Bilmeye meftun canlıların evreni

Transkript

Bilmeye meftun canlıların evreni
Habibe Işık
[email protected]
RÖPORTAJ
Bilmeye meftun
canlıların evreni...
Doç. Dr. Sinan Canan kimdir?
Doç. Dr. Sinan Canan 1972 yılında Ankara’da doğdu.
İlk, orta ve üniversite eğitimini Ankara’da tamamlayarak
1995 yılında Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Ardından Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim
Dalı’nda yüksek lisans, aynı kurumun Fizyoloji Anabilim
Dalı’nda ise doktora eğitimini tamamladı. Bu süreçte sinirbilimleri ve deneysel epilepsi konuları üzerinde çalıştı.
Dr. Sinan Canan, 2010 yılında Fizyoloji Doçenti ünvanını aldı ve Ankara Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi‘nde
5 yıl; Ankara Turgut Özal Üniversitesi‘nde de 1 yıl çalıştı.
Halen Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı‘nda görev yapmaktadır. Bilimsel araştırmalarını son yıllarda sinir sisteminde kaotik
ve fraktal özellikler konularında yoğunlaştıran Dr. Sinan
Canan aynı zamanda Kaos Teorisi, Karmaşıklık, Fraktal
Geometri, Doğadaki biçimler, Öğrenme, Lisan ve afazi, Zihin ve Beyin gibi konularda ülke çapında genel dinleyiciye
yönelik konferans ve programlar da düzenlemektedir. Dr.
Sinan Canan’ın “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” başlıklı bilim ve bilim felsefesi denemeleri tarzında yayınlanmış bir
kitabı da bulunmaktadır.
Dr. Sinan Canan evli ve üç çocuk babası olup, “hayatın,
tek bir işle uğraşmak için fazla uzun; insanın ise, tek bir
işle ömrünü tüketmek için fazla karmaşık olduğuna” inanmakta ve bu yönde çalışmalarına elinden geldiğince devam
etmektedir…
24 2015
TEMMUZ
Doç. Dr. Sinan Canan ile çok uzun bir söyleşi yaptık. Uzun bir söyleşi dediğimizde biraz ürküyorsunuz biliyoruz. Lâkin oldukça önemli ve tamamının okunması gereken bir söyleşi. Doç.
Dr. Sinan Canan ile bilim adamı olmasının varoluşu anlamlandırmada ona katkılarını, din-bilim ilişkisini, son dönemlerde gençlerin bizzat bilimden uzaklaşmasının sebeplerini, bilgi ve
hikmet arasındaki ilişkiyi, bilginin kaynağı gibi bir çok konuyu konuştuk. Zaman zaman eğitim
sistemimizde yer alan aksaklıklara ve bu aksaklıkların düzeltilmesi için alınması gereken önlemlere değindik. Doç. Dr. Sinan Canan kendini bilmeye ve varoluşunu vahiyle anlamlandırmaya çalışan bir bilim adamı benim gözümde. Bu söyleşiyi keyifle okuyacağınızdan eminim.
Ve belki bu söyleşiyi okuduktan sonra hayatınızı bir kez daha gözden geçirecek vahyin ışığında
kendinizi tekrar bilmeye adayacaksınız.
Özellikle son yıllarda gençlerin bilimden uzak olduğunu düşünüyorum. Okudukları bölüm ne olursa olsun durum böyle gibi. Bilime olan ilgisizlik ön planda.
Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bu çok önemli bir tespit. Bu bir sonuç aslında. Bizim kültürümüzde dünya görüşümüz,
dinî inancımız ne olursa olsun, bilmek birinci
önceliğimiz değil. Birilerinin bildiği, merak ettiği şeyleri öğrenip onları aynıyla alıp uygulamak, bizim kültürel temel kodlarımızdan biri
haline gelmiş. Bu her toplumsal kademede;
adına isterseniz elit, isterseniz, avam deyin, sıradan insan deyin, her kademede gördüğümüz
bir şey bu. Bazılarının önerip uygulama sistemi çok komplike olduğu için, bize sanki bir
şeyler biliyormuş, orjinal bir şeyler söylüyormuş gibi de gelebiliyor. Tabiî bu işi çeşitlendirmiş, uzmanlaştırmışlar. Ama netice itibariyle,
öğretilenlerin dışında birşeyler öğrenmek isteyen insan sayısı çok az. Çünkü biz öyle bir şey
vermiyoruz. Bu konularda böyle bir gerekliliği
öğretmiyoruz. Bilmenin, insan olmanın temel
gereksinimi olduğunu söylemiyoruz hiçbir
yerde. Buna dair bir örneklik sergilemiyoruz.
Böyle yetişiyor çoğu insan. Ve bu toplumsal bir
norm haline gelmiş, bunun birkaç veçhesi var.
Yaşadığımız topraklar içindeki kültür kabaca
bin senedir böyle. En az beşyüz senedir bilgi
ve hikmet açısından çok büyük bir fetret yaşıyoruz. Ben hep söylerim aynı şeyi, biraz uyandırmak için. Türkiye’nin %99’unun Müslüman
olduğunu varsayarsak; namaz vakitlerini gök
cisimlerinin durumuna göre, kıblesini coğrafî
özelliklere göre ayarlamak zorunda olan bir
dinî inanca sahip insanların bulunduğu bir
yerde, 500 senedir bir coğrafyacı ismi, bir astronom ismi bilmeyiz. Hâlâ bayram günü, hilâlin görünme zamanı konusunda kavga ederiz.
Arabistan başka bir gün bayrama başlar, biz
başka bir gün... Bunlar niye? Bu işin bilme kısmıyla ilgilenmiyoruz. Övündüğümüz gök bilimciler, coğrafyacılar, tabiat bilimcileri bunlar
hep 1200 yılından önce. Beytü’l-Hikme zamanından kalmış adamlar yani. Ondan sonra bizim bir kopuşumuz var. Tabiî ki hiçbir şey birbirinden bağımsız değil. Bugün mevcut eğitim
sistemimiz de bunun bir sonucu olarak şekillenmiş ya da modifiye olmuş. Normalde zaten
bugün yapılan eğitim dünyada geçerliliğini yitirmiş vaziyette. İşte, Sanayi Devrimi sonrası
makinalara çark yetiştirmek üzere dizayn edilmiş bir eğitim aslında bu. Zaten eğitim sisteminin başlangıcından berbat. Bir de bu kültürel problemlerimizle birleştiği zaman; şu anda
niye üniversitelerde temel bilimler dediğimiz
fizik, kimya, biyoloji, vs. bölümler kapanıyor.
Neden? Bu insanlar buraları tercih etmiyor.
Neden tercih etmiyor? Mezun olduğunda bir
meslek garantisi yok. Hayatlarında sağlayabilecekleri bir doyum yok. Bilmenin, temel bilgi üretmenin bu ülkede maddî manevî hiçbir
getirisi yok. Hatta deli gözüyle bakılıyor. İşte;
ya ne gerek var, falanca bölümü oku, üstüne
işletme mastırı yap, bilmem nerede işe gir...
Yani, bilgi üretmekten ziyade hizmet sektörüne adam yetiştirme ve bu çarkın içinde kendi
kişisel kazancını sağlama yönünde insanlar
yetiştiriyoruz.
25 2015
TEMMUZ
Yani üniversiteler bir yönüyle iş bulma
kurumu gibi.
Aynen öyle. bunun şöyle de kötü bir tarafı
var. Hâlâ fizik, kimya, biyoloji gibi bölümler
öğrenci alıyorlar. Bu bölümler ne olursa olsun
analitik ve matematiksel zeka istiyor. Ama artık pek tercih edilmediği için sürekli puanları
düşüyor. Oysa belli bir düzeyin üstünde olması gerekiyor. Böyle gittikçe düşen puanlar neyi
getiriyor? Bölümün olması gereken puanından
çok düşük puan alarak, çok daha az çalışarak,
çok daha az gayret ederek bu bölümlere giriliyor. Benim bu bölümlerde hoca olan bir arkadaşım diyor ki; “Ben bu bölümlerin kapatılmasını istiyorum. Bana bu düzeyde gelen çocuğa
ben kuantum fiziğini anlatamıyorum. Çünkü
çocuk ne merak ediyor, ne de anlıyor.” diyor.
Kendi kendini yok eden bir sisteme dönüştü bu. İnsanlar ciddiyetinin farkında değiller. Sanıyorlar ki, mühendislik bölümleri, tıp
bölümleri olması bizim üniversitemizin var
olması için yapıldı. Bunlar üniversitelerin uygulama bölümleri. Üniversiteler esasen bilgiyi
üreten, bilgi yuvası anlamına gelen bir şeydir.
Bilgi temel bilimlerle öğretilir. Ben sadece fen
26 2015
TEMMUZ
bilimlerini kastetmiyorum. Sosyal Bilimler’in
Türkiye’deki halini biliyorsunuz. Velilerin çoğunun aklında matematik fen v.s. bölümleri
kazanamayanların gittiği bir yerdir Sosyal Bilimler. Böyle garip bir algı vardır. Biz meselâ,
dünya çapında bir sosyolog nasıl yetiştireceğiz? Bir hukukçu nasıl yetiştireceğiz? Prestiji
olan birçok bölüm var. Tarih meselâ... Bir sürü
bilgi alanı var. Buralara, falanca yerlerde tutunamayan insanların gittiği yer olarak bakma
gibi tuhaf bir alışkanlık yerleşti bizlere. Ve
şöyle bir durum var, Sanat... Bunların hepsinin temeli, bana sorarsanız, sanattaki problemimize dayanıyor. Bizi insan türü olarak diğer
canlılardan ayıran en önemli şey sanattır. Diğer canlıların dünyadaki somut şeyleri görüp,
onlardan soyut bir şeyler hayal edip bunları
somutlaştırma konusunda bir etkileri yoktur.
Oysa biz mağaralara resim yapmış bir türüz...
Ama şu an bizim sanatla olan ilişkimize bakın,
sanat hayatımızda yok. Sanat deyince akla,
ezber baskı tekniği ile ilgili geneleksel sanat
dediğimiz ebru, hat vs. geliyor. Hiçbir yenilik
görüyor musunuz? Hiçbir katkı görüyor musunuz? 1500 senedir hat sanatı var.
Bu sanatların hakikî mânâda geliştirilmemesinin nedeni hobi olarak görülmesi
sanırım.
Evet, bir taklit sistemine dönüştü. Meselâ
ben hatla uğraşıyorum. Biliyorsunuz aşamaları var, önce biraz elinizi alıştırırsınız, sonra
oturur hatları yaparsınız v.s. Ama sülüs vardır, rika vardır, bir sürü çeşidi var. Ben duymadım ki, ‘50 sene, 100 sene önce bizim buralarda şöyle bir stil ortaya çıkaran bir akım
vardı, şöyle güzel eserleri var’ yok böyle bir
şey. Tekrar, tekrar, tekrar... Bir dönem, büyük
eserlere şerh, o şerhlere şerh, o şerhlere şerh
gibi garip bir şeyin içerisine girdik. Bunların
hepsini bir araya topladığımızda, ben gençlerde suç bulmuyorum. Burada benim bireysel
olarak yapmaya çalıştığım şey, dikkatleri süflî
olandan, sıradan olandan, gayr-i insanî olandan alıp, olabildiğince âli olana, sıradışı olana
ve insanî olana çevirmeye çalışmak. Kişisel
gayretlerle bu işler olacak. Ama sistemi böyle değiştiremezsiniz. Topyekün insanların bir
anda zihinlerini aydınlatacak bir hale dönüştüremezsiniz, ama bireysel gayretlerle en yakın dairenizden başlayarak insanlara âli olana
yönlendirebilirsiniz. Eğitim ne yaparsa yapsın.
Eğitim sizin aklınızı alamıyorsa çok zararlı değildir. Aklınız duruyorsa, ne kadar yalan yanlış
şey de öğrenseniz, hayatınızın ayarını da bozsa, siz gene aklınız vicdanınız durduğu sürece
insansınız ve o insanların nasıl yakalanabileceğini ben kendi hayatımda çok görüyorum.
Üniversitelerde katıldığım konuşmalarda,
gençlerle yaptığım sohbetlerde ana damardaki yeni bir dünya, farklı bir hikmet ve basiret
anlayışını gençlerde görüyorum, bir özlem var.
Bu özlem üniversitelerde kurulan kulüplerde
kendini gösteriyor. Bütün kulüplerin başında
medeniyet var. Niye? Medeniyetsizlik şikâyeti çok fazla çünkü. Medeniyet dediğimiz; bu
yaşadığımız şehirlerin dizaynı, evlerimizin tasarımı, üstümüze giydiğimiz giysiler. Yani biz
birşey üretmedik ve üretmek istiyoruz.
Hep aldık değil mi?
Evet. Kimi Batı’dan aldı, kimi Doğu’dan
aldı. Hep aldık. Bugün meselâ en çok yapılan
Eğitim sizin aklınızı alamıyorsa
çok zararlı değildir. Aklınız
duruyorsa, ne kadar yalan yanlış
şey de öğrenseniz, hayatınızın
ayarını da bozsa, siz gene aklınız
vicdanınız durduğu sürece
insansınız ve o insanların nasıl
yakalanabileceğini ben kendi
hayatımda çok görüyorum.
tartışma, şöyle giyinince Müslüman olursun,
böyle giyinince laik olursun, böyle saçma sapan bir şey. Bu topraklarda yaşayarak üretebildiğimiz bir şey olmadığı için, ithal semboller
üzerinde kavga ediyoruz yıllardır. Ama öğreniyoruz da. Bunu yeni yeni farkediyoruz. İnşaallah zamanla dönüşecek, fakat bu dönüşüm çok
gecikti. Bu toprakların tarihe borcu var. Bilgiyi
ve hikmeti tekrar ele alması gerekiyor. Çünkü
bunun kaynağı budur. Bilgi ve hikmetin kaynağı bu topraklardır. Bunu ben her yerde söylerim. Bütün büyük dinlerin, peygamberlerin,
felsefelerin hepsinin anavatanı burası. Bu topraklar hikâyeden yerler değil yani.
Peki bilginin kaynağı nedir? Bilgiden
bahsettik, mağara duvarlarına resimler
yapmış insanoğlu dedik, insanın fıtratında sanata karşı bir ilgi var, bu bilinen bir
şey. Hatta sizin söylediklerinize ek olarak, Leyla İpekçi’nin son kitabında söylediği bir şey var; artık sanat sadece nefs-i
emmare sanatçılığı olarak kullanılıyor.
Madem fıtratımızda bu duygular var, bu
şekilde yaratılmışız, nereden geliyor bu,
bilginin kaynağı ne? Bunu keşfetmemiz
için ne yapmamız gerekiyor?
Bugün modern dünyada bize en çok zaman
kaybettiren bir şey var. Tek bilgi bilimsel bilgidir, bunun dışındaki herşey hobidir. Bu bizim
evlerimize nasıl yansıyor? Çocuk sanatçı olmak
27 2015
TEMMUZ
Makroya gidiyorsunuz,- bir
kozmolojik sınıra çarpıyorsunuz,
mikroya gidiyorsunuz bir
kuantum sınırına çarpıyorsunuz,
oluşlara bakıyorsunuz bir kaos
sınırına çarpıyorsunuz. Bilginizin
dört bir yanına sınır çizilmiş.
Yani bu evrenin hakikatine
dair anlaşılmaz, kimsenin
bilemeyeceği şeyler var. Peki,
böyle bir evrende bilmeye meftun
bir canlı nasıl yaşar? Bunu
düşünmek lâzım.
üzere doğmuş diyelim, müthiş bir müzik kulağı var veya resim yeteneği var, konservatuara
gitmek istiyor, böyle yapmak geliyor içinden.
Ona diyorlar ki, ‘sen çok puan alabiliyorsun
sen tıp oku.. Hobi olarak yine yaparsın. Ama
önce tıp oku.’ Niye? ‘Çünkü önce adam gibi bir
diploman olsun, sonra sanatçı ol.’ Sanatlar,
ikinci üçüncü düzeyde, insan varlığının yan
ürünü gibi değerlendirilen bir şeye dönüşmüş.
Meselâ ‘yaratıcı düşünce’ denen şey; taa Batı
aydınlanmasından bize doğru gelen, bilginin
tek aydınlatıcı güç olduğu fikrinin doğrudan
hayatımıza nüfuz etmiş hali. Bilimsel bilgi tek
yol göstericimiz. Tek bilgi kaynağımız. Bunun
için diğer bütün kaynaklarımızı elimizin tersiyle itmeye çalışmışız. 16.-17. yüzyıldan beri
Avrupa’da dillere plesenk edilmiş bir paroladır,
altı boş. Neden boş? İnsanoğlu hayatı boyunca
günde yüzlerce karar veriyor, bunun kaç tanesini bilimsellikle yaptığınızı düşünün... Ben
beyin bilimleriyle ilgilenen birisi olduğum için
söylüyorum, en önemli kararlarınızı düşünün,
bilimin hiç yeri yoktur. Kiminle evleneceğim,
sorusu meselâ. Eş adayına kan tahlili yaptıran, beyin MR’ı çektiren gördünüz mü? Hayır.
Burada başka bir bilgi var. Sevmek bilgisi var.
Gönüldaşlık, diğergamlık, empati bilgisi var.
Biz bunların âlemimizde nasıl çalıştığını bilmiyoruz. Yani duygular var. Duygu çok önemli
bir bilgi kaynağı, ama biz şöyle bir motto geliştirmişiz. Duygusal olma, aklını kullan. Bu
tamamen insanın yaşama biçimine aykırı bir
şey. Biz bugün biliyoruz ki, beynimiz duygusal
olarak önemsemediğimiz şeyleri kaydetmiyor
bilgi olarak. Hafızaya almıyor. Bir şey bizim
için duygusal olarak önemliyse, özellikle seviyorsak kaydediyoruz. Duygu bir bilgi kaynağı.
Duygularımızı eğitmeden o bilgi kaynağını
kullanamıyoruz. Şöyle bir bilgi kaynağından
bahsetmiyorum; duygular nereye çağırıyorsa
oraya gidelim... O şempanzenin yaptığı şey. O
bir ineğin yaşama tarzı. İnsanınki böyle bir şey
değil. O duyguları okuyup, duyguların kendisini nereye ve niçin yönlendirmeye çalıştığını
görmesi ve bilmesi lâzım. Bu, insanın duygularında uzman olmasını gerektiriyor. En basitinden dünyevî gâyet seküler düzeyde konuşacak olursak, bilimin yanında en az onun kadar
önemli duygular var. Artı bugün bilimle hangi
bir düzeyde hangi alanda olursa olsun, derinlemesine uğraşan insanların karşısına çıkan
bir belirsizlik, bilinememe, ilmin sınırı problemi var. Makroya gidiyorsunuz,- bir kozmolojik
sınıra çarpıyorsunuz, mikroya gidiyorsunuz
bir kuantum sınırına çarpıyorsunuz, oluşlara
bakıyorsunuz bir kaos sınırına çarpıyorsunuz.
Bilginizin dört bir yanına sınır çizilmiş. Yani
bu evrenin hakikatine dair anlaşılmaz, kimsenin bilemeyeceği şeyler var. Peki, böyle bir
evrende bilmeye meftun bir canlı nasıl yaşar?
Bunu düşünmek lâzım.
BİZ BİLMEYE MEFTUNUZ
Rahmetli Aliya İzzetbegoviç diyor ki; birçok
hayvan vardır şempanze gibi maymun gibi in-
28 2015
TEMMUZ
sana benzeyen, kafa eklemleri müsaittir, ama
onların arasında bir tek gözlerini kaldırıp yıldızlara bakıp hülyalara dalan insandır...” Bir
maymunu başını kaldırıp yıldızlara bakarken
gördünüz mü? Göremezsiniz. Ama biz bilmeye
meftunuz, aşığız. Bilmemiz gerekiyor. Böyle
bir canlıyı nasıl tatmin edeceksiniz? Başka bir
bilgi kaynağına ihtiyacınız var. Vahiydir o. İnanan bir insan olduğum için vahiy bilgi kaynağıdır. Vahiy bana bilimsel olarak kopya vermez,
vahiy bana hayatımı nasıl yaşayacağımı söyler.
Baktığım ve gördüğüm şeylerin esas anlamına
dair ipucu verir, ama benim inandığım vahiy,
yani İslâm vahyi, bunu iyi anlayabilmemin yolunun akletmek ve bilmekten geçtiğini söyler.
Ve maalesef, bunu çok acı çekerek söylüyorum,
İslâm inancına sahip insanlar için bu tamamen tersine dönmüş vaziyette. Bilmek gerekmiyor artık Müslüman olmak için. Ezberleyip
uygulamak, belli ritüelleri yapıp Cennet’e gitmeyi beklemek gibi garip bir inanca dönüşmüş
İslâm, yaygın olarak baktığımızda. Ve bunun
dışında, sorgulama çabasının ayıplanmaya
başlandığı mahfiller izliyoruz İslâm’da. Ki İslâm inancında olmaması gereken bir şey, temel kaynağa baktığımızda. İslâm, Kitab’ı; şüphe etmeyi, sormayı, sorgulamayı, akletmeyi,
ibretler almayı sıklıkla tekrar eden bir kitap.
Bunlara rağmen biz, kitapla ilişkimizle ilgili
olsa gerek, bu bilgi kaynağından mahrum kalmışız. Ve bu bilgi kaynağını vahiy tabanlı yaşadığımızı iddia ederek, onun bize verdiği bilgiye
aslında tamamen sırtımızı dönmüş durumdayız. Belki de bin senelik fetretimizin altında bu
bilgi kaynağını doğru kullanamamak yatıyor.
Dünyada bilim dışında duygularımız, sezilerimiz, bilgilerimiz olduğu gibi, bu dünya ile ilgili
bizim bilgilerimizin sınırlarını aşan ipuçlarını
isteyenlerin de inançla ulaşabileceği vahiy gibi
bir bilgi kaynağı var. Ve bu bilgi kaynakları
doğru sıralamayla, doğru kombinasyonla kullanıldığı zaman, ben insan-ı kâmil’i çok uzak
görmüyorum. Son derece kolay, bize böyle bir
yol açılmış zaten.
DEVAMI AĞUSTOS SAYIMIZDA...
29 2015
TEMMUZ