Metnin PDF olarak okumak için tıklayınız.
Transkript
Metnin PDF olarak okumak için tıklayınız.
LOUIS MASSIGNON Terc.: Burhan TOPRAK İSLÂM SANATLARININ FELSEFESİ1 Küllü men aleyhâ fân ve yebka vechü Rabbike zülcelâli vel ikram Rahman Sûresi İslâm sanatlarının felsefesini incelemeğe bağlamadan önce, topluluklarının havasında, onların sanat yaratışlarını, anlayışlarına göre açıklamaya çalışmak lâzımdır. Fakat işe girişmeden, hazır bir soru ile karşılaşıyoruz. İslâm sanatı yoktur deniliyor ve buna sebep olarak da, Kur'an’ın şekillerin temsilim yasak ettiği ekleniyor. Bu soruya verilecek hazır bir karşılık da vardır: İslâm ülkelerinde güzel sanatlar zengin bir tarih ile yaşayıp gitmektedir.. Kur'an'ın okunması ile türlü türlü ırklar arasına, bütün Müslüman memleketlerine yayılmış özel bir musikî vardır. Maddî bir şekilde kavranılamadığı için, sırf aklî bir sanat olan ve dolayısile şekle ait yasaktan kurtulan musikîyi bir tarafa bırakarak, her şeyden önce, Kur'an'ın seklin temsilini yasak edip etmediğini araştıralım. Madem ki daha şimdiden İslâm sanatlarına ait müzeler ve bu sanata dair Migeom'un el-kitabı gibi kitaplar sayabiliyoruz; o halde İslâm ülkeleri arasında bu yönden ortak bir görüş olmalıdır. Kur'an'ın kesin olarak şekillerin temsilini yasak ettiği ileri sürülmektedir. Araştırmalarımla vardığım sonuç ise, Kur'an'da böyle bir yasak olmadığını gösteriyor. Yalnız birkaç Hadis,' Müslüman'lara şekil sanatlarım yasak etmektedir. Bunları sayıyorum: Bu Hadis'lerden birincisi, kabirlere, nebî ve veli resimlerine tapanları lanetlemektedir. Ama bu bizi ilgilendirmez. Çünkü bu tapma, bir nevi puta tapmaktır. Ve nihayet bunda şekil, Allah'a ayrılması lâzımgelen tapmayı maddîleştirmek için bir deneme yoludur. Oysa ki, camide kıbla boş bir mekândır. İslâm geleneğinde yasak edilen ikinci şey, oldukça gariptir. "Artistler, figür yapanlar, kıyamet gününde Allah tarafından olmıyacak bir cezaya, yaptıklarını yeniden diriltmek cezasına çarpılacaklardır." Onlar, cansız figürler yapıyorlar. Âhirette Allah yaptıkları figürlere hayat vermelerini emredecek, bu ise 1 Asıl adı "İslam milletlerinin sanat yaratışlarındaki usuller — Les methodes de( realisation artistique des peuples de I’İslâm" olan bu inceleme 1920 yılının 25 Şubat’ında College de France'da ders olarak verilmiş v e sonra 1921 'de Syria dergisinde basılmıştır. 1 imkânsızdır. Bunun için insanoğlu Yaradan'ı taklit etmek gibi çılgıncasına kibirli davranışı yüzünden cezalandırılacaktır.... Çünkü herkes bilir ki Kur'an'da sözü geçen çamurdan tek figür, düzme bir İncil'de, İsa'nın çamurdan kuşlara nefes ettiğini gösteren sahnededir2. Ama bu hüküm sanatçıya sanatçı olduğu için tatbik e-dilmiş değildir. Bu ceza, ona, zekâsına güvenmesi, yalnız Allah insanları ve yaşayan varlıkları yaratmışken, onun, danışıklı bir hile olan sanat yolu ile elinin mahsullerine süreklilik vermeğe ve ortaya hayat benzeri veya karikatürü çıkarmıya davranması yüzünden verilmiştir. Hadis'lerde bulduğumuz üçüncü yasak resimli yastık ve kumaş kullanmamaya âit olandır. Fakat bu Hadis ötekilerden daha şüphelidir. Çünkü, Eshab'ın, hattâ Muhammed'in çadırında, odasında bile resimli kumaşlar ve yastıklar bulunduğu birçok eski söylentilerle bellidir. Dördüncü Hadis; Haçın tahribini emredendir. Fakat Haç, sadece bir tasvir meselesi değildir. İslâmiyet, Hristiyanlığın Haça karşı olan büyük saygısı dolayısile bu parçalama emrini vermiştir. Kısacası Kur'an ile ilgisi olmıyan şu dört Hadis'e dayanarak, İslâm'da sanat yoktur iddiasını ileri süren -böyle bir şey olsaydı Dini kuran bu yasağı tesbit edecektigörüş kabul edilecek gibi değildir. Bununla birlikte, doğrusunu söylemek gerekirse, bu tezden yana oldukça kuvvetli bir akım da vardır. Birçok bilginler kesin olarak her türlü resmi yasak etmişlerdir. Bu bilginlerin en ünlüsü, XIII. yüzyılda yaşayan, anlattığım dört Hadis'e dayanarak, evde gölge veren her şekli kesin olarak yasak eden Nevevî'dir. Elbette buraca, çok ham ve basit olan o eski düşünceyi, yani canlı bir varlığın alâmetini, hareketli figürler aksettiren bir ecran olmasında bulan kanaati görüyorsunuz. Bu hususta, canlı yaratılmışların gölgeleri hakkındaki efsaneleri ve meselâ. Omiros' da Tanrıların bölgesi olmadığını v. bilirsiniz. Nevevî bu yasakta küçük çocuklara mahsus bebekleri veya bayramlarda yapılan canlı yaratık şeklindeki kurabiyeleri bile yasak edecek kadar ileri gitmiştir. Bununla birlikte, bu iki yasağın asla yürürlükte olmadığını da söylemeliyim. Mutaassıp Hanbelî'ler bile evde figürlü kumaş ve yastık bulundurmak hakkım kabul etmişlerdir. 2 İslâm sembolünde yeşil kuş, yeniden dirilen insanı temsil eder. 2 Bu yasağın sebebini özellikle Müslümanlar arasında, pek çok arayanlar olmuş ise de, asıl konuya girmeden önce üzerinde biraz da biz duralım. İbnî Dakikülid, "Bu yasak İslâmiyetin başlangıcında inanmışları1 putperestlikten uzaklaştırmak içindi. Fakat artık İslâmiyet yeter derecede yayılarak, insanları, kendi ellerinden çıkan şekillerle, Allah düşüncesini karıştırmamaya alıştırdığından bu yasağa lüzum kalmamıştır." diyor. Bu yasağa ikinci bir sebep olarak da taşı ve çamuru giydirmenin uygun olmıyacağı söyleniyordu. Oldukça bön bir sebep. Bundan başka, çok dikkate değer1 bir düşünce vardır: Meleklerin eve girmelerine engel olmamak için evde tasvir bulundurmamak lâzımdır, deniyordu. Çünkü, melekler bu tasvirlerde Allah'ın eserlerinin taklidini görerek eve girmekten çekinirlermiş: Kısacası, birtakım şekillerin resmedilmesin vaşak eden hüküm yönündeki edebiyattan kalan şey, bu yasağın inkâr değil, sınır çizme ve amacının sanat değil, puta tapmak olduğudur. Bir Müslüman'ın sanat eseri karşısındaki durumunda en göze çarpan özellik şudur: Meselâ onu bir kiliseye veya bir müzeye götürürsek, bakar ilk önce, emniyet edemez, bu eseri bir sihirbaz hilesi, Allah'ı taklide yeltenmek için bir yol sanır. Sonra imanının yardımı ile bütün bunların tehlikesiz ve iktidarsız olduklarını anlar. Çünkü, bilmeliyiz ki, bu dünyada Allah tarafından yaratılan her şey biraz bizim yaptığımız eşya gibidir, makinadır. Müslüman, sanatın tuzağına düşmek istemez. Onun için sanat eserlerinden son derece güzel olan âlem bile, Allah'ın iplerini çekerek işlettiği bir makinadır. İslâm edebiyatında bu konu üzerinde söylenmiş beyitler meşhurdur. Farsça’da Ömer Hayyam'ın, Arabça'da Nabülüsî'nin tabiatın bu anlamını gösteren harikulade şiirleri vardır. Ve bu İslâm Tasavvufunun köküdür... Allah, kukla oyununda olduğu gibi ipleri çeker. Bundan dolayı Müslüman'larda Dram yoktur. Dram Batılılara göre şahısların yüreklerinde ve hürriyetlerindedir. Müslümanlar için bu hürriyet, ilâhî-irade ile sınırlandırılmıştır. İnsanlar ilâhî iradenin âletidir. Elbette Müslüman'larda da dram vardır. Fakat bu dram kukla oyununda olduğu gibi, basit ve basit olduğu kadar da derindir. İslâm sanatlarının nasıl kurulduğunu incelerken anlaşılacaktır ki, bu sanat yabancı tesirlerle doğmamış ve İslâm metafiziğinin en esaslı kaziyelerine dayanarak büyümüş, kıvamını bulmuştur. Kur'an, İslâm metafiziğinin birinci misalidir. Baştan aşağı metafizik tariflerle doludur. Zaten metafizik iddialı bir kelimedir. Düşünmeğe başlıyan her insan, metafizikle uğraşmış olur. 3 Müslüman sanatı bir kâinat görüşünden çıkmıştır. Bu, Yunan tesiri altında kalmıyan bütün Ehli sünnet velcemaat filozoflarının savundukları, İslâm ilâhiyatının dogmatique nazariyesidir ki: "Kâinatta sırf şekil ve kendiliğinden suret yoktur, yalnız Allah dâim ve bakidir" cümlesiyle özetlenebilir. Yunan görüşünde sürüp giden tabiî şeyler vardır. Çünkü Allah, onların, devam etmelerini, doğup büyümelerini, denge ve billûrlaşma tiplerine göre meydana gelmelerini güzel bulmuştur; Buna karşılık İslâm'da her yerde kendini belli eden hâküh Allah fikri bu görüşü reddetmektedir. Bütün yaratıklar hattâ şu gördüğümüz masa bile İslâm ilâhiyatçılarına (meselâ Mu'tezile ve Hâricilere) göre devamdan yoksundur. İslâm ilahiyatında beka - devamlılık yoktur. Var olan sadece "ân" lardır. Ve "ân"ların zarurî bir sıralanma düzeni bile yoktur. İslâm İlâhiyatçıları pek erkenden istidarei zaman teorisine varmışlardır. Onlar için var olan "ân"ların birbirini kovalamağıdır ve bu kovalama da kesik kesiktir. Allah dilerse geri dönmeleri de mümkündür. Yunanlıların 8 adedi yerine tasarladıkları ogdoade anlamı gibi İslâm ilahiyatında şekil ve suret yoktur. Yunanlılara göre 8 adedi kendiliğinden güzel bir teşekkül olup, 8 defa bir'in tekrarı değildir. Nitekim onlar her şeyden ' önce hendeseci idiler ve toparlak, poligon şekillere hayranlıkla âşıktılar. Buna karşılık Müslüman'lar aded koleksiyonu (adedleri terkibi) olmadığına inanmışlardır. Onlara göre yalnız bir vardır, Allah onu bir ân için 5, 6, 7, yahut 8 defa birleştirerek bu adedleri meydana getirir. Figür yoktur, fakat belli bir zaman için birleşmiş atomlar vardır. Ve çizgi İslâmlara göre yerini değiştiren bir noktadır. Aslında, bu tarif de, tamamile yenidir. Yaradılmışların türemesindeki bütün malzemeye ilâhî kudretin hâkim olduğunu savunan bu görüşün; İslâmda matematiğin cebir ve tahlil yönünde ilerlemesine ne kadar tesirli olduğunu göstermek çok zor değildir. Oysa ki, Yunan görüşü hendeseci, tam adetleri ve tam adetlerin hassalarını seven bir hesapçı görüşü idi. Bundan dolayı İslam zekâsının gelişmesi çok berrak ve orijinaldir. Hesap onların elinde doğrudan doğruya cebire ve hendese de trigonometriye yönelmiştir. Bu da, zaten tabiatın ilmî görüşle ne yolda incelenmesi gerektiğimi gösteren en yeni bir anlayıştır. Nasıl ki Müslüman'lar için ilmî görüşten tabiat yoksa ve devamı olmıyan keyfî bir kaza ve atom zinciri varsa, öylece sanatta da suret ve şekil bekasının inkârı bu ayırıcı vas¬fın prensibidir. Müslüman memleketlerini gezen yabancıların çoğu, bulanık bir halde derli-toplu bir tarife sokamadan bu¬nu sezmişlerdir. Kendi tarifimin tam olduğunu söylemiyorum. Fakat içinizden bazılarına hatırlama ve düşünce konusu olmasını diliyorum. 4 Yunanlılar metafizik ile uğraşmıya başladıkları vakit, Allah'ın varlığını isbat için bulunan türlü delillerin arasında estetik delil adını alan, eşyanın ahengi, yahut cosmos üzerin-de çok durmuşlardır. Oldukça, kavrayışlı olan bu kelime da-ha çok açıklamaya lüzum bırakmaz sanırım. Müslüman ilahiyatında bu cins delil yoktur. Tek bir delil vardır. Baki olan yalnız Allah'tır. Her şey geçip gider, her şey fânidir. Kendi deyimleriyle yalnız O'nun didârı bakidir. Vâcibülvücudun isbatına gelince, O'ndan başkasının değişmesi iledir. Kur'an'da Hazreti İbrahim'in güneşin akşam gelince batmasını, ayın tutularak örtülmesini ve yıldızların güneşle silinmesini anlattığı uzun bir bahis vardır. İbrahim bütün bunları gördükten sonra karar verir: "Demek ki başka yerde baki olan bir Tanrı vardır." Bunun için Müslüman'lara göre, Allah'ın isbatı "değişme'' iledir. Dolayısiyle sanat onlar için yaradılmışların kendiliklerinden var olmadıklarını göstermeğe bir vesile olacak ve belki bundan başka bir şey olmıyacaktır. Şu halde İslâm sanatı bize "değişme" yi bildirecek bir sanattır. Figürlere bağlanmamak, suretlere tapmamak gibi yasaklar yüzünden İslâm sanatı berrak, ruhanî ve yalnız accord'un güzelliğine inanmıyan, susmada durmak üzere, birtakım notalardan geçen, cebirci bir müzisyenin sanatı gibi, sâf ve temiz olarak doğdu. "İbni Abbas" m rivayet ettiği düşündürücü eski bir Hadis vardır: "Peki ama, artk hayvan resimleri yapmıyacak mıyım, sanatımı bırakacak mıyım ?" diyen bir İranlı ressama, "Evet, yapacaksın, ama hayvanların kafalarmı kesmelisin, canlı görünmesinler, çalış ki çiçeklere benzesinler!'' diye cevap verilir. Gözlerimizin önünde geçip gittiklerini, yok olduklarını işaret etmek için geçici şekillerin böylece cansızlaştırılması, bize, varlığı ve hayatın bekasını ancak Allah'ın iradesinden ve soluğundan alan şekillere, suretlere hayat üflemeyi aklımızdan geçirmemek gerektiğini gösterecektir. Bunu Merakeş'de Aguedal bahçesinin harikulade tasvirinde Jeröme ve Jean Tharaud kardeşler iyi görmüş ve Müslüman sanatının istenerek yapılmış irreelle fantezi yönünü pek iyi ifade etmişlerdir. Gerçekten -biz de öyle düşünmüyor muyuz- sanatçı şekillerin karşısında sarhoşa dönmiyeçek, kendi eserlerinin Pygmalion'u olmıyacaktır. Krokiyi aldıktan ve estetik heyecan geçtikten pek çok sonra, hatırlıyarak eserini, modelini yapmıya mahkûmdur. Gördüğü forma tapmaması lâzımdır. Çünkü bu formdan başka bir şey meydana getirmeğe mecburdur". "Rüyalarına inanmamak, çünkü bu âlemin geçici formları rüyalardan, ibarettir ve silinip gideceklerdir." İşte İslâm düşüncesinin kaynağı. Burada görülüyor ki, o, eski putperest görüşünü, Yunan görüşünü, reddediyor, ama düşüncenin bütün üç boyutlu şekil almalarını (modalisation) red ve inkâr etmiyor. 5 Şimdi sanattan sanata geçerek, namaz kılanların- boş mihrabına yöneldikleri bir camiin dekoruna bakarken, Batı halısından o kadar değişik olan halılarının resmini seyrederken, bir şarkı musikisini dinlerken, ya da bir şiirin yapısını incelerken, tekniği derinleştirmeden bunların üzerinde İslâmın bıraktığı ve bizi çeken özellikleri yakalamağa çalışacağız. İlk önce mimarî. Hemen şunu söyliyelim ki, îslâm sanatları bazı maddelere düşkündür. Hangi memleket olursa olsun, (çünkü Müslümanlar yalnız çölde yaşamış değillerdir. Musul, Diyarbekir gibi taşlık memleketlerde de yaşamışlardır.) İslâm sanatı ihram ve harmani emsali; bol, dalgalanan elbise gibi, eriyen bir maden gibi, işlenmesi kolay, değ-ersiz, kesafeti ve kalınlığı az maddeleri kullanmayı tercih etmiş¬tir. İlk sanat sayabileceğimiz elbise üzerinde durmuyorum. Sanat ideali ve biçim bakımından Müslüman'ların ihramları (vetement flottant)3 . Eski Yunan veya uzak Asya harmanilerinden bambaşkadır. Biz şimdilik yalnız mimarînin ihramında. (vetement flottant) dalgalı, bol ve geniş elbisesinde kalalım. Madde ekseriya alçı, sıva ve stuc'dür. Süslemede ise kabartma yerine kakmayı kabul etmişlerdir. Kabartma yaparak ve suretlerin kendiliklerinden durabilmelerini sağlamaya çalışarak tabiatı maymunca taklide yeltenmezler. Bu, onlar için bir fon, düşünce için bir zemindir. Sanat ise, bir akis gibi onun üzerinden geçmektedir. Örnek olarak tamamiyle İslâmî bir özellik olan Endülüs seramikinin (seramik için çok dikkate değer bir usul ile) desen üzerine yaldız veya bakır koyma usulünü alıyorum. Mimarîde konu "geometrik"; fakat açık olan geometrik şekillerdir. Burada başlangıçtan beri Ehli sünnet velcemaat imamlarının savundukları (şekiller ve formlar yoktur, biteviye Allah tarafından yeniden yaratılmaktadırlar) prensi-binin bulunduğu, sezilmektedir. Gerçekten İslâm mimarîsinde yeni mimarîde geometrik şekiller açık olarak görünmektedir. Birbirini kesen çok köşeli- şekiller, değişik çapta daire kavisleri. Arabesk bunun ne olduğunu daha iyi göstermektedir. Ya da Firaki dâlle' den olan Karânuta (Karmates) da bazı gezegenlere uyan sihirbaz işa-retlerinden ve büyü şekillerinin (Pantacle) den ibaret olan çok köşeli şekiller aksine olarak pek' çoktur. Arabeskin öz olarak belirttiği düşünce nedir? Diyorlar ki, Arabesk Birliğin sonsuz bir aranmasıdır. Simdi İs¬lamların tabiat teorisinden çıkan düşüncenin 3 Dikîşsiz bol elbise mânasına alınmıştır. 6 prensiplerini a-ramağa çalışalım. îlk önce burada tabiat kelimesi yerinde değildir. Çünkü size söylediğim, gibi, İslâmlar için tabiat yok-ı tur, yalnız alışkanlıklar vardır. Cenabıhak belli bir mikdar atomcu birleştirerek insan tabiatı dediğimiz şeyi meydana getirmiştir. Bütün varlıkların tabiatı (mahiyeti) Allah'ın iradesiyle dışarıdan onlara verilmiş bulunmaktadır. İslâm ilahiyatının kâinatı tasarlama ve temsil yönünde ortaya koyduğu baş prensipten yola çıkarsak, mimarîde Arabeskin; Yunan hendesecilerinin, yuvarlağın ve çok köşeli şeklin güzelliklerine hayran olmalarına benziyen bir imrenme¬ye düşmemizi önlemek için; kapalı hendese şekillerinin sonsuz bir yasağından ve inkârından ibaret olduğunu görürüz. Kahire'ye gitmiş olanlar "Zafer kapısı" nı hatırlarlar. Bağdad'da, bu konuyu daha çok aydınlatan başka bir kapı vardır, "Tılsım kapısı" adım taşır. Çok karakteristiktir. Üze-rinde bir sürü hafifçe çizilmiş çok köşeli şekiller ve "pantacle - büyü formülleri" vardır. İmdi' muhayyile bu kapalı şekillerde kalmamalı, bu formlara kırmalı, çabuk yazılan yazının yaptığı gibi, çizdikten sonra öteye geçmelidir 4. Bu arada, üzerinde hem ihtişamlı, hem de irreel biçim-de birbirine sarılmış, buğday başakları ile üzüm salkımları bulunan, Kudüs'teki Ömer Camiinin harikulade mozaiklerini de hatırlamadan geçmiyelim. Bunu yapan Hıristiyan, Bizanslı bir sanatçıdır. Kiliseler için hazırladığı Oblation eueharistique5 modellerini kullanarak onlarım kartonlarından faydalanmıştır, deniliyor. Bununla beraber şunu anlamış olmak benim için yeter: (Sosyolojik bakımdan da önemli olan budur) sanatçı burada şekillerin belli düzenini bozmuş ve bu kubbenin üzerine fikrini mozaik olarak dağıtmadan önce İslâm sanatı yapmış ve Hıristiyan sanatı yapmamıştır. Vogüe; Kudüs'te İslâm sanatını tarife kalkışırken "Kur'an, İncil'e göre ne ise; bu sanat da, Bizans sanatına göre odur." diyor. Bunu söylemekle açık-lamada pek ileri gidilmiş değildir. Artık bahçelere geçebiliriz. Bahçe sanatı çok incelenmiştir. İşbiliyye (Seville) de Emirin Cennetülârif adını alan bahçesini yahut Bağdad'daki veya İran'daki harikulade bahçeleri görmüş olanlara, ben yalnız bahçenin İslâmî kavramını hatırlatmak istiyorum. İslâmlara göre bahçe, dünyanın hâyü huyundan uzak bir hülya âlemidir. Romalılarla başlayıp Ml6dicis ailesi ile, XIV. Louis ile devam eden, belli başlı bir teoriye bağlı klâsik bahçede, ufuklara açılan geniş plân ve manzaralarla, uzaklıkları aksettiren büyük havuzlarla, merkezin iradesi altındaki ağaçlarda, yavaş yavaş etrafa 4 "Elif be ile (hattâ hece ile) Sâmiler Hiyerogliflerin kapalı şekillerinde esir olan düşünceyi kurtarmışlardır. 5 Kilisede İsa Peygamberin, etini, kemiğini temsilen papazın Hıristiyanlara verdiği mukaddes ekmek ile şarap ve bununla ilgili tören. 7 yayılmak için, hepsine ortadaki bir noktadan hâkim olmak isteği sezilir. Oysaki bunun yerine, Doğu bahçelerinde en önemli şey gizliliktir, önem çevreden çok ortadadır. Doğu bahçeleri çokluk kısır bir toprak parçası canlandırılarak yapılır, su getirilir ve kenarı gözetlemenin aşamayacağı çok yüksek duvarlarla çevrilir. Bahçe içinde ise, üçer üçer, beşer beşer düzenlenmiş ağaçlar, çiçek yatakları vardır ki, çevreden merkeze gidildikçe daha çok sıklaşırlar. Ve ortada köşk vardır. Burada gözün ilk kavradığı şey, gördüğümüz şekildeki tabiatın; maddî âlemin red ve inkârıdır. Bu; peyzajlı bahçelerin tersine, hülya dolu öyle bir tabiattır ki, bizi birliğe ve bütün fikirlerimizin göbeğine ve köküne götürür. Bu, nerede ise düşüncenin kendi içinde dinlenmesidir, yoksa klâsik bahçelerde olduğu gibi derece derece hâkimiyete, tabiata yayılmaya gitmek değildir. Eğer şimdi renk sanatlarına geçersek, çünkü bahçe kendiliğinden bizi ona götürüyor, görülür ki, İslâm'da hangi sebepten heykel yoksa aynı sebepten resim de yoktur. Ama bunun mânası İslâm'da boya sanatı yok demek değildir. Halılarla, armalarla ve bir dereceye kadar minyatürlerin renkleriyle, -onlarda boya sanatı olduğunu biliyoruz. Leon Bloy'nın dediği gibi, süslü büyük harflerden (lettres ornees) den yola çıkarak, harfcik (lettrines) lere ve oradan kitap dışındaki resim (peinture) e varan Bizans minyatürü ile İslâm minyatürünün oluş ayrılıklarını işaret etmekle birlikte, bunun üzerinde durmayacağım. İslâm’da Bizans'ın zıddına, minyatür metnin kenarında bir hayal olarak boşluğa asılı kalmış ve kitap dışına çıkamamıştır. Israr etmeyeceğim demiştim, zaten minyatür özbeöz İslâm sanatı değildir, asıl önemli olan halıdır. Halı bakımından kullanılan malzeme meselesini inceli-yelim. Çokluk, donuk renkte, şeffaf olmayan, perspektife yaramıyacak elemanlar seçilir. Bunda da gene tabiatı taklidden kaçmak ve onu inkâr etmek iradesi görünür. Perspektif yanlışları perspektifi bilmediklerinden değildir. Çünkü perspektif bilmiyen sanatın var olacağını sanmak saflıktır. Meselâ Mısırlılar yandan görünen bir figürün gözünü önden yapıyorlar. Gerçekte bunun böyle olmadığını onlar da bilirler. Onlar insan suretini bu biçimde gösteriyorlarsa bilmediklerinden değil, sadece tabiatı maymunca taklid etmek istemediklerinden ve belki daha başka sebeplerdendir. Doğu halılarında en çok dikkati bağlıyan şey, karanlıklarla aydınlıkların birbiri üstüne yığılması ve ikinci derecede renklerden karanlık ile aydınlıklardır. Bir Doğu halısının özelliği renklerinin koyuluğunda ve çokluk ince ayrılıklarının değişikliğindeki azlıktadır. Gobelins halılarında üç yüz elli renk derecesi olduğunu söylüyorlar. Bu teknik hemen hemen, resmi taklid etmek demektir ki, bunun da halıcılıkla ilgisi yok gibidir. 8 Doğulular ise, en çok beş renk kullanırlar. Ve bu renklerin hiç biri de çekici değildir. Fotoğraf, renklerin şiddetini kollamak şartıyla, bu halıların bütün güzelliğini kolaylık la verebilir. Çünkü aksettireceği şey yalnız karanlık ve aydınlıklardır. İslam resim idealinin Batı resim idealinden. Fra Angelico'dan, Velasquez'den ne kadar uzak olduğu görülüyor. Batılılar çiçeklerin ve eşyanın renklerini taklid ediyorlardı. Onların eserlerinde karanlıklar ve aydınlıklar değil, belki gerçek renkler kendini gösterir. Bunu göz önüne alarak İran sa¬natını tarife kalkışırken, henüz Doğu'ya gitmediğini ve yakında' Kudüs'e gideceğini duyduğum G. K. Chesterton, "Bir Doğu halısındaki çiçekler ve hayvanlar nerede ise işkenceye uğramış gibi görünüyorlar." diyor. Bu görüş tamamiyle doğru sayılamaz. Taş kesilmişlerdir, demeli idi. Yalnız İran halılarının değil, bütün Müslüman halılarının dekorasyonundaki ayırıcı özellik -çünkü Fas'ta da aynı usul kullanılmaktadır- üslûba çekilmiş çiçek serpintileri ile ruhanî sembol hâline getirilmiş hayvanlardır. Ve çiçekler sayısız değildir. XV. yüzyıl İran sanatında rastlanan çiçeklerin listesi yapılmış ve şunlar bulunmuştur: Yasemin, lâle, yabani gül, karanfil, şeftali çiçeği. Demek ki beş çiçek vardır, beşi de üslûba çekilmiştir. Hayvanlara gelince üç dört tanedirler. En sık rastlanan kanatlı aslan ile insan başlı bir kuş olan simürg. Gene burada Müslüman’ların benimsedikleri, din bilginlerinin tesbit ettiği, bütün inanmışlara, hayvanlara tapmayı haram kılan metafiziğin temellerini buluyoruz. Ruhanî sembol haline getirilmiş hayvanların artık kendiliği (ayniyeti) silinmiştir, denebilir. Başları ve ayakları koparılmış, yerlerine eşitleri takılmıştır. Gerçek hayatları kalmamıştır. Bunun tatbikinden çıkan netice nedir? Burada arma sanatına dokunmuş oluyoruz. Arma sanatı gelişmesi ile Batu'da öyle bir orijinalite ve bir varlık kazanmıştır ki, artık onu Doğu'ya bağlı yamayız: XIV., XV. yüzyılların beratlarında eh olgun ve ilgi verici şeklini gördüğümüz Batı armacılığının, Doğu'nun basit bir kopyası olduğunu söylemek çok ileri gitmek olur. Bununla birlikte, Batı'lılarda armacılığın Haçlıların geri dönmesiyle başladığı da doğrudur. Ve armacılığın kökü İslâm'dan gelen bir düşüncedir. Kısacası halılar armalıdır. Arma renklerin hoyratça karşılaştırılmasından ve zıdlıkların tatbikinden ibarettir. Yoksa hafif ayrılıklarla,, sezilebilir semboller, sıraya korumuş, düzenlenmiş gruplar yaparak dile getirmek için tabiatı taklid değildir. Bunlar sadece lojik olan renk karşılaştırmaları ile keyfî tertip edilmiş renkli kartuşlar ve dekoratif atomlardır, içinde acaip hayvanlar, keskin renklerin zıdlığı ve tabiatta var olmıyan her türlü şey bulunan ve böylelikle tabiatı inkâr eden arma kadar İslâmın metafiziğini açıklayan hiçbir şey yoktur. 9 Artık musikiye geçelim. Musikî için İslâm bilginleri Yunan felsefe kitaplarını üstünkörü anlayıp kullandıkları pek haklı olarak ileri sürülmüştür. Bundan başka Iran yolu ile belki Hindistan'ın da bazı tesirleri olduğu söylenebilir. O halde musikî malzemesini olduğu gibi ele alalım, ilk önce az aralıklı intizamsız dağılmış, üçte bir ve çeyrek ton taksimatı olan bir (ganime) dizi buluyoruz. Sesin az az duraklar içinde oynaması oldukça ilerlemiş bir sanatı icabettirdiğinden, -bu inceliği kavrayabilmek için- özel terbiye ile iyice hazırlanmış bir kulak lâzımdır. Bundan mahrum olduklarından Batılıların çoğu, Doğu konserini veya, şarkısını dinlerken sıkılırlar. Çünkü aynî notanın tekrarlandığım, sanırlar. Kaldı kil biraz sonra Müslüman'lar için musikî temelinin notada ve nota sisteminde olmadığını göreceğiz. Müslüman cümlesinin lojik yapısına gelince: İslâm ülkelerinde Endülüs musikisi makamı denilen eski musikî makamları vardır, İran'da, Hindistan'da, hatta Malezya'da bile musikinin lojik yapısında bu makam kaygısa hâkimdir. Klâsik Yunan musikisini incelemiş olanlar, geçmişte de bunun mevcud olduğunu bildiklerinden, üzerinde daha fazla durmayacağım. Bununla beraber makamlar İslâm musikîsinin en orijinal yönü değildir. Yalnız geçerken işaret edelim ki, Fas'da olduğu gibi iran'da da İslâm halk musikisi, Arabca olsun, Parsça olsun daima özel ifadesi olan bir makamdan gelmektedir. Meselâ çok hazin bir makam olan Nihavend (iran'da bir şehrin adıdır), Haleb ve Bağdad'da şarkılarda çok kullanılır. Böylece birinden öbürüne geçilebilen, tıpkı eski Yunan musikisinde olduğu gibi, yirmi kadar ana makam vardır. Bu musikide önemli olan şey nağme (melodie) nin yaratılması ile makamın hakkına vermektir. İslâm musikisinde melodi daima birbirini kovalar, İslâmlarda Harmonie fikri, Hıristiyan Batı'nın büyük bir icadı ve Batı medeniyetinin en derin orijinalliği olan hemzaman accord anlamı yoktur. Zaten bu fikir Hıristiyan Batı'nın dışında, ne Uzak Doğu'da ve ne de İslam ülkelerinde vardır. Şu halde bir Müslüman orkestrasını dinliyenler için en esaslı şey (rythme - usül darb) yani, bir melodiye lâzım olan zamanın geçmesidir. Çalgıcı için de önemli olan nokta "ân" ı yakalamağa çalışmaktaki ustalıktır. Her şeyi metafizik bir imana sokmak istemiyorum. Ama yabancı tesirlere karşı kendisini bu kadar canlılıkla savunan bir medeniyet ele alınınca, her şeye rağmen kabul etmek lâzımdır ki; bilginler ve ilahiyatçılar varsa, bu adamlar başkalarının düşünüp yaptıklarını lojik terimlerle tarif ve tes-bit için Vardırlar ve gene bunun için Ehli sünnet velcemaat olmuşlardır. 10 Yalnız "ân" ele geçebiliyor. Çünkü bundan başka şey yoktur. Sürüp gitme yoktur. Çünkü bir defa daha söyliyelim ki, zaman "ân" ların uydurma (1) bir terkibidir, "ân" 1ar Allah'ın iradesi altındadır. Orkestra üyelerinin, kanuncunun, udcunun nasıl ânı bir dansöz gibi kavradığını görmek lâzımdır. Usul-rythme veren âlet "def" tir. Bazan kenarına vurulur (tek), bazan da ortasına vurulur (düm). İslâm musikisinin bütün teorileri, hatta; bahir, vezin (metrique) bile "def" den çıkar. El çırparak bunu göstermek mümkündür. Meselâ şu tarzda başlıyan bir Pas havasını alalım: Kal/ le/ na// san/ ha/ ci/ min// a/ ma/ laf/Fâs// (2, Tek/ tek/ düm// düm/' tek/ tek/ düm// tek/ tek/ tek/düm// "2 defa" Eski vezinlerin kısa ve uzunları yerine burada susmanın dışında iki değer vardır: Vuruşun kuru ve sert vurulduğu ân "tek" ile uzun ve tınlıyan vurulduğu ân: "düm". (1) Suni (2) Bize dedi ki, Sunhâce Fâs, illerindendlr. Demek ki mesele "ân" ı yakalamak ve her vuruşta yakalamaktır. Bu musikinin ruhu melodi ve şarkı accompagnement'larının temeli vuruş sıralandır. Bu suretle Müslüman'lar usûl - rythme sıralara yaratmışlardır. En meşhurlarından biri Masmudi denilendir. Tınlayan vuruşlarla karışık olarak sert vuruşlardan kurulur. Bazı vuruşlar sükût ve takti'6 ile birliktedir. Meselâ: Tek, düm/ tek// düm, düm/ Tamamiyle İslami bir sanat olan (vezin - metrique) lere gelince: Uzun tafsilâta girişmeden şuracıkta bu malzemenin geçici ve belirsiz bir sesli harfle renklenmiş sessiz harflerden -musikide olduğu gibi gürültüden başka bir şey değildir- kurulduğunu söylemeliyim. Üç Arab sesli harfinin üçü de hafiftir. İslâmda sesli harfler teorisi renk teorisi gibi ve gene aynı sebepten pek ilerliyememiştir. 6 Bir sekizlik sükûtlar bir çizgi ile, bir dörtlük sükûtlar iki çizgi ile işaret edilmiştir. 11 Konulara gelince, birtakım tipler, Arab vezninin bilinen silsilesi vardır. Tatbik yönünden dikkate değer nokta -çünkü bu yönde Batı'da, büyük etkisi olmuştur- usûlî istinad sessiz harfiyle kafiyedir. Kafiye, Batı'da İslâmiyetin yayılmasından önce dağınık olarak vardı. Fakat bu başka bir şekilde mükemmel bir (gelişmiş ses uygunluğu - Assonnance perfectionnee) halinde idi. Kafiye bütün dolgunluğunu ve bütün kuvvetini Batı'da "Dolce stil novo" sanatı denilen şeyin etkisi altında almıştır. Romanisant'ların ona verdiği ad budur. İmdi bu sanat birdenbire XII. yüzyılda Müslüman'larla alış verişi olan Akdeniz kıyılarında, Katalonya'da olduğu gibi Galiçya'da, italya'da, Provans'da gelişmiştir. Ama asıl önemli olan ve iyice isbat adilmiş bulunan mesele (rythme - usûl) noktasından bütün vezin malzemesini bu sanatın, Kurtuba'da ve Gırnatada "Müveşşehat" denilen halk şiirlerinin müelliflerinden elli yıl önce almış olmasıdır. Kısacası Arab vezni yapa bakımından islâm dinî teorilerinin etkisi altında kurulmuş ve olgunlaşmıştır. Artık; en son olarak üzerinde zevkle duracağımız edebiyata geçelim. Çünkü aydınlatmağa çalıştığımız meselelerin anlaşılmasına en elverişli sanat budur. Ve çünkü bu sanat, düşüncenin mekanizmasını ifade ve mânasını elde etmek için aracı istemez. Bilindiği gibi, her düşüncenin bir sembolü vardır; yani her düşünce bir nevi lojik şemaya uyar. Nitekim stere-ochimie7 de kimyevî terkipler binalar gibi tasarlanır. Tamamiyle basit fikir yoktur. Bunun için onları sembolleştirmeyi, inşa etmeyi düşünüyoruz. Fikirleri edebiyatta mecazlarla sembolleştiririz. Mecazların sınıflanması Arabların anladığı şekilde (belagat - rhetorique) klâsik belagattan büsbütün başkadır. Misal olarak yalnız bir mecaz alacağım: İslâm şiirinde ilk önce sezilen şey, istiarenin bir nevi cansızlığıdır. İstiareyi irreel yapmak kaygısındadırlar. İstiarenin bir inişi vardır. İnsan hayvanlarla ölçülür. Hayvan genel olarak bir çiçeğe ve çiçek de bir taşa benzetilir: Meselâ, lâle bir yakuttur. İmreülkays'ın bir kasidesinde "kanlı bir çiçek" buluyoruz. Oysaki avda okla yaraladığı bir ceylânın kanayan yarasından söz etmektedir. İmdi, istenilen; düşünceyi, hayallerle canlandırmak, önümüze karikatürler dikmek, Yaradan'ı taklid etmek, artık var olmayanı yeniden yaşatmak değildir. Aksine, 7 Mürekkeb cisimlerle basit cisimler birbirlerine göre boşlukta belli bir yer kaplamaktadırlar. Bunların, boşlukta birbirlerine göre yerleri değişirse} fizik karakterlerinde de birtakım değişimeler olur. Bir cinsten iki mürekkeb cisim terkipleri aynı olmakla beraber- kendilerini teşkil eden basit cisimlerin boşlukta kapladıkları yerler başka başka olması münasebetiyle) hassaları noktasından muhtelif iki mürekkeb cisim havimde bulunurlar. Bunlara, steroİsomere denir. Mürekkeb cisimlerdeki basit cisimlerin boşlukta birbirlerine göre, kapladıkları yerlere göre, kendilerinde husule gelecek değişiklikleri inceleyen kimvaya Stereo chimie denir. 12 eşyayı duyduğumuzu, şimdi bulunduğu gibi, taş kesilmiş ve cansız olarak göstermek bahse konudur. İstiare hiçbir zaman heyecanı diriltmeğe girişmez. İslâmlar'da, bu hatırayı olduğu gibi, tasvirî şekilde benimsemektir. Böylelikle bir şeyden söz açmanın onu canlandıramayacağına inanmış oluyorlar. Onlarda, Batı şairlerinin şiir yazarak sevgili ile geçen zamanı yeniden yaşatmak ümidi gibi bir kuruntu yoktur. Meselâ; birinci Muallâka'nın başlangıcını alalını. İmreülkays, iki devecisine seslenir: Kifa nebki min zikrâ habibin ve menzilî Bisıtkil liva beynel Dehulî fehavmelî 8 Yurdun izlerini de anlatır: Bunlar ocağın kararmış üç taşıdır. Çadırların ve develerin izleridir. Hatırayı diriltmek, şimdi boş olan bu yerde hayalleri oynatmak özledikleri şey değildir. Amaç, yalnız yerinde hatırayı olduğu gibi kucaklamaktır. Arab şiirinin temelini ve sanatçıların anladıkları şekilde İslam aşkını anlamamız için türlü örneklerle yetecek kadar açıklama yaptığımı sanıyorum. Aşka dilimize çevrilmez bir ad takıyorlar: Hanin9 , Garâm10 diyorlar. Bu bir özleyiştir, Ümitsizliğe düşmiyen ve aynı zaman sadizma olmıyan bir yeistir. Hanin hâtıranın âşikane bir vefâ ile birleşmesidir, hattâ aşktan çok vefadır. Burada hiçbir şeyi diriltmeğe teşebbüs edilmez. Bu davranış Allah a karşı bir küfür olur. Hanin artık mevcud olmıyan bir duygunun ilk saffetine karşı acınmadır, hattâ bundan da fazla bir şeydir. Ateşten, kumdan çölün ortasında hatırladıkları veşü ve serin bir Cennet'in özlenmesidir. Kur'an'da anlatılan Cennet'in, duyularla sezilebilir şekillenmesi kadar bu alanda ipucu veren hiçbir şey yoktur. Arabaların anlattıkları mübalâğası bile hoşuma giden bir hikâye vardır: Leylâ ile Mecnun. Mecnun Leylâ'ya delicesine vurgundur. Leylâ çirkin ve siyah denilecek kadar esmer ise de Mecnun gene,onu sevmektedir. İslâm âleminde Leylâ ile Mecnun olgun âşık örneği sayılırlar. İmdi Mecnun'un İslâm aşkının artistik teorisinde Leylâ'dan ayrılması lâzımdır. Neden? Efsaneye göre bir gün Mecnun, Leylâ'ya rast 8 Durunuz ağlayalım! Dostu ve Dehul ile Havmel arasında bu) kum yığınının ucundaki yurdu -mola verdiğimiz yeri yâd edelim. 9 Jahiz. Risâlât al Hanin ilel Evtan. Haninin asıl manası sevgiliyi hatırlayarak yanıp yakılmaktır. 10 Şiddetli aşk. 13 lar. Sevgilisi biraz görüşmek için onu çağırır. O zaman Mecnun: Sus! der. "Beni Leyla’nın aşkından uzaklaştırıyorsun?" Leyla’nın gölgesine olan bu aşk, hatıraya, ilk yeminlere ve ilk birleşmelere olan bu bağlılık, o kadar büyüktür ki, artık Mecnun reel bir şey istemez. Hatıraya olan saygısını, hatıranın öz fikrini olduğu gibi korumak ister. Görülüyor ki, bu inhisarcı aşk; öz fikir içinde kaybolacak kadar maddeden uzaktır ve bıraktığı lojik izlere razı olur. Son bir örnek: Çokluk Osmanlı padişahlarından "zalim" diye bahsolunur. Ben de hiç olmazsa çok basit idare usulleriyle davrandıklarını gizleyecek değilim. Bunlar arasın¬da en "zalim" lerinden biri, hiç şüphesiz; İran’ın yeminli düşmanı birinci Selim idi. Bütün bu Sultanlar şiir yazmışlardır, içlerinde iyi kötü başarılı olanlar vardır. Fakat, Yavuz Sultan Selim'in Farsça bir divanı vardır ki, bunda Mecnun'un Leyla’ya karşı olan duygularına denk hallerin anlatılışı var-dır. Şu beyti alalım: Ni vivant ne suis, puisque tu t'ecartes, figüre exquise, ni mort ne suis; O detresse! Que ce genre d'exsistence fait pour conduire au neant!11 Öz düşünceye yönelip, yasa, özleyişe sarılan bu aşk, tamamiyle İslâmiyet’e mahsus bir şeydir. Bu; bize dışarıdan ister istemez kabul ettirilen eşyanın haliyle, bizim isteğimiz arasındaki kıyası mukassim - Dilenime) in huzur içinde benimsenmesidir. 'Allah bana şunu haram etti -burada tasavvufi şiire dokunuyoruz- Onu yapamam; fakat yapmamaklığım lâzım gelen bu şeyi yapmak istiyorum. Bunun arkasından, hemen hemen ilâhî olan bir hürriyeti tahayyül için şair mukadderi kabulden kaçar, Fakat söz yerinde ise, uyandığı vakit bu rüyayı haksız olarak benimsemeğe kalkmaz. İslam Mysticisme'inde uyanık iken keşfin yasak olduğu değişmez bir kuraldır. Keşfe ancak uykuda izin verilir, İslâm sanatı ise yarı aydınlık içinde uyku ile uyanıklık arasında tamamiyle budur. Sözlerimi bitirirken size "Mütenebbî' nin eşsiz mısralarını okumak isterim. Mütenebbî'yi çok tenkid etmişlerdir. Ama İslâm’lara göre -bizce de önemli olan onların hükmüdür- elbette en büyük Arap şairi odur. Mütenebbî'nin anlatmaya çalıştığı tema şudur: Kaderi ve talihlerini anlamıyan taşlara ağlıyor ve kalplere ağlamaya lüzum olmadığını söylüyor. Çünkü kalpler düşünür ve hatırlarlar, "ân"ı tatmışlardır. Dikkat edilirse bu da düşüncenin; sessiz bir vefası, artık var olmıyanın önce var i olmuş olduğu için Allah'a şükür ile yumuşatılmış, huzur için-de, eskiyi özlemesidir. İşte aktarmak istediğim mısralar: "Leke yâ menâzilû...." 11 "Ne zindem ezhincri tü tü ey şuh ve mürde — Feryâd ezin nev'i vûcudi adem âhid." "Ne diriyim, ne ölüyüm ey şuh; çünki sen benden uzaklaşıyorsun- Bu çeşit yoklukla karışık varlıktan bıktım, usandım.” 14 Ey sevgili konak yerleri! Sizin için gönüllerimizde yerler vardır, Siz boşsunuz, lâkin yüreklerimiz sizi bırakmış değillerdir. Yüreklerimiz biliyorlar, oysaki siz bilmiyorsunuz... Ah,şüphesiz, Gerçek anlaşılınca yüreklerden önce size ağlamak lâzımdır! İşte yine İslâm velilerinden ve bilginlerinden birinin Avrupalılar için oldukça garip sözleri: Hallacı Mansur müridleri ile Bağdad sokaklarının birinden geçerken tatlı bir ney sesi duyar. Müridlerinden biri kendisine sorar: "Bu nedir?” Hallaç cevap verir: "Bu, dünyaya ağlıyan Şeytanın sesidir." Bunu nasıl açıklamalı? Neden dünyaya ağlıyor? Şeytan dünyaya, ağlıyor; çünkü onu harab olmaktan kurtarmak is-ter, geçip giden, fena bulan şeylere ağlar; onları canlandırmak ister. Hâlbuki yalnız Allah bakidir. Şeytan geçici şeylere bağlanmağa mahkûmdur. Bunun için ağlamaktadır." Kısacası İslâm sanatım yürüten düşünce Ehlisünnet doktrinidir. Yani şekillerin üstüne yükselmek, putperestliğe meydan vermemek, bir sihir fenerinde, bir fanusta, bir kukla veya gölge oyununda olduğu gibi, onları hareket ettirene ve tek daimî olana doğru gitmektir. Sayısız İslâm mezar taşları bize hep şunu tekrarlar: "Hüvelbaki!" 15