Yunanistan ve Yeni Bir Azınlık Siyasetinin Gerekliliği

Transkript

Yunanistan ve Yeni Bir Azınlık Siyasetinin Gerekliliği
YUNANĠSTAN VE YENĠ BĠR AZINLIK SĠYASETĠNĠN GEREKLĠLĠĞĠ
Önder Çetin*
Irak’ı “özgürleştirme” operasyonunun farklı bir boyuta taşınmasıyla birlikte Türkiye
gündemi kendi sorunlarıyla başbaşa kalmış gözüküyor. Öyle ki, Batılılaşma projemizin temel
ayağı olarak görülen AB üyeliği “arefesinde”, 16 Nisan’da düzenlenen tarihi zirveyle birliğin
üye sayısını 25’e çıkarmasının manşetlere yansıyan bir kaç hayıflanma ve şikayet dışında çok
da fazla karşılık bulduğu söylenemez. Böylesi bir ortamda AB üyeliğinin düğümü haline
gelen Kıbrıs’ta KKTC insiyatifiyle gerçekleştirilen “buluşma”nın geçtiğimiz haftalarda TürkYunan sorunlarının masaya yatırıldığı toplantıyı gölgede bırakmış olması içine düşülen
ironiyi daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkarmakta. Böylesi bir süreçte her ne kadar
gündemi işgal eden olayların gerisinde kalmış gibi görünse de asıl muhattaplarının nezdinde
hassasiyetini koruyan Yunanistan’daki Türk ve Müslüman azınlığın sorunları Türkiye’nin
üyelik sürecinde olduğu, bilhassa da Yunanistan’ın dönem başkanlığına raslayan bu dönemde
iki ülke politikalarının kesişim sahasında kalmaya devam edeceğe benzemektedir.
Depremlerle birlikte yumuşamış görüntüsü veren, 2002’in son aylarında Türkiye’nin AB
üyeliği çabalarında yanında bulduğu izlenimi edinilen Yunanistan’la ilişkilerde bilhassa bahsi
geçen “iyileşme” dönemlerinde arka plana itilen sorunun günden güne daha da hassasiyetini
arttırması aktüalitenin cazibesinden sıyrılarak konunun ele alınmasını zorunlu kılıyor.
Türk-Yunan ilişkilerinde azınlık sorunları ele alınırken varolan çatışmanın doğasında
barındırdığı bir simetri karşımıza çıkmakta. Azınlıklar daima iki ülke ilişkilerinde her an olası
bir dalgalanmanın sonuçlarına katlanmak zorunda kalan kesim olmuştur, bir başka deyişle
Türk-Yunan ilişkilerindeki iyileşme azınlıklar için bir rahatlama dönemini beraberinde
getirirken ilişkilerdeki en ufak bir gerginlik dahi iki taraf içinde çeşitli vasıtalarla sürdürülen,
değişen yoğunlukta baskıyı beraberinde getirmiştir. Haddi zatında azınlıklar meselesi iki ülke
arasındaki ilişkilerin gerginleşmesinde önemli rol oynayan Kıbrıs ya da Ege sorunu bir tarafa
kronolojik açıdan iki ülkeyi karşı karşıya getiren ilk ciddi sorundur. Hukuksal açıdan soruna
dair iki devlet arasında yapılan ilk düzenleme Lozan Antlaşması’nın (1923) “Azınlıkların
korunması”na dair 37-45. maddeleridir. İlerleyen tarihlerde azınlık haklarına dair yapılan
uluslararası düzeyde gerçekleştirilen hukuksal düzenlemeler göz önüne alındığında doğal olan
*
Fatih Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi
1
konunun iki ülke açısından da “normalleşmesi”dir. Ne var ki, meselenin belki de asıl
başlangıcı bu düzenlemelerle birlikte ortaya çıkmıştır.
Lozan’da Azınlıklar Meselesi
Savaş koşullarında gerçekleşen önemli nüfus değişimleri ve bunun beraberinde
getirdiği toplumsal haraketlenme, meselenin hukuksal bir rejim çerçevesinde netleştirilmesini
zorunlu kılmıştır. Bu doğrultuda barış görüşmelerinin öncesinde Milletler Cemiyeti’nce
görevlendirilen Norveçli Fridtjof Nansen’in söz konusu nüfus değişimini yerinde
incelemesinin akabinde iki tarafla yapılan görüşmelerin ışığında 1 Aralık 1922 tarihli raporu
Barış Konferansına sunulur. Konferans boyunca Türk tarafının tezi İstanbul Rumlarının da
mübadele kapsamına alınıp Batı Trakya Türklerinin mübadele dışında tutulması olurken
Yunanistan’ın talebi
mübadelenin zorunlu değil, isteğe bağlı olması yönünde olmuştur.
Venizelos ve İsmet Paşa’nın önerisiyle oluşturan komisyonun çalışmalarını tamamlamasının
akabinde 30 Ocak 1923
tarihinde sözleşme ve ek protokollerle mübadele anlaşması
imzalanmış ve yasal olarak yürürlüğe girmiştir.1 Türk tarafının önersiyle “din” kriterinin esas
alındığı sözleşme uyarınca İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları dışında, Türk
topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında
yerleşmiş müslüman dininden yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak
zorunlu mübadelesine girişilecektir. Mübadele esnasında göçmenler (émigrant) her türlü
taşınır mallarını yanlarında götürebilecek, bırakılan taşınır mallar için kurulacak komisyon
mal varlığını belirten belgeyi dört nüsha olarak düzenleyecek 2, bu sayede göçmenlerin
gidilecek ülkede ellerindeki mallarının karşılığı olarak mülk sahibi olmaları sağlanacaktır.
Olayın hukuksal açıdan çözüme kavuşturulmuş görüntüsü vermesinin aksine anlaşmada temel
alınan kritelerden kaynaklanan sorunların yanısıra bu sosyal hareketlenmenin toplumsal -ve
dolayısıyla siyasal- sonuçları göz önüne alındığında anlaşma ciddi gerginliklerin de kaynağı
haline gelmiştir.
Öncelikle yukarıda da belirttiğimiz gibi esas alınan kriter, karşılıkları ilişkilerin
yumuşak karnı haline gelen bu sorunda tam tersinden işlemiştir denilebilir.3 Bu tarihle birlikte
azınlık meselesi çeşitli şekillerde gündeme geldiğinde Yunanistan tarafı anlaşmanın da
üzerinde durduğu kriterden hareketle topraklarında “milli” ya da “etnik” temelli bir azınlığın
söz konusu olmadığını vurgularken, bu teziyle çelişecek bir biçimde Türkiye topraklarındaki
azınlık için “Konstantinopolis Yunanlıları” ifadesini kullanmaktadır. Türk tarafı için
2
uygulamada geçerli olanın din kriterinden ziyade etnik temelli bir tez olduğu göz önünde
bulundurulacak olursa varolan bu bir çeşit irredantizm meseleyi iki taraf açısından da daha da
hassaslaştırmıştır. Bu bağlamda bir çeşit tehdit algılaması referansıyla kurgulanan tavrın bu
çalışma çerçevesinde Yunanistan pratiğinde ortaya konan yansıması her iki taraf içinde
meseleyi daha çetrefilli hale getirecektir.4
Azınlık Algılaması ve Yunanistan’ın Uygulamaları
Savaş sonrası dönemin bakiyesi algılamaların da etkisiyle Yunanistan’da bilhassa
Pangalos diktatörlüğü döneminde (1925-1926) azınlık karşıtı politikalar izlenmişse de azınlık
mensuplarının iki ülke arasında bir nevi dostluk dönemi olarak adlandırılabilecek 1930-1940
yılları arasında görece rahat bir konumda olduğu kabul edilebilir5. Nitekim varolan kimi
ayrımcı uygulamalar da ileriki yıllarda mümkün olduğunca ortadan kaldırılmıştır. 1951
yılında imzalanan kültür anlaşmasıyla azınlığın eğitim sorunlarına çözümler getirilmeye
çalışılmıştır. Yunan tarafı açısından bunun en uç seviyesi Papagos hükümeti döneminde
(1953-1955) daha önce üzerinde ısrarla durulan “Müslüman” tabirinin yerine “Türk
“ifadesinin kullanılmasına izin verilmesidir. Ne var ki burada da yürütülen manipülasyonlar
Yunanistan açısından ileriki yıllarda sorunu daha da derinleştirecektir. Bulgaristan sınırında
yerleşik Slavofon Pomakların Bulgaristan’ın benzeri bir manipülasyonuna karşı tabiri caizse
daha atak davranılarak “Türkleşme”lerine “izin verilmesi” ileriki yıllarda Yunanistan’ı bu kez
“Pomak bilinci”ni uyandırma yönünde çalışmalara girişmek zorunluluğuyla (!) karşı karşıya
bıracaktır. Her halükarda ortada varolan, 1967 yılında gerçekleştirilen Albaylar Cuntası
tarafından gerçekleştirilecek darbe sonrası yapılacak düzenlemelere kadar gerçek azınlığın
devlet kurumları nezdinde “Türk” olarak kabul edildiğidir. Söz konusu ılımlı politikadan
dönüşün dönüm noktası olarak kabul edilebilecek gelişme Darbe ile birlikte aynı yıl
gerçekleşen Kıbrıs krizi olmuştur. Bu dönemle birlikte ancak 1991 yılında Mitsotakis
hükümeti tarafından ortadan kaldırılacak ayrım uygulaması resmî olarak uygulanmaya
başlanmıştır. Topraklarının kamulaştırılması; taşınmaz mal ve taşıtların alınamaması; yeni
bina inşa edilmesine ve genel olarak eskilerinin tamirine izin verilmemesi; ehliyet alımının
kısıtlanması; kimi mesleklerin icra edilmesine izin verilmemesi; ellerindeki tapularının
tanınmaması;
Türkiye’deki
üniversitelerden
mezun
olanların
genellikle
denkliğinin
tanınmaması; vakıf mallarının onarılması konusundaki yasaklamalar; azınlığın dini liderlerini
seçmelerinin engellenmesi gibi uygulamalar söz konusu idari düzenlemeler kapsamında
uygulamaya konulan politikalardan bazılarıdır6. Devam eden bu listede azınlık mensuplarını
3
en zor durumda bırakanı Yunanistan Vatandaşlık Yasası’nın “vatandaşlıktan çıkarma”yla ile
ilgili 19. maddesi olmuştur. Söz konusu madde “başka soydan olup geri dönme niyeti
olmadan Yunanistan topraklarını terk edenlerin” vatandaşlıktan çıkarılmasına olanak
sağlamaktadır. Ancak Haziran 1982’te yürürlükten kaldırılan bu maddenin keyfi bir biçimde
uygulanması sonucunda onlarca azınlık mensubu vatansız kalmıştır. Bu idari uygulamalar bir
tarafa azınlığın eğitim konusunda karşı karşıya kaldığı yetersizlikler ve kimi yerlerde sıradan
belediye hizmetlerinden dahi mahrum olması neticesinde toplumsal açıdan bir alt sınıf haline
gelmesi konunun bir başka boyutudur. Netice itibariyle bir taraftan Yunanistan’ın bu
politikalarından beklediği sonucu alamaması ve hatta kimi zaman yukarıda da örneklerini
verdiğimiz biçimde planladığının aksine sonuçlarla karşı karşıya kalmasının yanısıra bu hak
ihlallerinin uluslararası kamuoyunda eleştirilerle karşılanması Yunanistan’ı ister istemez bir
politika değişikliğine zorunlu kılmıştır.
1991 sonrası dönem
Bu değişikliğin ilk somut göstergesi geleneksel hale gelen ilkeler bazındaki siyasetteki
değişikliklerin ipuçlarının verildiği Mitsotakis’in 1991 yılında bölgeye gerçekleştirdiği ziyaret
olmuştur. “Yasalar ve idari makamlar önündeki eşitlik” temel alınarak uygulamaya konulmak
istenen yeni politika azınlığın durumunun görece iyileşmesinin de yolunu açmıştır. Gerek söz
konusu mağduriyetlerin ortadan kaldırılması yönündeki idari uygulamalar, gerekse çoğunluk
olan Yunan toplumunun karşısında toplumsal statü temelinde durumlarının iyileştirilmesi
yönünde bazı uygulamalar gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Ne var ki Yunan hükümetinin
insiyatifiyle ortaya konulan tüm bu gelişmelere karşın ülkedeki azınlık cemaati halen önemli
sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. İlk kez ancak Nisan 1990 seçimlerinde Rodop ilinden
Dr. Sadık Ahmet ile İskeçe ilinden Ahmet Faikoğlu’nun bağımsız milletvekilleri olarak
Parlamento’ya girmesiyle birlikte kendi sorunlarını siyasal kurumlara aracısız aktarabilme
fırsatını kazanan azınlık cemaatinin sorunlarının başında kimlik ve eğitim sorunu
gelmektedir7.
Kimlik sorunu
Geleneksel Yunan politikasının bir tabu olarak kabul ettiği azınlık meselesinde resmi
tez Müslüman azınlığın üç kesimden oluştuğu kabulü etrafında kurgulanmıştır: “Türk
4
kökenliler”, “Pomaklar” ve “Çingeneler”. Ne var ki, bu geleneksel politikayla çelişir bir
biçimde 1999 yılında Dışişleri Bakanı Papandreu’nun “Türk” azınlığı şeklindeki kullanımının
dahi büyük fırtınalar koğardığı bu tez bizzat Yunanistan için sorunu daha çetrefilli hale
getirmiştir. Kendilerini Türk olarak nitelendirme ve bu yönde somut girişimlerde bulunarak
haklarını talep etme yoluna gidenler “Türk ajanı” olarak görülmüş ve çeşili kovuşturmalar
uğramıştır. Bu kimlik politikasının belki de en somut örneği Pomak nüfus üzerinden
yürütülen manipülasyonlardur. Bölgedeki üç ülkede yerleşik olan8 Pomakların başta da
belirttiğimiz gibi Bulgarlaştırılmalarının önüne geçme kaygısıyla Türk kimliğinin ifadesine,
ya da bir başka değişle “Türkleşmelerine” izin verdiği politikalarının neticesinde Yunanistan’ı
ileriki yıllarda bu kez bölgede “Pomak” kimliğini yerleştirme yönünde uygulamalara girişmek
zorunda bırakmıştır. Ne var ki Pomakça yayınlanan Zagalisa gazetesi, alfabe, dilbilgisi
kitapları ve Yunanca-Pomakça sözlük hazırlama, Pomak öykü ve türkülerinin derleme
çalışmaları şeklindeki uygulamalar genel itibariyle bölgedeki Müslüman nüfusu bölme amaçlı
çabalar olarak değerlendirilmiş ve itibar görmemiştir. Bütün bu gelişmeler Yunanistan’ın
arzusunun tam aksine azınlık mensupları arasındaki dayanışmayı daha da güçlendirmiş,
bununla bağlantılı olarak azınlığın yüzünü daha da fazla Türkiye’ye çevirmesiyle
sonuçlanmıştır.
Kimlik politikasıyla bağlantılı olarak değerlendirilebilecek bir diğer husus 1936-1996
yılları arasında uygulanan Bulgaristan sınırı boyunca geçerli olan “Güvenlik Bölgesi”
uygulaması olmuştur. Büyük oranda Pomak nüfusun yaşadığı Güvenlik Bölgesi içerisinde
kalanların özel bir kimlik kartı taşıma gerekliliği, iç ya da dış göçe izin verilmemesi, Askeri
Güvenlik Komitesi’nce güvenlik açısından tehlikeli olarak kabul edilebilecek kişilerin beş
yıla kadar uzayabilen sürgüne tabi tutulması, gece yarısından sabah beşe kadar giriş-çıkışlara
izin verilmemesi gibi uygulamaların geçerli olduğu güvenlik bölgesi uygulaması bir yandan
bölgenin ülkenin refah seviyesi yüksek diğer kesimleriyle irtibatını koparıp ekonomik açıdan
azınlığın aleyhine işlemekle kalmamış, Yunanistan’ın arzuladığı çoğunluk kimliğiyle
bütünleşmenin aksine bölgedeki nüfusun daha da marjinalleşmesine, diğer bir tabirle bölgenin
bir azınlık gettosu halini almasına sebep olmuştur.
Eğitim Sorunu
Azınlık nüfusunun önündeki bir diğer engel eğitim konusunda karşılaşılan
zorluklardır. Bugün Avrupa Birliği’nin ekonomik açıdan en geri kalmış bölgesi olarak kabul
5
edilebilecek Batı Trakya’da maalesef varolan ekonomik düzeyin paralelinde eğitim düzeyi de
oldukça düşüktür. Örneğin dokuz yıllık zorunlu eğitimi tamamlamayan nüfus oranına
bakıldığında Batı Trakya’nın üç ili olan İskeçe, Evros ve Rodopi’de bu oranlar sırasıyla %73;
%67.1 ve %78.2’dir9. Bu oran doğal olarak Yunanca temel alındığında okuma yazma
bilmeyen olarak kategorize edilebilecek nüfusun sayısını daha da arttıracaktır. Bugün Batı
Trakya sınırları içerisinde azınlık eğitimi 226 İlkokul, 2 Lise ve Selanik’teki Pedagoji
Akademisi ile gerçekleştirilmektedir10. Ne var ki, okul sayısının azlığının yanısıra eğitim
materyallerinin yetersizliği, öğretmen kalitesindeki düşüklük gibi sebepler eğitim sorununun
boyutlarını daha da arttırmaktadır. Şüphesiz bunun en büyük yansıması azınlık nüfusunda
Yunanca bilenlerin oranındaki azlığın sonucu Yunan üniversitelerine girememe ve bundan
kaynaklanan istihdam sorunu olmaktadır. Yeterli bir Yunanca bilgisinden yoksun azınlık
nüfusu, en azından resmi olarak, temel eğitimlerini almış olsalar dahi büyük oranda Yunan
devlet daireleri, ya da özel sektördeki iş sahalarında istihdam edilememektedir. Bunun sonucu
zaten ekonomisinin büyük bir kısmı tarıma dayalı bölge nüfusunu aynı sektöre mahkum
etmektedir.
Eğitim konusunda karşılaşılan bir diğer engel yükseköğretim diplomalarını
Türkiye’den alan kişilerin karşılaştıkları zorluklardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu
kimseler Yunanistan’da denklik belgesini, DİKATSA- dikaça-, almakta zorlanmakta, ek
eğitim yüküyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu engeller aşılsa dahi Yunanca eksikliği sınır
kapılarından, devlet dairelerine bir çok kimsenin karşısına doğal bir engel olarak çıkmaktadır.
Sonuç ya da birkaç öneri
Yunanistan’da 1990’larla birlikte başlayan, ve şüphesiz AB üyeliğinin beraberinde
getirdiği temel standartlar çerçevesinde azınlığın toplumsal ve siyasal konumundaki
iyileşmelerin varlığı inkar edilemez. Ne var ki, var olan diğer sorunların yanısıra bilhassa
yukarıdaki satırlarda üzerinde durduğumuz önemli sorunlar hala çözüme kavuşturulmayı
beklemektedir. İki ülke arasındaki ilişkeleri temel aldığımızda şüphesiz burada karşılıklılık
ilkesinin işlemesi kaçınılmazdır. Bir başka deyişle uluslararası ilişkilerin doğasının dayattığı,
bizzat önemli isimlerinden Hugo Grotius’un ortaya koyduğu ve uluslararası hukuk
bağlamında temel esas olarak kabul edilebilecek “Kendine yapılmasını istemediğini
başakalarına yapma” ilkesidir. Buradan hareketle, bir ülke kendi sınırları içerisindeki
azınlıklara, diğer ülkelerden tarihsel bağla bağlandığı azınlık konumundaki unsurlara
6
davranılmasını talep ettiği doğrultuda bir siyaset geliştirebilmelidir. Ne var ki “ev sahibi”
konumundaki Yunanistan’nın kendi geleceği adına belki bundan da önemlisi siyasetini
rasyonel bir iç ekonomi-politik üzerine oturtma zorunluluğudur.
AB üyesi bir Yunanistan’ın 10 yıl öncesine kadar uygulamaya devam ettiği, erken
dönem ulus-devlet oluşumu çabalarını hatırlatan uygulamalara dönmesi şüphesiz ki
düşünülemez. Bu doğrultuda artık üzerinde durulması zorunlu olan yapılmaması
gerekenlerden ziyade yapılması gerekenlerdir. Geçtiğimiz günlerde Ortodoks Kilisesi’nin
Türkiye’nin AB üyeliği hususunda yaptığı açıklamaları hatırlayacak olursak, “İmparatorluk
mirası”nı tersinden bir okumayla retoriğe döken kimi çevrelerin milliyetçi reflekslere
sarılması kısa vadede kaçınılmaz gözükmektedir. Ne var ki bu bağlamda çoğulculuk, kültürel
farkılık gibi idealleştirilen ilkelerin bir “zeitgeist” -zamanın ruhu- formulune büründürüldüğü
bir konjonktürde her türden ayrımın ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması zorunludur.
Yunanistan’ın bizzat kendi tarihsel tecrübelerinden hareketle azınlığın sadece kimlik değil
toplumsal ve/veya sınıfsal bağlamda da konumunun iyileştirilmesi yönünde sistematik bir
iyileştirme programı geliştirmesi gereklidir. Öncelikle eğitim sorunu halledilmiş, kimlik
bağlamında kültürel ve dinsel gerçekliği tanınmış bir azınlık bizzat Yunanistan’ı var olan
parçalanmış bireyler üzerinden istikrarsızlık yaratacak bir yapıdan kurtarması adına
zorunludur11. Bu, iki devlet arasında karşılıklılık ilkesinin gözetildiği bir boyutta güven
tesisine de hatırı sayılır katkıda bulunacaktır. Son yıllarda kimliklerden din hanesinin
çıkarılması ve Euro’ya geçilmesi çalışmalarında kimi kesimlerden yükselen tepkilere rağmen
cesur bir siyaset izleyerek ülkesini AB’nin “kara koyun”undan hatırı sayılır üyeleri arasına
getiren Smitis hükümeti’nin varlığı bu noktada meselesinin tarafları açısından önemli bir
fırsat olarak durmaktadır.
1
Anlaşma metinleri İsmail Soysal’ın “Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları” adlı çalışmasında bulunabilir (1. Cilt, s. 177-192.).
Bunların biri yerel makamlarda kalacak, ikincisi karma komisyona, üçüncüsü gidilecek ülke hükümetine, son nüsha ise
göçmenin kendisinde kalacaktır.
3
Devletler arası ilişkilerde çok fazla gündeme alınmamakla birlikte burada din kriterinin temel alınmasının neticesinde
gözlenen toplumsal uyum zorluğu unutulmamalıdır. Bunun en somut örneği başka bir “dilsel coğrafya”ya ait Türkofon
Hristiyanlar (Karamanlılar) ile Grekofon Müslümanların mübadil kabul edilmesidir.
4
Bahsi geçen irredantizmin karşı tarafta uyandırdığı tehdit algılamasını gösteren ilginç bir iddia Hronos Gazetesi’nin 22
Ekim 1997 tarihli nüshasında yer almıştır. Gazetede yayınlanan bir yazıda “Türk Deniz Kuvvetleri'nce oluşturulan Batı
Çalışma Grubu adlı gizli birimin 2000 yılına kadar Batı Trakya'yı içine alacak bir Trakya Birleşik Müslümanlar
Cumhuriyeti'nin kurulmasını amaçladığı” iddia edilmiştir.
2
7
5
Ne var ki kamulaştırma ve benzeri mülkiyet sorunlarına sebep olan 1938 yasaları da bu dönemde çıkarılmıştır.
Bu dönemdeki baskı sadece idari tasaaruf boyutunda kalmamış, zaman zaman Batı Trakya’daki azınlık mensuplarına karşı
tedhiş hareketlerine girişilmiştir. Bunlardan en önemlileri 1977 Ambarköy (Rodop), 1982 İnhanlı (İskeçe), 1990 Gümülcine
ve 1991 İskeçe olaylarıdır.
7
Ülkede uygulanan %3’lük seçim barajı göz önünde bulundurulduğunda seçmen bazında %’2’lik bir oy potansiyeline sahip
azınlığın kendi partileri vasıtasıyla Parlamento’ya temsilcilerini göndermesinin imkanı yoktur. Bu uygulamanın bir sonucu
olarak son dönemdeki seçimlerde azınlık temsilcileri farklı partilerden milletvekili adayı olmaktadırlar. Bugün PASOK ve
Yeni Demokrasi partilerine mensup 3 adet azınlık mensubu milletvekili bulunmaktadır.
8
Nüfus yoğunluğu itibariyle sırasıyla Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye.
9
Bu oranlar merkez-sol çizgide kabul edilebilecek Ethnos Gazetesi’nde 25 Kasım 1997 tarihli nüshasında yer verilen bir
araştırmadan alınmıştır.
10
Gümülcine’deki Celal Bayar Lisesi’nin dışında azınlığın kendi öğretmen ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan İskeçeŞahin ve Gümülcine-Merkez’deki “Medrese-i Hayriyye” ancak son yıllarda resmi statüye kavuşmuştur.
11
Geçtiğimiz aylarda Rodopi ilinin Vali Yardımcılığı’na bir Türk asıllı Yunan vatandaşının atanması azınlığın Yunanistan’ın
idari ve toplumsal yapısıyla bütünleşmesi adına sevindirici bir gelişmedir.
6
8