Dü ünceniz genç kal

Transkript

Dü ünceniz genç kal
Dü ünceniz genç kal
DÜŞÜNCE & FİKİR DERGİSİ
SAYI: 13
Kardeşim kan kokuyor
İslam’da Eğitim düzeni
Biz sövmeyiz severiz
Aile ve çocuk terbiyesi
Rachel Corrie
Dünya’yı yöneten kukla yöneticiler
Ülkem gibi kokuyorsun sen
Alevi Asimilasyonu
YIL: 2
MART / 2014
fotoğraf: Mohammed Abed / AFP / Getty Images
Editörden...
Karanlıkta bırakıp gizlemeye çalıştığımız ve
kimselerin göremeyeceğini düşündüğümüz nice
yanlarımız, normal zamanlarda da herkesten
gizlediğimiz asıl yüzümüzü günü geldiğinde yüzleştirilmek üzere karşısına çıkarıldığımız ilahi
ayna. Oysa her gördüğümüz de birer ayna değil
mi? Tenkit ettiklerimiz, övdüklerimiz, aşağıladıklarımız, yücelttiklerimiz, baş tacı yaptıklarımız,
dışladıklarımız, canımızı feda ettiklerimiz ve gözümüzü kırpmadan öldürdüklerimiz… Evlerimiz,
bahçelerimiz, davarlarımız, arabalarımız ve saltanatımız yani dünyalıklarımız. Her varlıkta görünen ve fakat bir türlü görmek istemediğimiz
suretimiz ve biz… Kurtulmak isteyip de ve fakat
vazgeçemediğimiz en ağır günahlarımız. Herkesten gizlediğimizi asıl hesap vereceğimiz makamdan ne kadar gizleyebiliriz? Karanlık çöktüğünde
her zerrenin üstüne, bir yol belirlenir gece yürüyüşüne çıkanlar için. Yıldızlardan yol bilinir, ışıksa gecenin sırrıdır. Sırrı sır olanın yolu aydınlık
olur…
tapınaklarımız
ve bizi mesut etmeyen aşklar…
günahlardan arınmak isterken
içimizdeki şeytana secde ederiz çoğu zaman
ne cennetimiz var bu alemde
nede cennette bizi bekleyen vaad edilmiş makamlar
insanca yaşıyoruz sözde
oysa en kor ateş özde yanıyor
ve şimdi!
şimdi diye başlayıp da çıkıyorum kabuğumdan
zaman yeniden başlama zamanıdır, uzunca bir
yol
omuzlarımıza yüklediğimiz o kirli bohçaları
ve yeni bir gün
bir bir atma zamanıdır şimdi
düşlerimizi, hayal kırıklığımızı
bu bir hicrettir dua makamına
gece boyu işlediğimiz cinayetler
münacat azığımız, dilimiz zikre dursun
iflah ettiğimiz bedenler
hayat zikirdir, hayatı hakça zikredelim…
içimizde kurduğumuz küçük küçük cumhuriyetler…
kurduğumuz sarayların en yüce yerine
oturttuğumuz bebek yüzlü şeytanlar…
her şeytan ayrı yerden saldırıyor.
ibadetlerimiz
söz/ün miracına varmak tek muradımız olsun.
Sözde kalın, özünüzü bulmak için…
KÜNYE
Düşünceniz genç kalsın...
FİKİR VE DÜŞÜNCE DERGİSİ
Yayın Süresi: MART Yıl: 2 Sayı: 13
6/9
Yusuf Özkan Özburun
Kardeşim kan kokuyor
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
& Editör
Aydın ALTAY
Genel Yayın Yönetmeni
Ferşid PİROUZNİA
Haber Müdürü
Mehmet GÜRHAN
Tercüme
Fatma BATKİTAR
Fatma Zehra YÜCEL
Dilek Çetin
Kültür Sanat & Sinema
Turgay CANDAN
Sanat Yönetmeni
10/19
20/21
Ali Sefai
İslam’da Eğitim düzeni
Ali Şeriati
Nevruz
Eyyüp Sultan SOYLU
Dizgi & Tasarım
ERS REKLAM
İletişim
[email protected]
22/25
Yağmur Beyaz
Nevruz
İÇİNDEKİLER
26/31
32/35
36/37
38/43
Hasan Kanaatli
Biz sövmeyiz severiz
Abbas Karimi
Aile ve çocuk terbiyesi
Fatma Sevimli
Veda
Rachel Corrie
Mahmut Özdemir
44/45
Şiir
46/49
Tevekkül Erol
Dünya’yı yöneten kukla
yöneticiler
50/51
52/55
Muhammed Bakan
Ülkem gibi kokuyorsun
sen
Özgür Arapoğlu
Alevi Asimilasyonu
Kardeşim,
kan kokuyor gözlerin
Sana bir merhaba niyetine tüm bu
Kabil soyuna inat Habil’in tavrını hatırlatıyorum
Tam askerlik süresinin kısaltılmasından (Türkiye tarihinde ciddi anlamda ilk
defa) bahsedilir…
Tam (yine ilk defa) ordunun iç harcamaları Sayıştay tarafından denetlenmeye başlar, yıllardır sorgulanamayan örtülü
ödenek, doğru dürüst denetlenemeyen
kışla kantininden orduevine kadar iç mekanizma sivil irade tarafından denetlenmeye
başlar… ‘Askeri müzik ne kadar müzikse
askeri yargı da o kadar yargıdır’ diyen dü-
6 7SÖZ
şünürü hatırlatan ‘askeri yargı’nın, sivil yargının denetim ve gözetimine verilmesi ciddi
anlamda gündeme gelir, hatta kimi küçük
örnekleri kendini gösterir…
Tam bedelli askerlik uygulaması
ufukta tüllenir. Askeri kafa, askeri söylem
karşısında; koyu militarizm katkılı, din soslu, biraz tarih garnitürlü, bol ‘milli-manevi
değerlerimiz’ nutuklu kara milliyetçilik karşısında ‘insan’ hatırlanır, birbirine açılmaktan bahsedilir, ibre manevi değerlerden
yana kaymaya başlar, güç karşısında Söz
yükselişe geçer…
Tam ülkenin ekonomik tarihinde ilk
defa ülke kaynakları bünyenin kılcal damarlarına doğru yürür, paylaşım çok adil
olmasa da yukarılarda buharlaşmadan
aşağıya inmeye, memleket insanına
insanlığını hatırlatacak projeler
konuşulmaya başlar….
yaşanan ‘Allah affetsin Türkiyeliyim’ sendromu yine ilk defa yerini net ve diri bir duruşa bırakmaya koyulur. Yere baka baka
enseyi karartan insanlar ülkesi biraz olsun
‘ufka bakanlar ülkesi’ne dönüşmeye yüz tutar…
Devlet,
çatık
kaşlı agresif ‘dövlet
baba’ modundan
çıkıp anaç bir edaya bürünür gibi
olur. Sosyal devletten, herkesi
kucaklamaktan,
ırkçılığın
dar
girdabını parçalamaktan, geniş
düşünmenin, en
azından dünya haritası ölçeğinde düşünmenin öneminden bahsedilir…
Peki bütün bunlar olurken bilin bakalım ne
olur?
Tam ülkeyi 1980’lerin ortalarına kadar Ruanda, Uganda tipinde içine kapalı,
kontrolü kolay, ikide bir dayak atılan ezilmiş
bir çocuk gibi idare edenler ve bundan da
gayet memnun gözüken eli sopalı, dili ‘Yerli malı Türk’ün malı herkes onu kullanmalı’
teraneleriyle gürültülü, ‘Bize bizden gayrı
dost yok’ diye diye, memleket evladının tamamına ‘yaylalar yaylalar’ dedirte dedirte
güya komşu kızını zapt-u rapt altına alanlar
geri basar gözükür…
Yıllarca halının altına süpürülmüş
temel sorunlar, doğrudan insana ilişkin
problemler bir bir ele alınmaya, en azından
sözkonusu edilmeye başlanır, kadın hatırlanır, erkek hatırlanır, cinnet geçiren aile
hatırlanır, merhamet hatırlanır, Somalili
kardeşin insani çığlığı hatırlanır, hatırlanır
oğlu hatırlanır…
Dış politikanın ‘stratejik derinliği’ Suriye aynasında bir kez daha kendini gösterecek olur, Türkiye dışına çıkıldığında
Ve kan kokusu her yanı kaplar, bir
anda kan rengi bulutlar afakı sarar… Kandan duvaklara sarınmış tabut gelinleri suyun başındaki yedi başlı ejderhaya kurban
verilir ve bu tam zamanında yapılır. Flaşlar
patlar, kameralar çalışır, haber bültenlerinin seküler vahyi andıran velveleli sayhası
her eve, her göze, her gönle düşer…
Yine başa dönülür, ‘silbaştan yaz bu
mutantan hikayeyi katip’…
Militarizmin derin homurtuları cezbeyle kükremeye başlar. Milliyetçiliğin kara
baharı yeniden yeşerir… ‘Hükümet istifa’
diye boğuk bir ses yükselir… Altı okun biri
yine böğrümüze batar… Çullan hükümete,
çullan insanın ense köküne… Televizyonu,
radyosu, gazetesi, interneti, büyük sahra
topları gibi kardeş gönüllerin tepelerini dövmeye başlar… ‘Soykırımsa soykırım yetti
artık’ diyeninden tutun da ‘Zerdüşt’ün izinde kan pahasına alınması gereken öç’ten
bahsedenine kadar ortalık Türk ulusalcılığının karanlığından Kürt ulusalcılığının mezbelesine yuvarlananlarla dolar…
Yine Siirt’li Abdülkadir Çorum’lu
Mehmet’i ya da Kırşehir’li İbrahim Mardin’li
Bilal’i vurmuştur, olan onlara olmuştur…
Kampanya onların canları üzerinden yürütülen derin, pahalı, iştah kabartan bir kampanyadır… Bol taşeronlu katılımla gerçekleşen bir kan kampanyası…
Sonra açıklama aniden gelir: Bakan
‘Askerlik süresiyle ilgili hiçbir çalışmamız
yok’ der. Bir anda. Halbuki kısa bir süre
ARALIK 2013 7
önce ciddi anlamda çalışmalar olduğuna,
askerliğin süresinin mutlaka kısaltılacağına
ilişkin haberler kamuoyunda tartışılmıştı.
Yükselen duygusal mantık yürütmeye dayalı sesler karşısında hükumet ister istemez
sertleşir, ‘dövlet baba’ hissiyatı nüksetmeye başlar… (Ama birader bu hep böyledir
yahu…) Bıçak kemiğe dayanmıştır, Ramazan’daki sabır bile tükenmiştir, bundan
böyle söz değil eylem görülecektir. Onca
çaba, onca alınan mesafe güme… Ellerini
oğuşturan derin militarizm, dip milliyetçilik
bıyıksız dudağında uçuk bir gülümsemeyle
yine oradadır.
Kendisinden ‘toplumun nefsi’ kavramını öğrendiğim Malik bin Nebi, bir memleketi oluşturan tek tek insanların gönlünde
yatan aslanların, kafasında oynaşan fikirlerin, kalbinde kıvılcımlanan hislerin çoğunlu-
8 7SÖZ
ğunun genel istikametini, toplumun nefsini
oluşturduğunu söyler… Bu manada Türkiye insanlarının tekil olarak zihin ve kalplerinde menhus bir militarizm ve faşizm damarı, meş’um bir ulusalcılık eğilimi olmasa
acaba ‘toplumun nefsi’nin ibresi bu kadar
şaşar mıydı? Sinelerdeki ‘manevi terör’ olmasaydı, sosyal terör bunca tesir icra eder
miydi? diye sorasım geliyor. Bir zamanlar
ünlü bir yazar ‘Her evde bir general var!’
diye yazmıştı, benimse ‘her gönülde’ diyesim geliyor…
Onsekizinde bir delikanlıyken kendisinden ‘Militarizmin Kökenleri’ni ders aldığım Arnold Toynbee daha en başta bize
‘barışçı güçlerin savaş güçlerine üstün geleceğini’ müjdeliyor. İlginçtir, hep olduğu
gibi şu anki mücadele de barışçı güçlerle
savaş güçleri arasındadır. Bu anlamda saf
tayini yapmak elzem gözüküyor. (‘Ak parti 6 ay içinde istifaya zorlanacak, ciddi bir
eylem planı devreye konulacak, bunun da
ilk adımı şehit cenazeleri ile atılacak, ardından hükumete rota değişimi yaptırılacak’
meailinde ifadeler kaleme alan Emre Uslu
enteresan bir öngörüyle acaba neyin işaretini veriyor bize?)
‘Kılıcı yerine koy, kılıcı çekenler yine
onunla öldürülecekler’ diyor Hazreti İsa…
Yükselen bu kan dalgası karşısında bilhassa kılıcına sarılanlar, hükumet ve halk, doğu
ve batı, her kesimi bu sözü iyi anlamalılar.
İpek mendili havaya atıp kılıcını altına tutarak ikiye bölen hükümdarın ‘soft power’ı ile
gürzünü taşa vurup parçalayan kralın ‘hard
power’ı iyi kıyaslanmalıdır. Zamanın ruhu
yumuşak güçten yanadır. Kandil’i askeri
uçaklarla hep yapıldığı gibi bombalarınızla
yerle bir ettiniz, tamam haklılık payınız var,
tamam kızgınız, peki bir kısım yüreklerdeki ‘Kandil’i ne yapacaksınız, ‘Ötüken’i, Orta
Asya steplerini ne yapacaksınız?
‘Biz topuz değil nur gösteririz’ demişti
Said Nursi… Kardeşim asıl sen ne diyorsun,
onu söyle hele. Gönlünde yatan aslandan
ne haber, hele onu haber ver… Kardeşim
gözlerin kan kokuyor, sıkılmış yumruğunu
görüyorum. Bense sana bir merhaba niyetine tüm bu Kabil soyuna inat Habil’in tavrını hatırlatıyorum: “Ey kardeşim Kabil, eğer
beni öldürmek için elini uzatırsan ben seni
öldürmek için elimi uzatmam. Ben isterim
ki, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşin dostlarından olasın.
İşte zalimlerin cezası budur…”
Yusuf Özkan ÖZBURUN
Ve kan kokusu her yanı kaplar, bir anda kan rengi bulutlar
afakı sarar… Kandan duvaklara sarınmış tabut gelinleri
suyun başındaki yedi başlı ejderhaya kurban verilir ve bu
tam zamanında yapılır. Flaşlar patlar, kameralar çalışır,
haber bültenlerinin seküler vahyi andıran velveleli sayhası
her eve, her göze, her gönle düşer…
MART 2014
9
İslam’da
eğitim düzeni
Ali Safai
İslam’da eğitim yönteminden sonra
İslam’da eğitim düzenine ulaşırız. Bu düzenli yapıda tezkiye, talim, tezekkür, tedebbür,
tefekkür ve taakkule değinmek lazım. İlk bölümde özgürlük, tezkiye ve terbiyeye değineceğiz.
ÖZGÜRLÜK VE TEZKIYE
Doğru yolu bulmak ve hakikate ulaşmak isteyen kimse için sadece düşünce
sahibi olmak yeterli değildir. Gerçi tefekkür
eğitimin altyapısı ve gelişim sebebidir. Engin
tefekkürlerle Hakk’a ulaşmadığı gibi aksine
ümitsizliğe düşen kalan ya da sapıp giden
birçok kişi görüyoruz. Bu her iki grup da az
değiller ve belliler de.
Amaca ulaşmak isteyen kişi hem yürümeli, hem yoldan yürümeli ve yolda başlamalı. Yoksa sadece gitmek, sonuca ulaştırmaz.
10 7SÖZ
Bir araştırmacı doğru bir şekilde araştırmaya başlarsa ve doğru bir yöntemi kullanırsa gerçeğe ulaşabilir. Araştırmacı her
şeyden önce kendini her türlü inanç ve ekolün çekiminden kurtarmalıdır.
İnsanın düşüncesi, bir pusula gibi
yolu aydınlatıp belirleyebilir. Pusula, çekim
güçlerinin etkisi altında kalmadığı sürece. Bir
pusula, güçlü bir mıknatısın yanında yer alır
ve manyetik alanı değişirse, artık kuzey ve
güney kutbunu belirtmez ve yolu göstermez,
bu pusulaya güvenerek hareket eden insan
mutlaka yolunu kaybeder. Söylediğim gibi bu
bozulmuş pusulanın tehlikesi, pusulasız olmaktan daha az değildir, hatta daha fazladır.
Karışık ve tutsak düşüncelerle hareket edenler, hiç düşüncesi olmayan ve bir işe
başlamamış olanlardan çok daha fazla yolla-
rını kaybetmiştir.
İnsanın düşüncesi, alışkanlıklardan,
taklitlerden, menfaatlerden, güdülerden ve
taassuplardan ne çok etkilenmektedir ve sonuçta bu düşünce yine bunlarla sonlanır, hakikatle değil. Sonucu bunlardır, hakikat değil.
Büyüklerden biri, kuyu suyu ile ilgili
araştırma yapmıştı ve şu sonuca ulaşmıştı:
Kuyu suyu, değişmediği, rengi, kokusu ve
tadı değişmediği sürece necis olmayacaktır
ve kullanılabilecektir. Bu araştırmayı bitirdiğinde kendi evinde bir kuyu olduğunun farkına vardı. Böylece kendi kendine dedi ki ‘belki
de bu kuyu ve kendi rahatım için bu fetvayı
vermiş ve bu sonuca ulaşmışımdır.’ Bu yüzden kuyuyu doldurmalarını söyledi ve sonra
tekrar araştırmaya başladı. Kuyusu olmadan
ve menfaatleri onu yanıltmadan.
İnsan harekete başlamadan önce
özgür olmalı, menfaatlerden, heveslerden,
taassuplardan, alışkanlıklardan ve taklitlerden kendini kurtarmalıdır. Şimdi insanın bu
çekim faktörlerinden kendini nasıl kurtarabileceği sorusuna ulaşıyoruz.
Cevap: İnsan meraklılık ve hakikat
arayışı gibi iki güce sahiptir.
Merak, düşünceyi harekete geçirir ve
hakikat arayışı onu kontrol eder. Bu kontrol
gücü menfaatlerin, heveslerin ve taassupların önüne geçebilir.
Bir amaca doğru hareket etmek ve bu
amaca ulaşmak isteyen kişi, artık babasının
gittiği yoldan veya evinin yanındaki yoldan
başlamayı düşünmez veya bu yolda benim
için menfaat var, para gerektirmiyor, bu yoldan gideyim demez.
Biz Tahran’a doğru gitmek istiyorsak
ve orada işimiz varsa, örneğin orada İsfahan’a bedava giden araçlar da olsa, örneğin
Kaşan yolu hemen yakınımızda da olsa veya
babamız Kaşan’a gitmiş olsa da Tahran yolundan vazgeçmeyiz.
Hakk’a ulaşmak isteyen, Hakk’ı isteyen kişi de Hakk’ta faydalar olduğunu ve
gelişimin olduğunu keşfeden kişi de, artık
menfaatler, hevesler veya yanlış taassuplar
hatırına ondan vazgeçmez.
Bu hakikati arama gücü ve bu güçlü
amil, insanı heva ve hevesten, menfaat ve
taassuplardan kurtarır.
Alışkanlık ve taklitler ise kişilik gelişimi ve kişilik oluşumu ile ortadan kalkar. Taklit, kişilik yokluğunun gereğidir ve insanda
kişilik oluştuğu zaman taklit ve alışkanlıklar
ortadan kalkar.
İnsanda kişilik özelliklerini artıran ve
onu büyüten faktörler çeşitlidir. Telkin, mukayese, rekabet, saygı ve ihtiram kişiliğin
gelişimine yardım eder. Benim başkasından
ne eksiğim var veya onun benden ne fazlası
var ki ben onun peşine düşeyim ve onu takip
edeyim? Eğer onun delili ve mantığı varsa
neden mantık olmaksızın onu kabul edeyim?
Eğer ortada mantık yoksa neden kendim bir
plan yapmayayım? Eğer ben taklit edici ve
tabi olacaksam öyleyse Hakk en iyi örnek ve
en iyi ‘tabi olunan’ dır.
Bizim kalbimiz var, beynimiz var, kullanmak istediğimiz yeteneklerimiz ve sermayelerimiz var. Karşımızda çeşitli yollar ve
kullanımlar var, örneğin bizim kalbimiz, insanların kalbi, dünya, şeytan ve Allah. Bunlar, yeteneklerimizi kullanma konuları olabilir. Şimdi bu yollardan hangisinde daha fazla
kar ve geri dönüşüm olduğuna bakmalıyız.
Nefis, diğer insanlar, dünya, şeytan
ve Allah; bunlardan hangisi bizim için daha
faydalıdır. Ben Allah’ın şu ana kadar bize
verdiği nimetleri hesaba katmadan konuşuyorum, hiçbir şey verilmediğini farzedelim.
Ve Allah gelecekte bize bir şey verecek ve
ödüller bahşedecek demiyorum. Farzedelim
ki ortada ödül vs. yok. Bu iki farz ile yukarıdakilerden hangisinin daha layık ve hak eden,
ihtiyaçsız, daha güzel ve daha kamil oldu-
MART 2014
11
ğunu görmek istiyoruz. Bunlardan hangisi
diğerlerinin üzerinde egemendir? Ve bunlardan hangisi daha güçlü ve izzet sahibidir?
Bu alemde her halukarda tükendiğimize göre kim kendisi için tükenmeye daha
layıktır?
Biz eğer bu şekilde özgür olursak, bu
şekilde özgürce düşünürsek ve kıyaslarsak
sonuca ulaşırız. Ayrıca nefis, insanlar, dünya ve şeytan sadece tüketicidir, hiç fayda
sağlamazlar ve sadece bizim yeteneklerimizi yutarlar. Bunların hiçbir şeyi yoktur ve
hiçbir şey vermezler. Bir şey verecek olsalar
da vermeden önce alırlar ve sonra verirler.
Bunlar baştan sona ihtiyaç sahibidir. Eğer istemeseler de biz ihtiyaçlarının esiri oluruz ve
deliklerinden birinde gömülürüz.
Ama Allah’ın ihtiyacı yoktur ve bizi yolunda feda edeceği bir isteği yoktur. Biz servetlere ve hazlara da ulaşsak, çok para da
kazansak bu servet ve lezzet bize hangi yeteneği kazandırır? Servetleri çoğaltan biziz
ama ya servetler sadece bizim gücümüzü
tüketmiş ve üst üste birikmiştir. Farzedelim
bize refah ve huzur sağlasalar da daha fazlasını bizden almışlardır. Biz sadece refah için
mi bu kadar yeteneğe sahibiz? Refah için bir
insan olmaya ihtiyacımız olmazdı. Bir keçi,
koyun veya bal arısı bu kadar yeteneğe sahip olmadan da daha yüksek bir refah derecesine sahiptir. Düşünce, akıl, irade, vicdan
ve furkana sahip olmadan. Onların giysileri
yanlarında, yiyecekleri ellerinin altında. Hiçbir zaman intihar da etmediler; çünkü kendilerinden haberleri yoktu.
Özetle nefis, halk, dünya ve şeytan
yolunda kulluk etmek kaybedilmekten başka bir şey, hüsrandan başka bir şey değildir.
Bunlara kul olmak esirliktir ve Hakk’a kul olmak özgürlüktür.
Elinde yemek olan ve üstünde elbise
olan güzel bir çocuk, onun güzelliğine, yemeğine ve elbisesine göz diken kişilerin eli-
12 7SÖZ
ne düşerse, hangisine dönse bunlardan birini kaybeder. Ona bir şey verseler de daha
önemli bir şeyi alacakları içindir. Bu anda çocuk babasının esiri olursa, ona dönerse ve
onun kölesi olursa kesinlikle hiçbir şey kaybetmez, aksine kazanır.
Babaya esir olmak, özgürlüktür ve
Hakk’a kulluk kurtuluştur. Tağutlardan ve her
biri sermayelerimizden birine göz dikmiş ve
varlığımızın bir kısmı için planlar yapmış hırsızlardan kurtuluş.
Bazıları, özgür olmasalar da arınmasalar da düşüncelerinin sonuca ulaşacağını
zannediyorlar. Bunlar aynı necisliklere bulaşan ve bunlardan arınmak yerine kendine
pahalı parfümler süren kişi gibidir. Bu zavallı,
bu kadar harcamaya rağmen çok çekici bir
varlık olmayacaktır, herkes ondan kaçacaktır, hatta parfümün kokusunu da pisliğe karıştıracaktır.
Bunlar, hızlı bir araç ile yolsuz bir alanda hızla giden kişiler gibidir. İyi bir araç yola
çıkmadığında sadece kayolmaya neden olur.
Öyleyse yolu bulmak için birkaç gün
durakladıysak ve kirliliklerden arınmak için bir
saat harcadıysak yoldan geri kalmamışızdır,
amaçtan geri kalmamışızdır ve boş oturmamışızdır. Tersine en büyük işleri yapmışızdır.
İnançlar için kıyam etmek ve alışkanlıklara, taassuplara, menfaatlere, taklitlere ve
Hakk dışındaki her şeye karşı ayaklanmak,
necislikten ve kirliliklerden arınmak ve tezkiye; karmaşık, esir ve bulaşmış düşünceden
daha önemlidir.
Bu kıyam için ilk aşamada merak ve
hakikat arayışı faktörlerinden faydalanıyoruz.
Merak bizi harekete geçirir ve hakikat arayışı bu hareketi kontrol eder ve ona rehberlik
eder. Bunlar ilk aşamada gerçekleşir. Sonra
takva, özgürlük ve eğitim ve öğretimden elde
edilen bilgi faktörleri vesilesiyle daha çok özgürlüğe ulaşabiliriz.
İnsanın büyüklüğünü tanımak, yolun
genişliğini tanımak, Allah’ın rahmetini tanımak, dertleri ve acıları tanımak, ölümü tanımak bizi daha büyük ve çeştli özgürlüklere
götürür. Bu yüzdendir ki Kur’an’da özgürlük, bazen eğitimden sonra bazen de ondan
önce ortaya konmaktadır. Çünkü özgürlükle ilgili faktörlerden bir kısmı eğitime ihtiyaç
duymamaktadır, merak ve hakikat arayışı
gibi. Diğer kısmı ise eğitimin, geniş bilginin
ve takva faktörlerinin sonucudur.
EĞITIM VE ÖĞRETIM
Çok güçlü yeteneklerle donanmış insanlar vardır. Bunlar, kendi kendilerine bir
işe başlayabilir hatta çok büyük sonuçlara
da ulaşabilirler. Terzilik, marangozluk veya
elektrik ve tamircilik gibi işlerde kendi başlarına ve usta olmaksızın bir işe devam edebilirler. Ama bu kişiler doğru yolu bulabilmek,
ipin ucunu yakalayıp ileri koşabilmek için
engin yeteneklerinin bir kısmını yollarda ve
çıkmazlarda tüketmek zorundadırlar.
Eğer bunların bir ustası olsaydı ve
eğitim alsalardı kesinlikle daha çok ilerleme
kaydederlerdi ve daha çok kar elde ederlerdi.
Bunların kendi başlarına ve usta olmaksızın bir yere gelmiş olmaları ve ustalaşmaları bizi aldatmamalıdır. Bu kişilerin
eğitim aldıkları takdirde ne kadar ilerleyebileceklerini ve ne kadar sürede maharet ve
ustalığa ulaşabileceklerini değerlendirmemiz
gerek. Bu noktadan habersiz olmak, yalnız
ve üstat varlığına önem vermeyen kişilerin
bir köşeden başlayıp yenilgiler ve tecrübeler
sonucu yeteneklerinin bir kısmını boşa harcamalarına veya zorluklarla ve çıkmazlarla
karşılaşma sonucu ümitsizliğe düşmelerine
ve sonuçta inişe geçmelerine veya nefretin
esiri olmalarına sebep olur.
Araba kullanmayı öğrenmek için kendi başına arabalara binmek ve çaba harcayarak sonuca ulaşmak mümkündür; ama
vites değiştirmek için debriyaja basmak gerektiğini öğrenene kadar kaç araba bozulacaktır! Eğiticinin olmaması sonucu kazalar
olabilir, kanlar dökülebilir ve yetenekler yok
olabilir. Veya yenilgi ve zarar sonucu amaçtan vazgeçilebilir ve araba sürmekten bıkılabilir. Ama eğer program dairesinde ve eğiticinin rehberliğinde eğitim alınırsa çok çabuk
sonuca ulaşılır.
Eğitim meselesinde ve tedebbür ve
MART 2014
13
tefekkür için birçok yetenek sahibi kendi başına gelişebilir, kendine bir yol bulabilir ve
sonuçlara da ulaşabilir; ama geri kalmışlıklar, tehlikeler, yenilgiler ve ümitsizlikler, yol
üzerinde bekleyen uçurumlardır ve geçişe
engel olurlar. Bu yüzden kendi başına başlayanların birçoğu kendi düşünceleriyle yanlış
sonuçlara ulaşmış, yoldan sapmış veya çıkmaza girmiş ve kalmışlardır. İşin kötü olan
tarafı ise bu kişilerin bu sapmayı veya çıkmazı ve düşüşü kabullenmeleri, tahammül
etmeleri, bunu doğal ve normal kabul etmeleri ve hiçbir zaman bu çıkmazın ve sapmanın nereden kaynaklandığını öğrenmeyi düşünmemeleridir.
Eğitici, bu tek başına yürümeler karşısında uyanık bir şekilde konum almalıdır;
çünkü bu yalnız gidişlerin çeşitli sebepleri ve
motivasyonları vardır. Eğitici bulmaktan ümidini kesmek, bozuk kişiliklerle karşılaşma
veya eğitici görünümlü soğuk ve halsiz kişilerden dolayı soğumak gibi sebepler. Ya da
gurur, bencillik, kibir gibi diğer faktörler insanı eğiticiden ve üstattan ayırabilir, tek başına
yürümeye itebilir, onun yok oluşuna veya en14 7SÖZ
gin yeteneklerinin kaybedilmesine yardımcı
olur.
Eğitici bu gruba karşı gururlarını kırmayacak şekilde davranmalıdır, hatta öğrenci kisvesinde onlara ders vermelidir, onlara
müjde vermeli, onları ümitlendirmeli ve demelidir ki: ‘Varlığın büyük eğiticisi Allah’tır ve
O, özleyen gönülleri yalnız bırakmaz.’
Varlığın büyük eğiticisi, hareket etmek isteyenleri yalnız bırakmaz, aksine onlara rehberlik eder.
Yürümek zorunda olduklarını anlayan
ama yoldan habersiz olanlar ve rehberi olmayanlar, O’nun hidayetine ulaşacaklardır
ve doğru yolu bulacaklardır.
O kadar ki varlık sınıfında karıncalardan ders alabilirler, bulutların hareketinden
ve yaprakların sallanışından, yağmurun yağışından ve dalgaların titreyişinden, karanlıktan ve ışıktan hakikatleri bulabilir ve ilerleyebilirler.
Doğru yolu bulmak ve kurtuluş için hiç
ümidi olmadığı halde istek ve talep anında
yola ulaşan ve ileri koşan birçok kişiyi tanıyorum.
İnsanları bir araya getiren ve ilişkileri
düzenleyen O’dur: ‘Rabbimiz bizi bir araya
getirir… ve O Fettah’tır, Alim’dir.’
Bizim tesadüf olarak gördüğümüz ve
yüzeysel bir karşılaşma olarak kabul ettiğimiz buluşmalar, O ’ n u n
ince planlaması iledir, O’nun rehberliğinde
ve tamamen hesaplanmıştır.
Kendilerini yalnız görenler bu noktaya
dikkat etmeli ve yalnız olduklarını ve ortada
eğiticinin olmadığını düşünmemelilerdir.
O, insanlar yayılmadan önce, Adem’i
(as) (eğiticiyi) yeryüzüne koydu ve yolları
gösterdi.
Büyük eğitici O’dur ve kim isterse, talep ederse ve kendini O’na teslim ederse,
O’nu yanında bulacaktır ve sorumlusu olarak
görecektir. O, eğitimini vermeye başlayacak,
davranışlarını düzenleyecek ve yolunu açacaktır. Eğiticiyi ulaşılabilir kılacaktır.
Ve bu eğitici, latiftir. İnsanı kendinde
saklar ve kendinde meşgul eder, nefsiyle
meşgul olmasına izin vermez. Bu eğitici bir
köprü gibi insanı Hakk’a ulaştırır. Bir set gibi
kendi arkasında tutmaz.
Bu eğitici cam gibi bakışı geçirir ve Hakk’a
yöneltir.
gönlünden haber verme, içindekini anlatma
veya diğer ilimler, alim olmanın kriteridir.
Biz eğitici ve alimin bizde neyi uyandırdığına ve canlandırdığına bakmalıyız.
Nefsimizi mi Hakk’ı mı dünyayı mı halkı mı?
Hem de bizim onda neyi canlandırdığımıza
bakmalıyız. Heva ve hevesi mi, tamah ve hırsı mı, yönetme isteğini ve otoriterliği mi yoksa
Hakk’a karşı sorumluluğu ve Hakk’ı ve sabrı
tavsiyeyi mi?
Eğitici eğer sorumluluklarından ilham
alırsa ve Hakk’ı tavsiye etmekten ilham alırsa ister istemez bizde Hakk’ı uyandırır ve
canlandırır ve bizi O’na yaklaştırır ve O’ndan
başkasından azat eder.
Böyle bir eğiticinin bakışları derstir,
susması derstir, konuşması derstir. Bu eğitici, bir karıncadan, kuru bir yapraktan veya
meyve dolu bir daldan, sakin bir geceden, turuncu bir günbatimindan bize ders verir.
Gözüne görünen her şey, senin için
bir ders ve vaaz olabilir.
Biz kulak olursak varlığın tümü derstir, biz göz olursak kainatın tümü yoldur. Ve
bu yolları yol gitmişler tanır ve bakışlarıyla,
sükutlarıyla, yönelimleri veya gülmeleri, ağlamaları, gelmeleri ve gitmeleriyle sen yollara
erişirsin, yolları görürsün ve onların heyecanı, aşkı ile yola düşersin ve onların yüceliği
ve özgürlüğü ile özgürleşirsin.
Alim olmanın kriteri ilim değildir, göz
aldatmaca ve riyazet de değil. Alim, kendisini
gördüğümüzde Hakk’ı hatırladığımız kişidir,
kendisinde takılıp bağlı kalmadığımız ve kendisini put yapmadığımız kişi. Sadece bu.
Gerçekten de yolu aydınlatan, Hakk’ı
gösteren ve O’nu hatırlatan bu ışıklardır. Halkı kendine bağlayan, kendine çeken, onlara
özgürlük değil esirlik ve kulluk dersi veren,
onları bilinçli bir muvahhit değil putperest yapan şekil ve şemailler, Firavun ve haramiler
değil.
Gerçekten de kriterleri bilmemek ve
görmezden gelmek sonucu insan ne uçurumlara düşüyor, ne sarp kayalıklarda kalıyor ve ne gerçek dışı şeylere gönül bağlıyor!
Zannediyor ki az yemek, az giysi, riyazet, göz
aldatmaca, büyüleme, etkisi altına alma veya
Ve bu ışıklar yoldadır. İsteyen ve talep
eden kimse yolda bunlarla karşılaşır, onların
ışığından faydalanır, aşklarından aşk alır. Bu
müjde, soğumuş ve kendini yalnız hisseden
kişiler içindir.
MART 2014
15
Hiçbir zaman kendi başına yola ulaşılamaz. Talep etmek ve sormak gerekir.
İmamsız, rehbersiz, eğiticisiz olunamaz;
çünkü şeytanlar pusu kurmuştur. Eğiticinin
belli bir şekli ve rengi yoktur. Bizi O’na ulaştıran ve O’nu hatırlatan herkes alimdir, eğiticidir ve rehberdir.
Bu şekilde eğitici bize her şeyden ders
verir, tedebbürü ve tefekkürü bize öğretir.
O büyük Resul (sav), kupkuru çölden
bir dağ toplayıp ders verirdi. Kendisi çarşıya
gidip alışveriş yapardı ve az parayla çok kar
elde ederdi ve ders verirdi. Yemek zamanında camiye gelir, Suffe’de oturur ve ders verirdi. Saltanat ve kudret zamanında tevazu
gösterirdi ve ders verirdi. Her durumda, bakışı, gülüşü, gazabı ve öfkesi, gelişi ve gidişi
dersti ve eğitimdi. Her olaydan faydalanırdı,
ders çıkarırdı ve gösterirdi:
Ayetlerini onlara okur ve hatırlatırdı. Onlara
Kitap’ı ve hikmeti öğretirdi. O, hesaplanmış
sorular sorarak kişileri harekete geçirir, düşünceyi çalıştırırdı. Çünkü bu sırada ve soru
karşısında cevap hazırlamak gerekir, cevap
için düşünmek ve harekete geçmek gerekir.
Büyük Resul (sav) ve bilinçli eğitici,
halka bu şekilde rehberlik ediyor ve onları
ileri götürüyordu.
Düşünceyi harekete geçirmek için bazen delillendirmeyle başlarız ve delil ve mantıkla düşünceyi harekete geçiririz. Ama aslında bu, harekete geçirmek değildir, aksine
düşünceyi bir şeye zorlamaktır. Bu yöntem,
düşünceyi meşgul eder, durdurur ve zorlar.
İstidlalin, delil getirmenin ağırlığı düşünceyi
aşağı çeker ve ortada bir hareket varsa da
düşüncenin hareketi değildir. Bu istidlalin
kendisinin ve mantığın kendisinin hareketidir. Düşünceyi harekete geçirmenin en iyi
yolu hesaplanmış sorular sormaktır.
İnsan sorular karşısında cevap vermek ister ve cevabı elde etmek için düşünmek ve çabalamak zorundadır. Sonuçta,
16 7SÖZ
düşünce harekete geçmiştir. Sorular hesaplanmış ve dakik olursa, düşünce daha çabuk
bilgiyle, inançla, ilgiyle, hareketle ve amelle
sonuçlanır.
Düşünsel hareket için soru sormak,
peygamberlerin kullandığı ve Kuran’ın bahsettiği yoldur. Düşüncenin hareketini fitilleyen ve Kuran’da kullanılan soruları görüyoruz. Bilinçli bir eğitici, istidlallerin ağırlığıyla
düşünceyi yorup tembelleştireceğine sorular
ve rehberliklerle düşünceyi hazırlar, harekete geçirir ve maksada ulaştırır.
Bilinçli eğitici kişilerin yerine düşünen,
delillendiren, anlayan ve gören kişi değildir.
Bilinçli eğitici, delilleri bulmaları ve anlamaları ve güzellikleri görmeleri için kişilerin gözünü açan, perdeleri açan ve düşünceyi hareket ettiren kişidir. Bu şekilde deliller direk
olarak bulunmuştur ve ağırlık olmaksızın düşüncede hazmedilmişlerdir. Ayrıca, kişilerin
şahsiyeti ve istiklali zedelenmemiştir.
Soru sorma işi bilinç ve dikkatle gerçekleşmelidir, hücum ve saldırı ile değil.
Sadece temel sorularla insan herekete geçirilip ilerletilebilir.
Sorulara yukarıdan başlayan ve yapraklardan başlayan ve yaprakların şekliyle,
rengiyle, göreviyle kendilerini yoran kişiler
neticeye ulaşamazlar. Çünkü bu şekil ve
renk; gövdede, köklerde, dallarda ve kabuklarda yuvalanan faktörlerin bir sonucudur.
İslam’la, Allah’la ve kainatla ilgili sorulan sorular, ikinci el ve klişe sorulardır; çünkü
insan meçhul olduğu sürece İslam malum olmayacaktır, kainat ve Allah tanınmayacaktır:
Kim kendini tanırsa Rabbini tanır.
İnsan sadece bir boğaz ve mideden
ibaret olduğunda, ne İslam’a ne dine ne akla
ne düşünceye ne yüce eğilimlere ihtiyacı
olur. Yemek için sadece bu alt güdü yeterli
olacaktır.
Ama ‘insanın varoluşu’ ve ‘nasıl varoluşu’ cevap bulduğunda, onun ‘nasıl yaşayacağı’ ve ‘nasıl öleceği’ de belli olur.
Böylece temel sorular buradan başlar:
-Var mıyım?
-Neden bu varlığa son vermiyorum?
-Neden bu yükü taşıyorum?
-Bu tekrarların ve tedrici ölümün ne tadı var?
-Gitmekten korkmak ve kalmaktan heyecan
duymak neden?
-Varolmak daha iyiyse ve hayat tercih ediliyorsa o zaman bu hayatta ne istiyorum?
-Aslında hayatta ne istemeliyim? Hedefim ve
isteğim hangi meselelerle ilgilidir?
-Bu hedef benim yeteneklerim ve ihtiyaçlarımla ilgili midir ve onlarla mı belirlenir?
-Öyleyse benim yeteneklerim ne kadardır ve
ben ne kadarım?
-Ne kadar değerliyim?
-Benim nelere ihtiyacım var?
Bu seviyede yetenekler, yeteneklerin
miktarı ve insanın yaratılışı hakkında düşünerek herkesi İslam’ın dünya görüşündeki
bilgi ve tanımalara ulaştırabiliriz.
Bu tür derin ve saldırgan olmayan sorularla hareket ve tefekkür tohumu yavaşça
kaçan ve yorgun zihinlere yerleşir, büyür ve
zamanla doğar.
Elbette şunu söylemem gerek ki aceleyle çok hızlı sonuç almayı beklemek olmaz. Çünkü bir tanenin filizlenmesi, sürmesi
ve büyümesi aylar sürer.
Biz aceleyle hem karşı tarafı zedeleriz
hem kendimiz ümitsizliğe düşeriz. Bir eliyle
karpuz kabuğunu koyunun ağzına verirken
diğer eliyle ağırlaştı mı ve koyun şişmanladı
ve semizleşti mi diye kuyruğunu tartan koyunca gibi. Bir elle yiyecek verip diğer elle
kuyruğu kontrol edenler, sadece işlerinden
geri kalırlar ve ümitsizliğe düşerler.
Eğitici, uyanık bir şekilde soruları kişilerin içine eker, içlerinde talebi yeşertir,
onları döngüye sokar, sonra onlara araştır-
MART 2014
17
malardan, tedebbür ve tefekkürden sonuç
çıkartma yolunu öğretir.
O, her şeyden önce bu engin tefekkür
için daha geniş çalışmalar hazırlamak zorundadır. İştahlı misafire daha fazla yemek
lazımdır. Engin ve hazır tefekkür, daha fazla
düşünsel materyale ihtiyaç duyar. Ve engin
tefekkürlerle, araştırmalar defter ve kağıdın
ötesine geçmeli, kainatın genişliğine doğru
yol almalı ve her olaydan dersler, sonuçlar
ve değerler çıkarmalıdır. Bu aşamada araştırma, tefekkür ve sonuç çıkarma yönteminin
üzerindeki perdeyi kaldırmalıdır.
İnsanın sonuçlara, nitelemelere ve tefekkürlere ulaşması için birkaç asıl gereklidir:
-Her olayda bir ders ve her tesadüfte bir düzen olabileceği ihtimali. Bu bilgiye
sahip insan, bu topraklarda bir cevherin gizli
18 7SÖZ
olabileceği ve bir yüzüğün kaybolmuş olabileceği ihtimaliyle yüzeysel geçmez, aksine
duraklar, orayı kazar, alt üst eder, tedebbür
eder.
-Hadiseyi bir ana hapsetmeyen bir bakış ve gözlük. Halının çiçeğini ve çay bardağını bir ana ve şimdiki zamana hapsetmez.
Çünkü her hadisenin geçmişle bağlantısı
vardır ve gelecekte bir akışı. Dünü, bugünü
ve geleceği bir yerde gören kişi, hareketleri daha iyi hisseder, düşüşü daha iyi anlar,
kaybetmeyi daha derin hisseder, böylece
daha çok ve daha iyi fayda sağlar.
-Olayları içine alan ve hazmeden bir
özgürlük ve yalnızlık. Yorgun bir zihin ve meşgul bir düşünce bir çıkarım yapamayacaktır.
İnsan zihni, olayları önemlerine ve ona karşı
duyduğu ilgi ve sevgiye göre sınıflar. Zihin,
kendine göre önemli ve ilgi duyduğu konunun içinde yer aldığında daha nüfuzlu ve
güçlü olacaktır ve sonuçta derinlerden daha
önemli bir şey getirecektir. Bir konuyla ilgili
daha çok çıkarım yapmak istediğinde kendini sıkıştımamalı ve düşünceni kazanımsız
yormamalısın. Hadisenin zarureti ve önemi
belli olunca düşünce ister istemez onunla ilgilenir ve ona yönelir. Hadisenin önemini akıl
terazisi ile de ölçmek mümkündür.
çıkarım yapıp sonuç alabilirlerdi.
Zihinleri bir meseleyle meşgul olan ve
başka bir meseleyle ilgili araştırma yapan kişiler bir sonuca ulaşamazlar.
Bu örneklerle ve bu zihin boşluğu ve
yalnızlıkla, o bakış ve gözlükle, geçmişe,
şimdiye ve geleceğe dikkat ederek, o ihtimalle ve o bilgiyle, çıkarımlar artar.
Zihnin boşluğu ve yalnızlık çıkarımların artışına yardımcı olur. Yorgun, meşgul ve
kalabalık bir zihnin çıkarımı yoktur. Bu yüzden ‘yol gitmişler’, her ay, her hafta, her gün
hatta her saat ve her an zihinlerini ve içlerini
gözlerlerdi ve hesaplamalarla önemleri dikkate alırlardı. Gözlemelerle parazitleri engellerlerdi, iç dünyanın boşluğu ve tenhalığı
sayesinde hatta dışarının kalabalığında bile
Tedebbür bölümünde zikrettiğimiz örnekler, bize çıkarım yapma tarzını öğretiyor,
mesela dalgaların titreyişinden, balıkların
hareketinden, yaprakların dansından, halıların renksiz çiçeklerinden ve kirli çay bardaklarından nasıl ders alacağımızı.
Kainatın düzenini ve onun sebep-sonuç ilişkisini keşfetmiş ve onun uyum ve
bağlantılarını anlamış olanlar hiçbir olaydan
hiçbir tesadüften yüzeysel geçmezler. Dahası, uyarılar ve hatırlatmalar, kaçırılmış olayları ve unutulmuş dersleri de akla getirir.
MART 2014
19
Ali Şeriati’nin ‘Çöl’ (Kevir)
adlı kitabından seçmeler
NEVRUZ
Nevruz’a dair yeni bir söz söylemek
zor. Nevruz her sene kutlanan ve her sene
hakkında konuşulan milli bir kutlama. Çok
söylediler ve çok dinlediniz. Öyleyse tekrara gerek yok mu? Bilakis var. Kendiniz
Nevruz’u tekrar etmiyor musunuz? Öyleyse Nevruz’a dair sözleri de tekrar dinleyin. Bilimde ve edebiyatta, tekrar sıkıcı ve
boştur. Akıl tekrarı beğenmez, ama duygular tekrarı sever. Tabiat tekrarı sever.
Toplumun tekrara ihtiyacı vardır. Tabiat,
tekrardan yaratılmıştır, toplum tekrarla
güçlenir. Duygular tekrarla canlanır ve
Nevruz, doğanın, duyguların ve toplumun
üçünün de işin içinde olduğu güzel bir hikayedir.
Tüm dünyadaki kutlamaların karşısında asırlardır kendiyle övünen Nevruz,
tam bu sebeple yapay bir sosyal sözleşme
veya siyasi olarak zorla kabul ettirilmiş bir
kutlama değildir. Dünyanın kutlamasıdır
ve yeryüzünün mutluluk günü. Gökyüzü,
güneş ve tomurcuklanmaların coşkusu,
doğuşların ve başlangıçların heyecanıyla
dopdolu.
Nevruz büyük bir hatıra tazele-
20 7SÖZ
medir. İnsanın tabiatla olan akrabalığı
hatırasının. Her sene, kendi yapay işleriyle ve kendi yaptığı karmaşık şeylerle
meşgul olarak annesini unutan bu evlat,
Nevruz’un heveslendirici hatırlatmalarıyla
onun eteğine geri döner ve bu ona dönüşü ve onunla buluşmayı kutlar. Evlat, annesinin kucağında kendini tekrar bulur ve
annenin yüzü evladının yanında mutluluktan gül açar. Şevk yaşı yağar. Mutluluk
feryatları eder. Gençleşir. Tekrar hayat
bulur ve Yusuf’unu görünce gözleri görür
ve uyanır.
Bizim yapay medeniyetimiz, kompleksleştikçe ve ağırlaştıkça, insanın içinde
tabiata dönüş ve tabiatı yeniden tanıma
ihtiyacını daha hayati kılıyor ve böylece Nevruz yaşlanan, yıpranan ve bazen
gereksizleşen bazı geleneklerin tersine
güçleniyor ve her şekilde daha genç ve
parlak bir geleceği var.
Nevruz sadece huzur, eğlence ve
güzel vakit geçirmek için bir fırsat değildir, toplumun zaruri ihtiyacı ve bir milletin
hayati gıdasıdır da. Değişim ve dönüşüm,
çözülme ve yok olma, bozulma ve kaybol-
ma üzerine kurulmuş olan dünyada, sabit
olan, hiçbir zaman değişmeyen ve kalıcı
olan tek şey değişimdir ve değişkenlik.
Hangi şey bir milleti bir toplumu acımasız
zaman arabasında – her şeyi ezip geçen
ve giden- yok olmaktan uzak tutabilir?
Nevruz merasimini düzenlediğimiz
zaman, sanki kendimizi bu topraklarda
her sene kutlanan tüm Nevruzlar’ın içinde buluyoruz ve böylece kadim milletimizin tarihinin karanlık ve aydınlık sahneleri
ve siyah ve beyaz sayfaları gözlerimizin
önünden geçiyor.
Nevruz her zaman değerliydi, Moğan’ın (eski Mehrperestan dininin önde
gelenleri) gözünde, Mubedan’ın (Zertüşt
din adamı) gözünde ve Müslümanlar’ın
gözünde. Hatta eski filozoflar ve bilim
adamları şöyle derlerdi: ‘ Nevruz yaratılışın ilk günüdür ki o gün Ahuramezda
(Allah) cihanı yaratmaya başlamıştır ve
6 gün bu işi yapmıştır. Altıncı günde cihanın yaratılışı sona ermiştir. Bu yüzden
Ferverdin (yılın ilk ayı) ayının 6. gününü
mukaddes saymışlardır.’
Ne güzel bir efsane! Gerçeklikten
daha güzel! Gerçekten de herkes baharın
ilk gününün yaratılışın ilk günü olduğunu
hissetmiyor mu? Eğer Allah dünyayı bir
gün başlattıysa o gün, kesinlikle bu Nevruz günüydü. Kesinlikle bahar, yaratılışın
ilk mevsimi, Ferverdin ilk ayı ve Nevruz ilk
günüdür. Allah asla cihanı ve tabiatı, sonbaharla, kışla veya yazla başlatmamıştır.
Mutlaka baharın ilk günü yeşillikler büyümeye başlamıştır, nehirler akmaya, goncalar açmaya ve tomurcuklar çıkmaya.
Şüphesiz, ruh bu mevsimde doğmuştur, aşk bu günde ortaya çıkmıştır ve
güneş ilk defa, ilk Nevruz’da doğmuştur
ve zaman onunla başlamıştır.
MART 2014
21
Nevruz
Beyaz Yağmur
Nevruz,
genel anlamda
bir “doğa bayramı”
dır. Baharın başlangıcı, hem insanın hem
de doğadaki tüm canlıların organizmalarının
kıpırdanışı, tazelenmesidir.
Toprağın nefes alması ve
mahsulün bolluğu dileğidir. Bu
nedenle, her şeyi ile toprağa bağlı
olarak yaşayan eski toplumlar, daha
çok verim alabilmek, daha çok mutlu
olabilmek için, doğanın yenilendiği günü
bayram kabul ederek, çeşitli geleneksel
etkinliklerle kutlamaktadırlar. Nevruz, İran takviminde birinci ay
olan Ferverdin’in ilk günüdür ve bu gün
kuzey yarım kürede bahar ekinoksunun (gün tün eşitliği) oluştuğu gündür.
Güneşin ekvatora dik açı ile gelir. Gece
ve gündüz birbirine eşitlenir. Ayrıca
hem kuzey hem de güney kutbu aynı
anda gündoğumu hattındadırlar ve gün
22 7SÖZ
ışığı her iki yarımküre arasında eşit olarak paylaşılmaktadır.
Astrolojik olarak 21 Mart, burçlar
sırasında ilk olarak yer alan koç burcunun
başlangıç günüdür.
2014 yılında, kuzey yarımkürede ekinoks, 20 Mart tarihinde saat
20:27:07”de gerçekleşmiştir. İran ve Afganistan’da bu zamandan sonra yeni yıl
başlıyor.
Nevruz takvimi ve Nevruz bayramı,
yazılı ve sözlü kaynaklarda çeşitli olaylara ve kişilere bağlanmıştır. Bu rivayetlerin
en yaygınlarından bazıları şunlardır:
Nevruz geleneğinin tarihin en
son Buzul Çağı’nın bitmesinden hemen
önceki günlere yani 15.000 yıl öncesine
kadar uzanır. Efsanevi Pers Kralı Cemşid, İndo-İranlılar’ın avcılıktan hayvancılığa ve yerleşik yaşama geçişini temsil
eder. O çağlarda mevsimler insanoğlunun hayatında günümüzdekinden daha
yaşamsal bir önem arz ediyordu ve ya-
şamla ilgili her şey dört mevsim ile çok
yakından ilgiliydi. Zor geçmiş bir kışın
ardından gelen bahar, tabiat ananın çiçekler, yeşillenen bitkilerle uykusundan
uyanması ve sığırların yavrulaması, insanoğlu için büyük bir fırsat ve bolluğun
canlanması demekti. İşte böyle bir dönemde bu Nevruz kutlamalarını başlatanın Kral Cemşid olduğu söylenir...
-İran evrenbiliminin mimarlarından
ve Zerdüştler’in Peygamberi olan Zerdüşt birçok bayramın kurumsallaşmasını
sağlayan kişidir. Nevruz, “belki de” Zerdüşt tarafından kurumsallaştırılan bayramlardan biridir.
- İran evrenbiliminin mimarlarından
ve Zerdüştlerin Peygamberi olan Zerdüşt birçok bayramın kurumsallaşmasını
sağlayan kişidir.
Nevruz eskiden beri İran’dan Çin’e,
Anadolu ve Batı Trakya’dan Sibirya tepelerine kadar çok geniş bir coğrafyada
kutlanıyor. Tükler’in İslamiyet’i kabul etmeden
önce, bahar aylarında açık arazilerde,
ekin ve mahsulün bol olması dilek ve temennilerini ifade etmek için çeşitli etkinlikler yaptıklarını, hatta Oğuzlar’ın, bahar
ayının başlangıcını yılın başı olarak kabul
ettiklerini bazı kayıtlardan öğrenebiliyoruz.
Osmanlılar’da padişahlara ve devletin ileri gelenlerine “Nevruziyye Pişkeşi”
adıyla çeşitli armağanlar verilirdi. Divan
şairleri de padişahlara “Nevruziyye” kasideleri sunarlardı. Yine Osmanlılar’da
Nevruz bayramında türlü baharat ve
kokulu otların karışımıyla hazırlanan ve
“Nevruziyye” denilen mesir macunu yemek âdeti vardı. ……. Günümüzde Nevruz’un en çok kutlandığı ülke İran’dır. Nevruz gelenekleri
İran’da hala eskisi gibi devam etmekte.
Nevruz İran”ın geleneksel bahar
bayramı olup tam olarak gündönümüne
tekabül eder ve aynı zamanda İran takvimine göre yeni yılın gelişini simgeler.
Nevruz en az 3000 yıldır kutlanmaktadır.
İranlılar her zaman Nevruzu büyük
bir şevkle kutladılar. Yüzyıllar boyu Nevruzun narin manevi anlamı, yeniden doğuş mesajı ve ruhun hayatın melodilerine
uyanışının habercisi olageldiler.
Nevruz geleneklerinin yaşatıldığı
İran”da, ev temizliği, büyük çaplı alışverişler ve taşınmalar da genelde bu günlerde yapılıyor.
İranlıların çok önem verdikleri günlerden biri olan Nevruz, ülkenin en büyük
bayramı olarak kutlanıyor. İranlılar, yarından itibaren iki haftalık tatile girecek.
İran”daki Nevruz kutlamalarının en
önemli bölümüyse “s” harfiyle başlayan
7 şeyin bulunduğu sofranın (sofrayı haft
sin) hazırlanması oluşturuyor.
Nevruz”dan önce hazırlanan ve iki
hafta boyunca evin bir köşesinde duran
bu sofrada, sebze (yeşillik), sib (elma),
sirke, sekke (demir para), sir (sarımsak),
semenu (buğdaydan yapılan bir tür tatlı)
ve senced (iğde) bulunuyor. Bu 7 şeyin
bereket ve uğur getireceğine inanılıyor.
Bu bayram günü İranlılar “heft sin
/yedi s” adını verdikleri bir tatlı yaparlarmış. Bu tatlı Osmanlılara da bir ilaç
özelliği taşıdığı inancıyla, macun adıyla
geçmiş. Nevruziyye adını taşıyan bu tatlı/macunda bulunan maddeler: Sebze
(yeşillik), sumak, sümbül, semek (balık),
sirke, sir (sarımsak), senced (iğde). Osmanlı Sarayı’nda bu macunu hekimbaşılar yapar (daha doğrusu hazırlatır), bu
macunu bahar armağanı olarak padişaha
ve öteki devletlilere sunduğunda ödüllen-
MART 2014
23
dirilirmiş.
İki hafta boyunca süren Nevruz
kutlamaları, yılın 13. günü yapılan “Sizdeh Beder” pikniğiyle sona eriyor.
İran”da, “13” rakamını uğursuz olduğuna inanılıyor ve yılın 13. gününde
evde oturmak kötü sayılıyor. Bu günü
dışarda piknik yaparak geçiren İranlılar,
Nevruz”dan önce alınan balıkları ve yetiştirilen yeşillikleri suya atarak kötülüklerden kurtulduklarına inanıyor.
İNANIŞ VE RIVAYETLER :
Nevruz bayramının çıkışı, amacı ve
geleneği ile ilgili çok eski devirlerden beri
halk arasında yaygın olan pek çok inanış
ve rivayetlerin olduğu görülmektedir. Bu
inanış ve rivayetlerden bazıları şunlardır: -Hz. Adem’in yaratıldığı gündü. Bütün insanoğlunun bayramıdır. -Dünyanın yaratıldığı gündü. 24 7SÖZ
-Nuh Peygamber’in gemisinin Tufandan
sonra karaya oturduğu gündü. Kâinattaki
tüm canlı varlıkların kurtuluş bayramıdır. -Hz. Nuh’un (a.s) gemisinin karaya Nevruz’da çıktığı, Hz. İbrahim’in (a.s) kavminin putlarını Nevruz günü kırdığı nakledilmiştir. (Bihar-ul Envar c.59 s.92 / c. 12, s.
43)
-Hz. İmam Cafer Sadık’tan (a.s) nakledilen bazı hadislerde, Nevruz’a manevi bir
boyut kazandırabilecek bir takım olayların
bugünde cereyan etmiş olduğu kaydedilmektedir.
Örneğin, Mualla b. Hüneys’in, O
hazretten naklettiği bir hadiste şöyle geçmektedir:
“Nevruz, Allah’ın insanlardan, sadece
O’na tapmaları, şerik koşmamaları, Peygamberlerine, hüccetlerine ve imamlara
iman getirmeleri için ahit aldığı gündür...”
(Dairet-ul Mearif s.1260)
-Mualla bin Hüneys’in İmam Cafer Sadık’tan (a.s) nakletmiş olduğu ve İslam’dan önce cereyan eden olaylara
değindiği hadisin devamında, İslam’dan
sonra Nevruz günü yaşanan bir takım
olaylara da işaret edilmiştir. Örneğin;
- Hz. Cebrail Peygambere (s.a.a) bu günde nazil olmuştur.
- Peygamber Efendimiz (s.a.a) Kâbe
üzerindeki putları kırması için Hz. Ali’yi
(a.s) bugünde omuzlarına almıştır.
- Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhuru Nevruz günü
gerçekleşecektir.
- Hz. Mehdi (a.s) Deccal’a karşı bugünde
zafer kazanacaktır.
“Her Nevruz geldiğinde biz, zamanın
imamının zuhuruna ümitleniriz. Zira o gün
bizim ve dostlarımızın günüdür.” (Bihar-ül
Envar, c. 59, s. 92)
Şeyh Tusi (ö.460 h.), Ehlibeyt’ten gelen
duaları içeren El-Misbah-ül Müteheccid
adlı kitabında Mualla bin Hüneys’in Hz.
İmam Cafer Sadık’tan (a.s) şöyle naklettiğini kaydeder:
“İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdular: “Nevruz günü gusül al, en temiz elbiselerini giy, en güzel kokuları kullan ve bu
gün oruç tut...” (Misbah-ül Müteheccid, c.
2, s. 591)
Nevruz’la birlikte Allah’ın bütün yarattıkları yenilenir. Hayat yeniden başlar,
çevreyle birlikte insan da yeni bir hayata
başlıyor, ruhu ve düşüncesi tazeleniyor.
Yeni hayatınız kutlu olsun…
Hz.İmam Cafer Sadık (a.s);
MART 2014
25
Hasan KANAATLI
Biz
sövmeyiz severiz
Batılı emperyalistler ile Yahudi Siyonistler, hiç sevmez hep söverler. Neye mi?
Kutsallara, peygamberlere, kendileri dışındaki her şeye ve her kese! Biz Müslümanlar ise, yaratılışa bakış felsefemizde Allah
sevgisi bulunduğundan, sevgilinin hatırına,
yaratılan her şeyin O’nu bize hatırlattığı için
onları da severiz. Bundan dolayı büyüklerimiz bu duyguyu şu müthiş vecizede şöyle
özetlemişlerdir ;”Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü”.
Onların hayata bakış felsefeleri enaniyet(egoist) temellidir.. Kur’an’ın da şahitliğiyle şöyle derler :” Biz Allah’ın oğulları ve
sevdikleriyiz”(Maide/18) Bizim haricimizdekiler bize hizmet için köle olarak yaratılmışlardır! Sahip oldukları bu düşünce ve
insanlığa bakış felsefesidir ki, tarih süreci
içerisinde onları sürekli kendileri dışındakilere karşı zulme, işkenceye, sömürüye, can
almaya, toprakları işkal etmeye, ırza tecavüze, katliamlara, karalamalara, kısacası
insanlık dışı tüm şenaet ve denaetlere tahrik etmiştir. Bu çıkarcı Kabil nesli, İslam’ın
doğuşundan itibaren orta doğuda yaşayan
Müslüman toplulukların üzerlerine beş yüz-
26 7SÖZ
den fazla “kutsal haçlı seferleri “ tertiplemiş,
son seferlerinde de gayri meşru çocukları Siyonist İsrail’i orta doğunun kucağına
oturtmuşlardır!
Zihniyetsel olarak İslam’ın savaş
açtığı tağuti düşüncenin membaını oluşturan bu nesil, işaret ettiğim kötülükleri
kendilerinden olmayanlara karşı yaptıkları
gibi yekdiğerine de uygulamakta bir beis
görmemişlerdir. Rönesans’tan önceki orta
çağın vahşi karanlık yüzü mahiyetlerini,
kurdukları engizisyon mahkemeleri adalet
anlayışlarını, gerçekleştirdikleri birinci dünya savaşı doymak bilmeyen hırslarını ve
ikinci dünya savaşlarında kendilerinden öldürdükleri altmış milyon insan ve yıkıp yok
ettikleri yüzlerce şehirleri, ilahlaştırdıkları
şovenizmi ortaya koyan belgelerdir.
İkinci dünya savaşının acı ve bir o
kadar da ağır faturasını ödeyen bu zihniyet,
daha sonra çok zaman geçirmeden akıllarını başlarına toplayıp kendi biri birleriyle
savaşmayı terk ettiler ve bir araya gelerek
kendi dışındakilere karşı güç birliği yapma yoluna gittiler. Varılan karar; iki hedef
düşman ve bu düşmanları yok etmek için
iki ayrı silah! Düşmanlarından biri sosyalizm diğeri de antiemperyalist İslam! Çünkü onlara göre bu iki düşman, emperyal ve
kapital emellerinin önündeki en büyük engellerdi. Kapitallerinin önünde engel olan
sosyalizm’i kapitalist silahıyla, emperyallerinin önünde engel olan antiemperyalist İslam’ı da şovenist ve mezhep ihtilaf silahıyla
yok etmeliydiler. Nitekim öyle de yaptılar.
Kapitalizm’in en güçlü silahlarından biri
olan soğuk savaş ve medya gücüyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliğini, şovenizm ve mezhep ihtilaflarıyla da orta doğu
Müslüman halkları parçalayıp dağıttılar.
Biri birleriyle olan inanç ve iman bağlarını
yok edip tam tersi bir düşmanlık icat ettiler. Filistin, Afganistan, Irak işgalleri ve yine
İran, Somali, Eritre ve Güney Afrika’daki
bir çok Müslüman ülkelerin bunların soğuk
ya da sıcak savaşlarına maruz kalmaları,
onların bu uğursuz düşünce ve planlarının
birer mahsulüdür.
Yine bu malum zihniyet, o iki silahlarının dışında bir yandan varlık âlemindeki
maddi ve fiziki yıkımlara sebebiyet verirken, diğer yandan da insanlığın duygu ve
düşünce gibi maneviyatını da yıkıma uğratmaktan geri durmadılar! Diğer bir ifadeyle;
yeryüzünde maddi ve manevi her şeyi tahrip ve tahrife koyuldular. Hava, su, toprak,
tabiat, nebatat, bu zihniyetin eliyle tahrip
edilip zehirlendiği gibi, duygu, düşünce,
aşk, sevgi, siyaset, aile yapısı, toplumsal
ve bireysel ahlak da bunların eliyle zehirlenip gitti! Nasıl ki üzerinde hayatın idame
ettirilmesine vesile olan tabiat zehirlendiği takdirde bir ölüm küpüne dönüşüyorsa,
insanlığın hidayeti bulmasına vesile olan
akıl, düşünce ve ilahi rehberlere dair tasavvur da zehirlendiğinde, kuşkusuz insanlığın
felaket çukuruna yuvarlanmasının önünü
açıyor! Akılcılığı (sekülerizm) çok seven bu
zihniyet, o sevgilerini zehirleyip aklı putlaştırdıkları gibi, kutsallarından olan Hz. İsa
(a.s)’ı da çok sevmiş ve bu sevgilerinin içe-
risine zehir katıp onu da ilahlaştırmışlardır!
Işık olmaktan çıkarılıp put konumuna getirilen akıl ile kulluktan çıkarılıp ilahlığa terfi
ettirilen İsa, içerisinden bir daha çıkamayacakları bir bataklığa dönüşüvermiştir!
Sevmede bu denli aşırı davranan
zihniyet, sövme, zulüm ve hakarette de
aynı dengesizliği göstermişlerdir. Bu zihniyete karşı ise yüce İslam dini, âlemlerin
Rabbi’ne laf etmeye yeltenip de kimse kendini daha fazla alçaltmasın diye biz Müslümanları müşriklerin putlarına dahi sövmekten sakındırmış ve başkalarına hakaret
etmeyi “küfür”olarak nitelendirmiştir.”Örtmek ve bir hakkı perdelemek” anlamına
gelen “küfür”,insan denilen bu yaratığın her
kim olursa olsun sahip olduğu “keramet”ini
perdelediğinden, dinimizde yasak kılınmıştır! Fakat gel gör ki sahip olduğu insanlık
mayasındaki “keramet” kimyasını bozan
bu zihniyet yalnızca Müslümanların değil,
kendi değerlerine dahi küfretmiş ve hakarette bulunmakta bir sakınca görmemiştir!
Yahudilerin Hz. Meryem (a.s)’a isnat ettikleri iftira ve Hz. İsa (a.s) hakkındaki karalamaları, ağza alınmayacak kadar çirkin ve
bir o kadar da menfurdur. Katolik’lerin Ortadoks’lara, Protestan’ların diğerlerine yaptıkları iftira ve hakaretler, ellerindeki kutsal
kitaplarının kayıtlarındadır. Hz. Nuh, Lut,
Musa, Davud, Süleyman, İsa ve Hz. Meryem (a.s) bunların hakaretlerinden nasibini alan enbiya ve evliyalardan bazılarıdır.
Bunlar, nebilerden bir kısmını fiziksel olarak katlettikleri gibi, bir bölümünü de şahsiyetsel olarak katletmiş lerdir! O halde kendi
değerlerine bu denli zulmü reva gören bir
zihniyetten başkalarının değerlerine saygı
göstermelerini beklemek safdillik olur. Zira
kendi kutsalına saygı göstermeyen, başkasının kutsalına saygı duymaz. Kutsala
saygı duymayanın ise imanı olmaz. İmanı
olamayanın da ne Allah’tan ne de kuldan
hayâsı olur. Hayâsızlık; cibilliyetin bozukluğunu gösterir! Oysaki yüce kitabımız, pey-
MART 2014
27
gamberimizin ağzıyla bizlere şu öğretişi sunar:
Çünkü sevilen her şeyin seven üzerinde
hakkı vardır da ondan!
-“Elçi (Hz. Muhammed(s.a.a) ) ,kendisine rabbinden indirilene iman etti, mü’minler
de. Tümü Allah’a, meleklerine, kitaplarına
ve elçilerine inandı.”O’nun elçileri arasında hiç birini (diğerlerinden)ayırt etmeyiz.
İşittik ve itaat ettik Rabbimiz bağışlamanı
(dileriz).Varış ancak sanadır” dediler.”(Bakara:285).
Sevdiklerimizi sıralarken; Allah, peygamber, ana, baba, evlat, kardeş, akraba
ve… diye sıralarız. Bunlar içerisinde sevgisi ve hakkı diğerleriyle asla mukayese
edilmeyecek olan, hiç kuşkusuz Cenabı
Hak’tır. Zira hem kendi varlığımız hem de
sahip olduğumuz ve sevdiğimiz tüm varlıklar O’ndandır! Ana baba hakkı dahi, bir
gün toprak olup gidecek bedenimizin varlık sebebi oldukları içindir. Ya peygamber
ve masum önderlerin hakkı? Onlar, her iki
cihan saadetini elde etmemiz için hayatlarıyla birlikte her şeylerini ortaya koymadılar
mı?
Biz Müslümanlar, diğer ilahi elçiler
de olmak üzere Hz. Muhammed’i(s.a.a)
babamız, anamız, evladımız, kardeşimiz,
eşimiz, kavmimiz ve dünyalık her şeyimiz
ile birlikte canımızdan da çok severiz.(9/24)
Onları, Allah’ı sevdikleri, sevdirdikleri için
severiz. Biz insanların dünya ve ahiret saadetini elde etmemiz için hayatlarını ortaya
koydukları için her zaman o yüce zatları canımız ve cananımızdan kat kat üstte tutarız. Dolayısıyla biz insanlara düşen onları
hem sevmek hem de sevmesini bilmeyen
sevgiden nasipsizlere sevdirmektir. Niçin?
28 7SÖZ
Peki, Allah’ı ve peygamberleri sevmek kuru bir sevda mıdır? İspat edilmemiş
bir iddia mıdır? Yoksa ispat edilmesi gereken bir dava mıdır? Diğer bir ifadeyle; onları sevmenin üzerimize yüklediği bir hak var
mıdır?
Pek tabii ki vardır. Onları sevmenin
hakkını vermeden onları sevdiğini iddia etmek, kuru ve boş bir iddiadan öteye gitmez
ve sevene de asla bir faydası dokunmaz.
Nitekim İmam Cafer Sadık (a.s) bir sözünde şöyle buyurur;
-“Sen, Allah’ı sevdiğini iddia ediyor ve O’na
isyanda bulunuyorsun. Andolsun Allah’a
bu görülmemiş bir şeydir. Şayet senin O’nu
sevdiğin gerçek olsaydı O’na itaat ederdin,
çünkü seven sevdiğine itaat eder.
Kuran’da şöyle buyurur;
-“(Ey Muhammed(s.a.a)),De ki; eğer Allah’ı
seviyorsanız bana itaat edin ki Allah’da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” (3/31)
Diğer bir ayette de elçisine sevgisini belirtmek ve ona büyük bir paye vermek
için onun sözünün kendi sözü olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur;
”Resul size neyi verse alınız ve neden sakındırdıysa da sakınınız”( Haşr/7 ).
Ya da başka bir ayette elçinin örnek olduğunu şöyle ifade buyurmuştur:
“Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için,
Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en
mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel
örnektir).” (Ahzâb/21)
Bu ve bunun gibi birçok ayette Yüce
Allah ısrarla Resulü örnek olarak göstermiş
ve izlenmesini talep etmiştir. Ama nedense
birileri Yüce Allah’ın bu kadar açık beyanına rağmen Resul’den sonra Resulü değil de ısrarla kitabı örnek almaya ve örnek
göstermeye koyuldular! “Yekfüna Katabellah”(Allah’ın kitabı bize yeterlidir) sözünü
diretip durdular. Neden? Çünkü işlerine
öyle geliyordu da ondan. Kitap cansız bir
nesnedir, yani dilsizdir, nasıl konuşturursanız öyle konuşur! Ona istediğinizi söylete-
bilirsiniz! Ne söyletmek isterseniz, ondan
bir paragraf bulup, önü ve sonuyla irtibatını kopardıktan sonra o paragrafın arkasına saklanarak onu söyletirsiniz. Örneğin ;”
“Ne dediğinizi bilinceye kadar (Yani sarhoş
iken) namaza yaklaşmayın” (Nisa /43 ) Bu
ayetten ;”sarhoş iken” cümlesini çıkarıp,”namaza yaklaşmayın “cümlesinin arkasına
sığınarak,”Kur’an’da namazın olmadığını,
hatta Allah tarafından nehyedildiğini ( namazın yasak olduğunu ) “ de söyleyebilirsiniz. Çünkü Kur’an dilsizdir ve okuyanın
arzusuna cevap verebilecek bir türdendir!
Ama canlı ve konuşan bir nebiye bunu yapmak mümkün müydü?
İşte ne olduysa nebiden sonra oldu!
Kur’an elimizde oldu ama nebinin, kitabın
yanına koyduğu canlı kitap devre dışı bırakıldı! Bundan dolayıdır ki, ümmetin başına
ne geldiyse, kitapsızlıktan değil, imamsızlıktan ve imama itaatsizlikten geldi! Diğer
bir ifadeyle; başımıza gelenler, nebinin son
veda haccında kitabın yanında, kitapla birlikte bize emanet ettiği imama ihanetten
geldi. Ta o günden bizlere haber vermişti
nebi ;”Şayet bu ikisine birlikte sarılır iseniz,
benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz ”!
Ümmetin bu ihanetinden dolayıdır ki, asırlardır kırılıp batmamız, neredeyse insanlık sahnesinden silinip gitmemiz, beş para
etmez gavurunun güdümüne girmemiz,hakaretlerine maruz kalmamız, bölünüp
parçalanmamız,birbirimizi boğazlamamız,hepsi ve hepsi kitapsızlıktan değil,nebinin
,kitabın yanına koyduğu imama itaatsizlikten geldi.Nitekim Kitabın kendisi de ;” ona
(Kitaba) arındırılmışlardan başkası dokunamaz” (Vakıa/79) demişti. Ama biz dokunduk! Hem de öyle bir dokunduk ve öyle
bir yorumlar ve tefsirler yaptık ki, kitabı neredeyse iptal ettik! Beş yüz sahih hadisin
yerine bir buçuk milyon hadis uydurduk! Artık kitaba ihtiyacımız kalmamıştı diye onu
mevtaların hizmetine sunduk! Çünkü o,bizleri hep tefekküre, tedebbüre, tefahhusa
MART 2014
29
ve akletmeye davet ediyordu, bu da işimize gelmediği için onu bu işi yapamayacak
olan ölülere havale etmekten başka çaremiz kalmamıştı! Çünkü o,bizi adam etmek
istiyordu, adam olmaksa çok zordu! Çünkü
o,bizi emek vermeye çağırıyordu, beleşten
geçinmek varken neden emek verelim ki?
Çünkü o,bizleri ilime,irfana,eğitime,öğrenime,cihada,tezkiyeye,terbiyeye,bölüşüme,paylaşıma ve...davet ediyordu.Bunları
yapmak bizleri aşan işlerdi! Böylece kitabın
yerini uyduruk hadisler alınca, Nebinin bıraktığı din, din olmaktan çıktı, bıraktığı saadet sarayı harabeye dönüştü ve içinde Baykuşlar tünedi! Artık ondan sonra ümmetin
coğrafyasında imdat feryatları yükseldi.
Oluk oluk akan kan tüm coğrafyamızı kırmızıya boyadı. Bir olarak bırakılan ümmetin
kaça parçalandığını onu parçalayanlar dahi
unuttu. Nebinin bıraktığı kutlu miras, hovarda mirasyediler gibi paylaşılıp dağıtıldı. İrfani ve tasavvufi boyutunu bir zümre, ilmi
ve fikri boyutunu başka bir zümre, siyasi ve
hareki boyutunu da daha başka bir zümre
sahiplenip durdu. Daha sonra da her zümre (mezhep) ellerindeki parçanın, hakkın ve
dinin kendisi olduğunu iddia edip diğerlerini
sapıklıkla suçlayıp gitti! “Her hizip ellerindeki parçayla övünüp durdu”(Rum/32)
model olmaları için bıraktığı model örnekleri dahi kesip tüketti! Nebi ;”İman etmedikçe
cennete giremezsiniz ve biri birinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız” sözüyle, imanın sevgi toprağında büyümesi gerektiğini
söylerken ümmeti , imanın kin, nefret ve
taassup olduğunu zannetti!
Yine nebiden geriye kalan varisleri
de dedelerinin ümmeti tarafından katledilmekten kendilerini kurtaramadı. Çünkü kitap artık katledilmiş ve yerini uyduruk hadisler almıştı, bunlar da katledilip yerine
başkaları! Konulmalıydı. Bununla da yetinilmedi, nebinin ad, san, güzel hatıraları
ve sünneti de katledildi. Oysaki nebi, tüm
insanlığa gönderilmiş bir peygamberdi. Geliş gayesi tek ümmet yaratmaktı. Bunun
için insanların kendilerini bağladıkları tüm
ırk, dil, soy, renk, coğrafya düğümlerinden
onları çözdü ve onları iman bağına düğümledi. Fakat onun ümmeti, o yüce insanın
örnekliğini üretip tüm insanlığa model olacaklarına, onun kendinden sonra insanlara
İlahi fermanına kulak asmamamızdır. Gücümüz ise, oluşturacağımız vahdetimize bağlıdır ve bunu gerçekleştirmek için
önümüzde çok ta önemli olmayan engelleri
aşmak için gayret göstermememizdir. Şayet vahdeti oluşturur isek, diğer bir ifadeyle
İ“hak sözün gücünün yanına bir de gücün
sözünü katar isek, o takdirde hem kutsallarımızı hem de izzetimizi koruma fırsatını
yakalamış bulunuruz. Kısacası tüm Müslümanlar olarak artık şunu anlamalıyız ki;
“biz vahdetle var olur,ihtilafla yok oluruz !”
30 7SÖZ
Yüce nebi söz ve davranışlarıyla
müminin seven, sevilen, dost olan ve dostluk kuran kişi olduğunu ortaya koyarken
onun ümmeti sevmeyen, sevilmeyen, dost
olmayan ve dostluk kurulmayan bir görüntü
arz etti!
Bütün bunları söylemedeki gayem
şudur; Bu gün şayet dünyanın bir yerlerinde Batılı emperyalist ve Yahudi Siyonistler
tarafından yüce İslam dinine ve onun yüce
peygamberine hakaretler yapılıyorsa, buradaki suç yalnızca o küstahlığı yapanlara ait
değildir, biz Müslümanların da bunda payı
vardır. Diğer bir ifadeyle;”suç da bizdedir
güç de bizdedir!” Suçumuz Kur’an’ın daha
ilk günden müminleri muhatap alarak buyurduğu;
” Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip
birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider.(Enfal/46)
Ne diyeyim Rabbim akıl,fikir ihsan eyleye !
MART 2014
31
Abbas Kazimi
Aile ve Çocuk Terbiyesi
İnsanların bir maddî ve cismî yönü
vardır, bir de manevî ve ruhî. Cismî yönden
insanın beslenip gelişmeye ihtiyacı olduğu
gibi, ruhî yönden de eğitilip olgunlaşmaya ihtiyacı vardır.
Anne-baba ve eğiticiler çocukların
cismî yönden gelişimlerine özen gösterdikleri gibi, onları manevî yönden eğitip yetiştirmeye de dikkat etmelidirler. Bunu dikkate almamak, insanın cismî yönden gelişmesine,
ancak ruhî ve manevî yönden zayıf kalmasına sebep olur. Bunun tam tersi de mümkündür; bir kimsenin bedenî yönden cılız ve
zayıf olup, ruhî yönden güçlü, kuvvetli ve dirençli olması da mümkündür.
32 7SÖZ
İnsanın bedenini bir bademin kabuğuna, ruhunu ise bademin içi ve özüne benzetebiliriz. Açıktır ki, bademin kabuğundan
daha çok, içi ve özü önemlidir. Kabuk ise
daha çok koruyucudur. Kur’an-ı Kerim insanın bu yönü ile ilgili olarak “öz” tabirini kullanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bazı insanlar hakkında “ulü’l-elbab” (öz ve akıl sahipleri) tabiri
kullanılmıştır. Elbette öz ve akıldan maksat,
kafamızda yer alan beyin değildir; insanın
ruhsal yapısıdır.
Bir çocuğun vitamine, güneş ışığına,
temiz havaya ve buna benzer şeylere ihtiyacı olduğu ve bunların temininde kusur edildiğinde gelişiminde aksaklıklar görüldüğü gibi,
manevî ve ruhsal doyuma da ihtiyacı vardır.
Bu noktada ruh için gerekli olan en önemli
ihtiyaç, “muhabbet ve sevgi”dir.
Bazı anne ve babalar, çocuklarının
her türlü ihtiyacını karşılarlar; yiyecek, giyecek, iyi bir yaşam ortamı sağlamak gibi hususlara özen gösterirler; ama çocuklarına
gerekli ilgi ve muhabbeti göstermeye önem
vermezler. Bu durum, çocuğun ruhsal yönden gelişmemesine ve zayıf kalmasına sebep olur.
Sağlıklı bir görünüşe sahip olduğu
hâlde sürekli sıkıntılı ve üzgün olan bir çocuğa rastlamışsınızdır mutlaka. Hakkında az
bir araştırma yapıp yaşantısına baktığınızda,
sevgi ve muhabbet yönünden daha az ilgi
gördüğünü, sevgi ve ilgiden yoksun olmanın
onda olumsuz bir tesir bıraktığını göreceksiniz.
İlgi ve muhabbetten yoksun bir çocuk,
susuz kalan bir insana benzer.
Susuz kalan bir insan su bulduğunda,
hatta o su düşmanın elinde olsa bile, susuzluğunu gidermek için ona doğru gider ve düşmanın elinden su içer. Eğer anne ve baba-
lar evlâtlarına sevgi ve ilgi göstermezlerse,
düşmanı olsa bile, çocuklar bu sevgiye olan
ihtiyaçlarını gidermek için kendilerine sevgi
gösteren herhangi bir şahısa bağlanırlar.
Bundan dolayı zararlı insanlar, baştan
çıkartmak istedikleri çocukları, ilgi ve muhabbet yoluyla kendilerine çekerler. Toplumun bu kara noktaları, muhabbetten yoksun
olanların, neye susamış olduklarını çok iyi
bilirler. Bir çocuğun da bu ilgiden etkilenmesi
doğaldır.
Çocuklar nerede sevgi görseler, oraya doğru yönelirler; aynı susuz kalmış bir insanın su olan yere yönelmesi gibi.
Bazı anneler, çocuklarına yaptıklarını
fazla görüp, evlâtlarının bunca zahmetten
sonra kendilerine saygı ve sevgi göstermediklerini, üstelik başka şahıslara karşı daha
yakın davrandıklarını görünce gayet üzülür
ve şaşırırlar. Bunun sebebi, annelerin ve babaların çocukları için maddî yönden rahat bir
yaşam ortamı sağlamak için yeterince zahmet çekmelerine rağmen ondan daha önemli
olan ilgi ve sevgi unsurundan gaflet etmeleridir. Çocuğun sevgiye olan ihtiyacı doyurul-
MART 2014
33
madığından dolayı size olan ilgisi azalmış
ve sizden uzaklaşmıştır. Bunun yerine ona
sevgi ve muhabbet gösteren başka şahıslara yönelmiştir.
Başka bir ifadeyle; çocuklar doğal olarak kendilerine sevgi, ilgi ve dostluk gösteren şahıslara karşı bağlılık hissederler. İşte
bu doğal duygu, doğru yolla tatmin edilmediği zaman çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
Şeytanlar, çocukların bu doğal ihtiyacından
yararlanarak onları fesat ve kötülüğe doğru
çekerler.
Gençlerimizin bir kısmı bazı kötü niyetli ve azgın insanların oyunlarına gelip, aile
ve sağlıklı toplumsal çevrelerinden uzaklaşarak, kötü emelli şahısların etkisi altına girmektedirler. Bunun temel nedeni ise, anne
ve babanın çocuğunun maddi ihtiyaçlarının
yanı sıra, onun manevî ve ruhsal ihtiyaçlarını dikkate almamaları ve onların muhabbete olan susamışlıklarını göz ardı etmeleridir.
Anne ve babalar, yavrularını dış dünyaya
karşı korumasız ve âciz hâlde bırakmalarının neticesinde, dünya ve ahiretlerini tehlikeye attıklarını unutmamalıdırlar.
Aslında her anne ve baba, evlâdının
temiz, güzel ahlâklı, imanlı ve şahsiyetli olmasını ister. Ancak bu isteğe ulaşmak için
bazı hususlara riayet etmeleri gerekir. Bu
hususlardan biri, çocuklara sorumluluk vermek ve onların şahsiyet ve kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olmaktır. Evlâdımıza bir görev ve mesuliyet vermemiz, onun kendisinin
değerli ve önemli birisi olduğunu hissetmesine ve sonuçta kendisini kontrol etmesine
ve şahsiyetine leke getirecek her türlü yanlış
hareketlerden kaçınmasına sebep olur. Ama
çocuğun kişilik ve şahsiyeti gelişmezse, bu
onun giderek yüzsüz bir yapıya sahip olmasına ve çevresindeki insanların ona karşı
tavırlarını umursamamasına yol açar. Böyle
birini övseniz de, ayıplasanız da artık onun
için fark etmez. Hatta onu cezalandırsanız ve
dövseniz bile buna önem vermez. Böyle bir
kimseyi, iyi bir iş gördüğünde ödüllendirdiği-
34 7SÖZ
nizde ve yanlış bir harekette bulunduğunda
cezalandırdığınızda tepki ve reaksiyon göstermez. İşte bu tepkisizlik çocuk için çok tehlikelidir. Çünkü artık her şeye karşı aldırmaz
olan bir çocuğun ıslâh olması, düzelmesi çok
zor olur.
Bazı anne ve babalar, evlâtlarını
yaptıkları yanlış ve çirkin bir iş yüzünden
azarladıklarında, çocuklarının onlara karşı
sinirlenerek kendilerini savunmaya kalkışmalarından yakınırlar. Aslında çocukların
bu tutumu, sevinilecek bir şeydir ve velilerin
bu olaydan rahatsızlık duymamaları gerekir.
Bu, evlâdınızın birtakım şeyleri anladığının
ve şahsiyetine leke gelmesini istemediğinin
göstergesidir. İyi ve kötüyü kendisine göre
teşhis etmek olumlu bir sıfattır.
Ama bir çocuk duyarlılığını yitirirse,
bu onun için kötü bir durumun ifadesidir. Nasıl ki eliniz ilk defa sıcak bir tencereye değdiğinde yanar; ancak bu yanma olayı sık sık
tekrarlanırsa yavaş yavaş elinizde ölü bir
deri tabakası oluşur ve artık eliniz sıcak bir
şeye değdiğinde ısıyı duymamanıza sebep
olur. Çünkü o ince derinin yerine artık kalın
ve hissiz bir deri almış ve duyarlılığı kaybolmuştur.
Çocuklar da böyledir. Bir çocuk duyarlılığını kaybedecek şekilde yanlış terbiye
edildiğinde, onu düzeltmek, eğitmek ve ona
bir şeyleri anlatmak zorlaşır. Öyle anne ve
babalar vardır ki çocuklarına bir işi yaptırmak
istediklerinde, birkaç kötü söz kullanmadıkları müddetçe çocukları o işi yerine getirmezler.
Çocuğa doğru olanı yaptırmak için
bu tür bir metoda başvurmak oldukça yanlış
ve sakıncalıdır. Ne yazık ki bu yöntem, bazı
baba ve anneler tarafından benimsenen bir
eğitim metodu haline gelmiştir. Oysa bunun
yerine, çocuğa sorumluluk vererek onun
şahsiyetini geliştirmeye çalışmak en doğru
olan yoldur.
İlgi ve
muhabbetten yoksun
bir çocuk, susuz kalan
bir insana benzer.
MART 2014
35
VEDA
Hüzün kokan
yanımızı da çok
severiz..
Fatma SEVİMLİ
36 7SÖZ
Ölüm fermanımı imzaladım dün gece
Huzur ki ne kadar can vericiydi
Dedim; Cellat vur boynumu!
Aşk, ne kadar da gerçekti.
Hayır dedi cellat; çektireceğim.
Arkamda bırakıyorum sizi!
Hayat dedi içses, hayat ne garip
Prangalar ve paslı kilitlerinizle baş başa
Mutlu olduğunu zannettiğin an
Boşluğa bırakıyorum dikenli ellerinizi
Meğer toprağını kazmışsın
Ve makber seni bekler:
Uzun beyaz elbisem sahici bir kefen
“- Gel artık ey Fatıma”
Radyoda “Dün gibi “ çalıyor
Başımda beyaz papatya tacım
Âh!
İç organlarımı gömüyorum
Ey dâr-ı bekâ,
Gülümseyerek, can çekişirken
Ey ölüm çiçeği
“Hazırım vuslata”
Güya bahar gelmişti ruhuma,
Çölde kum tanesinden daha zerreceyim
Ömrüme sanki canfeza yağmuru düşmüştü
Zerrenin içine oturmuş bir yumru belki de
De ki neye yarar
Ey hiçbir şeye cesareti olmayan zavallılar!
Cellat neyi sağaltır
Siz, hiç bu kadar güzel ceset gördünüz mü?
Kalbimdeki ormanı
Yakıp
Huzuru kokladı bu zerre
Yıkmaktan başka
MART 2014
37
Rachel
Corrie
“Gerçekten de bu dünyada böyle bir
zulmün kıyamet koparmadan geçiştirilebilmesine inanamıyorum. Canımı yakıyor,
geçmişte de yaktığı gibi, dünyanın böyle
korkunç bir hale gelmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek. Buradaki halkın büyük çoğunluğu, kaçabilecek ekonomik durumları
olsa bile, topraklarında direnmekten vazgeçip buraları terk etmeye kalksalar bile gidemezler. Çünkü vize başvurusu yapmak için
İsrail’e bile giremezler ve zaten hiçbir ülke
de onları kabul etmez. Dolayısıyla bütün hayatta kalma yolları kesilmiş insanlar içinden
çıkamayacakları bir hapishanede tutuluyorsa, bence buna Jenosit denir.”
Bu sözler hayal etmediğimiz özgürlüğü sahip olan Rachel Corri’ye aittir. Rachel Corrie’nin İsrail buldozeri altında kalan
bedeni İsrail’in işlediği bir katliama şahit olmuştu.
Filistin yaşayana kadar ben yaşarım,
sonsuzluğun yolun sona kadar varım …
Size geliyorum, sizinle dayanıyorum
ve sizinle yaşayacağım … aklımızdan ötesinde, daha doğru düşüncemizin sonrasında ve hayal ettiğimiz dünyanın ötesinde,
günler daha hızlı ve daha çabuk ve güzel
geçer …
Bazılarımız için hayat 20 … 100 yıl-
38 7SÖZ
dır… bazılarımız için hayat sonsuzdur …
onlar yoklar ama bıraktığı izleri sonsuza kadar devam etmekte …
Washington’un Olimpya kasabasında bir üniversite öğrencisiyken, işgal
ve soykırıma “dur” demek için Filistin’e
giden Amerikalı barış eylemcisi Rachel
Corrie, bir Filistinlinin evini yıkmasını engellemeye çalıştığı sırada, İsrail buldozerinin altında ezilerek yaşamını yitirmişti.
Görgü tanıklarına göre 23 yaşındaki
Corrie, Gazze kentinde Filistinli bir doktorun evini yıkmaya çalışan İsrail ordusuna ait
buldozeri engellemeye çalışırken düşünce,
buldozer önce genç kadının üstünden geçti, sonra geri giderek onu tamamen ezdi.
İsrail ordusu bu olayın bir kaza olduğunu söyledi her zaman olduğu gibi. İsrail
Ordu Sözcüsü Jacop Dallal, barış eylemcilerinin sorumsuz tavırlarıyla insanların
hayatlarını tehlikeye attıklarını söylemişti.
Uluslararası Dayanışma Hareketi adlı bir uluslararası barış eylemcisi grubun üyesi olan Corrie, daha önce ülkesine
gönderdiği bir elektronik posta mesajında, 14 Şubat’ta yine Filistinlilerin evini yıkmaya çalışan bir İsrail buldozerine karşı
yaptıkları eylem sırasında buldozerin kendilerini nasıl zorla geriye ittiğini ve uluslararası barış eylemcilerinin içine sığındıkları evin duvarını nasıl yıktığını anlatmıştı.
Corrie, 1979 yılında ABD’nin Washington eyaletine bağlı Olympia kentinde doğdu
ve büyüdü. Evergreen Devlet Koleji’nde eğitiminin son dönemine gelen Corrie, mezun olduktan sonra yazar ve aktris olmak istiyordu.
“Benim ailemden hiç kimse, memleketimde, bir ana caddenin sonundaki bir
kuleden bir roketatar tarafından, arabamızla giderken vurulmadı. Bir evim var. Gidip
okyanusu görme hakkım var” diyerek, Filistinlilerin yaşadıkları zulme dikkat çekmişti.
Corrie’nin gündeminde Filistin vardı.
Kendi derdini, sıkıntılarını bir kenara bırakıp, Filistinlilerin dertlerini annesine aktaran Corrie “Şu anda İsrail ordusu Gazze’ye
giden yolu kazdı, ve ana kontrol noktalarının ikisi de kapandı. Bu, üniversiteye gidip
yeni dönem kaydını yaptırmak isteyen Filistinlilerin, bunu yapamayacağı anlamına
geliyor. İnsanlar işine gidemiyor ve diğer
tarafta kalanlar evine dönemiyor” demişti. Corrie’de herkes gibi eğlenip, rahat
bir yaşam sürmek istemişti. Fakat diğer tarafta, Filistin’de olan soykırımın da sona ermesi gerekiyordu. Corrie, bunun için eğlen-
ceyi bir kenara bırakmıştı. Annesine yazdığı
bir mektubunda neden Filistin’de olduğunu
şöyle anlatmıştı: Bu artık bitmeli. Bana göre
hepimizin her şeyi bırakıp, yaşamımızı bunun sona ermesi için çabalamaya adamamız, iyi bir fikirdir. Bana göre bu, artık aşırı
bir düşünce değildir. Ben hala, Pat Benatar
dinleyerek dans etmeyi ve erkek arkadaşlar
bulmayı ve iş arkadaşlarımın karikatürlerini
çizmeyi çok istiyorum. Fakat bunun sona
ermesini de istiyorum. Hissettiğim şey güvensizlik ve korku. Hayal kırıklığı. Bunun
dünyamızın esas gerçeği olması ve bizim,
aslında, buna ortak olmamızdan dolayı hüsrana uğradım. Benim dünyaya gelirken istediğim bu olamazdı. Buradaki insanların dünyaya gelirken istedikleri bu olamazdı. Sen ve
Babam bebek yapmaya karar verdiğinizde,
beni getirmek istediğiniz dünya bu olamazdı.
Capital Gölü’ne bakıp “İşte koca dünya, ben
geliyorum.” derken, sözünü ettiğim bu değildi. Rahat bir yaşam süreceğim ve belki, hiç
gayret etmeden, soykırıma ortak oluşumun
farkına varmadan yaşayacağım bir dünyaya geldiğimi söylemek istememiştim. Dışarıda bir yerlerde şiddetli patlamalar oluyor.
Filistin’den döndüğümde, muhtemelen kabuslar görecek ve burada olmayışım
yüzünden kendimi suçlu hissedeceğim, fakat bu bana daha fazla çalışma gücü verebilir. Buraya gelmek, bugüne kadar yaptığım
en iyi işlerden biriydi. Dolayısıyla eğer saç-
MART 2014
39
malıyorsam, veya İsrail ordusu beyazlara
zarar vermemeye olan ırkçı meylinden vazgeçerse, doğrudan doğruya bunun sebebini, benim de dolaylı olarak desteklediğim, ve
kendi devletimin ana sorumlusu olduğu bir
soykırımın ortasında bulunuşuma bağlayın.”
Arapların hatta bazı Müslümanların Filistin davasına duyarsız kaldığı bir
zamanda Corrie, ailesi, dostlarını, normal
yaşantısını bir kenara bırakarak Filistin’e
gitmişti. Corrie, Filistinlilerin gasp edilen
haklarını geri almak için Filistin’e gitmişti.
Rachel’in anne ve babası Craig and Cindy Corrie, kızlarının 6. vefat
yıldönümü bugün Gazze’de kutladılar.
Kızının sürekli kendisiyle görüştüğünü belirten Cindy Rafah’ta yaptığı
açıklamada, kızının ölmeden önce son
günlerini yaşadığını fark ettiğini kaydetti.
Cindy, kızının “evlerin içinde çocuklar
olsun yada olmasın, Filistinlilerin evleri İsrailliler tarafından yıkılıyor” dediğini söyledi,
Amerika yönetimini kızına fazla önem vermemekle suçladı.
Rachel Corrie’nin Filisitin’den Ailesine Mektupları
40 7SÖZ
7 Şubat 2003
Merhaba arkadaşlarım, ailem ve diğerleri,
Filistin’e geleli yalnızca iki hafta
oldu. Buna rağmen gördüklerimi anlatmakta kelime bulamıyorum.
Benim için en zoru; ABD’ye mektup
yazmak için oturduğum zaman, burada
olup bitenler hakkında düşünmek… Buradaki çocuklar, evlerinin duvarlarındaki tank
mermisi delikleri ve bir işgal kuvvetinin onları sürekli izleyen kuleleri olmadan bir gün
yaşamış mıdır? Bilmiyorum.…
Her neyse, burada küresel hiyerarşinin işleyişinin, benim yalnızca iki yıl öncesine kadar olduğumdan çok daha iyi farkında
olan sekiz yaşında çocuklar var /en azından İsrail konusunda.
Gene de, hiçbir okuma, konferanslara katılma, belgesel izleme ve kulaktan
dolma bilginin beni buradaki durumun gerçekliğine hazırlayamayacağı düşüncesindeyim. Görmeden bunu hayal edemiyorsun
ve gördükten sonra bile, bu deneyiminin hiç
de o gerçekliği bütünüyle yansıtmadığının
farkındasın…
Benim ailemden hiç kimse, memleketimde, bir ana caddenin sonundaki bir
kuleden bir roketatar tarafından, arabamızla giderken vurulmadı... Bir evim var. Gidip
okyanusu görme hakkım var.
Eğer evinizin duvarlarının aniden
içeriye yıkılmasıyla uyanma korkusu içinde
bir gece geçirseniz,
Eğer hiç kimsesini kaybetmemiş insanlarla karşılaşamasanız,
Eğer ölüm saçan kuleler, tanklar, silahlı “yerleşimler” ve bu şimdiki
dev metal duvar ile çevrelenmiş bir
dünyanın gerçekliğini yaşasanız,
nen, dördüncü büyük ordusunun, sizi vatanınızdan silmek için yaptığı baskıya karşı
direniş içinde, sağ kalma mücadelesiyle
geçen tüm çocukluk yıllarınız için dünyayı
affedebilir miydiniz? Merak ediyorum.
8 Şubat 2003
İsrail’deki Yahudi halkın işgale direnişi ve
İsrail ordusunda görev reddedenlerin üzerlerine aldıkları olağanüstü büyük tehlike,
özellikle ABD’de yaşayan bizler için, bizim
adımıza zulümler işlendiğinin farkına vardığımızda nasıl davranmamız gerektiği konusunda bir örnek arz etmektedir.
Teşekkür ediyorum.
20 Şubat
2003
Dünyanın süper gücü tarafından
destekle-
MART 2014
41
Anneciğim,
Bana bakmakta olan birçok iyi Filistinli olduğunu bilin. Biraz grip mikrobu kaptım, onlar da bana iyileşmem için çok hoş,
limonlu içecekler verdiler. Ayrıca, halen
yattığımız kuyunun anahtarlarını saklayan
kadın bana durmadan seni soruyor. Zerre
kadar İngilizce bilmiyor, fakat çok sık senin
hakkında soru soruyor, seni aradığımdan
emin olmak istiyor.
27 Şubat 2003
Anneciğim,
Seni seviyorum. İnan, çok özlüyorum. Kâbuslar görüyorum, rüyalarımda siz
ve ben içeride, dışarıda tanklar ve buldozerler evimizi çevirmiş görüyorum.
Eğer içimizden birinin tüm yaşamı ve
huzuru tamamıyla altüst edilseydi, Eğer askerler, tanklar ve buldozerlerin her an geleceklerini ve uzun zamandır yetiştirdiğimiz
bütün seralarımızı yıkacaklarını bilseydik,
42 7SÖZ
Eğer çocuklarımızla beraber, her an
daralan bir yerde yaşasaydık ve bunu bazılarımızın dövülmesine, 149 kişiyle beraber
saatlerce bir yere kapatılmasına katlanarak
gene yaşamak zorunda olsaydık, geri kalan
neyimiz varsa korumak için sence biraz
kaba kuvvete dayanan yöntemlere başvurmayı deneyebilir miydik? Bu özellikle,
yıkılmış meyve bahçeleri, seralar ve meyve
ağaçları gördüğümde aklıma geliyor, nice
zahmetle, yıllarca bakımı ve işlemesi yapılmış. (…) Bence Craig amcam bunu yapardı. Bence büyük olasılıkla büyükannem de
yapardı. Bence ben de yapardım.
Bana pasif direnişi sormuştun.
Dün o patlayıcı, havaya uçuruldu¤unda ailenin evinin tüm camları kırıldı.
O sırada bana çay ikram ediyorlardı, ben
ise iki küçük bebekle oynuyordum. Şuan o
kadar zor bir durumdayım ki, acı çeken insanların sürekli, tatlılıkla, üzerime titremeleri beni tam anlamıyla hasta ediyor. ABD’de
böyle bir şeyin size çok abartılı geleceğini
biliyorum.
Filistin’den döndüğümde muhtemelen kâbuslar görüp burada olmadığım için
sürekli suçluluk hissedeceğim. Ama bu
duygu bana dahasını yapma gücü verebilir. Buraya gelmek, hayatımda yaptığım
en iyi şeylerden biriydi. Dolayısıyla ola ki
saçmalıyorsam ya da İsrail ordusu beyazlara zarar vermemek gibi ırkçı temayüllerini
kaybederse, nolur hiç çekinmeden bunun
nedenini dolaysız olarak desteklediğim ve
devletimin büyük oranda sorumlu olduğu
bir jenosidin ortasında olmamla açıklayın...
benim için böyle. Silah sesleri ve bomba
patlamaları ortasında, insanlar bana bir
dolu çay ve yiyecek vermeye çabalıyor.
Sizi seviyorum.
28 Şubat 2003
Rachel’in son e-postası
Anneciğim,
Merhaba Baba,
Bu sabahtan sonra kendimi çok
daha iyi hissediyorum. Oturup uzun uzun,
ne kadar büyük kötülüklere muktedir olduğumuzu ilk elden keşfedişimin verdiği düş
kırıklığı üstüne yazdım. Oysa en ağır koşullarda bile insan kalabilme gücü ve yeteneğini keşfetmiş olduğumu da yazmalıydım ki
bunu daha önce bilmezdim. Galiba aslolan,
onur.
Buradaki insanlar burayı terk edemezler, dolayısıyla bu her şeyi karmaşıklaştırıyor. Onlar, bizim buraya tekrar
gelişimizde kendilerinin hayatta olup olmayacaklarını bilmeyişleri gerçeğinin de çok
iyi farkındalar.
Ömrümün bir Filistin devleti yahut
demokratik bir İsrail-Filistin devleti kuruluşunu görmeme yeteceğine inanıyorum.
Filistin’e özgürlük bana göre, tüm dünyada
mücadele veren halklar için çok büyük bir
umut kaynağı olacaktır. Bana göre bu aynı
zamanda, ABD’nin desteklediği, antidemokratik rejimler altında mücadele veren
Arap halklarına da büyük ilham kaynağı
olabilir.
Buradaki insanların, bizim onlar adına hayatımızı tehlikeye atışımızdan daha
çok, öncelikle rahatımız ve sağlığımızla
ilgilendiğini hissediyorum. En azından bu
Burası hakkında büyük suçluluk duygusuyla yaşamayı gerçekten istemiyorum
/ bu kadar kolay gelebilmek, gidebilmek ve
geri gitmemek. Bana göre bir yerlere bağlılık duymak kıymetli bir şeydir, bunun için
bir yıl içinde buraya geri dönmeyi planlayabilmeyi istiyorum.
Burada hayatı kolaylaştırabilmek için
yaptığım işlerde düşler âlemine dalıp bir
Hollywood filminde veya Michael J Fox’un
oynadığı bir komedi dramasında olduğumu
hayal ediyorum. Sen de bir şeyler düşünüp
tasarlayabilirsin, ben de katılmaktan memnun olurum. Kocaman sevgiler babacığım.
…
İlya Yüksel
MART 2014
43
Adına bahar dalından bir gül vermiştim,
Yoksul çoğrafyamın,kızgın köyünden,
Bir sabah esintisinin kızıllığında
Yüklemiştim heybeme tüm kokularını,
Ve sen diye sinmiştim tüm işkenceleri içime,
Toprak damlı evlerin hayallerinde.
Kırık bir bir mızrabın ucuna iliştirdim yokluğunu
Ve bıraktım karayelin kızgın şiddetine
Yokluğunun her bir karesinde yaşadım varlığını,
Futursuz ayrılıkların,çelimsiz gidişlerin nihayetinde,
Karasal çoğrafyamın yüreğime işlediği sadakat nakışlarıyla
Gelirsin diye hala gittiğin yerdeyim.
Kim bilir, Şimdi sen,
Hangi yalancı sözcüklerin cümle alemindesin
Hangi sonbaharın yeşilinde,kışın arifesindesin,
Ve hangi dilencinin avuçlarına bıraktığın yüreğimin
bayramındasın
Mahmut ÖZDEMİR
44 7SÖZ
MART 2014
45
Foto: Farshid Pirouznia
Dünyayı Yöneten
Kukla Yöneticiler
Bismillahirrahmanirrahim
Bugün dünya üzerinde yedi milyarı
aşkın insanoğlu yaklaşık 210’dan fazla ülkede yaşamaktadır. Akla gelen ilk soru şu;
bu insanların yüzde kaçı ve bu ülkelerin kaç
tanesi bağımsızdır. Allah’ın insanlara verdiği rızıktan yüzde kaçı tam anlamıyla eksiksiz
yararlanmaktadır. Bu ülkeler kendilerine ait
olan doğa zenginliklerinden ne kadar bağımsız ve kendi iradeleriyle faydalanmaktadır.
Bugün insanlara şu soru sorulduğunda senin
yaşadığın ülke ve ülkeyi idare eden idareciler
bağımsız mıdır.?
Sen ülkende kendini özgür ve bağımsız hissedebiliyor musun, seni idare eden
ülke idarecilerinden memnun musun, ben
yaşadığım ülkemin idarecilerinden yüzde yüz
razı ve memnunum diyebilen kaç kişi çıkabilir, Nasyonalist insanların dışında, evet beni
yöneten idarecilerimden razı ve mutluyum
diyecek çok az insan bulunur. Çünkü adalet
ve özgürlüğün yerine baskı, haksız, zorba
ve adaletsizliğin hakim kılındığı bir dünyada
mutluluktan bahsetmek abesten iştikaldır.
Çünkü tarih boyu insanların özgür ve bağımsızlığı sömürgeci güçler tarafından ellerinden
alınarak yozlaştırmak istenmiştir. Bugünde
bu artarak devam etmektedir.
Şu bilim ve teknoloji çağında artık herkes neyin ne olduğunu aşağı yukarı çok iyi
biliyor, akıllı ve basiretli insanlar şu kadarını çok iyi biliyordur ki ne bu devletler ve sistemleri ve nede insanların kendisi bağımsız
ve özgür değildir. İnsanlar sözde modern ve
46 7SÖZ
çağdaş görünümlü bağımsız ve özgürlük adı
altında köleleştirilmiş bir monoton ve robot
hayat sürmektedir. Çünkü uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesi kapitalist bir yapıyla halkların bütün maddi ve manevi değerlerini çalmak için her türlü ahlaksız girişimi
meşru kıldılar.
Bunun için teşkilatlanmayı kendilerine
zorunlu bilerek 1817 yılında Siyonist çete lobi
gurupları Avusturya’nın başkenti Viyana’da
uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesini kurdular. Bu sömürü çetesi düzenledikleri
seri toplantılarla iki binli yıllarda kukla ülkeleri ve bu ülkeleri idare eden satılmış birtakım insanları başa getirerek onların elleriyle
o ülke halklarını yozlaştırmayı kararlaştırdılar. Kukla idarecilerin elleriyle kendi halkını
dizayn ettiler. Bu Siyonist sermaye sömürü
çetesi yirmi dört maddelik sömürü taslağı hazırlayarak dünya da uygulamaya koyuldular.
O günden bugüne kadar bütün ülkeler bu
Siyonist sermaye çetesinin koyduğu sistem
üzerinden idare edilmektedir. Aynı zamanda
liberal ekonomi safsatasıyla kan içer gibi ülke
zenginliklerini yağmalayıp sömürüyorlar. Ve
bugün dünya’nın yer altı ve üstü zenginliklerinin tümü bu uluslararası sömürü çetesinin
kontrolü altındadır.
Dünya gelirinin % 75’i bu sömürü çetesi ve yandaşlarının elindedir. % 25’i ise dünya halklarının arasında paylaşılmaktadır. Bu
uluslararası sermaye sömürü çetesin elinde
bulundurduğu % 75 güçle % 25 paya sahip
olan halklara hükmetmektedir.
Bunlar dünyanın her yerinde istedikleri zaman bir ülkede hükümeti başa getiriyor ve istedikleri zaman askeri ihtilal ve gayri
meşru yollarla o hükümeti yıkıyorlar, birçok
ülke ismi verebiliriz, ama gereği yok çünkü
her akıl sahibi insan bunları biliyordur. Silah
satabilmek için istedikleri zaman istedikleri
coğrafyada savaş çıkartıyorlar, istedikleri zaman ülkelerde fitne tohumları ekerek kardeş
kavgası çıkartıyorlar, bugün İslam coğrafyasındaki bütün facia ve belaların tümü bu Siyonist sömürü ve kana susamış çeteler tarafından çıkartılmaktadır.
Kukla ve satılmış köpek sürüsü idarecilerin elleriyle tekfirci vahhabi ve selefi
teröristleri yetiştirip ortaya çıkararak İslam
ümmetinin başına bela edip her gün tekbir
sesleriyle baş kesip vahşice cinayet işletip
oluk oluk kan akıttırmaktadırlar. Bunlar aşağı
yukarı tüm ülkelere hükmetmektedirler. Örneğin ABD, 350 milyona yakın nüfusa sahip
bir ülke ama devlet başkanını uluslararası bu
Siyonist sömürü çetesi seçtiriyor. ABD halkının seçim üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Onlara sadece kime oy vermeleri gerektiği hususunda bilgi verilmektedir.
Bütün ülkelerin hepsine yakınına buna
benzer seçim yaptırılmaktadır. Demokrasi
ve insan hakları safsatasıyla insanlar kandırılmaktadır. Hatta kendilerine hizmet eden
kukla idarecilerin başa gelmesi için her türlü
baskıyı meşru görerek yeri geldiğinde zulüm
yapmakta yeri geldiğinde rüşvet vermekte ve
her türlü ahlaksızlığı yapmaktadırlar. Dünyaya kuklalarına bunlar hükmediyor, kukla idareciler ise bunların istek ve emirlerini yerine
getiriyor. Çünkü dünya siyasetine ve ekonomisine yön veren bu sömürü çetesidir. Bu sömürü çetesi İran ve Kuzey Kore dışında bütün ülke merkez bankalarının % 51 ila % 75
hisselerine ortaktırlar, IMF ile dünya merkez
bankası zaten bunlarındır. Bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve insan hakları serbest piyasa hepsi bir büyük yalandan başka bir şey
MART 2014
47
değildir. Çünkü bu sermaye çetelerin çıkarlarına hizmet edildiği sürece bu vasıflardan
yararlanma imkanına sahip olunur, aksi takdirde ezilmeğe ve yok olmaya mahkumdur.
Bu sömürü çeteleri gerçek anlamda halklara direkt hükmediyor, halklardan uzak durarak isteklerini kukla idarecilere yaptırıyorlar,
halklar bunların maske altındaki yüzlerini çok
iyi gördüğünden halklara yanaşmamaktadır.
Onlar halkları kendi kukla idarecilerin üzerinden etkisiz hale getirmek istemektedir. Çünkü halklar özgürdür, bunlar ise özgürlükten
korkan sinsi yaratıklardır. Dolayısıyla özgürlüğü bastırmak için her türlü ahlaksızlığı yapmaktan çekinmezler, bunlar zorba ve baskı
yoluyla elde edemediklerini kültürel saldırı
yoluyla amaçlarına ulaşmaya çalışırlar, bunların özgür halklara direkt hükmedemediklerinden dolayı halkları dizayn edecek kukla
idarecilerin üzerinde baskı kurmak için Abd’yi
süper güç olarak ortaya çıkardılar.
sömürerek güçlendiler.
Süper gücün birinci vazifesi, kendisinin ve Avrupalı yandaşları İngiltere, Fransa
ve benzeri destekçilerinin desteklediği,1942
yılından itibaren gece ve gündüz cinayet işleyip katliamlar yaparak Filistinlileri yurtlarından sürgün eden ve 1962 yılında kurdukları
gayri meşru ve gaspçı Siyonist devletini korumaktır.
Bu dört gücün büyük şeytan ABD’nin
hizmetine verilmesinin yegane sebebi Siyonist gaspçı işgalcileri beslemek içindir. Bunlar dünyada her türlü hile oyunlarıyla bütün
insanları şeytani yalanlarıyla kandırıp insanların bütün maddi ve manevi değerlerini sömürerek tüm ahlaksızlığı salgın hastalığı gibi
insanlığın içine saldılar. Bunlar kendi emirlerinde olan ülkelerin kukla yönetimi üzerinden
oyun oynuyorlar, ani bir refleksle ekonomi
krizi çıkarıyorlar, istedikleri ülkede develesyon yaptırıyorlar. Yok, domuz gribi, yok kuş
gribi ve bir çok adı dahi duyulmamış bulaştırıcı hastalıklar gibi ve buna benzer yollarla
dünyadaki uluslararası sömürü çetelerin hizmetinde olan holding sahiplerinin mallarını
pazarlamak için bu hile söylemlerle halkların
maddi ve manevi değerlerini yağmalıyorlar.
Ne gariptir ki her ülke bu olaylardan etkilenip
IMF ve Dünya bankasının kapısında boynu
bükük bekleyerek aldıkları yüksek faizli paralarla ülkeleri borç bataklığında batıp insanlar
köleleştirilirken, Siyonist İsrail de hiç bir etkil
enme olmuyor, neden?
İnsanın aklına gelen soru şu? ABD İsrail ile komşu, ırkı ve milliyeti, inancı ve dini,
kitabı ve Peygamberi aynı değildir, bunlara
rağmen ABD neden Siyonistlerin güvenliğini kendi güvenliğinden daha önemli bilerek
onu korumayı kendine vazife bilmektedir.
Evet, sorunun nedeni de ve cevabı da gayet
açık ve nettir. ABD’ye verilen görev bu koruma görevidir. Bundan dolayı uluslararası
Siyonist sermaye sömürü çetesi bunun için
ABD’ye jandarmalık görevi vererek birinci vazifesinin de gayri meşru bu devleti korumak
olduğunun emrini verilmesidir. Bundan dolayı ABD’nin bunların emirlerini yerine getirebilmesi için kendisini bu dört ahlaksız etkenle
desteklediler.
1 – Ekonomi: Ahlaksızca her ülkeyi
48 7SÖZ
2 – Askeri: Ahlaksızca atom ve her türlü yok edici silah geliştirerek günahsız insanları öldürmek suretiyle ülkeleri işgal ettirdiler.
Örnek; Vietnam, Japonya, Irak, Afganistan
ve bunlara benzer birçok ülke, dünyanın her
hücre köşesinde tüm hakların ve mazlumların kanlarıyla ellerini yıkamış ve halada yıkamaktadır.
3 – Siyasi: Ahlaksızca tüm ülkelere uyguladıkları siyasi baskılarla idareci ve
halkların bir çoğunu kuklalaştırdılar.
4 – Sosyal ve Kültürel Ahlaksızlık:
Sosyal ve kültürel ahlaksızlık zaten kendi başına tam bir felaket, bütün insanlığın manevi
değerlerini ortadan kaldırmak için her türlü
ahlaksızlığı, fesadı, hayasızlık ve şerefsizliği
özgürlük adına evlerin mahrem odalarına kadar yerleştirdiler.
Çünkü bu uluslararası sermaye sömürü çetesinin amacı bu dört ahlaksızlık ağıyla
ABD üzerinden dünyayı kontrol altında tutarak gayrimeşru Siyonist devleti yaşatmaktır.
Dünya gündemini uzun yıllardan beri meşgul eden İran İslam Cumhuriyetinin nükleer
enerji sorunu, verilmek istenen görünüm ve
mesaj şu, İran atom bombası yapacak, ama
tüm dünya biliyordur ki İran’ın böyle bir amacı
yoktur. Sadece bilmesel gelişim, barış amaçlı ve enerji sağlamak için çalışma yapmaktadır. Buna rağmen dünyayı kandırarak İran’ın
atom silahı yapacağının yalanını yaymaktadırlar.
Gerçekten sorun nükleer enerji sorunumudur. Eğer sorun sadece nükleer enerji
olsaydı, şimdiye kadar çoktan halledilmesi
gerekmez miydi? Bir tarafta dünyanın kalbur üstü altı ülkesi 5+1, yani ABD, Rusya,
Çin, Fransa, İngiltere birleşmiş milletlerin
beş daimi üyesi ve Almanya, öte yandan bir
tek İran İslam Cumhuriyeti bulunuyor. Eğer
dünya devletleri bağımsız ve özgür olsaydı
yapılan tüm müzakere toplantılarında 5+1 ülkelerinin hepsi İran’ın atom bombası yapmadığını bilmelerine rağmen hatta Çin, Rusya
ve Almanya’nın İran’ın sözüne inanmalarına
rağmen neden ABD’nin sözü masada etkili
oluyor. Çünkü bu ülkeler bağımsız değildir.
Uluslararası Siyonist sermaye sömürü çete
ABD’ye emir vererek İran’ın isteklerini kabul
etmeyeceksiniz, ABD ise aldığı emri bunlara aktarıyor, onun içindir. ABD İran’a karşı
masada ne söylerse kabul görüyor, bakın
dünyada görsel ve yazısal medya üzerinden
sorun sadece nükleer enerji sorunu olarak
gösterilmektedir.
Gerçekten sorun nükleer mi? Yoksa
bilinmeyen başka bir çözümsüz sorun mu
vardır. Evet, sorun göründüğü gibi öyle nükleer sorunu değildir. Asıl sorun şudur. Uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesinin
kurduğu ve dünyanın bütün ülkelerine empoze ettiği sömürü yağmalama ve şeytanın
sistemi demokrasiye karşı yeni bir sistemin
ortaya çıkış sorunudur.
Yani nükleer enerji sorunu bahanedir.
Sömürü çete güçleri nükleer enerji bahane-
siyle 35 yıl önce karşılarına çıkan bu sistemi
yok etmek istiyorlar. Bu sistemin adı Velayet-i Fakih sistemidir. Bir tarafta Şeytani güçler Uluslararası Siyonist sermaye çete guruplarının maşaları başta ABD ve yandaşlarının
uygulamakta oldukları Demokrasi ve liberal
sömürü ekonomi sistemi, öte yandan Allah’ın
Velayet ( Hak, Adalet, özgürlük ve bağımsız)’ı
yer yüzünde temsil eden Velayet-i Fakih sistemidir. Asıl çatışma bu sistemler üzerinedir.
Uluslararası Siyonist sermaye sömürü çete gurupları tarafından Şeytani güçlere
verilen emir budur. Ortaya çıkan ve bizim sömürü sistemimizi tehdit eden bu sistem ortadan kaldırılmalı ve yok edilmelidir. ABD’li
bir yetkili şöyle diyor: İran’a savaş açalım ve
bütün halkını yok edelim sadece bir milyon
insan kalsa dahi bize yeterlidir. Çünkü biz onlara hüküm edebiliriz, bu bunların niyetlerinin
ne olduğunu ortaya koymuyor mu?
İran İslam Cumhuriyeti’nin Velayet-i
fakih sistemi bu zalimlere boyun eğmeden
onurla mücadele etmektedir. Allah’ın izniyle
bu mücadelenin sonunda bu bayrak Velayet’in asıl sahibi Hz. İmam Mehdi’ye (af) teslim edilecektir. Tüm tağut ve Şeytani güçler
yok edilerek adalet ve hak yeryüzüne hakim
kılınacaktır. Dolayısıyla Velayet devletinden
başka, bütün ülkeler siyasetleriyle, ekonomileriyle ve ahlaksız sosyal yaşamlarıyla uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesine
bağlılıklarından dolayı bağımsız ve özgür
değillerdir. Bütün kukla ve sahtekar idareciler
yıllardır saf ve temiz halklarına baskı yaparak ve yalan vaatleriyle aldatarak onları kendi şeytani emellerine alet etmektedirler. Ama
bütün İslam coğrafyasında İslami uyanış hareketleri başlamıştır. Hak ve adalet velayet
sahibinin eliyle dünyaya hakim kılınarak zulüm ortadan kalkacaktır inşallah.
Vesselamu aleykum ve rahmetullahi ve beraketuh
Tevekkül EROL
MART 2014
49
Ülkem Gibi
Kokuyorsun Sen
Muhammed BAKAN
bir acı çağıracak seni
adı kayıp kent,adı kül tenli olgu
ve gözleri tanyeri bizi çağıran arayışın adı,
bir süvari götürecek seni
giderken demir toynağı yaralayacak inletecek toprağı,
ve kartal gölgesinin eşliğinde olacak,
50 7SÖZ
bir rüzgara,sen rüzgarsın süvariye yön veren
katran geceye yakamoz olurken,uzaklarda bir yıldız kayacak
o dem gözlerinden yaşlar akacak gönlündeki sevgiye
her yiten aşk,ta bir damla yaş olsun gözlerinde,
gözlerindeki yaşlara tırpan değmesin gülüm,
her isyana bir çığlık olsun boğazında,
her yaraya bir şiir,her aşk,a bir dize olsun
çünkü sen insansın aşksın,olgusun,sevdasın,yanarkende mutlusun,oysa ben mutluykende yanarım...
aşk ısırgan otu gibi sarsada dilini,başucunda hiç kirlenmemiş duyguların olsun,
çığlıkların bir dize ağıt bir aşk
ve anıt bir aşkına sevgi...
gördüğün goncaların bahçesine akacak ve başka bahara açacak
....
unutma...isyan ve insanda bitişik uyurken aynı yastıkta,
şairin beyninin yatağında,
isyan ve insan kardeştir çünkü,
insan aşktır,aşk insyandır,insan herşeydir,isyan şairdir ve şiirdir yazının isyanı...
MART 2014
51
Özgür Arapoğlu
Alevi Asimilasyonu;
Cami-Cemevi Projesi
Şüphesiz hiç gündemden düşmeyen
konu Aleviliktir. Ancak hiçbir zaman Alevilik hakkında görüş belirtmelerine izin verilmeyenlerde hep Alevilerdir. Hep biz Aleviler
adına, ya Alevi olmayan yâda sözde Aleviyim
diye geçinenler karar vermekte, bizim sorunlarımızı onlar tespit etmekte ve bizim adımıza çözüm üretmekteler. Ama Alevilere sizlerin isteğiniz nedir diye sorulmamaktadır.
ALEVILER ÜZERINDE OYNANAN
OYUNLAR
Yakın tarihi inceleyecek olursak daha
kırk elli sene önce ülkemizde esen kominizim rüzgârlarının inançsızlığı fısıldayan yıkıcı
akıntısına bırakılan Alevi gençlerimizdi.
Bu senaryo tutmayınca Anadolu Aleviliği masalı uydurularak Aleviliği 12 İmamın
temiz ve berrak vahiy pınarlarından beslenen
52 7SÖZ
düşüncesinden soyutlayıp içi boş ve sadece
sloganlardan ibaret olan bir Alevilik düşüncesi sunulmaya çalışıldı.
Bu masalda tutmayınca “Ali’siz Alevilik” masalı uyduruldu ve Alevilik Hz. Ali’den
ve yüce düşüncelerinden uzaklaştırılmaya
çalışıldı. Elbette bu masalda tutmayacaktı.
Ancak yine de Aleviliği hedef almış,
onlara her türlü kötülüğü ve insafsızlığı yapmaktan geri kalmayan bazı cahil ve birçok
maksatlı güçler Aleviliğin ayrı bir din olduğunu ve İslam’la hiçbir bağının olmadığı iddiasını ortaya attılar.
Elbette tarih boyunca her türlü zulme uğramalarına rağmen 12 İmam sevgisini
kalplerinin derinliklerinde ölümüne savunan
ve barındıran Aleviler bu oyuna da gelmediler.
Daha kısa bir süre önce de sanki inadına yapılırcasına Alevi katili Osmanlı kralı
Yavuz Selimin adı İstanbul’daki üçüncü köprüye verildi.
Yine son zamanlarda birileri ısrarla
cemevini caminin altarnatifi ve cemide dinin
direği 12 İmamın göz nuru olan namazın altarnatifi gibi göstermeye çalıştı. İnsanlar bu
tartışmalarla uğraşırken şimdi de Alevi-Sünni kaynaşmasını bahane ederek bazı sözde
özel ancak asılda tüzel destekli iki kurum tarafından yeni bir asimile hareketi başlatılmıştır.
Aslında ne biz Alevilerin Sünni kardeşlerimizle, ne de Sünnilerin Alevi kardeşiyle
sorunu yoktur. Tek sorun Aleviliğin Sünnilere, Sünniliğinde Alevilere başkalarınca tanıtılmasında ve tanıtanların istedikleri şekilde
tanıtmasında ve asırlardır bu durumdan nemalanan siyasi otoriteler ve Müslümanların
birliğini istemeyen dış mihraklardır.
Cami-Cemevi projesini ortaya atanlardan Cami boyutunu üstlenenlerle, Cemevi
boyutunu üstlenenlerin arasındaki müthiş bir
benzerlik bulunmaktadır. Onlar Sünniliği temsil edemeyeceği gibi bunlarda Aleviliği temsil
edemezler. Her iki tarafında din anlayışına
baktığımız zaman batıyla uyumlu İslam anlayışını güttüklerini görmekteyiz. İki tarafta her
şeyi kalp temizliğinde özetliyorlar.
İsrail’e atılan bombalara gözyaşı döküp, Amerikan askerlerine dua eden, Müslüman topraklarda Alevisi ve Sünnisiyle ölen
insanlar için kılını kıpırdatmayan kişi ve gruplar Aleviliği ve Sünniliği temsil edemezler.
Dünyanın birçok yerinde Müslümanlar ölüyor bunlar ses çıkarmıyor. Kâfirler milli
servetlerimizi yağmalıyor, erkeklerimizi öldürüp, Müslüman kadınların namusuna el uzatıyorlar bunlar yine ses çıkarmıyor. Kuran’a
hakaret ediliyor, Peygamberimize dil uzatılıyor bu uyumlu İslamcılar yine ses çıkarmıyor.
Böyle bir anlayış Alevi anlayışı olamaz. Çünkü Alevi zalimlerle bir olamaz. Alevi
zulme boyun eğemez ve zulme rıza gösteremez. Biz bu öğretileri önderimiz ve yüce
rehberimiz Hz. Ali’den öğrendik ki şöyle buyurmuştur: “Zalimin karşısında mazluma yanında olunuz.”
Niçin bu proje denirse şunu söyleyebiliriz ki hedef Alevilerin nurlu 12 İmam yolunu
öğrenmelerini engellemek ve yine kirli emellerine alet etmeye davet etmektir.
25 beş yıla yakın bir süredir bizler Çorumda ve diğer illerde faaliyet gösteren değerli dostlarımız 12 İmamın nurlu hayat ve
yaşantısını yaymaya çalışıyoruz ve bu gün
birileri bunun rahatsızlığı içerisinde. Son
yıllarda Alevilerin silkindiklerini ve artık cahil
insanları değil 12 İmam yolunu okumuş öğrenmiş insanları kendilerine önder seçtiklerini görenler çaresizlikten ne yapacaklarını bilmiyorlar ve sahte analar babalar ve dedeler
türeterek Cami-Cemevi projesiyle Alevileri
uyutmaya çalışıyorlar.
Ancak artık Alevilerin uyanışı başladı,
güneşi balçıkla sıvamaya çalışanlar şunu bilsinler ki Allah nurunu tamamlayacaktır onlar
istemese de.
Şunu unutmayalım zafere giden yol,
Müslümanların Alevisiyle Şiasıyla Sünnisiyle
birlik beraberlik ve vahdetinde yatıyor. Ancak
Amerikancı uyumlu İslam anlayışı ile bu birlik
sağlanamaz.
Aleviler üzerine oynanan bütün bu
oyunların ortak noktası şudur ki; hiçbirisinde 12 İmamın söz davranış ve yaşantılarından bahsedilmez, aksine insanların dünyevi
ve nefsani istek ve arzularına uygun olan
bir Alevilik modeli sunulmaktadır. Oysa biz
Aleviler inanıyoruz ki herkim Ehlibeytten öne
geçmeye çalışırsa dinden çıkar, her kim onlardan geri kalırsa yolunu kaybeder, gerekli
olan onların izinden yürümektir. Ehlibeyt kurtuluş gemisidir. Ona binen kurtulur binmeyen
boğulmaya mahkûmdur. Ehlibeyt dünya ve
ahreti aydınlatan bir meşaledir. Onun nurundan yararlanan kurtulur ve yararlanmayan
karanlıklarda kalmaya mecburdur.
MART 2014
53
BÖYLE BIR DURUMDA ALEVILER
NE YAPMALI
Yukarıda belirtiğimiz hususlarda artık
biz Alevilerin kimliğimize sahip çıkarak başta Hz. Ali olmak üzere 12 İmamın evrensel
öğretilerinden beslenen evrensel Alevilik düşüncesi çerçevesinde Aleviliği tanımlamamız
ve o doğrultuda yaşantımızı şekillendirmemiz gerekmektedir. Buna göre Alevi kimliğini
şöyle özetleyebiliriz;
Alevilik 12 İmam çizgisinden yürümek
ve dünyaya Hz. Ali gibi bakmaktır.
Alevilik İslam’ın özüdür ve Alevinin
Namazı, Orucu, ibadeti ve insan sevgisi sadece 12 İmam öğretileri doğrultusunda Öz
Muhammed’i İslam anlayışıdır. Amerikancı
uyumlu İslam anlayışı ve Sünnilik değil.
54 7SÖZ
Alevilik mazlumun yanında zalimin
karşısında durmaktır.
Alevilik devrimciliktir ancak Alevinin
devrim önderi Şehitlerin efendisi hürriyet rehberi Hz. Hüseyin’dir.
Alevilik Hz. Muhammed’in helallerini
helal bilip ve Hz. Muhammed’in haramlarını
kıyamete kadar haram bilmektir.
Alevilik dünyanın neresinde olursa olsun Allah’ın yarattığı kullara karşı görev ve
vazife bilinci içerisinde olmaktır.
Alevilik Peygamberimizin bizlere bıraktığı iki ağır ve önemli emaneti dünya ve
ahrette kılavuz edinmektir.
Alevilik Ehlibeyt ve Kuran’a itaate dayalı bir sevgi anlayışıdır.
SONUÇ:
Bu gün toplum olarak Alevi’siyle Sünni’siyle bizler iki emanete uymamanın mahrumiyeti içerisindeyiz.
Aleviler 12 İmama verdikleri değer ve
önem kadar Kurana uymak zorundadırlar.
Sünnilerde samit Kuranın yanında natık Kuran 12 İmam’ın İslam anlayışı içerisinde İslam ı tanımalı ve yaşamalılar.
Çünkü Peygamberimizin açık uyarısı
üzerine Müslümanlar iki emanete sarıldıkları
sürece dünya ve ahret saadetine ulaşacaklardır.
Böylelikle artık başkalarının bizim adımıza karar vermesini engellemeliyiz.
Öyle bir günün gelmesi ümidiyle!
Selam ve Dua ile...
MART 2014
55
Ey İstanbul
“Yüreğim kalemimin ucunda, dile gel/mek için çırpın/sa da Bir türlü düşür/emiyor içindekileri kağıda.
Başını yaslıyor kalemimin omzuna,
Tut/uyor elinden kalemimin
Bismillah deyip başlıyor dertleş/meye İstanbul ile:
“Ey İstanbul!
Bir zamanlar senden kaçan ben, şimdi sana Aşığım!
Gönül kanadım, Göz nurumu kendinde barındırıyorsun sen.
Biri İstanbul dedi mi şimdi,
Yüreğim heyecandan titre/r oldu artık…
Bil/iyorum, yola çık/an sevdiğim/in bedeni değil Benden kaçan gönlüdür sana sığın/mış…
Kum tanesi kadar ufak cesaretimle, emanet et/mek iste/diğim yüreğimi kabullen/meyen gönlüdür sana kaçmış…
İki büklüm benliğimle, dile dök/meye çalış/tığım fakat yap/amadı/ğım sevgimden bihaber gönlüdür sana yar olmuş…
Canın/ı canım/dan aziz bildiğim sevdiğim sende şimdi ey İstanbul!
Evet, itiraf e(t)diyorum:
56 7SÖZ
Foto: Farshid Pirouznia
Seni şimdi daha çok seviyorum…
Ey İstanbul!
Ben, sol tarafımın sızlayan yarasın/ı En Sevdiğim/e ısmarla/dım sana doğru yola çık/ar/ken…
Şimdi sende yaşıyor benim henüz taptaze bil/diğim yaram.
Sana emanet et/tiğim yüreğime iyi bak!
O, benim gönlüme düş/en bir gözyaşı…
O damlaları canın pahasına koru ne olur ey İstanbul!
Van, o yokken Van değil…
Bil/iyorum, sen de O sende ol/duğu için bu kadar güzelsin!
Onu her türlü zorluktan çek/ip, evladına hasret bir anne gibi bağrına bas olur mu?
Yusuf’umun bedeni, benim ise yüreğimdir sende barınan,
Bize iyi davran olur mu?
Ben seni şimdi el üstünde tut/uyorum İstanbul!
Kalemimin bir türlü saklayamayıp haykır/dığı sırrım senin gönlünde şimdi…
Hani bir zamanlar bağrı yanık bir genç,
Bir otobüsün arka camına bir söz düşür/müştü ya soğuktan titreyen elleriyle:
‘Kusura bakma sevgili, Ben seni İstanbul Boğazı’nda değil;
Van’ın soğuk ayazında sev/dim.’
Hani tebessüm et/mişti/m de genç, karşıma geçip
‘Merak etme Van’a bir gün güneş doğacak’ de/mişti ya;
İşte o vakit, Züleyha misali
Van’a güneş doğdu müjdesiyle karşıla/ş/tığım/da,
’’Yusuf’um geldi Van’a!’’ diyeceğim günün hayaline tut/ul/dum.
Şimdi güneş sende, yani senin bağrında Ey İstanbul!
Güneş Van’a değil; sana doğdu!
Güneşime iyi bak olur mu?
Ben ki o gencin cama düşürdüğü o masum söz ile bekliyorum
İstanbul ile Van’ın kavuş/acağı zamanı…
Ey İstanbul!
İşte böyle...
İşte yine kalemime yenik düştü sözlerim!
Kalemimin zindanına attığım sözcüklerim,
Demir parmaklıkları kırıp dök/üldü sevdiğimin adı/yla dolu beyaz kağıtlara!
Ey İstanbul!
Sana uğurla/dığım gözlerim/e iyi bak!
Canımdan aziz bildiğim Yusuf’uma iyi bak!
Ve fısılda sesimden mahrum kulaklarına:
’’ Ey Yusuf!
Züleyha, Van’a güneşin doğmasını bekliyor!’’
Vuslat Dursun
MART 2014
57
KURU BÖRÜLCELİ FESLEĞENLİ
İKİ RENKLİ ARPA
ŞEHRİYE PİLAVI
Malzeme:
6 – 8 Kişilik
1 yemek kaşığı tereyağı
1 yemek kaşığı ayçiçeği yağı
2 su bardağı arpa şehriye
4 su bardağı sıcak su
Değirmen deniz tuzu, değirmen karabiber
DOMATES ÇORBASI
Malzeme:
1,5 yemek kaşığı tereyağı
1,5 yemek kaşığı un
1,5 su bardağı domates rendesi
1 su bardağı haşlanmış kuru börülce
5 su bardağı su
3 dal taze fesleğen
Tuz, karabiber
Hazırlanışı
Pilav tencerenizde tereyağını eritip ayçiçek yağını ekleyin.
Kuru börülceleri bir gece önceden ıslatıp ertesi gün
yumuşayıncaya kadar haşlayın. (Çok fazla haşlamayın. Hafif diri kalsın. Çünkü hem dağılır hem de çorbada da daha pişecek). Haşladığınız börülcenin kara
suyunu akıtıp kenara alın.
Arpa şehriyelerinizin 1 su bardaklık kısmını tencereye
koyup rengi değişene kadar kavurun.
Çorba tencerenize tereyağını alıp eritin ve üzerine
unu serpip kokusu gidene kadar kavurun.
Renkleri kahverengi olunca diğer arpa şehriyeleri ekleyip karıştırmaya devam edin ancak renkleri dönmesin, kavurmayın.
Domates rendesini katıp karıştırarak kavurmaya devam edin.
Hazırlanışı
Tuzunu, karabiberini serpip sıcak suyunu ilave edin.
Tencerenin kapağını kapatıp suyunu çekene kadar
pişirin.
Tencere ile kapak arasına havlu kağıt serip 5 – 10 dakika demlemeye bırakın.
Büyükçe bir kaşıkla alttan üste karıştırıp havalandırın
ve sıcak servis yapın.
Afiyet olsun…
58 7SÖZ
5 su bardağı soğuk suyu ekleyip sürekli karıştırın.
(Çorbanız çok topaklanırsa blendırdan geçirebilirsiniz).
Tuzunu, karabiberini katın.
Haşlanmış kuru börülceleri ilave edin.
Bir taşım kaynadıktan sonra doğranmış taze fesleğenleri ekleyip ocağın altını kapatın.
Dilerseniz üzerine kruton ekmek koyup servis yapın.
Afiyet olsun…
HİNDİSTAN
CEVİZİ DOLGULU
BALKABAKLI
KREMALI MUFFİN
Malzeme:
Dolgu için;
12 adet için
1 adet yumurtanın akı
3 adet yumurta (oda sıcaklığında)
1 su bardağı Hindistan cevizi
1 su bardağı toz şeker
Yarım su bardağı pudra şekeri
3 yemek kaşığı balkabağı püresi
Krema için;
Yarım su bardağı sıvı yağ
150 gram krema
Yarım su bardağı yoğurt (oda sıcaklığında)
150 gram labne peyniri
1 silme tatlı kaşığı toz tarçın
2 yemek kaşığı pudra şekeri
2,5 su bardağı un
Süslemek için;
1 paket vanilya
Çeşitli Pasta süsleri
1 paket kabartma tozu
Hazrlanışı
Öncelikle hafif derince bir kasede, iç harcı için gerekli
olan yumurta akı, Hindistan cevizi ve pudra şekerini
bir çatal ile iyice karıştırın. Tüm karışım birbirine iyice
tutunabilir ve eliniz ile şekil verilebilir bir kıvama gelmeli.
Kabak püresi için, 5 – 6 dilim balkabağını suda haşlayıp ezin ve içine 1 yemek kaşığı toz şeker ekleyerek
karıştırın.
Muffinler için yumurtalar ile toz şekeri, şeker tamamen
eriyinceye kadar çırpın.
İçine sıvıyağ, yoğurt ve kabak püresini ilave edin.
Un, kabartma tozu, tarçın ve vanilyayı ayrı bir kapta
eleyip ve kek karışımınıza ekleyin. Mikserin düşük
devri ile ya da bir spatula ile yavaşça karıştırın. (Kekinizin kabarıklığını söndürmemek için) .
Yağlanmış ve hafif unlanmış muffin kalıplarına 1 ye-
mek kaşığı kek hamurunuzdan koyup üzerine hazırladığınız Hindistan cevizli karışımdan 1 tatlı kaşığı
kadar koyun.
Üzerlerine de kalan kek hamurunuzu dökün. Tüm bu
işlemler bittiğinde muffin kalıbınızın en üst noktasından 1 parmak boşluk kalmalı. (Ki piştiğinde çok çok
taşmasın).
170 derecelik fırında 20 dakika kadar pişirin.
Muffinler fırında pişerken kreması için gerekli malzemeleri bir kabın içinde mikser ile çırpın.
Dilediğiniz bir sıkma ucunu kullanarak, kremayı sıkma
torbasına doldurun.
Pişmiş ve soğumuş muffinlerinizin üzerine sıkıp, pasta
süsleri ile süsleyin ve servis yapın.
Afiyet olsun…
MART 2014
59
GÜVEÇTE
KEREVİZLİ KUZU
SOTE
Malzeme:
6 Kişilik
2 adet limonun suyu
600 gram kuzu kuşbaşı
Beşamel sos için;
1 yemek kaşığı tereyağı
1,5 yemek kaşığı tereyağı
2 adet kereviz
1,5 yemek kaşığı un
10 adet arpacık soğan
2 su bardağına yakın soğuk süt
2 adet sivri biber
(Koyu kıvamlı bir sosyapacağız)
1 çay bardağı haşlanmış bezelye
Tuz
2 adet domates
Muskat rendesi, karabiber
10 – 15 dal dereotu
Üzeri için;
1 yemek kaşığı un
2 su bardağı rendelenmiş kaşar peyniri
Tuz, karabiber
Kırmızı toz biber
Hazırlanışı
Öncelikle kerevizleri soyup etleriniz ile aynı boyutta
olacak şekilde doğrayın ve 2 limonun suyuyla
ve bir miktarda su ile birlikte tencereye koyun ve
yumuşayıncaya kadar haşlamaya bırakın.
Kerevizler haşlanırken, ayrı bir tencereye tereyağını
koyup eritin ve içine etlerinizi ilave edin.
Saldıkları suyu çekene kadar pişirin.
Biberlerinizi ve kabukları soyulmuş domateslerinizi
doğrayın.
Suyunu çeken etlerinizin üzerine arpacık soğanlarınızı
ekleyin.
Doğradığınız biberleri, domatesleri ve haşlanmış
bezelyeyi de ilave ettikten sonra birkaç dakika daha
pişirmeye devam edin. Bu esnada yemeğinizin suyu
azaldı ise su ilave edin.
Haşlanan kerevizlerinizi delikli bir kepçe ile alıp
yemeğinize katın ve karıştırın.
60 7SÖZ
Ayrı bir sos tenceresinde de beşamel sosunuzu
yapmaya başlayın. Tereyağını eritin ve unu ilave edip
kokusu gidene kadar, karartmadan kavurun.
Üzerine yavaş yavaş soğuk sütü ekleyip hızla çırpın.
Hafif kıvamlı bir beşamel sos yapın. (Etleriniz hazır
oluncaya kadar da bekleyeceği için yoğunlaşacağını
unutmayın. Sıcak soslar, bekledikçe yoğunlaşır).
Sosunuzun tuzunu, karabiberini ve muskat rendesini
koyup karıştırın. Kenara alın.
Yemeğinizin de baharatlarını ekleyip güveç kaplarına
birkaç kaşık koyarak paylaştırın.
Üstlerini beşamel sos ile kapatın.
Rendelenmiş kaşar peyniri ve toz kırmızıbiber serpip
170 derecelik fırına verin. Sadece kaşarlar eriyip
kızarana kadar fırında tutmanız yeterli.
Sıcak servis yapın.
Afiyet olsun…
LOLAZ PİYAZI
Malzeme:
4 yemek kaşığı haşlanmış kurubörülce
8 -10 dal maydanoz
1,5 yemek kaşığı pilavlık bulgur
4-5 dal taze nane
1 adet kuru soğan
1 limonun suyu
3 yemek kaşığı zeytinyağı
2 yemek kaşığı nar ekşisi
1 adet taze soğan
Zeytinyağı
1,5 yemek kaşığı rendelenmiş beyazpeynir
Hazırlanışı
Öncelikle kuru börülcelerinizi geceden ıslatıp ertesi
gün yumuşayana kadar haşlayın. Ancak dikkatli olun
hemen dağılabilirler. Hafif yumuşayınca suyunu süzebilirsiniz.
Ufak bir tencerede yemeklik doğradığınız soğanı saydamlaşana kavurun.
çe, bulgurun pişip pişmediğini kontrol edin. Pişmediyse kaşık kaşık su eklemeye devam edin.
Tüm yeşilliklerinizi doğrayın.
Piştikten ve tüm su çekildikten sonra, üzerine doğradığınız tüm yeşillikleri ekleyin ve iyice karıştırın. (taze
nane + maydanoz + taze soğan)
Haşladığınız kuru börülceleri ilave edin.
Ayrı bir kapta limon suyu, nar ekşisi ve tuzu karıştırıp,
mezenize dökün.
Pilavlık bulguru ekleyin.
Üzerine peynir serpip ılık servis edin.
Eklediğiniz bulgurun pişmesi için üzerine azar azar su
ilave edin. Ancak suyunuzun miktarı çok fazla olmasın. Bulgurunuzu yumuşatacak kadar. Suyunu çektik-
Afiyet olsun…
MART 2014
61
7sabah.com
TIKLAYIN..
HABERİNİZ OLSUN...
ESERLERİNİZİN
DERGİNİZDE
YAYINLANMASINI DİLERSENİZ....
LÜTFEN
BİZİMLE
İLETİŞİME
GEÇİNİZ.
([email protected])
Düşünceniz
genç kalsın...
Düşünceniz genç kalsın...

Benzer belgeler