Şubat - Burhan Dergisi

Transkript

Şubat - Burhan Dergisi
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
¿mH
Yahya Kemal anlatıyor:
Bir çok günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak geçirdim. Maziye
arkasını çevirmiş, sabit bir bakışla yalnız istikbale bakardı. Maziye
karşı dâüssılamı (yurt hasretimi) hararetle söylediğim bir gün dedi ki:
olan zâta sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor.”
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
Peygamberimiz’in
hırkasını
sakladığımız cennet gibi yeşil bir
odanın türkkârî penceresi önünde durduk. İçerde iki hafız vardı.
Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini
yummuş oturuyordu. Diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu. Rehberime sordum: “Hırka-i
Saadet önünde Kur’an ne zaman
okunur?” dedi ki: “Dört asırdan beri
her saat, geceli agündüzlü!”
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
Harâbîsin harâbâtî değisin
Gözün mâzîdedir âtî değilsin.
Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle cevap verdim:
Ne harâbî ne harâbâtîyim
Kökü mâzîde olan âtîyim.
Bir cevaptan başka ciddi manası
olmayan bu sözde, sonraları hissettim
ki, küçük bir hakikat varmış. Mütarekeden sonra maziye karşı dâüssılam arttı.
Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziyordum. Bir gün Ayasofya
minaresinden ezan okunduğunu
işittim. 857 (Hicrî) senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş
defa okunmuş olan bu ezanı dinlerken, Fatih’i asıl manasıyla ilk defa
idrak ettim.
Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkünü ziyaret
ediyordum. Uzaktan Kur’an okunuyordu. Yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken,
nereden geldiğini ziyaretimde rehber
Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i
Saadet’i Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri
kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk
tarihinde bir dakika bile burada
Kur’an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli
vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki, hâlâ okunuyor. Selim’in Hırka-i Saadet önünde
okuttuğu Kur’an ki, hâlâ okunuyor!
Eskişehir’in,
Afyonkarahisar’ın,
Kars’ın genç askerleri; siz bu kadar güzel
iki şey için dövüştünüz! (Yahya Kemal Beyatlı: Aziz İstanbul (İst. 1992), s.123-125.)
Daha güzel Burhan’larda buluşabilmek dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Şubat
Sayı:
Kötü Çevreden İyi Çevreye 4
Zihin Hicretinin Neresindeyiz? 7
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Allah’a Dönüs Operasyonu 8
Serdar TAŞAR
Vakti Aziz Eylemek 10
“O’na Yönelin” 14
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Bu Hayatın Hesabı Nası Verilir? 16
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Kulluk Bilincinin Insan Psikolojisine Etkisi 18
Salih AYDIN
Musa KARACA
Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; 21
Sihir, Büyü, Tılsım: Gerçekler ve Efsaneler 22
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Fuat TÜRKER
Abdullah ÇAKIR
Hasan BAŞAR
Ahmed Er-Rufai Hz.
Yard.Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Asim AYDOĞDU
Gsm: 0538 233 5000
Nureddin YILDIZ
Talha AKA
Murat TÜRKER
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Tevhid Edenler 31
Merkez EFENDİ
Zemzem-i Serif 32
İrfan KAYA
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
!
"
'
&
(
)
*
+
,
(
$
%
"
Dilde ve Kur’ân’da Mecâz Yok mudur? 34
)
-
.
$
/
%
*
Ali Yıldırım Hocaefendi:
%
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
#
1
!
"
“Padisahların hepsi evliyaullahtır” 36
"
!
!
2
0
Karar Vermede “El ve Gögüs” 40
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
1
!
"
2
3
!
#
#
0
0
4
#
5
!
"
2
!
#
#
M. Emin KARABACAK
Ey İnsan 44
!
Röportaj
0
!
Hüseyin AVNİ
&
#
0
0
#
Ahmet KAYAK
Sadi Baba’nın Tasavvufi Mülahazaları 46
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Hz. Peygamber (as)’in Barısın Insasına Yönelik
Faks: +9 (0216) 398 94 69
Uygulamaları (XII) 52
[email protected]
www.burhandergisi.com
Hz. Abdullah b. Ömer b. El-hattâb (r.anh) 54
Çocuklar M. Yasar Kandemir Okumalı 60
6
(
7
)
:
)
7
*
7
*
(
)
;
/
+
)
(
+
8
.
*
(
.
<
*
*
8
(
*
)
%
Aydın BAŞAR
Allah’ın Emrine Teslim Olmak 62
Aylık Süreli Yayın
Salih AYDIN
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
8
'
%
*
)
'
*
(
*
%
%
%
*
7
7
%
<
)
7
6
(
+
(
6
7
%
)
(
%
9
)
*
)
+
(
=
6
-
(
8
)
+
*
%
$
*
%
)
%
%
)
$
*
7
)
+
Abdulkadir GEYLANİ
$
Namazın Vaciplerini Hatırlayalım 64
Ömer Nasuhi BİLMEN
<
+
*
/
*
%
7
+
>
%
>
(
9
)
?
8
/
)
İhlâs Terbiyesi 66
Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
4
*
)
%
(
-
&
%
$
/
*
$
*
$
:
$
%
)
+
*
/
9
)
%
)
(
)
%
<
4
Kötü Çevreden İyi Çevreye
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
8
Allah’a Dönüs Operasyonu
Nureddin YILDIZ
20
“O’na Yönelin”
Abdullah ÇAKIR
26
Sihir, Büyü, Tılsım:
Gerçekler ve Efsaneler
Yard.Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Kötü Çevreden İyi Çevreye
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
B
u sayıdaki yazıma bir hadîs-i şerifle başlamak istiyorum. Ebû Saîd el-Hudrî radıyallâhu anh’den
rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallâhu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş
onlarla
a
d
l
o
y
g ide n
Allah’a
Allah da
e
c
ü
Y
.
r
i
ürümekt
aktadır:
m
r
birlikte y
u
y
u
b
da şöyle
Allah’tan
bu konu
!
r
e
l
n
ân ede
beraber
“Ey îm
a
l
r
a
l
u
r
v e d oğ
9)
k o r ku n
resi, 9/11
û
s
e
b
v
e
t-T
o lun ! ” ( e
bir adam vardı. Bu zât yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir râhibi
gösterdiler.
Bu adam râhibe giderek: “Doksan dokuz
adam öldürdüm. Tövbe etsem kabul olur mu?”
diye sordu.
Râhip: “Hayır, kabul olmaz” deyince onu da
öldürdü. Böylece öldürdüğü adamların sayısını yüze tamamladı. Sonra yine yeryüzünde en büyük âlimin kim
olduğunu soruşturdu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun
yanına giderek, yüz kişiyi öldürdüğünü söyledi; tövbesinin kabul olup olmayacağını sordu.
4
Şubat
Âlim: “Elbette kabul olur. İnsanla tövbe
arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git.
Orada Yüce Allah’a ibâdet eden insanlar var.
Sen de onlarla birlikte Allah’a ibâdet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir
yerdir.” dedi. Adam, denilen yere gitmek üzere yola
çıktı. Yarı yola varınca eceli yetti. Rahmet melekleriyle
azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar.
Rahmet melekleri: “O adam tövbe ederek
ve kalbiyle Allah’a yönelerek yola düştü.” dediler. Azap melekleri ise: “O adam hayatında hiç
iyilik yapmadı ki!” dediler. Bu sırada insan kılığına
girmiş bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında
hakem tayin ettiler.
Hakem olan melek: “Geldiği yerle gittiği
yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa, adam o
tarafa aittir.” dedi. Melekler iki mesâfeyi de ölçtüler.
Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler.
Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp götürdü.
(Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48)
Sahîh-i Müslim’deki bir başka rivâyete göre:
“O kimse iyi insanların yaşadığı köye bir karış
daha yakın olduğundan oralı sayıldı.”
Yine Sahîh-i Müslim’deki bir diğer rivâyete
göre: “Allah Teâlâ öteki köye uzaklaşmasını,
beriki köye yaklaşmasını, meleklere de iki
mesâfenin arasını ölçmelerini emretti. Adamın
beriki köye bir karış daha yakın olduğu görüldü. Bunun üzerine affedildi.”
Bir başka rivayette ise: “Adam göğsünün üzerinde öteki köye doğru ilerledi” denilmektedir.
Bu hadîs-i şerif, hadis kitaplarımızın “Tevbe”
bölümünde zikredilen ve bir insanın günahı ne kadar
çok olursa olsun gerçek bir tevbe ile tevbe ettikten ve
Yüce Allah’a sığımdıktan sonra günahlarının bağışlanacağına delil getirilen bir hadistir. Evet, günahlar
ne kadar çok ve ne kadar büyük olursa olsun,
onlardan kurtulmanın mutlaka bir yolu vardır.
Adam öldürmek büyük günahlardan biridir. Bir
katil beş on kişiyi değil, yüz kişiyi bile öldürmüş olsa, Allah’ı inkâr etmedikten sonra günahını affettirmesi mümkündür. İşte hadisimiz bu
gerçeği çarpıcı bir misalle anlatmaktadır.
Hz. Îsâ’dan sonraki zamanlarda doksan dokuz
kişiyi öldüren bir adam, yaptığı yanlışı sonunda anlamış, günahlarından temizlenmeyi arzu etmiş, bunun
mümkün olup olmadığını öğrenmek üzere dünyanın
en bilgili adamını aramaya başlamıştı. Ne yazık ki,
ona âlim diye gösterilen kimse, gerçek bir din
âlimi değildi. Bunun için de o günah hastasına bir
kurtuluş reçetesi veremedi. Vicdanını kanatmaya başlayan günahların dayanılmaz baskısı altında bulunan
zavallı adam, derdinin bir devası bulunmadığını duyunca eski çılgınlıkları depreşti, âlim geçinen o adamı
da cinayet listesine ekleyiverdi.
Hâlbuki o sözde âlim etraflıca düşünmeliydi.
Öldürmeyi alışkanlık hâline getirmiş bir cinayet makinasıyla karşı karşıya bulunduğunu hesap etmeliydi.
Arslan için parçalamak nasıl tabiî bir olaysa, böylesi
Âlim: “Elbette kabul olur. İnsanla tövbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git.
Orada Yüce Allah’a ibâdet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibâdet et.
Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir.” dedi.
Şubat
5
kimseler için de öldürmenin aynı derecede tabiî olduğunu bilmeliydi. Ama bilemedi. Zira bunu bilecek
kadar ilmi ve anlayışı yoktu. Yüce Allah’ın sonsuz
merhamet sahibi olduğunu bilen bir âlim, tövbe yollarını arayan birini ümitsizlik batağına
nasıl fırlatabilirdi. Bu olacak şey değildi. Tövbe kapısına yapışan bir günahkârı ilâhî rahmetin yıkayıp arıtacağını bilmeyen bir kimsenin
ne ilmi ne de anlayışı olabilirdi. Halk o râhibin
ibâdetle meşgul olmasına bakarak kendisini âlim sanmıştı. Ne yazık ki, bu câhil adam bir şey bilmediğini de bilmiyordu. Bir kurtuluş yolu arayan katile bu
sebeple yanlış fetvâ vermiş ve böylece hem kendini
mahvetmiş hem de karşısındakini günaha sokmuştu.
Kâtilin ikinci arayışında, gerçek âlimi bulduğu
görülmektedir. Çünkü bu adam samimiyetle tövbe
eden bir kimseyi Yüce Allah’ın reddetmeyeceğini biliyordu. Bu sebeple o günahkâra ümit verdi ve
bu davranışıyla o, ilmin ibâdetten üstün olduğunu ortaya koydu.
den yolda onlarla birlikte yürümektir. Yüce Allah da
bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber
olun!” (et-Tevbe sûresi, 9/119)
İyilerin zarar etmesi mümkün değildir. Yüce
Rabbimiz’in iyi kimseleri gözetip kolladığı, günahlarını affederek onları cennetinde ağırlamak istediği bu
hadîs-i şerîfte açıkca görülmektedir. Yüz kişiyi öldürmesine rağmen, Cenâb-ı Hak o günahkâr kulunun
gönlünde parıldayan tevbe ışığını rahmet meleklerine
göstermiş ve onu azap meleklerine karşı savunmalarını istemiştir. Anlaşıldığına göre azap melekleri o şahsın tevbe yolunu tuttuğunu bilmiyorlardı. Bu sebeple
rahmet meleklerine “İyi ama o adam hayatında
hiç iyilik yapmadı ki!” diye diretiyorlardı.
Tevbe etmeye karar verenleri bağışlayacağını
bize canlı bir misalle göstermek isteyen Allah Teâlâ,
rahmet melekleri ile azap melekleri arasındaki çekişmeyi halletmek üzere bir başka meleğini insan kılığın-
Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yarı yola varınca eceli yetti. Rahmet
melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya
başladılar.
Bu hadis-i şerifi biz, kötü çevreden iyi çevreye
hicret etme konusunda değerlendireceğiz. Bu âlimin
günahkâr adama “Sakın memleketine dönme!
Zira orası fena bir yerdir.” şeklindeki tavsiyesi pek
önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. “Üzüm üzüme baka baka kararır.” atasözünün de ifade ettiği
gibi, kötü insanların çoğunlukta olduğu bir yerde yaşayan, ahlâkı bozulmuş kimselerle düşüp kalkmaya
devam eden kimsenin, onların fena tesirinden kurtulması kolay değildir. Şu hâlde iyiye, doğruya ve güzele
ulaşmak isteyen birinin, içinde yaşadığı kötü çevreyi
mutlaka terk etmesi gerekir. Kara kazanın karasından
kurtulmanın bir başka yolu yoktur.
Güzel, temiz ve mutlu bir hayatı kucaklayıp
ömür boyu bahtiyar yaşamanın ikinci şartı ise, o
gerçek âlimin tavsiye ettiği gibi, iyi kimselerle bir
arada olmaktır. Onlarla düşüp kalkmak, Allah’a gi-
6
da gönderdi; aralarında onu hakem tayin etmelerini
diledi ve o meleğe nasıl hakemlik yapacağını öğretti.
Hadîs-i şerîfin bir başka rivâyetinde Cenâb-ı
Mevlâ’nın “öteki köyden uzaklaşmasını, beriki
köye de yaklaşmasını emretmesi”, yüz kişiyi bile
öldürmüş olsalar tevbekâr kullarını affedeceğini ve
onları rahmetiyle kucaklayacağını ortaya koymaktadır. Bu kucaklamak tevbe ile ve çevreyi değiştirmekle mümkün olmaktadır. Öyle ise çevremizde ayağı
kaymış olanlara iyice düşsünler diye bir de biz vurmayalım. Onların elinden tutalım, kötü çevreden iyi
çevreye doğru götürelim. Elinden tuttuğumuz insanı
câmiye, cemaate, dergâha, tekkeye, sohbete, Kur’ân
kursuna doğru götürelim. Böyle yaptığımız zaman
insanların hayatlarının değiştiğini görecek ve biz de
bundan manevî bir zevk alacağız. Öyle ise haydin,
boş durmayalım; bizim çevreye insan kazanalım.
Hem onlar kurtulsun hem de biz kurtulalım.
Şubat
Murat TÜRKER
Zihin Hicretinin Neresindeyiz?
M
evcut gidişata ve akışa itiraz yönelttiğimizde, daha çok da müslümanların işbu
akışla aynîleşmesine muhalefet ettiğimiz-
de karşılaştığımız ‘kontra’ bir soru var: “Tamam
da senin çözüm önerin ne!?”
Bu kontra soruya cevap vermek öyle kolay
da değil sahiden…
Düşünsenize, bu topraklarda ‘kanaat önderi’ etiketiyle öne çık(arıl)mış bir çok ‘figür’, yıllardır müslümanlara “ite dalaşmaktansa çalıyı
dolaşmanın ne kadar akıllıca olduğunun”
propagandasını yapıyor. Bu oportünizm bize nasıl
ârız oldu dersiniz!?
Yıllardır bir o yana bir bu yana yaptık-
Bir kere, çevrenizdeki hemen herkesin, için-
ları manevralar ve sistem içi atraksiyonlar-
de neşet ettiği zihinsel iklimin dayattığı kodlara
la iyice kördüğüm haline getirdikleri prob-
mahkûm düşünme biçimlerinin dışına çıkamaması
lemleri, kendi oportünist çizgilerine itiraza
gibi bir realiteyi yok sayamıyorsunuz. Bu realitenin
yeltenenlere “Al çöz o zaman!” diyerek ‘ite-
lazımeleri sadece etrafımızdakileri değil, bizi de ku-
lemelerinde’ ifadesini bulan zekâvet de, on-
şatmış durumda…
ların kurnazlık hanelerine yaldızlı harflerle
işlenmeli!
Elimiz kalem tutmaya, aklımız birşeylere kesmeye başladığından itibaren, bize
Çözüm mü!? Evet, çözümün ne olduğu bel-
belletilen zihnî çerçevenin dışında bir çıkış
ki net değil ama -kanaatimce- nereden başlana-
yolu olamayacağı konusunda bir hayli şart-
cağı net…
lan(dırıl)mış bulunuyoruz.
Öncelikle ‘zihinsel hicret’ diye bir olguyu
Cari akışı yadsınamaz bir veri olarak ka-
gündemimize sokarak işe başlamalıyız.
bul etmeye yanaşmayan düşünce yollarını daha
emekleme evresindeyken türlü manevralarla köşe-
Efendimiz (sav) ve kutlu ashabı, İslâm adına
ye sıkıştırıp boğma konusunda gösterdiğimiz tehâ-
bir imkân arayışı olarak -aslâ bir kaçış olarak
lük de, bununla ilintili…
Ezberlerimiz o kadar değerli ki, onlara atfettiğimiz bu müzakere bile edilemez
kıymet, onları kurgulanmış ‘ezberler’ olarak
kabul etmemize bile engel oluyor!
Zihin konforumuza da, fiilî konforumuza da
değil- Hicret’i hayata geçirmişlerdi.
Belki zihin haritamızın şimdiye kadar
pek de iltifat etmediğimiz bölgelerinde, bizi
özümüze ve kendi değerlerimize, kendi düşünme yollarımıza avdet ettirecek bâkir bir
coğrafya vardır.
ilişilsin istemiyoruz.
Mâruz kaldığımız sıkışmışlıktan kurtulMuhkemleştirilmiş ve otorite haline getirilmiş
mak için zihin coğrafyamızda yapacağımız
değer yargılarına uyumu esas alan kokmaz-bulaş-
böyle bir hicret, dayatılan anlam çerçevesi-
maz bir çizgiyi en elverişli bakış olarak kodluyor
nin sınırlarını zorlama adına hiç umulmadık
oluşumuzu da burayla irtibatlandırmalıyız.
imkânlara dâyelik yapabilir.
Şubat
7
Allah’a Dönüş Operasyonu
Nureddin YILDIZ
eygamber aleyhisselamın hamisi, onu yıllarca
koruyup kollayan amcası Ebu Talib, Efendimizin
‘Bir kere olsun lailaheillellah de.’ ricasını
neden kabul etmemişti? Çünkü bilmişti ki, bir kere
lailaheillellah demekle her şey olup bitmiyor.
Onu söylemek, gereğini benimsemektir.
P
Müslüman olmak yeni bir şekil almaktır. İslam, kendine mahsus kurduğu dünyada kâmilen yaşanabilir bir dindir. İslam, mozaiğin içinde bir renk olarak
görüldüğü zaman İslam olmaz. Renklerin boyasını, toprağın suyunu, gözlerin ışığını İslam verir. Kalıp, İslam’ın
kalıbı olmalıdır.
Nihayet birkaç harften ibaret olan bir söz, hem
de onun kendi ana dilinden olduğu halde söylense ne
olurdu? Ebu Talib, bu sözün dillendirilmesinin ardından
putları terk etmekle başlayan bir sürecin geleceğini biliyordu. Bir dine girmeyi kabul etmek, çağdaş deyimiyle ‘kâğıt üzerinde’ olamazdı.
Apartmanda bir daire, yuvarlak masada bir oy
sahibi üye gibi görülen İslam, Allah’ın, ‘dinin tamamı
O’nun olsun diye’ gönderdiği İslam değildir. Müslümanlar olarak, yaşadığımız çağın müessir güçlerinden
etkilenerek dinimizi şekillendiremeyiz. Bilakis dinimizin
şekline bürünmek durumundayız.
Böyle bir sözü söylese, ardından içkiyi terk
etmesi gerekecek, faiz alacakları ona kâr kalmayacaktı. Gözüne, kulağına, eline ve cebine kurallar konacaktı. O ise yasaksız yaşamak, dilediğini
yapmak istiyordu. Zevklerine sınır getirilmesini
kabul edemiyordu. Ama yeğenini seviyor, uğruna
aç açık kalmaya razı oluyordu. Seviyor; fakat itaat etmiyordu.
İslam’ın uygulamadaki temel kurallarından biri,
önce haramlardan arınmak, sonra da emirleri
tatbik etmektir. Bu kural uygulandığında önümüzde
duran tablo şudur: İçkiden kaçınmak, zemzem içmekten önemlidir. Faizden uzak durmak, sadaka
vermekten öncedir. Tesettür, zikirden öncedir.
Haram sözden kaçınmak, Kur’an okumaktan öncedir. Kısaca, kabın temizlenmesi, içine konacak
temiz nesneyi elde etmekten önce gelmektedir.
8
Şubat
Şirkten arınmadıkça Kâbe’yi tavaf, kuru
dönmedir. Müşrikler dönüyorlardı. Ama dönüşleri
ibadet sayılmıyordu. Avret örtülmedikçe namaz,
namaz değildir. Sahur sofrasında yenenler haram olduktan sonra, günü oruçlu geçirmek nasıl ibadet olsun?
Haramlara karşı hassasiyetimiz, nabzımızın ölçülmesi gibidir. Allah’ın emirlerinden bir emre itaat
edip, yasaklarından bir yasağa tepkisiz kalmak nabız
sıkıntısıdır. Sinir sistemimizin sağlıklı olup olmadığını
test ederken, farzların edasından önce haramların neresinde durduğumuza bakabiliriz.
Nice insanlar namazı terk etmedikleri halde,
belki de haccı bile eda ettikleri halde, haram, önlerine bir lokma olarak sürüldüğünde dayanamadılar.
Faizin, namaz kemiren bir mikrop olduğunu, göze
değen namahremin Kur’an tilavetini erittiğini bilmek
istemediler.
Farzları eda etmek kolay, haramlardan kaçınmak daha zor oldu. Haramların bizi çepeçevre
kuşatmasına karşı, farzların eda edilmesindeki yoğunluğun koruyucu olacağına inanıldı. Farzların haramları sileceğine inanılırken, haramların farzları
silebileceği ihtimali göz önünde olmadı.
Şu üç gerçek acı bir şekilde önümüzdedir:
1- Her haram aleyhimize açılan bir dosyadır. Ta tevbe edilinceye kadar.
2- Her haram yukarıdan izlendiğinde bir farzı ve o farzdan elde ettiğimizi
abluka altına almaktadır.
3- Her haram, kendisi gibi
veya kendisinden büyük bir haramın mayasıdır. Küçük zannedilen bir haramla başlayan
süreç, müthiş bir uçurumun
önüne doğru sürüklemektedir.
Bilhassa Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin lisanında ‘büyük günahlar’
olarak zikredilen haramların
gitgide toplum normlarından
sayılması, esef edilecek bir hal
almıştır. İnsan öldürülmesinin bile neredeyse normal
vakıalardan sayılması ne büyük
bir felakettir. İnsanın öldürülmesi şüp-
Şubat
hesiz anormaldir de bu olayı sıradan bir haber gibi
bültenlerde tekrar tekrar izlemek ne kadar normaldir?
Haramlar açısından Müslümanlık tahliline girdiğimizde önümüzde hayret uyandıran gelişmelerden biri de
şudur: Allah’ın ve Peygamberinin haramlar arasında
zikrettiği, hatta büyük haramlardan dediği bir haram,
günlük meşgalemizin arasında haramlık riski düşük
bir haram olarak yer alabilmektedir.
Pek çok Müslüman’ı etkileyecek bir örnek olması açısından ‘ukukulvalideyn’i zikredebiliriz. Allah’a
şirk koşmakla beraber anılan yedi büyük günahtan
birisi ‘ukukulvalideyndir. (Anaya babaya asi olmaktır.) Ana babaya karşı, onları yok sayan baş kaldırışı ağır bir suç gören İslam’ı kendisine din edinenlerin, bu suçu alenileştirmiş insanlara gerekli tepkiyi
göstermemeleri ne olarak adlandırılabilir? Bulaşıcı
hastalık düzeyinde bile görülmemesi ürkütücüdür.
Böyle birinde bereketsizlik olacağından endişe edilerek, ticarete ortak edilmek istenmediğini duyamıyoruz. Her koyunu kendi bacağından asacaklarını
zanneder olduk. Allah’ın ve Peygamberinin savaş ilan ettiği, defalarca lânetlediği haramlar,
bir yolu bulunup mutatlaştırıldı.
İbadetlerin etrafında kat kat dikenli teller
örülürken haramlar şirinleştirildi. Dileyen dilediği harama kılıf buldu, kendi kafasında oluşturduğu
mazeretlere sığındı. Bir üst modele geçme arzusu zaruret, çevreyi körü körüne taklit mecburiyet oldu.
Allah’ın ahkâmını esnetmeyi kabul etmeyip
bildiği hakkı söyleyen âlimler mutaassıp
sayıldı.
Artık haramlar, fasit bir dairenin içine
aldı bizi.
Dün dile alınamaz şeyler, bugün
uluorta savunuluyor.
Bu gidişatın tehlikeli olduğunda şüphe yoktur. Kulluğa dönüş
yapmak, Rabbimize sığınmak durumundayız.
Allah’a dönüş iddiamız
samimi ise, başlangıç noktamız haramlar olmalıdır.
Haramlarla haşir neşir
yaşarken hac, hac; oruç,
oruç; zekât, zekât; cami,
cami; ilim, ilim değildir.
Haram yakar. İnsanı da yakar, biriktirdiği ibadetleri de...
9
Vakti Aziz Eylemek
Prof. Dr. Ali AKPINAR
G
manın
a
z
n
e
l
ri
ti
si n e v e
i
d
n
e
K
emane
n
ı
’
h
la
ni, Al
i
m
i
l
sahibi
i
t
e
n
he r d
a
m
rüp, e
ö
g
r i ki
e
k
h
a
r
,
r
a
l
e
o
nl
g e ç i re
ı
l
t
a
ib
amda
l
t
r
n
i
a
e
l
i
g e rç e k
a
d
a
d
dünya
lardır.
n
a
n
a
ka z
10
ünümüz insanın en çok aldandığı şeylerden biri
de zamandır. Zamanın kıymetini bilmemek,
zamanı hoyratça harcayıp tüketmek, teknolojik aletlerin karşısında, kötü arkadaşların
yanında, hayatın karmaşası içerisinde anlamsız
ve boş yere eriyip tükenen zamanlar, biten ömürler, değerlendirilemeyen, dolu dolu yaşanılamayan zamanlar bugün insanımızın üzerinde ağır
bir yük olarak durmaktadır.
Yüce Allah’ın üzerimizdeki en büyük nimetlerinden biri olan vakitin gerçek sahibi, Yüce Yaratıcıdır. Yüce Allah ise, Azîzdir. O’nun meşhur ismi olan
el-Azîz şu anlamlara gelir: O, izzet, şeref, galibiyet, güç,
kuvvet ve yücelik sahibidir. O’nun güç ve kudretine hiç
kimse ulaşamaz ve hiç kimse O’nunla baş edemez. Bu
konuda da O’nun eşi benzeri yoktur. “Doğrusu O,
Aziz ve hakîmdir.”[1] “İzzet bütünüyle Allah’ındır..”[2] O, izzetin asıl sahibidir. “Senin izzet sahibi
Rabbin, onların yakıştırdıkları sıfatlardın yücedir.”[3] O halde dünya ve Ahirette izzet isteyen
O’na yönelmeli ve O’nunla olmalıdır. Zira O’ndan
kaynaklanmayan güç ve kuvvetler geçici ve yok olmaya
mahkûmdur. O’nun aziz ettiğini de zelil edecek yoktur.
Şubat
Bu itibarla O’nun bütün nimetleri O’nun
ölçüleri doğrultusunda kullanılmalıdır. Bunun
için Azîz olan Allah’ın emanet ve nimetlerinin en büyüğü olan vaktin de Azîz kılınması bir kulluk borcumuzdur.
Vaktin azîz kılınması, onun bütün dilimlerinin Yüce Allah’ın ölçüleri doğrultusunda geçirilmesi
ile mümkündür. Vakit, Allah ile O’nu anarak,
O’nun gözetiminde, O hesaba katılarak geçirilirse anlamlı olur, kıymetli olur, azîz olur. Bu
yüzden eskiler, İslam’la geçmeyen ânlarını ömürden
saymazlardı.
Bir ayetinde de belirttiği gibi Yüce Allah, “her
gün/her ân bir iştedir.[4] Müslüman da Allah’ın
ahlakıyla ahlaklanan kimsedir. Buna göre, gerçek Müslüman da her ân hayırlı, yararlı bir iş
içerisinde olmalıdır.
Müslüman ibnü’l-vakittir, yani vaktin çocuğudur, onun için vakit çok önemli ve değerlidir. Müslüman asla, vakit öldüren, vakit kâtili olamaz;
aksine o hayırlı işleriyle vaktini dirilten, bereketlendiren kimsedir. Çünkü o, kendisine tevdi edilen vakiti nerede ve nasıl harcadığından sorgulanacaktır.
Müslüman, her zaman ve her yerde zaman bendedir
ve mekan bana emanettir bilincinde olmalıdır. Bu
yüzden pek çok ibadetin temel rüknü vakit sayılmış ve onları vaktinde yapmanın önemine
dikkat çekilmiştir.
VAKİT,
Vakit,NAKİT
Nakit OLAMAZ!
Olamaz!
Her şeyi paraya göre değerlendirenler, başka
bir deyişle para her şeyleri olanlar, güya vaktin önemine vurgu yapmak için vakit nakittir derler.
Şayet bu bir benzetme ise, hatalı bir benzetmedir. Zaten teşbihte hata olmasın denilse de çoğu
teşbihlerde hatalar olabilmektedir. Bu anlayış, vaktin
bozuk para gibi fütursuzca ve şuursuzca harcanmasının alt yapısını da oluşturmuştur. Hele bir de bunlar,
para benimdir, ben dilediğim yerden, dilediğim gibi
kazanır ve dilediğim gibi harcarım, kimse karışamaz
anlayışına sahip iseler, vakit gibi büyük nimetin çarçur
edilmesi için herhangi bir engel kalmamış demektir.
Oysa İslam’a göre, tüm her şey gibi para/malın gerçek sahibi de Yüce Allah’tır ve ancak
O’nun ölçüleri doğrultusunda kazanılır ve harcanır. Zamanın sahibi de O’dur ve ancak O’nun ölçüleri doğrultusunda kullanılmalıdır.
Nitekim bir hadiste “Zamana sövmeyiniz.
Zaman/zamanın sahibi Allah’tır”[5] buyurularak
zamanın önemine işaret edilmiştir. Buna göre zamanı iyi kılmak, onu bereketlendirmek tamamen insanın elindedir. İnsan isterse, iyi/güzel işlerle zamanını
güzelleştirip bereketlendirebilir. İnsanın kötülüklerle
yahut boş işlerle geçirdiği zaman bereketsiz bir biçimde çarçabuk geçip gidecektir. Nitekim Kur’ân ayetlerinde dünyada geçirilen zamanların/yılların,
bunları layıkıyla değerlendiremeyen insanlar
katında çok kısa ânlar olduğu bildirilmektedir:
“Sizi çağıracağı gün O’na hamd ederek
çağrısına uyarsınız dirilip kalkarsınız ve dünyada pek az kaldığınızı sanırsınız.”[6]
O diriliş gününde kendi aralarında gizli gizli,
“dünyada On günden fazla kalmadınız” derler.
Onların dediklerini biz daha iyi biliriz. En akıllıları ise:
“Siz yalnız bir gün kaldınız,” der.[7]
“Herhalde bir gün, yahut günün bir kısmı
kadar kaldık; sayanlara sor, dediler.”[8]
“Duruşma Saati başladığı gün, suçlular, dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına
O’nun bütün nimetleri O’nun ölçüleri doğrultusunda kullanılmalıdır. Bunun için
Azîz olan Allah’ın emanet ve nimetlerinin en büyüğü olan vaktin de Azîz kılınması bir
kulluk borcumuzdur.
Şubat
11
yemin ederler. İşte onlar, dünyada da haktan
böyle çevriliyorlardı.”[9]
“Onları bir araya toplayacağı gün, sanki
onlar sadece gündüzün, görüşüp, tanıştıkları
bir saati kadar dünyada kalmış olurlar. Allah’ın
huzuruna çıkmayı yalanlayıp, yola gelmemiş
olanlar, en büyük ziyana uğramışlardır.”[10]
Bu ayetler dünya hayatının ahirete göre çok
kısa oluşuna işaret ettiği gibi, kendilerine verilen
ömrü layıkıyla değerlendirmeyenlerin yaşadıkları yılların ömürlerinden sayılmayacağını da gösterir. Ger-
yapayım.[11] Rablerinin huzurunda utançtan başlarını
öne eğmiş; “Rabbimiz, gördük, işittik, bizi geri
döndür, iyi iş yapalım; artık kesin olarak inandık!” demekte olan suçluları bir görsen![12] Azabı gördüğü zaman günahkâr kişinin “Keşke benim için
bir kez daha dünyaya dönüş olsaydı da güzel
hareket edenlerden olsaydım!” demesinden sakının.[13] “Âh keşke bir dönüşümüz daha olsa da
inananlardan olsak!”[14]
Oysa Yüce Allah herkes gibi onlara da ibret
alıp, adam gibi yaşayacakları bir süre vermiş ve çok
önemli fırsatlar tanımıştı. Nitekim şu ayette her in-
Yüce Allah, “her gün/her ân bir iştedir.[4] Müslüman da Allah’ın ahlakıyla ahlaklanan
kimsedir. Buna göre, gerçek Müslüman da her ân hayırlı, yararlı bir iş içerisinde olmalıdır.
çekte onlara, bu söyledikleri süreden çok daha fazla
senelerce süren bir ömür verilmişti. Ama onlar, kendilerine verilen bu zamanı iyi değerlendirememişler,
boş ve anlamsız işlerde yahut kötülükler içerisinde
geçirmişlerdi. Onların ömürlerinde kayda değer bir
iyilik güzellik bunmamaktadır. Bu yüzden gereği gibi
değerlendiremedikleri günler/yıllar, onların gözünde
çok kısa ânlar olarak görülmektedir. Ve onlar bir
kere daha dünyaya geri dönüp layıkıyla yaşayamadıkları ânları dolu dolu, hayır ve iyiliklerle yaşamayı isteyeceklerdir. Lakin bu pişmanlıkları onlara bir yarar sağlamayacak ve bu isteklerine
olumlu cevap verilmeyecektir Nihayet onlardan
birine ölüm geldiği zaman: “Rabbim, der, beni
geri döndür ne olur bir kere daha geri döndür!
Döndür de terk ettiğim dünyada yararlı bir iş
sana düşünüp ibret alacağı, tabi tutulduğu sınavda
başarı göstereceği yeterli bir sürenin verildiğine dikkat çekilmiştir:
Onlar orada: “Rabbimiz, bizi çıkar, önce
yaptığımızdan başkasını yapalım?” diye feryat
ederler. “Sizi, öğüt alacak olanın, öğüt alacağı
kadar bir süre yaşatmadık mı? Size uyarıcı da
geldi fakat inanmadınız. Öyle ise azabı tadın
artık. Zalimlerin yardımcısı yoktur.”[15]
Gerçekte her yeni gün insanoğluna tanınan yeni bir fırsattır. Zira küçük ölüm uykunun
son bulmasıyla insan, yeniden hayata dönmektedir. Ancak bunu fark edemeyenler, defalarca
dünyaya geri gelseler, yine de yapacakları şeyler yaptıklarından farklı olmayacaktır.
Allah’ın
Günleriyle
Öğüt
ALLAH’IN
GÜNLERİYLE
Almak
ÖĞÜT
ALMAK
“Onlara Allah’ın günlerini hatırlat/ Allah’ın günleriyle öğüt ver. Doğrusu banda çokça sabreden ve şükreden herkes için ayetler
vardır.”[16] Böyle buyuruyor Yüce Rabbimiz. Ayette öncelikle Allah’ın günleri ve onlarla öğüt almak
ifadeleri dikkatimizi çekiyor. Ayet Hz. Musa peygambere gelen ilahî emirlerden birini anlatıyor. Ancak, emrin Hz. Musa’ya verilmiş olması, bizi
12
Şubat
de ilgilendirir. Yani bizim için de Allah’ın günleriyle
öğüt vermek ve onlardan öğüt almak söz konusudur.
Aslında bütün günler Allah’ındır, ancak bazı
günler vardır ki onlar, içlerinde meydana gelmiş olaylar
yüzünden, diğerlerinden ayrılırlar. Günlerin Allah’a izafe edilmesi, onların büyüklüğünü ve insanlık tarihindeki önemini anlatmak içindir. İnsanlık tarihinde öyle
büyük günler vardır ki, o günlerde meydana gelmiş olan olaylar herkesi ilgilendirir.
Bu ve benzeri günlerde insanlığı ilgilendiren
çok önemli olaylar meydana gelmiş. Yüce Allah’ın
kullarına olan ikramlarının en büyüğü bu günlerde
gerçekleşmiştir. Bu yüzden ayet, “Allah’ın nimetlerini hatırlatarak onlara öğüt ver, şeklinde de
anlaşılmıştır.”[17]
Bir de özel olarak her insanın kendi hayatında unutamadığı ve unutmaması gereken günler vardır. Doğduğu gün, Allah’ın büyük nimetlerine erdiği gün, çok büyük kaza ve belalara
Kur’ân adamına düşen, tarihin dönüm nokta- maruz kaldığı gün ve öleceği gün gibi. Elbette
her insan, hayatının dönüm noktası olan bu günleri
sı olan bu günleri iyi tespit etmek, onları iyi okude hatırlamalı, onlardan ders
mak, onlardan ibret almak
çıkarmalı, onları sabır, şüve onları öğüt aracı olarak
kür ve ibadet fırsatına dökullanmaktır. İşte Allah’ın
Kendilerine emanet olarak verilen
nüştürmelidir.
günleriyle öğüt ver cümzaman nimetini, kulluk fırsatını
lesinin manası budur. Bu
Ayetimizin son cümen güzel bir biçimde değerlendiren
dönüm noktası olan günlesi doğrusu bunda çokler nimet ânları da olabilir,
ça sabreden ve şükreden
kullara ne mutlu. Allah’ın günlerini,
azap ânları da.
herkes için ayetler vardır
Allah’a
yakınlaşma
fırsatı
olarak
şeklindedir. Demek ki AlSözgelimi göklelah’ın günlerinden ders
değerlendirenlere müjdeler olsun!
rin ve yerin yaratıldığı
alıp onlardan istifade
gün, ilk insanın yaratıledebilmek için sabırdığı gün, Nuh tufanı, Hz.
lı olmak ve şükretmek
İbrahim’in Nemrud’un ateşinden kurtulduğu gerekmektedir. Kulluk yolunda karşılaşılabilecek
gün, Hz. İsmail’in kurban edilmek için yere güçlüklere katlanmak, ibadette devamlı olmaya, güyanı üzerine yatırıldığı gün, Hz. Musa’nın Fi- nahlardan uzak olmaya sabretmek; sonra nimetlere
ravun’un zulmünden kurtulduğu gün, Hz. Ze- şükretmek. Şükür, nimetin farkında olmak, nimet sakeriya ve Hz. Yahya’nın şehid edildikleri gün, hibini tanımak ve nimeti O’nun ölçüleri doğrultusunHz. İsa’nın doğduğu ve dünyadan ayrıldığı gün, da kullanmakla gerçekleşir.
Son Peygamberin doğduğu gün, peygamber
olarak gönderildiği gün, hicret ettiği gün ve vefat ettiği gün ve benzeri günler unutulmaması
gereken, iyi okunması gereken günlerdir.
Kendilerine emanet olarak verilen zaman
nimetini, kulluk fırsatını en güzel bir biçimde
değerlendiren kullara ne mutlu. Allah’ın günlerini, Allah’a yakınlaşma fırsatı olarak değerlendirenlere müjdeler olsun! Kendisine verilen
zamanın her dilimini, Allah’ın emaneti olarak görüp, emanet sahibi ile irtibatlı geçirenler, her
iki dünyada da gerçek anlamda kazananlardır.
Kaynaklar
[1] 2Bakara 209, 220, 228, 240, 260.. Yüze yakın ayette O’nun Aziz
oluşuna, daha çok Hakim, Alim, Rahim isimleriyle birlikte vurgu yapılır. [2] 35
Fatır 10. [3] 37 Saffât 180. [4] 55 Rahman 29 [5] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II,
494 (Buharî, Müslim) [6] 17 İsra 52. [7] 20 Taha 103-104. [8] 23 Müminun
113. [9] 30 Rum 55. [10] 10 Yunus 45, 46 Ahkaf 35, 79 Naziat 46 [11] 23
Müminûn 99-100. [12] 32 Secde 12. [13] 39 Zümer 58. [14] 26 Şuara 102.
[15] 35 Fatır 37. [16] 14 İbrahim 5. [17] İbn Kesîr, Tefsîr,II, 523.
Şubat
13
“O’na Yönelin”
Fuat TÜRKER
“… Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır, öyleyse kulları-
Allah’a) yönelen biriydi.” (Sad, 17) buyurur
Allah... Ki her davranışında!..
ma müjde ver.” (Zümer Suresi, 17)
Samimiyetle, gönülden Allah’a yönelmek
Allah’a gönülden bağlanmak; O’nu her
kurtuluşa vesiledir. “Allah, dilediğini buna
durumda bağlılık ve sadakatten vazgeçmeyecek
seçer ve içten Kendisi’ne y öneleni hida-
kadar çok sevmek ve O’na karşı içi titreyerek
yete erdirir.” (Şura Suresi, 13)
korku duymaktır. İnsan ancak o zaman, Allah’ın
hoşnut olmayacağı davranışlarda bulunmaktan
şiddetle kaçınabilir.
Bediüzzaman, insanın aczi ve düşmanların
çokluğu sebebiyle bir dayanak noktasına muhtaç olduğunu, ancak o noktaya yöneldiğinde,
Rabbimiz kullarını bütün ibadetlerinde samimiyet ve teslimiyete çağırır. Müminlerin bu
onun yardımıyla ihtiyaçlarını giderip, düşmanlarını def edebileceğini ifade eder.
üstün ahlak özellikleri, Allah’ın kullarına müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdiği elçilerinde çok
güzel örneklerle tecelli eder.
“İnsan zaiftir, belaları çok... Fakirdir,
ihtiyacı pek ziyade... Acizdir, hayat yükü
pek ağır... Eğer, Kadir-i Zülcelal’e (Ce-
14
“Bizim güç sahibi kulumuz Davud’u
nab-ı Hakka) dayanıp tevekkül etmezse ve
hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında
itimat edip teslim olmazsa, vicdanı dâim
Şubat
azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler
İnsan kulluğunun şuurunda olduğu sürece
(sıkıntı ve zahmetler), elemler, teessüfler
Allah katında değerlidir. Bu sebeple Allah’a gö-
onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.”
nülden yöneliyor, yaptığımız hatalar için O’na
“Ahsen-i takvim suretinde (en güzel
şekilde) yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse (bütün hissiyatiyle
itirafta bulunuyor ve yalnızca O’ndan yardım
diliyoruz. Dünyaya kulluk ve ibadet için gelmiş
olan bizler aczimizin şuurundayız, muhtacız; her
dünyaya yönelse), yüz derece sermayece
şeyi, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Sonsuz Kudret
hayvandan yüksek olduğu halde, yüz de-
Sahibi Allah’tan istiyoruz.
rece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı
düşer.”
“Bir maksut ki fenâda mahvoluyor;
o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni
Öyle ya; insan burada misafirdir. Misafir,
beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Misafirliği sona erdiğinde, bu fani dünyadan da çıkacaktır. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya
çalışmalı. Hayatını, kendisini yaratan Rabbinin
olanı istemem, neyleyeyim?.. Bir mâbud
ki zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona
iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım
ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük
rızası yolunda sarfetmeli ki karşılığı büyük bir
dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaraları-
mükâfat olsun. Rabbinin Katında övülmüş bir
ma merhem süremez. Zevâlden kendini
makama ulaşabilsin.
kurtaramayan nasıl mâbud olur?”
Şubat
15
Bu Hayatın Hesabı Nası Verilir?
Abdullah ÇAKIR
B
ak m ak
b
a
m
Hara
.
rafıdır
s
i
n
ü
g öz
şmak,
u
n
o
k
r
li ş e y l e
a
b
u
a
l
in di li
ç
i
t
e
B o ş,
b
y
a ve g ı
r
i
ft
i
,
afıdır.
r
s
i
yalan
n
i
il
mak d
n
a
l
l
u
k
b a şk a
n
e
d
n
i
el
e n g üz
n
i
afıdır.
r
r
e
s
l
i
n
ı
S öz
ğ
k ku l a
e
m
e
l
n
di
ş e yle r
16
üyük bir üniversitenin yemekhanesindeyiz. Akademisyenlerle talebelerin yemek salonları ayrı.
Akademik personelin salonuna girip bir
masaya oturduğunuzda garsonlar ellerinde yemek tabaklarıyla geliyor, hizmet ediyorlar. Lüks
bir restorant standartlarında bir hizmet var.Aancak yemekleri beğenmeyenleri mi, yemeklerin
yeteri kadar sıcak olmadığından dem vuranlar
mı, hizmetin zamanında yapılmadığından yakınanları mı, menüdeki yemeği gördüğü halde yemeyeceği yemekten alıp bir kaşık aldıktan sonra
bırakanları mı, lokmasını bitirmeden ayrılanarı
mı ararsınız hepsi var. Yemek şirketi değişiyor lakin
aynı nakaratlar devam ediyor. Bir tatminsizlik, bir tatminsizlik ki sormayın. Ve bu sorunun sadece burayla
sınırlı olmadığını ailemizde, çalıştığımız yerlerde vs. ne
kadar yaygın olduğunu müşahede ediyorsunuz.
Yüksek eğitim görmüş koca koca insanların tabaklarında ve masalarında bıraktıklarını görünce içiniz
sızlıyor. Yemek saatinden sonra garsonlar ellerinde kocaman bir poşetle geliyor, israf edilen bu yemek ve ekmekleri topluyorlar. Kocaman bir yığın oluşuyor.
Şubat
Allah’ın verdiği zekayı kötü yollarda kullanmak zekanın israfıdır.
Kalp, Mevla’nın dişındakilerle meşgulse kalbin israfıdır.
İlmi layık olmayanlara vermek ilmin israfıdır.
Ve düşünüyorsunuz...
Atılanlar sadece yemekten mi ibaret. O yemekle birlikte tarlasından, bağından, mutfağından gelen koca bir emeğin ve milli servetin
de çöpe gittiğine şahit oluyorsunuz. Ve dünyanın dört bir yanında afetlerle, kuraklıklarla, iç savaş
ve zulümlerle hayatları kararmış insanlar gözünüzde
canlanıyor. içiniz bir kat daha sızlıyoyor.
mızdan duyuyoruz: “önceleri nimetler ve imkanlar bu kadar bol değildi lakin şükür ve kanaat vardı. Şimdi ise imkanlar ve nimetler çok
lakin kanaat yok.” diye. Allah bu nakörlüğün, bu
vefasızlığın hesabını somaz mı?
Ve düşünüyorsunuz...
İsraf hayatımızın her safhasında.
Harama bakmak gözün israfıdır.
Ve düşünüyorsunuz...
İsraf sadece cahillerin işi mi? Cahillerden kasıt
eğitim almamış kişiler ise yüksek tahsil yapmış, her
birisi alanında akademik bir ünvan sahibi olmuş bu
insanların yaptıklarını nereye koyacaksınız. Köylü
insanı yemeğini bu kadar israf etmiyor.
Ve düşünüyorsunuz...
Demek ki cehalet başka birşeymiş. Bazı
cehaletler tahsil edilerek, bazısı da parayla kazanılıyormuş.
Gün görmüş büyüklerimizden, arif insanları-
Boş, laubali şeyler konuşmak, yalan, iftira ve
gıybet için dili kullanmak dilin israfıdır.
Sözlerin en güzelinden başka şeyler dinlemek kulağın israfıdır.
Kötü alışkanlıkların kurbanı olmak bedenin
israfıdır.
Allah’ın verdiği zekayı kötü yollarda kullanmak zekanın israfıdır.
Kalp, Mevla’nın dişındakilerle meşgulse kalbin
israfıdır.
İlmi layık olmayanlara vermek ilmin
israfıdır.
Şükürsüzlük, kanaatkarsızlık nimetin israfıdır.
Ve nefeslerin israfı...
Ve dünyaya geldik gidiyoruz. Bize verilen tek
fısatlık bir hayat...
Mevla’dan razı olmuş ve Mevla’nın razı
olduğu bir kul olmadan gidersek koca bir hayatın israfı...
Ve düşünüyorsunuz...
Mevla huzurunda durdurpup sorarsa...
Bu hayatın hesabı nasıl verilir?
Şubat
17
Kulluk Bilincinin
İnsan Psikolojisine Etkisi
Hasan BAŞAR
İ
nsanın maddi yönü gibi, birde psikolojik yönü vardır.
Hatta psikolojik yönü maddi yönünden daha baskın
gelmektedir. Bütün davranışlarımızın temelinde
psikolojik alt yapı vardır. Davranışlarımıza şekil
veren içinde bulunduğumuz ruh halimizdir. İnsanların fizyolojik ihtiyaçlarını gidermek kadar psikolojik ihtiyaçlarının da giderilmesi gerekir. Bu psikolojik
ihtiyaçlarımızdan birisi de bir ilaha inanmaktır.
en
ş e y in
r
e
h
e
h’tır v
iz
a
l
l
A
ldiğim
O
i
b
r
ı
y
a
ır
ndir. H
e
l
i
b
i
e hay
d
z
i
iyisin
m
i
iğ
r bi l d
e
ş
,
r
e
ldirir.
i
b
de ş
a
n
lu
ini ku
ğ
e
c
e
l
i
olab
Biz yaratılış icabı bir kuluz ve hep bir ilaha inanma ihtiyacı duyarız. Çünkü biz aciziz. Allah inancının ve
Allah’a ibadet etmeninin insan psikolojisi üzerinde çok büyük etkiler vardır.
“Ancak dinin kişiliği etkileme düzeyi, kişinin dini
benimseme ve onunla bütünleşme derecesine bağlıdır.
Benimsenmeyen din ve inançlar zaten kişiliğe mal olmuş değildir. Bu sebeple de etkili olmaları söz konusu
olmaz. Nitekim bazı araştırmalarda iç kaynaklı veya içselleştirilmiş bir dinin kişiyi kaygı, endişe ve suçluluktan
kurtardığı, olgun insan sahiplerinin inançlarını günlük
18
Şubat
hayatlarıyla bütünleştirdiklerini, depresyon ve para-
bütün hayatımız maddi ve manevi anlamda yeni-
noyak gibi psikolojik rahatsızlıkları daha az yaşadıkla-
den dönüşecektir. Yani Allah’a sağlam bağlarla
rı; buna karşı dış kaynaklı yani içselleştirilmemiş olan
bağlandıktan sonra tutum, davranış, duygu ve
bir din ile psikolojik rahatsızlıklar arasında olumlu
düşüncelerimiz yeniden bir sisteme girecektir.
ilişki bulunduğu tespit edilmiştir. Bu sonucu normal
Çünkü Allah inancı bütün hayatımızı kapsayan ve
karşılamak gerekir. Çünkü dış kaynaklı, kurumsal
şekillendiren bir değerler sistemi üretmektedir. Artık
veya içselleştirilmemiş dindarlık, bir bakıma kişinin o
bizim bu dünyada yeni bir misyonumuz var. Kul ol-
konuda, yeterli bilgi ve bilinçten yoksun olarak sos-
mak. Âlemlerin Rabbine kul olmak.
yal çevrenin etkisi veya baskısı altında yaşadığı bir
dindarlıktır, daha doğrusu bu, bir dindarlık görün-
Bizler kuluz, o halde kul olduğumuzun bi-
tüsüdür. Böyle olunca da bu tarz dindarlık , sağlıklı
lincine varmalıyız. Kendimizi kul konumuna oturt-
bir inanç ve değerler temelinden yoksun, Allport’un
tuktan sonra davranışlarımızı, duygu ve düşünceleri-
deyimiyle yaşanan değil, kullanılan dindarlık olmak-
mizi ona göre şekillendirmeliyiz. Allah inancı ve ona
tadır.” (Habil Şentürk, İslami Hayatın Psikolojik Te-
bağlı olarak Allah’ın emir ve yasaklarına uymamız,
melleri, sayfa; 47)
sağlıklı bir birey olarak sürekli yükselmemiz demektir. Eğer kul hakiki anlamda kul olma bilincine
Bugün İslam dünyasında huzur yoksa
ererse Allah’ın dışındaki her şey anlamsız hale
imanımızın derecesini sorgulamamız gerekir.
gelir. Yani tabiri caizse yok hükmündedir. Değersiz-
Allah’a ne ölçüde teslim olduğumuzu sorgula-
dir. O zaman onların varlığı ya da yokluğu bize ne
malıyız. Gerçekten İslamiyet’i yaşıyor muyuz, yok-
mutluluk verir ne de üzüntüye sebep olur. Bugünkü
sa Allport’un dediği gibi kullanılan dindarlığı
sıkıntılarımızın kaynağı dünyayı önemsememiz de-
mı yaşıyoruz? Zannedersem ikincisi çok daha ağır
ğil midir? Sıkıntılardan kurtulmamızın tek yolu
basmaktadır.
dünya ve dünyaya ait şeyleri hayatımızdan kaldırıp atmaktır.
İslam kelime anlamı olarak itaat etmek,
boyun eğmek, teslim olmak anlamlarına gelir.
İnsanın Allah’a teslimiyeti arttığı ölçüde
Allah’a
özgüveni de gelişecektir. İnsan Allah karşısında
teslim olmak demek, Allah’ın emir ve yasak-
küçüldükçe, kişiliği gelişecek, iç huzuru artacak ve
larına mutlaka uymak demektir. Eğer Allah’a
buna bağlı olarak ta mutluluğu artacaktır. Hayat Müs-
kul olma bilincine erersek nefsimizden kur-
lüman için daha anlamlı hale gelecektir. Başıboş, an-
tulur, özgür oluruz. Böylece insan, ruhunu esir
lamsız bir hayat insanı bunalıma sürükler. İnsan haya-
alan zincirleri kırmış demektir.
Dünyanın geçici
tının bir anlamı olmalıdır. Bizim hayatımızın bir anlamı
zevklerini tadıp ta mutlu olduğunu hayal eden
olmalıdır. Eğer hayatımızın bir anlamı yoksa dünyayı
zavallı ruhları içinde bulunduğu bataklıktan
bize verseler bile bizim için bir şey ifade etmez. Haya-
çıkaracak yegâne duygu Allah’a kul olma bi-
tımızı bir süzgeçten geçirdiğimizde, dikkatli bir şekilde
lincidir. Kâinatın yaratıcısına teslim olursan
kendimizi gözlemlediğimizde hep bir şeylerin arayışı
huzura erer, selamet bulursun. Allah’a sağlam
içerisinde olduğumuzu görürüz. Bizler hayatımızı an-
bağlarla bağlanırsak hayatımız sil baştan değişecek,
lamlandırmanın çabası içeresindeyiz. Yaptığımız dav-
Kâinatın yaratıcısına teslim olmak.
İslam dünyasında huzur yoksa imanımızın derecesini sorgulamamız gerekir.
Allah’a ne ölçüde teslim olduğumuzu sorgulamalıyız. Gerçekten İslamiyet’i yaşıyor
muyuz, yoksa Allport’un dediği gibi kullanılan dindarlığı mı yaşıyoruz?
Şubat
19
ranışların mantıklı bir anlamı yoksa huzursuzluk baş
harcamak, velhasıl her şeyi Allah için yapmak, yaptık-
gösterecektir. İşte Allah inancı bu noktada devreye
larımızın mükâfatını yalnız Allah’tan beklemek, bütün
giriyor ve hayatımıza bir anlam yüklüyor.
sosyal ilişkilerimizin temelinin sevgi ve saygı üzerine
kurulmasını sağlayacaktır. Karşı taraftan menfaat kar-
Allah inancı kişiye bir sorumluluk yük-
şılığı beklemeden yapmak, yaptığımız iyiliğe karşılık
ler. Sorumlu insan vicdan sahibidir. Vicdanı
görmediğimizde hayal kırklığına uğramamamıza ve-
olabilmesi içinde insanın hür olması ve seçim ya-
sile olacaktır. Menfaat karşılığı beklemeden yapmak
pabilmesi gerekir. Mümin sorumluluk sahibidir.
insanlar arasındaki sevgiyi artıracak, kardeşlik duygu-
Vicdan kişinin kendi iç muhasebesidir. İnsanın
sunu geliştirecektir. Düşünün herkesin kardeşlik duy-
ilerlemesi ancak ve ancak kendisini muha-
guları ile birbirine bağlandıklarını. Burada hiç huzur-
sebeye çekmesi ile mümkündür. İnsan ancak o
suzluk olur mu?
zaman ilerler ve kendini geliştirir. Allah inancı insanı kendi kendisi ile muhasebe etme ve eleş-
Allah inancı insanı hep olumlu yönde motive
tirme cesareti verir. Vicdanlı insan kendi içinde
eder. Çünkü Allah hep güzel olan şeylerin olması için
tutarlı insandır. Kendi içinde tutarlı insan şahsiyetli
kuluna telkinde bulunur. Ve biz biliriz ki yüce Allah
ve kişilik sahibidir demektir. Şahsiyetli insan çev-
bir şeyi yasaklamışsa mutlaka onun kişi ya da
resine güven verir. İnsan ne istediğini bilirse,
toplum için kötü bir tarafı vardır. İnsanın kendi-
hayatı o doğrultu da yaşarsa, bütün enerjisini
ni güvenebileceği, kendini ona emanet edebileceği,
belirlediği bu hayata göre sürdürürse erdemin
hep iyiliğini isteyen bir yaratanının olduğunu bilmesi-
kapısına dayanmış demektir.
nin verdiği hassın zannediyorum tarifi yoktur.
Allah inancı insanı yalnızlık duygusundan kurtarır. İnsan bilir ki başı sıkıştığında,
bunalıma girdiğinde, yalvaracağı, derdini anlatabileceği, bir yaratanı vardır. Gizli gizli
dökülen gözyaşları ruhumuzu hafifletir.
Allah inancı insanı yalnızlık duygusun-
Allah’a inanmanın sayısız faydalarından sa-
dan kurtarır. İnsan bilir ki başı sıkıştığında, bunalı-
dece bazılarını sayabildik. Ve şunu söyleyebilirim ki
ma girdiğinde, yalvaracağı, derdini anlatabileceği, bir
inanmak dünyanın en güzel duygusu. Eğer in-
yaratanı vardır. Gizli gizli dökülen gözyaşları ru-
san inanmıyorsa ya da halis bir imana sahip değilse o
humuzu hafifletir. Çaresizlik duygusu kadar insanı
insana sadece acırım. Çünkü o kişinin hem bu dün-
mahveden bir duygu yoktur herhalde. Oysa Allah
yası zehir, hem de ahireti berbattır. Allah’ım sana
inancı bu çaresizliğinde ilacıdır. Allah kuluna
şükürler olsun ki Müslümanım. Bu dünyanın
umutsuzluğu yasaklamıştır. O Allah’tır ve her
bütün malına, mülküne, servetine zerresini
şeyin en iyisini bilendir. Hayır bildiğimiz de
bile değiştirmeyeceğimiz ne büyük bir saadet.
şer, şer bildiğimizde hayır olabileceğini kulu-
Duygularımı anlatmaya ne kelimeler yeter, ne
na bildirir. Halk ne güzel der: “Allah gümüş kapı-
de bu dil bunu hakkıyla anlatabilir. Bu hayattaki
yı kaparsa altın kapıyı açar.”
tek korkum, bir gün bu güzel duyguları yitirmek. Allah’ım ne olur hayatımın sonuna kadar beni bu
Allah inancı insanları enaniyetten ve
bencilikten kurtarır. Allah için sevmek, Allah için
20
duygular ile kaim eyle, sana hakkıyla kul olan
kullarından eyle. Amin.
Şubat
Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz.
Buyuruyor ki;
Bir insan, “Biz rüzgarı bir aşılayıcı olarak gönderdik. Gökten suyu
indirdik ve onunla sizi suladık. Onun iradesi sizin elinizde değildir.”1
ayetini terennüm ettikten sonra, nasıl olur da tabiat olaylarını tabiatın yarattığını
kabul ederek, cahil vaizlerin ağzından akıcı bir üslüpla çıkan bu yanlış fikri
alıp müdafaa eder ve aklına geldiği gibi kasılarak konuşur. Böylece dini eksik
göstererek tabiat olaylarını, tabiatın yarattığına hükmedebilir?
Ey Allah’ın kendisini iman üzere yarattığı, kalbini hidayet ve islam nuruyla
nurlandırdığı mü’min, “cehaletini gidermek için, dinden çıkanların
safsatalarına kulak vermekten şiddetle sakın.” Çünkü onların süslü
sözlerini hikmet zanneder ve dininin hikmetini küçük görürsün. Halbuki Allah, o
dinin şerefini senin için yüceltmiştir. Dinin getirdiği bu hikmetler, en son noktaya
ulaşmış ve diğer bütün hikmetler, onun ulaştığı seviyeden düşük kalmıştır.
Allah seni, beni ve bütün müslümanları bu duruma düşmekten
muhafaza buyursun. Yoksa bu öldürücü zehir, eskilerin cevher, araz ve bileşik
maddelere işaret eden sözlerinden derlediği bi takım asılsız laflarla, sana dininden
vazgeçmeyi telkin eder. Ortaya yeni bir şey konulduğunu zanneden nefsin de, ona
meylediverir. Yazık senin gibilere “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.”2
1. el-Hicr, 15/22. 2. eh-Nahl, 16/43.
Şubat
21
Sihir, Büyü, Tılsım:
Gerçekler ve Efsaneler
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
İ
nsan kendisine bahşedilen irade ve imkanları hangi yönde kullandığına bağlı olarak; yaratılmışların
zirve noktasına çıkabilir, “eşref-i mahlukât” sı-
fatını kazanır. Ya da alçaldıkça alçalabilir, “esfel-i sâfilîn” aşağıların aşağısı olur. İnsan rahmanî kudrete de,
ı
cuklar
o
ç
a
rasınd
a
sadıyla
k
k
a
m
Hal
k
k
oruma
k
takma
n
a
d
r
”
a
z
u
ğ
na
b o nc u
dettir.
a
r
r
i
a
b
“naz
z
aygın
y
ğ u gö
u
c
a
n
ç
o
k
b
oldu
nazar
adığı
i
m
k
a
l
ğ
r
a
s
Ne va
fayda
r
i
b
lanmış
e
k
n
a
i
s
s
e
a
y
d eğ m
z ce d e
i
m
i
n
i
gibi, d
endir.
şeylerd
şeytanî vesveseye de açıktır. Bu güçlerden hangisine
meylederse, kişiliği ve eylemleri o doğrultuda şekillenir, çevresine de yine o doğrultuda tesir eder. Terbiye
ve tezkiye edilmemiş nefsin toplumu etkileme, nüfuz
ve şöhret elde etme, insanları kontrol altında tutma ve
yönlendirme gibi eğilimleri vardır. Pek çok kişide tutkuya dönüşmüş bir eğilimdir bu. Böyle kişiler bu amaçlara
ulaşmak için yerine göre kaba kuvvete ve her türlü hile
ve yalana başvurmaktan çekinmezler. Bazen bununla
da kalmazlar, “tabiat üstü güçler”den yardım alma
veya alıyormuşcasına göz boyama yöntemlerini de kullanırlar. Yani büyüye, sihre başvururlar. Tarihin çok eski
zamanlarından bu yana hep var olan, bilim ve teknolojinin kutsandığı çağımızda ise terk edilmek şöyle dursun, yeni görünümlerle yoğunlaşıp yaygınlaşan sihir ve
büyü gerçekte var mıdır, etkisi nedir, nasıl korunulur?
22
Şubat
Sihir ve büyünün çağrışım alanına giren diğer konular ve bunların mahiyeti nedir?
Sihir ve büyü kavramları söz konusu olduğunda, bunlarla ilişkili pek çok başka konu da akla gelir.
Fal, kehanet, astroloji gibi halen moda olan konular
sihir ve büyünün çağrışım alanı içinde yer almakla
birlikte, biz bunları daha sonraki bir yazının konusunu teşkil etmek üzere şimdilik bir kenara bırakıyoruz.
Burada yalnızca sihir, büyü, tılsım ve nazar üzerinde duracak ve bunlardan korunma ve kurtulma yolları hakkında doğru bilgileri sunmaya
çalışacağız.
Tarihin
alışkanlığı
Tarihinkötü
Kötü
Alışkanlığı
İnsanın mahiyetini bilmediği şeylere belli bir
kuşku ve tereddüt ile yaklaşması son derece tabiîdir.
Güç yetiremediğimiz kişilerin tasallutuna maruz kalmak elbette kolay kabullenilecek bir durum değildir.
Bir de tabiat üstü varlıklarla ilişkili olduğu söylenen,
dolayısıyla baş edilmesi çok daha zor olan güçler söz
konusu olursa, iş daha da endişe verici boyutlara tırmanmakta, zayıf tabiatlı insanlar böyle durumlarda
kolaylıkla teslim alınabilmektedir.
Hatta Felak Suresi’nde Efendimiz s.a.v.’e hitaben, “düğümlere üfleyenlerin şerrinden” Allah’a
sığınılmasının emir ve tavsiye buyurulması, o dönemde, iplere düğüm atarken birtakım şeyler söyleyerek
düğümlere üflemek suretiyle sihir/büyü yapıldığını
açık bir şekilde göstermektedir.
Bunlar ve çağrışım alanlarında bulunan diğer
kavramlar, toplumumuzda genellikle söylentiden ileri geçmeyen şeylere dayanıldığı ve haklarında sahih
bilgi edinilemediği için halk tarafından çoğu zaman
birbirinden ayırt edilememekte, hakikatine inanılması gerekenlerle, hiçbir hakikati olmayanlar birbirine
Yahudilik, Hıristiyanlık gibi semavî kökenli olduğu halde sonradan dejenere edilmiş dinlerde de,
Hinduizm, Budizm, Şintoizm… gibi beşer mahsulü
inanç sistemlerinde de, nihayet biricik Hak Din olan
İslâm’da da büyü, sihir, tılsım gibi kavramlar
önemli bir yer tutmuştur.
karıştırılabilmektedir. Oysa bu konu, itikadî sahaya
girdiği için son derece önemlidir ve itikadî sahanın
hassasiyetinin farkında olan her mümin bu meseleler
hakkında doğru bilgi edinmek durumundadır. Dolayısıyla bizim toplumumuzda da diğer toplumlarda da
güncelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen bu kavramların tarifi ve hakikati doğru bir şekilde öğrenilmelidir.
Bilindiği gibi, Efendimiz s.a.v. Tevhid’i tebliğ
etmeye başladığı zamanlarda putperest Mekke toplumunun ileri gelenleri tarafından “büyü/sihir yapmak”la itham edilmişti (Bkz. Sâd Suresi, 4; Zâriyât
Suresi, 52). Bu durum, İslâm’dan önceki Arap toplumunda da büyünün/sihrin bilindiğini ve ona inanıldığını göstermektedir.
Büyü
ve büyücülük
Büyü
ve Büyücülük
Büyü, tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurularak
yahut kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan
bazı nesneler kullanılarak fayda veya zarar vermek
yahut korunmak maksadıyla yapılan işler diye tarif
Hatta Felak Suresi’nde Efendimiz s.a.v.’e hitaben, “düğümlere üfleyenlerin şerrinden”
Allah’a sığınılmasının emir ve tavsiye buyurulması, o dönemde, iplere düğüm atarken
birtakım şeyler söyleyerek düğümlere üflemek suretiyle sihir/büyü yapıldığını açık bir
şekilde göstermektedir.
Şubat
23
bunları 8 grupta toplamıştır (3/206 vd.). Bunları iki
başlıkta toplayan Elmalılı şöyle der: “Bütün bu kısımlar, esaslı iki kısma raci olur. Birisi sırf
yalan, uydurma ve kandırmadan ibaret olan
söz veya fiil ile tesir icra eden sihir, diğeri
az çok bir hakikati suiistimal ederek ortaya
konan sihirdir. Sihrin bütün mahiyeti, hayali hakikat zannettirecek şekilde insan ruhu
üzerinde aldatıcı bir tesir bırakmaktan ibaret
olduğu halde, bunun bir kısmı sırf hayal ve
vehmettirmek, diğer bir kısmı da bazı hakikat
ile karışıktır. Binaenaleyh her sihrin tesirden
büsbütün uzak olduğunu iddia etmemelidir.”
(Hak Dini Kur’an Dili, 1/445)
edilir (TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/501). “Sebebi
gizli olan, hakikatinin aksine tahayyül edilen, göz boyama ve aldatma tarzında yapılan
şeyler” (Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, 3/205)
diye tarif edilen “sihir” ile aynı anlamda kullanılsa
da, büyü ve sihir kelimeleri, dilimizde farklı anlam sahalarına sahiptir.
Mesela “büyücü” kelimesi, yukarıdaki tarife
giren işlerle, tabiat ötesi güçlerle ilişki kurarak, yani
büyü yaparak iştigal ettiğine inanılan kimseler hak-
Büyüveve
sihrin
gerçekliği
Büyü
Sihrin
Gerçekliği
Ve ve
hükmü
Hükmü
Kur’an ve Sünnet’e baktığımızda, büyünün/
sihrin gerçek olduğunu görüyoruz. Kur’an’da şöyle
buyurulur: “Süleyman mülküne dair şeytanların
uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Oysa
Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, fakat o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil’de Harut ve Marut’a, bu iki meleğe
indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi;
“Biz ancak ve ancak imtihan için gönderildik;
Büyücü, kullandığı materyaller üzerine birtakım şeyler yazmak, okumak ve onları
belli tarzlarda kullanmak suretiyle diğer insanlara fayda veya zarar verirken, sihirbaz
daha ziyade eğlence maksatlı olmak üzere şaşırtıcı gösteriler yapar.
kında kullanılırken, “sihirbaz” kelimesi daha ziyade
el çabukluğu ile gözbağcılık yapan kimseler hakkında
kullanılır. Büyücü, kullandığı materyaller üzerine birtakım şeyler yazmak, okumak ve onları
belli tarzlarda kullanmak suretiyle diğer insanlara fayda veya zarar verirken, sihirbaz daha
ziyade eğlence maksatlı olmak üzere şaşırtıcı
gösteriler yapar.
İslâm alimleri büyünün/sihrin birçok çeşidini
zikretmiş, Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr’inde
24
sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!” demeden
kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan
koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça
bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi.
Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda
sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkıyla bilselerdi, uğruna kendilerini
sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.” (Bakara, 102)
Şubat
Bu ayet üzerinde geniş bir şekilde duran müfessirlerin söyledikleri kısaca şudur:
İşte bu insan ve cin şeytanları bir taraftan kendi elleriyle yazıp tedvin ettikleri sihirleri, diğer taraftan da (muhtemelen I. Sürgün döneminde, milattan
Ehl-i Kitap’tan bir taife (Yahudiler), Tevrat’ı
önce 721 ve 586 yıllarında iki grup olarak sürgün
bir kenara bırakarak Hz. Süleyman a.s.’ın hüküm-
edildikleri) Babil’de Harut ve Marut isimli iki meleğe
ranlığı ve devleti aleyhine insan ve cin şeytanlarının
indirilen şeyleri de öğrenerek halka aktarıyor, böylece
yaptığı işlere ve okuduğu efsun ve efsane kitaplarına
küfür işliyorlardı.
uydular. Bunlar, meydana gelmiş ve gelecek olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım malumatlar
BüyüyüMelekler
meleklerMimiÖğretti?
öğretti?
Büyüyü
edinip, bire yüz yalan katarak kâhinler vasıtasıyla
Söz buraya gelmişken, öteden beri tartışma ko-
gizlice yayarlardı.
nusu yapılmış olan bir meseleye kısaca değinelim:
Zaman içinde kâhinler,
kendilerine haber verilen
şeyleri tedvin edip kitap
haline
getirdiler.
Etrafa
yaydıkları azı gerçek çoğu
yalan efsaneler ve uydurdukları tezvirat zaman içinde türlü siyasî ve sosyal
entrikalara yol açmış, Hz.
Süleyman a.s.’ın hükümranlığı geçici bir süre sarsın-
Onların yaptığı, sihir/büyü
amacıyla kullanılmaya müsait bir
ilmi öğretmek ve bunu yaparken
de şu uyarıda bulunmaktır: “Bizim
öğrettiğimiz bu bilgiler, hayır yolunda
da şer yolunda da kullanılmaya
elverişlidir. Sakın bu ilimleri suistimal
ederek büyü/sihir yapıp da kâfir
olmayın.”
Yukarıda mealini verdiğimiz ayete sathî bir nazarla bakanlar, sanki Harut
ve Marut isimli meleklerin
insanlara sihir/büyü öğrettikleri ve insanların da onlardan öğrendikleri büyüyle koca ile karısının arasını
ayırdığını söylemişlerdir.
Kur’an’ın ifadesinden
tıya uğramıştı.
anlaşılan odur ki, adı geçen
Ancak Hz. Süleyman a.s., Allah Tealâ’nın
iki meleğe indirilen şey bizzat sihir/büyü değildi. Söz
yardım ve lütfuyla bu insan ve cin şeytanlarına
konusu şeytanlar, o iki meleğe indirilen hakikatleri,
galip geldi ve onları buyruğu altına alarak çe-
küfür vesilesi olan sihir için öğrenmiş ve o yolda kul-
şitli işlerde istihdam etti. Nihayet eceli gelip ve-
lanmışlardır.
fat edince sihir/büyü kitapları tekrar tedavüle kondu
ve hatta Hz. Süleyman a.s.’ın da devleti sihir/büyü ile
idare ettiği yalanını yaydılar.
Bir diğer ifadeyle, o iki melek insanlara bizzat
sihir/büyü öğretmiş değildir. Onların yaptığı, sihir/
büyü amacıyla kullanılmaya müsait bir ilmi öğretmek
ve bunu yaparken de şu uyarıda bulunmaktır: “Bizim öğrettiğimiz bu bilgiler, hayır yolunda da
şer yolunda da kullanılmaya elverişlidir. Sakın
bu ilimleri suistimal ederek büyü/sihir yapıp
da kâfir olmayın.”
Hz. Musa a.s.’ın, asasını emr-i ilahî ile yere atmak suretiyle Firavun’un büyücülerinin büyü ile yılana dönüşen değnek ve iplerini birer birer yutması
(A’raf, 115-117; Tâhâ, 66-70) da Firavun zamanında
Mısır’da büyü yapıldığını göstermektedir.
Şubat
25
Hadis-i şeriflerde büyü
Hadis-İ Şeriflerde Büyü
Sünnet’te de büyü/sihir çokça zikredilmiştir. En
önemlisi de, bizzat Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e
bir Yahudi tarafından büyü/sihir yapılmış olmasıdır. (Buharî) Hicretin 7. senesinde Efendimiz
s.a.v. Hudeybiye’den döndükten sonra Lebîd
b. A’sem isimli bir yahudi tarafından kendisine büyü yapılmış, büyünün etkisiyle Efendimiz
s.a.v., yapmadığı bazı şeyleri yaptığını zannetmiştir. Rivayetlere göre 6 ay sürdüğü anlaşılan
büyünün etkisinden Allah’ın izniyle kurtulmuş, iki
meleğin (bir rivayete göre Cebrail ve Mikâil a.s.’ın)
bildirmesiyle büyüde kullanılan tarak ve saç telinin
atıldığı kuyuyu bularak kapattırmıştır.
Bu vesileyle belirtelim ki, bu büyü, vahyin tebliği ve dinî işlerin tedviri konusunda değil, tamamen
dünyevî işlerde Efendimiz s.a.v.’i kısmen etkilemiştir.
O’nun, bu büyünün tesiriyle peygamberlik görevine
halel getirecek en küçük bir değişiklik yaşadığına dair
öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek,
düşmana hücum esnasında savaştan kaçmak
ve hiçbir şeyden haberi olmayan namuslu kadınlara zina iftirası atmak…” (Buharî, Müslim,
Ebu Davud)
Büyü/sihir konusundaki hadislere daha fazla
örnek zikretmek mümkün ise de, biz bu kadarla yetinelim.
hiçbir işaret yoktur. Kaldı ki Kur’an, O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken devamlı
Tılsım Tılsım
nedir?Nedir?
surette koruma altında olduğunu bildirmiştir.
(Maide, 67)
Keza Efendimiz s.a.v’in pak eşlerinden Hz.
Hafsa r.anha’ya bir cariyesi tarafından büyü
yapıldığı, bu sebeple cariyenin ölüm cezasına
çarptırıldığı rivayet edimiştir. (Muvatta)
Sihir/büyünün hakikati sebebiyle Efendimiz
s.a.v., “helâk edici” olarak nitelendirdiği 7 şeyden
bizleri sakındırırken, bunlar arasında büyü/sihir yap-
Tılsım: Semavî birtakım güçlerin, arzî
güçlerle birleşerek garip, olağandışı işler
yapması şeklinde tarif edilir (et-Tânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, 2/927). Elmalılı Hamdi Yazır,
tılsımın, Hz. İbrahim a.s’ın kavmi olan Keldanîler’in
yaptığı sihir türü olduğunu söyler ve şöyle der: “Fikrimizce bu sihirde, tabiiyat ile ruhiyatın eski
zamanlarda keşfedilmiş, birbiriyle ilişkili bazı
garip özellikleri birleştirilerek uygulandığı anlaşılmaktadır.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1/443)
mayı ve yaptırmayı da zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Helak edici yedi şeyden sakının.” Sahabe
bu 7 şeyin neler olduğunu sorunca şöyle buyurmuştur: “Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi haksız yere
Ayın akrep burcunda bulunduğu sırada mühre kazıtılan akrep figürünün, kişiyi akrep ısırmalarına karşı koruyacağı, arkasını üstü açık olduğu halde
aya doğru dönen hayvanların, ay ışığının arkalarına
“Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi haksız
yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum esnasında savaştan
kaçmak ve hiçbir şeyden haberi olmayan namuslu kadınlara zina iftirası atmak…”
(Buharî, Müslim, Ebu Davud)
26
Şubat
vurması sebebiyle öleceği… gibi hususlar semavî
Keza İbn Hazm de -yine yukarıda mezkûr ese-
kuvvetlerle arzî kuvvetlerin belli bir tarzda bir araya
rinde- tılsımın hakikati hakkında şunları söylemekte-
gelmesi sonucunda oluşan tılsımlara örnek olarak
dir: “Biz tılsımların etkilerini açık olarak bugü-
zikredilmiştir. (İbn Hazm, el-Fısal, 5/101-102; Âlûsî,
ne kadar görüyoruz. Çekirgenin girmediği ve
Rûhu’l-Ma’ânî, 20/120)
havanın hiç soğumadığı köylerin mevcudiyeti,
Sarakosta (Saragossa)’ya zorla sokulmadıkça
İbn Hazm tılsım hakkında müşahedeye daya-
yılan girmemesi ve daha birçok olay buna ör-
lı enteresan bilgiler verir ve şunları söyler: “Tılsım,
nektir ki, bunu sadece inatçı kimseler inkâr
eşyanın tabiatını değiştirme ve gözbağcılık
eder. Tılsım konusunu iyi bilenlerden artık
değildir. Tılsımlar, Allah Tealâ’nın terkib etti-
kimse kalmamıştır; geride kalan ise onların
ği birtakım güçlerdir ki, soğuğun sıcak ile ve
yaptıklarının eser ve izlerinden ibarettir…”
sıcağın soğuk ile giderilmesi gibi, Allah Tealâ
(el-Fısal, 5/101-102)
bu tılsımlar vasıtasıyla başka bazı güçleri ortadan
kaldırır. (…) Tılsımların
def’i mümkün değildir.”
Semavî güçlerle arzî
güçler arasındaki denge ve
ilişki doğru biçimde kurul-
Tılsımla gerçek an-
Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki:
“Sizden biriniz kardeşinde, kendisinde
veya malında hoşuna giden bir şey
gördüğü zaman ona bereket dileyerek
duğu zaman, tılsım garip
dua etsin. Zira nazar haktır.” (Ahmed
hadiselerin oluşmasına yol
b. Hanbel, 3/447)
açabilir. “Mıknatısın de-
man kaba girmez, dışına kaçar. Keza yağmur
çeken taş da buna örnektir ki, bu taş Türkler
arasında iyi bilinir.” (el-Îcî, el-Mevâkıf, 3/368)
Tılsımın
gerçekliği
Tılsımın
Gerçekliği
yerinde
değinen
Allame
Âlûsî de şöyle der: “Tılsım ilmiyle uğraşanların söylediklerinin doğru olması mümkündür.
ise Allah Tealâ bilir.”
(Âlûsî, a.g.e., aynı yer.)
çöpünü çekmesi ve sirtaş, içinde sirke bulunan kaba sarkıtıldığı za-
diklerine tefsirinin pek çok
İşin gerçek durumunu
miri, kehribarın saman
kenin ittiği taş böyledir. Bu
lamda ilgilenenlerin söyle-
Şu halde tılsımın bir hakikati olduğunu, ancak
günümüzde bu konuyu gerçek mahiyetiyle bilen ve
uygulayan kimse bulunmadığını söylemek mümkündür. Bu itibarla birtakım eşyaların insanlara
uğurlu geldiği, kötülük ve zararları def ettiği şeklinde
halk arasında dolaşan inanç ve söylentilere itibar etmemek gerekir.
Tılsımın varlıklar üzerinde gerçek bir etkisi olabileceği, ulemanın bu konudaki beyanlarının ortaya koyduğu bir sonuçtur.
Bağdat’a giriş kapılarından “Tılsım Kapısı”
üzerindeki yılan figürü sebebiyle Bağdat’ta hiç kimsenin yılan sokması sebebiyle ölmediği, yılanın soktuğu
kimselerin hiç acı hissetmediği veya çok az hissettiği, buna mukabil Bağdat dışında yılan sokması sebebiyle ölümlerin meydana gelmesi, Âlûsî’nin bizzat
müşahede ettiği bir hadise olarak yukarıda adı geçen
tefsirinde zikredilmektedir.
Şubat
27
Nazar
değmesi
nedir?
Nazar
Değmesi
Nedir?
şallah’ deseydin ya! Haydi şimdi kardeşin için
Nazar, bir kimsenin, başka birisine, onun
rini, dizlerini, ayak topuklarını ve böğürlerini bir kap
bir eşyasına, hayvanına, malına… hasetle
içinde yıkadı. Sonra bu su Sehl r.a.’ın üzerine dökül-
karışık beğenerek bakmasıdır (İbn Hacer, Fet-
dü. Sehl r.a. anında iyileşti. (Muvatta)
yıkan.” buyurdu. Âmir de yüzünü, ellerini, dirsekle-
hu’l-Bârî, 10/200). Bu bakışın etkisi ile o kimsenin şahsına, malına veya eşyasına büyük zarar
gelebilir.
Mucize ile Sihir/Büyü
Farkı
Kur’an’da şöyle buyurulur: “İnkâr edenler
1 Mucize Allah Tealâ’nın, peygamber
Zikr’i (Kur’an’ı) işittikleri zaman neredeyse seni
olarak görevlendirdiği insanlar eliyle ger-
gözleriyle devirivereceklerdi. ‘O mutlaka deli-
çekleştirdiği olağan üstü olaylara denir;
dir’ diyorlardı. Oysa Kur’an, alemler için bir
çalışarak, öğrenerek, okuyarak ve pratik
öğütten başka bir şey değildir.” (Kalem, 51-52)
yaparak mucize gösterilemez. Sihir/büyü
İbn Abbas r.a, Mücahid ve daha başkaları bu
ayetin, nazarın mevcudiyetine ve Allah Tealâ’nın
dilemesiyle tesirinin gerçek olduğuna delil teşkil
ettiğini söylemişlerdir. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 4/525)
ise bilenlerden öğrenmek ve çalışmak suretiyle herkesin ulaşabileceği bir iştir.
2 Mucize tamamen gerçektir; meydana gelmesinde herhangi bir sahtelik, göz
bağcılık veya aldatma yoktur. Doğrudan
Efendimiz s.a.v.’den de nazarın hak olduğu-
doğruya peygamber tarafından ve vasıtasız
nu ifade eden birçok hadis nakledilmiştir. Bunlar-
olarak izhar edilir. Sihir/büyü ise genellik-
dan birisi şöyledir: “Nazar haktır. Eğer kaderi
le gözbağcılığa ve el çabukluğuna dayanır.
geçecek bir şey olsaydı, nazar onu geçerdi.”
Gerçek payı bulunanlarda ise cinlerden ve
(Müslim, Tirmizî)
sair varlıklardan yardım alınır.
Bir diğer rivayette de şöyle buyurulmuştur:
3 Sihir/büyü, özel bazı vakitlerde ve
“Nazar, Allah’ın izniyle kişiyi dağa çıkaracak
özel birtakım eşya kullanılarak yapılır;
ve oradan indirecek derecede etkiler.” (Ahmed
yani belli şartları vardır. Mucize ise böyle
b. Hanbel, Ebu Ya’lâ)
değildir. Allah Tealâ’nın dilediği her za-
Sahabe’den Sehl b. Huneyf r.a. yıkanmak için
elbisesinin üstünü çıkarmıştı. Âmir b. Rebî’a r.a. da
ona bakıyordu. Sehl, cildi güzel, bembeyaz bir kimseydi. Âmir, “Hiç güneş görmeyen ciltler bile
bugün gördüğüm gibi değildir.” dedi. Bunun
üzerine Sehl hastalandı. Sehl’in rahatsızlandığı Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e haber verildi ve “Sehl
başını bile kaldıramıyor.” dendi. Bunun üzerine
Efendimiz s.a.v., “Suçladığınız birisi var mı?”
diye sordu. Orada bulunanlar, “Âmir b. Rebî’a”
diye cevap verdiler. Efendimiz s.a.v. Âmir r.a.’ı çağırıp
kendisine kızdı ve şöyle buyurdu: “Sizden biriniz
man peygamberler eliyle izhar olunur.
4 Büyü/sihir yenilenmediği zaman bir
süre sonra etkisini kaybeder. Mucize ise,
kendisinden beklenen maksadı hasıl ettiği
sürece devamlıdır.
5 Mucize, kevnî olaylara bile müdahale edip onları değiştirecek çapta meydana gelebildiği halde (ayın ikiye ayrılması,
denizin yarılması… gibi), sihir/büyü, sınırlı
bir sahada cüz’î bir etkiye sahiptir.
kardeşini neden (nazarla) öldürüyor? Ona ‘mâ-
28
Şubat
Sihir, Büyü ve Tılsımın
Hükmü
Sihir, büyü, tılsım… gibi işlerle uğraşmak dinimizin kesin olarak yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir ve kişiyi küfre
kadar götürür.
Bununla birlikte, alimler yapmak
için değil, fakat yapılmış olanı bozmak
ve şerrinden korunmak için sihir/büyü öğrenmenin haram olmadığına hükmetmiştir. (Elmalılı, a.g.e., 1/447)
NE YAPMALI?
Ne Yapmalı?
Her ne kadar kendimiz uğraşmasak da -Allah
korusun- sihir/büyüye maruz kalabilir veya başkasının nazarının hedefi olabiliriz. Böyle bir durumda
yapılması gerekenleri de kısaca özetleyelim:
Sihirden
korunmanın Yolu
yolu
Sihirden Korunmanın
Allah’a sığın. Olacak şeyler konusunda kalem
kurumuş, hüküm kesinleşmiştir. Şayet mahlukatın tamamı sana bir menfaat sağlamak için
bir araya toplansalar ve fakat Allah onu senin
hakkında yazmamış ise, onu yapmaya muktedir
olamazlar. Ve şayet sana bir zarar vermek için
toplansalar, ancak Allah onu senin hakkında
takdir etmemişse, onu yapmaya da güç yetiremezler. Bil ki, zorlandığın şeye sabretmende
çok hayır vardır. Zafer sabırla, ferahlık da sıkıntıyla birliktedir. Güçlükle beraber kolaylık
vardır.” (Ahmed b. Hanbel, 1/307)
Bunun arkasından, dua ve zikri terk etmemek
gelir. Efendimiz s.a.v.’den nakledilen uzun bir hadisin
bir bölümü şöyledir:
“Sizin yapacağınız şey, Allah’ı zikretmektir. Böyle bir kimse, düşmanın hızla takip
ettiği, sonunda muhkem bir kaleye rastlayıp
kendisini düşmandan koruduğu kimse gibidir.
Kendini şeytandan ancak Allah’ı zikretmek
suretiyle koruyan kul da böyledir.” (Ahmed b.
Hanbel, Tirmizî)
Sihir/büyü, tılsım, nazar vb. şeylere karşı takınılacak tavır, öncelikle her şeyin Allah Tealâ’nın
iznine ve dilemesine bağlı olduğunu bilmektir. Dolayısıyla öncelikle Allah Tealâ’ya güçlü bir iman ve
teslimiyetle bağlanmak gerekir. “Allah’ın izni ol-
Çokça Kur’an okumak, ibadetleri aksatmadan
yapmak ve devamlı abdestli bulunmaya özen göstermek de kişiyi sihir/büyü gibi zararlı şeylerin etkisinden koruyan hususlardandır.
madıkça onlar (büyücüler) kimseye bir zarar
veremezler.” (Bakara, 102) ayeti dikkatimizi bu
noktaya çekmektedir.
Efendimiz s.a.v., hayvanının terkisine bindirdiği Abdullah b. Abbâs r.a.’a hitaben, “Ey çocuk!
Sana, Allah’ın seni faydalandıracağı kelimeler
öğreteyim mi?” demişti. İbn Abbâs r.a., “Evet, ey
Allah’ın Resulü..” diye cevap verince şöyle buyurdu:
Yapıldıktan sonra ise büyü/sihirin etkisini
ortadan kaldırmanın en sahih yolu, çokça Kur’an
okumak ve Allah Tealâ’yı zikretmektir. Bunun yanında Efendimiz s.a.v.’in öğrettiği dualar vardır ki, onları
da ezberleyip okumak son derece faydalıdır.
“Allah’ın emir ve nehiylerini (onlara riayet
etmek suretiyle) muhafaza et ki Allah da seni muhafaza etsin. Allah’ın emir ve nehiylerini muhafaza et ki, O’nu(yardımını) her zaman önünde
bulasın. Genişlik zamanında O’nu an ki, darlık zamanında da O seni ansın (ve sana yardım
etsin). İstediğinde Allah’tan iste; sığındığında
Şubat
29
Eğer bir kimseye kimin nazarının değdiği bilinmiyorsa, zikir ve meşru rukyeyle Allah
Tealâ’ya sığınmaktan, Kur’an okumaktan ve dua etmekten başka yapılacak bir şey yoktur.
Bilhassa Fatiha, Felâk, Nas ve İhlâs sureleri ile Ayetelkürsî’yi okumak tavsiye edilmiştir.
Bir de ihlâs ve takva sahibi kimselerden sihir/
büyü konusunda bilgi ve tecrübesi bulunanlara müracaat etmekte fayda vardır. Bu noktada çok dikkatli
olmak gerekir. İnsanların zaaflarından istifade etmek
için bu işi bir meslek haline getirmiş olup aslında sihir/
büyü ile hiç alakası olmayan dolandırıcı tiplerin tuzağına düşmemeye dikkat etmelidir.
Nazardan Nasıl
nasıl Korunulur?
korunulur?
Nazardan
Nazardan korunmanın ve meydana gelmeden
önce nazarı engellemenin yolu, bir kardeşimizde hoşumuza giden bir şey gördüğümüzde “Bârekellâhu
fîhi.” (Allah ona bereket versin), “Allâhümme bârik aleyhi.” (Allahım, ona bereket ihsan eyle) veya
“Mâşallah.” (Allah’ın dilediği olur) demektir.
Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki: “Sizden biriniz kardeşinde, kendisinde veya malında ho-
“Başkasına nazarı değen kimseye abdest alması
emredilir, o da abdest alırdı. Sonra o suyla, kendisine
nazar değen kişi yıkanırdı.” (Ebu Davud)
Eğer bir kimseye kimin nazarının değdiği bilinmiyorsa, zikir ve meşru rukyeyle Allah Tealâ’ya sığınmaktan, Kur’an okumaktan ve dua etmekten başka
yapılacak bir şey yoktur. Bilhassa Fatiha, Felâk,
Nas ve İhlâs sureleri ile Ayetelkürsî’yi okumak
tavsiye edilmiştir.
Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Rukye
ancak nazar ve (yılan, akrep vb.) sokma(sı) sebebiyle yapılır.” (Buharî, Müslim). Burada geçen
rukye, Kur’an okumaktan ibarettir.
Halk arasında çocukları nazardan korumak
maksadıyla “nazar boncuğu” takmak oldukça yaygın bir adettir. Ne var ki nazar boncuğu göz değmesine bir fayda sağlamadığı gibi, dinimizce de yasaklanmış şeylerdendir.
şuna giden bir şey gördüğü zaman ona bereket
dileyerek dua etsin. Zira nazar haktır.” (Ahmed
b. Hanbel, 3/447)
Aynı şekilde içinde Kur’an ayetlerinden başka
bir şey bulunan muskalar takmak da dinimizce hoş
karşılanmamış, yasaklanmış uygulamalardandır.
İbn Hacer şöyle der: “Bir şeyi beğenen kimsenin, hemen beğendiği şey için bereket dilemesi gerekir. Onun böyle yapması bir rukye (dua) olur.” (Fethu’l-Bârî, 10/205) Bereket dilemek, yukarıda geçen
ifadelerden birisini söylemek demektir.
Nazar meydana geldikten sonra yapılacak şey
ise, yukarıda geçen Sehl r.a. olayında olduğu gibi,
nazarı değen kişinin abdest alması ve o suyu, kendisine nazar değen kişinin üzerine dökmesidir. Nitekim Efendimiz s.a.v.’in yukarıdaki uygulamasını
teyit eder tarzda Hz. Aişe r.anha validemizin şöyle
dediği nakledilmiştir:
30
Bununla birlikte okuma yazması olmayan ve
ezberinde Kur’an ayetleri bulunmayan kimseler için,
üzerinde Kur’an ayetleri ve Efendimiz s.a.v.’den rivayet edilmiş dualar bulunan bir kâğıdı (muska), hürmetine halel getirmemeye dikkat ederek taşımakta da
bir sakınca yoktur. Bu da bir anlamda rukye olarak
kabul edilebilir.
Bu yazıda ele aldığımız konu, fizikötesi alanla,
yani gaybla ilgili olduğundan, fal, kehanet, astroloji,
burçlar… gibi bu konuyla ilişkili olan bazı hususlara
değinmedik. Zira bunlar da ayrı bir yazının konusunu
teşkil edecek kadar öneme ve ayrıntılara sahiptir.
Şubat
TEVHİD EDENLER
Hani bizden evvel gelen veliler,
Bunu böyle buyurmuştur ulular,
Âb-ı Kevser ırmağından dolular,
İçer can u dilden tevhid edenler.
Sür tevhidi, gözün gönlün açıla,
Varma Hakk’ın dergâhına suç ile,
Sırat Köprüsü’nü âsan vechile,
Geçer can u dilden tevhid edenler.
Hakk’ın nuru gitmez anın yüzünden,
Silinir perdeler anın gözünden,
Zahiri batını anın yüzünden,
Açar can u dilden tevhid edenler.
Gel ey Merkez, gelip geçti o canlar,
Sür tevhidi, ele girmez bu demler,
Sekiz cennet kapısını fetheyler,
Açar can u dilden tevhid edenler.
Merkez Efendi k.s. (1463-1519)
Âb-ı Kevser : Kevser suyu
Can u dilden : Candan ve gönülden
Âsan vechile : Kolay bir şekilde
Anın : Onun
Zahir, batın : Dış ve iç
Sür tevhidi : Tevhidi zikreyle
Dem : Zaman, vakit
Şubat
31
İrfan KAYA
Zemzem-i Şerif
Zemzem, olabilir ki bir maden suyudur. Fakat bizim itikadımızda mukaddes bir sudur. Zemzem hakkında muhtelif ve meşhur rivayetler islâmî
kitaplarda maruftur (bellidir). Ben o cihetlerden
sarf-ı nazar ederek yalnız kendi tecrübelerimi arzedeceğim.
Ben zemzemi istediğim zaman, istediğim kadar içebilirim. Belki her gün her bir zemzemden on
okkadan fazla içerdim. Sakalar getirir içerim, ister
alır içerim, hiç ağırlık hissetmem. İçtikçe içerim ve
içeceğim gelirdi. “Zemzem ne için içilirse onun için
şifadır” sözünün manasını bihakkın müşahede etmişimdir.T
Benim zemzem üzerinde maddi ve manevi
tecrübelerim neticesi: Zemzemi ne niyetle içerseniz, zemzem o faydayı temin eder. Yani aç olduğunuz zaman karın doyurmak niyetiyle içerseniz
açlığınızı giderir, hasta olduğunuzda şifa olsun diye
içerseniz şifa olur. Fakat zemzemi olduğu gibi kullanmak şartıyla…
Zemzem-i şerifi, hacılar tenekeler, bidonlar
ile alıp memleketlerine götürürler. Vaktiyle ben de
götürmüştüm. Bu suyun şişede on iki sene kaldığı
halde hiç değişmediğini ve bozulmadığını müşahede ettim. Zemzem-i şerif hakkında gayet büyük
itikadım var. Ve büyük de tecrübelerim var. Veba
zamanında herkes zemzemden kaçınırken, ben
başka zamanlara nisbeten daha çok içerdim.
“Zemzem ne için içilirse onun için şifadır.” Fakat burada her işte olduğu gibi halis niyet ve kâmil
itikadın olması şarttır. Bu ikisi de olursa zemzem-i
şerif kat’i olarak “lima şüribe leh”dir (ne için içilirse
onun içindir). Elbette itikat da olmazsa en meşhur
sıtma ilacı sıtmaya deva olamaz ve hummayı teskin edemez. Zaten dünyada itikatsız hiçbir derdin
devası yoktur. Ben tekrar tekrar tecrübe ettim; pek
çok hastalıklara, mesanede olan hastalıklara ve iç
hastalıklarına ve göz ağrılarına tecrübe ettim, aç
kaldığım zaman haftalarca zemzem ile geçindim.
Bilfiil tecrübelerimdir, bence hepsi kat’idir.
Abdürreşid İbrahim, Âlem-i İslâm, 2/497-498
32
Şubat
Büyü ve Büyücülük
Yolda Yürümenin Adabı
Tariku’l – Edeb ( Edeb Yolu), Alaaddin Çelebi
diye tanınan Ali b. Hüseyin el- Amasî’nin İstanbul’un
fethinden hemen sonra kaleme aldığı bir eserdir. Doğumdan ölüme değin adab -ı muaşeret konularının
işlendiği eserde, büyüklere yapılacak muameleden
ilim tahsiline, yürüme adabından hamam adabına
kadar birçok konuya yer verilmiş.
Alaaddin Çelebi, bu eseri kendisinden ilim
tahsil etmeye gelen, ancak bir türlü hizaya gelmeyen
bir talebesi yüzünden yazmış. Talebenin babası Alaaddin Çelebi’ye gelerek: “Behey hoca, üstadınız size
hiç edep-erkân öğretmemiş ki, sen de benim oğluma
edep ve terbiye öğretesin!” der. Anlayışsız adamın
bu tutumu karşısında Alaaddin Çelebi cevaben bu
kitabı yazar.
Günümüze ne kadar uyar bilemem, ancak yolda yürümenin adabını bakın üstad nasıl yazmış:
Yürümeği Dahi Anın Edeblerin Bildirür
Evvela yürümenin edebi oldur ki, şehir sokağında süratle, tiz tiz yürümeye ve giderken gâh gâh
dönüb ardına bakmaya ve kimse harîmin gözlemeye ve aşıru bakmaya, gözetmeye… Yolın gözleyü
yürüye…
Ve sokakda âvâz idüb ve şiir okıyub ve sokranu gümrenü (homurdanarak, savsaklanarak) yürümeye ve yolda kimseyi basub ilerü geçmeye, ilerü
geçer olsa selam vere, dahî edeble geçe ve yaşda
kendüden uluya ve âlâ mertebelü kimseye saval demeye (yüksek perdeden konuşmaya). Ve abdestlü
kişi namaza yetişem deyü kati seğirtmeye. Ve üstadun ve atanun ve ekabirün ve efazilun ve pirlerün
(büyüklerin, fazilet sahibi kimselerin ve yaşlıların)
önince yürümeye. Meğer kim bunlar izin vereler ve
yahud kılağuzluk ider ola…
Ve meclisde ve mahfilde adam ve kişi önünden geçmeyeler ve yoldaşsız sefere gitmeyeler.
Ve yürümekde yoldaş yoldaşa güveneler ve tebevvüle ve tağayyuta (ihtiyaç gidermek için) otursa
koyub gitmeyeler ve yürüdüğü yerde tecebbür (kibirli) ve tefahur (öğünerek) ile salını salını yürümeyeler ve kimseye tokunub ve hayvanat ve haşeratı
incidüb ve kimse atına taş atmaya ve ayağı altında
canavarcukları basmaya ve kadem basduğı yerleri
gözleyü yürüye ve seferde giceye karşu yata ve erteye karşu revan ola vesselam…
Şubat
Kahvenin Macerası
Yıl 962 (1554).
Dokuz yüz altmış iki tarihine gelinceye kadar
başkent İstanbul’da ve kesinlikle bütün Rum ilinde
(Anadolu’da) kahve ve kahvehane yok idi. Söylenen yılın başlarında Haleb’ten Hakem adında esnaftan bir adam ile Şam’dan Şems adlı kibar bir kimse gelip, Tahtakale’de açtıkları bir büyük dükkanda
kahve satmaya başladılar. Keyiflerine düşkün bazı
kişiler, özellikle okur-yazar takımından birçok büyük
kimse bir araya gelmeye ve yirmibeşer, otuzar kişilik
toplantılar düzenlemeye başladılar. Kimisi kitap ve
güzel yazılar okur, kimisi tavla yahut satranç oynardı. Bazan yeni yazılmış gazeller getirip, şiir ve edebiyattan söz edilirdi. Ahbap toplantıları yapmak için
büyük paralar harcayarak ziyafetler çeken kimseler,
artık bu masraftan kurtulup bir-iki akçe kahve parası
vermekle toplantı safasını sürmeye başladılar.
İş o dereceye vardı ki, işlerinden çıkarılarak
yeniden vazife almak için belli bir süre beklemek
zorunda olan memur adayları, kadılar, müderrisler, işsiz ve güçsüz takımı, böyle eğlenecek ve gönül
avutacak yer bulunmaz diye kahveler dolup taşmaya başladı ve oturacak, hatta duracak yer bulunmaz
oldu. Kahvehaneler o kadar ün saldı ki, mevki ve
rütbe sahiplerinden ayrı ileri gelen büyükler de buralara ellerinde olmadan devamlı gelir oldular.
İmamlar, müezzinler, sahte sûfiler ve halk kahvehanelere dadandılar. Mescitlere kimse uğramaz
oldu, deniliyordu. Din bilginleri (ulema) ise, “Kötülük yuvasıdır; kahveye gitmektense meyhaneye gitmek daha iyi olur!” gibi laflar söylüyorlardı. Bilhassa
vaizler, yasak edilmesi için çok gayret gösterdiler.
Merhum Sultan III. Murad zamanında kahvenin yasak edilmesi için sıkı tedbirler alındı. Ama yine önüne geçilemedi.
Fakat o zamandan sonra o kadar sürüm buldu
ki, artık yasaklanmaktan uzak kaldı. Vaizlerle müftüler artık “içilmesinde mahzur yoktur” der oldular.
Ulemadan, şeyhlerden, vezir ve büyüklerden kahve
içmez adam kalmadı. Hatta o hale geldi ki, büyük
vezirler, gelir kaynağı olarak kahvehaneler açtılar ve
günde birer ikişer altın kira alır oldular.
Peçevî Tarihi, Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal, 1/258
33
Dilde ve Kur’ân’da Mecâz Yok mudur?
Hüseyin AVNİ
K
e
’t e d
t
e
n
n
i
v e Sü
n
a ç ki ş
’â
k
r
i
b
Kur
sından
ın
â
m
e
l
u
me c â z
m
a
â
s
l
r
s
ı
İ
kı l
ede n
a b ı ra
n
a
r
y
â
k
r
i
n
i
b
unu
ğ
u
d
n
b u lu
.
y o kt ur
imilerinin iddiâ ettiği gibi, sâhiden, dilde ve
Kur’ân’da mecâz yok mudur? Yüzlerce, hattâ
binlerce dil ve usûl âlimi eserlerinde ‘mecâzvardır’ derken şu suâlin sorulması bile abes... Ancak,
‘aykırı davran ki, meşhûr olasın’ sözü îcâbı tavır
sergileyenler ile tezâhürâtçılarının şamataları artık can
sıkıcı ve son derece rahatsızlık verici hâl alınca, demek
ki sorulabiliyormuş. Başta, peşin ve öz olarak söyleyecek olursak, dilde belâğat âlimlerinden -inkâr
isnâdının doğruluğu münâkaşalı- bir kişi, Kur’ân
ve Sünnet’te de İslâm ulemâsından birkaç kişi
bir yana bırakılırsa mecâzın bulunduğunu inkâr
eden yoktur. Biraz ince bakılırsa, Mücessime ve Müşebbihe tâifeleri veya onlara meyilli kimseler dışında
bulunan muhâlif görüş sâhiblerinin dahi şu zıd görüşlerininma’nevî değil de lafzî olduğu kolayca anlaşılacaktır.
Mevzû’u bir mukaddime, dört mes’ele ve bir netîcede
ele almak istiyoruz. Tevfîk sadece Allah celle celâlühû’dandır.
Fâtih câmiinde bir ikindi namazını kıldıktan sonra,
bir genç ile danıştık. İlim okuduğunu ve isminin Yılmaz
olduğunu söyledi. Küçük bir hasbihâlden sonra telefon
34
Şubat
numaramı istedi ve bana bir takım suâller yöneltip
yöneltemeyeceğini sordu. Ben de memnûniyyetle
kabûl ettim. Belliydi ki, kendilerine Selefî ismini yakıştırandan bir Vehhâbî idi. Yanımda Irak’tan gelen
âlimler vardı. Onları yemek yemeye götürüyordum.
Ondan ayrıldığım on-on beş dakîka gibi çok az bir
zaman olmuştu ki telefon etti; bir şeyler sorabilir
miyim? dedi. Olur, dedim. Konuşmaya başladık.
Nihâyet yiyeceğimiz lokantaya varmıştık; hala konuşuyorduk. Sünnet ve nezaket îcâbı sözü onun
bitirmesini bekliyor, konuşmaya son vermek
istemiyordum. Yemekler hazırlandı ve müsâfir arkadaşlarımız yemekleri bitirmişlerdi. Bu arada birkaç
kez, misâfirlerle yemekte olduğumuzu hatırlattıysak
da bedevîliği îcâbı olmalı ki, aldırış etmiyor, konuşmayı sürdürüyordu. Önümdeki yemeklerin âdeta
yenilecek yanı kalmamıştı. Nihâyet, söz şu mecâz
ile İbnu Teymiyye’de teşbîh ve tecsîm görüşü
olup-olmadığı mes’elelerine gelmişti.
net’te ‘meclisler emânetledir (orada konuşulanlar
oradakilerin rızası olmadan başka yerde konuşulmaz)’ haberi var idi’; (Ebû Dâvûd, H:4869) ama şu
Sünnetsizlere ve ahlâksızlara göre bu mühim değildi.
Gerçi söylenilenleri dinlediğimde anladım ki,
ona güzel şeyler söylemişiz; lâkin görünmüş
oldu ki, maksadı hakkı aramak değil, bâtıllarında ısrâr imiş. İki sorusunun cevâbını bizzat
buluşmaya havâle etmiş olduğumuz içün kendilerini kazanmış kabûl ettiler ve sevindiler. Bazı dostlar
vasıtasıyla, o soruları bize bir daha sormasını, hattâ
hocalarını toplayıp getirmesini ve mes’eleleri müzâkere etmemizi sözü edilen sitede yazmış, teklîf etmiş
ve bildirmiştik.
Lâkin hâlâ bir haber yok. Dahâ önce yine Tâceddîn Bayburdî denilen başka bir sahtekâr da ayrı
bir meclisin dörtte üçten fazla olan ilk kısmını keserek,
işi şirretlik ve terbiyesizliğe döktüğü son dörtte birlik
Bir misâl vermemi istiyordu; ben de, değil bir, on misâl bile verebileceğimi, ancak
bunu yüz yüze ve kitabların yanında yapmamız lâzım geldiğini söyledim.
Bir misâl vermemi istiyordu; ben de, değil
bir, on misâl bile verebileceğimi, ancak bunu
yüz yüze ve kitabların yanında yapmamız lâzım geldiğini söyledim. Çünki, artık ortaya çıkmıştı ki, aklı pek almayan veya almak istemeyen biriydi. Bir takım şeyleri söylesem de telefonda
anlamayacaktı. Bir fayda vermeyecekti. Ona meseleleri kitâblardan gösterip gözüne sokmalıydım. Hem böylece aktaracağımız sözlerde
eksiklik fazlalık da olmayacaktı. İlmî emânete
daha iyi riâyet de etmiş olacaktık. İş daha ilmî
olacaktı. Ard niyyetli olabileceğini ise henüz aklıma
getirmemiştim. Hakka teslîm olacağını ve yoldaşlarından farklı olduğunu ihsâs etmişti. Onu kırmamaya ve
ezmemeye de çalışıyordum. Yemek bitmiş kalkmıştık.
Sonra izini kaybettim. Telefonunu da kaydetmeyi ihmâl etmiştim. Buna üzülmüştüm. Derken bazı
dostlar o konuşmamızın internette olduğunu haber
verdiler. Anlaşılmış oldu ki konuşmayı gizlice
kaydetmişti. Hadîslerden okuduğumuza göre Sün-
Şubat
kısmını internete vermişti. Orada kendi ahlâksızlık ve
rezilliğini teşhîr ettiğinin bile farkına varamayacak bir
geri zekâlılık sergilemişti. İnsan gibi konuşmak yerine
başka yaratıklar gibi bağırmayı ve böğürmeyi tercîh
ettiğinden bile utanmayacak bir hayâsızlığı seçmişti.
İşte Ebû saîd ve Tâceddin Bayburdî künyeli ve isimli câhiller başta olmak üzere, şu
gürûhun huyu hep böyle kaçak güreşmek, gözü
açılmamış sığırcık kuşlarını avlamaktır. Onlar,
yapılan ilmî münâzara tekliflerinden dâima böyle kaçarlar. Söz verir yerine getirmezler. Kitâb ve Kütübhâne ortamından sürekli uzakta durmayı tercîh ederler.
Öyle bir ortamda kofluklarının ortaya çıkacağını çok iyi bilirler ve hep kaçarlar. Şu iki
suâl için geçmiş sayımızda tecsîm ve teşbîh ile alâkalı
olarak, İbnu Teymiyye’nin beğenip tavsiyye ettiği bir kitâbdan alınma en az on misâli bulunduran iki makâle tercüme ettik. İnşâellâh daha
da yazacağız. Bu sayıda da mecâz mevzûunda şimdilik kaydıyla bu makaleyi yazdık.
35
Ali Yıldırım Hocaefendi:
“Padişahların hepsi evliyaullahtır”
Röportaj: Aydın BAŞAR
r
bonkö
k
o
ç
ca
an Ho
k
a
y ı ç ok
b
a
r
m
E
p
a
y
iyilik
i
,
ı
d
m
a
a derd
m
a
d
a
bir ad
r
sele bi
e
M
ı ver,
.
i
n
ı
d
t
r
â
e
k
v
se
ze
arayı
p
u
ş
le bir
l
y
ö
A
“
b
;
i
e
k
e.” İşt
m
t
i
g
b o r çl u
ı.
adamd
36
105 yaşındaki asırlık çınar muhterem Ali
Yıldırım Hocaefendi yi bulduk ve hatıralarını bir
de Burhan Dergisi okurları için anlatmasını rica
ettik. İlerlemiş yaşına rağmen enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş olan Ali Yıldırım Hocaefendi bizi kırmadı ve sorularımıza cevap verdi. Sizleri namı değer Pamuk Hoca ile yapmış olduğumuz
mülakatla baş başa bırakıyoruz.
Muhterem Hocam öncelikle bize kendinizi tanıtır
mısınız?
1909’da İstanbul Bebek’te doğdum. 1919’da Sibyan mektebini bitirdim. O sene Süleymaniye Medresesi’nin vaizlik bölümüne girdim. Bizden sonra sibyan
mekteplerine de medreselere de talebe kabul edilmedi.
Yani Medresenin de Sibyan Mektebi’nin de son halkası olduk. Bu kurumlar bir bir kapatıldılar. Askere gittikten sonra Yahya Efendi Camii’nde vazifeye başladım.
Ömer Nasuhi Bilmen o zaman bizim müftümüzdü.
Onun yönlendirmesi üzere bir ilkokulda üç ay kurs görüp latin harflerini öğrendim. Bize “yeni alfabeyi biliyor” diye bir kâğıt verdiler. 42 yıl boyunca Beşiktaş’taki
Şubat
Yahya Efendi Camii’nden başka bir yere ayrılmadım,
1978’de emekli oldum.
Muhterem Hocam Osmanlı padişahlarını
görme şerefine nail oldunuz mu?
Ben üç tane padişah gördüm. Sultan Reşat’ı
gördüğüm zaman üç yaşındaydım. Hayal meyal hatırlıyorum. O zamanlar Sultan Ahmet,
Süleymaniye, Fatih gibi selatin camilerinde
Cuma hutbelerini hocalar değil padişahlar
okurlardı. O olmazsa Şeyhül İslam okurdu. Bir gün
babam aldı beni Sultan Ahmet Camii’ne götürdü.
Hutbeyi Sultan Reşat okuyordu. Benim dedem
onun danışmanı olduğu için o beni tanıyordu. Namaz
çıkışında geldi başımı sevdi. Oradan çıkarken de bir
tane altın verdi bana. Bu altınlardan yedi tane biriktirdim. Sultan Hamid ve Vahdettin de verdi. O
altınları ev alırken bozdurduk, oraya nasip oldu.
Muhterem Hocam Sultan Reşat’ın çok mübarek
bir zat olduğu söyleniyor.
Padişahların hepsi evliyaullahtır kardeşim. Eskiden Sultan Hamid’e “kızıl sultan derlerdi” Vahdettin’e de “Vatan haini” derlerdi. Bu
mübarekleri kötülemek için böyle dediler.
Hocam, büyüklerimiz cumhuriyetin ilk yıllarında Müslümanların çok sıkıştırıldığını, preslendiğini ve
birçok zulme maruz bırakıldıklarını anlatıyorlar. O
dönemlerde Kur’an okumanın bile yasak olduğunu
söylüyorlar. Siz bu döneme şahitlik eden yaşayan bir
tarih olarak bu dönemden biraz bahseder misiniz?
Hilafet kalktıktan sonra, ilk olarak vaizlere hocalar yasak getirdiler, vaaz etmek yok
dediler. Annene babana mevlit okutmak için kaymakamlığa valiliğe dilekçe vereceksin, onların nezareti altında okutacaksın, denildi. Kur’an talebesi
yetişmesinden çok korkuyorlardı. 1923’ten
1950’ye kadar bu böyle sürdü. Atatürk zamanında çok sıkıntı çektirdiler. O öldükten sonra
hele o İnönü zamanı çok daha berbattı. Jandarmayı harmanın başına diker, hasatların vergisini peşin peşin alırlardı. Hayvan başına vergi
alırlardı. Millet hayvanlarını dağa kaçırırdı. Camilere kilit vurmuşlardı. Halkı da çok korkutmuşlardı. Millet böyle gizli gizli Kur’an eğitimini
alırdı. Babam müderristi. Bursa Ulu Camii’ne tayin
olmuştu. Medreseden mezun olduktan sonra babamın yanına gittim. Babam “Aman oğlum dikkatli
ol, bir şeye karışma” diye beni uyarıyordu. Mezuniyetten sonra askere gittim. Askerliğimi Sultan
Ahmet Camii’nde yaptım. O zamanlar camiyi
kışla yapmışlardı. Bir tarafı kışlaydı bir tarafı ahırdı. Sonraki senelerde Saadettin Kaynak’tan
Türkçe ezan okuma dersi aldık. Ama Allah nasip etmedi, bir gün bile Türkçe ezan okumadım. Benim
cami tenhada olduğu için kimsecikler olmazdı. Bir
ziyarete gelenler olurdu sadece. Onun için ezan konusunda rahattım. 1950’de Adnan Menderes gelince hemen ezanı tekrar Arapçaya döndürdü.
Millet arapça ezanı duyunca sevinçten ağladı.
Ne bayramlar yapıldı.
Muhterem Hocam, imamlık yıllarınızdan bir
anınızı lütfederseniz çok memnun oluruz.
Bir sabaha namazıydı. Bizim camide cemaat olmadığı için, ben de gidip Süleymaniye’de
namazımı kılayım diye düşündüm. Oranın imamı Sadık Efendi hem oranın hocası idi, hem de bizim
Kur’an-ı Kerim hocamızdı. Teheccütten sonra saat üç
buçuk sıralarında evden çıkıp yola düştüm. Eskiden
tramvay oluyordu. Onlar da o saatte yol tamirine
gidiyorlarmış. “Beni alır mısınız” dedim, aldılar.
Eminönü’nde inip, Süleymaniye ye kadar da yürüdüm. Tam da ezan okunmaya başladı. Ezanı da kim
okuyordu biliyor musun? Halil İbrahim Çanakkaleli
Hoca… Ne ses vardı onda biliyor musun? Sünneti
kıldık farza duracağımız zaman Sadık Efendi; “Safları sık tutun” dedi. Biz bu büyük camide topu topu
üç kişiydik zaten. Ben de bunun için biraz tebessüm
ettim. Ama gülmedim. Sadık Efendi; “Gel bakayım
buraya diyerek beni yanına çekti. “Bak baka-
Kur’an talebesi yetişmesinden çok korkuyorlardı. 1923’ten 1950’ye kadar bu
böyle sürdü. Atatürk zamanında çok sıkıntı çektirdiler. O öldükten sonra hele o İnönü
zamanı çok daha berbattı. Jandarmayı harmanın başına diker, hasatların vergisini peşin
peşin alırlardı.
Şubat
37
yım şuraya” dedi. Bir baktım, bir de ne göreyim? Arı
uğultusu gibi tekbirlerle bembeyaz elbiselerle melekler içeriye giriyor. Hepsi bir boyda, nurani melekler.
Tabi onları bir Sadık Hoca bir de ben gördüm.
Muhterem Hocam bir de çeşitli vesilelerle dinlediğimiz Hac anınınız var. Onu da dinleyebilir miyiz?
Sene 1978’de emekli paramızla evvela bir daire
aldık kendimize. Elli lira da hacca gitmek için ayırdık. Müracaatımızı yaptık, muamelelerimizi yaptırdık, acenteye hac paramızı ödedik. Birkaç gün sonra
acenteye tekrar gittiğimde “Hocam devalüasyon
oldu, paranın değeri düştü. Biletler pahalandı” dedi. Bizim de başka paramız yoktu. Eve gittim
hanıma durumu anlattım. “Ben hacca gittim, bu
sefer bir kadın kafilesiyle seni göndereyim”
dedim. “Olmaz, ben yalnız gidemem, sen git”
dedi. Neyse uzatmayalım Hacca ben gittim. Haccımı
yaptım, ertesi gün veda tavafımı yapı dönecektim. O
gece ben Mescid-i Haram’dan hiç çıkmadım. Akşam
namazını kıldım, yatsıyı kıldım, herkes dağıldı, ben
de sabaha kadar uyumadan zikir yapacağım diyerek
bir yere oturdum. Biliyorsunuz orada sabah ezanı iki
Muhterem Hocam ramazanda Rabbimizin size
bir lütf-u ihsanı olmuş. Bunu bize da anlatır mısınız?
Ben bekârken Ramazanlarda yemek pişirmezdim. Ramazandan ramazana kudretten yemek gelirdi.
1936’da Yahya Efendi Camii’nde imamlığa başladım,
bir senelik imamdım. Caminin yanında benim odam
vardı, orada kalıyordum. İftara hazırlık için Beşiktaş’a
ineyim de öteberi alayım dedim. Bekâr adam ne alır?
Zeytin, peynir, makarna, yumurta aldım. Yahya Efendi Cami’nin imamı Yakup Hoca vardı, camiyi bana
bırakırken bir tencere ve kaşık bırakmıştı, bekârsın
sen lazım olur diyerekten. O zamanlar pompalı gaz
ocakları vardı. Tencereye suyu koydum, iftara tarhana çorbası hazırlıyayım diye. Şöyle bir dışarı çıkayım
bakayım dedim. Orada sağlı sollu mermer sütunlar
var. Sütunların birinin üzerinde baktım ki bir tepsi var.
Tepsinin içinde iki tane hurma, dört tane zeytin, bir
kâsenin içinde çorba, bir de esmer ekmek var... Birisi
bu iftarlığı getirmiş, herhalde utanıp buraya bırakmış
diye düşündüm. Fakat ne kapı açıldı, ne se duyuldu. Bırakmışlar oraya gitmişler. İftar olunca onunla
orucumu açtım. Boşalan tepsiyi de götürdüm aldığım
yere koydum. Akşam tencereyi ocaktan indirmemiş-
Hayvan başına vergi alırlardı. Millet hayvanlarını dağa kaçırırdı. Camilere kilit
vurmuşlardı. Halkı da çok korkutmuşlardı. Millet böyle gizli gizli Kur’an eğitimini alırdı.
kere okunuyor. Birinci ezan okunana kadar oturdum.
Ezan okununca kalktım bir abdest tazeleyeyim dedim. Abdestimi aldım geldim, iki rekât namaz kıldım.
“Esselamu aleykumve rahmetullah” deyip selam verince baktım ki beyaz başörtüsü başında, bizim
hatun iki metre yanımda. Namazı bitirdim. “İnanamıyorum, hayal mi görüyorum, bana bir şey mi
oluyor” diyerek başım böyle kaldı. Ben döndüm tam
karşısına gittim kayboldu. Eve dönünce; “O gece
sen neredeydin, ne yapıyordun” dedim. “İşte burada salonda doksan sekiz rekât namaz kıldım, yüze
tamamlamadan bana bir uyku geldi. Uyuklar gibi
oldum. Kalktım namazı yüze tamamlıyayım diye. İki
tane kanatlı melek beni alıp Mekke’ye götürdüler. İki
rekâtı da orada kıldım“ diyerek olan biteni anlattı.
“Peki, beni gördün de niye konuşmadın benimle” dedim. “Sen de benimle konuşmadın” dedi.
O vakit meleklerin tekrar tutup götürdüklerini anlattı.
38
tim. Sahurda kalkıp tekrar altını açtım. Dışarı çıktım
baktım ki tepsi yine gelmiş. Ben de jeton düşmüyor
hala… Biri getiriyor, utanıyor, söyleyemiyor,
diye düşünüyorum. Kuskus pilavı, bir şimşir
kaşık bir de toprak kâse içinde bal şerbeti var.
Baktım ertesi gün yine aynısı oluyor. Caminin
kapılarını iyice kilitleyim bakalım, içeri tepsi yine
gelecek mi diye baktım. Tepsi yine gelmeye devam
etti. Sonra camiyi bana teslim eden Yakup Efendi’nin
“Sen burada yatan Yahya Efendi’nin hizmetini
yaparsan sana birçok şey gösterecek” dediğini hatırladım. Böyle içinde basit yemekler oluyordu,
et yemekleri hiç olmuyordu. Zeytin, hurma, çorba,
pilav ve ekmek... Fakat sahurda ekmek olmuyordu.
Bir gün getireni göreyim diye o saatte mermer sütunlardan birinin arkasına saklandım. İçerden bir ses
geldi: “Ne bekliyorsun gelsene” diyerek. İçeriye
döndüm baktım ki içeride kimse yok. Dönüp bahçeye baktığımda tepsi yine gelmişti. Ne zamana kadar
Şubat
bu böyle sürdü biliyor musun? 60 ihtilaline kadar. 60
ihtilalinde evlendim. O güne kadar bütün ramazanlarda iftarda ve sahurda benim evimde hiçbir yemek
pişmedi. Hep bu şekilde geldi. “Ben kimim ki Allah’ım bana bunları gönderiyorsun” diye hep
düşünürdüm, fakat bu
Allah’tan gelen bir şeydi.
Allah her şeye kadirdir.
Hocam bir de internette “örtünmeyi hafife
alan kadın” diye bir videonuz var. Oradaki olayı da
anlatır mısınız?
niye’ye İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen
Efendi’nin yanına gidip ona bu olayı anlattım. Bana
‘molla’ derdi o da… ‘Molla, Ramazan’da kızlarımıza anlat bu olayı, ibret alsınlar’ dedi. Ben
de bunu her yerde anlatıyorum. Tabi ben kimsenin
örtüsüne karışamam. Ben de o salahiyet yok. Ben
sadece başımdan geçen bu hadiseyi anlatıyorum.
İsteyen ibret alsın, isteyen almasın. Ama kimsenin
bunda kuşkusu olmasın, bunu aynen böylece
yaşadım… Ben o vaziyeti gördüm, bir de şimdiki sokaklardaki hali görüyorum, ‘Ne olacak bu milletin
hali diye’ üzülüyorum
Bir gün öğlen namazını kıldıktan sonra camiye
kravatlı bir adam geldi; ‘Kadın cenazemiz var, buSon olarak bize tanışıp görüştüğünüz bazı zatradan kaldıracağız, ikindi
lardan bahseder misiniz?
vakti bir sala verir misiBediüzzaman’ı
çok
niz?’ dedi. ‘Tabi’ dedim.
Adam bana dedi ki: ‘Bizim
gördüm. Sakalsızdı, kalın giİkindi vakti oldu, cenazeyi
hanım ben hâkim olduğum için saçını
getirdiler. O zamanlar böyle
yinirdi. Sene 1950’ye kadar
cenaze arabaları yoktu. Orİskenderpaşa’ya geldirdi.
kapamazdı, açık gezerdi. Ben emekli
taköy mezarlığına omuzlarıİskenderpaşa’da Erbakan
olunca ona başını kapa demiştim. O da
mızda götürdük. Cenazeyi
Hoca’yı da çokça görürdük.
bana:
‘Müslümanlık
baş
kapamayla
gömdük, herkes taziyede
Gureba Hastanesi’nin başbulundu, gitti. Bir ben,
hekimi Mazhar Bey vardı,
oluyorsa böyle Müslümanlık olmaz
bir o kravatlı adam, iki de
o da gelirdi. Ömer Nasuhi
olsun’ demişti.’
mezar işçisi orada kaldık.
Bilmen Hazretleri de çok
Euzü besmele çektim, dua
gelirdi. Bediüzzaman meşokuyacaktım, yer bir sallandı
hurdu. Hem alim olarak hem
böyle!.. Ben gencecik imamdım, ayakta duramayıp de askeri dehasıyla tanınıyordu. Celalli bir adamdı,
düşecektim neredeyse… Sonra kabrin içinden acı hiç gözünü budaktan esirgemezdi. Güler yüzlü değilbir ses çıktı. Sanki etlerini koparıyorlar, öyle di ama asık suratlı da değildi. Ciddi bir adamdı. İsbir acı sesti. Cenaze sahibi adam dedi ki; ‘Bu sal- kenderpaşa’da bir seferinde anlatıyordu. Atatürk’ün
lantı zelzele olabilir, peki bu ses ne oluyor?’ kendisinin hem medrese hem de silah arkadaşı olSonra da; ‘Biz bunu morgdan aldık, acaba ba- duğunu anlattı. Şimdikiler “hayır değildi” diyorlar.
yıldı da öldü diye getirdik mi?’ dedi. İşçilere me- Ben kendi ağzından işittim, siz kitaplardan okuyorzarı açmalarını söyledi. ‘Açamayız’ dediler. ‘Ancak sunuz, ben mi yanlışım siz mi? Ben kendim gördüm,
savcılıktan izin kâğıdı olursa açabiliriz’ dediler. kendi ağzından işittim. Ayağa kalkmış kürsünün yaAdam ‘Evladım ben hakimim, bütün sorumlu- nında anlatıyordu. Atatürk’ün kendisini Ankara’ya
luğu üstüme alıyorum, aç bakalım’ dedi. Meza- çağırttığını anlattı. Orada Atatürk’e; “Ezan okundu,
rı açtılar. Baş tarafını açtık, bir de ne görelim, namazımızı kılalım” demiş. O da “Şimdi namayüzü simsiyah kömür gibi olmuş. Saç filan zın sırası değil, milletin istikbali ile uğraşıyokalmamış, kömür kesmiş. Adam hayretler içinde rum” demiş. Böyle deyince sanki başımdan kaynar
benim yüzüme baktı. Ben de ‘Bu kadın ne günah sular döküldü diyerekten orayı terk ettiğini anlattı.
işlemiş? Bu herkese olmaz, kesin çok büyük Mehmet Zahit Kotku, gelen misafirlere çok söz
bir şirk var bu işin içinde’ dedim. Adam bana hakkı verirdi. “Bir şeyler anlatın” derdi. Erbakan
dedi ki: ‘Bizim hanım ben hâkim olduğum için saçı- Hoca’yı da bazen böyle konuştururdu. Erbakan Honı kapamazdı, açık gezerdi. Ben emekli olunca ona ca’yla da birçok kere görüştük. Erbakan Hoca çok
başını kapa demiştim. O da bana: ‘Müslümanlık bonkör bir adamdı, iyilik yapmayı çok severdi. Mesebaş kapamayla oluyorsa böyle Müslümanlık le bir adama derdi ki; “Al şu parayı zekâtını ver,
olmaz olsun’ demişti.’ Bu olaydan sonra Süleyma- borçlu gitme.” İşte böyle bir adamdı.
Şubat
39
Karar Vermede “El ve Göğüs”
M. Emin Karabacak
B
t
hareke
e
r
ö
g
şe
.
örünü
g
s
nd e dir
i
i
f
ş
e
e
N
p
k
n
ık z e v
l
n
a
simizi
e
f
v
e
n
r
e
ed
i se
z
ı
lacak
m
o
ı
ı
n
t
a
n
ı
d
k
Vic
r i d e sı
e
l
i
nd a
n
i
ç
i
nlamı
a
ı
c
b i z im
ı
r
n uya
i
ç
i
r
e
ş e yl
verir.
ı
t
n
ı
k
sı
kalbe
40
ir konu ya da problem hakkında düşünülerek
verilen yargı olarak tarif edilen karar verme, bir
bakıma seçim yapma süreci olarak da ifade edilebilir. Günlük hayatta yaşamın gereği olarak pek
çok kez farkında olarak veya olmayarak karar
vermek zorunda kalıyoruz. Ne yiyip ne içeceğimize, neyi, nereden nasıl alacağımıza, hangi kanalı ya da
programı izleyeceğimizden tutunda birçok konuda karar verme süreciyle karşı karşıyayız.
İnsan hayatının rotasını belirleyen günlük yaşamdaki kararlar, insanın geleceği içinde
hayati önem taşımaktadır. Geleceğe yön verecek
olan bu kararlar, insanında yol haritasını çizmektedir.
Direksiyon başında nasıl arabaya yön veriyorsak
günlük hayatta vermiş olduğumuz kararlarla da
hayatımıza yön vermekteyiz.
Günlük yaşamda karar vermeyi, rutin şeylerden
biri olarak görürüz. Günlük hayatta vermiş olduğumuz
rutin kararları, sıradan kararlar olarak gördüğümüz zaman da yanılma payımızda fazla olacaktır. Düşünülüp
Şubat
taşınmadan, alelacele ya da en kötü karar karasızlıktan iyidir diyerek verilen kararlarda kişiyi pişmanlığa sevk edecektir. Geleceğimiz için
önemli olan fakat farkındalığa dikkat etmeden verdiğimiz bu kararlar, hayatımızı olumlu ya da olumsuz
olarak etkileyeceği bir gerçektir. Düşünüp taşınmadan ve farkında olmadan verdiğimiz kararlar, ileride
bizim için bazen mutluluk kaynağı olurken bezende
mutsuzluğa neden olabilmektedir.
Günlük yaşamda vermiş olduğumuz kararların
biri kısmını uygulamaya koymadan bir kısmını uygulama anında bir kısmında daha sonra vazgeçebiliyoruz. Vermiş olduğumuz bu kararlar yerine göre
Rasülullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a kasem ederim
ki, içinizde öyle adam bulunur ki, cennet ehlinin ameli ile amel eder ve kendisi ile cennet
arasında bir zira’dan (Yaklaşık 50 cm) ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükm-i) kitap (yani o yazının hükmü) ona galebe eder, cehennem ehlinin
ameli ile amel eder de cehenneme girer. Keza
içinizde öyle adam bulunur ki, cehennem ehlinin ameli ile amel eder, kendisi ile cehennem
arasında bir zira’dan ziyade mesafe kalmaz.
Derken (hükm-i) kitap ona galebe eder, cennet
ehlinin ameli ile amel eder ve cennete girer.”
(Buhari –Müslim)
Düşünmeden ve dikkat edilmeden verilen birçok kararlar, bizleri hem bu dünya da
hem de öbür dünya da sıkıntıya sokacaktır.
kısa vadede, yerine göre de uzun vadede olumlu ya da olumsuz olarak bize geri dönmektedir.
Yıllar önce verdiğimiz bir karar, bazen bize yıllarca
mutluluk getirirken bazen de sıkıntılar getirmektedir.
Hayata ve kendimize verdiğimiz değeri gösteren kararlarımız, bizim için ne kadar önemli olduğunu
yaşanan sıkıntılarla daha iyi anlamaktayız. Düşünmeden ve dikkat edilmeden verilen birçok kararlar, bizleri hem bu dünya da hem de öbür
dünya da sıkıntıya sokacaktır.
Karar verirken birçok kez olayın görünüşüne
göre karar vermeye çalışırız. Görünüş itibari ile olumlu görünen olaylar bazen olumsuz sonuçlar doğurabilir. Ya da olumsuz gibi görünen bir olaydan da sonuç
itibari ile olumlu sonuçlar çıkabilir. Görünüş itibari ile
olumlu görünüp sonuç itibari ile olumsuz sonuçlar
doğurabileceği ihtimali varsa karar vermeden önce
düşünerek ve gerekirse istişare ederek karar verilmelidir. Ya da olayı değerlendirip akıl süzgecinden
geçirdikten sonra sonuç için Allah’a tevekkül
edip dua etmeliyiz.
Cenab-ı Hak bu konu da Kur’an-ı Kerim de
şu şekilde buyurmaktadır: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir, buna
karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda
kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz
“Sizin hayır zannettiklerinizde şer, şer zannettiklerinizde ise hayır vardır” ( Bakara, 216)
Yine günlük yaşamda birçok kez önemli kararlar verirken zorlanmaktayız. Bu amaçla da vermiş olduğumuz birçok kararı beğenmeyip değiştirmekteyiz.
Şubat
41
Kararsızlık içinde vermiş olduğumuz kararlarımızın
sonucunda bazen sevinir bazen de üzülürüz. Her zaman her yerde sağlıklı karar verebilmek herkes için
ideal olsa da hayat şartları insanı bazen karar vermeye zorlamaktadır.
Cenab-ı Hak; “Elbette zorluğun yanında
bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (İnşirah, 5-6) buyurmaktadır.
Bir konu hakkında karar verme adına olumlu
bir seçim yaptığımızda içimizde mutluluk olarak adlandırdığımız his duyarız. Bu his bize yapmış olduğumuz seçimin doğru olduğunu gösterir. Bazen de
karar aşamasında içimizde bir sıkıntı oluşur. Nedenini
tarif edemediğimiz bu sıkıntı aslında bizim için uyarıcı anlamı taşıyan bir geribildirimdir. Çünkü içinizdeki
his ile algıladığımız sezgiler birbiriyle uyum içindedir.
Uyarı anlamı taşıyan bu his, kişinin bir daha düşün-
meyvesini yerken içime şüphe düştü, buna rağmen
vazgeçmediğim için sonra pişmanlığa düştüm.
3. Girişeceğiniz islerde bilenlere danışın,
eğer ben yasak ağaca yanaşmadan önce meleklere (Cebrail’e) danışsaydım, başıma bu
haller gelmezdi.
Cenab-ı Hak; “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla
beraber bir kolaylık daha vardır.” (İnşirah, 5-6) buyurmaktadır.
mesini istemektedir. Başka bir ifade ile nefis görünüşe göre hareket eder ve anlık zevk peşindedir.
Vicdanımız ise nefsimizin bizim için ileride
sıkıntı olacak şeyler için uyarıcı anlamında
kalbe sıkıntı verir. Bunun en bariz örneğini de Hz.
Âdem (a.s) cennetteki yasak meyveden yerken yaşadığı duygu yoğunluğudur.
Hz. Âdem (a.s.) oğlu Sit (a.s.)´a şu beş nasihatte bulundu ve bu nasihatleri ilerde kendi oğullarına,
vasiyet etmesini istedi.
1. Oğullarına, girişecekleri her işin sonunu bastan düşünmelerini söyle, eğer ben giriştiğim davranışın sonunu düşünseydim, başıma
bildiğiniz haller gelmezdi.
2. Herhangi bir ise girişirken içinize şüphe düşerse, ondan uzak durun, çünkü ben yasak ağacın
42
4. Oğullarına, dünyaya güvenmemelerini söyle,
çünkü ben baki olduğunu göz önüne alarak Cennet’e
güvendim, fakat Allah (c.c.) beni oradan çıkardı.
5. Oğullarına, kadınların arzusuna uyarak
bir işe girişmemelerini söyle. Çünkü ben esimin arzusuna uyarak yasaklanmış ağacın meyvesinden yediğim için sonra pişman oldum.
(Kalblerin Keşfi, İmamı Gazali)
Bir gün Ayn-ül-Kudât Hemedânî Hazretleri bir
talebesine şöyle nasihat etti:
Kalbinin ürperdiği işi yapma! Nefsine uyma!
Şüphe ettiğin işlerde kalbine danış! Hadisi-i şerifte
buyruldu ki: “Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık
veren şey, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır.” (Beyhaki).Yine hadisi
şerifte; “Helal olan şeyler bellidir. Haramlar
Şubat
da bildirilmiştir. Şüpheli olanlardan kaçınız!
çarpıntı oluşur. Yine ilk defa hırsızlık yapacak olan
Şüphesiz bildiklerinizi yapınız!” (Taberânî) buy-
insanda hırsızlık yapmadan önce kalbinde oluşabile-
ruldu. Bu hadisi-i şerif gösteriyor ki, şüphe edilen
cek korkuda insan için bir uyarıcıdır.
ve kalbi sıkan şeyi yapmamalıdır. Şüphe edilmeyeni
Peygamber Efendimiz (s.a.v) hadisi şeriflerde
yapmak câiz olur. Şüpheli bir şeyle karşılaşınca, eli
kalp üzerine koymalı. Kalp çarpması artmazsa, o şeyi
şöyle buyurmaktadır:
yapmalı. Eğer fazla çarparsa, yapmamalıdır. Hadisi-i
şerifte buyruldu ki: “Elini göğsüne koy, helal şeyde kalp sakin olur. Günah işte çarpıntı olur.
“Günah olan iş yapılırken kalpte çarpıntı
olur.” (Beyhaki)
Şüpheye düşersen, din adamları fetva verseler
de yapma!” (İ. Ahmed)
İnsanlar
“Şüphelileri bırak, şüphe uyandırmayana
bak. Doğru işlerde kalp sakin olur, yalan ise
kalpte şüphe uyanır.” (Tirmizi, Nesai)
Allah’ın
hoşnut olmayacağı bir
iş
yapacakları
kalpte bir korku oluşur.
Hiç tanımadığı ortamlarla
fobilerden
“Kalbine
zaman
Peygamber Efendimiz (s.a.v) hadisi
şeriflerde şöyle buyurmaktadır:
fark-
lı bir korkudur bu. İlk
defa, ara sıra işlenen
günahlarla, helal mi ha-
danış;
iyilik, kalbin mutmain
olduğu, rahatladığı şeydir. Günah ise, canını
sıkan, kalbinde tered-
“Günah olan iş yapılırken kalpte
çarpıntı olur.” (Beyhaki)
düt
uyandıran
Aksine
fetva
şeydir.
verseler
de.” (Taberani)
ram olduğu konusunda
“Seni
şüpheye düşüldüğü za-
şey iyidir. Seni şüpheye
manda kalpte bir sıkıntı
meydana gelir.
rahatlatan
düşüren, sıkıntı uyandıran şey günahtır. Sana
fetva verse de böyledir.” (İ. Ahmed)
İlk defa ya da ara sıra sınavlarda kopya çekecek bir öğrenci, kopya çekme düşüncesinden dolayı
Sonuç olarak sağlıklı karar vermek için kalbimi-
sınav başladıktan sonra kalbinde korkuya bağlı bir
ze danışmamız gerekir. Kalbimizde geribildirim adına
bir sıkıntı oluşuyorsa o işi yapmamalı. Ferahlık veriyorsa yapmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Yapacağın bir iş için, yedi defa Rabbinden hayırlı
olanı iste, sonra kalbine bak, hangisi kalbine
ferahlık veriyorsa, hayırlı olan odur.” (Deylemi)
buyurmuşlardır.
Bunların yanında;
Haram yemekten ve günahlardan kaçınmalı.
Çünkü haram yemek ve günahlar insanın kalbini karartır-katılaştırır. Süreci iyi analiz edip ehil kimselerle
istişare etmeli. Karar verirken vicdanın sesi dinlenmeli. Çünkü olumsuzluk durumlarda ruh sıkılır. Düşünmeden ve alelacele karar vermekten kaçınmalı.
Düşünerek karar verilmeli.
Şubat
43
Ey İnsan
Ahmet KAYAK
aid
an S
m
a
z
z
Bediü
d
aklını
a
t
s
a
Ü
Y
“
i
b
diği gi
e
…
d
n
i
ku r t u l
l
o
Nursi’n
n
hayva
,
a al,
t
a
n
ı
ş
r
a
a
b
k
a
çı
imanl
ı
n
ı
l
k
a
Veya
inle.”
d
i
’
m
i
-ı Ker
Kur’an
44
“Ey insan, seni yaratan ve seni düzenleyip, sana biçim veren, çok cömert ve bağışlayıcı
Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitar Suresi
6 ve 7. Ayet) Sen kimsin? Seni kim, nasıl ve neden
yarattı? Sen ki, bu kadar özenle yaratılmış bir varlıksın.
Kendinde bir eksiklik veya fazlalık bulabilir misin? Sen
bütün bu nimet ve imkânlarla donatıldıktan sonra, kısacık ömrünü, geçici bir takım hevesler uğruna mı harcayacaksın? Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği
gibi “Ya aklını çıkar at, hayvan ol kurtul… Veya
aklını imanla başına al, Kur’an-ı Kerim’i dinle.”
Düşün bir kere hayata gelmeden önce neredeydik? “O, akıp dökülen meniden bir nutfe değil
miydi?”(Kıyamet Suresi 37.ayet) Evvelimiz bir damla
su değil miydi? Yoktuk var edildik. Yaratıldık ve yaşatılıyoruz. Ben insan olarak beni yaratanı ve yaşatanı tanımalıyım. O’na teşekkür etmeliyim ve O’na minnettar
olmalıyım. Diyeceksin ki, tanıyorum. Hayır, tanımıyorsun. Hatta bir artisti, bir futbolcuyu, bir takımı, bir partiyi tanıdığın kadar. Öyle değil mi? Fakat düşünmeye
zamanın var mı? Seni öyle meşgul etmişler ki, sabah
kalkar işine gidersin yahut ev işlerini yaparsın, akşama
Şubat
“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı, sizin hizmetinize O bağladı. Bütün yıldızlar da,
O’nu emrine bağlıdırlar. Elbette bunların her birinde aklını başına alıp, düşünen bir
topluluk için, birçok alametler vardır.”(Nahl Suresi 12.ayet)
kadar çalışırsın, akşam TV karşısında zaman öldürür,
hafta sonunda da bir meşguliyet bulursun ve hayat
böyle boş bir şekilde geçip gider. Şimdiye kadar geçmedi mi? Bu kadar hayat nasıl geçtiyse, bundan sonra da geçecektir. Ama unutma ki, senin meşgul olduğun şeylerden daha önemli bir gayen olmalı. “Ben
insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler
diye yarattım.”(Zariyat Suresi 56.ayet)
Kâinatta her şey sana hizmet veriyor. Eğer aklını kullanıp düşünürsen, görürsün ki güneş senin için
doğuyor, gece senin için oluyor, yağmur senin için
yağıyor, her şey… “Geceyi, gündüzü, güneşi ve
ayı, sizin hizmetinize O bağladı. Bütün yıldızlar da, O’nu emrine bağlıdırlar. Elbette bunların her birinde aklını başına alıp, düşünen bir
topluluk için, birçok alametler vardır.”(Nahl
Suresi 12.ayet) Peki sen… Sen ne için varsın? Niye
yaşıyorsun, gayen ne? Düşün, ama düşünmek, çok
zor bir olay, zor olduğu kadar da önemli. Senin düşünmemen için neler sarf ediliyor bir bilsen. Zaten,
seni meşgul etmeseler, seni sömürenler, saltanatlarını
sürdürebilirler mi? Hayır, seni düşündürmemeleri la-
zım, seni oyalamaları lazım değil mi? Sen geçim sıkıntısını düşünüyorsun. Bu hafta maçlar nasıl olacak,
takımın yenecek mi? TV karşısında, stadyumlarda,
konserlerde elbette düşünemezsin. Peki, niye geldin
bu dünyaya, niye yaşıyorsun? Eğer mal, mülk, makam, rütbe, şöhret sahibi olmak asıl gaye ise, hepsi
de burada kalıyor. Asıl gayeni bilmelisin. Çünkü bu
dünyaya bir daha gelmeyeceksin. Yaşadığın kısa bir
hayat, ama çok önemli bir hayat. Bu kısa hayatı yaşarken ya ebedi, sonsuz, mükemmel bir hayatı kazanacaksın, ya da ebediyen yanacaksın.
Evet, ey nefsim! Ey aciz insan! Ah aciz olduğumuzu bir bilsek… Aciziz, zayıfız, muhtacız. Vücudumuzda görünmeyen bir mikroba yenilecek kadar
aciziz. Öyle ise, bizi yaratan, yaşatan, rızık veren, görecek göz, işitecek kulak veren, Allah’a her şeyimizle
bizi mükemmel yaratana muhtacız. “Ey insanlar!
Siz, Allah’a muhtaç olanlar, sizlersiniz. Allah ise, hiçbir şeye muhtaç değildir. Hamiddir.
Hamd olunmaya layıktır.”(Fatır Suresi 15.ayet)
Bugün gördüğünüz gibi insanlık huzursuz, insanlık
kurtuluş arıyor. Bir sosyalizme, bir komünizme, bir
kapitalizme, bir demokrasiye sarılıyor ama bunlar kaç
kişiyi mutlu edebilir? Evet, insan kendisini yaratanın
tarifnamesi olan, Kur’an ve Peygambere dönmedikçe
yaratanın istediği şekilde yaşamadıkça, ilahi nizama
dönmedikçe tatmin olamaz.
Bilmiyorum neyimize güveniyoruz. Neden Allah’ın emir ve yasaklarına uymuyoruz? Neden Peygamberimiz(s.a.v)’i hakkıyla sevemiyoruz? Neden insanlara aldanıyoruz? “Yeryüzündekilerin çoğuna
uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar,
yalnızca zan ardından giderler. Onlar, sadece
atıp tutarlar.”(En’am Suresi 116.ayet) İnsanlar,
kendi ‘Bence’ leriyle dini yozlaştırıyorlar. İnandığımız gibi yaşamak yerine, yaşadığımız gibi inanıyoruz.
Rabbimize hakkıyla tevekkül edip, O’na yönelelim.
Unutmayın bugün ‘AMEL’ var ‘HESAP’ yok, yarın ‘HESAP’ var ‘AMEL’ yok.
Şubat
45
Sadi Baba’nın
Tasavvufi Mülahazaları
Yusuf Karagözoğlu
H
sı
l e r ac ı
ç
i
n
i
iz
Basri’n
ı
n
a
er i: S
s
l
z
ö
Ha
s
ı
nsıttığ
a
d eli
y
i
z
z
i
i
n
m
i
i
d
hal
g ör s e y
s e y di
r
i
ö
y
e
g
b
i
a
si z
sah
nlar
o
değ il
,
z
i
n
i
n
a
d e rd
ü slüm
m
r
bunla
di .
de rle r
46
amd, bizleri eşref-i mahlukat olarak yaratan, yeryüzünün halifesi kılan, bizleri
envai çeşit nimetleriyle rızıklandıran,
İslamla şereflendirip bizleri hidayete erdiren,
âlemlerin Rabbi olan Allaha’dır. Salat ve selam
onun Kutlu Elçisi Hatem’ul-Enbiya, Server-i Asfiya,
Resul-i Kibriya Hz. Muhammed Mustafa’ya (S.A.V),
O’nun Aline, Ashabına ve kıyamete kadar O’na yoluna
tabi olanların üzerine olsun.
Bu yazıda asıl adı sadi özen olan merhum Sadi
Baba’nın tasavvufun özüne dair yazmış olduğu Ankalar ve Kargalar kitabı üzerine değerlendirmelerde bulunacağım. Sözü geçen bu kitabı referans alarak Sadi
Baba’nın tasavvuf anlayışı oluşturulmaya çalışılarak
kitaptaki samimi uslup ve yöntem üzerine de ayrıca
değerlendirmelerde bulunacağım. Öncelikle kendisinin
bir Kadiri tarikatı mensubu olduğu varsayılırsa yani tasavvufu yaşayan biri olarak yazdıklarının bir kat daha
mühim olacağı aşikardır. Aslında Sadi Baba sözü geçen
kitapta temsili anlatım yaparak gerçek tasavvuf erbabıyla sahte hurafeci, bidatçi tasavvufu savunanları ayırt etmek için anka ve karga tabirlerini
Şubat
kullanıyor. Karga tabiri mal, makam, şan ve şöhreti
paye edinen, gösteriş meraklısı, mürai olan ve halkın
sırtından dalkavukça geçinen kişiler için söylendiği
gibi, anka tabiri dünya kaygısı gütmeyen ihlaslı, iyi
niyetli ve samimi olan Allah rızasını hedefleyen, ahiretini düşünen kadirşinas kişiler için söylenmiştir.
hükmederek şöyle der:“Yapılması gereken nefis
terbiyesine ‘ihsan; tezkiye ve fıkh-ı batın’ isimlerini
vermemizdir. Eğer Müslümanlar bunu yaparlarsa ihtilaf denebilecek anlaşmazlık zail olacaktır. (Ebu’l-Hasen en-Nedvî, “Takdim”, Tasavvuf ve Hayat, Abdu’l-Bari en-Nedvî, s.9, İslâmî Neş. Yay. , İstanbul, 1967)
Önsöz kısmında Sadi Baba şöyle tanımlamış
anka ve kargayı: Mitolojik bir kuş olan ankanın yüzü insan gibi, boynu çok uzun ve kendisinde her hayvandan bir alamet bulunan ve
kaf dağında en yüksek yerlerde hür yaşayan bir
kuş. Temiz şeyler yiyen, muratsızları muradına kavuşturan, darda kalanlara yardım eden
ve birçok dil bilen, çok acıyan, sevgi dolu bir
yaratık… Kuşların görmeye hasret duydukları
sultanları ve sevgilisi. Anka tasavvufta İnsan-ı
Kamil’dir. Karga ise; çöplük yerlerde yaşamaya
alışmış, kokuşmuş şeyler yiyen, alçaktan uçan,
gözü yerlerde leş arayan, bed sesli, çirkin gö-
Peygamber, sahabe, tabiîn ve tebeu’t-tabiîn dönemlerinde yani Hicri I ve II. asırda daha çok zühd ve
takva, zahidlik ve abidlik olarak adlandırılan manevi
yaşam hicri III. asırdan itibaren tasavvuf bir ilim dalı
olarak görülmüş ve İslam dünyasında yayılmıştır. Ayrıca hicri VI. asırdan sonraki dönemlerde Anadolu’da
tarikatlar kurulmaya başlamıştır.
Kuran ve sünnetten uzaklaşmayla birlikte
inançta ve amelde sapmalar başlamış. Böylelikle bir zühd ve takva hareketi olarak ortaya çıkan
tasavvufta bozulmalar görülmeye başlandı. Bozulmayan tasavvuf anlayışını sürdürenler arasında Kitap ve
Hamd, bizleri eşref-i mahlukat olarak yaratan, yeryüzünün halifesi kılan, bizleri
envai çeşit nimetleriyle rızıklandıran, İslamla şereflendirip bizleri hidayete erdiren,
âlemlerin Rabbi olan Allaha’dır
rünüşlü egoist, bencil, menfaatperest yaratıkların temsilcisi…
Değerli mutasavvıf sadi babanın bu ifadelerinden sonra öncelikle tasavvufun ne olduğu, çıkış
menşei ve kaynakları üzerinde durmak istiyorum.
Tasavvuf, Arapçada yün giymek, saf olmak,
ilk safta bulunmak, suffa ashabı gibi yaşamak
anlamına gelen bir kelimedir. Uygun görülen ve
kabul edilen, kelimenin yün anlamına gelen “sûf”dan türediği şeklindeki görüştür. İbn Haldun bu görüşü benimseyenler arasındadır. (Osman Türer, Ana
Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, s.26, İstanbul, 1998) Tanınmış çağdaş âlimlerden Abdullah Ulvan, tasavvufu
şöyle tarif ediyor: “Tasavvuf İslam dininde ihsan
hakikatini temsil eden ve Aleyhissalatuvesselam’ın “Allah’ı görüyormuşçasına ona ibadet
etmendir Şayet sen onu görmüyorsan da, O
seni görüyor” sözünde ifadesi bulan rükündür”[(http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1731&ctgr_id=45)
Günümüzün saygıdeğer âlimlerinden Ebü’l-Hasenen-Nedvî ise tasavvuf kavramının farklılığına
Şubat
Sünnet ehlinin büyükleri Fudayl bin İyad, İbrahim
bin Ethem, Ebû Süleyman Dârânî, Marufu El-Kerhi,
Cüneyd bin Muhammed Bağdâdî, Sehl bin Abdullah
El-Tüsteri ve benzeri büyükleri sayabiliriz. Bunlar kitap ve sünnete bağlılıklarını Ebu Süleyman Darani:
“Çoğu kez sufilere gelen (ilham türü) şeyler kalbime gelirdi de, onları iki adaletli şahit olan
kitap ve sünnete arzedip gelenin hak olduğuna
dair tasdiklerini almadan kalbime girmesine
izin vermem.” sözleriyle ifade ederken, Cüneyd-i
Bağdadi: “Hakka giden bütün yollar, halka kapalıdır; ancak Resulullahın (s.a.v.) hal ve hareketine sarılıp sünnetine uyanların üzerinde
bulunduğu Peygamberin (s.a.v.) yolu açıktır. Bizim gidişatımız, Kitap ve sünnetteki esaslarla
sınırlandırılmıştır.” sözleriyle ifade etmiştir.
Başlarda rızay-ı ilahiyi kazanmak amacıyla ortaya çıkan tasavvuf kuran ve sünnet dışı bidat ve hurafelerle özünden koparıldı. “Sonra onların izleri
üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik.
Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik;
ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kalple-
47
rinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bidat
olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara
yazmadık (emretmedik). Ancak Allah rızasını
aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği
gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman
edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da
fasık olanlardır.’’ (Hadid / 27)
imanını gizleyen hanımı Asiye’yi örnek verir (Tahrim
/11). Bir tarafta iman ve tevhid sancaktarlığını yapan
peygamberlerin yanında oldukları halde imanının lezzetinden mahrum olanlar varken diğer tarafta küfrün
ve şirkin sancaktarlığını yapan firavunun yanında
olduğu halde bir bahçıvan gibi yüreğine çiçeklenen imanının bakımını gözeten var.
Günümüzde tasavvufçu geçinen bazı kimselerin yanılgılarından biri de şeyhine güvenip cenneti
garantileyeceği kuruntusudur. Buna ilaveten müridin şeyhinin kendisine himmet elini uzatarak şefaat
edeceğine olan inancı tamdır. Zaten şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü bu anlayışa hizmet etme
amacını taşır. Başka bir yanlış anlayış ta bu kimselerin
soyunun seyyid-şerif soyundan, Ehl-i Beyt’ten veya
Evlad-ı Resul silsilesine dayandığından bahsederek
böbürlenip durur. Hâlbuki bilmez mi ki, İslam’da üstünlük takvayladır. (Hucurat /13), Yoksa soy-sop, ırk,
bunlar cahiliye adetleri değil midir? Ya da asabiyet
damarını kabartan davranışlar değil midir? Nitekim
Resul-i Zişan efendimiz (sav) kızı Fatıma’ya: “Ey kızım Fatıma. Peygamber kızıyım diye güvenme
kıyamet günü seni ben bile kurtaramam.” buyurarak kişinin kendisin kurtaracak tek şeyin ameli olduğunu bizzat vurgulamıştır. Yoksa Kuran-ı Kerim’de
Yazar sahih tasavvuf anlayışı üzerinde ısrarla
duruyor, Kuran ve sünnete uymayan tasavvuf anlayışlarının sorgulanıp eleştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Gerçek tasavvufu yaşayan ehli tarik ve sofiye-i
aliye’den sayfa 9’ da şöyle bahsediyor: “Gerçek ehli
tarik ve sofiye-i aliyeden olan zatlar ahlak ve
edebi Muhammedi (s.a.v) ile ahlaklanıp edeplenerek, insanlığa Allah rızası için herhangi bir
maddi ve manevi karşılık beklemeden hizmet
eden bahtiyar erlerdir(recullerdir), insanlardır. ”
Tasavvuf yoluna giren salik, mürid yada sofinin
Allah’a kurbiyyetini gösteren (yakınlaşmasını) belli bir
ibadet hayatının günlük yaptığı vird, zikir ve ezkarlarının olması lazım. İbadet hayatı derken farz namazları
yanında kuşluk, evvabin, gece namazları; ramazan
ayı orucu dışında pazartesi ve perşembe günü oruçları, muharrem ayı, şevval, recep ve şaban ayındaki
Cüneyd-i Bağdadi: “Hakka giden bütün yollar, halka kapalıdır; ancak Resulullahın
(s.a.v.) hal ve hareketine sarılıp sünnetine uyanların üzerinde bulunduğu Peygamberin
(s.a.v.) yolu açıktır. Bizim gidişatımız, Kitap ve sünnetteki esaslarla sınırlandırılmıştır.”
peygamberlerin ev halkının bile imandan nasipsiz oldukları örneği verilmezdi, Nuh ve Lut hanımlarının
imandan yüz çevirip küfür içinde öldükleri (Tahrim
/10), Nuh’un oğlunun kafir bir şekilde tufanda boğularak (Hud, 11/ 42-43) öldüğü bize bildirilmezdi, bunların peygamberlerin en yakınındaki kişiler olmaları
da cennete girmelerine neden teşkil etmiyor, yani kan
bağıyla peygambere yakın olmak kurtarmıyor onları.
Aslında iman bağı, kan bağından ve soy bağından daha üstün, keremli ve izzetli bir bağla
müslümanlar arasında kardeşlik tesis eder.
Hucurat Suresi 10.ayette “Muhakkak mü’minler
kardeştirler.” hitabıyla inananların ancak kardeş
oldukları, bu kardeşliğin de iman bağından başka
bir bağla olmayacağı vurgulanıyor. Başka bir örnekte de ilahlık davasında bulunan firavunun sarayında
48
oruçlardan bahsettiğimizi hatırlatmakta fayda var. Yazar sayfa 19’da huşu ve tazimle kılınacak olan namazın 1) Tadil-i erkan (Kurallara uyma) 2) Korku-ümit
(Muhabbet boyutu) 3) Ahlaki boyutu ( Doğru ve güvenilir bir kişi olmak) Zaten Ankebut Suresi 45.ayette: “Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da
dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak elbette
en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı bilir.”
Bakara 183. ayette: “Ey müminler! (Kötülüklerden
ve haramlardan) korunmanız için oruç tutmak,
sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz
kılındı.”
İslam iman ve iman esaslarını kapsayan itikadi
hükümler (akaid), ibadet, muamelatı ve ukubatı (ceza-
Şubat
lar) kapsayan ameli hükümler (fıkıh) ve ahlaki hükümlerden (tasavvuf) ibarettir. Ebubekir sifil hocanın belirttiği gibi; din’in temel hedefi olan “insan-ı kâmil”i inşa
etmek için üç Fıkıh vazgeçilmezdir: Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı
Zâhir ve Fıkh-ı Batın. Bunlardan ilki Akaid’i, ikincisi
Fıkıh ilmini, üçüncüsü de Tasavvuf’u ifade eder ve kemalin, hiçbirinin ihmaline tahammülü yoktur.
Zede almış, şu ya da bu şekilde kaymalara uğramış bir itikadî sistem, kişiyi, ucu küfre kadar çıkabilen “bid’at vadisi”ne sürükler. Fıkh-ı Zahir’in ihmali,
amellerin ihlaline, dolayısıyla ucu yine küfre çıkabilen “fısk vadisi”ne sürükler. Fıkh-ı Batın’ın ihmali ise,
sa’y-u gayretle geçirilmiş bir ömrün ardından, kişiyi,
sonu hüsrana varabilecek “iflas
vadisi”ne sürükler.
Hadiste Kıyamet gününde müminin mizanında
iyi ahlâktan daha ağır bir şey olmayacağı iyi ahlâk
sahibinin bu ahlakıyla namaz kılan ve oruç tutanların derecesine nail olacağı bildirilmektedir (Ahmed b.
Hanbel, Hindi, Kenzul-Ummal, 2/139) yine Ebu Hureyre (r.a.) den rivayet edilen bir başka hadiste
“Mü’minin şerefinin, dininin, mürüvvetinin, aklının değerinin ahlakıyla olacağı bildirilmiştir”
(Hakim). Ebu Zerr (r.a.) den rivayet edilen
hadisteyse “Kalbini ihlâsla dolduran, dürüst,
lisanı doğru, nefsini mutmain ve ahlâkını da
müstakim kılanın kurtuluşa ereceği bildirilmiştir”
(Buhari).
Bu “Üç Fıkıh” arasınTasavvufun gerekleri dörttür:
Resûl-i Ekrem’e (saldaki dengenin muhafazası
adab,
ahlak,
mücahedeler
ve
lallahu aleyhi ve sellem),
son derece önemli bir mebir kadının geceleri ibadet
seledir. Birbirlerini muhakhaller. Adab, çalışmaktır. Ahlak ve
ederek gündüzleri de oruç
kak surette etkiledikleri ve
mücahedeler
sünnete
uymaktır.
Haller
tutarak geçirdiği, fakat kötü
aralarında kopmaz bir ilişki
bir ahlâka sahip olduğu ve
bulunduğu için, dengenin
ise Allah tarafından bir vergidir.
komşularına diliyle eziyet
bunlardan birisi aleyhiverdiği anlatıldı. Bunun
ne bozulması durumunda
üzerine Resûlullah “O kaortaya kaçınılmaz olarak
aşırılıklar, arızalı duruşlar ve çarpık anlayışlar çıkar. dında (yaptığı amellerde) hayır yoktur, o kadın
Fıkh-ı Ekber’i zede aldığı için aşırılıklara kaymaktan Cehennemliktir.” buyurdu. Bu sefer, beş vakit farz
kurtulamamanın örneğini Haricîler’de, Mücessime ve namazını kılan, Ramazan orucunu tutan, elindeki tek
Müşebbihe’de görürüz. Fıkh-ı Zahir’i ihmale terk etti- sahip olduğu (ekmek veya peynir gibi) yiyeceklerden
ği için yoldan sapanlara Batınîler örnek gösterilebilir. küçük parçalar hâlinde başkasına tasaddukta bulunan
Fıkh-ı Bâtın’a gerekli önemi vermediği için bir başka ve hiçbir kimseye zarar vermeyen bir başka kadından
aşırılığa kaymaktan kurtulamayanlara ise günümüz- bahsedildi. Bu kez Resûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) “O kadın Cennetliktir.” buyurdu. (Hâkim,
de Vehhabîlik ve “Selefîlik” örnek gösterilebilir.
a.g.e., IV, 280; Beyhakî, a.g.e., XII, 94-95).
( Ebubekir Sifil/ Milli Gazete – 24 Aralık 2005/
Sayfa 68’de yazar tasavvufun gerekleri hakkınOKUYUCU SORULARI-17/ Tasavvuf-1)
da şöyle demiştir: tasavvufun gerekleri dörttür:
Tasavvufun amacının güzel ahlak kazandırmak adab, ahlak, mücahedeler ve haller. Adab,
olduğunu söyleyebiliriz. Kur’ân-ı Kerîm’de Peygam- çalışmaktır. Ahlak ve mücahedeler sünnete
bere hitaben: “şüphesiz ki Sen büyük bir ahlak uymaktır. Haller ise Allah tarafından bir verüzeresin” (Kalem /4). buyururken Peygamberi- gidir. Adab çoktur, tasavvufun adabı her şeyin bamiz(s.a.v) de “Ben ancak güzel ahlakı tamamla- şında nefsi hor görmektir. Ahlaka gelince: güzel
mak için gönderildim.” buyurarak güzel ahlakın ahlak, cömertlik, tevazu, başkalarının sıkıntılarına
önemine değinilmiştir. Yine Hz. Aişe (r.anha) kendi- katlanmak, Allahın hükümlerini rıza ile karşılamak,
sine Hz. Muhammed (a.s.m)’in ahlakının nasıl oldu- arkadaşlara az muhalefet etmektir. Mücahedeler:
ğunu soranlara “Onun ahlakı Kur’an ahlakıydı/ nafileleri yapmak, oruca devam etmek, çokça gece
o konuşan, yaşayan canlı bir Kur’an idi.” (Müs- namazı kılmak, gözü, dili, kulağı, aykırılıklardan korumak. İbadette temiz niyet, iyilikle emir, kötülükten
lim, Müsafirin 139) diye cevap vermiştir.
Şubat
49
men hususunda azimli olmak ve benzeri şeylerdir.
Hallere gelince: zühd, takva, tevekkül, işleri Allaha
bırakmak, huşu, teslim, ihlas, yakin, korku, Allahtan
utanma, kanaat ve benzerlerdir.
senin vermen, sana gelmeyene senin gitmen,
sana zulmedeni de affetmendir. Bunları yaptığın vakit Allah seni Cennet’e kor,” buyurmuşlardır. (Hakîm, 2/518)
Tasavvufu iyi bir şekilde anlamak için şu üç
ilkenin bilinmesi lazımdır. Hukuk-u nefs ( kendi
nefsimizin üzerimizdeki hakları) hukuk-u ibad (diğer insanların üzerimizdeki hakları) ve hukukullah
(Allah’ın üzerimizdeki hakları). Gelin isterseniz bu
söylediğim ilkeleri tek tek yakından inceleyelim. Öncelikle hukuku nefse taalluk eden kısmı konuşalım.
Salih amel, ilim, ihlas ve samimiyetle teslimiyet, kanaat, zühd ve takva, tevekkül, ibadet ve
riyazat, murakabe ve muhasebe, ihsan, nefis
tezkiyesi ve ruh terbiyesi, güzel ahlaktır. Kişinin toplumda davetçi ve tebliğ görevini sürdürebilmesi için önce kendi nefsini düzeltmesi gerekir. Yani
emri bil’maruf ve nehy-i anil’münker görevinin ifa
edebilmesi için önce kendi kendinin aynadan kontrol
etmesi gerekir, kendi nefsine söz geçiremeyen başkasına sözü hiç geçiremez. Zira kişi kendi ayıbını ve kusurlarını herkesten daha iyi bilir, iyi
bir özeleştiri ve muhasebe yaparak kendinde
olan manevi hastalılarını törpülemiş olur. Kazaya rıza belaya sabır genişlik ve rahatlık anında dua
etmek. Nimete kavuşunca şükreden, belaya uğrayınca sabreden, haksızlık yapınca af diler, zulme
uğrayınca bağışlarsa, emniyet ve hidayet üzere
olur [Taberani].
Cennet ehlinin üç ahlakı vardır ve bunlar ancak
kerem sahibi insanlarda bulunur:
Allah’a (Şu 3 şeyi yapan dünya ve ahiret
hayrına kavuşur: Kazaya rıza, belaya sabır, rahatlıkta dua.) [Deylemi]
Hukuk-u ibada taalluk eden kısmında kötülük
edene iyilik etmek, zulmedeni bağışlamak, cimrilik
edip vermeyene ihsan elini uzatmak gelir. Ebû Hüreyre (r.a.)’den; Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Üç (haslet) kimde bulunursa, Allah Teâlâ
onun hesâbını kolayca yapar ve rahmeti ile
onu Cennetine kor.” Ashab: –Anamız, babamız
sana fedâ olsun, onlar nedir yâ Resûlullah?diye sordular. Resûlullah (s.a.s.):– “Seni mahrum edene
1- Sana zulmedeni affetmek. 2- Seni mahrum edene vermek. 3- Sana kötülükle muamele
edene iyilikle karşılıkta bulunmak.
Zira Allah Teala bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmuştur: “(Resulum) Sen af yolunu tut, iyiliği
emret ve cahillerden yüz çevir.” (Âraf / 199)
(Ebu’l Leys Semerkandî Hazretleri (k.s) / Tenbihül Gafilin - Bostanu’l Arifin 1.cilt; syf: 143-144)
Bu tür haklar kul haklarına girdiği için helallik
alınmadığı müddetçe vebal altında kalınır. Sahabeden Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (a.s.),
ashabına, - “Müflis kimdir, biliyor musunuz?”
diye sordu. Ashâb: - Bize göre müflis, parası ve malı
olmayan kimsedir, dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah
(a.s.), - “Bir insan; âhirete namaz, oruç ve zekât
sevabıyla gelir, bununla birlikte bu kimse birine sövmüş, bir başkasına zina isnât edip iftira etmiş, bir diğerinin malını çalıp yemiş, bir
insanı dövmüş veya öldürmüştür. Bu sebeple
bu kimsenin iyiliklerinin sevabı hak sahiplerine verilir. Eğer üzerindeki kul hakları bitmeden
sevapları tükenirse, hak sahiplerinin günahları
alınır bu kimsenin üzerine yüklenir sonra da
cehenneme atılır. İşte müflis bu kimsedir” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 59. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet, 2) Hukukullaha taalluk eden kısımdaysa; şirksiz
Allah’a iman, kulluk görevini yaparak ibadetü taat
etmek, Kuran ve Sünnete ittiba, Ehl-i Sünnet itikadında istikamet üzere olmak, emirlerini yerine getirip
yasaklarından kaçınmak, İlay-ı Kelimetullah davasına
hizmet etmek, onun halifeliğin yapmak gelir.
Zira kişi kendi ayıbını ve kusurlarını herkesten daha iyi bilir, iyi bir özeleştiri ve
muhasebe yaparak kendinde olan manevi hastalılarını törpülemiş olur.
50
Şubat
Tasavvuf erbabı İslam makamından iman makamına sonra ihsan, takva, şükür makamlarına çıkar.
Dört merhaleden diğer dört merhaleye sefer yapar.
a) günah ve gafletten tevbe ve yakaza(ruhi uyanıklık)
makamına b) dünya hrsından zühd ve ahreti isteme
makamına c) kalplerin ayıp ve kötülükleri makamından bunları terk ve yerine iyiliklerini koyma makamında d) kainatın müşahadeden kaniatın rabbını
müşahade makamına yapılan seferdir.(Ruh Terbiyemiz, Said Havva Külliyatı 7.cilt, syf; 281) Salih bu
yolculukların yakin, vera, zühd, korku, ümit, tevekkül, sabır, rıza, teslimiyet, müşahade, nefis tezkiyesi
gibi salik seyr-u ilallah yaparken konaklama yerlerine
inebilmelidir.
Akıl teklifi ve şeri akıl olmak üzere ikiye ayrılır.
Biri eşyanın hakikatini bilmekten ibaret olan akıl, diğeri ilimleri kavrayan ve Hz. Peygamber’in “Allah’ın
yarattıklarının ilki akıldır.” (Keşfu’l-hafâ, l, 263
(823) hadisiyle anlattığı akıldır. Akıl şeriata uyduğu
müddetçe hidayette olur, yoksa akıl serkeşlik yapıp
şeriatın hükümlerini kendine uydurmaya başladığında delalete düşer. Hiçbir zaman sarih akıl sahih nakille çatışmayacağı gibi şeri akılla İslami hükümlerin
anlaşılması kolaylaşır.
Nefis Kur’an-ı Kerimde üç farklı şekilde kullanılmıştır. Şehevi isteklerine karşı koyamayan şeytanın yollarına kolayca giren nefse Nefs-i emmâre
denir, “Nefsimi temize de
çıkarmıyorum,
çünkü
Tasavvufun ilmi konefis kötülüğü emreder;
nuları arasında kalp, ruh,
meğer Rabbim rahmeakıl ve nefis gelir. Kalp
Nefs-i emmâre denir, “Nefsimi
tiyle kucaklamış olsun,
nazargah-ı ilahidir, devamlı
temize de çıkarmıyorum, çünkü nefis
çünkü Rabbim çok badili ve kalbi zikirle meşgul
ğışlayan, çok merhamet
kötülüğü emreder; meğer Rabbim
olursa gafletten beri olur,
edendir.”(Yusuf/51-53)
rahmetiyle kucaklamış olsun, çünkü
kalbin cilası zikir olduNefs-i Levvâme huzura
ğundan dolayı günah ve
Rabbim çok bağışlayan, çok merhamet
kavuşmayan fakat şehvetmasiyetten kararan kalplere karşı koymaya çalışan
edendir.”(Yusuf/51-53)
ler ancak Allah’a yapanefistir. “Kıyamet gününe
cakları nasuh tevbeyle
yemin ederim. Pişmanve zikirle kalplerini telık duyan nefse (nefs-i
davi edebilirler. Her an ve
Levvâmeye) yemin ederim”, (Kıyamet / 1-2).
her daim kalbini murakebe hissiyatı (Allah’ın göze- Nefs-i Mutmainne kontrol altına alınıp şehvete
timi altında olduğunun, ona şah damarından daha karşı koyarak huzura kavuşan nefistir. Ey huzura
yakın olduğunu olduğunun bilincinde olan kişi) kap- eren nefis, “sen Allah’tan ve O da senden razı
layan kişi günah ve haramlara yaklaşmaz, kalbi te- olarak Rabb’ine dön!... (İyi) Kullarımın arasıyakkuz halinde uyanık ve diri olduğundan şeytanın na gir!.. Cennetime gir!..” (Fecr/ 27-30). Nefsin
arzu ve isteklerine gem vurmak, frenlemekle kişi olvesvese ve iğvaları etkisiz kalır. Ruh Allah’ın insagun kamil bir müslüman olur, nefisle mücadele büna ilahi emanetidir, bu yüzden yaşadığımız süfli
yük cihaddan sayılmıştır. Nefsine arındıran ona
ve fani alemde bu emanete iyi bakmalıyız, balçığa
şeriatın emirlerini yaptırıp yasaklarından sadeğersiz çamur parçasına ilahi ruh üflendiği (Hicr /
kındıran yükselme, kemale erme noktasında
29) için insan eşrefi mahlukat oldu, yoksa hayvani, büyük mesafeler kateder. Ama nefsini dinleyen
nefsani istek ve arzularının peşinden giderse ahse- onu dizginleyemeyen nefsinin peşinden gitmeye
ni takvim suretinden esfel-i safilin derecesine düşer devam eder nefsi ona kötüklükleri süsler; ka(Tin / 4-5), hatta hayvanda da aşağı belhum adal ranlıkta kalmaya devam eder, ışıktan habersiz zulmet
( Araf / 179) sıfatını hakeder, alay-ı illiyyin derece- bulutlarında yürür.
sinden (Mutaffifîn /18)
Son olarak ilk mutasavvıflardan Hasan-ı BasAşağıların aşağısına garkolur. Bunun için baki ri’nin içler acısı halimizi yansıttığı sözleriyle bitirve ulvi alemde saadet ve mutluluğun anahtarını ele mek istiyorum: siz sahabeyi görseydiniz deli
geçirmek bu ruh emanetini koruyup temiz bir şekilde derdiniz, onlar sizi görseydi bunlar müslüman değil derlerdi.
yaradana teslim etmekle olur.
Şubat
51
Hz. Peygamber (as)’in Barışın İnşasına
Yönelik Uygulamaları (XII)
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
İ
dünya
n
ı
r
a
insanl
,
m
â
te’min
İsl
u
n
u
ğ
lu
mutlu
n
t
e
r
i
afında
r
a
t
v e ah
h
a
re All
e
ür
z
ü
k
tünüd
ü
b
e t me
r
a
ll
n ku ra
e
l
i
r
e
g ö nd
slâm, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu
te’min etmek üzere Allah tarafından gönderilen kurallar bütünüdür. Bizzat kendi isminde barış manası taşıyan İslâm, dünya barışını te’min ve inşa
için gönderilmiş, insanlığın birlik ve kardeşlik içerisinde
mutlu bir şekilde yaşamasını hedeflemiştir. Onun için
İslâm’da insanlar arası ilişkilerin odak noktasını barış ve
kardeşlik prensibi teşkil etmektedir. İslâm, barışı o kadar
önemsemiş ve yüceltmiştir ki barış anlamına gelen
‘es-Selâm’ kelimesi Allah Teâlâ’nın isimlerinden
biri olmuştur. Cennete de ‘barış ve esenlik yurdu’ adı verilmiştir.
Diğer taraftan farklı din ve görüşten insanlarla
bağlar kurmanın en güzel örneklerini Hz. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem) vermiştir. Hz. Peygamber,
İslâm dininin dünya barışına yönelik temel prensiplerinin ilk uygulayıcısı olarak Müslümanlara önemli mesajlar vermiş, her fırsatta bu hedefe yönelik tavsiyelerde
bulunmuştur.
Peygamber olmadan önceki döneminde Hz. Muhammed’in, iyi niyetlerle ve temel insanî değerlerin
52
Şubat
yaşatılması amacıyla kurulan sivil toplum örgütlerine
katılması; gerçekleştirilen Kâbe tamiri sırasında
insanların arasını bulması ve tartışmalarda
yatıştırıcı denge insanı olması; Peygamber olduktan sonra içtimaî, ahlakî ve dinî buhranlar
içerisinde yaşayan ve davetini kabul eden insanların hayatını yeniden tanzim etmesi; düşmanlarına
dahi şefkat ve merhamet göstermesi; Medine’ye geldikten sonra yerli ve göçmen halk arasında
dayanışma ruhunu geliştirmek, mal ve mülklerini
Mekke’de bırakarak Medine’ye gelen Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak, onları Ensâr
ile kaynaştırmak için aralarında özel anlamda
kardeşlik tesis etmesi; insan hayatına ve onuruna
verilmesi gereken değeri vermesi; savaşta dahi itidali elden bırakmaması; canına kastedenleri dahi
affetmesi; savaş esirlerine insanî muamelesi;
sosyal düzenin ve iç huzurun sağlanması için
farklı din ve kültürdeki insanları tek bir anayasa etrafında toplaması; civar kabileler ve bölge
halkıyla saldırmazlık ve dostluk anlaşmaları yapması;
toplum huzuru bozulmasın ve işin içyüzünü bilmeyen
insanlar kendisini yanlış anlamasın diye öldürülmeye
müstehak olanları dahi öldürmemesi; kendisiyle savaş halinde olanlara dahi insanî yardımda bulunması;
Mekkelilerin uzlaşmaz tutumlarını sürdürmelerine rağmen, Hudeybiye’de diplomatik çözüm arayışlarında ısrarlı bir tutum sergilemesi; İslâm tebliğini daha da genişletip, komşu ülkelerin
devlet başkanlarına davet mektupları göndererek,
onları müslüman olmakla huzur ve selâmet bulmaya
çağırması; kendisine her türlü hakaret, işkence ve eziyeti reva gören insanları Mekke’nin
fethi sırasında güç elindeyken affetmesi; din
ve ibadet özgürlüğünü esas alması ve hıristiyanların
mescitte ayin yapmalarına izin vermesi ve hayatının
son anlarında dahi sevgi barış ve kardeşlik mesajları
vermesi, onun sosyal güvenliğe, adalet ve hakkaniyete, şefkat ve merhamete, huzur ve asayişe, yardımlaşma ve dayanışmaya, itidal ve insaniyete, barış ve
özgürlüğe, sevgi ve kardeşliğe, birlik ve beraberliğe
ne kadar önem verdiğinin ve dolayısıyla bölgesel ve
evrensel barışın teminine yönelik uygulamalarının
açık göstergeleridir.
Diğer taraftan on sene gibi kısa bir dönemde bütün Arabistan Yarımadası’nın fethedilmesine rağmen yapılan bütün savaşlarda
öldürülen gayri müslim sayısının 216 ile sınırlı olması, günümüz insanına çok seyler anlatmakta
Şubat
ve hatırlatmaktadır. İnsan hayatına verilen bu değer
ve hürmetin bir eşine insanlık tarihinde henüz rastlanmamıştır. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem)’e terörist diyen bazı batılılar, sadece
İkinci Dünya Savaşı’nda elli iki milyon insanın öldürüldüğünü, milyonlarca insanın yaralandığını ve sakat bırakıldığını düşünmelidirler. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en
kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya
Barış Günü olarak kabul edilmiştir. Ama kan
ve göz yaşı akmaya devam etmektedir. Demokrasi, özgürlük ve insan haklarını bahane ederek
ülkeleri işgal edenler, tüm insanlığı utandıracak davranışlar içerisindedirler.
Yeryüzünde karanlığın bu kadar yoğunlaştığı
bir dönemde insanlık, artık ciddi anlamda kurtuluş
arayışına girmelidir. Batı’nın yaklaşık iki asırdır
kan ve gözyaşına boğduğu insanlığın kurtuluşu için uluslararası hukuk, artık sadece şekilde kalmamalı, ahlakî boyut kazanmalıdır.
Uluslararası hukuk mekanizması, âdil bir şekilde işlevini yerine getirmelidir. Bilgi ve teknolojinin hızla
yaygınlaştığı, küreselleşen dünyamızda, insanların
huzur, güven ve mutluluk içinde yaşaması için şiddet
ve terör örgütlerine karşı ırk, dil, din ve kültür farkı
gözetmeksizin tüm insanlık, işbirliği ve dayanışma
içerisine girmelidir. Barış ve istikrar ortamını bozucu
anlaşmazlıkların, şiddet ve terör hareketlerinin önlenmesi, sağduyu sahibi herkesin, üzerine düşen görev
ve sorumluluğu yerine getirmesine bağlıdır. Bu konuda özellikle akademisyenlere, din görevlilerine, basın
ve yayın organlarına ve siyaset adamlarına büyük
sorumluluklar düşmektedir. Artık insanlık, terörden
arınmış bir dünyada, sevgiye, kardeşliğe ve evrensel
barışa kucak açmalıdır. Gözyaşı, kan ve işgal yerine
gerçek barış ve adalet bütün dünyaya hâkim olmalı
ve dünya çapında milyarlarca dolar, artık silahlanma
adına değil, barış ve adaletin gerçekleşmesi adına
harcanmalıdır. Not: Bu makale EKEV Dergisi sayı: 41’de yayımlanmıştır.
53
Hz. Abdullah b. Ömer b. El-hattâb
(r.anh)
Salih AYDIN
İ
kinci halife Hz. Ömer (r.a.)’in oğlu ve mü’minlerin
annesi Hz. Hafsa’nın ana-baba bir kardeşi, fâkih ve
muhaddis sahâbî. Ebû Abdurrahman künyesi ile
e y i,
m
t
e
k
i
il
rak; iy
a
l
mayı,
o
p
t
a
e
y
y
i
r
s
yı
Ş ah
.
y i , ha
e
e v e rd i
m
s
r
e
k
v
o
ç
a
i
s a d ak
e t me y
g ü z el
d
a
e
z
v
a
öl e
iyi
hel e k
te r l i ,
k
l e rd e n
a
k
r
a
ü
l
k
ü
t
kö
Sağlam
Allah
i
olup,
ş
i
ı
ğ
pt ı
huylu
üzük
e r ya
y
H
i
d
.
n
ı
rd
Ke
kaçını
ardı.
p
a
ah için
l
y
l
A
n
ı
,
ç
a
ı
y
ı.
Teâlâ’
r ı z a sı
h
a
l
l
azılıyd
y
A
“
i
:
s
e
a
r
â
t a şı n d
tti.” ib
l e r ine
e
k
t
v
e
e
z
d
bâ
ya
h âl i s i
a , dün
n
ı
l
a
m
Dünya vermezdi.
nül
hiç gö
tanınan Abdullah’ın annesi Zeynep bnt. Maz’un el-Cümeyhî’dir.
Abdullah b. Ömer’in, peygamberliğin üçüncü yılında doğdugu kaydedildiği gibi onun nübüvvetten bir
yıl önce dünyaya geldiği söylenmektedir. (İbnü’l-Esîr,
Üsdü’l-Gâbe, Kahire 1286, 111, 230).
Babasıyla birlikte, küçük yaşta İslâm’a girdi ve
yine babası ile birlikte Medine’ye hicret etti. Tamamıyla İslâm toplumunda ve İslâm terbiyesiyle yetişti.
Yaşı küçük olduğu için Bedir ve Uhud gazalarına Hz.
Peygamber (s.a.s.) tarafından katılmasına müsâde verilmedi. (Buhârî, Megâzi, 6). Ancak onsekiz yaşlarında
iken Hendek gazvesine ve daha sonra Hz. Peygamber
(s.a.s.) zamanında meydana gelen bütün savaşlara katıldı. Mekke fethinde, Mûte savaşında, Tebük seferinde
ve Vedâ Hacc’ında bulundu.
54
Şubat
Abdullah b. Ömer, İslâm devleti bünyesinde
meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız
kaldı ve devlet kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu
hilâfete aday göstermesini tavsiye eden sahâbelere Hz.
Ömer: “Bir evden bir kurban yeter” demişti. Babasından sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli
olan şûrâ’ya sadece müşâvir olarak katıldı. Hz. Ömer
oğluna şûrâ’ya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye etmişti. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmilfi’t Tarih, 111, 65 vd.)
Hz. Osman (r.a.) zamanında, İbn Ömer, devlet
işlerine müdahalede bulunmuyordu. Bir gün Hz. Osman, İbn Ömer’e kadılık yapmasını, müslümanların
arasındaki hukukî anlaşmazlıkları hâlletmesini teklif
edince özür dileyerek kadılık vazifesini kabul etmemiş, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bir sözünü hatırlatmıştı;
-Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlardır ki:
“Kadılar üç çeşittir. Birincisi câhillerdir. Bunların yeri Cehennemdir. İkinci zümre âlimleridir, fakat dünyaya meyilleri vardır, ilimleri ile
amelleri bir değildir, bunlarda Cehennemliktir.
Üçüncü zümre ise hem âlim, hem de dünyaya
meyli olmayanlardır.” (Ebû Dâvud, Akdiye, 2).
- Hz. Osman, Hz. İbn Ömer’e dedi ki:
- “Ama, senin baban Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında kaza işleri ile uğraştı ve kadılık yaptı.”
- “Evet, doğrudur, fakat babam bir mesele ile karşılaşınca Rasûl-i Ekrem’e müracâat
eder, müşküllerini hâlletmede zorluk çekmezdi. Çünkü Rasûl-i Ekrem müşkil bir mesele ile
karşılaşınca onun da müşkilini vahiy hâllederdi. Şimdi Rasûl-i Ekrem aramızda yok ki problemlerimizi ona götürelim. Allah şimdi bizim
yardımcımız olsun.”
Hz. Osman da bu hususta Hz. İbn Ömer’e fazla
ısrarda bulunmadı.
Hz. İbn Ömer, hükümet ve devlet işlerinden
uzak kalmasına rağmen hak yolunda cihâd edip İslâm fetihlerine katıldı. Nitekim Hicret’in yirmiyedinci
yılında Afrika’da Tunus, Cezayir, Merakes seferine
katılmıştı.
İbn Ömer Hicret’in otuzuncu senesinde Horasan ve Taberistan fetihlerinde bulundu ve onun Taberistan fethinde bir Dihkan’ı öldürdüğü bilinmektedir. Ancak hükümet ve devlet işlerine müdahâle
hususunda çok ihtiyatlı davranıp, daima uzak kalmayı tercih etti.
Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra ilmî yüceliği,
kahramanlığı ve mücahidliği Hz. Ömer’in oğlu olması sebebiyle halîfe olması istendiyse de kabul etmedi.
Hz. Ali tarafında yer aldı. Dahilî olaylara karışmadı.
Sıffin olayından sonra da halifelik tekliflerini reddetti. Muâviye zamanında 669 yılında Hz.
Peygamber’in güvenini kazanmış ve bayraktarlığını yapmış olan Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensâri
ile İstanbul surları önlerine kadar gelip, İstanbul’un
ilk muhasarasına katıldı. Onun devlet bünyesinde
ve islâm toplumunda meydana gelen iç karışıklıklar
sırasında temkinli davrandığını görmekteyiz. Fakat
Sıffin’de Hz. Ali’ye muhalefet edenlere ve Abdullah
b. Zübeyr’i Kâbe’de muhasara edip şehid edenlere
karşı savaşmadığına pişman olduğunu bizzat kendisi
ifâde etmiştir. (İbn AbdülBerr, el-istiâb, II, 345), Haccac’a karşı savaşmadıysa bile onun zulmünden asla
çekinmeden islâmî ahkâmı çiğnemesine karşı susmayıp onu gerektiğinde sert bir şekilde uyarmıştı. Hattâ
onun bu gibi uyarılarına kızan Haccac b. Yusuf, Abdullah’ı öldürtme yollarını aramıştı.
Nihâyet hicretin yetmişdördüncü yılında Abdullah b Ömer seksendört veyahut seksen beş yaşında
iken vefat ettiği (İbn Sa’d, Tabakat, IV, 187), başka
rivâyetlerde de onun seksenaltı yaşında vefat ettiği
kaydedilir. (İbnü ‘l-Esir, Üsd ü ‘l-Câbe, I V, 230-23 1) .
Hac mevsiminde adamın biri ucu zehirli
bir mızrak ile Abdullah b. Ömer’i ayağından
Abdullah b. Ömer’in evinde misafir eksik olmazdı. Akşam yemeklerini yalnız
yediği nadirdir. Mutlaka misafiri olur, olmazsa arar bulurdu. Kendisi de dostlarının
evinde üç günden fazla misafir kalmazdı.
Şubat
55
yaraladı. Vücûdu zehirlendi. Bu zehirlenme vefatına sebep oldu. Bir rivâyete göre yukarıda söylediğimiz gibi bu yaralama Haccac b. Yusuf’un tertibi idi.
İbnü’l-Esir’in kaydına göre, Haccac b. Yusuf
minberde hutbe okuyordu. Hutbe’de Abdullah İbn
Zübeyr’e ağır sözler söylemiş ve bazı ithamlarda bulunmuş, onun Kur’ân-ı Kerim’i tahrif ettiği iddiasını
ortaya atmıştı. İbn Ömer düşünmeden ve çekinmeden Haccac’a bağırıp: “Yalan söylüyorsun, bunu
ne İbn Zübeyr yapardı, ne de senin bu işe gücün yeter!...” demişti.
İbn Ömer’in halkın toplu bulunduğu bir yerde
böyle sert konuşmasından Haccac fena halde bozulmuş, ona kin besleyip çok kızmıştı. Açıktan açığa ona
bir şey yapamayacağından gizlice ve hainlikle intikam
almayı düşünmüştü. (İbn Hallikân, Vefayatü’l Ayan,
II, 242). Ancak İbnü’l-Esir Haccac’ın hutbe meselesini başka türlü anlatmaktadır. Ona göre, Haccac
hutbeyi çok uzatmış, o kadar uzatmıştı ki,
ikindi namazına vakit daralmıştı. Bu ara ibn
Ömer, “Güneş seni beklemiyor” diye ihtarda bulunmuştu. İkinci bir rivâyete göre, İbn Ömer’in onu
beklemeyip kıymet vermemesine Haccac’ın canı sıkılmış, firavunluğu tutmuştu. Fakat Emevi hükümdarı
Abdülmelik b. Mervan’ın korkusundan İbn Ömer’e
karşı gelemiyordu. Bu meselenin iç yüzünün bu şekilde olduğu anlaşılmaktadır. Yoksa imkân bulduğu
takdirde Haccac, İbn Ömer’i bir an evvel ortadan kaldırmada tereddüt etmezdi. (İbnü’lEsir,
Üsdü’l-Gâbe, 111, 230)
Hac mevsiminde halkın kalabalık bulunduğu
bir sırada kim vurduya getirmek için Haccac bu hâdiseyi tertiplemişti. Hattâ İbn Ömer hastalandığı sırada
Haccac ziyaretine gitmiş suçlunun yakalanıp cezalandırılması meselesi söz konusu olmuştu. İbn Ömer
o sırada Haccac’a: “Sen silahla Harem-i Şerif’e
girilmesine müsâade ettiğin için bu olay meydana geldi. Harem-i Şerif’e silahlı girmenin
doğru olmadığını biliyordun. Bunun önüne
geçmiş olsaydın bu hâdise olmazdı” demiş, o
da susmustu (İbn Sa’d, Tabakat, IV, 187 vd.).
İbn Ömer Medine’de vefat etmeyi arzu
ediyordu. Zira son günlerde Mekke’de vaziyetin iyi olmadığını sezmişti. Cenab-ı Hakk’a dua
ediyor: “Allah’ım, beni Mekke’de öldürme!”
diye yalvarıyordu. Oğlu Sâlim’e şöyle vasiyet etmişti:
“Ben Mekke’de ölürsem beni Harem hududu
civarında defnet, sen de buradan göçüp git!”
İbn Ömer bu vasiyetinden birkaç gün sonra vefat etti.
Vefatını müteakip vasiyeti gereğince halk toplandı. Haccac da suçluluğunu örtbas etmek için cenaze namazına katıldı. Hatta namazını Haccac’ın kıldırdığı bilinmektedir. (İbn Sa ‘d, Labakat aynı yer). Vefat
ettiğinde onbiri erkek onbeş çocuğu vardı.
Muhit ve aile olarak tamamen islâmî terbiye ile yetişmesi ve Rasûlullah’ın sohbetlerinde
devamlı bulunması ona bizzat hizmet etmekle
şereflenmesi, fıtraten üstün hâllere sahip olmasından dolayı zamanının bütün ilimlerinde
mâhir ve üstad olmasını sağladı. Her konuda
çok dikkatli araştırmayı, incelemeyi severdi.
Sahâbe içinde dünyaya önem vermemesi örnek
gösterilirdi. Haram ve şüpheli konularda çok
titiz davranırdı.
Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri hususunda da
sahâbenin ileri gelenlerindendi. Bir gün Hz.
Evinde en zarûrî ihtiyacını karşılayan eşya bulundururdu. Cuma’dan önce
mutlaka yıkanır, abdest alır, güzel kokular sürünürdü. Her namaz için abdest alır,
geceleri çok namaz kılardı.
56
Şubat
Peygamber, ashâb-ı kirâm’a İbrahim sûresi
Yirmidördüncü âyetinde geçen “ağaç”ın nasıl
bir ağaç olduğunu sormuş. Hiç kimse cevap verememişti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun “hurma ağacı” olduğunu açıklayıp da oradakiler dağılınca Abdullah b.
Ömer yolda giderken babasına “Rasûli Ekrem’in,
ağacın nasıl bir ağaç olduğunu açıklamasından önce hurma ağacı olduğu kalbime doğdu”
dedi. Babası Ömer, “Peki neden bunu söylemedin?” deyince, Abdullah “Rasûlullah’ın huzurunda sen ve Ebû Bekir dururken konuşmayı
uygun görmedim” demişti (İbn Hâcer, Fethu’l-Bârî
Serh Sahihi’l-Buhâri, Mısır 1959, IX, 449). Bu da
onun Allah’ın âyetlerine vukûfiyetini gösterir.
Abdullah b. Ömer
helâl ve harama ait hadisleri en çok bildiren
râvidir. Genellikle işittiği hadisleri yanılgıyı
azaltmak, unutkanlığı
ortadan kaldırmak için
devamlı yazardı. Gerekmedikçe de hadis rivâyet
etmezdi.
İbn Ömer Rasûl-i Ekrem’in sözlerini, fiillerini
sevk ve zevk ile izlerdi. Ekseriya Rasûl-i Ekrem’in
hizmetinde ve huzurunda bulunurdu. Bulunmadığı zaman da Rasûl-i Ekrem’in söz ve fiilini huzurda
bulunanlardan sorar, tetkik ederdi. Bir meselede
şüpheye düştüğü, yahut iyi anlamadığı takdirde hemen Rasûl-i Ekrem’e gidip öğrenirdi. Bu
suretle Rasûl-i Ekrem’in söz ve fiillerine ait
hadisleri toplamış, hıfzetmişti.
Hadîs-i Şeriflerin ümmet içinde yayılması
ve ümmetin evlatlarına öğretilmesi hususunda İbn
Ömer’in büyük hizmeti olmuştur. Hadisi iyi bilip, iyi tetkik edenlerdendi. Bildiğini öğretmekten büyük zevk duyardı. Rasûl-i Ekrem’in
vefâtından sonra altmış
Cuma günleri hariç, güzel
yıl yaşadı. Ömrü bokoku kullanmazdı. Yalnız cuma günü
yunca Rasûlullah’ın haiyi elbise giyerdi. Bir gün Cuma’dan
dislerini islâm ümmeti
arasında yaymakla vakit
sonra yolculuğa çıkması gerekti.
geçirdi. Nitekim elimizde
Güzel elbiselerini giymişti. Bu elbiseyi
bulunan hadislerin nakil silsilesinin çoğu Abdullah İbn
eve gönderip değiştirdi ve normal
Ömer’e dayanmaktadır.
elbiselerini giydi.
İbn Ömer tefsirde
olduğu kadar hadis ilminde de ileri gelenlerden de hadis hâfızları
arasında ün kazanmış sahâbîlerdendir. Elimizde
mevcut hadis kitaplarında İbn Ömer’den ikibinaltiyüzotuz hadis rivâyet olunmuştur.
İbn Ömer, Medine’de
ders halkası oluşturarak hadîs öğretirdi. Bundan başka her zaman hac mevsiminde Mekke’de islâm dünyasının dört bir yanından
gelen hacılara Rasûlullah’ın hadislerini öğretme konusunda büyük gayret sarfederdi.
Bunlardan yüzaltmışsekiz tanesi Buhârî ve
Müslim tarafindan müştereken rivâyet edilmiştir.
Buhârî’de seksenbir, Müslim’de de otuzbir; Ahmed b.
Hanbel’in Müsned’inde ikibinondokuz hadis ayrıca
naklolunmaktadır.
Çok hadîs bilmesine rağmen büyük titizliğinden çok az rivâyette bulunurdu. Abdullah b.
Ömer’den Nâfi ve İmam Mâlik b. Enes’in rivâyetleriyle gelen hadisler en sağlam rivâyetler olarak
değerlendirilmekte ve bu rivâyet zincirine “Altın
Zincir” adı verilmektedir. Abdullah b. Ömer’den
hadis öğrenimi görenler arasında başta Abdullah
b. Abbâs olmak üzere Câbir b. Abdullah, Saîd b.
el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Keysân,
Hasan-ı Basrî, Nâfi, Mücâhid, Tâvûs, Enes b. Sîrin
gibi meşhur muhaddisler ve oğullarından Hamza,
Bilâl, Abdullah ve Ubeydullah vardır. İbn Ömer bu
hadis ilminden dolayı çok hadis rivâyet eden Muksirûn sahâbeler arasında yer almaktadır.
Abdullah’ın, muhaddisliğinin yanı sıra fakîh bir
sahâbî olduğu da bilinen bir husustur. İbn Ömer
Şubat
57
ömrünü Medine’de geçirmiş ve fıkıh üzerinde çalışmıştır. Medine’nin fıkıh âlimlerinin
birçoğu fetvalarında İbn Ömer’in bilgisinden
faydalanmışlardır. Ehl-i Sünnet’in dört imamından
biri olan İmam Mâlik’in fıkhı, Abdullah İbn Ömer’in
fetvaları ile doludur. İmam Mâlik’in dediği gibi, Abdullah b. Ömer fıkıh âlimlerinin başında gelenlerdendi. Eğer İbn Ömer’in fıkıhtaki fetvaları toplansa
büyük bir eser meydana gelir. Nitekim, Mısır’lı âlim
M. Revvâs Kal’acı “Mevsû ‘atu Fıkhî Abdullah
b. Ömer” (Abdullah b. Ömer’in Fıkıh Ansiklopedisi) adıyla bir eser vücûda getirmiştir. (Beyrût 1986).
İslâm fıkıh ulemâsının en ileri gelenlerinin bildirdiklerine göre, islâmî meselelerde İbn Ömer’in sözleri ile
amel etmek yeterlidir.
Abdullah b. Ömer uzun bir ömür sürdüğünden
peygamberimizden sonra altmış yıl müddetle fetva
vermiştir. Ancak fetva verme konusunda çok ihtiyatlı hareket ederdi. Şahsiyet olarak; iyilik etmeyi, sadaka vermeyi, hayır yapmayı, hele köle
azad etmeyi çok severdi. Sağlam karakterli,
iyi ve güzel huylu olup, kötülüklerden kaçınırdı. Her yaptığı işi Allah rızası ıçın yapardı.
Kendi yüzük taşında: “Allah Teâlâ’ya, Allah
lah için: “Her zaman dualarında belirttiği gibi
bin köle âzad ettikten sonra vefat etti.” demişti.
Çoğu zaman sırtındaki kaftanını çıkarıp gördüğü bir
fakire verirdi.
Abdullah b. Ömer’in evinde misafir eksik olmazdı. Akşam yemeklerini yalnız yediği
nadirdir. Mutlaka misafiri olur, olmazsa arar
bulurdu. Kendisi de dostlarının evinde üç günden
fazla misafir kalmazdı. Evinde en zarûrî ihtiyacını
karşılayan eşya bulundururdu. Cuma’dan önce
mutlaka yıkanır, abdest alır, güzel kokular sürünürdü. Her namaz için abdest alır, geceleri
çok namaz kılardı.
Abdullah’ın oğlu Hâlid’in âzad ettiği Ebû Gâlib
şöyle anlatır: “Abdullah b. Ömer Mekke’ye geldiğinde sık sık bize misâfir olurdu. Geceleri teheccüd namazı kılardı. Bir gece sabah namazı
yaklaştığı zaman bana “Kalkıp namaz kılmayacak mısın? Kur’ân’ın üçte birini de okusan
yeter.” dedi. “Sabah yaklaştı, kısa zamanda
Kur’ân’ın üçte birini okuyup yetiştiremem” dedim. Bana dönerek: “İhlâs sûresi Kur’ân’ın üçte
birine eşittir.” dedi.
- İnsanoğlu Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmazsa Allah’u Teâlâ ona hiçbir şeyi
musallat etmez.
- Nasihat olarak ölüm yeter.
için hâlis ibâdet etti.” ibâresi yazılıydı. Dünya
malına, dünya zevklerine hiç gönül vermezdi.
Sahâbe’den Câbir b. Abdullah: “Ömer ve oğlu Abdullah’dan başka içimizde dünyaya meyli olmayan kimse yoktur.” derdi.
İlimde imamlığa yükselen muhaddis ve tâbiînin
büyüklerinden olan Nâfi, Abdullah b. Ömer’in azatlısıdır. Nâfi köle iken İbn Ömer onu onbin dirheme
satın alıp, “Seni Allah rızası için azat ettim”
diyerek kölelikten kurtarmıştır. Kölelerinden ibâdet
edeni gördükçe hemen onu âzad ederdi. “ibâdeti
göstermelik yaparak âzad olmak isteyenler
olursa ne yaparsınız?” diye ona sorulduğunda
Abdullah’ın “Hayır için aldanmaktan iyi şey var
mıdır?” buyurdukları meşhûrdur. İmam Nâfi, Abdul-
58
İmam Nâfi’nin naklettiğine göre, Abdullah b.
Ömer mûsikîyi sevmezdi. Teganni ve saz seslerine
kulaklarını tıkardı. Bir gün birisi yanına yaklaşarak:
“Abdullah, Allah için seni çok seviyorum”
dedi. Abdullah da: “Ben de Allah için seni hiç
sevmiyorum. Çünkü sen ezanı teganni ederek,
şarkı söyler gibi okuyorsun” buyurdu.
Allah’tan başka kimseden korkmazdı. Kötülüğe karşı hep iyilikle karşılık verirdi. Zeyd b. Eslem
şu olayı anlatır: “Adamın birisi yolda Abdullah
b. Ömer’e sövüp saymaya başladı. Abdullah
evinin kapısına varıncaya kadar onu sabırla dinledikten sonra adam dönerek, “Ben ve
kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz” dedi.Çok az
yemek yerdi. Hele acıkmayınca hiçbir sey yemezdi.
Şubat
Bir gün dostlarından birisi ona hazım kolaylaştırıcı bir
ilâç hediye etmek istedi. O dostuna şu cevabı verdi:
“Ben hiçbir yemekten karnımı doyururcasına
yemedim. Hazım ilâcına ihtiyacım olacağını
zannetmiyorum.”
Bu kadar tok gözlü olmakla beraber aynı zamanda son derece müstağni bir kişi idi. Kimseden bir
şey istemezdi. Herkes ona hizmet etmek ister, fakat o
asla kabul etmezdi.
Bir ara Abdülaziz b. Hârun ona haber gönderip ihtiyaçlarının ne olduğunu bildirmesini istemiş,
İbn Ömer onun davranışına karşı şu cevabı vermişti:
“Siz, geçimleri size ait olanların, geçimlerini
Abdullah varlıklı olmakla beraber yaşayışı işte
bu kadar sâde idi. Cuma günleri hariç, güzel
koku kullanmazdı. Yalnız cuma günü iyi elbise giyerdi. Bir gün Cuma’dan sonra yolculuğa
çıkması gerekti. Güzel elbiselerini giymişti.
Bu elbiseyi eve gönderip değiştirdi ve normal
elbiselerini giydi.
İbn Ömer şekil ve şemâli hususunda babası Ömer’e çok benzerdi. Uzun boylu ve esmerdi. Sakalı ağardığı zaman koyu sarıya boyardı. Zira sakalının rengi de koyu sarıydı.
Abdullah b. Ömer’in Bizzat Peygamber Efendimiz’den Duyarak Naklettiği Bazı Hadisler
üzerinize almış bulunduğunuz kimselerin ihti-
- İnsanoğlu Allah’tan başka hiçbir şeyden
korkmazsa Allah’u Teâlâ
ona hiçbir şeyi musallat
etmez.
- İstediğini ye, istediğini giyin.
yaçlarını temin ederseniz
daha iyi olur” (İbn Sa’d,
Tabakat, IV, 174).
Ancak İbn Ömer bir
şey hediye edildiğinde onu
İnsanları yanlış yola götüren israf ve
-
Muhtar mal ve mülkünün
bir çoğunu İbn Ömer’e he-
yeter.
tekebbürdür.
geri çevirmezdi. Nitekim
Sağlığında
hastalığın
hayatında ölümün için tedbir al.
diye etmiş, o da kabul ey-
- Nasihat olarak ölüm
ve
- İstediğini ye, istediğini giyin. İnsanları
yanlış yola götüren israf
ve tekebbürdür.
lemişti. “Bize hediye edilenleri biz de hediye eder,
Hak yolunda dağıtırız.” demişti. Ve bütün hediye-
- Sağlığında hastalığın ve hayatında ölümün
için tedbir al.
leri ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı.
Abdullah İbn Ömer (r.a.) buyurdu ki:
Bir ara İbn Ömer’in halası Ramle ona ikiyüz
dinar altın para göndermişti. Emir Muâviye ise bir
aralık onun ihtiyaçları için yüz bin dinar yollamıştı.
Muâviye bu parayı gönderirken İbn Ömer’in Yezîd’e
bey’at etmesini de düşünerek buna başvurmuştu. İbn
Ömer bunu kabul etmemiş, “Benim imanım sizin
paranızdan daha değerlidir.” demişti . (İbn Sa ‘d,
- Ey insan bedeninle dünyada ol, kalbinle
âhireti bul.
- Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır.
aynı yerler).
- Haramdan kaçınmadıkça ibâdetler kabul olunmaz.
Abdullah b. Ömer’in yaşayışı her türlü gösterişten uzak idi. O bu hususta mükemmel bir örnektir. Bir oturuşta binlerce dirhem para dağıtmış olan
bir zâtın bütün ev eşyası bir halı veya kilim ve bir
de yataktan ibaret idi. Bunların bütün kıymeti yüz
dirhem tutmazdı.
Ebû Seleme b. Abdullah şöyle demiştir: “Abdullah İbn Ömer vefat etti. O fazilette babası
Ömer’e çok benzerdi. Hz. Ömer kendisinin
benzerlerinin çok olduğu bir zamanda yaşamıştı. Fakat Abdullah İbn Ömer ise kendisinin bir
benzeri bulunmayan bir dönemde yaşamıştı.”
Şubat
59
Çocuklar M. Yaşar Kandemir Okumalı
Aydın BAŞAR
Y
eni eğitim sistemi ile birlikte ortaokulların
beşinci sınıflarında Kur’an-ı Kerim ve Siyer-i Nebi dersleri seçmeli ders olarak
okutulmaya başlandı. Bu dersleri verebilecek
hamdolsun yetişmiş hocalarımız var. Fakat
yine de bu derslerle ilgili tecrübelerin paylaşılmasında fayda var.
Kur’an eğitiminde sorun olmaz
Kur’an-ı Kerim öğretimi Osmanlıdan günümüze kadar oturmuş bir sistemle bugünlere kadar gelmiştir. Dolayısıyla Kur’an eğitiminde ciddi sorunlarla
karşılaşılacağını düşünmüyorum. Bilhassa diyanet
kökenli öğreticilerin bunu en güzel şekilde yapacağını düşünüyorum. Yine de bu öğreticilerin özenle
tespit edilmesi yerinde bir uygulama olacaktır.
Okullarımızın fiziki ve personelin de psikolojik olarak bu derslere uyumlu hale getirilmesi gerekiyor. Kur’an eğitimi sesli bir eğitim
olduğundan dolayı, öğrencilerin sesli tekrarları söz
60
konusu olacaktır. Mahreç ve telaffuz çalışmaları da
sesli ortamlarda yapılabileceği için ders ortamlarının
buna göre düzenlenmesi gerekmektedir.
Kur’an tecvidi ile birlikte öğretilmelidir.
Kanaatimize göre Kur’an dersleri ile ilgili en önemli husus Kur’an’ın tecvidi ile birlikte öğretilmesidir. Fakat bunu en güzel takdir
edecek olan öğreticiler olacağı için, bu konuda en iyi
yöntemi uygulayacaklarını umuyoruz.
Diğer bir önemli husus ise derslere kesinlikle abdestli girilmesi, kız öğrencilerin de
başörtüleri ile girmeleridir. Bu dersi alan öğrencilerin buna dikkat etmeleri sağlanmalıdır.
Din Kültürü kitapları inkılap tarihine
benziyordu
Din Kültürü ders kitaplarının hazırlanışı ile geçmişte birçok hatalar yapıldı. Bu hataların başında bu
Şubat
kitapların çocuğun aklına ve kalbine aynı anda
hitap etmeyi esas alan bir anlayışla hazırlanmamış olmasıydı.
Politik mülahazalarla sürekli değişen ders kitaplarında, zaman zaman donuk, ruhsuz, rasyonalist bir dille din anlatılmaya çalışıldı.
Daha da açık konuşmak gerekirse Ankara kökenli
bazı ilahiyatçıların tesiri ile din kültürü kitapları, bazı modernist ve akılcı anlayışlarla kaleme alındı. Bu da öğrencilerin gönlüne girmek ve
onlara dini sevdirmek adına olumsuz bir gelişmeydi.
Yer yer bu kitaplar inkılap tarihi ve vatandaşlık kitaplarına çevrilmeye başlandı. Hamdolsun ders kitapları konusunda son yıllarda iyi gelişmeler oldu. Ancak
bunların da ileride daha da güzelleşeceğini umuyoruz. Bazı kırıntıların ise kaldığı bir vakıa…
Siyer-i Nebi dersleri hayati öneme sahip
Siyer-i Nebi derslerine gelince bu dersler geleceğimiz açısından, nesiller açısından hayati öneme
sahip. Hatta diyebiliriz ki en az Kur’an lafızlarının
öğretildiği Kur’an dersleri kadar önemli. Ehli
takdir edecektir ki bir çocuğa bir saat nasihat etmektense, ona Peygamber Efendimiz’in hayatından
çarpıcı bir kıssa anlatmak ondan yüz derece
daha tesirli olacaktır. Bu bakımdan en güzel ahlak eğitimi de aslında siyer derslerinde verilebilir.
Siyer-i Nebi dersleri gibi güzel bir imkânı en iyi
bir şekilde değerlendirebilmek için bu derslerde akıl
ve kalp dengesini iyi kurmamız gerekiyor. Ne tek başına duygu yoğunluklu bir anlatım ne de tek başına
akılcı bir anlatım ideal olmayacaktır. Çocuğun ruh
ve bilinç dünyasını etkileyebilecek en çarpıcı
örneklerin çocuğa sunulması gerekmektedir.
Dolayısıyla bu dersin amacına ulaşması için yardımcı
kaynakların doğru seçilmesi şarttır.
Y. Kandemir Hocamızın göz nuru eserleri…
Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir Hocamızın Nesil
Yayınları’ndan çıkan sekiz kitaplık Beni Seven Peygamberim serisinin tam da bu bahsettiğimiz hassasiyete uyduğunu söyleyebilirim. Sade ve nezih bir
anlatımla yazılan eserin en önemli özelliği,
eserde anlatılan kıssaların en güzel bir şekilde
seçilmiş olması. Konuların ise akıl ve kalp dengesine riayet edilerek işlenmesi, eseri ayrıcalıklı kılıyor.
Şubat
Yani bu kitaplar hem çocuğun duygu dünyasını harekete geçiriyor, hem de çocukta bir bilinç uyanmasına
sebebiyet veriyor. Çok samimi bir üslupla yazıldığı için de çocuk eseri hiç sıkılmadan bir çırpıda okuyabiliyor.
Siyer ahlakla birlikte verilir
Eserin diğer bir önemli özelliği de Peygamber
Efendimizin hayatından seçilen örnek tabloların Efendimiz’in ahlakı ile birlikte ele alınmış
olması. Kuru kuruya tarihi olaylar nakledilmek yerine, olayın verdiği ahlaki mesaj da ön plana çıkartılıyor.
Yardımcı kitap olarak da okunmalı
Beni Seven Peygamberim serisi acizane kanaatimize göre 5 ve 6. Sınıf öğrencilerinin istifade etmesi
için en uygun eserlerden birisidir. Resimli baskı olmasının göze hitap etmesi açısından o yaş grubundaki
çocuklar için bir avantaj olduğunu da hatırlatmakta
fayda var…
Aynı kitabın Nesil yayınları tarafından Sevgi
Peygamberi adıyla bir de resimsiz olarak normal kitap
kâğıdına basılmış şekli vardır ki bu da 5. Sınıftan sonraki öğrenciler için en güzel bir kaynak eser olacaktır.
Ayrıca Tahlil Yayınevi 20 kitaplık Peygamberler
serisini, tek cilt halinde Peygamberleri Öğrenelim
adıyla yayımladı. Bu eser de bu konuda yazılmış en
güzel kaynak eserlerden birisidir.
Çocuk kitabı yazmak ciddi bir iş
Çocuk kitapları yazmanın çok ciddi ve önemsenmesi gereken bir konu olduğunu düşünen birisi
olarak, Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir Hocamızın bu
kıymetli kitaplarını herkese tavsiye etmek istedik.
Öğretmenler bu kitapları öğrencilerine
tavsiye etmeli. Anne babalar da çocuklarını bu
güzel eserleri mutlaka almalılar.
Biz burada bir ilim ve gönül adamı olan Hocamızın eserlerine sadece işaret edebildik. “Bal küpünden bal sızar” hükmü gereğince bu eserlerin faydasına tüm yüreğimizle inanıyoruz. Onların kıymetini
en güzel takdir edecek olanlar ise, bu kitapları
okuyan sevgili çocuklarımız olacaktır.
61
Allah’ın Emrine Teslim Olmak
Futuhu’l Gayb - Seyyid Abdulkadir GEYLANİ
İ
yiliğin gelmesini, kötülüğün gitmesini isteme...Eğer kısmetinde sana gelecek bir nimet
varsa, istesen de gelir, istemesende... Bela da
aynı... Eğer sana gelecek bir bela varsa, kaçsan da gelir,
dursan da... İstersen o belanın kalkması için duaya sarıl.. İstersen sabret. İstersen Allah için kendini bir yere attır; elbette gelecek olan gelir...
n
i ste n e
,
n
r
s e v ile
Ve he
r
e
.
i
H
l
e
enm
n
i n i st
ç
i
un i ç i
n
’
h
O
a
l
l
,
e
A
e n y in
y
e
m
l
i
i ste n
meli .
e
m
n
e
i st
62
Sana lazım olan bunların hepsinde Hakka teslim
olmaktır. Hepsini ona teslim et. Eğer nimet gelirse
şükretmeğe başla!.. Bela da gelirse sabretmeğe
çalış. Belayı hoş gör... Onu da bir nevi nimet bil.
Gizlemeğe çalış! Gücün yettiği kadar gidermeğe gayret
et. Hele onu her yerde anlatmaktan sakın. Allah’ın
sana verdiği manevi halin kuvveti ile ve gittiğin
yolun icabı olarak bunları yapmak mecburiyetindesin. Öyle bir yoldasın ki, Hak’ka taatla ve her
şeyi hoş görmekle emrolunmuşsun. Ancak böyle
refik-i Ala’ya çıkabilirsin. Bu hale gelince senden evvelkilerin yerine makamına varırsın. Senden evvel padişaha gidenleri ve yaklaşanları orada bulursun.
Onun yanında her iyilik yolunu, rahatı, kerameti
ve nimeti görürsün; kavuşursun.
Şubat
Belayı bırak gelsin, seni ziyaret etsin... Yolunu
aç. Kapama. Önünde durma. Sana gelmesinden ve
seni yoklamasından korkma. Nasıl olsa, onun ateşi
cehennemin ateşinden daha şiddetli değildir.
Yaratılmışın hayırlısı, yerin yüklendiği, semanın
gölgelendirdiği, varlığın gözdesi Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) den şöyle bir Hadis,i şerif rivayet
edilmiştir.
- “ Kıyamet günü cehennemin üzerinden
geçildiği zaman, cehennem bağıracak, çabuk
geç! Ey mümin nurun alevimi söndürdü.”
O cehennemin ateşini söndüren nur, ancak dünyada kazandığın ve beraber götürdüğün iman nurudur. O nur, hem isyan eden, hem
de itaat edende vardır. Ama isyan eden ondan
faydalanamaz...
Yerine getirmeğe gayret et. Derhal harekete geç, miskin miskin oturma. Kadere teslim olup kalma... Zuhurata uyup durma. Allah’ın emirlerini yerine getirmek
için bütün gücünü kuvvetini sarf et. Aciz kalırsan
Allah’tan yardım iste. O’na tazarru et, yalvar.
Acaba:
- “Niçin ibadetten geri kaldım?”
De ve sebebini araştır. Belki de buna sebep
senin bazı lüzumsuz şeyler istemen olmuştur. Belki
de bazı edebe uymayan haraketler yapmışsındır. İhtimal ki, ibadete gevşek davrandın, gücüne kuvvetine güvendin... Ve nihayet bilgine
güvendin, nefsi ve halkı, Allah’a karşı ortak
yaptın. Netice, bunların hepsi senin helakına sebep
oldu. Mevla da sana bu yüzden rahmet kapılarını
kapadı. Taatından azletti. Hizmetinden kovdu. Yardımını kesti. İyilik yüzünü senden çevirdi. Ve nihayet
- “Ey ademoğlu! Ben öyle Allah’ım ki benden başka ilah yoktur; bir şeye ol dersem,
olur. Bana itaat edersen, seni de benim gibi yaparım. Her neye ol desen olur!..”
İşte dünyadaki bela ateşini de söndüren bu
nurdur. Sen de eğer sabreder Hak’ka uyarsan mükafatını görürsün. Belanın sana gelmesi seni heyecana
düşürmesin. Yaklaşması seni çekindirmesin. Çünkü
bela seni öldürmek için gelmez, seni tecrübe
etmek için gelir, imanın sıhhatini ölçmek için
gelir. Hak’ka olan bağlılığını kuvvetlendirmek
ister. Senden memnun olur. Seni Hak’ka müjdeler... Allah-ü Taala buyurdu:
sana kızdı, darıldı. Dünyayı, nefsi, şahsi arzuları senin
başına bela etti...
İyi bilmelisin ki, bu gibi adi işlerle uğraşmak, iyi meşguliyet değildir. Bunlarla uğraşmak seni yaratanın, besleyenin rahmetinden
uzaklaştırır...
- “Biz sizi imtihan ederiz. Ta ki, içinizdeki
mücahitleri anlayalım... Ve işlerinizden haberdar olalım.” Hakka karşı imanın doğru olması ve
O’nun işlerine boyun eğmek muvafakat göstermen
yine O’nun sana bir lütfu ve merhametidir. Bunu
böyle bil ve sonuna kadar sabra devam et. Hak’ka
uyar bir müslüman ol. Artık bu halle bezendikten
sonra, senden ve başkasından Allah’ın emirlerini
yapmaktan başka bir şey bekleme. Ve yasaklarından kaçmaktan başka bir şey umma.
Sakın mevlaya ibadet etmekten, seni
mevlanın gayri alıkoymasın. Allah’tan başka
ne varsa hepsini gayri olarak bil. Ve bunları
Hak’ka tercih etme... Çünkü seni onlar değil Allah
yarattı. Sakın kötülükleri yaparak nefsine zulmetme.
Eğer, yratanın emirlerini bırakıp, başkasıyla uğraşırsan seni ateşe atar. Öyle ateş ki; onu
tutuşturan insanlar ve küfür taşıdır. Sonra pişman
olursun fakat beyhude. Özür dilersin kabul olunmaz.
İtap olunmaya razı olursun fakat yine hiç. Tekrar iyilik yapmak için dünyaya dönmek istersin, kimse seni
gönderemez.
Her hangi bir yerde dini emirlere dair bir şey
olursa derhal ona koş. Onları doğru işitmeğe çalış.
Özüne acı, acı... Ona merhamet et. Sana
verilen duygularını iman yolunda, iyi işlerde,
Şubat
63
Allah’ın emirlerini derhal duymağa çalış ve koş!.. Yasaklarına karşı olduğun yerde
kal, gitme!.. İlahi kader karşısında cansız ol, yokluğa gömül, fani ol...
taat ve ibadet yolunda kullan. Bunlarla marifet
kazan, ilim öğren. Bu ibadet ve marifet nuru ile karanlıkları aydınlatmağa çalış. Emri tut. Yasaklardan
kaç. Hak yolda bu ikisi ile yürü. Seni, ilk önce topraktan insan yapan halikini inkara kalkışma!..
olur. Bana itaat edersen, seni de benim gibi
yaparım. Her neye ol desen olur!..”
Yine buyurmuş:
- “Ey dünya! Bana ibadet edene sen yardım et... Sana koşanı da yor!..”
O’nun emrinden başka bir şey isteme.
Ve O’nun kötülediği şeylerden başkasını kötü
görme. Dünya ve ahiret için elindekiyle yetin. Dünya
ve ahiret için kötülediğimiz şeyleri kötü olarak bil.
Allah’ın yasak ettiği bir şeyi yapmakla karşılaşırsan şöyle ol: Mafsalların birbirinden ayrılmış,
duygun yok olmuş, kalbin kırılmış, cesedin ölü,
ümitlerin kırılmış, adet ve resmiyeti unutmuş-
Her sevilen, istenen Allah için istenmeli. Ve
her istenilmeyen yine, O’nun için istenmemeli.
Eğer sen, Allah’ın emrinde olursan, bütün canlılar da senin emrinde olur. Ve eğer Allah’ı’ yasak ettiği şeylerden kaçarsan bütün kötülükler de senden kaçar. Nerede bulunursan bulun daima
iyilikle karşılaşırsın.
sun. Gözünde bütün sahra karanlık ve bulunduğun
yeri yıkılıyormuş gibi gör. Bina eskimiş, tavan çökmek
üzere. Böylece oturduğun yerde hissiz, duygusuz kal.
Kulağın sağır olsun, sanki öyle yaratılmışsın bil. Dudakların oynamaz olsun, lisanında lallik olan gibi ol.
Dişlerin bir güçlük karşısında kalmış, dökülüyormuş
farzet. Kolları çolak gibi, bir şeyi tutamaz olsun. Ayakların çaprazlaşmış, bir yere gidemiyor, yürüyemiyor
Allah-ü Taala hazretleri Peygamberlerine gönderdiği bazı kitaplarda şöyle buyurmuştur:
gibi gör. Kendini cinsi münasebetten aciz bil. Öyle,
- “Ey ademoğlu! Ben öyle Allah’ım ki
benden başka ilah yoktur; bir şeye ol dersem,
Karnın hiçbir şey yiyemiyecek kadar dolu
sanki, cinsi hiçbir şeyle meşgul olmamışsın...
olsun. Yemeğe ihtiyaç duyma. Aklın bozulmuş
olsun, kendini mecnuna benzet. Kabre doğru
gidiyormuşsun gibi düşün...
Hülasa olarak şunları söylemek isterim ki:
Allah’ın emirlerini derhal duymağa çalış ve
koş!.. Yasaklarına karşı olduğun yerde kal, gitme!.. İlahi kader karşısında cansız ol, yokluğa
gömül, fani ol...
Bu şerbeti hoşlukla iç... Kendini bununla tedavi et. Bundan gıda al... Günahın verdiği
manevi hastalıklardan bununla kurtulursun.
Nefsin illetini ancak böyle temizleyebilirsin.
Bu işler, Allah’ın izni ve dilemesiyle olur...
64
Şubat
Namazın VACİPLERİNİ
Hatırlayalım
Namazların farzları olduğu gibi, bir
kısım vacibleri de vardır. Bu vacibleri yerine getirmekle namazın farzları tamamlanıp
noksanları giderilmiş olur. Şöyle ki:
1) Namaza başlarken yalnız “Allah” ismi ile yetinmeyip büyüklüğü ifade eden “Ekber” sözünü
de ilave ederek “Allahü Ekber” demek vacibdir.
bir namaz ise, gizli kıraet yapılır. Tek başına namaz
kılan ise, aşikare kıraet yapılması gereken bir namazı kaza ederken dilerse hem aşikare, hem de
gizli okuyabilir. Bir rivayete göre de, gündüz kaza
edeceği herhangi bir namazda gizli okuması vacibdir; gizli veya aşikare okuma serbestisi yoktur.
2) Namazlarda “Fatiha” süresini okumak vacibdir. Üç İmama göre ise, bunu okumak farzdır.
11) Secde yaparken yalnız alınla yetinmeyip
alınla beraber burnu da yere koymak vacibdir.
3) Namazlarda farz olan Kur’an okuyuşunun ilk
iki rekata bağlı kılınması vacibdir.
12) Üç ve dört rekatlı namazlarda birinci oturuş
vacibdir.
4) İlk iki rekatın her birinde bir defa Fatiha suresi
okunup tekrarlanmaması vacibdir.
13) Namazların her oturuşunda teşehhüdde bulunmak (Tahiyyatı okumak) vacibdir.
5) Fatiha suresini diğer okunacak sure ve ayetlerden önce okumak vacibdir.
6) Fatiha suresine başka bir sure veya bir sure
yerini tutacak kadar ayet ilavesi vacibdir. Şöyle
ki: Farz namazların önceki ilk iki rekatlarında Fatiha’dan sonra diğer bir sure veya bir sureye denk
bir mikdar ayet okunması vacib olduğu gibi, vitir
namazı ile nafile namazların her rekatında Fatiha
ve Fatiha’dan sonra bir sure veya ona denk bir
ayet okunması da vacibdir.
(Fatihaya başka bir sure veya ayetin eklenmesi
üç İmama göre sünnettir.)
7) Yalnız başına namaz kılan kimse, sabah, akşam ve yatsı namazlarını dilerse aşikare bir okuyuşla ve dilerse gizli bir okuyuşla kılar. Geceleyin
kılacağı nafile namazlarda da hüküm böyledir. Fakat öğle ile ikindi namazlarında ve gündüz kılacağı
nafile namazlarda gizli olarak okuması vacibdir.
8) Cemaatla kılınan namazlardan sabah, cuma,
bayram, teravih, vitir namazlarının her rekatında;
akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekatlarında
aşikare Kur’an okumak, öğle ile ikindi namazlarının bütün rekatlarında, akşam namazının üçüncü
ve yatsının son iki rekatlarında gizli olarak kıraat
yapmak vacibdir.
9) Vitir namazında kunut (dua) okumak ve kunut tekbiri almak vacibdir. Bu İmam Azam’a göredir. İki imama (İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e) göre ise, bunlar sünnettir.
10) Kazaya kalan bir namaz, gündüzün cemaatla kılındığı takdirde, eğer sabah namazı gibi aşikare kıraat yapılması gereken bir namaz ise, yine aşikare kıraet yapılır. Gizli kıraat yapılması gereken
Şubat
14) Namaz içinde okunan secde ayetinden dolayı tilavet secdesinde bulunmak vacibdir.
15) İki bayram namazının üçer ziyade tekbirleri vacibdir. Bu namazların birinci rekatlarındaki
rükû ve secde tekbirleri sünnettir. İkinci rekatlarının rükû tekbirleri ise, vacib olan ziyade tekbirlere
yakın olduğu için o da vacibdir.
16) Namazların farzlarında sıraya riayet edilmesi, iki farz arasına, farz olmayan bir şeyin girmesine
meydan verilmemesi vacibdir. Farz olan kıyamdan
(ayakta duruşdan) sonra rükûa gidilmesi, rükûdan
sonra da secdeye varılması gibi...
17) Vaciblerin her birini de yerinde yapmak ve
sonraya bırakmamak vacibdir. Kur’an okuduktan
sonra bir zaman bekleyip sehven düşünceye dalmak ve sonra rükûa varmak gibi.
18) Namazların sonunda selam vermek. Önce
sağ tarafa, sonra sol tarafa yüz çevirerek “Esselâm” demek vacibdir. “Esselâmu aleyküm
ve Rahmetullah” denilmesinin vacib olduğu
açık olarak belirtilmemiştir.
Bir görüşe göre, sol tarafa selam verilmesi sünnettir. Namazdan çıkılması ise, bütün imamlara
göre yalnız bir selam ile olur, bununla namaz biter.
Bu selamı vermiş olana, artık uyulmaz. Meşhur
olan görüş budur.
Ömer Nasuhi Bilmen (Büyük islam ilmihali)
65
İhlâs Terbiyesi
Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ
İ
hlâs, her türlü şirk, bâtıl inanç ve kötü duygudan uzak durmak, kullukta riyâdan, beşerî ilişkilerde menfaat hesaplarından sakınmaktır.
Özet ifâdesiyle ihlâs, Allah’a yönelişte sâdece Hakk’ı
ve rızâsını gözetmek, araya halkı sokmamaktır.
sâdece
e
t
ş
i
l
e
n
,
ah’a yö
l
l
A
,
s
zetmek
ö
g
İhlâ
ı
rızâsın
e
v
’ı
aktır.
Hakk
m
a
m
k
o
halkı s
araya
66
Amel ve davranışlarda duygu ve düşüncelere değer kazandıran ihlâstır. Amel ve ibâdetlerde ihlâs,
bedene göre ruh mesâbesindedir. Bu dünyâda insan, ruh ve beden bir arada olduğunda bir anlam ifâde eder. Ruhsuz bedenin, bedensiz rûhun anlamı
yoktur. Amel ve ibâdetler de aynen onun gibi ihlâsla
değer kazanır. Çünkü ihlâssız bir amelin anlamı olmadığı gibi, amelsiz bir ihlâsın da değeri yoktur...
İhlâs kolayına ulaşılabilecek bir seviye değildir. Hatta insanın kendisini ihlâslı sanması, ihlâs eksikliğinin alâmeti sayılır. Tasavvufî telakkîde
sıdk ve ihlâs arasındaki sıkı ilişkiye dikkat çekilmiş, ihlâs
niyetteki sıdk ve sadâkat olarak görülmüştür. Bu yüzden
sâdık ve muhlis aynı kapıya çıkan iki kavram olarak değerlendirilmiştir.
Şubat
Muhlas ve sıddîk muhlis ile sâdıkın üst derecesidir. Muhlis kendi gayret, irâde ve çabasıyla
nefsânî vasıf ve kusûrlardan kurtularak ihlâsa
ermeye çalışandır. Muhlas ise kendisine Allah
tarafından ihlâs bağışlanandır. Böyle birisi nefsini rabbânî ve rûhânî vasıflarla tezkiyeye muvaffak
olmuş ve sonuçta bu arınmayla Allah’ın inâyetine
ermiş demektir. Nitekim Kur’an’daki: “İblis dedi
ki: Rabbım! Beni azdırmana karşılık ben de
yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve
onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak
onlardan muhlas/ihlâsa erdirilmiş kulların
müstesnâ” âyeti bunu ifâde etmektedir.
Sıddîklık sadâkatte sâdıktan sonra ulaşılabilecek en yukarı seviye olduğundan ilâhî tasnîfte nebîlerden hemen sonra, şehîd ve sâlihlerden önce gelen
bir makamdır. Nitekim Kur’an’da: “Kim Allah’a ve
peygambere itâat ederse, işte onlar Allah’ın
nîmetine eriştirdiği peygamberler, sıddîklar,
şehîdler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne
iyi arkadaştır!” buyrulmaktadır.
İhlâsa ermenin yolu devamlılıktır. Nitekim ihlâsla ibâdetlere sarılan ve Hakk’ın rızâsını kazanmak
için çaba sarfedenlerin sonuçta ihlâsla amele muvaffak olacağına şu âyet-i kerîme işâret buyurmaktadır:
“Allah’ın rızâsını kazanmak ve gönüllerdeki
cömerdliği güçlendirmek için mallarını hayra
infâk edenlerin durumu bir tepede kurulmuş
güzel bir bahçeye benzer. Hem de üzerine bol
yağmur yağdığında iki kat ürün veren bahçeye…” Âyetteki ifâdeler Allah’ın rızâsına muvâfık
infâkın, amel sâhiplerini temize çıkaracağını
ve derecelerini artacağını anlatmaktadır. Kullarının yaptığı her şeyi gören Allah onların amellerinin
kendisi için mi, yoksa başkaları için mi olduğunu da
görür ve bilir.
İnsanoğlunun ihlâsa erme mücâdelesinde
dört büyük düşmandan bahsedilir. Bunlar dünyâ,
şeytan, nefs ve hevâdır. Bu dörtlü engel insanda
ihlâsın zıddı olan riyâyı tetikler. Bu yüzden ihlâsa ere-
bilmek için bu dört büyük düşmanın üstesinden gelmek ve her birini en etkili silahla vurmak gerekir.
İhlâs, Hakk’a adanmışlığın en yüksek seviyedeki tezâhürü sayılabilecek bir vasıftır. İhlâsın zıddı ve
amellerde onu yaralayan özellik riyâdır. Riyâ
özellikle Hakk’ın kullarına hizmette insandaki
kendini gösterme motifinin ve başkaları tarafından beğenilme duygusunun azdırdığı rûhî
bir zaaftır. Bu zaaftan kurtulmanın yolu Hakk’a
ibâdet sırasında yaratıkları hiç görmemek, Allah için
yapılan amelde sünnete riâyete titizlik göstermek ve
Hakk adına yapılan hizmetten lezzet duymaktır. Çünkü Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de buyurur ki: “Onlar
sâdece Allah’a ibâdetten ve dîni yalnızca O’na
has kılmaktan başkasıyla emrolunmadılar.”
Riyâ iki yolla tedâvi edilebilir:
1- Riyâ damarını kesmek; yâni riyâ sebeplerini ortadan kaldırmak,
2- İbâdet sırasında doğan riyâ şüphelerini
kalbden uzaklaştırmak.
İhlâs kulu, yakîn ve ihsân makamına yükselten
bir özelliğe sâhiptir. Bu yüzden ihlâs, farzları îfâ,
sünnetleri edâ ve edeb, iç içe geçmiş koruma duvarları gibidir. Kişiyi îmân bakımından
muhâfaza eder ve yakîne erdirir. Dışarıdan içeriye doğru bakıldığında en dıştaki, edeb duvarıdır. Kul
edebe riâyet ettikçe şeytan kendisine erişemez. Kul edebi terk ettiğinde şeytan ona önce
sünnetleri, sonra farzları ihmal etmeyi telkîne
başlar. Kulun, şeytanın bu telkînine karşı direnci azalır. Bu yüzden kul, nefs ve şeytanın direncine karşı
güçlü olmak için her hâl ü kârda edebe riâyet etmeli,
sünnetleri korumalı ve farzları îfâ ile ihlâs makamına
yükselme çabası içinde olmalıdır.
Mevlânâ bu gerçeği Mesnevî’sinde şöyle anlatır: Hak dilerse bir anda sıddîkı kâfir
yapar; dinsizi de zâhid derecesine çıkarıve-
Kul edebe riâyet ettikçe şeytan kendisine erişemez. Kul edebi terk ettiğinde şeytan
ona önce sünnetleri, sonra farzları ihmal etmeyi telkîne başlar.
Şubat
67
rir. İhlâs sâhibi varlığından, benliğinden kurtulmadıkça nefs tuzağına düşme tehlikesiyle
karşı karşıyadır. Özü temiz muhlis kul, hak
yolda yürürken nefs, şeytan ve dünyâ gibi sayısız yol kesici haydutlarla karşılaşır. Kalb aynası dünyâ sevgisinden arınmamış kişinin özü temizdir
ama, tevhîd kuşunu henüz yakalayamamıştır. Böyle
bir yolculukta ancak Allah’ın destek ve emanına mazhar olanlar kurtulur. Allah’ın lütfuyla günahlarından kurtulan, kötü huylarından arınan muhlis
kişi eman yerine ulaşır da muhlas/ihlâsa erdirilmiş kullardan olur.
İhlâs kulun gönül dünyâsında inşâ etmeye çalıştığı çok ince bir duygu ve mânevî bir sırdır. Nitekim Cüneyd Bağdâdî der ki: “İhlâs kul ile Allah
arasında bir sırdır. Onu melek bilmez ki sevap yazsın. Şeytan bilmez ki ifsad etsin. Hevâ
bilmez ki ona karışıp bozsun.” İhlâs ile riyâ arasında da ince bir çizgi vardır. Çoğu zaman insanlar
ihlâs üzere olduğunu sanıp riyâya düşerler. Fudayl
b. İyâd’ın şu sözü bu konuda çok câlib-i dikkat bir
ölçü ortaya koymaktadır: “İnsanlar görecek diye
ameli terk etmek riyâdır. İnsanlar görsün diye
amel etmek ise gizli şirktir.” Doğru olan Cüneyd’in anlattığı mânâdaki ihlâsa sarılıp ikisinden de
kurtulmaktır.
Mesnevî’de Mevlânâ’nın anlattığı şu hikâye,
riyâ ile ihlâs arasındaki duygu çatışmasını, sonuçta
insanı ibâdete yönlendiren bir mahcûbiyetin ihlâsa
da zemin hazırlayacağını ifâde etmektedir: Adamın
biri hızla câmiye girerken halkın câmiden dışarı çıktığını görür ve: “Namaz bitti mi ki cemaat dağılıyor ve insanlar mescidden çıkıyor” diye sorar.
Cemâatten biri şöyle cevap verir: “İmam cemâatle
namazını bitirdi. Sen niye içeriye giriyorsun?
Baksana cemâat de dağılıyor, görmüyor musun
şaşkın adam?” Namaza yetişemeyen kişi içi kor gibi
yanarak öyle bir “âhh” çeker ki âdeta ağzından yalın ve duman çıkar. Gönülden çıkan “âhh”da içinin
yanık ve kan kokusu vardır. Namaz kılanlardan birisi
onun yanına sokulur ve der ki: “Bu âhı sen bana
ver. Ben de kıldığım namazı sana vereyim.”
Namaza yetişemeyen: “Âhı sana verdim. Senin
imamın arkasında kıldığın namazı da onun
yerine kabûl ettim” der. Diğeri ise o âhı yüzlerce
duâ ve niyâz ile alıp kabûllenir. Namazı verip âhı alan
kişiye rüyâsında denilir ki: “Sen âb-ı hayât ve şifâ
satın aldın. Bu alış-verişin, bu Hakk âşıklığına
katılman hürmetine, câmide namaz kılan diğer cemâatin namazları da kabûl edildi.”
İbâdetlerde riyâdan kurtulup ihlâsa ermenin ölçüsü olarak şu hep söylenir: “Geceleyin herkesin
uykuda olduğu saatlerde teheccüd namazına
kalkıp duâ ederken namaz ve ibâdetle meşgûl
olmasını bir mazhariyet olarak görenle, teheccüde kalkamayıp bunun hüznünü hisseden bir
değildir. Mukâyese edildiğinde ikincisi, birinciden daha üstündür.”
Amellerdeki ihlâs duygusunda Hakk’ın rızâsı
ve âhiret kaygısı ön plandadır. Dünyâ hayâtının ve
dünyâya âid nîmetlerin amellere gölge düşürmesi,
amellerin sonuçlarını da değiştirmektedir. Nitekim şu
âyet-i kerîme bu konuda çok önemli bir ölçü ortaya
koymaktadır: “Dünyâ hayâtını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını
tastamam veririz; onlar orada bir eksikliğe de
uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa
gitmiştir. Zâten yapmakta oldukları da bâtıl;
yâni kabûl şartlarına uygun değildir.”
Yapılacak iş aynı olmakla beraber amele karışan niyetin, sonucu değiştireceği açıktır. Nitekim Hz.
Ali’ye izâfe edilen kıssa meşhûrdur. İmâm Ali savaşta kâfirle cenk etmiş ve onu altına alıp tam boğazını
keseceği sırada kâfir onun yüzüne tükürmüş. İmâm
Ali yüzüne tüküren kâfiri bırakınca o, şaşkınlıkla:
“Ne diye bırakıyorsun beni? Ben seni hiddetlendirmek için yüzüne tükürmüştüm ve beni
daha hiddetle öldürürsün sanıyordum.” İmâm
Ali demiş ki: “Ben seni Allah için öldürmek istiyordum. Ancak sen yüzüme tükürünce öfke-
Mevlânâ bu gerçeği Mesnevî’sinde şöyle anlatır: Hak dilerse bir anda sıddîkı
kâfir yapar; dinsizi de zâhid derecesine çıkarıverir. İhlâs sâhibi varlığından, benliğinden
kurtulmadıkça nefs tuzağına düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
68
Şubat
lendim ve fiilime hiddet gâlib oldu. Hiddet ise
şeyler (ameli bozan günahlar) ortaya çıkarılır ve
intikam kokan nefsânî bir duygudur. Ben seni
bunlar kendilerine gösterilir.”
böyle nefsânî bir duyguyla öldürürsem yaptığım iş ihlâs hudûdundan çıkar, ben de kâtil
İhlâs birincisi ibâdette, ikincisi ibâdet dışındaki
diğer amellerde olmak üzere iki türlüdür. İbdadetteki
olurum.”
ihlâs, ibâdet sırasında yalnızca Allah rızâsını düşünİhlâs, amel ve davranışlara ilâhî yardımı çağı-
mek ve sonucunda sevâba nâil olmayı ummaktır.
ran ve mânevî bir gücün oluşumunu sağlayan yüce
İbâdet dışındaki fiil ve davranışlardaki ihlâs ise onları
bir duygudur. İhlâs sâhibi samîmî kullar, ihlâssız kim-
da Allah rızâsı için yapmaktır. Âdet ve davranışların
selere nisbetle daha güçlü ve başarıya daha yakındır.
ihlâs ile yapılması onları ibâdet kıvâmına yükseltir.
Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: “Nice sayıları az
İbâdetlerin ihlâs ve samîmiyetten uzak, boş duygu ve
topluluklar vardır ki sayıları çok olan toplu-
düşüncelerle yapılması onları âdet seviyesine, riyâ ile
luklara Allah’ın izniyle (ihlâsları sâyesinde) gâlip
yapılması ise kabahat ve günah
olmuşlardır. Çünkü Al-
derekesine düşürür.
lah sabredenlerle beraberdir.”
Dünyâ malının helâline talip olmanın mahzuru
ermenin
Özü temiz muhlis kul, hak yolda
yolu nefsin arzularını,
yürürken nefs, şeytan ve dünyâ gibi
lun yaptığı amelleri dün-
sayısız yol kesici haydutlarla karşılaşır.
yâya ve dünyâ nîmetlerine
İhlâsa
hevânın tutkularını kırmak, dünyâ ve halktan
ümidini kesmek ve bütün himmetiyle âhirete
teveccüh etmektir. Bu
yapılmadan hâlis gibi gö-
rünen ameller bile bâzen riyâya bulaşmış ve içine
dünyevî çıkarlar karışmış olabilir. Adamın biri şöyle
anlatır: “Otuz sene farz namazlarımı câmide
cemâatle ve ilk safta kıldım. Bundan zevk alır-
yoktur. Mahzurlu olan ku-
âlet etmesidir. Çünkü amellerin asıl faydalı olacağı yer
âhirettir. İhlâs ehli kimseler
yaptıkları amellerden dünyâya âid bir beklenti içine girmezler. Hatta amellerinin karşılığını dünyâda görmenin âhiretteki ecri
azaltacağını düşünürler. Nitekim Allah Teâlâ dünyâ
nîmetleri ile âhiret kazancını tüketenleri şöyle uyar-
dım ve yaptığımın da hâlis olduğunu düşünür-
maktadır: “Siz tükettiniz dünyâ hayâtınızdaki
düm. Bir sefer geç kaldığım için ikinci safta
nîmetlerinizi ve onlarla safâ sürdünüz. Bugün
namaz kıldım ve geç kalışım sebebiyle halktan
size sâdece horlanma ve azâb vardır.”
utandım. O zaman anladım ki ben otuz yıl boyunca câmiye birinci safta namaz kılmak için
ve halk beni orda görsün diye riyâ ile gitmişim.
Bu durum beni çok etkiledi, tevbe ve istiğfâr
ile otuz yıllık namazlarımı kazâ ettim.”
İhlâs, ibâdet ve davranışların mütemmim şartıdır. İbâdetlerde nasıl maddî şartlar varsa en az onlar
kadar önemli mânevî bir şart vardır ki, o ihlâstır. İhlâsın elde edilmesi ve ona ulaşılabilmesi ciddî bir ihlâs terbiyesinden geçmeye bağlıdır. O da ihlâssızlığa
Dünyâ menfaati, nefsânî tutku, şeytan iğvâsı ve
teslîm olmamak, ihlâsa ermek için ısrar ve samîmiyet-
hevâ tuzağı görünmeyen mikroplar gibi insanın amel
le niyetlerimizi tashîhtir. Kulun çabasıyla elde edile-
dünyâsına tasallut eder ve ibâdetlerindeki ihlâsı bo-
cek ihlâsın sonucunda Allah’ın lütfedeceği muhlaslar-
zar. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de şu ayet-i kerîmeyle
dan/ihlâsa erdirilmişlerden olmak ise ayrı bir nasiptir.
bu konuya işâret etmektedir: “Kıyâmet gününde
Ama o da ihlâstaki samîmiyetin devamına bağlıdır.
Allah tarafından onların hesâba katmadıkları
Şubat
(www.hasankamilyilmaz.com)’dan alıntıdır.
69
Burhan Çocuk
ŞİMDİ İBADET ZAMANI
Arkadaşlar dünyada en kıymetli şey nedir diye sorsak ne dersiniz? Tabii ki zamandır. Yerine konması, geri
döndürülmesi, yenilenmesi, depolanması, satın alınması mümkün olmayan bir kaynak. Hatta en üzücü
tarafı da kullanılmayan kısmı yok olup giden önemli bir sermaye.
Kendisiyle trilyonlar kazanılan ama trilyonlar verilse de bir dakika
satın alınamayan sermaye, zaman. Her gün Allah (c.c) bizleri altın kıymetinde 24 saat, 1440 dakika, 86,400 saniyelik parayla değer biçilemeyecek
sermaye ile güne başlatıyor ve her gün bu sermayeyi yeniliyor. Günlük
olarak bize verilen Bu sermayenin farkında olanlar zamanı iyi değerlendirip, güzel ameller ile 1’den 700’e kadar kâr yapabiliyorlar. Farkında
olmayanlar ise boşa harcayıp zarar ediyorlar.
Dersler sınavlar derken yoğun bir dönemi geride bırakarak yarıyıl
tatiline girdik. Tatil, hiçbir şey yapmayarak yatarak, televizyon izleyerek
zaman geçirmek değildir. Yoksa yukarda belirttiğimiz sermayeyi boşa
harcamış oluruz. Tatil, bir işten yorulduğunda farklı bir işe başlamaktır.
Öyleyse şimdi derslerden yorulduk, yeni işlerler meşgul olmalıyız. Bu iş
ne olmalı?
Okuldayken yapamadığımız ihmal ettiğimiz kur’an-ı Kerim
okumaya daha fazla zaman ayırmalı, namazlarımızı ihmal etmemeli, ibadet yapabilecek kadar ilmihal bilgisi öğrenmeli, namazlarımızı cemaatle camide kılmaya özen
göstermeliyiz.
Yarıyıl tatilinde öğrendiğimiz bilgileri okul döneminde de uygulamalı, namazlarımızı kılmaya devam etmeli arkadaşlarımızı da teşvik etmeliyiz. Verimli bir tatil geçirmeniz temennisiyle.
Köpeğin kemiği bulmasına yardımcı olur musunuz?
Cennet kapıları
Ebu Hureyre anlatıyor: Hz: Peygamber(a.s.m) şöyle buyurdu:
“Kim Allah yolunda, malından iki şey harcarsa, cennetin kapılarından Allah’ın kulu! Burası güzeldir, buradan girin” diye çağrılır.
Sürekli namazını kılanlar, Salat(namaz) kapısından çağrılır. Cihad
ehli olanlar, Cihad kapısından çağrılır. Oruç ehli olanlar Reyyan(su
içip kanan) kapısından çağrılır. Sadaka ehli olanlar, Sadaka kapısından çağrılır.”
Cennetin sekiz kapısı vardır: Salat, Cihad, Reyyan, Sadaka(Zekât),
Hac, Af, Eymen(Sağ, mübarek) ve Zikir-İlim kapısı.
Ceviz Ağacında Kabak Yetişseydi ?
Nasrettin Hoca bir gün köyden şehre giderken yorulmuş. Tarlanın kenarındaki ceviz ağacının altında dinleneyim, demiş. Şöyle bir etrafına bakınıp ağacın
altına uzanmış ve şöyle düşünmüş:
“Ey Allah’ım gücüne sual olmaz amma, incecik kabak sapında
kocaman kabak var. Koskocaman ağaçta küçücük ceviz var, bu nasıl
iş?” deyip uykuya dalmış.
Ağaçtan bir ceviz Hoca’nın kafasına düşüvermiş. Ve kafada ceviz büyüklüğünde bir şiş olmuş. Hoca korkuyla uyanmış ve: “Yarabbi sen en iyisini
bilirsin. Şimdi o kabak ağaçta olsaydı benim halim ne olurdu.”demiş.
Bulmaca
1- Osmanlı Devletinin İlk başkenti
7- Minare ve bayrak direklerinin tepesindeki hilal
2- İlk Osmanlı parasını bastıran hükümdar
8- Osmanlı İmparatorluğunda devlet idaresinin merkezi sayılan yer
3- Osmanlı Devletinin ikinci Başkenti
9- Osmanlıda devlet hazinesinin bulunduğu yer veya
maliye dairesi
4- İstanbul’ un Fethi için Fatih Sultan Mehmet Döneminde yaptırılan hisar
10Osmanlılarda meydana gelen dava ve uyuşmazlıkları şeriat esaslarına göre çözen ve karar veren hâkim
5- Fatih Sultan Mehmet’in hocası, kadı, şeyhülislam
6- Mikrobu ilk keşfeden, ilmini Hacı Bayram Veli’den
almış, Tıp, Matematik, Astronomi, Biyoloji gibi ilimlerde asrın en ünlülerinden olan alim
4
11Osmanlı hükümdar sülalesinin erkek evlatlarına verilen isim
11
6
7
5
2
8
1
11- Şehzade
10- Kadı
9- Beytülmal
10
8- Babıali
7- Alem
6- Akşemseddin
9
5- Molla Gürani
4- Rumeli Hisarı
3- Edirne
2- Osman Bey
1- Bursa
CEVAPLAR:
3

Benzer belgeler