MUHYİDDİN ARABİ`NİN HAYATI Muhittin Arabî Hz. Daha doğmadan

Transkript

MUHYİDDİN ARABİ`NİN HAYATI Muhittin Arabî Hz. Daha doğmadan
MUHYİDDİN ARABİ’NİN HAYATI
Muhittin Arabî Hz. Daha doğmadan önce bir olay gelişir ki, bu olay anlatıldığında onun
kim olduğu hakkında bir ön bilgi edinmiş oluruz.
Bu olay Gavs-ı A’zam Abdülkâdir Geylani Hz. leri zamanında meydana gelmiştir.
Muhittin Arabî Hz. nin babasından rivayet olunur ki: Cenâb-ı Hak bu zata her türlü
nimet ve devlet ihsan buyurduğu halde kendisine vâris olacak bir erkek evlâdı
olmadığına çok müteessir olduğu için şimdiki İspanya olan Mağrib’de birçok evliyanın
himmetlerine başvurmuş, maalesef hiçbir zâtdan derdine derman olacağına dair müjde
alamamış.
Çok zamanlar evlâd hayaliyle kalbi rahatsız olan bu zâta günün birinde bir meczûb-u
ilâhi rast gelir ve ona der ki:
“Sana himmet ve inayet, derdine derman ancak Hazreti Gavs-ı A’zam Abdülkâdir
Efendimizden olacaktır. Hemen Bağdat’a git, Cenâb-ı Gavs’a müracaat et. Zira şimdiki
zamanın tasarruf sahibi odur. Senin muradını Cenâb-ı Hak, O Zat’ın sayesinde ihsan
buyuracaktır.”
Muhyiddin-i Arabî Hz. Ali bu müjdeyi alır almaz derhal Bağdat’a sefer eder ve şehre
girince doğruca Gavs-ı A’zam Abdülkâdir Geylani Hz.lerinin huzuruna varıp el öper ve
kendisi hiçbir şey söylemeden Hazreti Pîr kendisine der ki:
“Senin için erkek evlâd mukadder değildir. Biz nereden sana erkek
evlâdı bulup verebiliriz?”
Muhyiddin-i Arabî Hz. Ali bu kelâmı işitince Hazreti Pir’den şöyle niyazda bulunur:
“Sultânım! Nasibimde erkek evlâdı olmadığını biliyorum. Fakat sizin, Hakk’ın izniyle
her şeye kaadir olduğunu ve bana bir evlâd vermek kudretinde bulunduğunu da
biliyorum. Gavsiyyetinize sığınan benim gibi aciz bir insanın lütuftan mahrum
edilmeyeceği kanaatindeyim. Cenab-ı ilâhiden bana çok hayırlı bir evlâd ihsan
edilmesini sizin kereminizden istirham eylerim. Zira İlahi sohbet yerine başvuranlar,
ümitsiz olarak geri dönmezler.”
Gavs-ı A’zam bu ihlâslı adamın hatırını memnun etmek için:
“Yâ Muhyiddin-i Arabî Hz. Ali! Zürriyetimde bâkî kalan son evlâdımı İlahi kudret ile
sana bahşettim.” deyince, Muhyiddin-i Arabî Hz. Ali çok memnun kalarak, memleketi
olan Mağrib şehrine döner. Bu manevî ilâhi sır ile Cenâb ı Hak da hikmetle tecellisini
gösterir. Bir müddet sonra Muhyiddin-i Arabî Hz.ü’ş-şüyûh (Muhyiddin-i Arabî Hz.lerin
Muhyiddin-i Arabî Hz.i) Muhyiddin-i Arabî Hazretleri doğar.
Özetle bu İslam ümmeti içinde Cenâb-ı Hak iki Muhyiddin yaratmıştır ki, biri peder-i
manevî Gavs-ı A’zam Seyyid Sultan Muhyiddin Abdülkâdir-i Geylani, diğeri de O’nun
manevî evlâdı olan Kutbü’l-Aktâb Hazreti Muhyiddin-i Arabî’dir. Bu iki Zat’ın evliyaullah
arasında kadir ve kıymetleri pek yüce ve mukaddestir. Allah onlardan razı olsun.
Gavs- A’zam Seyyid Muhyiddin Abdülkâdir Geylani Hz.’leri vefatından evvel
arkadaşlarına şöyle buyurmuştur: “Şu hırkayı alın, Mağripten gelecek aziz bir vücuda
verin, o, Muhyiddin-i Arabî’dir.”demiş, vefatından nice yıllar sonra bu hırkayı
Muhyiddin-i Arabî Hz.’lerine vermişlerdir. Muhyiddin-i Arabî Hz.’leri de aynı hırkayı
üvey oğlu, çok sevdiği Sadrettin Konevi Hz.’lerine vermiştir.
İbn-i Arabî Hz, Endülüsün Mursiya kasabasında 7 Ramazan 560 (7-Ağustos-1165)
yılında doğmuştur. 8 yaşında iken Mursiya’dan İşbiliye’ye taşınmışlar ve ilk tahsiline
İşbiliye de başlamıştır.
Gençliğinin bir devrinde bazı valilere katiplik yaptığı bilinmektedir. Küçük denecek
yaşta iken şiddetli bir hastalığa yakalanmış, hastalığın tesiriyle bayılmış ve kendisini
ölü sanmışlar. Bu hastalığı Futuhat-ı Mekkiye isimli eserinde şöyle anlatır: “Bu esnada
çirkin suratlı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, buna karşılık güzel yüzlü
ve kokulu bir şahsın kendisini kurtarmaya çalışıp, ötekileri dağıttığını görmüş, bu
şahsa kim olduğunu sorunca, “Yasin suresi” cevabını almıştır. Kendisine gelince,
babasının başı ucunda ağlayarak, Yasin suresini okumakta olduğunu görmüş. Bu ve
buna benzer olaylar hayatı boyunca defalarca tekrarlanmış ve onun tasavvufi
fikirlerinin esaslarından birini teşkil etmiştir. Herhangi bir şeye delalet eden isimler ona
bir insan şahsı gibi görünmüş ve bu insan kendisine türlü konular hakkında bilgi
vermiştir.
Bu hadiseden bir süre sonra İbn-i Arabî Hz. Bir süre halvete çekilmiş, her sahada,
bilhassa Tasavvufi marifetler sahasında hiç bir şey bilmezken, şahıs olarak görünen
isimlerin telkini ile halvetten herşeyi bilir olarak çıkmıştır.
Buhalini gören babası onun yakın dostu, zamanın en büyük felsefecilerinden biri olan
İbn-i Rüşd’ün yanına bir iş bahanesiyle göndermiştir.
İbn-i Rüşd, İbn-i Arabî Hz.’lerini görünce, ona sarılmış ve “Evet” demiş, kendiside
buna “Evet” cevabı vermiştir. İbn-i Rüşd anlaşıldığına sevinirken, İbn-i Arabî Hz.’lerinin
“hayır” demesi üzerine, canı sıkılmış, rengi atmış, felsefesinin yanlış olupolmadığından şüpheye düşerek, ona şu suali sormuş:
-“İlham ve keşf ile nasıl bir netice elde ettin? Bu bizim mantıklı düşünce ile elde
ettiklerimize uyuyor mu?”
-İbn-i Arabî Hz.’leri buna: -“Evet, Hayır. Evet ile hayır arasında ruhlar bedenlerinden,
boyunlar gövdelerinden ayrılır.” cevabını vermiştir.
Bunun üzerine İbn-i Rüşd, sararıp titremiş, böyle bir kimse ile görüşmeyi nasip ettiği
için Allah’a hamd ve şükür etmiştir. O zaman İbn-i Arabî Hz.’leri henüz 18 yaşında idi.
Kendisine vakıf olan ilhamlara rağmen, İbn-i Rüşd’ün yüksek düşünce ve bilgilerini
kabul eden İbn-i Arabî Hz.’leri, onu bir daha görmek istediği halde, bunun mümkün
olmadığını, aralarına gerilen bir perdenin (Hicap) buna engel olduğunu söylemiştir.
1194 yılına kadar, her ne kadar Endülüs ve Kuzey Afrika’nın bir çok şehirlerini dolaşıp,
bu şehirlerdeki çeşitli tasavvuf büyükleriyle görüşsede esas olarak İşbiliye’de kalmış,
1194 yılında Tunus’a, 1195 yılında da Fas’a gitmiş, 1199 yılında Kurtuba’da İbn-i
Rüşd’ün cenaze töreninde bulunmuştur.
Yanında bulunan arkadaşının dikkat çekmesi ile Marakeş’ten gelen cenazenin bir
hayvan üzerinde, bir tarafında cenaze, bir tarafında eserleri olarak dengeli bir biçimde
olduğunu görmüş ve arkadaşına, “Ümitlerinin gerçekleşip-gerçekleşmediğini ne kadar
bilmek isterdim.” demiştir. 1201 yılında Magrip şehrinde iken, Hz. Hızır ile Musa’nın
(A.S) makamına erişmiştir. Buradan, Tunus’a, geçmiştir. Tunus’tan Mısır’a gitmek
üzereyken yol üzerinde, sazlıklar içinde ömrünün 30 yılını geçirmiş bir adama tesadüf
etmiş. Adamın hali hoşuna gittiğinden onunla 3 gün kalmış ve onunla birlikte ibadetle
meşgul olmuştu. Adam her gün denizden 3 balık tutar, birini yer, birini azat eder,
birini de misafire ikram edermiş. Ayrılacağı zaman Muhyiddin Arabî Hz.’lerine nereye
gittiğini sormuş, Mısır’a gideceğini öğrendiğinde gözleri dolarak, “Ah! Benim de
üstadım Mısır’dadır. Ona git ve benim selamımı söyle, bana biraz hikmetli sözler ve
nasihat iste” demiş. Muhyiddin-i Arabî Hz.’leri hayretler içinde, bu dünyadan elini
eteğini çekmiş bir kişinin nasıl olupta hala nasihat ve hikmetli söze ihtiyacı olacağını
düşünerek Mısır’a varmış ve bahsettiği üstadın sarayını bulmuş. Üstadı, debdebe ve
tantana içinde bir dünya ehli gibi yaşarken bulmuş, kendisinden, o şahıs için nasihat
istediğinde;
üstadı:
-“Ona git söyle, gönlünden dünya muhabbetini silsin.” Demesiyle hayret ederek bir
süre sonra, o şahısla karşılaşıp üstadının söylediğini aktarınca, bu dünyadan elini
çekmiş gibi görünen şahıs derin bir ah çekerek “Ben otuz küsür senedir burada ibadet
ediyorsam da hakikatte gönlüm dünyadadır. Üstadım dünya ziynetleri içindeyse de
kalbinde zerre kadar dünya sevinci ve kederi yoktur. Ey Muhittin! İşte bizim hakikatte
farkımız budur” demiştir.
Bu hikâyeden bize ders; insanlık cemiyet hayatı üzerine kurulmuştur. Kalbin arınması
da yine insanlar arasında yaşıyarak ve Allah’ın isim ve sıfatlarının zuhurunu müşahede
ederek tefekkür ve kalb temizliğinin, yüzlerce yıl halvette kalmaktan daha önemli bir
irfan yolu olduğudur.
Muhyiddin-i Arabî Hz.’leri bir yıl sonrada Tunus’tan gemi ile Mısır’a geçmiş. Mısırda;
Taki Al-din b. Abdulrahman’ın elinden Hızır A.S’ın hırkasını giymiştir. Buradan Kudüs’e
geçmiş, Kudüste bir kaç gün kalarak, yürüyerek Mekke’ye gidip Hacc’ını yerine
getirmiştir. Burada iki yıl kalarak manevi hallerinin en yüksek noktasına erişmiştir.
Mekke’de kaldığı iki yıl boyunca sık sık Kâbe’yi tavaf edermiş. Bir seferinde Kâbe’yi
tavaf ederken, herkesin gölgesini olduğu halde, çok uzun boylu bir adamın gölgesinin
olmadığını fark etmiş. Uzun boylu adam tavaf ederken; -“Bizler de sizler gibi bu beyti
tavaf ediyoruz” dermiş.
Yanına yaklaşıp, kim olduğunu sorduğunda:
-
Ben senin büyük atalarındanım, demiş.
- Sordum:
- Hangi asırda yaşadınız?
- Kırk bin sene evvel vefat etmiştim.
- İnsanın atası olan Adem’in (A.S) altı bin sene evvel halk olunduğunu söylerler.
- Sen hangi Adem’den bahsediyorsun? Bil ki; insanın ilk atası olan Âdem’den
evvel yüz bin Âdem gelip geçmiştir.” dedi.
1202 yılında Allah’a kendi kendine söz vererek oruca başlamış ve üç ay boyunca hiç
bir şey yemiyerek ve içmiyerek, Allah’ın ona açtığı ilahi bilgilerle kendisinden hiç bir
şey katmıyarak “Fütuhat-ı Mekkiye” adlı eserini yazmıştır. Bu üç ay süresince Kabeyi
tavaf ederken,” zemzem, kulak ile duyacak şekilde, kendisinden su içmesini isterdi.”
Fakat kendisi, Ulhi yakınlığın son noktasına geldiği bu haller içerisinde, onu dinlemenin
bu hali sona erdirecek bir perde olacağını düşünerek, Zemzem’e susmasını söylerdi.
Bir rivayete göre Fütuhat-ı Mekkiye’yi tamamladığı vakit, sayfalar halinde onu
Kabe’nin damına koymuş. “Eğer bu kitapta benden bir kelime varsa, bu sahifeler
kaybolsun” demiş, bütün kış bu sahifeler evinin damında kaldığı halde, hiç bir sahifesi
kaybolmadıktan sonra kitap tamamlanmıştır. 1203 yılında gördüğü bir rüyada:
Kabenin duvarları altın ve gümüş tuğlalarla örülmüştü, kendisi bunun güzelliğini
seyrediyordu. Orada iki tuğlalık bir boşluk vardı ve nefsi iki tuğla halini alarak bu
boşluğu dolduruyordu. Kendisi hem onları seyrediyor, hemde yerlerini doldurduğunu,
yani zat’ı ile onların Zat’ının aynı olduğunu görüyor ve anlıyordu.
1204 yılında Ali b. Abdullah b. Caminin elinden ikinci defa Hızır’ın (A.S) hırkasını
giymiştir. Aynı yıl Muhyiddin Arabî Hz. Malatya’ya geldiği yıldır.
Malatya’dan Konya’ya geçmiş. Konya’da, Selçuklu hükümdarlarından büyük destek
görmüştür. Kendisine 100.000 dirhem değerinde ev bağışlanmış, fakat kendisine gelen
bir dilenciye “Ey dilenci, şu anda saraydan başka bir şeyim yoktur. Allah rızası için şu
ev senin olsun” diyerek, bu evi sadaka olarak bağışlamıştır. Bu arada bir çok kereler
Kudüs, Mısır’ı ve Halep’i ziyaret etmiştir.
Büyük dostu Maceddin İshak’ın vefatı ile onun dul karısı ile evlenerek Sadrettin-i
Konevi Hz. Üvey babası olmuştur. Muhyiddin-i Arabî Hz.’lerinin bu evlilikten iki oğlu ve
bir kızı meydana geldi.
Oğullarından Sadullah 1222 senelerinde Malatyada doğdu. Bütün ömrünü hadisi
şerifle, nakil tedrisiyle (Tarikat öğretimi) geçirdi. 44 yaşında Şam’da öldü. İmadettin
de Sadullah’tan 6yıl sonra Şam’da vefat etmiştir. Kızı Zeynep küçük yaşta iken
ölmüştür.1230 yılında, üvey oğlu Sadrettin Konevi Hz. ile birlikte Şam’a yerleşti ve
ölünceye kadar burada kaldı.
1240 yılının bir cuma gecesi, Rıhlet (Geçmek, göçmek) kelimesinin bir remzi olarak bu
dünyadan ayrıldı. Ömürleri 75 yıl olup Hakim ismine mazhar olmuştur.
Muhyiddin-i Arabî Hz.’leri bu günkü Şamı’ın Salihiye mevkiine gömüldü. Bir süre sonra
mezarı kaybolmuş ta ki, Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı alınca, Vasiyeti gereğince mezarı
buldu. Zira Muhyiddin-i Arabî Hz.’leri kitabında: “Şin Şın’a girerse benim mezarım
meydana çıkar” demiştir. Yavuz Sultan Selim, Şam’a girince de mezarı buldurtup,
oraya mükemmel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırmıştır. Ayrıca Muhyiddin-i
Arabî Hz.’lerinin ayak vurduğu yere giderek buradaki hikmeti anlamak istedi. Tam
Muhyiddin-i Arabî Hz.’lerinin ayağını vurduğu yeri kazdırdığında, bir küp altın
bulmuşlardır.
Muhyiddin Arabî’nin Eserleri
 Futuhat’ı Mekkiye
 Fususül Hikem
 Tedbîrâtü’l-İlâhiyye,
 Kitâbu’l-Beyân,
 Şeceretü’l-Kevn,
 Mefâtihü’l-Gayb,
 Risâle’-i Ehadiyye,
 Tenezzülâtü’l-Mevsıliyye,
 Şeceretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-’Osmâniyye,
 Megâribü’z-Zamân fî Dirâyeti’l-Ezmân
 Mişkâtü’l-Envâr
 Tercemanul Eşvak
 Kitabül Celal ve Hüve Kitabül Ezel
Muhyiddin Arabi'nin Duası
Ey zerrelerden seyyarelere kadar canlı cansız bütün mevcûdâtı kabza-ı tasarrufunda
bulunduran Yüceler Yücesi Rab! Ey hiç açılmaz gibi görünen kapıları sevdiği kulları için
peşi peşine ardına kadar açan Müfettihu’l-Ebvâb! Ey varlığına bir başlangıç ve bir
nihayet asla sözkonusu olmayıp eşya ve hâdiselere sürekli hükmeden Müsebbibü’lEsbâb!
Talebinden bile âciz olduğumuz lütuf kapılarını biz nâçâr kulların için de aralamanı;
dünya ve ukba saadetine vesile olabilecek şekilde sebepleri bizim için de musahhar
kılmanı diliyoruz. Bizi sadece Senin hoşnutluğuna götürebilecek işlerle meşgul..
adaletine nihayetsiz güven ve itimat içinde olan.. Senin kapından başka yerlerde
dilencilikte bulunmayan.. sadece Senin rahmetine itimat edip insanların ellerindeki
şeylere karşı her zaman müstağnî davranan.. Sana inanan, Sana güvenen, Sana
dayanan.. Senin için olmayan her şeyden ve herkesten uzak duran.. hükmüne
gönülden boyun eğip yürekten râm olan.. birer imtihan vasıtası olan musibetlere karşı
sabır kalesine sığınan.. dilinde sürekli Senin nâm-ı celîlin, gece-gündüz ulu dergahına
el açıp yana yakıla yalvaran.. dünyanın dünyaya bakan bütün yönlerinden uzaklaşıp
âhiret iştiyakıyla yanıp tutuşan.. hüşyar bir kalble sürekli Sana teveccühte bulunan..
‘lezzetleri acılaştıran mevt’i her zaman hatırlayıp davranışlarını hep ölüm ötesi hayata
göre tanzim eden... bahtiyar kullarından eyle!. “Ya Rabbena! Rasûllerin vasıtasıyla
bize va’d ettiğin mükâfâtları lutfet; bizi kıyamet günü rüsvay ve perişan eyleme!
Va’dinden dönmek kendisi için muhal olan yegâne zât Sensin!”
Dua edenlere cevap veren, ızdırapları dindirip ihtiyaçları gideren Yüce Allahımız! Bizi
salih ameller işleme hususunda muvaffak kılmanı niyaz ediyoruz. Ne olur, tevfîkini
refîkimiz, sırat-ı müstakîmini de tarîkimiz yap.. bizi neticesi itibariyle hayır olan
maksatlarımıza ulaştır.. “Sen nâdim olup gözyaşı döken kullara, kapısı her zaman açık
olan Tevvâb ü Rahîmsin; bizim tevbelerimizi de kabul buyur!”
Allahım! Senin inayetinle sabahladık, Senin inayetinle akşamladık. Yaşarsak Senin
inayetinle yaşar ve Senin izninle ölürüz. Dönüşümüz de Sanadır. Allahım! Bize
doğruları mahiyet-ü nefsi’l-emriye dediğimiz gerçek yüzleriyle göster ve onları
harfiyyen yerine getirmeye muvaffak eyle.. yanlış ve çirkin şeyleri de yine gerçek
yüzleriyle bildir ve o çirkin şeylerin avucuna düşmekten bizleri muhafaza buyur.. bize
müslümanca bir hayat ve Senin yüce huzuruna gelmeye yakışır bir ölüm nasip et..
olmasına hükmettiğin şeylerin şerrinden bizi koru.. zâlimlerin şerlerini, komplolarını,
tuzaklarını üzerimizden def ü ref’ eyle ve bizi inananların dualarına ortak kıl.. Allahım!
Ümmet-i Muhammed’in hata ve kusurlarını yarlığa.. ümmet-i Muhammed’e merhamet
buyur.. ümmet-i Muhammed’in önündeki engelleri kaldır, muzafferiyet ve
muvaffakiyet yolları aç.. ümmet-i Muhammed’i şerîrlerin şerlerinden, zâlimlerin
zulmünden, fâsıkların fıskından, münafıkların entrikalarından sıyanet buyur!..
Ey mücrimlerin kusurlarından dolayı nedamet duyup ulu dergahına koşuştukları Sevgili
Rabbimiz! Biz de hata, kusur, günah ve isyanlarımızdan dolayı pişmanız. Mukarreb
ibâdının yüzüne baktığın gibi bize de rahmet ve merhametinle teveccüh buyur!
Ey değişik sebeplerle korku ve endişe içerisine düşen kullarının korkularını izale eden
Kudreti Sonsuz Rab! ‘Mümin’ isminin tecellîleriyle lütuf buyur ve bizim endişelerimizi
de berteraf eyle!
Ey yolunu kaybetmiş şaşkınlara değişik ‘ferec ve mahreç’ler gönderen Mevlâmız! Sonu
Cennet’e ve Cemâlullah’a çıkan yolları bizlere de göster!
Ey türlü türlü dalâletlere saplananları düştükleri bataklıklardan çıkarıp çemenzârlarda
dolaştıran yegâne Hâdî! Bizi de sırat-ı müstakîme hidayet buyur!
Ey yardım çağrısında bulunanların imdadına koşan Merhametliler Merhametlisi
Rabbimiz! Bize de imdat eyle!
Ey ümitsizlik vâdilerinde çaresizlik içinde bir o yana bir bu yana gayesiz dolaşıp
duranlara ümit ve reca kapıları aralayan Rahmet Sultanı! Ümitlerimize fer ver!
Ey isyankâr kullarına her zaman rahmetiyle muamelede bulunup onlara dönüş yolları
hazırlayan Ulu Yaratıcı! Biz de isyan üstüne isyan işledik. İşlediğimiz cürümlerin hadd
ü hesabı yok. Sen rahmetini bizden de esirgeme!
Ey günahkarların günahlarını yarlığayan Rabb-i Rahîmimiz! Bizim günahlarımızı da
mağfiret buyur!
Yüce Allahımız! “Bizi affet, kusurlarımızı bağışla ve bizim hayatımızı da iyilerle beraber
nihayetlendir.. günahlarımızı mağfûr, kusurlarımızı mestûr, kalblerimizi de mahfûz
eyle.. sadırlarımıza inşirah ver.. Ey gizli ve sürpriz lütufların sahibi Rabbimiz, endişe
edip korktuğumuz hususların gelip başımıza üşüşmesinden bizleri muhafaza et!
Ya Rabbenâ, Ya İlâhenâ ve ya Mevlânâ! İşlerimizi kolaylaştır.. bizi, anne-babalarımızı,
büyüklerimizi, hocalarımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, üzerimizde hakkı bulunan
kimseleri ve cümle ümmet-i Muhammed’i mağfiret buyur!
Ey feyiz sağanaklarıyla sürekli tecellî üstüne tecellîde bulunan Rahmeti Sonsuz!
Bilumum belalardan ve hastalıklardan Sen bizi koru!
Senin, rahmetine, inayetine, hıfz u riayetine itimad ederek bütün bunları Senden
dileniyoruz, ey Merhametliler Merhametlisi Rabbimiz! N’olur, bizleri, ettiği dualar geri
çevrilen mahrum ve talihsiz kullardan eyleme! Amin!..