Kititake Hiraoda`dan Yukio Mishima Yaratmak İnan

Transkript

Kititake Hiraoda`dan Yukio Mishima Yaratmak İnan
Kititake Hiraoda’dan Yukio Mishima Yaratmak
İnan Ulaş Arslanboğan
"Güzellik ürkünç, müthiş bir şeydir.
Ürkünçtür, çünkü tanımlanamaz,
tanımlanamaması da bizlere yalnızca
bilinmezlikler verdiği içindir.
Burada kıyılar birleşir,
bütün karşıtlıklar bir arada yaşar."
Tate no Kai
Bayrağı
Dostoyevski – Karamazov Kardeşler
Doğduktan on iki yıl sonra annesiyle ilişkileri „normal‟
le geldi. Çünkü babaannesi sadece beslenme saatlerinde annesine
izin veriyordu. On iki yıl boyunca oyuncak bebekler ve kızlarla
arkadaştı. Babaannesi, samuray kökenli bir aileden geliyordu. Gelenekselliği, saç telinden topuklarına kadar
hisseden bir çocukluk evresinden sonra edebiyata merak sardı.
Babası, Japonya‟da iki yüz elli yıllık
askeri gelenekten geliyordu. Baskın kişiliği
Kimitake Hiraoka‟nın yazmasını istemez.
Çünkü „kadınların‟ uğraşıdır edebiyat. O bir
erkek olmalı, ülkesini savunmalıdır. Kimitake
ilk olarak Aziz Sebastian‟ın, etinden içeriye
giren oklara ve kanlar içinde can verirken
resmedildiği yağlıboya bir resme bakarken
orgazm olup kendisini tanımaya başlar. Elbette ülkesini savunacaktır ama bir eşcinsel olarak.
Japonya‟nın kâğıt sıkıntısı çektiği
dönemlerde öğretmeninin (Fumio Shimizu)
yardımıyla ilk denemelerini yayınlar. Bir
haftada tükenir. Ülkedeki yayıncıların tamamı
kâğıt sıkıntısından yakınırken o daha çocuk
yaşlarında kitabını basar. Üniversite çağlarına
geldiğinde baba otoritesinden kurtulmak için
bir mahlas bulmalıdır. Mishima, Fuji dağını karşısında bir şehirdi.
Yukio ise kar anlamına geliyordu.
Yukio Mishima
Gelenekselliğin getirdiği faşizanlık onu da etkiliyordu,
bunda babaannesinin payı ve babasının minik bir bürokrat, koca bir
Hitler hayranı olma durumu önemli. Fakat atom bombalarıyla ülkesinin iki şehri yerle bir edilmiş, çocukların on yıllar sonra hala sakat
doğduğu bir ülkenin yazarıydı. Gelenekselliğin yanında,
modernizmin karşısında durması gerektiğini daha iyi kavramış olmalı. Yazdığı kitaplarda Japon kültürünün erozyona uğraması ve
toplumun bu akıntıyla değişimi, kendi dâhil „bireyi öldüren‟ kapitalist çarkların kişi üzerindeki etkilerini, sıkışmışlığını kaleme aldı. „Kadınlara kur yapmayı seviyorum‟ diyordu Mishima „ama
onlarla beraber olmak istemiyorum.‟ Fakat evlendi. Evlendiği kişi
aristokrat bir aileden geliyordu. Yaşamının duraklarında elbette
yoksullukta vardı ve belki de evliliği bu yüzdendi. Aileni koru vatanını sev...
Eşine evlendiği ilk günlerde „yazmama ve spor yapmama
karışma‟ demişti. Her şeyden önce yazmak geliyordu. Batılı anlayışı
sevmiyordu ama bir kitap yazıp batılıların hayranlığını kazandı. Bir
Maskenin İtirafları 1949
Hitler faşizminin dakikliği, samuray kültürünün yılmazlığıyla buluşuyordu. Kılıcın keskinliği, barutun öfkesiyle harmanlanıyordu.
-Tarihe böyle bakılmaz ama Mishima Hitlerin karşısına olduğu gibi çıksaydı, Hitler bu samurayı gaz odasına ya da idam mangasının önünde bir kütüğe bağlayacağı kesinmiş gibi. Fakat Hitler
Mishima‟nın karşısında olsaydı… Bu tamamen bir muamma, belki
saatlerce tartışabilirdi. Elbette ilericiler için çok aydınlık bir gelecek
vaat etmeyecekti. Şimdiki zamanlar gibi.Üç kez Nobel adaylığı, yüzden fazla yapıt, sayısız film, no oyunları
ve bir örgüt kurdu (Tate no Kai). Örgütünün adı Kalkan Cemiyetiydi. Yüz elli kadar insanı kendi seçti, dar bir „kurum‟ olsun istiyordu.
Öyle oldu. Dövüş sanatında ustalaştı, samuray sınıfının son temsilcilerindendi. Örgütünü de bu yolda biledi, kıyafetlerinden, eğitimlerine kadar ilgilendi. Yazılarına, „ailesine‟ ve imparatora saygısını
hiç kaybetmeden yoluna devam etti.
Ya Kimitake Hiraoka olacak, ya da hayatını Yukio
Mishima olarak sürdürecekti. O modernleşmenin karşına kalkan cemiyetiyle, modern ordunun karşısınaysa samuray kültürüyle çıkıyordu. Yazdıkları gibi hayatı da planlı şekilde
ilerledi. Ölümünü de bir eser olarak görüyordu. Bu ölümü bir sene öncesinden kurmaya/planlamaya başlamıştı. Yüz elli kişilik
ordusunu -ki Mishima askere gitmemek için
askeri doktora, öksürüğünü ciddi bir hastalık
gibi gösterip orduya katılmamıştı- Japon askeri
kuvvetlerinin içinde yetiştiriyordu. Hayatını
çelişkiler yumağı içinde geçirdiği açık. Hem
babası vasıtasıyla orduyla yakın ilişkileri olması, hem askerden kaçmak için hasta numarası yapması, samuray kültürünün geleneksel
yapısalcılığı ve eşcinsel eğilimleri ruhunu
çalkalandırıyordu. Yaşadığı dönemin –edebi
açıdan- en belirgin özelliği ise kanımca şudur.
Birinci ve ikinci dünya savaşları arasında dünya edebiyatı özellikle Amerika‟da Beat kuşağının beslenip var olmasına önayak olmuştu.
Doğuda ise Mishima‟yı var etmişti. Batıda genel olarak savaş karşıtlığı olarak tezahür eden bu durum, doğuda gelenekselliğe dönme
anlamını taşıyor. Elbette modern orduya geçilirken orduyu şekillendiren, eğiten ve kültürünü de beraberinde getiren batılı anlayış Japonya‟nın genel geçer olmayan gelenekselliğini etkileyecekti. Öyle
de oldu.
Yukio Mishima Nobel‟e aday gösterildiği yıl Nobel‟i alan
vatandaşı Kabawata, “Olağanüstü bir yetenek, benden çok yukarılarda, ancak dünyaya üç yüz yılda bir gelen dâhilerden” diyecekti.
İç dünyasındaki acıdan haz alma hali, rüyalarına kadar
ulaşmış onu çepeçevre etkisine almıştı. Dışarıdan bakıldığında yapıtlarındaki incelikle, intiharı arasındaki kan gölü ciddi bir ikilem
gibi duruyor. Çelişki yumağı Mishima için büyüyor gibi. Fakat
bunu hiçbir zaman dışarıya aksettirmiyor. Kapalı bir kutu gibi
Mishima. Erkekleri arzuluyor ama bir kadınla evleniyor, ordudan
kaçıyor ama kendi ordusunu kuruyor, yazıdaki inceliğiyle ölümü
sırasındaki keskin kılıç her şeyi ikiye ayırıyor.
İntihar Sanatı
24 Kasım 1970, yayıncısının istediği yazıyı bitirir bir miktar para ayırır kenara, bu para Tetenokai (Kalkan Cemiyeti) üyesi
olan dört kişiye ayrılmıştır.
Karısına bir not bırakır.
“Herkes ölür ama ben sonsuza kadar yaşayacağım.”
25 Kasım 1970, kapısının önünde yeni bir araba, içindeyse
dört kalkan cemiyeti üyesi vardır. Hepsi askeri üniformalarını giymiştir. Basına günler öncesinde haber verilmiştir. Tokyo‟da bulunan
Ichigaya karargâhına gidip genelkurmay komutanlarından birisine
17. yüzyıldan kalma bir samuray kılıcı hediye edecektir. Karargâha
rahatça girerler ve komutanı sandalyesine bağlayıp kapının ardına
odadaki sandalye ve ağır eşyaları koyarak giriş çıkışları bloke ederler. Mishima‟nın son bir görevi vardır. Ünlü bir balkon konuşması yapmak! Karargâhın geniş balkonuna çıkar. Aşağıda yaklaşık
sekiz yüz asker ve basın mensupları Mishima‟nın; imparatorun
haklarının geri verilmesini, batılı anlayıştan uzaklaşıp samuray
kültürüne dönülmesiyle alakalı konuşmasını, alnına taktığı beyaz
bantla bitirir. Bu bant kamikazelerin ölüme giderken taktığı bandın
aynısıdır. İçeriye girip diz çökeceği yeri biraz temizler ve üniformasının düğmelerini yavaşça açıp Tetenokai üyelerine son kez bakar.
Elinde kılıç tutan Masakatsu Marito‟ya -cemiyet içinde
Mishima‟nın nişanlısı gözüyle bakılmaktadır- döner ve son kez ona
bakar.
İkisinin de ortak noktaları çoktu, bunlardan biri; kanlı ve
acılı bir ölümdü. Mishima, “Seppuku orgazmın zirvesidir” diyordu.
Marito çok acı çekmemesi için başını vuracaktı. Ama öncesinde
ritüele başlanacak ve Mishima karnını deşecekti. Sandalyeye bağla-
nan general durumu fark etmişti. “Yapma” dedi Mishima‟ya…
“Lütfen yapma.” Mishima karnını işaret ve orta parmağıyla işaretledi ve kılıcını o boşluktan içeriye soktu. Pembemsi bir bağırsağın
görünmesiyle birlikte odayı kesif bir koku kaplar. Bu arada Marito
seppuku‟yu tamamlamak için kılıcını indirir. Fakat kafanın gövdeden ayrılmasını başaramaz. Mishima‟nın sırtında derin bir kesik
açılır… -Şunu da ekleyelim: eldeki verilere bakılınca Marito sevgilisini öldürmek üzeredir. Odada Marito‟nun aşırı terlediği ve ellerinin titrediği biliniyor.İkinci darbe halıya isabet eder ve üçüncüsü çenesine…
Seppuku Japonlara özgü geleneksel intihar yöntemidir. Harakiri ile benzerlikleri var gibi görünse de öyle değildir. Harakiri,
kişinin nasıl intihar edeceği ile bağlantılı ve ölmeme durumu söz
konusu olabilir. Seppuku‟da ise ölüm kesindir. Bu ritüelde en az üç
kişi bulunmalıdır.
1970 Kasımında Mishima seppuku yapan kişiydi, ikincisi
Marito yani Mishima‟nın kafasını gövdesinden ayıracak olan kişiydi, ama yapamadı. Üçüncü kişiyse seppuku‟nun başarısızlığa uğraması durumunda -Marito‟nun heyecanı, o gün Mishima‟nın
seppuku‟yu tamamlamasının önüne geçmişti- hem Mishima‟nın
hem de Marito‟nun kafasını kesecekti ve öyle de oldu. Mishima ve
Marito istedikleri şekilde öldüler.
Yan yana.
T.
Soner Üçkuşoğlu
Sıradan bir günün ortasında kalan küçücük bir çocuk. Adı
sadece T. Belki Tayfun‟un, belki Tamer‟in T‟si. Kimse bilmez
kendisinden başka. O da babasını ve annesini gözlerinin önünde
kaybettikten sonra unuttu T‟den sonrasını. Gözlerini tavandan ayırmayan bir çocuk. Yalan söylerken yere bakar sadece. Bütün mahalle
tanır onu.
Sonra bir gün kaybolur.
halleli üç gün, beş gün pek şüphelenmez.
Aradan bir ay geçer, T. ortada yok.
Mahallenin önde gelenleri,
mahalle muhtarına gider. Mahalle
muhtarı arkasına takar birkaç kişiyi
polise gider. Polise kayıp ilanında
bulunurlar. Komiserin kafasına takılır
mevzu. T.‟yi araştırmaya karar verir.
Halkın arasına karışır. Önüne gelene
sorar.
“İyi çocuktur, ama çok
sizdir. Çok sessizlerden uzak durmak gerek. Bir hinlik vardır elbet
kafasında, ondan susuyordur.”
“Mahallede dolanır durur. Birileri ekmek verir, aş verir.
Gecekonduda kalır. Üstü başı her daim pis, yırtık pırtıktır.”
“Gelir benden kâğıt, kalem alır. Bir keresinde gördüm,
parkta oturmuş resim çiziyor. Ne çizdiğini bilmem.”
“Hayat bir sille atmış çocuğa vaktinde. Mahalleli kendi
içinde bakmaya çalışıyor. Bazısı pek sevmez çocuğu. Ama çocuktan
dolayı değil. Babasından dolayı. Babası çok kavgacıymış sağken.
Mahallede kavga etmediği kalmamış. Bazısı da babasına olan kinini
çocuktan çıkarıyor işte.”
Komiser kafasındaki sorulara bir türlü cevap bulamamış.
Herkese sormuş, kimse çocuğa kimin yardım ettiğini net olarak
bilmiyor. Herkes “mahalleli” diyor geçiyor. Çocuk bulunamıyor.
Yardımseverler bulunamıyor.
Komiser mahallede gezerken bazı duvarlardaki resimler
dikkatini çekiyor. İlginç resimler. Araba, yıldızlar, güneş vs. Köşesinde bir de imza var. “T.” diye. Etraftaki çocukları çağırıyor. Kim
bu T. diye soruyor.
“Kaybolan çocuk işte amca. Artist artist gelir, ne top oynar
ne başka bir şey. Eline alır bir tane kalem, sağa sola bir şeyler çizer
köşesine de böyle imza atar işte.”
Aradan yirmi yıl geçer. Çocuk bulunamamış, komiser çocuğu aramaktan vazgeçtikten sonrada emekliliğini istemiştir.
Emekli komiserin kızı güzel
sanatlar bölümünde okumaktadır. Bir gün arabayla önünden geçtikleri sergiye girmek
ister. Babasını ikna eder.
bayı park ettikten sonra resim
sergisine
girerler.
Salon,
dorlar, duvarlarda tablolar.
Adam tablolarla pek ilgilenmez. Kızının gönlü razı olsun
diye gelmiştir. İkramlardan
eline bir tane alır, takılır kızının peşine.
Kızı ısrarla tabloları
anlatmaya, göstermeye, babasının da ilgisini tablolara çekmeye
çalışır. Emekli komiser kızının ısrarına dayanamaz tablolara bakar.
Köşesindeki imza dikkatini çeker hemen. “T.”
Emekli komiser şaşkınlıkla tabloya bakakalır. İlk şaşkınlık
anını atlattıktan sonra ressamın kendisiyle tanışmak ister. Ancak
bunun mümkün olmadığını öğrenir. Çünkü T. çoktan ölmüştür.
Sergiyi açansa onu keşfeden başka bir ressamdır.
Sonra o ressamdan T.‟nin hikayesini dinler. Zamanında
ressamın yolu o mahalleye düşmüştür. Duvarlara resimler çizen
çocuğu önce yanına almaya çalışmış, ikna edememiştir. Sonrada
ihtiyaçlarını T.‟nin izin verdiği ölçüde karşılamaya başlamıştır.
Sonunda T.‟yi ikna eder ve yanına alır. Mahalleli hiç ilgilenmediği
ama her gün görmeye alışkın olduğu T.‟nin yokluğunu bir ay kadar
sonra fark eder bu yüzden. T. büyür. İlk tablosunu sattığında, bir
silah alır kendisine. Bu silahla intihar eder.
Eleştirinin Yönü Kapitalist Bağımlılık İlişkileri ve
Kör Dövüşünde Özgürlük
Kaan Turhan
Liberal elit güruhun diline dolananların aşılabilmesi gibi
bir çaba boş, anlamsızdır çünkü hedefledikleri gibi bezginlik yaratan bir süreçtir. Ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduranların
kalemşorları olan bu elitist çevre için yaşayan insan üzerinden geliş-
tirilecek gerçeklik gibi, toplumsal norm gibi kaygıları yoktur, olamaz da! Popülaritesini koruyan ve denge unsuru olan: alay, sataşma,
güç gösterisi, hedef gösterme, istihbari tetikçilik gibi „ayağa düşmüş‟ davranışlar, onların normlarını bina etmiştir. Bu inşa sürecinde
uygulanan bilimsel ve toplumsal hiçbir ölçüt yoktur. Liberallerden
herhangi birinin yazısı üzerine durmak bile genel izlenim edinmek
açısından yeterlidir. Çünkü uyguladıkları gerçeklikten arındırılmış,
bağlamlarından koparılmış, kanıtlar yerle bir edilerek amaca uygun
biçimlendirilmiştir. Liberallerin bu korkunç yüzsüz tutumlarıyla
bezenmiş iddialarını eleştirmeniz, onların keyfi tutumunu, sıcak
para alışkanlığını değiştirmez ve siz sadece yazdığınız kitabın, derginin sayfaları arasında kalırsınız. Kuşkusuz bu sizin onurunuz ve
değerinizdir. Çünkü sizin yazdığınız kitaplarınız zaman içinde,
yayıncısına iade edilmez, yokluktan dolayı ikinci baskı yapamazsınız. Dergileriniz zamanı gelince bir liraya satılmak üzere depolara
kaldırılmaz. Sizin yazılarınız hedefine ulaşır, halk okur. Gün liberallerin günü olduğu için; piyasa onları televizyonla, sermayenin basılı
kağıtlarıyla gündemde tuttuğu ve sırtlarını sıvazladığı için görünür
olan onlardır. Ancak gerçeklik, halkçı yazar nitelikleri belirgin olduğundan siz okunur ve saklanırsınız.
Gelinen durumdaysa; yaygınlaşan meta ilişkileri, sanatçının toplumsal konumunu ve kendi işleviyle sanatı hakkındaki görüşlerini de değiştirmeye başladı. Sanatçı, giderek „sanat patronlarına‟,
bireylere bağımlı olmaktan çıktı meta ilişkilerine, kâr prensibine
bağımlı hale gelmeye başladı. Böylece sanatta feodal toplumun
problematiği, paradigması da yerini kapitalist toplumun paradigmasına bıraktı. Bir tür ekonomik ve politik sınıf ilişkilerinin, karmaşık
ideolojik eklemlenmişlerin etkisi, yerini bir başkasına bıraktı. i Para
babalarının basılı kâğıtlarında köşe tutturanlar artık patron yazar
ilişkisinde çağ atlamıştır. Post-modernist refleks onları öz bağımlılık
ilişkilerine atamıştır. Doğrudan piyasa ilişkilerinde konumlanan
kalemleriyle sanatçı, yazar, liberal elitist çevreler; kitlelere körlük
ahlâkını, yükselen alçak değerlere uyumluluğu öğütlemektedirler.
Soğuk ve keskin nefesleri üfledikleri yalanlara yapışıp kalıyor ve
düzeysizlik artan oranda kendini hissettiriyor.
Derisini yüzdüğü Kızılderililerin çöküş öyküleriyle, beyaz
adama kurtarıcı niteminin üstlendirildiği soyut gerçeklik ürünlerine
övgüyü ilk kez duyuyor değiliz. Enikonu övgüye yüklenmek de
insanı gülünç duruma düşmekten kurtarmıyor. Normatif değişkenlerin alt üst edilerek, Amerikan edebiyat endüstrisinin Türk edebiyatı
tarihine yeğlenmesi trajik olsa da, piyasa kaleminin değerleriyle
çatışmasızlık olması anlamını koruyor: “İki yüz elli yıl önceki büyük
çölden muazzam bir ülke yaratmak için harcanan enerji, insanüstü
emek, daha güçlü olmak için yaşanan rekabet, siyahlardan yerlilere, beyazlara uzanan çokkültürlülük, bir yurdun yoktan var edilmesi
için doğayla ve insanla girişilmiş büyük savaşım, sonunda kendi
içinden yaratıcı bir edebiyat doğması için uygun koşullar oluşturmuştu. Bu hayattan çıkan edebiyat da, bugün Avrupa edebiyatının
en çok sıkıntısını çektiği unsurun, edebiyatın insanın gizlerine dönük gerçekliğin en önemli yaratıcısı olmasına neden olmuştur.”
Amerikan edebiyatına yaptığı bu güzellemeden sonra Semih Gümüş
şöyle devam ediyor: “renkleri solgunlaşmış ve birbirine benzerliğin
egemenliğiyle popüler kültürün etki alanına sıkışabilecek bizim
edebiyatımızın çıkış yolları, Amerikan edebiyatının çok yönlü zenginliği içinden çıkabilir. Yeni doğmakta olan edebiyat, dolayısıyla
yeni yazarlar, edebiyatın ufkunu tararken kendilerine yakın buldukları yazarları yanlarına çeker. Bunun, yazılanları daha çabuk geliştirecek bir karşılaştırma olanağı ve yorum alanı oluşturacağı düşünülürse, yaratıcı yazı serüveninin yolu daha kolay açılacaktır. Edebiyatımız için bir büyük fırsatlar dünyası duruyor orada.”ii „yeni
yazar‟, „yeni edebiyat‟ kavramları hangi yeninin yazarını ve edebiyatını imliyor, acaba? Liberal tahakkümün kör bakışını yansıtan
cumhuriyet, devrim eleştirisine göz kırparcasına, “ulusal kimlik
yaratma endişesinin çağdaş Türk edebiyatına şırınga ettiği egemen
olma güdüsü de sonunda edebiyatımızın ideolojik bir örtü edinmesine neden oldu”, “…Halide Edip ya da Yakup Kadri‟nin romanlarının bugün yaşayan edebiyata organik katkılar yapması beklenemez..”iii tümceleriyle varılacak yerle, Türk Edebiyatı‟nı Amerikan
Edebiyatı‟yla kurtarma reçetesini üst üste koyduğumuzda, tümleşik
tek bir aygıt çıkıyor. O da değersizleştirme/değersizleşme, soldurma, yersiz yurtsuzlaştırma, ulusal edebiyat kültürünü anlamsızlaştırarak hiçleştirme. „Yeni yazar‟a verilen öğütün özü bu: piyasalaş,
meta ilişkilerine açık ve bağımlı ol!
Yeni liberal akımın, yeni dünya düzensizliğinin dayattığı
reçeteler çok açık: “bizim gibi olun, bizi örnek alın, bizden olun”
Tam da Alain Badiou‟nun saptamalarında olduğu gibi: “bu dünya
kendini çoktan özgür ilan ediyor, kendini „özgür dünya‟ olarak
sunuyor –kendisi tam da bu adı veriyor, kendisi dışında tamamen
köleliğe ve viranlığa batmış bir gezegendeki bir özgürlük „adası‟
olduğunu düşünüyor. Ama aynı zamanda bu dünya, bizim dünyamız
böylesi bir özgürlüğün peylerini standartlaştırıyor, ticarileştiriyor.
Onları paranın tekbiçimliliğine tabi kılıyor ve bunda da öyle başarılı oluyor ki dünyamız artık özgür olmak için isyan etmek zorunda
kalmıyor, zira bu dünya bize özgürlük garantisi veriyor. Gelgelelim,
bize bu özgürlüğü özgürce kullanma garantisi vermiyor, çünkü
özgürlüğü kullanma tarzları aslında mal mülkün o sonsuz pırıltısı
tarafından çoktan kodlanmış ve yönlendirilmiş durumda. Bu dünyanın, düşünmenin itaatsizlik, yani isyan olabileceği fikrine yoğun bir
baskı uygulanmasının sebebi bu.”iv
Liberalizmin kör dövüşüne sürüklediği kavram karmaşası
içinde Semih Gümüş ya da bir başka entelektüel‟in yazdıkları, özgür
dünyada özgürlük vaat ediyorsa, ulusal edebiyatın ne işlevi, ne
anlamı ve ne görevi var. Öyleyse tek biçimciliğin erleri olarak,
büyük biradere selam duralım da özgürlük hakkımızı, bir kereliğine
de olsa yaşayalım. Tasarlanan özgür dünya, yeni edebiyat ve yeni
yazar batı norm ve güç ilişkileriyle törpülenip önümüze atılıyor.
Bizse tarihte olduğu gibi batıya temennah ediyoruz. (üstü açık, önü
makineli, mitralyözlü Yunan uçakları bombalamak için hedefledikleri Ulusal Kurtuluş Savaşı harekât planının yapıldığı Direksiyon
Binası‟nı vuramayıp tren istasyonundaki vagonları parçaladıktan
sonra alçaktan uçarak halkı selamladıklarında Ankaralılar bunu
“temennah” (elin başa götürülerek verildiği selam) olarak yorumlamışlardır.)
Batı kültürü, egemen kapitalist bileşenler içinde yüz değiştirerek gelir elbette. Bunu aydınlarımız bilmezler mi? Emperyalizmin çirkin yüzünü görmek ve göstermek cesaret ister de onur, şeref,
yazarlık mesleği ne yana düşer, ne anlama gelir? Hüseyin Rahmi
Bey (Gürpınar) bu gerçeği daha 1918‟de İleri‟de yazdığı makalesinde dile getirmişti: “Esmerler pudrayla, kansızlar allıkla renklerini
değiştirirler. Embesillerin de badanası vardır. Uygar memleketler,
akıllıya boyanmış delilerle doludur. Tabiat yaradılışı, hiçbir sahte
değişiklikle örtülemez. Yüzü ne kadar cilalasanız yine de altından
gerçekler sırıtır. Erbabı anlar. Fakat aldanan çok olur..”v Sırıtan
gerçeği anlamak için Hüseyin Rahmi Bey‟in söylediği gibi yetkin
kişi olmak gerekmiyor. Çözümleme yapacağınız değerler sistemi,
dünyanın geri kalanını „öteki‟ olarak değersizleştiren güvene ve
özgürlüğe sahip. Pusulanız sağlamsa yönünüz her zaman belirgin ve
keskindir. Ulusal onur ve dizginlenemeyen özgürlüğünüzle eleştirir
ve halk adına halkçı bir tutumla gerçeği dile getirirsiniz. Buysa
gerçekten bu topraklara bu topraklardan bakmakla ilgili bir şeydir.
Elinizde avucunuzda ne varsa seferber etmek için dönemsel
rı, dayatılan zorla varsayılan farklılıkları görmezden gelerek ete
kemiğe bürünmüş, yalın ifadeyle yaşayan insan üzerinden, gerçeklerle halka ulaşılabilir. Eleştirel yazın pratiği de sömürge hegemonyasını reddederse özgürleşebilir.
V.İ. Lenin‟in çıplak anlatımıyla halkçı bir yazar, yalın ve
genel anlamda bilinen olgulardan hareketle okuyucusunu daha derin
düşüncelere, daha derin incelemelere doğru götürür, yalın kanıtlar
ya da çarpıcı örnekler yardımıyla bu olgulardan çıkarılabilecek ana
sonuçları göstererek, düşünen okuyucunun zihninde yepyeni sorular
uyandırır. Halkçı bir yazar, düşünmeyen ya da düşünmek istemeyen
bir okuyucusu olduğundan hareket etmez, tam tersine, gelişmemiş
okuyucunun, kafasını cidden çalıştırmak istediğini düşünerek, ona
destek olarak kendi başına ilerlemesini öğretir.” vi Halkçı yazar,
halkın içinde, halka ulaşmak için çaba sarf eden bir iklim içinde ter
döker. Doğrudan eklemlenilen kapitalist egemenlik savaşlarının
sonucu olarak halka doğru bilgi, doğru çözümleme ulaştırılamaz.
Nazım Hikmet‟in Kübalı sanatçılarla yaptığı bir söyleşide, başarısızlıkta ve halka ulaşmada kendilerini sorgulamaları gerektiğini
ısrarla vurguladığı gibi: “sanatı, şiiri, romanı, öyküyü, tarihi, hatta
resmi, hatta tiyatroyu halka, gelecekteki okurlarına götürme yöntemleri taşıma uygulamaları konusunda sizler ne düşünüyorsunuz?
Yoksa onların arayışa mı geçmesini bekleyeceksiniz, yani ülkeyi
dolaşmayı düşünmüyor musunuz? Yeni kurulan kooperatiflere gitmeyi, şiirlerinizi, romanlarınızı oralarda okumayı ya da ülkenin
dört bir yanına giderek gösteriler sunabilecek tiyatro turneleri
düzenlemeyi ya da gezici sergiler açmayı düşünmez misiniz? Demek
istediğim, bir iletişim ve bağ kurmanın, yepyeni bir yazın yaratmanın bir yolunun da bu tür çabaları zorunlu kıldığına inanıyorum
ben..”
Temel sorunsal eleştirinin yönü ne olmalı sarmalında dönmektedir. Yeni dünya düzeninin sıradan bir parçası mı olunmalı
yoksa gerçek yüzü sırıtan boyalı liberal tahakkümün kültür emperyalizmini deşifre mi etmeli? Ulusal edebiyat tarihlerinin minör
olduğu, majör değişkenin batı edebiyatı olduğunu mu varsaymalı
yoksa ulusların kendine özgü yaşanmışlıkları dikkate alınarak
sel gerçekliği katıksız bir biçimde halka ulaştırma çabasını mı
meli? Kuşkusuz en başta onurlu olunmalı ve ülkenin, dünyanın
gerçeklerini yaşayan insan üzerinden okumalı. Yaratılmak istenen
„küçük insan‟, „küçük yazar‟, „küçük edebiyat‟ın batının
da, batı algılamasında “özgür” olduğunu unutmamalı.
1 Ergin Yıldızoğlu, Köpeğin Ahlakı (Estetik, Otonomi ve Siyaset Üzerine), Gri Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ekim 2005, S.20.
ıı Semih Gümüş, Amerikan Edebiyatı, Radikal Kitap, 10.07.2009.
ııı Semih Gümüş, Dil İzini Sürmek, Radikal Kitap, 31.07.2009.
ıv Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, 1. Basım, Metis Yayınları, Nisan 2006, S. 12.
v Hüseyin Rahmi Gürpınar, 20 Ekim 1918, İleri, Gazetecilikte Son Yazılarım – 1, Basın ve Basın Özgürlüğü, Özgür Yayınları, 1. Basım, Ocak 2001.
vı Marx, Engels, Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aziz Çalışlar, İçinde, Lenin, Suvoboda Dergisi, Toplu Yapıtlar, Cilt 5, S. 311 – 312, Evrensel Basım Yayım, 1. Baskı, 1996.
Bilge Olgaç’ı Anıyoruz!
Sinema yönetmeni, senarist, Bilge Olgaç
(3 Mart 1994 - İstanbul)
1940 Vize (Kırklareli) doğumlu olan Bilge Olgaç, sinemaya Memduh Ün'e asistanlık yaparak başlar Daha sonra Halit
Refiğ'e de asistanlık yapan Bilge Olgaç, 1965'te ilk filmi
"Üçünüzü de Mıhlarım"la yönetmen olarak ilk filmini çeker.
Üç kez evlenen Olgaç'ın Vecihi Benderli ile yaptığı evlilikten
bir oğlu vardır. 2 Mart 1994 yılında evinde çıkan bir yangında
boğularak ölür.
bünyamin durali’den…
kaldım işte
basbayağı kaldım işte
en cılız yaprağından darbelenmiş
fâilisürgünçiçeği'nin
güz ortasında
kahredici şarkılardı
sövgülerdi derin saygısızlıklar
duymak istemediniz
dünyanın çatlağında
peki
dediğin olsun:
alevlendir beni
hadi tözlendir
vurdum kendimi
kendimden başkasını vurduğum zaten
görülmüş mü ki
yıkıntılarda
eksiğini kapatma kırlangıcımın
[dediğin olsun
tüy derecesinde hafifmiş insan
ağırmış ki çekitaşına benzer
iki yönü birbirine hizâladım habire
yarıldığımda
bir kırgın ethos'um ben
[episteme'siz
-anlamaya yeteneksiz biriyim ya bilinirsözün karşılığı göçmüş yaşamdan
bana dalgalanmaklar çökmekler kalmış
bu diyarlarda
Kavak Ağacı
Mehmet Rayman
dağın eteğinden
avlaksız geçtim suları
bir etek taş döktüm
suların gözüne
köz üzerine
çekmişim dağ mantarını
sulanıp geliyor oluklar
sobanın üstüne düşüyor
ayın gölgesi
fitilin ucu kara
gaz lambasını görmezden geliyor
ocağını tutuşturan yağlı çıra
filistin üstü giden gemilerin
üstünde dolaşıyor sıtmalı jetler
vicdan istasyonu'nda beklet
[kalbimi
dediğinin hâricinde de bir
[şeyler olsun
ters dönmüş teknesi
kaburga kemiğini yalıyor dalga
kuma gömdüğümüz çocukların
ahını kaldırmaz bu coğrafya
onmaz otu biter kapısında
kavak ağacı
yel yepelek geçiyor
ağrısı sancısı kendine
kaç ayak geçtim
daha gelemdim dengine
deniz kokan yosunlar
salkım saçak suyun içinde
dudak payı bırakmadan doldurdum
beli yaldızlı cam bardakları
eşiğinden ötesi deniz feneri
içimden geçirdim seni sevdiğimi
söylesem de bir şey değişmez ki
Filmografisi
Bir Yanımız Bahar Bahçe
– 1994, Kurşun Adres Sormaz
1992, Umut Hep Vardı 1991,
Aşkın Kesişme Noktası –
1990, Gömlek 1988,
Yarın Cumartesi 1988, Kızın Adı Fatma 1988, İpekçe 1987,
Elif Ana - Ayşe Kız 1987, Üç Halka 25 1986, Gülüşan 1985,
Yavrularım 1984, Kaşık Düşmanı 1984, Bir Gün Mutlaka 197,
Şöhret Budalası 1975, Tanrı Sevenleri Korur 1974, Açlık
1974, Bacım 1974, Savulun Geliyorum 1972, Kanlı Öç 1972,
Kaderin Pençesi 1972, Üçünüze Bir Mezar 1971, Yaban Ali
1971, Kara Gün 1971, Merhamet 1970, Linç 1970, İki Aşk
Arasında 1970, Kanlı Şafak 1969, Öksüz 1968, Dertli Gönlüm
1968, Silahsız Dövüşelim 1967, Garibanız Abiler 1967, Kanunsuz Toprak 1967, Nikahsızlar 1966, Zorlu Düşman 1966,
Krallar Kralı 1965, Babasız Yaşayamam 1965, Üçünüzü De
Mıhlarım 1965, Kanlı Buğday 1965, Tehlikeli Adam 1965,
Sokaklar Yanıyor 1965.
Ayşe Durukan‟ın Bianet‟teki, “Bilge Olgaç: Bir
Dosta Selam” yazısından: “(…)Edremit-Adatepe köyünü
bilen bilir. Son yıllarda bazı akademik toplantılara, felsefe
dinletilerine, en son olarak da Ömer Kavur'un "Karşılaşma"
filmine ev sahipliği yapan mitolojik bir köydür. Şehir kaosunda kaçan yazar ve sanatçıların sığınağı olan bu köyü ilk
keşfedenlerdendi Bilge Olgaç. Filmin bir bölümü Edremit
Genelevi'nde, çoğu ise Adatepe köyü ve yollarında çekilir.
Film gereği; köyün en yüksek tepesinde çam kütüklerinden
ev inşa edilir. Önü çam ağacı ormanı, ötesi ise Ege denizi ve
Yunan adalarıdır. (…) Bilge'nin bu ikinci dönem filmlerinde,
filmin başında, ortasında ya da sonlarında alıntılar yaptığı bir
yazar vardır: Halil Cibran. Lübnanlı düşünür, felsefeci, şair
ve ressam Cibran'ın, "Ermiş"i başucu kitabıdır ve Bilge'nin
senaryolarında düşünürün etkisi görülür…”
“Sinema da kadın olmak, erkek olmaktan daha zordu. Çıraklık geleneğine dayalı, erkek egemenliğindeki
Yeşilcamda, yönetmen olarak var olabilmek, kadınlığın rafa
kalkmasıyla olasıydı ki, Bilgenin otoritesi biraz da buradan
geliyordu.”

Benzer belgeler