işler övülmeyecek midir? Lukianos, tarih yazıcılığında övgüye de yer verir.
Ama bu övgünün dalkavukluktan ayrılması gerekir. Bu da övgünün hak edilmesi, sırası gelince gerçekleşmesi ve yapılan güzel işlerin gelecek
kuşakların bilgisine sunulması şeklinde olması
gerekir. Övgüyü dalkavukluk, eğlendirme, hoşa
gitme düşüncesi ile tarih yazıcılığına sokanların
yanlış bir iş yaptıkları görülür. Onlar bu hareketlerinden dolayı doğrulardan ve gerçeklerden
uzaklaşarak kurmaca bir dünya içine girerler.
Eğlendirmek, hoşça vakit geçirmek için tarih
yazılmaz ve okunmaz. Tarih yazıcılığı yalnız ve
yalnız hakikate, doğruya, gerçek ve asıl olana
yönelir. Bir anlatım güzel olursa bunda da bir
sakınca olmaz. Lukianos bunu güreşçinin gücüne fiziksel güzelliğin de eklenmesine benzetir ve
bunda bir beis görmez. Ama anlatım güzelliğini
sağlama adına hayali, fantezi, eğlendirici anlatımlara başvurmak, tarih yazıcılığının hakikat
anlayışıyla bağdaşmaz.
Lukianos, kendi zamanının tarih yazıcılığı
9. Samsatlı Lukianos, Lukianos, Seçme Yazılar, I-II-III,
s. 389.
10. Samsatlı Lukianos, Lukianos, Seçme Yazılar, I-II-III,
s. 390.
anlayışına, yukarıda sözü edilen “övgü” ve “yergi” dengesini koruyamadığından, bu nedenle de
giderek bir çeşit “dalkavukluk” sanatına dönüştüğünden ötürü karşı çıkar. Dönemin tarihçileri
gerçeği aramak yerine övgü ve yergiye, gereksiz
abartı ve duygusal söyleyişlere yer vermişlerdir.
Eğlendirici tarih, kendisini gerçeklere bağlılıkla
sorumlu görmez. Onun amacı hoşa girmek ve
eğlendirmektir. Bunu yapmak için de “övgü”yü
ve “yergi”yi öne çıkarır. Bu da gerçeklerden uzaklaşma ile sonuçlanır. Övgücü tarih, gerçeklerden
uzaklaşmış tarihtir. Oysa önemli olan gerçektir,
hakikattir, doğruluktur. Lukianos’a göre, tarihsel bir anlatımı güzel ve güçlü kılan şey, güzel
ve edebî bir dille ifade edilmesi değil, hâdisenin
kendine özgü yapısıdır.[11] Gerçeğe uygun olan
bir tarih, güzel anlatılmış bir tarihtir. Eğlenceye
ve hoşlanma duygusunun tatminine yöneldiğinde kendi doğasından uzaklaşarak şiire, efsaneye,
mitolojiye de dönüşür. Bu uyduruk tarihler, tarihi olayları tahrif ederler, gerçeği hiçe sayıp birtakım efsane kahramanlar uydurmanın derdine
düşerler. Onların bu çabası tarihin değil, olsa
olsa şiirin ve efsanenin doğası içinde yer alabilir.
Peki, tarihçiler bunu niçin yaparlar? Bir takım insanlara yapmadıkları kahramanlıkları
atfederek onları neden boş yere yüceltirler? Neden bazı kişileri göklere çıkarırlar, gerçek olup
olmadığını düşünmeden hayali tarihler ve olaylar uydururlar? Kuşkusuz tarihi, geçmişte olup
bitenleri doğru bir şekilde anlatmak için değil,
kendilerine bir gelecek aramak ve övdükleri kişiler tarafından çeşitli ihsanlara kavuşturulmaları
için yaparlar; bunun için kurguya başvururlar,
övgü dolu sözler sarf ederler. Böylece tarihsel gerçekliği değil, kendi çıkarlarını düşünürler.
Lukianos’un söz konusu bu çalışmasında ele
aldığı eleştiri konularından biri de tarihsel olayları günü gününe yazma girişimidir. Onun eleştirdiği husus günü gününe olayları kayıt altına
alma değil, bu işlemde kullanılan dilin bayağılığıdır. Bu tür bir çalışma hakkında şöyle der:
“Öyle bayağı bir dille yazılmış ki, bir erin, bir
işçinin yahut orduya katılmış bir satıcının kaleminden çıkmış sanırsın.” Lukianos, tarih yazımında, bir yazı dilinin kullanılması gerektiğini
11. Samsatlı Lukianos, Lukianos, Seçme Yazılar, I-II-III,
s. 391.
23
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
düşünür ve önündeki örneği “sokak dili” ile yazıldığı, bayağı söyleyişlere yer verdiği için eleştirir.[12] Ayrıca bir başka eleştiri nedeni de, esere verilen addan dolayıdır: “ Altıncı Mızraklılar Alayı
Hekimi Kallimorphos’un Parth Savaşları Tarihleri
gibi bir başlık çok abartılı bir niteliktedir.[13] Bu
hekimin, tarihi hekimlerin yazması gerektiği
yönündeki görüşünü de alaylı bir dille eleştirir.
Bir başka eleştiri konusu da, Lukianos’un ismini
vermek istemediği bir filozof tarafından yazılan
tarihe ilişkindir. O da tarihin filozoflar tarafından yazılması gerektiğini söylerken, aynı gereksiz iddiayı farklı bir açıdan yinelemiş olur.[14]
Bu dönemde geçerli olan bir başka tarih yazıcılığı da “eğitici öğretici” tarih anlayışında temelini bulur. Lukianos, tarihsel gerçekleri tahrif
ettiği gerekçesi ile bu anlayışa da karşı çıkar. Nasıl ki eğlendirici olmak adına yazılan tarih kitapları gerçekleri tahrif ederse, aynı şekilde eğitici
olmak adına yazılan tarih kitapları da, tarihsel
gerçekleri çarpıtır. Lukianos’un kendi zamanının tarih yazıcılığına ilişkin olarak eleştirdiği
örneklerinden biri de Thukydes’i öykünen, onun
gibi yazmaya çalışanlardır. Bunun olası nedeni
özgün olamamaları ve öykünme nedeniyle anlattıkları savaş ve olayların kendilerine özgü yönlerini kaçırmalarıdır.
Sonuç
Tarih ve edebiyat konusu, bir epistemoloji,
dil ve gerçeklik sorunudur. İnsanın tarihe ilişkin
ilgisinin temel sebeplerinden biri kendi kökeni
hakkındaki merakı, diğeri de kutsal kitapların
geçmiş hâdiselere yönelik sürekli hatırlatmalarıdır. Tarihsel bilginin, bilgi değeri açısından sorgulanması, metodolojisi, elde edilme yöntemleri
üzerindeki, tartışmalar, İbn Haldun’u dışarıda
tutarak söylersek, modern dönemde, tarihin bir
bilgi alanı olarak ortaya çıkmasıyla birlikte olmuştur. Tarih, daha önce bir yazım türü olarak
algılanmıştır; insanlara ibret veren, bilgi veren,
kısmen de onları eğiten, duygulandıran ve eğlendiren bir tür olarak görülmüştür.
Tarih ve edebiyat ilişkisinin ilk defa sorgu-
12. Lucian, The Works of Lucian VI, s. 59.
13. Samsatlı Lukianos, Lukianos, Seçme Yazılar, I-II-III,
s. 393
14. Lucian, The Works of Lucian VI, s. 27.
landığı eserlerden biri olan Tarih Nasıl Yazılmalı
adlı eserinde, Lukianos, tarih ve edebiyat konusunda felsefi bir duyarlılık ortaya koyar. Temel
sorun, bir tarih çalışmasının ne kadar edebiyat,
ne kadar tarih, hangi açılardan tarih, hangi açılardan edebiyat olacağıdır. Görünen o ki, Lukianos, her ikisini ayrı türler olarak kabul etmekte,
tarih yazıcılığını edebiyat yazıcılığından ayırmakta, kendi zamanının övgücü tarih yazarlarını da tarihçiden çok kendi imgelem güçlerine
dayalı olarak yazan şairler olarak görmektedir.
Hakikati dile getirmek demek, gerçeği ifade etmek ve aydınlatmak demektir. Bu açıdan söylendiğinde imgelem dünyasına dayalı olarak yazan
tarihçiler gerçeği aydınlatmak, görünür kılmak
yerine onu zamanın derinliklerine gömmekten
başka bir iş yapmazlar.
Lukianos, bu metninde, belirli ölçütler çerçevesinde edebiyat olarak tarihle bilim olarak
tarihi bir birinden ayırırlar. Edebiyat olarak tarihte, kurgulara, tasarımlara yer verilebilir. Çünkü onun amacı bir gerçeği anlatmak, bir gerçeği
ortaya koymak değil, kurgusal bir eser ortaya
çıkarmaktır. Tarih yazıcılığında ise durum farklıdır. Tarih yalnız gerçekleri yazmalıdır. Gerçeğe
uygun düşmeyen övgü ve yergiler tarih değil olsa
olsa kurgusal bir çalışma, bir masal ve hikâye
olabilir. Lukianos, çağdaş bir tarih felsefecisi
edasıyla, tarihte kurgu ve gerçeği birbirinden
ayırır. İşin içine kurgu ve hayal, övgü ve eğlence
girdiğinde, o zaman yazı, bir gerçeklik ve yaşanmışlık alanı olarak tarihten uzaklaşır; bir eğlence, övgü ve yergi sanatına dönüşür.
Biz de, Lukianos’a özenerek, tarih ve edebiyat
ilişkisi bağlamında, çorbada tuzumuz olsun diye
konuya bir iki soru ile katkıda bulunacak olursak, şunu sorabiliriz: Tarihsel bir çalışma edebiyat, yani kurgu ürünü de olsa, o gerçekleri tahrif
etme, olan bir şeyi olmamış, olmayan bir şeyi de
olmuş gibi gösterme hakkına sahip midir? Tarih
konusunda yazan bir edebiyatçı, kendi hayal gücünü konuşturmakta ne kadar özgürdür? Onun
tarihe karşı, tarihsel olay ve kişiliklere karşı
etik bir sorumluluğu yok mudur? İşte bunlar
Lukianos’un eserinden hareketle sorulabilecek,
hatta sormamız ve cevaplamamız için ondan
bize miras kalan sorulardır.■
24
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Estetiğin zaman verdiği can
MİLAY KÖKTÜRK
A
sıl anlamını kendisinin soyut cephesinde barındıran şey sadece şimdi ve
burada gözlemlenen mevcudiyetiyle
değil tarihi ile birlikte vardır. O şey, hele sanatsal bir ürün ise, bir kez imal edilip öyle kalmaz;
o, kendisiyle karşılaşan insan ruhunda hep yeniden varlık kazanır ve insan ruhu ile varlığını
sürdürür. Bunun en güzel örneği edebiyattır.
Edebî olan, tarihsel olandır. Diğer ifade formları gibi edebî ifade formları da tarihsel süreçte
üretilmiştir. Bitimli zaman dilimi, içine girdiği
estetik formla her daim canlı kalabilme niteliği
kazanmıştır.
Sayısız zihin kendi içyapısını dışa aktarmak
için sıradan ve güncel ifade biçimiyle yetinmeyip yeni ifade biçimleri aramış, mevcut formları genişletmeye çabalamış olmalıdır. İfade
imkânlarını genişleten üç unsurdan ilki sayısız
zihnin mevcudiyeti, ikincisi yüzlerce yıllık yaşanmış geçmiş, üçüncüsü de bu zihinlerin dışa
aktarılacakların niteliğine göre ve ona uygun vasıta arama eğilimleridir. İnsanın sahip olduğu
ifade imkânlarının kaynağı bunlardır. Dolayısıyla geçmiş ürünler hazinesi bilinmeden bugünkü ürün ve üretimlerin bilgisi ve kullanımı bir
yönüyle hep eksik kalacaktır. Belki edebî söylem
biçiminin tarihini izleyerek bu eksikliği gider-
meye çalışabiliriz. Ancak bu sözü edilen tarihi
nasıl izleyeceğimiz hususu fevkalade önemlidir.
Tarihten süzülüp gelen ürünler sadece geçmişin kalıntıları veya sıradan tanıkları mı? Onlar
sadece kendi somut mevcudiyetlerini mi taşır?
Bu ürünler “görünüşte ve gerçekten var olan”
ayırımı yapılmaksızın anlaşılabilir mi?
Varlıkları sadece “şimdi ve burada”ya dayanmayan, “artık var olmayan” çağların parmak
izini de taşıyan bu ürün ve üretimler fevkalade
kıymetli şeyler olmakla beraber, güncelin ruhunu, güncelin tasarım ve duygulanımının ötesinde kalan, el sürülmez nitelikli kutsal şeyler
değildir. Her edebî olan tarihteki bir bilincin
kurgusu ve kendi zamanının dile gelen sesidir.
Bu şu demektir: Bir işaret sisteminin formlarına
yerleşen ve onlara can veren bilinç sabitleşir ve
ölümlülerin çağını aşar. Bilinçten çözülen ifade
sabitleşmekle, akıcı yaşantının sonraki aşamalarında hep kendisi olarak varlığını sürdürür. Bu
yönüyle de âdeta geçmişin bugüne hamlesi, tarihin bugüne uzanan elidir. Onların asıl mevcudiyeti, onlara asıl varlığını veren, onda içkin olan
zihinselliktir. Bu görünümü aşar.
Edebî formlar neden vardır?
25
İnsanın dünyaya “fırlatılmamış” olduğuna,
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
“yaratılmış ve öğretilmiş” olarak yeryüzüne bırakıldığına inanıyorsak, o zaman ilk bildirimin
formatının ne olduğu sorusunu sormaksızın yapamayız. İlahi cepheden ona iletilen bildirim,
ilahi olanın hürmet uyandırıcı kudretine uygun
olarak, sıradan değil, seçkin olmalıydı. İnsanın
karşı karşıya kaldığı ilk bildirim belki de sırf estetik olmaya uzanan yolun başlangıç noktasını
teşkil etti. Belki de o ilk bildirim estetik varoluşun zirvesi idi! Buna kesin bilgi kipinde vakıf
değiliz.
İlk başlangıç ne ve nasıl olursa olsun, insanlığın varoluşuyla birlikte ete kemiğe bürünen bir
süreç vardır. Bu sürecin devamı nasıl cereyan
etmiş olabilir?
Kendisini kalıcı kılmak isteyen zihin, buna
imkân verecek bir ifade formu ile kendi içeriğini
ötekilere sunmalıydı. Sıradan olma herkesin doğal hâliydi ve sıradan olan sıradanca mevcudiyetini kendi varlığının sona ermesiyle beraberinde
alıp götürürdü. Sıradanlık kalıcılığın karşıtıydı.
Öyleyse, kalıcılık için, zamanları aşan ve diğer
bilinçlerde ilgi uyandıran bir ifade biçiminden
başka yol bulunamazdı. Başka bir cepheden bakalım… Bir zihnin kendisini dışa açmasının nedeni sadece kendini ötekine bildirmektir. İfade
ötekine bir kapı açtığı gibi, öteki de bu ifadeye
en azından kapısını kapamamalıdır. Bunun ilk
koşulu sıradanlığın dışına çıkmaktır. Bir ifade formunun seçkinliğini belirleyen en önemli özellik, onun yapı ve içerik olarak etkileyici
olmasıdır. İşte bu noktada estetik form kavramına ulaşırız. Sanatın etkileyici gücünü burada temaşa ediyoruz. Tarihteki insan da ötekiler
tarafından içselleştirilebilecek bir form olarak
sanatın gücünü fark etmiş olmalıydı. Gerçekten
de, bilincin karşı karşıya kaldığı sayısız uyaran
arasından sadece estetik nitelikli unsurlar zihin
üzerinde kalıcı etki icra etmektedir.
Edebî olanın dile gelmesi tarihselin konuşması demektir. Gelecekten söz edilse bile bu
böyledir. Yaşanmış geçmiş, edebî olan yoluyla
henüz yaşanmamış zamanlara da elini uzatır.
Bu bakımdan edebî olan, geleceği geçmişle, yaşanmışlıklar dizisiyle doldurur. Gelecek asla tek
başına ve kendi hâline bırakılmaz. Bu da ancak
edebî formla başarılabilir.
Form doğal yoldan elde edilen veya el al-
tında hazır bulunan bir şey değildir. O, bilincin ürettiği, yapısı bakımından kendisine özgü,
özel ve karmaşık bir şeydir. Bir bilinç onu kendi tekâmül sürecinin bir aşamasında üretebilir.
Onun yapısı yanında işlevi de tam bilinçliliğin
damgasını taşıyor olmalıdır. Edebî form ise bilincin gelişmişliği yanında derinliğini de işaret
eder.
Bilinç kendi çağının dünyasını edebî formlara yüklemiş olmalıdır. Bu nedenle ilk tarihsel
anlatılar edebî üründür. Kayda geçen ilk söylem,
kalıcı olmanın gereğini yerine getirebilir olmalıydı. Kalıcı olmanın diğer koşulu ise, üslubun
özneler arası bir geçerlilik ve kabul düzeyine
yükselmesidir. İşte böyle bir üslubu şiir taşır.
Herder, şiiri insan neslinin gerçek ana dili
olarak kabul etti. Bunun ilk nedeni, pür rasyonel ve doğuştan salt akılcı olmayan insanın doğal olarak bir duygu varlığı olmasıydı; duygular da ancak şiirsel söyleyişle dile getirilebilirdi.
İkinci neden ise, şiirin iç dünyanın bütününden
doğmasıdır. İnsanlığın kültür tarihinin başlangıçlarında akıl, duygu, dil ve düşünme, estetik
dilsel ifade eğilimi bir ve bütün olmalıdır. Sonraki süreçte bu yetilerin ağırlıklı olduğu ürünler birbirinden net biçimde ayrışmıştır. Aslında
hepsi dilsel ifade temellidir.
Buradan çıkarılabilecek kurgusal sonuçlardan biri, insanlığın kültür tarihinin anahtar
sözcüklerinin eylem ve söylem olması iddiasıdır.
Tek başına biri veya diğeri değil ikisi birlikte
mevcut olmalıydı. Her şey yaşanmış geçmişi dolduran eylemlerle ve bunların anlatımı ile oluştu.
Şayet söylem eylemsiz olsaydı insan kendi varlığının sınırlarını genişletemeyecekti. Şayet eylem
söylemsiz olsaydı, eylemekle olup bitmiş olacak,
ama başkalarınca bilinemeyecekti.
Mitolojik zihinle başlayan ve destansı anlatımla ilk etkileyiciliğini kazanmış olan zihnin
edebî ifade biçimini kullanma ve onu tekâmül
ettirme süreci, edebî ifadenin tarihsel yolculuğu
devam etmektedir. Ortaya konan her edebî eser
tarihe uzatılan bir köprüdür. Her edebî üretim
tarihin kendini gösteriş yoludur. Bir edebî eserde tarihselliği yakalayabildiğimiz ölçüde, onda,
bize başka bir anlam dünyasının kapısı açılır.
Edebî ile tarihselin güzide karışımını ayrıştırmamak lazımdır.■
26
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Uzak tutulan iki yakın tarih ve edebiyat
ERDOĞAN ERBAY
Tarih
Tarih, insanlığın ortak kaderi, medeniyetler akışının havzada biriktirdiği tecrübe edilmiş
mirasıdır. Tarihin teşekkülündeki bu ortaklık ve
birikimde, bazı devir ve milletler çok daha büyük roller oynarken, bazı devir ve milletler, tarihe
daha az katkıda bulunurlar. Bu hüküm, tarihe
yön verenlerle tarihin peşinde gidenler arasındaki
farkı ortaya koyar. Yani, tarih, tarihi yapanlarla
onlara yardımcı olanların inşa ettikleri alandır.
Tarih nezdinde, yöneticilik ve yönetenler, tarihi
yapanlar hükmüne tâbi iken, tarihin sürüklediği
insanlar ve yönetilenler, tarihin peşinden koşanlar hükmüne tâbidir. Bundan dolayıdır ki, tarih,
bazen büyük devlet ve kahramanların varlıkları
sayesinde harikulâde parlak bir tecrübeye, bir mirasa şehadet ederken bazen de kaos ve felâketin
yegâne sebebi olan topluluklarla sıradan insanların oyunlarını hayret ve ibretle dikkatlere sunan
bir vazife görür.
Ancak, tarih, yukarıda tasnife çalıştığımız ve
insanlığın her iki yönünü oluşturan unsurları,
yani bütün fertleri teker teker anlatarak yazılmaz. İnsanlığın tarihini organizede öne çıkmış
kahramanlar ile bunlara karşı çıkan olumsuz tipleri vesile kılarak, bu iki tipin kimlikleri etrafında mitik/mitolojik bir algı oluşturarak, insanlık
âleminin bütün özelliklerini yansıtan semboller
şeklinde karşımıza çıkarır.
Tarih, büyük ölçüde önce yaşanan, sonra da
muhtelif biçimlerde yazıya geçirilen bir özellik
taşır. Beşeriyetin vücut verdiği, soyut ve somut,
bütün bir tecrübenin adıdır. Fakat teşekkül ettirilen bu tecrübe, olumlu ve olumsuz bazı sembolik
kahraman ve hâdiselerin, fizikî ve ruhî varlıkları
üzerinden teşhis edilerek, beşeriyetin mazideki
tecrübesinin bütün özellikleri, temsil kabiliyeti
taşıyan kahramanların erdemleri ve ibretlik zavallıların zaafları aracılığı ile aktarılır.
İnsanın, kendine dair, sosyolojik ve psikolojik
koordinatlar çerçevesinde oluşturduğu bu ortak
alan, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde muhakeme
edilerek, olay ve hâdiselerin, sebep ve sonuçlarından imkânlar dâhilinde, ölçü olmak üzere bir hüküm oluşturur. Tarihî olayların sebepleri olduğu
gibi, sonuçları da çok önemlidir. Tarih dediğimiz
ortaklık, maddi-manevi, somut-soyut her türlü
vakanın varlık alanıdır. Tarih, insana ilişkin somut ve soyut tüm gerçek ve metafizik unsurların
birlikteliğinden doğmuştur.
Tarih, sebep ve sonuçları itibariyle, tarihi yapan birey ve toplumun dünyasına olduğu gibi,
bütün insanlığın varlığına da tesir eder. Meydana
gelen hâdiseler toplamı, bazen olumlu bazen de
olumsuz karakteriyle dikkatleri üzerlerine çekerler. İşte bu yüzden tarih; insanlık için gelişme,
değişme, refah ve medeniyet yolunda emniyet
telkin eden müspet adımlara kapı aralayabileceği
27
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
gibi; duraklama, gerileme, çöküş ve nihayetinde
felâketle yok oluş sarmalında vazife yaptığı da
müşahede olunur. Bu yüzdendir ki, tarihin müspet ve menfi, her iki cephesi/görüntüsü, insanın
tarihî yürüyüşünün şimdiki anına muhakkak
olan tesiri, geleceğine de tesir eder.
Tarih, zamanla kendi tabii şartları içerisinde
cereyan eder ve yaşanılır olmak imtiyazından çıkarılıp yapılır ya da düzenlenir bir yapmacıklık
köksüzlüğüne indirgenmiştir. Bu düzenlemeyi gerçekleştiren zihniyet, Kendi “yok tarihini”
kurmak için, Öteki’ne ait olanı saptırıp onu tarihinden şüpheye sevk ederek, “efendi”nin dolaşıma soktuğu tarihi benimsetmeye ve kabul
ettirmeye kapı aralamanın peşindedir. Tarih, bir
daha yaşanamayacağı için, tarihî kimliği ruhsat
altına alınarak herhangi bir şekilde belgelendirilememiş “efendi”nin, Öteki’nin bizzat yaşayarak
yaptığı, dolayısıyla kaidelerini belirlediği süreci,
sakat okumalarla, zihnî sapkınlığının düzmece
çıkarımlarıyla tersyüz ederek lehine çevirmek
için, yeniden yazımı denediği bir alandır. Her
şeyin belgeye/vesikaya dayanma zorunluluğuyla
birlikte, aklın doğruları dışında başka bir âlemin
varlığını da inkâr eden zihniyet, tarihi, salt “bir
kâğıt parçası” realitesine mutlak surette bağlayarak, belge/vesika dışında meydana gelen soyut
tarihin hakikatini de inkâr yolunu tercih etmiştir.
Edebiyat
Edebiyat, yeryüzünde yaşayan insanların
meydana getirdikleri ürünleri, “sanat” yönlerini
öne çıkararak, edebî olanın, şekil ve muhteva açısından gelişme ve değişmesini, kaideleri ve özellikleri bakımından anlatmaya imkân tanıyan bir
alanın adı olmuştur.
Edebiyat, sadece yazılı metinlerden meydana
gelmez. Yani edebiyatın malzemesi, yazıya geçirilmiş nesnelerden ibaret değildir. Yazılı ya da sözlü
olsun, edebiyatın yegâne vasıtası olan “dil” ile vücut verilmiş her edebî metin, her edebî meydana
getiriş, edebiyatın hanesine kaydedilecek neticelerdir.
Edebî metnin, tarihî süreç içerisindeki akışı,
zaman ve devirlerde farklı varlık alanlarıyla karşılaşmıştır. 1440 yılına kadar, toplum ve milletler,
his ve fikirlerini irticali/sözlü bir şekilde ortaya
koymuşlar, 1440’dan sonra matbaa ile beraber,
başlangıçta çok zor şartlar altında yazılıp basılır-
ken, basım ve yayın şartları kolaylaştıkça, “yazılı”
şekilde basımı yaygınlaşmaya başlamıştır.
Tarih yapamayan toplumlar, sanat, edebiyat
ve estetik adına eserler de üretemezler. Rüya görmeyen ferdin, cemiyetin hatta tüm insanlığın rüyasını görmesi de imkân dâhilinde değildir. Olacağı şey’in rüyasını, hakikatte önceden görebilen
fertler, şimdiden geleceği nasıl kuracaklarını da
biliyorlar demektir. Bu rüya, gündelik hayatın,
sıradan nesnelerinin şuuraltına sızmış komplekslerinin, bir kâbus olarak meydana geldiği, görüldüğü bir rüya değil, mesuliyetin tecelli ettiği hakikatin vuku bulma alanıdır.
Sanat ve edebiyat üretmeyen cemiyetler, ya
geçmişte gördükleri rüyanın tesiriyle, şimdiyi
anlamlandırmak, çağa söyleyeceği ve söyleteceği
ilahî ve insani erdemler coğrafyasından bizatihi
uzaklaşmış olurlar ya da terakkinin önündeki engelin yani skolastiğin kuşatması altında hep geçmişi olduğu gibi yaşamayı düstur hâlinde devam
ettirip dururlar.
Sözlü ve yazılı biçimde, zihnî ve kalbî faaliyetlerinin diriliğini ispata kâfi mahsullerin varlığından mahrumiyet mıntıkasına düşen fert ve
cemiyetler; başlangıca yani kökene bağlanma ya
da varlığının başına dönme arzusu çerçevesinde,
lüzumuna binaen sığındığı dünün kucağında
varoluşunu sürdürmenin huzurunu duyarken;
an’ın ayaklarının altından kaydığını, bir süre sonra da, kendisini büyük bir boşlukta bulacağının
farkında değildir. Dün, yaşanmışlık olarak, bir
imkândır, dolayısıyla inkâr edilemez. An’ın sağlam duruşu, dünün tecrübeleriyle sağlanmıştır.
Ancak, her an, düne teslim edilmeye başlanınca, varlığa ait bir meselenin kapısı da aralanmış
demektir. Çünkü davası olan bir medeniyet ve
mensupları, varoluşlarının yegâne prensibi, mükemmele, en güzele ve sonsuza ulaşma/ulaştırma
düşüncesinden uzaklaşmış, iddialarında atalete
düşmüşler anlamına gelecektir. Tefekkürî bir endişe taşınmıyorsa eğer, uyulası gereken umdeler,
başkalarının dayattıkları ifsat edici ideolojik esaslar olacaktır.
Tarih ile Edebiyata
Tarih yazımı, başından itibaren an’anevî ve
tahlilî manada iki esas üzerine konumlandırılmıştır: Bunlar, “gerçekçilik” ve “dokunulmazlık” ilkeleridir. Tarih için belirlenen ve tarih dediğimiz
28
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
alanı salt olgulardan ibaretmiş düşüncesini insan
zihnine kazıyan, tahlilci ve kavram meraklısı bakış açısı, geldiğimiz noktada büyük oranda geçerliliğini yitirmiştir. Dolayısıyla, tarih için başta
değişmez kurallar olarak ortaya konulan ölçüler
aşınmış, belgelerin konuştuğu ve kesinlikten taviz
vermemesi gereken tarih disiplini, bir çözümsüzlükle karşı karşıya kalmıştır. Aslında, hemen her
zaman olduğu gibi, en yakın geçmişte yaşanan,
ferdî veya umumi hâdiselerin dahi, yazılması esnasında, birçok farklı düşünce ve bakış açısı gündeme gelmekte, meydana gelen hâdisenin/vakanın, yeniden inşası söz konusu olmaktadır. Her
yazma ve inşa meselesi, kasıtlı olmasa da, olanın
hakikatini, bazen tamamen, bazen de kısmen ortadan kaldırmaktadır. Bu yüzden, hiçbir hâdise/
vak’a, araya giren zamandan kaynaklanan uzaklığa bağlı olarak, vuku bulduğu şekliyle aynen
anlatılması mümkün değildir. Mesele bu noktaya
geldiğinde, geçmiş/tarih, ona vücut veren, ferdî
ve sosyal hâdiseler yekûnunu, vuku bulduğu andaki hakikatine uygun biçimde ortaya koymak
imkânsız hâle gelir. Yani, tarih dediğimiz alanın,
son yıllarda gelip dayandığı belirsizliğin temel nedenlerinden birisi hatta en önemlisi, tarihin, metodolojik olarak “gerçekçilik” kafesine mahkûm
edilmiş olmasıdır.
Shelley Walia, Edward Said ve Tarih Yazımı
adlı çalışmasında dikkat çektiği bir husus, yukarıda ifadeye gayret gösterdiğimiz, yani, “tarihin mi
edebiyata, edebiyatın mı tarihe doğru” gittiği meselesine ışık tutar: “Tarihin edebî bir eser ve tüm
tarihsel kaynakların metinler arası olduğu düşüncesi, pozitivistlerin epistemolojik nosyonlarını
sorgulanır hâle getirmiştir.”[1] Çünkü, pozitivist
felsefenin kesinliği tartışılmaz determinist bakış
açı, sebep-sonuç ilişkisi dışında, tarihte izah edilemeyecek şeylerin de vukua gelebileceğini yok
saymıştır. Günümüzde, hakikaten bütün tarihin
ve tarih metinlerinin, metinler arasılık başlığı
altında, edebî türlere aktarılması, sayfalara yapıştırılması, birtakım denemelerin ardından elde
edilen sonuçların, bazı kavram ve tahlillere zemin
hazırlaması, pozitivist yol göstericinin, bilgi teorisi açısından ürettiği prensipleri sorgulanır hâle
getirmiştir. Bu durum ise, tarihin, akli deliller
1. Shelley Walia, Edward Said ve Tarih Yazımı,
Everest Yay., İst. 2004. s.13.
vasıtasıyla beyan edilen makul neticelere hapsedilemeyecek bir alan olduğunu, yeni tarih kuramlarının tartışılması gerektiğini açıkça göstermiştir.
Tarihin, edebiyat eserlerine nazaran, teorik temellendirme ve kuram çerçevesi açısından geride
kalması, münekkidin, dolayısıyla kuram ve kuramı ortaya koyanın, her edebî metne gösterdiği
ilginin, tarihçiler arasında rağbet görmemesinden kaynaklanmaktadır. “Belgesiz tarih olmaz”
ön yargısının kör ettiği tarih yazarı, çoğu zaman,
olaylar arasında tesadüf edilebilecek ilişkiler ağını
da ıskalamış olur: “Esas olarak tarih, belgelerden
edinilen bilgidir. Ancak, belgelerin hiçbiri olayın
kendisi olamayacağından, tarihsel öyküleme bütün belgelerin ötesine geçer.”[2] Zira, geleneksel
tarihçiler ile yirminci yüzyıl tarihçileri arasında
farklılığı belirleyen ölçü de, geleneksel tarih yazarının tarihe yüklediği tarafsızlık, gerçekçilik ve
hakikat algısının, gerekli ama vazgeçilmez olmadığı düşüncesinin ortaya çıkmış olmasıdır. Tarihi
yapan unsurların, tarih yazımında da aynen geçerli olduğu, tarihî sürecin geride bıraktığı sözlü
ya da yazılı metinlerle kurulacak, öğrenme ve anlama faaliyetinin gerçekleştiği ilişkiler toplamıdır,
dersek yanlış olmaz: “Tarihin, tarih yazımından
başka bir şey olmadığı, kültürel etkilerle inşa
edilmiş bilgi, inanç, şifre ve âdet biçimlerinden
oluşan bir kümeyi temsil eden mevcut metinlerle
diyalektik bir ilişki içinde olan bir okuma pratiği
matrisinden ibaret olduğu söylenebilir.”[3]
Söz bu noktaya gelince, sorulması gereken
soru da belirginleşmiştir. Mademki, tarihin işi,
geçmişi anlatmak, peki, bu anlatımı ne şekilde
yerine getirecek? Ya da, geçmişi araştırmak ve anlatmaktan vaz mı geçmelidir? Geleneksel olarak,
kavrama yüklenen anlamları arayan ve beklenen
görevleri yerine getiren bir bilim olmaya devam
mı edecek, hakikatte, hiçbir peşin hükmün arkasına sığınmadan, geçmişte meydana gelen
hâdiseleri anlatması mümkün olacak mıdır? Bu
üç başlıkta sorulanları bir tarafa bırakıp tarih,
bir sanat hâline mi dönüşecektir? Her ne şekilde
olursa olsun, modern ya da postmodern, geçmişe
dair yapılacak her araştırma, değerlendirme, kurma ve yıkma çabaları, olumlu-olumsuz sonuçları
2. Paul Veyne, Tarih Nasıl Yazılır?, (çev: Nihan
Özyıldırım), Metis Yay., İst. 2014, s. 19.
3. Shelley Walia, Edward Said ve Tarih Yazımı,
Everest Yay., İst. 2004. s.15. (Keith Jenkins’den)
29
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
ile, bir yorumlama ve bilme eylemi olarak devam
edecektir. Atılacak adımların tamamı, dünün
daha sağlıklı bir şekilde günümüze taşınması noktasında dondurmadan sürecin işletilmesi
olacaktır: “İnşa etme, yeniden inşa etme ve yapıbozumu, hepsi de geçmişin değerlendirilmesi
faaliyetidir.”[4]
Aslında, tarih ve edebiyat, öncelikle anlatıdır.
Her iki alan da, insanla ilişkilidir. İnsanın yapıp
etmelerini, kültürel birikimlerini, öznel ve farklı
bakış açılarıyla sunarlar. İnsanı, tabii ki, ürettiği kültürel ve tarihî mirası, fizik bilimi gibi
açıklamak yerine, anlamak üzerine kurulmuş
bir bakış açısı belirlemişlerdir. Hatta şunu söylemek yanlış olmaz: Tarihin, edebiyatın alanına
girdiği endişesi, aslında başlangıçta tarihe biçilen çerçevenin eksikliği ile alâkalıdır. Çünkü
tarihin, bir kısım tarihçilerin yok saymalarına
ve ısrarla karşı çıkmalarına rağmen, kurgu dünyasıyla zannedildiğinden çok daha fazla ilişkisi
vardır. Aktörü insan olan tarihin, söylem geliştirirken kullandığı dil, insana ait olan dildir.
Aynı şekilde, yegâne malzemesi dil olan edebiyatın, söylem geliştirirken temel hedefi de,
insandır. O hâlde, tarihle edebiyat arasındaki
bu ortaklıktan yola çıkarak, bir “söylem birliği”
ortaya konulabilir. Her iki âlemi, kendi dünyalarına hapsetmek yerine, tek başlarına yapamadıklarını, birlikte başarabilecekleri noktasına taşımak yerinde bir davranış da olabilir.
Özellikle, Tanzimat’tan bu tarafa, disiplinler
arası temasın neredeyse yok edildiği bir anın
sakatlığı da, bu vesile ile izale edilmiş olur, en
azından atılacak bir adıma zemin hazırlanabilir. Yani, tarihle edebiyat arasındaki kurumsal
sınırlar yeniden sorgulanır, münakaşa edilir bir
duruma taşınabilir.
“Tarih gerçek bir romansa”, tarihin edebiyata ya da edebiyatın tarihe doğru adım atması, yadırganmamalıdır. Tarih ve edebiyatı
yapan insan ise, insan denilen varlığı rolünden
uzaklaştırarak, türleri veya alanları anlatma
imkânımız da yok demektir. Tarih ve edebiyatı
birlikte oluşturan insan, her iki tarafta da varlığının dikkate alınmasını arzu eder. Dolayısıyla,
insan merkezli iki alanın müşterek yönlerini de
inkâr etmemek lâzımdır. Edebiyatın belgeye ne
4. Shelley Walia, Edward Said ve Tarih Yazımı, Everest
Yay., İst. 2004. s.16.
kadar ihtiyacı varsa, tarihin de, estetik ve hayal
gücüne o kadar ihtiyacı vardır. Kurumsal alanların ihlâl edilmezliği gibi bir dayatmanın, her iki
kurumu da kendi alanlarına mahkûm ettiğini
söylemek de bir hakikatin teslim edilmesidir.
Sözü, genelden özele taşıyarak bir meseleyi daha münakaşa ve mütalaa etmek lâzımdır.
Tanzimat’tan sonra, Osmanlı şiirinin uğradığı
haksızlık, hatta bu edebiyatın reddedilmesi, kanaatimizce, tarih karşısında edebiyatın, ikinci sınıf
varlık alanına itilmiş olduğu on dokuzuncu yüz
yılın bir günahıdır. Edebiyat, kurumsal kimliğini inşa ederken geçmişten ana taşıyabileceklerine
yüz çevirmiş, bundan dolayı, geleceği kurmak
iddiasından da feragat etmiştir. Tarihi çalınan
toplum, edebiyat da yapamaz hâle gelince, tarihi
inkârı bir maksat olarak belirlemiş, üretemediği
sanat ve edebiyatı da, başkalarına ait alandan taşıyarak yeniden ama tamamen temelden yapma
ilkelliğine maruz kalmıştır. His ve hayalleri budanan insanımız, tarihî süreçte tabii olarak meydana getirdiği sanat ve edebiyat eserlerine vücut verme görevini de, aydın’a havale etmek durumuyla
yüzleşmiştir. O gün inkâr edilen ve yok sayılanın, bugün postmodernizm adına yeniden hatırlanması, on dokuzuncu asırda hakkı elinden
alınan edebiyatın, tarihten intikam alışı olarak
yorumlamak bir noktaya kadar yanlış değildir.
Çünkü modernizmin vaatleri ile kandırılarak,
fizikî ve ruhi köklerinden koparılan insanoğlu, kapitalizmin yükünü çekebilmek için daha
fazla çalışmak ve kazanmak derdinden başını
alamadığı için, sanat, estetik ve edebiyat adına eserlere vücut veremez duruma düşmüştür. Bugün, sanat ve edebiyat eserlerine vücut
vermek yerine, tarihe ait metinlerin, metinler
arası ilişkiler bağlamında, ruhu yok edilerek,
hatta, çoğu zaman dondurularak kullanılması; hatıra ve günlüklerin, yalnızca bir malzeme
olarak takdim edilmesi, sahiciliğini kaybetmiş
inanların, bir kökene tutunma gayretlerinden
başka ne olabilir? Maddi manada üretmeden
harcayanlar, kültürel manada da, tüketmenin
peşinde koşmuşlardır. Tarih yapamayanlar,
edebiyatta da muhtaçlığı derinden yaşarlar.
Edebiyata muhtaç olan kimse, tarihini harcayarak yaşar. Dün tükenmişse, bundan böyle,
yarın iddiası da ortadan kalkmış demektir.■
30
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Edebiyatla tarihin akrabalığı
YAHYA AKENGİN
İ
lk ve ortaöğretim yıllarımızda tarih kitaplarında okuduğumuz konuların sonunda
bazen “okuma” başlığı altında edebiyat metinleri yer alırdı. Bunun unutamadığım örneklerinden birisi, Yavuz Sultan Selim’in, hocalarından İbn
Kemal’le atlarına binmiş yan yana seyir hâlinde olduğu bir sırada, İbn Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamurun, Yavuz Selim’in hırkasına yapışması
olayını anlatıyordu. Sultan Selim gibi titiz ve asabi
bir şahsiyet için bu affedilmez bir durum olmalıydı. İbn Kemal bu duygu ve düşünceler içerisinde
dalıp acı acı düşünürken Yavuz Selim durumu fark
ederek Hocasına seslenir: “Üzülmeyin hocam, sizin
atınızın ayağından hırkamıza sıçrayan bu çamur
benim için şereftir. Bu hırkayı saklayacağım, ayrıca
vasiyet edeceğim ki öldüğümde tabutumum üzerini sarsınlar…” Söz konusu hırkanın hâlen Topkapı
Sarayı’nda padişah elbiseleri kısmında muhafaza
edilmekte olduğunu da hatırlatalım.
Bu tür “okuma” parçaları bizim hayal gücümüzü kamçılıyor, duygu dünyamıza zenginlik katıyor,
tarihe olan merakımızı artırıyordu. Lisedeyken tarih
hocamızın Yavuz Selim’in Mısır Seferini anlattıktan
sonra aktardığı bir hikâyecik vardı. Sefer sırasında
Yavuz Selim, çok sevdiği veziri Sinan’ı kaybetmiştir. Dönüş yolunda yanındakilere “Mısır’ı kazandık
ama Sinan’ı kaybettik…” dedikten sonra gözyaşlarını tutamadığı ifade ediliyordu. Kıymetli bir devlet
adamının büyük fedakârlıklarla fethedilen bir ülkeye
eşdeğer tutulması, bizleri büyük olayların yanı sıra
büyük insanlar üzerinde düşünmeye götürüyordu.
Tarihin konularına işte bu tür yaklaşımlarla ilgi
çekilebiliyor, böylesi yöntemlerle tarihin sevdirilebileceğini anlamış oluyorduk. Söz Yavuz Selim’den
açılmışken devam edelim. Lise yıllarımızda Feridun
Fazıl Tülbentçi’nin Yavuz Sultan Selim Ağlıyor isimli
romanını okumuştum. Şehzade Selim, ülkesini nüfuz alanına dönüştürme faaliyetlerinden dolayı komşu ülke hükümdarına içerliyor ve bu yüzden babası
İkinci Beyazıt’a karşı taht kavgasına hazırlanıyordu.
Yavuz’un, Sancak Beyi olduğu Trabzon’dan bir gece
vakti yola çıkmadan önce, gönlünü kaptırmış olduğu Rum dilberi Aspasya’yı bularak ona veda öpüşleri
kondurduğu sahneyi gözümüzde canlandıran bu roman, içimizin derinliklerindeki romantizmi de harekete geçiriyordu. Söz konusu romanın biraz fantastik
bir metin ve popüler tarih ürünü olduğu gerçeğini
sonradan fark etmiş bulunmamız, tarihin o dönemi
ile ilgili izlenimlerimize zarar vermediği gibi, farklı
yanlarını da öğrenmemizin de yolunu açıyordu.
Bilim açısından belgesi olmayan tarih olaylarını
tarihten saymama yaklaşımına hak verilmesi gerektiğini düşünmekle beraber, sadece belgelerle sınırlandırılan tarihin de biraz kuru ve zevksiz kaçacağına inanırım. Hatta efsanelerin, tarihe bakış açımıza
farklı boyutlar kazandırdığını, dolayısıyla bazen rivayetlerle iç içe sergilenen tarihin, fikir yürütme, analiz
yapma alanı oluşturduğunu düşünürüm.
Kronolojik tarihte insan gerçeği son planda kalır.
Ama efsanelerin, rivayetlerin ve edebî metinlerinin
31
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
eşlik ettiği tarihte insan ön plana çıkar. Edebiyatla
tarihin en güçlü akrabalığı da bu noktada kendini
gösterir. Edebiyat tarihe, tarih de edebiyata davetiye
çıkarır. Bu davetlere icabet etmeler neticesinde estetikle gerçekliğin, mantıkla olayların buluşması söz
konusudur. Duygu ve düşünce dünyamızda böylece
şölenler yaşanabilir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdat Seferi anlatılırken cephelerde ve cephe gerisinde cereyan eden
birçok olayın varlığını öğrenebiliriz. Ama Evlad-ı
Resul Türbedarı, yoksul ve çileli Fuzuli’nin Cihan
Padişahı ile bir türlü görüşemeyip yazdığı arzuhal
sonucu Evkaf İdaresinden kendisine maaş bağlanmış
olması bambaşka sayfalar açar önümüze. Bağlanan
bu maaşı bir türlü alamayan Fuzuli’nin Hükümdara
yazmış olduğu Şikâyetnamesindeki “Selam verdim
rüşvet değildir deyu almadılar…” mısrası devrin ihtişamının suratında patlayan bir tokat gibi silkeler bizi.
Kanuni Sultan Süleyman Devri, vakıflar ve rüşvet…
Bir şiirin bir mısrası koca bir dönemin manzarasını,
alttan alta çürüyen yanlarını bir roman hacminde
sergiler niteliktedir.
Biraz daha gerilere giderek on beşinci yüzyılda
Eşrefoğlu Rumi’nin yakınmalarını hatırlayabiliriz.
Eşrefoğlu, zamanının hâl ve gidişatını anlatırken
“Makamların liyakate göre değil rüşvet ve iltimasla”
dağıtılmakta olduğunu bu yüzden zamanın
bozulduğunu söyler ki bu, günümüzün bazı hastalıklarının ne kadar derinde olduğunu bize düşündürür.
Bir edebiyat eserinin kendisi de zamanla tarihin
bir parçası olabiliyor. Mesela Yahya Kemal’in şiir ve
yazılarında anlattığı İstanbul artık tarihten bir sayfadır. Eylül Sonu şiirinde tasvir edilen “Kanlıcanın
ihtiyarları” artık geçmişte kalmış bir sosyal figürdür.
Çünkü o nesil artık yok denecek derecede sahneden
çekilmiştir. Peyami Safa’nın Mahşer romanındaki
Çanakkale Savaşı sonrasının İstanbul’u da artık tarihten bir sayfadır. Yaşanan ve geride kalmış o devri,
bu romanı okuyarak özümser, tarihin bir zaman aralığına süzülmüş oluruz.
Tarihin aynasına baktığımızda yüzümüze mahcubiyet dalgaları yayan durumlar kadar kıvancını
hissettiğimiz sayfalarını da yine edebiyatın kılavuzluğunda daha derinlikli algılarız. Necip Fazıl’ın “Hani
Yunus Emre ki kıyında dolanıyordu/ Hani ardına çil
çil kubbeler serpen ordu…” mısralarındaki devir de
bizim devrimizdir ve iftiharımızdır.
İvo Andriç’in Drina Köprüsü romanı üzeri-
ne lehte ve aleyhte çok şey yazılmış, söylenmiştir.
Drina Köprüsü’ndeki Osmanlının hışmını da adaletini de sergileyen yazarın bence en önemli yanı
“Osmanlı Barışı”nı simgeleyen şu hikâyedir: Drina
Köprüsü’nün iki yakasında yer alan Vişegrad’da iki
insan arasındaki muhabbeti ifade etmek için yaygınlaşmış bir söz nakledilir: “Biri birlerini öyle seviyorlar
ki Hoca ile Rahip gibiler…” Andriç’in aleyhimizde
sayılabilecek bazı anlatımlarının yanında ortaya koyduğu bu tespit, öne çıkmayı daha çok hak eder. Günümüzde misyonerliğin anahtarı olarak kullanılan
“dinler arası diyalog”un doğrusunun “dindarlar arası
diyalog” olduğunu böylece bir romanın dünyasında
yeniden keşfederiz.
Edebiyat eserlerinin, tarihin tercümanlığı görevini üstlendiklerine dair sayısız örnekleri sıralamak
mümkündür. Yanı sıra tarihin de şair ve yazarlara
işlenmesi gereken zengin hazineler sunduğunu da
bilmeliyiz.
Edebiyat eserleri bir kültür birikiminden beslendiği ölçüde değer kazanır. Bu kültürün önemli
sütunlarından biri tarihtir. Ne var ki edebiyat ürünlerinin görevinin tarihi anlatmak değil, yansıtmak
olduğunu da unutmamak gerekiyor. Anlatma ile
yansıtmanın hem yol ayrımını hem yol kesişmesini
tayin edici unsur ise estetik ögeler olmalıdır. Estetik
ögelerden biri de dil ve anlatım zevki olsa gerek.
Bu yazıyı otuz, otuz beş yıl önce bir Topkapı Müzesi ziyaretinin ardından yazmış olduğum şiirimle
bağlama arzumun hoş karşılanması dileğiyle…
32
TOPKAPI’DAN
Durur sırmalı kaftanlar camekânda
Esir kafeslerinde elmas taşları
Gülabdanlar şimdi gülsüz mekânda
Nerede Yavuz Selim Han’ın gözyaşları
Her biri bir devrin gülüşleri ile nakışlı,
Mahzun kalmış bahçelere benzer çiniler
Suskun saatler duvarlarda Viyana bakışlı
Hürrem Sultan’dan Sarı Selim’e ninniler,
Hangi sandıklarda gören var mı?
Nil vadisinde türkü söyleyen yeniçeri,
Budin’den gelme şu kabzada kalmış elleri
Gördüm altın ışıklı şamdanların kuytusunda,
Nefî’yi coşturan çeşmi bülbülleri
Topkapı’yı saadetli uykusunda,
Gezdiğim bir rüyadır yoran var mı? ■
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
GÜZ Nerde aşkı ansam orda hep karşıma sen çıkardın
DAYANDI Sevdan ile yana yana tandırdan külüm çıkardın
KAPIMIZA Derdin ile gamzedeyken tutup elimden çıkardın
Cümleleri parçalayıp sözümden hüküm çıkardın
Toz olmuş rüzgâr beklerken beni külümden çıkardın
Sevmenin kıymeti olmaz dökmeyince gönül terin
Yollarda şaşırıp kaldım kime sorsam demez yerin
Haramiler yolu tutmuş bari başka yol gösterin
Hangi köprüden geçeyim sular coşkun sular derin
Aklım karma karış ettin geldin yolumdan çıkardın
TAYYİP ATMACA
Ne deryaları dolaştım ne de bahri olup yüzdüm
Kâh dışıma çıkıp yattım kâh içimde ama gezdim
Doksan dokuz defa hasret tespihini cana dizdim
Say ki seni tanımadan çaresizdim kimsesizdim
Düştüm heva kuyusuna tutup kolumdan çıkardın
Görenler dışımı görür içimde yara kabarır
Kapımıza güz dayandı yeşil yapraklar sararır
Bazen kışlar yaman olur gövdeden dalı koparır
Nere gidersem gideyim yalnızlığım önce varır
İçerimi körük ettin ahı dilimden çıkardın
Yer döşeğim taş yastığım gece yorgan oldu yattım
Kendi kendime gücendim derdimi içime attım
Zorla kervana yetiştim birkaç parça malım kattım
Bedestende bezirgâna kıymetinden aza sattım
Parmağın deldi göğsümü gamı telimden çıkardın
Ne ceylana nişan aldım ne de bir karaca vurdum
Boş sözlerle şişirmişim zurnacı gibi avurdum
Yüreğimi lime lime edip Leyla’ya kavurdum
İçimde dolaştım durdum har vurup harman savurdum
Dertli başım gezdirdiğim kendi çölümden çıkardın
Dünya malı kullandığım benim değil sakladığım
Yarın suçum çıkar orda kendimden de sakladığım
Verdiklerim önden gider azık kalır sakladığım
Yüreğimde beslediğim büyüttüğüm sakladığım
Kamış gibi oydun içim sesin telimden çıkardın
İnsandan insana kaçtım insan içimde dolaştım
Bilemedim nasıl oldu nasıl bir derde bulaştım
Aza razı olmak için çokça nefsimle dalaştım
Yalan dünya dizisinde rol oynamaya çalıştım
Düştü ihtiyar Atmaca avda bölümden çıkardın
33
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
NEDİR
Halin nedir senin söyle ey dünya
Mutlak ırmakların sahibi kimdir
Dolanıp duruyor içinde zaman
Aldın mı sattın mı darası nedir?
Kendini kendine küstüren rüya
Nasıl bölünüyor geceyle gündüz
Ah ile geçiyor ömürden günler
Sarabilmiş olsak yarası nedir?
Bir şey var her şeyin önde geleni
Kendine bir mezar yapacak kadar
İmtiyazı olur ancak dünyada
Menzilden menzile arası nedir?
Devir değişiyor insanlar tuhaf
Gönülden gönüle varılamıyor
İnsan insan ile kardeş değil mi?
Beyazı, sarısı, karası nedir?
NURETTİN DURMAN
34
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Tarihin, edebiyat sinema ve
televizyonda yeniden üretimi
CAFER GARİPER
S
on
yıllarda
tarihin
edebiyat
eserlerinde, sinema filmlerinde ve
televizyon dizilerinde geniş bir şekilde
malzemeye dönüştürüldüğü kalem ürünleriyle
ve yapımlarla karşılaşıyoruz. Şüphesiz bunda
tarihin geniş bir malzemeye sahip olması kadar
merak ögesi taşıyan öyküleri içinde barındırması
da rol oynamaktadır. Her şeyden önce yazar,
şair ve sinema yapımcısı için tarih, üzerinde
çalışacağı, değiştirip dönüştürebileceği, farklı
bakış açılarından yaklaşabileceği, ekleme ve
çıkartma yapabileceği bir ana metinsellik
özelliğine sahiptir. Bu da gerek yazar ve şairlerin
gerekse sinema ve televizyon yapımcılarının
önünde hayal gücünün üzerinde çalışabileceği,
farklı bakış açılarından yaklaşabileceği,
değişik söylemler geliştirebileceği, yorumlar
getirebileceği hazır bir malzemenin bulunması
anlamına gelir.
Tarihe verili bir malzeme olarak yaklaşan
sanatçı, ister tiyatro, opera ister roman, sinema
yahut televizyon filmi vb. ortaya koymaya
Yazar, şair,
televizyon
dizisi ve sinema
yapımcısı değişik
amaçlarla tarihe
yaklaşabilir.
Bunları
eğlencelik, ticari,
sanatsal, ideolojik
ve pedagojik
amaçlar ve
yazma/yapma
biçimleri
etrafında
toplamak
mümkündür.
35
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
çalışsın, sonuçta ortaya koyduğu eser yeniden
üretim, yeniden yapma, yeniden yaratma yahut
yeniden yazma şeklinde varlık kazanacaktır.
Çünkü tarih, var olan, kayıtlara belirli bakış
açılarıyla geçmiş bir anlatıdır, bir metindir.
Tarihe yaklaşan kişi onu ya yeniden yazacak
ya da göstergeler arasılık çerçevesinde kimi
dönüştürmelere başvurarak başka bir sanat
dalının ifade araçlarıyla yeniden üretecek/
yapacak, görünür kılacak, Paul Ricoeur’un
ifadesiyle
yeniden-biçimlendirmeye
tâbi
tutacaktır. Bu noktada tarihin şiir, hikâye,
roman, tiyatro gibi edebî türlerden başlayarak
resim, mimari, heykel, sinema, televizyon filmi
gibi görsel sanatlara kadar geniş bir malzeme
sunduğu bir durumla karşılaşılır. Tarihi,
malzeme olarak kullanan sanat eseri, tarihi sanat
eserine dönüştürürken tarih de sanat eserini
tarihselleştirecektir. Böylece iki metne, biçime
yahut forma ait özelliklerin kesiştiği ara bir ürün
ortaya çıkacaktır.
Sanat eseri ortaya koymaya çalışan kişi
konusunu, biçimini ve söylemini, mitoslardan,
yaşanmış bir olaydan, günlük hayattan, daha
önce ortaya konmuş edebî metinlerden, kutsal
anlatılardan alabilir, bu tür metinlerden
yararlanabilir. Yahut kendisi yeni bir kurgu,
konu, biçim, söylem icat edebilir. Ya da geniş
bir açılıma sahip olan tarihten yararlanabilir.
Önünde açılan seçenek çoktur. Tarihi malzeme
olarak seçen kişinin tarihe yönelmesinde
öncelikle itici bir gücün olması gerekir. Bu itici
güç, birinci planda tarih merakı ve bilgisi, ikinci
planda ise ideolojik algı (dünya algısı, olayları/
olguları değerlendirme biçimi) şeklinde belirir.
Bu [ilk] aşamadan sonra kişinin tarihe yaklaşma
amacı ve biçimi sanat eseri üretiminde etkili
olur.
Yazar, şair, televizyon dizisi ve sinema
yapımcısı değişik amaçlarla tarihe yaklaşabilir.
Bunları eğlencelik, ticari, sanatsal, ideolojik ve
pedagojik amaçlar ve yazma/yapma biçimleri
etrafında toplamak mümkündür. Yeniden yazma
yahut yaratma/yapma yoluyla,
1. Tarih, eğlencelik bir malzeme sunabilir.
Aslında eğlencelik öge tarihten çok yazarın,
yapımcının olay ve olguları değerlendiriş
biçimiyle ilişkilidir. Yazar ya da yapımcı tarihte
eğlencelik olay veya konu bulabileceği gibi tarihî
dönemlerden çeşitli kesitleri, kişileri parodileştirip
ciddi bir durumu komikleştirerek eğlencelik bir
ürüne dönüştürebilir. Bunu yaparken de ortaya
eğlencelik bir ürün koymayı amaçlar. Tarihin
eğlencelik malzemeye dönüşmesini İhsan Oktay
Anar’ın Yedinci Gün, Hakan Erdem’in Kitab-ı
Duvduvani romanlarıyla Claude Zidi’nin
yönetiminde çekilen Asterisk ile Oburisk ve
Gani Müjde’nin senaryosunu yazarak yönettiği
Kahpe Bizans filminde görmemiz mümkündür.
2. Tarih,
ticari
bir
malzemeye
dönüştürülebilir. Böyle bir uygulama tarihin
geniş kitleler için merak ögesi olması durumunun
kullanılması anlamına gelir. Entrik kurgu, aşk
ve cinsellik ticari kaygıya bağlı yapımlarda veya
eserlerde amaca bağlı sonucun elde edilmesine
katkı sağlar. Ayrıca tarihî kişilikler etrafında
oluşan kimi sansasyonel söylentiler de ortaya
konacak ürünün geniş kitlelere sunulmasında
yardımcı olur. Buna verilecek örnekler arasında
konusunu tarihî dönemlerden alan çok
sayıda roman, sinema filmi, dizi film bulmak
mümkündür. Mevlâna ve Şems gibi kişilerle,
İstanbul’un fethini veya akıncıları konu alan
romanlar, Muhteşem Yüzyıl gibi dizi filmler ve
kimi sinema filmleri hemen hatırlanmalıdır.
3. Tarih, ideolojik argümanlar için verili bir
malzeme değeri taşıyabilir. Yazar ya da yapımcı
verili malzemeden kendisine uygun bulduklarını
belirli bir dünya görüşü çerçevesinde yorumlayıp
bağlı olduğu ideolojik tezleri destekleme yoluna
gidebilir. Böylece bağlı olduğu görüş için
meşruiyet sağladığı duygusunun memnuniyetini
yaşar. Diğer yandan öngördüğü dünya algısının
geleceğe dönük göstergelerini tarihî geçmişte
bularak gösterme yolunu seçer. Bu yönelimde
idealize etme (yüceltme) yahut olumsuzlama öne
çıkan başlıca iki yaklaşım tarzı olarak belirir.
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun romanları,
Nâzım Hikmet’in Thomas Münzer’den
hareketle kaleme aldığı Simavna Kadısı Oğlu
36
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Şeyh Bedrettin Destanı, Nizamettin Nazif
Tepedelenlioğlu’nun Kara Davut romanı, Fetih
1453 filmi bunlar arasında sayılabilir.
4. Tarih, pedagojik bir amaç için de
kullanılabilir. Böyle bir yola giden sanat
adamının verili tarih bilgisinin gücünden
yararlanması, onun için avantaj sağlar.
İnandırıcılığını kuvvetlendirir. Televizyonlarda
animasyonları, çizgi filmleri yapılan tarihî
kişilikler yahut büyük olaylar bunlar arasında
sayılabilir. Tarihten seçilen örnek kişilik
çevresinde kimi zaman hikâye, tiyatro, şiir ve
roman yazımları da gerçekleştirilir. Bunun
örneklerine Ziya Gökalp’ın, Ömer Seyfettin’in
kimi kalem ürünlerinde rastlamak mümkündür.
5. Tarih, sanatsal üretime elverişli
kimi özellikleri ve entrik yapıları bünyesinde
barındırır. Sanat merkezli yaklaşımla estetiği
önceleyen sanatkâr için de tarih, bir malzeme
olarak değer taşıyabilir. Çünkü onda sanat
merkezli bir yaklaşımla eser üretmeye uygun
hep bir öykü vardır. Bu öyküyü çoğu zaman
insanlığın başını döndüren güç, iktidar, entrika,
ihanet, aşk gibi ölümsüz temalar çerçeveler.
Umberto Eco’nun Gülün Adı, Orhan Pamuk’un
Beyaz Kale romanlarıyla Boleyn Kızı, Truva,
Gladyatör, Nuh Tufanı, Cesur Yürek gibi sinema
filmlerini sayabiliriz.
Kimi roman, film yahut resim ve heykelde
bu maddelerden birinin veya birkaçının değişik
seviyelerde geçerli olabileceği de gözden uzak
tutulmamalıdır. Çünkü sanatı amaçlayan bir
üretim, yeniden yazma ve yeniden yapma, Paul
Ricoeur’un ifadesiyle yeniden-biçimlendirme,
içerisinde pekâlâ ideolojik argümanları yahut
ticari kaygıları veya eğlencelik olma durumunu
ikinci üçüncü dereceden öge olarak barındırabilir.
Aslında çoğu durumlarda bu, kaçınılmaz olur.
Konuya tarih-gerçeklik, tarih-sanat açısından
da yaklaşmak gerekir. Her şeyden önce tarih
gerçeğin peşindedir. Ön kabulü gerçeği
bulup ortaya çıkarmak üzerine kuruludur.
Sanatın iddiası gerçeklik değil güzelliktir.
Sanat, güzelliğin yerine gerçekliği geçirmeye
kalkıştığında kendinden taviz verir, tarih
bilimine yaklaşır. Varlık gerekçesi olan estetikten
yoksun kalır. Tarih yazımı da gerçekliğin yerine
güzelliği geçirmeye kalkıştığında edebiyata
yaklaşır, kendinden taviz verir. Sonunda
inandırıcılığını ve güvenirliğini kaybeder.
Şüphesiz tarihe yaklaşımda sanatkârların ve
mensup oldukları medeniyet dairesinin, kültürel
kimliğin kimi özelliklerinin yönlendirici rol
üstlendiği söylenebilir. Medeniyet dairesine
bağlı estetik algıdan başlayarak yazarın ya da
yapımcının önceliğine kadar birçok öge yeniden
37
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
üretimde etki payına sahiptir. Mesela, istisnalar
dışında, mağlubiyetlerin şiiri söylenmez,
romanı yazılmaz, sinema filmi yapılmaz, dizisi
çekilmez. Bunda bir tercih söz konusudur.
Tercihte belirleyici öge moral değerlerdir.
Moral değerlere bağlı kodlama olumsuzlukların
öne çıkarılmasını, sanat eserinde işlenmesini
çoğu zaman önler. Olumlu karakterler ve
başarılar yazarın yahut yapımcının mensup
olduğu kimlikle ilişkilidir. Nitekim tarihî
dönemi canlandıran filmlerde genç ve yakışıklı
kahramana Bizans prensesine âşık olur. Bunun
tersi düşünülemez bile.
Burada tarih-gerçeklik, tarih-sanat eseri
ilişkisi de oldukça ilgi çekici bir problem alanı
olarak karşımıza çıkar. Şüphesiz tarih, gerçekliği
yansıtma iddiasındadır. Bu iddiayı taşımak
zorundadır. Fakat tarihin gerçekliği bütünüyle
yansıttığı tartışma götürür. Gerçeklik her
şeyden önce bütünüyle kavranacak bir yapıda
karşımıza çıkmaz. Tarih, geçmiş çağların ve
dönemlerin gerçeğini geniş ya da sınırlı kalan
belgeler ışığında kavrama uğraşında olacaktır.
Kimi zaman belgeler yeterli olmadığı gibi,
yanıltıcı da olabilir. Belgelerin yetersiz kaldığı
yerde tarih yazıcısı, bilinenlerden bilinmeyenleri
varsayımlarla kurmaya çalışacaktır. Bu da bir
tarafıyla tarihi kurmacaya yaklaştıracak, yarı
kurmaca yapacaktır. Ayrıca tarih metnini
oluşturan kişilerin olayları, olguları ve kişileri
kavrama ve anlamlandırma gücü de tartışmaya
açıktır. Bunun yanında tarih yazıcısı, özne(l)
varlığını devre dışı bırakamaz. Sonunda tarih de
bir metindir. Belirli bir bakış açısından, belirli bir
okuyucu kitlesi için yazılmış, yeniden kurulmuş,
hatta kısmen kurgulanmış bir metindir.
İşte sanat bu verili metne yaklaşırken onun
gerçeklik iddiasının yerine kendi kurmaca
dünyasını koymak refleksiyle hareket eder.
Burada bir yer değiştirmece, yerine ikame
etmeden söz edilebilir. Kimi zaman sanatkâr
tarihin gerçekliğini kavradığı duygusuyla hareket
edecektir. Oysa onun temelde gerçeklik iddiası
yoktur, olmamalıdır. Bu konuda en iddialı sanat
eseri bile gerçeğin değil gerçeğimsinin (gerçekmiş
gibi görünenin) peşindedir. Çünkü yeniden can
vermeye kalkıştığı tarihî kişiliklerin, olayların ve
olguların gerçekliğin kendisi değil bir illüzyonu
olduğunun bilincindedir. O, canlandırdığı
kişilere, dönme ve varlıklara, önemli bir tarafıyla,
yaşadığı çağın içinden kendi bilincini, duygu ve
düşünce dünyasını, korkularını ve sevinçlerini,
nesne algısını yükler.
Tarihin sunduğu gerçeklikle romanın,
sinema filminin, resmin yahut heykel sanatının
gerçekliği örtüşmeyebilir. Doğrusu, sanat
gerçekliği ifade etmede ne kadar ileri adım
atarsa atsın, gerçekliği yeniden üretmede çoğu
kez ayrıntıda kalan ayrımlar hep olacaktır. Bu
noktada sanat eserlerine gerçeği anlatmıyor hatta
gerçekliği saptırıyor şeklinde yoğun itirazların
yükseldiği durumlarla karşılaşılır. Daha önce
de işaret ettiğimiz gibi, sanat eserinin gerçekliği
ifade etme amacı olmadığı, varlık sebebi de böyle
bir tez üzerine kurulmadığı için bu tür itirazlar
romantik duyarlılığın ötesinde pek anlam
taşımaz. Böyle bir öngörü tarihten ya da sanat
eserinden birini gereksiz kılma refleksini içinde
barındırır. Belki bu tür sanat eserleri hakkında
tarihî gerçekliğe yaklaşan bir yapı kurmadığı ve
gerçeğimsi izlenimi uyandırmadığı için tarihte
yaşanmışlıklardan gelebilecek inandırıcılığı,
sahihlik duygusunu kaybettiği gerekçesiyle
etki gücünün zayıfladığı şeklinde bir eleştiri
getirilebilir.
Tarihe yaklaşımda ülkelerin/toplumların
gelişmişliklerinin, kültürel kodlarının ve sanat
eseri ortaya koyan kişilerin birikimlerinin de
önem taşıdığını söylemek fazla iddialı olmaz.
Sanatçının entelektüel birikiminin, ülke
insanının kültürel seviyesinin tarihe yaklaşımı
belirlemede rol üstlenmesi kaçınılmaz bir
durumdur. Az gelişmiş ülke insanlarının
ağırlıklı olarak tarihi ideolojik dönüştürmeye
tâbi tutarken, gelişmiş ülke insanlarının sanat
merkezli ürünler ortaya koyduğunu söylemek
doğru olacaktır. Çünkü az gelişmiş ülke
insanlarını motive eden güç, daha çok inanç
sistemleri ve ideolojiler; gelişmiş ülke insanlarını
motive eden güç ise daha çok bilim ve sanattır. ■
38
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Türk romanı ne zaman başlar
ve bugün nerededir?
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
Türkiye’nin sosyal
tarihini yazacakların
başvuracağı
en önemli ana
kaynaklardan
birisi kuşkusuz
edebiyattır. Edebiyat
malzemesi içinde
de öne çıkan
roman olacaktır.
Bu bakımdan, üç
beş kitapla; üç beş
yazarın eseriyle
koca bir roman
ırmağında renk
sahibi olmak kolay
değildir.
“T
ü r k Romanı’nda kendi tarihini ve bu tarihi içinde
Anadolu”yu değerlendirirken,
kaynağını ana yurdun kültür ve irfanından alan
romanımızın doğuşuna doğru kısa bir yolculuk
faydalı olur diye düşünüyorum. Çünkü bizim ilk
roman geleneğimiz kolektif duygu ve düşünceye dayanır: Halkın ortak ideallerinden beslenen
halk hikâyeleri, aslında bu romanın başlangıç
noktasıdır. Dünümüzü bilmeden, bugünümüzü
anlamaya ve yarınımızı şekillendirmeye imkân
yoktur. Çizilmiş bir yol haritamız var, roman okyanusuna akan ırmağın hızını, debisini ve kalitesini ancak böyle tayin edebiliriz.
Roman, Avrupa’da 19. asırda ortaya çıkar.
Bizde de aynı yıllarda Batı tarzı romanın ilk örneklerini görürüz. Tabii bu, günümüz romanı
için açılan penceredir. Değilse, roman dediğimiz edebiyat türünü bizim tarihimizin derinliklerinde aramakta fayda vardır: Mesela M. Ö.
4. asırda yaşamış Saka Türklerinin beyi Şu’nun
hayat hikâyesini anlatan “Şu Destanı” da bizim
romanımızın başlangıcı kabul edilebilir. Çünkü
39
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
bu olayda Büyük İskender’in dünyayı istila hareketinde Türk bölgelerinde onunla yapılan savaşların hikâyesi anlatılmaktadır. Bu anlatım biçimi
de roman kurgusuna oldukça uygundur. Nihat
Sami Banarlı, bu destanı özetlerken şunları nakleder bize:
“Arapların Zulkarneyn dedikleri İskender,
Semerkand’ı geçip de Türk yurduna yöneldiği
zaman Türklerin hükümdarı Şu idi.
Şu, genç bir hükümdardı; elinde büyük ve
kuvvetli bir ordu vardı. Balasagun yakınında, Şu
kalelerini bu hakan yaptırmıştı. Her gün, Balasagun’daki sarayının önünde, ordu beyleri için 360
nevbet davulu vurulurdu.
O zaman bu hükümdara diyorlar ki:
-İskender yaklaştı, ne emredersin? Onunla savaşalım mı? Bize buyruğun nedir?
Daha önce, Hucend suyu kıyılarına 40 kumandan gönderen Şu’nun gönlü rahattı. Bu 40
kişi kimseye görünmeden gittiklerinden ordunun bu tedbirden haberi yoktu. Bunlar, karakolları gezecek ve İskender’in yaklaştığını haber
vereceklerdi.
Hakanın gümüşten bir havuzu vardı. Bu havuzu her yere taşıtır, seferde bile yanında bulundururdu. Konakladığı yerde içine su doldurur,
suya kazlar, ördekler salar yüzdürürdü.
Kendisine; “Bize buyruğun nedir, ne yapalım, savaşalım mı?” denildiği zaman o bu havuzu
gösterirmiş:
“Şu kazlara, ördeklere bakın, ne
güzel suya dalıyorlar…” dermiş.
Bu söz orada bulunanların yüreğine ateş düşürürdü. Sanırlardı ki, hükümdar savaşmak ya da bir yere çekilmek için hazırlıklı değildir.
İskender Hucend suyunu geçince,
gönderilen adamlar hızla gelip Şu’ya
haber verdiler. Vakit gece yarısı idi.
Hükümdar göç davulunu çaldırıp
Doğu’ya doğru yürüdü. Önceden hazırlıklı görünmeyen Hakan’ın ansızın
yürüyüşü halkı şaşırttı, halkın içine
ürküntü düştü. Binecek hayvan bulanların kendilerini bu hayvanların sırtına bırakıp hükümdarın arkasından gittiler. Herkes birbirinin hayvanını almıştı.
Sabah olunca ordugâh düz bir ovaya döndü.
O çağlarda Türk illerinde “Taraz, İnsicab, Balasagun” ve benzeri şehirler kurulmamıştı. Halk
çadırlarda yaşardı.
Hakan, ordusuyla girince batıda aileleriyle birlikte 22 kişi kaldı. Bunlar gece yarısı yük
yükleyecek hayvan bulamadıklarından gidememiş, orada kalmışları. Bunlar “Kınık, Salgur” ve
başkalarıydılar. (Ki Oğuz boyları bu kalanlardan
doğmuştu.)
Bu 22’ler, yayan olarak gitmek veya oldukları
yerde kalmak için düşünürlerken, yanlarına iki
kişi daha geldi, 24 oldular. Bunlar, ağırlıklarını
sırtlarına yüklemişler, aileleriyle birlikte gelmişlerdi. İlk 22 kişi, yeni gelen iki kişi ile görüşüp
danıştılar. Onlara dediler ki:
“Erler, İskender gelip geçici adamdır. Bir yerde durmaz. Nasıl olsa buradan gider. Biz de yurdumuzda kalırız.” Ve o iki kişiye; “durun, kalın,
eğlenin”, manasında şu sözü söylediler:
-Kalaç!
Sonra bu iki kişi ile çocukları Kalaç diye anıldılar; iki kabile olan Kalaç’ların kökü oldular.
Nihayet İskender geldi. O 22 kişiyi gördü.
Baktı ki, bunlar uzun saçlı insanlardır, üzerlerinde Türk alametleri var, hiç kimseye sormadan
40
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
bunlar için: “Türk manende (Türk’e benziyor)”,
dedi. Bu söz, de o adamlara ad oldu 24 kabile
olan “Türkmenler” bu ismi taşıdılar, “Türkmen”
diye anıldılar, Bununla beraber, adı Kalaç olan
ikiler, onlardan ayrıldıkları için (tam) Türkmen
sayılmazlar.
Hakan Şu’ya gelince, o, ordusuyla birlikte
Çin tarafına geçti. İskender, arkasından yürüdü.
Çin’e, yani Uygur ülkesine yaklaştıkları zaman
Şu, İskender’le vuruşmak için bir bölük asker
yolladı. Gidenlerin hepsi gençti Vezir, Hakan
Şu’ya:
“Sen İskender’le çarpışmak için hep gençleri
gönderdin, onlarla birlikte yaşlı ve savaşta denenmiş biri bulunmalıdır.” dedi.
Hakan ‘çok yaşlı’ manasına:
-Öge, dedi.
Veziri:
-Evet, dedi.
Bunun üzerine gençlerle birlikte yaşlı bir
adam gönderildi. İskender de öncü bir kuvvet
göndermişti. Türkler, İskender’in öncülerini bir
gece baskınında bozguna uğrattılar. Bir Türk, bir
İskender askerini kılıçla ikiye böldü. Ölü, beline
altın dolu bir kese bağlamıştı. Kemer parçalandı,
kana bulanan altınlar yere döküldü.
Ertesi gün Türkler, kanlı altınları gördüler.
Birbirlerine “altın kan’” dediler. Bu söz orada o
çevrede bir dağın adı oldu. Bugün oraya “Altun
Han” deniliyor.
Sonra İskender, Türk hakanıyla barıştı. Uygurlar için şehirler yaptı ve bir zaman kaldıktan
sonra geriye döndü O zaman Şu, Balasagun’a
geldi ve Şu ismiyle anılan şehri kurdurdu. Oraya
öyle bir tılsım koydu ki, leylekler bu şehre gelir
ve orayı açıp daha ileri gidemezler.1
Anlatılanlarda, zaman, mekân, olay kahramanları, kahramanların bir roman için gerekli
olan, sosyal ve psikolojik davranışları ve yaşanan
hâdiselerin detaylarına ait belirleyici ipuçları
dikkate alınırsa, bu anlatılanların başlı başına bir
tarihî roman kurgusunu ihtiva ettiği görülür. Bu
olay, 2400 yıl önce yaşanmıştır. 10. Asırda yazıya
geçirildiği belirtildiğine göre, bu zamana kadar
tam on dört asır ağızdan ağıza sözlü gelenekle
taşınıp gelmiştir.
Tabii, bu bizim tarihimizde ilk olay değildir.
Daha sonraki yıllarda da benzer olayların anlatılıp korunduğunu ve günümüze kadar getirildiğini görüyoruz. Mesela “Dede Korkut Hikâyeleri”
de başlı başına bir romandır. Dede Korkut’un
Hz. Peygamber’in devrine yakın bir dönemde
yaşadığı düşünülmektedir.2 Yani M. S. 7. asırda
bizim kültürümüz böyle bir destanı oluşturabilmiştir. Bu destanın sözlü nakilden 14. asırda
yazıya geçirildiğini görüyoruz Tabii bunlarla da
sınırlı değildir; “Oğuz Kağan Destanı, Selçuknameler, Danişmendname”, 15. asırda yazılan
“Saltukname”, de başlı başına bir roman serisi
gibi düşünülmelidir. Ayrıca bizim “Ahmediyeler,
Muhammediyeler, Battal Gazi Destanı, Gazavatnameler (cenk hikâyeleri)”, 16 yüzyıldan bu
yana nakledilen “Kerem ile Aslı” macerası sözlü
kültürümüzün roman şablonu içinde yer alacak
ürünleridir.
Belki bunlardan daha da önemlisi; Kur’an’da
yer alan Peygamber kıssaları da yazılı metin olarak ayrı bir önem arz eder. İlk Peygamber Hz.
Âdem’den başlayarak bugün ismi bize ulaşan
Peygamberlerin hemen hepsinin roman malzemesi olacak yaşantılarından kesitler vardır. Hz.
Âdem’in yasak meyveyi yemek suretiyle eşi Hz.
Havva’yla ayrılması ve bu ayrılığın doğurduğu
ruhsal ıstıraplar, Hz. İbrahim’in ateşe atılmaya
kadar giden macerası, Hz. Nuh ve Hz. Lut’un
kavimleriyle hatta eş ve çocuklarıyla olan dramatik mücadeleleri, Hz. İsmail’in kurban edilme
ve susuzluk hikâyesi, Hz. Yusuf ’un kardeşleriyle
yaşadıkları; Züleyha’nın kendisine tutkusu, Hz.
Musa ve Hz. İsa’nın yine kavimlerinin zulümlerini görüşü ve nihayet Hz. Muhammed’in yaşadıkları bir anlamda roman kriterleri açısından
toplumun sosyal hafızasında önemli yere sahip
olmuş ve bu mücadeleler kendi disiplini içerisinde anlatılıp dinlenerek, yazılıp okunarak günümüze kadar getirilmiştir.
Tabii, destan dinleyicisi ile roman dinleyicisi,
peygamber kıssalarına ilgi duyan ile hikâyeleri
41
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
kovalayanların eğilimleri bir noktada birleşmeyebilir. Bu doğaldır, ancak bunlar birbirlerini
besleyerek ve günümüzde bir roman okuyucusu
kitlesinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Burada bir önemli hususa dikkat çekmek istiyorum: Sosyolog Sorokin, Batı’daki kültürel filizlenme döneminden bahsederken; ‘bunun edebiyat alanında İtalya’da 1290, İngiltere’de 1573,
Almanya’da 1756, Fransa’da 1779, tarihlerinde
ilk eserlerin verildiği görülmektedir’.3 der.
Yukarıda sözünü ettiğimiz “Şu Destanı”, bu
tarihlerin çok çok önündedir. Ve kendisine en
yakın olan İtalya’dan bile 800 yıl ileridedir. Hatta diğer geleneksel halk hikâyelerimiz de öyle.
Bu, şunu ifade etmektedir: Bizim ulaştığımız
medeniyet merhalesi, Batı’nın sahip olduğunun
neredeyse on asra, yani bin yıla yakın bir zaman
ilerisindedir. Dolayısıyla roman kavramı da doğal olarak çok önceleri dikkate alınmış olmaktadır. Eski toplumlarda; nihayet çok değil, 50
yıl öncesine kadar daha çok kırsal kesimde insanların kış aylarındaki tek müracaat kaynakları
bu tür hikâyelerdir. Dinden, tarihten ve aşktan
beslenen konular romantik bir üslupla okunur,
insanlar topluca büyük bir dikkatle dinlerlerdi.
Bizde “halk irfanı” dediğimiz, o yüksek kültürel
birikim böylece nesilden nesle aktarılarak günümüze kadar taşınabilmiştir.
Anadolu insanını besleyen bu medeniyetin
mayasından söz etmedikçe günümüzün romanında insanımızın kültürel dokusunu yorumlayamayacağımızı düşünüyorum.
Şimdi bu ön şartın ışığı altında günümüze
bakalım.
Hepsi de birer romancı olan, Ahmet Hamdi
Tanpınar, Tarık Buğra ve Peyami Safa, genel bir
değerlendirme çerçevesi içinde bakarken, “Bugün Türk romanı olmadığından” söz ederler.4
Niye bunu söylüyorlar? Hemen üçünün de
birleştiği nokta, bizim romanımızda seçkinlerin
taleplerine göre eserlerin yazılmış olmasıdır. Bir
anlamda resmî düşünceyi sevimli kılabilmek için
roman önemli bir dayatma aracı olarak kullanılmıştır. Elbette, böyle bir roman sadelikten, saf-
lıktan ve dolayısıyla samimiyetten uzaklaşacağı
için gerçek anlamıyla bizim kültürümüzün besleyici bir ana damarı olamayacaktır.
Şimdi beni dinlerken, kendi kendine ‘Nobel
aldığımızdan’ söz edenleriniz olacaktır elbette.
Ah, keşke böyle bir tepkiye haklılık gerekçeleri
bulabilseydik. Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklandığı gün Amerika’dan beni arayan bir Amerikalı dostum, “Havalarda uçuyorum, bir Türk romancısı Nobel aldı” diye sevincini ifade etmişti.
Ben de, “Tam aksine, böyle bir ödüle seninle aynı
sevinci paylaşamıyorum. Bu romancımız, ‘Türkler
Tehcirde 1,5 milyon Ermeni’yi katletti, bugün
de Kürtlere yaşama hakkı tanımıyor,’ gibi sözler
etmeseydi bu ödülü herhâlde vermezlerdi.” karşılığını verdim.
Biliyorsunuz, 1932 yılında Dünya Güzeli olarak Türk kızı “Keriman Halis” seçilmişti. Bu seçimi yapanların gerekçeleri düşündürücüdür: “İlk
defa bir Müslüman Türk kızını soyundurduk.”
Batı’da seçiciler değişse de mantık değişmez. Bu
bakımdan edebiyatı siyasi zemine çekerseniz, o
kendisine hizmet etmez, çekildiği zeminin bir
parçası hâline gelir ve zamanla da orada paspasa
dönüşerek kaybolup gider…
Bakınız, ben size bazı iç sızlatıcı örnekler
vereceğim. Bir romancımız, popüler bir romancımız, “Aşk” adıyla Mevlana’yı yazdı, ama onu
akla hayale gelmeyecek yerlerde dolaştırdı. Son
birkaç asrın yemek malzemesi olan patlıcanı sofrasına taşıdı. Onun kitabındaki çarpıklıklardan
birkaçı: “Bizim tek mezhebimiz var: O da Allah.”5
Bâyezid-i Bistamî’ye “Ben kendimi tebcil ederim.
Benim şanım yücedir. Zira hırkamda Allah var!”
(s. 200) ifadesini kullandırıyor. Böyle bir ifadenin romana nakledilişi, önü ve arkası doldurulmazsa okuyanda onarılmayacak manevi tahribat
yapmaz mı? Ayrıca, Kur’an’da Hz. Yusuf ’a aşkıyla anlatılan Züleyha’nın hikâyesini bu yazar; “Bir
meleğe âşık oldu diye kim Züleyha’yı suçlayabilir
ki?” (s. 381) ifadesiyle de bir başka ayıbını ortaya koyuyor. Belki, yazar, açıkça kendisini savunacaktır; ‘sözü edilen meleğin Yusuf olduğunu zaten
söylüyorum’ diye. Doğrudur, romanda mübalağa
42
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Hepsi de birer romancı olan, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Tarık Buğra ve Peyami Safa, genel bir değerlendirme
çerçevesi içinde bakarken, “Bugün Türk romanı
olmadığından” söz ederler.
olur, ancak bunu bir peygamber için yapılması
doğru mudur? Bu roman, ‘çok satan’ bir kitaptır.
Kendince mübalağayı- bence tahribatı- böylesine
açıkça yapmasının, bizim kültürel değerlerimizi
ve medeniyet dinamiklerimizi erozyona uğratabileceğini hesaba katması gerekmez miydi?
Aynı Yazar’ın Mimar Sinan’ı anlatan romanında da benzer, ölçüsüzlükleri görüyoruz.
Mukaddes Emanetleri İstanbul’a getiren Sultan
Selim i ‘zilzurna sarhoş’6 göstermek bu büyük insanın şahsiyetine hadi hakaret demeyelim, ama
saygısızlık olmaz mı? Sonra siz bir bayan yazarsınız, “Geceleri başımı döşeğe koyduğumda”7 ifadesi ne demek. Baş ne zamandan beri yastıktan
alınıp döşeğe konuyor?
İsterseniz bunları seküler kesimin yazarları
olarak görelim, bu yaptıklarında maksatlı olsalar bile, edebiyat adına yapabilirler diye bakalım.
Peki, bizim Müslüman, mütedeyyin, üstelik edebiyat alanında akademik kariyer sahibi, (Prof.
Dr.) İskender Pala’nın, ”Od” isimli romanındaki manevi şaşılığa ne diyelim? Pala, romanında,
Yunus’un şu halk arasında anlatılan aslı astarı
olmayan efsanesini öylesine cezbeli bir şekilde
naklediyor ki, Yunus’u gerçekten Peygamberden
de ileride biri olarak kabul etmemek mümkün
değil: Bir gün iki dervişle karşılaşır. Dervişler ilk
günü Allah’tan yemek isterler, gökten bir sofra
iner, ikinci günü ikinci derviş ister yine sofra
iner. Üçüncü günü de bizim Yunus’a sıra gelir,
o da, bitkin, perişan bir şekilde, “Rabbim bu insanlar kimin yüzü suyu hürmetine istediyse ben de
onun adına istiyorum.” der ve bu defa gökten çok
daha mükemmel bir sofra iner. Sonra bir mağaraya giderler, susuz mağarada Yunus’un parmaklarından sular fışkırmaya başlar.8 Böyle bir olayı
Nobel ödüllümüz Orhan Pamuk ya da Elif Şafak
yazsa, dinî cehaletine yorumlar geçeriz. Bunu,
İskender Pala yapınca, ister istemez içiniz sızlıyor. Bu Yazarımız, Kur’an’da, aynı olaya, benzer
şekilde müşriklerin Hz. Peygamberden yemek ve
su istemelerine karşılık, “De ki, Rabbimi tenzih
ederim, ben ancak beşer bir kulum.” 9 cevabının
verildiğinden haberi yok mudur? Yani, kendisine
inanabilmeleri için böyle bir mucize isteyen muhataplarına karşı Yüce Yaratıcı kendi Peygamberine bu imkânı vermiyor, ama yüzyıllar geçtikten
sonra böyle bir imtiyazı, Sayın İskender Pala’nın
lütfuyla bizim Yunus’a bahşedebiliyor!
Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz elbette. Sanırım yukarıda sözünü ettiğimiz üç önemli yazarımızın roman alanındaki kaygıları böyle dikkat
yoksunluklarından dolayıdır. Değilse, ben de
roman yazarıyım. Böyle bir yargıdan diğerleri
gibi benim de rahatsız olmam gerekir. Çağdaş
romanımızı nihayet bir, bir buçuk asırlık maziye bağlayan anlayış10 bir anlamda doğrudur.
1870’li yıllardan başlayarak yayın hayatına giren romanlarımızın tamamına yakını o dönemde modernleşme sancısını konu edinmekteydi.
O tür romanda Anadolu insanı, daha doğrusu
İstanbul’un dışındaki Türkiye pek yoktur.
Şunu unutmamalıyız; bir romanı güçlü kılan, metni kadar onu okuyanın o metne gösterdiği ilgidir. Gerçi bu ilgiyi bir anlamda metinler
sağlar, ama çoğu zaman çok kaliteli bir roman
bakarsınız toplum hafızasında ortak değer olarak
yer almayabilir. Sebebi; böyle küçük nüanslar da
olsa yaşanmış hayat gerçeğini kendi mecrasından
roman hatırına çıkarmaktan kaynaklanmaktadır. Hayatın realitesine, özellikle de tarihi dokular işlenirken, tarihin gerçeklerini yazar keyfi
43
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
şekilde tasarruf etmemelidir. Şunu kabul edebiliriz: romanı bir arayışın dili olarak görürsek,
ön plana çıkan mesaj olur. Bu mesaj her yazanın
anlayışına göre farklılıklar gösterecektir elbette.
Romandan ideolojiye yürüyenler, romanla gerçeği takdime yönelenler, romanla bilgiyi paylaşmaya niyetlenenler, romanı eğlence aracı olarak
görenlerin taleplerine göre roman oluşacaktır.
Bu, bütün toplumlarda böyledir. Romanda yaşanmış tarihin detaylarını ya da şahısların biyografik niteliklerini ortaya getirenler elbette farklı
dili kullanacaktır. Ancak biz toplumun talebine
göre mi roman yazacağız, kendi edebi kavrayış
ve kabiliyetimize göre mi? Birincisi sıradanlığa
götürebilir insanı. İkincisinde ise, edebi hassasiyet romanın misyonunu yüklenici durumundadır. Kalıcı eserler bu türler arasından çıkar.
Öyle olmasaydı, geçmişte bir yığın roman yazan
insanların eserleri hâlâ başucu kitabı olabilirdi.
Bugün bu tür eserleri bırakın, yazarlarının bile
adından söz edilmiyor. Bu ülkenin kitapçı vitrinlerini işgal eden Rusya’nın ve Batılı yazarların bir
asır öncesine kadar uzanan romanlarına rağmen,
bizim aynı dönem içinde varlığından beslendiğimiz kaç romanımız vardır. İşte romanın olup
olmadığını arayışımızın ana sebebi budur!
Buradan Anadolu’da Roman ve Roman’da
Anadolu ana başlığında ele alınan meseleye yönelebiliriz:
‘Anadolu’da Roman’ derken Anadolu kökenli
yazarların romanını mı anlayacağız, Anadolu’da
romanın kabul sınırlarına mı bakacağız, bunlar
ayrı ayrı meselelerdir. Bana göre her ikisinin de
önemi vardır. Günümüz romanının son elli yılını dikkate alırsak, piyasası İstanbul’da oluşsa,
hatta İstanbul’da yazılıp yayınlansa bile, Anadolu
kökenli yazarların romanda ciddi yer edindiklerini düşünebiliriz.
‘Roman’da Anadolu’ meselesine gelince,
kabul etmek gerekir ki, bu yönde arzu edilen
canlılık pek olmamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri,
Tanzimat döneminin anlayışında Anadolu’ya
açılan önemli roman yazarlarıdır. Esat Mahmut
Karakurt, Refik Halit Karay, Tarık Buğra, Kemal
Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Mehmet Niyazi Özdemir, Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi
isimler Anadolu’yu eserlerinde konu edinen yazarlardır. Bunların arkasından gelen çok partili
hayata geçiş döneminden itibaren orta kuşak ve
günümüzde yeni nesil yazarlar kuşkusuz geleceğe bir şeyler bırakacaklardır. İskender Pala, Elif
Şafak, Orhan Pamuk, Ahmet Ümit gibi roman
yazarları, bugün medya desteğiyle ön plana çıkan isimler oldular.
Burada bir düşünürümüzün önemli gördüğüm ilginç bir değerlendirmesinden söz etmek
isterim:
“(Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal)
Bu üç romancı birleştirilerek tek bir yazar hâlini
alırsa ve sosyal olgulara dair benimsedikleri yaklaşım, anlayış ve değerlendirmeler tutarlı bir bütün hâlini alırsa Türk romanı mükemmelliğin en
yüksek noktasına erişebilir.”11
Bu üç romancının tarihten folklora, günlük
yaşantıdan sosyolojiye, felsefeden edebî disipline
kadar farklı alanların bir bütün olarak eserlerinde yansıtamadıklarının açık ifadesi olan bu cümleler, aslında, beklentilerin nelerle sınırlandırıldığını da göstermesi bakımından önemlidir.
Kemal H. Karpat da, yukarıda sözünü ettiğimiz romancılar gibi “Türk romanı henüz yazılmamıştır”,12 ifadesini kullanırken dayandığı ana
sebep orta sınıfın modernleşme sürecini tamamlamamış olmasını gösterir. Burada yazarın göz
ardı ettiği bir husus var, o da modernleşme ile
Batılılaşmayı kastetmiş olmasıdır. Roman yazarının modernleşen toplumun kendi değerlerini
koruyabilmesi için bağlandığı temeli çok iyi seçmesi gerekir. Bakınız Rus romanı Batılılaşırken
Rus ve Hristiyan olma vasfını kaybetmemiştir.
Bizim yanlışımız işte burada başlamaktadır, Türk
romanını Batılılaştırırken Türk ve Müslüman
kalabilme dikkati var mı, yok mu? Bunun sorgulanması ve romancılarımızın bu hassasiyete sahip
olup olmadıklarına bakılması gerekir.
Biz bunu, özellikle Osmanlının son döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan
44
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
romanlarda görmekteyiz. O tür romanlarda düşünce disiplininden ziyade, yeni hayata özendirici konular ön plana alınmıştır.
Roman yazarı, böyle bir değişime öncülük
ederken, kendi insanının değerler manzumesini
dikkate almaz ve toptan retçi bir tavır sergilerse
tabii bu tür romanlar fazla etkili olamayacaktır.
Çünkü toplum üç beş yazarın yönlendirmesiyle
kendi istikametini tayin etmiyor. Sosyal ve ekonomik şartlar ve hatta siyasi ortam değişimin ana
belirleyicileridir. Roman yazarı burada sadece
olayları dışarıdan takip edip nakleden bir vakanüvis durumuna düşmemelidir.
Sonuç itibariyle; romanımız konusunda kaygılarımız olsa da, bir “Türk romanı vardır!” Bu
romanın, Batı romanıyla tartılmak için yeterli görülmemesi; yukarıda alanın uzmanlarınca
“yoktur”, kanaatini oluşturması samimiyetin itirafa dönüşmesi gibi bir algıdır ve daha açık ifadesiyle bir anlamda da özeleştiridir. Değilse, Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”u, Peyami Safa’nın
“9. Hariciye Koğuşu” ve Tarık Buğra’nın “Küçük
Ağa”sını Batı standardında eserler olarak görebiliriz. Türkiye’nin sosyal tarihini yazacakların
başvuracağı en önemli ana kaynaklardan birisi
kuşkusuz edebiyattır. Edebiyat malzemesi içinde
de öne çıkan roman olacaktır. Bu bakımdan, üç
beş kitapla; üç beş yazarın eseriyle koca bir roman ırmağında renk sahibi olmak kolay değildir.
Bunu belki de Anadolu insanın, yani orta sınıfın
hayat karşısındaki davranışını aklın ve edebiyatın imkânlarıyla birleştirerek romana dönüştürebilsek başaracağız. Hızlı bir şekilde köyleri boşaltan insanların şehirlerin varoşlarındaki kültürel
çatışma ve hatta çöküşü günümüzün romanında
ciddi bir şekilde işlenmemiştir. Bir medeniyet
algısı olarak şehirleşmenin getirdiği sancıları da
romanımızda yeterinde göremedik. Halk irfanın
romana taşındığına şahit değiliz. İnsanına inanan
bir romancı, kendi zaaflarını değil, okuyucunun
beklentilerini toplumu var eden değerlerinin yorumuyla cevaplandırmalıdır. Bizim, bugün 2500
yıla ulaşan olayları tahlil ve nakil geleneğimiz,
son bir buçuk asır içinde yazıyla şekillenirken bu
sosyal dikkati hesaba katmalıdır. Batı’nın önümüze geçen başarısı işte buradadır!
Bunun yanında belki en önemli problemlerimizden birisi de, roman okuyucusunun eğilimidir. Bizde romanı, bilgi sahibi olmak için
okuyan insan çok azdır. Bizim insanımız, daha
çok, zaman geçirmek ve farklı maceraların detayında kendisine heyecanlı anlar yakalamak için
okumaktadır. Bu eğilim, roman yoluyla bilgi
kalitesinin arzı konusunda ciddi bir problemdir.
Hâlbuki roman bir duygusal arınmaya, temizlenmeye, yeni yönelişleri arayışa götürmelidir.
İnsanı, cemiyetin farklı katmanlarına taşımalı,
hayatın fark edemediği ayrıntılarında kendisini
boğmadan daha sağlıklı değerlendirmeler yapacak kapılar açmalıdır. ■
Kaynakça
1. Nihat Sami Banarlı, Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yayını, İstanbul 1971; c. 1. s. 15.
2. Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkut’un Kitabı, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yayını, İstanbul 1973, s.1.
3. Sorokin, Bilge Yayınevi, İstanbul 1972. s. 27,
4. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,
MEB Yayınları, İstanbul 1969, s. 33. 5.Tarık Buğra, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötüken Yayınları, İstanbul 1979,
s.406.
6. Peyami Safa, Sanat, Edebiyat, Tenkit, Ötüken Yayınları, İstanbul 1978 s. 219.
5. Elif Şafak, Aşk, Doğan Kitap Yayınları, İstanbul
2010, s. 78.
6. _______ , Ustam ve Ben, Doğan Kitap Yayınları,
İstanbul 2013 s.299
7. age. s. 218
8. İskender Pala, Od, Kapı Yayınları İstanbul 2013,
s.206.
9. İsra Suresi, 90-93.
10. Herkül Milas, Türk Romanı, Sabancı Üniversitesi
Yayını, İstanbul 2000. S. 9.
11. Prof. Dr. Kemal H.Karpat, Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları, İstanbul 2009, s. 185.
45
12 ._____________________, age. s. 27.
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Yaşam tarih roman
ŞEMSETTİN ÜNLÜ
K
endi istenciyle bu dünyaya gelmemiş
olanlar iyilikleri, iyiliklerin de iyisini
yaşamak isterler. İyiler, iyilerin iyisi olur; kimi de tersine gider beklentiler. Türlü
etkinlikler; yılların birikimi alışkanlıklar, duyarlıklar hep, olanın iyisinin olması, işlerin tersine
gitmemesi içindir.
Sözü, yazma uğraşına gönül vermiş olanların,
ömürleri başkaca beklentilere sürüp gidenlerinkinden ayrı olmadığına getirmek içindi bu giriş.
Şiir, roman, öykü, oyun, anlatı... Derler ki; seçimi yapıldığı; seçilenin duygu, düşünce örgülerinin uyumu, dengesi, bütünlüğü gözetildiği; belirgin, esemeli (mantıklı), devingen bir tasarımla işe
başlandığı süreçte, işleri aksamaz yazın sanatına
gönül vermiş olanların.
Gönüllüsü de olsa, seçtiği sanat dalı, bildiği,
birikiminin elverdiği bir dal değilse, işi zordur
yazın gönüllüsünün. Kendi yaşamından belleğinde kalanlar, yazarın bilgisinin, birikiminin yapı
taşlarıdır. Yazarın, duygu, düşünce inceliklerinin,
yaşam alışkanlıklarının, giderek ırasının (karakterinin), yapıtlarına yansımayacağını sanmak gerçekçi bir yaklaşım değildir. Ancak bu, yazıncının
yaşamı ya da özyaşamından aktardığı alıntılarla
yapıtlarından en iyilerini ortaya koyabileceği anlamına gelmez. Bir yazarın, düşlemleri, arayışları,
dağarında bulabildikleri yanında; bükme, yontma, tersyüz edebilme yetileri de olmalı; bunlar,
Tarihsel olduğu
savlanan bir
romanda,
anlatıcının,
kimi de yazarın
kendisinin,
anlattığı döneme
ilişkin tutumunun
ne olduğunu
irdelemek gerekir.
Dönemin tarihsel
gerçeklikleri
ile anlatılanlar
örtüşmüyorsa, o
romana “tarihsel”
demek, tarihe
haksızlıktır.
46
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
yapıtlarını biçimlendirecek olan temel becerilerden sayılmalıdır.
Özellikle roman yazarlığı konusu irdelenirken, romanın, masal, destan, söylence geleneğinin bir uzantısı olduğu gerçeği üstünde durmak
gerekir. Konusuz olamayacağı gibi, kurgusuz da
olmaz roman. Kurgu, olayların akışı, yer, zaman
belirlemeleri yanında, insan seçimi yapmak, düş
düşlemek demek ise dolantı, abartı, eğretileme,
ululama, yerme yetileri de demektir... Kurgusu
olmayan bir özyaşam anlatısı, içeriği, sanatsal
duyumu ile okumadan edemeyeceğimiz bir “anı“
ya da “günce” olabilir. Kurgulanmış bir özyaşam
anlatısı ise, iyi bir roman olabilir de olmayabilir de; özyaşam eklentisi gereksiz bir nitelemedir.
Cervantes’in, Victor Hugo’nun, Oscar Wilde’ın,
Dostoyevski’nin, Namık Kemal’in, Sabahattin
Ali’nin, Orhan Kemal’in, daha birçok roman
yazarının yaşamöyküleri, kimse için olağan sayılamayacak savrulmaların yaşandığı yaşamöyküleridir. Yazarın yerleşik düzenle bağdaşmayan
doğasının; iyiyi, özgürce olanı arama tutkusunun
olduğu denli, alışkanlıklarının, kendi seçimi serüvenlerinin yapıtlarına nasıl yansıdığı, ilginç
araştırma konularıdır kuşkusuz. Türlü yorumları
arasında, Cervantes’in, Donkişot’ta, çağının yaşamını olduğu denli, kendi yaşamını da alaya aldığını düşündüren yorumlar olmuştur.
Konu seçimi ile işine başlayacak olan roman
yazarının seçtiği konu güncel olabileceği gibi, elli
yıl, yüz yıl, bin yıl önceki bir zamanda yaşanmış
konulardan biri de olabilir. Romanın nasıl bir
roman olduğunu belirleyecek olan, olayların
yaşandığı zaman değil; insanın, toplumun, insan
toplum ilişkilerinin, duygu düşünce özelliklerinin
ağırlıklarıdır. Yüzyıl önceki bir savaşın kişilerini,
olaylarını konu edinen bir roman, büyük
olasılıkla bir savaş romanıdır; savaşın içindeki
bir aşkın, bir serüvenin romanı da olabilir. Bu
romana, “ tarihî roman”, “tarihsel roman” demek,
güncelinde yazılmış bir savaş romanının, elli yıl
sonra, yüz yıl sonra nasıl tanımlanması gerekeceği
sorusunu ortada bırakır.
Tarih, geçmişteki ekinsel, siyasal, toplumsal,
ekonomik yapının, yaşanmış başlıca olayların
belgelenmesi, doğrulanması çalışmaları ise; bilimsel olması, nesnel olması gereken bu çalışmalardan, herkes gibi roman yazarının da yararlan-
ması doğaldır. Bu anlamda, yazın sanatı yapıtları,
yapıldığı dönemdeki tarihin önemli olgularından
sayılır; tarihin kendi bölümü olur. İçeriği aşk
ağırlıklı olan bir romana “aşk romanı” denildiği
gibi, tarihsel gerçekliklerden yararlanılarak ortaya konulmuş olan bir romana da, “tarihî roman”,
“tarihsel roman” denilmesi doğru olmayabilir.
Tarihsel olduğu savlanan bir romanda, anlatıcının, kimi de yazarın kendisinin, anlattığı döneme
ilişkin tutumunun ne olduğunu irdelemek gerekir. Dönemin tarihsel gerçeklikleri ile anlatılanlar
örtüşmüyorsa, o romana “tarihsel” demek, tarihe
haksızlıktır.
‘Tarihi
tarihçilere
bırakmak’
sözü,
yadsınmaması gereken bir söz olmalı.
Romanlaştırmak amacı ile tarihsel gerçekliklerin
saptırılarak kurgulanması, hem tarihe hem de
o tarihi yaşamış olanlara haksızlık edilebileceği
olasılıklarını gündeme getirir. Roman sanatı
adına olsa bile, yapılabilecek olan bu tür
haksızlıklar taşınması güç haksızlıklardır; yanlış
izlenimler bırakabilir. Romanlarında tarihsel
gerçekliklerden yararlanmayı göze alan yazarlar,
bire bir bu gerçeklikleri tanımak zorundadırlar.
Tolstoy, Anatole France, Hemingway, Remarque, Karaosmanoğlu, tarihî gerçekliklerden
yararlanarak yazdıkları romanlarda, gerçekliklere
özenlidirler. Tarihsel gerçekliklerden yararlanmış
oldukları için bu yazarların romanlarına “ tarihsel
roman “ ya da “ tarihî roman” denilip denilmemesi önemli değildir. Tarihsel romanlar, başkaca
türlerden biri içine koyamadığımız, o eski sarayların, soyluların; adları tarihte, söylencelerde
kalmış, bire bir gerçek olmayan kişilerin yaşam
serüvenlerini anlatan romanlardır belki de. Pardayanlar, Üç Silahşörler, Barbaroslar Geliyor...
daha birçokları gibi.
Yazının başına dönelim: Kendine özgü esemesi (mantığı), kısıtları, seçenekleri olan tasarımlardır sanat yapıtları. Yaşamöykülerinden ya
da tarihsel gerçekliklerden yola çıktığında, seçeneklerinin azaldığı, kısıtlarının çoğaldığı daha
dar bir alanda uğraş vermeyi göze almış olmalıdır
yazın gönüllüsü. O sanatçı, yaratıcı düşlemlerinin önünü açık tutabiliyorsa, sıkışıp kaldığı bu
dar alanlarda da, uyumu, dengesi, bütünlüğü, sanatsal duyumu ile “Oldu!“ diyebileceği yapıtlar
koyabilir ortaya. Başka da ne ister ki!■
47
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
FİRAVUN İNCİRİ
Denizi akarken gördüm
Gördüm de dağlara gömdüm geceyi
Gözlerin gökyüzünde açtığı yarayı gördüm bir de
Buydu dedim ölüm öncesini yaşamak
Şüphenin yalnızlığı var ellerimde,
Alnı kırışık şafaklarda
Sinek vızıltısından çürüyen sessizlikle
Gündüzün boğazına düğümlenir aydınlığım
Güneş her zamanki güneş
Gökyüzü her zamanki gökyüzü
Yüreğimde hep o aynı tekerleme
Ben her zamanki ben
Sevmekten yorulan yalnızdaş kalabalıkta
Herkesin yarası benimle kanar, ıssız ve kırmızı
Dudağımda taşan nehirler
Saçımda güneşin yankısı
Ben ki ötelerden çok uzak
Ben ki kendi içimde ararım yalnızlığı
Şimdi dönüp gelmeler terletir gözlerimi
Ah ölüsünü kara gömenlerin içinde
Yıkık duvarlarıyla terk edilen geçmişin
Kırmızı zindanında bir firavun inciri büyüttüm
Ve bir örümcek tırmanırken en sonsuz dallarına
Ben gövdesini kazdım kırık eliyle zamanın
Ah bu cesedi bulunamayan aşklar
Ah yüzü peçeli aydınlığında odamın
Gecenin diliyle konuştuğum hatıralar…
ŞERİF FATİH AKKAĞIT
48
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
AŞK BİZDEN
UZAĞA DÜŞER
Sardıkça geceyi aşk
Saçlarına aklar düşen bir semenderim
Etrafımda dile gelmez düşünce
Yürek yangınında yeni çehreler
Hüzün sarmaşıklarıyla bağlandıkça ellerim
Gidişin bir ince sızıdır damarımda
Bir kaybolmuşluk bir itilmişlik
En koyu matemlerin eşliğinde
Yeni bir şarkıyı hikâye eder
Nasıl bir anlaşmadır bu
Sustukça dile gelir sustukça ses verir
Yine de duymaz yüreğin merhametsizi
Aşk bizden uzağa düşer
İSMAİL BİNGÖL
49
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Tarık Buğra romanlarında
tarih anlatımı
EBRU BURCU YILMAZ
K
urmaca eserlerde tarihe ait malzemenin kullanılışı tarihî roman türünün ortaya çıkışını
sağladığı gibi tarih ve edebiyat arasındaki ilişki iki farklı gerçeklik anlayışının ortak figürler etrafında
birleşmesine imkân verir. Edebiyatın ifade imkânlarının
genişliği tarihi, olayların sergilendiği bir sahne olmaktan çıkararak kişilerin iç yolculuklarını sosyal zamana ait
tespitlerle bir arada sunar. Böylece tarihî roman didaktik
bir tarzda belli bir tez ve ideolojiye yaslanırken aynı zamanda estetik bir hüviyet de kazanır.
Türk edebiyatında tarihî roman sahasının önemli yazarlarından biri olan Tarık Buğra, tarihî olayları açıklamak
gibi bir çaba gütmeksizin âdeta tarihin romanını yazar. Zamana bağlı olarak sınırları çizilen tarihî roman, “başlangıç ve
sonucu geçmiş zaman içerisinde gerçekleşmiş olan hadiselerin, devirlerin ve bu devirlerde yaşamış olan insanların hikâyeleri”
(Argunşah, 2002; 444) ile sınırlandırılır. Bu durumda
Tarık Buğra romanları içerisinde tarihî roman kriterlerine uyan metinler olduğu gibi, yakın geçmişte yaşanan
olayları konu alan devir romanları da yer alır. Buğra,
tarihî gerçekliği tahrif etmeden olayların kişi ve topluma tesir eden yönlerine vurgu yapar. Osmanlı tarihinin
yanı sıra Türk siyasi tarihine yön vermiş olan önemli
dönemeçleri konu alan romanlarda devrin ruhunun
toplumdaki etkisini ortaya koyar. Bu konuda akla
gelen ilk örnekler Osmancık, Küçük Ağa, Firavun
İmanı, Yağmur Beklerken ve Dönemeçte romanlarıdır. Ayrıca İtalya’da Mussolini dönemini konu
alan Siyah Kehribar romanı da yazarın, tarih
içinde birey ve toplumu ön plana çıkardığı
romanlar arasında değerlendirilebilir.
50
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Vaka düzeninin iki çizgi halinde ilerlediği tarihî
romanlarında Tarık Buğra, çerçeve vaka olarak seçtiği dönemi sosyal zamanı belirgin hale getirerek ön
plana çıkarırken romandaki entrik kurguyu şekillendiren düğümler, arayış ve başkalaşım süreci içindeki
bireyin niyet ve eylemlerine göre oluşturulur. Tarık
Buğra, bireyi merkeze aldığı romanlarda tarihî olayları romantik ve duygusal bir yaklaşımla ele aldığı
yönünde tenkit edilse de bu tercih roman türünün
doğasına da uygunluk gösterir. Nitekim yüceltilmiş
kimliklerin başrolde yer aldığı olay merkezli makro
tarih anlayışı, tarihsel süreci yönlendiren insan ve
toplum gerçeğinin etkileme/etkilenme boyutunu
göz ardı etmek durumundadır. Bu noktada tarih
anlatımını sosyal tenkitle birleştirerek romanlaştıran
Tarık Buğra, kahramanlarını, geçirdikleri ruhsal büyüme macerasıyla birlikte ele alır. Böylece tarihî ve
sosyolojik çerçevede ele alınan olay dizgesi içerisinde psikanalitik derinliğe sahip bir iç vaka ile roman
derinleştirilir.
Tarık Buğra, tarihin değişmez fotoğraflarını,
insana dair ayrıntıları belirgin hale getirecek fırça
darbeleriyle birer resme dönüştürür. Resmin çerçevesini oluşturan tarihî olaylardan hareketle roman
kişilerinin bilinçlenme süreçlerini ve birey-toplum
ilişkisinin tarihten aldığı etkileri ön plana çıkarır.
Tarihi yorumlamaktan ziyade insanın tarihselliğine vurgu yapan Buğra’nın romanlarında tarihî kişilikler, yerini kişiliğin tarihine bırakır. Sözgelimi;
Osmancık romanında cihan devletini kuran irade,
şuur ve karakteri ortaya çıkarmaya çalışan Tarık
Buğra, Osman Gazi Han’a dair bir oluşum romanı (bildungsroman) olarak okunabilen metinde
Osmancık’ın içindeki insanî özü görünür kılmaya
çalışır. Bu bakımdan yerel ve millî bir çerçeveden
yola çıkılan romanda evrensel bir hakikat olan
ruhsal büyüme macerası kurgulanır. Osmancık romanı, birçok tarihî kaynaktan ayrıntılı bir şekilde
öğrenebileceğimiz Osmanlı Devleti’nin kuruluş
öyküsünün arkasında yatan felsefeyi dikkatlere sunarken arketipsel sembolizm açısından çözümlendiğinde “kişisel bilinçdışının labirentinden büyük bir
aşamayla çıkan kahraman(ı)” (Özcan, 2003; 109)
Osmancık’ın şahsında somutlaştırır.
Tarık Buğra’nın roman kişileri, amaç değerlerle
araç değerler arasında sıkışan insanların yaşadığı bocalama süreci ve tercihlerinin altında yatan nedenleri sorguladıkları bir ruhsal büyüme süreci içinde
karşımıza çıkarlar. Ede Balı’nın Osmancık’a hitaben
yaptığı konuşmalar ve Osman Gazi Han olma yolunda verilen mücadele aynı zamanda kişinin kendini kurma sürecine de ışık tutar:
“Öfkenle avunuyorsun. Gücünü, kuvvetini öfkelerinle avutuyor, çürütüyorsun. (…) Ömrünü harcıyorsun; Allah’ın emanetine ihanet ediyorsun. Sokakta,
pazarda, düğünde, dernekte, avda, seyranda bir laf
atışması, hoşuna gitmeyen bir davranış olmaya görsün,
tokadın, sillen, kılıcın, kaman hazır. Üç beş Rum, birkaç Germiyanlı tepeledin, yahut kaçırdın mı, yiğitsin
gayrı… İşin tamam, için rahat. Çürüyorsun oysa.”
(Osmancık, s.12-13)
Yeniden doğuş düşüncesi Tarık Buğra romanlarında adeta bir monotematik olarak karşımıza çıkar. Osmancık gibi Küçük Ağa romanının başkişisi
İstanbullu Hoca da geçirdiği ruhsal değişimle birlikte ele alınırken Kurtuluş savaşı yıllarında Kuvayı Milliye yanlıları ile bu harekete muhalif olanlar
arasındaki çatışmalarda birleştirici bir figür olarak
karşımıza çıkar. İstanbullu Hoca’dan Küçük Ağa’ya
dönüşme süreci derin sorgulamalar sonucunda sancılı bir süreçle gerçekleşir. Olay örgüsünde başkişi
kadar etkiye sahip diğer roman kişisi Çolak Salih ise
dağılma dönemini yaşayan Osmanlı’nın kişi düzlemindeki görüntüsü olarak değerlendirilirken aynı
zamanda Niko ile arasındaki mücadelenin sonunda
yaşadığı yüzleşme ile metne psikanalitik bir derinlik
kazandırır. Gerek İstanbullu Hoca gerekse Çolak
Salih üzerinden anlatılan bireysel öykünün vurgusu, kendi gücünün sınırlarını fark eden insanın iç
dünyasında düzen kurmasının gerekliliği düşüncesi
üzerinde yoğunlaşır. Roman boyunca aksiyona dayalı bir gelişim çizgisinden ziyade, “olaylarla gelişen,
olgunlaşan ve insanî zaaflarıyla erdemleri arasında
zaman zaman çatışmalar yaşayan(…) bir insanın gelişimine tanık oluruz” (Korkmaz, 2011; 228).
Tarık Buğra’nın tarih malzemesini kullandığı
romanların günümüz okuyucusu için dikkat çekici
olmasının bir sebebi de millet olma bilincinin taşıdığı öneme işaret etmesidir. Demokrasi tarihimize
dair önemli ayrıntılar içeren ve çok partili hayata
geçiş sürecinde bir kasabada yaşanan olayları konu
alan Dönemeçte ve Yağmur Beklerken romanları
siyasî atmosferin toplum üzerindeki etkilerini ve
fırkacılığın sebep olduğu ayrışmayı konu alır. Yağmur Beklerken’de ele alınan susuzluk siyasî hırsların
sebep olduğu toplumsal ayrışmaya göndermede
51
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
bulunur. Farklı fırkaları destekleyen insanların zamanla ortak yaşam alanlarını hatta ibadet ettikleri
mescitleri bile ayırmaları, kasabaya gelen memurların görev bilincinden uzaklaşarak Şehir Kulübü adı
verilen mekânda sorumluluklarına ihanet etmeleri
romanda öne çıkan sosyal tenkidi belirgin hale getiren örneklerdir. 1940’lı yılların Türkiye’sinde çok
partili hayata geçiş tecrübesi ve zaman içinde farklı
partilere mensup olanlar arasındaki iletişimsizlik romandaki tenkidin ana çerçevesini oluştururken aynı
zamanda yöneticilerin halkı değersiz görmesi ve küçümsemesi de siyasî yozlaşma teması ile gündeme
getirilir:
“Neye çınar değil de akasya dikerler? Çabuk böyür
de ondan… görüversinler böyüdüğünü kendileri.(…)
Dedelerimiz yol kıyılarına, meydanlara, mesire yerlerine bizim için çınarlar, kestaneler, ardıçlar, gürgenler
dikmiş; biz de parklara kendimiz için akasyalar dikiyoruz” (Yağmur Beklerken, s.10-12).
Geçmişin tecrübelerinin bugüne ışık tutacağı
inancından hareket eden Tarık Buğra, tarihi yorumlamak ve tarihî olaylar üzerinde sorgulayıcı bir
düşünsel tavır geliştirmek olarak tanımlanan tarih
felsefesinin de gerekliliğine işaret eden romanlar
kaleme alır. Gerek Küçük Ağa gerekse Osmancık’ta
sağlam bir devletin temellerindeki harcı oluşturan
en önemli unsurun kendisini içsel olarak kurmayı
başarabilmiş insan olduğu vurgulanır. Yazar, tarihin
zafer ve yenilgiler üzerinden tespitinden ziyade öznenin ruhsal inşasının hangi aşamalarla gerçekleşeceğini önemser. Yüceltilmiş kimlikler kadar sıradan
insanlara da romanlarında yer veren Tarık Buğra’nın
asıl amacı insanı yüceltmek ve onu eşref-i mahlûkât
olduğuna inandırmaktır. Bu amacı gerçekleştirmeye gayret ederken büyük ölçüde tarihten aldığı malzemeye başvurması, “edebî eserler(in), nesillerin belleklerine geçmişe ait birtakım değerlerin yerleşmesinde
etkili ol(masıdır)”(Kavaz, 2012; 104).
Tarık Buğra’nın romanlarında tarih anlatımı eleştirel bir bakış açısıyla yapılır. Tarihî gerçekliğe bağlı
kalan yazar mikro tarih anlayışıyla temsilî karakterler kullanarak tarihimizdeki önemli dönemeçlerin
toplum ve kimlik inşasındaki etkilerini dikkatlere
sunar. Edebiyat sosyolojisi açısından değerlendirilmeyi bekleyen bu metinler bireysel ve toplumsal
boyuttaki yozlaşmanın sebeplerini ortaya koymayı
amaçlarken günümüzde sağlıklı ve demokratik bir
toplum oluşturma idealine de olumlu katkılar sağlamaktadır. Örneğin 1970’li yılların aktüel zaman
olarak seçildiği Gençliğim Eyvah romanında Tarık
Buğra, mozaik tip olarak kurguladığı ve özel isim
kullanmadan İhtiyar olarak nitelediği kişi ile Türkiye’deki anarşi ortamının bilhassa gençleri kullanarak emellerine ulaşma yollarını tenkit eder. Yazarın
“anarşinin otopsisi” olarak tanımladığı roman, siyasî
tarihin tespitleriyle uygunluk göstermekle birlikte
olayların anlatımı ve karakter çizimi simgesel bir dille yapılır. Delikanlı ve İhtiyar gibi temsilî karakterlerin yanı sıra Sersemlikleri Koruma, Geliştirme ve
Yayma Vakfı adıyla faaliyet gösteren bir cemiyet de
kaotik ortamın oluşturulması için ihtiyaç duyulan
köleleştirilmiş insanları hedef alan karanlık güçlere
işaret eder. Romanda siyasî ortamın tasvirinde öne
çıkarılan iki unsur, gençlik ve eğitimdir:
“Çanakkale, pırlanta gibi bir genç kuşağı yok
etti. Türkiye, bunun acısını hâlâ çekiyor.(…) Ona
52
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
göre nesiller yalnız savaş cephelerinde yok olmuyor,
harcanmıyordu. Bunun için ille de saldırgan ordular
gerekmiyordu. Gençliğimiz, Çanakkale’ye saldıranlardan daha sömürücü güçlerin ortaya koyduğu teneke
madalyaların peşinde çürüyüp gidiyor” (Gençliğim
Eyvah, s.291).
Romanlarını kaleme alırken metnini hangi niyetlerle oluşturduğuna dair açıklamalar yapan Tarık
Buğra, çeşitli vesilelerle romanlarının yazılma öykülerini anlatır. Daha ziyade ideolojik olmakla itham
edilen romanlar için açıklama yapma ihtiyacı duyan
yazar, niyetinin ideolojik bir telkin olmayıp ele aldığı devrin insanını tüm yönleriyle ortaya koymak
olduğunu ifade eder. Bunu yaparken yakın çevresinden gözlemlediği kişilerden yararlanırken kimi
zaman da kurmaca kişileri tercih eder. Örneğin; Çolak Salih karakterinin ortaya çıkmasında babasının
bir arkadaşından esinlendiğini söylerken muhayyel
bir karakter olan Firavun İmanı romanının Ali Yusuf’unun varlık sebebini şu şekilde izah eder:
“Firavun İmanı, aslında Ali Yusuf’un Ali Yusuf’ların romanıdır. Bu karakteri ve bu karakterlerin
ilişkilerini bir yana bırakıp da dönemi ve ortamı belirtmek için verilen epizotlara, konuşmalara, tiplere
hele hele romandaki bazı kişilerin anlayış veya düşüncesine saplanıp da roman ve yazarı için genel bir
yargıya vardınız mı yanılgıyı önleyemez, mesleğinizi
zedeler, kısacası asıl haksızlığı kendinize yapmış olursunuz.” (Ergüzel, 1993; 32;)
Buğra, “yaşanan tarih ile yazılan tarih arasında
bir farkın bulunması gerek(tiği)” (Cansever, 2004;
33) düşüncesinden hareketle tarihten alınacak tek
unsurun ibret olmadığını hatırlatır. Yazarın tarih
anlatımında dikkati çeken bir yön de tarihî tespitler
noktasında tartışmalı olan bazı konular üzerinde,
sözünü emanet ettiği karakterler aracılığıyla görüş
beyan etmesidir Bu beyanlar tarihî gerçeklikleri
tahrif etmeden olayların farklı bir gözle de değerlendirilebileceği düşüncesinden kaynaklanır. Örneğin; Cumhuriyet dönemi Türk romanında yaygın
bir şekilde karşımıza çıkan din adamı tipi genellikle
dinî yozlaşmanın sebebi olarak görülen cehalet ve
istismarın müsebbibi olarak tenkit edilirken, Buğra,
İstanbullu Hoca ve Fakir Halit karakterleriyle farklı bir din adamı profili ortaya koyar. Karakterlerin
yanı sıra Çerkez Ethem olayı ve tek partiye muhalif
bir çizgide ortaya çıkan Serbest Fırka ile Demokrat Parti’nin politikaları üzerine yapılan yorumlar
da devrin hâkim temayüllerinin dışında bir bakış
açısını yansıtır. Bu bakımdan Tarık Buğra’nın yakın
ve uzak geçmişi konu alan romanlarından hareketle
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihimize dair eleştirel bir
yaklaşımla entrik kurguyu şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
Edebiyatı, insanı anlama ve anlatma çabası olarak tanımlayan Tarık Buğra, romanlarıyla okuru
kendisini sorgulamaya sevk eder. Devir romanlarında, kıssadan hisse çıkarmak mümkün olduğu gibi
insana dair zaman ve mekânla sınırlandırılamayan
durumların okuma zamanındaki güncelliği de dikkat çeker. İnsanı önceleyen bir yazar olan Tarık Buğra, kimlik inşasının temelinde manevî değerleri ve
kendilik bilincini önemli bir mevkie yerleştirir. Bu
sebeple günümüze yönelik ciddî mesajlar barındıran Tarık Buğra metinleri, roman teorisi bakımından başarılı olmakla birlikte tarihî olayların arkasındaki toplum psikolojisine de ışık tutar. Edebiyat
dünyasına olduğu kadar tarih, sosyoloji ve psikoloji
alanlarına da malzeme sağlayabilecek nitelikte zengin metinler kaleme alan yazar, bu yönüyle zamana
yenik düşmeyerek gelecekte de ilgiyle okunacaktır. ■
Kaynaklar
ARGUNŞAH, Hülya, (2002), “Tarihi Romanın Yükselişi”, Hece Dergisi Türk Romanı Özel Sayısı, S.65-67, s.440449.
BUĞRA, Tarık, (1983), Osmancık, Ötüken Yayınları, İstanbul.
-------------------, (2004), Firavun İmanı, İletişim Yayınları,
İstanbul.
-------------------, (2004), Yağmur Beklerken, İletişim Yayınları, (9.bs.), İstanbul.
CANSEVER, Turgut, (2004), Tarihsel Roman Üzerine,
Akçağ Yayınları, Ankara.
ERGÜZEL, Mehdi, (1993), “Tarık Buğra ve Güneş Rengi
Yapraklar”, Türk Edebiyatı, S.233, s. 20-33.
KAVAZ, İbrahim, (2012), “Tarihselcilik Anlayışı ve Tarihî
Romanlarda Gerçeklik Üzerine Bir Değerlendirme”, Bilig,
S.63, s.93-108.
KORKMAZ, Ramazan, (2011), “Rene Girard’ın ‘Üçgen
Arzu Modeli’ Bağlamında Osmancık Romanı”, Tarık Buğra
(Prestij Kitap), (2.bs.), T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara. s.225-242.
ÖZCAN, Tarık, (2003) “Osmancık Romanının Arketipsel
Sembolizm Bakımından Çözümlenmesi”, Bilig, S.26, s.103116.
53
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Milletlerin ruhu ve edebiyatı üzerine
MUHAMMED HÜKÜM
B
Kemal Tahir’in
çabası bir
anlamda
Türkiye’nin
ruhuna nüfuz
etmeye yönelik bir
hamledir. “Türk
romanı yazılabilir
mi, yazılırsa
nasıl bir roman
olmalı?” sorusuna
bir cevap
araması onu
yerli kaynaklara
yönlendirir.
ilimin bugünkü yönelimleri somut, net,
rakamsal verilere yöneliyor olsa da tabiattaki ve evrendeki belirsiz alanlar; yarattığı
merak istenci ve dirençlerle hem bilimsel gelişiminin durmasını engelleyen bir isteklendirme kaynağı
oluyor hem de gizemi çözülmüş bir dünyanın sıkıcılığına karşı insanlığı koruyor. Bahsettiğimiz belirsiz
noktaların en önemlisi şüphesiz ki başlangıçla ilgili
olan noktalar. Dünyanın başlangıcı, yaşamın başlangıcı, sanatın başlangıcı, şiirinle medeniyetin başlangıcı ve her gün ortaya çıkan yüzlerce, milyonlarca
başlangıç… Bu başlangıçların birçoğunun bugün de
belirsizliklerle dolu olması belki de dünyayı yaşanılır
kılıyor. Örneğin eşinize âşık oluşunuzun başlangıcı ya da uyanıklıktan uykuya geçişinizin –tam olarak o anın- başlangıcı kesin ve net sonuçlarla ifade
edilse de bu anları değerli kılan biraz belirsiz, biraz
karanlık, biraz da karmaşık oluşudur. İşte tam burada sanatın, edebiyatın, şiirin ve başlangıç noktası
üzerine düşünmek en iyi ihtimalle bizi iki uçlu bir
tartışmaya sürükler. Bu iki uç, tüm tarihsel süreç boyunca derinden akan iki ırmak gibi omuzuna tarihi,
coğrafyaları ve farklı ifade olanaklarını alarak ilerler.
Tragedyanın doğuşunda Apollon ve Dyonisos[1] ara1. Nietzche “Tragedyanın Doğuşu” adlı eserinde Batı’da
Yunan mitolojisi ile ortaya çıkan bu ikiliği Batı sanatının
merkezine yerleştirir. Ona göre “Apollon; biçimin, uyumun ve
kontrolün, Dionysos ise taşkın ve coşkun duyguların, tutkunun
simgelendiği iki kavramdır
54
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
sındaki gerilimle ifade edilen bu ikilik, ideagerçek, Kant-Hegel, hayal-hakikat, gibi sanat
ve gerçeklik arasındaki birçok gerilimin ana
omurgasını oluşturur. Geleneksel edebiyat teorilerinin ve bazı noktalarda Doğu edebiyatının
bu belirsizlik üzerindeki tartışmaları Batı’ya
göre daha bütünlüklü bir odağa doğru yöneldiği gözlemlense de sanatın gerçekle olan ilişkisi sonuçta bizi bugünün edebiyatında sanat ve
toplumsal yaşam arasındaki ilişkinin açıklanmasına ve anlaşılmasına götürecektir. Ve bu ilişkideki belirsiz noktalar toplumun ve edebiyatın
ruhunun kaynağının araştırılması noktasında
hâlâ temel belirleyici güçtür.
Edebiyatın sosyal yaşamla ilişkisi de bu belirsizlik alanlarından biridir. Sanatın ve edebiyatın toplumsal koşullarla bazen paralel bazen
zıt bir ilişki içinde olması belirsizlik alanının
estetik duygusu ve güzellik istenci ile kesiştiği
bir noktaya işaret eder. Edebiyatın yaşam ve
gerçekle olan ilişkisi bugün edebiyatın “sosyolojik imkânı”nın ortaya çıkarılma çabası ile
felsefi tartışmalardan ziyade somut bir alana
oturtulmaya çalışılmakta. Edebiyat sosyolojisi
“Toplum sorunlarının incelenmesi, açıklanması ve yorumlanmasında edebiyatın göz önünde
bulundurulması gerektiğini öne sürmektedir[2].”
Zira bir milletin binlerce yılda kendi öz dili
ile oluşturduğu edebî eserlerin aynı zamanda
o milletin kendi öz tecrübelerinin de tarihî
ve sosyolojik olarak kaydını tuttuğu söylemek
edebiyatın var oluş biçimine aykırı bir yorum
olmayacaktır. Edebî eserlerin “kurgusal” oluşu
onun resmî bir belge ve doğrudan bir gerçek
olarak telakki edilmesine manidir; ancak kurgunun özündeki temel ruhun yazarın ideolojik
tutumu ne kadar taraflı gibi görünürse görünsün, yaşamın gerçekliği hakkında ipuçları vermesi mümkündür. Bu vesile ile yazarın ve şairin
dili, yaşamı ve kurguladıkları bir milletin ideolojik tutumundan öte o milletin ruhu hakkında
derin ve geniş bilgiler vermeye müsait bir alan
oluşturur.
Türkiye’nin ruhu nerede?
Edebiyatın sosyolojik imkânının bir ülkenin
2. Köksal Alver, “Edebîyat Sosyolojisi”, Hece
Yay.,2012, s.11.
ya da milletin ruhu hakkında en azından mülahazalarda bulunma hakkının edebî eserlerde
ortaya çıkabileceğini söyleyebiliriz. Batı dünyasındaki büyük sosyolojik değişimlerin edebî ifade biçimleri üzerinde de ciddi etkileri olmuştur.
Zira edebî eserler için “her biçim hayata dair
bir değerlendirme, bir yargıdır. Biçim en temelde aslında her zaman bir ideolojidir. Gücünü
de etkisini de buna borçludur. Dünya görüşü
her biçimin biçimsel postülasıdır.[3]” bu yüzden
belki de Avrupa edebiyat tarihinde en radikal
biçimsel değişim romanın ortaya çıkışıdır. Roman; bireyci, rasyonalist, karmaşık ve esnek
yapısı ile modern yaşamın biçimsel bir sonucu
olarak Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Bu meyanda
bir ülkenin ruhu hakkında söz söyleyebilmek
için tarih, medeniyet, iktisadi yapı gibi birçok
veriden yararlanılabilir; fakat edebî metnin bu
milletin öz dilinden ve kültüründen vücut bulması bu ruhu anlatma noktasında ona geniş bir
hareket alanı sunar.
Söz konusu olan Türk milletinin ruhunu
yazılan edebî metinler içerisinde bulmak meselesi ise ve bu gerçeği aradığımız alan edebî metinler ise elimizde Oğuz Kağan Destanı’ndan,
Fuzuli’nin gazellerine, Divan-ı Lügat’itTürk’ten bugünün saz şairlerine kadar çok geniş bir ifade alanı var. Fakat mesele Türkiye’nin
ruhu olunca aklımıza gelen birkaç isim var.
Bu isimlerden en önemlileri Kemal Tahir,
Oğuz Atay ve Cemil Meriç’tir.[4] Bu isimlerin
“Türkiye’nin ruhu” ifadesi etrafında birleşmesinin temel sebebi klişe çözümlere yüz vermeyip ideolojik saplantılardan öte bir gerçeklik
arayışı içinde olmaları olarak izah edilebilir.
Her ne kadar ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabil3. Franco Moretti, “Mucizevi Göstergeler” s.21
Postüla: İspat edilmeye gerek duyulmadan doğru olarak
benimsenen önermeye verilen ad.
4. Kemal Tahir ile ilgili yapılmış çalışmaların çoğunda
bu ifade kullanılır. Örneğin “Türkiye’nin Ruhunu
Arayan Adam: Kemal Tahir (Hece dergisi Kemal
Tahir Özel Sayısı), editörlüğünü Kurtuluş Kayalı’nın
yaptığı “Türkiye’nin Ruhunu Aramak” adlı çalışma
bahsedebileceğimiz eserler. Cemil Meriç için TRT
tarafından hazırlanan belgeselin isminin de “Türkiye’nin
Ruhu” olması, Oğuz Atay’ın tamamlayamadığı kitabının
da adının “Türkiye’nin Ruhu” olması bu isimlendirme
ortaklığının kaynakları hakkında bizi düşünmeye sevk
ediyor.
55
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
mişlerse de Türk okuru için hâlâ Türkiye’nin
ruhunu biraz olsun kavrama noktasında bir
ufuk kaynağı olarak nitelenebilecek yazarlardır.
Bu adlandırmanın bir başka nedeni de sağ-sol,
gelenek-yenilik, Doğu-Batı gibi dilemmalarda
inşa ettikleri gerçekliğin net ve kalıplaşmış
çözüm önerilerinden çok ülkenin şartlarına ve
milletin değerlerine yaklaşma gayreti içinde
olan ve dahi belirsizlik içeren bir alana tekabül
etmesidir.
Kemal Tahir hem yaşadığı dönem ve yazdıkları itibarı ile hem de kendi yaşamöyküsü
ile yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet’i içindeki yazınımızda müstesna bir yere sahiptir. Bu
müstesnalığın ilk önemli basamağı yerliliktir.
Kemal Tahir romanlarındaki yerli olma istenci bu havayı yaratma konusunda yapay bir
gayretten ziyade yazarın yaşamının, toprağının ve dilinin getirdiği doğal bir sonuçtur. Bu
sonuç da yine çift taraflı bir problemin doğal
sürece evirilmesinin getirdiği belirsizliği ifade
eder. Kemal Tahir’in “babası II. Abdülhamit’in
hünkâr yaverlerinden alaylı deniz subayı ve Yıldız Sarayı’nda Abdülhamit’in özel marangozu
Tahir Bey’dir.[5] Kemal Tahir’in yaşamının onu
tercihlerinde yerli olana sevk eden tarafı burada
gizlidir. Bu bağlamda Kemal Tahir’in ruh dünyasının ve inşa ettiği Türkiye ruhunun iki tarafı
da bu otobiyografik zıtlıkla açıklanabilir. Doğup büyüdüğü aile ortamı ve Sarı Mustafa-Nazım Hikmet-Kerim Sadi tesiri arasındaki zıtlık.
II. Abdülhamit ve İttihatçılar arasındaki çekişmede II. Abdülhamit’i savunur görünmesi ve
komünizm karşısında daha yerli bir uzlaşı noktası araması köklerinin sevk ettiği bir algılama
biçimi izah edilebilir. Kemal Tahir’in sıkı bir
komünist olduğu dönemlerde bile devletçi tutumu açıkça gözlemlenebilir. “Mete Tunçay’ın
Kemal Tahir’e sorduğu “İyi ama siz bazı düşünceleriniz yüzünden devlet tarafından cezalandırıldınız, bunu da tasvip ediyor musunuz?[6]
Sorusuna verdiği “Evet” cevabı Marksistler
tarafından hep Kemal Tahir’in Marksizm’e ve
kendi ruhuna ihaneti olarak değerlendirilmiş5. İskender Özsoy “Kemal Tahir’in 63 Yılı”
Biyografya-4 Kemal Tahir, Bağlam Yay.,2004 s.9.
6. Sezai Coşkun, Esir Şehrin Hür İnsanı Kemal Tahir,
Dergâh Yay., 2012.
tir. Kemal Tahir’in Türk solu ile ayrı düşmesinin temelinde de ülkenin ve devletin ruhu ile
Marksizm’in ruhu arasındaki fikrî tercih zorunluluğunda ülkenin ruhunu öncelemesi yatar.
Kemal Tahir’in 1930’lu yıllarda avukat
kâtipliği yaparken kaldığı pansiyonda oda
komşusunun Mustafa Börklüce (Nam-ı diğer
Sarı Mustafa) olması sayesinde Kerim Sadi ve
Nazım Hikmet çevresi ile tanışmıştır. Bu tanışıklık Kemal Tahir’in düşünce dünyasını derinden etkileyecek bir kadere gebe olacaktır.
Daha önce Cumhuriyeti ve devrimleri ateşli bir
biçimde savunan Kemal Tahir’in özellikle Nazım Hikmet’le tanışması sonrasında fikrî yolculuğunda yeni bir cephe açılır: Komünizm…
Fakat Kemal Tahir, hem romancı olarak hem de
bir aydın olarak kalıplaşmış ve değişime kapalı,
kökü dışarda bir komünizme saplanıp kalmaz.
Kemal Tahir’in hayatı boyunca devam eden ve
her dönüşümden sonra “Yine yanıldık !” deme
cesareti Türk aydının ülkenin ruhunu ararken
sadece iki karşıt uç arasında kalışından ziyade çok uçlu bir gerçekliğin her köşesine nüfuz
edebilme istencinin göstergesidir. Bir milletin
ruhunun sadece ideolojik uçlar arasında değil
din, dil, kültür, ekonomi ve daha birçok etkenle
biçimlenen karmaşık bir yapıya sahip olduğunu
izah etme noktasında Kemal Tahir’in Türk solu
tarafından “savruluş” olarak nitelenen tutumunu örnek gösterebiliriz.
Kemal Tahir’in Türkiye’nin ruhunu ararken dolaştığı alan objektiflikten ziyade birçok
farklı durumun olabilirliği üzerine kuruludur.
Örneğin, Esir Şehir üçlemesinde, Yorgun Savaşçı ’da ve Yol Ayrımı’nda daha önce Yakup
Kadri’nin uğraşıp Porsuk Nehri’nin bataklık
sularına saplandığı aydın- halk çatışmasına
eğilir. Türkiye’nin bugünkü sosyolojik yapısında da etkileri olan bu çatışmada Kemal Tahir’i
diğer Cumhuriyet dönemi romancılarından
ayıran nokta, farklı olaylar ve durumları anlatırken aydının ve halkın seçimlerini kalıplaşmış
ötekileştirici tutumlardan uzak durarak değerlendirilmesidir. Kemal Tahir romanlarında, İttihatçılıktan Kemalizm’e doğru evirilen süreçte
II. Abdülhamit’in yetiştirdiği askeri kadronun
(İttihatçıların) Osmanlı Devleti’nin kaderini
etkileyen seçimlerde bulunuşu dönemin aydın
56
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
çevresinin İttihatçılar tarafından temsil edilmesine sebep olur. Bu bağlamda İttihatçıların
31 Mart Vakası, Balkan savaşları ve I. Dünya
Savaşı’ndaki etkileri ilk dönem Kemal Tahir
romanlarının ana omurgasını oluşturur. Özellikle 31. Mart Vakası; ülkedeki dinci-modernist
hizipleşmesinin ana sebebidir. İstanbul’un ve
İzmir’in işgalinde Enver Paşa’nın Osmanlıyı I.
Dünya Savaşı’nda maceraya sürüklediğini, bu
sebeple halifenin sözünden çıkılmaması gerektiği düşüncesi, halkın özellikle de dindar kesimin Millî Mücadeleye karşı olumsuz bir tutum
geliştirmesine sebep olur. Bu durum Yaban,
Vurun Kahpeye, Yeşil Gece gibi romanlarda keskin bir halk-aydın ayrımına yol açarken Kemal
Tahir romanlarında yer yer halkın da bu tutumunda haklı olabileceği düşüncesi ile bir uzlaşı
noktası bulunur. Örneğin, Yorgun Savaşçı romanında Enver Paşa, Mustafa Kemal, Yakup
Cemil, Cemal Paşa gibi tarihî şahsiyetlere kahramanların ağzından çok farklı bakış açıları geliştirilir. Eski İttihatçı bir subay için Enver Paşa
bir kahramanken bir diğer İttihatçı için maceraperest biridir. Romandaki bu çokseslilik hem
Kemal Tahir’in bir romancı olarak da başarısının göstergesidir hem de oluşturulmuş düşünce
kalıplardan öte geliştirilebilecek bir sosyolojik
analizin habercisidir. Kemal Tahir, roman kahramanlarını iradesiz robotlar şeklinde oluşturmadığından, sosyal olgular ve olaylar karşısında
onun kahramanları gerçekçi bir gösterge olma
hüviyeti kazanır.
Romancının entelektüel sorumluluğu ve
muhaliflik
Bir yazar ya da romancı; millet için sadece
bir sanatçı hüviyetini taşımaz. Sanatçı aynı zamanda münevver, aydın ve entelektüeldir. Edward Said’in de dediği gibi entelektüel: “sürgün, marjinal ve yabancıdır. [7]” Kemal Tahir’in
sanatçı olarak profili özellikle muhaliflik üzerine kuruludur. Türkiye’de Marksizm’in Kemal
Tahir’in yaşadığı dönem itibari ile adının anılması dahi sanatçıyı muhalif olma konumuna
itmek için yeterlidir. Kemal Tahir’in muhalifliğinin ilk nüveleri Kerim Sadi ve Sarı Mustafa
7. Edward Said, Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı,
Ayrıntı Yay., (3. Baskı) 2009.
çevresi ile tanışması ile başlamış olsa da; “1938
yılında askeri isyana teşvik iddiasıyla kardeşi
Nuri Tahir, Nâzım Hikmet, Hamdi Alev, Emine
Alev, Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçı,
Kerim Korcan, Mehmet Ali Kantan, Seyfi Tekbilek ve Hüseyin Durugün›le beraber “askeri
isyana tahrik ve teşvik” suçlanması ve yargılanması ile muhalifliği resmîleşmiştir.[8] Fakat aslında Kemal Tahir’i Türkiye’deki diğer Marksist
yazarlardan ayıran ve ona özgünlük kazandıran
Marksizm’e ve genel anlamda Türk soluna karşı
da muhalif olabilmesidir. Ona göre Marksizm
bir düşünce tarzı olarak ömrünün sonuna kadar
vazgeçmeyeceği bir arayıştır. Fakat Türkiye’nin
problemlerinin Batı’dan kalıp hâlinde alınmış
düşünme biçimleri ile asla çözülemeyeceğini savunur. Bu yüzden komünizmin ve sosyalizmin
de Türk solu tarafından bir düşünce geliştirme
biçimi olarak algılanması gerektiğini savunur.
Türk Marksistleri için: “bizim Marksistlerimiz
(….) gözlerini Sovyetlere dikmişler, maymun gibi
onları taklit ediyorlar. Sovyetler kerhane işletmeye
kalksa, bizimkiler karılarını da sermaye yerleştirip bu işe başlayacaklar[9]” eleştirisi yerli düşünceyi ne kadar önemsediğinin göstergesidir.
Türk Solunun Kemal Tahir’le arası pek iyi
değildir. Kimilerine göre “ileriye yönelen gelişmelere çelme atan bir gerici, kimilerine göre
sol gösterip sağ vuran bir dönektir.[10] Kemal
Tahir’in tüm bu tartışmaların odağında romanlarının bulunması onun sanatçı kişiliği ile düşünür kişiliğinin kesiştiği noktada tartışmaların
açılmasına olanak tanır. Bu sebeple Kemal Tahir, yaşamı, romanları ve ideolojik yönelimi ile
Türk sosyal yapısının köklerinin araştırılması
için bir kapı niteliğindedir.
Bu bağlamda Kemal Tahir’in çabası bir anlamda Türkiye’nin ruhuna nüfuz etmeye yönelik bir hamledir. “Türk romanı yazılabilir mi,
8. Suçlanmasının nedeni astsubay olan kardeşi Nuri
Tahir’e Sabahattin Ali’nin bir kitabını vermektir. Kemal
Tahir, Donanma Davası” veya “Bahriye Olayı” diye
adlandırılan bu dava nedeniyle Donanma Komutanlığı
Mahkemesi’nde yargılandı, 15 yıl ağır hapis cezasına
çarptırıldı.
9. İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, Emre Yay.,
1995.
10. Seçkin Sevim “Kemal Tahir ve Türk Solu”
Biyografya- Kemal Tahir-4, Bağlam Yayınları, 2004.
57
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
yazılırsa nasıl bir roman olmalı?” sorusuna bir
cevap araması onu yerli kaynaklara yönlendirir.
Özellikle Devlet Ana’yı yazarken bin sayfanın
üzerinde bir yekûn tutan notlar oluşturması,
Osmanlı dönemi tarihlerinden yararlanması
(Naima, Peçevî tarihleri gibi), Çorum ağzından ve dönemin Türkçesinin özelliklerinden
yararlanması, dil ve tarih bilinci açısından yerliliği ön plana aldığının göstergesidir. Yazarlık
çabası bu tür bir yerlilik çabası üzerine kurulmuşken Kemal Tahir, sürekli ideolojik tutumu
ve görüşleri üzerinden eleştirilmiştir. Özellikle
Yaşar Kemal’in İnce Memed (1950) eserinden
sonra yazdığı Rahmet Yolları Kesti (1957) Türk
solu ile yerli bir sosyalizm peşinde olan Kemal
Tahir’in arasını açar. Yaşar Kemal’in mevcut
durum ve devlet karşısında özgürlük ve kahramanlık mitini birleştirdiği İnce Memed tipi,
Kemal Tahir için klişe bir kahraman yaratma
çabasıdır. Nitekim Rahmet Yolları Kesti romanında eşkıyalığın siyasi bir simge olmadan
önce ahlaki olarak değerlendirilmesi gerektiğini sorgular Kemal Tahir. Kemal Tahir yasadışılığın ve kural tanımazlığın ahlaki bir problem
olduğunu tüm romanlarında ifade eder. Yorgun
Savaşçı’da Çerkez Ethem ile ilgili kısımlarda da
bu yasadışılığın yol açacağı problemler ayrıntılı
olarak tartışılır. Ahlaki problem sadece eşkıyalık için geçerli değildir. Örneğin Kurt Kanunu
romanında İttihatçıların (özellikle Abdülkerim
Bey karakteri üzerinden) kanun bilincinden
kurtulup bireysel isteklere ya da bir grubun isteğine yönelmesi yeni sistem içinde kendine yer
bulamamasının temel sebebi olarak çizilir. Yine
aynı durumda Enver Paşa karakteri çizilirken
bir mefkûre olarak devlet düşüncesinden uzaklaşan kahraman maceraperestlikten öteye geçemez. Kemal Tahir, devlet kavramını yazılı bir
kurallar manzumesi ile sınırlanmış bir olgudan
öte insanların ahlaki olarak iyi ve doğru saydıkları kavramları koruyan ve düzenleyen ortak bir
akıl olarak düşünür. Kemal Tahir’in savunduğu devlet düşüncesi bu bağlamda statüko değil
kültürel bir varlık alanıdır. Fakat Türk solu bu
tavrın Marksist anlayışla uzlaşmadığı düşüncesi
üzerinden Kemal Tahir’e cephe almıştır. Özellikle 1959 yılında Pazar Postası Gazetesi tarafından düzenlenen “Beş Romancı Köy Romanı
üzerine Tartışıyor” açıkoturumunda Fakir Baykurt, Orhan Kemal ve Mahmut Makal’ın Kemal Tahir’in söyledikleri karşısındaki tavırları
“herkes gibi düşünmeyen bir yazara haddinin
bildirilmeye kalkışıldığı bu tuhaf açıkoturum
Kemal Tahir’in 1950’li yıllarda Türk solu içindeki yalnızlığını gözler önüne sermektedir.[11]”
Kemal Tahir’in Türk solu ile uzlaşmazlığı Bozkırdaki Çekirdek (1966) romanı ile devam eder.
Köy Enstitüleri dönemin ve bugünün Türk solu
açısından bakıldığında hep kolektif halkçı bir
efsane olarak anılmıştır. Fakat Kemal Tahir’in
enstitülere eleştirel bakışı Özdemir İnce, Vedat
Günyol gibi yazarlarca Kemal Tahir’in cahillikle suçlanmasına sebep olmuştur. Kemal Tahir’in
Köy Enstitülerinin köylünün ahlaki yapısı üzerindeki olumsuz etkilerini tartışmaya açması
Türk Marksistlerince âdeta kutsanan enstitüler
üzerinden de Kemal Tahir’in Türk solunun dışına itilmesine neden olan bir başka bir durum
olarak göze çarpar.
Kemal Tahir’in dışlanma süreci sadece Türk
solu ile ilgili değildir. Başlangıçta Atatürk devrimlerinin sıkı bir savunucusu olarak tanımlayabileceğimiz Kemal Tahir, yine sahicilik arayışı ile ulusalcı-Atatürkçü entelektüellerle de
görüş ayrılığına düşer. Kurt Kanunu romanında bir yandan Cumhuriyeti kuran kadronun
çekirdeği olan eski İttihatçıların yozlaşmasını
anlatırken öte yandan Atatürk’ün yeni kurduğu sistem içerisinden eski İttihatçıları tasfiye
ediş süreci anlatılır. Bu durumda Atatürk’ün
“İzmir Suikasti”ni kullanarak bu tasfiye sürecini gerçekleştirmesinin anlatılması ve İstiklal
Mahkemelerinin romandaki kanunsuz tutumu,
Atatürkçü entelektüelleri iyiden iyiye rahatsız
eder. Atatürk’e dokunan bir kurgu Yol Ayrımı
romanında da kendini gösterir. Serbest Fırka
deneyiminin bir demokrasi denemesinden çok
bir mizansen olduğu düşüncesi üzerinden hareket eden roman gerçek anlamda Sol-Kemalist
kesimle Kemal Tahir’in ‘Yol Ayrımı’dır. Tıpkı
Marksistlerin saplandığı gibi tabulaştırılmış kişilere ve olaylara kurguyla ışık tutmaya çalışan
Kemal Tahir için eleştiri yine aynıdır: “Cehalet, tarihi çarpıtma ve döneklik…” oysa Kemal
Tahir, Türk solunun Atatürkçü-laik çevreyle
11. A.g.e.
58
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
ilişkisinin sorgulamış olması bugünün Türk solunun açmazlarına da ışık tutacak niteliktedir.
Özellikle “12 Eylül 1980 askerî müdahalesinin
yarattığı travmayı bir türlü atlatamadığı için
aktif bir politik mücadele yürütmekte zorlanan,
Doğu blokunun çözülmesinden sonra ortaya
çıkan yeni koşullara göre kendini dönüştüremeyen ve ülke sorunlarına esaslı çözüm önerileri
getiremediği için Türk halkı nezdinde ciddi bir
alternatif olamayan Türk solunun yerliliği esas
alan bir perspektiften değerlendirme” olanağı
tanır.[12]”
Kemal Tahir’in Atatürkçü-laik entelektüelle
ayrıldığı bir başka nokta Yorgun Savaşçı romanı
üzerinden yapılan tartışmalarda kendini gösterir. Millî Mücadele’nin kahramanları yerine
kurgusal dünyadan vücut bulmuş eski İttihatçı
bir kahramanın “-Cehennem Topçusu Yüzbaşı
Cemil-”in romanda başkahraman olarak
kullanılması, sol-Kemalist aydınları rahatsız
eder. Eleştiri yine benzerdir. Resmî tarihin doğrularıyla örtüşmeyen bir tarih anlayışı ve tarihi
keyfi bir biçimde yorumlamak…
Kemal Tahir ile solcu aydınlar arasındaki
bağı tamamen koparan roman Devlet Ana romanıdır. Zira bu romandaki tartışma tarihsel
anlatma biçimi ile ilgili biçimsel bir tartışmadan ziyade bir bakış açısı farklılığının su yüzüne çıkması ile ilgilidir. Genel olarak Kemal
Tahir’in tüm romanları üzerinden ortaya çıkan
bu görüş ayrılıkları:
Osmanlı ve Türk tarihi ile barışık olmayan
Türk solunun içeriden bir eleştiri ile karşılaşması;
Sınıf farklılığı ve yağmacı devlet klişelerinin
yerine “kerim devlet” düşüncesinin Kemal Tahir tarafından ortaya konulması;
ATÜT’ün tartışmaya açılması ve Osmanlı
toplumunda sermaye birikimi ve sınıf bilincinin olmayışının Kemal Tahir tarafından ifade
edilmesi;
Marksizmin temel argümanlarından biri
olan özel mülkiyet kavramının Osmanlı devlet
yapısı içerisinde vücut bulmamış olmasının Kemal Tahir’ce ifade edilmesi;
Atatürk döneminin tabulaştırılması yerine
objektif bir gözle değerlendirilmesi;
II. Abdülhamit’in ve İttihat- Terakki’nin tarih içinde objektif bir zaviyeden değerlendirilmesi şeklinde sıralanabilir.
Bir romancının, Marksist bir entelektüelin
Türkiye’nin sanat, edebiyat çevresinde bu kadar tartışılan eserler vücuda getirmesi oldukça önemlidir. Bir milletin sosyolojik yapısının
edebî eserler üzerinden okunması taraflılık, dar
perspektiflerden olaylara yaklaşılması, üslup
problemleri ve daha birçok problemlerle hem
okuru hem de yazarı yüz yüze getirir. Bu problemlerle yüzleşip her birini bileğinin hakkıyla
karşılayabilmiş bir entelektüel oluşu Kemal
Tahir’in bugün hâlâ neden Türkiye’nin ruhunu arayan okurlar için önemli olduğunu ortaya
koymaya yeter. ■
12. Seçkin Sevim “Kemal Tahir ve Türk Solu”
Biyografya- Kemal Tahir-4, Bağlam Yayınları, 2004.
59
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Türk düşüncesine dair*
LEVENT BAYRAKTAR**
T
ürk düşüncesi veya Türk düşünce hayatının sadece bugünü değil, uzun da
bir geçmişi vardır. Türk kültürünün
hâkim olduğu, yaşadığı, yaşatıldığı her yerde ortaya konulmuş olan bütün entelektüel olaylar/
ürünler Türk düşünce hayatının kapsamına girer. Böyle bakıldığında Türk düşüncesi tabirinin
bir oluşum ve gelişim çizgisinin olduğu görülür.
Dolayısıyla Türk düşüncesi kavramının, Türklerin tarih sahnesine çıkışlarıyla beraber başladığı
söylenebilir. Düşüncenin dil ile olan sıkı ilişkisi
hatırlanarak, Türk düşüncesinin yazılı ve sözlü
kaynaklardan beslendiğini vurgulamak gerekir.
Sözlü kaynakların başında destanlar gelir. Yazılı
kaynaklar ise; dikili taşlardan, Orhun Kitabelerinden itibaren başlayan, düşünceyi ve evren tasavvurunu ifade eden bütün eserlerdir. Tarihsel
süreç içerisinde, Türklerin İslamiyeti benimsemiş olmaları ile birlikte, düşüncenin, Türk ve İslam düşüncesi başlığı altında geliştiğini, şekillendiğini görmek mümkündür. Böyle bakıldığında
Bir medeniyet
eğer kendisi
hakkında bir bilinç
geliştirmek ve bir
uyanış yaşamak
istiyorsa önce
bilgiyle ve özellikle
de bilimsel bilgiyle,
felsefi bilgiyle
sahih bir ilişki
kurması gerekir.
Aksi takdirde
teknolojinin transfer
edilmesiyle o
teknolojiyi var
eden bilgiyi almış
olmazsınız.
*Bu yazı Türk Felsefe Derneği adına 16 Mart 2013 tarihinde
Altındağ Belediyesi Kabakçı Konağında yapılan konuşma üzerine kaleme alınmıştır.
**Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İTBF Felsefe Bölümü
60
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Farabiler, İbni Sinalar, Gazaliler, Biruniler, Uluğ
Beğler ve daha nicelerinin bu düşünceye büyük
hizmetler verdikleri görülür.
Düşünce, daima bir ortam içerisinde, bir
zemin içerisinde, bir kültür içerisinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla Türk düşüncesi dediğimiz bu alanın bir kültürel temelinin olması ve
bu kültür içerisinde kendisini ifade edecek, anlamlandıracak zeminler bulmuş olması gerekir.
Bu aynı zamanda konunun, kültürel bir bilinci
beraberinde getirdiğini ve ister istemez resmî kurumsallaşma/müesseseleşme geleneği içerisinde
anlam kazanmasını da ifade eder. Böyle olunca
‘düşüncenin kurumsallaştığı alanlar nelerdir’
diye sormak gerekir. Bunlar ilkin eğitim kurumlarıdır, bilim kurumlarıdır, kütüphanelerdir ve
araştırma merkezleridir. Bu açıdan bakıldığında,
Türk-İslam medeniyetinin Orta Çağlar boyunca
kurucu bir rol üstlendiğini; bilim, felsefe, düşünce ve sanat alanlarında bayraktarlık yaptığını
görmek ve tespit etmek mümkündür. Bu noktaya geldiğimizde bir hususu aydınlatmak gerekir: Orta Çağ kavramı ve Orta Çağ kavramına
yüklenilen anlamlar. Biliyoruz ki en az iki tane
Orta Çağ vardır. Bu Orta Çağlardan bir tanesi
Türk-İslam medeniyetinin en parlak dönmelerini yaşadığı Orta Çağ, diğeri de Batı’nın adına
‘karanlık çağ’ demiş olduğu Orta Çağ. Kendi tarihimiz ve kültürümüzü tanıtırken, kendi özgün
kaynaklarımızla ve kendi özgün ufkumuzla anlamlandırmaya mecburuz. Çünkü aksi takdirde,
“Orta Çağ karanlıktır ve karanlık olan bir çağdan da insanlığın kurtulması esastır.” şeklinde
oryantalistçe bir bakış açısının içerisine düşme
riski bulunmaktadır. Öyleyse, hangi Orta Çağ
karanlıktır sorusunu sorarak, Batı’nın ve Hristiyanlığın yaşamış olduğu Orta Çağla, Türk-İslam
Orta Çağını birbirinden ayırmamız gerekir.
Daha yakın dönemlere doğru geldiğimizde bizim
Batı düşüncesi ile karşılaşmamız ve bu karşılaşma neticesinde, kendimizi konumlandırmamız
söz konusudur. Batı’yla yeniden karşılaşmamız
Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet süreçleriyle gerçekleşmiştir. Tanzimatçıların Batı’yı algılayışlarıyla, Meşrutiyetçilerin ve Cumhuriyetçilerin Batı’yı algılayışlarında da farklar vardır.
Burada araya uzun mesafeler girmiştir ve kendi
medeniyetimizin köklerindeki o düşünsel, ente-
lektüel faaliyetlerle aramızda bir kopukluktan da
bahsetmek mümkün gibi görünmektedir. Oysa
düşünce alanında herhangi bir boşluk kabul edilemez ve bu boşluk mutlaka bir başka düşüncenin etkisi ile doldurulur.
Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi düşünce
ortamının nasıl geliştiğine bakmak gerekirse;
Osmanlının Batı karşısındaki toprak kayıpları
ve askeri sahadaki mağlubiyetleri yüzünden bir
özgüven eksikliği içerisine düştüğü görülür. Bu
özgüven eksikliği kendi düşüncesi hakkında da,
kendi bilinci hakkında da zaman zaman bir güvensizlik ve tereddüde sebep olmuştur. Bunun
neticesinde de, Batı’nın kurumlarını, Batı’nın
eğitim anlayışını almak ve artık aynı tarihin içerisine yerleştirmek gibi bir bakış açısının hâkim
olduğu görülür. Bu anlayış, Osmanlının son zamanlarındaki bütün ıslahat hareketlerinin, bütün yenileşme ve modernleşme çabalarının da
temel dinamiğini oluşturur gibidir.
Fakat burada farkında olmak gereken bir husus vardır. O da, müesseseleri veya teknolojiyi
ithal etmekle o müesseseleri veya teknolojiyi
üreten bilgiyi ithal etmiş olunmadığıdır. Bir
medeniyet eğer kendisi hakkında bir bilinç geliştirmek ve bir uyanış yaşamak istiyorsa önce
bilgiyle ve özellikle de bilimsel bilgiyle, felsefi bilgiyle sahih bir ilişki kurması gerekir. Aksi
takdirde teknolojinin transfer edilmesiyle o teknolojiyi var eden bilgiyi almış olmazsınız. Bu da
bize şunu gösteriyor ki, temel bilimler ve felsefe
insanlık tarihinin, medeniyet tarihinin dinamik
motorunu oluşturmaktadır. Mesela Kâtip Çelebi, medreselerden felsefenin kaldırılması ile
birlikte ilmin rüzgârının yatıştığını, dindiğini
ve artık eskisi gibi kuvvetli esmediğini aktarır.
Eğer siz eğitim kurumlarınızda felsefeyi ve temel
bilimleri ikinci plana iterseniz, onların eleştirel
ve itici gücünden de yararlanamamış olursunuz. Zira felsefi düşünce, bir medeniyetin, bir
kültürün bilinci durumundadır ve o daima bir
konu üzerine kendisini inşa eder. Ve bu husus
bugünün Türk düşüncesini tasarlayanlar ve
Türk düşüncesinin sorunları üzerine düşünenler için de ilham verici olmak zorundadır. Çünkü düşünce daima bir ortamda şekillenir ve bir
konu hakkındadır. Felsefe kendisine geleneksel
olarak varlık, bilgi ve değer alanlarını seçmiş olsa
61
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
da sanat, bilim, hukuk, ahlak, din, eğitim ve
iktisat gibi alanlarla da yakından ilgilenmektedir.
Bunların üzerine eğilmek, bunlar arasında
bütünlüklü bir medeniyet tasavvuru oluşturmak,
sizin kendi kültürünüzün sağlam temellere
dayandırılmasında elzemdir.
Acaba bizim bir medeniyet tasavvurumuz var
mı? Nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz? Nasıl
bir toplum, nasıl bir devlet hayatı tasarlıyoruz?
İnsanlık için bir tasavvurumuz var mı? Bunlar
da bize şunu gösteriyor, eğer sizin düşünce hayatınız birbirinden kopuk alanlardan, kompartımanlardan oluşuyorsa ve her kompartıman
kendisini müstakil bir yapı olarak algılıyorsa,
orada düşüncenin dayanışmasından ve itici bir
aktör olmasından bahsetmek çok da mümkün
değildir.
Şimdi konuyu yavaş yavaş günümüz
açısından ve bugünkü Türk düşünce hayatının
sorunlarının neler olduğuna getirmemiz
gerekirse, şunu fark ediyoruz: Türkiye’de temel
disiplinlerle, örneğin matematik, fizik, kimya,
biyoloji, tıp gibi disiplinlerle sosyal bilimlerin
arasında büyük bir boşluğun olduğu görülüyor.
Yani sosyal bilimlerin fen bilimleriyle, onların
tıp bilimleriyle aralarındaki irtibatsızlık bizim
topyekûn bir medeniyet tasavvuru oluşturmamıza da engel teşkil ediyor. Bunları çoğu zaman
yaşadığımız eğitim kurumlarında da görmemiz
mümkün oluyor. Mesela Sosyal bilimler sanki
olmasa da olur ya da keyfe keder bilim dallarıymış gibi algılanıyor.
Bir başka meseleyi de şöyle tespit etmek
mümkündür. Acaba Türk düşüncesi dediğimiz
bu alan kendi tarihsel kökleri ile ne kadar ilişki
kurabilmiştir? Buna bir müddettir ‘irtibat problemi’, ‘bağlantı problemi’ demeye çalışıyoruz. Ve
Türk düşüncesinin bütün düşünce alanlarıyla
bağlantısının kurulması gerektiğini söylüyoruz.
Buna göre Türk düşüncesinin ilk önce kendi
kültürel, toplumsal, tarihsel kökenleri ile irtibata
geçmesi lazımdır. Zira düşünce, kendi geleneği
içerisine yerleşilerek veya bir gelenek oluşturularak idame ettirilecek bir alandır. Ayrıca şunun da
farkında olmak gerekir ki düşüncemiz mutlaka
sanat hayatımızla, sanat geleneklerimizle, devlet
hayatımız ve siyasi düşünce geleneklerimizle, bilim hayatı ve bilim geleneklerimizle de ilişki ve
iletişim hâlinde olmalıdır.
Dil düşüncenin taşıyıcısıdır. Ve dil olmaksızın düşüncenin formüle edilmesi de ifade edilmesi de mümkün değildir. Bu husus Türkiye’de
düşünce hayatını şekillendiren bütün kurumların ve bütün düşünürlerin üzerinde hassasiyetle
durması gereken bir problemdir. Türkiye’de artık sadece tercüme ve Batı eserlerini basan kimi
yayınevlerinin var olduğunu ibretlik bir hâdise
olarak tespit edebiliriz. Onlara göre Türk düşüncesinde yeni, özgün, yaratıcı, dünyaya bir
mesaj verecek eser ortaya konulamadığı için, bir
düşünce ortamı yaratabilmek adına, ancak dışarıdan eserlerin tercüme edilmesiyle böyle bir zemin hazırlanabilir.
Görülüyor ki Türkçenin bütün zamanlardaki
kazanımlarını ve bütün zamanlarda ortaya
konmuş olan ürünlerini kapsayacak eserler
vücuda getirmek mecburiyeti vardır. Bu bize
şunu gösterecektir: Zengin bir Türkçe, zengin
bir düşünce dili, belli çağrışımları olan yeni
eserlerin doğması için zemin hazırlayacaktır.
Eğer sizin kuşaklar arasında uzlaşıya dayanan ve
anlaşabileceğiniz bir ortak dil zemininiz yoksa
-bu da düşüncenin önündeki büyük bir handikaptır - bunu da aşmak gerekir. Bu da ancak sözlük çalışmaları ve eski eserlerin yeniden basılmaları ve o terminolojiye bağlı olarak yeni eserlerin
yazılmasıyla mümkün olabilir. Bunu söylemek,
bir maziperestlik olarak algılanmamalıdır. Bu,
bir düşüncenin kendisini ifade edebilmesi için
bir köke, geçmişe ve şuura dayalı olma mecburiyeti kapsamında ele alınmalıdır. Eğer biz kendimizden önceki kuşakların ortaya koymuş oldukları eserleri kendimize mal edemiyorsak, onları
anlamakta, algılamakta ve yorumlamakta zorluk
çekiyorsak ve her nesil yeni baştan, sil baştan bir
düşünce hayatı kurmaya çalışıyorsa elbette burada bir düşünce geleneğinden ve düşüncenin
kurumsallaşmasından bahsetmek de oldukça
güç olacaktır. Bu bakımdan bugünkü Türk düşüncesinin temel problematiklerinden bir tanesi
mutlaka kendi tarihsel, kültürel kodlarıyla buluşmak, onları yeni baştan keşfetmek, onları içselleştirmek, yorumlamak ve bugünkü dünyanın
ihtiyacı olan problemler karşısında yeni, özgün
eserler vücuda getirebilmektir.
Ayrıca mutlaka düşünce hayatımızda, klasik
62
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
manada bir tarihçilik zihniyeti de sorgulanmalıdır. Çünkü düşünce hayatı sadece tarihsel malzemenin üzerine de kurgulanmaz. Bunun ne kadar
gerekli bir şey olduğunu ifade etmeye çalıştık.
Ancak sadece tarihsel malzemeyi değerlendirmek
ve yorumlamak da aktif, canlı bir düşünce hayatı
için elbette yeterli olmayacaktır. Öyleyse bugün
yapılması gereken şeylerden bir tanesi, bugünün
dünyasının ve toplumunun sorunlarına çare olabilecek yeni bakış açıları, yeni kavramlar geliştirmek ve söylediğimiz sözün hem kendi toplumumuz için hem de bütün bir dünya için geçerli ve
anlamlı olduğunu hissederek özgüven içerisinde
bunu söylemektir. Nitekim tarih içerisinde oluşan Türk düşüncesinin evrenselleştirilebilir olmak ve bir ahlaki kaygı ekseninde şekillenmek
gibi vasıfları olagelmiştir.
‘Bugünün Türk düşüncesi ve düşünce hayatının kazanması gereken özellikler nelerdir’ diye
sorduğumuzda şu meselelerin devam ettiğini
belirtmek gerekir: Türkiye’de düşüncenin ideolojik kuşatmalardan sıyrılamamış olması, hasbi
düşüncenin kurumsallaşamaması ve düşüncenin
araçsallaştırılması. Şüphesiz bu da bizi ister istemez özgün ve yaratıcı düşünce gelenekleri oluşturmak bakımından sıkıntıya sokmaktadır. Zira
düşünce ortamınız ideolojik kaygılarla şekilleniyorsa kendi epistemik camianız ve cemaatiniz
içinde hapsolmak gibi bir sıkıntıyla karşı karşıya
gelirsiniz. Ve bir epistemik cemaat veya camiaya bağımlı iseniz bu ötekileri de öteki camialar olarak tanımlamanız anlamına gelmektedir.
Oysa düşüncenin ihtiyacı olan şey ilişkidir, açık
olmaktır, sorgulayıcı olmaktır, kritik olmaktır
ve kuşatıcı olmaktır. Hatta bunların da ötesinde mutlaka bir hakikat endişesi taşıyor olmaktır.
Yani Türkiye’deki düşünce hayatını ne zaman
hakikat endişesi çerçevesinde şekillendirir ve onu
ideolojik önyargılardan, kaygılardan arındırırız,
işte o zaman dünya çapında bir düşünce ortamımız ve dünyaya söyleyecek sözümüz de olur.
Gelinen bu noktada kavram oluşturmak gibi
bir hususa da dikkat çekmek gerekir. Mesela filozof tariflerinden bir tanesi şudur: Kendi kavramlarıyla konuşan insan ya da kendi kavramlarıyla
düşünen kişi olmak. Dolayısıyla biz bugün acaba
kendi kavramlarımızla kültürümüzü, toplumumuzu ve dünyayı okuyabiliyor muyuz? Yoksa
tercüme kavramlarla mı düşünce hayatımızı
idame ettiriyoruz. Bu da üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir soru olarak karşımıza
çıkıyor. Tam da bu noktada genellikle tercüme
kavramlarla düşündüğümüzü ve dahası genellikle Batı’nın geçirmiş olduğu süreçleri gecikmeli
biçimde alarak, entelektüel bir hayat kurmaya
çalıştığımızı itiraf etmek mecburiyetimiz var. Bu
da entelektüel bir sıkıntı oluşturuyor. Elbette
dünyayı takip edeceğiz, elbette çeviriler yapacağız ve başkalarının düşünceleriyle ilişkilere girerek, irtibata geçerek kendimiz de düşünce ürünleri ortaya koyacağız ama bundan daha önemlisi
kendi toplumumuz, kültürel entelektüel sorunlarımız karşısında kendi çözüm yollarımız ve
kendi kavramlarımızla bütün bunları yapmak ve
bilinç oluşturmak zorundayız.
Yerli, özgün ve yaratıcı düşünce geleneklerinin ihdas edilmesi hakkında kolektif bir bilincimizin ve gayretimizin olması gerekmektedir. Bunun için düşüncenin birbirlerine kapalı
alanlardan kurtarılması gerekir. Bundan kastettiğimiz şey; hem bir alan taassubudur hem de
düşüncenin yeteri kadar ortak platformlarda ve
melez bir şekilde yürütülemiyor olmasıdır. Mesela Türkiye’de sosyal bilimciler kendi alanlarının
sempozyumlarını, kongrelerini yapıyorlar. Kendi kongrelerinde, kendi içlerinde meselelerini
görüşüyorlar. Oysa bütün bilim alanları, özellikle de sosyal bilimler düşüncenin oluşturulduğu,
ifade edildiği ve aslında istişare edilerek geliştirilecek olan alanlardır. Öyleyse melez ortamlara
ihtiyacımız olduğunun farkına varmalıyız. Yani
edebiyat ortamımız pür bir edebiyat ortamı değil
aynı zamanda felsefenin, psikolojinin, sosyolojinin içerisinde bulunduğu bir ortam olmalıdır.
Aynı şekilde mesela tarih ortamı da; sosyolojinin, felsefenin, psikolojinin içinde bulunduğu
bir ortam olmaya mecburdur, mahkûmdur. Böylece ortak dertlerimizin, ortak problemlerimizin
aslında çözümsüz olmadığını da fark edeceğiz.
Çünkü felsefi bakış açısı daha önce de değinildiği gibi mutlaka bir zemin üzerinde kendisi ifade
eder. Ve bu zemin de daha çok kendi tarihsel,
kültürel, entelektüel hayatımızdır. Ve ortak işler
yaptıkça, ortak problemler sahibi olduğumuzu
gördükçe, ortak bir dil geliştirmek ve ortak çözüm yolları bulmak da mümkün olacaktır. ■
63
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Tarihin edepli canı
TANER TATAR
Allâh adın zikredelim evvela
Vacib oldu cümle işte her kula
belerden tekbir, doldu kubbelere “âmin”.”
(A.N. Asya)
Allâh adın her kim ol evvel anâ
Her işi âsan eder Allâh anâ
Süleyman Çelebi, Türkçe yazdı bütün kâinatın
tarihî gününü. Türk milleti, hayatının önemli her
anının kutlulanması için vesilesi kıldı mevlidi. Biz
de başladık söze, tarihin şereflendiği o saati yazan
edepli kalemin Mevlidiyle; kutlulansın tarihimiz
ve tabii ki istikbalimiz; her şeyin başlangıcı olan
ol anın kutlu kelimeleriyle.
Tarih, hilali görenlerin (İbranice “verrehe”)
ilmi, geçmişe dair yaşanmışların “ne ise ne” diyerek nesnellikle kayıt altına alınıp taşınmasından
müteşekkil bilgi; tarihin edebiyatı, evveliyatı ebediyete edeple kalbeden bilginin, zihne ve kalbe
dolmasından mürekkep zamanın şuuru.
Tarih, yaşanmışları günü gününe hıfzetmek;
şuur, hatıraları hafızada hatırlı kılmaktır.
Tarih, zamanda geriye gidip, gün ve yer göstererek geçmişi uzatmaktır; şuur, uzakları yakın
edip geçmişi bugüne getirmektir.
Tarih, bütün suçu geçmişe atmaktır; şuur,
geçmişin aynasında kendine bakmaktır; geleceği
geçmişe katmaktır.
Tarih, tozlu arşivlerdeki sararmış vesikaları ak
tenli sayfalara aktarmaktır; şuur, arşivin tozlarını
latif nefesin rüzgârının önüne katıp savurmak,
sararmış yaprakları gönül hanesinde tutuşturup,
yanmaktır.
Tarih, yalan söylemeyen taşların şahitliğinde,
Tarih yaradılışla başladı. Mahlûkat âleminin
şerefli varlığı olan ve asumanın fanusuna sığmayan şulesiyle insan, halifelik makamıyla dünyaya
indirildiğinde, ezelden yazılmış tarih, serencama
koyuldu:
Hak Teâlâ yaratınca Âdem’i,
Âdem’le süsledi bütün âlemi.
Mustafa nurunu alnına koydu,
Habibimin nuru, bil bu nuru dedi.
İlk yaratılan, sonra gelecekti. Bütün âlem onu
hasretle bekledi. Tarihe karışanlar hüzünlüydü,
bekleneni görememek ne hazindi! Ve o kutlu gün
geldi, tarih asıl şimdi başlıyordu. Melekler gökten
indiler saf saf. Başladı, “Sur”dan ses gelinceye kadar
sürecek olan tavaf.
Doğdu o saatte o sultan-ı din,
Nura gark oldu, semavat ü zemin.
Kâinatın ezelden tavaf eylediği Kâbe, sevinçle
nur saçtı. “Mescit mümin, minber mümin, taştı kub64
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
geçmişe işaret etmektir; şuur, taş-u toprak arasında bile yapılırken, taşa toprağa can vermektir.
Tarih, tarihi yapanları bilmektir; şuur, toprağı
vatan kılan şahsiyetleri yaşatmak; Anadolu önlerinde Tuğrul ve Çağrı Beylerin birliğine dâhil
olmak; Malazgirt’te Alparslan’la secdeye varmak;
Melikşah’la şahlanmak; Kılıç Aslan’la haçları eğip
hilal yapmak; ezcümle kilidi anahtarla çevirip kapıyı ardına kadar açmaktır.
Tarih, olaylar hengâmesi ve meselelerin keşmekeşi içinde her bir şeyi bulmak ve sır bırakmadan
ifşa etmektir; şuur, yaşanmışları gönülde damıtıp
edeple söyleyebilmektir; Kürşad ve kırk yiğidinin
kılıç şakırtılarını duymaktır; Seyyid Battal Gazi’yi
Aşkar’ın sırtında uçarken görmektir; Sarı Saltuk’u
dedesinin yolundan giderken takip etmektir; Şah
ve Sultan kardeşlerin kavgalarını görüp, hüzünlenmektir; Yunus’un huzuruna varıp yetmiş iki
milleti sevmektir; Karacaoğlan’ın pınarında su
içip sevilmektir; Mecnun’un Leylasına gönül verip Fuzulî ile Mevla’da yok olmaktır.
Tarih geçmişe bırakılmış, zamanın artıklarının
kronolojisinden ibaret değildir. Gelecek kısaldıkça, geçmiş uzuyor. Ömür tarihin içine akıyor. Tarihsizlik, talihsizliğin en büyüklerinden. Zira tarih
yoksa bunaklık var demektir. Tarih, en son atılmış
adımdan öncekilerin izleridir. Öyle ki “Uçsuz bucaksız çöllerde / Yine izler gelenlerin; / Yollar gideceklerindir....” (Arif Nihat Asya). Gidebilmek için
gelmiş olmak gerekir. Dün, yaşanmış yarın; yarın,
öbür günün dünü değil midir? Öncesiz şimdi,
geçmişin hışmına maruz kalanların hatırlamak
istememelerinden; sonrasız şimdi, var olmayı
geleceğin parıltısına tercih etmekten doğar. İnsan
hafızasız olmadığı gibi, kendi zamanından bigâne
de değildir. Zamanı, kendi nabzında çarptırmayı
başaran ise Bahtiyar Vahapzade’dir:
Öz köküme güvenmekle,
Öz yurdumun, toprağımın evlâdıyım,
Budak budak kollarımla,
Çalım çapraz yollarımla
Babamdan çok,
Öz çağımın evlâdıyım.
Geçmiş, meğerki geçip gitmemiş. Dünde kaldı denilenler, her günün tekrarındaymış. Tekrar
etmek insanoğlunun âdetiymiş. İnsanın gözü
aynadaki görüntüyü değiştirebilecek kadar maharetliymiş. Meğerki bugününden ders alamayan
insanın geçmişten ibret alması dile pelesenk bir
masalmış:
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
(Mehmet Akif Ersoy)
Zaman, Dürer’in resmettiği “Mahşer’in Dört
Atlısı”nın ayakları altında ezilip gidiyor. Atlar ve
binicileri de zamanın hışmına uğruyor. Başladığı
her şeye bir son veren Kronos, kendi çocuklarını
yutuyor. Yuttuklarını kendi oğlu kusturuyor ve
babasından aldığı mirası devam ettiriyor. Kendi
kanından çocukları gömüyor, Tartarus denen kara
yerin dibine ve ölüler mezarlığı oluyor geçmişimiz. Lakin “mezarlardan bile yükselen bir bahar
vardır” (S. Karakoç). Yorulanlar için konuşacak
mezar taşları vardır:
Bir zemân olsun bana seng-i mezârım tercemân
Ben yoruldum söylemekten tercemânım söylesin
(Muallim Nâcî)
Ortega Y Gasset, “Tarih, benim hayatım olan
gerçeğin sistematik bilimidir.” der. Ona göre insan
tarihî bir varlıktır. İnsanın doğası yoktur, ancak
kaçınılmaz ve eşsiz bir zincir oluşturan insan tecrübelerinin sistemi olan tarihi vardır. Peki, uzun
tarihinin kısa hatırasında, neler oldu şu insanlara,
neler geldi şu insanlığın başına!
Güneş, yükseldikçe yükseldi doğuda; yer ile
gök arasında yaratıldı insan, kişi oldu; İslam fıtratı üzere doğdu, eşref-i mahlûkat oldu. Hak Teâlâ
çün yarattı Âdem’i; Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi;
Âdem’le müzeyyen âlemde insan, hoşça baktı zatına ve zübde-i âlem oldu.
Lakin her dem doğmaktan aciz kalınca istikamet şaştı, aklı karıştı, güneşe sırtını, aydınlanmak için ayın karanlık cephesine yüzünü döndü;
kalbi tek dişi kalmış canavarın nefesinin üflediği
karanlıkla doldu. Hâlbuki güneş, ufukta sarardı
soldu; batıl tarihin kader çizgisinde insan, Olympos sakinlerine komşuluk yaptı, ilah oldu;
cennetten kovuldu, kiliseye kul olup doğuştan
65
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
günahkâr oldu; kilisenin çanlarına ot tıkayım
derken, ilahi mesajı dinlemedi de maymun oldu;
ilerlemek için önce vahşi, sonra medeni oldu; öldürdü bütün değerleri, arzuların tepesinde inşa
etti tahtını ve tekrar ilah oldu; aslında ne olduysa
da hep bedbaht oldu.
Gelin, milattan evvelki bir tarihe gidelim,
sadece takvimin yapraklarını değil, kendisini de
yırtalım ve seyre dalalım beş bin yıl öncesini: Artık hayal dahi edemediğimiz bir cennet mekânın
içinde buluruz kendimizi. Tabiat denen bakire
güzel letafetle gülümser, sarhoşluk kaplar bedenimizi. Böyle bir güzelliğe alışmamış gözlerimiz
karanlıkta arar kurtuluşu ve atarız bir mağaranın
içine kendimizi. Mağaranın duvarına işlenmiş bir
av merasiminin resmi karşılar bizi. Önünde ceylan postundan elbise dikmektedir kadının biri.
Kurt dişinden dizili bir kolye taşır boynu. Saçına
takılıdır tavus kuşunun tüyü. Ses verir bize, söyleyiverir aşkına yaktığı türküyü. Kelimelerinin
manasını kavrayamasak da anlarız dilini. Zira
tektir sevdanın sesi. Hissetmemek mümkün mü,
yürekte yanan ateşin alevli nefesini. Hızla bugüne
getireyim tekrar sizi. Sisli dumanlı havanın içinde
üstümüze yığılan heybetli binalar hayalden uyandırır bizi. Bu sefer ruhumuz daralır da içeride ararız kurtuluşu ve atarız kendimizi bir kapıdan içeri.
Bir gökdelenin bulut manzaralı odasının duvarında Salvador Dali’nin eriyen saatleri karşılar bizi.
Ojeli tırnakların değdiği klavyeden çıkan sesler
uyandırır seyahatten yorgun düşmüş zihnimizi.
İncecik bir boyunda dizili inciler alır gözümüzü.
Kabartılmış saçlar karıştırsa da aklımızı, aynı sesi
duyarız, hüzne boğar beş bin yıl sonra duyduğumuz aynı türkü bizi. Bunca zamandan ve zahmetten sonra neyin değiştiğini sormak hakkımız değil
mi?
Sonra, “geçmiş zaman olur ki hayâli cihân değer” dedi şair; şimdiki zaman viran oldu. Hayal
kırıklıkları suçu feleğe yükledi. Hayal kuranlar
masum kaldı hep. Hayaller çarpıştı umut meydanlarında. Muharebeden sağ çıkan hayaller,
gerçek oldu. Mağluplar feleğe küstü, dert sahibi
oldu.
Bilmek, geçmişten gelen ama şimdiye has olanı, bugünde ağırlamaktır. Gelen de seyahattedir,
bilen de. Her adımda yeni bir yer; her solukta yeni
bir hava. Yer ile gök arasında insanoğlu; kendisi.
Geçmiş, sırtımızı dönsek de peşimize takılmış
geliyor. Biz onu terk etsek de o bizi bırakmıyor.
Hızlanmalıyız! Peşimizdekiler bizi yakalamak üzere! Hızlandıkça daha fazla uzaklaşmıyoruz, daha
çok şeyi geride bırakıyoruz. Ve peşine düştüğümüz o şey her neyse bir türlü yakalayamıyoruz.
Biz hızlandıkça istikbal bizden uzaklaşıyor. Durmayı düşünemiyoruz. Düşünemiyoruz zira durmuyoruz. Küreklerin aheste çekilemediği sularda,
hızlandıkça geçmiş daha da köpürüyor. Durmak
isteyenlere geride kalmasın diye kement atılıyor,
yakalananlar sürükleniyor. Hep gelecek vaat edilince, gelecek nesiller için romanlaşmış bir geçmiş,
kahramanlarla dolu bir destan miras olarak bırakılamıyor. Bugüne miras kalanlar da mirasyedilerce talan ediliyor. Viranelerin, hazinelere malik olduklarını anlayacakları gün, iştiyakla bekleniyor.
En son, daha sonraki için atılmış bir adımdır.
Yürüyüş, hep sonadır, hayal ise ebediyete! Tarihin
çocuğu ve tarihe gebe anne! Edebiyat ne resimde
donmuş bir görüntü ne de eğlencelik bir nesne!
Kahramanın bedeni taşlaşmış bir put gibi resmedilmez. Tarihin putları, edebiyatta can bulur; kahraman olur. Kahramanın yüzünde beliren çizgiler,
ruhunun aynasıdır. Kahraman, güler ağlar, mutlu
olur, kedere boğulur, sever sevilir, üstünlükleri de
vardır zaafları da. Bizden biridir, bize benzer ama
aynı zamanda herkesten üstün ya da aşağı özellikleri vardır. Tarihin sayfalarında birey, içinde bulunduğu fiilin neticesine göre galip ya da mağluptur. Kişi kahraman da olsa “cansız”dır. Edebiyat
ise serencama yönelir. Neticeye varıncaya kadar
geçen süreçte kişi, fiillerinin muhtevası ve tarzıyla
kahramanlaşır, neticesiyle değil.
Sese makam ve düzen verilir; musiki olur.
Taşa biçim verilir, üst üste dizilir; mimari olur.
Mermer yontulur, parmakların arasında biçim
bulur; heykel olur.
Boya palette renklenir, tuvalde biçimlenir; resim olur.
Kelimeler dil hazinesinden seçilir, sesine kulak
verilir, ahenkle sıraya dizilerek kâğıda serilir; edebiyat olur.
Kalem ehli, edepli olur;
Eline sahip olur,
Diline sahip olur,
Beline sahip olur:
Edebiyatçı olur. Edebiyatçının elinden, di-
66
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
linden ve belinden emin olunur. Eli uzun, dili
kemiksiz, beli gevşek olan belki yazar olur ancak
onun yazdıklarında aşırma, şehvet ve yalan çoktur; “edebî at” vardır lakin edebiyat yoktur.
Edebiyatta kirâmen kâtibin meleklerinin
tuttuğu kayıtlar dile gelir. Tövbesiz günahlar tekrar
edilince kayda geçirilir. Kalem hep sevaptan yana
eğilir. Meleklerin dili de kendileri gibi latiftir.
Edebiyatçı birilerinin yaptığı kaba sığmayan,
kendisini akıma bırakmayandır. Edebiyatçı, bizatihi kendisi akandır; kendisi gibi olanları da
peşine takandır. Edebiyatçı başkasının imal ettiği
kelimeleri süs diye kullanan değil; kendi takısını
kendisi yapandır. Nihayetinde edebiyatçı, takıp
takıştırır, okuyucu ona yakıştırır.
Soruşturmak manasına gelen historein mastarının isim hâli historia ve hikâye karşılığı kullanılan story, kökenleri bir akrabalar. Tarih ve
hikâyenin akrabalığından ise roman doğar. Kemal Efendi’nin ifadesiyle “Sûretâ nakl-i hikâyet
görünür / Lâkin erbabına hikmet görünür”. Her
tarih yazımı bir nevi hikâye kaleme almaktır. Her
hikâyede ise bir tarih ve hikmet vardır. Zira “
‘Cezmi’ tarihe müstenit hikâyedir” (N. Kemal).
Roman yazarı göze hitapla gösteremediğinden,
anlatarak yazıyla görünür kılmak ve yaşatmak durumundadır. Bu sebeple o, karakterleri sadece konuşturmaz, sesinin tonunu ayarlar, duruşuna çeki
düzen verir, jest ve mimiklerini oynatır, velhasıl
zihnimize görüntüsünü yansıtır.
Tarih, edebiyatçının kaleminde kahramanların diliyle konuştuğunda gerçekliğe yaklaşılır, ancak edebiyatçının kendisi konuşursa gerçeklikten
uzaklaşılır. Sanat eseri meydana getirebilmek için
edebiyatçının konuşması gerekmez. Hatta sanat,
yazar kendisini eserinde yok ettiğinde incelir. Zira
okur, kahramanlar arasında yer alır ve esere dâhil
olur. Olayların şahidi yazar değil okuyucudur. Yazarın nasihatlerine kulak vermek ya da şahitliğine
güven duymakla değil, doğruyu kendisi bulmakla
mutludur. Ancak nihayetinde aradan çekilmiş
olsa da kahramanları konuşturan, karşı karşıya
getiren, birliktelikler kuran, iyi kötü dünyalar
inşa eden, yazarın bizatihi kendisidir. Okuyucuya
unutturulsa da yazan o dur. Anlatmayı değil, canlandırmayı tercih eden yazar, kendisi taraf görünmez ama tarafları kendisi kurgular. Kendi tercihleri kahramanların şahsında can bulur. Okuyucu
ise hep anlatılandan daha fazlasını bulur.
Tarihin diliyle söylenebilir olmayanlar, edebiyatın dilinde billur bir avize gibi akar. Tarihin
dili kilitlendiğinde, edebiyatın dili açılır. Tarihçi,
olaylara dışarıdan bakar; edebiyatçı olayların içine
dâhil olur.
Wellek ve Warmen’in belirttiği gibi “Edebiyat,
sosyal olayların bir yansıması değil, bütün tarihin
ruhu, özü ve özetidir.” Tarihle edebiyatı birbirinden ayıran ise üsluptur. Tarih, gerçekliği arar; edebiyat, gerçeklerden aldığı ilhamla geçmişten gelen
yeni bir gerçek inşa eder. Tarihçi, hayallerini yok
ettiği iddiasıyla belgeyi aklının sözleriyle yazar;
edebiyatçı hayal gücünü hissettirme çabasıyla, hakikati gönlünde demlediği kelimelerle yazar. Belgelerde ve delillerde bulunan ham sözler, edebiyat
ocağında pişer, dile düşer. Dil, dilden dile seyahatle geçmişten gelir. Kelimeler kendisine değen
her dilden bir hafızayı ikram olarak alır. Konuşmak ve yazmak tarihe müracaatla gerçekleşir. Zira
hatırlı kelimelerde, hatıra vardır:
Hatırlı kelimeler, kırk yıl önce içilen kahvenin
kokusunu bugüne getirir; acısını ise içimize.
Sevda, yürekte kaynar; cezve, sinede.
Fincanı elimize değer; pişiren eller dünyaya.
Buharı gözümüzde tüter; hasreti gönlümüzde.
Köpüğü dudağımıza değer; ışığına hapsolduğumuz kahvesi gözümüze.
Her yudumda kendisi azalır; hasret artar, muhabbet çoğalır. Hayallerimizi gösterecek telvesi
dibinde kalır; hatırası ise zihinde.
Tarih ve edebiyat birer kurmacadırlar. Tarih,
belgelerden ve delillerden yola çıkarak gerçek
dünyanın bir eşini kurgulamaya çalışırken edebiyat kendi gerçek dünyasını kendisi kurgular. Edebiyat, tarihi gelenek çizgisinde konu edinir. Tarihin müzesinde toplanan cansız eserler, edebî eserde can bulur. Edebiyat bazen günümüzü geçmişe,
bazen de geçmişi bugüne taşır. Tarihin kurgusu ve
edebiyatın kurgusu bazen birbiriyle kesişir bazen
de birbirinden iyice uzaklaşır.
Hayden White, tarihçiyi bir romancı gibi
düşünür. Tarihi vesikalar bir olay örgüsü içinde
hikâye edilir. Bazı hâdiselerin önüne perde gerilirken bazıları öne çıkarılır. Bu sebeple bir kalemden trajedi damlar, başka bir kalemden kahkahalar dökülür. Kurulan bağlam, yazar için bağlayıcı
olur. Yazar, bağlandığı gerçekleri kelimeleriyle çö-
67
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
zer. Çözülen her bağ, bir kurgu olur, okuyucuya
sunulur. Her kurgu ise okuyan için yeni bir bağ
olur. Beşer, bağlandıkça insan olur. Bir bağdan,
başka bir bağa aranıp durur. Nihayet Allah’ın ipine sarılıp da bağlananlar kul olur.
Alun Munslow’a göre de tarih bir çeşit
edebiyattır. Tarihçi delillerden ve tarihin ham
olgularından hareket eder, ancak bunları başka
örneklerle ilişkilendirip bir öyküleştirme sürecine
dâhil ederek açıklar. Deliller ve veriler örgütlenip
düzenlenerek öykülendirildikçe ortaya anlam çıkar. Tarihçi, anlam arayışındadır. Buldukları ya da
erişebildikleriyle anlamı kurar. Lâkin edebiyatçı
bulmuş olduğu anlamı tarihî kahramanların şahsında kurgular. Anlam onların omuzunda yükselir
veya ayaklarının altında ezilir. Yükselen de ezilen
de anlamlıdır. Bazen her ikisi birden aynı zaman
diliminde ve aynı mekânda boy gösterir. Bir şehrin esaretinden aynı anda bir taraftan faziletleriyle
insanlar yükselir, diğer taraftan da rezaletleriyle
ortaya çıkanlar alçalır. Aynı gemide yolculuk yapmak, aynı olmak demek değildir. Apayrı dünyalar
ve bambaşka insanlar aynı gemiyi paylaşır ama
aynı havayı solumaz. İhanetin zehrini yudumlayarak sarhoş olanlarla, vatan derdini içine çekip
ciğerini paralayanlar bir terazide buluşurlar. Ama
ayrı kefelerde tartılırlar. Bundan terazi bile hicap
duyar.
Yaşanmışlar yazılmış, yazılmışlar yaşanmış mıdır? Esasen tarihin bizatihi kendisi edebî bir eserdir. Her eser yazılmış mıdır? Yaşanıp da yazılamayanlar! Öyle ya “aşk kâğıda yazılmıyor”. Dert dile
gelince kelimeler kifayetsiz geliyor. Derde düşen,
derman arıyor: “Dermân arardım derdime, derdim
bana dermân imiş” (Niyazi-i Mısrî). Ummanın
sırrı, bir damla suyun içinde imiş.
Edebiyatçı bazen belgelerden damlayan zehri
içer, sayfaları petek eyler. Bazen de bal damlayan
belgeleri yutar, sayfalara zehir kusar. Edebî atan
kalemlerin satırları kendi günahlarına ayna tutup
padişah ve annelerine aksettirir ayıplarını. Küçücük bir havuza yüzlerce cariye sığdırır, kaleminden
kendi fantezilerinin rezaletleri damlar, sayfalar karalanır. İhanet, şimdiyle sınırlı değildir, geçmişten
gelir, bugünde kokar. Sayfaları petek eyleyenler ise
destan yazar. Her destan, dostun göğsünü gerer;
lakin düşman, her kelimesinden korkar.
Destan, içinde abartılı sunum ve tasvirler bu-
lunmakla birlikte gerçekler üzerine inşa edilmiş,
hatıraların nesilden nesle hatırlı aktarımlarıdır.
Destanların kahramanları büyük oranda gerçek
şahsiyetlerdir. Aktarılan, kahramanların şahsında
can bulan değerler ve meziyetlerdir. Abartılan hususlar, en çok değer verilenler ya da unutulması
istenmeyen keder ve sevinçlerdir. Destan, satırlarda takip edilemeyen ve sayfalara sığmayan tarihin, yücel(til)miş isimlerde can bulmasıdır. Hayal
ve hakikatin iç içe geçtiği destan, yüce gayelerin
ve kutlu davaların inanç kaynağıdır. Kendisine
yüce hedefler belirleyen bir toplumun, geçmişte
inşa edilmiş geleceğinin tasviridir. Akla ve kalbe
hitapla dillendirilen, imkânsızın imkânsızlığının,
örneklerle ispatıdır. En nihayet destan, toprağın
vatanlaşmasının, topluluğun milletleşmesinin,
ruhun bedende can bulmasının ve bedenin ruhla
dirilmesinin seyridir.
Sümerli eline çiviyi aldı, kilden tabletlere hayatını sembol yapıp çaktı ve kurumaya bıraktı.
Tabletler kuruyup aşındıkça tarih oldu; Gılgamış,
krallara lâyık bir biçimde taşlaştı ve bir destan
doğdu.
Çanakkale ise tarih olmadan yazılan destan!
Denizin iki yakasından tutup, “Seni küffara
çiğnetmedik, çiğnetmeyeceğiz!” dediler. Toprak,
açtı bağrını, yiğitleri sinesine sardı. Yahya Çavuş
ve aslanlarını yüreğine bastı. Deniz, üzerinde taşıyamadı çelikten zırhlıları; Yüzbaşı Hakkı Bey’in
gözünün içine bakıp ciğerini patlattı; çekti içine
ve beş çayını İstanbul’da içmeyi planlayanların
kara umutlarını yuttu. Seyyid Onbaşı’nın gülümseyen gözlerini gördü de haklı bir gururla kabardı.
Cephenin bozulduğu an da oldu. Ehl-i salib
ümitle doldu. İslamın son kalesinin alp-gazileri
yeise boğuldu. Ciğeri yırtılırcasına haykıran Mehmetçiğin “Yetiş ya Muhammed, Kitabın elden gidiyor!” çığlığı duyulmuş ola ki, yeis topallayarak
kaçarken, küffar kendi kanında boğuldu. Nihayet
işgal son buldu. “Çanakkale Mahşeri” sonrası viran olmuş hanelerde Mücahitler, Muzafferler, Gazanferler doğdu.
Tarih, mekânda ağlar, mekânda gülümser.
“Tarihini aksettirebilsin diye çehren / Kaç fâtihin
altın kanı mermerle karışmış” (Y. Kemal). Her
metrekaresine bir destan düşen hâk-i vatan; toprak diyerek geçemeyeceğimiz vatan kalbinin attığı
yer. Kulak verdiğimizde kahraman çocukların se-
68
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
sini duyarız da, ayaklarımızın değdiği yer titrer.
En kesif orduların dördü beşi yüklenirken; silahlar, namlularından kan kusarken; tepeden yol
bularak geçmek için Marmara’ya, çelikten donanmayla ufacık bir karaya sarılırken, devleşen gerçek ama atsız kahramanlar destan yaptı. Henüz
tarih olmadan destan yazıldı. Kalemine mürekkep
diye gözyaşını çeken Koca Âkif ’in abartı yapmak
için hayal kurmasına gerek kalmadı. “Gömelim
gel seni tarihe” diyemedi. Zira devler tarihe nasıl
sığardı! Edebiyatın nice mahir kalemleri yazmak
istedi, gözle temaşa edilen destan, kitaba sığmadı.
Nice yazarlar bu sevdaya kapıldı, lakin kalemler
öleyazdı; sayfalar taşıyamadı bu yükü, benzi sarardı.
Onlardan kaldı bu toprak...
Biz gezip tozmayalım mı?
Yabanlar kıskanır diye
Destan da yazmayalım mı? (Arif Nihat ASYA)
Destan yazmış, saçı kınalı onbeşliler
Biz toprağa düşen cemreleri baş tacı yapmayalım mı?
Aklını haça gerenler kem gözlerini dikmişse
Yüreksizler korkar diye
Hilalin ışığında ferman da yazmayalım mı?
Bu kaçıncı ferman! Ömer Seyfettin Peçevî
tarihinden alır ilhamı. “Yıkılmaz bir ölüm seddi
hâlinde, Kızılelma yolunu kapatan Zigetvar”ın
karşısında bulunan Grijgal Kalesinden bakan Kuru
Kadı’nın, başını vermeyen Şehit Deli Mehmed’in
kahramanlıklarını Mevlid-i Şerif lisanıyla yazdığı destanı, hikâye eder. Şehit düşen arkadaşının
başını kesen lâini görüp de kalkanını sallayarak
avazı çıktığı kadar bağıran Deli Hüsrev’in sesini
ölümsüz kılar ve çağlar sonrasına duyurur:
-Mehmed, Mehmed!... Canını verdin! Başını
verme Mehmed!
Hz. Hüseyin mi imdada gider, bilinmez ama
Mehmed’in başsız gövdesi can bulur ve başını geri
alır lâinden. Öyle ya “Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği
nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar” (Âli İmrân-169).
Ömer Seyfettin, inciler arasından seçer
kelimeleri, gerdana dizer. 1917 yılının hazanında,
Mehmetçiğe geçmişten aldığı ışıkla, geleceği
aydınlık kılmak için umut aşılar. Nitekim onların
istikbali, bizim ise geçmişimiz aydınlık günlerle
baharlanır. Şehitler Allah’ın nimetleri ile rızıklanır.
Destanlarda yaşanmaz belki ama destanlarla yaşanır. Millet olup da destan sahibi olmayan
toplum yoktur. Bu sebeple milletleşme çabasında
olup da destanları bulunmayan topluluklar, kendilerine destanlar uydurur. Çağın iletişim araçlarında ve kurgulara can verilen sinemada, destanlar
üretilir. Bu yolla işlevsel bütünleşmeye ilave olarak
mana etrafında bütünleşme de gerçekleştirilmek
hedeflenir. Diğer taraftan sömürgeciliğin ışık
hızında yayılmasına hizmet etmek üzere parlak
ışıklara sığdırılmış bu uydurma destanlar bütün
dünyaya ihraç edilmek için azametli bir çaba sarfedilir. Kendi destanlarını hikâye olarak görenler,
söz konusu ışığın büyüsüne kapılarak bedenleriyle birlikte sürüklenir. Destanlarıyla birlikte yaşayanlar ise hakikat karşısındaki sahteye, seyirlik
olarak bakmakla yetinir. Destan yazmış bir ecdadın torunlarının, hiç olmasa yazılan destanın bir
hikâyeden ibaret olmadığının şuuruna varmaları
beklenir. Ancak bir buçuk asra yaklaştı ki Tuna
Nehri akmam diyor. Sakarya, yokuşlardan basamak basamak inerken; üzerinde Turnaların uçtuğu Tuna, gözlerden yaş diye akıyor. Sesi kısılmış
Tuna gamlı, feryadını içinde yakıp Sakarya’ya
hasretle bakıyor; Yaslı Sakarya ise Tuna’dan ayrı
düşmekle daha da hırçınlaşıyor. Sakarya’da Battal
Gazi; Tuna’da Sarı Saltuk!... Dede toruna, torun
dedeye hasret; analar Yasin okuyor; mirasyedi nesil, keyfe batıyor; Sakarya çare arıyor.
Oyunda oynaşta oyalanan nesle bakıp da İstanbul Boğazı’nda sular düğümlenirken hüzünden; aradığı cumhuru bulamadığı için gökte bulutlar kubbelerin üzerine ağlarken; edepli bir ses
çağlar ve kendisine getirir boynu denizin akışıyla
bükülmüş delikanlıyı: Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Bulutlar dağılır, mavi gök görünür ve
yukarıdan seslenir Bilge Kağan: Üste mavi gök
çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin
ilini ve töreni kim bozabilir? Eller açılır göğe, geri
gelmeyen dualar aranır ve Süleyman Çelebi’nin
sesi duyulur:
Mefhar -i Mevcudât, Hazret-i Fahr-i Âlem Muhammed Mustafâ râ Salevât. ■
69
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
YAŞAMAK
Herkes bir şiir yazmaya gelir
Çoğu, hissetmeden anlamsız yaşar.
Atatürk’ten ve tâ Bilge Kağan’dan
Sesler duymayan meramsız yaşar.
Süleymaniye’yi, İshakpaşa’yı
Ruh değil taş gören, pek kâmsız yaşar.
Seyyit Nesîmî’nin, Âşık Kerem’in
Derdini bilmeyen kelamsız yaşar.
İnsanı et ve kan, kemik sananlar
Taş gibi sabahsız selamsız yaşar.
Nâzımı dinlemez, bilmez olanlar
Bir “zâde” doğsa da hep namsız yaşar.
NÂZIM H. POLAT
70
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
BEDEL-1912
-Balkan ŞehitlerineYürekleri dağlayan, çağın, avazıyım ben!
Nasıl böyle zulmete- mihnete razıyım ben?
Ölsem de kin neslinin dinmez garazıyım ben.
Ceddime yan bakanın kökünü kazıyım ben!
O sefil ruhlarıyla, bana ait zerreye,
Dokunanın, kim varsa, elbet, marazıyım ben!
Asla geride durmam, azimle vuruşurum;
İhanet melanettir; gafletin azıyım ben.
Bende kaçmak yoktur ki, sızlanıp ağlayayım!
Amansız sürgünlerin, mazlum enkazıyım ben!
Yansam da, yakılsam da, kıyılıp kırılsam da;
En ulvî sevdaların daima yazıyım ben.
Ordumu dağıttılar, düştük birbirimize;
Talan edilmiş yurdun garip ayvazıyım ben!
Bir bedel ödüyoruz Türk ve Müslüman olan;
Balkanlar’ın kanının, ballı şahbazıyım ben!
Tarihin sayfasının ortasında bir nokta,
Yazı mürekkebinin Rabb’e niyazıyım ben.
Bir ok deldi bağrımı; fark etmez, Rum’un, Sırp’ın!
Yine de doğruluğun sadık caymazıyım ben.
Demlenen acıların ufacık yüreğimde,
Topak topak kor olmuş dili- alazıyım ben!
İhtişamlı bir neslin zamana va’zıyım ben!
M. HALİSTİN KUKUL
71
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
KALEDE BİR BAYRAK VARDI
Göktürk Mehmet Oytun’a
Bir bayrak vardı surunda kalenin
Dalgalanırdı esen gecelerin ardından
O zaman daha ben çok küçüktüm
Ona tâ uzaklardan el sallardım
Ayına sevdalıydım
Gönlümün gururuydun
Sen gecelerimin nuruydun
Öz yavrundu sıcağında sinesi terlemiş
Babamındı henüz ben doğmadan
Kop Dağı’nda şehit haberi gelmiş
Bir bayramda Gazi dedem anlattı
Düşündüm Ya Rab o günler ne günlermiş
Ateşle imtihan
Gönülleri yaktın
“Ulaşam” dedim çok çok ıraktın
Bir at binip ahırdan heybesini alıp terkine
Gadam gidiş o gidiş bir daha haber gelmemiş geriye
Yer çatlamış gök yarılmış dağlar yıkılmış
Ama o surdaki bayrak inmemiş yere
Dalgalan
Bu gökler senin
Dalgalan sensin benim emelim
Bir bayrak dalgalanıyordu surunda kalenin
Bacıma dedim “İşte bu senin gelinliğin”
İlmek ilmek tel tel hürriyet işlenmiş
İliği ay
Yıldızı düğme
Sığmıyorsun gönüllere
Kına yakmış yiğitler düğün yapıldığı gece
Söz verdik “Bayrak inmez baş düşmeyince”
Sürmeli gelinler sevindi analar el salladı
Anam alnımdan öpüp fısıldayınca inceden ince
Gülümsedim “Yine ne var ana” deyince
“Hani surda bir bayrak dalgalanıyordu ya” dedi
“İşte o babanın kefeni bundan sonra
Gündüz sen bekleyeceksin şehitler gece”
Karanlık
Kar yağıyordu
Bilmem ki anam o gece neden ağlıyordu
Oturdum bir taşın üstüne baktım surlara
Sallanan bir el değil bin el uzandı bana
Açtım heybeyi saçtım ortaya
Kızıma hilâlden bir taç oğluma yıldız taktım
Onlar babamdan emanetti
Ayı-yıldızı onlara bıraktım
Yol senin
Yordam senin
Gezindiğin vatan senin
Yattığın toprak sarıldığın bayrak senin
MAHİR ADIBEŞ
72
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Şair
NECATİ KANTER
K
ınalı kuyruğu topuklarına kadar uzanan kırat, ön ayaklarıyla eşelenirken bir yandan da başını
sol yana çevirip homurdandı. Çifteler savurdu sonra. Üzerindeki süvariyi yere atmak için oraya
buraya sıçrayıp kişnedi kesik kesik. Yağız at da öyle! O da huysuzlanmıştı. Kara giysili genç süvari ani bir devinimle dizginlerini çekince şaha kalktı, havada bir yarım daire çizip yere vurdu toynaklarını.
Bir çift meşin şakladı sağrısında atların. “Deeeh!” sesleriyle birlikte kuyruklarını kaldırıp kanatlandılar.
Gün ağarırken yola koyuldu iki fedai.
Arkalarında yeşil vaha, önlerinde uçsuz bucaksız çöl ve kum tepeleri…
…
“O’na gidiyorum.” dedi Şair.
Üzengiye taktı ayağını, tırısa kaldırdı atını. Geniş bir vadiyi geçip uçsuz bucaksız bir çöle daldı. Dur
durak bilmeden at koşturdu saatlerce kavurucu güneşin altında, ince kumların üzerinde. Altında çöl akıp
gidiyor, rüzgârın dağıttığı buğday tarlalarından geçtiği gibi geçiyordu. Kâh karayelin kâh poyrazın kâh
lodosun içinden geçiyor, sonsuza yürüyordu sanki. Hiç ummadığı bir anda güneyden esen bir deli rüzgâr
kum taneciklerini önüne katıyor, çölün dört bir tarafına savuruyor, birer birer kayboluyordu izler. Boğuk,
kasvetli, puslu, ağır bir hava kapladı ansızın çölü. Uzaklarda görünen dağ görünümündeki yüksek kum
tepelerinin üzerine boz bulanık bir toz bulutu çöktü, kızılca bir karanlık kapladı yeryüzünü. Göz gözü görmez oldu. Kuzeyden gelen bir kum fırtınasının ardından yer küresi sarsıldı, ortalık darmadağın oldu, tufan
olup savrulan kum yığınları toz bulutuna dönüştü. Öyle bir an geldi ki artık atının üzerinde durabilecek ne
gücü ne de takati kalmıştı Şair’in. Dizginleri salmış, yelesine yapışmıştı atının. Yarı baygındı. Atının başı ta
yere değecekmiş gibi sarkmış, ayak inciklerini çarpa çarpa çölün kumları üzerinde takatsiz adımlarla yürürken beli biraz daha çökmüş, boynu biraz daha uzamıştı. Alt dudağı sarkmış, kulakları iyice düşmüştü. Tökezledi. Bükülen ön ayakları üzerine yığılırken öksürür gibi bir ses çıkardı, iniltili, kısık, acı bir kişnemenin
ardından yere kapaklandı. Kumlar üzerinde ölü gibi yatan atının boynuna sarılan Şair, Cüşem’in dağlarında
ağabeyinin okuduğu ayetleri anımsadı.
“O gün yer kütlesi sarsılacak ve dağlar darmadağın edilecek... savrulan kum, yığınlar hâline gelecek... atılmış
renkli pamuklar gibi olacak... toz duman hâline gelecek... bulutlar gibi hareket edecek, nihayet serap olacaktır.”
Yorgunluktan kendinden geçmişti Şair.
Uyuyordu.
Rüzgârlı, dingin, serin ve ateşli bir uyku.
Sayıklıyordu.
73
h azir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
“Sana dağları soruyorlar. De ki, Rabbim onları un
ufak edip savuracak, yerlerini dümdüz, bomboş bırakacak. Orada artık ne bir kıvrım ne de bir tümsek
görürsün.”
Hiç bitmeyecekmiş gibi uzun süren ya da öyle
sandığı bu ölümcül bekleyişin sonunda o bunaltıcı
o ölüm kusan canavar yavaş yavaş sakinleşti, uslu bir
çocuk gibi gülümsedi, sonra da çölün kumlarını yalayıp sessizce yitip gitti.
Atının yularından tutup yaya devam etti yoluna. Güneş tam tepede... Gökten yağan ateş, çölün
kumlarını fokur fokur kaynatırken Şair’in bedenindeki son su zerrecikleri de buharlaşıyor, gökyüzünde bulutlara karışıyor, ateş olup yeniden düşüyordu
yere. Attığı her adımda kumlara gömülen ayaklarını
kaldırmakta güçlük çekiyor, yalpalıyor, durup zaman zaman arkasına bakıyor, can yoldaşının boynuna sarılıp yelesini okşuyor, gözlerini öptükten sonra
kısa bir soluk alıyor, yeniden yürümeye çalışıyordu.
Uzun bir yürüyüşün sonunda artık direnme gücünü de yaşama umudunu yitirmişti. Elini alnına
götürüp uzaklara baktı. Ta uzaklara, görünenin ötesine… Bu uçsuz bucaksız kavurucu kum çölünün
ortasında siyah bir nokta gibiydi. Ne gölgelenecek
kuru bir dal ne kum tepesi ne de bir kaya yükseltisi... Gökyüzünde kanat vuran akbabalara yem
olma korkusu sardı içini. Böyle düşündüyse de tek
bir canlı bile yoktu görünürlerde. Ne havada kanat
çırpan bir kuş ne bir sürüngen ne bir hayvan ne de
börtü böcek!
Bir iskelet takıldı ayağına. Durdu, uzun uzun
baktı bu deve iskeletine, sonra dizlerinin üzerine
çömeldi, hayvanın sahibini düşündü. Karmaşık yorumlar içerisinde ölümlerin en korkuncuyla pençeleşti. Batıya kayan güneşe bakıp kendisine bir yön
çizmeyi düşünürken sol yanında bulunan atı önce
homurdandı, sonra kulaklarını dikip başını yukarı
kaldırdı, ardından da uzun, güçlü bir kişneme saldı
çölün sonsuzluğuna.
Uzaklardan gelen çan seslerini duyar gibi oldu
Şair. Heyecanlandı .“Bu ses, bu ses!” dedi, sesin
geldiği yöne dikti bakışlarını, “Kurtuluşumun muştusu…” Gözleri ışıldadı. Kollarını havaya kaldırdı,
yekindi. Sanki dizlerinin bağı kopmuştu. Güçlükle kalkabildi ayağa. Belini doğrultup yumruklarını
sıktı, öyle bir çığlık kopardı ki, azgın bir hecin devesinin böğürtüsünü andıran bu korkunç çığlığa kendisi de inanamadı. Korktu. Zangır zangır titriyordu
Şair. Korkudan mı sevinçten mi o da belli değildi.
Diken diken oldu tüyleri. Sanki yanında birileri varmış gibi utandı, sağına soluna bakındı, kendi gölgesini gördü. Mahcup bir gülümsemenin ardından
atının başını okşarken at başını yere düşürdü, kulaklarını salladı, kısa homurtuların ardından mecalsizce
acı, kısık bir kişneme saldı boşluğa. Ağlıyordu sanki.
Hayvanın terkisine uzandı, kırbasının dibinde kalan
son damlacıklarla önce hayvanın sonra da kendinin
dudaklarını ıslatırken gözlerini ufka dikti. Çan seslerinin ritmik melodisini dinlerken göğsü bir demirci körüğü gibi inip kalkıyordu. “Bu ses, bu sesler! Bu
çan sesleri…”
Derin bir iç geçirdi, çocukluk günlerini anımsadı. Koyunlarını ve develerini mümbit otlaklara
götürürken şairliğinin esin kaynağı olan bu seslerin
belleğinde yer etmiş bir yanılsama olabileceği kuşkusu boşa çıkardı yüreğinde yeşeren umutlarını. O
anı düşündükçe sesler eriyip siliniyor, yok oluyordu sanki. Boşluğa söylenmeye başladı: “Olmayan
develerin, olmayan kervanların, olmayan çanların
sesleri, bu büyüleyici bu gizemli, bu kahredici sesler!
Bir yanılsama, tıpkı, tıpkı yolda gördüğüm seraplar
gibi!”
İnanılmaz bir gevşeklik, belli belirsiz bir rehavet
bedenini sarıp sarmalamış, uyku ile uyanıklık arasında kendinden geçmişti. Çölün ıssızlığında ağır
aksak yürüyen tek hörgüçlü kızıl develerin boyunlarına asılan bu çan sesleri nedense ünlü bir şairin
ölümünün arkasında yakılan bir ağıtı anımsatıyordu ona. Babasının öldüğü gün halası Hansa’nın söylediği o hüzünlü ağıt düştü aklına, birlikte okudular
halasıyla bu acı ağıtı.
Ağır ağır seslerin geldiği yöne doğru ilerlerken
kum denizini yaran bir gemi gibi uzaktan görünen
bir katarın güneye doğru ilerlediğini görünce durdu. İnanamadı. Umutsuzca inledi. “Serap, serap
bu!” dedi. Gözlerini ovuştururken dizlerinin üzerine çömelip öylece kalakaldı dakikalarca.
Zaman ilerledikçe sesler yaklaşıyor, katarın görüntüsü netleşiyordu. Yeniden umutlandı Şair.
Uğuldayan rüzgâra, gözlerine doluşan ince kum
zerreciklerine aldırmadan atına bindi koyuldu yola.
İki atlı karşıladı Şair’i.
Nereden gelip nereye gittiğini sorduklarında
Mekke’de bir arkadaşını görmek için Gatafan’dan
yola çıktığını kekeleyerek söyleyebildi Şair.
74
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Atlılardan genç olanı siyah sakalını kaşırken,
omuzlarına kadar dökülen kirli saçlarını parmaklarıyla tarayan Şair’in gözlerinin içine kuşkuyla bakıp
alaylı bir ses tonuyla sordu:
“De bakalım yabancı! Şimdi senin haramilerin
sinsi bir görevlisi olmadığını nasıl kanıtlarsın?
İki elini açtı, umutsuz bir tebessümün ardından,
“Kanıtım yok!”
“Gel bizimle.” dedi öteki.
Âdet olduğu üzere kervanlar günün sarı sıcağından sakınmak için şafağın kanatları altında, daha
doğrusu sabaha karşı yol alırlardı.
Gölgeler iyice uzamış, yerler koyulaşmıştı. Gün
kavuştu kavuşacak. Mudaroğulları’nın toprakları
üzerinde seyrek aralıklarla dikili sıra sıra zeytin ağaçlarının bulunduğu geniş alandaki kuyuların başına
konaklama hazırlığındaki yetmiş iki deve, on bir
at, kırk bir katır, on altı eşek ve yolda azık olarak
yiyebilecekleri kadar davarı olan; ta Çin’den İran’a,
İran’dan Turan’a kadar uzanan zengin bir kervanın
katarına katılan Şair, geceyi burada rahatça geçirmenin kendisi için iyi bir şans olacağını düşündü.
Çadırlar kuruldu, binitler dinlenmeye alındı.
On üç çadırın her birinin önünde ikişer bakır sini
üzerine lime lime edilmiş, içerisine Hint diyarından aldıkları çeşitli baharatlar karıştırılarak itina ile
hazırlanan lezzetine doyum olmayan parça etler,
hurma tatlıları, üzüm ve bal şerbetleri, önlerine tepe
gibi yığılan ekmek ve yöredeki kuyulardan yeni çekilen serin sular günlerdir aç susuz, kızgın çöllerde
bir başına yolculuk eden Şair’in canına can katmıştı.
Yemekler yendikten sonra uzak ülkelerden gelenler o uzak ülkelerin uzun yol öykülerini, türkülerini şarkılarını da beraberlerinde getirmişlerdi. Yiğitliği, aşkı, sevgiyi, özlemi, çöl yaşamının zor koşullarını anlatan şiirler, kasideler, mersiyeler söylendi.
Göçebe bedevilerin, deve çobanlarının, ‘ya leyli ile
başlayıp yine ya leyli ile biten’ lirik nidaları, özlem
türküleri okundu. Tefler çalındı, zılgıtlar çekildi,
oyunlar oynandı. Harami baskınları ile ilgili ilginç
öyküler, anılar anlatıldı.
Çadırının önünde arkadaşları ile birlikte yarenlikler edip keyif çatan kervancıbaşı, kafilenin genç
erkeklerini çağırtarak bir araya getirdi; kısa bir konuşmanın sonunda harami baskınlarından korunmak için dörder nöbetçi, ikişer saat arayla sabaha
kadar kervanı beklemeleri için görevlendirdi.
Şair de bu ilk dört kişilik nöbetçiler arasındaydı.
Uykusuz ve yorgunluktan gözleri yumulsa da ayakta durabilecek hâlde olmasa da kervancıbaşının seçimine karşı koyamazdı. Nöbetçilerden her biri silahlarını kuşanıp nöbet yerlerine dağılırken Şair, “Bu
seçim benim için iyi oldu.” dedi içinden. “İki saat
sonra sabaha kadar uyur, dinç ve dinamik olarak
kalkar, kervanın ağır tempolu develerin tembel yürüyüşlerini beklemeden erkenden koyulurum yola!”
Arkadaşlarından uzaklaştı, yöredeki zeytinliklerin ötesinde uçsuz bucaksız deniz görünümündeki
çöle hâkim bir tepenin etrafında dolandı, sonra uygun bir yere oturup gökyüzünde ışıldayan yıldızlara
baktı uzun uzun. ‘Zühre’ye takılıp kaldı. Tam başının üzerindeydi Zühre. Ağabeyinin anlattığı söylenceyi düşünürken Suad düştü aklına. Dolunaya
baktı, “Suad” dedi, “ay yüzlü Suad!” Şiirler söyledi
onun adına. “Ceylanların gözleri Suad’ın gözlerine
benziyor.” dedi. Uykudaymış gibi sayıklıyordu Şair.
Hurma kokulu Suad’ın çöl esintisiyle yele karşı savurduğu siyah saçlarını, gamzeli yanaklarını, dupduru bir su gibi aydınlık tenini, hep gülen izlenimi
bırakan o büyüleyici bakışlarını düşledi. Mısralar
dizdi sevgilisine.
Ellerini göğsünde gezdirirken günlerdir koynunda sakladığı mektuba parmak uçları ile dokununca
irkildi. Ayağa fırladı. Şiddetli bir ağrı saplandı yüreğine. Soğuk terler boşandı alnından. Üzerinde bulunduğu boz tepeden çölün sonsuzluğuna bakarken
utancı, pişmanlığı, korkusu, umutla umutsuzluğu
arasında bocalayıp durdu.
İki atlı göründü uzaklarda tozu dumana katarak
dörtnala gelen. Bu iki atlıyı kervanın iki yiğit koruyucusu karşıladı. Şair ve arkadaşı da yanlarına varınca adamlar atlarından indi, selam verip kervancıbaşı
ile görüşmek istediklerini söylediler. “Kendinizi tanıtmadan gecenin bu vaktinde kervancıbaşıyla kolayca görüşebileceğinizi de nereden çıkarıyorsunuz?”
dedi nöbetçilerden biri. Gatafan yönüne gitmekte
olan iki yolcu olduklarını, geceyi burada geçirip gün
ışığıyla birlikte yollarına devam edeceklerini söylediklerinde işkillendi Şair. Sormak istedi. “Kimsiniz,
neden gidiyorsunuz Gatafan’a? Gatafanlıyım. Benden iyi bilen yoktur oraları!” Ama sormadı.
Adamlar silahlıydı. Geri durdu.
Nöbetçilerle birlikte mola yerine gönderilen bu
75
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
iki atlının arkasında, kuşkuyla bakıp mırıldandı
Şair:
“Fedailer!”
“Ne?”
Sesi titredi Şair’in:
“Hiç!”
Suç üzerinde yakalanmış bir çocuk gibi yanakları pembeleşti, başını önüne eğmekle yetindi.
Karanlığın içinde bir atlı süzüldü doludizgin.
Yanlarından rüzgâr gibi geçip gözden kaybolan bu
atlının arkasından bakakaldı kervanın iki nöbetçisi.
Sabah kafile toparlanırken Şair yoktu.
Sanki bütün yollar oraya götürüyordu. Ona götürüyordu izler. Yüzünü kamçılayan rüzgâra aldırmadan at koşturuyordu Ebu Sülma’nın oğlu Şair
Kâ’b b. Züheyr.
Geniş bir vadiye girdi.
Otlaklarında yayılan develer, koyun sürüleri ve
bağlarında olgunlaşan üzümleri ile bereketli topraklardaydı. Çöl meyvelerinin rayihasıyla kokan nar,
kayısı, elma, şeftali, incir ve hurma ağaçlarının büyüleyici manzarasıyla karşılaştı.
Arkasına baktı geldiği yolları düşündü. Bir yanda kızgın çöl bir yanda yemyeşil bir vaha!
Büyük bir inancın düşlerini süslediği uzun ve
yorucu günlerin sonunda şehrin kapısına vardığında atının kendisini mahcup etmediğini düşündü.
“Sana geldim ey Nebi!”
Aşağılara indiğinde insanlar namaza gidiyorlardı. O gün cesaret edemedi Rahman’ın elçisine
gitmeye. Geri döndü, kentin uzağındaki üzüm bağlarını geçip şırıl şırıl sular akan bir bahçeye girdi.
Atını bir hurma dalına bağladı, kendisi de yüksek
bir şemsiye gibi açılan geniş yapraklı bir palmiye
ağacının altına sığındı. Harmanisini serip uyumaya çalıştıysa da uyku tutmadı. Ağabeyi ile birlikte
çıktıkları yolculuk geldi aklına. Arada geçen bu
kısa zaman içerisinde gördüklerine duyduklarına ve
yaşadıklarına inanamadı. Hele o sapık şairlerle bir
araya gelip hicviyeler yazdığı mısraları düşününce
utancından yer yarılıp yerin dibine girmişti sanki.
“Önce Büceyr’i bulup onunla konuştuktan sonra
teslim olmalıyım. Ne de olsa ağabeyim! Hem teslim
olup ‘Allah’a ve Muhammed’in onun kulu ve elçi-
si olduğuna’ inanırsan affedilirsin dememiş miydi?
Demişti demesine de ben ne yaptım?”
Ayağa kalktı, palmiyeler arasında gezinirken
mırıldandı. “Dostum Cüheyni nerede? Onu mu
bulsam?” Konuşuyordu kendi kendine ama çıkamıyordu bir türlü işin içinden. “Ben ne ödleğim ki
hâlâ çekincedeyim. İnanıyorsan git! Ucunda ölüm
olsa da…”
Avucundaki incirleri uzaklara savurdu. Gözlerini kapadı, Allah elçisi için yazdığı yeni kasidenin
bir bölümünü mırıldanırken derin bir düşüncenin
koynunda gezindi.
“Evet, bunlar başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit
Davud’a mahsus demir gömlektir zırh diye
giydikleri
Zırhları pırıl pırıl ve upuzun çelikten büklümleri
öyle ki,
Birbirine geçip kaynaşmış bir ayrıkotunun halkaları gibi
Mızrakları devirse yere, gurur nedir bilmezler
Yenilirlerse bilmezler nedir umut kesmek, yoktur ya yenildikleri.”*
Gökyüzünün mavi yıldızlarla süslü berrak bir
laciverte boyandığını ilk kez görüyormuş gibi “Güzel bir gece…” dedi. Sırtını ağaca yasladı, ellerini
başının arkasında kavuşturup yıldızların en parlağı olan ‘Zühre’ye dikti gözlerini. Suad’a bakar gibi
baktı Zühre’ye. İçinde bulunduğu zamanı yitirdi.
Cuşem’in dağlarının eteklerinde onu görebilmek
amacıyla gözlerini kıstı, ayak parmaklarının ucuyla
ağır ağır yürüdü. Bir ceylan çıktı karşısına. Sessizce ceylanın yanına vardı, önünde diz kırıp oturdu.
Hayvanın başını okşarken kayalar arasında kucağındaki ahu ile birlikte uyuya kaldı.
Böyle düşledi Suad’ı nedense!
Atının kişnemesi ile uyandı.
Düşlerinden ayrılmanın kırıklığı ile iki damla
yaş süzüldü yanaklarından siyah sakalı üzerine. Hüzünlü bir fısıltı düştü dudakları arasından toprağa.
“Suad gitti!...”
Şehre indi.
Tanınmamak için harmanisini yüzüne sarıp
Yesrib’in bilmediği tanımadığı tenha sokakların-
76
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
dan geçti. Altında serinlenen palmiye ağaçlarının
bulunduğu “Sakife” gölgeliğinde sohbet eden insanları görmezden gelip selam vermeden geçerek
iki sokak ötedeki pazar yerine kadar geldi. Pazarın
kalabalığında kimse ile konuşmuyor, kuşkuyla ardına önüne bakarak geziniyordu. “Ağabeyim Büceyr,
dostum Cüheyni ya da bir başka tanıdık yüzle karşılaşmam hiç de şaşırtıcı olmaz. Hangisi ele vermez
ki? Ağabeyim bile!... Teslim olmaya geldim desem
kim inanır?”
Kuru yemiş satan bir satıcıyla ayaküstü sohbet
eden genç bir adamı görünce iliklerine kadar titredi. Oydu. Cuşem’in dağlarına kadar gelip kendisine
mektup getiren Zübyanlı ulak! Adama uzaktan baktı; bu kez üzerindeki siyah giysiler yoktu. Gri, tertemiz bir libas vardı. Ne omzunda sadağı ne yayı ne
de hançeri belinde. Gülüyor, şakalaşıyordu karşısındaki genç satıcıyla. Yanına varıp ağabeyini sormak
istediyse de; bağışlanamaz bir suç işlemenin korkusuyla geri döndü. Elini koynuna daldırdı, göğsünün
üzerindeki mektuba dokundu.
“Ebu Sülma’nın oğlu Kâ’b b.Züheyr’in görüldüğü
yerde…” sesleri yankılandı kulaklarında.
Ateş bastı yüzünü.
Ucunda ölüm de olsa artık teslim olmanın dışında hiçbir seçeneğinin olmadığını, Yesrib’e bunun
için geldiğini düşününce ürperdi. “Pazarın kalabalığından çıkıp ne yapıp edip arkadaşım Cüheyni’yi
bulmalıyım.” diye düşündü. Ama içinde uyanan dayanılmaz bir arzuyla kendisine ağabeyinin gönderdiği mektubu getiren Zübyanlı ulakla konuşmak,
koynunda sakladığı mektubu ona gösterip pişmanlığını söylemek için geri döndü. Daha birkaç adım
atmıştı ki, kalabalık arasında iki adam girdi koluna.
“Yürü, çıkalım buradan!” sesi ile irkildi Şair.
Öylece bakıp durdu adamların yüzüne.
Çaresiz, şaşkın…
Bacakları titredi, terler boşandı alnından. Oysa
cesurdu. En azından öyle bilinir öyle tanınırdı çevresinde. Soğukkanlılığını yitirmezdi kolay kolay.
“Gel bizimle!” dedi öteki.
Kollarına giren adamlardan sıyrılıp kaçmayı düşündüyse de artık yapabileceği bir şeyin olmadığını
da anlayan Şair direnmedi.
“Aç yüzünü!”
“!…”
“Şair bozuntusu!”
Tanıdı bu sesi Şair. Başını kaldırdı, adamlara
baktı, derin bir soluk aldı, yeniden yıktı gözlerini
ayak uçlarına. Mudaroğulları topraklarında karşılaşmıştı onlarla. “İki fedai” dedi içinden.
“Kaldır başını!”
“!…”
“Kolayı var bunun.” dedi, fedailerden biri.
Şair’in yüzündeki siyah peçeyi çıkarıp aldı, ayakları
altında tekmeledi.
“Vay vay vaay!” dedi diğeri.
Yüz hatları gergin, bakışları tedirgindi Şair’in.
“Demek bizi peşinden koşturan o hain haccav
sensin!”
“!…”
“Elimizden kurtulacağını sanmıştın öyle mi?”
Pazardan çıkıp tenha sokaklardan birine girmişlerdi ki karşısına Zübyanlı ulak çıktı.
Durdular.
Selam verdi ulak.
“Tanışıyor musunuz konuğumla?”
“Konuğun mu?”
“Konuğum!”
“Ama bu adam…”
“Bana sığındı, onu ancak ben teslim edebilirim
adaletin kollarına!”
“Ama biz…”
“Bak Süheyl!”
“!…”
“Törelerimizi biliyorsunuz.”
“Biliyoruz affedersin!”
Önlerine baktı iki fedai.
Şair’i bırakıp bir kenara çekilen Medineli bu iki
gençle Zübyanlı ulak arasında samimi bir sohbet
başladı. Birkaç dakika sonra da çekip gittiler.
Ağabeyini sordu Şair.
Gatafan’a ailesinin yanına gittiğini söyledi Zübyanlı genç ulak.
Kentin dışındaki hurma bahçelerine doğru yürürken Allah’ın elçisinin huzuruna nasıl ve ne yüzle
çıkabileceğinin derdindeydi şimdi Ebu Sülma’nın
oğlu Şair Kâ’b b. Züheyr.
*Kaside-i Bürde”nin Sezai Karakoç çevirisi esas
alınmıştır.■
77
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Bazı şairlerimizde tarih merakı
M. NACİ ONUR
D
ivan edebiyatı geleneği içinde ebcet
hesabıyla herhangi bir han, hamam,
cami, okul bina vs. yapıların yapıldığı veya olayların olduğu tarihi belirlemek için
tarih düşürme alışkanlığı vardır. Bunu genellikle
şairler, ortaya koydukları şiirlerin içinde saklarlar.
Ebcet hesabıyla düşürülen tarihler beyit içinde
olduğundan, bir beyitte veya beytin bir mısraında yer alır. Ebcet hesabında Arap harflerinin her
birinin rakamsal değeri vardır. Bu değerler toplandığı veya çıkarıldığında hicri tarihler ortaya
çıkar.
Harputlu divan şairlerinin kısmı de aynı geleneğe bağlı olarak getirdikleri manzumelerde
ebcet hesabıyla tarih düşürmüşlerdir. Devirlerinde meydana gelen herhangi bir olaya, yapıya,
padişahların tahta çıkışlarına, doğum tarihlerine
işaret etmişlerdir.
Divan şairlerimizden Harputlu RAHMÎ
(1802-1884), kendisi gibi şair olan akrabası
Hacı Hayri Bey’in doğumu münasebetiyle yazdığı Tarih-i Vilâdet başlıklı yedi beyitlik şiirinin
son mısraında Hacı Hayri Bey’in 1860 yılında
doğduğunu, bunun da Arap harflerinin noktalı
olanlarının(cevherî) toplamında saklı bulunduğunu belirtir.
O denlü mazhar-ı ilm ü ma’ârif ede ki Hak
Kemâl-i ma’rifetinde bulunmaya eşbâh
Serinde cevheri ta’vîz Rahmîyâ târîh
Hayırlı ad ala mehd-i zamânda Hayrullah
1277/1860
(Hak Taala onu (Hayri’yi) o kadar yüksek ilim
ve marifetlere nail etsin ki, hüner olgunluğunda
ona benzer kimse bulunmasın)
(Ey Rahmi, o, başında değerli taşlardan yapılmış muskasıyla görününce, cevheri-noktalı harflerle- tarihle söyledim: Hayrullah zaman beşiğinde
hayırlı ad alsın.)
1866 yılında zamanın valisi Osman Paşa oğlu
Hacı Ahmed İzzet Paşa tarafından inşa ettirilen
İzzetpaşa Camii’nin kuzey ve doğusunda iki ayrı
taş ve mermer üzerine kazınmış aynı kitabedeki
5 beyitlik manzumenin noktalı harfler toplamı
olan tarih beyti şöyledir.
Geldi cevher gibi Rahmî kaleme bir târîh
Oldu dünyâda eser Cami-i İzzet Pâşâ
1282/1866
Harputlu Rahmî’nin Sultan Abdulaziz’in tahta çıkışıyla ilgili olarak da bir tarih beyti vardır.
23 beyitlik manzume ve içindeki bu beyit, şairin
matbu Divanı’nda bulunmuyordu, biz bularak
neşrettiğimiz Divan’a ekledik.
78
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Levhe târîh-i cülûs Rahmîyâ yazdı kalem
Nâmla Abdülazîz Hân oldu sultân-ı zamân
1277/1860
(Ey Rahmî,kalem levhe-yazılacak şeye- , tahta
çıkış tarihini şöyle yazdı: Şan ve şöhretle Abdülaziz
Han zamanın padişahı oldu.)
Harput’ta Meydan Mahallesi’nde bulunan
çarşıda 1868 yılında çıkan ve gece gökyüzünü
aydınlatan büyük yangının çıkışını anlatan 17
beyitlik manzumenin tarih beyti de şu şekildedir.
Rahmîyâ bu külün âteş-dem dedi târîhini
Atdı top iflâsdan gerdûn yandı çâr-su
1283/1868
(Rahmî, bu külün kızgın zamanındaki tarihinişu sözlerle- söyledi: Dünya da iflastan top attı, çarşı
yandı.)
Hacı HAYRİ BEY (1860-1910), Çemişgezek
ilçesinde bulunan ve II. Abdülhamid tarafından
1861-1862 yıllarında inşa edilen, fakat 1896 da
yeniden tamir edilen Hamidiye Medresesi’nin
kapısının üzerindeki taş üzerine 1896’da kazınmış tarih kitabesini yazmıştır. Noktalı harfler
toplamı (cevheri) tarih beyti şöyledir.
Yazdı cevherle de Hayri kulu târîh-i selîs
Merkez-i feyz-i edeb ola bu Dârü’t-tedrîs
1311/1896
(Bu köle Hayri, noktalı harflerin toplamını ihtiva eden bir tarih yazdı, İnşallah edebin bol olduğu bu merkez bir eğitim ve öğretim ocağı olur.)
Hayri Bey, Elazığ Hükûmet Konağı’nın Vali
Enis Paşa zamanında inşa edilişi münasebetiyle
de bir tarih düşürmüştür.
Kilk-i zerrîn ile târîh yazılsın Hayri
Menşe-i adl ede şu dâireyi Rabb-ı Mecîd
(Hayri, bu tarih, altın kalemle yazılsın, Mecid
olan Allah, şu hükûmet konağının başlangıcını-temelini- adaleti ile yürütsün.)
Hacı Hayri Bey, Rahmî’nin Divan’ını tertip
ettikten sonra eserin sonuna da düzenleniş tarihini belgelemek için kendisi, bir tarih beyti ilave etmiştir. Son mısraın ebcet hesabıyla toplamı
1299 olup, 4 ilave edilmesi(ilhak) hâlinde 1303
olur.
Senâ-yı çâr-ı yâr ilhâk olunca söyledim târîh
Basıldı himmet-i yârân ile Dîvânı Rahmînin
1303/1886
(Çâr-yâr-dört halife- 4 rakamı katılınca bir tarih söylemiş oldum ve dostların gayretiyle Rahmî’nin
Dîvânı basılmış oldu.)
Sungur-zâde ABDÜLKERÎM EFENDİ’nin
(1854-1923) , bir dostunun yaptırmakta olduğu
mağazanın kapısı üzerine kazdırılmak üzere yazdığı tarih beyti şudur:
İsm-i Hüdâ evvel gerek her kârdan
Târîhi eyler hem zuhûr (tezkâr)dan
1321/1905
(Her işten evvel Allah’ın ismini zikretmek gerekir, devamlı hatırlamaktan da tarih ortaya çıkar.)
Mahlası “Zekî” olan Abdülkerim Efendi’nin
Ömer Hüdâyi Baba’nın ölümüne düşürdüğü tarih beyti de vardır.
Dû destim ref edüp dedim Zekî târîh vefâtına
Mukîm-i cennet-i ulyâ ola Rab Ömer Baba
1321/1905
(Zeki olarak iki elimi Allah’a yalvarırcasına
yukarı kaldırdım ve onun ölümüne dair tarih
düşürdüm. Allah Ömer Baba’nın makamını yüce
cennet eylesin.)
OSMAN BEDREDDÎN EFENDİ (18581924), Mahmud Sâminî Hazretlerinin ölümü
üzerine yazdığı 5 beyitlik manzumesinin son beytinde tarih düşürmüştür.
Bir aceb târîh olur tâdâd edersen nâmını
Bedrîyâ erişdi bize Hace Mahmûd Sâminî
1314/1899
Kâmil-zâde AHMED FERÎD EFENDİ(1859-1916) ‘nin de Şair Muâllim Sâdî’nin
79
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
ölümü üzerine tarih beyti şöyledir:
Söyledi ağlayarak fevtine târîh Ferîd
Men arefa mektebine oldu Muâllim Sâdî
1332/1916
YUNUS REMZÎ, (1859-1926) Harput’un
dinî şahsiyetlerinde Çabakçurlu Şeyh ismiyle tanınan Şeyh Ahmed Efendi’nin ölümünde
sanatkârane tarzda yazmış olduğu 10 beyitlik
manzumenin son beytinde tarih düşürmüştür.
Dedi her mısraının evvel ve âhir harfi
Mevtine târîh ola Remzî-i bî-çâreleri
1340/1921
(Çaresiz Remzi’nin yazdığı her mısranın ilk
ve son harfi o değerli şeyhin vefatını belirten tarih
olur.)
BEDRÎ YÜCESU (1901-1998) , İstanbul’un
fethi üzerine yazdığı 6 beyitlik manzumenin son
beytinde tarih vardır.
Geldi bir hatîf-i gayb mu’cem târîhi verdi haber
Ferişteler de yâr oldu Fâtihin kıyâm emrine
857/1453
ORHAN KOLOĞLU(1926-….) üstadımız,
yayınladığım “Harputlu Şâir Hacı Hayrî Bey”
isimli eserimin yayınlanış yılına tarih düşürmüştür.
Harput dâim fahreylesin Hayr ile
Takdîr edilen şân ONUR bî-bedel
Özgür yaşamış açmamış ömrünce
İkbâl ve istikbâl için şâir el
1425/2004
Genç ve kabiliyetli şair İLYAS KAYAOKAY
(1991-….) hocası Zülfü Güler’in yaş haddinden
emekli oluşuyla ilgili yazdığı 4 beyitlik manzumenin son beytinde kurallara aykırı olarak, hicrî
değil de milâdî tarih düşürmüştür.
Bî-vefâdır İlyâs ammâ geldi ebcedle dile
Hâme deyip tamâm edeb- efşân indi kürsîden
M.2011■
80
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Şehrin tarihi ve felsefesi
MEHMET KURTOĞLU
Tanpınar Beş
Şehir’de, şehri
folklorcular gibi
hikâyeci ve nakilci
bir anlayışla
anlatmamış,
salt kuru bilgiye
boğmamıştır.
Tanpınar, şehirleri
anlatırken, şehrin
ruhuna rufuz etmiş,
daha doğrusu her
şehri kendi içinde
kavramsallaştırarak
bir şehir felsefesi,
bir şehir edebiyatı
yaratmıştır.
T
arihi ancak kavramsal açıdan incelendiği zaman bir karşılığı olabilir, yoksa
bir övgü ve yergiden ileri gidemez. Bu
yüzden bizde bir tarih felsefesi, bir tarih eleştirisi
ciddi şekilde yapılmamıştır. İbn Haldun; “Geçmiş
ve gelecek bu gibidir birbirine benzer.” derken,
kavramsal olarak tarihe yaklaşılması, ondan hisse
çıkararak günü ve geleceği kurgulamak gerektiğini ima eder. Ki ünlü eseri Mukaddime, birçok
ilmi içine aldığı gibi tarihî kavramsal olarak incelediğinden dolayı tarih felsefesi olarak da kabul
edilen bir eserdir. Bir ülkenin yahut bir şehrin
tarihini göz ardı ederek tanımlayamazsınız. Bir
ülkeyi yahut şehri tanımak istiyorsanız, oranın
tarihini kavramsal olarak ele almak zorundasınız.
Çünkü tarihî bir hikâye veya eskilerin kıssası olarak okuyup geçerseniz, Hayyam’ın deyişiyle uykuya dalıp ancak rüya görürsünüz… Bugün şehir
kültürü ve tarihi üzerine öylesine çok kitap neşredilmektedir ki, bunların faydadan çok zarar getirdiğini, şehirleri tanımlamaktan daha çok kafa
karışıklığı yarattığını görmekteyiz. Zira şehir kültürü ve tarihi bağlamında birçok eser folklorik bir
bakışa açısıyla yazılmakta, yalan yanlış bilgilerle
şehrin ruhundan uzak kitaplar yayınlanmaktadır.
81
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Şehir tarihi açısından önemli bir kaynak sayılan
edebiyat ve folklor (halk bilim) ciddi bir disiplin
içinde yapılmadığı takdirde şehre zarar vermektedir. Bilindiği gibi folklor bilimini sistemleştiren
İngilizlerdir ve bunu sırf oryantalist kaygılarla
oluşturmuşlardır. 17. Yüzyıldan itibaren Orta
Doğu ve Afrika halklarının gelenek görenek ve
yaşam tarzlarını derleyerek, toplumların düşünüş
ve davranış biçimlerini okumaya çalışmışlardır.
Böylece işgal edecekleri ülkeleri yakından tanıma
imkânı elde etmiş oluyorlar. İngilizlerin işgal ettikleri ülke halkları tarafından büyük tepki almayışları bu yüzdendir. Folklor ilminden dahi bir
felsefe çıkarmak mümkün iken, şehir tarihinden
neden bir felsefe çıkarılmasın?
Hızlı değişim ve dönüşüm yaşayan şehirlerimize baktığımızda, bu şehirlerimizin kuruluş
mantalitesinden uzaklaşarak yeni bir şekle ve
çehreye büründürüldüğünü, bulunduğu coğrafyanın ruhundan uzaklaştırıldığını görmekteyiz.
Bunun nedeni şehir üzerine düşünen ve yönetenlerin, şehrin ruhuna sirayet edecek bilgi ve
donanımdan uzak olmasıdır. Şehre kavramsal
olarak bakamayanlar şehirle ilgili bir felsefe oluşturamazlar. Aynı şekilde bir şehrin ruhuna nüfuz
edemeyenler, o şehri imar edemezler, şehrin sanat
ve edebiyatını yapamaz, şehri tanımlayamazlar.
Bugün ağır aksak bir şehir edebiyatımız varsa
eğer; bu Yahya Kemal’in İstanbul’u kavramsal
olarak ifade etmesinde, daha doğrusu ondan bir
tarih felsefesi yaratmasından dolayıdır. Yine bu
alanda ikinci bir kişi ve eserden söz edilecekse;
bu hiç kuşkusuz Yahya Kemal’in peşinden giden
Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.
Tanpınar Beş Şehir’de, şehri folklorcular gibi
hikâyeci ve nakilci bir anlayışla anlatmamış, salt
kuru bilgiye boğmamıştır. Tanpınar, şehirleri anlatırken, şehrin ruhuna rufuz etmiş, daha doğrusu her şehri kendi içinde kavramsallaştırarak
bir şehir felsefesi, bir şehir edebiyatı yaratmıştır.
Bugün şehir konusunda ciddi birkaç çalışma
varsa eğer, bu Yahya Kemal’in açtığı yoldan ve
Tanpınar’ın geliştirdiği şehir edebiyatı ve felsefesinden kaynaklanmaktadır. Tanpınar’ın Beş
Şehir’deki ‘Ankara’ bölümüne bakınız; şehri anlatırken, Millî Mücadele üzerinden anlatır. Ama bu
anlatışında kuru tarihî bilgiler, anlamsız övgüler
yoktur. Yeni Ankara’yı tanımlarken; “belki Millî
Mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir, belki
doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silahşoruna benzeyen
kalesinin bir telkinidir; Ankara, bana daima dasitani ve muharip göründü.(…) Bazen geniş sağrısını rüzgâra vermiş bir harp gemisi gibi, zaman
ve hâdiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer
bazen bir iç kale, bütün ümitlerin kendisinde
toplandığı son sığınak olur bazen bir kartal yuvası gibi erişilmesi imkânsız yükselir. Şehrin tarihi
bu çehreyi yalanlamaz. O bütün Orta Anadolu’ya
bir iç kale vazifesini görmüş eteklerinde daima tarihin büyük düğümleri çözülüp bağlanmıştır”[1]
diye yazar. Tanpınar, bu ifadesiyle şehrin tarih
boyunca göstermiş olduğu misyona dikkat çeker.
Dönemin birçok yazarı gibi yeni Ankara’yı hamasi duygularla göklere çıkarmaz, onun tarih içinde
yüklendiği misyona, bir kale şehir olarak kuruluş
mantalitesine ve dün olduğu gibi bugün de görmüş olduğu işleve dikkat çeker. Bilindiği gibi
büyük sosyolog Max Weber şehirleri mabet, kale
ve çarşı olmak üzere üçe ayırır. Bu üçe ayırdığı
şehirlerden mabet şehirlere “kutsal şehir”, kale şehirlere “garnizon şehir” ve çarşı etrafında kurulan
şehirleri de “ticari şehir” diye tanımlar. Tanpınar,
Ankara’yı Weber’in bu şehir tanımlamaları içinde
kale, yani garnizon şehir tanımı içinde değerlendirir ve Ankara’nın tarih boyunca aldığı bu rolle hareket ettiğini belirtir. Tanpınar’ın bu bakışı
kavramsal ve felsefidir. Şehirlere Tanpınar’da olduğu gibi kavramsal bağlamda yaklaşmadığımız
sürece, hiçbir zaman şehrin ruhuna sirayet edemeyiz. Burada bir noktanın daha altını çizmek
gerekir diye düşünüyorum.
Tanpınar, Beş Şehir’i yazarken Evliya
Çelebi’nin seyahatnamesinden oldukça faydalanmıştır. Hatta diyebiliriz ki, şehir konusunda
Tanpınar’ın ufkunu açan Evliya Çelebi’dir. Onun
Evliya Çelebi’den faydalanması, folklorcular veya
diğer şehir tarihçileri gibi nakilciliğe dayanmaz.
Tanpınar, Evliya’dan aldığı birtakım bilgileri imgeleştirir. Örneğin, yukarıda Beş Şehir’den alıntıladığımız satırlarda Ankara Kalesi’ni Tanpınar bir
gemiye benzetir. Aslında kaleyi gemiye benzeten
Evliya Çelebi’dir. Ankara Kalesi görünüşte sanki
direklerini dikmiş, başını süslemiş bir mavna ge1. A.Hamdi Tanpınar, Beş şehir, s.13, Dergâh yay. İstanbul,
2011.
82
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
misi gibidir. “Böylesine muhteşem bir kale olan
Ankara Kalesi, elbette hükümdarların fethetmeyi
arzuladığı bir kaledir.” diye yazar. Evliya’nın kale
için yaptığı sadece bir benzetmedir, Tanpınar’ın
yaptığı ise bir tanımlama ve bu tanımlama üzerinden şehre rol biçmedir. Tarih felsefesi dediğimiz
olgu da o şehrin tarihî olaylarından bir kavram çıkarma, bir rol biçme değil midir? Osmanlı öncesi
Anadolu’yu anlatan Claude Cohen, Ankara’ya
“Ahi Cumhuriyeti” sıfatını yakıştırır. Gerçekten
de ahilik Ankara ve iç Anadolu’nun şehirleşmesi
ve idaresinde önemli bir olgudur. Cohen’in “Ahi
Cumhuriyeti” tanımı ile Tanpınar’ın Ankara’yı
kaleden hareketle; “tarihin büyük düğümlerinin
çözülüp bağlandığı” tanımı özdeşleşir. Garnizon şehir savaşçı şehirdir. Ankara, ahilerle kurulmuş, ahilerle birçok savaşlara katılmış, Ankara
Savaşı’nı yaşamış ve son olarak Millî Mücadeleye
kucak açmıştır. Bütün bunlar şehrin tarihini ve
kuruluş mantalitesini bilmekten ve kavramsallaştırmaktan geçmektedir. Bu bağlamda şehirlerimizin bir tarih felsefesi içinde okunmasına büyük
bir ihtiyaç vardır. Zira ancak şehirler böylesine
bakış açısıyla büyüyüp gelişirler.
Bugün kadim şehirlerimizin ruhundan koparılarak değişim ve dönüşüme tabi tutulduğu bir
dönemde, şehir tarihçilerinin yeni bir şey ortaya koyamamaları şehre folklorik açıdan bakmalarından, mimarların şehrin ruhuna uygun bir
mimari dil geliştirememeleri ise, şehir ile ruh
bağı kuracak felsefeyi bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Mimari, metafizikle buluşmadığı
müddetçe şehrin ruhuyla örtüşmez. Şehir için
mimari bir üslup, felsefi bir dil nasıl oluşturulabilir? Bu ancak o şehri tanımak ve içselleştirmekle mümkündür. Tekrar Tanpınar ve Ankara
üzerinden gidersek; Tanpınar’ın, Ankara’nın kuruluş mantalitesini Kale’den başlatırken, gerçekte
şehre bir istinat noktası belirlediğini, yeni kurulan Ankara’nın bu istinat noktasından hareketle
ancak bir mimari üslup geliştirebileceğini söyler.
Ayrıca yeni Ankara’nın İtalyan, Alman, Türk vs.
mimarların yaptıkları binalarla belli bir peyzaj
oluşturamadığını belirtir. Aslında Tanpınar, yeni
kurulan Ankara’nın mimari olarak şehrin ruhuyla uyumlu olmadığını üstü örtülü olarak eleştirir.
Çünkü bu devasa mimari yapıların her biri farklı
bir ülkenin mimari anlayışını sergilemektedir. Bu
da yeni Ankara’yı bir Türk-İslam şehri anlayışından uzaklaştırmaktadır. Dolayısıyla yeni Ankara,
eski Ankara’nın ruhundan uzaktır. O dönemde
şehri iskân ve imar edenler, şehrin ruhunu kavramış, tarihiyle bir felsefe oluşturabilmiş olsaydılar,
bugün Ankara’nın kendine mahsus bir ruhu olurdu. Ayrıca bugün her görenin “ruhsuz şehir” diye
nitelemesine maruz kalmamış olacaktı…
İbn Haldun, mukaddimede “Asabiyetle devlet
kurulur, ama yönetilemez.” der. İbn Haldun’u bu
tanımlamaya götüren şey, tarihî bilgi ve birikim
olduğu kadar, onun uzun süre Arapların arasında yaşamış ve iyi bir gözleme sahip olmasından
dolayıdır. İbn Haldun’un bu tanımı yalnızca asabiyeti tanımlamaz, aynı zamanda asabiyetin gücünü, konumunu, bundan nasıl faydalanılacağını
ve asabiyetin ülke yönetimindeki rolünü açıklar.
İbn Haldun, asabiyetin devlet kurucu rolüyle sınırlı tutabilirdi, ama devlet tecrübesi, Arap toplumunu gözlemi, bilgi birikimi onu daha ileri
bir noktada düşünmeye sevk etti ve asabiyetin
kurucu rolü olduğu kadar yıkıcı rolü olduğunu
gördü. Çünkü içinde bulunduğu Arap toplumunun asabiyet çevresinde çok çabuk bir araya
gelebildiklerini, ama yönetim aşamasında bunu
beceremediklerini bizzat müşahede etti. Böylece
geçmişle içinde bulunduğu zamanı değerlendirerek bir tarih felsefesine oluşturdu. Bu felsefi
bakış onu Mukaddime gibi bir şaheser yazmaya
zorladı. Şehirleri, özellikle de günümüz şehirlerini tanımlamada tarih felsefesi önemli bir rol
oynamaktadır. Şehrin tarihini hikâyeci ve nakilci
mantıkla okuduğumuz müddetçe, şehirlerimiz
asıl ruhundan uzaklaşır ve varoluş mantalitelerini
kaybederler. Hatta mimari bağlamda dahi sağlıklı
şehirleşemezler.
Sanat ve felsefe toplumları ihya ettiği gibi,
şehirleri de imar eder. Şehirle konuşmanın yolu
felsefe ve edebiyattan geçer. Bugün kadim şehirlerimizin modernite ile başının belada olmasının
nedeni; geçmiş tecrübesini yorumlayamaması ve
bir felsefe oluşturamayışıdır. Felsefesi olmayan
şehirler efsaneden yalana, felsefesi olan şehirler
ise efsaneden hakikate ulaşırlar. Şehirlerin tarihini
efsane ve hakikat arasında bocalamaktan kurtarmak istiyorsak, felsefi dil oluşturmamız gerekir.
Yoksa daha çok şehirlerin ruhunu kaybetmesine
üzüntü ve kederle bakarız… ■
83
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
TARIK ÖZCAN
ile şair ve şölen üzerine
"...bir bavul içerisinde çürümeye terk edilen bir kitap,
seksen beş şarkı sözü ve dört dosya içerisindeki
iki yüz elli şiirine ulaştık. Atılmaya yüz tutmuş bir
dosyayı böylece son anda kurtardık. Sonrası iki
yıl süren hummalı bir çalışmayı kapsıyor."
KEMAL BATMAZ
Hocam, Aykırı ve Şair İlhan
Berk, Şair ve Sözün Mahşeri
Oktay Rıfat, Şiirin Kıyısında
Bir, Askıda Kalan Kimlik Oktay Rıfat’ın Roman Dünyası,
Ömür Nurullah Ataç, Tevfik
Fikret’in Şiirlerinde Trajik Durum ve son olarak Şair ve Şölen
Süleyman Bektaş benzeri araştırma inceleme eserleriniz var.
Ayrıca İkindi Işığı ile Kördüğüm sizin şiir kitaplarınız. Bu
da gösteriyor ki akademisyenliğinizle yürüttüğünüz bir sanatçı yönünüz var. Kendinizden
kısaca bahseder misiniz?
1955 yılında İstanbul’da dünyaya gelmişim.
Aslen Elazığlıyım. İlkokul, ortaokul ve liseyi
Elazığ’da okudum. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünden 1977 yılında mezun
oldum. 1993 yılına kadar ortaöğretim kurumlarında öğretmenlik yaptım. 1993 yılından beri
de Fırat Üniversitesi İnsani ve Sosyal Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. Halen aynı
bölümün Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalında
doçent doktor olarak çalışmaktayım.
Sayın Hocam, son çalışmanız, Şair ve Şölen
Süleyman Bektaş isimli kitabınızla önemli bir
çıkış yaptınız. Bu serüven hakkında neler söyleyebilirsiniz, Süleyman Bektaş’la nasıl tanıştınız? Biz söyleşimizi bu eserinizle yönlendirmek istiyoruz.
Süleyman Bektaş’la tanışmamız Külliye dergisi genel yayın yönetmeni Nazım Payam aracılığıyla gerçekleşti. Nazım Beyle şiir üzerine konuşurken bana sık sık “Modern şiiri Süleyman
Bektaş’tan öğrendiğini belirtirdi. Bu ifadeler,
şahsımı bir hayli etkilerdi. Çünkü Nazım Payam
Beyin şiir kültürünün zenginliğini yakından bilen bir kişiydim. Onu, bu kadar etkileyen şairi
hep merak etmişimdir. Daha sonra Nazım Beyin
Hazar Şiir Akşamları Güldestesinde yazdığı Ah
Süleyman Bektaş Gitti ve Reşat Gündüz’ün onun
hayatını anlatan yazıları konuya yönelmem hususunda beni cesaretlendirdi.
Süleyman Bektaş’a giden yolculuğunuz kolay oldu mu?
Yazının dünyasına giden her yolculuk gibi
çok zor oldu. İki, üç yıl boyunca yaptığımız her
yolculuktan eli boş döndük. Bir müddet sonra
öğrencim Osman Gökkaya’ya bitirme ödevi ola-
84
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
rak yeniden verdim. Osman Gökkaya, Varlık ve
Hisar dergilerinde yayımlanan otuz, kırk şiirini
Sevgili Hocam Dr. M. Naci Onur Bey’den alarak
çalışmasını bunların üzerine kurdu. Bu çalışma
şevkini veren de bu şiirler oldu. Uzun bir araştırma safhasından sonra Bursa ilindeki yeğeni
Ali Ekber Bektaş’a ulaşarak bir bavul içerisinde
çürümeye terk edilen bir kitap, seksen beş şarkı
sözü ve dört dosya içerisindeki iki yüz elli şiirine
ulaştık. Atılmaya yüz tutmuş bir dosyayı böylece
son anda kurtardık. Sonrası iki yıl süren hummalı
bir çalışmayı kapsıyor.
Yaptığınız çalışmadan memnun musunuz?
Bizi bir şaire çeken sebepler vardır. Bunların
en önemlisi değip değmeyeceğidir. Süleyman
Bektaş’ın şiir coğrafyasına baktığımızda şiir kültürü ve zevki yüksek olan bir şairle karşılaşıyoruz.
Türkiye sathında yapılan 1974 yılı İnönü şiir yarışmasında birinci, Kıbrıs’la ilgili şiir yarışmasında da mansiyon alması kayda değer bir başarıdır.
Kaldı ki şiirlerinin dönemin hatır gönül tanımayan Varlık ve Hisar dergilerinde yayımlanması da
onun kalitesi adına önemli notlardır. Otuz yıldır
şiir yazan ve şiir üzerine araştırmalar yapan birisi olarak onun şiirine kefili olabileceğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Bu nedenle çok memnun
olduğumu ifade etmek isterim.
Süleyman Bektaş Şiirinde Ne Buldunuz?
Bir kez Süleyman Bektaş şiiri Türkiye ölçeğinde bir şiirdir. Çok katlı ve çok anlamlı
modern bir şiir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yerel öğelerinden arınmış olan bu şiir,
evrensel insan tecrübesini estetize edebilecek
kadar donanımlı bir şiirdir. Devrin ideolojik
sapmalarından oldukça uzak durmaktadır. Dönemin en güçlü şiir hareketi olan İkinci Yeni
şiirine de mümkün oldukça mesafeli durmayı
başarmıştır. İmge düzeni bakımından da bir
hayli özgündür. Her insan Süleyman Bektaş’ın
şiirlerinde kendine has bir tarafını bulabilme şansına sahiptir.
Süleyman Bektaş Türk şiirinde kalıcı olabilir mi?
Sahip çıkılırsa rahatlıkla kalabilecek bir donanıma sahiptir. Her şeyden önce Elazığlıların kendi şairlerine sahip çıkmaları gerektiğine inanıyorum. Bu anlamda Fırat Üniversitesine büyük
bir görev düşmektedir. Biz, bunun ilk adımını attık. Şiir dili bakımından Cahit Sıtkı Tarancı’dan
daha kaliteli bir şairdir. Şiiri, modern görüntülere
bağlamak hususunda da usta işi şiirler yazıyor.
Bunun için kalıcı olacağına inanıyorum
GÖK EZGİ
Demedim mi sana oğul
Yediveren acıların yayığında
Göverir yedi veren yürek
Salkım söğütler gibi
Suyun yıldızını içerek
Sana demedim mi oğul
Bu kırağı gülleri
Eski bir çınarı andıran gece
Yeşerir bir gün
Hüsnüyusuflar açar
Yeni taylar gibi yüzünde
Şiirden anlayan her insan, bu şiirin
karşısında şapka çıkarır. Dilin mükemmelliği,
imaj kompozisyonunun özgünlüğü ve ses
akışı bakımından bir zirve şiirdir. Süleyman
Bektaş’ın bu kıymette en az elli şiiri var.
Bütün bunlar bir günde olmuyor. Bektaş’ın
şiir atlasında Paul Eluard, Federico Garcio
Lorca, Konstantin Kavafis, Rilke, Attila Jozsef
gibi değerli şairlerin isimlerini sayabiliriz. Yerli
kaynaklar bakımından da bir hayli zengin. Kısacası Süleyman Bektaş, ömrünü şiire adamış
değerli bir şairdir.■
85
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
SİMGE
Kalakaldı o çığlık gözlerinde
Güneş moru bir çavlan gibi fışkırıp
Yaşamın yüreğinden
Var olmanın bengi çığlığıdır bu
Ki yankır her yönde
Çağlarca o türkü dilinde
Dağ gülleri ya da
Subaşında açan nergisler gibi
Işıyan sözcüklerle
Dönüşür özgürlüğe
Kalakaldı o ölü yüreğinde
De ki bir şafak vakti
Yaşamanın en güzel vakti
Kan kırmızı simgesiyle
ÇİÇEKLER DÖNEMİ
Uyku çiçeği açar açmaz
Düş aydınlığında gecenin
Masal evlerde masal çocuklar
Uzay boyu düşleri
Mavi yeşil
Pembe biraz
HÜZÜN
Nazım Payam’a
Güneş çiçeği ışır ışımaz
Güneş evlerde
Güneş kadınlar
Giyinir ışık giysileri
Zambaklar gibi beyaz
Hüznün güncesine bir hüznü daha yaz
Karanfil çekimli ya da
Gül akmaları gibi
Akşamın yıldızlığında
Ateşten harflerle yazdın oysa
Kaç kişi bilir ki
Ateşin dilini
Kopar o sayfayı
Sulara ver gitsin
Rüzgâr çiçeği savrulur savrulmaz
Bulut evlerde
Bulut adamlar
Yağmura dönüşür yüzleri
Bir ötede yaz
Dünyanın gözbebeğine yaz
Bu kez
Bu hüznü
Topraktan harflerle
Toprağın dilini çünkü
Çokları bilir
Ölüm çiçeği açılır açılmaz
Ölüm evlerde
Ölü çocuklar
Güvercin sesleri
Bir daha duyulmaz
SÜLEYMAN BEKTAŞ
86
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Şiir dünyamızda Halil Soyuer
ABDULLAH SATOĞLU
Günümüzde,
esasen son
60 yılda, halk
tarzı şiirimizin
en başta gelen
ustalarından biri
ve en velût şairi
olarak temayüz
eden Soyuer,
2003’te yayınladığı
“Seninle” isimli
kitabıyla, eser
sayısını 20’ye
çıkarmıştır.
B
enim şiir ve edebiyata karşı merak sarmamda, Behçet Kemal Çağlar’ın, 1949 yılında
İstanbul’da, haftalık olarak çıkardığı, “Şadırvan” dergisi ile, Akın Karaoğuz’un, Zonguldak’ta
çıkardığı “Doğu” dergisinin önemli etkisi olmuştur.
Halil Soyuer imzasını ilk olarak, “Şadırvan” dergisinin, 8 Nisan 1949 tarihli, 2. sayısında yer alan;
Kader kader öğüyüyor
Bizi, bu değirmen bizi.
Mezar mezar dağıtıyor
Bizi, bu değirmen bizi.
Sağı kolla, solu kolla
Arkından geçilmez salla.
Bizi, bu değirmen bizi.
İçer musalla musalla
Ne çarkı kırılmak bilir
Ne arkı durulmak bilir
Nereye saklansak bulur
Bizi, bu değirmen bizi.
Taşı döner, karnı doymaz
87
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Yılların telaşı ne?
Şu dönen tekerlekler
Beni gurbete ekler
Sellerin telaşı ne?
Yağmuru, toprak bekler
Sevda, bıçaktan keskin
Gönlüme etti baskın
Ağaçlar kıştan küskün
Dalların telaşı ne?
Yağan kar, elbet erir
Ömür, zamanda çürür.
Tellerin telaşı ne?
El oynar, mızrap vurur
şiiri bulunuyordu… Daha sonra, Kayseri-Halkevi
dergisi “Erciyes”te de, nefis şiirlerini okur olmuştuk.
-2-
Yine, 1950’li yıllarda, Nihal Atsız’ın İstanbul’da
çıkardığı, “ORKUN” dergisinin sayfalarında, birlikte şiirlerimiz yayınlanıyordu… Soyuer’in, o zaman yayınlandığında, büyük yankı uyandıran ve;
Tahammül sona erdi, sabır son hadde girdi
Ey Türk! Yine tarihe zaferlerin yazılır.
Çünkü, senin dinine, yeni bir madde girdi;
Bir Moskof öldürenin, sevâbı bin yazılır!
Gidenler kaç, diye saymaz.
Bizi, bu değirmen bizi.
Toprağın üstünde koymaz
tarzındaki “Değirmen” isimli şiiri ile tanımıştım.. O yıllarda, evimizde elektrik olmadığından,
ders çalışmak için gittiğimiz, Kayseri – Halkevi
Kütüphanesi’ne, yurdun dört yanından, kitap ve
dergiler gelir, biz onları, sıcağı sıcağına, zevk ve
heyecanla okuma imkânını bulurduk.
Bunlardan, “Doğu” dergisinin, Ağustos 1949
tarihli sayısında, Zonguldak’ta düzenlenen, bir
Edebiyat Matinesi dolayısıyla, bir kısım şairlerin,
kısa özgeçmişleriyle, fotoğraf ve şiirleri yer alıyordu… Halil Soyuer’in de, derginin o sayısında, “Telaş” isimli;
Gidenler benden gitti
Ellerin telaşı ne?
Zaman beni eritti
diye biten şiiri, bütün bir gençliğin hâfızasına nakşedilmiş, meydan ve salonlardaki, kahramanlık
günlerinde, heyecanla okunur olmuştu…
Hele 1953 yılında, İstanbul Gazetecilik Yüksek
Okulu’nda tanıştığımız ve dostluğumuzun, artarak
devam etmesinden, engin haz duyduğum, merhum Hüseyin Çolak (Yurdabak) kardeşimin lütfettiği “Liman” isimli kitaptan sonra, Halil Soyuer’i,
daha yakından tanıma imkânını buldum.
“Liman”, Hüseyin Yurdabak ve Seniye
Atasoy’un, 1950’de hazırladığı ve Halil Soyuer’in,
şiirlerini ihtiva eden, ilk kitabıdır.
1940’lı yılların sonunda, geniş ilgi gören Ankara – Halkevi’ndeki “Şiir Günleri”nin, Behçet
Kemal Çağlar’dan sonra, hazırlayıcısı ve sunucu
olarak, şiir dünyamızın renkli simaları arasında yer
88
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
almağa başladı.
1955’te, MEB’deki memuriyet görevinden
istifa ederek, gazeteciliğe başlayan Halil Soyuer,
1966’dan itibaren, üç yıl süre ile “Çaba” isimli aylık
sanat-edebiyat dergisini yayınladı. 1982’de, “Adalet” gazetesi kadrosundan emekliye ayrıldıktan sonra, kalan ömrünü, şiire adamış, ülke çapında düzenlenen, şiir gecesi ve şölenlerinin, zevkle izlenen
ve özlenen şairi olmuştur.
Günümüzde, esasen son 60 yılda, halk tarzı şiirimizin en başta gelen ustalarından biri ve en velût
şairi olarak temayüz eden Soyuer, 2003’te yayınladığı “Seninle” isimli kitabıyla, eser sayısını 20’ye
çıkarmıştır.
Eserleri arasında yer alan “Anılarla Şairler
Albümü”nde, kendilerini yakından tanıdığı; Yahya
Kemal, Faruk Nafiz, Arif Nihat Asya, Osman Attila, Rıza Ümit, Cahit Sıtkı, Ömer Bedreddin ve Âşık
Veysel’in de aralarında bulunduğu şairlerimizin, en
güzel şiirleriyle, son derece ilginç ve bilinmeyen yaşantılarını, akıcı bir üslûpla dile getirmiştir.
200’den fazla şiiri, değişik bestekârlar tarafından
bestelenen Soyuer’i, musıkî âlemiyle tanıştıran;
“Hançer-i aşkınla ey yâr, sînem üzre vurma hiç
Öyle bir derde giriftarım ki, hâlim sorma hiç !”
tarzındaki güftesi olmuştur. Halil Soyuer’in;
Aman, kollarını açıp gerinme
Uyku, gözlerinde boyun bükmesin.
Odandan dışarı çıkıp görünme
Günde, beş on kere şafak sökmesin!
-3-
Sen doğdun başladı bende erime
Pek vakitsiz kurt düşürdün sürüme.
Çarşıdan pazardan, geçme, yürüme
Bir göle, bin ırmak birden akmasın!
Saçlarını tel tel omzuna dağıt
Dertleri, gönlünün taşında öğüt.
Seni, kendisine yâr eden yiğit
Karakışta bile, ateş yakmasın!
gibi, aşk ve sevda deryasına dalıp dalıp çıkardığı,
gerçek incilerden örülmüş şiirlerini, değerli edebiyat tarihçimiz Nihat Sami Banarlı; “Doğrudan
doğruya, Anadolu’nun bağrından fışkıran, bir millî
şiir realitesinin müjdeleri” olarak, vasıflandırmış-
tır…
Soyuer’in, hayatını ve şiirlerini, 300 sayfalık
bir kitapta toplayan Mustafa Ceylan’ın ifadesiyle;
“O, çarpıcı nükteleri, süper buluşlarıyla, kelimelerle dans ederdi… Yalnız yazılarında ve şiirlerinde
değil, özel yaşantısı içerisinde ve sohbetlerinde de,
kelimelerle, âdeta, bir sihirbaz gibi oynardı…”
Katıldığımız etkinliklerde, genellikle, çok sevdiği şiirlerinden biri olan ve ;
Bizim memleketin dağ köylerinde
Bataklık bilmezler, sazlık bilmezler.
Her taraf ormandır, çamlık, meşelik
Harman yeri hariç, düzlük bilmezler.
Ağaç altlarında doğmuştur çoğu
Çok iyi bilirler tepeyi, dağı.
Elleri tutmamış viski bardağı
Sahillerde, yazlık mazlık bilmezler…
diye başlayan “Bilmezler”i okurdu.
Gezilerimiz esnasında, onun, bazıları müstehcene kaçan ve etrafındakileri gülmekten kırıp geçiren esprilerini, günü gününe not defterime kaydediyordum…
Yunus Emre Şiir Şölenleri’nden biri dolayısıyla, Eskişehir’e gittiğimizde, “Has Otel”e yerleşmiştik… amanın, şiire meraklı emniyet müdürü,
telefonda;
-Halil ağabey, neredeysen, araba gönderip
aldırtayım, demişti.
Halil Bey;
-Hastayım, diye cevap verince, telaşlanan müdür;
-Öyleyse, hemen bir doktor göndereyim.
-Hayır, öyle hasta değil, Otel Has’tayım, Otel
Hasta… diye esprisini patlatmıştı…
O, kaç yaşında olduğunu soranlara;
-Ne bileyim ben, her yıl değişiyor, diye cevap
verirdi…
-4-
Bayrak” şairimiz Arif Nihat Asya, Halil
Soyuer’e, “Kova Burcu” isimli kitabını imzalarken,
hangi burçtan olduğunu sormuş… Soyuer;
-Keçi burcu, deyince, hoca şaşırmış;
-Allah Allah, keçi burcu da mı var?
89
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
-Tabii, benimki “oğlak” burcuydu, büyüyünce “keçi” oldu.
-Ya, öyleyse, benim burcum
“kova” idi… Demek “fıçı” olmuş da
haberim yok…diye takılmış… Bir gün, Kızılay’da karşılaştığı şair
Hüseyin Yurdabak;
-Ağabey, nasılsın ne yapıyorsun,
diye sormuş…
O da;
-Gözüm kızarıyor, demiş…
Hüseyin, şöyle bir gözüne baktıktan sonra;
-Gözünüzde kızartı falan yok! deyince, Soyuer, kendine has tebessümle, cinaslı cevabını yapıştırmış;
-Gözüm kızarmıyor, kız arıyor,
kız!...
Ankara-İbni Sina Hastanesi’nde,
eşi Münevver Hanımla birlikte, tedavi görmekte iken, birkaç defa ziyaretine gitmiş ve her defasında, onun
çok önceleri terennüm ettiği, “Hastanede Öldüğüm Gün” isimli şiirini
hatırlamıştım… O şiirinde şöyle diyordu;
Bir gün, ecel alır elbet beni de
Bu yalan dünyada kim kalır?
Fırın kadar sıcak yatak içinde
Derisi buz tutmuş, bir cisim kalır.
YUNUS'A BAHAR
Erik dalında üzüm yenir bu âlemde.
Düşer eski takvim, yıldızlar yerde.
Çılgın neşideler, geç kehribar güzelleri,
Tutar ellerimden garip bir derviş dede.
Papatyalardır sarı, dokunur tepelere.
Gark olunur elif lam mim denizine
Dikenler gül olur, Hak erenler yolunda
Sımsıcak toprak, gönle kuytu mahalle.
CENGİZ AYDIN
Doktor, gelir der ki; Bu telaş niye?
Üç kişi çağırır, kaldırın diye.
Yavaşça koyarlar beni, sedyeye
Yatağım, yorganım, su tasım kalır.
Karıma dul derler, kızıma yetim
Henüz çürümeden toprakta etim,
Unutulur gider, mevcudiyetim
Ne adım anılır, ne yasım kalır!...
Ne yazık ki, bir ay içinde, önce eşi
Münevver Hanım, sonra da 17 Ocak
2004 günü kendisi, hayata gözlerini
yummuş, şiir dünyamızı yasa boğmuştur… Ruhu şâd olsun!■
90
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Türk kültürü ve edebiyatına
katkılarıyla Bizim Külliye
İSMAİL ÇETİŞLİ*
D
ergiler, milletlerin kültür ve sanatlarının varlıklarını koruyup sürdürmeleri,
gelişip zenginleşmelerinde önemli rol
üstlenirler. Özellikle kültür, sanat ve edebiyat dergileri bu hususta ilk sırada yer alırlar. Çünkü dergiler
bir taraftan toplumun mevcut kültür değerlerini tespit edip derleyip yeniden okuyucusuna sunarlarken;
diğer taraftan mevcut kültürü işleyip yeni kültür
unsurları yaratarak zenginleştirirler. Dergilerin genç
yazar, şair ve düşünürlerin yetişmelerinde üstlendikleri “beşiklik” işlevini de bu çerçevede düşünmek
gerekir. Bu bağlamda Malumât’tan Sevet-i Fünûn’a,
Genç Kalemler’den Dergâh’a, Yeni Mecmua’dan
Varlık’a, Büyük Doğu’dan Hece’ye, Hisar’dan Türk
Edebiyatı’na pek çok derginin Türk kültürü, sanatı
ve edebiyatına olan hizmetlerini unutmak mümkün
değildir.
Elinizdeki yeni sayısıyla on beş yaşını doldurmuş
ve altmışıncı sayıya ulaşmış bulunan Bizim Külliye,
yukarıda belirtilen çerçevede alanında rüştünü ispat
etmiş; Türk dergiciliği tarihinde şimdiden yerini almış bir kültür ve edebiyat dergisidir. Aşağıdaki tespit ve değerlendirmelerin dışında, geride kalan on
beş yıl içinde dergiye verilen; Türkiye Yazarlar Birliği Dergi Dalı Ödülü (2007), Balkan Aydınlar ve
Yazarlar Birliği Türk Kültürüne Hizmet Teşekkür
Plaketi (2008) sanırım bu başarının somut göstergelerinden biri olmalı.
* Prof. Dr. Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Yazarlarından biri olmakla iftihar ettiğim Bizim Külliye, 1999 yılı baharında (nisan) okuyucuya
“merhaba” demişti. Derginin ismi başlangıçta “Külliye” olarak belirlenmiş; daha sonra bu ismin başına
(2. sayı) “Bizim” zamiri eklenerek “Bizim Külliye”de
karar kılınmıştı. İlk sayıdaki “Çıkarken” başlıklı takdim yazısında belirtildiği üzere, böyle bir isimlendirmede kelimenin (Külliye) “birleştirme”, “bir araya
toplama” anlamı kadar Osmanlı-Türk kültüründeki
“üniversite” anlamı da dikkate alınmıştı. İsimdeki
kolektif birliktelik vurgusu ile “birleştirme” ve “bir
araya toplama”dan kastedilen ise; Türkiye veya diğer
coğrafyalarda yaşayan Türk insanının “inancı, kültürü, örfü, âdetleri, fikirleri, ilmi ve irfanı”nda birleşip yekvücut olmasıdır.
“Bizim Külliye kadrosunun temel amacı kültürümüze ve edebiyatımıza hizmet etmek; uzayıp giden
Tük kültür tarihi içinde bir kilometre taşı olabilmektir.
Bize yakışan neferliktir... Başlıca davamız bu...” (S. 6)
Bunun için asli amaç olarak belirlenen Türk kültür, edebiyat, sanat ve fikir hayatında üzerine düşen
görev “zerre kabilinden de olsa”, Bizim Külliye kadrosu tarafından “büyük bir sorumluluk ve yüksek
bir idrakle” ve bir “nefer” bilinciyle seve seve yerine getirmeye çalışacaktır. (S. 2) Dolayısıyla Bizim
Külliye’nin “başlıca dava”sı; “üst perdeden edebiyat
yapmak” değil; “anlamak, anlaşılmak”; “giderek zedelenen sosyo-kültürel zeminde, ‘uzlaşan’ insanlarla
birlikte olmak”tır. Dergi yönetimi, bu doğrultuda
“eli kalem tutan herkes”i sayfalarına çağırır. İstenir
ki dergi, “milletin yüksek menfaatlerinden yana ta91
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
vır sergileyen aydınlarımızın fikir platformu hâline
gelsin.” Bu konuda tek şart; “entel şıklık uğruna fikrî
garabete” düşmemek ve “yaşayan Türkçeye gereken
önemi vermek”tir.
“Üç Aylık Kültür ve Sanat Dergisi” alt başlığı ile
okuyucu karşısına çıkan Bizim Külliye, kabul etmek
gerekir ki, “Çıkarken” başlıklı takdim yazısında da
belirtildiği gibi, başlangıçta daha çok mahalliliği
öncelemiş; “Kendi ekmeğimizi, kendi sacımızda, kendimiz pişirmek” arzusunu öne almıştır. “Çok uzun
zamandan beridir Elazığ’da ilmî, edebî, fikrî ve kültürel sahadaki boşluğu doldurulacak nitelikte bir derginin çıktığına şahit olmuyoruz” tespiti, derginin bu
amacını daha da berraklaştırır. Böylece daha önceki
yıllarda Elazığ’da yayınlanan ve çoğu kısa ömürlü
olan Yeni Fırat, Harput, Hedef, Nilüfer, Çağrı gibi
dergilerin bıraktığı boşluğu doldurmak arzusu dile
getirilir. Ancak Bizim Külliye, ilk üçbeş sayı sonra
kendinsini mahalliliğin dar alanına hapsetmekten
kurtarmış; ulusal bir dergi kimliği kazanarak bütün
Türkiye’ye, hatta bütün Türk dünyasına hitap edebilecek bir yazar zenginliği ile muhteva ve üslup seviyesine ulaşmıştır. Aşağıdaki içerik incelemesi, sanırız
bu gerçeğin bir abartı olmadığını ortaya koyacaktır.
Bizim Külliye yayın hayatına 50 sayfalık bir hacimle başlar. İkinci sayıda 70 sayfaya çıkarılan hacim, dördüncü sayıdan itibaren 78’e yükselir. İlerleyen sayılarda bu hacim 90; son dönemde ise 112
sayfaya ulaşır. Hacimdeki bu gelişme, derginin hem
şair ve yazar kadrosunun zenginleştiği hem yazıların daha geniş ve derin boyutlu hâle geldiği hem de
okuyucunun dergiye olan ilgisinin arttığının ispatıdır. Bu arada derginin kâğıt, baskı, kapak kompozisyonu, mizampajı da giderek daha kaliteli, titiz,
kusursuz ve estetik hâle gelmiştir. İmla ve yaşayan
Türkçe hususunda gösterilen titizliği de burada belirtmemiz gerekir.
Bizim Külliye’nin her geçen sayıda artan geniş
bir yazar kadrosu mevcuttur. Bu husus
öncelikle, derginin dar bir kadronun kalemine hapsedilmesinden zamanla doğacak tek seslilik
ve kendisini tekrar etme tehlikesinden kurtarmıştır. Geniş yazar kadrosu aynı zamanda derginin
“yerellik”ten millîliğe; hatta evrenselliğe ulaşması ve
çok sesliliğe ulaşmasını sağlamıştır.
Bizim Külliye’nin şair kadrosunu belirleyen isimler şunlardır: Yavuz Bülent Bâkiler, Yahya Akengin,
Bekir Sıtkı Erdoğan, Dilaver Cebeci, Ali Akbaş, Ah-
met Tevfik Ozan,A.Vahap Akbaş, Bestami Yazgan,
Halil Soyuer, Olcay Yazıcı, Hasan Ali Kasır, Nazım
Payam, Ömer Kazazoğlu, Mahmut Bahar, Ali Öztürk, Bahtiyar Aslan, Yusuf Dursun, Ömer Demirbağ, Seval Koçoğlu, Kalender Yıldız, İsmail Aykanat, Nurettin Durman, Mehmet Aycı,
Rıfat Ayaz, Mehmet Zeki Akdağ, Şerif Fatih
Akkâğıt...
Necati Kanter, A.Vahap Akbaş, Muhterem Yüceyılmaz, Ümit Fehmi Sorgunlu, Osman
Koca, İmdat Avşar, Yasemin Akkuş gibi isimler
derginin hikâyecilerini oluştururlar.
Bizim Külliye’nin denemeden makaleye, metin
tahlilinden kitap tanıtımına kadar uzanan yazılarını
kaleme alan bir hayli zengin yazar kadrosu içinde
en çok dikkati çeken isimler şunlardır: Hilmi Yavuz, Yahya Akengin, Olcay Yazıcı, İsmail Çetişli,
Namık Açıkgöz, Nazım H. Polat, Nurullah Çetin,
Naci Onur, Tarık Özcan, Köksal Alver, M.Kayahan
Özgül, Mustafa İsen, D.Mehmet Doğan, Mustafa
Miyasoğlu, Mehmet Nuri Yardım, Nail Tan, Kemal
Batmaz, Taner Namlı, Beyhan Kanter, Vedat Tanyıldızı, Hasan Akçay, Şinasi Gülaçtı, Suat Bulut, Rıfat
Araz, Vefa Taşdelen, Milay Köktürk, Turan Karataş,
Cihan Okuyucu, Bayram Bilge Tokel, Muhsin İlyas Subaşı, Ömer Naci Soykan, M.Halistin Kukul,
Mustafa Özçelik, Mahir Adıbeş, Mehmet Narlı, Süleyman Daşdağ, Levent Bayraktar...
Sanırım dergide okuyucunun ilgi duyduğu önemli bir başka zenginlik, sahasındaki çalışma, eser ve fikirleriyle tanınmış kişilerle yapılan
mülâkatlardır: Cengiz Aytmatov, Mustafa Necati
Sepetçioğlu, Bahaeddin Karakoç, Yavuz Bülent
Bâkiler, Ali Akbaş, Ataol Behramoğlu, Nazan Bekiroğlu, Namık Kemal Zeybek, Talat Halman, Beşir
Ayvazoğlu, Doğan Hızlan, Adnan Binyazar, Nurullah Genç, Hüseyin Hatemi, Lale Müldür, Mehmet
Özbek, Ahmet Bican Ercılasun, İnci Enginün, Sadık Kemal Tural, Ahmet Vefik Alp, A.Turan
Alkan, Nevval Sevindi, İskender Pala, Sadık Yalsızuçanlar, Ahmet Buran, İsmail Çetişli, Alemdar
Yalçın, Abdullah Uçman, Hicabi Kırlangıç, Mustafa
Miyasoğlu, Olcay Yazıcı, Reha
Çamuroğlu, Nazım H. Polat, Nevzat Kösoğlu,
Yılmaz Daşcıoğlu, Fulya Bayraktar, Enver Ercan,
Şerif Aydemir kendileriyle mülâkat yapılan isimlerden bazılarıdır.
Ayrıca dergide Türk Cumhuriyetlerinden soy-
92
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
daşlarımızın (Alimbay Borakaraev Bazılova B.K,
Memmed Aslan vb.) ve bazı Batılı yazarların (Martin Warner, Patric Hogan,Laure Fortin, William
Wordsworth, Edward Said, Walter Mosley, Sherman Alexie, Raymond Williams, Patric Colm Hogan, Detlef Hoster vb.) yazılarına da yer verilmiştir.
Makale ve mülâkatlarıyla derginin içeriğini zenginleştirip derinleştiren kişilerin önemli bir kısmının
“akademisyen” olması dikkat çekicidir. Sanatkârlarla
zenginleşen bu kadro, derginin adına yakışır bir
“Külliye” olmasını sağlamaktadır. Yukarıda bir kısmının isimleri zikredilen yazar ve şairlerin Bizim
Külliye’ye büyük katkıda bulundukları muhakkak.
Ancak bunca ismi dergide buluşturan, on beş yıl
müddetince kesintisiz biçimde ayakta kalmasını
sağlayan, üç ayda bir elimize somut bir dergi takdim
eden “mutfak işçileri”ni unutmamak gerekir. Eğer
yanılmıyorsam söz konusu hizmetlerde en önde yer
alan “mutfak işçisi” Nazım Payam’dır. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, aynı zamanda
şair ve nâsir kimliğiyle de müstesna bir sanat adamı.
Mahmut Bahar, Aydın Karabulut, Necati Kanter,
M. Naci Onur, Ömer Kazaoğlu, Kemal Batmaz, Taner Namlı, Ahmet Faruk Güler gibi isimler derginin
diğer mutfak işçileri. Adı geçen kişiler, aynı zamanda
kalemleriyle de derginin içeriğini zenginleştirmektedirler.
Bizim Külliye’nin varoluşunda belirtilmesi gereken bir başka önemli faktör, malî yükünün İzzet
Paşa Vakfı tarafından üstlenilmiş olmasıdır. Bu tür
bir serdengeçtiliğe soyunanlar çok iyi bilirler ki, büyük ideallerle çıkılan yolda “para”, kısa süre sonra
ayaklara takılan önemli bir pranga oluverir. Türkİslam kültürüne “kayıtsız şartsız” sahip çıkmayı ilke
edinen İzzet Paşa Vakfı adına derginin sahipliği ve
yazı işleri müdürlüğünü Nihat Eriş’in üstlenmesi,
Bizim Külliye’ye hayat vermiştir.
***
Mevcut 60 sayıyı bir bütün olarak gözden geçirdiğimizde Bizim Külliye’nin -“kültür ve sanat” alt
başlığına rağmen- öncelikle iki temel ayağı olduğunu görürüz. Bunlar; “edebiyat sanatı” ve “edebiyat
bilimi” ayaklarıdır. Elbette bu iki ayak “kültür ve
sanat”ın sınırları içinde yer alır; ancak edebiyatın dışındaki güzel sanat dallarının bir hayli zayıf kaldığı
da bir gerçektir.
Derginin sayfalarında yer alan şiir, mensur şiir,
hikâye, hatıra, seyahat ve deneme türü metinleri,
doğrudan doğruya edebiyat sanatına dair eserleri
oluştur. Bu noktada ön sırayı her zaman şiir almıştır.
Derginin hemen her sayısında üçbeş şairin şiirlerine
yer verildiği görülür. İkinci sırada hikâye türü yer
alır. Bu bağlamda Bizim Külliye’nin saf bir edebiyat
sanatı dergisi olduğunu söylemek zordur.
Bizim Külliye’de sanat ve özellikle edebiyatın mahiyeti, niteliği ve çeşitli meselelerini ele alan makale,
eleştiri ve mülâkatlar, edebiyat bilimi sınırları içinde
kalır. Edebiyat bilimine dair yazı ve mülâkatlar da
çok büyük ölçüde edebiyat teorisiyle alâkalıdır. Bunun yanında edebiyat eleştirisi, edebiyat sosyolojisi,
edebiyat tarihi sahalarına da önemli yer ayrılmıştır.
Derginin hemen her sayısında, özellikle özel
dosya veya sayıların öne çıkmaya başlamasından
itibaren edebiyat sanatının üzerine oturduğu zemini kendine ilgi alanı olarak seçen edebiyat teorisine geniş yer verilmiş; adı geçen disiplinin pek çok
problemi derinlemesine işlenmiştir. Bizde uzun süre
“edebiyat nazariyesi” (nazariyat-ı edebiye) tamlamasıyla karşılanan ve edebiyat felsefesi” olarak da düşünülebilecek olan bu dal, bir anlamda diğer dalların
alt yapısını veya anahtarını oluşturur. Derginin söz
konusu yaklaşımı, okuyucu kadar bizzat edebiyat
sanatıyla uğraşan sanatkârlar için de önemlidir. Zira
edebiyat teorisi konusunda fazla birikimi olmayan
birinin, edebiyat sanatı ve bilimi sahalarında sağlıklı
hükümler verebilmesi bir hayli zordur.
Söz konusu içeriğin okuyucuya sunulması büyük ölçüde altıncı sayıdan itibaren yürürlüğe konulan “dosya” ve/veya “özel sayı”larla gerçekleştirilmiştir. Dikkatle seçilen dosya ve/veya özel sayı konuları
ve bu konular etrafında kaleme alınan makale, eleştiri ve denemeler ile onunun uzmanı kişilerle yapılan söyleşiler, derginin neredeyse konuyla alâkalı
müracaat edilmesi gereken “kaynak eser” seviyesine yükselmesini sağlamıştır. Edebiyat sanatı veya
eserinin üzerine oturduğu güzellik zeminini, derin
anlam katmanlarını, beslendiği düşünce dünyasını,
tarih içinde varlığını sürdürürken yaşadığı serüvenleri, biricik ifade malzemesi olan dilin mahiyetini,
belli başlı formlarını esas alan estetik (54), eleştiri (8),
edebiyat ve mitoloji (51), edebiyat ve felsefe (46-47),
edebiyat ve ideoloji (24), edebiyat ve politika (48),
edebiyat ve tarih (39-40), edebiyat ve metafizik (50),
edebiyat ve değişim (58), edebiyat ve gelenek (55),
93
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
edebiyat ve dil (Türkçe 30), edebî türler (38) dosya
konulu sayılar bunun isbatıdır.
Mesela iki sayı devam eden edebiyat ve felsefe
(46-47) dosyasını incelediğimizde, 46. sayıda “Edebiyatın Varoluşsal Boyutu” (Vefa Taşdelen), “Türçenin Varlık, Uzam- Zaman Kavrayışları Üzerine Bir
Deneme” (Ömer Naci Soykan), “Felsefe, İnsan ve
Edebiyat Üzerine Bir Deneme” (Yahya Akengin),
“Edebiyat-Felsefe İlişkisi Üzerine” (İsmail Çetişli),
“Soru Soran ve Hayret Eden Bir Düşünür Olarak
Divan Şairi” (Dursun Ali Tökel), “Felsefe ve Edebiyat Dünü, Bugünü, Yarını” (Martin Warner),
“Edebiyat Bir Felsefe Midir? ” (Mustafa Çevik), “Aşkın Evrenselliği” (Necati Kanter), “Yesevî Düşüncesi
ve Hikmet”, (AlimbayBorakaraev), “Âşık Veysel’in
Felsefesi”(Ahmet Özdemir),“Süper Kahramanlı Fantastik Filimler Felsefesi” (Kemal Batmaz), başlıklı makaleler ve Abdullah Uçman, Ali Osman Gündoğan
ile yapılan mülâkatlar; 47. sayıda ise “Müzik Üstüne
Felsefi Bir Deneme” (Ömer Naci Soykan), “Dünyada
Felsefi Romanın İlk Örneği Hayy bin Yakzan ve İbn
Tufeyl” (Süleyman Doğan), “Edebiyat-Felsefe Kavşağında İlk Buluşmalar” (Nazım H. Polat), “Türkiye’de
Felsefi Üretim: Edebiyat, Bir İmkân Olabilir mi?”
(Hilmi Yavuz), “Felsefe ve Edebiyat Dostluğu” (Mustafa Miyasoğlu), “Edebiyattaki Felsefe Felsefedeki Edebiyat” (Vefa Taşdelen), “Hikemî Şair Nâbî” (M.Naci
Onur), “Karacaoğlan’ın Felsefesi” (Ahmet Özdemir),
“Bir Kuramsal Problem Olarak Edebiyat Portresi
Türü” (Bazılova B.K), “Ne Felsefesiz Ne Denemesiz”
(Selma Baş) başlıklı makaleler ve Ahmet İnam, Namık Açıkgöz, Kenan Gürsoy ile yapılan mülâkatlar
yer almaktadır. İki sayıdaki makale, mülâkat ve değerlendirmeleri bir arada düşündüğümüzde, dosya
konusunun ne ölçüde geniş ve derin biçimde ele alınıp izah edildiği açık biçimde görülür.
Küreselleşme (23), doğu-batı (7), şehir (32-33),
şehir ve şair (56), şehir ve kitap (57), Harput (10), yazarlar ve hatıraları (36), yayınevleri ve yazarlar (35),
edebiyat ve dergiler (59) gibi özel dosya veya sayıların
bir kısmı edebiyat sosyolojisine tahsis edilmiştir.
Bu arada pek çok sayıda Türk edebiyatının değişik meseleleri dosya konusu yapılarak Türk edebiyatı tarihine önemli katkılarda bulunulmuştur. Niyazi
Yıldırım Gençosmanoğlu (22), Cengiz Aytmatov (34),
Yavuz Bülent Bâkiler (44), Yunus Emre (52), Ahmet
Kabaklı (37) gibi doğrudan doğruya bir sanatkâr
veya kişiye; Kırgız edebiyatı (53) gibi bir toplumun
edebiyatına tahsis edilen sayılar, bu konuda ilk sırada yer alır. Bunların dışında kadın (6), çocuk (9),
göç-sürgün (11), felek (26), ev (43) gibi tematik yaklaşımı; türkü (42) gibi edebî türü esas alan sayıları
da bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Mesela Yavuz Bülent Bâkiler (44), özel sayısında yer alan; “Bizi Bizden Başka Kim Anlar” (Nazım
Payam), “Yavuz Bülent Bâkiler” (kendi kaleminden hatıraları), “Mehdi Ergüzel ile Yavuz Bülent
Bâkiler Üzerine”(söyleşi), “Bâkiler’in Şiirini Kuran Poetik Unsurlar” (Vefa Taşdelen), “Palandöken
Dağı Şiir Açarken” (Hasan Akçay), “Yavuz Bülent
Bâkiler” (Mustafa Miyasoğlu), “Şairimiz Yavuz Bülent Bâkiler” (Nurettin Durman), “Yavuz Bülent
Bâkiler’in şiirlerinde Dinî Duyarlılık” (İsmail Çetişli),
“Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamar” .Halistin Kukul), “Sözün Ressama Gaspıralı’nın Yolunda” (Ahmet
Uludağ), “Yavuz Bülent Bâkiler’in Şiirlerinde Azerbaycan” (İbrahim Çapan) “Yavuz Bülent Bâkiler’in
‘Büyük Destan’ Şiirini Tahlil” (Nurullah Çetin),
“Türklüğün Yiğit Yürekli Oğlu” (Nurettin Özdemir),
“Bir Şairin Ev Hâlleri” (Selçuk Karakılıç), “Şiirimizin Magrur UçbeyiYavuz Bülent Bâkiler” (Fatih Arslan), “Bâkiler ile Elazığ’da Üç Gün” (Kemal Batmaz)
başlıklı makale, inceleme, tahlil ve hatıra arzı yazılarda adı geçen şair pek çok farklı yönü, şiiri ve şiirinin
nitelikleri bakımından değerlendirilmiş; okuyucuya
Bâkiler hakkında detaylı bir dosya sunulmuştur.
Sonuç itibarıyla birinci sayıdan altmışıncı sayıya; kâğıt, baskı, kapak kompozisyonu, mizampaj
bakımdan giderek daha kaliteli, daha titiz, daha
kusursuz ve estetik hâle gelen; daha da önemlisi
içerik bakımından giderek zenginleşip derinleşen
Bizim Külliye, Türk kültürü, sanatı, edebiyatı ve
düşüncesine önemli hizmetlerde bulunmuş ve bulunmaktadır. Bir başka ifadeyle Bizim Külliye, Türk
dergiciliği tarihinde lâyık olduğu yeri şimdiden almış bir süreli yayın organı; Türk kültürü, edebiyatı ve dilinin müstesna bir “uç beyi”dir. Bu itibarla
Nazım Payam’ın şahsında dergiye makale, deneme,
mülâkat, şiir, hikâye, hatıra vb. yazılarıyla bilfiil katkıda bulunmuş bütün yazarlara; dergininin mutfağında cansiperane çalışan kültür ve sanat âşıklarına,
Nihat Eriş’e ve İzzet Paşa Vakfı mensuplarına müteşekkiriz. Beklentimiz; Bizim Külliye’nin gelecekteki
her sayısında çıtayı daha da yükselterek yayın hayatını ilânihaye sürdürmesi; bu doğrultuda gönlümüz
ve zihnimizin ışığı olmaya devam etmesidir.■
94
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
İki yazar iki kitap
YAHYA AKENGİN
Teknolojinin
sürdürdüğü
gelişmeler ulaşım ve
iletişimde yeni bir
devrin başlamasına
dönüşünce İstanbul
ve taşra kavramları
anlam değiştiriyor,
yurt sathında
her yer merkez,
her yer İstanbul
oluyordu. Artık
ücra bir beldede
yapılan yayıncılık
kamu geneline
ulaşma şansını
yakalıyor, herhangi
bir taşra şehrinde
yaşamakta olan şair
ve yazarlar oyunun
orta yerinde rollere
kavuşabiliyorlardı.
B
ir zamanlar edebiyatta iki kavramın
üzerinde hep durulurdu. Biri şehir, diğeri
taşra. Daha özelde ise, taşralı sözü İstanbullu
olmayanı ifade ederdi. Çünkü edebiyatımızın
merkezi İstanbul’du. Matbaa İstanbul’da başlayıp
kurumsallaşmış, gazete ve dergicilik de yine orada
sergilenip gelişmişti. Bu böyle olmakla beraber bir
Anadolu basım ve yayıncılığı bulabildiği imkânlar
ölçüsünde adımlarını atıyordu. Ne var ki bu hususta
Başkent bile İstanbul’la boy ölçüşmenin çok ötesinde
kalıyordu.
İstanbul dışında yayın hayatına girip direnen
dergilerin başında gelen ise Hisar dergisi olmuştu
(1950-1980). 1980’den sonra edebiyat ve sanat
dergileri medya patronlarının gönüllü sığıntısı olmayı
içlerine sindirmeye başladılar. Bir süre öncesine
kadar sermayeyi ve patronları ideolojilerinin hedef
tahtası yapmış olan bazı edebiyatçılar böyle bir
sığıntılığı nasılsa kendilerine yedirebiliyorlardı.
Kabul edilmesi gereken bir gerçek de şuydu ki
teknolojideki gelişmeler amatör ruhla dergi çıkarmayı
iyice zorlaştırmıştı. Ortaya çıkan bu tablo, bizim
sol edebiyatçılarımızın direnç ve mücadele gücünde
sanıldığı kadar olmadığının anlaşılmasıydı. Yani çok
kolay devşirilmişlerdi. Hele sermaye ve patronların
kitap yayıncılığına el atmaya başlaması bizim sol
ideoloji kahramanlarımızın tabansızlığını daha
belirgin hâle getirmiş oluyordu.
Teknolojinin sürdürdüğü gelişmeler ulaşım ve
iletişimde yeni bir devrin başlamasına dönüşünce
İstanbul ve taşra kavramları anlam değiştiriyor, yurt
sathında her yer merkez, her yer İstanbul oluyordu.
95
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
Artık ücra bir beldede yapılan yayıncılık kamu
geneline ulaşma şansını yakalıyor, herhangi bir
taşra şehrinde yaşamakta olan şair ve yazarlar
oyunun orta yerinde rollere kavuşabiliyorlardı.
Yukarıdaki satırları bana yazdıran örneklerden
biri, Elazığ’da on beş yıldan beri yayınını sürdüren
Bizim Külliye dergisi oldu. İçeriğiyle, sadelik
esaslı kalitesiyle güncel edebiyatımızın önemli
adreslerinden biri durumuna gelmeyi başaran
bu derginin editörlüğünü şair ve yazar Nazım
Payam yapmaktadır. Bizim Külliye dergisi,
Türkiye ölçekli çizgisini sürdürürken, Elazığ’ın
bereketli kültürel köklerinden gelen Elazığlı şair
ve yazarlar kadrosunu da Türk edebiyatı geneline
bütünleştirmek gibi bir misyonu sürdürmüş
oluyor.
Tanıtmak istediğim iki yeni kitap da Bizim
Külliye dergisi etrafında mayalanmış. Nazım
Payam’ın “Ses ve Yaz”ı ile, Necati Kanter’in
“Bizim Şehrin Divaneleri”
SES VE YAZ’da bir edebiyat yolcusunun
yaşadığı şehirden edebiyat hayatımıza bakışları,
yazarı Nazım Payam’ın kendi edebiyat
serüveninden çizgiler dile geliyor. Denemeler
ve anılar çeşnisi ile sunulan bu yazılardan hem
bir şehrin edebî kokusu hem de bir şair yazarın
idealist duruşundan yansıyan hormonsuz estetik
çizgiler peşinde oluşunun içtenliği yansıyor.
“Yazarın önceliği, gonga kim, hangi duygu,
düşünce, olay veya olgu vurduysa o sesin konusu
ile ilgili salt kendisinin olabileceği, sözü ezgi
kıvamında bir metin oluşturmaktı.”
Bunun böyle olabilmesi içinse yazarın trans
hâlinin bozulmaması gerektiğini ifade eden
Payam, yazma anlarının katıksız bir inziva ortamı
istediğini, ilgi çekici benzetmelerle vurguluyor.
“Geç de olsa anladım, şehrimizin eylül
tarafındaydık biz. Kolay para kazanmaktan,
sanattan, zevkten, yaşadıklarımızın inceliğini
yakalamaktan uzak, sarı solgun tarafında...
Çocukluğum şehrin eylül tarafında kaldı.”
Nazım Payam her ne kadar böyle diyorsa da
şehrin eylül tarafında kalan çocukluğundan gelen
izlenimler şiirlerini ve yazılarını beslemeye devam
ediyor gibi geldi bana. Vaktiyle bir romanımda
ifade etmeye çalıştığım gibi “çocukluğumuz ana
vatanımızdır”. Yollar o çocuğu sadece “büyümüş
çocuk hâline” getirmekten pek öteye gitmiyor.
Edebiyatçı olmak da böyle bir şey olsa gerek diye
düşündürdü bana yeniden Nazım Payam.*
BİZİM ŞEHRİN DİVANELERİ’nin yazarı
Necati Kanter’in anlattığı “divaneler”de yine insanı
çocukluk sılasına götürüyor. Sıradan insanlara
benzemedikleri için bu divanelerin peşinde ve
çevresinde çocuklar ordusunun kümelendiğini
hatırlasak durum daha iyi anlaşılabilir.
Necati
Kanter,
anlattığı
“divane”leri
ilahiyatçı bakış açısıyla mistik zeminlerine
konumlandırıyor: “Divaneler, tasavvufi anlayışa
göre Allah’tan kalplerine gelen varit ve tecellilerle
akıl ve bilinçlerini yitiren kimselerdir. Bunlar yer,
içer, maddi ihtiyaçlarından zaruri olanı karşılar,
ancak akıl ve bilinçleri yerinde olmadıkları için
dünya işleri ile ilgilenmezler. Bunlara Ukalayi
Mecanin (deli görünüşlü akıllılar) denir. Zira
divaneler akıllı ahmakları değil, deli görünümlü
akıllıların doğru vizyonunu temsil ederler.”
Ne var ki “deli görünümlü akıllı” ile gerçekten
deli olanı ayırt etmek pek de kolay olmasa gerek.
Hangisi delidir, hangisi divanedir sorusunun
cevabı da oldukça müşküldür. Hani türkülerimiz
vardır “aklını başından alan bir güzel”i terennüm
ederler. Kulunun güzelliği aklı baştan alabiliyorsa
Yaradan’ın güzelliklerinden birisi tecelli ederse
ne olur o kişinin hâli diye düşünmek gerekiyor.
Netice olarak bu divanelerin hâllerini okurken
insan düşünmeden edemiyor. Hangisi ruhsal
bir zelzelenin neticesini, hangisi biyolojik bir
sarsılmanın/yarılmanın eseri olmayı temsil ediyor,
cevap bulamak için düşündürürler bizleri. O hâlde
bizleri düşündürmek gibi bir görev icra ettikleri
kesindir. “Allah’ın hikmeti” deyip geçersek kolaya
mı kaçmış oluruz? “Kader” dersek rahatlığı mı
seçmiş oluruz? Bu iki kavramın dışında bir izah
ararsak altından kalkabilir miyiz?
Onlar “divane”likleri ile bir şehrin acı, tatlı,
buruk renkleri olmaya devam ederken bizlere de
ibret nazarıyla bakmak ve düşünmek düşüyor
herhâlde. Necati Kanter divanelerle ilgili özlü
sözleri aktarmayı da ihmal etmemiş. İşte onlardan
biri: “Meczup’un Allah katında ki yeri, memedeki
bir sabinin Allah katındaki yeri gibidir”.**■
*Ses ve Yaz, Nazım Payam, Ötüken Yayınları
**Bizim Şehrin Divaneleri, Necati Kantar,
Manas Yayınları
96
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4

Benzer belgeler