Editörden... İçindekiler

Transkript

Editörden... İçindekiler
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
 HE
J
AR
SA
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
5FNNV[t'ƞ:"5*:5-,%7%")ƞ-
t*44/9
Kürt sorunu “terör” sorunu mu?
Sivas katliamını unutmadık, unutturmayacağız!
Sanovel: “Çadırların kendisi birer okul...”
Çocuk Emeği
G8 Zirvesi 2007’den…
Kadıköy’de ÖSS karşıtı miting gerçekleştirildi
Değerli Okuyucu,
15-16 Haziran anmalarını
geride bıraktık. Temmuz’da ise
2 Temmuz 1993’de, bundan 14
yıl önce, Sivas’ta dinci yobazların
yakmasıyla ve devlet güçlerinin
bakmasıyla geçekleştirilen
katliamın yıldönümü anmaları
vardı.
2 Temmuz aynı zamanda Hrant
Dink’in duruşma günüydü.
Bu sayıda bu konularda çok sayıda
yazı bulacaksınız.
Bu sayımız normalden 4 sayfa fazla
çıkıyor. Çok sayıda işçi yazısı var.
Bunun nedeni belki de Çağrı’nın
Ağustos ayında çıkmayacağıdır.
Evet, bir çok açıdan
değerlendireceğimiz yaz aylarına
girmiş bulunuyoruz. Bir yandan
sıcaklardan kurtulmak ve yılın
yorgunluğunu atmak için,
diğer yandan da işçi sınıfının
mücadelesine daha büyük enerjiyle
katılmak için tatilimizi iyi
kullanacağız.
Yeni Dünya İçin Çağrı olarak bu yıl
da eğitim kampı yapacağız.
Tüm okurlarımızı hem kolektif
yaşamı öğrenmek için hem de teorik
olarak kendilerini geliştirmek için
bu kampa hazırlanarak katılmaya
çağırıyoruz.
Bir çok okurumuz bu sayıda
gençlik yazılarının arttığını fak
edecek. Evet, belki de ilk defa
gençlerimizden bu kadar yoğun
yazı geldi. Tabi ki bu yazılar aynı
zamanda gençlik çalışmasında bir
atılımın, sıçrayışın, patlamanın
da işareti. Gençler bir çok işi kendi
ellerine aldıklarında hem ne kadar
verimi arttırdıklarını, hem de ne
kadar hızlı geliştiklerini görüyorlar.
Gençler bir yandan kendi
pankartları ve dövizleriyle kendi
bağımsız eylemlerini hazırlarlarken
diğer yandan hızlı bir şekilde yeni
gençlerin saflara katıldıklarını
gördüler.
Gençlerimizden beklentimiz
bu güzel sıçramaya süreklilik
kazandırmaları olacaktır.
Eğer gençlik gelecekse ve gelecek
sosyalizmse, o zaman gençlere çok
iş düşüyor.
Öyleyse haydi mücadeleye!
YDİ ÇAĞRI,
03 Temmuz 2007 •
GÜNDEM
Karar sizin… Seçim sizin! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Kürt sorunu “terör” sorunu mu?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Sivas katliamını unutmadık, unutturmayacağız. . . . . . . . . . . . . . 6
15-16 Haziran’ı bir piknik ile andık . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Taksim’de iki farklı eylem, iki farklı polis tavrı... . . . . . . . . . . . . . . 8
Halkın Hakları Forumu yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
Amed’de festival coşkusu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
5 Haziran Dünya Çevre Günü!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Sanovel’de 190 işçi işten atıldı, işçiler direnişte . . . . . . . . . . . . . EK:1
Kahrolsun sendika ağaları! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Seri İş Metal’de sendika üyesi olan işçiler işten atıldı . . . . . . . . . . EK:4
Alsancak liman işçileri özelleştirmeyi protesto etti. . . . . . . . . . . EK:4
Alkan Deri’de işten çıkarma…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Ditaş’ta hukuksuzluk onaylandı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Kamu emekçileri ek zam için alanlardaydı. . . . . . . . . . . . . . . EK:5
15-16 Haziran direnişinin 37. yıldönümünde işçilerden basın açıklaması. EK:5
Avrupa / İspanya: ETUC 11. Kongresi’ni yaptı… . . . . . . . . . . . . EK:6
Çocuk Emeği. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
Otomobil işçileri 5. toplantısından izlenimler . . . . . . . . . . . . . EK:8
Salihli Belediyesinde greve çıkan işçilere polis müdahale etti . . . . . EK:8
Serbest Sömürüye karşı olan direnişteki kırılma noktalarımız . . . . . EK:9
Mersin limanında özelleştirme 36 yıl sonra gerçekleşti. . . . . . . . . EK:9
“Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır!”. . . . . . . . . . . . . EK:10
Sermaye işyerinde öldürüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:11
SCT grevine jandarma saldırdı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:11
Birleşik Metal- İş Sendikası İstanbul 1 No’lu Şubesinin Olağan
Genel Kurulu yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:12
Güven Elektrik’te sendikalaşma mücadelesi sürüyor!. . . . . . . . . EK:12
PANORAMA
G8 Zirvesi 2007’den… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
G8 Zirvesi ve “Afrika sorunu”…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
G8 Zirvesi ve “İklim sorunu”… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İşçi hareketinin kanayan bir yarası: Sendikalarda sol lafazanlık ! . . . . .
11
12
13
14
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Sanovel’de direnişe geçen genç işçilerle söyleşi. . . . . . . . . . . . .
Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran Direnişi anıldı.... . . . . . . . .
“Bireysel Kurtuluş Yerine Toplumsal Kurtuluşa İnanmak Gerekiyor”. . . .
Kadıköy’de ÖSS karşıtı miting gerçekleştirildi. . . . . . . . . . . . . . Leninizmi öğrenelim... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
16
16
17
18
18
Grev sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
13. Pfingsten (Pantkot) Enternasyonal Gençlik Festivali yapıldı. . . . . . 19
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
• Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul
• Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27
• Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 113 · Temmuz 2007 • ISSN 1301-692X113
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected] www.ydicagri.com
2
gündem
Karar sizin… Seçim sizin!
Oy istiyorlar… sömürünün, işsizliğin, aşsızlığın sürmesi için… Kendi aralarındaki iktidar dalaşı için…
İşçileri, emekçileri sömürme üzerine kurulu düzenin sürmesi için…
Siz; işçiler, emekçiler; bu düzene, işsizliğe, aşsızlığa, açlığa, yokluğa, yoksulluğa oy verecek misiniz?!
Yoksa kurtuluşunuzun tek yolu devrimi, sosyalizmi mi seçeceksiniz?
S
eçim startı verildi, partiler
meydanlara indi. Parti liderleri
başta olmak üzere sistemin siyasetçileri mitingler yapıyor, kapı kapı,
il il… dolaşıp işçilerden, emekçilerden oy istiyorlar. Hem de binbir vaatle! Hem de kendi partilerini sütten
çıkmış ak kaşık gibi göstererek! Hem
de siyasi hasımlarını karalayarak…
Size geliyorlar ve sizi kendilerinin yönetmesi konusunda onay
istiyorlar.
Bu onayı verecek misiniz?
Karar sizin… Seçim sizin…
***
Oy istiyorlar… Ne için? En başta,
her zaman çiğnedikleri sakız olan
“daha iyi yaşam koşulları” için…
Seçim bildirgelerine nasıl daha iyi
yöneteceklerini, halkın refahını nasıl daha iyi yükselteceklerini koymuşlar. Bunu anlatıyorlar. Onlara
göre seçimde biz herhangi birisini
seçtiğimizde ve hükümete getirdiğimizde refah düzeyimiz yükselecek…
Memleket bolluk içinde yüzecek…
Pahalılık son bulacak… Enflasyon
en kötü ihtimalle tek haneli rakamlara düşecek… Sağlık, eğitim, ulaşım
gibi hizmetlerde sorun çıkmayacak…
vs. vs.
Biz bu lafları eski seçim dönemlerinden biliyoruz. Önceki seçimlerde
de bize aynı masalları anlatmışlardı.
Ve işçiler, emekçiler seçtiler. Birileri
iktidara geldi, gitti… Gidenlerin yerine yenileri geldi… Onlar da gitti,
yenileri geldi. Hemen hepsi denendi… Peki değişen ne oldu? Onca
laf salatası yapan ve bizi “daha iyi yaşatacaklarını” söyleyenlerin bizi nasıl daha fazla yoksulluğun kucağına
attıklarını yaşadık … Gördük ki, yok
aslında birbirlerinden farkları! Dün
oy almak için söylenenler bugün de
tekrarlanıyor…
Şimdi de olan bu…
İşçilerinin, emekçilerinin çok
önemli bir bölümünün işsizlik ve
aşsızlıkla kucak kucağa yaşadığı
Türkiye’nin reddedilemez gerçekliği… Çalışan işçilerin kazanılmış
haklarının tırpanlanmasından işçilerin birer köle gibi alınıp satılmasına; yoksul köylülerin tohum, yakıt,
tefeci vs. sorunundan tarımın dünya
tekellerine peşkeş çekilmesine kadar
bir çok sorun orta yerde duruyor.
Bu sorunları yaratanlar, aşsızlığı, işsizliği yaratanlar bugün işçilerden,
emekçilerden oy istiyorlar.
Verecek misiniz oyunuzu?!
Açlığın, yoksulluğun sürmesi demek olan bu sistem ve onun partilerini seçecek misiniz? Bizim sömürülmemiz üzerine kurulu sistemde
bizim sömürülmemizi sağlayarak
sermaye sahiplerine daha fazla kazandıranları, onların çıkarlarını koruyanları seçecek misiniz?
Karar sizin… Seçim sizin…
***
Meydanlara çıkmış birbirlerine verip veriştiriyor, seçimlerde bizim hakem olmamızı istiyorlar…
Anamuhalefete göre hükümet partisi “İslami bir yönetim” getirecek…
“Karşısında durmalı, cumhuriyeti
korumalıymışız…” Çünkü “cumhuriyet” “laik” bir rejimin adıymış…
Diğer kesimin sözcüleri yarım kalan iktidar yürüyüşünü sürdürmek
istiyor. AB’nin, ABD’nin desteğini
alan bu kesim Türkiye’de rejimin siyasallaşmasından dem vuruyor, bunu
da kendilerinden başkasının yapamayacağını söyleyerek oy istiyorlar…
Her iki kesim de yalan söylüyor!
Türkiye’deki cumhuriyet “halkın
kendi kendini yönettiği” bir rejim
değil, sermayenin çıkarlarına hizmet
eden bir rejim… Cumhuriyet rejimi
demokrasi rejimi değil. “Laik” hiç
değil!
Türkiye’de rejimin sivilleştirilmesini isteyen siyasal İslam geleneğinden
gelenler açısından hedef büyük sermayenin çıkarlarının korunması, savunulması, genişletilmesi… Siyasette
sivilleşme bu isteğin önünde engel
olduğu sürece bir sorun onlar için…
Bunun ama işçilere, emekçilere bir
faydası yok! Yok, çünkü onlar tutarlı
“demokrat” değiller… “Demokrasi”
onlar için sermayenin çıkarlarına
hizmet etmede siyasi bir araç!
İktidar savaşının yürüdüğü bugünkü ortamda ülkede emekçi halk
içinde de ayrım derinleşiyor. İktidar
savaşı yürütenler bilinçli olarak bu
ayrılığı körüklüyorlar. Çünkü biliyorlar ki, ayrışma her iki kesim açısından da “potansiyel” oy tabanının
genişlemesi demek…
Peki siz; işçiler, emekçiler… Hiçbir
çıkarınız olmayan bu iktidar dalaşında bir tarafın peşine takılıp sürüklenecek misiniz? Dahası oylarınıza toplumun bölünüp parçalanma-
sına onay verecek misiniz? İşçilerin,
emekçilerin bu yolla da parçalanması, güçlerinin dağıtılmasına katkı
sunacak mısınız?
Karar sizin… Seçim sizin!
***
Meydanlara çıkmış “Demokrasi!
Demokrasi!” diye bağırıyorlar… Her
parti lideri birer “demokrasi havarisi” kesilmiş… Her parti lideri “demokrasiyi kendi partisiyle başlatıyor,
kendi partisiyle bitiriyor. Geçmiş
yıllarda olduğu gibi yine herkes “demokrat”! İşçilere, emekçilere demokrasi vaadediyorlar…
Ancak ne hikmetse bu kadar “demokrat” siyasetçinin bulunduğu,
bu kadar “demokrat”ın hükümet
olduğ u, yönetimde bu lunduğ u
memlekette diktatörlük hüküm sürüyor… “Demokrasi” denilen şey
bu ülkede “derin devlet”in cilası…
“Demokrasi”, “hukukun üstünlüğü”,
“özgürlükler”, “insan hakları” milyonlarca işçi ve emekçi için değil,
sermaye için var. Demokrasi onların çıkarlarına hizmet ettiği sürece
ve ölçüde var… Hukuk onlar için…
Daha fazlasını istiyorlar! Onların sömürme özgürlüğü var… Daha fazla-
3
gündem
sını istiyorlar! “Demokrasi” ve “insan
hakları”nı işçi ve emekçiler için değil,
kendi çıkarları gerektirdiği ölçüde
istiyorlar…
Onlar için “demokrasi” diktatörlük rejiminin süsü, maskesi… Kendi
aralarında burjuva demokrasisi konusundaki kimi özsel farklılıklar bir
kenara, hepsinin “demokrasiye” biçtiği rol, sermayen sisteminin korunmasının bir aracı olması… Aslında
hiç biri gerçek demokrasinin savunucusu değil…
Ve bunlar bu ülkede sır değil…
İşçiler, emekçiler “demokrasinin
özürlerini” de, “hukukun üstünlüğünün” ne olduğunu da, insan haklarının bu sistemde ne anlama geldiğini
de kendi yaşantılarından biliyorlar.
Seçimde verilecek her oy, onların sistemlerinin temelini oluşturan
diktatörlüğe, “özürlü demokrasiye”,
“mülkün temelini savunan hukuka”
verilecektir. Verilecek her oy, insan
hakları ihlallerine verilmiş onay
olacaktır…
Siz; işçiler, emekçiler; “özürlü demokratları”, diktatörlüğü, haksızlığı,
hukuksuzluğu, adaletsizliği seçecek
misiniz?
Karar sizin… Seçim sizin!
***
4
Meydanlara çıkmış bağırıyorlar…
Kürt sorununun çözümünden dem
vuruyorlar… “Kardeş kanının dökülmesinden” duydukları rahatsızlığı
belirtip her gelen “şehit” cenazesini
kullanarak “intikam yeminleri” ediyor; seçildikleri takdirde “terörün kurutulacağından”, Türkiye’de bu sorunun aşılacağından ” bahsediyorlar.
G e ç m i ş y ı l l a rd a d a bu n l a r
söyleniyordu…
Sorun çözülmedi ama…
Çözülmez de!
Çözülmez, çünkü sorunun kaynağı
mevcut sistemin ırkçı, inkârcı, şoven
yapısıdır. Bu düzen varolduğu, ırkçı,
şoven yapısını koruduğu sürece,
halkların varlığı, hakları inkâr edildiği sürece sorun çözülmeyecektir.
Bu ülke bir halklar hapishanesidir.
İnkâr edilen budur.
Onların çözümü milliyetçiliktir,
halkların birbirine düşman edilmesidir… Halkları milliyetçilik temelinde bölerek birbirine düşman
edenler, bu bölünmüşlüğü oya dönüştürmek için her geçen gün milliyetçi yüzlerini daha fazla gösteriyorlar. Seçimler yaklaştıkça, “şehit”
cenazeleri geldikçe “potansiyel” oy
deposu olarak gördükleri ırkçı, milliyetçi kesime daha fazla yöneliyorlar.
Milliyetçilik sistem partilerinin ortak paydası… Bu konuda yok birbirlerinden farkları…
Dolayısıyla bunlara verilecek her
oy halklar hapishanesini, bu hapishanenin korunmasını onaylamak demektir. Verilecek her oy halkları birbirine düşman edenleri onaylamak
demektir. Verilecek her oy ırkçılığa,
saldırgan milliyetçiliğe, halkların
birbirlerine kırdırılması siyasetinin
devamına onay vermek demektir.
Halkların hapsine oy verecek misiniz? Kürt ulusunun ve diğer azınlık
halkların üzerindeki baskılara onay
verecek misiniz? Halkların birbirine
düşman edilmesine onay verecek misiniz? Oy vererek milliyetçiliğin azdırılmasına katkı sunacak mısınız?
Karar sizin… Seçim sizin!
***
Meydanlara çıkmış bağırıyorlar… Herkes kendisini hortumculuğun, adaletsizliğin, üç kâğıdın
karşısında gösteriyor. Hırsızlığa,
yolsuzluğa, hortuma karışmamış
parti yok! Ama yüzsüzlük parayla
değil! Hortumlamaya karışmış
kimi “vekiller” yine liste başında…
Hortumculukları ayyuka çıkmış kimileri parti kurup “Türkiye’yi kurtarmak amacıyla” seçimlere katılıyor! Dün görevi kötüye kullanmaktan Yüce Divan’da yargılanmış bu
ülkenin başbakanlığını yapan birisi
siyaset arenasında yeniden boy gösteriyor, oy istiyor…
Utanmazlık diz boyu…
Bu alanda da kimsenin kimseye
söyleyecek lafı yok… Bu alanda da
“al birini vur ötekine!”
Ama utanmadan gelip oy istiyorlar… Yeni hırsızlıklar, dolandırıcılıklar için… Hortumculuğun, çalıp
çırpmanın sürmesi için… Tüm bu
rezilliklerin oluşmasına meydan veren bu çivisi çıkmış düzenin sürmesi
için oy istiyorlar!
Pek i siz; işçiler, emekçiler…
Hırsızlara, arsızlara, hortumculara,
rüşvetçilere, sizin yarattığınız zenginlikleri birilerine peşkeş çekenlere
oy verecek misiniz? Onlara bu imkânı
veren sisteme oy verecek misiniz?
Karar sizin… Seçim sizin!
***
Seçim kapıda… Meydanlara çıkmış bağırıyorlar… Sömürü sisteminin sahipleri, sistemin partileri
oy istiyorlar… Kadınların hakları
adına… Gençliğin geleceği adına…
Mezhepler üzerindeki baskıların ortadan kaldırılması adına…
Biz bunları daha önceki seçim
konuşmalarından da tanıyoruz.
Söylenenler aşağı yukarı aynıydı…
Ama ne gördük? Her seçimde kadın
adayların azlığından şikayet edilir,
bunun değiştirilmesi üzerinde durulur. Bu seçimlerde de yapılan yine
aynı… Kendi siyasetlerini, yani sermayenin çıkarlarını savunan kadınların bile seçilmesine engel olacak kadar maço olanlardan, işçi ve emekçi
kadınların haklarını savunmasını
bekleyebilir miyiz? Gençliğin geleceği mi? Geçin… Gençliğin geleceği
onlar için gençliğin geleceğinin daha
fazla karartılmasından başka bir şey
değildir… Geçtiğimiz dönemde de,
ondan önceki dönemlerde de mezheplerin üzerindeki baskılar konusunda olumlu bir gelişme yaşanmadı.
vs. vs.
Peki siz; işçiler, emekçiler… Bu yalanlara aldanacak mısınız? Kadınları
yok sayan anlayışa, gençliğin geleceğinin karartılmasına onay verecek
misiniz? Aleviler başta olmak üzere
çeşitli mezheplerin örgütlenmesinin
önündeki engellerin sürmesine oy
verecek misiniz? Mezhepler arasındaki eşitsizliğin sürmesini onaylayacak mısınız?
Karar sizin… Seçim sizin!
***
Meydanlara çıkıp bağıran sadece
sistemin kaşarlanmış partileri değil… Kimileri de “sol” adına, “sosyalizm” adına, “komünizm” adına,
“işçi” adına, “emekçi” adına konuşuyor; bunlar için oy istiyor… Bu partilerden isminde “işçi” yaftası bulunan
partinin nasıl bir parti olduğu belli…
Bu parti örneğin milliyetçilikte MHP
gibi anlı şanlı faşist partilerle yarışıyor… Sosyalizm, komünizm adına,
emekçiler adına, özgürlük ve demokrasi adına konuşan diğer sol partiler
gerçekte reformizmin partileri olarak
sistemde kendilerine yer bulma çabasındalar. Durum böyle olunca bu sömürü sisteminin değiştirilmesi değil
biraz olsun iyileştirilerek, en azından
kaba yanlışlarının ortadan kaldırılarak sürdürülmesi noktasında konaklıyorlar. Oysa yapılması gereken esas
iş sistemdeki kimi hataları düzeltmek olmamalı… Sistemin kendisi
hata! Bunun için sistemi değiştirmek
gerek… Ama bu partilerin böyle bir
dertleri yok.
Kürt siyasi hareketinin temsilciliğini yapan parti de bu yıl bağımsız
adaylarla seçime katılıyor. Bu parti
en azından Meclis’te grup kurmayı
hedefliyor. Peki ne için? Ne değişecek? Bu sistem ve bu devlet varlığını
koruduğu sürece, Kürt illerinden gelecek milletvekilleri en iyi ihtimalle
Meclis’te Kürt sorununun sistem
içinde çözülmesini dile getirecek.
Peki bu sistem içinde gerçek anlamda Kürt sorunu çözülebilir mi?
Elbette hayır! O zaman bu partinin
seçimlere katılmasının, bağımsız
adayların meclise girmesinin önemli
bir getirisi yok. Biz herşeyden önce
devletin Kürtler üzerindeki her türlü
baskısına, bu bağlamda Kürtlerin
parlamentoya girmesini engellemek
için her türlü yönteme başvuran ve
onları seçimlere katılmasının önüneki her türlü engele karşıyız. Fakat
biz Kürtlerin bugünkü parlamentoya
girmelerinin de onlar açısından çok
fazla getirisi olmayacağına inanıyoruz. Diğer taraftan ama Kürtlerin
bugünkü sistemde parlamentoya
girmesi “demokrasinin gereği” olarak gösterilip, sistemi aklamak için
kullanacaklardır. Öyle ya, “demokrasinin işlediği” bu memlekette diğer “sosyalist”, “komünist” partiler
gibi Kürtler de seçimlere katılabilir,
hatta meclise girip grup bile kurabilirler!!! Böyle bir söylemle egemen-
ler, Kürdistan’daki devlet terörünün
üzerini kapamak da isteyeceklerdir.
Siz; işçiler, emekçiler… Sol, sosyalizm adına konuşan ve bir bölümü
için “ip”liği pazara çıkmış partilere
oy vererek bu partileri sol adına, sosyalizm adına konuşan reformistlerin
düzenin bir parçası olmasına onay
verecek misiniz? Kürt sorununun
sistem içinde çözümünden ötesini
göremeyenleri seçip gerçekte çözümsüzlüğün çözüm olarak gösterilmesi
oyununa onay verecek misiniz?
Karar sizin… Seçim sizin!
***
Bir seçim daha yaklaşıyor… İşçiler,
emekçiler seçim sandığına, sisteme oy
vermeye, onay vermeye çağırılıyor.
Biz bu sistemi, bu sistemin partilerini seçmek; diktatörlüğe oy verip
bugüne kadar yaşadıklarımızın üzerine sünger çekmek zorunda değiliz!
Oyumuzla bizi sömürenlerin, baskı
altında tutanların, bizi işsizliğe, aşsızlığa mahkum edenlerin geleceğimizi
karartmalarına izin vermek zorunda
değiliz! Bu sisteme, bu sistemin özde
birbirinden farkı olmayan partilerine
mecbur değiliz!!! Bunlardan birisini
seçmeye mecbur değiliz!!!
“Peki neyi seçelim?! Yok ki başka
seçenek!” dediğinizi duyar gibiyiz…
Hayır! Bizim başka bir seçeneğimiz daha var: Sömürünün, baskının, işsizliğin, aşsızlığın olmadığı
bir düzen, yani sosyalist bir düzen
bu düzenin alternatifidir. Sosyalizm
bu sistemde kurulamaz. Bunun için
sistemin yıkılması, işçilerin, emekçilerin iktidarının demokratik düzeninin kurulması gereklidir.
Seçenek devrimdir…
Alternatif sosyalizmdir!
“Ya faşizm, ya devrim! Ya barbarlık, ya sosyalizm!”
Alternatifler bunlardır!
“Zor!” demeyin! “Olmaz!” demeyin… Bakın size geliyorlar, oy
istiyorlar! Neden acaba? Çünkü
gücün sizde olduğunu biliyorlar!
Gücünüzün nelere kadir olduğunu
görün: Hükümetleri kuran gerçekte
sizsiniz, sizin oylarınız… Onlara
meşruluğu veren sizin oylarınız!
Onlara sömürme hakkını, fırsatını
veren sizsiniz! Oysa gücünüzü görseniz ve bu gücü sömürü sisteminin
devam etmesi için değil, onun yıkılması için kullansanız; örgütlenseniz,
birlikte hareket etseniz… önünüzde
hiçbir güç duramaz!
Peki ne duruyorsunuz?! Birilerinin
gelip sizi kur tarmasını bek lemeyin… Kurtarıcı gelmeyecek!
Kurtuluşunuzun tek yolu devrimdir!
Bu gerçeği görün!
Siz; işçiler, emekçiler; sandık başına gidip mührü basarak sisteme,
sistemin şu ya da bu partisine mi
onay vereceksiniz?
Yoksa devrimi, sosyalizmi, kendi
düzeninizi, bunun için örgütlenmeyi,
mücadeleyi mi seçeceksiniz?
Karar sizin… Seçim sizin! ✓
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
A
Kürt sorunu “terör” sorunu mu?
ylardır “sınır ötesi operasyon”
yapalım mı yapmayalım mı
tartışmaları ile yatıp kalkıyoruz. Cumhurbaşkanı’nı AKP’ye seçtirtmeyen ordu eksenli Kemalistler,
şimdi de AKP’yi, “sınır ötesi operasyon” yapması için sıkıştırmaya çalışıyor. Son aylarda bölgeye yoğun bir
askeri sevkiyat yapan ordu, Güney
Kürdistan’a müdahale için (ki kısa süreli saldırılarda bulunduğu biliniyor)
her şeye hazır olduğunu belirterek,
siyasi iradeden yetki beklediklerini
belirtti. Hükümeti bu temelde köşeye
sıkıştırmaya çalışan Kemalist kanada
karşı, hükümet kanadı ise, “kendilerine yazılı bildirilmesi halinde gerekeni yapacaklarını” belirterek topu
karşı tarafa atmaya ve durumu kurtarmaya çalıştı. Bir taraftan kamuoyu
önünde böylesi tartışmalar sürerken,
diğer taraftan, asker cenazelerinde
ırkçı, şoven saldırılarla bu ölümlerin
sorumlusunun hükümet olarak gösterilmesi, Manisa’da meclis başkanı
Bülent Arınç’ın hedef alınarak yuhalanması, Hükümeti harekete geçirdi.
Bunun üzerine hükümet, Başbakan
Erdoğan’ın açıklamaları ertesinde,
en son cenaze törenine Ümraniye’de
cephaneliği ortaya çıkan emekli astsubay Ali Yıldırım’la, yakın arkadaşı
olan emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin
ve Kemal Kerinçsiz’in içinde bulunduğu bozkurt işaretli MHP’li faşistler, cami avlusuna alınmayarak slogan atmaları engellenmeye çalışıldı.
Hâkim sınıf temsilcileri arasında
bu dalaş sürerken, burjuva medya
köşe yazarları aracılığı ile bir tarafta
“devletin daha fazla yıpratılmaması
için gereken her şeyin yapılması”
konusunda strateji ve taktik üretilip
duruyor, diğer taraftan; “önemli olan
sivrisinekleri öldürmek değil, bataklığı kurutmak” diyerek, Kürtlerin
nasıl imha edileceği üzerine teoriler
üretiliyor. Dün Ermeniler için bataklığı kurutan zihniyet, bugün Kürtler
için teoriler üretmeye devam ediyor.
On binlerce Kürdü yerinden yurdundan ederek Türkiye metropollerine
sürüp, işsiz güçsüz aç bırakarak kaderleri ile baş başa bırakanlar, böylece “terör sorununu” nasıl çözeceklerinin hesaplarını yapıp duruyorlar.
Egemen sınıf temsilcileri olan bazı
siyasetçiler yer yer, dilleri sürçerek “Kürt realitesi”, “Kürt sorunu”
vb. açıklamalarında bulunmuş ve
Kürt sorununu kendilerince çözmeye çalışmışlardı. Ancak aba altından sopayı her gördüklerinde
bu açıklamalarından çarkederek,
“Kürt sorunu yok hepimiz Türk’üz”
ırkçı şoven anlayışla hareket etmeye
devam ettiler. Ve sorunun çözümü
için her defasında şiddet dışında bir
lıkları yok sayan, onların en ufak bir
hak aramasını dahi şiddetle bastıran
Türk milliyetçiliği, etnik milliyetçilik değil mi? Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olan Türk milliyetçiliği; “Ne mutlu türküm diyene”, “Bir
Türk dünyaya bedel” mantığı
ile Türk olmayan diğer
uluslar üzerinde en
koyu faşizmi
uygu-
Kürt
sorununu
“terör sorunu”
olarak gören
anlayışın sorunu çözmek
istemediği açıktır. Ortada bir
“terör sorunu” yok, bir
Kürt sorunu
var.
layan mil-
çözüm görmediklerini gösterdiler,
gösteriyorlar.
Son dönemde gece ya rısı
e-muhtıraları bilgisayar başında internetten okurken insan eskiyi düşünmeden edemiyor. Eskiden muhtıralar radyolarda verilirdi. Daha sonra
televizyonlarda okunmaya başlandı.
Artık ordu da teknolojik gelişmeye
ayak uydurarak, muhtıralarını gece
yarıları e-muhtıra olarak vermeye
başladı. Yani artık bir gün sabah katlığımızda e-muhtıra değil, e-darbe
olmuş olursa kimse şaşırmasın. Eee
ne de olsa darbe konusunda gayet
tecrübeli olan ordumuzun, darbeye
alışmış olması gereken toplumu yine
de hazırlaması gerekiyor. Ne de olsa
aradan bunca zaman geçti.
Hazır asker cenazeleri de peş peşe
gelirken, Genelkurmay yine gece yarısı bildirileri ile duyurularına devam
etti. “Türk milletinin kitlesel karşı
koyma refleksi” çağrısını yaparak kitleleri “teröre karşı harekete geçmeye”
çağırdı. Birileri bunun demokrasiyi,
iç barışı zedeleyeceğini söylemek istedi, ama Genelkurmayın buna da
cevabı gecikmedi. “Barış, demokrasi
ve özgürlük kavramları teröre paravanlıkla özdeştir.” diyerek “Barış, de-
mokrasi ve özgürlük” sevdalılarına
hadlerini bildirdi. Genelkurmayın
bu açıklaması karşısında sahibinin
sesi medya patronları, sus pus alkışlamaya devam ettiler.
En son Sakarya’da Ahmet Kaya
tişörtleri giydikleri ve “Gündem” gazetesi okudukları için linç edilmek
istenenlerin “savcılık tarafından“
halkı galeyana” getirmekle suçlanmaları, Eskişehir’de DTP il binasının
bir haftada 4 defa bombalanması ve
faillerinin bir türlü bulunamaması,
Genelkurmayın; “Türk milletinin
kitlesel karşı koyma refleks”inin ne
anlama geldiğinin en açık örneği
olsa gerek. Ve önümüzdeki dönem bu
tür saldırılar yoğunlaşarak gelişirse
kimse şaşırmasın.
S on g ü n lerde G enel k u r may
Başkanı Büyükanıt “yerel milliyetçiliğin faşizm olduğu”, bu temelde
PKK’nin de faşist bir parti olduğu
yönlü açıklaması, basında bol bol işlenmeye başladı. Başbakan Erdoğan
da Bingöl’de yaptığı bir seçim mitinginde “Etnik milliyetçilik yapanlara, bölgesel milliyetçilik yapanlara
yuh olsun” diyerek Büyükanıt’a göz
kırptı. Peki, Türkiye’de Türk ulusu
dışında, diğer ulus ve ulusal azın-
liyetçilik değil mi?
Bu anlayışa karşı çıkanların
“Türkiye cumhuriyetinin düşmanı”
olarak hedef gösterilmesi, bu cumhuriyetin nasıl bir cumhuriyet olduğunu
göstermesi açısından önemlidir.
Son aylarda “PKK Kuzey Irak’tan
ülkemize girip askerimizi şehit ediyor” gerekçeleri ile, içte yoğunlaştırarak geliştirdikleri savaşı, Güney
Kürdistan’a da yaymaya çalıştılar.
Fakat artık evdeki hesap eskisi gibi
çarşıya uymuyor. Güney Kürdistan’a
eskisi gibi elini kolunu sallayarak
girmeleri ABD varlığından dolayı
zorlaşmıştır. Kemalistler bu durumu
AKP’yi yıpratmak için tepe tepe
kullandı.
“Sınır ötesi operasyon” tartışmaları üzerine, Başbakan Erdoğan başkanlığında, Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Kara
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker
Başbuğ ile Jandarma Genel Komutanı
Orgeneral Işık Koşaner, Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül ve İçişleri
Bakanı Osman Güneş’in katıldığı bir
zirve yapıldı. Zirve sonrasında yapılan açıklamada; “Terörle mücadelede
hükümetimiz, Türk Silahlı Kuvvetleri
ve güvenlik kuruluşları arasındaki
çalışmaların tam bir uyum ve eşgüdüm içerisinde yürütüldüğü bir kez
daha tespit edilmiştir” ifadesi kullanıldı. Açıklamada, “Terörizmle mücadelenin, her zaman olduğu gibi
demokrasi ve hukukun üstünlüğü
temelinde, ancak büyük bir kararlılıkla ve tüm ilgili kurumların ortak
katkısı ve işbirliği ile sürdürüleceği,
ülkeye yönelik tehdidin üstesinden
5
gündem
gelineceği” vurgulanarak, hükümetle ordu arasında “tam bir uyum”
olduğu mesajı verildi.
Hükümetin, her türlü yetkiyi verdiğini söylediği ordu, 9 Haziran ile 9
Eylül tarihleri arasında geçerli olacak
ve Şırnak, Hakkâri, Siirt üçgenini
kapsayan “geçici güvenlik bölgesi”
adı altında bir OHAL uygulaması
başlattı. Aslında uygulama bölgedeki tüm illeri kapsamaktadır. Cudi
ve Gabar dağları sürekli bombalanmaktadır. Şehir ve köylere giriş çıkışlar kontrol edilmektedir. Halkın
en temel ihtiyaçları olan gıda maddelerinin girişine zorluklar çıkarıldığı
bilgisi İHD Hakkâri Şube Başkanı
Fahri Timur tarafından basına verilmektedir. Aylardır bölgeye en ağır
silahları yığan ordu “terörizme karşı
savaş” adına Kürtleri toplumsal olarak hedef aldığını, en son yayınladığı
“teröre karşı toplumsal refleks” bildirisi ile göstermiştir.
Devlet bu bölgedeki sınırda 15
km’lik bir tampon bölge oluşturarak güvenliği sağlamaya çalışmaktadır. Aynı şeyi Güney Kürdistan
için Kürt yönetimi ve ABD’den de
istemekte ve fakat olumlu bir cevap
alamamaktadır. Aslında Kürt sorununu “terör sorunu” olarak gören bu
anlayışın sorunu çözmek istemediği
açıktır. Eğer sorun gerçekten bir terör sorunu olsaydı, 1984’den bu yana
defalarca Güney Kürdistan’a giren ve
bölgede yüzlerce operasyon yapan,
köyleri boşaltan ordu, bu sorunu
çoktan halledebilirdi. Ortada bir “terör sorunu” yok, bir Kürt sorunu var.
Kürtler neredeyse her gün yaptıkları
açıklamaları ile “Kürt varlığının tanınması ve bazı kültürel haklarının
verilmesi ve bir genel af” ile sorunun
çözüleceğini söylüyorlar. Devletin
buna cevabı baskı ve şiddet dışında
bir şey olmuyor.
İşçiler emekçiler, devrimciler,
komünistler
6
Kürt ulusunun ulusal hakları için verdiği mücadeleye karşı devlet, binlerce
askeri topu ve tüfeğiyle, bölgeye durmadan sevkiyat yaparak savaşı daha
da tırmandırıyor. Kürt halkına karşı
kışkırtmalar, en son yapılan MGK
toplantısında da Genelkurmay açıklamaları doğrultusunda onaylandı.
Şimdilik Güney Kürdistan’a saldırı
konusunda geri adım atan devlet,
Kuzey Kürdistan’da baskılarını arttırarak sürdürüyor. Kürt halkına
karşı tırmandırılan bu savaşa karşı,
Kürt halkı ile dayanışmak için eylem
ve açıklamalar ile karşı durmak her
işçinin, emekçinin, devrimcinin, komünistin görevi olmalıdır.
Tüm bu gelişmeler bize bir kez
daha, sermayenin iktidarı şartlarında
Kürt sorununun gerçek anlamda çözümünün mümkün olamayacağını
göstermektedir.
Kürt sorununun gerçek çözümü
için de tek yol devrimdir!
20.06.2007 ✓
Sivas katliamını unutmadık,
Bize bir taraftan “yeter artık aradan bu kadar yıl geçti, bu olayları unutun”
diyorlar. “Toplumsal barış” adına bu katliamın artık unutulmasını istiyorlar.
Biz bunları iyi tanıyoruz. Onların istediği toplumsal barış; örtbas edilmiş,
unutturulmuş, hesabının sorulması imkânsız kılınmış katliamlar üstüne inşa
etmeye çalıştıkları ‘toplumsal barıştır’.
2
Te m mu z 19 93 - 14 . y ılında da Sivas kat liamını
unutturmayacağız.
Sivas’ta Madımak Oteli’nde aralarında aydın, yazar ve sanatçıların
da bulunduğu 35 kişi, gerici, yobaz,
faşistlerce tekbirler eşliğinde ateşe
verilen Madımak otelinde hunharca
katledildiler. Daha önce de Maraş,
Malatya ve Çorum’da, Gazi’de yaşanmış olan, bu tür olayların arkasındaki
gerçek gücün kim olduğunu “bana
sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyen dönemin Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel’in “Güvenlik güçleri ile halkı karşı karşıya getirmeyin” talimatı ile, yine “bu devlet için
kurşun atan da, kurşun yiyen de namusludur” diyen dönemin Başbakanı
Tansu Çiller’in “Oteli saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır”
sözleri ile, dönemin muhalefet lideri
Mesut Yılmaz’ın “Bir futbol maçında
da bu kadar insan ölebilirdi” lafları
göstermiştir. Bu sözler hafızalarımızdaki yerini hala korumaktadır,
korumaya da devam edecektir.
Bu koruma altında, bu vahşi katliamın sanıklarından bazıları ellerini
kollarını sallayarak yurtdışına çıkabilmişlerdir. Devletin kolluk güçlerinin gözü önünde diri diri yakılarak yapılan bu katliamın arkasındaki
güçler hala hesap vermemiştir.
Olaylarla ilgili olarak 124 sanık
hakkında açılan dava, sekiz yıl süren hukuk mücadelesinden sonra
2001’de sonuçlandı. Yargıtay 9. Ceza
Dairesi’nin onadığı karar uyarınca,
‘Cumhuriyete karşı örgütlü kalkışma’
girişiminde bulunan sanıklardan 33’ü
TCY’nin 146/1. maddesine göre idam
cezası aldı. Bu müebbet ağırlaştırılmış hapse çevrildi, geri kalan sanıklar da değişik cezalara çarptırıldı.
Ancak 13 yılda içeride kalan sanık
sayısı beraat ve tahliyelerle 33’e düştü.
8 sanık ise Yargıtay’ın 1997’deki
bozma kararından bu yana firarda.
Haklarında tutuklama kararı bulunan sanıklardan, başta Sivas Belediye
Meclisi üyesi Cafer Erçakmak olmak
üzere sekiz kişinin Almanya ve Suudi
Arabistan’a sığındıkları öğrenildi.
Davada kilit isim Cafer Erçakmak
hiç yakalanamadı. Sivas katliamı
sanığı Muhammed Nuh Kılıç’ın yıllardır Almanya’da Mannheim’da eşi
adına açtığı dönerci dükkânını işlettiği ortaya çıktı.
2 Temmuz 1993 günü, askerin ve
polisin gözleri önünde, binlerce kişinin bir olup bir oteli kundaklayıp,
şeytan taşlamış gibi ruh huzuru
içinde evlerine dönmeleri, bize son
yıllarda sahnelenen Trabzon’daki,
Sakarya’daki linç olaylarını hatırlatıyor. Üniversitelerde devrimci öğrencilere karşı dışarıdan getirilen sivil
faşistler ile içerideki eli bıçaklı sopalı
saldıran faşist it sürülerini hatırlatıyor. Bu linç olaylarında da devletin
valisi, emniyet müdürleri, Linç olaylarına maruz kalanları “halkı tahrik” etmekle suçlayarak yargılamaya
kalkışmaları, olayların arkasındaki
gerçek güçlerin kim olduğunu bize
gösteriyor. Bu olayların arkasındaki
hangi karanlık güçlerin olduğu son
dönemde, önce Ümraniye’de ve ardından Eskişehir ve Bursa’da da
ortaya çıkarılan, başını emekli subayların çektiği cephanelikler göstermiştir. Bu cephaneliklerin sahipleri “bayrak, kuran ve silah” üzerine
yemin ederek, “ölmek de var öldürmekte” dediğinde, devletin savcıları
somut suç duyurularına rağmen
herhangi bir işlem yapmamışlardı.
“Ne mutlu türküm diyene” milliyetçi
düşüncesini savunmayanı ve bunları
Türk düşmanı ilan eden anlayış ile
bu çetelerin arasında bir fark var mı?
2 Temmuz’un ruh hali bugünde devam etmektedir.
Bize bir taraftan “yeter artık aradan bu kadar yıl geçti, bu olayları
unutun” diyorlar. “Toplumsal barış”
adına bu katliamın artık unutulmasını istiyorlar. Biz bunları iyi tanıyoruz. Onların istediği toplumsal barış;
örtbas edilmiş, unutturulmuş, hesabının sorulması imkânsız kılınmış
katliamlar üstüne inşa etmeye çalıştıkları ‘toplumsal barıştır’. Biz de;
Diyarbakır’da patlatılan bomba sonucu 7’si çocuk 10 kişinin hunharca
katledilmesini, Ankara’da öldürülen 7 masum insanı, linç olaylarını,
Şemdinli’de Umut Kitapevine bomba
atarken halk tarafından yakalanıp
polis’e teslim edilen o meşhur “iyi
çocuklar” olan çeteleri unutmamızı
istiyorlar. Biz katliamcıları, işkencecileri, darbecileri unutmak istemiyoruz. Unutmadık, unutturmayacağız!
1 Temmuz 2007 ✓
yeni dünya gençliği
, unutturmayacağız
Binler Madımak vahşetini kınadı ve
“Madımak Müze Olsun” dedi!
konuşmasında, son günlerde körüklenmeye çalışılan milliyetçilik havasının gelişmesini, Kürt sorununun
çözülememiş olmasına bağlayarak,
“Ülkemizin kaosa sürüklenmesine
izin vermeyeceğiz” dedi.
Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı
Selahattin Özel de konuşmasında,
katliamlara ve çetelere karşı birlik
çağrısı yaptı.
Av r u p a A l e v i B e k t a ş i
Konfederasyonu Başkanı Turgut
Öker ise: ”Madımak Oteli’nin altındaki et lokantasında yemek yiyen
Sivaslıları kınıyorum” dedi.
Konuşmaların ardından
Madımak’ın müze olması ve et lokantasının kapatılması için toplanan
dilekçeler Valiliğe verildi. Polisin
yoğun güvenlik önlemi aldığı eylem
olaysız dağıldı.
YDİ Çağrı olarak biz de bu eyleme
katıldık. Eylemde elimizde bulunan
seçim bildirisi ve 15–16 Haziran bildirisini dağıttık. Söyleşiler yapıp,
Çağrı ve Güney dergilerini sattık.
3 Temmuz 2007, YDİ Cağrı ✓
Sivas Katliamı 14. yılında Kadıköy’de
bir miting ile lanetlendi
S
ivas’ta 2 Temmuz 1993 yılında
33’ü aydın 2’si otel çalışanı olmak üzere 35 kişi saatler süren
bir eylem sonunda diri diri yakıldılar. Devlet destekli sivil faşist çeteler
eliyle gerçekleştirilen bu katliamda 2
kişi de eylemi gerçekleştiren canilerden olmak üzere, toplam 37 kişi hayatını kaybetmişti. Bu vahşeti anmak
üzere katliamın 14. yıldönümünde
sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler bir anma yapmak üzere Sivas’ın
Ali Baba Mahallesinde bulunan
Cem Evi önünde bir araya geldiler.
Katılımcıların oto-büsleri Sivas’ın
girişinde durdurularak, katılımcılar keyfi bir kimlik kontrolünden
geçirildi.
Cem Evi’nde toplanan kitle ellerinde taşıdıkları, “ Madımak Müze
olsun”, “ Sivas’ın ışığı sönmeyecek”,
“Katiller yaktı, devlet baktı”, ”Sivas’ı
unutma, unutturma”… gibi döviz ve
sloganlar eşliğinde, Madımak Oteli’ne
doğru yürüyüşe geçti. Polisin, Ethem
Bey Parkı’na varmadan ses cihazlarının bulunduğu otobüsü kortejden
çıkarmaya çalışması üzerine, Tertip
Komitesi ile polis arasında kısa bir
tartışma yaşandı. Polis’in bu tavrını
kitle yuhaladı. Kısa bir tartışmadan
sonra tekrar otobüs korteje katıldı.
Ali Baba Mahallesi’nden gelen kitle
ile Eğitim-Sen önünden gelen kitle,
Ethem Bey Parkı’nda birleşti. Bu birleşme ile sayıları 10 bini bulan kitle
Madımak’a doğru yürüyüşe devam
etti. Yürüyüş boyunca yakılanların
resimlerinin bulunduğu pankart ve
afişler taşındı. Yine, atılan sloganlarda halkların kar-deşliğine vurgu
yapılarak: “Sivas kardeşlik şehri ola-
cak”, “Sivas’ı unutma, unutturma”
sloganları atıldı. Yer yer “Türkiye
laiktir laik kalacak” sloganı atılsa da
esas olarak “Türkiye laik değil, laik
olacak” vurgu-su ağırlık kazandı.
Valilik önüne gelindiğinde Tertip
Komitesi üyeleri, Cıbıllar Parkı’ndaki
Atatürk Anıtı’na çelenk koyup,
Atatürk ve devrim şehitleri adına
saygı duruşunda bulundular. Daha
sonra yürüyüş korteji Madımak Oteli
önüne doğru yürüyüşe geçerken bir
grup faşistin laf atması üzerine, kısa
bir arbede yaşandı.
Madımak önünde bir araya gelen kitle burada tepkisini daha gür
bir şekilde ortaya koydu. Kitle Madımak’ın müze olmasını, buradaki et
lokantasının ruhsatının iptal edilmesini Valilikten talep edi-yordu. Bunun
için imza kampanyası açılmıştı.
Eylemin sonuna doğru konuşmalara geçildi. İlk konuşmayı, Tertip
Komitesi Başkanı Necat Sezginer
yaptı. Sezginer konuşmasında aynı
gün Cem Vakfı, Hacı Bektaşi Veli
Kültür Vakfı, AKP, CHP, MHP, BBP,
SP, İP, Genç Parti ve çeşitli sendika
temsilcilerinin yapmış olduğu anmaya tepki olarak; “Bu girişimlerin;
bir takım ticari kaygılar nedeniyle
yapıldığını ve 2 Temmuz’un içini
boşaltmaya çalıştıklarını düşünüyorum.” dedi.
KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı
Tombul da konuşmasında katliamı
lanetleyip, unutturmaya çalışanların olduğunu söyleyerek; “Başbakan
Erdoğan’ı kazısanız altından Özal çıkar, Özal’ı kazısanız Kenan Paşa ve
12 Eylül’cüler çıkar.” dedi.
PSAKD Başkanı Kazım Genç de
S
ivas katliamının 14. yıldönümünde bir çok ilde gerçekleştirilen çeşitli etkinliklerden bir
tanesi de 2 Temmuz günü İstanbul
Kadıköy Meydanı’nda gerçekleştirilen miting idi. Saat 17’de Haydarpaşa
Numune Hastanesi önünde toplanan
yaklaşık 3 bin kişilik kitle pankart
ve sloganlarla Kadıköy Meydanı’na
kadar yürüdü. Devrimci dergi çevrelerinden legal partilere, çeşitli Alevi
derneklerinden, Pir Sultan Abdal
Kültür Derneği’ne kadar çok çeşitli
kurumların katıldığı mitinge bizler
de Yeni Dünya Gençliği olarak pankart ve flamalarımızla katıldık.
Mitingin ortak basın açıklamasını
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
Genel Sekreteri Erdal Yıldırım yaptı.
Yıldırım konuşmasında; barış ve
kardeşliği vurgularken, Sivas katliamında devlet birimlerinin sorumluluklarını teşhir ederek, Diyanet İşleri
gibi bir devlet kurumunun ortadan
kaldırılmasını, Madımak Oteli’nin
kebapçı değil müze yapılmasını talep
etti. Son dönemde gerek Kürt halkına
gerekse diğer azınlıklara karşı uygulanan şiddeti lanetleyerek, halkların
kardeşliğini vurguladı.
Erdal Yıldırım’ın ardından söz verilen Nesimi Çimen’in eşi Makbule
Çimen de yaptığı kısa konuşmada
birlik ve beraberliğe vurgu yaparak,
eyleme katılan herkese bu beraberliği
sergiledikleri için teşekkür etti. Ayrıca
bir kez daha Madımak Otelinin müze
olması talebini yeniledi.
Bizler, Yeni Dünya Gençliği imzası
ile katıldığımız eylemde, üzerinde
“Yıkacağız duvarları, yeneceğiz barbarlığı, kuracağız sosyalizmi!” yazılı
bir pankart taşıdık. Pankartın yanı
sıra Sivas Katliamı’nı lanetleyen,
kurtuluşun devrim ve sosyalizmde
olduğunu söyleyen, bu katliamda
devletin sorumluluğunu teşhir eden
dövizler taşıdık. Attığımız sloganlarda katliamın lanetlenmesinin ve
Kürt, Türk, Ermeni, her milliyetten
halkların kardeşliğinin haykırılmasının yanı sıra, yaklaşan seçimlerin
boykot edilmesi bağlamında da “Oy
veme, hesap sor. Çözüm Devrimde.
Oyunu verme, oyuna gelme, kurtuluş devrimde, sosyalizme” şeklinde
sloganlar attık.
“Yeni Dünya Gençliği” kortejimiz
saf larımıza yeni katılan gençlerle
daha bir coşkulu ve canlıydı.
Mitingin sonunda, “2007 Genel
Seçimleri: Dalaş sandıkta… emekçiye biçilen rol ne?” başlıklı seçim
bildirimizden dağıtarak miting alanından ayrıldık.
3 Temmuz 2007,
Yeni Dünya Gençliği ✓
7
gündem
15-16 Haziran’ı bir piknik ile andık
Y
8
eni Dünya İçin Çağrı dergisinin 15-16 Haziran Büyük
İşçi Direnişini anma pikniği
başarıyla geçti
24 Haziran’da YDİ Çağrı dergisi
olarak düzenlediğimiz pikniğe 120
kişi katıldı.
Piknikte açılış konuşmasında
Türkiye’de ve dünyada içinden geçtiğimiz sürece değindikten ve pikniğin
gündemi açıklandıktan sonra sınıf
mücadelesinde düşenler için 1 dakikalık saygı duruşu yapıldı.
Saygı duruşunun ardından Güney
Kültür Merkezi bünyesinde faaliyetlerini sürdüren Özgürlük Korosu
müzik grubu sahne aldı. Özgürlük
Korosu birbirinden güzel parçalarıyla verdiği dinleti ile kitlenin beğenisini topladı.
Daha sonra pikniğimizin temel
konusu olan 15-16 Haziran İşçi
Direnişi üzerine YDİ Çağrı temsilcisi
bir konuşma yaptı. Konuşmada önce
içinden geçtiğimiz süreçte yaşanan
iktidar dalaşı ve yapılacak olan genel
seçimler değerlendirildi. İşçi sınıfının
bu yaşanan dalaşta taraf olmadığı ve
gündemde duran genel seçimlerde
tavrının hiçbir partiye oy vermemek,
sandığa gitmemek, seçimleri bilinçli
olarak boykot etmek olduğuna vurgu
yapılan konuşmada, işçi sınıfının alternatifsiz olmadığı, bu alternatifin
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişiyle
de gösterildiğini, işçi sınıfının kendi
mücadelesini kendi ellerine alıp devrim ve sosyalizm için örgütlenmesi
gerektiği söylendi. Konuşmanın
ikinci bölümünde 15-16 Haziran
Direnişi ve ondan çıkarılan derslere
yer verildi.
Konuşmanın ardından verilen
arada bir yandan yemekler hazırlanırken bir yandan da gelen insanlar
sohbet imkanı yakalandı.
Güney Kültür Merkezi’nde faaliyetlerini sürdüren “art-niyetliler”
tiyatro grubu arka arkaya bütün kitlenin dikkatlerini üzerine çeken kısa
oyunlar sergiledi. Oyunlarda işçipatron, zengin-yoksul gibi temaların
yanı sıra, kadın-erkek sorunu, alt
kimlik-üst kimlik sorunu vb. birçok
toplumsal içerikli konular işlendi.
Aralara serpiştirilen espriler oyunların kitle tarafından keyifle izlenmesini sağladı.
Bu temel programın yanı sıra değişik müzik dinletileri ve şiir okumaları oldu. Müzik dinletilerine ve şiir
okumalarına katılan küçük çocuklar
izleyenleri yetenekleriyle şaşırttılar.
Yeni Dünya Gençliği pikniğe bir
sunum ile katıldı. Sunumda 15-16
Haziran’ın gençlerin mücadelesi
açısından taşıdığı öneme dikkat çekildi. Gençler ayrıca kendi aralarında toplanarak gençlik çalışmasını
değerlendirdiler.
Bir standa pikniğimize katılan
Komünist KÖZ dergisi de bir mesaj
sundu. Bu arkadaşlar sunumlarında
15-16 Haziran direnişinin en önemli
derslerinden birinin işçi sınıfının
öncü partisinin yaratılması olduğuna
vurgu yaptılar.
Bir bütün olarak pikniğimiz başarılı geçmiştir. Pikniğin sonunda
yapılan konuşmada kitle önümüzdeki yıllar yapacağımız pikniklere
de davet edildi. Akşam olduğunda
herkes sıcak bir yaz gününü yeşillikler içinde anlamlı geçirmiş olmanın
duygusuyla piknik yerini memnun
kalarak terk etti.
25 Haziran 2007 ✓
Taksim’de iki farklı eylem,
iki farklı polis tavrı...
1
6 Haziran’da Taksim’de iki eylem arka arkaya yapıldı ve her
iki eylemde polisin tavrı birbirine taban tabana zıttı.
Mücadele Birliği, Antikapitalist,
BDSP, Devrimci Hareket, EHP, EMEP,
ESP, HKM, HÖC, İşçi Mücadelesi,
ÖMP, SDP, SODAP, TÖP, ÜRÜN
çevrelerinin ortaklaşa düzenledikleri
basın açıklamasına 100 kişi katıldı.
Başlangıçta bu basın açıklaması da
daha önce yapılan birçok basın açıklaması gibi rutin bir görünüme sahipti. Pankart açıldı, dövizler tutuldu
ve basın metni okunacaktı ki, birden
polisin sert tutumu dikkat çekti. Zorla
kitlenin elinden pankart alınmaya
çalışıldı. Kitlenin buna direnmesiyle
ortam aniden sertleşti. Çevik Kuvvet
polisleri çağrılarak önce tüm kitle
çembere alındı ve sonra da kitlenin
direnmesiyle insanlar zorla karga tulumba arabalara tıkıştırlarak gözaltına alındı. Teslim olmak istemeyen
kitleye joplarla saldıran çevik kuvvet
polisleri, bu aşırı saldırgan tutuma
tepki gösteren çevredeki insanlara da
saldırdı. Gazeteciler itile kakıla olay
yerinden uzaklaştırıldı. Devrimci
basından olanlar tespit edilip “siz
basın değilsiniz” denilerek gözaltına
alındılar. Proleter Devrimci Duruş
sorumlu yazı işleri müdürü basın tanıtım kartını göstermesine rağmen
“sen basın değilsin çekim yapamaszın” denilerek şiddet kullanımıyla
arabaya sokularak götürüldü.
Herşey çok kısa zamanda oldu.
Polis o kadar abartılı şiddet kullandı
ki bu oradan geçenlerin bile tepkisini
çekti, “insanlara neden şiddet uyguluyorsunuz” diyenler hırpalanarak
gözaltına alındılar. Öğrendiğimize
göre 30’un üzerinde gözaltı oldu.
Bütün bunların elbette bir açıklaması vardı. Polisin abartılı şiddet
kullanımı hiç de yeni değil. Zaman
zaman devrimciler bundan nasibini alıyorlar. Ancak burada fazla
bir uyarı olmadan polisin doğrudan
provokasyona ve saldırıya geçmesi
burjuva medyayı da şaşırttı.
Evet son dönemde teröre karşı mücadele adına ortam bilinçli olarak
iyice geriliyor. Bu eylem de zaten buna
karşı yapılmak istenmişti. Zorla el
konulan pankartta: “Kışkırtmalara,
provokasyonlara, linçlere, katliamlara son! Kürt halkına özgürlük!”
yazılıydı. Dövizlerde “Yaşasın halkların kardeşliği” yanısıra “Kahrolsun
MGK” da deniyordu. İşte bütün bunların hepsi polis saldırısı için yeterdi
de artardı da. Polis bu tavrıyla en son
çıkarılan polislerin yetkilerini genişleten yasayı tepe tepe kullanacağını
da göstermiş oldu. Tamamen tepkisiz ruhsuz sindirilmiş bir toplum
yaratılmak isteniyor. Demokratlığın
asgari gereklerinden biri olan Kürt
halkı üzerindeki basklılara karşı çıkmak terörizme destek olarak görülüyor ve o biçimde muamele görüyor.
Bu eylemin hemen ardından
devrimcilere ve Ermenilere karşı şovenist ve saldırgan tutumları nedeniyle
geçtiğimiz dönemde devrimci gruplar tarafından dışlanan HKP (Halkın
Kurtuluş Partisi)’nin 15-16 Haziran’ı
anma etkinliği vardı. Sadece AKP’ye
ve AB ve ABD’ye eleştiri getirilen ve
Genelkurmay’ın son açıklamalarına,
Kuzey Irak’a karşı bir operasyon
hazırlıklarına karşı ve Kürt halkına
karşı savaşın tırmandırılmasına karşı
hiçbir eleştiri getirilmeyen bu eyleme
polis saldırmadı. Yanına bile gelmedi. Parti bayraklarının ve Büyük
boy bir Hikmet Kıvılcımlı posterinin
açıldığı bu eylem yapılan uzunca basın açıkllaması ertesinde hiçbir olay
çıkmadan sona erdi.
Aslında polisin aynı gün, aynı yerde
yapılan iki eyleme karşı bu taban tabana zıt tavrına şaşmıyoruz. Polisin
tavrı turnusol kağıdı gibi, faşizmin
bugün kimleri tehlikeli gördüğünü ve
kimleri tehlikeli görmediğini açıkça
gösteriyordu.
Son dönemde Kürt halkına karşı
iyice geliştirilen baskı ve terör ortamına dur demek her işçinin, emekçinin ve demokratın görevidir.
Genelkurmayın yaptığı açıklamada
kitleler “terör eylemlerine” karşı
“kitlesel refleks göstermeye” çağrıldı.
Bunun halkları birbirine düşürmekten başka bir anlam taşımadığı
ortada.
Öyleyse işçilerin, emekçilerin görevi halkları birbirine düşürmek isteyen, halkları birbirine düşman etmek
isteyen, şehit cenazelerini iktidar dalaşında kitleleri peşine takmanın bir
aracı olarak kullanmak isteyen bu
anlayışa dur demektir. Görev Kürt
halkıyla dayanışma göstermektir.
Görev halkların kardeşliğini yüksek
sesle haykırmaktır, halkların kardeşliğinin devrimle gerçekleşeğini bilerek devrim için örgütlenmektir.
Halkların kardeşliği için tek yol
devrim!
Biji Bratiya Gelan! ✓
gündem
Halkın Hakları Forumu yapıldı
8
-10 Haziran tarihinde “Halkın
Hakları Forumu” Ankara’da
Halkevleri ve A.Ü. SBF Sosyal
Politika Araştırma ve Uygulama
Merkezi tarafından düzenlendi. Üç
günlük foruma ülke içinden ve uluslararası alandan birçok konuşmacı
davet edilmişti. Forumlarla ve çalışma gruplarıyla iyi organize edilmiş
olan etkinliğe her gün ortalama 500600 civarında insan katıldı.
8 Haziran’da yapılan Halkın Hakları
Kadın Forumuna katılamadık.
9 Haziran’da yapılan ana forumun açılış konuşmasında Halkevleri
Genel Başkanı Abdullah Aydın, emperyalizmin politikalarını eleştirerek
neoliberalizmin dayattığı dünyayı
reddettiklerini söyledi. Türkiye’de
sahte saflaşmanın halkın gündemi
gibi sunulduğunu, halkın kendi gündemi olduğunu, halkın gerçek halk
demokrasisi istediğini, egemenlerin
çıkarlarının halkın çıkarlarıyla bağdaşmadığını, forumun bir amacının
da soldaki yenilenmeci süreci hızlandırmak olduğunu ve halkın ortak
mücadele kürsüsünü kuracaklarını
savundu.
1. Oturumun moderatörlüğünü
yapan Metin Özuğurlu neoliberalizmin bir sermaye stratejisi olduğunu,
emperyalizmin günümüzdeki yeni
bir sömürgeci stratejisi olduğunu savundu. Özuğurlu, nasıl ki proletarya
tüm insanlığı kendisiyle birlikte kurtaracak biricik sınıftır deniyorsa,
burjuvazi için de tüm insanlığı kendisiyle birlikte yok edecek biricik sınıf demek gerektiğine dikkat çekti.
Bu oturumda söz alan diğer konuşmacılar da neoliberalizmin değişik
yönlerini irdelediler.
Prof. Dr. Yasemin Özdek sosyal
devlet uygulamasının kapitalizm için
bir istisnai uygulama olduğunun anlaşıldığını ve kapitalizmin neolibe-
ralizm ile birlikte özüne döndüğünü
savundu. Özdek ayrıca mülkiyet hakkının bir insan hakkı olarak durduğu
sürece halkın haklarının hiçbirisinin
kalıcı olmadığına vurgu yaptı.
Dr. Fuat Ercan sermayenin kamusal
alanı ele geçirdiğini ve bazı alanları
(eğitim, sağlık vb.) metalaştırdığını
ileri sürdü ve günümüzde kapitalizmin yaşamımızın hemen hemen her
alanına sinmiş olduğuna ve o nedenle
kapitalizme karşı mücadeleyi hemen
hemen her alanda yürütmek gerektiğine vurgu yaptı.
K a n a d a S a i nt M a r r y ’s
Üniversitesinden Henry Veltmeyer
Sivil Toplum Kuruluşlarının neo liberalizme karşı mücadele adı altında
aslında onu akladıklarına dikkat
çekti.
Prof. Dr. Korkut Boratav seçimler
de dahil yapay gündemlerle halkın
haklarının unutturulduğunu söylerek, işçinin bu düzende tek bir hakkının olduğunu -işgücünü satma veya
satmama hakkı- savundu. Boratav
konuşmasında “siyaset elini ekonomiden çek” neo liberal sloganının
eleştirisine önemli bir yer ayırdı, ancak o bu sloganı vahşi kapitalizme
geri dönmek olarak eleştirirken
açıkça devlet kapitalizmini savunan
pozisyona düştü. O bu konuda şunları söyledi: “Devletin küçültülmesi
halkın devletten beklentilerini kaldırır, halkı siyasetten soğutur ve halkı
başka mecralara yöneltir: tarikatlara
ve şövenizme.” Oturum moderatörünün “sadece benim değil bu ülkede
sosyalizm mücadelesi veren herkesin
öğretmeni” diye tanıttığı Boratav’ın
neo liberalizme karşı devlet kapitalizmini savunması dikkat çekiciydi.
Meksika Oaxaca Halk Meclisi
(APPO) temsilcisi Rocio Luna
Acevedo Meksika ve Oaxaka hakkında bilgi verdikten sonra öğ-
retmenlerin grev mücadelesini ve
APPO’nun oluşum sürecini anlattı.
Halkın hakları hareketinin halkın
kendi kaderini tayin hakkı hareketi
olduğunu savunan Acevedo, sözlerini halkların geleceğinin neo liberalizme karşı mücadelede yattığını
savunarak bitirdi.
Öğleden sonraki “Ortadoğu ve
Kafkaslarda Emperyalist Politikalar,
Barış Hakkı” başlıklı 2. oturumda
Sendika.org moderatörü Umar
Karatepe, Türkiye’de emperyalizme
ve neoliberalizme karşı umut verici
gelişmelerin olduğunu –buna 1 Mart
tezkeresinin önlenmesini ve sağlık
hakkı mücadelesini örnek olarak
verdi- ve Türkiye’nin emperyalizme
ve neoliberalizme karşı mücadelesinin Ortadoğu ülkelerine model
oluşturabilecek durumda olduğunu
savunarak gerçek durumu oldukça
abarttı.
Lübnan Komünist Partisi temsilcisi
Ahmad Dirki Lübnan’ın yapısı hakkında bilgi verdi, Lübnan’ın politik
yapısının bir dine değil mezheplere
dayandığını savundu. Siyonist devletin 30 küsür günlük saldırısının
direnişle geri püskürtüldüğünü anlatan Dirki, direnişi Hizbullah’ın
tek başına yürütmediğini, KP’nin bu
direnişte Hizbullah’ı desteklediğini
ve İsrail’in emellerine ulaşamadığını savundu. Dirki daha sonra gelen
sorular üzerine Lübnan’daki özgün
koşullar nedeniyle Siyonist harekete
karşı her harekete destek verebileceklerini belirtti. Hizbullah antiemperyalist olmamasına karşın bir emperyalist proje olan Siyonist projeye
karşı mücadele yürüttükleri sürece
onu destekleyeceklerini savundu.
Dirki emperyalist projeyi engellemek
için tek bir sol cephe oluşturmaya çalıştıklarını anlattı.
ABD’li yazar/sosyolog James Petras
“Büyük Yahudi Komplosu”ndan bahsettiği konuşmasında ABD emperyalizminin ne kadar kötü olduğunu, ayrıca Siyonist İsrail’i neden desteklediğine kanıt olarak, ABD hükümetinin
bir sürü siyonistin egemenliği altında
olduğunu savundu. Petras’ın konuşmasına açık ve kaba anti-semitizm
damgasını vurdu, Petras adeta her
kötülüğün arkasında Yahudi hainliğini arıyordu. Halkevlerinin forum
değerlendirmelerinde iyi ilişkiler
içerisinde oldukları bu zatın antisemitizmine tek kelime eleştiri getirmemiş olmaları dikkat çekicidir.
10 Haziran’da yapılan Kürt Sorunu
konulu 3.oturumda TİHV Genel
Başkanı Yavuz Önen devletin zorunlu göç, yakılıp yıkılan köyler vb.
politikalarla Kürtleri yok etmeye çalıştığını ancak bunun kolay olmayacağını savundu. Kendi üretim ve kültür ortamlarından sökülmelerinin
Kürtlerin tarihlerinde yaşadıkları
en ağır olay olduğuna vurgu yaptı.
Bu belirlemelerden sonra Önen, savaş ortamının iki tarafın (devletin
ve PKK’nin) bize yaşattığı bir ortam
olduğunu ileri sürerek, savaşın asıl
kaynağının ve asıl sorumlusunun
gözlerden gizlenmesine katkıda bulundu. Önen Kürt sorunundaki en
önemli handikapın solun devrimci
kesiminin zayıf olmasından kaynaklandığını ve sonucun tırmanan milliyetçilik olduğunu savundu. Önen
Genelkurmay’ın teröre karşı kitlesel
refleks çağrısının bir içsavaşa gidiş
olarak değerlendirilebileceğinin altını çizdi. Önen solun ortak bir program etrafında birleşmesi gerektiğini
savundu.
“Türkiye barışını arıyor” girişiminin temsilcisi Seydi Fırat Türkiye’nin
bütün tarihi boyunca Kürt sorununu
inkar politikası izlediğini anlattı.
Sendika.org yazarı Ferda Koç yaklaşık 30 yıllık silahlı biçimler de alan
Kürt Sorunu’nun 25 yılını içsavaş
tehlikesi yaratmaksızın geliştiğini,
son beş yıldır ise Kürt sorununun
bir iç savaş tehlikesi zorlanarak geliştiğine dikkat çekti. Bu arada Kürt
siyasetinin de Kürt gençleri arasında
gelişen intikam yaklaşımlarını empatiyle karşılamaya başladıklarının
altını çizdi. Şu andaki iktidar dalaşına da değinen Koç, ordu, okul ve
yargıdan oluşan “ordu bloku”nun
psikolojik savaş taktiklerini önplana
çıkardığını, ordu blokunun iktidar
mücadelesinin toplumu da kapsadığını, Türkiye solunun geleneksel
tabanını oluşturan eğitimli-aydın
kesimlerin ordu blokunun tabanını
oluşturmaya başladığına dikkat çekti.
İnisiyatifi ele geçirmeye çalışan ordu
merkezli siyasetin “Kürt sorununu,
terör ve terörün himayesi sorununa”
indirgeyen anlayışı tekrar hakim kılarak 30 yıl önceki terminolojiye geri
dönüldüğünü ileri sürdü. Koç şunları
söyledi: “Kürt yoktur demek Kürt
düşmandır demekle eş anlamlıdır.
TC devletinin şu andaki çizgisi Kürt
düşmanıdır.”
Güney Afrika’dan katılan Sibu
Zikode, kendi ülkesinde sorunun
esasının zenginlerle fakirler arasında
olduğunu savunarak, Türkiye’de
de Kürtler ile Türkler’in arasındaki
sorunun çözümün halkların kendisinde olduğunu, dışarıdan yardımla
bu sorunun çözülemeyeceğine vurgu
yaptı.
Seçimler konulu 4. oturumun moderatörü Dev Sağlık-İş Genel Başkanı
Dr. Arzu Çerkezoğlu içinden geçilen
kriz sürecinin 22 Temmuz seçimleriyle de çözülemeyeceğini savundu.
Araştırmacı yazar Fikret Başkaya
Türkiye’nin modernite devrimini
hiçbir zaman yaşamadığının altını
çizdi. Egemenlerin “laiklik elden gidiyor” korkusu yaratmaya çalışmalarının gerçekleri doğru yansıtmadığını, egemenlerin asıl korkusunun
kendi statülerinin elden gitmesi olduğuna dikkat çekti.
Yurtsever Cephe sözcüsü Kaya
Güvenç Türkiye’de sahte bir kutup-
9
yaşam temellerini koruma mücadelesi
10
laşma yaşandığını gerçek kutuplaşmanın işçi sınıfı ile sermaye arasında
olduğunu belirterek, seçimleri de işçilerin sermayeyle yüz yüze gelmesi
için kullanmak gerektiğini savundu.
ÖDP İstanbul İl Başkanı Alper
Taş Türkiye’deki kutuplaşmanın bir
tarafında neo liberalizm taraftarlarının olduğunu diğer ucundaysa
ulusalcı kesimin olduğunu solun da
bu süreçte etkisiz kaldığını savundu.
Taş konuşmasında bugünün görevinin bireycileşmeye ve cemaatleşmeye
karşı toplumsallaşmayı örgütlemek
olduğu belirlemesini yaptı.
Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı
İlknur Birol yukarda gerçekleşen kutuplaşmanın her iki tarafının da emperyalizmin neoliberal programıyla
herhangi bir sorunu olmadığını savundu. Birol konuşmasının devamında asgari temelde birleşemeyen
solun kimliksizleştiği tespitini yaptı.
Son oturumda forumların ve çalışma gruplarının sonuç bildirgeleri
okundu.
Halkevleri ve A.Ü. SBF Sosyal
Politika Araştırma ve Uygulama
Merkezinin ortaklaşa düzenledikleri ve bir dizi sendikanın ve kurumun destek verdiği Halkın Hakları
Forumu kuşkusuz düzenleyenler açısından başarılı olmuştur. Birkaç gün
içerisinde bir çok konunun masaya
yatırılıp enine boyuna tartışılması
hiç kuşkusuz katılımcılar açısından
da faydalı olmuştur.
İçerik olarak foruma anti-neoliberal
söylem hakim olmuştur. Halkın bir
parçası olarak işçi sınıfından yer yer
bahsedilse de, yeni mücadele biçimleri arayışının bir sonucu olarak işçi
sınıfını merkeze koyan ve Marksist
Leninist bilime dayanan “eski” sınıf
mücadelesi anlayışı yerine, halkı bir
bütün olarak temel alan ve onun tek
tek alanlardaki mücadelesini örgütlemeyi hedefleyen bir anlayış geliştirilmeye çalışılıyor. Bu anlayışın en
önemli bazı köşe taşları şunlar: bir
bütün olarak kapitalizmi ve emperyalizmi hedef alan bir mücadele yerine emperyalizmin günümüzdeki
bir politikasını, neoliberalizme karşı
mücadeleyi hedef leyen bir anlayış
geliştirilmektedir. Bu anlayış sendikalarda sınıf eksenli mücadele yerine toplumsal hareket sendikacılığı
anlayışını yerleştirmeye çalışıyor. Bu
anlayışın anda Türkiye’deki önde gelen savunucusu, Latin Amerika modelini de temel alan Halkevleri çevresidir. Halkevleri “Halkın Hakları
Mücadelesi”ni de bu anlayışla örgütlemektedir. Bu anlayış günümüzde
değişen dünya karşısında klasik
Marksizm-Leninizmin artık eskimiş
olduğunu savunarak aslında sınıf
mücadelesini terk etmekte ve her ne
kadar yer yer devrim kelimesini kullansa da aslında düzen içi reformist
mücadelede konaklamaktadır.
Halkların hakları da işçi sınıfı öncülüğündeki devrim mücadelesi ile
kazanılacaktır!
29 Haziran 2007 ✓
5 Haziran Dünya Çevre Günü!
yeceği açıklanmaktadır. Verilere göre
Himalayalar’da sıcaklıklar son 30 yıl
içinde 10 yılda bir 0.6-0.15 derece
arttı. Uzmanlara göre, 50’li yıllarda
Nepal’de dağ göllerinin sayısı bir düzine kadardı. 2000 sayımlarındaysa 2
bin 400 göl tespit edildi. Şimdi bunların 14’ü taşmak üzeredir.
Bu veriler, örnekler kabaca da olsa
çevrenin durumunu göstermektedir.
Aslında ortada kutlanacak bir durum yok!
Yılda bir gün yetmez!
1
972 y ı lında Stock holm’ de
“Birleşmiş Milletler Çevre ve
İnsan Konferansı” yapıldı. Bu
konferansta, güya “temiz ve sağlıklı
bir çevrede yaşamanın temel bir insan hakkı olduğu” karar altına alındı.
1970’li yılların ikinci yarısından itibaren, konferansın toplandığı tarih
olan 5 Haziran, Dünya Çevre Günü
ilan edildi.
O zamandan bu yana her yıl 5
Haziran’da; “çevre günü” kutlanıyor.
Çevrenin önemi üzerine tumturaklı
nutuklar atılıyor. “Temiz ve sağlıklı
bir çevre”nin önemi üzerine vb. duruluyor. Ancak kar uğruna doğanın
hoyratça talan edilmesi, çevrenin
kirletilmesi son hızla devam ediyor.
Doğal dengenin değişmesi sonucu
olarak doğa alarm veriyor.
Çevreyi katledenlerin, kar uğruna
doğal dengeyi dinamitleyenlerin,
yılda bir günü çevre günü ilan edip
kutlamaları sahtekârlıktan başka bir
şey değildir. Kar uğruna doğayı yağmalayanlar çevre gününü kutluyorlar. Ne büyük iki yüzlülük!
Küresel ısınma iklimlerin değişmesine yol açtı. Dünyanın ısısı giderek
artıyor. Buzullar eriyor. Deniz seviyesi yükseliyor. Tatlı su kaynakları
giderek azalıyor. Kimi bölgelerde
kuraklık yaşanırken, kimi bölgelerde
aşırı yağışlar sellere neden oluyor.
Aşırı sıcaklar, aşırı soğuklar değişen iklim döngüsünün birer parçası. Ormanlar giderek yok oluyor.
Nehirler, denizler kirletiliyor.
İçtiğimiz su, soluduğumuz hava,
yediğimiz yiyecekler kirletiliyor.
Çevre gününde çevrenin hali
Temelinde fosil yakıtların kullanımının durduğu sera gazı salınımı,
dünyanın ısısının giderek artmasına
neden olmaktadır. Atmosferde karbondioksit miktarı hızla artmaktadır.
Kuzey Kutbu dünya ortalamasının
iki katı hızla ısınmaktadır. Bu durum
sadece kutup bölgelerini ilgilendiren
bir konu değildir.
Buzulların çoğu kutup bölgelerinde olmasına rağmen, erime dünya
çapında olumsuz sonuçlara neden
olacaktır.
Buzulların erimesi, çoğunluğu
Asya’da olmak üzere yaklaşık 1.5
milyar kişiyi etkileyecektir.
Kuzey yarımkürede Mart, Nisan
aylarındaki kar miktarı son 30-40
yılda yüzde 7-10 oranında azalmıştır. Son 30 yılda deniz buzunun kışın
yüzde 6-7, yazın yüzde 10-12 azaldığı, yüzde 10-15 oranında da inceldiği belirtiliyor.
Nepal’in başkenti Katmandu’da
toplanan iklim konferansında, BM
Çevre Programı yetkililerinin yaptığı
açıklamaya göre Himalaya buzullarının hızla eridiği ve sıcaklıkların artmaya devam etmesi halinde 50 yıla
kadar buzul ve karların tamamen eri-
Kapitalist barbarlığın kar uğruna insanlığın geleceğini ipotek altına aldığı bir durumda; sadece 5 Haziran
günü çevreyi hatırlamak, çevrenin
önemi üzerine durmak yeterli mi?
Biz olmadığını söylüyoruz.
Kapitalizm dünyayı mahva sürüklüyor. Üzerinde yaşanılabilinir bir
çevrenin olmadığı bir ortamda, doğal
olarak insanlık da olmayacak! Çevre
sorunu bu anlamda sınıf mücadelesinin önemli sorunlarından biridir.
Çevre sorunu üzerine günlük siyasi
çalışma içinde durulmalı, çevre alanı
düzen içi çözümlerle uğraşan burjuva
çevrecilere bırakılmamalıdır.
Çevreyi korumak insanlığı korumaktır! Bu anlayışla kapitalist barbarlığa karşı mücadeleye, örgütlenmeye!
19 Haziran 2007 ✓
Amed’de festival coşkusu
B
u yıl 7.si düzenlenen festival
30 Mayıs ve 3 Haziran 2007
tarihlerinde yapıldı. Büyük
Şehir Belediyesinin öncülük ettiği
festival 5 gün sürdü, bu süre zarfında
çeşitli paneller ve konserler verildi.
Ağırlıklı olarak Kürtçe ve Zazaca dilinde söylenen türküler kitlenin coşkusuna sahne oldu.
Son gün etkinliği Aynur, Mor ve
Ötesi ve Xero Abbas’ ın verdiği konserle son buldu.
Etkinlikte Kürtçe ve Türkçe konuşma yapan iki sonucu vardı, öncelikle bir gün sonra yapılan “Bin
Umut” adaylarının tanıtılması ve
parti binasının açılışına halk davet
edildi.
Son g ün konuşmasını yapan
Belediye Başkanı Osman Baydemir,
festivalle ilgili kimi bilgiler verdi,
örneğin 7 yılda festivale katılan sanatçı sayısı 1500 olması gibi veriler.
Devamında 22 Temmuz seçimlerinde “bağımsız adaylarla” bu seçime
katılan DTP adayları ve destek sunan
insanlarla birlikte seçilmiş belediye
başkanlarıyla kitleyi selamladılar.
Her yıl olduğu gibi bu yılda başarılı
geçtiğini bu anlamda emeği geçenlere teşekkür etti.
Devamında Aynur sahne aldı ve
çoğunluğu genç olan insanlar eylendiler, Mor ve ötesinde kimi insanlar ayrıldılar, devamen Xero Abbas
sahne aldığında yine geri gelenler
oldu.
Festivalde öne çıkan en belirgin
durum bu bölgede dili ve yaşam tarzlarıyla bir ulusun varlığı ve onların
dillerinde söylenen türkülerle nasıl
coştuklarına tanık oldum. Ayrı bir
ulus ve o ulusun kendine has özellikleriyle kültürlerini yansıtırken başka
ulusların dillerinde sanatçıların seslendirdikleri müziklere de eşlik etmekteydiler, işte müziğin evrenselliğine burada nasıl yansıdığına da
tanık olabilirsiniz.
Bu festivale yüz binler katılarak
coşkulu geçmesini sağlamıştır.
Böylesi etkinliklerin halkların
ve işçi ve emekçilerin birlik ve yeni
dünya özgürlüğünün önemli bir taşı
olması için hep birlikte yeni güzelliklere varmaya...
Haziran 2007 ✓
panorama
PANOR AM A
G8 Zirvesi 2007’den…
- ALMANYA -
G
8 Zirvesi, her sene yenilenen
ve her seferinde bir başka
üye ülkede gerçekleştirilen
bir toplantı. Sözkonusu toplantıların
bu yılki alanı Almanya’nın doğu denizinde, Meklenburg-Vorpommern
eya letindek i Heiligendamm’ dı.
Sözkonusu zirve 6-8 Haziran tarihlerinde gerçekleştirildi.
Zirveyi gerçekleştirenler sekiz emperyalist güç. Bunlar yaptıkları zirvelerde dünyanın ekonomisi ve siyaseti
bağlamında hem kendi aralarındaki
sorunları, çelişkileri görüşmek, hem
de dünya işçilerine, emekçilerine ve
ezilen halklarına karşı ortak bir siyaset belirlemeye çalışmaktadırlar.
Kısaca sekiz büyük haydut, dünya
üzerinde egemenliklerini sürdürmek
ve geliştirmenin dalaşı içindedirler.
Kendi aralarında dünya pastasından en büyük parçayı kapma dalaşı
içinde olsalar da, ezilenlere karşı ortak davranış içindedirler bu haydutlar. Bu haydutlar, ABD, Almanya,
Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya,
Kanada ve Rusya’dan oluşmaktadır.
Bunlar, kimi verilere göre dünya
nüfusunun %13,2’sini, dünya ticaretinin ihracatının %43,3’ünü ve
dünya ticari gücün %41’ini ellerinde
bulundurmaktadır. 2007 yılının şimdiye kadarki verilerine göre dünya
çapında 946 milyarderin 627’si bu sekiz ülkede bulunmaktadır. ABD emperyalizmi tek başına 415 milyardere
sahiptir. Dünyanın en zengin %10’u
dünya üzerindeki toplam zenginliğin
%85’ini elinde tutmaktadır. Bunun
da en zengin %2’si, %51’in sahibi konumunda. Dünya nüfusunun yarısı
yoksullar ise sadece, evet evet sadece
toplam zenginliğin %1’inin sahibi…
Toplam zenginliğin %14’ü ise nüfu-
sun geri kalan %40’ı tarafından paylaşılmaktadır. Böylece dünya nüfusunun %90’ının toplam zenginlikteki
payının sadece %15 olduğu ortaya
çıkmaktadır. Kuşkusuz ki dünya nüfusunun %50’sinin durumu gerçekte
ne yaşanacak, ne de taşınacak bir durum… Yaşadığımız dünya böyle bir
dünya!
İşte bu durumdaki bir dünyanın
egemenliğini kendilerine bahşetmeye
çalışan emperyalist sekiz güç, bu
dünyanın gidişatını da belirlemeye
çalışmaktadır.
ZİRVENİN GÜNDEMİ…
Zirvenin gündeminde her seferki
gibi çok sorun vardı. Dünya ekonomisi, dünya ticareti, küreselleşme,
patent hakkı sorunu, dış politika,
Afrika, iklim sorunu, eşikteki ülkeler
vb. vb. sorunlar. Bu başlıklar altında
da başka sorunlar. Örneğin Kosova
sorunu, Ortadoğu’da savaş, Irak,
İran sorunu, Filistin-İsrail, Lübnan
sorunu gibi sorunlar da gündemin
parçalarıydı. Medyaya yansıyan haber ve yorumlara göre iklim ve Afrika
sorunu öne çıkan sorunların başında
geliyordu. Fakat, diğer sorunlar da en
azından bu sorunlar kadar sözkonusu
emperyalist güçleri ilgilendiriyordu.
Örneğin patent hakkı sorunu aslında
bu emperyalist güçler için Afrika ve
iklim sorunundan daha önemliydi.
Ama, kamuoyuna yönelik propaganda da öncelikle tüm dünyayı ilgilendiren iklim sorunu ve kendilerinin ne kadar “yardımsever” olduklarını göstermek için de Afrika kıtasına
yardım sorununu işlettiler.
ZİRVENİN DAVETLİLERİ…
Son yıllardaki G8 zirvelerine G5 de
diye anılan Çin, Hindistan, Brezilya,
Meksika ve Güney Afrika da davet
edilmektedir. Bu güçler arasında
özellikle Çin ve Hindistan öne çıkmaktadır. Öyle bir duruma gelinmiştir ki, dünya ekonomisi, ticareti veya
iklim ya da Afrika sorunu çin sözkonusu edilmeden tartışılamamaktadır
ve eğer “çözüm” aranıyorsa, Çin’in
işin içinde olmadığı yerde “çözüm”
de bulunamamaktadır. Sözkonusu bu
ülkeler aslında G8 güçleri tarafından
“kulakları çekilmek” istenen ülkeler
olarak görülse de, güçleri gerçekte
yetmemektedir bunlara…
G8 zirvelerine her sene öne çıkarmak istedikleri konuya göre başka
ülkeler de davet edilmekte ve son gün
yemek masasında da olsa görüşmelerde bulunmaktadırlar. Bu seferki
zirvede yukarıda adı geçenler dışında
Mısır, Cezayir, Nijerya, Senegal ve
Gana’nın yöneticileri davet edildi.
ZİRVENİN ÖNLEMLERİ…
Gündemi ve katılımı böyle olan zirve
için alınan önlemleri en azından
özetle aktarmazsak, okuyucularımıza
haksızlık yapmış oluruz. Çünkü bu
seneki zirve için alınan önlemler sonucu kamuoyunda zirvenin sembolü
haline gelen 12,5 kilometre uzunluğunda ve 2,5 ile 3 metre yüksekliğindeki tel örgü ve betonlu ve deniz
kesiminde 3,5 kilometrelik çelik ağla
sarılan toplam 16 kilometrelik çitduvardan bahsedilmezse olmaz.
Zirvenin yapılacağı alanın çevresi
kelimenin gerçek anlamında tel örgülerle sarılmış olduğundan dolayı,
sözkonusu alan kimi siyasi mizah
yapılan skeçlerde Guantanamo’ya
benzetildi ve G8 şeflerinin bu kodese
tıkılması gerektiği talepleri yükseldi.
Yine, 16 kilometrelik çapta olan
alanı korumak için alınan önlemlerden bahsedilmezse, burjuva demokrasisinin faziletlerinden mahrum
kalmış oluruz. Dünyanın en büyük
haydutlarından sekiz haydut, boğazlarına kadar silahlı ve dünya üzerinde sayısız savaşın sürdürücüsü…
Buna rağmen ama yapacakları üç
günlük bir toplantı için normal insanın aklının alamayacağı kadar “güvenlik” önlemi almaktadırlar. Galiba
korkuyorlar? Galiba demek bile yanlış galiba! Çünkü korkmasalar neden
toplantılarının yapılacağı alanı böyle
tel örgülerle sarsınlar ki.
Tel örgüler, ağlar, çitler kendi başlarına yetmiyor tabii ki. Bir de bu tel
örgüleri, çitleri, ağları; havadan, karadan ve denizden koruyan güçlere
ihtiyaçları var.
Yapılan açıklamalara göre 16 bin
polis, 1100 asker –sonradan açığa
çıktığı kadarıyla en azından 2100 as-
ker–, Tornado uçaklarının devreye
girmesi ve savaş gemilerinin –bunların Almanya ve ABD’nin savaş gemileri olduğu yönlü bilgi medyaya yansıdı– koruması altında bir zirve gerçekleştirildi. Alman emperyalizmi
Federal Ordu güçlerinin ülke içinde
müdahale etmesi gerçekte kendi
anayasalarını çiğnemektir. Fakat bir
yıldan önce başlatılan zirve hazırlıkları içinde, daha Mayıs 2006’da
ordu güçlerinin, tornado uçaklarının
müdahalede bulunmasının kararlaştırıldığı da zirve sonrası tartışmalarda ortaya çıktı. Zirvenin maliyeti
ise 100 milyon avrodan fazla tahmin
edilmektedir.
Alınan önlemler sadece bunlar değildi tabii ki. Zirve öncesinde “sol”
otonom kesimin üzerinde kelimenin gerçek anlamında terör estirildi.
Dernekler basıldı, bilgisayarlar başta
olmak üzere malzemelere el kondu
ve baskıları yoğunlaştırmanın bir
aracı olarak kamuoyuna sözkonusu
“sol” kesimin G8’e karşı “terörist bir
örgütlenme” çabası içinde olduğu yalanı yaygınlaştırıldı.
Tutuklamalar, gözaltına almalar,
eylemlerin yasaklanması ve bu baskıları protesto eden yürüyüşçülerden
fazla polisin gösteride bulunduğu önlemler vb. gerçekte burjuva demokrasisinin emperyalizm çağındaki gerici
yüzünü ortaya koyuyordu. Burjuva
demokrasisinin, egemenlere karşı
olanlara, muhalefete ve emekçilere
karşı diktatörlük olduğu gerçeği pratikte bir kez daha yaşandı.
Burjuvazinin diktatörlüğü G8 güçlerine karşı olan, onların toplantısını
protesto eden güçlere karşı tüm süreçte gösterildi. Genel olarak yasaklar 30 Mayıs’tan 8 Haziran’a kadar
sürdü. 2 Haziran’da yapılan yaklaşık 80 bin kişinin katıldığı protesto
yürüyüşünde polisin provokasyonu
ve saldırıları, kamuoyuna protesto
eylemcilerine karşı sonraki günlerde yapılan saldırıların “haklı”
gösterilmesinin aracı olarak kullanıldı. Bu temelde de G8 zirvesinde
tartışılanlardan çok, çatışmalar, önlemler ve sayısı yüksek gösterilen yaralı polislerin durumu üzerine tartışmalar öne çıktı. Kitlelerin dikkati bir
kez daha bilinçli olarak başka yönlere
çekildi.
ZİRVENİN ÖNE ÇIKAN KİMİ
ÇELİŞKİLERİ…
Zirve öncesinde Rusya Başkanı
Putin’in ABD emperyalizminin
Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde
oluşturmak istediği radar ve füze üsleri planına karşı açıklamaları, özellikle Rusya ile ABD emperyalizmi
arasındaki çelişkileri öne çıkardı.
Rusya ile diğer güçler arasındaki
11
panorama
çelişkilerden biri de Kosova bağlamındaki yaklaşım oldu. Putin’in takındığı tavırlar esas olarak Rusya’nın
dünya üzerindeki nüfuzunu güçlendirme yönlü siyasette daha fazla rol
oynamaya kalkıştığını ortaya koydu.
G8’in gündeme aldığı konuların
büyük bölümünde ise, bu emperyalist güçlerin çelişkileri, G8 içinde yer
almayan, ama son yıllarda dünya çapındaki siyasette giderek daha fazla
rol oynayan Çin emperyalizmi gibi
bir güç iledir. Somut bakıldığında
Çin Afrika’da diğer emperyalist güçlerin tozunu atmaktadır. İklimi kirletme konusunda, Co2 gibi karbondioksit gazını ABD emperyalizminden
sonra en çok atmosfere yayan ülke
durumundadır Çin. Sadece bu konularda değil, patent hakkı konusunda
da ABD ve Avrupalı emperyalist
güçleri zorlayan esas güç de Çin’dir.
Tam da bu yüzden Çin, G8’in gelecekteki dokuzuncu gücü olarak
düşünülmektedir.
Buna paralel Çin, Hindistan,
Brezilya, Meksika ve Güney Afrika
gibi ülkelerin G8’e karşı kendi aralarında bir başka grup oluşturması da
tartışılan bir konudur.
SONUÇLAR NEDİR?
Böylesi zirvelerin esas dokümanları,
zirveden önce taraf güçlerce tayin edilen temsilciler arasındaki görüşmelerde hazırlanmaktadır. Devletlerin
başları da bir araya gelip sözkonusu
tavırları gözden geçirmekte ve son
sözlerini söylemektedirler.
Buna rağmen ama zirvenin açıklanan sonuçları genelde hep bir amaç
ilanı, istek ve arzuyu dile getirme
ilanından öteye geçmemektedir. Bu
zirvede de böyle oldu.
Zirve öncesinde çelişkiler olduğundan çok daha abartılı gösterilerek
zirvede yapılan ortak ama bağlayıcı
olmayan açıklamalar başarı olarak
kamuoyuna satılmaya çalışılmaktadır, bu zirvede de aynen böyle yapıldı.
Gerçekte ise çelişkili hiç bir konuda
anlaşma sağlanamadı. İklim konusu
ne kadar öne çıkarılsa da bağlayıcı
bir karar alınmadı.
Gerçekte zirve sonuçta dilek ve isteklerin dile getirildiği bir şov olmanın ötesine geçmedi. Bu da aslında
G8 denen güçlerin, tartışılan noktalarda kendileri arasındaki çelişkilerin derinliğinin de bir işaretidir.
Önümüzdeki dönem, emperyalistler arası çelişkilerin, ilişkileri başka
biçimlere büründürebileceği, yeni
işbirliklerinin doğabileceği ve çelişkilerin şiddetlenebileceği gelişmelere
gebe.
Dünyanın işçilerinin, emekçilerinin ve ezilen halklarının görevi, emperyalizmin, emperyalist güçlerin köküne kibrit suyu dökecek; bu sömürü
sistemine, barbarlığa son verecek
devrim mücadelesini yükseltmektir.
25 Haziran 2007 ✓
12
G8 Zirvesi ve
“Afrika sorunu”…
G8
Zirvesi’nin öne çıkan
gündem maddelerinden biri de “Afrika sorunu” idi. Bu bağlamda tartışılması
beklenen ya da istenen konular, şimdiye kadar verilen sözlerin, vaatlerin
yerine getirilmesi, borçların silinmesi, iyi yönetim, reform yanlısı hükümetlerle ortaklığı güçlendirmek ve
AİDS, verem ve malarya gibi hastalıklara karşı mücadele vb konulardı.
İklim sorunu ve diğer konularda
olduğu gibi, bu konuda da bağlayıcı
bir karar beklenmiyordu. Esas olarak
bir amaç ilanı ve emperyalistlerin
ne kadar “yardım sever” olduğunun
propagandası yapıldı. Kuşkusuz ki
G8 zirvesinden beklentilere sahip
olan kesim de az değil. Fakat bu
kesim bile, yeni vaatler duymaktan
çok, verilmiş vaatlerin yerine getirilmesini isteme talebiyle kendisini
sınırlamaktadır.
G8 ülkeleri sürekli olarak Afrika’nın
kendileri için ne kadar önemli olduğunu ve yoksulluğa karşı mücadele
için hazır olduklarını anlatsalar da,
gerçekte yaşananlar bunun tersidir.
Çok kısa ifade edilirse, Afrika’nın
andaki yoksulluğunun esas suçluları
doğrudan Afrika’da sömürgecilik yapan ve anda dünyayı felaketlere süren
emperyalist güçlerdir.
Patent hakkından tarım ticaretinin
geri bıraktırılmasına, kırsal alanda
gelişmenin frenlenmesine, dünya
ticareti sisteminde sistemli olarak
Afrika’nın dezavantajlara maruz bırakılmasından iklim değişikliğinin
sonuçlarına ve Afrika’nın bağımlılığının giderek büyümesine kadar
birçok alanda sayılacak sorunların
kaynağı, en başta G8 içindeki emper-
yalist güçlerdir.
Afrika’da işsizlik ve yoksulluk
azalmıyor, tersine artıyor. Kimi verilere göre 208 milyon Afrikalı yeterli
gıdadan yoksun, açlık sınırındadır.
Her sene yaklaşık beş milyon çocuk beş yaşına gelmeden, açlıktan
ve önlenebilir hastalıklardan dolayı
ölmektedir.
Aslında G8 zirvesinde “Afrika
sorunu”nun gündeme alınması, bu
emperyalist güçlerin ve kurumun
imajını kurtarma aracı olarak kullanılmasından başka bir role sahip değildir. Hele bir de sözü edilen rakamlar milyonlarca, hatta milyarlarca
yoksulun hayal bile edemeyeceği
büyüklükteyse, egemenlerin kitlelerin gözünü boyama imkânları daha
da yüksek oluyor. Günlük bir doların
altındaki gelirle ölmemeye çalışan
ve yaşama savaşı veren milyonlarca
insanın, milyon ya da milyarların
ne kadar büyük olduğunu anlaması
mümkün bile değildir.
Emperyalist güçler hem suçlu, hem
güçlü. Buna rağmen kendilerinin sorumlusu olduğu Afrika kıtasının sorunlarına müdahale etme görüntüsü
altında kendilerini yardım severler
olarak kamuoyuna satabiliyorlar.
Vaatlerin yerine gelmediğini kendi
pratik yaşamında fark edenler değil
ama, bu sekiz haydutun şovlarına
kananlar, başta da sözkonusu emperyalist ülkelerdeki kitleler, bunların yalanlarını yutuyor… Ve tam bir
“Avrupa” ve ABD merkezli düşünceyle, “bakın, bizler yoksullara yardım ediyoruz. Yaşasın bizim hükümet!” diyerek, kendilerinin birinci,
Afrikalı ya da diğer yoksulların ise
ikinci, hatta üçüncü sınıf insan ol-
duklarını anlatıyorlar… Acı bir gerçek ama, emperyalist ülkelerde en alt
tabakaya ait olan kesimlerden insanlar bile, Afrika’dan bahsedildiğinde
kendisini kral gibi görmektedir.
G8 ülkeleri ve diğer emperyalistler ezilenleri böylesi sahtekârlıklarla
aldatmaya çalışırken, Afrika ülkelerinin temsilcilerinin mesajları çok
açık: Şimdiye kadar verdikleri sözleri
yerine getirsinler yeter. Biz yeni vaatlere ihtiyaç duymuyoruz.
Bu tür açıklamalar yapmalarının
perde arkasında yapılan vaatlerin,
verilen sözlerin yerine getirilmemesi
olgusu yatıyor.
Örneğin 2005 y ılında Büy ük
Britanya/ Gleneagles’te yapılan
G8 zirvesinde 2010 yılına kadar
Afrika’ya yardımın iki katına çıkarılacağı ve 25 milyar dolar yardım sözü
verilmişti. Somut olarak bu seneki
zirve sürecinde Afrika için uluslararası kampanya “DATA” yetkilileri
G8 ülkelerini sözü verilen 25 milyar
doların sadece 2,3 milyarını ödedikleri konusunda eleştirdi. Fransa ve
İtalya’nın ise sözünü verdikleri yardımları kıstıkları da açıklandı.
Hatırlatılması gereken bir gerçek de,
Afrika bağlamındaki G8 güçlerinin
tartışmaları ve konuyu gündemlerine
almalarının ilk kez bu seneki zirvede
yaşanmadığı gerçeğidir. Örneğin
2002 yılında Kanada’daki zirvede
“Afrika için eylem planı” adı altında
Afrika’ya yardım, “reform” planı kararlaştırıldı. Bu karar ile Afrika için
yeni bir dönem ilan edildi. Planın
adı ise güzel olduğu kadar aldatıcıydı
da: “Afrika’nın gelişmesi için yeni
ortaklık”… Bu plandan, ya da ilan
edilen eylem programından Afrikalı
yoksulların hiç biri nemalanmadı…
G8 güçlerinin Afrikalılara verdikleri
vaatler arasında, söz verdikleri kadar olmasa da, belli ölçülerde verilen
sözleri yerine getirdikleri esas alan
barış gücü adına Afrika Birliği’nin
ordusunu yaratma, oluşturma alanı
oldu. Bu oluşturulan ordu gücü ise,
BM’nin, NATO’nun ya da emperyalist güçlerin ihtiyaç duyduğu ülkeleri
“barış gücü” adına işgal etmek için
kullanılmaktadır.
ZİRVEDEN ÇIKAN SONUÇ
NEDİR?
G8 Zirvesi 2007’ye “eşikteki ülkeler” içinde görülen Güney Afrika
dışında, doğrudan Afrika üzerine
tartışmak için davet edilen ülkeler
Mısır, Cezayir, Senegal, Nijerya ve
Gana idi.
Zirvenin son gününde yemek masasında ve basına G8 şeflerinin bu
devletlerin davetli yetkilileri karşısında efendi rolünü gösteren medya
görüntüleri arasında görünen gerçeklik, dünyanın ezen ve ezilen,
egemen ve bağımlı ülkelere bölündüğü gerçeğiydi. Burjuva siyasetin
sahtekârlığının dayanılmaz ağırlığı
her karede kendisini gösteriyordu.
Bunun gibi ezilen, bağımlı ülkelerin egemenlerinin emperyalistlerin
temsilcilerine karşı yalakalığı, onlardan beklentisi de görünen gerçekler
arasındaydı.
Kuşkusuz ki bu görüntüleri kitlelerin büyük kesimi ne gördü, ne de fark
etti. Kitlelerin beyinlerine yerleşen,
G8 zirvesinden Afrika’ya 60 milyar
dolar yardım yapılacağı yönlü açıklama oldu.
İki sene sonra 2005 zirvesinde verilen sözler hatırlandı ve Afrika’ya yardım sözü yinelendi. Bu sefer 25 milyar yerine AİDS, verem ve malarya
gibi hastalıklara karşı mücadele ve
önlemler için 60 milyar dolar yardım
yapılacağı sözü verildi.
Kuşkusuz ki Afrika üzerine yapılan açıklama, alınan kararda bir çok
değişik sorun dile getirilmektedir.
Fakat kitlelerin bilincini karartacak
olan esas araç, bu sözü verilen 60
milyar dolardır. Açlık ve yoksullukla
mücadele için kalkınmayı ve yatırımları güçlendirmek yönündeki açıklamalar, başta Afrikalı yoksulları,
açları aldatamıyor. Çünkü, Afrikalı
yoksullar, açlar, kendi yaşamlarında
emperyalistlerin gerçekte açlık ve
yoksulluğa karşı mücadele etmediğini görmektedirler.
Afrikalı yoksullar, açlar, sözkonusu
emperyalistlerin Kongo, Somali,
Sudan ve diğer kimi ülkeler somutunda “yardım gücü” değil, işgal
ve talan gücü olduğunu her günkü
yaşamlarında hep yeniden görüp
yaşamaktadırlar.
Emperyalistler o kadar sahtekâr
ki, sözünü verdiği yardımın bile kim
tarafından, ne zaman ve kimin ne
kadarını ödeyeceği sorusunu açık
bırakmaktadır.
“Biz gelecek yıllarda en azından
60 milyar ADB-Dolarını hizmete
sunma konusundaki çabalarımızı
sürdüreceğiz.” diyorlar. Yani gerçekte bu kadar paranın yardım olarak verileceğinin garantisi yoktur.
Sözü verilen şey, gerçekte sadece ve
sadece bu konuda çaba gösterecekleridir. İyi de çaba gösterilmesi sözü,
bu miktarın hizmete sunulacağının
garantisi değildir. Ayrıca somut olarak bu yardımın hizmete sunulacağı
zaman da belirlenmiyor. Gelecek yıllardan bahsediliyor. Artık bu gelecek yılları her isteyen kendisine göre
yorumlayabilir.
Emperyalislerin sahtekârlıkları
saymakla bitmiyor. Afrika üzerine tartışmalarda da, bunların
sahtekârlıkları gerçek anlamda dayanılacak gibi değil. Kamuoyuna
60 milyar dolar yardım sözü propagandası yapılırken, gerçekte Sudan
vb. ülkelere işgal gücü göndermenin
planları yapılıyor.
Dünyanın ezilen, mazlum halklarının görevi ise emperyalistlerin
dünya üzerindeki egemenliklerine
son verme, dünya çapında sömürüsüz, sınıfsız bir toplumu, komünizmi
kurmak için devrim mücadelesini
yükseltmektir.
Sadaka değil devrim istiyoruz!
26 Haziran 2007 ✓
G8 Zirvesi ve
“İklim sorunu”…
G
8 Zirvesi 2007’nin gündemindeki ve öne çıkardıkları
konulardan biri iklim sorunuydu. AB Başkanlık dönemi ve
G8 zirvesinin ev sahipliğini yapan
Almanya’nın Başbakanı Merkel, hem
AB ülkelerini hem de G8’in diğer
üyelerini ikna etme rolüne soyundu.
Propaganda yapmak için de olsa zirve
süresince Merkel, iklimi korumadan yana, daha doğrusu atmosfere
salınan karbondioksit gibi gazların
azaltılmasından yana göründü, çevre
sever oluverdi…
Zirvede üzerine konuşulacak
olan esas konu 2012 yılında sona
erecek olan Kyoto Anlaşması’nın
devam ettirilmesi ve güncelleştirilmesi meselesiydi.
Kyoto Anlaşması’nın “kaderi”ni
biraz da olsa bilenler, G8 zirvesinde iklimi koruma bağlamında
ciddi ve bağlayıcı bir kararın çıkmayacağını zirve öncesinde de
tahmin edebilirdi.
Kyoto Anlaşması 1997’de kararlaştırıldığında, anlaşmanın “sanayi
ülkesi” olarak tanımlanan ülkeleri
yükümlülük altına aldığı söylenmişti. O dönem Çin ve Hindistan
gibi ülkeler “sanayi ülkesi” tanımı
çerçevesinde ele alınmıyordu.
ABD emperyalizmi ise atmosfere
en çok karbondioksit salan güç
olarak Kyoto Anlaşması’nı onaylamadı. Anlaşmayı onaylayan güçler ise, Kyoto Anlaşması hedeflerine uygun davranmadı. Kelimenin
gerçek anlamında hiç bir ülke
Kyoto Anlaşması hedeflerine uygun davranmadı. Gerçekte Kyoto
Anlaşması’nın süresi, bu anlaşma
doğru dürüst işletilmeden bitmek
üzeredir.
Kimi verilere göre atmosfere
en çok zehirli gazlar, özelde de
karbondioksit salan ülkeler ABD
%21.82, Çin %17.94, Rusya
%5.75, Japonya %4.57 ile ilk sıraları kapmışlardır. Hindistan ise bu
dört güçten sonra beşinci sıraya
yerleşmiş durumdadır. Brezilya
özellikle Amazon ormanları gibi
ormanların yok edilmesiyle, atmosfere salınan gazların emilmesini engelleme konumuyla gündeme gelmektedir.
G8 zirvesi 2007’den önce en
son olarak 6-17 Kasım 2006 tarihlerinde, Kenya’da toplanan
BM ‹klim Konferansı’nda Kyoto
Anlaşması’nın devamı üzerine
tartışıldı. Bu anlaşmanın gözden
geçirileceği kararı alındı. G8 zirvesindeki tartışma da esasında
2007 yılı sonuna doğru Bali’de yapılacak BM İklim Konferansı’nda
anlaşmanın hatlarını belirlemeye
yönelik bir tartışmaydı.
2007 yılında yapılan G8 zirvesinin gündeminde, daha 5 sene
süresi olan Kyoto Anlaşması’nın
ABD ve Avusturalya tarafından
onaylanması ve bu anlaşmaya uygun davranması meselesi yoktur.
Bu olgu bile, Kyoto Anlaşması’nı
onaylayan güçlerin de –G8’in
diğer yedi ülkesi de– gerçekte
Kyoto Anlaşması’nı daha “doğurmadan öldürmüş” olduklarını
göstermektedir.
Zirve öncesindeki tartışmalarda
da ortaya çıktı ki, aslında yeni bir
şey yoktur bu konuda. Bir yandan
Kyoto Anlaşması’nı onaylayan ve
2012’den sonra da yeni biçimiyle
tabii ki sürdürülmesini isteyenler;
bir yandan ABD emperyalizmi gibi
anlaşmayı onaylamayan ve atmosferi zehirlemede birinci sırada olan
ve diğer yandan da Çin, Hindistan,
Brezilya ve Güney Afrika gibi ül-
panorama
keler duruyor. Anlaşmanın sürdürülmesini isteyenler hem ABD’nin
kabul edebileceği, hem de başta
Çin olmak üzere diğer ülkelerin
de içine çekilebileceği bir anlaşma sağlamaya çalışıyor. ABD
anlaşmayı onaylamamak için topu
Çin’e ve diğerlerine atıyor, Çin ve
diğerleri ise topu uzun süre sanayi ülkesi olma konumunda olan
Avrupalı güçlere ABD ve Japonya
gibi ülkelere atmaktadır.
Çelişkilerin böyle olduğu yerde
ise esasta herkesi bağlayan bir
anlaşmanın gerçekleştirilebileceğini beklemek abestir. Bu da
Kyoto Anlaşması’nın devamının
gözden geçirilmesi durumunda,
anlaşma metninin yumuşatılmasını dayatmaktadır. Bu güçlerin
anlaşabilmesi için yumuşatılacak
olan ve somut bağlayıcı hedeflerin ortaya konmadığı bir anlaşma
metni ise, gerçekte iklim felaketini
önlemek için ciddi bir adım atmaya hazır olmadıklarının onayıdır. Gelişmeler Bali’de yapılacak
BM İklim Konferansı’nda yumuşatılmış bir metnin tartışmaya sunulabileceğine işaret etmektedir.
Zirve öncesinde dikkat çeken iki
nokta ABD ve Çin’in tavrıydı. ABD
Başkanı Bush zirve öncesinde
yaptığı konuşmada, sanayileşmiş
ülkelerden Kyoto Anlaşması’nın
bitmesi sonrası dönem için sera
gazlarına karşı mücadele etmede yeni bir küresel çerçevenin
oluşturulması talebinde bulunacağını açıkladı. Bu tavır bir yanıyla ABD emperyalizminin Kyoto
Anlaşması’nı onaylamaması ve
bu konuda BM çatısı altındaki
bir anlaşmaya karşı gelmesi tavrından geri adım atma tavrıydı.
Fakat, bu arada güme giden 2012
yılına kadar ABD emperyalizminin
Kyoto Anlaşması’na uygun davranmama ve beş yıl daha istediği
gibi atmosfere zehirli gaz salmayı
sürdürme tavrıdır.
İşin belki de dikkat çekmeyen
yanlarından biri, bu konuda, yani
ABD’nin 2012 yılına kadar, ya da
yeni çerçeve ortaya konanan kadar zehirli gazları sınırsız biçimde
atmosfere yayma konusunda,
ABD ile zirveye katılan diğer güçlerin özde aynı olduğudur. Zirvenin
ev sahipliğini yapan Başbakan
Merkel, Bush’un bu tavrını yarım
dille de olsa övdü.
Çin ise zirve öncesinde bir iklim programı kamuoyuna sundu.
Sözkonusu programın medyaya
yansımasında öne çıkan noktalar Çin’in “sanayi ülkeleri”nden
talepleri –ki bu konuda esas sorumluların “sanayi devletleri” olduğunu savunmaktadır. Hindistan
da benzeri tavır takınmaktadır– ile
Çin’in kendisinin ne gibi önlemler
almaya çalıştığı noktalarıydı. Çin
örneğin 2010 yılına kadar toplam
enerjisinin içinde yer alacak yenilenebilir enerjinin oranını %10’a
13
okuyucu mektubu
14
çıkarmaya çalışacakmış. Metan
gazının salınımını frenleyecekmiş
ve karbondioksiti emmesi için ormanlık alanını %20’ye çıkaracakmış vb. Hatta nüfus planlaması
sayesinde 1300 milyon ton karbondioksit tasarrufunda bulunduklarını da yaptıkları olumlu işler
olarak sundular.
Bu tür tartışmalar sürerken,
zirvenin ev sahibi Merkel, iklim
konusundaki hedefi atmosferin
ısınmasının 2 derecenin üstüne
çıkmaması ve 2050 yılına kadar, 1990 yılı baz alınarak zehirli
gazların %50 azaltılması olarak
açıklıyordu.
Zirvede somut neyi nasıl tartıştıkları kamuoyuna yansımadı.
Ama yürüyen tartışmaların sonuçları zirvenin kararlarına, açıklamasına yansıdı.
Basın açıklaması yapan Merkel
zirveyi başarılı bir zirve olarak
değerlendirdi ve iklim konusunda
da ileriye yönelik önemli adımlar
atıldığını açıkladı. Oysa atmosferin ısınmasının 2 derece ile sınırlama ve 2050’ye kadar “yarıya”
indirilmek istenen zehirli gazların
1990 yılı baz alınarak hesaplanması, anlaşma, ya da açıklama
metninde yoktu. Merkel’in iklim
sorunu bağlamında zirve öncesinde açıkladığı hedeften yeller
esiyordu…
Gerçekte zirvede, hemen hemen tartışılan tüm konularda
bağlayıcı bir karar çıkmadı. En iyi
halde, kamuoyuna yansıtılmak istenmeyen çelişkilerin üzerini örten
diplomatik ifadelerin kullanıldığı
“amaç ilanı” üzerinde anlaştılar.
İklim konusunda anlaşmış oldukları görünen esas mesele, bu sorunun Bali’de yapılacak BM İklim
Konferansı’nda ele alınması ve
Kyoto Anlaşması’nın devamı olarak ele alınacak anlaşmanın 2009
yılı sonuna kadar sağlanmasıdır.
Yani zirve, zaten en gecinden son
BM İklim Konferansı’nda tartışılmaya başlanan bu konuya, tartışmak gerektiği gibi çooookkk böyyük bir katkıda bulunmuştur…
Böylesi büyük bir açıklama da
kendilerinin ne yapacağı konusundaki tespitlerdir. Örneğin “biz
2050 yılına kadar küresel emisyonun yarıya indirilmesi yönlü
AB, Kanada ve Japonya’nın kararlarını ciddi biçimde gözden geçirme üzerine anlaştık” diyorlar.
Neymiş efendim? Zehirli gazların
atmosfere salınması konusunda,
%50 indirilmesi yönlü kimi ülkelerin kararlarını ciddi –hem de ne
biçim ciddi!!?– biçimde gözden
geçireceklermiş…
Evet, böylesi miş mışlarla kitleleri kandırmayı sürdürmektedirler.
Bunların eses meselesi, iklimi korumak değil, kârlarına kâr katmak,
dünya üzerinde egemenlik sağlamak, pastadan en büyük payı
kapmaktır. Zirvenin iklimi koruma
konusundaki tavrı, “dağ fare bile
doğurmadı” tanımına uygundur.
Dikkat çekilmesi gereken bir
nokta ise, neden Bush’un birden
bire küresel çerçeveye yöneldiği,
ya da Almanya’nın Başbakanı ve
Çevre Bakanı’nın neden yenilenebilir enerjiye belli oranda ağırlık
verdiğidir.
Kuşkusuz ki bu tavırlar bunların çevre dostu olmasından kaynaklanmıyor. Hayır! Bunlar iklim
felaketini de önlemek diye bir
amaca sahip değillerdir. Dünyanın
haydutları hep kendi kârlarının
hesabını yapmaktadır. Bunların
çevreci görünmelerine yol açan
esas iki nokta var. Birincisi, geliştirdikleri yeni teknolojiyi pazarlama, dünya üzerindeki enerji
tekniği pazarında egemen olma
amacı ve dalaşı; ikincisi ise, geçen sene kamuoyuna yayınlanan
Stern-Raporu’na göre önlemlerin
alınmasının bunlara daha ucuza
mal olacağı hesabıdır.
Medyaya yansıyan kimi değerlendirmelere göre ABD emperyalizmi, genelde enerji üretimi
bağlamındaki tekniği geliştirme,
yenileme gibi, yenilenebilir enerji
tekniği konusunda da önemli yatırımlar yapmış ve tekniği geliştirmiş, geliştirmektedir. Bush’un
2012’den itibaren küresel bir çerçeveden yana tavır takınmasının
perde arkasında bu gelişmenin
yattığı söylenmektedir.
Aynı biçimde Alman emperyalizminin temsilcileri de özellikle güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi bağlamında tekniklerinin gelişmişliğini
ve ucuz olduğunu propaganda
etmektedir, sadece Avrupa’da değil, dünya üzerinde de yaygınlaştırılması çabası ve dalaşı içindedir. Emperyalistlerin kâr hırsları,
“çevre sever, iklimi koruma” maskeleri altında da sürdürülmektedir
ve önümüzdeki süreçte bu alandaki dalaşın kızışacağına emin
olunabilinir.
Tüm bunlar bir kez daha, doğanın, çevrenin kâr aracı olarak
görüldüğü bir toplumsal sistemde,
kapitalizmde bu sorunların çözülemeyeceğini ispatlamaktadır.
Kapitalizmde, toplumsal kalkınma,
ihtiyaçlar ile doğanın uyumluluğu
sağlanamaz.
Yine bu olgular bize, iklim felaketini önlemenin, üzerinde
yaşanacak bir dünya yaratmanın ancak ve ancak kapitalistemperyalist sistemin yıkılmasıyla;
sınıfsız, sömürüsüz bir toplumun
yaratılmasıyla mümkün olduğunu
göstermektedir.
Barbarlık içinde çöküşü engellemek isteyen herkesin, devrim için,
sosyalizm için mücadele etmesi,
olmazsa olmaz bir seçenektir.
Ya barbarlık içinde çöküş, ya
sosyalizm! Seçenek sizin!
26 Haziran 2007 ✓
İşçi hareketinin kanayan bir yarası:
Sendikalarda sol
lafazanlık !
“
İşçi hareketinin kanayan bir yarası; Sendikalarda sol lafazanlık!”
başlıklı bir yazı duyarlı bir okurumuz tarafından bize gönderildi.
Okurumuzun sınıfa karşı bu duyarlı tavrından dolayı kendisine teşekkür ediyoruz. Fakat bu yazı elimize geçtiğinde yazıda gördüğümüz iki konuda okurumuzun yazısını tekrar gözden geçirmesini talep ettik. Bunun
üzerine okurumuz yazısında değiştireceği bir şey görmediğini belirterek,
yazısını olduğu gibi yayınlanmasını talep etti. Biz okurumuzun yazısını
olduğu gibi yayınlarken, bize sorun görünen noktalarda tavır takınmayı
gerekli görüyoruz.
Önce “Sendikalarda sol lafazanlık!”ın işçi hareketinin kanayan bir yarası
olduğu düşüncesi bize doğru gelmiyor. Bunun sol lafazanlığın işçi sınıfı
içerisinde hiç tehlike arz etmediği anlamına gelmediğini belirtmek istiyoruz. Okurumuzun da belirttiği gibi “Sermayenin işçi hareketine kendisinin yapamadığı kötülükleri sarı işbirlikçileri üzerinden yapmaktadırlar. Ülkemizde sendika konfederasyonu olarak Türk-İş bu kesimi temsil
eder.” diyor okurumuz. Doğru ve fakat eksik bir tespittir. Mesela Hak-İş
vs. sendika konfederasyonlarının da Türk-İş ile aynı görevi gördükleri söylenmelidir. Eğer bir olgu tespiti yapacaksak, biz işçi hareketinde kanayan
yaranın “sol lafazanlık değil, açık işbirlikçi, sarı, reformist sendikalar olduğunu düşünüyoruz. Bunun “sol lafazanlara” karşı mücadele edilmemesi
anlamına gelmeyeceği açıktır.
İkincisi; okurumuz “Bu yazımızın esas konusu konfederasyonları ve tek
tek sendikaları değerlendirmek olmadığı için, bu genel tespitlerin ötesinde
var olan konfederasyonların içinde ve konfederasyonlara bağlı üye sendikalar içerisinde yer edinen bir anlayışı ele almak istiyorum.” diyor. Ve esas
olarak kendisine “mücadeleci çizgi savunucusu” diyenlerle polemik yürütüyor. Fakat bunların kim olduğu konusunda deyim yerindeyse okurumuz
“sürçü lisan” eyliyor. Biz okurumuzun bu yaklaşımını doğru bulmuyoruz.
Eğer sınıf içerisinde böyleleri varsa, ki var, o zaman bunlar açıktan teşhir
edilmelidir ki sınıf bunların gerçek yüzünü görsün. Biz böyle genel konuşarak, sınıfı bunlara karşı örgütleyemeyiz.
Okurumuz da bilir ki, biz gazetemiz üzerinden sendika bürokratlarını
eleştirirken, açıktan isim vererek eleştirdik. Okurumuzun yaptığı gibi, “ben
eleştirdim anlayan anladı” yanlış anlayışının sınıfı bu “sol lafazanlar”dan
da kurtarmayacağı açıktır. Okurumuzdan talebimiz somut konuşmasıdır.
22.06.2007, YDİ Çağrı Yazı Kurulu ✓
C
oğrafyamızda bulunan değişik sendikalarda yapılan çalışmalarda değişik yaklaşımlar öne çıkmaktadır.
Bu yaklaşımlar içerisinde bilinen ve
bu güne kadar bu çizgiyi savunanların sendikalarda yaptıkları işbirlikçi
çalışmaları sonucu işçi hareketine
büyük zararları dokunmuştur, halen
dokunmaktadır.
Sarı sendikalar ve sarı sendikacılar
dediğimiz bu kesim, sermayenin işçi
hareketi içerisindeki açık koltuk değnekleridir. Bunlar olmadan işçi hareketini yanıltarak susturmak sermaye
açısından çok zor olacaktır.
Sermayenin işçi hareketine kendisinin yapamadığı kötülükleri sarı
işbirlikçileri üzerinden yapmaktadırlar. Ülkemizde sendika konfederasyonu olarak Türk-İş bu kesimi temsil
eder. Türk-İş içerisinde az sayıda sendikayı dışta tutarsak, çoğunluğu bu
politikanın devamını sağlamaktadır.
Devlet ve sermaye kesimi bu sarı
sendikalar üzerinden işçi hareketinin ideolojik olarak da kendilerine
bağlanmasını, milliyetçi-şoven görüşlerini bu sendikalar üzerinden sınıfa dayatmaktadırlar. Bu alanda da
esas olarak başarılı olmuşlardır.
Bunların yanında reformist sendikalar ve sendikacılar da vardır.
Bunlar da esas olarak sermaye ve
devlet ilişkilerinde, kapitalist düzeni
savunan o çerçevede de kapitalist
düzenin bazı sivri yanlarına karşı
çıkan, bu temelde işçilerin refah düzeyinin iyileştirilmesi için yer yer
sermaye grupları ile çatışır durumda
olan sendikal anlayıştır.
Bu a n l ay ı ş k e nd i s i n i d a h a
çok Dev rimci İşçi Sendika ları
Konfederasyonunda ifade etmektedir. Bazı dönemlerde reformist sendikacılıktan biraz daha sol sendikacılık yapma emareleri görülse de,
özünde devletçi bir işçi konfederas-
okuyucu mektubu
yonu olarak varlığını sürdürmüştür.
Devrimci ve Sosyalist hareketin güçlendiği dönemlerde işçi hareketini
pasifize etmenin bir aracı rolünü de
görmüştür.
Kuruluşunda kapitalizme karşı olduğunu söylemesine rağmen, özünde
bugün gördüğümüz şekliyle sermaye
düzeniyle uyuşma temelinde bir sendikacılık anlayışı hakimdir.
DİSK içerisinde bazı sendikaların bu çizginin dışına çıkmaya
çalışması şimdilik genel durumu
değiştirmemektedir.
Bu yazımızın esas konusu konfederasyonları ve tek tek sendikaları değerlendirmek olmadığı için,
bu genel tespitlerin ötesinde var
olan konfederasyonların içinde ve
konfederasyonlara bağlı üye sendikalar içerisinde yer edinen bir anlayışı
ele almak istiyorum.
Genel olarak ele aldığımızda sarı
ve reformist sendikal anlayışlar karşısında sınıfın önemli bir bölümünün
genel bir tavrı vardır.
Bu tavır esas olarak bu sendikal anlayışa karşı güvensizliktir.
Örgütlenme çalışmalarında bunu
hep yeniden yaşıyoruz, “biz sendikalara ve sendikacılara güvenmiyoruz” biçiminde bu kendisini ifade
etmektedir.
Bu güvensizlik karşısında “tüm
sendikalar ve sendikacılar böyle değildir, mücadeleci olanları da var”
dediğimizde ise açık karşı çıkmasalar da “bir daha deneyelim” şeklinde
oluyor.
İşte esas tartışmak istediğimiz sorun burada başlıyor.
Sarı ve reformist sendikacılığın
karşısında olduğunu söyleyen, siyasi
bir geçmişi olan ve bugün esas olarak hiçbir devrimci veya sosyalist
yapıyla bağı olmayan ve olmasını da
istemeyen ve fakat kendisini yerine
ve zamanına göre “ilerici-demokrat”,
“devrimci” ve “sosyalist” olarak tanıtan kesimin tavrı ve tutumudur.
Bu kesim genel olarak sarı ve
reformist sendikacılık karşısında
“biz farklıyız” diyerek ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıkları söylem
düzeyinde vardır. Yani bunlarla konuştuğunuzda sol, sosyalist laf lar
etmektedirler. Kendilerinin farklı
bir çizgiye, mücadeleci bir çizgiye
sahip olduklarını savunmaktadırlar.
Bunlar işyerlerinde komiteler aracılığıyla örgütlülüğü sürdürmekten yana
olduklarını vb. de söylemektedirler.
Bu noktada bir farklılığın olduğuna
kendimizi de inandırmak isteriz.
Ama iş tabii ki bununla bitmiyor.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi sarı
ve reformist sendikacılık ve bu temelde ortada dolaşan sendikacılara
karşı bir duruş var ve artık pek kimse
bu kesimin ihanetinden dolayı kendi
davasını sürdürmekten vazgeçmiyor.
Ama sorun bu “farklı” olduğunu
iddia eden kesimin farklılığına gelip dayandığında esas olarak sorun
başlamaktadır.
Çünkü bu arkadaşlar genel olarak
(tabii ki gerçekten farklı olan az sayıda sendika ve sendikacılar da vardır; yazımız bu dostlarımızı hedeflememektedir) bu savunduklarını
pratikte gösterememektedirler.
Muhalefetteyken “mücadeleci çizgi”
vb. savunucusu olduğunu söyleyenlerin ve bazı doğru taleplerle ortaya
çıkmaları işçi kesiminin desteğini
almaktadır. Bu destek sayesinde şu
ya da bu sendikanın yönetim kuruluna gelenler bu farklılıklarını genel
olarak kendi mücadele pratiklerinde
göstermemektedirler.
Mesela, Toplu İş Sözleşmeleri (TİS)
döneminde tabana danışılmadan, onların onayını almadan kesinlikle TİS
imzalanmamalıdır diyen bu mücadeleci olduğunu söyleyen sendikacılar,
kendilerinin yönetimi dönemindeki
TİS görüşmelerinde aynı tavrı gösterememektedirler. Savundukları ile
yaptıkları farklı olmaktadır.
TİS görüşmelerinde ücretlerde
enflasyon artı refah payı alınmamasının ihanet olacağını savunanlar,
kendileri TİS sözleşmelerini, bırakalım refah payını, enflasyon artışının gerisinde kalan bir anlaşmayla
bitirebilmektedirler.
Haklı olarak asgari ücrete karşı çıkan bu dostlarımız, kendilerinin yıllardan bu tarafa, TİS imzaladıkları
işyerlerinde, asgari ücretin biraz üstünde olan ve ama açlık sınırını pek
geçmeyen sözleşmeler imzalayabilmektedirler. Kendi üyelerini örgütleyerek bu durumu aşmanın kavgasını
verememektedirler. Yaptıklarının da
bir nedenini bulabilmektedirler.
Sermaye kesimi ile sosyal diyaloğu
reddettiklerini savunan bu sendikacı arkadaşlar TİS dönemlerinde,
ya da örgütlenmelerinin iyi olmadığı bir işyerinde, sosyal diyalogcu
oluvermektedirler. Buna da sınıfın
çıkarı için yapılan “aktif diyalog”
diyebilmektedirler.
Muhalefetteyken işyeri komitelerinin olmazsa olmaz örgütlenme aracı
olduğunu söyleyen bu sendikacılar,
kendi yönetimleri zamanında bu komiteleri kurmazlar, ya da kurulmuşsa
da bunların gerçekten işlevselleşmelerine olanak tanımazlar. “İşverenler
uyanırsa saldırır vb.” sudan gerekçelerle işyeri komitelerini çalıştırmazlar. Ya da işyeri komitelerinin kendi
altlarını da oyacaklarını, bir dahaki
dönemde seçimlerde kendilerine
karşı duracaklarını düşünerek aktif
çalışmalarını mümkün kılmazlar.
Yine gerek Genel Merkez ve gerekse Şube Yönetim Kurullarına
gelmiş bu sendikacılar, kendileri yönetime gelmeden önce bolca mücadele etmekten, grev ve direnişlerden
bahsetmelerine rağmen, kendileri bu
kurumların yönetimlerine geldiklerinde savundukları bu mücadele
biçimlerini ya hiç uygulamazlar, ya
da “dostlar pazarda görsün” misali
ortaya çıkarlar.
Bu, özellikle yeni işyerlerinin örgütlenmesi sırasında işçilerin işten
atılması gündeme geldiğinde, bu iş-
çilerle direniş başlatmama şeklinde
kendisini gösterir. Başlatılan direnişler de pek uzun ömürlü olmaz ve
sınıfın aktif dayanışması sağlanmaz,
sağlanamaz.
Genelde bu mücadele biçimlerine
başvurulmaz, çünkü bunun için işyerlerindeki örgütlenmelerin başından itibaren sağlam işyeri komitesinin ve bunun alt birimlerinin oluşturulması ve bunların gerçekten işlevsel
bir hale getirilmesi sorununa ciddi
bir önem verilemediğinden mücadele
edilecek bir yapı oluşturulmamıştır.
İşçilerin mücadeleye hazırlanması
ise gerçekten farklı olduğunu söyleyenlerin tüm işyerlerinde yapması
gereken eğitim ve örgütlenme çalışmaları ile sağlanır. Bunların da esas
olarak gizlilik temelinde oluşturulması gerekir.
Ama bu arkadaşlarımız bunu yapabilecek kapasitede olmadıklarından bu görevi yerine getiremezler. Bu
görev yerine getirilemediği sürece de,
“mücadeleci” söylemleri lafazanlığın
ötesine geçememektedir.
Yine muhalefetteyken “yaşasın
halkların kardeşliği” şiarına sahip çıkanlar, yönetimlere geldiklerinde bu
haklı şiarın yaşamla buluşturulması
noktasında esasen bir şey yapmazlar.
Halkların kardeşliğine inananların yapacağı çalışmalarda sınıf içerisindeki şoven ve milliyetçi dalganın
geriletilmesi için, sınıfın halkların
kardeşliği temelinde eğitilmesini
sağlaması için özel önlemleri alması,
aldırması gerekmektedir.
Ama bunlar genel olarak yapılmaz,
çünkü gelecek seçimin de kazanılması gerekir.
Bundan dolayı ne Ermeni sorununda, ne Kürt ulusunun ulusal hakları konusunda, ne de diğer azınlıkların hakları konusunda sınıfın eğitilmesi diye ciddi bir görevi önlerine
koymazlar. Bu ateşten gömlektir. Bu
gömleği giymek için sol lafazanlığın
terkedilmesi lazımdır. Ama bu zor
ama onurlu görev bu lafazanlara ağır
gelmektedir.
Bu sol lafazanlık, işçi sınıfının sendikalarda örgütlenmesinde önemli
yaralar açmaktadır.
Ama bu sol lafazanlık örgütlü bulunan işyerlerinde daha iyi hak alma
mücadelesinde başarı gösteremeyen bu sendikacılar şahsında gerçek
sosyalistlerin çalışmalarına da zarar
vermektedir. Çünkü sosyalistlere
-genelde solcu anlamında- güven
sarsılmış olmaktadır.
Aynı sorun muhalefetteyken çok
keskin laflar eden ve gerçekten mücadeleci olan kesim ile işbirliği edilmesi gerektiği, sarı ve reformist
kesimlerle işbirliğinin sendikal harekete zarar verdiğini savunan bu
arkadaşlarımızın çok büyük bölümü,
sendikalar içerisinde seçilme ya da
seçilememe kaygıları belirdiğinde,
önce söylemiş olduğu doğru sözlere
sahip çıkmamaktadır.
Bu olacak bir iş değildir!
Dün faşist dediği, hain dediği, iş-
birlikçi dediği sendikacılarla, sendika temsilcileriyle işbirliği yaparak
sendikaların bir yerlerine gelmek,
ya da bir yerlerde tutunmak istemek
“mücadeleci çizgi”yle hiçbir şekilde
bağdaşamaz.
Bugün bir dizi sendika veya sendika şubesinde yönetimlere talip
olan bu sendikacıların seçilebilmek
için ya da kendisine yakın kesimin
seçilebilmesi için, ilerici, demokrat,
devrimci ve sosyalist insanlarla işbirliği yaparak bu kurullara gelmesi
lazımdır.
Bunun temeli, sınıfsal çıkarların
temel alınmasıdır.
Ama bizim görebildiğimiz kadarıyla son yıllarda bir dizi sendika
veya sendika şubesindeki seçimlerde,
seçilebilmek için sınıfın çıkarları ile
uzaktan yakından ilgisi olmayan gerici, faşist kesimle işbirliği yaparak,
işbirliği yaptıklarından daha ileri
niteliklere sahip insanlar karşısında
seçim kazanmaya çalışmak, ilerici
demokrat ve devrimci sendikacıların
yapacağı iş değildir.
Sınıfın çıkarları için mücadele
edenler, sınıfın genel çıkarlarını temel alarak uzun vadeli bir mücadeleyi önlerine görev koyarlar.
Sınıfla bağları yitmiş, sınıfın gerçek desteğini sağlayamamış olan sol
lafazanların bu gibi seçimlerde sergiledikleri tavırlar yalnızca sınıfa zarar
vermektedir.
Çünkü, bu sol laflar edenleri gerçekten solcu, sosyalist gören işçilerin,
“bunların birbirinden farkı yok” noktasına gelmesine sebep olmaktadır.
Bu büyük bir zarar vermektedir.
Kimsenin “mücadeleci çizgi vb.” lafları arkasına sığınarak bu yanlışları
yapma hakkı yoktur.
Bu hataları yapanlara karşı mücadele etmek tüm gerçek sınıf mücadeleci çizgi savunucularının görevidir.
Sosyalistler sol adına konuşan herkesten “teori-pratik uyumluluğu” talep etmektedirler.
Buna uymayanların sınıf adına
konuşmaları mücadele içerisinde
teşhir edilecek ve hak ettik leri
yerde yerlerini almalarına yardımcı
olacaklardır.
İşçi sınıfı örgütlenmesinin bir alanı
olan sendikalardaki çalışmalarda sınıfın çıkarlarını merkeze koyan ve
pratiğini de buna uyarlayan herkesle
birlikte karşılıklı güven temelinde
çalışmak gerekir.
Sınıfın sınıfsal baskıyı her gün çıplak bir şekilde yaşadığı fabrikalardaki
çalışmaları güçlendirerek sendikalarda yaşanan bu olumsuzlukları aşmak için mücadele etmek görevdir.
Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya
yaratılması, ücretli kölelik sisteminin
tarihin karanlıklarına gömülmesi,
fabrikalarda, sendikalarda sözüne
güvenilir, teorisi pratiği sınıfın çıkarlarına uygun olan yeni bir öncü işçi
kuşağı yaratılmasından geçmektedir.
Bir YDİ ÇAĞRI okuru ✓
15
yeni dünya gençliği
Sanovel’de direnişe geçen genç işçilerle söyleşi
16
Y D G :
Sendikayla
ilk defa mı
tanışıyorsun?
Murat
Seven (yaşı
23, 2 yıldır
çalışıyor):
Ben sendikaya ilk defa üye oluyorum.
Burada çoğu arkadaş ilk defa üye oluyorlar. Sendika bizim için bütün haklarımızı savunan bir yer. Patrondan
çok fazla bir şey istemedik. Bizi bir
Eczacıbaşı düzeyine çıkar demedik.
Çok makul şartlarda anlaşmak istedik ama bunu bile kabul etmediler.
İki yıldır asgari ücretle çalışıyorum,
çoğu insan asgari ücretle çalışıyor.
Ev kiraları 400 milyon, biz alıyoruz
450-425 milyon maaş. Giyinmeyecek
miyiz, yemeyecek miyiz?
YDG: Sendikalaşmaktan beklediğin şey ne, sadece maaşının artması
mı?
Murat Seven: Maaşın artmasını
ve daha fazla haklar istiyoruz. Çoğu
firmada yakacak parası, kömür parası verirler, en azından Ramazan’da
erzağını verirler, burada bunun gibi
hiçbir hak yok. Burada sadece SSK
ve yol-yemek var. Bir de bayramdan
bayrama verirse bir kutu şeker verir.
(Gülüşmeler)
YDG: Aranızda bir kaynaşmanın
olduğunu görüyoruz, sendika mı sizi
böyle kaynaştırdı?
Murat Seven: Yok daha önce de biz
kaynaşmıştık, bunun sendikayla bir
alakası yok. Biz sendikaya kendimiz
gidip üye olduk.
YDG: Yani işçiler her zaman kardeştir diyorsun.
Murat Seven: Evet öyle. İçerde de
aynıydık, burada da, değişen bir şey
yok.
YDG: Peki aranızda değişik siyasi
yaklaşımlar yok mu, oylarınızı değişik partilere vermiyor musunuz?
Murat Seven: Veriyoruz, fakat bizim şu anda hiçbir partiyle işimiz
yoktur. Sadece işimizle uğraşıyoruz.
Biz ekmeğimizin peşindeyiz.
Turgay Tuğcan (1 yıldır çalışıyor):
Bizim hiçbir partiyle
işimiz yok.
Bizim işimiz gücümüz ekmeğimiz. Fazla
bir şey de
istemiyoruz.
YDG: Sen
sendikayı nasıl değerlendiriyorsun?
Turgay Tuğcan: Sendikamız iyi,
güçlü bir sendikadır, bize desteği çok
büyük. Allah razı olsun arkamızda
sürekli. Her yönden destek veriyorlar.
Yani bu iş olacak inşallah, Allahın
izniyle.
YDG: Sizin mücadelenizle mi olacak yoksa Allahın izniyle mi olacak?
Turgay Tuğcan: İkisi de. Bizim
mücadelemiz olmasa her işi Allaha
bırakmamız olmaz.
YDG: Partilerle işimiz olmaz dediniz. Peki o halde işçiler bu düzende
nasıl değişiklikler yapabilirler?
Turgay Tuğcan: İşçinin hakkını
savunan, emeğin hakkını savunan
partiler çıkması lazım, o zaman onlara destek veririz.
Hasan Kayabaşı (23 yaşında, 15
aydır çalışıyor): Şu anda yok öyle bir
şey. Öyle bir parti yok zaten, hepsi
patrondan yana.
Hepsi iktidara gelinceye
kadar onu
yapacağız
bunu yapacağız diyorlar ama
iktidara
geldikten sonra hepsi başkalarının
peşinden koşuyorlar. Zengini daha
çok yükseltmeye çalışıyorlar. Olan
burada ezilene oluyor. Emekçi her zaman eziliyor, işçi her zaman eziliyor.
Bu fabrika küçücük bir yerden buraya
gelmiş, nasıl gelmiş? Burada 17-18
senelik elemanlar var, ağabeylerimiz
var burada. Bir yere kadar çalışmışlar
ama artık dur demenin zamanı geldi.
Yani hep kanımızı eme eme bu seviyeye gelmişler. Küçücük bir yerden
başlayarak bu fabrikayı kurmuşlar.
Burada yılbaşında zam yapıldı ama
işçiye hiç zam yapılmadı, şeflere ve
beyaz yakalılara zam yapıldı. Bunlar
her sene burada altındaki arabaları
yeniliyorlar. Gidip sıfır araba alıyorlar. Benzin veriyorlar. Her sene yazın
tatile gönderiyorlar. Antalya’da tatil
yapıyorlar. Burada parayı kazandıran
işçiler ama olan da işçiye oluyor.
YDG: Yaşınız küçük olmasına karşın oldukça bilinçli olduğunuzu görüyorum, bu bilinci mücadele içinde
mi edindiniz?
Hasan Kayabaşı: Şimdi bilinçlenme
şöyle olur. İşçilerde birlik-beraberlik
olduğu sürece her şeyi koparabilir zaten. Önemli olan birlik-beraberliktir.
Birlik beraberlik olduğu sürece hiçbir
patron gelip sana bir şey yapamaz.
Turgay Tuğcan: Arkadaş söyledi
patron buradan başladı buraya getirdi
diye. Fabrika merdiven altından başlayıp bu hale gelirken bir de uzun yıllardır çalışan işçiler var, onlara sorun
ne hale gelmişler, gittikçe batmışlar.
Burada borçlarını ödeyemeyen işçiler
var. Ama patron aldı başını gidiyor,
şimdi de Avrupa’ya Amerika’ya çıkmayı düşünüyor.
YDG: Ailelerinizin tavrı nasıl?
Murat Seven: Sonuna kadar destek veriyorlar. Ülkemizde açlık sınırı
belli aldığımız maaş belli. Kira verenimiz var, bir sürü borcu olan arkadaşımız var. Kimimiz düğün yaptık,
kimimiz ev almaya kalkıştık, buraya
güvenerek, burada maaşım yükselir
diye, ama asgari ücretten bir gram
yukarı çıkmadı. Çıkmayınca da herkes mağdur durumda kaldı.
Hasan Kayabaşı: Fabrika bütün
belediyelere, Silivri olsun, Çanta olsun, diğer yerler olsun, bütün belediye başkanlarına buradan telefon
etmişler, ilan vermişler, işçi toplayın
diye. Belediye başkanları da tüm
belediyelerde bağırıyorlar işçi lazım
diye. İşçiler buraya geldiklerinde
arkadaşlarımız önlerini kesiyorlar
ve diyorlar ki, bak kardeşim biz birbirbuçuk senedir burada çalışıyoruz
ve aldığımız maaş şu, bu fabrikada
ortam şu, bu fabrikada sosyal hak
yok. Bizi görün öyle girin diyorlar.
En iyisi siz gidin başka yerde çalışın
diyorlar. Burasının dışı eli yakıyor içi
bizi yakıyor. Biz de dış görünüşüne
aldandık girdik buraya ve gördük ki
içerisi daha başkaymış.
Murat Seven: Bu arada Jandarma
da bize destek veriyor şu an. (Bir
Jandarma aracı geçiyor.)
YDG: Başka yerlerde vermiyorlar
ama…
Murat Seven: Yola taşmadıkça,
eylem yapmadıkça -bizim de zaten
kimseyi dövüp kırmaya niyetimiz
yok- karışmıyorlar.
YDG: Bunun patronun AKP yanlısı
olmasıyla alakası olabilir mi acaba?
Murat Seven: Yok, sanmam.
23 Haziran 2007 ✓
Güney Kültür Merkezi’nde
15-16 Haziran Direnişi anıldı...
15-16
Haziran büyük işçi
direnişi yaklaşık 50
kişinin katılımıyla Esenyurt Güney
Kültür Merkezi’nde yapılan etkinlikle anıldı. Etkinlik, işçi sınıfı hareketinin 1960’ lardan başlayarak 1990’
lı yıllara kadar gelişimini anlatan
bir sinevizyon gösterimiyle başladı.
Filmde 15-16 Haziran direnişinin
nasıl geliştiği, devletin bu büyük direnişi nasıl kanla bastırdığı ve sonrasında işçi sınıfı hareketinin grev,
direniş vb. eylemlilikleri gösterildi.
Tartışma bölümünde öncelikle katılımın az oluşu sorunu üzerine duruldu. Fabrikaların oldukça yoğun
olduğu böyle bir bölgede işçilerin
katılımının az oluşu sınıfla olan bağın zayıf olduğunu göstermekteydi.
Etkinliğe konuşmacı olarak Birleşik
Metal-İş Sendikasından Hasan
Arslan katıldı. Arslan konuşmasına;
sendikal örgütlülüğün nasıl olması
gerektiğini, işyeri örgütlülüğünün
dışarıdan değil, mutlaka içeriden
olması gerektiğini anlatarak başladı. Kısaca 1 Mayıs 2007 üzerinde
duruldu. 1 Mayıs’ta Taksim’e öğrencilerin, aydınların ve ilerici insanların çıkmış olduğunu belirterek, işçi
sınıfının alanda olmayışı vurgu-
landı. Konuşmasına, çeşitli sendikal
örgütlülük deneyimleri ve işçi sınıfının bugünkü durumunu anlatarak
devam etti.
15-16 Haziran 1970’de gerçekleştirilen bu iki uzun yürüyüş, işçi sınıfı
hareketi açısından oldukça büyük bir
öneme sahiptir. İşçi sınıfının kendiliğinden gelişen bu hareketi sermaye
sınıfını oldukça rahatsız etmiştir.
Sermaye sınıfı, işçilerin üretimden
gelen bu gücü karşısında faşist sistemini açıktan kullanarak 3 işçiyi katletmiştir ve işçilerin bu eylemliliğini
engellemeye çalışmıştır. Eylemler
sonucu işçiler kararlı mücadeleleri
sonucunda yasayı iptal ettirmeyi
başarmışlardır.
Bugün işçi sınıfının öncülerini kazanma temel görevini üstlenen bizlerin sınıfla bağlarımızı güçlendirmemiz gerekmektedir. Fabrikaları
devrimin kaleleri haline getirmek istiyorsak, içerisine girip işçi sınıfının
öncülerini kazanmak zorundayız. Bu
bilinçle yeni 15-16 Haziranlar yaratmak için ileri, fabrikaları kalelerimiz
haline dönüştürmeli...!
19.06.2007,
Yeni Dünya Gençliği / İstanbul ✓
yeni dünya gençliği
Y
“Bireysel Kurtuluş Yerine Toplumsal
Kurtuluşa İnanmak Gerekiyor”
eni Dünya Gençliği olarak
Kesk 3 nolu Şube Başkanı
Dursun Yıldız’ la yaptığımız
röportajda kendisine, öğrenci ve eğitim emekçilerinin sorunları üzerine
ve bu sorunların aşılabilmesi için neler yapılabileceğine dair konuştuk ve
bu konudaki düşüncelerini aldık.
YDG: 9 Haziran’da Kadıköy’de gerçekleştirilen ÖSS karşıtı mitinge konuşmacı olarak katıldınız. Miting
hakkındaki değerlendirmeleriniz
nelerdir?
Dursun Yıldız: Bu mitingin çalışmaları aylar öncesinden başlamasına
rağmen yeterli sayıda öğrenci gelmemişti. Sadece öğrenciler değil; işçiler, sendikalar, kamu emekçilerinin
de gelip orada çok güçlü bir refleks
göstermeleri gerekiyordu, bu olmadı
tabi ama coşku güzeldi ve talepler yerinde taleplerdi. Bu çalışmanın iyi bir
başlangıç olduğunu düşünüyorum.
Bundan sonra bu çalışmanın bütün
toplumun ezilen katmanlarını etkileyerek geniş bir çerçevede yeniden
üretilerek daha güçlü karşı çıkışlara
dönüşebilir.
Yıllardan bu yana sürekli nüfus artıyor, öğrenci sayısı artıyor ama üniversitelerin sayısında gözle görülür
bir değişme yok. Bazı il ve ilçelerde
tabela üniversiteleri açılıyor bu açılan
tabela üniversitelerinin esas amacı o
bölgelerde istihdam yaratmak, ticari
faaliyet yaratmak, bir nevi bilimsellikten öte ticari kurnazlıkların işlediği bir hedef halini almış. Her yıl
ortalama 300 bin lise mezunu üniversitelere giriyor, bunların %80-90’ı
varlıklı ailelerin çocukları, çünkü
bunlar dershanelerde özel öğretmenler aracılığıyla ve hatta süper liselerden, Anadolu liselerinden mezun
olmuş çocuklardır. Her türlü imkan
ve olanaklara sahiptirler ve bu öğrenciler iyi üniversitelerde okuyabiliyor.
Bunlar dışında Anadolu emekçi halkın gençleri, Kürt gençlerinin kazandığı üniversiteler daha çok ilçelerde
illerde mantar gibi açılan tabela üniversiteleridir. Genellikle bu üniversite sınavı bir tuzaktır. Adaletsizlik
içermektedir. Mitingde de söylediğim gibi 12 yıllık eğitim sürecini 3.5
saatle ölçmeye çalışıyorlar. 18 yaşına
gelmiş birinin kişiliği 3.5 saatte ölçülemez. Onların aradığı bilgi, birikim değil; kişilikte değil. Sermaye
çevreleriyle organik bağı olan öğrencileri seçerken yoksul halk çocuklarını elemektir. Herkesin bilgi, kültür
sahibi olmaları, herkesin akademik
eğitim alarak aydınlanma düzeyleri
yükseltilmiş bir toplum istemesi bu
sisteme aykırıdır. Bu sistem herkesin
aydınlanmasını istemez, kural olarak
istemez. Onlar diyorlar ki başlar baş,
ayaklar ayak olsun. Başlar sermayeye
mensup olan gençler, sermayeyle birlikte ülkeyi yönetsinler, emekçi halk
çocukları da ayak işlerinde çalışsınlar. İşsizlik, açlık, yoksulluk günümüzde olduğu gibi gelecekte de gençlerin yakasını bırakmayacaktır.
Yılda 1.5 milyon öğrenci sınava girip bundan da 300 bin kadar öğrenci
üniversitelere girebiliyorsa diğerleri
açıkta kalıyorsa bunun sorumlusu
kimdir? Biliyoruz ki genelde sistemin kendisidir, özelde de Mili Eğitim
Bakanlığı’dır. Şimdi MEB’dan kim
hesap soracak, devletin yapmış olduğu bu plansızlığın bu adaletsizliğin
hesabını kim soracak. Sistem kendi
organından hesap soramayacağına
göre bunun hesabını emekçi halkın
gençliği soracak. Siz 80 yıldan buyana
neden bizi kandırdınız? Bunca vermiş olduğumuz vergilerimiz parasız
eğitim, parasız sağlık, sosyal güvence
olarak neden dönmüyor bize? Bu soruya işçiler, emekçiler, ezilen halklar
günün birinde ortak bir örgütlenme,
ortak bir cephe ile gençlerimizin hayallerini kıranlardan, bu sistemden
hesap soracaklar.
YDG: Eğitim- Sen olarak eğitimdeki
bu adaletsizliğe karşı ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz. Bu çalışmalardan biraz bahseder misiniz?
Dursun Yıldız: Eğitim- Sen olarak biz iki kez Demokratik Eğitim
Kurultayını düzenledik. Daha öncede
Devrimci Eğitim Şuraları topladık.
Demokratik Eğitim Kurultayında
gençlerden, üniversitelerden, liselerden, orta ve ilköğretimden görüşler
aldık, bunları sistematik hale getirdik
ve bir kitapçık yayınladık. EğitimSen olarak olaya şöyle bakıyoruz;
gençlerimizin yeteneklerini, bilgi birikimlerini öğrenim süresince ele almak gerekiyor. İlk eğitimden itibaren
yeteneklerine göre yönlendirilmesi
gerekiyor, üniversitelerin parasız ve
sınavsız olması gerekiyor. Okulların
gereksiz uzatılması örtülü bir programdır. 3.5 yılda öğrendiğimiz programı gizli istihdam yaratmak için 5
yıla çıkartıyorlar buna örtük eğitim
programı derler ve bunu halka açıklamazlar. Liselerin 4 yıla, üniversitelerin 6 yıla çıkarılması gereksizdir.
Amaç işsiz gezen gençlerin sokağa
dökülmesini, isyan etmesini engellemek, dolayısıyla okulların ömrünü
uzatarak gençleri polis ve jandarma
ablukası altına almaktır.
12 Eylülden önce kısmi olarak
özerk bir üniversiteden söz edilebilir.
Bir çok bilim üreten öğretim üyeleri
vardı ama onlar YÖK ve 12 Eylül
anayasasıyla birlikte birçoğu sürgün
edildi görevlerine son verildi. Binlerce
öğrenci okuldan atıldı ve ders kitap-
ları yeniden yazıldı. İçerikleri ırkçı,
gerici niteliklerle dolduruldu, okullar
polis ve jandarma tarafından abluka
altına alındı. Böylece okullar kışla ve
karakollara dönüştürüldü.
YÖK’ün dağıtılmasını, polisin ve
jandarmanın okullardan çıkarılmasını istiyoruz, okulların demokratik,
özerk bir yapıya kavuşmasını istiyoruz yönetimin öğrencilere ve eğitim
üyelerine devredilmesini istiyoruz.
Oysa bugün öğrenciler toplumsal
sorunlardan, siyasetten soyutlanmış,
kendi köşesine çekilmiş, diplomasını
alarak robot gibi toplumun içinde yer
edinmesi Türkiye açısından hiç de
olumlu bir sonuç doğurmayacağını
biliyoruz.
YDG: Söylediklerinizden yola çıkarsak bugün gelinen yerde öğrenci hareketliliğinin zayıfladığını da görüyoruz. Bununla birlikte eğitim emekçilerinin örgütlenmesinde de bir zayıflık var. Kuşkusuz bunun en büyük
nedenlerinden biri 12 Eylül darbesi.
Fakat bugün mevcut sistemin oluşturduğu baskı öğrenciler ve eğitim emekçileri açısından da bir sorun olarak
biliniyor ve görüyoruz ki karşılığında
tepkisiz kalınıyor. Bu tepkisizliğin nedenlerini biraz daha açar mısınız?
DursunYıldız: Evet söylediklerinize
katılıyorum. Artı olarak okullarda
özelleştirme saldırısı gençleri bir
cendere altına almıştır ve disiplin
kurullarının aşırı biçimde çalışması,
gençlerin en ufak kımıldanmalarının
ardından okuldan uzaklaştırılmaları
ve okullardaki öğrenci örgütlenmelerinin yasaklı hale getirilmesi,
12 Eylül’den sonra apolitikleştirme
sürecinin baş göstermesidir. Diğer
bir neden Türkiye’de devrimci, sosyalist gençliğin önündeki umutların
kısmende olsa kırılması, Sovyetler
Birliğinin yenilgiye uğraması bu
örencilerde geçici de olsa umutsuzluk
yarattı. Bu yaşanan süreçlerin genç-
lerin kişiliğine yansıması gibi birçok
sorundan söz edebiliriz.
YDG: Öğrenci ve işçi gençler bu
sorunların önüne nasıl geçebilir, bu bağlamda biz gençlere neler
önerebilirsiniz?
DursunYıldız: Bunun önüne ideolojik üretimle geçilebilir. Öğrenciler
arasında dayanışmayı getirerek, öğrencilerin bireysel kurtuluşlarının
yerine toplumsal kurtuluşa inanmaları gerektiğine tabulara karşı mücadele etmek ve kapılardaki polis ve
jandarmayı dışarı kovmakla olabilir
ve en önemlisi gençlerin sınıf bilincini almasıyla olabilir. Sınıf bilinci;
bütünleşme, dayanışma, özgürleşme
ve kolektif yaşam bilincini ancak sınıf bilinci temelinde edinebileceğini
ve bununla birlikte ezilen halkların
özgürleşme bilincini, ekolojik sorunları, cinsiyet sorunlarını birlikte ele
alırsa yeni çıkışlar olabilir. Tüm bu
taleplerin sadece öğrencilerin mücadeleleriyle olmayacağını da biliyoruz. Demokratik, bilimsel, özgür bir
eğitimin olabilmesi için demokratik
siyasal bir rejimin olması gerekiyor. Lenin’in dediği gibi “Akademik
özgürlük ancak siyasal özgürlükle
mümkündür.” Bir yanda akademik
özgürlüğü savunmak bununla birlikte ondan ayrılmaz bir parça olarak
emeğin özgürleşmesi, ezilen halkların özgürleşmesi, ve mücadelelerin
sınıf mücadelesi temelinde verilerek
egemen burjuva dünyasını yıkmakla
mümkündür. Küresel sermaye sınıfları varken bize özgürlüğü, sosyalizmi kendi elleriyle vermezler, onu
biz ancak mücadele ederek alabiliriz.
YDG: Fikirlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. Bu
düşünceleriniz biz gençlerin yolunu
daha da aydınlatacaktır. Yeni Dünya Gençliği İstanbul
10.06.2007
17
yeni dünya gençliği
Kadıköy’de ÖSS karşıtı miting gerçekleştirildi
Ö
18
ğrenci Seçme ve Yerleştirme
Sınavına (ÖSS) karşı bir
araya gelen ve çoğunluğunu
öğrencilerin oluşturduğu bir miting
gerçekleştirildi. Mitinge Haydarpaşa
Numune Hastanesi önünde toplanan genç işçi ve öğrenciler Kadıköy
Meydanına doğru yürüyüşe geçerek
ÖSS’yi protesto ettiler. “ÖSS Duvarını
Yıkalım” sloganıyla oluşturulan ÖSS
Karşıtı Platform, çalışmalarına aylar
öncesinden başlayarak yaklaşık 600
kadar genç işçi ve öğrenciyi bir araya
getirdi. Katılımın az olması göze
çarpsada, miting boyunca coşku hiç
eksilmedi. Devrimci, demokratik taleplerin dile getirildiği miting; sınavsız, parasız, anadilde eğitim, özerk ve
bilimsel eğitim isteyen gençlerin, bunun ancak ÖSS’nin ve YÖK’ün kaldırılmasıyla, eğitim sisteminin baştan
ayağa değişmesiyle mümkün olabileceğini ve mitingin bu doğrultuda
önemli bir adım olduğu savunuldu.
Diğer illerde de böylesi mitinglerin
gerçekleştirilmesi için bütün genç
öğrenci ve işçilerin bu sisteme karşı
ortak mücadele etmesi gerektiği vurgulandı. Bu sınavın işçi ve emekçi
çocuklarını baştan elediği, Kürtleri
ve diğer ezilen azınlıkları ve kadınların bu eğitim sistemi içinde ikincil
olarak görüldüğü, bu eğitimden sermayedarların çocuklarının yararlandığı ve okulların bilimden uzak ticari
şirketlere dönüştürüldüğü, mitingde
öne çıkan sorunlardı. Konuşmacılar
arasında çocuğunu okutmaya çalışan
bir anne olarak katılan Ayşe Yılmaz;
bu mücadelede işçi ve emekçi ailelerine de büyük görevler düştüğünü
belirtti. Bu sorunların yalnızca çocuklarımıza ait olmadığını, çocuklarımızın doğru ve özgür bir eğitim almalarını istiyorsak, onların yanında
mücadeleye katılmamız gerektiğini
velilere duyurdu.
KESK 3nolu Şube Başkanı Dursun
Yıldız’ın da konuşma yaptığı mitingde; bu sınavın bir tuzaktan ibaret
olduğuna değindi. Eğitim politikalarının bir tuzağı olan sınavla karşı
karşıya olunduğu, bu sınavın işçi ve
emekçi çocuklarını elediği, kendi
anadilinde eğitim göremeyenleri elediği, okulların birer ticarethaneye,
müdürlerin ve rektörlerin de birer
işletmeci olduğunu, vergilerimizin
orduya değil eğitime ve sağlığa harcanması gerektiğine değinen Dursun
Yıldız, Eğitim-Sen olarak öğrencile-
L
rin ünüversitelere sınavsız girmesini
ve gençlerin yeteneklerine göre yönlendirilmesi gerektiğini bunun sadece
3.5 saatlik bir sınavla ölçülemeyeceğini de dile getirerek tüm öğrencileri
ve gençleri mücadeleye çağırdı.
Yeni Dünya Gençliği olarak katıldığımız mitingde, öğrencilerin
önündeki en önemli engellerden biri
olan ÖSS’nin ve üniversitelerin birer
işletme haline dönüştüren bu adaletsiz eğitim sisteminin bir an önce
kaldırılması için mitingde dövizlerimizle yer aldık. Sloganlarımızda
özgür bağımsız üniversite, sınavlara
hayır, bilimsel ve anadilde eğitim
gibi demokratik taleplerimizi hep bir
ağızdan söyledik. Eğitim sisteminin
mevcut kapitalist sistemle bağı olduğunu ve bu sistem içinde bu engellerin adının sürekli değiştirilerek bize
her seferinde yeniden dayatıldığını,
buna karşı temelde işçi gençlik ve
öğrenci gençliğin, işçi ve emekçi ailelerinde desteğini alarak bu sistemin
değiştirilebilmesinin ancak kararlı
Leninizmi öğrenelim...
enin bir marksisttir. Marksizmi
Rusya’ya uygulamıştır. Elbette
ki Lenin marksizmi geliştirip
daha ileri bir safhaya ulaştırmıştır...
Çünkü marksizmin özünde diyalektik vardır. Diyalektiğin de en karakteristik özelliklerinden biri doğanın
sürekli bir devinim (değişim) içinde
olmasıdır. Bu nedenledir ki sosyalizm yerinde saymaz, yani durağan
değildir. Dolayısıyla çağın şartlarına
uyum sağlar. O halde Lenin Ekim
devrimiyle marksizme farklı bir boyut kazandırmıştır. Böyle düşünüldüğünde “Marksizm-Leninizm” asla
çağın gerisinde kalmayacaktır.
Marks ve Engels döneminde emperyalizm henüz yeterince gelişmemişti.
Ancak Lenin döneminde emperyalizm oldukça gelişmişti. İşte Lenin,
bu güçlü emperyalizmi Rusya’da
parçalayarak sosyalizmi Rusya’ya
başarıyla uyguladı. Şimdi marksizmi
daha da geliştiren Leninizmin, proletarya diktatörlüğü, proletarya partisi
ve tek ülkede sosyalizmin zaferi gibi
temelleri üzerinde duralım...
Bu temel ilkelerden biri proletarya
diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü olmadan da devrim gerçekleşir.
O halde proletarya diktatörlüğüne
ne gerek vardır denilebilir. Zaten asıl
sorun buradadır. Çünkü proletarya
diktatörlüğü bize devrimden önce
değil, sonra lazımdır. Şöyle ki; devrim
sonrası burjuvazi devrimin olduğu
ülkede hala güçlüdür. Çünkü kapitalizm uluslararası alandan büyük
bir destek almaktadır. Dolayısıyla
aniden burjuvazinin gücünün kırılması zordur. Tam da bu noktada
proletarya diktatörlüğü devreye girer... Proletarya diktatörlüğü güçlü
olan burjuvazinin desteğini kırmak
için şiddet kullanır. Proletarya buna
mecburdur. Çünkü burjuvazi eski
düzene dönmek için bir takım faaliyetler yürütür.
Ayrıca proletaryanın bazı görevleri
vardır. Proletarya; devrim ordusunu
örgütler, emekçileri proletarya etrafında birleştirir ve burjuvazinin eski
düzene dönme çabalarını önlemek
için mücadele verir. İşçi sınıfının
proletarya diktatörlüğü konusunda
bilmesi gereken; proletarya diktatörlüğünün, burjuvaziye karşı şiddet
kullanımına dayanan devrimci bir
iktidar olduğudur.
Leninizmin bir diğer temeli de partidir. Proletarya partisi işçi sınıfının
siyasi öncülüğünü yapar. İşçi sınıfını
burjuvaziye karşı örgütler. Bu özelliklerinden dolayı proletarya
par tisi her zaman
işçi sınıfından daha
önde olmalıdır. İşçi
sınıfının yol göstericisi olmalıdır.
Yani işçi sınıfının göremediğini proletarya
partisi görmek
zorundadır.
Bir diğer
konu ise tek
ülkede sosya lizmin
z a fer i ne
i l i ş k i n d i r.
Bu görüşün doğru ol-
mücadeleyle mümkün olacağını ve
bu tür eylemlerin yaygınlaştırılarak
sistemin bağrında ağır bir yara açması için düzenli olarak her yıl yapılması ve doğrudan içinde yer almamız
gerektiğini düşünüyoruz.
Mitingde Yeni Dünya Gençliği
olarak attığımız sloganlar ”ÖSS
Duvarını Yıkalım-Gençlik Gelecek
Gelecek Sosyalizmde-YÖK Kalkacak
Polis Gidecek Üniversiteler Bizimle
Özgürleşecek-YÖK, ÖSS Gelecek
Veremez Bize-(İşçi) Öğrenci Gençlik
Birleşin ÖSS’yi Devirin” vb.
Son olarak Grup Vardiya’nın seslendirdiği şarkı ve marşlar eşliğinde
gençler halaylar çekerek ÖSS’yi protesto etti.
M it i n g i dü z e n le ye n k u r u m
ve örgütler: Devrimci Liseliler,
Demok rat i k Gençl i k Der neğ i,
Emekçi Hareket Partisi Gençliği,
İstanbul Liseli Gençlik Platformu,
Mayısta Yaşam Kooperatifi katılımcıları, Sosyalist Demokrasi Gençliği,
Sosyalist Gençlik Derneği, Yeni
Demokrat Gençlik.
Yeni Dünya Gençliği
İstanbul ✓
madığını söyleyen troçkistler; sosyalizmin başarıya ulaşması için bütün
ülkelerde eş zamanlı sosyalist devrimin olması gerektiğine inanırlar.
Ancak bu tamamen yanlıştır. Çünkü
güçlü emperyalizm koşulları altında
bütün dünyada eş zamanlı sosyalist
bir devrimin gerçekleşmesi çok zordur. Ancak tek ülkede sosyalizmin
zaferi Lenin’e göre kabul edilebilir
bir gerçektir. Kanıt gerekirse Ekim
Devrimi bunun en büyük örneğidir.
Gör ü ldüğ ü g ibi Leninizm
Marksizmi canlandırmış ve başarıyla
uygulamıştır. Stalin’in deyimiyle;
“Leninizm, proleter devrimin ve
proletarya diktatörlüğünün teorisi,
pratiği ve taktiğidir...”. İşçi sınıfının
benzer devrimler görmesi için, proletarya iktidarının en gelişmiş örneğini
yaratan Sosyalist Ekim Devriminin
kurucusu Lenin’in teoride yaşatılması gerekmektedir. Bu nedenle
İnter Yayınları’nda çıkan ve Stalin’in
“Leninizmin Temelleri Üzerine” ve
“Leninizmin Sorunları Üzerine”
başlıklı yazılarının biraraya getirilmesi
ile ortaya çıkan
“L eninizmin
Temelleri” adlı
eser, burjuvaziye
karşı mücadelenin nasıl yürütüleceği konusunda
emekçiler ve gençler
tarafından kesinlikle
okunması gereken çok
önemli bir eserdir.
Yeni Dünya Gençliği/
ANTALYA ✓
G
Grev sürüyor!
üney Afrika’ da, özellik le
kamu çalışanlarının ücret artışı taleplerine, hükümetin %6
oranında ücret artışı önerisiyle yanıt
vermesi kamu çalışanlarının sabrını
taşıran son damla oldu.
25 Mayıs’ta onbinlerce öğretmen,
hemşire ve diğer kamu sektörü çalışanları sokaklara çıkıp yürüyüş veye
mitinglerle hükümetin önerisini protesto etti ve sendikalar 1 Haziran’dan
itibaren süresiz greve gidileceği tehditini savurdu.
Hükümetten farklı bir yanıt gelmeyince, sözkonusu sendikalar savrulan
tehditin boş olmadığını pratikte de
gösterdiler ve gerçekten 1 Haziran’dan
itibaren süresiz grevi başlattılar.
İlk anda yarım milyondan fazla kamu
çalışanı greve katıldı. Sonraki günlerde
çöpçüler, maden işçileri, kamu ulaşımı
çalışanları ve diğer birçok kesim de
greve katılarak, grevcilerin sayısını
1 milyon civarına yükseltti. Böylece
medyada Apardheid’ın kaldırılmasından sonraki dönemde en büyük grevin
gerçekleştiği yönlü haberler yayıldı.
Gerçekten de durum böyledir.
Apardheid’ın kaldırılmasından sonraki dönemlerde nüfusun büyük kesimini oluşturan yoksul siyah halkın
ekonomik durumunda iyileşme bağlamında özde bir şey değişmedi. Özel
olarak “Siyah ekonomik teşvik” vb. adı
altında güya siyah yoksul halkın durumunu düzeltme programı ortaya konsa
da, gerçekte bir avuç insan dışında
kimse yararlanamadı bu programdan.
Siyah halkın çok büyük kesimi hâlâ
yoksul…
Son yıllarda hayat büyük ölçüde pahalılaştı, zamlandı! Ama çalışanların
ücretleri, maaşları bu zamlanmadan
payını almadı, tersine reel ücretler giderek düştü. Somut olarak enflasyonun %8 civarında olduğu bir ortamda,
hükümet sadece %6 ücret artışı önerdi.
Yani enflasyon oranının da altında kalan bir artış, gerçekte ise azalış önerisi
sunuldu kamu çalışanlarının önüne.
Sendikalar greve gitme kararı verirken hükümetten %12 ücret artışı talebinde bulundular. Hükümet ise önerisini önce %6,5’e, ardından da %7,25’e
çıkardı. Sendika ise %10’un altında
olmaz diyerek %12’lik talebini %10’a
düşürdü. Üç haftayı aşkın süredir grev
sürerken, taraf ların tavırlarında bir
değişiklik olmadı. Medyaya yansıdığı
kadarıyla bu yazı yazılırken hâlâ grev
sürüyordu ve ücret artışı konusundaki
talep ve öneride de değişiklik yoktu.
Kuşkusuz ki grev nedeniyle sözkonusu çalışma alanlarında değişiklikler
sözkonusu oluyor. Örneğin maden işçileri greve gittiğinde, metan vb. maden üretimi durmaktadır. Çöpçüler
çöp toplamadığında çevreyi kokular
sarmaktadır… Ya da öğretmenler
ders vermediğinde, okullar kapalı kalmakta ve öğrenciler ders görememektedir. Sağlık alanında ise durum tam
bir felaket… Devlet ya da hükümet
yetkilileri, kimi hastaların ölmesini
kullanarak kitleleri greve giden kamu
çalışanlarına, doktor ve hemşirelere
karşı kışkırtmaya çalışmaktadır. Sanki
hastaları çok düşünüyormuş gibi bir
tavır içine girerek, grevdeki doktor
ve hemşirelerin “insan değerini” hiçe
saydığı yönlü bir resim çizilmeye çalışılıyor. Oysa aynı hükümet ne Güney
Afrika’nın en büyük baş belası hastalık
olan AİDS’e karşı –nüfusun %10’undan
fazlası HIV-virüsüne bulaşmış durumdadır– ne de diğer bulaşıcı hastalıklara
karşı ciddi bir önlem almıştır. Ki, bu
konuda –az da olsa– emperyalist ülkelerin kimi fonları da olmasına rağmen
ciddi bir önlem alma çabası gösterilmemiştir. Rüşvetçilik, yiyicilik, adam
koruma gibi “yeteneklerin” sadece
“beyaz” yöneticilere ait “yetenekler”
olmadığı olgusu da Apardheid’ın kaldırılması sonrası dönemde kendisini
gösterdi.
Hükümet sağlık alanında çalışanların ücretlerini en azından yaşayabilmeye yetecek kadar gerekli düzeye
yükseltme yerine, grevcilerin %10’luk
ücret artışını kabul etme yerine, ordu
ve polisi devreye sokarak hem grev
kırıcılığı yapmakta hem de açıkça
grev kırıcılarını korumaktadır. Grevi
destekleyenler ise değişik eylemlerle,
miting ve yürüyüşlerle desteğini dile
getirmektedirler. Örneğin otobüs şoförleri de sözkonusu eylemlere katılmaktadır. Hatta polisin bile greve destek verebilme olasılığı gündeme gelmiş
durumda.
Bu arada tabii ki yasal olarak grev
yapma hakkına sahip olmayan kimi
kamu çalışanları da, işten atılma, mahkemeye verilme vb. tehditleriyle karşı
karşıya kalmaktadır. Hükümet “Acil
Hizmetler”de çalışan yüzlerce hemşireye çıkış verdiğini ilan etti ve bu ilan
grevcilerin mücadeleyi sürdürmelerini
teşvik eden bir rol oynadı. Yüzlerce
hemşireyi işten atma dışında hükümetin, greve gidenlerin aylıklarını kesme
tehditi savurması da grevcilerin tavırlarını sertleştiren bir tavır oldu.
Bu grev somutunda yasağa rağmen
greve gitme ve bunu kitlesel biçimde
yapma edimi önemli bir noktadır. Bu,
açıkça yasayı ve yasağı çiğnemektir.
Grev konusunda yorum yapan kimileri haklı olarak grevin sadece ekonomik taleple sınırlı kalmadığını, aynı
zamanda siyasi bir greve büründüğünü
de tespit etmektedirler.
Grevin siyasi greve dönüşmesi bağlamında esas olarak dile getirilen taleplerden çok, perde arkasında yatanın
Başkan Thabo Mbeki’nin yerine kimin
geleceği konusundaki güç provası olduğu konusu işlenmektedir.
Mbeki’nin görev süresi 2009 yılında dolacak. Fakat bu yılın Aralık
ayında yapılması planlanan kongrede
ANC’nin liderinin kim olacağı konusunda karar verilecek. Bu da aslında
Mbeki’nin yerine kimin geleceği sorusuna yanıt verecektir. ANC içindeki
bu mücadelede sendika kanadı, sosyal,
çalışanlara ve halka yakın bir siyasi
yönelimin savunuculuğunu yapmaktadır. Açıkçası, sistem içinde kalsa da,
Apardheid sonrası dönemin siyasetinin de sınıfta kaldığını, halkın büyük
bölümünün yoksulluğunun devam
ettiğini, bu nedenle de andaki siyasete göre daha sosyal bir siyasi yönelime ihtiyaç olduğunu savunmaktadır.
Böylece ANC içindeki diğer kesimleri
de, böylesi bir siyasi yönelimi savunan
birini ANC Başkanlığı’na seçme konusunda etkilemeye çalışmaktadırlar. İşin
belki de ters yanı, şu an böylesi birinin
olmamasıdır. Kuşkusuz ki bu sorunun
cevabını ancak Aralık ayında alabileceğiz. Ama grevin doğrudan talebi
olan ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve son günlerde eklenen yeni taleplerin, örneğin –maden
işçilerinin yaşamları bağlamında– madenlerin olduğu bölgelere anıtlar dikilmesi, müzeler yapılması vb. taleplerin
mücadelesinin nasıl sonuçlanacağı ise,
belki de bu yazı yayınlandığında ortaya çıkmış olacaktır.
Grev bağlamında dikkat çeken bir
nokta da, polisin ve ordu güçlerinin
grevcilere saldırması, grevcilerin de
yer yer saldırı eylemleri gerçekleştirmesi sonucunda ölümlerin yaşanmasıdır. 16 Haziran tarihli haberlere göre
sözkonusu saldırılarda 7 kişi ölmüş sayısız kişi yaralanmıştır. Somut olarak
bir grevkırıcı da iş arkadaşları tarafından tren istasyonunda kurşunlanarak
öldürülmüştür.
Bu ve benzer i olayla r Gü ney
Afrika’daki grevin sadece ekonomik
taleplerle sınırlı kalmadığını, ama
aynı zamanda grevcilerin ekonomik
talep için de daha sert mücadelelere
hazır olduğunu göstermektedir. Eğer
%10luk ücret artışı talebi hükümetten
koparılıp alınmazsa, bu, grevcilerin
mücadeleye hazır olmadığından değil,
okuyucu mektubu
sendika yetkililerinin mücadeleyi sürdürmek istememesinden kaynaklanmış olacaktır.
Bir milyon civarında işçi, emekçi ücretlerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadeleye
hazır olduğunu bu üç haftalık süreçte
ispatlamıştır, hem de yasağı, yasayı
çiğneyerek…
Bu grev ay nı zamanda Güney
Afrika’da Apardheid’ın kalkmasından sonraki dönemde, “beyaz, siyah”
temelinde ırk ayrımının yerini, sınıfsal ayrımın, farklılığın aldığını; siyah
halktan işçi ve emekçilerin sadece
“beyaz” efendiye karşı değil, “siyah”
sömürücüye, ezene karşı da mücadele
etmeye başladığını da ispatlamıştır.
Yine bu grev, dergimizin 79. sayısında, 18 Mayıs 2004 tarihli ve
“Seçimler ve Apardheid’sız on yıl…”
başlıklı yazımızda yaptığımız şu tespiti de onaylamıştır:
“İşsizlerin, topraksız-yoksul köylülerin ve genel olarak yoksul tabakaların
Güney Afrika’nın siyasi yaşamında
önemli rol oynayacağı bir dönem önümüzde duruyor. Mücadele, beyazlarla
siyahlar arasında değil, burjuvazi ile
işçiler arasında, toprak sahipleriyle
yoksul köylüler arasında yürüyecektir.” (sayfa 17)
İlericilerin, devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerin görevi ise burjuvazi ile
işçi ve emekçiler arasındaki bu sınıf
savaşımında, proleteryanın kurtuluşunun bilimine uygun olarak mücadeleyi
sürdürmesi, bu mücadeleyi yükseltmeye çalışmasıdır.
Dayanışmamız Güney Afrikalı
işçi ve emekçilerin hakları ve sömürü sisteminden kurtuluşları için
mücadeleyledir.
25 Haziran 2007 ✓
13. Pfingsten (Pantkot) Enternasyonal
Gençlik Festivali yapıldı
A
lmanya’da iki yılda bir yapılan
enternasyonal gençlik festivali, bu yıl 25-27 Mayıs tarihleri arasında yapıldı. Festivale 20’nin
üzerinde ülkeden katılan gençler ve
yaşlılar, Almanya’dan katılan binlerce
genç ve yaşlıyla birlikte, yaşamın her
alanında enternasyonalizmin güzel
görüntülerini sundular.
25 Mayıs akşamı başlayan etkinlik, 26 Mayıs’ta yapılan ve binlerin
katıldığı mücadeleci, anti faşist ve
enternasyonalist bir yürüyüşle devam
etti. Aynı gün yapılan toplantılarla,
seminerlerle, kültür ve sportif gösterilerle doruk noktasına ulaşan festival, ertesi gün aynı tempoda sürdürüldü. Antifaşist mücadele, otomobil
işçilerinin mücadelesi, enternasyonal
mücadele festivalde öne çıkan konulardan bir kaçıydı. Dayanışmanın ve
enternasyonalizmin güzel örneklerinin sergilendiği festival, ara sıra çıkan
fırtınaya ve yağan yağmura rağmen on
binlerce kişi tarafından ziyaret edildi.
Festivalde tüm katılımcı ülkelerin
yemeklerinin, müziklerinin, kitap ve
gazete masalarının sergilendiği alanlar
ve sunulan kültürel ve sportif etkinlikler görülmeye değerdi.
Festivale katılan binlerce genç ve
yaşlı, çok kötü hava koşullarına rağmen, kurulan çadırlarda kaldı.
Festivalin organizasyonu oldukça iyi
yapılmıştı. Bu tür festivallerin yeni bir
dünya için mücadelede etkili olması
temennisiyle…
Yeni Dünya Gençliği ✓
19