Editörden... İçindekiler
Transkript
Editörden... İçindekiler
• editörden - içindekiler Editörden... İçindekiler AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! HE J AR SA YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! 5FNNV[t'ƞ:"5*:5-,%7%")ƞ- t*44/9 Kürt sorunu “terör” sorunu mu? Sivas katliamını unutmadık, unutturmayacağız! Sanovel: “Çadırların kendisi birer okul...” Çocuk Emeği G8 Zirvesi 2007’den… Kadıköy’de ÖSS karşıtı miting gerçekleştirildi Değerli Okuyucu, 15-16 Haziran anmalarını geride bıraktık. Temmuz’da ise 2 Temmuz 1993’de, bundan 14 yıl önce, Sivas’ta dinci yobazların yakmasıyla ve devlet güçlerinin bakmasıyla geçekleştirilen katliamın yıldönümü anmaları vardı. 2 Temmuz aynı zamanda Hrant Dink’in duruşma günüydü. Bu sayıda bu konularda çok sayıda yazı bulacaksınız. Bu sayımız normalden 4 sayfa fazla çıkıyor. Çok sayıda işçi yazısı var. Bunun nedeni belki de Çağrı’nın Ağustos ayında çıkmayacağıdır. Evet, bir çok açıdan değerlendireceğimiz yaz aylarına girmiş bulunuyoruz. Bir yandan sıcaklardan kurtulmak ve yılın yorgunluğunu atmak için, diğer yandan da işçi sınıfının mücadelesine daha büyük enerjiyle katılmak için tatilimizi iyi kullanacağız. Yeni Dünya İçin Çağrı olarak bu yıl da eğitim kampı yapacağız. Tüm okurlarımızı hem kolektif yaşamı öğrenmek için hem de teorik olarak kendilerini geliştirmek için bu kampa hazırlanarak katılmaya çağırıyoruz. Bir çok okurumuz bu sayıda gençlik yazılarının arttığını fak edecek. Evet, belki de ilk defa gençlerimizden bu kadar yoğun yazı geldi. Tabi ki bu yazılar aynı zamanda gençlik çalışmasında bir atılımın, sıçrayışın, patlamanın da işareti. Gençler bir çok işi kendi ellerine aldıklarında hem ne kadar verimi arttırdıklarını, hem de ne kadar hızlı geliştiklerini görüyorlar. Gençler bir yandan kendi pankartları ve dövizleriyle kendi bağımsız eylemlerini hazırlarlarken diğer yandan hızlı bir şekilde yeni gençlerin saflara katıldıklarını gördüler. Gençlerimizden beklentimiz bu güzel sıçramaya süreklilik kazandırmaları olacaktır. Eğer gençlik gelecekse ve gelecek sosyalizmse, o zaman gençlere çok iş düşüyor. Öyleyse haydi mücadeleye! YDİ ÇAĞRI, 03 Temmuz 2007 • GÜNDEM Karar sizin… Seçim sizin! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Kürt sorunu “terör” sorunu mu?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Sivas katliamını unutmadık, unutturmayacağız. . . . . . . . . . . . . . 6 15-16 Haziran’ı bir piknik ile andık . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Taksim’de iki farklı eylem, iki farklı polis tavrı... . . . . . . . . . . . . . . 8 Halkın Hakları Forumu yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Amed’de festival coşkusu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ 5 Haziran Dünya Çevre Günü!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Sanovel’de 190 işçi işten atıldı, işçiler direnişte . . . . . . . . . . . . . EK:1 Kahrolsun sendika ağaları! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Seri İş Metal’de sendika üyesi olan işçiler işten atıldı . . . . . . . . . . EK:4 Alsancak liman işçileri özelleştirmeyi protesto etti. . . . . . . . . . . EK:4 Alkan Deri’de işten çıkarma…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Ditaş’ta hukuksuzluk onaylandı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Kamu emekçileri ek zam için alanlardaydı. . . . . . . . . . . . . . . EK:5 15-16 Haziran direnişinin 37. yıldönümünde işçilerden basın açıklaması. EK:5 Avrupa / İspanya: ETUC 11. Kongresi’ni yaptı… . . . . . . . . . . . . EK:6 Çocuk Emeği. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Otomobil işçileri 5. toplantısından izlenimler . . . . . . . . . . . . . EK:8 Salihli Belediyesinde greve çıkan işçilere polis müdahale etti . . . . . EK:8 Serbest Sömürüye karşı olan direnişteki kırılma noktalarımız . . . . . EK:9 Mersin limanında özelleştirme 36 yıl sonra gerçekleşti. . . . . . . . . EK:9 “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır!”. . . . . . . . . . . . . EK:10 Sermaye işyerinde öldürüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:11 SCT grevine jandarma saldırdı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:11 Birleşik Metal- İş Sendikası İstanbul 1 No’lu Şubesinin Olağan Genel Kurulu yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:12 Güven Elektrik’te sendikalaşma mücadelesi sürüyor!. . . . . . . . . EK:12 PANORAMA G8 Zirvesi 2007’den… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . G8 Zirvesi ve “Afrika sorunu”…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . G8 Zirvesi ve “İklim sorunu”… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İşçi hareketinin kanayan bir yarası: Sendikalarda sol lafazanlık ! . . . . . 11 12 13 14 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Sanovel’de direnişe geçen genç işçilerle söyleşi. . . . . . . . . . . . . Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran Direnişi anıldı.... . . . . . . . . “Bireysel Kurtuluş Yerine Toplumsal Kurtuluşa İnanmak Gerekiyor”. . . . Kadıköy’de ÖSS karşıtı miting gerçekleştirildi. . . . . . . . . . . . . . Leninizmi öğrenelim... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 16 17 18 18 Grev sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 13. Pfingsten (Pantkot) Enternasyonal Gençlik Festivali yapıldı. . . . . . 19 • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 113 · Temmuz 2007 • ISSN 1301-692X113 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli [email protected] www.ydicagri.com 2 gündem Karar sizin… Seçim sizin! Oy istiyorlar… sömürünün, işsizliğin, aşsızlığın sürmesi için… Kendi aralarındaki iktidar dalaşı için… İşçileri, emekçileri sömürme üzerine kurulu düzenin sürmesi için… Siz; işçiler, emekçiler; bu düzene, işsizliğe, aşsızlığa, açlığa, yokluğa, yoksulluğa oy verecek misiniz?! Yoksa kurtuluşunuzun tek yolu devrimi, sosyalizmi mi seçeceksiniz? S eçim startı verildi, partiler meydanlara indi. Parti liderleri başta olmak üzere sistemin siyasetçileri mitingler yapıyor, kapı kapı, il il… dolaşıp işçilerden, emekçilerden oy istiyorlar. Hem de binbir vaatle! Hem de kendi partilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi göstererek! Hem de siyasi hasımlarını karalayarak… Size geliyorlar ve sizi kendilerinin yönetmesi konusunda onay istiyorlar. Bu onayı verecek misiniz? Karar sizin… Seçim sizin… *** Oy istiyorlar… Ne için? En başta, her zaman çiğnedikleri sakız olan “daha iyi yaşam koşulları” için… Seçim bildirgelerine nasıl daha iyi yöneteceklerini, halkın refahını nasıl daha iyi yükselteceklerini koymuşlar. Bunu anlatıyorlar. Onlara göre seçimde biz herhangi birisini seçtiğimizde ve hükümete getirdiğimizde refah düzeyimiz yükselecek… Memleket bolluk içinde yüzecek… Pahalılık son bulacak… Enflasyon en kötü ihtimalle tek haneli rakamlara düşecek… Sağlık, eğitim, ulaşım gibi hizmetlerde sorun çıkmayacak… vs. vs. Biz bu lafları eski seçim dönemlerinden biliyoruz. Önceki seçimlerde de bize aynı masalları anlatmışlardı. Ve işçiler, emekçiler seçtiler. Birileri iktidara geldi, gitti… Gidenlerin yerine yenileri geldi… Onlar da gitti, yenileri geldi. Hemen hepsi denendi… Peki değişen ne oldu? Onca laf salatası yapan ve bizi “daha iyi yaşatacaklarını” söyleyenlerin bizi nasıl daha fazla yoksulluğun kucağına attıklarını yaşadık … Gördük ki, yok aslında birbirlerinden farkları! Dün oy almak için söylenenler bugün de tekrarlanıyor… Şimdi de olan bu… İşçilerinin, emekçilerinin çok önemli bir bölümünün işsizlik ve aşsızlıkla kucak kucağa yaşadığı Türkiye’nin reddedilemez gerçekliği… Çalışan işçilerin kazanılmış haklarının tırpanlanmasından işçilerin birer köle gibi alınıp satılmasına; yoksul köylülerin tohum, yakıt, tefeci vs. sorunundan tarımın dünya tekellerine peşkeş çekilmesine kadar bir çok sorun orta yerde duruyor. Bu sorunları yaratanlar, aşsızlığı, işsizliği yaratanlar bugün işçilerden, emekçilerden oy istiyorlar. Verecek misiniz oyunuzu?! Açlığın, yoksulluğun sürmesi demek olan bu sistem ve onun partilerini seçecek misiniz? Bizim sömürülmemiz üzerine kurulu sistemde bizim sömürülmemizi sağlayarak sermaye sahiplerine daha fazla kazandıranları, onların çıkarlarını koruyanları seçecek misiniz? Karar sizin… Seçim sizin… *** Meydanlara çıkmış birbirlerine verip veriştiriyor, seçimlerde bizim hakem olmamızı istiyorlar… Anamuhalefete göre hükümet partisi “İslami bir yönetim” getirecek… “Karşısında durmalı, cumhuriyeti korumalıymışız…” Çünkü “cumhuriyet” “laik” bir rejimin adıymış… Diğer kesimin sözcüleri yarım kalan iktidar yürüyüşünü sürdürmek istiyor. AB’nin, ABD’nin desteğini alan bu kesim Türkiye’de rejimin siyasallaşmasından dem vuruyor, bunu da kendilerinden başkasının yapamayacağını söyleyerek oy istiyorlar… Her iki kesim de yalan söylüyor! Türkiye’deki cumhuriyet “halkın kendi kendini yönettiği” bir rejim değil, sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir rejim… Cumhuriyet rejimi demokrasi rejimi değil. “Laik” hiç değil! Türkiye’de rejimin sivilleştirilmesini isteyen siyasal İslam geleneğinden gelenler açısından hedef büyük sermayenin çıkarlarının korunması, savunulması, genişletilmesi… Siyasette sivilleşme bu isteğin önünde engel olduğu sürece bir sorun onlar için… Bunun ama işçilere, emekçilere bir faydası yok! Yok, çünkü onlar tutarlı “demokrat” değiller… “Demokrasi” onlar için sermayenin çıkarlarına hizmet etmede siyasi bir araç! İktidar savaşının yürüdüğü bugünkü ortamda ülkede emekçi halk içinde de ayrım derinleşiyor. İktidar savaşı yürütenler bilinçli olarak bu ayrılığı körüklüyorlar. Çünkü biliyorlar ki, ayrışma her iki kesim açısından da “potansiyel” oy tabanının genişlemesi demek… Peki siz; işçiler, emekçiler… Hiçbir çıkarınız olmayan bu iktidar dalaşında bir tarafın peşine takılıp sürüklenecek misiniz? Dahası oylarınıza toplumun bölünüp parçalanma- sına onay verecek misiniz? İşçilerin, emekçilerin bu yolla da parçalanması, güçlerinin dağıtılmasına katkı sunacak mısınız? Karar sizin… Seçim sizin! *** Meydanlara çıkmış “Demokrasi! Demokrasi!” diye bağırıyorlar… Her parti lideri birer “demokrasi havarisi” kesilmiş… Her parti lideri “demokrasiyi kendi partisiyle başlatıyor, kendi partisiyle bitiriyor. Geçmiş yıllarda olduğu gibi yine herkes “demokrat”! İşçilere, emekçilere demokrasi vaadediyorlar… Ancak ne hikmetse bu kadar “demokrat” siyasetçinin bulunduğu, bu kadar “demokrat”ın hükümet olduğ u, yönetimde bu lunduğ u memlekette diktatörlük hüküm sürüyor… “Demokrasi” denilen şey bu ülkede “derin devlet”in cilası… “Demokrasi”, “hukukun üstünlüğü”, “özgürlükler”, “insan hakları” milyonlarca işçi ve emekçi için değil, sermaye için var. Demokrasi onların çıkarlarına hizmet ettiği sürece ve ölçüde var… Hukuk onlar için… Daha fazlasını istiyorlar! Onların sömürme özgürlüğü var… Daha fazla- 3 gündem sını istiyorlar! “Demokrasi” ve “insan hakları”nı işçi ve emekçiler için değil, kendi çıkarları gerektirdiği ölçüde istiyorlar… Onlar için “demokrasi” diktatörlük rejiminin süsü, maskesi… Kendi aralarında burjuva demokrasisi konusundaki kimi özsel farklılıklar bir kenara, hepsinin “demokrasiye” biçtiği rol, sermayen sisteminin korunmasının bir aracı olması… Aslında hiç biri gerçek demokrasinin savunucusu değil… Ve bunlar bu ülkede sır değil… İşçiler, emekçiler “demokrasinin özürlerini” de, “hukukun üstünlüğünün” ne olduğunu da, insan haklarının bu sistemde ne anlama geldiğini de kendi yaşantılarından biliyorlar. Seçimde verilecek her oy, onların sistemlerinin temelini oluşturan diktatörlüğe, “özürlü demokrasiye”, “mülkün temelini savunan hukuka” verilecektir. Verilecek her oy, insan hakları ihlallerine verilmiş onay olacaktır… Siz; işçiler, emekçiler; “özürlü demokratları”, diktatörlüğü, haksızlığı, hukuksuzluğu, adaletsizliği seçecek misiniz? Karar sizin… Seçim sizin! *** 4 Meydanlara çıkmış bağırıyorlar… Kürt sorununun çözümünden dem vuruyorlar… “Kardeş kanının dökülmesinden” duydukları rahatsızlığı belirtip her gelen “şehit” cenazesini kullanarak “intikam yeminleri” ediyor; seçildikleri takdirde “terörün kurutulacağından”, Türkiye’de bu sorunun aşılacağından ” bahsediyorlar. G e ç m i ş y ı l l a rd a d a bu n l a r söyleniyordu… Sorun çözülmedi ama… Çözülmez de! Çözülmez, çünkü sorunun kaynağı mevcut sistemin ırkçı, inkârcı, şoven yapısıdır. Bu düzen varolduğu, ırkçı, şoven yapısını koruduğu sürece, halkların varlığı, hakları inkâr edildiği sürece sorun çözülmeyecektir. Bu ülke bir halklar hapishanesidir. İnkâr edilen budur. Onların çözümü milliyetçiliktir, halkların birbirine düşman edilmesidir… Halkları milliyetçilik temelinde bölerek birbirine düşman edenler, bu bölünmüşlüğü oya dönüştürmek için her geçen gün milliyetçi yüzlerini daha fazla gösteriyorlar. Seçimler yaklaştıkça, “şehit” cenazeleri geldikçe “potansiyel” oy deposu olarak gördükleri ırkçı, milliyetçi kesime daha fazla yöneliyorlar. Milliyetçilik sistem partilerinin ortak paydası… Bu konuda yok birbirlerinden farkları… Dolayısıyla bunlara verilecek her oy halklar hapishanesini, bu hapishanenin korunmasını onaylamak demektir. Verilecek her oy halkları birbirine düşman edenleri onaylamak demektir. Verilecek her oy ırkçılığa, saldırgan milliyetçiliğe, halkların birbirlerine kırdırılması siyasetinin devamına onay vermek demektir. Halkların hapsine oy verecek misiniz? Kürt ulusunun ve diğer azınlık halkların üzerindeki baskılara onay verecek misiniz? Halkların birbirine düşman edilmesine onay verecek misiniz? Oy vererek milliyetçiliğin azdırılmasına katkı sunacak mısınız? Karar sizin… Seçim sizin! *** Meydanlara çıkmış bağırıyorlar… Herkes kendisini hortumculuğun, adaletsizliğin, üç kâğıdın karşısında gösteriyor. Hırsızlığa, yolsuzluğa, hortuma karışmamış parti yok! Ama yüzsüzlük parayla değil! Hortumlamaya karışmış kimi “vekiller” yine liste başında… Hortumculukları ayyuka çıkmış kimileri parti kurup “Türkiye’yi kurtarmak amacıyla” seçimlere katılıyor! Dün görevi kötüye kullanmaktan Yüce Divan’da yargılanmış bu ülkenin başbakanlığını yapan birisi siyaset arenasında yeniden boy gösteriyor, oy istiyor… Utanmazlık diz boyu… Bu alanda da kimsenin kimseye söyleyecek lafı yok… Bu alanda da “al birini vur ötekine!” Ama utanmadan gelip oy istiyorlar… Yeni hırsızlıklar, dolandırıcılıklar için… Hortumculuğun, çalıp çırpmanın sürmesi için… Tüm bu rezilliklerin oluşmasına meydan veren bu çivisi çıkmış düzenin sürmesi için oy istiyorlar! Pek i siz; işçiler, emekçiler… Hırsızlara, arsızlara, hortumculara, rüşvetçilere, sizin yarattığınız zenginlikleri birilerine peşkeş çekenlere oy verecek misiniz? Onlara bu imkânı veren sisteme oy verecek misiniz? Karar sizin… Seçim sizin! *** Seçim kapıda… Meydanlara çıkmış bağırıyorlar… Sömürü sisteminin sahipleri, sistemin partileri oy istiyorlar… Kadınların hakları adına… Gençliğin geleceği adına… Mezhepler üzerindeki baskıların ortadan kaldırılması adına… Biz bunları daha önceki seçim konuşmalarından da tanıyoruz. Söylenenler aşağı yukarı aynıydı… Ama ne gördük? Her seçimde kadın adayların azlığından şikayet edilir, bunun değiştirilmesi üzerinde durulur. Bu seçimlerde de yapılan yine aynı… Kendi siyasetlerini, yani sermayenin çıkarlarını savunan kadınların bile seçilmesine engel olacak kadar maço olanlardan, işçi ve emekçi kadınların haklarını savunmasını bekleyebilir miyiz? Gençliğin geleceği mi? Geçin… Gençliğin geleceği onlar için gençliğin geleceğinin daha fazla karartılmasından başka bir şey değildir… Geçtiğimiz dönemde de, ondan önceki dönemlerde de mezheplerin üzerindeki baskılar konusunda olumlu bir gelişme yaşanmadı. vs. vs. Peki siz; işçiler, emekçiler… Bu yalanlara aldanacak mısınız? Kadınları yok sayan anlayışa, gençliğin geleceğinin karartılmasına onay verecek misiniz? Aleviler başta olmak üzere çeşitli mezheplerin örgütlenmesinin önündeki engellerin sürmesine oy verecek misiniz? Mezhepler arasındaki eşitsizliğin sürmesini onaylayacak mısınız? Karar sizin… Seçim sizin! *** Meydanlara çıkıp bağıran sadece sistemin kaşarlanmış partileri değil… Kimileri de “sol” adına, “sosyalizm” adına, “komünizm” adına, “işçi” adına, “emekçi” adına konuşuyor; bunlar için oy istiyor… Bu partilerden isminde “işçi” yaftası bulunan partinin nasıl bir parti olduğu belli… Bu parti örneğin milliyetçilikte MHP gibi anlı şanlı faşist partilerle yarışıyor… Sosyalizm, komünizm adına, emekçiler adına, özgürlük ve demokrasi adına konuşan diğer sol partiler gerçekte reformizmin partileri olarak sistemde kendilerine yer bulma çabasındalar. Durum böyle olunca bu sömürü sisteminin değiştirilmesi değil biraz olsun iyileştirilerek, en azından kaba yanlışlarının ortadan kaldırılarak sürdürülmesi noktasında konaklıyorlar. Oysa yapılması gereken esas iş sistemdeki kimi hataları düzeltmek olmamalı… Sistemin kendisi hata! Bunun için sistemi değiştirmek gerek… Ama bu partilerin böyle bir dertleri yok. Kürt siyasi hareketinin temsilciliğini yapan parti de bu yıl bağımsız adaylarla seçime katılıyor. Bu parti en azından Meclis’te grup kurmayı hedefliyor. Peki ne için? Ne değişecek? Bu sistem ve bu devlet varlığını koruduğu sürece, Kürt illerinden gelecek milletvekilleri en iyi ihtimalle Meclis’te Kürt sorununun sistem içinde çözülmesini dile getirecek. Peki bu sistem içinde gerçek anlamda Kürt sorunu çözülebilir mi? Elbette hayır! O zaman bu partinin seçimlere katılmasının, bağımsız adayların meclise girmesinin önemli bir getirisi yok. Biz herşeyden önce devletin Kürtler üzerindeki her türlü baskısına, bu bağlamda Kürtlerin parlamentoya girmesini engellemek için her türlü yönteme başvuran ve onları seçimlere katılmasının önüneki her türlü engele karşıyız. Fakat biz Kürtlerin bugünkü parlamentoya girmelerinin de onlar açısından çok fazla getirisi olmayacağına inanıyoruz. Diğer taraftan ama Kürtlerin bugünkü sistemde parlamentoya girmesi “demokrasinin gereği” olarak gösterilip, sistemi aklamak için kullanacaklardır. Öyle ya, “demokrasinin işlediği” bu memlekette diğer “sosyalist”, “komünist” partiler gibi Kürtler de seçimlere katılabilir, hatta meclise girip grup bile kurabilirler!!! Böyle bir söylemle egemen- ler, Kürdistan’daki devlet terörünün üzerini kapamak da isteyeceklerdir. Siz; işçiler, emekçiler… Sol, sosyalizm adına konuşan ve bir bölümü için “ip”liği pazara çıkmış partilere oy vererek bu partileri sol adına, sosyalizm adına konuşan reformistlerin düzenin bir parçası olmasına onay verecek misiniz? Kürt sorununun sistem içinde çözümünden ötesini göremeyenleri seçip gerçekte çözümsüzlüğün çözüm olarak gösterilmesi oyununa onay verecek misiniz? Karar sizin… Seçim sizin! *** Bir seçim daha yaklaşıyor… İşçiler, emekçiler seçim sandığına, sisteme oy vermeye, onay vermeye çağırılıyor. Biz bu sistemi, bu sistemin partilerini seçmek; diktatörlüğe oy verip bugüne kadar yaşadıklarımızın üzerine sünger çekmek zorunda değiliz! Oyumuzla bizi sömürenlerin, baskı altında tutanların, bizi işsizliğe, aşsızlığa mahkum edenlerin geleceğimizi karartmalarına izin vermek zorunda değiliz! Bu sisteme, bu sistemin özde birbirinden farkı olmayan partilerine mecbur değiliz!!! Bunlardan birisini seçmeye mecbur değiliz!!! “Peki neyi seçelim?! Yok ki başka seçenek!” dediğinizi duyar gibiyiz… Hayır! Bizim başka bir seçeneğimiz daha var: Sömürünün, baskının, işsizliğin, aşsızlığın olmadığı bir düzen, yani sosyalist bir düzen bu düzenin alternatifidir. Sosyalizm bu sistemde kurulamaz. Bunun için sistemin yıkılması, işçilerin, emekçilerin iktidarının demokratik düzeninin kurulması gereklidir. Seçenek devrimdir… Alternatif sosyalizmdir! “Ya faşizm, ya devrim! Ya barbarlık, ya sosyalizm!” Alternatifler bunlardır! “Zor!” demeyin! “Olmaz!” demeyin… Bakın size geliyorlar, oy istiyorlar! Neden acaba? Çünkü gücün sizde olduğunu biliyorlar! Gücünüzün nelere kadir olduğunu görün: Hükümetleri kuran gerçekte sizsiniz, sizin oylarınız… Onlara meşruluğu veren sizin oylarınız! Onlara sömürme hakkını, fırsatını veren sizsiniz! Oysa gücünüzü görseniz ve bu gücü sömürü sisteminin devam etmesi için değil, onun yıkılması için kullansanız; örgütlenseniz, birlikte hareket etseniz… önünüzde hiçbir güç duramaz! Peki ne duruyorsunuz?! Birilerinin gelip sizi kur tarmasını bek lemeyin… Kurtarıcı gelmeyecek! Kurtuluşunuzun tek yolu devrimdir! Bu gerçeği görün! Siz; işçiler, emekçiler; sandık başına gidip mührü basarak sisteme, sistemin şu ya da bu partisine mi onay vereceksiniz? Yoksa devrimi, sosyalizmi, kendi düzeninizi, bunun için örgütlenmeyi, mücadeleyi mi seçeceksiniz? Karar sizin… Seçim sizin! ✓ halkların kardeşliği için HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN A Kürt sorunu “terör” sorunu mu? ylardır “sınır ötesi operasyon” yapalım mı yapmayalım mı tartışmaları ile yatıp kalkıyoruz. Cumhurbaşkanı’nı AKP’ye seçtirtmeyen ordu eksenli Kemalistler, şimdi de AKP’yi, “sınır ötesi operasyon” yapması için sıkıştırmaya çalışıyor. Son aylarda bölgeye yoğun bir askeri sevkiyat yapan ordu, Güney Kürdistan’a müdahale için (ki kısa süreli saldırılarda bulunduğu biliniyor) her şeye hazır olduğunu belirterek, siyasi iradeden yetki beklediklerini belirtti. Hükümeti bu temelde köşeye sıkıştırmaya çalışan Kemalist kanada karşı, hükümet kanadı ise, “kendilerine yazılı bildirilmesi halinde gerekeni yapacaklarını” belirterek topu karşı tarafa atmaya ve durumu kurtarmaya çalıştı. Bir taraftan kamuoyu önünde böylesi tartışmalar sürerken, diğer taraftan, asker cenazelerinde ırkçı, şoven saldırılarla bu ölümlerin sorumlusunun hükümet olarak gösterilmesi, Manisa’da meclis başkanı Bülent Arınç’ın hedef alınarak yuhalanması, Hükümeti harekete geçirdi. Bunun üzerine hükümet, Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları ertesinde, en son cenaze törenine Ümraniye’de cephaneliği ortaya çıkan emekli astsubay Ali Yıldırım’la, yakın arkadaşı olan emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin ve Kemal Kerinçsiz’in içinde bulunduğu bozkurt işaretli MHP’li faşistler, cami avlusuna alınmayarak slogan atmaları engellenmeye çalışıldı. Hâkim sınıf temsilcileri arasında bu dalaş sürerken, burjuva medya köşe yazarları aracılığı ile bir tarafta “devletin daha fazla yıpratılmaması için gereken her şeyin yapılması” konusunda strateji ve taktik üretilip duruyor, diğer taraftan; “önemli olan sivrisinekleri öldürmek değil, bataklığı kurutmak” diyerek, Kürtlerin nasıl imha edileceği üzerine teoriler üretiliyor. Dün Ermeniler için bataklığı kurutan zihniyet, bugün Kürtler için teoriler üretmeye devam ediyor. On binlerce Kürdü yerinden yurdundan ederek Türkiye metropollerine sürüp, işsiz güçsüz aç bırakarak kaderleri ile baş başa bırakanlar, böylece “terör sorununu” nasıl çözeceklerinin hesaplarını yapıp duruyorlar. Egemen sınıf temsilcileri olan bazı siyasetçiler yer yer, dilleri sürçerek “Kürt realitesi”, “Kürt sorunu” vb. açıklamalarında bulunmuş ve Kürt sorununu kendilerince çözmeye çalışmışlardı. Ancak aba altından sopayı her gördüklerinde bu açıklamalarından çarkederek, “Kürt sorunu yok hepimiz Türk’üz” ırkçı şoven anlayışla hareket etmeye devam ettiler. Ve sorunun çözümü için her defasında şiddet dışında bir lıkları yok sayan, onların en ufak bir hak aramasını dahi şiddetle bastıran Türk milliyetçiliği, etnik milliyetçilik değil mi? Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olan Türk milliyetçiliği; “Ne mutlu türküm diyene”, “Bir Türk dünyaya bedel” mantığı ile Türk olmayan diğer uluslar üzerinde en koyu faşizmi uygu- Kürt sorununu “terör sorunu” olarak gören anlayışın sorunu çözmek istemediği açıktır. Ortada bir “terör sorunu” yok, bir Kürt sorunu var. layan mil- çözüm görmediklerini gösterdiler, gösteriyorlar. Son dönemde gece ya rısı e-muhtıraları bilgisayar başında internetten okurken insan eskiyi düşünmeden edemiyor. Eskiden muhtıralar radyolarda verilirdi. Daha sonra televizyonlarda okunmaya başlandı. Artık ordu da teknolojik gelişmeye ayak uydurarak, muhtıralarını gece yarıları e-muhtıra olarak vermeye başladı. Yani artık bir gün sabah katlığımızda e-muhtıra değil, e-darbe olmuş olursa kimse şaşırmasın. Eee ne de olsa darbe konusunda gayet tecrübeli olan ordumuzun, darbeye alışmış olması gereken toplumu yine de hazırlaması gerekiyor. Ne de olsa aradan bunca zaman geçti. Hazır asker cenazeleri de peş peşe gelirken, Genelkurmay yine gece yarısı bildirileri ile duyurularına devam etti. “Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksi” çağrısını yaparak kitleleri “teröre karşı harekete geçmeye” çağırdı. Birileri bunun demokrasiyi, iç barışı zedeleyeceğini söylemek istedi, ama Genelkurmayın buna da cevabı gecikmedi. “Barış, demokrasi ve özgürlük kavramları teröre paravanlıkla özdeştir.” diyerek “Barış, de- mokrasi ve özgürlük” sevdalılarına hadlerini bildirdi. Genelkurmayın bu açıklaması karşısında sahibinin sesi medya patronları, sus pus alkışlamaya devam ettiler. En son Sakarya’da Ahmet Kaya tişörtleri giydikleri ve “Gündem” gazetesi okudukları için linç edilmek istenenlerin “savcılık tarafından“ halkı galeyana” getirmekle suçlanmaları, Eskişehir’de DTP il binasının bir haftada 4 defa bombalanması ve faillerinin bir türlü bulunamaması, Genelkurmayın; “Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleks”inin ne anlama geldiğinin en açık örneği olsa gerek. Ve önümüzdeki dönem bu tür saldırılar yoğunlaşarak gelişirse kimse şaşırmasın. S on g ü n lerde G enel k u r may Başkanı Büyükanıt “yerel milliyetçiliğin faşizm olduğu”, bu temelde PKK’nin de faşist bir parti olduğu yönlü açıklaması, basında bol bol işlenmeye başladı. Başbakan Erdoğan da Bingöl’de yaptığı bir seçim mitinginde “Etnik milliyetçilik yapanlara, bölgesel milliyetçilik yapanlara yuh olsun” diyerek Büyükanıt’a göz kırptı. Peki, Türkiye’de Türk ulusu dışında, diğer ulus ve ulusal azın- liyetçilik değil mi? Bu anlayışa karşı çıkanların “Türkiye cumhuriyetinin düşmanı” olarak hedef gösterilmesi, bu cumhuriyetin nasıl bir cumhuriyet olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Son aylarda “PKK Kuzey Irak’tan ülkemize girip askerimizi şehit ediyor” gerekçeleri ile, içte yoğunlaştırarak geliştirdikleri savaşı, Güney Kürdistan’a da yaymaya çalıştılar. Fakat artık evdeki hesap eskisi gibi çarşıya uymuyor. Güney Kürdistan’a eskisi gibi elini kolunu sallayarak girmeleri ABD varlığından dolayı zorlaşmıştır. Kemalistler bu durumu AKP’yi yıpratmak için tepe tepe kullandı. “Sınır ötesi operasyon” tartışmaları üzerine, Başbakan Erdoğan başkanlığında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Işık Koşaner, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve İçişleri Bakanı Osman Güneş’in katıldığı bir zirve yapıldı. Zirve sonrasında yapılan açıklamada; “Terörle mücadelede hükümetimiz, Türk Silahlı Kuvvetleri ve güvenlik kuruluşları arasındaki çalışmaların tam bir uyum ve eşgüdüm içerisinde yürütüldüğü bir kez daha tespit edilmiştir” ifadesi kullanıldı. Açıklamada, “Terörizmle mücadelenin, her zaman olduğu gibi demokrasi ve hukukun üstünlüğü temelinde, ancak büyük bir kararlılıkla ve tüm ilgili kurumların ortak katkısı ve işbirliği ile sürdürüleceği, ülkeye yönelik tehdidin üstesinden 5 gündem gelineceği” vurgulanarak, hükümetle ordu arasında “tam bir uyum” olduğu mesajı verildi. Hükümetin, her türlü yetkiyi verdiğini söylediği ordu, 9 Haziran ile 9 Eylül tarihleri arasında geçerli olacak ve Şırnak, Hakkâri, Siirt üçgenini kapsayan “geçici güvenlik bölgesi” adı altında bir OHAL uygulaması başlattı. Aslında uygulama bölgedeki tüm illeri kapsamaktadır. Cudi ve Gabar dağları sürekli bombalanmaktadır. Şehir ve köylere giriş çıkışlar kontrol edilmektedir. Halkın en temel ihtiyaçları olan gıda maddelerinin girişine zorluklar çıkarıldığı bilgisi İHD Hakkâri Şube Başkanı Fahri Timur tarafından basına verilmektedir. Aylardır bölgeye en ağır silahları yığan ordu “terörizme karşı savaş” adına Kürtleri toplumsal olarak hedef aldığını, en son yayınladığı “teröre karşı toplumsal refleks” bildirisi ile göstermiştir. Devlet bu bölgedeki sınırda 15 km’lik bir tampon bölge oluşturarak güvenliği sağlamaya çalışmaktadır. Aynı şeyi Güney Kürdistan için Kürt yönetimi ve ABD’den de istemekte ve fakat olumlu bir cevap alamamaktadır. Aslında Kürt sorununu “terör sorunu” olarak gören bu anlayışın sorunu çözmek istemediği açıktır. Eğer sorun gerçekten bir terör sorunu olsaydı, 1984’den bu yana defalarca Güney Kürdistan’a giren ve bölgede yüzlerce operasyon yapan, köyleri boşaltan ordu, bu sorunu çoktan halledebilirdi. Ortada bir “terör sorunu” yok, bir Kürt sorunu var. Kürtler neredeyse her gün yaptıkları açıklamaları ile “Kürt varlığının tanınması ve bazı kültürel haklarının verilmesi ve bir genel af” ile sorunun çözüleceğini söylüyorlar. Devletin buna cevabı baskı ve şiddet dışında bir şey olmuyor. İşçiler emekçiler, devrimciler, komünistler 6 Kürt ulusunun ulusal hakları için verdiği mücadeleye karşı devlet, binlerce askeri topu ve tüfeğiyle, bölgeye durmadan sevkiyat yaparak savaşı daha da tırmandırıyor. Kürt halkına karşı kışkırtmalar, en son yapılan MGK toplantısında da Genelkurmay açıklamaları doğrultusunda onaylandı. Şimdilik Güney Kürdistan’a saldırı konusunda geri adım atan devlet, Kuzey Kürdistan’da baskılarını arttırarak sürdürüyor. Kürt halkına karşı tırmandırılan bu savaşa karşı, Kürt halkı ile dayanışmak için eylem ve açıklamalar ile karşı durmak her işçinin, emekçinin, devrimcinin, komünistin görevi olmalıdır. Tüm bu gelişmeler bize bir kez daha, sermayenin iktidarı şartlarında Kürt sorununun gerçek anlamda çözümünün mümkün olamayacağını göstermektedir. Kürt sorununun gerçek çözümü için de tek yol devrimdir! 20.06.2007 ✓ Sivas katliamını unutmadık, Bize bir taraftan “yeter artık aradan bu kadar yıl geçti, bu olayları unutun” diyorlar. “Toplumsal barış” adına bu katliamın artık unutulmasını istiyorlar. Biz bunları iyi tanıyoruz. Onların istediği toplumsal barış; örtbas edilmiş, unutturulmuş, hesabının sorulması imkânsız kılınmış katliamlar üstüne inşa etmeye çalıştıkları ‘toplumsal barıştır’. 2 Te m mu z 19 93 - 14 . y ılında da Sivas kat liamını unutturmayacağız. Sivas’ta Madımak Oteli’nde aralarında aydın, yazar ve sanatçıların da bulunduğu 35 kişi, gerici, yobaz, faşistlerce tekbirler eşliğinde ateşe verilen Madımak otelinde hunharca katledildiler. Daha önce de Maraş, Malatya ve Çorum’da, Gazi’de yaşanmış olan, bu tür olayların arkasındaki gerçek gücün kim olduğunu “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyen dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “Güvenlik güçleri ile halkı karşı karşıya getirmeyin” talimatı ile, yine “bu devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de namusludur” diyen dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in “Oteli saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır” sözleri ile, dönemin muhalefet lideri Mesut Yılmaz’ın “Bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi” lafları göstermiştir. Bu sözler hafızalarımızdaki yerini hala korumaktadır, korumaya da devam edecektir. Bu koruma altında, bu vahşi katliamın sanıklarından bazıları ellerini kollarını sallayarak yurtdışına çıkabilmişlerdir. Devletin kolluk güçlerinin gözü önünde diri diri yakılarak yapılan bu katliamın arkasındaki güçler hala hesap vermemiştir. Olaylarla ilgili olarak 124 sanık hakkında açılan dava, sekiz yıl süren hukuk mücadelesinden sonra 2001’de sonuçlandı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin onadığı karar uyarınca, ‘Cumhuriyete karşı örgütlü kalkışma’ girişiminde bulunan sanıklardan 33’ü TCY’nin 146/1. maddesine göre idam cezası aldı. Bu müebbet ağırlaştırılmış hapse çevrildi, geri kalan sanıklar da değişik cezalara çarptırıldı. Ancak 13 yılda içeride kalan sanık sayısı beraat ve tahliyelerle 33’e düştü. 8 sanık ise Yargıtay’ın 1997’deki bozma kararından bu yana firarda. Haklarında tutuklama kararı bulunan sanıklardan, başta Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak olmak üzere sekiz kişinin Almanya ve Suudi Arabistan’a sığındıkları öğrenildi. Davada kilit isim Cafer Erçakmak hiç yakalanamadı. Sivas katliamı sanığı Muhammed Nuh Kılıç’ın yıllardır Almanya’da Mannheim’da eşi adına açtığı dönerci dükkânını işlettiği ortaya çıktı. 2 Temmuz 1993 günü, askerin ve polisin gözleri önünde, binlerce kişinin bir olup bir oteli kundaklayıp, şeytan taşlamış gibi ruh huzuru içinde evlerine dönmeleri, bize son yıllarda sahnelenen Trabzon’daki, Sakarya’daki linç olaylarını hatırlatıyor. Üniversitelerde devrimci öğrencilere karşı dışarıdan getirilen sivil faşistler ile içerideki eli bıçaklı sopalı saldıran faşist it sürülerini hatırlatıyor. Bu linç olaylarında da devletin valisi, emniyet müdürleri, Linç olaylarına maruz kalanları “halkı tahrik” etmekle suçlayarak yargılamaya kalkışmaları, olayların arkasındaki gerçek güçlerin kim olduğunu bize gösteriyor. Bu olayların arkasındaki hangi karanlık güçlerin olduğu son dönemde, önce Ümraniye’de ve ardından Eskişehir ve Bursa’da da ortaya çıkarılan, başını emekli subayların çektiği cephanelikler göstermiştir. Bu cephaneliklerin sahipleri “bayrak, kuran ve silah” üzerine yemin ederek, “ölmek de var öldürmekte” dediğinde, devletin savcıları somut suç duyurularına rağmen herhangi bir işlem yapmamışlardı. “Ne mutlu türküm diyene” milliyetçi düşüncesini savunmayanı ve bunları Türk düşmanı ilan eden anlayış ile bu çetelerin arasında bir fark var mı? 2 Temmuz’un ruh hali bugünde devam etmektedir. Bize bir taraftan “yeter artık aradan bu kadar yıl geçti, bu olayları unutun” diyorlar. “Toplumsal barış” adına bu katliamın artık unutulmasını istiyorlar. Biz bunları iyi tanıyoruz. Onların istediği toplumsal barış; örtbas edilmiş, unutturulmuş, hesabının sorulması imkânsız kılınmış katliamlar üstüne inşa etmeye çalıştıkları ‘toplumsal barıştır’. Biz de; Diyarbakır’da patlatılan bomba sonucu 7’si çocuk 10 kişinin hunharca katledilmesini, Ankara’da öldürülen 7 masum insanı, linç olaylarını, Şemdinli’de Umut Kitapevine bomba atarken halk tarafından yakalanıp polis’e teslim edilen o meşhur “iyi çocuklar” olan çeteleri unutmamızı istiyorlar. Biz katliamcıları, işkencecileri, darbecileri unutmak istemiyoruz. Unutmadık, unutturmayacağız! 1 Temmuz 2007 ✓ yeni dünya gençliği , unutturmayacağız Binler Madımak vahşetini kınadı ve “Madımak Müze Olsun” dedi! konuşmasında, son günlerde körüklenmeye çalışılan milliyetçilik havasının gelişmesini, Kürt sorununun çözülememiş olmasına bağlayarak, “Ülkemizin kaosa sürüklenmesine izin vermeyeceğiz” dedi. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Selahattin Özel de konuşmasında, katliamlara ve çetelere karşı birlik çağrısı yaptı. Av r u p a A l e v i B e k t a ş i Konfederasyonu Başkanı Turgut Öker ise: ”Madımak Oteli’nin altındaki et lokantasında yemek yiyen Sivaslıları kınıyorum” dedi. Konuşmaların ardından Madımak’ın müze olması ve et lokantasının kapatılması için toplanan dilekçeler Valiliğe verildi. Polisin yoğun güvenlik önlemi aldığı eylem olaysız dağıldı. YDİ Çağrı olarak biz de bu eyleme katıldık. Eylemde elimizde bulunan seçim bildirisi ve 15–16 Haziran bildirisini dağıttık. Söyleşiler yapıp, Çağrı ve Güney dergilerini sattık. 3 Temmuz 2007, YDİ Cağrı ✓ Sivas Katliamı 14. yılında Kadıköy’de bir miting ile lanetlendi S ivas’ta 2 Temmuz 1993 yılında 33’ü aydın 2’si otel çalışanı olmak üzere 35 kişi saatler süren bir eylem sonunda diri diri yakıldılar. Devlet destekli sivil faşist çeteler eliyle gerçekleştirilen bu katliamda 2 kişi de eylemi gerçekleştiren canilerden olmak üzere, toplam 37 kişi hayatını kaybetmişti. Bu vahşeti anmak üzere katliamın 14. yıldönümünde sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler bir anma yapmak üzere Sivas’ın Ali Baba Mahallesinde bulunan Cem Evi önünde bir araya geldiler. Katılımcıların oto-büsleri Sivas’ın girişinde durdurularak, katılımcılar keyfi bir kimlik kontrolünden geçirildi. Cem Evi’nde toplanan kitle ellerinde taşıdıkları, “ Madımak Müze olsun”, “ Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, “Katiller yaktı, devlet baktı”, ”Sivas’ı unutma, unutturma”… gibi döviz ve sloganlar eşliğinde, Madımak Oteli’ne doğru yürüyüşe geçti. Polisin, Ethem Bey Parkı’na varmadan ses cihazlarının bulunduğu otobüsü kortejden çıkarmaya çalışması üzerine, Tertip Komitesi ile polis arasında kısa bir tartışma yaşandı. Polis’in bu tavrını kitle yuhaladı. Kısa bir tartışmadan sonra tekrar otobüs korteje katıldı. Ali Baba Mahallesi’nden gelen kitle ile Eğitim-Sen önünden gelen kitle, Ethem Bey Parkı’nda birleşti. Bu birleşme ile sayıları 10 bini bulan kitle Madımak’a doğru yürüyüşe devam etti. Yürüyüş boyunca yakılanların resimlerinin bulunduğu pankart ve afişler taşındı. Yine, atılan sloganlarda halkların kar-deşliğine vurgu yapılarak: “Sivas kardeşlik şehri ola- cak”, “Sivas’ı unutma, unutturma” sloganları atıldı. Yer yer “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganı atılsa da esas olarak “Türkiye laik değil, laik olacak” vurgu-su ağırlık kazandı. Valilik önüne gelindiğinde Tertip Komitesi üyeleri, Cıbıllar Parkı’ndaki Atatürk Anıtı’na çelenk koyup, Atatürk ve devrim şehitleri adına saygı duruşunda bulundular. Daha sonra yürüyüş korteji Madımak Oteli önüne doğru yürüyüşe geçerken bir grup faşistin laf atması üzerine, kısa bir arbede yaşandı. Madımak önünde bir araya gelen kitle burada tepkisini daha gür bir şekilde ortaya koydu. Kitle Madımak’ın müze olmasını, buradaki et lokantasının ruhsatının iptal edilmesini Valilikten talep edi-yordu. Bunun için imza kampanyası açılmıştı. Eylemin sonuna doğru konuşmalara geçildi. İlk konuşmayı, Tertip Komitesi Başkanı Necat Sezginer yaptı. Sezginer konuşmasında aynı gün Cem Vakfı, Hacı Bektaşi Veli Kültür Vakfı, AKP, CHP, MHP, BBP, SP, İP, Genç Parti ve çeşitli sendika temsilcilerinin yapmış olduğu anmaya tepki olarak; “Bu girişimlerin; bir takım ticari kaygılar nedeniyle yapıldığını ve 2 Temmuz’un içini boşaltmaya çalıştıklarını düşünüyorum.” dedi. KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul da konuşmasında katliamı lanetleyip, unutturmaya çalışanların olduğunu söyleyerek; “Başbakan Erdoğan’ı kazısanız altından Özal çıkar, Özal’ı kazısanız Kenan Paşa ve 12 Eylül’cüler çıkar.” dedi. PSAKD Başkanı Kazım Genç de S ivas katliamının 14. yıldönümünde bir çok ilde gerçekleştirilen çeşitli etkinliklerden bir tanesi de 2 Temmuz günü İstanbul Kadıköy Meydanı’nda gerçekleştirilen miting idi. Saat 17’de Haydarpaşa Numune Hastanesi önünde toplanan yaklaşık 3 bin kişilik kitle pankart ve sloganlarla Kadıköy Meydanı’na kadar yürüdü. Devrimci dergi çevrelerinden legal partilere, çeşitli Alevi derneklerinden, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ne kadar çok çeşitli kurumların katıldığı mitinge bizler de Yeni Dünya Gençliği olarak pankart ve flamalarımızla katıldık. Mitingin ortak basın açıklamasını Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Sekreteri Erdal Yıldırım yaptı. Yıldırım konuşmasında; barış ve kardeşliği vurgularken, Sivas katliamında devlet birimlerinin sorumluluklarını teşhir ederek, Diyanet İşleri gibi bir devlet kurumunun ortadan kaldırılmasını, Madımak Oteli’nin kebapçı değil müze yapılmasını talep etti. Son dönemde gerek Kürt halkına gerekse diğer azınlıklara karşı uygulanan şiddeti lanetleyerek, halkların kardeşliğini vurguladı. Erdal Yıldırım’ın ardından söz verilen Nesimi Çimen’in eşi Makbule Çimen de yaptığı kısa konuşmada birlik ve beraberliğe vurgu yaparak, eyleme katılan herkese bu beraberliği sergiledikleri için teşekkür etti. Ayrıca bir kez daha Madımak Otelinin müze olması talebini yeniledi. Bizler, Yeni Dünya Gençliği imzası ile katıldığımız eylemde, üzerinde “Yıkacağız duvarları, yeneceğiz barbarlığı, kuracağız sosyalizmi!” yazılı bir pankart taşıdık. Pankartın yanı sıra Sivas Katliamı’nı lanetleyen, kurtuluşun devrim ve sosyalizmde olduğunu söyleyen, bu katliamda devletin sorumluluğunu teşhir eden dövizler taşıdık. Attığımız sloganlarda katliamın lanetlenmesinin ve Kürt, Türk, Ermeni, her milliyetten halkların kardeşliğinin haykırılmasının yanı sıra, yaklaşan seçimlerin boykot edilmesi bağlamında da “Oy veme, hesap sor. Çözüm Devrimde. Oyunu verme, oyuna gelme, kurtuluş devrimde, sosyalizme” şeklinde sloganlar attık. “Yeni Dünya Gençliği” kortejimiz saf larımıza yeni katılan gençlerle daha bir coşkulu ve canlıydı. Mitingin sonunda, “2007 Genel Seçimleri: Dalaş sandıkta… emekçiye biçilen rol ne?” başlıklı seçim bildirimizden dağıtarak miting alanından ayrıldık. 3 Temmuz 2007, Yeni Dünya Gençliği ✓ 7 gündem 15-16 Haziran’ı bir piknik ile andık Y 8 eni Dünya İçin Çağrı dergisinin 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişini anma pikniği başarıyla geçti 24 Haziran’da YDİ Çağrı dergisi olarak düzenlediğimiz pikniğe 120 kişi katıldı. Piknikte açılış konuşmasında Türkiye’de ve dünyada içinden geçtiğimiz sürece değindikten ve pikniğin gündemi açıklandıktan sonra sınıf mücadelesinde düşenler için 1 dakikalık saygı duruşu yapıldı. Saygı duruşunun ardından Güney Kültür Merkezi bünyesinde faaliyetlerini sürdüren Özgürlük Korosu müzik grubu sahne aldı. Özgürlük Korosu birbirinden güzel parçalarıyla verdiği dinleti ile kitlenin beğenisini topladı. Daha sonra pikniğimizin temel konusu olan 15-16 Haziran İşçi Direnişi üzerine YDİ Çağrı temsilcisi bir konuşma yaptı. Konuşmada önce içinden geçtiğimiz süreçte yaşanan iktidar dalaşı ve yapılacak olan genel seçimler değerlendirildi. İşçi sınıfının bu yaşanan dalaşta taraf olmadığı ve gündemde duran genel seçimlerde tavrının hiçbir partiye oy vermemek, sandığa gitmemek, seçimleri bilinçli olarak boykot etmek olduğuna vurgu yapılan konuşmada, işçi sınıfının alternatifsiz olmadığı, bu alternatifin 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişiyle de gösterildiğini, işçi sınıfının kendi mücadelesini kendi ellerine alıp devrim ve sosyalizm için örgütlenmesi gerektiği söylendi. Konuşmanın ikinci bölümünde 15-16 Haziran Direnişi ve ondan çıkarılan derslere yer verildi. Konuşmanın ardından verilen arada bir yandan yemekler hazırlanırken bir yandan da gelen insanlar sohbet imkanı yakalandı. Güney Kültür Merkezi’nde faaliyetlerini sürdüren “art-niyetliler” tiyatro grubu arka arkaya bütün kitlenin dikkatlerini üzerine çeken kısa oyunlar sergiledi. Oyunlarda işçipatron, zengin-yoksul gibi temaların yanı sıra, kadın-erkek sorunu, alt kimlik-üst kimlik sorunu vb. birçok toplumsal içerikli konular işlendi. Aralara serpiştirilen espriler oyunların kitle tarafından keyifle izlenmesini sağladı. Bu temel programın yanı sıra değişik müzik dinletileri ve şiir okumaları oldu. Müzik dinletilerine ve şiir okumalarına katılan küçük çocuklar izleyenleri yetenekleriyle şaşırttılar. Yeni Dünya Gençliği pikniğe bir sunum ile katıldı. Sunumda 15-16 Haziran’ın gençlerin mücadelesi açısından taşıdığı öneme dikkat çekildi. Gençler ayrıca kendi aralarında toplanarak gençlik çalışmasını değerlendirdiler. Bir standa pikniğimize katılan Komünist KÖZ dergisi de bir mesaj sundu. Bu arkadaşlar sunumlarında 15-16 Haziran direnişinin en önemli derslerinden birinin işçi sınıfının öncü partisinin yaratılması olduğuna vurgu yaptılar. Bir bütün olarak pikniğimiz başarılı geçmiştir. Pikniğin sonunda yapılan konuşmada kitle önümüzdeki yıllar yapacağımız pikniklere de davet edildi. Akşam olduğunda herkes sıcak bir yaz gününü yeşillikler içinde anlamlı geçirmiş olmanın duygusuyla piknik yerini memnun kalarak terk etti. 25 Haziran 2007 ✓ Taksim’de iki farklı eylem, iki farklı polis tavrı... 1 6 Haziran’da Taksim’de iki eylem arka arkaya yapıldı ve her iki eylemde polisin tavrı birbirine taban tabana zıttı. Mücadele Birliği, Antikapitalist, BDSP, Devrimci Hareket, EHP, EMEP, ESP, HKM, HÖC, İşçi Mücadelesi, ÖMP, SDP, SODAP, TÖP, ÜRÜN çevrelerinin ortaklaşa düzenledikleri basın açıklamasına 100 kişi katıldı. Başlangıçta bu basın açıklaması da daha önce yapılan birçok basın açıklaması gibi rutin bir görünüme sahipti. Pankart açıldı, dövizler tutuldu ve basın metni okunacaktı ki, birden polisin sert tutumu dikkat çekti. Zorla kitlenin elinden pankart alınmaya çalışıldı. Kitlenin buna direnmesiyle ortam aniden sertleşti. Çevik Kuvvet polisleri çağrılarak önce tüm kitle çembere alındı ve sonra da kitlenin direnmesiyle insanlar zorla karga tulumba arabalara tıkıştırlarak gözaltına alındı. Teslim olmak istemeyen kitleye joplarla saldıran çevik kuvvet polisleri, bu aşırı saldırgan tutuma tepki gösteren çevredeki insanlara da saldırdı. Gazeteciler itile kakıla olay yerinden uzaklaştırıldı. Devrimci basından olanlar tespit edilip “siz basın değilsiniz” denilerek gözaltına alındılar. Proleter Devrimci Duruş sorumlu yazı işleri müdürü basın tanıtım kartını göstermesine rağmen “sen basın değilsin çekim yapamaszın” denilerek şiddet kullanımıyla arabaya sokularak götürüldü. Herşey çok kısa zamanda oldu. Polis o kadar abartılı şiddet kullandı ki bu oradan geçenlerin bile tepkisini çekti, “insanlara neden şiddet uyguluyorsunuz” diyenler hırpalanarak gözaltına alındılar. Öğrendiğimize göre 30’un üzerinde gözaltı oldu. Bütün bunların elbette bir açıklaması vardı. Polisin abartılı şiddet kullanımı hiç de yeni değil. Zaman zaman devrimciler bundan nasibini alıyorlar. Ancak burada fazla bir uyarı olmadan polisin doğrudan provokasyona ve saldırıya geçmesi burjuva medyayı da şaşırttı. Evet son dönemde teröre karşı mücadele adına ortam bilinçli olarak iyice geriliyor. Bu eylem de zaten buna karşı yapılmak istenmişti. Zorla el konulan pankartta: “Kışkırtmalara, provokasyonlara, linçlere, katliamlara son! Kürt halkına özgürlük!” yazılıydı. Dövizlerde “Yaşasın halkların kardeşliği” yanısıra “Kahrolsun MGK” da deniyordu. İşte bütün bunların hepsi polis saldırısı için yeterdi de artardı da. Polis bu tavrıyla en son çıkarılan polislerin yetkilerini genişleten yasayı tepe tepe kullanacağını da göstermiş oldu. Tamamen tepkisiz ruhsuz sindirilmiş bir toplum yaratılmak isteniyor. Demokratlığın asgari gereklerinden biri olan Kürt halkı üzerindeki basklılara karşı çıkmak terörizme destek olarak görülüyor ve o biçimde muamele görüyor. Bu eylemin hemen ardından devrimcilere ve Ermenilere karşı şovenist ve saldırgan tutumları nedeniyle geçtiğimiz dönemde devrimci gruplar tarafından dışlanan HKP (Halkın Kurtuluş Partisi)’nin 15-16 Haziran’ı anma etkinliği vardı. Sadece AKP’ye ve AB ve ABD’ye eleştiri getirilen ve Genelkurmay’ın son açıklamalarına, Kuzey Irak’a karşı bir operasyon hazırlıklarına karşı ve Kürt halkına karşı savaşın tırmandırılmasına karşı hiçbir eleştiri getirilmeyen bu eyleme polis saldırmadı. Yanına bile gelmedi. Parti bayraklarının ve Büyük boy bir Hikmet Kıvılcımlı posterinin açıldığı bu eylem yapılan uzunca basın açıkllaması ertesinde hiçbir olay çıkmadan sona erdi. Aslında polisin aynı gün, aynı yerde yapılan iki eyleme karşı bu taban tabana zıt tavrına şaşmıyoruz. Polisin tavrı turnusol kağıdı gibi, faşizmin bugün kimleri tehlikeli gördüğünü ve kimleri tehlikeli görmediğini açıkça gösteriyordu. Son dönemde Kürt halkına karşı iyice geliştirilen baskı ve terör ortamına dur demek her işçinin, emekçinin ve demokratın görevidir. Genelkurmayın yaptığı açıklamada kitleler “terör eylemlerine” karşı “kitlesel refleks göstermeye” çağrıldı. Bunun halkları birbirine düşürmekten başka bir anlam taşımadığı ortada. Öyleyse işçilerin, emekçilerin görevi halkları birbirine düşürmek isteyen, halkları birbirine düşman etmek isteyen, şehit cenazelerini iktidar dalaşında kitleleri peşine takmanın bir aracı olarak kullanmak isteyen bu anlayışa dur demektir. Görev Kürt halkıyla dayanışma göstermektir. Görev halkların kardeşliğini yüksek sesle haykırmaktır, halkların kardeşliğinin devrimle gerçekleşeğini bilerek devrim için örgütlenmektir. Halkların kardeşliği için tek yol devrim! Biji Bratiya Gelan! ✓ gündem Halkın Hakları Forumu yapıldı 8 -10 Haziran tarihinde “Halkın Hakları Forumu” Ankara’da Halkevleri ve A.Ü. SBF Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından düzenlendi. Üç günlük foruma ülke içinden ve uluslararası alandan birçok konuşmacı davet edilmişti. Forumlarla ve çalışma gruplarıyla iyi organize edilmiş olan etkinliğe her gün ortalama 500600 civarında insan katıldı. 8 Haziran’da yapılan Halkın Hakları Kadın Forumuna katılamadık. 9 Haziran’da yapılan ana forumun açılış konuşmasında Halkevleri Genel Başkanı Abdullah Aydın, emperyalizmin politikalarını eleştirerek neoliberalizmin dayattığı dünyayı reddettiklerini söyledi. Türkiye’de sahte saflaşmanın halkın gündemi gibi sunulduğunu, halkın kendi gündemi olduğunu, halkın gerçek halk demokrasisi istediğini, egemenlerin çıkarlarının halkın çıkarlarıyla bağdaşmadığını, forumun bir amacının da soldaki yenilenmeci süreci hızlandırmak olduğunu ve halkın ortak mücadele kürsüsünü kuracaklarını savundu. 1. Oturumun moderatörlüğünü yapan Metin Özuğurlu neoliberalizmin bir sermaye stratejisi olduğunu, emperyalizmin günümüzdeki yeni bir sömürgeci stratejisi olduğunu savundu. Özuğurlu, nasıl ki proletarya tüm insanlığı kendisiyle birlikte kurtaracak biricik sınıftır deniyorsa, burjuvazi için de tüm insanlığı kendisiyle birlikte yok edecek biricik sınıf demek gerektiğine dikkat çekti. Bu oturumda söz alan diğer konuşmacılar da neoliberalizmin değişik yönlerini irdelediler. Prof. Dr. Yasemin Özdek sosyal devlet uygulamasının kapitalizm için bir istisnai uygulama olduğunun anlaşıldığını ve kapitalizmin neolibe- ralizm ile birlikte özüne döndüğünü savundu. Özdek ayrıca mülkiyet hakkının bir insan hakkı olarak durduğu sürece halkın haklarının hiçbirisinin kalıcı olmadığına vurgu yaptı. Dr. Fuat Ercan sermayenin kamusal alanı ele geçirdiğini ve bazı alanları (eğitim, sağlık vb.) metalaştırdığını ileri sürdü ve günümüzde kapitalizmin yaşamımızın hemen hemen her alanına sinmiş olduğuna ve o nedenle kapitalizme karşı mücadeleyi hemen hemen her alanda yürütmek gerektiğine vurgu yaptı. K a n a d a S a i nt M a r r y ’s Üniversitesinden Henry Veltmeyer Sivil Toplum Kuruluşlarının neo liberalizme karşı mücadele adı altında aslında onu akladıklarına dikkat çekti. Prof. Dr. Korkut Boratav seçimler de dahil yapay gündemlerle halkın haklarının unutturulduğunu söylerek, işçinin bu düzende tek bir hakkının olduğunu -işgücünü satma veya satmama hakkı- savundu. Boratav konuşmasında “siyaset elini ekonomiden çek” neo liberal sloganının eleştirisine önemli bir yer ayırdı, ancak o bu sloganı vahşi kapitalizme geri dönmek olarak eleştirirken açıkça devlet kapitalizmini savunan pozisyona düştü. O bu konuda şunları söyledi: “Devletin küçültülmesi halkın devletten beklentilerini kaldırır, halkı siyasetten soğutur ve halkı başka mecralara yöneltir: tarikatlara ve şövenizme.” Oturum moderatörünün “sadece benim değil bu ülkede sosyalizm mücadelesi veren herkesin öğretmeni” diye tanıttığı Boratav’ın neo liberalizme karşı devlet kapitalizmini savunması dikkat çekiciydi. Meksika Oaxaca Halk Meclisi (APPO) temsilcisi Rocio Luna Acevedo Meksika ve Oaxaka hakkında bilgi verdikten sonra öğ- retmenlerin grev mücadelesini ve APPO’nun oluşum sürecini anlattı. Halkın hakları hareketinin halkın kendi kaderini tayin hakkı hareketi olduğunu savunan Acevedo, sözlerini halkların geleceğinin neo liberalizme karşı mücadelede yattığını savunarak bitirdi. Öğleden sonraki “Ortadoğu ve Kafkaslarda Emperyalist Politikalar, Barış Hakkı” başlıklı 2. oturumda Sendika.org moderatörü Umar Karatepe, Türkiye’de emperyalizme ve neoliberalizme karşı umut verici gelişmelerin olduğunu –buna 1 Mart tezkeresinin önlenmesini ve sağlık hakkı mücadelesini örnek olarak verdi- ve Türkiye’nin emperyalizme ve neoliberalizme karşı mücadelesinin Ortadoğu ülkelerine model oluşturabilecek durumda olduğunu savunarak gerçek durumu oldukça abarttı. Lübnan Komünist Partisi temsilcisi Ahmad Dirki Lübnan’ın yapısı hakkında bilgi verdi, Lübnan’ın politik yapısının bir dine değil mezheplere dayandığını savundu. Siyonist devletin 30 küsür günlük saldırısının direnişle geri püskürtüldüğünü anlatan Dirki, direnişi Hizbullah’ın tek başına yürütmediğini, KP’nin bu direnişte Hizbullah’ı desteklediğini ve İsrail’in emellerine ulaşamadığını savundu. Dirki daha sonra gelen sorular üzerine Lübnan’daki özgün koşullar nedeniyle Siyonist harekete karşı her harekete destek verebileceklerini belirtti. Hizbullah antiemperyalist olmamasına karşın bir emperyalist proje olan Siyonist projeye karşı mücadele yürüttükleri sürece onu destekleyeceklerini savundu. Dirki emperyalist projeyi engellemek için tek bir sol cephe oluşturmaya çalıştıklarını anlattı. ABD’li yazar/sosyolog James Petras “Büyük Yahudi Komplosu”ndan bahsettiği konuşmasında ABD emperyalizminin ne kadar kötü olduğunu, ayrıca Siyonist İsrail’i neden desteklediğine kanıt olarak, ABD hükümetinin bir sürü siyonistin egemenliği altında olduğunu savundu. Petras’ın konuşmasına açık ve kaba anti-semitizm damgasını vurdu, Petras adeta her kötülüğün arkasında Yahudi hainliğini arıyordu. Halkevlerinin forum değerlendirmelerinde iyi ilişkiler içerisinde oldukları bu zatın antisemitizmine tek kelime eleştiri getirmemiş olmaları dikkat çekicidir. 10 Haziran’da yapılan Kürt Sorunu konulu 3.oturumda TİHV Genel Başkanı Yavuz Önen devletin zorunlu göç, yakılıp yıkılan köyler vb. politikalarla Kürtleri yok etmeye çalıştığını ancak bunun kolay olmayacağını savundu. Kendi üretim ve kültür ortamlarından sökülmelerinin Kürtlerin tarihlerinde yaşadıkları en ağır olay olduğuna vurgu yaptı. Bu belirlemelerden sonra Önen, savaş ortamının iki tarafın (devletin ve PKK’nin) bize yaşattığı bir ortam olduğunu ileri sürerek, savaşın asıl kaynağının ve asıl sorumlusunun gözlerden gizlenmesine katkıda bulundu. Önen Kürt sorunundaki en önemli handikapın solun devrimci kesiminin zayıf olmasından kaynaklandığını ve sonucun tırmanan milliyetçilik olduğunu savundu. Önen Genelkurmay’ın teröre karşı kitlesel refleks çağrısının bir içsavaşa gidiş olarak değerlendirilebileceğinin altını çizdi. Önen solun ortak bir program etrafında birleşmesi gerektiğini savundu. “Türkiye barışını arıyor” girişiminin temsilcisi Seydi Fırat Türkiye’nin bütün tarihi boyunca Kürt sorununu inkar politikası izlediğini anlattı. Sendika.org yazarı Ferda Koç yaklaşık 30 yıllık silahlı biçimler de alan Kürt Sorunu’nun 25 yılını içsavaş tehlikesi yaratmaksızın geliştiğini, son beş yıldır ise Kürt sorununun bir iç savaş tehlikesi zorlanarak geliştiğine dikkat çekti. Bu arada Kürt siyasetinin de Kürt gençleri arasında gelişen intikam yaklaşımlarını empatiyle karşılamaya başladıklarının altını çizdi. Şu andaki iktidar dalaşına da değinen Koç, ordu, okul ve yargıdan oluşan “ordu bloku”nun psikolojik savaş taktiklerini önplana çıkardığını, ordu blokunun iktidar mücadelesinin toplumu da kapsadığını, Türkiye solunun geleneksel tabanını oluşturan eğitimli-aydın kesimlerin ordu blokunun tabanını oluşturmaya başladığına dikkat çekti. İnisiyatifi ele geçirmeye çalışan ordu merkezli siyasetin “Kürt sorununu, terör ve terörün himayesi sorununa” indirgeyen anlayışı tekrar hakim kılarak 30 yıl önceki terminolojiye geri dönüldüğünü ileri sürdü. Koç şunları söyledi: “Kürt yoktur demek Kürt düşmandır demekle eş anlamlıdır. TC devletinin şu andaki çizgisi Kürt düşmanıdır.” Güney Afrika’dan katılan Sibu Zikode, kendi ülkesinde sorunun esasının zenginlerle fakirler arasında olduğunu savunarak, Türkiye’de de Kürtler ile Türkler’in arasındaki sorunun çözümün halkların kendisinde olduğunu, dışarıdan yardımla bu sorunun çözülemeyeceğine vurgu yaptı. Seçimler konulu 4. oturumun moderatörü Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Dr. Arzu Çerkezoğlu içinden geçilen kriz sürecinin 22 Temmuz seçimleriyle de çözülemeyeceğini savundu. Araştırmacı yazar Fikret Başkaya Türkiye’nin modernite devrimini hiçbir zaman yaşamadığının altını çizdi. Egemenlerin “laiklik elden gidiyor” korkusu yaratmaya çalışmalarının gerçekleri doğru yansıtmadığını, egemenlerin asıl korkusunun kendi statülerinin elden gitmesi olduğuna dikkat çekti. Yurtsever Cephe sözcüsü Kaya Güvenç Türkiye’de sahte bir kutup- 9 yaşam temellerini koruma mücadelesi 10 laşma yaşandığını gerçek kutuplaşmanın işçi sınıfı ile sermaye arasında olduğunu belirterek, seçimleri de işçilerin sermayeyle yüz yüze gelmesi için kullanmak gerektiğini savundu. ÖDP İstanbul İl Başkanı Alper Taş Türkiye’deki kutuplaşmanın bir tarafında neo liberalizm taraftarlarının olduğunu diğer ucundaysa ulusalcı kesimin olduğunu solun da bu süreçte etkisiz kaldığını savundu. Taş konuşmasında bugünün görevinin bireycileşmeye ve cemaatleşmeye karşı toplumsallaşmayı örgütlemek olduğu belirlemesini yaptı. Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı İlknur Birol yukarda gerçekleşen kutuplaşmanın her iki tarafının da emperyalizmin neoliberal programıyla herhangi bir sorunu olmadığını savundu. Birol konuşmasının devamında asgari temelde birleşemeyen solun kimliksizleştiği tespitini yaptı. Son oturumda forumların ve çalışma gruplarının sonuç bildirgeleri okundu. Halkevleri ve A.Ü. SBF Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezinin ortaklaşa düzenledikleri ve bir dizi sendikanın ve kurumun destek verdiği Halkın Hakları Forumu kuşkusuz düzenleyenler açısından başarılı olmuştur. Birkaç gün içerisinde bir çok konunun masaya yatırılıp enine boyuna tartışılması hiç kuşkusuz katılımcılar açısından da faydalı olmuştur. İçerik olarak foruma anti-neoliberal söylem hakim olmuştur. Halkın bir parçası olarak işçi sınıfından yer yer bahsedilse de, yeni mücadele biçimleri arayışının bir sonucu olarak işçi sınıfını merkeze koyan ve Marksist Leninist bilime dayanan “eski” sınıf mücadelesi anlayışı yerine, halkı bir bütün olarak temel alan ve onun tek tek alanlardaki mücadelesini örgütlemeyi hedefleyen bir anlayış geliştirilmeye çalışılıyor. Bu anlayışın en önemli bazı köşe taşları şunlar: bir bütün olarak kapitalizmi ve emperyalizmi hedef alan bir mücadele yerine emperyalizmin günümüzdeki bir politikasını, neoliberalizme karşı mücadeleyi hedef leyen bir anlayış geliştirilmektedir. Bu anlayış sendikalarda sınıf eksenli mücadele yerine toplumsal hareket sendikacılığı anlayışını yerleştirmeye çalışıyor. Bu anlayışın anda Türkiye’deki önde gelen savunucusu, Latin Amerika modelini de temel alan Halkevleri çevresidir. Halkevleri “Halkın Hakları Mücadelesi”ni de bu anlayışla örgütlemektedir. Bu anlayış günümüzde değişen dünya karşısında klasik Marksizm-Leninizmin artık eskimiş olduğunu savunarak aslında sınıf mücadelesini terk etmekte ve her ne kadar yer yer devrim kelimesini kullansa da aslında düzen içi reformist mücadelede konaklamaktadır. Halkların hakları da işçi sınıfı öncülüğündeki devrim mücadelesi ile kazanılacaktır! 29 Haziran 2007 ✓ 5 Haziran Dünya Çevre Günü! yeceği açıklanmaktadır. Verilere göre Himalayalar’da sıcaklıklar son 30 yıl içinde 10 yılda bir 0.6-0.15 derece arttı. Uzmanlara göre, 50’li yıllarda Nepal’de dağ göllerinin sayısı bir düzine kadardı. 2000 sayımlarındaysa 2 bin 400 göl tespit edildi. Şimdi bunların 14’ü taşmak üzeredir. Bu veriler, örnekler kabaca da olsa çevrenin durumunu göstermektedir. Aslında ortada kutlanacak bir durum yok! Yılda bir gün yetmez! 1 972 y ı lında Stock holm’ de “Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı” yapıldı. Bu konferansta, güya “temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşamanın temel bir insan hakkı olduğu” karar altına alındı. 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren, konferansın toplandığı tarih olan 5 Haziran, Dünya Çevre Günü ilan edildi. O zamandan bu yana her yıl 5 Haziran’da; “çevre günü” kutlanıyor. Çevrenin önemi üzerine tumturaklı nutuklar atılıyor. “Temiz ve sağlıklı bir çevre”nin önemi üzerine vb. duruluyor. Ancak kar uğruna doğanın hoyratça talan edilmesi, çevrenin kirletilmesi son hızla devam ediyor. Doğal dengenin değişmesi sonucu olarak doğa alarm veriyor. Çevreyi katledenlerin, kar uğruna doğal dengeyi dinamitleyenlerin, yılda bir günü çevre günü ilan edip kutlamaları sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Kar uğruna doğayı yağmalayanlar çevre gününü kutluyorlar. Ne büyük iki yüzlülük! Küresel ısınma iklimlerin değişmesine yol açtı. Dünyanın ısısı giderek artıyor. Buzullar eriyor. Deniz seviyesi yükseliyor. Tatlı su kaynakları giderek azalıyor. Kimi bölgelerde kuraklık yaşanırken, kimi bölgelerde aşırı yağışlar sellere neden oluyor. Aşırı sıcaklar, aşırı soğuklar değişen iklim döngüsünün birer parçası. Ormanlar giderek yok oluyor. Nehirler, denizler kirletiliyor. İçtiğimiz su, soluduğumuz hava, yediğimiz yiyecekler kirletiliyor. Çevre gününde çevrenin hali Temelinde fosil yakıtların kullanımının durduğu sera gazı salınımı, dünyanın ısısının giderek artmasına neden olmaktadır. Atmosferde karbondioksit miktarı hızla artmaktadır. Kuzey Kutbu dünya ortalamasının iki katı hızla ısınmaktadır. Bu durum sadece kutup bölgelerini ilgilendiren bir konu değildir. Buzulların çoğu kutup bölgelerinde olmasına rağmen, erime dünya çapında olumsuz sonuçlara neden olacaktır. Buzulların erimesi, çoğunluğu Asya’da olmak üzere yaklaşık 1.5 milyar kişiyi etkileyecektir. Kuzey yarımkürede Mart, Nisan aylarındaki kar miktarı son 30-40 yılda yüzde 7-10 oranında azalmıştır. Son 30 yılda deniz buzunun kışın yüzde 6-7, yazın yüzde 10-12 azaldığı, yüzde 10-15 oranında da inceldiği belirtiliyor. Nepal’in başkenti Katmandu’da toplanan iklim konferansında, BM Çevre Programı yetkililerinin yaptığı açıklamaya göre Himalaya buzullarının hızla eridiği ve sıcaklıkların artmaya devam etmesi halinde 50 yıla kadar buzul ve karların tamamen eri- Kapitalist barbarlığın kar uğruna insanlığın geleceğini ipotek altına aldığı bir durumda; sadece 5 Haziran günü çevreyi hatırlamak, çevrenin önemi üzerine durmak yeterli mi? Biz olmadığını söylüyoruz. Kapitalizm dünyayı mahva sürüklüyor. Üzerinde yaşanılabilinir bir çevrenin olmadığı bir ortamda, doğal olarak insanlık da olmayacak! Çevre sorunu bu anlamda sınıf mücadelesinin önemli sorunlarından biridir. Çevre sorunu üzerine günlük siyasi çalışma içinde durulmalı, çevre alanı düzen içi çözümlerle uğraşan burjuva çevrecilere bırakılmamalıdır. Çevreyi korumak insanlığı korumaktır! Bu anlayışla kapitalist barbarlığa karşı mücadeleye, örgütlenmeye! 19 Haziran 2007 ✓ Amed’de festival coşkusu B u yıl 7.si düzenlenen festival 30 Mayıs ve 3 Haziran 2007 tarihlerinde yapıldı. Büyük Şehir Belediyesinin öncülük ettiği festival 5 gün sürdü, bu süre zarfında çeşitli paneller ve konserler verildi. Ağırlıklı olarak Kürtçe ve Zazaca dilinde söylenen türküler kitlenin coşkusuna sahne oldu. Son gün etkinliği Aynur, Mor ve Ötesi ve Xero Abbas’ ın verdiği konserle son buldu. Etkinlikte Kürtçe ve Türkçe konuşma yapan iki sonucu vardı, öncelikle bir gün sonra yapılan “Bin Umut” adaylarının tanıtılması ve parti binasının açılışına halk davet edildi. Son g ün konuşmasını yapan Belediye Başkanı Osman Baydemir, festivalle ilgili kimi bilgiler verdi, örneğin 7 yılda festivale katılan sanatçı sayısı 1500 olması gibi veriler. Devamında 22 Temmuz seçimlerinde “bağımsız adaylarla” bu seçime katılan DTP adayları ve destek sunan insanlarla birlikte seçilmiş belediye başkanlarıyla kitleyi selamladılar. Her yıl olduğu gibi bu yılda başarılı geçtiğini bu anlamda emeği geçenlere teşekkür etti. Devamında Aynur sahne aldı ve çoğunluğu genç olan insanlar eylendiler, Mor ve ötesinde kimi insanlar ayrıldılar, devamen Xero Abbas sahne aldığında yine geri gelenler oldu. Festivalde öne çıkan en belirgin durum bu bölgede dili ve yaşam tarzlarıyla bir ulusun varlığı ve onların dillerinde söylenen türkülerle nasıl coştuklarına tanık oldum. Ayrı bir ulus ve o ulusun kendine has özellikleriyle kültürlerini yansıtırken başka ulusların dillerinde sanatçıların seslendirdikleri müziklere de eşlik etmekteydiler, işte müziğin evrenselliğine burada nasıl yansıdığına da tanık olabilirsiniz. Bu festivale yüz binler katılarak coşkulu geçmesini sağlamıştır. Böylesi etkinliklerin halkların ve işçi ve emekçilerin birlik ve yeni dünya özgürlüğünün önemli bir taşı olması için hep birlikte yeni güzelliklere varmaya... Haziran 2007 ✓ panorama PANOR AM A G8 Zirvesi 2007’den… - ALMANYA - G 8 Zirvesi, her sene yenilenen ve her seferinde bir başka üye ülkede gerçekleştirilen bir toplantı. Sözkonusu toplantıların bu yılki alanı Almanya’nın doğu denizinde, Meklenburg-Vorpommern eya letindek i Heiligendamm’ dı. Sözkonusu zirve 6-8 Haziran tarihlerinde gerçekleştirildi. Zirveyi gerçekleştirenler sekiz emperyalist güç. Bunlar yaptıkları zirvelerde dünyanın ekonomisi ve siyaseti bağlamında hem kendi aralarındaki sorunları, çelişkileri görüşmek, hem de dünya işçilerine, emekçilerine ve ezilen halklarına karşı ortak bir siyaset belirlemeye çalışmaktadırlar. Kısaca sekiz büyük haydut, dünya üzerinde egemenliklerini sürdürmek ve geliştirmenin dalaşı içindedirler. Kendi aralarında dünya pastasından en büyük parçayı kapma dalaşı içinde olsalar da, ezilenlere karşı ortak davranış içindedirler bu haydutlar. Bu haydutlar, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya’dan oluşmaktadır. Bunlar, kimi verilere göre dünya nüfusunun %13,2’sini, dünya ticaretinin ihracatının %43,3’ünü ve dünya ticari gücün %41’ini ellerinde bulundurmaktadır. 2007 yılının şimdiye kadarki verilerine göre dünya çapında 946 milyarderin 627’si bu sekiz ülkede bulunmaktadır. ABD emperyalizmi tek başına 415 milyardere sahiptir. Dünyanın en zengin %10’u dünya üzerindeki toplam zenginliğin %85’ini elinde tutmaktadır. Bunun da en zengin %2’si, %51’in sahibi konumunda. Dünya nüfusunun yarısı yoksullar ise sadece, evet evet sadece toplam zenginliğin %1’inin sahibi… Toplam zenginliğin %14’ü ise nüfu- sun geri kalan %40’ı tarafından paylaşılmaktadır. Böylece dünya nüfusunun %90’ının toplam zenginlikteki payının sadece %15 olduğu ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz ki dünya nüfusunun %50’sinin durumu gerçekte ne yaşanacak, ne de taşınacak bir durum… Yaşadığımız dünya böyle bir dünya! İşte bu durumdaki bir dünyanın egemenliğini kendilerine bahşetmeye çalışan emperyalist sekiz güç, bu dünyanın gidişatını da belirlemeye çalışmaktadır. ZİRVENİN GÜNDEMİ… Zirvenin gündeminde her seferki gibi çok sorun vardı. Dünya ekonomisi, dünya ticareti, küreselleşme, patent hakkı sorunu, dış politika, Afrika, iklim sorunu, eşikteki ülkeler vb. vb. sorunlar. Bu başlıklar altında da başka sorunlar. Örneğin Kosova sorunu, Ortadoğu’da savaş, Irak, İran sorunu, Filistin-İsrail, Lübnan sorunu gibi sorunlar da gündemin parçalarıydı. Medyaya yansıyan haber ve yorumlara göre iklim ve Afrika sorunu öne çıkan sorunların başında geliyordu. Fakat, diğer sorunlar da en azından bu sorunlar kadar sözkonusu emperyalist güçleri ilgilendiriyordu. Örneğin patent hakkı sorunu aslında bu emperyalist güçler için Afrika ve iklim sorunundan daha önemliydi. Ama, kamuoyuna yönelik propaganda da öncelikle tüm dünyayı ilgilendiren iklim sorunu ve kendilerinin ne kadar “yardımsever” olduklarını göstermek için de Afrika kıtasına yardım sorununu işlettiler. ZİRVENİN DAVETLİLERİ… Son yıllardaki G8 zirvelerine G5 de diye anılan Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika ve Güney Afrika da davet edilmektedir. Bu güçler arasında özellikle Çin ve Hindistan öne çıkmaktadır. Öyle bir duruma gelinmiştir ki, dünya ekonomisi, ticareti veya iklim ya da Afrika sorunu çin sözkonusu edilmeden tartışılamamaktadır ve eğer “çözüm” aranıyorsa, Çin’in işin içinde olmadığı yerde “çözüm” de bulunamamaktadır. Sözkonusu bu ülkeler aslında G8 güçleri tarafından “kulakları çekilmek” istenen ülkeler olarak görülse de, güçleri gerçekte yetmemektedir bunlara… G8 zirvelerine her sene öne çıkarmak istedikleri konuya göre başka ülkeler de davet edilmekte ve son gün yemek masasında da olsa görüşmelerde bulunmaktadırlar. Bu seferki zirvede yukarıda adı geçenler dışında Mısır, Cezayir, Nijerya, Senegal ve Gana’nın yöneticileri davet edildi. ZİRVENİN ÖNLEMLERİ… Gündemi ve katılımı böyle olan zirve için alınan önlemleri en azından özetle aktarmazsak, okuyucularımıza haksızlık yapmış oluruz. Çünkü bu seneki zirve için alınan önlemler sonucu kamuoyunda zirvenin sembolü haline gelen 12,5 kilometre uzunluğunda ve 2,5 ile 3 metre yüksekliğindeki tel örgü ve betonlu ve deniz kesiminde 3,5 kilometrelik çelik ağla sarılan toplam 16 kilometrelik çitduvardan bahsedilmezse olmaz. Zirvenin yapılacağı alanın çevresi kelimenin gerçek anlamında tel örgülerle sarılmış olduğundan dolayı, sözkonusu alan kimi siyasi mizah yapılan skeçlerde Guantanamo’ya benzetildi ve G8 şeflerinin bu kodese tıkılması gerektiği talepleri yükseldi. Yine, 16 kilometrelik çapta olan alanı korumak için alınan önlemlerden bahsedilmezse, burjuva demokrasisinin faziletlerinden mahrum kalmış oluruz. Dünyanın en büyük haydutlarından sekiz haydut, boğazlarına kadar silahlı ve dünya üzerinde sayısız savaşın sürdürücüsü… Buna rağmen ama yapacakları üç günlük bir toplantı için normal insanın aklının alamayacağı kadar “güvenlik” önlemi almaktadırlar. Galiba korkuyorlar? Galiba demek bile yanlış galiba! Çünkü korkmasalar neden toplantılarının yapılacağı alanı böyle tel örgülerle sarsınlar ki. Tel örgüler, ağlar, çitler kendi başlarına yetmiyor tabii ki. Bir de bu tel örgüleri, çitleri, ağları; havadan, karadan ve denizden koruyan güçlere ihtiyaçları var. Yapılan açıklamalara göre 16 bin polis, 1100 asker –sonradan açığa çıktığı kadarıyla en azından 2100 as- ker–, Tornado uçaklarının devreye girmesi ve savaş gemilerinin –bunların Almanya ve ABD’nin savaş gemileri olduğu yönlü bilgi medyaya yansıdı– koruması altında bir zirve gerçekleştirildi. Alman emperyalizmi Federal Ordu güçlerinin ülke içinde müdahale etmesi gerçekte kendi anayasalarını çiğnemektir. Fakat bir yıldan önce başlatılan zirve hazırlıkları içinde, daha Mayıs 2006’da ordu güçlerinin, tornado uçaklarının müdahalede bulunmasının kararlaştırıldığı da zirve sonrası tartışmalarda ortaya çıktı. Zirvenin maliyeti ise 100 milyon avrodan fazla tahmin edilmektedir. Alınan önlemler sadece bunlar değildi tabii ki. Zirve öncesinde “sol” otonom kesimin üzerinde kelimenin gerçek anlamında terör estirildi. Dernekler basıldı, bilgisayarlar başta olmak üzere malzemelere el kondu ve baskıları yoğunlaştırmanın bir aracı olarak kamuoyuna sözkonusu “sol” kesimin G8’e karşı “terörist bir örgütlenme” çabası içinde olduğu yalanı yaygınlaştırıldı. Tutuklamalar, gözaltına almalar, eylemlerin yasaklanması ve bu baskıları protesto eden yürüyüşçülerden fazla polisin gösteride bulunduğu önlemler vb. gerçekte burjuva demokrasisinin emperyalizm çağındaki gerici yüzünü ortaya koyuyordu. Burjuva demokrasisinin, egemenlere karşı olanlara, muhalefete ve emekçilere karşı diktatörlük olduğu gerçeği pratikte bir kez daha yaşandı. Burjuvazinin diktatörlüğü G8 güçlerine karşı olan, onların toplantısını protesto eden güçlere karşı tüm süreçte gösterildi. Genel olarak yasaklar 30 Mayıs’tan 8 Haziran’a kadar sürdü. 2 Haziran’da yapılan yaklaşık 80 bin kişinin katıldığı protesto yürüyüşünde polisin provokasyonu ve saldırıları, kamuoyuna protesto eylemcilerine karşı sonraki günlerde yapılan saldırıların “haklı” gösterilmesinin aracı olarak kullanıldı. Bu temelde de G8 zirvesinde tartışılanlardan çok, çatışmalar, önlemler ve sayısı yüksek gösterilen yaralı polislerin durumu üzerine tartışmalar öne çıktı. Kitlelerin dikkati bir kez daha bilinçli olarak başka yönlere çekildi. ZİRVENİN ÖNE ÇIKAN KİMİ ÇELİŞKİLERİ… Zirve öncesinde Rusya Başkanı Putin’in ABD emperyalizminin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde oluşturmak istediği radar ve füze üsleri planına karşı açıklamaları, özellikle Rusya ile ABD emperyalizmi arasındaki çelişkileri öne çıkardı. Rusya ile diğer güçler arasındaki 11 panorama çelişkilerden biri de Kosova bağlamındaki yaklaşım oldu. Putin’in takındığı tavırlar esas olarak Rusya’nın dünya üzerindeki nüfuzunu güçlendirme yönlü siyasette daha fazla rol oynamaya kalkıştığını ortaya koydu. G8’in gündeme aldığı konuların büyük bölümünde ise, bu emperyalist güçlerin çelişkileri, G8 içinde yer almayan, ama son yıllarda dünya çapındaki siyasette giderek daha fazla rol oynayan Çin emperyalizmi gibi bir güç iledir. Somut bakıldığında Çin Afrika’da diğer emperyalist güçlerin tozunu atmaktadır. İklimi kirletme konusunda, Co2 gibi karbondioksit gazını ABD emperyalizminden sonra en çok atmosfere yayan ülke durumundadır Çin. Sadece bu konularda değil, patent hakkı konusunda da ABD ve Avrupalı emperyalist güçleri zorlayan esas güç de Çin’dir. Tam da bu yüzden Çin, G8’in gelecekteki dokuzuncu gücü olarak düşünülmektedir. Buna paralel Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika ve Güney Afrika gibi ülkelerin G8’e karşı kendi aralarında bir başka grup oluşturması da tartışılan bir konudur. SONUÇLAR NEDİR? Böylesi zirvelerin esas dokümanları, zirveden önce taraf güçlerce tayin edilen temsilciler arasındaki görüşmelerde hazırlanmaktadır. Devletlerin başları da bir araya gelip sözkonusu tavırları gözden geçirmekte ve son sözlerini söylemektedirler. Buna rağmen ama zirvenin açıklanan sonuçları genelde hep bir amaç ilanı, istek ve arzuyu dile getirme ilanından öteye geçmemektedir. Bu zirvede de böyle oldu. Zirve öncesinde çelişkiler olduğundan çok daha abartılı gösterilerek zirvede yapılan ortak ama bağlayıcı olmayan açıklamalar başarı olarak kamuoyuna satılmaya çalışılmaktadır, bu zirvede de aynen böyle yapıldı. Gerçekte ise çelişkili hiç bir konuda anlaşma sağlanamadı. İklim konusu ne kadar öne çıkarılsa da bağlayıcı bir karar alınmadı. Gerçekte zirve sonuçta dilek ve isteklerin dile getirildiği bir şov olmanın ötesine geçmedi. Bu da aslında G8 denen güçlerin, tartışılan noktalarda kendileri arasındaki çelişkilerin derinliğinin de bir işaretidir. Önümüzdeki dönem, emperyalistler arası çelişkilerin, ilişkileri başka biçimlere büründürebileceği, yeni işbirliklerinin doğabileceği ve çelişkilerin şiddetlenebileceği gelişmelere gebe. Dünyanın işçilerinin, emekçilerinin ve ezilen halklarının görevi, emperyalizmin, emperyalist güçlerin köküne kibrit suyu dökecek; bu sömürü sistemine, barbarlığa son verecek devrim mücadelesini yükseltmektir. 25 Haziran 2007 ✓ 12 G8 Zirvesi ve “Afrika sorunu”… G8 Zirvesi’nin öne çıkan gündem maddelerinden biri de “Afrika sorunu” idi. Bu bağlamda tartışılması beklenen ya da istenen konular, şimdiye kadar verilen sözlerin, vaatlerin yerine getirilmesi, borçların silinmesi, iyi yönetim, reform yanlısı hükümetlerle ortaklığı güçlendirmek ve AİDS, verem ve malarya gibi hastalıklara karşı mücadele vb konulardı. İklim sorunu ve diğer konularda olduğu gibi, bu konuda da bağlayıcı bir karar beklenmiyordu. Esas olarak bir amaç ilanı ve emperyalistlerin ne kadar “yardım sever” olduğunun propagandası yapıldı. Kuşkusuz ki G8 zirvesinden beklentilere sahip olan kesim de az değil. Fakat bu kesim bile, yeni vaatler duymaktan çok, verilmiş vaatlerin yerine getirilmesini isteme talebiyle kendisini sınırlamaktadır. G8 ülkeleri sürekli olarak Afrika’nın kendileri için ne kadar önemli olduğunu ve yoksulluğa karşı mücadele için hazır olduklarını anlatsalar da, gerçekte yaşananlar bunun tersidir. Çok kısa ifade edilirse, Afrika’nın andaki yoksulluğunun esas suçluları doğrudan Afrika’da sömürgecilik yapan ve anda dünyayı felaketlere süren emperyalist güçlerdir. Patent hakkından tarım ticaretinin geri bıraktırılmasına, kırsal alanda gelişmenin frenlenmesine, dünya ticareti sisteminde sistemli olarak Afrika’nın dezavantajlara maruz bırakılmasından iklim değişikliğinin sonuçlarına ve Afrika’nın bağımlılığının giderek büyümesine kadar birçok alanda sayılacak sorunların kaynağı, en başta G8 içindeki emper- yalist güçlerdir. Afrika’da işsizlik ve yoksulluk azalmıyor, tersine artıyor. Kimi verilere göre 208 milyon Afrikalı yeterli gıdadan yoksun, açlık sınırındadır. Her sene yaklaşık beş milyon çocuk beş yaşına gelmeden, açlıktan ve önlenebilir hastalıklardan dolayı ölmektedir. Aslında G8 zirvesinde “Afrika sorunu”nun gündeme alınması, bu emperyalist güçlerin ve kurumun imajını kurtarma aracı olarak kullanılmasından başka bir role sahip değildir. Hele bir de sözü edilen rakamlar milyonlarca, hatta milyarlarca yoksulun hayal bile edemeyeceği büyüklükteyse, egemenlerin kitlelerin gözünü boyama imkânları daha da yüksek oluyor. Günlük bir doların altındaki gelirle ölmemeye çalışan ve yaşama savaşı veren milyonlarca insanın, milyon ya da milyarların ne kadar büyük olduğunu anlaması mümkün bile değildir. Emperyalist güçler hem suçlu, hem güçlü. Buna rağmen kendilerinin sorumlusu olduğu Afrika kıtasının sorunlarına müdahale etme görüntüsü altında kendilerini yardım severler olarak kamuoyuna satabiliyorlar. Vaatlerin yerine gelmediğini kendi pratik yaşamında fark edenler değil ama, bu sekiz haydutun şovlarına kananlar, başta da sözkonusu emperyalist ülkelerdeki kitleler, bunların yalanlarını yutuyor… Ve tam bir “Avrupa” ve ABD merkezli düşünceyle, “bakın, bizler yoksullara yardım ediyoruz. Yaşasın bizim hükümet!” diyerek, kendilerinin birinci, Afrikalı ya da diğer yoksulların ise ikinci, hatta üçüncü sınıf insan ol- duklarını anlatıyorlar… Acı bir gerçek ama, emperyalist ülkelerde en alt tabakaya ait olan kesimlerden insanlar bile, Afrika’dan bahsedildiğinde kendisini kral gibi görmektedir. G8 ülkeleri ve diğer emperyalistler ezilenleri böylesi sahtekârlıklarla aldatmaya çalışırken, Afrika ülkelerinin temsilcilerinin mesajları çok açık: Şimdiye kadar verdikleri sözleri yerine getirsinler yeter. Biz yeni vaatlere ihtiyaç duymuyoruz. Bu tür açıklamalar yapmalarının perde arkasında yapılan vaatlerin, verilen sözlerin yerine getirilmemesi olgusu yatıyor. Örneğin 2005 y ılında Büy ük Britanya/ Gleneagles’te yapılan G8 zirvesinde 2010 yılına kadar Afrika’ya yardımın iki katına çıkarılacağı ve 25 milyar dolar yardım sözü verilmişti. Somut olarak bu seneki zirve sürecinde Afrika için uluslararası kampanya “DATA” yetkilileri G8 ülkelerini sözü verilen 25 milyar doların sadece 2,3 milyarını ödedikleri konusunda eleştirdi. Fransa ve İtalya’nın ise sözünü verdikleri yardımları kıstıkları da açıklandı. Hatırlatılması gereken bir gerçek de, Afrika bağlamındaki G8 güçlerinin tartışmaları ve konuyu gündemlerine almalarının ilk kez bu seneki zirvede yaşanmadığı gerçeğidir. Örneğin 2002 yılında Kanada’daki zirvede “Afrika için eylem planı” adı altında Afrika’ya yardım, “reform” planı kararlaştırıldı. Bu karar ile Afrika için yeni bir dönem ilan edildi. Planın adı ise güzel olduğu kadar aldatıcıydı da: “Afrika’nın gelişmesi için yeni ortaklık”… Bu plandan, ya da ilan edilen eylem programından Afrikalı yoksulların hiç biri nemalanmadı… G8 güçlerinin Afrikalılara verdikleri vaatler arasında, söz verdikleri kadar olmasa da, belli ölçülerde verilen sözleri yerine getirdikleri esas alan barış gücü adına Afrika Birliği’nin ordusunu yaratma, oluşturma alanı oldu. Bu oluşturulan ordu gücü ise, BM’nin, NATO’nun ya da emperyalist güçlerin ihtiyaç duyduğu ülkeleri “barış gücü” adına işgal etmek için kullanılmaktadır. ZİRVEDEN ÇIKAN SONUÇ NEDİR? G8 Zirvesi 2007’ye “eşikteki ülkeler” içinde görülen Güney Afrika dışında, doğrudan Afrika üzerine tartışmak için davet edilen ülkeler Mısır, Cezayir, Senegal, Nijerya ve Gana idi. Zirvenin son gününde yemek masasında ve basına G8 şeflerinin bu devletlerin davetli yetkilileri karşısında efendi rolünü gösteren medya görüntüleri arasında görünen gerçeklik, dünyanın ezen ve ezilen, egemen ve bağımlı ülkelere bölündüğü gerçeğiydi. Burjuva siyasetin sahtekârlığının dayanılmaz ağırlığı her karede kendisini gösteriyordu. Bunun gibi ezilen, bağımlı ülkelerin egemenlerinin emperyalistlerin temsilcilerine karşı yalakalığı, onlardan beklentisi de görünen gerçekler arasındaydı. Kuşkusuz ki bu görüntüleri kitlelerin büyük kesimi ne gördü, ne de fark etti. Kitlelerin beyinlerine yerleşen, G8 zirvesinden Afrika’ya 60 milyar dolar yardım yapılacağı yönlü açıklama oldu. İki sene sonra 2005 zirvesinde verilen sözler hatırlandı ve Afrika’ya yardım sözü yinelendi. Bu sefer 25 milyar yerine AİDS, verem ve malarya gibi hastalıklara karşı mücadele ve önlemler için 60 milyar dolar yardım yapılacağı sözü verildi. Kuşkusuz ki Afrika üzerine yapılan açıklama, alınan kararda bir çok değişik sorun dile getirilmektedir. Fakat kitlelerin bilincini karartacak olan esas araç, bu sözü verilen 60 milyar dolardır. Açlık ve yoksullukla mücadele için kalkınmayı ve yatırımları güçlendirmek yönündeki açıklamalar, başta Afrikalı yoksulları, açları aldatamıyor. Çünkü, Afrikalı yoksullar, açlar, kendi yaşamlarında emperyalistlerin gerçekte açlık ve yoksulluğa karşı mücadele etmediğini görmektedirler. Afrikalı yoksullar, açlar, sözkonusu emperyalistlerin Kongo, Somali, Sudan ve diğer kimi ülkeler somutunda “yardım gücü” değil, işgal ve talan gücü olduğunu her günkü yaşamlarında hep yeniden görüp yaşamaktadırlar. Emperyalistler o kadar sahtekâr ki, sözünü verdiği yardımın bile kim tarafından, ne zaman ve kimin ne kadarını ödeyeceği sorusunu açık bırakmaktadır. “Biz gelecek yıllarda en azından 60 milyar ADB-Dolarını hizmete sunma konusundaki çabalarımızı sürdüreceğiz.” diyorlar. Yani gerçekte bu kadar paranın yardım olarak verileceğinin garantisi yoktur. Sözü verilen şey, gerçekte sadece ve sadece bu konuda çaba gösterecekleridir. İyi de çaba gösterilmesi sözü, bu miktarın hizmete sunulacağının garantisi değildir. Ayrıca somut olarak bu yardımın hizmete sunulacağı zaman da belirlenmiyor. Gelecek yıllardan bahsediliyor. Artık bu gelecek yılları her isteyen kendisine göre yorumlayabilir. Emperyalislerin sahtekârlıkları saymakla bitmiyor. Afrika üzerine tartışmalarda da, bunların sahtekârlıkları gerçek anlamda dayanılacak gibi değil. Kamuoyuna 60 milyar dolar yardım sözü propagandası yapılırken, gerçekte Sudan vb. ülkelere işgal gücü göndermenin planları yapılıyor. Dünyanın ezilen, mazlum halklarının görevi ise emperyalistlerin dünya üzerindeki egemenliklerine son verme, dünya çapında sömürüsüz, sınıfsız bir toplumu, komünizmi kurmak için devrim mücadelesini yükseltmektir. Sadaka değil devrim istiyoruz! 26 Haziran 2007 ✓ G8 Zirvesi ve “İklim sorunu”… G 8 Zirvesi 2007’nin gündemindeki ve öne çıkardıkları konulardan biri iklim sorunuydu. AB Başkanlık dönemi ve G8 zirvesinin ev sahipliğini yapan Almanya’nın Başbakanı Merkel, hem AB ülkelerini hem de G8’in diğer üyelerini ikna etme rolüne soyundu. Propaganda yapmak için de olsa zirve süresince Merkel, iklimi korumadan yana, daha doğrusu atmosfere salınan karbondioksit gibi gazların azaltılmasından yana göründü, çevre sever oluverdi… Zirvede üzerine konuşulacak olan esas konu 2012 yılında sona erecek olan Kyoto Anlaşması’nın devam ettirilmesi ve güncelleştirilmesi meselesiydi. Kyoto Anlaşması’nın “kaderi”ni biraz da olsa bilenler, G8 zirvesinde iklimi koruma bağlamında ciddi ve bağlayıcı bir kararın çıkmayacağını zirve öncesinde de tahmin edebilirdi. Kyoto Anlaşması 1997’de kararlaştırıldığında, anlaşmanın “sanayi ülkesi” olarak tanımlanan ülkeleri yükümlülük altına aldığı söylenmişti. O dönem Çin ve Hindistan gibi ülkeler “sanayi ülkesi” tanımı çerçevesinde ele alınmıyordu. ABD emperyalizmi ise atmosfere en çok karbondioksit salan güç olarak Kyoto Anlaşması’nı onaylamadı. Anlaşmayı onaylayan güçler ise, Kyoto Anlaşması hedeflerine uygun davranmadı. Kelimenin gerçek anlamında hiç bir ülke Kyoto Anlaşması hedeflerine uygun davranmadı. Gerçekte Kyoto Anlaşması’nın süresi, bu anlaşma doğru dürüst işletilmeden bitmek üzeredir. Kimi verilere göre atmosfere en çok zehirli gazlar, özelde de karbondioksit salan ülkeler ABD %21.82, Çin %17.94, Rusya %5.75, Japonya %4.57 ile ilk sıraları kapmışlardır. Hindistan ise bu dört güçten sonra beşinci sıraya yerleşmiş durumdadır. Brezilya özellikle Amazon ormanları gibi ormanların yok edilmesiyle, atmosfere salınan gazların emilmesini engelleme konumuyla gündeme gelmektedir. G8 zirvesi 2007’den önce en son olarak 6-17 Kasım 2006 tarihlerinde, Kenya’da toplanan BM ‹klim Konferansı’nda Kyoto Anlaşması’nın devamı üzerine tartışıldı. Bu anlaşmanın gözden geçirileceği kararı alındı. G8 zirvesindeki tartışma da esasında 2007 yılı sonuna doğru Bali’de yapılacak BM İklim Konferansı’nda anlaşmanın hatlarını belirlemeye yönelik bir tartışmaydı. 2007 yılında yapılan G8 zirvesinin gündeminde, daha 5 sene süresi olan Kyoto Anlaşması’nın ABD ve Avusturalya tarafından onaylanması ve bu anlaşmaya uygun davranması meselesi yoktur. Bu olgu bile, Kyoto Anlaşması’nı onaylayan güçlerin de –G8’in diğer yedi ülkesi de– gerçekte Kyoto Anlaşması’nı daha “doğurmadan öldürmüş” olduklarını göstermektedir. Zirve öncesindeki tartışmalarda da ortaya çıktı ki, aslında yeni bir şey yoktur bu konuda. Bir yandan Kyoto Anlaşması’nı onaylayan ve 2012’den sonra da yeni biçimiyle tabii ki sürdürülmesini isteyenler; bir yandan ABD emperyalizmi gibi anlaşmayı onaylamayan ve atmosferi zehirlemede birinci sırada olan ve diğer yandan da Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi ül- panorama keler duruyor. Anlaşmanın sürdürülmesini isteyenler hem ABD’nin kabul edebileceği, hem de başta Çin olmak üzere diğer ülkelerin de içine çekilebileceği bir anlaşma sağlamaya çalışıyor. ABD anlaşmayı onaylamamak için topu Çin’e ve diğerlerine atıyor, Çin ve diğerleri ise topu uzun süre sanayi ülkesi olma konumunda olan Avrupalı güçlere ABD ve Japonya gibi ülkelere atmaktadır. Çelişkilerin böyle olduğu yerde ise esasta herkesi bağlayan bir anlaşmanın gerçekleştirilebileceğini beklemek abestir. Bu da Kyoto Anlaşması’nın devamının gözden geçirilmesi durumunda, anlaşma metninin yumuşatılmasını dayatmaktadır. Bu güçlerin anlaşabilmesi için yumuşatılacak olan ve somut bağlayıcı hedeflerin ortaya konmadığı bir anlaşma metni ise, gerçekte iklim felaketini önlemek için ciddi bir adım atmaya hazır olmadıklarının onayıdır. Gelişmeler Bali’de yapılacak BM İklim Konferansı’nda yumuşatılmış bir metnin tartışmaya sunulabileceğine işaret etmektedir. Zirve öncesinde dikkat çeken iki nokta ABD ve Çin’in tavrıydı. ABD Başkanı Bush zirve öncesinde yaptığı konuşmada, sanayileşmiş ülkelerden Kyoto Anlaşması’nın bitmesi sonrası dönem için sera gazlarına karşı mücadele etmede yeni bir küresel çerçevenin oluşturulması talebinde bulunacağını açıkladı. Bu tavır bir yanıyla ABD emperyalizminin Kyoto Anlaşması’nı onaylamaması ve bu konuda BM çatısı altındaki bir anlaşmaya karşı gelmesi tavrından geri adım atma tavrıydı. Fakat, bu arada güme giden 2012 yılına kadar ABD emperyalizminin Kyoto Anlaşması’na uygun davranmama ve beş yıl daha istediği gibi atmosfere zehirli gaz salmayı sürdürme tavrıdır. İşin belki de dikkat çekmeyen yanlarından biri, bu konuda, yani ABD’nin 2012 yılına kadar, ya da yeni çerçeve ortaya konanan kadar zehirli gazları sınırsız biçimde atmosfere yayma konusunda, ABD ile zirveye katılan diğer güçlerin özde aynı olduğudur. Zirvenin ev sahipliğini yapan Başbakan Merkel, Bush’un bu tavrını yarım dille de olsa övdü. Çin ise zirve öncesinde bir iklim programı kamuoyuna sundu. Sözkonusu programın medyaya yansımasında öne çıkan noktalar Çin’in “sanayi ülkeleri”nden talepleri –ki bu konuda esas sorumluların “sanayi devletleri” olduğunu savunmaktadır. Hindistan da benzeri tavır takınmaktadır– ile Çin’in kendisinin ne gibi önlemler almaya çalıştığı noktalarıydı. Çin örneğin 2010 yılına kadar toplam enerjisinin içinde yer alacak yenilenebilir enerjinin oranını %10’a 13 okuyucu mektubu 14 çıkarmaya çalışacakmış. Metan gazının salınımını frenleyecekmiş ve karbondioksiti emmesi için ormanlık alanını %20’ye çıkaracakmış vb. Hatta nüfus planlaması sayesinde 1300 milyon ton karbondioksit tasarrufunda bulunduklarını da yaptıkları olumlu işler olarak sundular. Bu tür tartışmalar sürerken, zirvenin ev sahibi Merkel, iklim konusundaki hedefi atmosferin ısınmasının 2 derecenin üstüne çıkmaması ve 2050 yılına kadar, 1990 yılı baz alınarak zehirli gazların %50 azaltılması olarak açıklıyordu. Zirvede somut neyi nasıl tartıştıkları kamuoyuna yansımadı. Ama yürüyen tartışmaların sonuçları zirvenin kararlarına, açıklamasına yansıdı. Basın açıklaması yapan Merkel zirveyi başarılı bir zirve olarak değerlendirdi ve iklim konusunda da ileriye yönelik önemli adımlar atıldığını açıkladı. Oysa atmosferin ısınmasının 2 derece ile sınırlama ve 2050’ye kadar “yarıya” indirilmek istenen zehirli gazların 1990 yılı baz alınarak hesaplanması, anlaşma, ya da açıklama metninde yoktu. Merkel’in iklim sorunu bağlamında zirve öncesinde açıkladığı hedeften yeller esiyordu… Gerçekte zirvede, hemen hemen tartışılan tüm konularda bağlayıcı bir karar çıkmadı. En iyi halde, kamuoyuna yansıtılmak istenmeyen çelişkilerin üzerini örten diplomatik ifadelerin kullanıldığı “amaç ilanı” üzerinde anlaştılar. İklim konusunda anlaşmış oldukları görünen esas mesele, bu sorunun Bali’de yapılacak BM İklim Konferansı’nda ele alınması ve Kyoto Anlaşması’nın devamı olarak ele alınacak anlaşmanın 2009 yılı sonuna kadar sağlanmasıdır. Yani zirve, zaten en gecinden son BM İklim Konferansı’nda tartışılmaya başlanan bu konuya, tartışmak gerektiği gibi çooookkk böyyük bir katkıda bulunmuştur… Böylesi büyük bir açıklama da kendilerinin ne yapacağı konusundaki tespitlerdir. Örneğin “biz 2050 yılına kadar küresel emisyonun yarıya indirilmesi yönlü AB, Kanada ve Japonya’nın kararlarını ciddi biçimde gözden geçirme üzerine anlaştık” diyorlar. Neymiş efendim? Zehirli gazların atmosfere salınması konusunda, %50 indirilmesi yönlü kimi ülkelerin kararlarını ciddi –hem de ne biçim ciddi!!?– biçimde gözden geçireceklermiş… Evet, böylesi miş mışlarla kitleleri kandırmayı sürdürmektedirler. Bunların eses meselesi, iklimi korumak değil, kârlarına kâr katmak, dünya üzerinde egemenlik sağlamak, pastadan en büyük payı kapmaktır. Zirvenin iklimi koruma konusundaki tavrı, “dağ fare bile doğurmadı” tanımına uygundur. Dikkat çekilmesi gereken bir nokta ise, neden Bush’un birden bire küresel çerçeveye yöneldiği, ya da Almanya’nın Başbakanı ve Çevre Bakanı’nın neden yenilenebilir enerjiye belli oranda ağırlık verdiğidir. Kuşkusuz ki bu tavırlar bunların çevre dostu olmasından kaynaklanmıyor. Hayır! Bunlar iklim felaketini de önlemek diye bir amaca sahip değillerdir. Dünyanın haydutları hep kendi kârlarının hesabını yapmaktadır. Bunların çevreci görünmelerine yol açan esas iki nokta var. Birincisi, geliştirdikleri yeni teknolojiyi pazarlama, dünya üzerindeki enerji tekniği pazarında egemen olma amacı ve dalaşı; ikincisi ise, geçen sene kamuoyuna yayınlanan Stern-Raporu’na göre önlemlerin alınmasının bunlara daha ucuza mal olacağı hesabıdır. Medyaya yansıyan kimi değerlendirmelere göre ABD emperyalizmi, genelde enerji üretimi bağlamındaki tekniği geliştirme, yenileme gibi, yenilenebilir enerji tekniği konusunda da önemli yatırımlar yapmış ve tekniği geliştirmiş, geliştirmektedir. Bush’un 2012’den itibaren küresel bir çerçeveden yana tavır takınmasının perde arkasında bu gelişmenin yattığı söylenmektedir. Aynı biçimde Alman emperyalizminin temsilcileri de özellikle güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi bağlamında tekniklerinin gelişmişliğini ve ucuz olduğunu propaganda etmektedir, sadece Avrupa’da değil, dünya üzerinde de yaygınlaştırılması çabası ve dalaşı içindedir. Emperyalistlerin kâr hırsları, “çevre sever, iklimi koruma” maskeleri altında da sürdürülmektedir ve önümüzdeki süreçte bu alandaki dalaşın kızışacağına emin olunabilinir. Tüm bunlar bir kez daha, doğanın, çevrenin kâr aracı olarak görüldüğü bir toplumsal sistemde, kapitalizmde bu sorunların çözülemeyeceğini ispatlamaktadır. Kapitalizmde, toplumsal kalkınma, ihtiyaçlar ile doğanın uyumluluğu sağlanamaz. Yine bu olgular bize, iklim felaketini önlemenin, üzerinde yaşanacak bir dünya yaratmanın ancak ve ancak kapitalistemperyalist sistemin yıkılmasıyla; sınıfsız, sömürüsüz bir toplumun yaratılmasıyla mümkün olduğunu göstermektedir. Barbarlık içinde çöküşü engellemek isteyen herkesin, devrim için, sosyalizm için mücadele etmesi, olmazsa olmaz bir seçenektir. Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm! Seçenek sizin! 26 Haziran 2007 ✓ İşçi hareketinin kanayan bir yarası: Sendikalarda sol lafazanlık ! “ İşçi hareketinin kanayan bir yarası; Sendikalarda sol lafazanlık!” başlıklı bir yazı duyarlı bir okurumuz tarafından bize gönderildi. Okurumuzun sınıfa karşı bu duyarlı tavrından dolayı kendisine teşekkür ediyoruz. Fakat bu yazı elimize geçtiğinde yazıda gördüğümüz iki konuda okurumuzun yazısını tekrar gözden geçirmesini talep ettik. Bunun üzerine okurumuz yazısında değiştireceği bir şey görmediğini belirterek, yazısını olduğu gibi yayınlanmasını talep etti. Biz okurumuzun yazısını olduğu gibi yayınlarken, bize sorun görünen noktalarda tavır takınmayı gerekli görüyoruz. Önce “Sendikalarda sol lafazanlık!”ın işçi hareketinin kanayan bir yarası olduğu düşüncesi bize doğru gelmiyor. Bunun sol lafazanlığın işçi sınıfı içerisinde hiç tehlike arz etmediği anlamına gelmediğini belirtmek istiyoruz. Okurumuzun da belirttiği gibi “Sermayenin işçi hareketine kendisinin yapamadığı kötülükleri sarı işbirlikçileri üzerinden yapmaktadırlar. Ülkemizde sendika konfederasyonu olarak Türk-İş bu kesimi temsil eder.” diyor okurumuz. Doğru ve fakat eksik bir tespittir. Mesela Hak-İş vs. sendika konfederasyonlarının da Türk-İş ile aynı görevi gördükleri söylenmelidir. Eğer bir olgu tespiti yapacaksak, biz işçi hareketinde kanayan yaranın “sol lafazanlık değil, açık işbirlikçi, sarı, reformist sendikalar olduğunu düşünüyoruz. Bunun “sol lafazanlara” karşı mücadele edilmemesi anlamına gelmeyeceği açıktır. İkincisi; okurumuz “Bu yazımızın esas konusu konfederasyonları ve tek tek sendikaları değerlendirmek olmadığı için, bu genel tespitlerin ötesinde var olan konfederasyonların içinde ve konfederasyonlara bağlı üye sendikalar içerisinde yer edinen bir anlayışı ele almak istiyorum.” diyor. Ve esas olarak kendisine “mücadeleci çizgi savunucusu” diyenlerle polemik yürütüyor. Fakat bunların kim olduğu konusunda deyim yerindeyse okurumuz “sürçü lisan” eyliyor. Biz okurumuzun bu yaklaşımını doğru bulmuyoruz. Eğer sınıf içerisinde böyleleri varsa, ki var, o zaman bunlar açıktan teşhir edilmelidir ki sınıf bunların gerçek yüzünü görsün. Biz böyle genel konuşarak, sınıfı bunlara karşı örgütleyemeyiz. Okurumuz da bilir ki, biz gazetemiz üzerinden sendika bürokratlarını eleştirirken, açıktan isim vererek eleştirdik. Okurumuzun yaptığı gibi, “ben eleştirdim anlayan anladı” yanlış anlayışının sınıfı bu “sol lafazanlar”dan da kurtarmayacağı açıktır. Okurumuzdan talebimiz somut konuşmasıdır. 22.06.2007, YDİ Çağrı Yazı Kurulu ✓ C oğrafyamızda bulunan değişik sendikalarda yapılan çalışmalarda değişik yaklaşımlar öne çıkmaktadır. Bu yaklaşımlar içerisinde bilinen ve bu güne kadar bu çizgiyi savunanların sendikalarda yaptıkları işbirlikçi çalışmaları sonucu işçi hareketine büyük zararları dokunmuştur, halen dokunmaktadır. Sarı sendikalar ve sarı sendikacılar dediğimiz bu kesim, sermayenin işçi hareketi içerisindeki açık koltuk değnekleridir. Bunlar olmadan işçi hareketini yanıltarak susturmak sermaye açısından çok zor olacaktır. Sermayenin işçi hareketine kendisinin yapamadığı kötülükleri sarı işbirlikçileri üzerinden yapmaktadırlar. Ülkemizde sendika konfederasyonu olarak Türk-İş bu kesimi temsil eder. Türk-İş içerisinde az sayıda sendikayı dışta tutarsak, çoğunluğu bu politikanın devamını sağlamaktadır. Devlet ve sermaye kesimi bu sarı sendikalar üzerinden işçi hareketinin ideolojik olarak da kendilerine bağlanmasını, milliyetçi-şoven görüşlerini bu sendikalar üzerinden sınıfa dayatmaktadırlar. Bu alanda da esas olarak başarılı olmuşlardır. Bunların yanında reformist sendikalar ve sendikacılar da vardır. Bunlar da esas olarak sermaye ve devlet ilişkilerinde, kapitalist düzeni savunan o çerçevede de kapitalist düzenin bazı sivri yanlarına karşı çıkan, bu temelde işçilerin refah düzeyinin iyileştirilmesi için yer yer sermaye grupları ile çatışır durumda olan sendikal anlayıştır. Bu a n l ay ı ş k e nd i s i n i d a h a çok Dev rimci İşçi Sendika ları Konfederasyonunda ifade etmektedir. Bazı dönemlerde reformist sendikacılıktan biraz daha sol sendikacılık yapma emareleri görülse de, özünde devletçi bir işçi konfederas- okuyucu mektubu yonu olarak varlığını sürdürmüştür. Devrimci ve Sosyalist hareketin güçlendiği dönemlerde işçi hareketini pasifize etmenin bir aracı rolünü de görmüştür. Kuruluşunda kapitalizme karşı olduğunu söylemesine rağmen, özünde bugün gördüğümüz şekliyle sermaye düzeniyle uyuşma temelinde bir sendikacılık anlayışı hakimdir. DİSK içerisinde bazı sendikaların bu çizginin dışına çıkmaya çalışması şimdilik genel durumu değiştirmemektedir. Bu yazımızın esas konusu konfederasyonları ve tek tek sendikaları değerlendirmek olmadığı için, bu genel tespitlerin ötesinde var olan konfederasyonların içinde ve konfederasyonlara bağlı üye sendikalar içerisinde yer edinen bir anlayışı ele almak istiyorum. Genel olarak ele aldığımızda sarı ve reformist sendikal anlayışlar karşısında sınıfın önemli bir bölümünün genel bir tavrı vardır. Bu tavır esas olarak bu sendikal anlayışa karşı güvensizliktir. Örgütlenme çalışmalarında bunu hep yeniden yaşıyoruz, “biz sendikalara ve sendikacılara güvenmiyoruz” biçiminde bu kendisini ifade etmektedir. Bu güvensizlik karşısında “tüm sendikalar ve sendikacılar böyle değildir, mücadeleci olanları da var” dediğimizde ise açık karşı çıkmasalar da “bir daha deneyelim” şeklinde oluyor. İşte esas tartışmak istediğimiz sorun burada başlıyor. Sarı ve reformist sendikacılığın karşısında olduğunu söyleyen, siyasi bir geçmişi olan ve bugün esas olarak hiçbir devrimci veya sosyalist yapıyla bağı olmayan ve olmasını da istemeyen ve fakat kendisini yerine ve zamanına göre “ilerici-demokrat”, “devrimci” ve “sosyalist” olarak tanıtan kesimin tavrı ve tutumudur. Bu kesim genel olarak sarı ve reformist sendikacılık karşısında “biz farklıyız” diyerek ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıkları söylem düzeyinde vardır. Yani bunlarla konuştuğunuzda sol, sosyalist laf lar etmektedirler. Kendilerinin farklı bir çizgiye, mücadeleci bir çizgiye sahip olduklarını savunmaktadırlar. Bunlar işyerlerinde komiteler aracılığıyla örgütlülüğü sürdürmekten yana olduklarını vb. de söylemektedirler. Bu noktada bir farklılığın olduğuna kendimizi de inandırmak isteriz. Ama iş tabii ki bununla bitmiyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi sarı ve reformist sendikacılık ve bu temelde ortada dolaşan sendikacılara karşı bir duruş var ve artık pek kimse bu kesimin ihanetinden dolayı kendi davasını sürdürmekten vazgeçmiyor. Ama sorun bu “farklı” olduğunu iddia eden kesimin farklılığına gelip dayandığında esas olarak sorun başlamaktadır. Çünkü bu arkadaşlar genel olarak (tabii ki gerçekten farklı olan az sayıda sendika ve sendikacılar da vardır; yazımız bu dostlarımızı hedeflememektedir) bu savunduklarını pratikte gösterememektedirler. Muhalefetteyken “mücadeleci çizgi” vb. savunucusu olduğunu söyleyenlerin ve bazı doğru taleplerle ortaya çıkmaları işçi kesiminin desteğini almaktadır. Bu destek sayesinde şu ya da bu sendikanın yönetim kuruluna gelenler bu farklılıklarını genel olarak kendi mücadele pratiklerinde göstermemektedirler. Mesela, Toplu İş Sözleşmeleri (TİS) döneminde tabana danışılmadan, onların onayını almadan kesinlikle TİS imzalanmamalıdır diyen bu mücadeleci olduğunu söyleyen sendikacılar, kendilerinin yönetimi dönemindeki TİS görüşmelerinde aynı tavrı gösterememektedirler. Savundukları ile yaptıkları farklı olmaktadır. TİS görüşmelerinde ücretlerde enflasyon artı refah payı alınmamasının ihanet olacağını savunanlar, kendileri TİS sözleşmelerini, bırakalım refah payını, enflasyon artışının gerisinde kalan bir anlaşmayla bitirebilmektedirler. Haklı olarak asgari ücrete karşı çıkan bu dostlarımız, kendilerinin yıllardan bu tarafa, TİS imzaladıkları işyerlerinde, asgari ücretin biraz üstünde olan ve ama açlık sınırını pek geçmeyen sözleşmeler imzalayabilmektedirler. Kendi üyelerini örgütleyerek bu durumu aşmanın kavgasını verememektedirler. Yaptıklarının da bir nedenini bulabilmektedirler. Sermaye kesimi ile sosyal diyaloğu reddettiklerini savunan bu sendikacı arkadaşlar TİS dönemlerinde, ya da örgütlenmelerinin iyi olmadığı bir işyerinde, sosyal diyalogcu oluvermektedirler. Buna da sınıfın çıkarı için yapılan “aktif diyalog” diyebilmektedirler. Muhalefetteyken işyeri komitelerinin olmazsa olmaz örgütlenme aracı olduğunu söyleyen bu sendikacılar, kendi yönetimleri zamanında bu komiteleri kurmazlar, ya da kurulmuşsa da bunların gerçekten işlevselleşmelerine olanak tanımazlar. “İşverenler uyanırsa saldırır vb.” sudan gerekçelerle işyeri komitelerini çalıştırmazlar. Ya da işyeri komitelerinin kendi altlarını da oyacaklarını, bir dahaki dönemde seçimlerde kendilerine karşı duracaklarını düşünerek aktif çalışmalarını mümkün kılmazlar. Yine gerek Genel Merkez ve gerekse Şube Yönetim Kurullarına gelmiş bu sendikacılar, kendileri yönetime gelmeden önce bolca mücadele etmekten, grev ve direnişlerden bahsetmelerine rağmen, kendileri bu kurumların yönetimlerine geldiklerinde savundukları bu mücadele biçimlerini ya hiç uygulamazlar, ya da “dostlar pazarda görsün” misali ortaya çıkarlar. Bu, özellikle yeni işyerlerinin örgütlenmesi sırasında işçilerin işten atılması gündeme geldiğinde, bu iş- çilerle direniş başlatmama şeklinde kendisini gösterir. Başlatılan direnişler de pek uzun ömürlü olmaz ve sınıfın aktif dayanışması sağlanmaz, sağlanamaz. Genelde bu mücadele biçimlerine başvurulmaz, çünkü bunun için işyerlerindeki örgütlenmelerin başından itibaren sağlam işyeri komitesinin ve bunun alt birimlerinin oluşturulması ve bunların gerçekten işlevsel bir hale getirilmesi sorununa ciddi bir önem verilemediğinden mücadele edilecek bir yapı oluşturulmamıştır. İşçilerin mücadeleye hazırlanması ise gerçekten farklı olduğunu söyleyenlerin tüm işyerlerinde yapması gereken eğitim ve örgütlenme çalışmaları ile sağlanır. Bunların da esas olarak gizlilik temelinde oluşturulması gerekir. Ama bu arkadaşlarımız bunu yapabilecek kapasitede olmadıklarından bu görevi yerine getiremezler. Bu görev yerine getirilemediği sürece de, “mücadeleci” söylemleri lafazanlığın ötesine geçememektedir. Yine muhalefetteyken “yaşasın halkların kardeşliği” şiarına sahip çıkanlar, yönetimlere geldiklerinde bu haklı şiarın yaşamla buluşturulması noktasında esasen bir şey yapmazlar. Halkların kardeşliğine inananların yapacağı çalışmalarda sınıf içerisindeki şoven ve milliyetçi dalganın geriletilmesi için, sınıfın halkların kardeşliği temelinde eğitilmesini sağlaması için özel önlemleri alması, aldırması gerekmektedir. Ama bunlar genel olarak yapılmaz, çünkü gelecek seçimin de kazanılması gerekir. Bundan dolayı ne Ermeni sorununda, ne Kürt ulusunun ulusal hakları konusunda, ne de diğer azınlıkların hakları konusunda sınıfın eğitilmesi diye ciddi bir görevi önlerine koymazlar. Bu ateşten gömlektir. Bu gömleği giymek için sol lafazanlığın terkedilmesi lazımdır. Ama bu zor ama onurlu görev bu lafazanlara ağır gelmektedir. Bu sol lafazanlık, işçi sınıfının sendikalarda örgütlenmesinde önemli yaralar açmaktadır. Ama bu sol lafazanlık örgütlü bulunan işyerlerinde daha iyi hak alma mücadelesinde başarı gösteremeyen bu sendikacılar şahsında gerçek sosyalistlerin çalışmalarına da zarar vermektedir. Çünkü sosyalistlere -genelde solcu anlamında- güven sarsılmış olmaktadır. Aynı sorun muhalefetteyken çok keskin laflar eden ve gerçekten mücadeleci olan kesim ile işbirliği edilmesi gerektiği, sarı ve reformist kesimlerle işbirliğinin sendikal harekete zarar verdiğini savunan bu arkadaşlarımızın çok büyük bölümü, sendikalar içerisinde seçilme ya da seçilememe kaygıları belirdiğinde, önce söylemiş olduğu doğru sözlere sahip çıkmamaktadır. Bu olacak bir iş değildir! Dün faşist dediği, hain dediği, iş- birlikçi dediği sendikacılarla, sendika temsilcileriyle işbirliği yaparak sendikaların bir yerlerine gelmek, ya da bir yerlerde tutunmak istemek “mücadeleci çizgi”yle hiçbir şekilde bağdaşamaz. Bugün bir dizi sendika veya sendika şubesinde yönetimlere talip olan bu sendikacıların seçilebilmek için ya da kendisine yakın kesimin seçilebilmesi için, ilerici, demokrat, devrimci ve sosyalist insanlarla işbirliği yaparak bu kurullara gelmesi lazımdır. Bunun temeli, sınıfsal çıkarların temel alınmasıdır. Ama bizim görebildiğimiz kadarıyla son yıllarda bir dizi sendika veya sendika şubesindeki seçimlerde, seçilebilmek için sınıfın çıkarları ile uzaktan yakından ilgisi olmayan gerici, faşist kesimle işbirliği yaparak, işbirliği yaptıklarından daha ileri niteliklere sahip insanlar karşısında seçim kazanmaya çalışmak, ilerici demokrat ve devrimci sendikacıların yapacağı iş değildir. Sınıfın çıkarları için mücadele edenler, sınıfın genel çıkarlarını temel alarak uzun vadeli bir mücadeleyi önlerine görev koyarlar. Sınıfla bağları yitmiş, sınıfın gerçek desteğini sağlayamamış olan sol lafazanların bu gibi seçimlerde sergiledikleri tavırlar yalnızca sınıfa zarar vermektedir. Çünkü, bu sol laflar edenleri gerçekten solcu, sosyalist gören işçilerin, “bunların birbirinden farkı yok” noktasına gelmesine sebep olmaktadır. Bu büyük bir zarar vermektedir. Kimsenin “mücadeleci çizgi vb.” lafları arkasına sığınarak bu yanlışları yapma hakkı yoktur. Bu hataları yapanlara karşı mücadele etmek tüm gerçek sınıf mücadeleci çizgi savunucularının görevidir. Sosyalistler sol adına konuşan herkesten “teori-pratik uyumluluğu” talep etmektedirler. Buna uymayanların sınıf adına konuşmaları mücadele içerisinde teşhir edilecek ve hak ettik leri yerde yerlerini almalarına yardımcı olacaklardır. İşçi sınıfı örgütlenmesinin bir alanı olan sendikalardaki çalışmalarda sınıfın çıkarlarını merkeze koyan ve pratiğini de buna uyarlayan herkesle birlikte karşılıklı güven temelinde çalışmak gerekir. Sınıfın sınıfsal baskıyı her gün çıplak bir şekilde yaşadığı fabrikalardaki çalışmaları güçlendirerek sendikalarda yaşanan bu olumsuzlukları aşmak için mücadele etmek görevdir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya yaratılması, ücretli kölelik sisteminin tarihin karanlıklarına gömülmesi, fabrikalarda, sendikalarda sözüne güvenilir, teorisi pratiği sınıfın çıkarlarına uygun olan yeni bir öncü işçi kuşağı yaratılmasından geçmektedir. Bir YDİ ÇAĞRI okuru ✓ 15 yeni dünya gençliği Sanovel’de direnişe geçen genç işçilerle söyleşi 16 Y D G : Sendikayla ilk defa mı tanışıyorsun? Murat Seven (yaşı 23, 2 yıldır çalışıyor): Ben sendikaya ilk defa üye oluyorum. Burada çoğu arkadaş ilk defa üye oluyorlar. Sendika bizim için bütün haklarımızı savunan bir yer. Patrondan çok fazla bir şey istemedik. Bizi bir Eczacıbaşı düzeyine çıkar demedik. Çok makul şartlarda anlaşmak istedik ama bunu bile kabul etmediler. İki yıldır asgari ücretle çalışıyorum, çoğu insan asgari ücretle çalışıyor. Ev kiraları 400 milyon, biz alıyoruz 450-425 milyon maaş. Giyinmeyecek miyiz, yemeyecek miyiz? YDG: Sendikalaşmaktan beklediğin şey ne, sadece maaşının artması mı? Murat Seven: Maaşın artmasını ve daha fazla haklar istiyoruz. Çoğu firmada yakacak parası, kömür parası verirler, en azından Ramazan’da erzağını verirler, burada bunun gibi hiçbir hak yok. Burada sadece SSK ve yol-yemek var. Bir de bayramdan bayrama verirse bir kutu şeker verir. (Gülüşmeler) YDG: Aranızda bir kaynaşmanın olduğunu görüyoruz, sendika mı sizi böyle kaynaştırdı? Murat Seven: Yok daha önce de biz kaynaşmıştık, bunun sendikayla bir alakası yok. Biz sendikaya kendimiz gidip üye olduk. YDG: Yani işçiler her zaman kardeştir diyorsun. Murat Seven: Evet öyle. İçerde de aynıydık, burada da, değişen bir şey yok. YDG: Peki aranızda değişik siyasi yaklaşımlar yok mu, oylarınızı değişik partilere vermiyor musunuz? Murat Seven: Veriyoruz, fakat bizim şu anda hiçbir partiyle işimiz yoktur. Sadece işimizle uğraşıyoruz. Biz ekmeğimizin peşindeyiz. Turgay Tuğcan (1 yıldır çalışıyor): Bizim hiçbir partiyle işimiz yok. Bizim işimiz gücümüz ekmeğimiz. Fazla bir şey de istemiyoruz. YDG: Sen sendikayı nasıl değerlendiriyorsun? Turgay Tuğcan: Sendikamız iyi, güçlü bir sendikadır, bize desteği çok büyük. Allah razı olsun arkamızda sürekli. Her yönden destek veriyorlar. Yani bu iş olacak inşallah, Allahın izniyle. YDG: Sizin mücadelenizle mi olacak yoksa Allahın izniyle mi olacak? Turgay Tuğcan: İkisi de. Bizim mücadelemiz olmasa her işi Allaha bırakmamız olmaz. YDG: Partilerle işimiz olmaz dediniz. Peki o halde işçiler bu düzende nasıl değişiklikler yapabilirler? Turgay Tuğcan: İşçinin hakkını savunan, emeğin hakkını savunan partiler çıkması lazım, o zaman onlara destek veririz. Hasan Kayabaşı (23 yaşında, 15 aydır çalışıyor): Şu anda yok öyle bir şey. Öyle bir parti yok zaten, hepsi patrondan yana. Hepsi iktidara gelinceye kadar onu yapacağız bunu yapacağız diyorlar ama iktidara geldikten sonra hepsi başkalarının peşinden koşuyorlar. Zengini daha çok yükseltmeye çalışıyorlar. Olan burada ezilene oluyor. Emekçi her zaman eziliyor, işçi her zaman eziliyor. Bu fabrika küçücük bir yerden buraya gelmiş, nasıl gelmiş? Burada 17-18 senelik elemanlar var, ağabeylerimiz var burada. Bir yere kadar çalışmışlar ama artık dur demenin zamanı geldi. Yani hep kanımızı eme eme bu seviyeye gelmişler. Küçücük bir yerden başlayarak bu fabrikayı kurmuşlar. Burada yılbaşında zam yapıldı ama işçiye hiç zam yapılmadı, şeflere ve beyaz yakalılara zam yapıldı. Bunlar her sene burada altındaki arabaları yeniliyorlar. Gidip sıfır araba alıyorlar. Benzin veriyorlar. Her sene yazın tatile gönderiyorlar. Antalya’da tatil yapıyorlar. Burada parayı kazandıran işçiler ama olan da işçiye oluyor. YDG: Yaşınız küçük olmasına karşın oldukça bilinçli olduğunuzu görüyorum, bu bilinci mücadele içinde mi edindiniz? Hasan Kayabaşı: Şimdi bilinçlenme şöyle olur. İşçilerde birlik-beraberlik olduğu sürece her şeyi koparabilir zaten. Önemli olan birlik-beraberliktir. Birlik beraberlik olduğu sürece hiçbir patron gelip sana bir şey yapamaz. Turgay Tuğcan: Arkadaş söyledi patron buradan başladı buraya getirdi diye. Fabrika merdiven altından başlayıp bu hale gelirken bir de uzun yıllardır çalışan işçiler var, onlara sorun ne hale gelmişler, gittikçe batmışlar. Burada borçlarını ödeyemeyen işçiler var. Ama patron aldı başını gidiyor, şimdi de Avrupa’ya Amerika’ya çıkmayı düşünüyor. YDG: Ailelerinizin tavrı nasıl? Murat Seven: Sonuna kadar destek veriyorlar. Ülkemizde açlık sınırı belli aldığımız maaş belli. Kira verenimiz var, bir sürü borcu olan arkadaşımız var. Kimimiz düğün yaptık, kimimiz ev almaya kalkıştık, buraya güvenerek, burada maaşım yükselir diye, ama asgari ücretten bir gram yukarı çıkmadı. Çıkmayınca da herkes mağdur durumda kaldı. Hasan Kayabaşı: Fabrika bütün belediyelere, Silivri olsun, Çanta olsun, diğer yerler olsun, bütün belediye başkanlarına buradan telefon etmişler, ilan vermişler, işçi toplayın diye. Belediye başkanları da tüm belediyelerde bağırıyorlar işçi lazım diye. İşçiler buraya geldiklerinde arkadaşlarımız önlerini kesiyorlar ve diyorlar ki, bak kardeşim biz birbirbuçuk senedir burada çalışıyoruz ve aldığımız maaş şu, bu fabrikada ortam şu, bu fabrikada sosyal hak yok. Bizi görün öyle girin diyorlar. En iyisi siz gidin başka yerde çalışın diyorlar. Burasının dışı eli yakıyor içi bizi yakıyor. Biz de dış görünüşüne aldandık girdik buraya ve gördük ki içerisi daha başkaymış. Murat Seven: Bu arada Jandarma da bize destek veriyor şu an. (Bir Jandarma aracı geçiyor.) YDG: Başka yerlerde vermiyorlar ama… Murat Seven: Yola taşmadıkça, eylem yapmadıkça -bizim de zaten kimseyi dövüp kırmaya niyetimiz yok- karışmıyorlar. YDG: Bunun patronun AKP yanlısı olmasıyla alakası olabilir mi acaba? Murat Seven: Yok, sanmam. 23 Haziran 2007 ✓ Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran Direnişi anıldı... 15-16 Haziran büyük işçi direnişi yaklaşık 50 kişinin katılımıyla Esenyurt Güney Kültür Merkezi’nde yapılan etkinlikle anıldı. Etkinlik, işçi sınıfı hareketinin 1960’ lardan başlayarak 1990’ lı yıllara kadar gelişimini anlatan bir sinevizyon gösterimiyle başladı. Filmde 15-16 Haziran direnişinin nasıl geliştiği, devletin bu büyük direnişi nasıl kanla bastırdığı ve sonrasında işçi sınıfı hareketinin grev, direniş vb. eylemlilikleri gösterildi. Tartışma bölümünde öncelikle katılımın az oluşu sorunu üzerine duruldu. Fabrikaların oldukça yoğun olduğu böyle bir bölgede işçilerin katılımının az oluşu sınıfla olan bağın zayıf olduğunu göstermekteydi. Etkinliğe konuşmacı olarak Birleşik Metal-İş Sendikasından Hasan Arslan katıldı. Arslan konuşmasına; sendikal örgütlülüğün nasıl olması gerektiğini, işyeri örgütlülüğünün dışarıdan değil, mutlaka içeriden olması gerektiğini anlatarak başladı. Kısaca 1 Mayıs 2007 üzerinde duruldu. 1 Mayıs’ta Taksim’e öğrencilerin, aydınların ve ilerici insanların çıkmış olduğunu belirterek, işçi sınıfının alanda olmayışı vurgu- landı. Konuşmasına, çeşitli sendikal örgütlülük deneyimleri ve işçi sınıfının bugünkü durumunu anlatarak devam etti. 15-16 Haziran 1970’de gerçekleştirilen bu iki uzun yürüyüş, işçi sınıfı hareketi açısından oldukça büyük bir öneme sahiptir. İşçi sınıfının kendiliğinden gelişen bu hareketi sermaye sınıfını oldukça rahatsız etmiştir. Sermaye sınıfı, işçilerin üretimden gelen bu gücü karşısında faşist sistemini açıktan kullanarak 3 işçiyi katletmiştir ve işçilerin bu eylemliliğini engellemeye çalışmıştır. Eylemler sonucu işçiler kararlı mücadeleleri sonucunda yasayı iptal ettirmeyi başarmışlardır. Bugün işçi sınıfının öncülerini kazanma temel görevini üstlenen bizlerin sınıfla bağlarımızı güçlendirmemiz gerekmektedir. Fabrikaları devrimin kaleleri haline getirmek istiyorsak, içerisine girip işçi sınıfının öncülerini kazanmak zorundayız. Bu bilinçle yeni 15-16 Haziranlar yaratmak için ileri, fabrikaları kalelerimiz haline dönüştürmeli...! 19.06.2007, Yeni Dünya Gençliği / İstanbul ✓ yeni dünya gençliği Y “Bireysel Kurtuluş Yerine Toplumsal Kurtuluşa İnanmak Gerekiyor” eni Dünya Gençliği olarak Kesk 3 nolu Şube Başkanı Dursun Yıldız’ la yaptığımız röportajda kendisine, öğrenci ve eğitim emekçilerinin sorunları üzerine ve bu sorunların aşılabilmesi için neler yapılabileceğine dair konuştuk ve bu konudaki düşüncelerini aldık. YDG: 9 Haziran’da Kadıköy’de gerçekleştirilen ÖSS karşıtı mitinge konuşmacı olarak katıldınız. Miting hakkındaki değerlendirmeleriniz nelerdir? Dursun Yıldız: Bu mitingin çalışmaları aylar öncesinden başlamasına rağmen yeterli sayıda öğrenci gelmemişti. Sadece öğrenciler değil; işçiler, sendikalar, kamu emekçilerinin de gelip orada çok güçlü bir refleks göstermeleri gerekiyordu, bu olmadı tabi ama coşku güzeldi ve talepler yerinde taleplerdi. Bu çalışmanın iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Bundan sonra bu çalışmanın bütün toplumun ezilen katmanlarını etkileyerek geniş bir çerçevede yeniden üretilerek daha güçlü karşı çıkışlara dönüşebilir. Yıllardan bu yana sürekli nüfus artıyor, öğrenci sayısı artıyor ama üniversitelerin sayısında gözle görülür bir değişme yok. Bazı il ve ilçelerde tabela üniversiteleri açılıyor bu açılan tabela üniversitelerinin esas amacı o bölgelerde istihdam yaratmak, ticari faaliyet yaratmak, bir nevi bilimsellikten öte ticari kurnazlıkların işlediği bir hedef halini almış. Her yıl ortalama 300 bin lise mezunu üniversitelere giriyor, bunların %80-90’ı varlıklı ailelerin çocukları, çünkü bunlar dershanelerde özel öğretmenler aracılığıyla ve hatta süper liselerden, Anadolu liselerinden mezun olmuş çocuklardır. Her türlü imkan ve olanaklara sahiptirler ve bu öğrenciler iyi üniversitelerde okuyabiliyor. Bunlar dışında Anadolu emekçi halkın gençleri, Kürt gençlerinin kazandığı üniversiteler daha çok ilçelerde illerde mantar gibi açılan tabela üniversiteleridir. Genellikle bu üniversite sınavı bir tuzaktır. Adaletsizlik içermektedir. Mitingde de söylediğim gibi 12 yıllık eğitim sürecini 3.5 saatle ölçmeye çalışıyorlar. 18 yaşına gelmiş birinin kişiliği 3.5 saatte ölçülemez. Onların aradığı bilgi, birikim değil; kişilikte değil. Sermaye çevreleriyle organik bağı olan öğrencileri seçerken yoksul halk çocuklarını elemektir. Herkesin bilgi, kültür sahibi olmaları, herkesin akademik eğitim alarak aydınlanma düzeyleri yükseltilmiş bir toplum istemesi bu sisteme aykırıdır. Bu sistem herkesin aydınlanmasını istemez, kural olarak istemez. Onlar diyorlar ki başlar baş, ayaklar ayak olsun. Başlar sermayeye mensup olan gençler, sermayeyle birlikte ülkeyi yönetsinler, emekçi halk çocukları da ayak işlerinde çalışsınlar. İşsizlik, açlık, yoksulluk günümüzde olduğu gibi gelecekte de gençlerin yakasını bırakmayacaktır. Yılda 1.5 milyon öğrenci sınava girip bundan da 300 bin kadar öğrenci üniversitelere girebiliyorsa diğerleri açıkta kalıyorsa bunun sorumlusu kimdir? Biliyoruz ki genelde sistemin kendisidir, özelde de Mili Eğitim Bakanlığı’dır. Şimdi MEB’dan kim hesap soracak, devletin yapmış olduğu bu plansızlığın bu adaletsizliğin hesabını kim soracak. Sistem kendi organından hesap soramayacağına göre bunun hesabını emekçi halkın gençliği soracak. Siz 80 yıldan buyana neden bizi kandırdınız? Bunca vermiş olduğumuz vergilerimiz parasız eğitim, parasız sağlık, sosyal güvence olarak neden dönmüyor bize? Bu soruya işçiler, emekçiler, ezilen halklar günün birinde ortak bir örgütlenme, ortak bir cephe ile gençlerimizin hayallerini kıranlardan, bu sistemden hesap soracaklar. YDG: Eğitim- Sen olarak eğitimdeki bu adaletsizliğe karşı ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz. Bu çalışmalardan biraz bahseder misiniz? Dursun Yıldız: Eğitim- Sen olarak biz iki kez Demokratik Eğitim Kurultayını düzenledik. Daha öncede Devrimci Eğitim Şuraları topladık. Demokratik Eğitim Kurultayında gençlerden, üniversitelerden, liselerden, orta ve ilköğretimden görüşler aldık, bunları sistematik hale getirdik ve bir kitapçık yayınladık. EğitimSen olarak olaya şöyle bakıyoruz; gençlerimizin yeteneklerini, bilgi birikimlerini öğrenim süresince ele almak gerekiyor. İlk eğitimden itibaren yeteneklerine göre yönlendirilmesi gerekiyor, üniversitelerin parasız ve sınavsız olması gerekiyor. Okulların gereksiz uzatılması örtülü bir programdır. 3.5 yılda öğrendiğimiz programı gizli istihdam yaratmak için 5 yıla çıkartıyorlar buna örtük eğitim programı derler ve bunu halka açıklamazlar. Liselerin 4 yıla, üniversitelerin 6 yıla çıkarılması gereksizdir. Amaç işsiz gezen gençlerin sokağa dökülmesini, isyan etmesini engellemek, dolayısıyla okulların ömrünü uzatarak gençleri polis ve jandarma ablukası altına almaktır. 12 Eylülden önce kısmi olarak özerk bir üniversiteden söz edilebilir. Bir çok bilim üreten öğretim üyeleri vardı ama onlar YÖK ve 12 Eylül anayasasıyla birlikte birçoğu sürgün edildi görevlerine son verildi. Binlerce öğrenci okuldan atıldı ve ders kitap- ları yeniden yazıldı. İçerikleri ırkçı, gerici niteliklerle dolduruldu, okullar polis ve jandarma tarafından abluka altına alındı. Böylece okullar kışla ve karakollara dönüştürüldü. YÖK’ün dağıtılmasını, polisin ve jandarmanın okullardan çıkarılmasını istiyoruz, okulların demokratik, özerk bir yapıya kavuşmasını istiyoruz yönetimin öğrencilere ve eğitim üyelerine devredilmesini istiyoruz. Oysa bugün öğrenciler toplumsal sorunlardan, siyasetten soyutlanmış, kendi köşesine çekilmiş, diplomasını alarak robot gibi toplumun içinde yer edinmesi Türkiye açısından hiç de olumlu bir sonuç doğurmayacağını biliyoruz. YDG: Söylediklerinizden yola çıkarsak bugün gelinen yerde öğrenci hareketliliğinin zayıfladığını da görüyoruz. Bununla birlikte eğitim emekçilerinin örgütlenmesinde de bir zayıflık var. Kuşkusuz bunun en büyük nedenlerinden biri 12 Eylül darbesi. Fakat bugün mevcut sistemin oluşturduğu baskı öğrenciler ve eğitim emekçileri açısından da bir sorun olarak biliniyor ve görüyoruz ki karşılığında tepkisiz kalınıyor. Bu tepkisizliğin nedenlerini biraz daha açar mısınız? DursunYıldız: Evet söylediklerinize katılıyorum. Artı olarak okullarda özelleştirme saldırısı gençleri bir cendere altına almıştır ve disiplin kurullarının aşırı biçimde çalışması, gençlerin en ufak kımıldanmalarının ardından okuldan uzaklaştırılmaları ve okullardaki öğrenci örgütlenmelerinin yasaklı hale getirilmesi, 12 Eylül’den sonra apolitikleştirme sürecinin baş göstermesidir. Diğer bir neden Türkiye’de devrimci, sosyalist gençliğin önündeki umutların kısmende olsa kırılması, Sovyetler Birliğinin yenilgiye uğraması bu örencilerde geçici de olsa umutsuzluk yarattı. Bu yaşanan süreçlerin genç- lerin kişiliğine yansıması gibi birçok sorundan söz edebiliriz. YDG: Öğrenci ve işçi gençler bu sorunların önüne nasıl geçebilir, bu bağlamda biz gençlere neler önerebilirsiniz? DursunYıldız: Bunun önüne ideolojik üretimle geçilebilir. Öğrenciler arasında dayanışmayı getirerek, öğrencilerin bireysel kurtuluşlarının yerine toplumsal kurtuluşa inanmaları gerektiğine tabulara karşı mücadele etmek ve kapılardaki polis ve jandarmayı dışarı kovmakla olabilir ve en önemlisi gençlerin sınıf bilincini almasıyla olabilir. Sınıf bilinci; bütünleşme, dayanışma, özgürleşme ve kolektif yaşam bilincini ancak sınıf bilinci temelinde edinebileceğini ve bununla birlikte ezilen halkların özgürleşme bilincini, ekolojik sorunları, cinsiyet sorunlarını birlikte ele alırsa yeni çıkışlar olabilir. Tüm bu taleplerin sadece öğrencilerin mücadeleleriyle olmayacağını da biliyoruz. Demokratik, bilimsel, özgür bir eğitimin olabilmesi için demokratik siyasal bir rejimin olması gerekiyor. Lenin’in dediği gibi “Akademik özgürlük ancak siyasal özgürlükle mümkündür.” Bir yanda akademik özgürlüğü savunmak bununla birlikte ondan ayrılmaz bir parça olarak emeğin özgürleşmesi, ezilen halkların özgürleşmesi, ve mücadelelerin sınıf mücadelesi temelinde verilerek egemen burjuva dünyasını yıkmakla mümkündür. Küresel sermaye sınıfları varken bize özgürlüğü, sosyalizmi kendi elleriyle vermezler, onu biz ancak mücadele ederek alabiliriz. YDG: Fikirlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. Bu düşünceleriniz biz gençlerin yolunu daha da aydınlatacaktır. Yeni Dünya Gençliği İstanbul 10.06.2007 17 yeni dünya gençliği Kadıköy’de ÖSS karşıtı miting gerçekleştirildi Ö 18 ğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavına (ÖSS) karşı bir araya gelen ve çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu bir miting gerçekleştirildi. Mitinge Haydarpaşa Numune Hastanesi önünde toplanan genç işçi ve öğrenciler Kadıköy Meydanına doğru yürüyüşe geçerek ÖSS’yi protesto ettiler. “ÖSS Duvarını Yıkalım” sloganıyla oluşturulan ÖSS Karşıtı Platform, çalışmalarına aylar öncesinden başlayarak yaklaşık 600 kadar genç işçi ve öğrenciyi bir araya getirdi. Katılımın az olması göze çarpsada, miting boyunca coşku hiç eksilmedi. Devrimci, demokratik taleplerin dile getirildiği miting; sınavsız, parasız, anadilde eğitim, özerk ve bilimsel eğitim isteyen gençlerin, bunun ancak ÖSS’nin ve YÖK’ün kaldırılmasıyla, eğitim sisteminin baştan ayağa değişmesiyle mümkün olabileceğini ve mitingin bu doğrultuda önemli bir adım olduğu savunuldu. Diğer illerde de böylesi mitinglerin gerçekleştirilmesi için bütün genç öğrenci ve işçilerin bu sisteme karşı ortak mücadele etmesi gerektiği vurgulandı. Bu sınavın işçi ve emekçi çocuklarını baştan elediği, Kürtleri ve diğer ezilen azınlıkları ve kadınların bu eğitim sistemi içinde ikincil olarak görüldüğü, bu eğitimden sermayedarların çocuklarının yararlandığı ve okulların bilimden uzak ticari şirketlere dönüştürüldüğü, mitingde öne çıkan sorunlardı. Konuşmacılar arasında çocuğunu okutmaya çalışan bir anne olarak katılan Ayşe Yılmaz; bu mücadelede işçi ve emekçi ailelerine de büyük görevler düştüğünü belirtti. Bu sorunların yalnızca çocuklarımıza ait olmadığını, çocuklarımızın doğru ve özgür bir eğitim almalarını istiyorsak, onların yanında mücadeleye katılmamız gerektiğini velilere duyurdu. KESK 3nolu Şube Başkanı Dursun Yıldız’ın da konuşma yaptığı mitingde; bu sınavın bir tuzaktan ibaret olduğuna değindi. Eğitim politikalarının bir tuzağı olan sınavla karşı karşıya olunduğu, bu sınavın işçi ve emekçi çocuklarını elediği, kendi anadilinde eğitim göremeyenleri elediği, okulların birer ticarethaneye, müdürlerin ve rektörlerin de birer işletmeci olduğunu, vergilerimizin orduya değil eğitime ve sağlığa harcanması gerektiğine değinen Dursun Yıldız, Eğitim-Sen olarak öğrencile- L rin ünüversitelere sınavsız girmesini ve gençlerin yeteneklerine göre yönlendirilmesi gerektiğini bunun sadece 3.5 saatlik bir sınavla ölçülemeyeceğini de dile getirerek tüm öğrencileri ve gençleri mücadeleye çağırdı. Yeni Dünya Gençliği olarak katıldığımız mitingde, öğrencilerin önündeki en önemli engellerden biri olan ÖSS’nin ve üniversitelerin birer işletme haline dönüştüren bu adaletsiz eğitim sisteminin bir an önce kaldırılması için mitingde dövizlerimizle yer aldık. Sloganlarımızda özgür bağımsız üniversite, sınavlara hayır, bilimsel ve anadilde eğitim gibi demokratik taleplerimizi hep bir ağızdan söyledik. Eğitim sisteminin mevcut kapitalist sistemle bağı olduğunu ve bu sistem içinde bu engellerin adının sürekli değiştirilerek bize her seferinde yeniden dayatıldığını, buna karşı temelde işçi gençlik ve öğrenci gençliğin, işçi ve emekçi ailelerinde desteğini alarak bu sistemin değiştirilebilmesinin ancak kararlı Leninizmi öğrenelim... enin bir marksisttir. Marksizmi Rusya’ya uygulamıştır. Elbette ki Lenin marksizmi geliştirip daha ileri bir safhaya ulaştırmıştır... Çünkü marksizmin özünde diyalektik vardır. Diyalektiğin de en karakteristik özelliklerinden biri doğanın sürekli bir devinim (değişim) içinde olmasıdır. Bu nedenledir ki sosyalizm yerinde saymaz, yani durağan değildir. Dolayısıyla çağın şartlarına uyum sağlar. O halde Lenin Ekim devrimiyle marksizme farklı bir boyut kazandırmıştır. Böyle düşünüldüğünde “Marksizm-Leninizm” asla çağın gerisinde kalmayacaktır. Marks ve Engels döneminde emperyalizm henüz yeterince gelişmemişti. Ancak Lenin döneminde emperyalizm oldukça gelişmişti. İşte Lenin, bu güçlü emperyalizmi Rusya’da parçalayarak sosyalizmi Rusya’ya başarıyla uyguladı. Şimdi marksizmi daha da geliştiren Leninizmin, proletarya diktatörlüğü, proletarya partisi ve tek ülkede sosyalizmin zaferi gibi temelleri üzerinde duralım... Bu temel ilkelerden biri proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü olmadan da devrim gerçekleşir. O halde proletarya diktatörlüğüne ne gerek vardır denilebilir. Zaten asıl sorun buradadır. Çünkü proletarya diktatörlüğü bize devrimden önce değil, sonra lazımdır. Şöyle ki; devrim sonrası burjuvazi devrimin olduğu ülkede hala güçlüdür. Çünkü kapitalizm uluslararası alandan büyük bir destek almaktadır. Dolayısıyla aniden burjuvazinin gücünün kırılması zordur. Tam da bu noktada proletarya diktatörlüğü devreye girer... Proletarya diktatörlüğü güçlü olan burjuvazinin desteğini kırmak için şiddet kullanır. Proletarya buna mecburdur. Çünkü burjuvazi eski düzene dönmek için bir takım faaliyetler yürütür. Ayrıca proletaryanın bazı görevleri vardır. Proletarya; devrim ordusunu örgütler, emekçileri proletarya etrafında birleştirir ve burjuvazinin eski düzene dönme çabalarını önlemek için mücadele verir. İşçi sınıfının proletarya diktatörlüğü konusunda bilmesi gereken; proletarya diktatörlüğünün, burjuvaziye karşı şiddet kullanımına dayanan devrimci bir iktidar olduğudur. Leninizmin bir diğer temeli de partidir. Proletarya partisi işçi sınıfının siyasi öncülüğünü yapar. İşçi sınıfını burjuvaziye karşı örgütler. Bu özelliklerinden dolayı proletarya par tisi her zaman işçi sınıfından daha önde olmalıdır. İşçi sınıfının yol göstericisi olmalıdır. Yani işçi sınıfının göremediğini proletarya partisi görmek zorundadır. Bir diğer konu ise tek ülkede sosya lizmin z a fer i ne i l i ş k i n d i r. Bu görüşün doğru ol- mücadeleyle mümkün olacağını ve bu tür eylemlerin yaygınlaştırılarak sistemin bağrında ağır bir yara açması için düzenli olarak her yıl yapılması ve doğrudan içinde yer almamız gerektiğini düşünüyoruz. Mitingde Yeni Dünya Gençliği olarak attığımız sloganlar ”ÖSS Duvarını Yıkalım-Gençlik Gelecek Gelecek Sosyalizmde-YÖK Kalkacak Polis Gidecek Üniversiteler Bizimle Özgürleşecek-YÖK, ÖSS Gelecek Veremez Bize-(İşçi) Öğrenci Gençlik Birleşin ÖSS’yi Devirin” vb. Son olarak Grup Vardiya’nın seslendirdiği şarkı ve marşlar eşliğinde gençler halaylar çekerek ÖSS’yi protesto etti. M it i n g i dü z e n le ye n k u r u m ve örgütler: Devrimci Liseliler, Demok rat i k Gençl i k Der neğ i, Emekçi Hareket Partisi Gençliği, İstanbul Liseli Gençlik Platformu, Mayısta Yaşam Kooperatifi katılımcıları, Sosyalist Demokrasi Gençliği, Sosyalist Gençlik Derneği, Yeni Demokrat Gençlik. Yeni Dünya Gençliği İstanbul ✓ madığını söyleyen troçkistler; sosyalizmin başarıya ulaşması için bütün ülkelerde eş zamanlı sosyalist devrimin olması gerektiğine inanırlar. Ancak bu tamamen yanlıştır. Çünkü güçlü emperyalizm koşulları altında bütün dünyada eş zamanlı sosyalist bir devrimin gerçekleşmesi çok zordur. Ancak tek ülkede sosyalizmin zaferi Lenin’e göre kabul edilebilir bir gerçektir. Kanıt gerekirse Ekim Devrimi bunun en büyük örneğidir. Gör ü ldüğ ü g ibi Leninizm Marksizmi canlandırmış ve başarıyla uygulamıştır. Stalin’in deyimiyle; “Leninizm, proleter devrimin ve proletarya diktatörlüğünün teorisi, pratiği ve taktiğidir...”. İşçi sınıfının benzer devrimler görmesi için, proletarya iktidarının en gelişmiş örneğini yaratan Sosyalist Ekim Devriminin kurucusu Lenin’in teoride yaşatılması gerekmektedir. Bu nedenle İnter Yayınları’nda çıkan ve Stalin’in “Leninizmin Temelleri Üzerine” ve “Leninizmin Sorunları Üzerine” başlıklı yazılarının biraraya getirilmesi ile ortaya çıkan “L eninizmin Temelleri” adlı eser, burjuvaziye karşı mücadelenin nasıl yürütüleceği konusunda emekçiler ve gençler tarafından kesinlikle okunması gereken çok önemli bir eserdir. Yeni Dünya Gençliği/ ANTALYA ✓ G Grev sürüyor! üney Afrika’ da, özellik le kamu çalışanlarının ücret artışı taleplerine, hükümetin %6 oranında ücret artışı önerisiyle yanıt vermesi kamu çalışanlarının sabrını taşıran son damla oldu. 25 Mayıs’ta onbinlerce öğretmen, hemşire ve diğer kamu sektörü çalışanları sokaklara çıkıp yürüyüş veye mitinglerle hükümetin önerisini protesto etti ve sendikalar 1 Haziran’dan itibaren süresiz greve gidileceği tehditini savurdu. Hükümetten farklı bir yanıt gelmeyince, sözkonusu sendikalar savrulan tehditin boş olmadığını pratikte de gösterdiler ve gerçekten 1 Haziran’dan itibaren süresiz grevi başlattılar. İlk anda yarım milyondan fazla kamu çalışanı greve katıldı. Sonraki günlerde çöpçüler, maden işçileri, kamu ulaşımı çalışanları ve diğer birçok kesim de greve katılarak, grevcilerin sayısını 1 milyon civarına yükseltti. Böylece medyada Apardheid’ın kaldırılmasından sonraki dönemde en büyük grevin gerçekleştiği yönlü haberler yayıldı. Gerçekten de durum böyledir. Apardheid’ın kaldırılmasından sonraki dönemlerde nüfusun büyük kesimini oluşturan yoksul siyah halkın ekonomik durumunda iyileşme bağlamında özde bir şey değişmedi. Özel olarak “Siyah ekonomik teşvik” vb. adı altında güya siyah yoksul halkın durumunu düzeltme programı ortaya konsa da, gerçekte bir avuç insan dışında kimse yararlanamadı bu programdan. Siyah halkın çok büyük kesimi hâlâ yoksul… Son yıllarda hayat büyük ölçüde pahalılaştı, zamlandı! Ama çalışanların ücretleri, maaşları bu zamlanmadan payını almadı, tersine reel ücretler giderek düştü. Somut olarak enflasyonun %8 civarında olduğu bir ortamda, hükümet sadece %6 ücret artışı önerdi. Yani enflasyon oranının da altında kalan bir artış, gerçekte ise azalış önerisi sunuldu kamu çalışanlarının önüne. Sendikalar greve gitme kararı verirken hükümetten %12 ücret artışı talebinde bulundular. Hükümet ise önerisini önce %6,5’e, ardından da %7,25’e çıkardı. Sendika ise %10’un altında olmaz diyerek %12’lik talebini %10’a düşürdü. Üç haftayı aşkın süredir grev sürerken, taraf ların tavırlarında bir değişiklik olmadı. Medyaya yansıdığı kadarıyla bu yazı yazılırken hâlâ grev sürüyordu ve ücret artışı konusundaki talep ve öneride de değişiklik yoktu. Kuşkusuz ki grev nedeniyle sözkonusu çalışma alanlarında değişiklikler sözkonusu oluyor. Örneğin maden işçileri greve gittiğinde, metan vb. maden üretimi durmaktadır. Çöpçüler çöp toplamadığında çevreyi kokular sarmaktadır… Ya da öğretmenler ders vermediğinde, okullar kapalı kalmakta ve öğrenciler ders görememektedir. Sağlık alanında ise durum tam bir felaket… Devlet ya da hükümet yetkilileri, kimi hastaların ölmesini kullanarak kitleleri greve giden kamu çalışanlarına, doktor ve hemşirelere karşı kışkırtmaya çalışmaktadır. Sanki hastaları çok düşünüyormuş gibi bir tavır içine girerek, grevdeki doktor ve hemşirelerin “insan değerini” hiçe saydığı yönlü bir resim çizilmeye çalışılıyor. Oysa aynı hükümet ne Güney Afrika’nın en büyük baş belası hastalık olan AİDS’e karşı –nüfusun %10’undan fazlası HIV-virüsüne bulaşmış durumdadır– ne de diğer bulaşıcı hastalıklara karşı ciddi bir önlem almıştır. Ki, bu konuda –az da olsa– emperyalist ülkelerin kimi fonları da olmasına rağmen ciddi bir önlem alma çabası gösterilmemiştir. Rüşvetçilik, yiyicilik, adam koruma gibi “yeteneklerin” sadece “beyaz” yöneticilere ait “yetenekler” olmadığı olgusu da Apardheid’ın kaldırılması sonrası dönemde kendisini gösterdi. Hükümet sağlık alanında çalışanların ücretlerini en azından yaşayabilmeye yetecek kadar gerekli düzeye yükseltme yerine, grevcilerin %10’luk ücret artışını kabul etme yerine, ordu ve polisi devreye sokarak hem grev kırıcılığı yapmakta hem de açıkça grev kırıcılarını korumaktadır. Grevi destekleyenler ise değişik eylemlerle, miting ve yürüyüşlerle desteğini dile getirmektedirler. Örneğin otobüs şoförleri de sözkonusu eylemlere katılmaktadır. Hatta polisin bile greve destek verebilme olasılığı gündeme gelmiş durumda. Bu arada tabii ki yasal olarak grev yapma hakkına sahip olmayan kimi kamu çalışanları da, işten atılma, mahkemeye verilme vb. tehditleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Hükümet “Acil Hizmetler”de çalışan yüzlerce hemşireye çıkış verdiğini ilan etti ve bu ilan grevcilerin mücadeleyi sürdürmelerini teşvik eden bir rol oynadı. Yüzlerce hemşireyi işten atma dışında hükümetin, greve gidenlerin aylıklarını kesme tehditi savurması da grevcilerin tavırlarını sertleştiren bir tavır oldu. Bu grev somutunda yasağa rağmen greve gitme ve bunu kitlesel biçimde yapma edimi önemli bir noktadır. Bu, açıkça yasayı ve yasağı çiğnemektir. Grev konusunda yorum yapan kimileri haklı olarak grevin sadece ekonomik taleple sınırlı kalmadığını, aynı zamanda siyasi bir greve büründüğünü de tespit etmektedirler. Grevin siyasi greve dönüşmesi bağlamında esas olarak dile getirilen taleplerden çok, perde arkasında yatanın Başkan Thabo Mbeki’nin yerine kimin geleceği konusundaki güç provası olduğu konusu işlenmektedir. Mbeki’nin görev süresi 2009 yılında dolacak. Fakat bu yılın Aralık ayında yapılması planlanan kongrede ANC’nin liderinin kim olacağı konusunda karar verilecek. Bu da aslında Mbeki’nin yerine kimin geleceği sorusuna yanıt verecektir. ANC içindeki bu mücadelede sendika kanadı, sosyal, çalışanlara ve halka yakın bir siyasi yönelimin savunuculuğunu yapmaktadır. Açıkçası, sistem içinde kalsa da, Apardheid sonrası dönemin siyasetinin de sınıfta kaldığını, halkın büyük bölümünün yoksulluğunun devam ettiğini, bu nedenle de andaki siyasete göre daha sosyal bir siyasi yönelime ihtiyaç olduğunu savunmaktadır. Böylece ANC içindeki diğer kesimleri de, böylesi bir siyasi yönelimi savunan birini ANC Başkanlığı’na seçme konusunda etkilemeye çalışmaktadırlar. İşin belki de ters yanı, şu an böylesi birinin olmamasıdır. Kuşkusuz ki bu sorunun cevabını ancak Aralık ayında alabileceğiz. Ama grevin doğrudan talebi olan ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve son günlerde eklenen yeni taleplerin, örneğin –maden işçilerinin yaşamları bağlamında– madenlerin olduğu bölgelere anıtlar dikilmesi, müzeler yapılması vb. taleplerin mücadelesinin nasıl sonuçlanacağı ise, belki de bu yazı yayınlandığında ortaya çıkmış olacaktır. Grev bağlamında dikkat çeken bir nokta da, polisin ve ordu güçlerinin grevcilere saldırması, grevcilerin de yer yer saldırı eylemleri gerçekleştirmesi sonucunda ölümlerin yaşanmasıdır. 16 Haziran tarihli haberlere göre sözkonusu saldırılarda 7 kişi ölmüş sayısız kişi yaralanmıştır. Somut olarak bir grevkırıcı da iş arkadaşları tarafından tren istasyonunda kurşunlanarak öldürülmüştür. Bu ve benzer i olayla r Gü ney Afrika’daki grevin sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalmadığını, ama aynı zamanda grevcilerin ekonomik talep için de daha sert mücadelelere hazır olduğunu göstermektedir. Eğer %10luk ücret artışı talebi hükümetten koparılıp alınmazsa, bu, grevcilerin mücadeleye hazır olmadığından değil, okuyucu mektubu sendika yetkililerinin mücadeleyi sürdürmek istememesinden kaynaklanmış olacaktır. Bir milyon civarında işçi, emekçi ücretlerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadeleye hazır olduğunu bu üç haftalık süreçte ispatlamıştır, hem de yasağı, yasayı çiğneyerek… Bu grev ay nı zamanda Güney Afrika’da Apardheid’ın kalkmasından sonraki dönemde, “beyaz, siyah” temelinde ırk ayrımının yerini, sınıfsal ayrımın, farklılığın aldığını; siyah halktan işçi ve emekçilerin sadece “beyaz” efendiye karşı değil, “siyah” sömürücüye, ezene karşı da mücadele etmeye başladığını da ispatlamıştır. Yine bu grev, dergimizin 79. sayısında, 18 Mayıs 2004 tarihli ve “Seçimler ve Apardheid’sız on yıl…” başlıklı yazımızda yaptığımız şu tespiti de onaylamıştır: “İşsizlerin, topraksız-yoksul köylülerin ve genel olarak yoksul tabakaların Güney Afrika’nın siyasi yaşamında önemli rol oynayacağı bir dönem önümüzde duruyor. Mücadele, beyazlarla siyahlar arasında değil, burjuvazi ile işçiler arasında, toprak sahipleriyle yoksul köylüler arasında yürüyecektir.” (sayfa 17) İlericilerin, devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerin görevi ise burjuvazi ile işçi ve emekçiler arasındaki bu sınıf savaşımında, proleteryanın kurtuluşunun bilimine uygun olarak mücadeleyi sürdürmesi, bu mücadeleyi yükseltmeye çalışmasıdır. Dayanışmamız Güney Afrikalı işçi ve emekçilerin hakları ve sömürü sisteminden kurtuluşları için mücadeleyledir. 25 Haziran 2007 ✓ 13. Pfingsten (Pantkot) Enternasyonal Gençlik Festivali yapıldı A lmanya’da iki yılda bir yapılan enternasyonal gençlik festivali, bu yıl 25-27 Mayıs tarihleri arasında yapıldı. Festivale 20’nin üzerinde ülkeden katılan gençler ve yaşlılar, Almanya’dan katılan binlerce genç ve yaşlıyla birlikte, yaşamın her alanında enternasyonalizmin güzel görüntülerini sundular. 25 Mayıs akşamı başlayan etkinlik, 26 Mayıs’ta yapılan ve binlerin katıldığı mücadeleci, anti faşist ve enternasyonalist bir yürüyüşle devam etti. Aynı gün yapılan toplantılarla, seminerlerle, kültür ve sportif gösterilerle doruk noktasına ulaşan festival, ertesi gün aynı tempoda sürdürüldü. Antifaşist mücadele, otomobil işçilerinin mücadelesi, enternasyonal mücadele festivalde öne çıkan konulardan bir kaçıydı. Dayanışmanın ve enternasyonalizmin güzel örneklerinin sergilendiği festival, ara sıra çıkan fırtınaya ve yağan yağmura rağmen on binlerce kişi tarafından ziyaret edildi. Festivalde tüm katılımcı ülkelerin yemeklerinin, müziklerinin, kitap ve gazete masalarının sergilendiği alanlar ve sunulan kültürel ve sportif etkinlikler görülmeye değerdi. Festivale katılan binlerce genç ve yaşlı, çok kötü hava koşullarına rağmen, kurulan çadırlarda kaldı. Festivalin organizasyonu oldukça iyi yapılmıştı. Bu tür festivallerin yeni bir dünya için mücadelede etkili olması temennisiyle… Yeni Dünya Gençliği ✓ 19