Enigma ve Alan Mathison Turing

Transkript

Enigma ve Alan Mathison Turing
BLUES HİKAYESİ
Enigma ve Alan Mathison Turing
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
3. SAYI
ARALIK 2015
MSGSÜ TARİH
20. yy’ın En Organize Sanat Hırsızlığı
NAZİLERİN AVRUPA YAĞMASI
Geçmişin
Bakiyesi
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
İÇİNDEKİLER
Efes
Yeniden Merhaba.......................................................................................................1
Sahte Peygamberler....................................................................................................2
Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul Ziyareti...............................................................7
Ulm Katedrali............................................................................................................11
Nazilerin Avrupa Yağması........................................................................................14
Sultan Şecereddür.....................................................................................................18
Yüz Yıllık Yalnızlık’a Bir Bakış.................................................................................20
Enigma ve Alan Mathison Turing.............................................................................23
İspanyolların Kayıp Cenneti “el Dorado”.............................................................26
Osmanlı’da Sanat ve Heykeller.................................................................................30
Ötekilerin Şarkısı Blues............................................................................................32
İslamiyet Öncesi Türk Yemek Kültürüne Genel Bir Bakış..................................37
Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ile Söyleşi......................................................................39
Mad Max: Fury Road................................................................................................42
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
İÇİNDEKİLER
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
EDİTÖRDEN
Yeniden Merhaba
Geçmişin Bakiyesi ekibi olarak üçüncü sayımızı sizlere
sunmaktan dolayı çok mutluyuz. Geride bıraktığımız ilk iki
sayının ardından gelen tebrikler bizleri oldukça motive etti.
Ayrıca bu olumlu görüş ve düşünceleriniz yeni sayımızın ortaya
çıkmasında etkili oldu. Bu nedenle teşekkürlerin en büyüğü
sizlere...
Bildiğiniz gibi bir takım teknik aksaklıklardan dolayı yeni
sayının çıkması gecikti. Ancak her şeye rağmen çalışmalarımıza
ara vermeden devam ettik ve kararlılığımızı sürdürdük. Ayrıca
bu süre zarfında sık sık bir araya gelerek toplantılar yaptık.
Bu toplantılarda derginin geleceği hakkında önemli kararlar
aldık. İçimizdeki yapılanmayı sistemli bir hale getirerek iş
yoğunluğunu en aza indirgemeye gayret ettik. Alınan bu yeni
kararlar sonucunda bir dergi yönergesi oluşturarak işleyişimizi
daha etkili bir hale getirdik. Yani bu süreç her ne kadar yeni
sayının çıkmasını geciktirdiyse bile dergimizin geleceği
konusunda oldukça faydalı oldu.
Son olarak, yeni sayımızda sizden gelen tavsiyeler
doğrultusunda eksik bulduğumuz noktaları düzeltmek için
gayret sarf ettiğimizi belirtmek isteriz. Yine de eksiklerimizin
olacağını düşünüyoruz. Ancak bunları yine sizlerin tavsiyeleri
ile aşacağımızdan hiç şüphemiz yok. Bu nedenle görüş
ve düşüncelerinizi lütfen bizimle paylaşın. İyi okumalar
Yayın Kurulu
Alaattin Cem ÖZDEMİR, Cem BAYINDIR, Emre MACİT, Gülsüm UÇAR, İlay CEYLAN, Mehmet ÜNAL, Mert ASLAN, Seyit Ahmet ÇANKAYA,
Tuğçe BOYRAZ, Tuğçe AKÜN, Tuğba YILMAZ, Uğur AKPINAR, Volkan ÇERİBAŞ.
Editör
Berkay Yekta ÖZER
Editör Yardımcısı
Tuğçe BOYRAZ
Yazı İşleri
Alaattin Cem ÖZDEMİR, Cem BAYINDIR, Emre MACİT, Gülsüm UÇAR, Müge TOPAL, Oğuleke SEYHUN, Tuğçe BOYRAZ, Tuğba YILMAZ.
Dergi Tasarım
Berkay Yekta ÖZER
VII. yy Arap Yarımadasında Sosyo-Ekonomik Çıkarların Şekillendirdiği Dini İsyanlar;
SAHTE PEYGAMBERLER
Dinler tarihine baktığınızda ne zaman bir din kurucusu ortaya çıksa onu menfaat, şöhret gibi
amaçlarla taklit eden pek çok insanın, peygamberlik iddiası ile ortaya çıktığını görebilirsiniz. Bu
sebepten dolayı semavi kitaplarda, hemen hemen her devirde ortaya çıkan yalancı peygamberler
hakkında, inanan kimseler için bazı uyarılarda bulunulmuştur. Kur’an; “Allah’a iftira eden
veya kendisine bir şey vahyedilmediği halde “Bana vahyolundu”, “Allah’ın indirdiği gibi ben de
indireceğim diyenden daha zalim kim olabilir?” İncil Matta; “Yalancı peygamberlerden sakının;
onlar size koyun kılığında gelirler. Fakat iç yüzden kapıcı kurtlardır. Onları meyvelerinden
tanıyacaksınız. İnsanlar dikenlerden üzüm yahut deve dikenlerinden incir toplarlar mı?”
Mehmet MİRZE
Biz bu yazımızda İslam dininin Arap yarımadasında
yayıldığı sıralarda peygamberlik iddiası ile ortaya çıkarak,
binlerce insanı kendi saflarına katan ve Medine merkezli
İslam devletiyle mücadele eden dört kişi üzerinde duracağız.
629-633 yılları arasında Hz. Muhammed’in rahatsızlığı
ve vefatı akabinde peygamberlik iddiası ile ortaya çıkan
bu kişiler yeni serpilmekte olan İslam dinini büyük tehdit
altında bırakmış, İslamiyet’in henüz yeni ulaştığı ve
tam anlamıyla benimsenmediği bölgelerde yeni bir din
meydana getirmeye çalışmışlardır. Esved El Ansi, Tüleyha,
Secah ve Müseylime, birbiri peşi sıra ortaya çıkan bu sahte
peygamberler genellikle kabilelerinin önde gelen kimseleri
olup, İslamiyet öncesi Arabistan’da itibar edilen kâhinlikle
uğraşmış, etkili konuşabilen, karizmatik kimselerdi. Her
ne kadar o dönem eğitimin neredeyse olmadığı Arap
köylerinde insanları etkili konuşmaları ve liderlikleri ile
etkileseler de peygamber olduğunu iddia eden bir kimse
için bunlar yeterli değildi, insanları Hz. Muhammed’e karşı
harekete geçirmek için gerçekten bir şeyler göstermeniz
gerekliydi.
Burada bahsettiğimiz bir takım doğaüstü olaylar,
insanüstü bir kuvvet gerektiren eylemlerdir. Nitekim
insanları davalarına inandırmak için kâhinliklerini ve
çeşitli hokkabazlık becerilerini kullandıkları söylenebilir.
Yazımızın devamında göreceğimiz gibi bu sahte
peygamberler arasında eşekleri secde ettirenler, ıssız
çöllerde su bulanlar, kılıç darbeleri isabet etmeyenler, hatta
yumurtayı şişeye sokan ilk insan olduğunu iddia edenler
dahi vardı. Bugün bizim rahatlıkla açıklayabileceğimiz
bu ve benzeri olaylar VII. yüzyıl Arap köylüsü için
şüphesiz bir mucize olabiliyordu. İnsanların yalancı
peygamberlerin peşine kolayca takılmasının başka sebepleri
de vardı. Öncelikle günümüzde dahi hafiflemiş olarak Arap
coğrafyasında etkisi süren kabile rekabeti, kabile asabiyeti
ve ittifakları, Araplarda VII. yüzyılın ilk yarısına doğru dini
inançlardan da üstün bir yer tutuyordu.
MSGSÜ TARİH
Nitekim Halid b. Velid, yalancı peygamberle yapılan
Yemame Savaşı sırasında ele geçen esirlere sorular sorduğu
zaman, onlar kendisine “Biz diyorduk sizde bir peygamber,
bizde de bir peygamber olsun” dediler. Yâni Araplar
Kureyş’ten çıkan peygambere tabi olmaktansa, kendi
kabileleri arasından çıkıp peygamberlik iddia eden birinin
göstereceği yolda yürümeği daha uygun görecek kadar ileri
gidiyorlardı. Sahte peygamberlerin benimsenmesindeki
bir diğer sebepte maddi mevzulardı. İslamiyet Arap
yarımadasında geniş halk kitleleri tarafından kabul edilince,
Medine şehri hem dini, hem siyasi bir merkez halini almaya
başlamıştı. Bunun tabii bir sonucu olarak iktisadi bakımdan
da bu şehrin önemi artmıştı; çünkü İslam’ın şartlarından
birisi olan zekât ve savaşlardan elde edilen ganimetler
Medine’de toplanıyordu.
Hz. Peygamber’in vefatı ardından müminlerin üzüntüsünü tasvir eden
minyatür. Hz. Muhammed’in ölümü ile birlikte pek çok kişi peygamberlik
iddiası ile ortaya çıkmaya başladı.
ARALIK 2015
2
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Bu durum ise öteki büyük kabilelerin, bilhassa Temim ve
Hanife kabilelerinin kıskançlığına neden oluyordu. Nitekim
Hz. Muhammed’in vefatı ardından zekât vermek istemeyen
bir takım kabileler, isyan ederek ya dinden dönmüş ya da
namaz ve oruç ibadetlerini yerine getireceklerini, ancak
zekât vermeyeceklerinin ilan etmişlerdir. Halifeliğe geçen
Hz. Ebubekir ise bu on bir kabile için on bir ordu hazırlayarak
her biriyle savaştı ve itaat altına aldı. Ridde Savaşları
denen bu mücadele sahte peygamberlerle de yakından
alakalıdır. İslam’a yeni giren kabileler, zekâtı dini vecibeden
ziyade Medine’ye ödedikleri bir vergi olarak görüyorlardı.
Kabilelerdeki bu rahatsızlığı gören ve bu iktisadi ve siyasi
durumdan faydalanmak isteyen bazı kimseler, kendi kasaba
ve bölgelerini Medine hükümetinin nüfuzundan sıyırarak
kendi şahıslarına bağlamak ve böylece zekât veya başka
adlarla toplayacakları vergileri, kendilerinin ve kabilelerinin
refah seviyesini arttırmak için kullanmak istiyorlardı. İşte
böyle bir gayeye ulaşabilmek için bazı kimseler peygamberlik
iddiasını kendilerine uygun bir yol olarak seçtiler.
adını verip, kâhin kıyafetine bürünmüş bir halde dolaşmaya
ve gittiği yerlerde “Rahman” adına konuşmaya başladı.
Özellikle Yemen’de hâkimiyet kurmak isteyen Esved, kısa
sürede bölgede etkili olan Mezhiç kabilesi ve Necranlıları
yanına çekmeye başararak bu emelinde önemli müttefikler
edinmiş oldu.
ESVED EL ANSİ ; “Rahman ül- Yemen”
Bu sahte peygamberlerden ilki ve en etkililerinden biri
olan Esved el Ansi Yemenli olup Ans kabilesine mensuptu.
Esved’le ile ilgili olarak kaynaklarda iki lakaba yer verilir,
Zul Hımar (hı ile), yahut Zul Hımar (ha ile). Birincisi
peçeli, ikincisi eşekli demek olan bu lakapların Esved’in
aşağıda göreceğimiz üzere, bazı marifetler yapan bir
eşeği olduğundan ve daima yüzünü bir peçe ile örterek
gezmesinden dolayı verilmiş olması muhtemeldir. Esved
el Ansi peygamberliğini ilan etmeden önce kâhinlik
yapmaktaydı. O dönem Arap toplumu kahinlere büyük
saygı duymakla onların görüşlerine sık sık başvururlardı.
Esved kâhinliğinin yanında güzel konuşan ve çeşitli
hokkabazlıklarla insanları şaşırtan bir adamdı. Onunla ilgi
lipek çok rivayette geçen ünlü bir eşeği vardı ki etrafında bir
topluluk oluştuğu zaman Esved, eşeğinin kulağına eğilerek
“Rabbine secde et” dediği vakit hayvan yere oturup kafasını
eğer, kalk dendiğinde de kalkardı. Pek çok hayvanın eğitimle
yapabileceği bu hareketler o zaman için Arap köylerinde
Esved’e büyük popülerlik kazandırmış ve taraftarları
tarafından bir mucize olarak kabul edilmişti. Yine Esved’le
ilgili hadiselerden biri de onun Yemen’de sergilediği ilginç
bir gösteridir. Esved bir keresinde şehrin ortasında bir
çizgi çizerek yüz kadar hayvanı bu çizgi üzerine yerleştirir.
Bundan sonra eline bir mızrak alarak en baştan sırayla
hayvanları mızrakla yaralamaya başlar. Halkı dehşet içinde
bırakan bu vahşi gösteri bitene kadar hiçbir hayvan çizgiden
dışarı hareket etmeden olduğu yerde bekler. Pek çok muteber
kaynağın verdiği bu olay bize Esved’in kâhinliği yanı sıra
kuvvetli bir hipnotizmacı olduğunu da göstermektedir.
Hicretin 10. senesinde Hz. Muhammed’in veda
haccından sonra rahatsızlanması ve bu haberin yayılması
İslamiyet’in tam anlamıyla benimsenmediği bazı bölgelerde
infiale yol açtı. Esved el Ansi de bu ortamdan faydalanarak
peygamberliğini ilan etti. Kendisine “Rahman ül- Yemen”
MSGSÜ TARİH
Esved El Ansi, Rahman ül-Yemen adıyla Güney Arabistan köylerini
gezerek insanları kendi dinine davet ediyordu.
Esved, Medine hükümetinin Yemenli Müslüman
halktan topladığı zekât malları ile Musevi, Hristiyan ve
Mecusilerden aldığı cizyeye muhalefet etmekle kalmayıp,
Hz. Muhammed’in hasta olmasından faydalanarak
Kureyşlilerin Yemen’deki hâkimiyetini yıkmak istiyordu.
Bu anlamda isyan bayrağını çeken Esved askeri bir güce de
kavuşmuş haldeydi. Esved’in isyanı kısa zamanda bir yangın
gibi Güney Arabistan’a yayıldı. Buna karşı, Hz. Muhammed,
hasta olmasına rağmen, emirlerini ve tavsiyelerini bildiren
mektuplar yollayarak Hicaz’dan çok uzakta bulunan bu
bölgelerdeki isyan hareketlerini bastırmağa koyuldu. Buna
rağmen Esved kısa süre içinde Hadramavt bölgesi sınırından
Tâif vilâyetine ve Bahreyn bölgesinden Aden’e kadar olan
bütün toprakları eline geçirmiş bulunuyordu. Aser, Şerce,
Galâfika, Aden ve el Cend gibi Arap Yarımadasının önemli
kıyılarını ele geçiren Esved toprakların genişlemesiyle çeşitli
valiler atayacak hale gelmişti.
Bu dönemde Esved adeta Medine’deki İslam devletine
alternatif oluşturmakla beraber, zamanla fetihçi kimliği
peygamberliğinin önüne geçmiş ve sıradan bir hükümdara
dönüşmüştü, o ancak toplumu ikna gerektiren meselelerde
vahiy olduğunu iddia ettiği bir takım sözlere başvuruyor ve
insanları kendisi adına savaşmaya ve ölmeye ikna etmeye
çalışıyordu. Esved Yemen merkez olmak üzere az zamanda
bir bakıma devlet kurmuş ancak kendisine pek çok muhalif
ve düşman da kazanmıştı. Bir yandan Hz. Peygamber,
Yemeni İslamlaştırmak için çaba sarf ediyor diğer yandan da
içeride Esved’in hor gördüğü komutanlar Firuz, Dazeveyh
ve Kays, bu sahte peygamberi devirmek için çeşitli planlar
yapıyorlardı.
ARALIK 2015
3
Sahte Peygamberler
Esved’i ortadan kaldırmak için yapılan komplolara karısı
Azad bile dahil olmuştu. Nihayetinde Firuz, Dazeveyh, Kays,
Azad ve diğer işbirlikçiler bir plan yaparak Esved’i sarayda
öldürmeye karar verdiler. Esved’in karısı Azad’ın yardımıyla
gece saraya girip onu öldürdüler, Esved ölürken attığı
çığlıklar üzerine odanın kapısına gelen muhafızlar karısı
Azad’ın Esved el Ansi’ye kuvvetli bir vahiy geliyor rahatsız
etmeyin demesi ile odaya girmemişler ve Esved yattığı yerde
can vermiştir. Esved’in ölümü ardından Yemen’e Müslüman
memurlar geri dönmüş ve Yemen Medine egemenliğine
girmiştir. Esved her ne kadar peygamber olduğunu iddia
etse de, yeni bir din kurmak adına çaba sarf etmemiş
kendisinden sonra da bir öğreti kalmamıştır. Esved İslam
devletinin Güney Arabistan’daki varlığını tehdit altında
bırakmakla beraber, siyasi anlamda da etkin bir şahsiyet
olmuş kâhinliğinin ve bazı hokkabazlıklarının getirisiyle
normalden daha fazla kitleyi etkilemeyi başarmıştır.
TULEYHA BİN HUVEYLİD; Sahte Peygamberlikten
İslam Ordusu Kumandanlığına
Esved el Ansi’den sonra Hz. Muhammed henüz
hayattayken ortaya çıkan bir diğer sahte peygamber ise
Tuleyha’dır. Asıl adı Talha olmakla beraber peygamberlik
iddiasında bulunduğu için aşağılama amacıyla Tuleyha
(Talhacık) denilmiştir. Necid de bulunan Esed kabilesinin
ileri gelenlerinden biri olan Tuleyha’nın hayatını Bahriye
Üçok özetle şöyle vermiştir; “Hicretin 5. yılında putperest
Kureyşlilerle birlikte Medine’yi kuşatmış bir düşman, 9.
yılında kabilesinden bir heyetle birlikte Medine’ye gelip
İslamiyet’i kabul etmiş bir mümin, Hicretin 10. yılında
mürtetlerin başına geçmiş, peygamberlik iddiasında bir
komutan, Buzaha Savaşından bir müddet sonra ise Kadisiye
ve Nihâvend Savaşlarında İslam ordusunun zafer plânlarını
hazırlayan kıymetli bir Müslüman askeri olarak görmek
mümkündür.”
Medine mekezli İslam Devletine karşı yapılan bu isyanın şekillenmesinde
Arapların yaşam tarzları ve kabile asabiyeti büyük rol oynamaktaydı.
Tuleyha’nın doktrini hakkında elimizde pek az bilgi var.
O, bir peygamberden çok bir kâhin gibi ortaya çıkmakta
ve vahiy diye söylediği sözlerden birkaçı o zamanki
hadiselerle ilgili arzularını ifade etmektedir. Her kâhin
gibi, kısa ve seçili konuşan Tuleyha’da hiç bir dini sistem
görülmemektedir. O, günümüzde bile eşine pek çok
rastlanabilen para psikolojik kuvvetlere sâhip insanlardan
biridir. Tuleyha, Cebrail yahut Zun-Nun adlı bir melekten
aldığını iddia ettiği çeşitli vahiylerle ün kazanmıştı, bir
keresinde “Birkaç fersah öteye giderseniz su bulursunuz”
demesi ve gerçekten orada az miktarda su bulunması,
birtakım Arapları Tuleyha’nın peygamber olduğu inancına
sevk etmiştir. Tuleyha, etrafındakilere namazdaki rükû ve
secdeyi terk edip Allah’ı ayakta ve oturarak zikretmelerini
emrediyordu. Tuleyha’nın ününü arttıran bir diğer olay
ise mürtetleri cezalandırmak için gönderilen ilk İslam
topluluğu ile yaptığı savaşta Müslümanların lideri Dırar’ın
kendisine salladığı kılıcın her nasılsa Tuleyha’ya işlememe
hadisesiydi. Bu olay halk arasında yayıldı ve hayranlarını
arttırdı. Tuleyha’nın peygamberlikten ziyade kabile şefi
tipini tam bir şekilde canlandırdığı, ayrıca kâhinlik, şairlik
ve savaşçılık vasıflarına da sahip olduğu için müttefikler
bulduğu, ancak istediği siyasi otoriteyi bir türlü kuramadığı
anlaşılmaktadır.
Tuleyha ve kabilesi Hendek Savaşına kadar Müslümanlarla
savaşmışlar, bu savaştan 3 yıl sonra 630’da Medine’ye gelerek
İslamiyeti kabul etmişlerdi. Ancak Hz. Peygamber’in
veda haccından sonra sağlığının bozulduğu dönemde
peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan diğer kimseler gibi
Tuleyha’nın da siyasî nüfuzunu arttırma hevesi, kabile
taassubu ve rekabeti, peygamberin Kureyş kabilesinden
çıkmasını hazmedememesi, ayrıca zekât vermekten
kurtulma isteğiyle peygamberlik iddiası ile ortaya atıldığı
görülmektedir. Hz. Muhammed’in sağlığında peygamberlik
iddia eden son kişidir.
Arap Yarımadasında göçebe bir yaşam süren bedeviler zaman zaman gruplar halinde
sahte peygamberlerin saflarına katılıyorlardı.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
4
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Kabilesi Benî Esed’le birlikte Tay ve Gatafân
kabilelerinden birçok kişi ona tâbi oldu. Ancak
kısa süre sonra Hz. Ebû Bekir, Hâlid b. Velîd’i
Tuleyha üzerine 6000 kişilik bir kuvvetle
gönderdi. Halid bin Velid ve Tuleyha
kuvvetleri arasında gerçekleşen savaş
Tuleyha’nın peygamberliğinin sonu oldu.
Savaşın çetinleştiği ve Müslümanların
öne geçtiği sırada Tuleyha çadırına
çekildi ve vücudunu bir örtüyle
kapatarak kendisiyle konuştuğunu
iddia
ettiği,
Cebrail
veya
Zun-Nun
meleğinden
vahiy
beklemeye başladı. Tuleyha’nın
komutanlarından Üyeyne sürekli
çadırına girerek meleğin ne zaman
yardıma geleceğini sorarak onu
sıkıştırıyordu. Bir müddet melek
bekledikten sonra İbnü’l-Esir’in aktardığına göre; Üyeyne
üçüncü defa Cebrail’in bir şey söyleyip söylemediğini
sorunca, Tuleyha yine “Hayır” cevabını verdi. O zaman
Üyeyne ona “Cibril seni kendisine en muhtaç olduğun
bir zamanda bıraktı” dedi. O zaman Tuleyha “Şerefiniz
için döğüşünüz, yoksa ortada din falan yok!” diye cevap
verdi. Nihayetinde yanındaki bir grup insanla savaş alanını
terk eden Tuleyha, Suriye bölgesine giderek oradaki bazı
kabilelere sığındı. Peygamberlik mücadelesini Suriye’deki
kabilelerin İslamiyet’i seçmesi ile bırakarak, Hz. Ebubekir’in
ölümü ve Hz. Ömer’in başa geçmesi üzerine, biat etmek için
Medine’ye geldi. Medine’de Hz. Ömer’le aralarında şöyle bir
konuşma geçtiği rivayet edilir.
Hz. Ömer Tuleyha’nın biatını kabul ettikten sonra ona
“Ey aldatıcı! Hilekâr! Kâhinliğinden ne kaldı bakalım?” diye
sordu. Tuleyha bu soru karşısında mahcup olarak: “Onlar bir
çift ciğerden çıkan bir iki nefesten başka bir şey değildi” diye
cevap verdi. Bu tarihten sonra Müslümanlar Tuleyha’nın
savaş konusundaki tecrübelerinden istifade etmek istediler.
Özellikle Müslüman safında yer aldığı Kadisiye ve Nihâvend
savaşlarında büyük yararlılıklar gösterdi.
Ribab’lara ve Medine üzerine sefer açmak istemiş, Ribab’lar
onu yenilgiye uğratınca Yemâme üzerine yürümüştür.
Arabistan gibi bir bölgede, bir kadının bu derece kuvvet
ve nüfuz elde etmesi, hatta peygamber olduğunu iddia
ederek bir takım insanları, samimi bir inançla olmasa bile
arkasından sürüklemesi hayretle karşılanacak bir olay gibi
görünmekte ise de, tarih bize bunun daha önceki devirlerde
mevcut örneklerini vermektedir: Kuzey Arabistan’da
Zebibilerin ve Şemsilerin melikelerinin bulunduğunu
Horsabad paralarından öğrendiğimiz gibi, Tedmür’deki
Arap melikesi Zenobiya’da konumuz için güzel bir örnek
teşkil etmektedir. Hatta bu sonuncusunun Roma İmparatoru
Aurelianus ile savaşacak derecede cesaret sahibi olduğu da
anlatılmaktadır.
Beni Tamim kabilesine mensup bir kâhine olan Secah,
peygamberlik davasıyla beraber kabilesi için fetihçi bir takım
emeller gütmüş, ancak yollarının kendisi gibi peygamberlik
iddiasında olan Müseylime ile kesişmesi sonrasındaki
süreçte peygamberlik davasını terk etmiştir.
Hz. Muhammed’in vefatı ardından peygamberliğini
ilan eden Secah, Kuzey Arabistan’da kabilesi Tamimlerin
yayılması için bir diğer yalancı peygamber Müseylime’nin
hâkimiyetinde olan Yemâme üzerine hareket etmek
istemekteydi. Yemâme’deki yalancı peygamber ise bir
yandan Müslümanlarla mücadele ettiğinden Secah’ı
müttefik edinmek istemiş ve onunla görüşmek için teklif
götürmüştü. Müseylime’nin teklifini kabul eden Secah onun
çadırına gitti. Burada yapılan görüşme ilgili çeşitli rivayetler
vardır. Bu görüşmede Müseylime halifeliğin kendisine
ve Secah’a paylaştırıldığını söylemiş ve Yemâme şehrinin
hasadının yarısı Secah’a verilmek şartıyla barış yapıldığı
yahut Belazuri, Taberi, Ebu’l-Fida gibi bazı tarihçilerin
rivayetlerine göre ise Müseylime çadırda Secah’a ayet
olduğunu iddia ettiği bir takım müstehcen sözler söylemiş
ve ona evlenme teklif etmişti.
SECAH; Arabistan Hâkimiyeti Yolunda Bir Kadın
İslam tarihinde görülen ilk yalancı peygamberlerden
üçüncüsü olan Secah, ne Esved gibi önemli toprakları
eline geçirmeye muvaffak olmuş bir komutan, ne de
yazımızın devamında göreceğimiz Müseylime gibi Kureyş
hâkimiyetini tanımamak davası uğrunda hayatını feda
etmeye hazır olan bir idealisttir. Fakat yine de tarihe mâl
olmuş, ilgi çeken bir şahsiyettir; çünkü Secah Arabistan gibi
bir bölgede, hâkimiyet yolunda ortaya atılmış bir kadındır.
Aslen Mezopotamyalı olan Secah, sadece peygamberlik
iddiasında bulunmakla kalmamış, mensup olduğu büyük
kabilenin önemli erkeklerini, davasına iştirak ettirerek önce
MSGSÜ TARİH
Sahte peygamberlerin bölgede kolaylıkla benimsenmesinde, kabileler
arasındaki ekonomik rekabetin etkisi vardı.
ARALIK 2015
5
Sahte Peygamberler
Bunun üzerine Secah’ta aynı ayetlerin kendisine de ilham
olduğunu söyleyerek Müseylime ile evlenmeyi ve onun
peygamberliğini kabul etti. Üç gün çadırda beraber kaldıktan
sonra Secah adamlarının yanına dönünce durumu anlattı. Ele
geçirmeye geldikleri yerde peygamberleri davasını bırakıp
evlenince pek çok kimse onu terk etti. Bazı adamları ise
Müseylime‘nin yanına giderek ondan evlilik bedeli istediler.
Müseylime’de enteresan bir şekilde hediye olarak sabah
ve yatsı namazlarını kaldırdığını söyledi. Müseylime ile
görüşmesinden sonra kabilesindeki desteği kaybeden Secah’ın
Tüleyha gibi Müslüman olduğu ve Irak tarafına gittiği pek çok
kaynakta geçmektedir. Secah’ın kendisine tabi olanlara oruç,
namaz, zekât veya sadakayı emretmiş olduğu ancak domuz eti
yemeği mubah kıldığı iddia olunmaktadır. Onun, Hristiyanlığı
pekiyi bildiği ve büyük kısmı Müslümanlıktan dönmüş olan
Temim’lere dayandığı göz önünde tutulursa, peygamberlik
iddialarını, bu iki büyük dinden aldığı ilhamlarla beslemiş
olduğu tahmin olunabilir. Onun vahiy adı altına sözleri
taraftarlarını savaşa katılmaya sevk etmek ve menfaatler elde
etmek için verilmiş komutanca emirlerden ibarettir.
MÜSEYLİMET ÜL-KEZZAB
İslam kaynaklarında kısa boylu, sarı benizli, basık ve kalkık
burunlu olduğu rivayet edilen Müseylime’nin büyücülük
ile meşgul bulunduğu ve yumurtayı şişeye ilk sokan adam
olduğu iddia edilmektedir. Yemâme şehrindeki Hanif
kabilesine mensup bu adam Esved, Tüleyha ve Secah gibi
peygamberliğini ilan etmeden önce kâhin, etkili bir konuşmacı
ve karizmatik bir kabile lideriydi. Diğer sahte peygamberlere
nispeten ortaya bir inanç sistemi ve ibadet usulleri koymakla
uğraşan Müseylime’nin ortaya çıkarmaya çalıştığı din Yemâme
şehrinin bile sınırlarının aşamamış İslamiyetin kötü bir kopyası
olduğu için de, onun ölümünden sonra eserinden, hiçbir iz
kalmamıştır.
Beni Hanif kabilesinin
liderliğini Hz. Muhammed’i
örnek tutarak, dini bir otoriteyle
de takviyeye kalkışan Müseylime
ayet adı altında bir takım seçili
sözleri dillendirmeye başladı.
Bunların kendisine vahiy edilen
Kur’an olduğunu ilan etti. Bir
takım dini kaide ve düsturlar
koydu. Kur’an dilini taklit
eden Müseylime, Müslüman
namaz sistemine benzer bir sistem
de kurmuş, hatta Kâbe gibi bir de
harem bölge (yasak bölge) ilan etmişti.
Taraftarlarına günde üç vakit namazı
emretmiş, Yemâme’de ezan okutarak
kendisini Tanrının elçisi ilan
etmiştir. Ayet diye sarf ettiği sözlerde
genellikle Kur’an metinlerine benzer
sözler söylemeye çalışır, çiftçilikle
uğraşan kavmine ise onların
anlayacağı kavramlarla hitap
ederdi; “Renkleri siyah olduğu
hâlde sütleri beyaz olan koyunlar
üzerine ant içerim ki...” gibi
MSGSÜ TARİH
cümlelerle konuşmaya başlardı. Müseylime bir diğer ayetinde
köylülere hitaben “Tohum ekerek, ekin yetiştirenler, ekinleri
biçenler, buğdayları savuranlar, sonra öğütenler, onlardan
ekmek yapanlar bu ekmeleri ufak ufak doğrayarak suyunda
ıslatanlar ve bunların üzerine sadeyağ dökerek yiyenler şerefine
ant içerek temin ederim ki, siz hayvan besleyerek çadırda
yaşayanlardan daha meziyetlisiniz. Binalarda yaşayanlar da
size üstün gelemediler.” şeklinde sözler sarf ederek bu sözlerin
ilahi olduğu konusunda Yemâme halkını ikna etmeye çalışırdı.
Müseylime tam anlamıyla İslam peygamberini reddetmemiş,
Allah’ın peygamberlikte kendisini Hz. Muhammed ile ortak
ettiğini iddia etmiştir. Medine’den Yemame halkına İslamiyeti
öğretmesi için gönderilen Ufuva adlı kişinin, Müseylime’nin
peygamberliğini kabul etmesi ise Hanif kabilesinin
Müseylime’nin peşinden gitmesini kolaylaştırmıştır.
Hz. Muhammed’in Veda haccından sonra rahatsızlanmasının
ardından peygamberlik iddiasına başlayan Müseylime, Hz.
Peygamberin vefatı ardından iyice güçlenmiş rivayetlere göre
kırk bin kişilik bir ordu kontrol edecek hale gelmişti. Hz.
Ebubekir hilafet makamına geçtikten sonra ilk iş olarak Ridde
Savaşlarıyla dinden dönenlerle mücadeleye koyulmuş, Halid
b. Velid önce yalancı peygamber Tüleyha komutasındaki Esed
kabilesini mağlup ettikten bir süre sonra Müseylime üzerine bir
orduyla harekete geçmişti. Medine ile mücadeleye hazırlanan
Müseylime yazımızın Secah bölümünde bahsettiğimiz gibi,
kendisi üzerine yürümek isteyen bir diğer sahte peygamber
Secah’ı ikna edip, kendi peygamberliğini kabul ettirmiş ve bu işi
barışla hallederek Kureyş ile savaşa tutuşmuştur. Akraba denen
mevkide geçen ve bundan dolayı Akraba ya da Yemame Savaşı
denilen bu mücadele İslam tarihinin en zorlu savaşlarından
biri olmuştur. Müseylime komutasında Yemamelilerin Kureyş
egemenliğine karşı çıkmak ve kendi peygamberlerini korumak
için canla başla savaşması sonucu, İslam ordusu defalarca
geri çekilmek zorunda kalmış, savaş ancak Müseylime’nin
öldürülmesi ile Yemamelilerin moralinin bozulması sonucu
kazanılmıştır.
Müseylime’nin o dönem Müslümanlar tarafından ne denli
bir tehdit olarak görüldüğünü gösteren hususlardan biri
Müseylime‘yi öldürme şerefinin Müslümanlar arasında bir türlü
paylaşılamamasıdır. Onu öldürdüğünü iddia eden pek çok kişi
olmuştur. Taberi; Müseylime’nin Uhud’da Hz. Hamza’yı şehit
eden Vahşi tarafından öldürüldüğünü belirtirken, Belazuri ise
ravinin kendi kabilesinden Haddaş adlı bir şahsın öldürdüğünü
iddia etmekte, hatta Emeviler dahi Müseylime’nin Muaviye
tarafından öldürüldüğünü söylemektedirler.
Yemâme savaşında meselenin en nihayetinde Kabile
rekabetinden kaynaklandığı fark edilmektedir. Yemameliler
Müslümanlarla savaşmaktan ziyade Kureyşlilerle savaşıyorlardı.
Savaş boyunca Müseylime’nin “Ey Hanife oğulları; şerefiniz
için, asaletinizi korumak için çarpışınız” dediği ifade edilir.
Nitekim Yemâme sınırları dışına çıkmayan ve kabilesi Ebu
Hanife’ye mahsus bir peygambere dönüşen Müseylime,
evrensel bir nitelik kazanamamış, kabilesi için mücadele
vermekten öteye gidememiş ancak bu davası uğrunda ölmeyi
göze alabilmiştir. Son olarak biz, bu yazımızla ile ilgili özellikle
Bahriye Üçok’un “Yalancı Peygamberler ve Dinden Dönenler”
adlı eserinden faydalandığımızı belirtelim, mevzu hakkında
daha detaylı bilgi edinmek isteyenler bu eseri inceleyebilirler.
ARALIK 2015
6
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul Ziyareti
Fransız ressam, tasarımcı ve
dekoratör Antoine Helbert
BYZANTİUM
Berkay Yekta ÖZER
I. Haçlı seferi sonrası Anadolu’daki siyasi dengeler
tamamen değişmişti. Haçlı ordularının bölgede yarattığı
kargaşadan yararlanan Bizans, Komnenos hanedanlığı ile
çıkışa geçmiş ve zamanında Türklere kaptırdığı toprakları
yeniden ele geçirmek adına yoğun bir faaliyet içerisine
girmişti. Danışmendliler ise bu durumu fırsata çevirerek
Anadolu’da etkin bir güç haline gelmiş ve bu anlamda
Selçukluları gölgede bırakmışlardı. Böylesine zor bir
dönemde başa geçen sultan I. Mesud ise uzun hâkimiyet
süresi boyunca gerek Bizans gerekse de Danışmendlilere
karşı verdiği başarılı mücadelelerle Anadolu’da kaybolan
Selçuklu nüfuzunu yeniden tahsis etmiş ve devletin bu denli
tehlikeli bir süreçten büyük hasarlar görmeden kurtulmasını
sağlamıştı.
I. Mesut’un ölmeden önce kendi elleriyle tahta çıkardığı
oğlu II. Kılıç Arslan ise özellikle hâkimiyetinin ilk yıllarında
birçok sorunla karşılaşmıştı. Bu durum Türkiye Selçukluları
için zor bir dönemin daha başladığını gösteriyordu. Ancak
gerek I. Mesud gerekse de II. Kılıç Arslan döneminde oluşan
bu vahim tablo aslında Türkiye tarihinin seyri açısından
kritik bir viraja girildiğinin habercisiydi. Özellikle II. Kılıç
Arslan’ın hâkimiyet yılları bu anlamda çok daha önemli bir
yapı taşını oluşturmaktaydı.
II. Kılıç Arslan’ın tahta geçtikten sonra kardeşleri Devlet
ve Şahinşah ile taht mücadelesine girişmesi bölgedeki diğer
MSGSÜ TARİH
güçlerin durumdan istifade etmesine yol açmıştır. İlk
olarak Danışmendli Sivas meliki Yağıbasan ile mücadele
etmek zorunda kalan II. Kılıç Arslan, sorunu tam anlamıyla
halledemeden Ermeni Prensi II. Thoros’un Maraş’a
beklenmedik bir saldırı düzenlemesi ile güneye yönelmiştir.
Ardından Atabeg Nureddin Mahmud ile karşı karşıya gelen
Sultan, Haçlılarla ittifak arayışı içerisine girmiş ve onları
bu yolla harekete geçirmek suretiyle Nureddin’i barışa
zorlamıştı. Sultan’ın bütün bu olumsuzlukların üstesinden
gelmesi ve Anadolu’daki siyasi nüfuzunu sağlamlaştırması,
bölgedeki diğer güç odaklarını rahatsız etmiş ve Selçuklulara
karşı birlikte cephe almalarına neden olmuştur.
Selçukluları oldukça zor bir duruma düşürecek olan bu
fikrin sahibi ise Bizans İmparatoru Manuel Komnenos
idi. Anadolu topraklarına belirli aralıklarla düzenlediği
seferler sonucunda kalıcı bir başarı elde edemeyeceğini
anlayan İmparator, Kılıç Arslan’ın diğer rakipleri ile temasa
geçerek, onu bir çember içerisine almayı planlamıştı. Bu
anlamda ilk adımı Selçukluların güney politikası gereği sık
sık karşı karşıya geldiği Zengilerle ittifak kurarak sağlamış,
ardından da Haçlılarla irtibata geçmiştir. Bir süre sonra ise
Türkiye Selçukluları gibi Anadolu’daki Türk birliğini kendi
hâkimiyeti altında sağlamayı amaçlayan Danışmendlilerle
ittifak kuran İmparator, Selçuklu tahtının diğer varisi
Şahinşâh ile de anlaşarak II. Kılıç Arslan’ı tamamen etkisiz
kılacak bir ittifaklar zinciri meydana getirmiştir.
ARALIK 2015
7
Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti
Bu durumdan kurtulmak adına Bizans İmparatoru ile
temasa geçen Sultan istediği sonucu elde edemeyince bir
zamanlar kendi tabiiyetinde olan Danışmendli meliki
Yağıbasan ile anlaşma yoluna gitmiş ancak red cevabı
almıştır. Bölgede giderek güçlenen ve Selçuklular aleyhine
yayılmacı bir politika takip eden Danışmendli meliki
Yağıbasan’ın son olarak Sultan’ın, Erzurum meliki Saltuk’un
kızını almak için gönderdiği gelin alayını basması ve gelini
kaçırarak yeğeni Zünnûn ile evlendirmesi bardağı taşıran
son damla olmuş ve taraflar karşı karşıya gelmişlerdir.
Bizans’ın desteğini alan Yağıbasan’ın bu savaşı kazanması ise
II. Kılıç Arslan’ı oldukça çaresiz bir duruma düşürmüştür.
Sultan II. Kılıç Arslan 1162 yılında bin kişilik maiyeti
ile birlikte Bizans İmparatorluğunun merkezi Byzantion’a
gitti. İoannes Kinnamos bu durumu; “Böyle gösterişli ve
olağanüstü bir şeyi, bildiğim kadarıyla, daha önce Romalılar
asla görmemiş, yaşamamışlardı.” sözleri ile açıklıyordu.
Bu, Sultan’ın Bizans tarafından da oldukça heyecanla
karşılandığını gösteriyordu. Ardından bu olayı İmparator
Manuel’in büyük üstünlüğüne bağlayan Kinnamos,
karşılama merasimini oldukça detaylı bir şekilde tasvir
ederek yazısına devam ediyor;
“Muhteşem bir yüksek kürsü inşa edildi, üzerine bir taht
oturtuldu. Yerden çok yüksekti; görülmeye değer bir sahne.
Tamamı altından yapılmıştı, her tarafına yakut ve safir
taşlar konulmuştu, incileri ise saymak mümkün değildi.
Her mücevherin etrafını yeterli sayıda inci sarıyordu, yakın
aralıklarla tutturulmuşlardı; fevkalade yuvarlak incilerdi ve
kardan daha beyaz parlıyorlardı. Taht böylesine parlaklıkta
idi. En yüksek yeri, başının üstündeki kısım ihtişam
bakımından başka tarafları da aşıyordu; nasıl ki baş, vücudun
diğer organlarını aşarsa. İmparator bu tahtın üzerine oturdu;
iyi tenasübe sahip bedeni tahtın tamamını kaplıyordu. Mor,
harika bir elbise, onu sarıyordu. Tepeden tırnağa yakutlarla
ateş gibi yanıyordu. İncilerle süslüydü; fakat gelişigüzel değil,
şahane bir sanatkârın becerisiyle işlenmişti ve elbisede sahici
havası veren bir çayır manzarası tasvir edilmişti. Boynundan
göğsünün üstüne doğru altın zincirlerle renk ve büyüklük
bakımından olağanüstü bir gül gibi kırmızı fakat özellikle
elma biçiminde bir mücevher sarkıyordu.”
İmparatorun düzenlediği ihtişamlı kabul törenini gören
II. Kılıç Arslan’ın oldukça şaşkın olduğunu da sözlerine
ekleyen Kinnamos, Sultan’ın, Manuel’in ısrarları üzerine
yüksek tahtın yanında bir tabureye oturduğunu, yapılan
görüşmelerin ardından ise sarayda konaklayacağı yere
çekildiğini yazmaktadır. Kinnamos’un bu ifadelerle Sultanı
küçümseme eğiliminde olduğu görülmektedir. Ancak
şu unutulmamalıdır ki taraf kim olursa olsun, Bizans
tarih yazımı genel itibariyle karşı tarafı küçük görme,
yabancılaştırma ve ötekileştirme çabası içerisindedir.
Bizans İmparatoru Manuel Komnenos ve eşi Antakyalı Maria
Kendisine karşı oluşturulan bu ittifakları ancak Bizans’ın
desteğini alarak ortadan kaldıracağının bilincinde olan
Sultan, hiç vakit kaybetmeden maiyeti ile birlikte İstanbul’a
doğru yol almıştır. Bu olay bugün olduğu gibi vuku bulduğu
dönemde de oldukça ilgi çekici bir hadise olmasından
dolayı birçok tarihi kaynakta kendine yer edinmiştir.
Niketas Khoniates, İoannes Kinnamos, Süryani Mihail,
Ebu’l-Farac ve Papaz Grigor bu seyahat hakkında değerli
bilgiler vermişlerdir. Bunlar arasında özellikle Niketas
Khoniates ve İoannes Kinnamos diğerlerine kıyasla daha
detaylı tasvirler yapmaktadırlar. Biz de bu iki önemli kaynak
eseri kullanarak sizlere Sultan’ın İstanbul ziyareti hakkında
bilgiler vereceğiz.
MSGSÜ TARİH
Ardından İmparator, II. Kılıç Arslan ile birlikte
saraydan Ayasofya Kilisesine kadar sürecek bir zafer
yürüyüşü tertiplemek istemiş fakat İstanbul patriği Lukas
Khrysoberges böylesine kutsal eşya ve yapılarla dolu bir
mekânda bir dinsiz adamla geçmenin yanlış olduğunu
söyleyerek bu karara şiddetle karşı çıkmıştır. Ardından gece
geç vakitte gerçekleşen bir sarsıntının bu nedenle olduğu da
öne sürülmüş ve zafer alayı istenildiği gibi yapılamamıştı.
Niketas Khoniates bu olanlar hakkında şunları yazmaktadır;
“İmparator, İstanbul’a Sultan ile birlikte girmek üzere bir
zafer alayı tertipledi. Bu tören büyük bir itina ile planlanmıştı:
Harikulade değerli kumaşlar ve pek çok sanatkârane takı bu
şehre giriş törenine özel bir parlaklık bahşedeceklerdi.
ARALIK 2015
8
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
İmparator, halkın velveleli sevinç çığlıkları içinde
muzafferane bir şekilde şehir içinden geçecek ve Sultan da
bu parlak ve İmparatorun şanına yakışır törenin bir parçası
olarak onun yanında yürüyecekti. Ancak Tanrı bu günün
parlaklığını ve ihtişamını yok ediverdi: Yer sarsılmış, birçok
muhteşem bina yıkılmış ve alışılmamış şiddette bir fırtına
kopmuştu. Bu ve bunların sebep olduğu dehşet insanları sadece
kendi varlıklarını düşünmeye itti ve artık hiç kimse zafer
geçidi ile ilgilenmedi. Yüksek ruhaniler ve kilise hadimleri,
hatta bizzat İmparator olup biteni meşum bir işaret olarak
kabul ettiler. Bunlar takdis edilmiş tasvirli duvar halılarının,
aziz ikonaların süslediği ve İsa tasvirinin kutsallaştırdığı böyle
bir törene bir inançsızın katılmış olmasına Tanrı’nın kızmış
olduğunu söylemekteydiler. Böylece tören geçidi dağıldı ve
İmparator da buna, gereken formalitelerin yerine getirilip
getirilmediğine bile aldırmayarak, artık hiç önem vermedi.”
Kılıç Arslan İstanbul’u gezmeye ve şerefine verilen büyük
ziyafetlere katılmaya devam ediyordu. Bütün bunlar olurken
İmparatorla olan ilişkisi tam bir dostluk havası içindeydi.
Ayrıca Sultan İstanbul’da kaldığı süre zarfında at yarışları
ve Grek ateşi gibi eğlenceli gösterilere de katılmaktaydı.
Sultan’ın özellikle at yarışlarına oldukça ilgi duyduğu
ve yine bu yarışlardan birinde oldukça ilginç bir olayın
yaşandığını görmekteyiz. Yarışların başlayacağı sırada bir
Türk Hipodromda yüksek bir yere çıkarak uçacağını iddia
eder. Tarihte yapılacak bu ilk uçuş denemesi hakkında gelin
Niketas Khoniates’e kulak verelim;
“Türk’ün biri-önceleri onun bir canbaz olduğu sanılmıştı
ama daha sonra insanların en zavallısı, bir kendi kendini
öldüren olduğu anlaşıldı-yarış yerinin seyir sıraları üstünde
yükselen kalın sütuna tırmandı. Bu kule-sütunun altında
kavisli bir sıra halinde yarış arabalarının çıkış yerleri,
üstündeyse, birbiri karşısında altın suyuna batırılmış
bronzdan dört at heykeli bulunur. Hafif eğik boyunlarıyla
bunlar sanki yarış pistine doğru hırsla kişner gibidirler.
Böylece bu Türk kule üstünde çıkış yerinde bir yarış atı gibi
durdu ve stadyum üzerinde uçacağını ilan etti. Çok çok uzun
ve geniş, içine takılan çemberlerle şişirilmiş beyaz bir giysiye
bürünmüştü. Bu giysi ona güya amaçladığı iş için, yelkenlerin
bir gemi için gördüğü hizmeti yerine getirecekti. Rüzgârın,
giysisinin kıvrımlarına ve şişkin kısımlarına yakalanarak
onu havada taşıyacağını düşünüyordu. Bütün gözler ona
dikilmişti; halk onunla alay ederek “Haydi yelkeni aç, haydi
uç” veya “Ulan Arap bizi daha ne kadar bekletecek ve kule
üstündeki rüzgârı daha ne zamana kadar ölçeceksin!” diye
bağırmaktaydı. İmparator derhal bir adamını koşturmuş,
Türk’ü maksadından vazgeçirmek istemişti. Seyirciler
arasında bulunan Sultan, deneyimin ne sonuç vereceğinden
endişe ederek dişlerini sıkmaktaydı; her tarafından ter
fışkırmıştı. Hem kendi milletine mensup olan adam için endişe
ediyor, hem de gururlu bir beklenti içinde bulunuyordu. Türk’e
gelince o büyük bir dikkatle rüzgârı kontrol ederek bazen bir,
bazen de diğer taraftan onu yakalamaya uğraşıyor ve ellerini
öne uzatarak, bunlar sanki birer kanatmış gibi, çırpınma
hareketleri yapıyor, fakat sonra yine vazgeçerek ellerini geri
çekip rüzgârı bekliyordu. Seyirciler artık aldatıldıklarını
sanmaya başlamışlardı ki rüzgâr Türk’e yeterli derecede
güçlenmiş göründü ve o da kollarını açarak ve bir kuş gibi
çırpınarak o an için uçtuğunu sandı. Ancak bu semalar
hâkimi, İkaros’dan daha da acınacak bir haldeydi. Hafif bir
kuş gibi değil, ağır bir taş gibi düşerek kırılmış kemikleriyle
ölü olarak yere serildi.”
Niketas Khoniates’in
Hipodromda olduğunu
söylediği bronz atlar IV. Haçlı
Seferi sonrasında İstanbul’dan
alınarak Venedik’e götürüldüler.
Günümüzde tarihi San Marco
Meydanında yer almaktadırlar.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
9
Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti
Bu başarısız gösterinin ardından şehir halkı Sultan
ve maiyetindekilere olayı sık sık hatırlatır davranışlarda
bulunarak dalga geçemeye başlamışlardı. Sultanın buna
gücendiğini gören İmparator ise bu duruma son vereceği
konusunda onu temin etmişti.
İmparator Manuel, Sultana heybetini ve zenginliğini
göstermek amacıyla sık sık hediyeler de sunuyordu.
Niketas, Historia’sında şunları yazıyor; “(Manuel), sarayının
muhteşem salonlarından birisine, Sultana hediye etmeyi
tasarladığı bütün şeyleri sıra sıra yerleştirtti. Bunlar birçok
altın ve gümüş sikke, muhteşem giysiler, gümüş vazolar
ve altın kadehler, değerli zarif kumaşlar ve diğer seçkin
mücevherler, yani bir Bizanslının kolayca elde edebileceği ve
fakat bir barbarın çoğunu hiç görmediği ve nadiren bazılarına
sahip olabildiği şeylerdi.”
Gerek bu hediyelerle gerekse de Manuel’in siyasi
dostluğuyla maddi ve manevi anlamda büyük bir destek
gören Sultan karşılığında ise şu antlaşma maddelerini
kabul ediyordu. Şimdi İoannes Kinnamos’un bu konuda
yazdıklarına yer verelim;
“Ömrü boyunca İmparatora düşman olanlara düşman
olacaktı; aksine, İmparatorun gözdesi olanlarla dost
olacaktı. Ele geçireceği şehirlerden daha büyük ve daha
önemli olanlarını İmparatora verecekti. Düşmanların hiç
biri ile İmparator izin vermedikçe barış yapılmayacaktı.
İstek karşısında bir müttefik olarak Romalıların yanında
savaşacaktı ve mücadele ister doğuda, ister batıda olsun
MSGSÜ TARİH
bütün ordusu ile gelecekti. Kendi hâkimiyeti altında bulunan,
fakat hırsızlıkla geçinen ve genellikle Turkoman denilenleri,
Romalıların topraklarına zarar verdikleri takdirde cezasız
bırakmayacaklardı. Kılıç Arslan bütün bunları kabul etti ve
maiyetindeki asilzadeler de, bunlara kulak asmadığı takdirde
bütün güçleriyle onu durduracaklarına yemin ettiler.”
Süryani Mihail’e göre seksen, Ebu’l-Farac’a göre ise sekiz
gün süren Sultan’ın bu ziyareti, görüldüğü üzere oldukça
renkli geçmiştir. Yukarıda bahsi geçen ağır şartları kabul
etmekten başka çaresi olmayan Sultan, Bizans’ın desteğini
arkasına alarak İstanbul’dan ayrılır. Antlaşma maddeleri
gereğince Türkiye Selçuklularının Bizans’ın tabiiyeti
altına girdiği sonucu çıkarılabilir ancak bu durum sadece
resmiyette kalmış, kısa bir süre sonra taraflar yeniden karşı
karşıya gelmişlerdir ve Myriokephalon ile sonuçlanacak
süreçte güç dengesi bu defa Selçuklu tarafına kayacaktır.
Sonuç olarak; II. Kılıç Arslan bu stratejik hamlesi ile
kendisine karşı oluşturulan ittifaklar zincirini bozmuş
ve İmparator’u yanına çekerek düştüğü zor durumdan
ustaca sıyrılmasını bilmiştir. Nitekim aldığı bu destek
sayesinde Anadolu’daki işleri yoluna koymuş ve iktidarını
yeniden sağlamıştır. Manuel Komnenos’un ise bu yardıma
sağlamasında haklı sebepleri vardı elbet ancak bunlar
ayrı bir çalışmada detaylı bir şekilde ele alınacak konular
olduğundan biz sadece olayın görünen yüzünü verip
değerlendirmeyi siz değerli okuyucularımıza bırakalım.
ARALIK 2015
10
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Ortaçağ Avrupa Mimarisinin Tipik Bir Örneği;
Ulm Katedrali
İnsanoğlunun içinde hep bir seyyah olma isteği vardır. Gezip görmek, yeni yerler keşfetmek
güzel duygular katar insanın içine. Diğer taraftan kendi yaşadığımız coğrafyanın güzelliklerinin
farkına varamadan hep başka diyarlar keşfetmek isteriz. Bu yazıda biraz ülke sınırları dışına
çıkıp Orta Çağ Avrupası Gotik sanatının şaheserlerinden biri olan Ulm Katedralini hep birlikte
tanımayı hedefliyoruz.
Tuğçe BOYRAZ
Ulm Katedrali, Almanya’nın Ulm şehrinde bulunan ve
yine Almanya’nın en büyük Protestan kilisesi unvanına
sahip olan bir yapıdır. Kilise kulesi 768 basamaktan oluşur
ve 161,53 metre yüksekliğindedir. Kilise binası ise 123,56
metre uzunluğunda ve 48,8 metre genişliğe sahiptir. 1890
ve 1908 tarihleri arasında dünyanın en yüksek yapısı
olarak belirlenmiştir ve halen en yüksek kilise unvanını
taşımaktadır. Katedral sağda ve solda olmak üzere 86 metre
yüksekliğindeki sütun kolonlar ile çevrelenmiştir. Orta nef
41.6 metre yüksekliğe sahip olmakla birlikte koridorların
yüksekliği 20,55 metredir. (Nef; Kilise mimarisinde
birbirlerinden sütun ya da paye dizileriyle uzunlamasına
ayrılan mekânlara verilen isimdir.)
Ulm Katedrali’nin temel taşı 1377 yılında atılmıştır.
Aslında kilise inşasına karar vermeleri hususuna da burada
değinmek yerinde olacaktır. 14. yüzyıl boyunca bölgede
devam eden siyasi mücadeleler sonucunda Ulm şehrinin
surları oldukça zarar görmüştür. Yeniden sur yapmanın ya
da tadilat etmenin mümkün olmadığı şehirde, savunma
amaçlı bir kilise inşa etmenin daha kolay ve ucuz olduğu fikri
benimsenerek yapının temelleri atılmıştır. Bu dönemde ise
Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun içinde bulunduğu
sıkıntılı durum nedeniyle şehirler bir anlamda kendi
kaderlerini kendileri çizmekteydi. Bundan dolayı kilisenin
finanse edilmesi dahi halk tarafından gerçekleştirilmişti.
30 Haziran 1377 tarihinde Ulm Belediye Başkanı Ludwig
Krafft ve kilisenin yapım ustası Heinrich Parler tarafından
temel atma töreni gerçekleştirildi. Heinrich Parler daha önce
Schwäbisch Hall ve Holy Cross Münster’i de yaparak tecrübe
kazanmış bir şahsiyetti. Heinrich Parler’in ardından Ulrich
Ensinger, Matthew Ensinger, Matthäus Böblinger gibi usta
isimler de kilisenin yapımı ile ilgilenmişlerdir. Fakat katedral
yıllar geçmesine rağmen bir türlü tamamlanamamıştır.
Bu süreç içerisinde ibadet için halka açılmıştır ancak
birçok eksiği de bulunmaktadır. 1543 yılına kadar sürekli
MSGSÜ TARİH
eklemelerde bulunulmuş nihayetinde ana kule
tamamlanmıştır. 1543’ten sonra katedral 300
yılı aşkın bir süre dinlenmeye terk edilmiştir.
Katedralin ikinci yapım aşaması 1844 yılı
itibariyle tekrar başlamıştır. 1870 yılına kadar
katedralin yapımı ile Ludwig Ferdinand
ilgilenmiştir.
Ludwig
Ferdinand’ın
ardından 1880 yılına kadar Thran Scheu
yapımı sürdürmüştür. 1885 yılında batı
ve ana kule tam manasıyla tamamlanmış
ve katedral bugünkü görünümüne
kavuşmuştur. 29 Haziran 1890 tarihinde,
katedralin
tamamlanması
törenle
kutlanmıştır. Halkın yoğun ilgi gösterdiği
törene 320 adet kilise şarkıcısı ile katedral
organizatörü John Graf da katılmıştır.
20. yüzyıl Ulm Katedrali için
çok önemli bir yüzyıldır. Dönem
itibariyle ülkeler arası mücadeleler had
safhadadır. Birinci Dünya Savaşı’nın
ardından bir de İkinci Dünya Savaşı’nın
başlaması tüm dünyayı olduğu
gibi Ulm şehrini de zor durumda
bırakmıştır. Ulm Katedrali de İkinci
Dünya Savaşı’nın gazabından
nasibini almıştır. 17 Aralık
1944 tarihinde Ulm şehri,
müttefik bombardımanına
maruz
kalmış,
şehir
moloz ve kül yığını ile
dolmuştur.
ARALIK 2015
11
Ulm Katedrali
Tüm bu bombardımana rağmen Ulm Katedrali
yıkılmaktan kurtulmuş fakat kilise kuleleri zarar görmüştür.
Ayrıca dini hikâyelerin anlatıldığı vitraylar da savaşın kötü
şartlarından etkilenmiştir. Kilisenin ana girişindeki duvarlar
ise bugün hala çatlaklar ile doludur. Gidip, gezildiğinde
Ulm Katedralindeki İkinci Dünya Savaşı etkisi çok net bir
şekilde görülebilmektedir. Buraya kadar olan kısımda Ulm
Katedralini sizlere tanıtmaya çalıştım. Sonraki kısımda ise
katedralin vitraylarını ele almaya çalışacağım.
araştırmacılara göre Vaftizci Yahya’nın İncil’deki hikâyeleri
anlatılır, Herod Bayramı ve çölde ağlama, kafa kesme ve
defin işlemlerinden söz edilir. Bu vitrayda dikkat edilmesi
gereken husus karakterlerin başlarındaki altın taçtır. Bu
dönemin zenginliğini göstermesi açısından önemlidir.
Dini boyutunun yanı sıra Ulm şehrinin sosyo-ekonomik
durumunu ortaya koyması açısından da değerlendirmek
mümkündür. Din dışında, müjde, ziyaret, sünnet, krallar ve
tapınakta sunum işlenmeye çalışılmıştır.
Vitray kelime anlamı itibariyle hem renkli camların
birleşmesiyle oluşturulan yapıyı hem de bunu yapma sanatını
ifade etmek için kullanılmıştır. Vitray genel olarak renkli
cam parçalarının kurşun dolgu malzemesiyle birleştirilerek
lehimlenmesiyle yapılsa da; tasarımı zenginleştirmek adına
boyanmış camlar ve pirinç renkli birleştirme malzemeleri
de kullanılmıştır. Vitray sanatı, hem görsel yönüyle
sanatsal bir beceri ve yaratıcılık gerektirmekte, hem de bu
dekoratif parçaların geniş yüzeylerde sağlam bir şekilde
durabilmesini sağlayan iyi mühendislik hesaplamalarına
ihtiyaç duymaktadır. Vitray sanatı hususunda kiliseler
oldukça gelişmiş durumdadırlar.
Bu vitrayın eski dokumacılar ve pencere yapıcıları
tarafından bağışlandığı belirtilmiştir. Jacob Acer’e göre
Anne-Marie dokumacıların koruyucusudur. Ayrıca çöle
uçuş ve meleklerin koruyuculuğuna da yer verilmiştir.
İsa’nın doğuşu, Marie’nin ziyaret edilişi ve Yusuf ’un rüyası
işlenmiştir.
Yukarıdaki vitray 1480 yıllarında yapıldığı kabul edilip,
bir hasta ziyareti teması işlenmiştir. Jacob Acker Elder’in
yaptığı bu vitraya göre iki kişiden biri Yuhanna’dır. Yuhanna,
Hıristiyanlık inancına göre İsa’nın 12 havarisinden biri
olup, Onikiler olarak adlandırılan gruba mensuptur.
Aslen Yahudi olan Yuhanna, İncil yazarlarındandır. Ayrıca
MSGSÜ TARİH
Ulm Katedrali klasik bir gotik mimarisine sahiptir. Gotik
sanatı 12. yüzyılın ikinci yarısında Latin sanatına bir tepki
olarak ortaya çıkmıştır. Orta Çağı kapatan, Rönesansı
başlatan bir akım olarak da değerlendirmek mümkündür.
Gotik tarzı, yalnız mimarlıkta değil; heykelcilik, resim, yazı
gibi başka alanlarda da etkili olmuştur. Bu mimari tarzın ilk
çıkış yeri genel itibariyle Fransa olarak kabul edilmektedir.
Fransa’nın yanı sıra Avrupa’nın birçok yerinde de gotik
etkisi görülmektedir. Gotik sanatının uygulanışı da ülkeden
ülkeye farklılık göstermiştir. Her ülke kendi zevkine uygun
değişiklikler yapmıştır. Almanya gotik sanatının en etkili
olduğu ülkelerden biridir.
ARALIK 2015
12
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Ayrıca gotik mimarinin başlıca eserlerinden biri
olan katedrallerin gotik mimarisine uygulanışını yine
Almanya’da görmek mümkündür. 13. yüzyılda toplum bütün
heyecanını ve zenginliğini katedral yapmaya ve süslemeye
harcamıştır. Bu heyecan ekonominin gelişmesine de katkıda
bulunmuştur. Almanya’da bu yönelimin meyveleri olarak
Ulm Katedrali ve ünlü Köln Katedrali karşımıza çıkmıştır.
Katedrallerde gotik mimarinin de etkisiyle sanki yükseklere
doğru uçuyormuş gibi bir his verilmiştir.
Katedrallerin çok camlı olması ve vitraylarla süslenmesi
yine gotik mimarinin etkisidir. Katedrallerin en önemli
özelliklerinden birisi sivriliktir. Dilimli kubbeler ile sivri ve
birbirini kesen kemerler katedrallerin oluşumunda önemli
bir role sahiptir.
Sonuç itibariyle Ulm Katedrali, Orta Çağ Avrupa’sının
karakteristik mimari özelliklerinin tümünü taşımaktadır.
Şehirlerin en önemli noktalarından biri olan dini mekânlar,
buluşmaların gerçekleştiği, ibadetlerin yapıldığı, siyasi
görüş ve konuşmaların gerçekleştiği yerlerdir. Ulm
Katedralinde de bu eylemlerin tümü gerçekleşmiştir.
Yapım tarihi itibariyle zaman içerisinde birçok döneme
şahit olan Ulm Katedrali, yapıldığı andan itibaren aynı
kalmamış birçok yenileme ve restorasyondan geçmiştir.
MSGSÜ TARİH
Bu yolla ilk günkü şaşasını sürdürerek günümüze kadar
varlığın devam ettirmiştir. Günümüzde Ulm Katedrali çok
fazla turist tarafından rağbet görüp ziyaret edilmektedir.
Sadece bir müze olarak değil, ibadet etmek için de münasip
bir yer olarak görülen Ulm Katedrali’nin ziyaretçi sayısı
özellikle yaz aylarında beş yüz bine ulaşmaktadır. Sadece
müze, kilise ve katedral olmayan Ulm Katedrali içerisinde
ayrıca bir adet kütüphane, 14. Yüzyıldan kalma mahzenler,
seminer ve konferansların yapıldığı toplantı salonu ve kilise
korosu için yetişen çocukların barınması için yatakhane yer
almaktadır. Ayrıca yıl içerisinde birçok etkinlik ve konsere
de ev sahipliği yapmaktadır.
Ulm Katedrali’nin kilise ve kulesi haftanın her günü açık
olup açılış saatleri mevsimlere göre değişmektedir. Kilisenin
içerisinde ibadet edip ziyaret etmek ücretsiz iken, katedralin
kulesine tırmanmak belirli bir ücret karşılığındadır. Kulenin
zirvesine çıkıldığı takdirde Alman dağlarını ve Ulm’ün
komşu şehirlerini görebilmek mümkündür. Ulm Katedrali
ziyaret edildiğinde Orta Çağ Avrupası’na tanık olunabilir
bunun yanı sıra İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri ile de 20.
yüzyılı çok yakından hissedilebilirsiniz. Hem en uzun kule
olma özelliği hem de birçok tarihi döneme şahit olması ile
ayrıcalıklı olan Ulm Katedralini gidin görün derim.
ARALIK 2015
13
20. yy’ın En Organize Sanat Hırsızlığı
Nazilerin Avrupa yağması
Merhaba, bu yazıya ilk iki sayımızla ilgili yapılan güzel ve kibar yorumlarınıza teşekkür
ederek başlamak istiyorum. Deneyimsiz fakat hevesli bir avuç genç olarak çıktığımız bu yolda
görüşleriniz bizim için çok değerli. Bu eğitim öğretim yılında çabamızı Geçmişin Bakiyesi’ni
geliştirmeye ve dergimizin kalitesini arttırmaya harcayacağız.
Müge TOPAL
Geride bıraktığımız yaz tatilinde film izlemek için
çokça vaktim oldu. İzlediğim filmlerden biri –Woman in
Gold (2015)- bu yazının ortaya çıkmasını sağladı. Sizlere
de tavsiye ettiğim filmin özetini paylaştıktan sonra esas
konumuzdan, yani Nazilerin Avrupa’daki sanat eserlerini
yağmalamalarından bahsedeceğiz.
“Viyana’da yaşayan Yahudi bir kadın olan Maria Altmann,
İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve yaşadığı yerin Nazi
kuşatması altına girmesiyle Viyana’yı ülkesini terk etmek
zorunda kalır. Ülkesinden ayrı, mülteci olarak geçirdiği 60
yılın ardından Maria, Viyana’ya geri dönmeye karar verir ve
bunun için geçerli bir nedeni de vardır. Zamanında Nazilerin
el koydukları aile mirasını ve en önemlisi Gustav Klimt’in,
teyzesini resmettiği önemli tabloyu geri almaya kararlıdır. 80
yaşındaki Maria, yanında genç ve deneyimsiz avukatı Randy
Schoenberg ile birlikte Avusturya hükümetinde sürecek bir
yolculuğa atılır. Ne var ki bu yolculuk Maria’nın geçmişindeki
sır ve gerçeklerin ortaya çıkacağı bir deneyime dönüşür.
Simon Curtis’in yönetmenliğini üstlendiği filmin oyuncu
kadrosunda Helen Mirren, Ryan Reynolds, Katie Holmes ve
Daniel Brühl gibi isimler bulunuyor.” (www.beyazperde.com
adlı internet sitesinden alınmıştır.)
Maria Altmann hukuki mücadeleden sonra kendisine iade edilen Gustav
Klimmt’in eseri olan Altınlı Kadın tablosuyla.
MSGSÜ TARİH
Nazilerin Sanat Anlayışı ve Almanya’da “Dejenere
Sanat”a Karşı Uygulanan Yaptırımlar
Nazilerin iktidara gelmesiyle başlayan olaylar zincirinin
en bilinen sonuçları II. Dünya Savaşı ve antisemitizmin
zirveye ulaştığı Yahudi Soykırımıdır. Naziler kapsamlı
ve sistematik olarak yok etme taktiklerini sadece insanlar
üzerinde uygulamadılar; insanlığın kültür mirasının
birer parçası olan sanat eserleri de Nazilerin gazabından
kaçamadı. Kısaca Nazi olarak bilinen Nasyonal Sosyalistler,
amaçladıkları totaliter devleti oluştururken sanat dâhil insan
hayatının pek çok kısmına müdahalede bulunmuşlardı.
Kübizm, Dadaizm ve Sürrealizm gibi kabul edilmesi vakit
gerektiren yeni akımların çıktığı XX. yüzyılda Nazilerin de
sanatın nasıl olması ve olmaması gerektiğine dair kendi
düşünceleri mevcuttu. Weimar Hükümeti’nin başta olduğu
dönemde (1919-1933) Almanya, avant-garde’ın –kültür,
politika ve sanatta yenilikçi, deneysel anlamında kullanılıröncüsü konumuna gelmişti.
Adolf Hitler, bilindiği üzere Viyana Güzel Sanatlar
Akademisi tarafından reddedilmiş bir ressamdı. Modern
sanatı dejenere olarak niteleyen Hitler, kendisini sanat
konusunda üstün bir otorite olarak görüyordu. Bu yüzden
1933 yılında başbakan olan Hitler, sanata dair görüşlerini
halka dayatmaya başladı. Onun için ideal sanat; komünizme
dair hiçbir iz taşımamalıydı, özellikle Alman asıllı
ressamların portre ve manzara resimleri gibi olmalıydı.
Kübizm, Dadaizm gibi akımları izleyen sanatçıların eserleri
dışında Yahudi sanatçıların eserleri de dejenere –yozlaşmışsanat kapsamında sayılıyordu.
Naziler, Weimar döneminin kültürünü mide bulandırıcı
bulduklarından Hitler’in gücü eline geçirdiği Ocak 1933
tarihinden itibaren “dejenere kültür” olarak nitelendirdikleri
her şeyi ve herkesi “temizlemeye” başladılar. Bu doğrultuda
girişilen eylemler arasında kitap yakmaları, sanatçı
müzisyenlerin öğretim görevlerinden azledilmelerini,
modern sanatı beğendiği bilinen küratörlerin yerine parti
üyelerinin yerleştirilmesi vs. bulunuyordu.
ARALIK 2015
14
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Dejenere sanatla daha etkin bir şekilde mücadele
edebilmek için 1933 yılının Eylül ayında ise Reich Kültür
Bürosu kuruldu ve başına da Halk Aydınlanması ve
Propaganda Bakanı olan Joseph Goebbels getirildi.
Alman devlet müzelerinde bulunan tüm yozlaşmış sanat
eserlerinin satılmasına veya yok edilmesine karar verildi.
Karl Buchholz, Ferdinand Moeller ve Bernhard Boehmer
Berlin’in hemen dışında bulunan bir konakta sayıları
16.000’e yaklaşan sanat eserini sattılar. Buradaki tablolar ve
heykeller, 1937-1938 yıllarında Hitler ve Goering tarafından
Alman müzelerinden özellikle seçilmişlerdi.
Hildebrand Gurlitt ve ortakları ise sanat eserlerini
satmada yukarıda saydığımız üçlü kadar şanslı değildiler.
Eserlerin satışından para kazanamayınca 20 Mart 1939
tarihin 1004 tablo ve heykeli, 3825 suluboya resmi Berlin
İtfaiye Binası’nın avlusunda ateşe verdiler. Bu davranışları
İsviçre’deki Basel Müzesi’nin dikkatini çekti. Müze yönetimi,
50,000 Frank verdiği bir kaç yetkiliyi eserlerden bazılarını
satın almak üzere Berlin’e yolladı.
Gurlitt, Buchholz, Moeller ve Boehmer kendi kişisel
çıkarları için gizliden de sanat eserlerini satmışlardı. İsviçre
ve ABD’deki alıcılara satıldığı bilinen eserlerin tam sayısını
ve bahsi geçen kişilerin elde ettikleri geliri tahmin etmek
maalesef çok zordur.
van Gogh’un el konulan oto potrelerinden biri açık arttırmada.
II. Dünya Savaşı Sırasında Naziler Adına Sanat
Hırsızlıklarını Gerçekleştiren Kuruluşlar
Naziler, II. Dünya Savaşı süresince işgal ettikleri yerlerin
tamamından her türlü kültürel mirası yağmaladılar. Hangi
sanat eseri koleksiyonlarının değerli olduğu belirlendikten
sonra bu koleksiyonlardaki parçalar sistematik biçimde
sınıflandırıldı. Bazıları Hitler’in kurmayı planladığı
Führermuseum için ayrıldı, bazıları üst düzey Naziler
tarafından seçildi. Kalan eserler ise Nazilerin eylemlerinin
masraflarını karşılamak üzere satıldı.
1940 yılında, Einsatzstab Reichsleiter Rosenberg für die
Besetzten Gebiete (İşgal Edilen Bölgeler için Rosenberg
Özel Timi, kısaca ERR) kuruldu. Bu kuruluşun “Batı
Acentası” denilen bir kolu Fransa, Belçika ve Hollanda’dan
sorumluydu. Bu birimin esas görevi Yahudilikle ve
Masonlukla ilgili kitapları ve belgeleri toplamaktı. Fakat
bahsi geçen yılın son aylarında Hermann Göring, ERR’ın
görevini “Yahudilere ait sanat koleksiyonlarına el koyma”
olarak yeniden belirledi.
Hitler ve Göring bir portreyi incelerken.
Joseph Goebbels, 1937 yılında Adolf Ziegler’i Görsel
Sanatlar Bürosu başkanlığına getirdi. Ziegler, emrinde
çalışan altı kişiyle birlikte Üçüncü Reich’ın genelindeki
müze ve sanat koleksiyonlarını tarayıp arta kalan dejenere
sanat örneklerini bulmakla görevlendirildi. Bu eserlerin
sergilenmesi ve halkta “Alman kültürünü bozan sapık
Yahudi ruhu”na karşı iğrenme duyguları uyandırması umut
edilmişti.
Serginin bitiminden sonra Nasyonal Sosyalist Parti’nin
ileri gelen bazı üyeleri sanat eserlerinden bir kısmını
kendileri için ayırdılar. Hermann Göring’in içinde Van
Gogh’a ve Cezanne’a ait tabloların da bulunduğu on dört
eseri aldığı biliniyor. Sergilenen eserlerden geriye kalanlar
İsviçre’de açık arttırma usulüyle satıldı.
MSGSÜ TARİH
Ganimetler Paris’teki Jeu de Paume Müzesi’nde bir
araya getirilecekti. Burada toplanan eserler, Almanya’ya
gönderilmeden önce sanat tarihçileri ve diğer görevlilerce
envantere işlenecekti. Göring, el konulan eserlerin öncelikle
kendisi ve Hitler arsında paylaştırılması emrini vermişti.
Göring’in 1940-1942 yılları arasında Paris’e yirmi kez
gittiği biliniyor. Bu ziyaretlerinde Bruno Lohse adlı bir
sanat simsarı Göring’e yeni ele geçirilen sanat eserlerini
gösteriyordu. Göring’in kendisine gösterilen eserlerden
en az 594 tanesini özel koleksiyonu için ayırdığı biliniyor.
ERR’ın Almanya’nın işgal ettiği ülkelerden ele geçirdiği sanat
eserlerinin sayısının 22,000’i bulduğu düşünülmektedir.
Nazilerin, Avrupa’nın sanat eserlerini yağmalarken en
etkin biçimde yararlandıkları kuruluş olan ERR’ın değişik
coğrafyalardaki belli başlı faaliyetlerini şöyle özetleyebiliriz:
ARALIK 2015
15
Nazilerin Avrupa Yağması
gelindiğinde Fransa’da 203 koleksiyondan toplam 21,903
eser yağmalandığını göstermektedir.
Hollanda: ERR, Hollanda’daki faaliyetlerini Amsterdam
ofisi aracılığıyla yönetiyordu. 1940 yılında, Masonları tüm
mal varlıklarına el konulmuştu. El konulan yerler arasında
Klossiana Kütüphanesi de vardı. Bu kütüphane özellikle
16. Yüzyıldan önce basılmış kitaplara ev sahipliği yapması
nedeniyle ünlü ve önemliydi. ERR, Uluslararası Sosyal
Tarih Enstitüsü’nün binasına el koyarak burayı ofis olarak
kullanma kararı aldı. 1940 yılının Temmuz ayında bahsi
geçen enstitünün yaklaşık 160,000 ciltten oluşan arşivine
Naziler tarafından el konuldu.
Ele geçirilmesi gereken eserlerin toplandığı albümden bir sayfa.
Belarus: Belarus’da 200’den fazla kütüphane Nazilerin
gazabına uğradı. Milli Kütüphane’de çalışan T. Roshchina’nın
hesaplarına göre bahsi geçen kütüphanedeki eserlerin %83’ü
yok edildi ve ya yağmalandı. Savaştan sonra 600.000’e yakın
kitap Almanya, Polonya ve Çekoslovakya’da bulundu.
Belçika: ERR’ın Belçika’daki esas faaliyeti Yahudilerin
evlerinde bulunan küçük, kişisel koleksiyonlara el koymaktı.
ERR’ın Belçika’da giriştiği büyük çaplı operasyonlardan
birine örnek olarak Enghien’deki Cizvit manastırına ait
200 sandık dolusu kitaba ve arşiv belgesine el konulmasını
saymak mümkündür.
El konulan Yahudi mal varlıklarının çoğu –özellikle
de kitaplar- Rosenberg’in Frankfurt’taki Yahudi Sorunu
Araştırma Enstitüsü’ne gönderildi.
Nazilerin kurduğu diğer kuruluşlar arasında sanat tarihçisi
Hans Posse’nin başında bulunduğu ve Führermuseum’da
sergilenecek eserleri bir araya getirmekten sorumlu olan
Sonderauftrag Linz de vardı. Göring ve Kajetan Mühlmann
tarafından kontrol edilen ve esasen Hollanda ve Belçika’da
faaliyet gösteren Mühlmann Bürosu’nu da bu kuruluşlar
arasında sayabiliriz.
Fransa: Hitler’in 1940 yılında Rosenberg’e Yahudilere
ve Masonlara ait kültürel hazineleri yağmalama emrini
verdiğinde bu karardan en çok etkilenenler Fransa’daki
Yahudiler oldu. Fransız Yahudilerinin mülkiyet hakları
–Alman işgaline uğrayan diğer bölgelerdeki dindaşları
gibi- ellerinden alınmıştı. Dolayısıyla bu kişilere ait
kıymetli sanat eserleri “sahipsiz” konumdaydı. Bu durum
Hermann Göring’in emirleriyle değerli parçalar bulmak
için Yahudilerin evlerini ve işyerlerini arayan Gestapo’nun
işini kolaylaştırıyordu. Böylece savaş öncesi dönemde
sanat piyasasının başkenti olan Paris’in yağmalanması
hukuki temellere oturtulmuş oluyordu. Paris’ten Jeu de
Paume Müzesi’ne gönderilen eserlerin ilk kısmı çoğunlukla
Rothschild ailesinin koleksiyonuna aitti ve 30 tren vagonuna
yüklenmişti. Bu eserlerin Avusturya’nın Linz kentinde
kurulacak Führermuseum’da sergilenmesi planlanıyordu.
1941 yılının Mart ayına tarihlenen ERR’a ait bir
listede sadece Paris’te 81 kütüphanenin yağmalandığı
belirtilmektedir. ERR’ın belgeleri ise 1944 yılına
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
Alfred Rosenberg-1939
16
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Yağmalanan Eserlerin Depolanması
Yağmalanan binlerce eserin depolanması da önemli
sorunlardan biriydi. Yukarıda bahsettiğimiz üzere Paris’teki
Jeu de Paume Müzesi ele geçirilen kültürel miras öğelerinin
saklanması için en fazla kullanılan mekânlardan biriydi.
Eserlerin bir kısmı burada diğer kısmı ise Münih’teki
Nasyonal Sosyalist Parti Merkezi’nde depolanıyordu.
Stalingrad kuşatmasından (Ağustos 1942- Şubat 1943)
sonra savaş rüzgârının Almanlar aleyhine dönmesi nedeniyle
Almanlar çalıntı eserlerin zarar görmesini engellemek
için onları eski madenlere ve mağaralara taşıdılar. Böylece
şehirlere yapılan bombardımandan eserlerin etkilenmemesi
sağlanacaktı. Bu madenler Merkers, Altausse ve Siegen’deki
eski tuz ve altın madenleriydi.
Yozlaşmış sanatın ürünlerinin Almanya’ya girmesi
yasaklandığından bu kategoriye girdiği belirlenen eserler
Avusturya’daki madenlerde ve Fransa’da saklanıyordu.
Hermann Göring bizzat atadığı sanat simsarları aracılığıyla
bu eserlerin satılmasını sağladı. Böylece gün geçtikçe
daha da masraflı hale gelen savaşı ve kurulması planlanan
Führermuseum’u finanse etmeyi planlıyordu. Bahsi geçen
mekânlarda tutulan eserlerin bir kısmı satılıp Avrupa ve
ABD’nin değişik yerlerine dağılmış bir kısmı da Amerikan
askerleri tarafından savaştan sonra bulunmuş olsa da
yaklaşık 70 tanesi kayıptır. Kayıp 70 eserin arasında Picasso,
Matisse ve Degas’nın tabloları da bulunmaktadır.
Amerikan askerleri, 15. yy’dan kalma bir Havva heykeli ve Cranach ile
Rembrant’ın eserleriyle.
Nazi Yağmasının Günümüzdeki Yansımaları
Avrupa’daki sanat eserlerinin yaklaşık %20’sinin Naziler
tarafından talan edildiği tahmin edilmektedir. Yağmalanan
eserlerden 100,000’den fazlası sahiplerine iade edilmiş
olsa da özellikle porselen ve mücevheratların akıbetleri
bilinmemektedir.
2012’nin ilk aylarında sanat tarihçisi ve sanat simsarı
Hildebrand Gurlitt’in – Hildebrand, 1938’de Müsadere
Komitesi’ne atanan tecrübeli modern sanat simsarlarından
biriydi- oğlu Cornelius Gurlitt’in ölümünün ardından
Münih’teki evinde sayısı bini aşkın sanat eseri bulundu.
Bunlardan 200 ila 300’ünün yağmalanan eserlerden olduğu
düşünülüyordu. Gurlitt’in koleksiyonunda Otto Dix,
Renoir, Max Liebermann, Rodin, Degas, Monet ve Henri
Matisse’den parçalar bulunmaktaydı.
Eisenhower Merkers tuz madeninde çalıntı eserleri inceliyor 1945.
MSGSÜ TARİH
2014’de ise başka bir keşif daha gerçekleşti. Nürnberg’de
2004 yılında başlayan araştırmalar on yıl sonra meyvesini
verdi ve araştırmacı Dominik Radmaler kayıp olarak bilinen
sekiz objeyi bulduklarını; on bir objenin ise tanımlanmak
üzere üzerinde çalışıldığını açıkladı.
ARALIK 2015
17
Sultan Şecereddür
Büşra GÜLER
Kadınların pek çok hak gibi siyasi haklarını da elde etmesi
zamanla gerçekleşmiştir. Ayrıca bu hakların elde ediliş
süreci coğrafyadan coğrafyaya ya da toplumdan topluma
farklılıklar gösterdiği malumunuzdur. Üstelik siyasi sahada
faaliyet göstermiş kadınlara da iyi gözle bakılmamıştır. Ne
acıdır ki günümüzde hâlâ bazı toplumlarda siyasi haklarını
elde edememiş kadınlar dahi mevcuttur. Bu durumun
bir gün sona ermesini dileyerek yazımızın asıl konusuna
geçelim.
Mısır’daki Eyyûbi iktidarı ile Bağdat’taki Abbasi varlığı
son demlerini yaşarken nüfuz sahibi bir kadın ortaya
çıkmıştır. Ortaya çıktığı coğrafya ise mücadelelere sahne
olan ve kadınların yönetimde genellikle ya ikinci plana
atıldığı ya da hiç söz hakkı tanınmadığı Ortaçağ dünyasıdır.
Tüm engellere rağmen her şeyden sivrilerek belli bir nüfuz
elde etmiş bu kadının adı Şecerüddür’dür.
Şecerüddür, bazı tarihçilere göre Memlük Devleti’nin
kurucusu ve ilk kadın sultanı olarak kabul edilir. Ancak bu
görüşe karşı çıkanlar da vardır. Kabul edilsin veya edilmesin,
bu kadın devlet yönetiminde belli bir güce ulaşmayı
başarmıştır. Ayrıca az önce Ortaçağ dünyasının kadınlar
açısından zor bir yaşantıya sahip olmasını söylemiş olmam,
tarafınızca yanlış anlaşılmasın. Elbette ki bu coğrafyada
kadınlar da hükümdar oldu ve kadınlara da yönetimde söz
hakkı tanındı. Ancak belli bir siyasi güç elde etmiş kadınlar
sayıca erkeklere kıyasla epey azdır. İşte bu durum devlet
yönetiminde güçlü kadınlara rastladığımızda şaşırmamıza
neden olmaktadır. Yazımızın ana kahramanı Şecerüddür
bunlardan bir tanesidir.
1248 yılına dönecek olursak,
bu tarihte VII. Haçlı Seferi devam etmekteydi ve
Haçlılar Dimyat’ı işgal
etmişti. Bunun üzerine Eyyubi Sultanı
e l - Me l i kü’s - Ne c meddin Eyyûb hasta
olmasına rağmen,
ordusunun komutasını alarak Haçlılara
karşı harekete geçmiştir. Ancak gittikçe
hastalığı ağırlaşan Sultan
vefat edince, ordunun idaresi nikâhlı karısı Şecerüddür’e
kalmıştır. Şecerüddür kocasının ölümünü, Haçlılar’a karşı
savaşılırken huzursuzluk olmasın ve askerlerinin dikkatleri dağılmasın diye gizli tutmuştur. Ayrıca Necmeddin Eyyûb’un oğlu olan veliaht Turanşah’a, babasının ölümüyle
ilgili haber salınmış ve bunun üzerine Turanşah devletin
başına geçmiştir. Bir süre sonra ise Haçlılarla giriştiği mücadeleden galip ayrılmıştır. Üstelik yapılan savaş sonucunda Haçlı ordusuna liderlik yapan Fransa Kralı IX. Louis esir
düşmüştür. Tüm bu olanlardan sonra güçlenen Turanşah,
babasının nikâhlı karısı ve kendisinin de üvey annesi olan
Şecerüddür’e kötü davranmaya başlamış ve araları giderek
açılmıştır.
Şecerüddür, Turanşah’ın bu kötü
davranışları ve çirkin ithamları
karşısında sessiz kalmayarak kendi
maiyetindeki memlüklere olanları
anlatmıştır. Ayrıca Turanşah’ın bu
memlüklere karşı olan tutumu
da değişince işler daha da
karışmaya başlamıştır. Bunun
üzerine Şecerüddür’ün tarafını
tutan memlükler, Turanşah’a
suikast
düzenleyip
onu
öldürmüşlerdir. Ardından
Şecerüddür’ü
sultanları
olarak ilan etmişlerdir.
Bu olayla birlikte Mısır’da
Eyyûbi iktidarı da sona
ermiştir.
Memlüklerin Şecerüddür’e bu kadar yardım etmeleri ve sempati duymaları, onunda tıpkı memlükler
gibi Türk asıllı olmasından
kaynaklanmaktadır. Ayrıca
Şecerüddür, memlüklerin
iktidarı ele almasında aracı
görevi de üstlenmiştir diyebiliriz. Tüm bu olumlu
nedenler onun memlükler
tarafından sultan olarak
görülmesini sağlamıştır.
Sultan Şecerdür’ün bastırdığı sikke.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
18
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Yönetimin başına geçtikten sonra ise hayatında asıl
zorluklar başlamıştır. Sultan oluşuna çevre yönetimlerce
karşı çıkılmıştır. Ayrıca kadının yönetici oluşu büyük
tepkilere yol açmış ve isyanlar çıkmıştır. Bu durumun
önüne geçmek isteyen memlükler, Abbasî Halifesi olan
Müsta’sım-Billâh’tan Şecerüddür’ün sultanlığı için menşur
istemişlerdir. Halife ise bir kadının hükümdarlığını
onaylayamayacağı cevabını vermiş ve tarihe geçen şu sözleri
sarf etmiştir.
“Eğer aranızda erkek yoksa bize bildirin. Size bir adam
göndereyim.”
Gelişen bu olaylar karşısında Şecerüddür’ün sultanlığını
sürdüremeyeceğini anlayan memlükler ona, İzzeddin Aybek
Türkmâni ile evlenip sultanlığı bu kişiye devretmesini teklif
etmiştir. Şecerüddür ise bu teklifi kabul edip İzzeddin Aybek
Türkmâni ile evlenmiş ve yönetimi ona devretmiştir.
Bu yaşam hikâyesinin mutlu şekilde son bulmasını
isterdim ama ne yazık ki Şecerüddür’ün hayatı bir takım
olumsuzluklar neticesinde son bulmuştur. Bu anlamda
ilk adımını, kocası İzzeddin Aybek’in devlet işlerindeki
kararlarına karışarak atmıştır. Ayrıca Şecerüddür,
İzzeddin Aybek’in eski karısı ve oğluyla görüşmesini
de onaylamıyordu. Bu durumlardan iyice sıkılmış olan
İzzeddin Aybek, Musul hâkimi Bedreddin Lü’lü’nün kızıyla
nişanlanmıştır. Bu birlikteliğe kıskançlık sebebiyle rızası
olmayan Şecerüddür, kocası İzzeddin Aybek’i hamamda
öldürtmüştür. Bu olay ise ölümüne giden yolda ki en
büyük adımı olmuştur. Zira olanlardan sonra durumlar
Şecerüddür’ün aleyhinde gelişmeye başlamıştır
hayatı ve ismi kaleme alınmıştır. Lübnanlı yazar olan Corci
Zeydan’ın “Şecerüddür” adlı romanı ve Mahmud Bedevi’nin
“Şecerüddür” adlı tiyatro eseri bunlar arasında sayılabilir.
Kadın yöneticiliğine bu denli karşıtlık, sanırım bölgede
ki toplumsal değerlerden kaynaklanmaktaydı. Hepimizin
de bildiği üzere toplumda değişmesi en zor olan şeylerden
birisi de toplumsal yargılardır. İslam coğrafyasında o
zamanın kadın yönetici durumunu değerlendirecek olursak;
toplumsal değerlere ters düşmekteydi diye bir sonuca varırız.
Ayrıca halifenin memlüklere ettiği sözlerden de anlaşılacağı
üzere dini açıdan da pek hoş karşılanmamaktaydı. Bunun
nedeni de orada yöneticilik vasfının erkeklere mâl edilmiş
olması olabilir. O coğrafya için kadının yöneticilik
makamına gelmiş olması alışılagelmiş bir durum değildi.
Hâl böyle olunca; bir kadının erkekler arasından sivrilip
yönetimde kendini göstermiş olması veya göstermeye
çalışması, Şecerüddür’ün olayındaki gibi çevre yönetimlerce
yadırganmıştır. Bu coğrafyada kadın sultanlara ve
yöneticilere de rastlamaktayız ama erkeklerin yönetimde
daha ön planda olduğunu görmekteyiz.
İzzeddin Aybek’in ölümünden sonra tahta, önceki
karısından olan oğlu el-Melikü’l-Mansûr Nûreddin Ali
çıkmıştır. Hemen ardından İzzeddin Aybek’in memlükleri
bu ölüm olayının peşine düşerek katilleri bulup öldürmüştür.
Şecerüddür’ü de öldürmek istemişlerdir ama sonradan
tutuklamak zorunda kalmışlardır.
Şecerüddür’ün ölümü ise, öldürttüğü kocası İzzeddin
Aybek’in bir önceki karısı tarafından gerçekleştirilecektir.
Nûreddin Ali’nin annesi ve İzzeddin Aybek’in önceki karısı
olan kadın, hizmetlilerine verdiği emirle Şecerüddür’ü
takunyalarla dövdürüp öldürtmüştür. Cesedi ise bir
hendeğe atılmıştır. Koskoca sultan, devletlerin yıkılışında
ve kuruluşunda başrol oyuncusu ve nüfuz sahibi bir kadın
olması, onun kıskançlığa yenilmesine engel olamamıştır.
Devlet idaresini bilen güçlü ve zeki bir kadın olan
Şecerüddür’ün yaşamı ve faaliyetleri insanların zihinlerine
kazınmıştır. Ayrıca edebiyat alanında birçok eserde onun
MSGSÜ TARİH
Sultan Şecereddür’ün türbesi. (Kahire)
ARALIK 2015
19
Yüz Yıllık Yalnızlık’a Bir Bakış
Alaattin Cem ÖZDEMİR
“Yüzyıllık
Yalnızlık’ı
yazmaya
başladığımda,
çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat
aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum.
Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş,
geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında
ayrım gözetmeyen, adları bir örnek, bir yığın hısım akraba
arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda
bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa
bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan
önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı.
Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan,
sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana.
Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz
tavrı ve imgelemelerindeki zenginlik olduğunu kavradım.
Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini
kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç
şaşırmayan sıradan insanları tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü
ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım,
kitabımda gerçekliği dayanmayan tek bir cümle bulunmaz.”
(Gabrial Garcia Marquez’in bir röportajından alıntıdır.
Bkz. Gabrial Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık, çev. Seçkin
Selvi, İstanbul, 1984)
Buendia Ailesinin ve Macondo Şehrinin Gelişmesinin
İnsanlık Tarihiyle Paralel Yönleri
Gabriel Garcia Marquez’in başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık,
1967 senesinde yayımlandığında edebiyat takipçileri
arasında büyük bir hayranlığa yol açmıştı. Eserin epikliğini,
fantastik öğeler barındırmasını, betimlemelerini ve
anlatılan olayların -fantastik öğelerle süslense de- oldukça
gerçekçi durması gibi özelliklerini, bu büyük hayranlığın
oluşmasındaki ilk evreler olarak görebilmek mümkün.
Bu başyapıtı okuduğumda geçirdiğim çeşitli düşünce
evrelerinin ilkini bana yukarıda bahsettiğim özellikler
yaşatmıştı. Bir hafta geçtiğinde eser hala aklımdaydı fakat
ilkine göre daha derin düşünebiliyordum. Daha sonraki
evre ise bakış açımın derin düşüncelerimin içerisinde
ağaç dalları misali yayılarak çeşitli yönlere dağılmasıyla
devam etti. Yazı içerisinde bahsettiğim bakış açıları, ikinci
bahsettiğim evrede gerçekleşmiştir.
Basit bir anlatımla; kitap, Buendia ailesinin nesiller
boyu çektikleri sıkıntıları, gördükleri değişimleri bir şehir
etrafında döndürerek okura sunmayı amaçlamaktadır.
MSGSÜ TARİH
Gabrial Garcia Marquez
Özellikle, ailenin gelişimi ile içiçe değerlendireceksek;
Macondo’nun uğradığı değişimlerin bir kısmı insanlık
tarihiyle paralel olarak gitmektedir. Aynı zamanda Buendia
ailesinden çıkan kişilerde belli tarihi kişileri oluşturmasa da
oldukça keskin çizgilerle tarihin atlama taşını oluşturan bazı
sınıfları temsil etmektedir. Makalemizin temel konusunu
da Gabriel Garcia Marquez’in bu küçük dünya da anlattığı
fakat bütün insanlık tarihiyle benzerliği olan yönleri
oluşturacaktır.
Şimdi; Alaeddin Şenel’in Kemirgenlerden Sömürgenlere
İnsanlık Tarihi kitabını da göz önünde bulundurarak kısa
bir biçimde insanlığın ve şehirlerin gelişiminin izlediği yolu,
Yüzyıllık Yalnızlık’ın içerisinde gördüğüm benzer yönleriyle
sunmak istiyorum.
“İnsanlar evveliyatında avcılık, toplayıcılık yaparak
yaşamını sürdürmekteydi. Bu hazır yaşayış onları yerleşik
bir medeniyetten ziyade göçebe bir medeniyete yönlendirdi
ve bir süre hayatlarını böyle devam ettirdiler. Akabinde
gerek bu hayatın tehlikeyle dolu olması, gerekse buzulların
erimesiyle beraber gelişen yeni imkanlar (toprak ürün
yetiştirmek en büyük örnek olarak verilebilir.) insanların
bir kısmının bu göçebe medeniyetten ayrılarak, nehir
kenarlarına yerleşik bir medeniyet kurmasıyla bu periyot
göçebe medeniyetten ayrılan insanlar için son bulmuş ve
ARALIK 2015
20
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
gittikleri yerde farklı bir yaşayış tarzı benimsemişlerdir. Bu
yaşam “şehir” kavramının da insanın hayatına girmesine yol
açmıştır.”
Buendia ailesinin ilk fertleri Jose Arcadio Buendia
ve Ursula’nın Macondo’ya ulaşması ve yeni bir yaşam
tarzına geçiş sağlaması da aslında diğer yerde Jose Arcadio
Buendia’nın Prucendio Aguilar’ı mızrakla öldürmesi
sonrası bu kişinin ruhunun Buendialar’a dadanması sonucu
olmuştur. Prucendio’nun ruhunun Buendialar’a dadanması
onların, tıpkı yukarıda bahsettiğim avcılık-toplayacılık ile
uğraşan ilkel insanların yaptığı gibi, korkmalarına ve yeni
bir yaşam tarzına yelken açmalarına yol açmıştır. Bu olay
Macondo’nun kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
Yerleşik kültüre geçilmesinin akabinde insanlar tarım
yapmaya başlamıştır. Tarım insanlarda sadece bir beslenme
şekli ifade etmemiştir. Yola çıkış böyle olsa da artıürünün oluşması insanların içerisinden elinde artı ürünü
bulunduranın ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Tarım
ürünlerinin oluşmasında yağmurun etkisi, yağmurun ne
zaman yağacağının bilinmesinin de sadece astronomiyle
ilgilenen kişiler tarafından bilinmesi ve bu kişilerin bu
özelliklerini ilahi bir varlıktan aldığını düşünmesi ön plana
çıkan kişilerin ilk halkasını yani din adamlarını meydana
getirmiştir. Din adamları yaptırdıkları tapınaklarda
tahıllarını biriktirerek insanlar üzerinde hâkimiyet sağlayan
ilk sosyal sınıf olmuştur.
Manidardır ki; Gabriel Garcia Marquez zihninde
Macondo’yu oluştururken, oraya dışarıdan gelen ilk meslek
grubunu da din adamları olarak belirlemiştir. Macondo’ya
bir papazın (Peder Nicador) gelmesiyle birlikte sosyal
yaşantı da bir değişiklik olmuştur. Peder Nicador’un
MSGSÜ TARİH
gelmesinden kısa bir süre sonra, onun devlet kademesindeki
bir yansıması olan muhafazakâr vali Moscote’de gelmiştir.
Aynı anda Macondo’da olan bu iki ismin karakterlerini
bir birleşime tabi tutarsak karşımıza yukarıda bahsettiğim
yöneten din adamları sınıfı çıkar.
İnsanlık din adamlarının akabinde, yeni bir sınıfla
tanışmıştır. Din adamları, elindeki artı-ürünlerin bazı
gruplar tarafından alınmasıyla kendisini koruyacak bir grup
aramaya koyulmuştu. Bu grup mükafat olarak diğer halktan
fazla tahıl alacaktı. Askerler sınıfı böylece ortaya çıkmış oldu.
Bunu izleyen tarihsel süreçte askerler bir koruma vasfından
ziyade din adamlarının da üstüne geçen bir hakimiyet
sembolü olmaya başladılar. Aynı zamanda asker sınıfının
çevre tapınaklarda da ortaya çıkması, iki taraf çıkarlarının
ters düştüğü zamanlarda da kuşkusuz çatışmayı getirdi.
Macondo’da bu olayın yansıması da şu şekilde ve tıpkı
insanlık tarihinde olduğu gibi Macondo’nun bütün karanlık
çağına yansımıştır. Bölgede Macondo’yu dışarıdan sömürür
görülen Muhafazakarlar kesimi (Peder Nicador ve Vali
Moscote’nin akabinde ortaya çıkan) Macondo’nun dışında
olduğu gibi burada da bir karşıt tepkiyle karşılaşmıştır.
Bu karşıt tepki Liberaller adıyla kitapta yansıtılmıştır.
Liberallerin Macondo şubesi olarak niteleyebileceğimiz
temel karakter ise Albay Aureliano Buendia (Jose Arcadio
Buendia’nın ikinci oğlu) ‘dır. Albay Aureliano Buendia tıpkı
tarihte asker sınıfının çıkışı gibi bir şeyi korumak adına
ortaya çıkmış fakat çeşitli vasıflara sahip olmuştur. Koruma
içgüdüsüyle kariyerine başlamış, daha sonradan bir koruma
hareketi öncüsü olmuş, bir sonraki aşamada bir lider olmuş
en sonundaysa devrilmiştir. İnsanlık tarihi sürecinde
asker kökenli kralların yaşadığı akıbetlerin birçoğu Albay
Aureliano Buendia’nın ruhunda toplanmıştır.
ARALIK 2015
21
Yüz Yıllık Yalnızlık’a Bir Bakış
Asker sınıfının oluşmasının yarattığı çatışmalar
kuşkusuz belli tarafların güçlenmesine neden olmuştur.
Güçlenen taraflar tek tahıl kaynağıyla yetinmeyip diğer
tahıl kaynaklarına yönelmiş ve böylece şehirler silsilesinin
oluşturduğu
imparatorluklar
meydana
gelmiştir.
İmparatorlukların olmasının olumlu ve olumsuz sonuçları
olmuştur. Bu birimleri yöneten imparatorlar ilk etapta asker
ve din adamları arasındaki çıkar çatışmasından dolayı iki
taraf arasından belirlenmiştir. İmparatorlukların meydana
gelmesi aynı zamanda bu bölgelere büyük göçlerin olmasına
neden olmuştur. İmparatorlukların aldığı bu göçler uzun
süre devam etmiştir. Çoğunlukla bu imparatorlukların
yıkılmasında bu göçler büyük etkendir.
Maconda ise, yavaş yavaş büyümeye ve dünyaya açılmaya
başladığı sıralarda, Jose Arcadio (Jose Arcadio Buendia’nın
ilk oğlu) bir çingene kafilesiyle beraber kaçmıştır. Bu kaçış
akabinde onu aramaya giden Ursula oğlunu bulamamıştır
fakat bir anda büyük bir Kızılderili kabilesiyle Macondo’ya
gelmiştir. Bu olay Macondo’nun aldığı ilk göç olayı olmuştur.
Bu göçün akabinde Macondo gerek büyüyen cazibesi
gerekse savaşlar yüzünden uzun süre göç almaya devam
etmiştir.
Bu göçler ilk etapta Macondo’nun yeni çağını yaşatmıştır
diyebiliriz. Bu yeni çağa Buendia ailesi doğrudan dâhil
olmuştur. Çünkü yeni çağa yön veren kimliklerin her birisi
onların bünyesi altında toplanmıştır. Buendia ailesinden
“yönetici, asker, ihtilalci, papaz, müzisyen, kâşif ” gibi
sıfatları olan insanlar mevcuttur. Fakat Macondo’nun
yeni çağı diye adlandırdığımız bu süreç bittiğinde
yukarıdaki kişilerin sıfatları da doğrudan değişmiştir. Bu
da Macondo’nun gerekliliklerinin değişmesiyle alakalı
olmuştur. Aslında bu değişimi de dünya tarihiyle paralel
görebilmemiz mümkündür. Dünyada siyasi süreç değişmiş,
bu da değişmeden evvel ki kavramları eskileştirmiştir.
Macondo, Albay Aureliano Buendia’nın 17 oğlundan
birisi olan Aureliano’nun bölgeye tren yolu getirtmesiyle
Macondo siyasi sürecinin değişme evresini başlatmıştır. Bu
değişim süreci tren yolunun akabinde bölgeye gelen turist
akınıyla başlamış ve gelen İngiliz turistlerden birisi buranın
muzlarını çok sevmiştir. Bu olaydan sonra Macondo’da bir
muz şirketi kurulmuştur ve kontrol muz şirketini geçmiştir.
Ben bu olayı dünyadaki Sanayi Devrimi’nin Macondo’ya
yansıması olarak görüyorum.
Macondo’da fabrikanın kurulması, muhafazakâr olsun,
ihtilalci olsun hepsinin eski birer kahraman olarak anılmasına
sebep olmuştur. Yönetici sınıflar, şirketin direktiflerinde
hareket etmiştir. Papazlar siyasi üstünlüklerini yitirerek geri
çekilmiştir. Kâşifler serseri olarak anılmaya başlanmıştır.
Yeni çıkan ihtilal hareketleri düzeni bozmaya yönelik
hareketler olarak görülmüş ve bu kimseler komünist olarak
MSGSÜ TARİH
adlandırılmıştır. Hatta bu gruplardan birisi muz şirketi
önünde eylem yaparken, askerler tarafından öldürülerek
trenle bir yere atılmıştır. Bu saldırıdan tek kurtulan isim
Jose Arcadio (Jose Arcadio Buendia’nın torunun torunu)
olmuştur.
Bu göçler Macondo’ya ilk etapta görünür fayda sağlasa
da daha sonradan Macondo’nun yıkılması ve yozlaşmasına
neden olmuştur. Bu göçlerin son halkası olan muz şirketi
göçleri bittiğinde Macondo’nun cazibe merkezliği de son
bulmuş ve Macondo göç alan yerden göç veren bir yer
haline dönüşmüştür. Macondo’nun bu göç verişi kitapta
Aureliano (Jose Arcadio Buendia’nın torunun torunun
oğlu)’nun kütüphane arkadaşlarının teker teker oradan
ayrılması olayıyla sunulmuştur. Zaten bu olayın akabinde
Aureliano ve Amaranta Ursula’nın tek başına evde kalması
şehrin yalnızlığına da yapılan bir göndermedir. Ben bu
olayı tarihte Geç Antikçağ’da polis tipi kentlerin terkedilip
şehirlerin kurulmasına oldukça benzetmişimdir. Amaranta
Ursula’nın ölümü ve Aureliano’dan olan çocuğunun karınca
kolonisi tarafından yenilmesi Buendia ailesinin bitmesine,
aynı zamanda Macondo’nun da bitmesine yol açmıştır.
Sonuç olarak; Macondo bölgesinde değişimlerde her
zaman adı bulunan Buendia ailesi üyeleri her gelecek
nesilde şehirle paralel olarak değişimlere uğramıştır.
Aile bireylerinin gidişatını biraz Darwin kuralına
benzetebilmemiz de mümkündür. Tek farkı evrim
aşamalarında Darwin’in son olarak bahsettiği günümüz
insanın ötesinde bir insan figürünün de Gabriel Garcia
Marquez tarafından sorgulanmasıdır. Bu tabloda
kalan figür (Aureliano) medeniyeti geliştirecek
fırsatlara sahip olamadığı için neslinin tükenmesi
karşısında da çaresiz kalmıştır. Bir nevi doğal
koşullara uyum sağlayamamıştır. Kitabın
özellikle bu kısmı bir tarihi paralellikten
çıkıp geleceğe dair bir kehanetin Marquez
tarafından işlenmesi olarak görülmelidir.
Tıpkı her şey insanlık tarihindeki temel
sosyal kuramla olmuştur. Şehir ve insan
içiçe bir yapıda sergilenmiştir. Medeniyeti
insan geliştirmiştir, insanı medeniyet
değiştirmiştir. Ve gene insanın bitişi
medeniyetin bitişi, medeniyetin bitişi
de insanın bittiği anlamına gelecektir.
Kitabın son cümlesi de bu bitişin
doğurduğu sonucu bizlere sunar. Sizi
o cümleyi okumak için bırakıyorum ve
yazımı burada noktalıyorum.
“Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm
edilen soyların, yeryüzünde ikinci
bir deney fırsatları olmazdı.”
ARALIK 2015
22
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Enigma ve Alan Mathison Turing
Mehmet ÜNAL
Enigma, 1918 yılında Alman elektrik mühendisi Arthur
Scherbius, tarafından icat edilen elektromekanik rasyonel
şifreleme sitemidir. I. Dünya savaşında Alman ordusunun
iletişim zafiyeti Almanları bu sistemi geliştirmeye itti.
Neticede II. Dünya savaşı boyunca; Wehrmacht, Luftwaffe
ve Kriegsmarine kuvvetleri 30.000 civarında Enigma
makinesi kullandı.
Enigma çok hızlı olmakla birlikte insan hatasını
tamamen ortadan kaldıran bir makineydi. Üstelik kod
ayarları ele geçirilmedikçe kırılması da mümkün değildi.
Sistemin çalışmasına basit olarak değinecek olursak önce
şifresiz metin makine üzerindeki tuşlar yardımıyla yazılıyor,
ortaya çıkan şifreli metin radyo ile aktarılıyor ve alıcı sadece
kodlu mesajı yazarak mesaj metnine ulaşıyordu. Yani hem
gönderilen mesajın şifrelemesini hem de gelen mesajın
çözümlemesini Enigma yapmaktaydı. Makine ayarları
her gün kod listelerine göre yeniden düzenleniyordu.
Ayrıca Alman ordusunun her bölümünde farklı kod
listeleri kullanılıyor Yine bu kod listeleri de ayda bir kez
yenileniyordu. Yani bir şifrenin çözülmesi için yaklaşık on
katrilyon hesap yapılmalıydı. Sistemin çok sayıda varyantı
bulunmakla birlikte, Alman ordusu makineye iki karıştırıcı
disk daha eklemiş ilaveten de dağıtım tablosunu karmaşık
hale getirmişti. Yapılan bu eklemelerle birlikte Almanların
Polonya’ya girmesi müttefiklere sürpriz olacaktı.
Bletchley Park-Buckinghamshire
MSGSÜ TARİH
Alman ordusu tarafından geliştirilen sistem
artık kırılması imkânsız olarak gösteriliyordu.
Gerçekten de sistem mükemmel şekilde işleyen,
durmak yorulmak bilmeyen yapay bir zekâydı.
Kâğıt üzerinde çözülmesi nerdeyse imkânsız
olsa bile işin birde insani boyutu vardı. Alman
savaş gazisi, Hansl-Thilo Schmidt, Fransız
gizli servisine birkaç yıl boyunca günlük kod
listelerini sattı. Ancak Fransızların bu bilgiden
çok fazla faydalanabildiğini söyleyemeyiz.
Çünkü Fransızlar Enigmayı dil bilim
ile çözmeye çalıştığından başarılı
olamamıştı.
Polonyalı
bilim
insanları ise matematiksel sistem
ile çözmeye çalışacaktı. Bu
konuda Marian Rejewski önemli
oranda ilerleme kaydetti. Fakat
Almanlar
sürekli
olarak
protokolleri değiştirdiğinden
kesin çözüme ulaşılamıyordu.
Bunun üzerine Rejewski, karıştırıcı
tablolarını hesaplayan Bombe adı verilen elektronik
makineler geliştirdi. Böylece 1930’larda Enigma mesajları
ufak birkaç harf değişimiyle birlikte okunabiliyordu. Ancak
Almanların 1938 yılında yaptığı ilavelerle birlikte Enigma
tekrar çözülemez hale geldi. Buna rağmen Almanya’nın
1939’da Polonya’yı istilasından önce yaptığı planlar bir
şekilde İngiltere’ye ulaştırılmıştı. Bu şüphesiz oldukça
önemli bir gelişmeydi.
Enigma
İngiltere Buckinghamshire’da bulunan Bletchley Park,
artık Enigma ve türevlerinin çözümü için bir merkez
oldu. Burada farklı alanlardan çok sayıda bilim adamı
bulunuyordu. Bunlar arasında; matematikçiler, fizikçiler,
dil bilimciler ve tarihçiler vardı. Farklı alanlardan bu kadar
insanın bir arada çalışması biraz tuhaf gelebilir ancak bu
durum ekibin yaratıcılığına katkı sağlayacak ve başarıyı
getirecekti. Ekibin görevi yalnız Enigma’yı çözmek değil,
o dönem kullanılan tüm şifreleme sistemleri üzerinde
çalışmaktı. Burası uzun süre gizli olarak kaldı. Churchill
burada çalışanlarla ilgili “altın yumurtlayan ve hiç
gıdaklamayan kazlar” ifadesini kullanıyordu.
ARALIK 2015
23
Enigma ve Alan Mathison Turing
Cambridge’in genç yeteneği matematikçi Alan Mathison
Turing’de Bletchley Park’ın çalışanları arasındaydı. Şifre
çözme merkezine gelmeden önce Turing ikili matematik
ve kuramsal bilgisayarlar üzerinde çalışıyordu. Böylece
Turing’in merkeze Rejewski’nin çalışmalarından sonra
çağrıldığını düşünebiliriz. Turing’in amacı da karıştırıcı
ayarlarını çözebilen bir makine geliştirmek olacaktı. Enigma
kâğıt üzerinde mükemmel bir sistemdi. Ancak insan hatası
ve tembellik sistemin güvenliğini azaltıyordu. Örneğin
bazı operatörler daha önce kullandıkları mesaj anahtarını
kullanıyordu. Bu durum da şifre çözümünde büyük kolaylık
sağlıyordu.
Turing, sistemin çözümü için birbiriyle bağlantılı çok
sayıda Bombe geliştirmeyi düşünüyordu. İngiliz hükümeti
bunun için 100.000 pound ödenek ayırdı. Tabii olarak
karşılığını da en çabuk şekilde almak istiyorlardı. Geliştirilen
Bombe 1940 yılı mart ayı itibariyle test edilmeye başlandı.
Test sırasında Almanların protokolleri değiştirmesi Turing’i
bir süre duraksattı. Bu duraksama İngiliz yöneticiler
tarafından pek hoş karşılanmadı. Hatta Turing’in görevden
alınması dahi gündeme geldi. Bu süreçte Turing ve ekibi
çalışmalarına gizli şekilde devam etti ve çalışmalar netice
vererek 1942 yılı ortalarında Bombe tekrar kullanılmaya
başlandı. Her bir Bombe çok sayıda kombinasyon deneyerek
karıştırıcı ve mesaj ayarlarını çözümlemeye çalışıyordu.
Belki de bu sistemi, asla durmak ve yorulmak bilmeyen
bir uzmanın çok sayıda kombinasyonu hızlı bir şekilde
denemesi şeklinde örnekleyebiliriz.
Bombelerin sayısı savaşın
sonuna doğru gelindiğinde
oldukça artmıştı. Bu artışa
bağlı olarak da dünyanın ilk
programlanabilir bilgisayarı
olan Jumbo ortaya çıktı.
Jumbo oldukça başarılıydı
fakat şifreleri çözmesi
zaman alıyordu. Turing
1942 yılında Alman
donanması Lorenz’in
şifresini çözmek ile
uğraşırken yeni bir
yol buldu ve Jumbo’yu
geliştirmek
üzere
çalışmaya başladı.
Bu çalışmalar neticesinde bugünkü bilgisayarların
atası sayılacak olan Colossus’un ortaya çıkmasını sağladı.
Colossus’un Enigmanın kırılmasında önemli bir rolü
olacaktı. Eğer Enigma kırılamasaydı Nazilerin ilerleyişi
belki de devam edecekti. Yani bu teknolojik başarı
savaşın gidişatını önemli ölçüde değiştirmiştir. Çünkü
eğer rakibinin bir sonraki hamlesini biliyorsan ve onun
bu durumdan haberi yoksa galip gelmen olasıdır. Gelin
isterseniz bu kırılamaz denilen sistemi kıran ve savaşın
gidişatını değiştiren Alan Mathison Turing’in hikâyesine
bakalım.
Alan Mathison Turing, 23 Haziran 1921 yılında Londra’da
doğdu. Akademik kariyerine ise 1931 yılında Cambridge
Üniversitesi Matematik bölümünde başladı. Bilim birikerek
ilerlerdi, Turing ise bunu bir kenara bırakarak alanındaki
çalışmalara en baştan başlamayı tercih etti. Bu yolda çok çaba
sarf etti. Bir süre sonra çalışmalarını daha iyi yürütebileceğini
düşündüğü Princeton Üniversitesi bünyesine dâhil
oldu. Turing’in aklında günümüz literatüründe Enigma
makinesi adı verilen çalışma vardı. Bu çalışma Alman
şifreleyicisi Enigmayı çözdüğü için bu adı almıştı. Ancak
çalışma bununla kalmayıp modern bilgisayarın temelini
oluşturacaktı. Bu çalışma 1-0 rakamlarından oluşturulan
sorunları hem okuyup hem de çözümleyebilecekti. Turing
Makinesi’nden önceki türevler sadece bir soruna odaklanıp
onu çözmeye çalışıyordu. Oysa Turing Makinesi parçalardan
oluşan büyük ve kapsamlı sorunları dahi çözebilecekti.
Turing’e göre makinesi ilerde pek çok algoritma geliştirerek
tüm sorunlara cevap verebilecek hatta insan zekâsıyla
yarışabilecek seviyeye gelecekti.
II. Dünya Savaşı sırasında Churchill, Turing’in
çalışmalarına Britanya İletişim Departmanında devam
etmesini istiyordu. Çünkü başında Enigma denilen bir
bela vardı ve müttefikler bu sistemi çözemiyor haliyle de
Alman ilerleyişi durdurulamıyordu. Turing’in iletişim
departmanındaki görevi Mihverlerin şifreli mesajlarını
çözmekti. Ancak bu o kadar kolay olmadı. Enigma, sürekli
kod ve anahtar değiştiriyordu. Tam müttefikler çözüme
yaklaştığında Almanlar makineye ilaveler yaparak yeni
karıştırıcılar ekliyordu.
Turing, iletişim departmanındaki işlerinin yanında
az önce bahsettiğimiz Colossos isimli makine üzerinde
çalışıyordu. Ancak İngiliz yetkililer Turing’in, Colossos
üzerinde çalışırken asıl görevini ihmal ettiğini
düşünüyorlardı. Fakat Colossos başarılı bir şekilde çalışarak
Enigma şifrelerini çözdü.
Bombe
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
24
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Bu makine için dijital bilgisayarlara atılan ilk adım
demek yanlış olmaz. II. Dünya Savaşı’nın ardından ise
Turing, savaşın vahametini üzerinden atmak için atletizmle
ilgilendi. Walton Athletic Club bünyesinde birçok kez
dereceye dahi girdi.
Yaşanılan iki dünya savaşı da tüm olumsuzluklara
rağmen bilim ve teknoloji alanında en hızlı gelişmenin
olduğu zamanlardı. Turing’de bu dönemde büyük oranda
ilerleme kaydetti. Yakaladığı ivme ile çalışmalarına Ulusal
Fizik Laboratuar’ında devam etti. Burada A.C.E adında bir
makine tasarlardı. 1949 yılında da Zeki Makineler adında
bir makale yazarak yapay zekâ kavramının temelini attı.
Ayrıca makalede geliştirilmiş yapay zekâ ile insan zekâsının
yarışabileceğini savundu. Hatta bazı durumlarda yapay
zekânın daha üstün olabileceği görüşünü de ortaya attı. Bu
çalışmalar ışığında 1950 yılında Turing Testi uygulanmaya
başladı. Teste göre; insana ve makineye sorular yönetiliyor,
alınan cevaplar karşılaştırılıyordu. Eğer cevaplar arasında
fark gözlenmezse yapay zekânın varlığı kabul ediliyordu.
Buradaki çalışmalarının ardından ise Manchester’a giderek
Madam adını verdiği proje üzerinde çalışmalara başladı.
Annenin iddiasına göre Turing kimya üzerinde çalıştığı
sırada bunalıma girerek intihar etmişti. İkinci iddiaya göre
de Turing’in homoseksüelliğinin kamuoyunda geniş yer
bulması ve psikolojik baskılar neticesinde bunalıma girerek
intihar ettiği yönündedir. Nedeni ne olursa olsun Turing, bir
bunalım sürecine girdi ve içerisine siyanür enjekte ettiği bir
elma ile intihar etti. Bugün teknoloji piyasasında büyük bir
yer sahibi olan ünlü şirket Apple’ın logosu bu olaydan alıntı
yapılarak tasarlanmıştır.
Bilim dünyası için Turing’in ölümü büyük bir kayıptır.
Asıl üzücü olan ise yaşadığı dönemde, yaptığı çalışmalarla
değil cinsel tercihi ile gündeme gelmesidir. Turing, yaptığı
çalışmalarla II. Dünya savaşının gidişatını değiştirmiş,
modern bilgisayarın temelini atmış ve günümüz teknoloji
çağına öncülük etmiştir. Ülkemizde Turing ve çalışmaları
üzerine pek fazla esere rastlamamaktayız. Eğer Turing ve
Enigma üzerine biraz ilgi duyduysanız şu filmi izlemenizi
de tavsiye ederim; “Imitation Game – Morten Tyldum”.
Fizik ve matematik alanındaki çalışmalarının ardından
Turing, biyoloji alanında da çalışmalarda bulundu. Bu
alanda özelikle canlıların fiziki yapısı üzerine yoğunlaştı.
Turing, ölümünden bir süre önce kimya alanında da
çalışmalara başlamıştı.
Turing, 7 Haziran 1954 yılında girdiği bunalım sürecinden
çıkamadı ve intihar etti. Ölümünün ardından ortaya iki
iddia atıldı. İlk iddianın sahibi Turing’in annesi oldu.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
25
İspanyolların Kayıp Cenneti ‘’EL DORADO’’
Muiska lideri mağarasında geçirdiği tuzsuz ve kadınsız inziva hayatından nihayet kurtuldu.
Sıra yapılması gereken ayine ve liderliğini ilan etmeye gelmişti. Yeni kral mağarasından çıktı
göle doğru yürüdü, kurbanlar sunuldu. Kral üstündekileri çıkarttı ve hizmetkârlar kralın
vücudunu reçineyle kaplayıp üstüne altın tozu döktüler. Tüm vücudu altınla kaplanmıştı, göz
kamaştırıcı bir halde hesapsız altın… Ardından mücevher ve değerli eşyalarla dolu sandalla
gölün ortasına geldi, sandaldaki tüm değerli madenleri göle dökmeye başladı tek bir altın ya da
mücevher kalmayanadek hepsini Tanrı’ya sundu. Sonra kendisini suya bıraktı üstündeki altın
tozu gölün dibine çökerken o suyun yüzeyine çıktı ve karaya ayak bastığında halkı onu sevinçle
karşıladı o artık kraldı.
Mert ASLAN
İspanyol fatih Gonzalo Jimenez de Quesada And
dağlarında karşılaştığı Muiska yerlilerinden duymuştu
bu hikâyeyi. Zamanla İspanyollar hikâyeyi abartarak,
değiştirerek, eklemeler yaparak bir efsane yarattılar.
Altınla kaplı bu kralı, oturduğu altından şehri bulmak
için tükenmek bilmeyen bir iştahla Amerika’nın en ücra
köşelerine kadar seferler yaptılar neticede ne altın kralı nede
altın şehri bulamadılar. Cenneti bulmak için yaptıkları her
akın gittikleri her yeri cehenneme çevirmekten ibaret kaldı.
Kapıyı aralayan Kristof Kolomb oldu. 1451 yılında
Ceneviz vatandaşı olarak dünyaya gelen Kristof Kolomb
küçük yaşlarda tayfa ve miço olarak denizciliğe başladı.
1476’da Portekiz’e yerleşti ve burada evlendi. Kayınpederi
Peresyrello’nun haritalarından istifade ederek Dünya’nın
yuvarlak olduğunu böylece batıya hareket ederek Asya’ya
ulaşılabileceğini düşünmeye başladı. Bu fikri hayata
geçirmek için çok uğraştı. Osmanlı Sultanı II. Bayezid’e
kadar müracaat ettiyse de aradığı maddi desteği bulamadı.
Nihayet Kastilya Kraliçesi İsabel, Kolomb’a aradığı maddi
desteği sağladı ve ona üç gemi verdi: Santa Maria, Pinta ve
Nina. Gemileri Kraliçe İsabel sağladı zira birleşen İspanya’da
Akdeniz’de bayrak gezdirmek tekeli Aragon’a, Atlantik’te
bayrak gezdirmek tekeli ise Kastilya’ya aitti. Kolomb yanında
100 denizci olduğu halde Atlas Okyanusuna açıldı ve batıya
doğru macerasına başladı. Kraliçeye Asya’ya ulaşarak
Marco Polo’nun anlattığı Asya’nın zenginliklerine ulaşmak,
Büyük Han’dan mektup almak amacında olduğunu bildirdi.
Kolomb’un asıl amacı altına ve zenginliğe ulaşmaktı henüz
el Dorado efsanesi türememişti. Ama Kolomb Asya’yı
altın çatılı, bin bir türlü zenginliğin olduğu bir kıta olarak
tahayyül ediyor, Asya ile Avrupa arasında bir kıta olduğunu
hiç düşünmüyordu. Zaten Amerika’ya ayak bastıktan
sonrada burasının yeni bir kıta olduğunu hayatının sonuna
kadar anlamayacaktı.
MSGSÜ TARİH
Kristof Kolomb
12 Ekim’de tayfaların geri dönmek için çok istekli oldukları
kritik bir zamanda yerlilerin Guanahani dedikleri adaya
vardı. Buraya San Salvador dedi. Küba adasının kuzeydoğu
kısımlarını Büyük Han’ın topraklarının başladığı yer olarak
düşündü ve Haiti adasının kuzey kıyılarını dolaşarak bu
adaya Hispaniola adını verip dönüş yolculuğuna başladı.
Kolomb burada karşılaştığı yerlileri Hindistan halkı sandı
hatta Arapça anlamamalarına hayret etti.
Kolomb bu süre zarfında İspanya’ya birçok ada
kazandırmış ve yerlilerden çeşitli ganimetlerde getirmişti
ama bunlar arasında altın yoktu. Altının daha batıda el
Dorado’da olduğu düşünülüyordu. Kolomb toplamda dört
defa Amerika’ya sefer etti ama kimseden beklediği ilgiyi
görmedi.
ARALIK 2015
26
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Bu nedenle sefalet içinde bir yaşam sürdü. Kraliçe
İsabel’in vefatından sonra ise hiç destekçisi kalmadı ve
1506’da öldü. Her yıl Kolomb’un Amerika’ya ayak bastığı 2
Kasım 1492 tarihi kıtada milli bayram olarak kutlanırken
1992’de keşfin 500. yılı Latin Amerika devletlerinde lanetle
anıldı. Zira Kolomb’un keşfi ile cennet adeta cehenneme
çevrilmiş, yerli halklar sömürülmüş, katledilmiş ve kadim
Güney Amerika uygarlıkları yok edilmiştir. Bu yok oluş çok
sancılı bir süreç halinde olmuş ve oldukça uzun bir döneme
de yayılmamıştır. İspanyollar kısa bir süre içinde tarihin
gördüğü en büyük katliama imza atmışlardır.
İspanyollar gelmeden önce 50 ya da 30 milyon olarak
tahmin edilen yerli nüfusu, 40 yıl sonra 4 milyona
düşmüştür. Kolomb’un oğlu Diego Columbus 1509’da
Haiti’ye geldiğinde 40.000 yerli olduğunu kaydetmiş bu
sayı 1514’te 13.000’e kısa süre sonra da “sıfıra!” düşmüştür.
Bu durum sadece Haiti’ye özgü değildir. İspanyollar adım
attıkları her yerde nüfusu kırmış, esir etmiş, köle olarak
satmıştır.
Uluslararası hukukun ve insan hakları normlarının ilk
savunucularından kabul edilen İspanyol rahip Bartoloméo
de las Casas bu kıyıma tanıklık edenlerdendir. Hayatı
boyunca yerli haklarını savunmuştur ama İspanyollar el
Dorado’yu bulmak uğruna sürekli yerlilere işkence etmişler
ve altınları nerede sakladıklarını öğrenmeye çalışmışlardır.
Casas’ın söylediğine göre yerliler iki şekilde yok edilmiştir:
İspanyollara karşı savaşırken ve onlara köle olarak hizmet
ederken. Bu anlamda Casas’ın anlattıkları kan dondurucu,
tüyler ürperticidir. Altın peşinde olan İspanyolların yerlileri
hayvandan daha aşağı mahlûklar olarak gördüklerini
söyler. Bu yüzden yaptıkları her türlü işkence ve zulmü
meşru saydıklarından bahseder. Yerliler İspanyolların
gökyüzünden geldiklerine inanıyorlar ve onlara saygı ve
hürmetle yaklaşıp hizmet ediyorlardı fakat hizmetleri
karşılığında aldıkları tek ödül acı ve ölüm oluyordu. Daha
fazla dayanamayan yerliler kıpırdanmaya isyan etmeye ve
saldırmaya başladılar ama sazlardan yapılma basit silahları
olan yerliler, zırhlı ve ağır süvarili İspanyol ordularına karşı
hiçbir başarı elde edemiyorlardı.
18 Şubat 1519’da Hernan Cortez 11 gemi, 100 denizci,
600 piyade,10 top ve 16 atlıyla Cozumel adasına geldi. Ada
sakinleri bu güç karşısında hemen teslim olurken Cortez
altın ve haçı yan yana getiren simgesel bir isimle Vera Cruz
şehrini kurdu. Daha sonra Aztek baskısı altındaki Tlazcaltec
halkını kendi tarafına çekti. Aztek kralı Montezuma Cortez’i
Mexico şehrinde misafir etti ama bu hayatına mal olacak bir
hataydı. Gözü dönmüş halde servet arayan Cortez gerekli
tedbirleri aldıktan sonra Montezuma’yı esir etti ve öldürdü.
Mexico halkı bir isyan dalgasıyla bu soyguncu güruhu
şehirden kovmayı başardı. Bunun üzerine Cortes bu halkı
cezalandırmak amacıyla bir sefer daha tertip eder. Şehri
kuşatır, açlığa mahkûm eder. Şehirde yaklaşık 70.000 insan
öldürülür, bunların bir kısmı hastalık ve açlıkla bir kısmı ise
İspanyol kılıçlarıyla can verirler.
Yerlileri avlamak için özel eğitilmiş köpekler dahi kullanılmaktaydı.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
27
İspanyolların Kayıp Cenneti el Dorado
İtalyan bir subayın gayri meşru çocuğu olan Francisco
Pizarro, İtalya’da paralı askerlik yapmaktayken Kastilya
hizmetine girip Amerika’ya geldi. 1524’te genel vali Avila,
Pizarro’yu İnkalar hakkında bilgi toplamak için Peru’ya
gönderdi. Pizarro’nun İnka ülkesine gitme çabaları bir
türlü sonuç vermedi. Nihayet İspanya’ya döndü ve Kral
Charles Quint’in huzuruna çıkarak ona İnka adında büyük
bir ülke olduğunu ve burasının aslında meşhur el Dorado
olduğunu anlattı. Kralın izniyle yeniden Amerika’ya
döndü. Cajamarca’ya geldi ve burada İnkalarla temas
sağladı. Kardeşine karşı zafer kazanıp tahtı ele geçiren İnka
İmparatoru Atahualpa Pizarro’yu kampında ziyaret etti.
İmparatorun üzerindeki zengin ziynet eşyaları Pizarro’nun
gözünü karartmaya yetmişti. Kahramanı olan Hernan
Cortez gibi aniden Atahualpa’yı tutuklattı. Bunun üzerine
İmparator kendisini bırakması karşılığında bulunduğu
hücreyi dolduracak kadar altın vermeyi teklif etti. Çünkü
İspanyolların altın açlığından haberdardır. Fakat fidye
ödenmesine rağmen Pizarro Atahualpa’yı kardeşi Huascar’ı
öldürmek suçundan idam cezası verdi ve onu askerlerinin
önünde diri diri yaktırdı.
Şef Hatuey’in yakılma sahnesi.
Bir yerli şefi olan Hatuey İspanyol korkusundan Küba’ya
kaçmıştı. Ne var ki İspanyollar onu takip ediyorlardı.
Hatuey yanında bulunanlara bir teklifte bulunarak elindeki
altın dolu sepeti gösterdi ve şöyle dedi ‘’İşte İspanyolların
Tanrısı bu, bunun için geliyorlar, bunun için yıkıyor,
yakıyor ve öldürüyorlar. Gelin bu tanrının huzurunda
dans edelim belki İspanyol Tanrısı bize merhamet eder ve
onları bizden uzak tutar’’ yerliler sepetin etrafında sabaha
kadar dans ederler daha sonra sepeti nehre bırakırlar.
Hatuey bir çarpışmada esir edilir ve kazığa bağlanır canlı
canlı yakılmadan önce Hatuey’in yanına yaklaşan bir rahip
Hristiyan inancından bahsederek celladın tanıdığı bu süre
zarfında Hristiyan olursa günahlarından arınacağını ve
cennete gideceğini söyler. Hatuey rahibin söylediklerini
dinledikten sonra düşünür ve İspanyollarında cennete gidip
gitmeyeceğini sorar. Rahip, ‘’Evet iyi İspanyollar cennete
gider’’ der. Hatuey rahibe şu cevabı verir: ‘’O zaman ben
cehenneme gideyim cennette de İspanyollarla karşılaşmak
istemiyorum.’’
Atahualpa’nın diri diri yakılmasını
gösteren temsili bir resim.
Az sayıda askere rağmen bu kadar büyük topraklara
yayılan ve birbiri ardına krallıkları ve imparatorlukları
çökerten İspanyollar, teknik üstünlükleri ve yaydıkları
korku ve dehşetle bunu başardılar. Yerlileri canlı canlı ateşe
atarak, eğittikleri köpeklere parçalatarak, ellerini ayaklarını
veya burun ve kulaklarını keserek büyük bir korku yarattılar
ki bu sayede kısa süre içerisinde çok büyük topraklar ele
geçirdiler.
MSGSÜ TARİH
Bir başka yerli şefi İspanyol valisine ya kendi isteğiyle ya
da kuvvetle muhtemel korkusundan dolayı 9000 Kastellano
(Kastilya Krallığının 45 gram ağırlığındaki altın parası)
değerinde altın getirir. Bu miktarı az bulan vali, şefi kazığa
bağlatıp ayaklarını gerdirir ve altında ateş yaktırır, tarifsiz
acılara maruz kalan şeften 3000 Kastellano değerinde daha
altın ister ve bu şartla şef serbest bırakılır. Söz verdiği gibi
altınları getirir fakat buda valiye yetmez. Başka verecek atını
olmadığını söyleyen şef yeniden kazığa bağlanır ayakları
yağlanır ve altında ateş yakılır ve tabiri caizse kızararak can
verir.
ARALIK 2015
28
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Casas’ın bahsettiği altın getiren yerli şefine yapılan işkence.
Cennetin peşinde olan İspanyollar el Dorado’yı ararken
çok yorulduklarından gördükleri, beğendikleri yerli evlerine
el koyuyor topraklarına hâkim oluyorlardı. El konulan evin
ve toprağın sakinleri ise o İspanyol’un kölesi oluyordu. Bu
sisteme ‘’encomienda’’ dendi. Encomienda sahipleri çiftçilik
yaptırdıkları kölelerini en ağır şartlarda çalıştırıyorlardı.
Lâkin narin yapılı yerliler ağır işlere pek uygun değillerdi.
Bu yüzden Afrika’dan Amerika’ya köle getirilmeye başlandı.
Pedro de Mendoza Şili’den Arjantin’e geçerek İspanyol
fethine devam etti. 1536’da Buenos Airesi’i kurdu. Böylece
Arjantin ve Uruguay İspanyol hâkimiyetine geçti. Mendoza
bu fethi 2500 asker ve 500 süvari ile yaptı ki bu kuvvet 43 yıl
boyunca Amerika’da kurulan en büyük askeri güçtü. Ancak
İspanya Avrupa’daki düşmanlarına ve Osmanlılara karşı bu
kuvvettin 40, 50 katını çıkarmaktaydı.
El Dorado henüz bulunmamıştı ama İspanyollar onu
aramaya devam ediyorlardı. Aslında 1500’lerden itibaren
Amerika altını ve gümüşü İspanya’ya akmaya başlamış,
vahşi bir sömürü düzeni kurulmuş, İspanya zenginleşmişti.
Yerlilerin bunu durduracak gücü yoktu. Üstelik daha güçlü
bünyeleri bulunan Avrupalılar kolay kolay hastalıklardan
etkilenmezken yerliler İspanyolların taşıdıkları mikroplar
ve hastalıklar yüzünden büyük kayıplar verdiler. Özellikle
çiçek hastalığı yerlilerin zihninde öylesine korkunç bir yer
edindi ki hakkında hikâyeler, şiirler yazıldı elbette bunların
ortak noktası hüzündü. Ama yerlilerinde Avrupa’ya
biyolojik bir sürprizi vardı; frengi. Frengi Avrupa’nın
bağışıklık sistemini hazırlıksız yakaladı ve müthiş bir
intikam aldı. Vebanın aksine kıta üzerinde yok olup gitmedi
ve daha fazla çalışarak Avrupa’nın cinsel haritasını çizdi.
MSGSÜ TARİH
Frengi Avrupa’ya 1493’te bir grup denizci ile geldi. Yerli
Arawak kadınları Kolomb’la Amerika’ya gelen İspanyolları
çok sevecen karşıladılar ya da karşılamak zorunda kaldılar.
Neticede Kolomb ve denizcileri Espanola veya Haiti’de bu
mikrobu kaptılar ve beraberlerinde Avrupa’ya getirdiler.
Denizciler dönüş yolculuğunda lekelerden, baş ağrısından
ve tuhaf yaralardan şikâyet ettiler ama bunu uzun deniz
yolculuğuna bağladılar. Sevilla limanına inen denizciler her
yerde şölenlerle karşılandı. Barselona’ya kadar yaptıkları
yolculuk esnasında uğradıkları her köy ya da kasabada
yaptıkları kutlamalar, partiler ve cinsel çılgınlıklar hastalığın
kısa sürede yayılmasına sebep oldu.
El Dorado hayali yerlilerin hayatını cehenneme
çevirirken, İspanyollar aradıkları cenneti bulamasalar da
yükselişlerine etki edecek kadar altın ve gümüş buldular.
Frengi ise ummadıkları bir sürpriz oldu. Kolomb’un
açtığı yolda altın, toprak ve zenginlik peşinde koşan
binlerce İspanyol ve onların ardından Fransız, İngiliz,
Hollandalılar Yeni Dünya’ya akın ettiler. Bulabildikleri her
şeyi sömürmeye ve yok etmeye azmetmişler gibi önlerine
çıkanı ezip geçtiler. Yerliler bu sömürü düzeni içinde yok
olurken yağmur ormanları, Kızılderililer, Maya ve İnka
uygarlıkları bu olanlardan nasiplerini aldılar. Afrika Yeni
Dünya’nın köle deposu haline geldi ve kıtada yakalanarak
kaçırılan Afrikalılar tarihin en iğrenç yolcuğuna maruz
kalarak Atlas okyanusunun diğer yakasına taşındılar. Dünya
düzeni değişti, ufukları genişleyen Avrupalılar kıtalarına
sığmadılar ve taşan bir nehir gibi dünya’yı azgın bir sel
altında bıraktılar. el Dorado bütün fetihlere, aramalara,
dökülen kanlara rağmen bulunamadı ya da efsane değişti...
ARALIK 2015
29
Osmanlı’da Sanat ve Heykeller
Geçtiğimiz günlerde Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde düzenlenen Osmanlı’da Sanat
ve Heykeller Seminerine Geçmişin Bakiyesi olarak geniş bir katılım gösterdik. Beylerbeyi Saray
Müdürlüğünü yapmakta olan tarihçi Mehmet Ekinci’nin konuşmacılığını yaptığı ve yaklaşık bir
buçuk saat süren seminerde, birçok farklı kültüre ev sahipliği yapmış geniş bir coğrafya üzerine
yayılan Osmanlı’nın sahip olduğu veya zaman içerisinde bünyesine kattığı sanat dalları üzerine
oldukça faydalı bilgiler edindik.
Berkay Yekta ÖZER
İlk başta sanatın öneminden ve topluma kattığı
değerlerden bahseden konuşmacı ünlü kişilerin bu mesele
hakkında söylediği özlü sözlerden de örnekler vererek
konuya açıklık kazandırdı. Sanatın insanla beraber, insanın
yarattığı teknoloji ile birlikte yön değiştirdiğini de sözlerine
ekleyen Ekinci, bu anlamda iyi bir geçmişimizin olduğunu
da dile getirdi. Ardından Osmanlı tarihi hakkında kısa bir
girizgâh yapan konuşmacı, oldukça uzun bir süre hüküm
sürmüş bu İmparatorluğun sahip olduğu iç dinamiklerin,
sanata ve sanatçıya verdiği değeri iyi bir şekilde ifade etti.
Ayrıca gerek sarayın gerekse de Osmanlı devlet adamlarının
sanatçıları desteklemesi yani bir başka deyişle sponsorluk
yapmaları ve şehirlere imar anlamında yatırımlarda
bulunmaları sanatın ve mimarinin gelişmesinde büyük bir
etken olduğunun vurgusunu yaptı.
Avcı. Minyatür. Levni,18. yy.
MSGSÜ TARİH
Genel anlamda yaptığı bu giriş konuşmasının ardından
Osmanlı’da resim sanatı hakkında bilgiler vermeye başlayan
Ekinci, Osmanlı’da resim denildiğinde akla minyatür
sanatının geldiğini ve bu
durumun oluşmasında toplumsal
gerekçelerin etkin olduğunu
belirtti. Ancak günümüzde
bu konu hakkında yanlış
bir ön yargının hâkim
olduğunu da dile getiren
Ekinci, İslam’ın resim ve
heykeli
yasaklamadığını
sadece İslamiyet öncesi Arap
toplumunda hâkim olan bu
tür objeleri kullanılarak bir
putlaştırma yoluna gidilmesi
konusunda bir yasaklamanın
olduğunu öne sürdü. Hatta
Bizans’ında bir süre sonra bu
durumdan etkilendiğini ve tasvir
kırıcılık döneminin İslam’dan
gelen bir etkileşimle başladığını
da dile getirdi. Minyatür
sanatı konusunda ün yapmış
şahsiyetlerden de bahseden
Ekinci, minyatürün günümüzde
hem tarihçiler hem de mimarlar
için bir kaynak eser değerinde
olduğunun da özellikle altını çizdi.
Minyatürün ardından Osmanlı
mimarisinde önemli bir yeri olan
ve cami kubbelerini adeta sanatsal bir
başyapıta dönüştüren kalem işi sanatı ile
devam edildi. Özellikle Osmanlı klasik döneminde
bu sanatın zirve yaptığını dile getiren konuşmacı bu anlamda
en etkili örneğin Selimiye Camiinin kubbesinde yer aldığını
belirtti. Ayrıca Beylerbeyi sarayında yer alan harika kalem
işlemeciliğinin ise klasik dönemin ardından Osmanlı’da bu
sanatın ne denli geliştiğini gösteren harika örneklerden bir
tanesi olduğunu da sözlerine ekledi.
ARALIK 2015
30
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Mehmet Ekinci’nin hat ve tezhip sanatına giriş yaparken
kullandığı “Kur’an Mekke’de indi, Kahire’de okundu,
İstanbul’da yazıldı.” sözü, bu sanatın Osmanlı’da ne denli
büyük bir gelişme kat ettiğini göstermesi bakımından
oldukça faydalı oldu. Ardından bu dalda uzmanlaşan
Osmanlı bilginlerinden bahseden konuşmacı, bu türde
ortaya çıkmış önemli eserlerden örnekler göstererek
konuşmasına devam etti. Özellikle Osmanlı fermanlarının
hat ve tezhip sanatının birlikte kullanıldığı bir sanat eseri
olduğuna da vurgu yaptı.
Ardından çini sanatının Osmanlı’da altın çağını yaşadığını
ve bu anlamda birçok başarılı eserin verildiğine dikkat
çeken konuşmacı, çinilerin okuya bilene bir görsel arşiv
malzemesi olduğunu dile getirdi ve bu sanatın en büyük
milli değerlerimizden biri olduğunu, bilinçli bir şekilde
sahip çıkmamız gerektiğini vurguladı. Ardından Osmanlı
döneminde zirve yapmış Ahşap ve Halı sanatları konusunda
değerli bilgiler verdi ve bu dalda verilmiş başarılı eserlerden
örnekler göstererek konuşmasına devam etti.
“Süleymaniyesiz bir İstanbul düşünemiyorum.”
Konuşmasının ikinci bölümünü ise Osmanlı’da mimari
ve heykel konusuna ayıran Ekinci Osmanlının sahip
olduğu renkli coğrafya ve beşeri yapıyla birlikte şekillenen,
kendisine has bir mimari anlayışa sahip olduğunu ve
bunun da Mimar Sinan döneminde zirve yaptığını dile
getirdi. “Süleymaniyesiz bir İstanbul düşünemiyorum.”
diyen konuşmacı, Mimar Sinan’ın mimaride Mısır, Acem,
Türk, Roma ve Yunan etkilerini bir araya getirerek yeniden
yorumlamış olduğunu ve Osmanlı kubbesi altında yeni
bir dönemi başlattığını iyi
bir şekilde açıkladı. III.
Ahmet döneminin ardından
Avrupa tarzı mimarinin
içimize yavaş yavaş
girdiğini ve klasik
dönemden böylece
koptuğumuzu da
sözlerine ekledi.
Denizci Mezar Taşı-Kılıç Ali Paşa Cami
Osmanlı’da modern anlamda resim ve heykel anlayışının
geç döneme rastladığını, bu durumuna ise toplumsal
yargıların neden olduğuna vurgu yaptı. Bu yargıların
heykel sanatında usta olan sanatçıları mezarlıklara ittiğini
ve ustalıklarını Osmanlı mezar taşlarında görebileceğimizi
sözlerine ekledi. Ardından 19. yy’da Avrupa tarzında resim
sanatının giderek geliştiği aynı doğrultuda heykelinde
giderek yaygınlaştığını dile getirdi. Ayrıca bu anlamda
verilmiş sanat eserlerinden de örnekler gösterdikten sonra
konuşmasını noktaladı.
Osmanlıda sanat ve heykeller üzerine yaptığı konuşma
oldukça beğenilen Mehmet Ekinci seminerin ardından
dinleyicilerin sorularını cevaplandırdı. Bizlerde, Geçmişin
Bakiyesi olarak bu seminerden oldukça keyif aldık,
kendisine buradan teşekkürlerimizi sunuyoruz.
MİMAR SİNAN
Selimiye Camii
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
31
Ötekilerin Şarkısı Blues
Tuğba YILMAZ
baskıcı bir ortama veya bir fikre muhalefet şeklinde ortaya
çıkarak karşı duruşu simgelemiş aynı zamanda değişim
ihtiyaçlarının ifade edilmesinde ön ayak olmuştur.
Hayatın en eski olgularından olan müzik, ritmik
ve ahenkli yapısıyla, sanat dalları içinde önemli
bir yer tutar. Üstelik kendini, insanoğlunun
ruh haline ve fiziki şartlarına göre değiştiren
bir tür canlı varlık gibidir. Bugün doğanın ve
teknolojinin sağladığı imkanlarla karmaşık bir
yapıda olan müziğin ortaya çıkışı Çiğdem Eda
Angı ve Yılmaz Şendurur’un ortak makaleleri “Lise
Öğrencilerinin Demografik Özellikleri İle Dinledikleri Müzik
Türleri Arasındaki İlişki”de şöyle açıklanmaktadır: “…
sanat dalı olarak uzun yılların eğitimini emeğini gerektiren
müzik sanatı, diğer sanat dalları arasında en ilkel ve
en temel güdülerden kaynaklanmış olanıdır. İlk insanın
doğa seslerini yansıtması, kendi sesini, rüzgarın, denizin,
kuşun sesine benzetmesi, ezginin doğuşundaki ilk adımlar
olmuştur. İlk olarak doğayı yansıtmak için sesini yükselten
insanoğlu, daha sonra yalnızlığını unutmak, doğa güçlerine
tapınmak için mırıldanmaya başlamış, korkusunu yenmek
için çığlıklar atmış ve ruhsal değişimine göre kimi neşeli kimi
hüzünlü ezgiler yaratmıştır.“ Böylelikle müzik, insanların
duygularından beslenerek yine insan üzerinde etkiler
yaratan bir sanat dalı olmuştur. Şunu da belirtmek gerekir
ki müzik oluştuğu ilk zamanlardan itibaren toplulukların
ve onları oluşturan bireylerin kendini ifade etme ve
tanımlama vasıtası olarak kullanılmıştır. Diğer taraftan
toplumların sosyal yaşantısından siyasi yapısına, dini
inanç ve gelenek göreneklerinden şekil alarak toplumların
kültürlerini ve değerlerini yansıtan önemli bir
araca dönüşmüştür. Ayrıca çoğu sanat
dalında olduğu gibi adaletsiz ve
MSGSÜ TARİH
Müzik, geçmişte olduğu gibi bugün de hayatın her
alanında insanoğluna eşlik eden bir enstrümandır.
Martin Stokes, Türkiye’de Arabesk Olayı adlı kitabında bu
durumu, “Müzik her yerdedir; şehirlerde, kahvelerde, gece
kulüplerinde, hamamlarda, genelevlerde, dükkanlarda,
otobüslerde, taksilerde ve dolmuşlarda. Neredeyse mekanın
atmosferini oluşturan, günlük hayatın ritmine renk katan
bir parçasıdır.” olarak açıklamaktadır. Bu fikre ilaveten dini
mekanlar, okullar, kitle iletişim araçları ve siyaset gibi daha
birçok alanda müzik ile iç içelik söz konusudur. Nitekim
insan müzikte kendisinden bir parça bulduğu için bilerek
ya da bilmeyerek o ritimlerle sempatize olup yaşantısının
içine onu dahil etmiş olmalıdır.
Müzik eski zamanlardan günümüze kadar olan
yolculuğunda kültür, çevre, sosyolojik ve ekonomik gibi
faktörlerden etkilenerek çeşitli türlere ayrılmıştır: Etnik
Müzik (Arap müziği, Azeri müziği, Balkan müziği, Ege
müziği, Karadeniz müziği, Hint müziği, Roman müziği,
Rumeli müziği, Yunan müziği vb. müzikler), Flamenko,
Grunge, Hiphop, Kelt Müziği (İskoçya, İrlanda, Galler
vb. ), Klasik Müzik, Latin Müzik, New Age, New Wave,
Blues, Caz, Country, Elektronik müzik, Rock Müzik,
R&B, Rap Müzik, Pop Müzik, Punk, Türk Halk Müziği,
Türk Sanat Müziği, Arabesk müziği, Tasavvuf. Bu müzik
çeşitleri, kendi bilgi ve birikimleri doğrultusunda oluşup
kimliklerini yani etkilendiği mottoları üzerinde taşıyan
DNA molekülleri gibidir. Her biri de müzik tarihinin
gelişmesini sağlayan unsurlardır. Biz bu yazımızda müzik
nevleri arasında gerek sosyolojik gerekse siyasi etkileriyle
Amerikan kültüründe önemli bir yere sahip olan “Blues
müziği”nin tarihsel sürecinden bahsederek hem ülkemizde
pek bilinmeyen bu müzik türüne dikkat çekmeyi hem de
bu türün hangi koşullarda ortaya çıktığını ve etkilerini
göstermeye çalışacağız.
ARALIK 2015
32
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
“The Blues” kelimesi semantik olarak ele aldığımızda
“melankoli-hüzünlü hissetmek” gibi manaları içerir. Aynı
zamanda “Feeling blue” ( mutsuz hissetmek. Özellikle
“mutsuz/depresif mi hissediyorsun?” gibi soru cümlelerinde
kullanılır); “blue devils” ( hüzne atıfta bulunulur) gibi
İngilizce deyimlere bu manada girmiştir. Hatta Picasso
ilk dönem yapıtlarında sıradan insanların hüzünlerini
resmetmiş ve bu döneme “Picasso’s Blue Period” denmiştir.
Yukarıda sözlükteki anlamını belirttiğimiz Blues, Blues
müziği ile de aynı anlamı içermektedir ki bu müzik türü
Afro-Amerikalıların kölelik ve sonrasındaki dönemlerde
yaşadıkları acılar, özlemler ve eşitsizlikten yani hüzün ve
kederden doğan bir müzik türüdür. Bu bağlamda Blues
müziği sadece bir müzik türü değil; aynı zamanda AfroAmerikalıların
sisteme karşı bir haykırışı olmalıdır.
yapılan köle ticaretleri ve yeni kıtada doğan köle çocuklarıyla
sayıları daha da artmıştır. Bu köle ticareti 1807 yılında
resmi olarak kaldırılmış; ancak Güney eyaletleri bunu fiilen
kabul etmeyince yasadışı ticarete devam edilmiştir. Hatta
bu kanunun sonucunda kölelerin değerleri artmış, daha iyi
köle oluşturmak için en güçlü kadın ve erkeklerden çocuk
üretmek üzere “damızlık çiftlikler!” kurulmuştur.
Blues müziğinin tarihsel süreci Amerikan tarihi ile iç
içedir. Nitekim Blues müziğinin tarihsel gelişiminden
bahsedilirken diğer taraftan Amerika’daki siyahilerin
köleleştirilmesinden ancak 1970’lerde beyaz Amerikalılarla
eşit haklara sahip olabildikleri zamana kadar uzanan
dönemleri ele almak gereklidir.
Amerika’nın keşfedilmesiyle, büyük deniz gücüne sahip
olan Portekiz, İspanya, Fransa, İngiltere gibi Avrupalı
devletleri bu yeni kıtayı sömürme yarışına girerek
kendilerine farklı bölgelerde koloniler kurmuştur. Buradaki
yerli halkı köleleştirerek onları maden ocakları, tarla ve ev
hizmeti gibi çeşitli işlerde çalıştırılmışlardır. Bu arada siyasi
ve dinsel baskılar altında bulunan, ekonomik zorluklar
yaşayan Avrupa halklarından yüzbinlerce insan yeni kıtada
yaşamak için Amerika’ya göç etmiştir. Kıtadaki yerliler gerek
Avrupalılar tarafından gelen salgın hastalıklarla gerekse savaş
ve zor çalışma koşulları altında hayatlarını kaybetmişlerdir.
Bunun sonucunda işgücü kaybının yaşanmasıyla Avrupalı
kolonistler yeni insan kaynağı arama yoluna gitmişlerdir
ki ilk olarak Kuzey Virginia’daki Jamestown bölgesine
1619 yılında hükümet izniyle çalışan korsan gemisinde
kargo yükü olarak adlandırılan “Yirmi küsür zenci” satın
alınmıştır. Başlangıçta bunlara ileride özgürlüklerini
kazanabilecekleri sözleşmeli hizmetkarlar olarak bakılmışsa
da 1660’dan itibaren özellikle de Güney kolonilerindeki
büyük çiftliklerde işçi talebinin artmaya başlamasıyla kölelik
köklü hale gelmiştir. Nihayetinde Afrika’dan Amerika’ya
köle ticareti yapılmış, milyonlarca siyahi zorla köklerinden
koparılarak köle gemilerindeki insanlık dışı uygulamalarla
balık istifi şeklinde Amerika’ya getirilmiştir. Sonrasında
ise bu insanlar, insan haklarından yoksun, efendisinin
her isteğini mutlak suretle yapması gereken ve hayvan ile
eşdeğer görülen bir anlayışla köleleştirilmiştir. Ayrıca birçok
aile gerek uzun yolculuklardaki sıkıntılar sebebiyle gerekse
farklı efendilere satılmalarıyla parçalanmış ve böylelikle
yurtlarına duyulan özlemin yanında bir de aile hasreti
oluşmuştur. Gitgide yaşamları zorlaştırılan siyahilerin,
MSGSÜ TARİH
Afrika Kıtasından Amerika’ya götürülen köleler gemilere tabiri
caizse adeta balık istifi şeklinde yükleniyorlardı.
Yurtlarından koparılan bu insanların, eski yaşamlarından
yanına getirebildikleri nadir şeylerden biri de müzikleri
olmuştur. George Pinkard 1816 yılında yayınladığı Notes
on the West Indies adlı eserinde, “Gruplar halinde bir araya
gelip sevdikleri Afrika şarkılarını söylemekten büyük zevk
alıyorlar; hareketlerindeki enerji, müziklerin armonisinden
daha dikkat çekiciydi.” şeklinde belirtmiştir.
Ancak
kölelere köklerini unutturmak ve birleşip ayaklanma
çıkarabilecekleri endişesiyle Afrika kültürüne baskı
ve yasaklama getirilmiştir. Ayrıca kölelerin dinleri de
yasaklanarak onlar üzerinde kontrol sağlanması amacıyla
Hristiyanlığa yönlendirilmişlerdir. Bu yeni dinle kölelere
tanrının onları, ekip biçmek ve efendilerine hizmet için
yarattığına dair düşünceler empoze edilmeye çalışılmıştır.
Ancak kısa süre sonra Hristiyanlık köleler için toplumsal
güç kaynağı olarak hem sığınak hem de bir ümidin yani
özgürlüğün sembolü olmuştur. Nitekim kilise ilahileri
Afrika müziğindeki çağrı-cevap formunda uzun ve matemsi
şarkılar şeklinde söylenmiştir. Giles Oakley’in Blues TarihiŞeytanın Müziği isimli kitabında bu konu hakkında birçok
örnekler vardır:
“İsrail kavmi Mısır’da iken,
Halkımı Özgür bırak.
Onlara dayanamayacakları kadar ezildiler,
Halkımı Özgür bırak.”
ARALIK 2015
33
Ötekilerin Şarkısı Blues
Böylelikle köleler, kilise cemaati şeklinde örgütlenip az da
olsa kendi kültürlerini yaşatarak bilinçlerindeki özgür olma
duygularına atıfta bulundular. Diğer taraftan efendilerinin
tarlaları ve evlerinde çalışan köle grupları da iş şarkıları
söylediler.
Köleciliğe karşı 1840’lardan itibaren özellikle Kuzey
Eyaletlerinde tepkiler oluşmaya başlamıştır. Kuzeyin bu
tutumundan son derece rahatsız olan Güney Eyaletleri hiçbir
şekilde köleliğin kaldırılmasını düşünmeyip daha fazla
baskı yoluna gitmişlerdir. Çünkü Güney Eyaletlerinde çok
fazla köle işgücü olarak kullanılmış ve bu köleler sayesinde
güneyin panoraması oluşturulmuştur. Nihayetinde
Kuzeyli ve Güneyli Eyaletler arasında iç savaş yaşanmıştır.
Savaşı Kuzeylilerin kazanmasıyla 1865 yılında Amerika’da
kölelik yasaklanmıştır. Böylelikle siyahiler özgürlüklerine
kavuşmuş; ancak kısa bir süre sonra Güney Eyaletlerinde
birçok hakları elinden alınarak özgürlük yerini ırksal bir
ayrımcılığa bırakmıştır. Siyahiler, beyazlar ile aynı haklara
sahip olmadığı gibi aşağılanan insanlar olarak görülmeye
devam edilmiştir.
Özgürlüğüne kavuşan bu köleler,
kendilerini adaletsiz bir sistemin içinde buldukları gibi
düşük ücretlerle da çalıştırılmışlardır. Zor koşullar altında
çalışanlar yine kendilerini ifade etmek için iş şarkıları ve
kilise şarkıları söylemeye devam etmiştir.
Afro- Amerikalıların rahatlama aracı olan kilise ve iş
şarkıları, bir nevi Blues’un ilkel biçimleridir. Ayrıca bunlar
Blues şarkıcıları için ilham kaynağı olmuş olmalıdır: 1910
yılında Mississippi’de doğan ve 1950’lerin ticari açıdan en
başarılı Blues şarkıcısı olan Howling Wolf, “…Sonra gidip
çalışarak şarkı söylüyorlardı. Toprağı işleme şarkıları, katırları
işleme şarkıları. Sabahtan oraya gider, saban sürmeye,
bağırmaya ve şarkı söylemeye başlarlardı. Bu şarkıları,
söyledikleri sırada kafalarından uydururlardı.” demektedir.
Yine bir Mississippili Blues şarkıcısı olan
Booker Wort, “Şimdi, o eski günlerde inekleri
sağan yaşlı insanların hem inek sağıp hem şu
şarkıyı söylediğini duymuştum:
Akşam güneşinin batışını gördüğüm için
mutluyum,
Çünkü eve dönüp, sırtüstü yatabilirim.
…ve tanrım çok fazla şarkı söylerdim. Sonra gevşer,
şarkıyı bir kenara yazardım. Ah ben oralardaydım!”
açıklamasıyla benzer hatıralara sahiptir. Ayrıca bu iş
şarkıları bazen basit kişisel duyguları ifade eden tek
mısralık şarkılar olsa bile bazen efendilerine
karşı eleştiri aracı olarak da kullanılmıştır:
“Zor değil mi, zor değil mi,
Zor değil mi, bir zenci, bir zenci, zenci
olmak?
Zor değil mi? Zor değil mi?
Zamanı geldiğinde alamamak, paranı
alamamak?”
MSGSÜ TARİH
Booker Wort
Blues müziğinin ortaya çıkışıyla ilgili bazı farklı görüşler
vardır. Kimilerine göre Blues 1890, 1902 ve 1903 yıllarında
ortaya çıkmıştır. Blues sanatçısı olan Booker White bir
röportajda, “Blues’ın nereden geldiğini bilmek istiyorsun.
Blues, katırın arkasında doğdu. Evet, masanda oturmuş
yemek yerken Blues dinleyebilirsin, ama Blues eski kölelik
günlerindeki bir katırın arkasında yürüyor.” diyerek Blues’ın
kölelik yıllarından geldiğini söylemiştir. Şunu belirtmek
gerekir ki, Blues’un net bir şekilde ortaya çıktığını söylemek
pek mümkün değildir. Ancak Blues’un kölelik yıllarının
hatta Afrika müziğinin izlerinin taşıdığını söylemek pek
yanlış olmaz. Nihayetinde kölelik günlerinden kalan
psikolojik dürtüler, kilise şarkıları, iş şarkıları ve danslar
nesillere aktarılmış olmalıdır. Böylelikle bu materyaller,
Blues müziğini oluşturan yapı taşlarıdır.
Blues müziğinin gelişiminde Blues’un ticari olanaklarını
ilk gören ve Blues’un babası diye adlandırılan W. C.
Handy’nin katkısı önemlidir. Handy, Mississippi’de bıçağını
gitarının üzerinde kaydırarak şarkı söyleyen fakir bir
müzisyenden etkilendiğini belirtmiş ancak Blues’dan para
kazanacağını beyazların dans gösterisinde, her ne kadar
sahneyi terk etmesi daha sonra kendisinden istense de
grubuyla birlikte insanlara güney melodisi söylediğinde
anlamıştır. Kendisi “O zaman ilkel müziğin güzelliğini
gördüm. İnsanların istediği şeylere sahiptiler. Bu da tam hedefe
oturuyordu.” diyerek Blues bestecisi ve yayıncısı olarak ün
yapmıştır. Blues tarihinde Blues’u icra eden kişi olmaktan
çok Blues’u sevdiren kimse olarak tanınmaya başlamıştır.
Böylelikle Blues özellikle güneydeki yoksullar için yeni bir
geçim kaynağı olmuştur. Ayrıca Amerika toplumunda Blues
günden güne ilgi duyulan bir müzik türü haline gelecektir.
ARALIK 2015
34
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Blues müziğine karşı duyulan ilgi plak şirketlerinin
dikkatini çekmeye başlamıştı. Ancak o dönemde siyahi
müziğinin beyaz plak endüstrisinde yapılması birçok
baskıya sebep olabilirdi. Nihayetinde Okeh Plak Şirketi,
boykot edileceğine dair tehdit almasına karşın cesaretli
davranarak, ilk defa, siyahi bir kadın olan Mamie Smith
ve beyaz müzisyenlerle 14 Şubat 1920 yılında “That Thing
Called Love” ve “You Can’t Keep A Good Man Down” adlı
parçaları kaydetmiştir. “That Thing Called Love” isimli şarkı
ticari başarı sağlayınca Mamie Smith, siyahi müzisyenlerle
birlikte 10 Ağustos 1920 yılında gerçek manada Blues parçası
olan “Crazy Blues”u kaydetmiştir. Bu şarkı şaşırtıcı şekilde
hit olmuş, iki ay içinde 75,000 kopya satılmıştır. Bu plak Blues
tarihinde büyük bir ilerleme ve dönüm noktası olmuştur.
Erkeklerin yaptığı Blues ile kadınların yaptığı Blues
arasında farklılıklar vardır. Klasik Blues olarak adlandırılan
kadın Blues’u cinsellik ve çatışma konularını işlemekte ve daha
çok eğlence amaçlı yazılmış olup balad ve halk şarkılarından
yararlanmaktadır. Kırsal Blues olarak adlandırılan erkeklerin
Blues’u ise her konuyu ele almış ve otantik izler taşıyarak
daha ilgi görmüştür.
Klasik Blues, ilgisini kaybetmiş olsa da o dönemde ezilen
yoksul insanların kendilerine ait Blues kültürüyle kadın Blues
sanatçıların başarılarını görmeleri onlar için hem sembol
hem
de umut olmuştur.
Amerika’da 1930’larda büyük ekonomik bunalım
yaşanmıştır. Birçok insan işsizlik ve açlık sorunu ile karşı
karşıya kalmıştır. Bu süre zarfında devlet tarafından halka
gıda yardımı yapılmıştır; ancak bu süreçte beyazlara daha
fazla bağış yapılarak siyahlara yine adaletsiz davranılmıştır.
Bu krizde Blues piyasası durgun bir hal aldığı gibi, birçok
Blues sanatçısı iş bulmak için kırsaldan şehirlere gitmiştir.
Böylelikle şehirlerin kendi Blues sanatçıları ortaya çıkarmıştır:
St. Lois’de Peetie Wheatstraw; Chicago’da Famous Hokum
Boys, Big Bill Broonzy, Roosevelt Sykes, Tommy McClennan,
Victoria Spiyev.
Chicago, 1940’lardan itibaren Blues piyasasının merkezi
olmuştur. Blues müziğinde çok önemli sanatçılar çıkarmıştır:
Little Brother Montgomery, Sonny Boy Williamson, Muddy
Waters, John Lee Hooker, Little Walter, Howling Wolf, B. B.
King. Bu sanatçılardan Muddy Waters, Little Walter, B. B.
King gibi isimler Blues piyasası için oldukça önemlidir.
Mamie Smith
Mamie Smith ile müzik sektöründe Blues’a kapıların
açılmasıyla birçok kadın Blues sanatçısına plaklar yapılmıştır.
Blues’un annesi olarak anılan Ma Rainey, Victoria Spivey,
Clara Simith gibi isimler Blues’ları ile dikkatleri üzerlerine
çekmişlerdir. Ancak Blues’un imparatoriçesi görülen
Bessie Smith gibi hiç kimse ün kazanamamıştır. Nitekim
ayrımcı beyaz entelektüellerden ve Güneyli beyaz tiyatro
sahiplerinden de saygı görüp kabul görmüştür.
Kadınların Blues’daki egemenliği 1920’lerde son bularak
erkek sanatçılar öne çıkmaya başlamıştır. Ed Andrews, 1924
yılında plağa kaydı yapılan ilk erkek Blues sanatçısıdır. Ancak
ticari yönden ilk başarı gösteren erkek Blues sanatçısı da
Papa Charlie’dir. Erkeklerin bu sektöre dahil olmasıyla ırk
plakları pazarı 1927-1930 yıllarında hızla büyümüştür. Yoğun
ilginin üzerine stüdyo dışı kayıtlar yapmaya başlanmıştır.
Chicago, Alabama, Atlanta, New Orleans, Memphis, Dallas,
Mississippi’de Blues sanatçısı keşfetmek adına plak kayıtları
yapılmıştır. Peg Leg, Will Shade, Noah Lewis gibi isimler bu
şekilde keşfedilmiştir.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
Howling Wolf
35
Ötekilerin Şarkısı Blues
Tüm zamanların en büyük Blues sanatçısı ve “King Of
Chicago Blues” diye anılan Muddy Waters, Chicago Blues’unu
şekillendiren Blues sanatçısıdır. Hoochie Coochie Man, Rock
Me, Rollin’g Stone onun şarkılarından birkaçıdır. Waters,
Blues’un yapılması ile ilgili olarak şu ifadeyi kullanmıştır:
“İnsanı iki şey Blues’a iter; ya açsındır, ya da aşık”. Diğer Blues
ustası olarak bilenen sanatçı Little Walter’dır. Özellikle yüksek
volümlü armonikada bir numara olmakla dikkatleri üzerine
çekmiştir. My Babe, Blues With a Feeling, Don’t Need No
Horse şarkılarından birkaçıdır.
mirasına dönüşmüştür. Nihayetinde kültürü temsil eden
Blues için 1970’lerden itibaren San Francisco ve Chicago gibi
yerlerde müzik festivalleri düzenlenmiştir. Blues kültürünü
tanıtmak için kültür merkezleri kurulmuş olsa da bunu en
iyi sergileyen yerler hiç kuşkusuz 1980’de Delta Müzesi ve
1991’de Memphis Müzesi’nin oluşturulmasıdır. Ayrıca sinema
sektöründe de kendine yer bularak The Blues Brothers,
Crossroads, Cadillac Records gibi filmlerle, sinema endüstrisi
için hem kazanç kapısı olmuş hem de Blues daha çok insana
tanıtılmıştır.
Köklü bir geçmişi olan Blues müziğine olan ilgi 1976’lardan
itibaren kaybolmuştur. Ancak Blues; Jazz, Rock, Rock’n
Roll, R&B, Hip hop gibi müzik türlerinin oluşmasında etkili
olmuş ve böylelikle bu müzik çeşitlerinde Blues’u hissetmek
mümkündür.
Blues, bir müzik türü olmasının yanında AfroAmerikalıların kölelik ve ayrımcılık yıllarında yaşadığı
olaylar sonucunda ortaya çıkmış sosyo-psikolojik bir olaydır.
Hiçbir şekilde toplumda kabul görmeyen siyahiler için “ben
de varım” mesajı veren bir sesleniştir. Yaşadıkları toplumda
eşit haklara sahip olmayan bir ırk, müzikleri sayesinde
seslerini milyonlara duyurmuşlardır. Siyahilerden doğan
bu müzik türünün beyazları da etkilemesiyle beyazlarla
siyahlar arasında ortak bir bağ kurması çok önemlidir.
Hatta 1940’lardan itibaren ırksal ayrımcılığa karşı tepkilerin
oluşmasında bu bağlamda Blues’un da etkisi vardır. Böylelikle
müziğin hem ortaya çıkışındaki unsurları hem de etkilerini
görmek mümkündür.
Muddy Waters
Ticari bakımdan en çok başarı sağlayan sanatçı ise Blues’ın
Kralı diye anılan B. B. King’dir. On dört kez Grammy ödülü
alan sanatçının 16 albümü vardır. Blues’a olan katkılarıyla
“Blues eşittir B. B. King” yakıştırması yapılmıştır. B. B. King,
Blues’la ilgili şu açıklamayı yapmıştır: ”Blues müziği yaşamdır,
bugün yaşamakta olduğumuz gibi bir yaşam, geçmişte yaşamış
olduğumuz gibi bir yaşam, inanıyorum ki yarın yaşayacağımız
bir yaşam, çünkü insanlarla, yerlerle ve olaylarla ilgisi vardır.
İnanıyorum ki, insanlar, yerler ve olaylar var olamaya devam
ettikçe, Blues her zaman var olacaktır. Hiçbir erkek yoktur ki,
kadınları sevmeyen, hayatında hiçbir kadına âşık olmamış
olsun. Hiçbir kadın yoktur ki, erkekleri sevmeyen, hayatında
hiçbir erkeğe âşık olamamış olsun. Ancak bazen işler çok da iyi
gitmez. İşler kötü gittiğinde, işte bu Blues’dur.”
Sonuç olarak Blues’u melankoli ile bir tutan siyahiler için bu
müzik türü hüzünlü bir derin inanışı simgelemektedir. Belki
de eşitsizliğin içinde Blues’la hem acılarını hem de korkularını
çekinmeden dile getirmekteydiler. Kadın Blues sanatçısı olan
Alberta Hunter’ın “Bana göre Blues… evet, neredeyse dini
bir şey. Onlar dini şarkılar gibi, neredeyse kutsal. Biz Blues
söylediğimizde kalbimizdekileri söylüyoruz, duygularımızı
dışarı vuruyoruz. İncinmiş ve karşılık verememiş olabiliriz,
o zaman Blues söyleyebilir, hatta belki mırıldanabiliriz. Evet,
bizim için, Blues, kutsaldır.” sözü, söyleyemediklerini dile
getirmeleri ve seslerini duyurmaları bakımından Blues’un
siyahiler için önemini gösteren güzel bir örnektir.
Blues, Amerika’da rağbet gören bir müzik türü olsa da ırkçı
yasalardan dolayı bazı zorluklarla karşılaşmıştır. Özellikle
bu yasalar insanlar üzerinde bir ayrım oluşturmuş, örneğin
Blues çalınan bir mekandaki beyazlar ve siyahiler bu müziği
birbirlerinden ayrı bölümlerde dinlemek zorunda kalmıştır.
Ancak Blues, yasaların ayırdığı bu insanları aynı duygular
içine sokan önemli bir araç olmuştur. ABD’de ırk ayrımcılığını
ortadan kaldıran Sivil Haklar Hareketi’yle (1955- 1968)
siyahların beyazlarla aynı haklara sahip olmasıyla Blues
severler ırk ayrımı ve baskı olmadan birlikte omuz omuza
Blues dinlemişlerdir. Blues, artık Amerika kültüründeki
varlığını bir nevi revolüsyoner hareketten çıkartıp ABD
kültürünün resmi bir parçası olmuş, böylelikle Amerikan
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
36
İslamiyet Öncesi Türk Yemek Kültürüne Genel Bir Bakış
Semih SAFRAN
Beslenme canlıların varlıklarını sürdürebilmesi için
gereken en temel eylemlerden biridir. Beslenme ile canlılar
yaşamları için gerekli olan enerjiyi sağlarlar. Bu kısım işin
biyolojik tarafıdır. İşin bir de kültür kısmı vardır. Yemeklerin
bulunması, hazırlanması, tüketilmesi ve paylaşılması gibi
konulardır ki bizi ilgilendiren kısım da budur. Bu yazıda
İslamiyet öncesi Türklerin yemek kültüründen bahsedeceğiz.
İslamiyet’ten önce Türklerde sofrada kimin nereye
oturacağını, katılan kişilerin sosyal statüleri belirlerdi.
Bir ziyafette ziyafetin sahibi lokmaları misafirlerine kendi
eliyle yedirirdi. Orhun abidelerinde geçen “…Tahta oturup
yoksul ve fakir halkı hep derleyip toparladım: Fakir halkı
zengin yaptım, az halkı çok yaptım…” cümlesinden Türk
hakanlarının başlıca görevlerinden birinin halkını beslemek
olduğu anlaşılmaktadır.
den hem de derilerinden yararlanmışlardır. Kısacası bozkırda yaşayan topluluklar için hayvancılık hayati bir öneme
sahip olmuştur.
Türklerin batıya doğru göç etmelerinin en önemli
nedenlerinden biri de hayvanları için yeni otlak alanlar
bulmak istemeleriydi. Başka bir deyişle ifade edecek
olursak göçlerin nedenlerinden biri beslenme idi. Türkler
bozkır kültürünü at üzerinde kurduklarından dolayı at
Türkler için vazgeçilmez bir hayvan olmuştur. At sayesinde
birçok yerler fethettikleri gibi bozkır coğrafyasında hızlı
hareket edebilmişler ve düşmanları karşısında üstünlük
sağlayabilmişlerdir. Attan sadece savaş meydanında
yararlanmakla kalmamışlar atın etini sütünü besin olarak
kullanmışlardır.
Türklerde yemek ve içmek ile
ilgili eylemlerin çok olması da
dikkat çekicidir. Bunlara örnek
verecek olursak Türklerin önemli
etkinliklerinden biri olan toy yeme içme
anlamına da gelmektedir. Hanlar ile
önemli kişilerin yemeklerine aşatma,
hanlar için kurulan sofraya işküm,
geceleyin habersiz gelen misafirler
için hazırlanan içki ziyafetine kestem
adı verilirdi. Yakın arkadaşların kışın
sırayla birbirlerine verdikleri ziyafete
suğdıç, oyun eğlenceli ve yemekli
gece
toplantılarına
sürçük
denirdi. Davetten sonra
gidilen içki ziyafetine ise
şanbuy denirdi.
İslamiyet’e geçilmeden önce Türkler ge nel
olarak göçebe bir hayat
sürmüşler ve yarı göçebe
bir hayat yaşamışlardır. Bu
yüzden bozkırlarda yaşayan
diğer halklar gibi onların da
başlıca geçim kaynakları hayvancılık olmuştur. Yetiştirilen
hayvanlar içinde at ve koyun
önemli bir yer tutmuştur. Hayvanların hem etinden hem sütün-
MSGSÜ TARİH
Türkler eti konserve olarak saklamayı öğrenmişlerdi.
Hayvan bağırsaklarının içini etle doldurarak eti konserve
haline getirmişler ve bunun pişmiş haline sucuk demişlerdir.
Sucuk ince doğranmış kavrulmuş et, pirinç ve undan
yapılabildiği gibi beyin, kuyruk yağı ve kanın karışımından
da yapılabiliyordu. Savaşa giden askerler, bozulma ihtimali
olmayan bu etlerle besleniyorlardı. Keçi veya koyun etini
kesmeden, ateş üzerinde veya küle gömerek pişirirlerdi.
Tabii ki sadece besi hayvanlarının eti tüketilmiyordu. Tavşan
ve geyik gibi av hayvanlarının etinden de besin olarak
yararlanılıyordu.
ARALIK 2015
37
İslamiyet Öncesi TürkYemek Kültürüne Genel Bir Bakış
Türkler ölümden sonraki hayata inandıkları için
mezara yiyecekler de bırakırlardı. Ayrıca Tanrı’ya kurban
edecekleri hayvanları yemek için kullanmazlardı. Kurbanlık
hayvanların etini yemez, sütlerini içmez, yük taşımak için
kullanmazlardı.
Hayvansal yiyeceklerin yanı sıra hayvansal içecekler de
Türkler için önemli idi. Türkler sütten tereyağı ve kaymak
yapmasını bilirlerdi. Ayrıca Türk icadı olan yoğurt da önemli
besinlerdendi. En önemli içeceklerin başında mayalanmış
kımız gelmekteydi. Kımız kalorisi yüksek bir içecek olduğu
için bir öğünü karşılamakta idi. Moğollar kımız içmeyi bir
tören haline getirmişlerdi. Genel kabul gününde han, beyler
ve halk için sofra kurdururdu. Sakiler ve kadeh tutanlar
sofra takımlarını ve kadehleri getirirlerdi. Hanın işaretiyle
saray odacısı kımızı töresi ile hana sunardı. Han kımızdan
biraz içip daha sonra devletin ileri gelenlerinden birine
kadehi verirdi. Beyler ve komutanların içki içme merasimi
bittikten sonra ise askerler içmeye başlarlardı. Kımız içme
işi sırasında yanlışlık yapan asker odadan dışarı çıkartılırdı.
Sakiler ve kadeh tutanlar bu askere ceza verirlerdi. Kımızın
yanı sıra Altaylarda ekşi sütten rakı da yapılmaktaydı. Akraba
veya komşu olanlar bir araya gelir rakının hazırlandığı yerde
ateş yakarlardı. Ateşin üzerine tagan denilen demir bir
kazan konurdu. Ateşin sağında erkekler solunda kadınlar
otururdu. Tören sırasında ev sahibi tahta fincandaki içkisini
sol eliyle tutar, sağ eliyle ateşe rakı serperdi.
Tabii ki Türkler sadece et ve et ürünleri tüketmiyorlardı. Et
tüketilen besinler arasında önemli bir yer tutmakla birlikte
zirai ürünler de tüketilmekte idi. Toprağa tamamen bağımlı
bir şekilde yaşamasalar da Çin kaynaklarında Türklerin
küçük ekili-dikili arazileri olduğundan bahsedilmektedir.
Hububat olarak buğday, arpa, darı, mısır, pirinç ekerlerdi.
Ekmek genelde buğday, arpa ve darıdan yapılırdı. Yupka
denilen ince ekmeği buğday ve darı unundan yaparlardı.
Buğdayı sadece ekmek yaparak tüketmezlerdi. Buğday
tanelerini ateşte kavurarak da tüketirlerdi. Bu buğday
kavurmasına kogur maç veya kavur maç denirdi. Tahıl
ürünlerinden umaç (oğmaç, omaç) denilen bir tür çorba
da yaparlardı. Çorbanın ana maddesi yuvarlak kesilen
erişteydi. Bazen bu çorbanın içine et de konulurdu.
Yetiştirilen sebzeler arasında patlıcan, fasulye, pancar,
havuç, kabak, sarımsak, soğan, salatalık, turp, şalgam,
biber, kabak ve bakla da vardı. Özellikle kabak hem taze
hem kurutularak tüketildiğinden çokça yetiştirilirdi. Meyve
olarak elma, kayısı, şeftali, armut, ayva, dut, üzüm, kavun,
karpuz, iğde, fındık, ceviz, fıstık yetiştirirlerdi. Kavun
tarlasına kagunluk, erik tarlasına erüklük, ceviz bahçesine
yagaklık denmekteydi. Meyveleri hem taze hem de
kurutulmuş olarak tüketirlerdi. Kurutulmuş meyveye genel
olarak kak derlerdi. Üzümden pekmez ve sirke yapmayı da
bilmektelerdi.
Yemeklerden sebze ve meyvelerden bahsettik yazımızı
tatlıyla bitirelim. Bitkisel malzemelerden yapılan tatlılara
helva denirdi. Helva un ve yağın kavrulmasıyla oluşan
yiyeceğe kavut denilirdi. Kavutu sadece buğday unundan
değil mısır unundan da yaparlardı. Kavutun üzerine
pekmez, bal veya şeker dökülür ve bu şekilde tüketilirdi.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
38
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Prof. Dr. Ahmet Taşağıl ile Söyleşi
Tuğçe AKÜN
Ahmet Taşağıl 14 Şubat 1964 tarihinde Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde doğdu. 1975’te İlyasköy İlkokulunu,
1981’de İzmit Mimar Sinan Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü’nden
1985 yılında mezun oldu. Aynı yıl Çince öğrenmek ve Orta Asya Tarihi üzerine araştırmalar yapmak üzere
Taiwan’a gitti. Burada Shih-fan Üniversitesinde Çince kurslarına devam ederken, aynı zamanda Cheng-chih
Üniversitesinin Etnoloji Araştırmaları Enstitüsü’nde ve Tarih Bölümünde ders ve seminerleri takip etti. Bunun
yanında dökümantasyon merkezinde Çin kaynaklarından Türk tarihine ait belgeler topladı.
1986 yılının sonunda Türkiye’ye dönüp, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yüksek Lisans
öğrenimine başladı. 1988 yılında “Gök-Türk Ülkesine Gelen Çinli Elçilerin Raporlarına Göre Gök-Türk – Çin
İlişkileri” adlı teziyle master unvanını aldı. Aynı yıl bu enstitüde başladığı doktora çalışmasını 1991’de “GökTürkler (542-630)” adlı teziyle tamamlayarak doktor unvanını kazandı.
Bu arada 1987 yılında araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladığı Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalında, 1992’de yardımcı doçentliğe yükseltildi. 1995 yılında
Genel Türk Tarihi alanında doçent unvanını kazandı. 2001 yılında profesör oldu.
1997-1998 ve 1999-2000 eğitim-öğretim yıllarında Kazakistan’ın Türkistan şehrindeki Uluslararası Hoca
Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. Çeşitli seminerler ve
konferanslar verdiği gibi panel ve sempozyumlara katıldı. Kazakça başta olmak üzere diğer Türk lehçelerini
öğrendi. Bu esnada Özbekistan’ın Semerkant, Buhara ve Hive gibi tarihi şehirlerine, yine Güney
Kazakistan’da Sır Derya boyundaki tarihi kalıntıların bulunduğu alanlara geziler yaptı. Saha
araştırmalarında bulundu. Aynı üniversitede 2001-2002 öğretim yılında
Tarih-Felsefe Fakültesi Dekanlığı görevini yürüttü. 2002 yılının Temmuz
Ağustos aylarında Türk İşbirliği Kalkınma İdaresi’nin yürüttüğü
Moğolistan Türk Anıtları Projesinde yer aldı.
2004-2005 öğretim yılında Bişkek’te bulunan Kırgızistan
Türkiye Manas Üniversitesinin Tarih Bölümünde öğretim
üyeliğinde bulundu. Aynı üniversitenin Türk Uygarlığı
Merkez Müdür yardımcılığını yürüttü. Sosyal Bilimler
Dergisi yayın kurulu başkanlığını yaptı.
2007-2008 Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Müdürlüğü yaptı. 2008 yılında Rektör
Yardımcılığına atandı. 2009 Nisan ayında ise Tarih
Bölümü Başkanlığına atanmıştır.
Şuan ise Yeditepe Üniversitesinde Tarih Bölümü
Başkanlığı görevini sürdürmektedir. Çince, İngilizce, Rusça
ve Fransızca ile Türk lehçelerinden Kazakça ve Kırgızca’yı
bilmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
39
Prof. Dr. Ahmet Taşağıl İle Söyleşi
“TARİHÇİ OLMASAYDIM YAŞAYAMAZDIM.”
Hocam öncelikle merhabalar. Bizlere vakit ayırdığınız için
teşekkür ederim. Takip ettiğim kadarıyla oldukça yoğun geçiyor
günleriniz ve akademik çalışmalarınız şüphesiz hayatınızın
bir parçası, peki bu zaman dilimi dışında neler yapmayı
seviyorsunuz?
Akademik çalışma yapmadığım zamanlarda genellikle
dağlara, kırlık alanlara, şehir dışına gitmeyi, gezmeyi, yürümeyi
seviyorum. Onun dışında televizyon seyretmek, futbol, belgesel,
sinema tarzı aktiviteler yapmayı da severim. Ama en çok doğa
ile içi içe olmayı, kırlık alanlara gitmeyi seviyorum.
Televizyon izlemeyi severim dediniz. Genelde hangi tür
programları ya da dizileri izlersiniz?
Ağırlıklı olarak belgeselleri seviyorum. Özellikle tarih ile
ilgili belgeselleri izlemeyi çok severim. Yabancı dillerin gelişimi
açısından yabancı dizilerle de ilgilenirim ama Türk dizilerini
pek izlemem.
Hocam tahmin ediyorum da Tarih belgeselleri izlerken pek
çok hatayla karşılaşıyorsunuzdur. Bu anlamda baktığımızda
tarih ile ilgili en sık yapılan yanlışlıklar sizce neler?
Herkes hata yapıyor aslında ama en çok hata Osmanlı tarihi
ile ilgili yapılıyor. Eski Türk tarihi ile ilgili yapılan hata ise
genelde abartılara yer verilmesidir. Olmamış bir şeyi olmuş
gibi yorumlamakta bilgi kirliliğine yol açıyor; abartı büyük
hata. Dizilerin gerçek tarihe uyma zorunluluğu yok, o sanat
eseri sonuçta pek eleştirmiyorum ama dizilerdeki hatalar da
can sıkıyor. Özellikle akademisyenlerin yaptığı hata çok önemli
bence, çünkü onlar dipnot olarak gösteriliyorlar, başkaları
tarafından kullanılıyorlar.
Bu sıralar Belgesel çalışmanız var mı?
Şu an için yok. Bazı belgesel çalışması teklifleri var ama
şu an için netleşen yok. Kafamda daha büyük çalışmalar
var. Hayallerimden biri internet ortamında ve televizyonda
tarihi belgesel yapan bir kanal kurmak, bu şekilde topluma
faydalı olmak isterim. Bunu başarabilirsem, alt yapısını
kurarsam çok mutlu olurum. Ama tabii ki bu benim tek başıma
başarabileceğim bir şey değil maddi manevi. Bir ekip gerekiyor
gençlere ve tecrübeli hocalara ihtiyacım var. Böyle bir ekibin
oluşması bu anlamda çok önemli.
Bugün Göktürkler deyince akla ilk sizin çalışmalarınız geliyor.
Geriye dönüp baktığınızda daha üretmem gereken şeyler var
diyor musunuz?
Tabii ki var. Kendi kapasitemin sadece 10’da 1’ini
değerlendirdiğimi düşünüyorum. Çok daha fazla eser ortaya
koymalıydım, kendimi bu anlamda eksik görüyorum, ama
bunda benim dışımda bazı dış etkenlerde etkili oldu. Daha
fazla eser vermeliydim, kendimi bu konuda çok fazla eksik
buluyorum. Özellikle üniversitedeki idari yükler ve çok
ders vermek bu durum üzerinde etkili oldu. Şöyle bir örnek
vereyim; Benim bir zamanlar bu bölümde yaptığım işi şu an
altı hoca yapıyor, şimdi baktığımda bunun beni etkilediğini
MSGSÜ TARİH
görebiliyorum, o zamanlar bunu hissetmiyordum. Ancak ders
vermek tabii ki çok güzeldi.
Alanınızda çok önemli işler yapmış olmanıza rağmen
kendinizi yeterince eser vermediğiniz hususunda eksik
buluyorsunuz, bu isteğinizi ve üretim gücünüzü canlı kılan
nedir?
Heyecan. Ben buna ilim aşkı diyorum. İlime, tarihe olan
aşkımla heyecanımı kaybetmiyorum. Aslında çok zor şartlar
altında çalışıyorum, yoğun seyahatlere çıkıyorum ama
mutluyum. Önemli olan o. Bu heyecanım olmasa hiçbir şey
olmazdı.
Söz eserlerinizden açılmışken sormak ihtiyacı duydum.
Sizce en iyi kitabınız hangisi?
Elbette bütün eserlerin eksik tarafları vardır. Göktürkleri
söyleyebilirim, özellikle Göktürkler I çok zor bir konu Göktürkler
II ve III ile ilgili Türk kaynaklarında bilgi var. Ama Göktürkler
I ile ilgili Çince metinleri anlamak çok zordur. Orijinal metnini
Çinliler bile anlamakta zorlanır, onları okumak ve anlamak
oldukça zordur. Emek-sonuç ilişkisi olarak bakacak olursak
Göktürkler I kitabım bana daha sıcak geliyor.
Çıktığı günden beri oldukça ilgi gören bir diğer eseriniz
Kök Tengri’nin Çocukları kitabınızdan fazlasıyla yararlanan bir
öğrenciniz olarak böyle genel bir yayını yazma fikrinin nasıl
ortaya çıktığını merak ediyorum doğrusu.
2009’da katılmış olduğum Teke Tek canlı yayınından sonra
toplumdaki ilgi üzerine böyle bir eksiklik olduğunu fark ettim.
Ardından notlarımı toparladım ve bunları kullandım. Sonuç
olarak yılların birikimini ortaya yansıttım. O popüler bir
kitap haline geldi, ayrıca çok fazla başlık koymam kitabın
okutulmasına katkı sağladı.
Çok başarılı bir eser altıncı baskısını yaptı.
Evet, bir boşluğu doldurdu diyebiliriz. Toplumdaki ilgiyi
göstermesi anlamında mutluluk verici. Katkıda bulunduysak
ne mutlu bize ama burada benimde ders çıkartmam lazım o da
şu; çok ağır bilimsel eserler yazmanın topluma direkt bir katkısı
yok, zamana ihtiyaç var kısa süreli fayda sağlamak için halkın
kolay anlayabileceği kitaplar yazmanın daha doğru olduğunu
düşünüyorum.
Hocam artık isminiz bir anlamda yaptığınız işle eşdeğer hale
geldi. Biraz geçmişe dönersek eğer bu mesleği seçme kararını
nasıl aldınız?
Bu kararı kendi kendime aldım. Daha okuma yazma bilmeden
ben tarih kitaplarına bakıyormuşum. Çocukluğumdan gelen
bir sevgi söz konusu. İlkokulda ayrı tarih kitapları vardı sosyal
bilimler dersi yoktu. Onları okuyormuşum. İçimde tarihçi
olmasaymışım yaşayamazdım düşüncesi var, iyi ki olmuşum
çok şükür. Heyecanımızı sürdürmemiz lazım, benim için bu
çok önemli.
ARALIK 2015
40
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Kariyeriniz boyunca umutsuzluğa düştüğünüz bir an oldu
mu?
büyük bir faydası var. Böyle düşünüyorum. Bizim donanımlı
tarihçiler yetiştirmemiz kesinlikle çok önemli.
Çok an olmuştur ama bunların üstesinden gelmeyi
başardım. Gerek bazı hocalarımın, gerek meslektaşlarımın,
gerek öğrencilerimin bu karamsarlıktan çıkmamda katkısı
olmuştur. Ben şuna inanırım akademik anlamda dersler
yapılırsa tarih çok gelişir. Akademisyenlerin, akademik
ortamda ders yapmaları gerektiğine inanırım benim derslerim
akademik anlamda soru-cevap ve sorgulama anlamında üst
düzeydedir.
Öğrencilik
etkilendiniz?
Bu yollardan başarılı bir şekilde geçmiş biri olarak, geleceğin
bilim insanlarına, eğitimcilerine ne gibi tavsiyeler verirsiniz?
Mesleği sevmeleri çok önemli, bunun yanında iyi bir tarihçi
olacaklarsa hangi dönem olursa olsun çok sayıda yabancı dil
öğrenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yabancı dil,
bilimi evrensel kılar. Dünya çapında dil bilmelidirler, ikincisi
kaynak üzerine çalışmaları ve bol bol okumaları gerekiyor.
Ben lisans düzeyindeyken bildiğim diller itibariyle Türkiye’de
ve batıda İslamiyet öncesi Türk Tarihi ile ilgili ve sonrası da
dâhil olmak üzere yüzde seksenini okumuştum. Bilmediğim
dillerdeki eserleri bilenlere okuturdum, bu bana çok şey
kazandırdı. Öğrencilikte temel atmak çok önemli ve gereklidir.
Tarihçiler için dil çok önemli diyorsunuz. İlk hangi yabancı
dili öğrendiniz?
Evet, çok önemli. Benim ilk yabancı dilim Fransızcaydı.
Sonra İngilizce ve Farsça çalıştım. Ama Farsca’yı
geliştiremedim. Şuan İngilizce, Çince, Fransızca, Rusça ve
Türk dillerinden Kazakca, Kırgızca biliyorum.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih bölümünün
sizin için anlamı nedir?
İfade etmek zor. Bu bölümün her zerresinde emeğimin
olduğunu düşünüyorum. Gülçin Çandarlıoğlu hocamız
bölümün esas kurucusudur. Bu bölümün programlarında,
kadrolarında, çalışmalarında fiili ve teknik anlamda emeğim
vardır. Dolayısıyla burası benim hayatımdı. Buradan
ayrılmak çok zor oldu, ama bir yerde de zirvede bırakmak
gerekiyor. Hayatımın en önemli parçasıdır diyebilirim. Ben
bu bölüme kişisel olarak hayatımı verdiğimi düşünüyorum,
bu bölümde bana çok şey verdi. Öğrencilerimi hala çok
önemsiyorum. Ancak bölüm sadece benimle gitmez. Buraya
kadar ben getirdim artık başkaları devam ettirecek. Mimar
Sinan öğrencilerinin benim için ayrı bir yeri var ve bunu
mümkün olduğu kadar sürdüreceğim. Ben hayatımın 28 yılını
kuruluşundan itibaren, her şeyi ile bu bölüme verdiğim için
hem çok mutlu hem de huzurlu hissediyorum.
hayatınızda
en
çok
hangi
hocanızdan
Ben İbrahim Kafesoğlu’ndan çok etkilendim, derslerimi de
hep onun gibi anlatmaya çalıştım, bilimsel olarak. Onun ders
anlatma şekli hoşuma gitmişti. Bilgi dolu ve belirli bir sistem
dâhilinde. İbrahim Kafesoğlu’ndan ders almak benim için ayrı
bir şanstı, onu unutamıyorum. Neredeyse 35 sene geçti ama
hala onun metodu hoşuma gidiyor. Kafamda bir idol halini
aldı bilgi doyuruculuğu açısından İbrahim Kafesoğlu bir
numaradır benim için.
Gençliğin tarih bilinci hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gençliğin şimdi Facebook bilinci var, sosyal medya bilinci
var. Dünya’nın geldiği nokta bu. Bu yüzden eleştirmenin gereği
yok. Görsel anlamda bütün imkânları kullanmak lazım ama
yine de son zamanlarda Türkiye’de tarihe bir ilgi var, dizilerin
etkisi olduğunu söyleyebilirim. Bu sevindirici bir gelişme.
Hayatını tarih üzerine kurmuş biri olarak sizin tarih
tanımınız nedir?
İnsanların yapmış olduğu psiko-fizik hareketlerin zaman
ve mekân bakımından değerlendirilmesine tarih denir. Bu
da Kafesoğlu’nun tanımıdır. İnsanların yapmış olduğu her
şey tarih olabilir. Psikolojiye ve çevreye göre değerlendirmek
gerekir örneğin; Afrika’da bir kabilenin böcek yemesi onlar için
tarihken bizim için olmayabilir. Bunu sınırlandırmamalıyız.
Öyle bir hakkımız yok ben buna inanırım çok genel bir tanım
olduğu için ben bu tanımı tercih ederim.
Hocam sorularım bu kadardı. Çok teşekkür ederim.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Derginize başarılar diliyorum. Gençlerin bu işe heves
etmeleri beni mutlu ediyor. Hiçbir zaman asla dememek
lazım her gün yeni bir şey çıkıyor. Her yeni gün yeni başarılar
demek. Bunu unutmayın! Sınır koymamak lazım. Sınır koyup,
kalıplara sıkıştığımız an tarihçilikten uzaklaşıyoruz.
Dünyanın farklı yerlerini gördüğünüz için genel olarak
Türk Tarihçiliğine bakış açısını nasıl buluyorsunuz?
Aşağı yukarı 10-15 yıl içerisinde eski Türk Tarihi
araştırmaları rayına oturdu. Eski ‘’Barbarca’’ bakış açısı
ortadan kalkmaya başladı, bunun sağlanmasında arkeolojinin
Hocamızla küçük bir anı. Kendisine teşekkürlerimizi sunuyoruz.
MSGSÜ TARİH
ARALIK 2015
41
MAD MAX: FURY ROAD
Aybike İlay CEYLAN
Bu senenin Cannes Film Festivali’nde prömiyerini
yapan ve geçtiğimiz aylarda FIPRESCI (Uluslararası Film
Eleştirmenleri) tarafından “En İyi Film” ödülünü kazanan
Mad Max, vahşi ve nefes kesici bir aksiyon filmi.
Otuz sene sonra efsane Mad Max serisine yönetmen ve
senarist olarak dönen ve iyi ki dönmüş dedirten George Miller,
orijinal serinin ikinci filmi olan Road Warrior (1981)’un
hikâye yapısını temel alarak bizi bir kovalamacanın içine
çekiyor. Su savaşları yaşanan, çorak ve post-apokaliptik bir
dünyaya Max Rockatansky (Tom Hardy) adlı yalnız kovboy
misali gezinen sessiz bir adamla gözlerimizi açıyoruz.
Dünya, şuan içinde bulunduğumuz dünyadan epey farklı
ve medeniyet denen kavramın suyla birlikte akıp gittiği
bir kara parçasından ibaret. Böyle acımasız bir ortamda
Max, kendini Immortan Joe (Hugh Keays-Byrne) adlı bir
diktatörün hâkimiyeti altında buluyor. Bunun ardından
yolu, Immortan Joe’dan önemli bir şey kaçıran Imperator
Furiosa (Charlize Theron) ile kesişiyor. Joe ve onun için
ölerek Valhalla’ya (İskandinav mitolojisinde kahramanlar
için var olan bir nevi cennet) gitmeyi yaşamlarının amacı
haline getirmiş Savaş Oğlanları; Max ile işbirliği yapmak
zorunda kaldığı Furiosa‘nın grubunun
peşine düşüyor ve filmin sonuna kadar
dur durak bilmeyen macera böylece
başlıyor.
Türünün en iyileri arasına
adını rahatlıkla yazdıran film,
saf aksiyon vaat ediyor. Üstelik
bunu CGI teknolojisine çok fazla
bel bağlamadan eski usul görsel
efektlerle, dublör kullanarak zor
yoldan başarıyor. Bütün bunlar John Seale’ın
turuncu tonlarıyla donatarak tablo misali
yarattığı sinematografisiyle de birleşince
ortaya sınırları zorlayan güzellikte bir görsel
şölen çıkıyor. Junkie XL’ın hazırladığı
soundtrack ise film ile gerçek anlamda iç
içe geçerek (kovalamaca sırasında bize
eşlik eden çılgın gitarist bunun güzel bir örneği) seyir
zevkinin etkisini artırmış.
Tom Hardy her zamanki gibi rolünün hakkını vermiş
ancak asıl övgüyü güçlü bir savaşçı portresi çizen Charlize
Theron ve savaş oğlanlarından biri olan Nicholas Hoult’un
(Nux) hak ettiğini söylemek gerek. Max, fazla konuşkan
olmayan bir karakter olmasının da getirisiyle filmde bir
türlü ön plana çıkamazken, onun aksine Furiosa, arka
plandaki hikâyesiyle daha fazla yer ediniyor. Başlangıçta
filmin adı Mad Max: Furiosa olarak düşünülmüş ve Charlize
Theron’un karakterinin filmde daha fazla yer edineceği
şekilde bir senaryo yazılmış ancak bundan vazgeçildikten
sonra bile Furiosa’nın filmde önemli bir yer tuttuğu aşikâr.
Film boyunca Max hakkında çok fazla bilgi edinemiyoruz.
Fakat şimdiden Tom Hardy’nin iki film için daha anlaştığını
düşünürsek onu yakından tanımak için bol bol zamanımız
olacak.
Mad
Max:
Fury
Road,
günlük
yaşantının
koşturmacasından kaçmak isteyenler için iki saatlik
doludizgin bir aksiyon olmasının yanı sıra George Miller’ın
dahiyane yönetmenliği için de görülmeye değer.

Benzer belgeler