sayı26internet - Yeni Ufuklar Kültür ve Yardımlaşma Dayanışma

Transkript

sayı26internet - Yeni Ufuklar Kültür ve Yardımlaşma Dayanışma
Yıl: 6, Sayı: 26, Temmuz - Eylül 2015
Yayın türü: Yerel süreli ( 3 ayda bir yayınlanır )
Editörden
Değerli okuyucularımız merhaba,
E
YLÜL’dür hüznün adı. Öyle bilir, öyle okurduk edebî metinlerde. Hazan ve hüzün pek bir yakıştırılırdı birbirlerine. Bir burukluk tadı taşırdı
yüreklerimize, bahar neş’esinin geride kalmasından, yaprakların sararıp
dalların kurumasından mıdır bilinmez...
Bu yıl yaz başında kavurucu sıcaklar indi hânelerimize. Yüreklerimiz dağlandı. Ocaklarımıza acı, gözlerimize yaşlar oturdu. Körpecik vatan evlatlarını yeniden toprağa vermeye başladık. Fitne tohumları çarçabuk boy
attı topraklarımızda. Asker, polis, sivil onlarca insanımız bölücülerin hain
saldırısına maruz kaldı. Kimi şehit düştü, kimi yaralandı.
Biz daha Doğu Türkistan’da soydaşlarımıza yapılan zulmün yürek burkan
acısını yaşarken, yanıbaşımızdaki Suriye’de oluk oluk kardeş kanının
akmasına içlenirken, ihaneti yeniden içimizde bulduk. Pervasız, arlanmaz,
vicdan yoksunu bölücü terör örgütü tekrar silaha sarıldı...
Allah encamımızı hayr eyleye... Öylesi zor, öylesi sıkıntılı günlerden geçiyoruz.
İnsan böyle anlarda bir dost omuzu ister, başını koyup derdini dökeceği.
Sıkıntılarını aktaracağı bir gönül adamı... İşte tam da böyle bir tasvirin
içini dolduran, başkalarının derdiyle dertlenen bir gönül adamı, Doğu
Türkistan Türklerinin çile yoldaşı Servet Kabaklı’yı ebediyete uğurladık.
Türk Edebiyatı Vakfı başkanı, gazeteci
Kabaklı, millî meselelerin her anında
en ağır yükü omuzlamaktan geri durmamış bir Anadolu yiğidiydi.
Mustafa Öztürk hocamız için düzenlediğimiz saygı gecesinde hoş sohbeti
ve Öztürk ile geçen yılları anlatırken
salondakileri gülmekten kırıp geçirmişti. Kim bilebilirdi ki o törenden kısa bir
süre sonra aramızdan ayrılacak... Ruhu
şad, mekânı cennet olsun diyoruz....
“Kanatsız Kuşlar Şehri”yle edebiyat
severlerin gönlünde yer eden bir başka
kültür adamı yazar Emir Kalkan’ı da
hüzün hanemize yazdık geçtiğimiz
dönem.
Kendine özgü üslubu ve özenli yazılarıyla bize bir yandan ufuk açma, bir yandan kendimizle yüzleşme çabası
içinde oldu merhum Kalkan.
O çabalarına naçizane bir katkı, bir takdir olarak, geçtiğimiz yıl Türk
Kültürüne hizmeti geçenler seçkimizde kendisini unutmamış ve ödüllendirmiştik Emir hocamızı.
Yazının girişinde de ifade ettiğimiz gibi yürek burkan bir yaz, hüznün
katmerlendiği günlerden geçiyoruz. Tesellimiz bu zorlu ama kutlu yolculukta yolumuzun herbiri birbirinden değerli kültür, sanat, edebiyat adamları ve bu memleket için kalbi çarpanlarla kesişmiş olması.
Ebediyete uğurladığımız dostlarımıza, şehitlerimize bir kez daha
Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyoruz.
10 yılı aşkın süredir sapmadan yol aldığımız doğrultuda kaleme alınmış,
araştırma, makale ve denemelerle 26. sayımızı da sizlere sunmuş bulunmaktayız.
Ülkemizi daha iyi ve daha güzel günlerin beklemesi umut ve duasıyla
hepinize saygı ve sevgilerimizi sunuyoruz.
Esen kalınız...
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
adına imtiyaz sahibi:
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Genel Yayın Müdürü:
Prof. Dr. Yakup Çelik
Yayın Koordinatörü:
Doç. Dr. Mustafa Aksoy
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Zekeriya Muhiddin Arık
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Mustafa Argunşah, Prof. Dr. Yakup Çelik, Prof. Dr.
Gökhan Antalya, Doç. Dr. Mustafa Aksoy, Dr. Zekeriya Kökrek
Tasarım
A.Kadir Karataş
Reklam
Türkiye Yeni Ufuklar Reklam Rezervasyon
0212 230 86 59
Baskı
Has Matbaacılık Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Mas-Sit Matbaacılar Sitesi
3. Cadde 199 -A Bağcılar / İST.
Tel: 0212 629 02 49
Yönetim Yeri
Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad.
Yonca Apt. 148 Kat: 3 Daire: 8
Şişli - İstanbul
0212 230 86 59 - 230 94 43
[email protected]
Kayseri İletişim
Cumhuriyet Mah. Tennuri Sok.
(Tennuri Geçidi) Hüsrevoğlu Kardeşler İşhanı No: 20/3
Melikgazi - Kayseri
Tel: 0352 221 30 60 (3 hat)
[email protected]
Türkiye Yeni Ufuklar,
T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide
yayınlanan yazı, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz
kullanılamaz. İmzalı yazılardaki ifadeler yazarlarına aittir.
Prof. Dr. Yakup Çelik
sayfa
Halkbilim 24
sayfa
Sergi 31
içindekil er
KAPAK
4
Mustafa Öztürk’e Saygı Gecesi
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
GÜNDEM
9
Vali Düzgün’den Yeni Ufuklar Derneği’ne Ziyaret
10 Emir Kalkan: Rahmet O Mamureyi Aziz Kılan Erlere
Cem Sökmen
12 Bir Türkistan Sevdalısı: Servet Kabaklı
Bayram Akcan
20 Son Gelişmeler Işığında Doğu Türkistan’da Yaşananlar
Dr. Ömer Kul
MAKALE
15 Dün Dünde Kaldı Cancağızım!
Erdem Umudum
16
38
42
Asla Yenilmeyeceksin
Recep Şükrü Apuhan
Eski ve Yeni Kelimelerin Semantik Bağlamda Tasnifi ve İzdivacı
Arş. Gör. Ekrem Sakar
Alevi Sorunu Nereye Gidiyor
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Sezgin
TÜRK DÜNYASI
58 Süyüm Bike’nin gözyaşları
Ahmet Tüzün
sanat
31 Özdemir ve Beşer’in eserleri göz kamaştırdı
62 Gün akşam oldu
A. Kadir Karataş
STRATEJİ
32 Özbekistan’ın Bugünü: Göç Dağılımı ve Merkezin Değişmesi
Aslan Yaman
sayfa
74 Spor
sayfa
58 Türk Dünyası
TEMMUZ-AĞUSTOS-EY LÜL 2 01 5
halkbilim
deneme
57
Üç “Adam”
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Isparta
24 Toroslar Yörükler Kültür ve Sanat Evinin Açılışı
Dr. Halil Atılgan
BİLİM
kitap
48 Amerika’nın Keşfi Tartışmalarında Piri Reis’in Görüşü ve Dünya Haritası Hakkında Hurafeler
Emre Taş
28 Yalnız Seni Arıyorum
H. Neşe Koçak
68 İslam Sanatı: Dil ve Anlam, İnsan ve Herkes
eğitim
66 Okul Öncesi Dönem Çocuklarında Tehlike Algısı
Arş. Gör. H. İlknur Tunçeli
70 Modern Dünyanın Bunalımı Hakkında Bir Değerlendirme Denemesi
Hasan Turunçkapı
çevre
spor
52 Enerji Arz Güvenliği ve Tehdit Altındaki Ağırlık Merkezlerimiz
Dursun Yıldız / Ediz Ekinci
54 Kuraklık ve Yakın Gelecekte Yaşayacağımız Zorluklar
Prof. Dr. İbrahim Ortaş
S. Orhun Altıparmak
74 Kayseri’nin Destan Yazan Kızları
ANI
76 Viyana’nın Batısı’ndaki Son Türk
S. Orhun Altıparmak
ETKİNLİK
MUSTAFA ÖZTÜRK’E
SAYGI GECESİ
Yakın dostu Galip Ayata
Öztürk Hoca için şunları
söyler: “Yanından ayırmadığı
düşleri, fikirleri ve kalemi
vardı. Yazdığı her satır,
kurduğu her cümle dost
kalplere serinlik, düşman
yüreklere tedirginlik verirdi.”
Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH
T
ürk insanı vefalıdır, kendisine hizmet edenleri unutmaz, onlara olan gönül borcunu er veya geç öder. Kayserili, Türk milletine hizmet eden dava
ve gönül erleriyle mümkün olduğunca sağlıklarında helalleşmeyi sever. Bu
yüzden son yıllarda eli kalem tutan, gönül ehli, bilim ve düşünce adamlarına
karşı vefa borcunu ödemeyi geleneksel hâle getirmiş ve hınca hınç doldurulan salonlarda gönülleri birleştirmiştir. Şehrimizde 60. sanat yılı dolayısıyla 29
Aralık 2012’de yazar, şair, araştırmacı Abdullah SATOĞLU’na, 14 Şubat 2014’te
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden emekli öğretim üyesi, İslâm tarihçisi, yazar Dr. Ahmet Vehbi ECER’e, 29 Kasım 2014’te 35 yıldır Kayseri’nin ve
Türk millî kültürünün sesi olmuş Erciyes dergisinin sahibi, gönül adamı, avukat
Nevzat TÜRKTEN ağabeye, birer vefa gecesi düzenlenmiştir. Bu toplantılarda
her üç aydınımızın sevenleri, dostları ve öğrencileri büyüklerinin hizmetlerini takdirle yâd etmişler, onlara bağlılık, muhabbet ve saygılarını göstermişlerdir. Bunlardan A. Vehbi Ecer, vefa gecesinden aylar sonra, 7 Aralık 2014’te
Tanrı’nın rahmetine kavuştu.
Son vefa gecesi 16 Mayıs 2015 tarihinde İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Salonunda Kayseri’nin Dede Korkut’u Mustafa ÖZTÜRK için yapıldı. Genel Başkanlığını yaptığım Yeni Ufuklar Derneği ile paydaşlarımız Türk Ocakları Kayseri
Şubesi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı İl Kültür Müdürlüğü ortaklaşa, Türk milliyetçiliği yolunda yarım asırdan fazla ömür tüketmiş, her daim inandıklarını
yaşamış ve yaşatmış; milliyetçi düşüncenin büyümesi ve yaygınlaşması için
gecesini gündüzüne katmış ve yaşı 70’i aşmasına rağmen hâlâ katmaya devam eden ülkü devi, emekli öğretmen Mustafa Öztürk için bir saygı gecesi
düzenledi.
Mustafa Öztürk Kimdir?
Mustafa Öztürk... Türk kültürünü ve Türk milliyetçiliğini kendisine rehber
edinmiş, 71 yıllık ömrünü Türk milletinin sonsuza kadar yaşaması ülküsüne
adamış, Türkçeyi coşkun akan ırmaklar kadar saf ve güzel konuşan, Orhun’un
kaynağından ruhunu kandırmış bir bilge insan... Oğuz’un bilicisi, Dedem
Korkut... hepimizin “Öztürk Hoca”sı 1 Kasım 1944 yılında Kayseri’nin Kızık köyünde dünyaya geldi. İlkokulu doğduğu köyde, Türklük âşığı
Hasan Çimen öğretmende okudu, daha bu yıllarda millî duygularla ve millî şairlerle tanıştı.
1956 yılında Kayseri Lisesi’nin orta kısmına, üç yıl sonra da liseye başladı. Lisede de çok iyi öğretmenlerden eğitim aldı.
Bu yıllarda çocukluk arkadaşı Ahmet Kaplan’la Türk Kültür
Derneği’ne gitmeye başladı. Burada hayatına yön veren bir
fikir hareketiyle tanıştı. Hasan Sami Bolak, Muzaffer Tok,
Zeynel Timur, Hüdaverdi Özyalçın, Mehmet Keleş, Mustafa
Şerbetçioğlu, Zafer Yalçın, Süleyman Kürkçü en çok buluşup
görüştüğü arkadaşlarıydı. Bu yıllarda Öztürk ve arkadaşları milliyetçi yayınları takip eder, ellerinden Türk Kültürü,
Ötüken, Toprak gibi dergileri düşürmezlerdi.
Öztürk, 1965 yılında Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü’nün “edebiyat grubu”na girdi, iki yıllık bu okulu yatılı öğrenci olarak
okudu. Konya’da öğrenciyken Cemil Meriç, Osman Yüksel Serdengeçti, Mustafa Kemal Erkovanlı, Mehmet Altınsoy gibi kültür
ve fikir adamlarıyla Muzaffer Özdağ ve Numan Esin gibi ihtilalci ko-
4
Yeni Ufuklar, sayı 26
ETKİNLİK
Mustafa Öztürk’e Armağan
mutanlarla tanıştı ve sohbetlerinden
istifade etti. 1967 Haziranında Konya
Selçuk Eğitim Enstitüsü’nü bitirerek
öğretmen oldu. Mustafa Öztürk artık
“Öztürk Hoca” idi.
İlk görev yeri Van Atatürk Lisesi›dir.
Burada milliyetçi fikirleri sebebiyle
öğretim yılını tamamlayamadan
Mayıs 1968›de Elazığ›ın Maden
ilçesine sürgün edildi. Maden›de
Cumhuriyet Bayramı konuşmasında
“Atatürk ve Türk milliyetçiliğini”
anlatması bazı çevrelerde rahatsızlık
yaratınca 1969-1970 Eğitim-Öğretim
yılı başında Elazığ il merkezine tayin
edildi. Elazığ’daki yıllarını çok verimli
geçiren Öztürk Hoca, burada milliyetçi-ülkücü derneklerin açılmasına
öncülük etmiş, çok sayıda ve gerçek
anlamda Türk milliyetçisinin yetişmesine vesile olmuştur.
19 Eylül 1971’de evlenen Öztürk
Hoca, 1972-1973 Eğitim Öğretim
Yılında Kayseri’ye tayin edilir. Bu dönemde Türk Kültür Derneği ve ÜlküBir başkanlığı, ardından Ülkü-Bir’in
bölge başkanlığı görevlerini üstenir.
Daha birçok dernekte çalışır, dönemin milliyetçi neşriyatında yazılar
yazar. 1975-1976 Eğitim Öğretim
Yılı’ndan itibaren iki dönem Kayseri
Eğitim Enstitüsü ve Kız İlköğretmen
okulunda görev yapar.
70’li yıllar komünistlerin “devrimler
kanla yazılır”, “yaşasın Türkiye halklarının özgürlük savaşı” deyip millî olan
her şeye savaş açtıkları yıllardı. Türk
milliyetçileri hedefteydi. Her gün
şehit veriliyor, ülkücüler biraz daha
kavganın içine çekiliyordu. Alpaslan
Türkeş bu kötü gidişi durdurmak, ülkücülerin kavganın tarafı olmalarını
engellemek amacıyla bir eğitimciler
Yeni Ufuklar Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Argunşah, Öztürk
Hoca’ya bir armağan kitap hazırlama fikrini ortaya atmış ve bu görevi kendisi üstlenmişti. 416 sayfalık kitap programdan hemen önce İstanbul’da Kesit
Yayınları tarafından basıldı ve 16 Mayıs’taki programa katılan herkese birer
adet hediye edildi. Kitap bir giriş ile iki bölümden oluşuyor. Giriş’te önce
“Kendi kaleminden Mustafa Öztürk’ün hayat hikâyesi” yer alıyor. “1944’te
Kızık’ta Doğdum” başlıklı bu bölümde Hoca, hayat hikâyesini oldukça teferruatlı bir biçimde okuyuculara yansıtıyor. Hoca’nın hayatı için önemli
bir belgesel niteliğindeki bu yazıda zaman zaman onun fikir dünyasından
damlalar da bulmak mümkün. Daha sonra Hoca’nın yazdığı makalelerin bir
listesi yer alıyor. Bu listeye bakınca, en çok da siyasi bildiri yazdığını ve bunları maalesef biriktirme imkânı bulamadığını söyleyen Hoca’nın yazılarından
ancak bir bölümünün kayda geçtiğini söyleyebiliriz. Dr. Mustafa Aslan’ın Öztürk Hoca için düşürmüş olduğu tarih metni de kitaba farklı bir hava katıyor.
Bu kitapta en çok sevdiğim ve her okuyuşumda heyecanlandığım bölüm,
Hoca’nın 50 yıllık arkadaşı, Almanya’da öğretmen olan Hamza Eravşar’a
Nisan 1977 ila 18 Ocak 1988 yılları arasında yazmış olduğu 16 mektuptur. Bu mektupların her
birisi yazıldığı dönemde ülkücü hareketi en iyi
anlatan birer belgedir. Bir tarafta Öztürk Hoca’nın
duyguları, diğer tarafta mücadelenin iç yüzü...
Zaman zaman eleştiriler... Ne iyi etmiş de saklamış
bunları Hamza Hoca.
Giriş niteliğindeki bu yazıların ardından I. Bölüm
başlıyor. Burada Öztürk Hoca’nın dostları, arkadaşları ve öğrencileri onunla ilgili duygularını, yer
yer de hatıralarını aktarıyorlar. “Mustafa Öztürk’e
İthaf Edilenler” başlığını verdiğimiz bu bölümde
16 yazı var. Galip Ayata, Bilgehan Ayata, İsmail
Bozkurt, Mehmet Çayırdağ, İsmail Daşgeldi, Cihan
Dura, Hakkı Duran, İbrahim Güngör, Himmet Kayhan, Mustafa Kılıçkaya,
Mehmet Kılınç, Fahrettin Kuşçu, Kadir Özdamarlar, Nevzat Özkan, Osman
Sel, Hasan Tülkay... Tülkay, Hoca’nın çocukluk arkadaşı Ahmet Kaplan’ın
Mamak’a yazdığı mektupları kısa bir girişle yayıma hazırlamış. Burada yayımlanan mektuplar 1980’lerin başında edebî bir üslupla yazılmış.
II. Bölüm ise “Makaleler”den oluşuyor. Çoğunluğu çeşitli üniversitelerdeki
akademisyenlerin kaleminden çıkmış, Türk kültürü, tarihi, dili ve edebiyatı
ile ilgili akademik yazılar... Makale yazarlarının isimleri şöyle: Ercan Alkaya,
Hülya Argunşah, Semra Canan, Mustafa Cengiz, Muhammed Doruk, Cihan
Dura, Hamza Eravşar, Bilgehan Atsız Gökdağ, Tuncer Gülensoy, Galip Güner,
Harun Güngör, Zehra Kaplan, Mehmet Kılınç, H. Neşe Koçak, F.Gülay Mirzaoğlu, Duygu Oylubaş, Ahmet Şükrü Somuncu, Abdullah Şengül, İsmail
Tanrıöven, Melike Uçar, Mustafa Ünal, Süleyman Kaan Yalçın ve Sevinç Yakut
Yeşilyurt.
Armağan kitabın sonunda, Öztürk Hoca’nın 1957’de ortaokula kaydolmak
için geldiği Kayseri’de ailesiyle çektirdiği siyah beyaz ilk resminden son
günlerdeki resimlerine kadar kronolojik olarak dizilmiş çeşitli resimlerden
oluşan bir albüm yer alıyor.
5
ETKİNLİK
kadrosu oluşturdu. Bu kadroda Öztürk Hoca da vardı.
Hakkı Duran Beyle Kayseri, Niğde, Kırşehir, Nevşehir ve
Yozgat’ta milliyetçilik, ülkücülük, ülke sorunları, Türk tarihi, İslami değerler gibi konularda eğitici konuşmalar
yapıp insanlarımızı bilinçlendirmeye çalıştı. Bu görev 12
Eylül 1980’e kadar devam etti.
lar yazar. Sevda Pınarı adlı şiir kitabı yayımlanır.
12 Eylül 1980’i takip eden günlerde “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası” açıldı. Öztürk Hoca, 14 Ekim 1980’den 15
Nisan 1983’e kadar Kayseri ve Mamak’ta 30 ay tutuklu kaldı ve Türkeş’in oluşturduğu örgütün üst düzey mensubu
olmakla suçlandı. TCK’nin 146/1 maddesiyle yargılanıp,
somut bir suç bulunamadığı için 15 Nisan 1983’te tahliye
edildi, dava sonunda da beratına karar verildi.
İnandığı ülkü ve mensubu bulunduğu hareket nedeniyle
fırtınaların içinden geçen Öztürk Hoca’ya “Hep yazıyorsunuz, bu kadar yıl boyunca ne yazdınız?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “İhtiyacımız ne ise onu yazdım.
Bazen makale, bazen deneme, bazen manzume, ama en
çok bildiri yazdım. 1968’den bu yana yazdığım bildirilerin
haddi hesabı yoktur. Onları saklamayı, biriktirmeyi hesap
edememişim. Arşiv oluşturmayı akıl edebilseydim ülkücü
hareketin tarihini yazanlara esaslı bir kaynak olurdu.”
Mamak’tan çıktıktan sonra ekmek kavgası başlar. Artık
devlet memuru değildir, herhangi bir geliri de yoktur. Bu
yıllarda bir mobilya mağazasıyla mermer atölyesinde çalışarak evine ekmek götürür. 1991 yılında Atatürk Sağlık
Meslek Lisesi’nde yeniden öğretmenliğe başlayan Öztürk
Hoca, 1998’de kendi isteğiyle emekli olur.
Kültürel faaliyetlere ağırlık veren Hoca, Türk Kültür Derneği ve Türk Ocakları Kayseri Şubesinde başkanlık görevlerini yürütür. Başta Türk Ocağı gazetesi ve dergisiyle Bilgi
Yurdu olmak üzere birçok yerde fikrî, siyasi ve edebî yazı-
6
2006 yılında Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği’ni kurar. Halen bu derneğin başkanlığını yapmakta, milliyetçi kadroların yetişmesi için mücadelesine
devam etmektedir.
Yakın dostu Galip Ayata Öztürk Hoca için şunları söyler:
“Yanından ayırmadığı düşleri, fikirleri ve kalemi vardı.
Yazdığı her satır, kurduğu her cümle dost kalplere serinlik, düşman yüreklere tedirginlik verirdi. Atı, pusatı belki
yoktu Öztürk’ün, ama yurda savaş açanların, Türk’e kefen
biçmeye kalkışanların karşısına çıkan kuşağın en gözü
pek savaşçısı hatta komutanlarından biriydi... O Türk destanlarındaki soylu kahramanların devamı “alp” tipidir. Hiçbir beklenti gütmeyen, geriye bir kez dönüp bakmadan
Yeni Ufuklar, sayı 26
ETKİNLİK
yürüyen, gençliğimizi ruh yönünden yeni bir dirilişe götüren Öztürk’ü anlamak için onun kalıbına girmek gerek.
Gençlere âdeta mücadele aşısı enjekte eden, sarsıp kendine getiren bir iradenin gücüdür o.”
Öztürk Hoca’nın kısa hayat hikâyesi işte böyle... Onun hayatı bir destan kahramanının hayatından farksızdır. Yazmak için ciltler, anlatmak için saatler gerekir.
16 Mayıs’ta muhteşem gece...
Yeni Ufuklar Derneği onursal başkanı sayın İbrahim
Sungur’un da gayretleri ve maddi desteğiyle Öztürk
Hoca’nın 50 yıllık mücadele arkadaşlarının bir bölümünü
Kayseri’de toplayıp 40-50 yıllık hatıraları tazeleme, acıları
paylaşma, zaman zaman da neşelenme fırsatı buluyoruz.
Böyle, ateş çemberinden geçmiş onlarca insanın bir salonda, bir amaç uğrunda bir araya geldiği kaç toplantı
yapılmıştır, bilmiyorum. Türk insanı vefalıdır, büyükleri-
ni sayar ve onların mücadelesini asla unutmaz. Öztürk
Hoca’nın dostları da onu unutmadılar ve birçoğu uzaklardan bu güzel gecede bir arada olmak için koştular. Hepsini sayma imkânım yok, sadece Kayseri dışından 70’e yakın
kişi teşrif etti bu programı. İşte ilk akla gelenler: Hocaların hocası Prof. Dr. Mustafa Kafalı, Millî Düşünce Merkezi Başkanı Sadi Somuncuoğlu, 12 Eylül 1980 öncesinde
Mustafa Öztürk ile birlikte “eğitimciler” ad altında MHP
fikriyatının halka yayılması için oluşturulmuş kadrodan
Yılma Durak, Himmet Kayhan, Sami Bal, Mehmet Sakarya,
Hakkı Duran, Nurettin Taşar, Faik İçmeli, Orhan Çakıroğlu,
Muammer Cindilli, Suat Telatar... Sonra Esat Kabaklı, Servet Kabaklı... İbrahim Sungur, Hazım Babat, Kemal Ökke,
Yakup Çelik, Aydın Çetiner, Rüstem Dirican, Reşat Altay,
Yavuz Selim Demirağ, Zekeriya Kökrek, Başbuğ Pınarbaşı,
Sinan Aslan, Ömer Tekoğulları, Hayrettin Kotamgil, Mehmet Biçer, Murat Özkan, Metin Ergün, Behiç Çelik, Şaban
Efe, Fahri Yüksel, Galip Ayata, Ömer Ay, Abdullah Şengül,
Mahmut Korkmaz, Fethi Namlıoğlu, Ahmet Buran, Ercan
7
MAKALE
Alkaya, Bilgehan Atsız Gökdağ, Süleyman Kaan Yalçın,
Gülay Mirzaoğlu, Tuncer Gülensoy... Adını sayamadığım
onlarca kişi kusuruma bakmasınlar...
16 Mayıs akşamı Kayseri Kültür ve Turizm Müdürlüğü
salonu tıklım tıklım dolu. Onlarca kişi ayakta programın
başlamasını heyecanla bekliyor. Programı şair, öğretmen Fazıl Ahmet Bahadır sunuyor. Bahadır, Atsız’dan
okuduğu şiirlerle programı renklendiriyor. Paydaşlar
Kayseri İl Kültür ve Turizm Müdürü İsmet Taymuş, Türk
Ocakları Kayseri Şubesi Başkanı Prof. Dr. Mustafa Ünal
ve Yeni Ufuklar Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa
Argunşah’ın kısa açış konuşmalarından sonra Hoca›nın
hayat hikâyesinin anlatıldığı bir film izliyoruz. Ardından
dostlar kısa konuşmalarıyla salonu yıllar öncesine
götürüyor, heyecanlandırıyor. Salon kâh hüzünleniyor,
kâh neşeleniyor. Özellikle Hoca’nın Elazığ’dan öğrencisi
Fethi Namlıoğlu’nun hatıralarıyla salondaki hüzünlü hava
birden değişiyor. Öztürk Hoca gözleri nemli, ağlamamak
için kendisini zor tutarak kısa bir teşekkür konuşması
yapıyor. Kimsenin bitmesini istemediği program Esat
Kabaklı’nın türküleriyle nihayete eriyor.
8
Bütün dostlar ertesi sabah yeniden kahvaltıda buluşuyorlar. Bu defa mikrofon Öztürk Hoca’nın elinde... Neredeyse
herkes konuşma fırsatı buluyor, Hoca’nın ruh ve fikir dünyasını anlatıyor.
Öztürk Hoca, bu gece ile ilgili Bilgi Yurdu dergisinde yazdığı yazısını şu teşekkür cümleleriyle bitirir:
“Doğal olarak Kayseri’den de yüzlerce ülküdaş, dost, hısım-akraba hatırımı sayıp gecemize gelerek beni bahtiyar
ettiler. Uzaklardaki bazı dostlar telefon edip tebriklerini
ilettiler, acil işleri olup gelemeyenler de çiçek göndererek
gönlümüzü aldılar.
Bu vefakârlıklar karşısında, teşekkürden de öte, bir şeyler söylemek istiyorum, ama duygularımı yansıtacak söz
bulamıyorum. Fakat herkesin bilmesini isterim ki nâçîz
şahsıma gösterilen takdir ve sevgiyi hak etmeye çalışacağım. Sevgi yolunda yürüyerek daha güzel bir Türkiye’yi
beraber inşa edeceğiz. Saygılar sunar, teşekkürlerimin kabulünü dilerim.”
Vali Düzgün’den
Yeni Ufuklar’a ziyaret...
Yeni Ufuklar, sayı 26
K
ayseri Valisi Orhan Düzgün, 10 Haziran 2015 tarihinde Yeni
Ufuklar Derneği Genel Merkezini ziyaret etti. Düzgün’ü, Dernek
Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Argunşah ve Kayseri Şube Başkanı
Orhan Köksal karşıladı.
Vali Düzgün, ziyarette yaptığı konuşmada, Kayseri’de göreve başladığında ilk ziyarete gelenlerden birisinin Yeni Ufuklar Derneği
başkanı ve üyeleri olduğunu söyledi.
Özellikle son 10-15 yıldır Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının öneminin ve etkinliklerinin giderek arttığını ifade
eden Düzgün, şunları kaydetti:
“Kayseri’de yüzlerce dernek var ama Yeni Ufuklar Derneği bunlar arasında çok ayrıcalıklı bir yere sahip. Aslında
dernekler geçmişte birçok kamu hizmetini yürütmüş. Yani devletin, kamunun boş bıraktığı alanlarda sivil toplum kuruluşları eksikliği gidermeye çalışmış. Son yıllarda da İçişleri Bakanlığı aracılığıyla derneklerin bazı güzel
projelerine yardım yapılıyor, gerek hükümet kaynaklarıyla gerekse bazı uluslararası kaynaklar aracılığıyla. Ama
Yeni Ufuklar Derneği bizden çok fazla şey talep etmeden gerçekten dolu dolu etkinliklerini yürütüyor. Hem bir
düşünce hem kültür kuruluşu olarak faaliyetlerine devam ediyor. Kamuya da yardımcı oluyorlar. Çıkardıkları dergi
de gerçekten dolu dolu. Mümkün olduğu kadar takip ediyorum. Hem basımı hem muhtevasıyla çok kaliteli bir
dergi. Derneğin kuruluşundan bugüne kadar emeği geçen tüm üyelerine teşekkür ediyorum.”
Dernek Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Argunşah da valinin derneklerini ziyaret etmesinden büyük memnuniyet
duyduklarını söyleyerek kendilerine teşekkür etti. Argunşah, gerek kültürel gerekse sosyal içerikli faaliyetlerle
topluma hizmet etmeye çalıştıklarını söyledi. Burs veren bir dernek olduklarını ve 500’e yakın öğrenciye aylık 100
lira burs verdiklerini belirten Argunşah konuşmasını “Çeşitli kültürel etkinlikler, kongreler, konferanslar düzenliyoruz. Her ay derneğimizde kültürel sohbetler yapıyoruz.” diyerek sürdürdü.
Yapılan ziyaret sonrası Vali Düzgün, Argunşah’a bir tablo ile kitap hediye etti.
Bir saate yakın süren ziyarette ülkenin ve Kayseri’nin meseleleri üzerine hararetli sohbetler yapıldı. Sohbetin
önemli bölümünü Suriyeli göçmenlerin durumu oluşturdu.
Vali Yardımcısı Mustafa Masatlı da Yeni Ufuklar’ı Ziyaret Etti
Kayseri’ye yeni atanan vali yardımcısı Mustafa Masatlı da Yeni Ufuklar Derneği yöneticilerinin kendisine yaptıkları
hayırlı olsun ziyaretine “iade-i ziyaret” ile karşılık verdi. Dernekte samimi bir ortamda yapılan sohbette genelde
ülkemizin, özelde ise Kayseri’nin sorunları ve gündem konuşuldu.
9
MAKALE
EMİR KALKAN: “Rahmet
o mamureyi
aziz kılan erlere”
Emir Kalkan’ı pek çok okuyucusu gibi
“Kanatsız Kuşlar Şehri”yle tanıdım.
“Emir Kalkan olmasaydı Cemil Emmi’yi
nasıl tanıyacaktım” diye diye kitabı bitirmiştim. Daha sonra 2009’da Ötüken
Neşriyat’ta çalışmaya başlayınca yayıncısı
olarak daha yakından tanıma imkânı
buldum. Emir Kalkan’ın 2002’de “Kanatsız Kuşlar Şehri” ile başlayan Ötüken
yazarlığı “Gül Ayinleri” (2003), “Hoşçakal
Şehir” (2005), “Ha Bu Diyar” (2007), “Bu
Taraf Anadolu” (2008), “Türk Düğünü”
(2010), “Kayıp Yüzler (2010) ile devam
etmişti.
Cem
SÖKMEN*
Emir Kalkan,
Türk Halk
Kültürünün son
yüzyıllık kesitine
sekiz hikâye ve
iki araştırma
kitabıyla katkıda
bulundu. Kendi
üslubunu inşa etti,
zengin bir kelime
kadrosu kullandı,
yazdıklarındaki
konu çeşitliliğiyle
nadir rastlanan
bir “gözlem
kabiliyetine”
sahip olduğunu
gösterdi.
Kırklareli Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Meslek Yüksek
Okulu, öğretim görevlisi.
*
10
Bu eserleri ile tanınmış ve -2000’li yılların yazar/kitap/ekran/görsellik enflasyonuna rağmen- tatminkâr bir okuyucu
tabakasını kendine bağlamışken hem
“Afşar Ağıtları” hem de “20. Yüzyıl Türk
Halk Şairleri” adlı çalışmalarının yayımlanması konusunda tereddüt gösteriyordu.
Biz kitapların yayını için ısrar ederken
o kendisini yayıncının yerine koyuyor ve
“Yayınevine zararımız olmasın, bu kitapların satışından endişeliyim” diyordu. Bir
süre sonra razı ettik ve bu eserler de son 3
yılın içinde yayımlanarak Emir Kalkan’ın
külliyatına dâhil oldu.
Rahmetli Nevzat Kösoğlu, “Büyük sözler
söylemek ve büyük işlerle uğraşmak
hevesi içinde, hayatımızın esasını, milli
kültürümüzün güzelliklerini çiğneyip
geçiyoruz. Milli kültür deyip, fethe çıkmış
cengâverler edasıyla nutuk çekerken yahut
yazarken, bizim olan, milli hayatımızı
yapan o incelikler, güzellikler mahvolup
gidiyor ve biz farkına bile varamıyor
yahut umursamıyoruz.” diyordu.
İşte Temmuz ayının son günlerinde
kaybettiğimiz Emir Kalkan, Nevzat
Kösoğlu’nun işaret ettiği inceliklerin,
güzelliklerin peşinde bir ömür boyunca
yürümüş bir isimdi. 1948’de Kayseri’de
doğan Emir Kalkan, çoğu Kayseri ve
yakın çevresinde geçen ama isimler ve
şiveler değişince Türklerin yaşadığı bütün
yerleri kapsayan hikâyeler yazdı, gündelik
hayatımızın tarihine dair kayıtlar düştü.
Kemal Karpat’ın 1920’lerde Dobruca’da
büyüdüğü evde okunan kitaplarla
Emir Kalkan’ın büyüdüğü 1950’lerin
Kayseri’sindeki köy evinde okunan/
dinlenen kitaplar aynıydı, Mehmed
Niyazi’nin “Daha Dün Yaşadılar”
romanında anlattığı 1950’lerin Akyazı’sı
da benzer özellikleri taşıyordu. Demek ki
Dündar Taşer boşuna demiyordu “Millet
birbirinden haberi yokken de birbiri
gibi olan varlıktır” diye… Emir Kalkan,
Türk Halk Kültürünün son yüzyıllık
kesitine sekiz hikâye ve iki araştırma
kitabıyla katkıda bulundu. Kendi
üslubunu inşa etti, zengin bir kelime
kadrosu kullandı, yazdıklarındaki konu
çeşitliliğiyle nadir rastlanan bir “gözlem
kabiliyetine” sahip olduğunu gösterdi.
Emir Kalkan “dinlemeyi” ve “anlamayı”
şiar edinmiş müstesna bir zihni terkipti.
Kahvehanelerde, çay bahçelerinde,
köy odalarında dinleyerek, demleyerek
sundu hikâyelerini… O çileli yüze
yansıyan “duyarlılık” Türkiye’nin sıradan
insanlarının sergilediği güzellikleri
kaydetti.
Okuyucuya
hissettiriyordu
Hemen her kitabında yoksulların yollarını
çizen ayrıntılarla ne denli meşgul olduğunu gösteren örnekler vardı. “Onlarda kendimi görür, kendi geçmişimi bulur, onları
izlerken çocukluğumun o çetin şartlar
altındaki yoksulluklarla dolu günlerini
yeniden yaşarım. Her biri aynı kaderi
paylaştığımız ikiz kardeşlerimmiş gibi gelir bana” diyordu, onlardan birini; “Rüzgâr
Hasan”ı anlatırken “Ha Bu Diyar”da…
Garson Halil’in kızı Gülbahar’ın intikamı
alan mahallenin köpeği Başkan’ı, Roman
kızı Yeşimsu ve Aslan’ın mücadelesini
ve ayrılığını, bileti olmayınca çekingenliğinden otobüse binemeyip soğukta
yürüyen ve donarak ölen Muhammed’i,
“Bayazıtoğlu”nda köyden Kayseri’ye elde
avuçta hiçbir şey yokken göçen, bulduğu
ilk işte kazandığıyla çocukları doydu mu
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
Bağları” türküsünün hikâyesiyle
başlayan “Kanatsız Kuşlar Şehri” bir
yandan Kıbrıs olaylarına tepkiyle
yapılan mitingleriyle, yazlık sinemalarıyla, yerel gazetelerin fantastik
yayınlarıyla 1960’lı yılların ortak
gündemlerini işlerken bir yandan da,
Sinema anonsu yapan Tellak Abidin’i,
dertlere deva(!) ürünler satan Cilet
Ali’yi, sadeliğin timsali Dokuz Ömer
Emmi’yi, Kale esnafını, namaz aralarında kahvehanelerde sohbet eden
“Güney Müftileri”ni anlatır bize.
“Şimdi yerinde yeller esen” diye başlayan cümleleriyle, neredeyse tamamen
kaybolmuş, çocukluğunun Kayseri’sine ait mekanları, sokakları, manzaraları yazıya döker. “Gün Batımı Kayseri” başlıklı yazısında “Bayazıtoğlu,
Kamer Hatun, Ebe Hatun, Yeşim Su,
Deli Gıyas, Deli Yusuf, Cemil Emmi,
Ağa Dayı, Langırt Hayri, Bodos Ali,
Kara Kemal, Üflek Ahmet… Bir
zamanlar kente ruh veren, can veren,
şimdi mazinin karanlığında unutulmuş namsız nişansız ölüler dikiliverir
önünüze.
Emir Kalkan eserleriyle
sahicilik ve yalınlıkla
kendine has üslubu
oluşturabildi.
Meraklarının peşinde
yılmadan devam
ederek sözlü kültürün
ve toplumsal hafızanın
yeni bir yorumcusu
oldu.
gözlerin dolan babanın şahsında
bu toprağın babalarının hikâyesini,
Savaşın da düğünün de hakkını veren “Yalınayak Takımı”nı anlatırken
ıstırabını, isyanını, itirazını hissettiriyordu okuyucusuna. Emir Kalkan
ve onun gibilerin farklılığını ifade
edebilmek için burada hemşehrisi ve
birkaç yaş küçüğü Yağmur Tunalı’nın
“Kavga Günleri”ndeki satırlarına
başvuracağım:
“Sözünü esirgemezler çıkardı. Onlar köylerin, mahallelerin, kasabaların, şehirlerin vicdanı gibiydiler. Yan gelip yatmaktan, devlet malına el
sürmekten tutun da yapılmış, yanlış
yapılmış, yapılmamış-edilmemiş, eksik kalmış her şeyi en vurucu sözlerle
söylemek onların adetiydi. Çekinmezlerdi. Hakîkat namına konuşurlardı.
Şimdi öylesi insanları çok azalan bir
taşramız var maalesef.” Bugünün
“Düzleşen Türkiye” manzarasında
böyle insanları arıyoruz.
Sahicilik ve
yalınlık
Yazının başında Cemil Emmi’den
bahsetmiştim. Sadece Cemil Emmi’yi
değil, özellikle 1950-1980 arasındaki
Kayseri’nin ilginç insanlarını Emir
Kalkan’ın kalemiyle tanıdık. “Gesi
Ve bu ışık selinin içinde kaybolup
gitmiş bahtsız sevdalar, hüsran dolu
aşklar, hor görülmüş yaşamlar, heba
olmuş ömürler bir bir hücum ederler
yüreğinize.
Ve Anadolu’nun kalbine nakş ettikleri ağıtlarıyla, her biri bir kente bedel
dağ yürekli kızlar; tek tek dirilip, tek
tek dile gelip yeniden canlanır karşınızda.
Ve nefesleri yeniden gezinir şehrin
semalarında.” cümleleriyle anar göçenleri…
Emir Kalkan eserleriyle sahicilik ve
yalınlıkla kendine has üslubu oluşturabildi. Meraklarının peşinde yılmadan devam ederek sözlü kültürün ve
toplumsal hafızanın yeni bir yorumcusu oldu.
O artık “Vatandaş Vakfı”ndan
müstesna dostlarının yanında. Belki
Emir Kalkan’la beraber sohbet meclisini orada da kurdular. Bize kalansa
onun yazıya geçirdiği, unutulmasına
izin vermediği insanlar, meseleler ve
yaşanmışlıklar üzerine tekrar tekrar
düşünmek…
11
MAKALE
Ölüm döşeğinde bile Doğu
Türkistan diyen adam:
SERVET KABAKLI
Bayram
AKCAN
12
Bir kültür, bir inanç, bir dâvâ adamı olan,
Türk Edebiyatı Vakfı başkanı gazeteciyazar Servet Kabaklı’yı geçtiğimiz
günlerde tedavi gördüğü hastanede
kaybettik. Sultanahmet Camii avlusunu
hınca hınç dolduran siyasetçisinden
edebiyatçısına, Doğu Türkistanlısından
Kırımlısına kadar büyük bir kalabalık,
Türk kültür hayatında derin izler
bırakmış, usta bir gazeteciyi son
yolculuğuna uğurlamak için oradaydı.
Türk Milleti, kendisine deli gibi aşık bir
derviş gönüllü aydınını daha kaybetmişti.
Musalla taşında yatan Kabaklı’nın naaşı
üzerinde 2 bayrak dikkati çekiyordu: Biri
Türk bayrağı diğeri ise Doğu Türkistan
bayrağıydı. Sanırım bu Kabaklı’nın
kimliğini, ülküsünü, samimiyetini ortaya
koyması açısından eşsiz bir görüntüdür.
Yıllarca Tercüman’da gazetecilik yapan
Kabaklı, gençlik yıllarından beri ömrünü
Türk Dünyası’na adamıştı. Tıpkı ondan
birkaç yıl önce vefat eden, Tercüman
Gazetesi’nde uzun yıllar birlikte çalıştığı
Kemal Çapraz gibi. Türk Edebiyatı
Vakfı’nda çalıştığım 5 yıl boyunca çok
yakından tanıma fırsatı bulduğum Servet
Kabaklı ağabey ile hayatımda müstesna
yeri olan, uzun yıllar teşrik-i mesai
yaptığım abim Kemal Çapraz’ın en büyük
ortak yanı Türk Dünyası’na aşık olmaları
ve Türklüğün derdiyle dertlenmeleridir.
Servet Kabaklı’nın yaptığı haberler,
röportajların hemen hemen hepsi
Türk Dünyası üzerineydi. Amcası
büyük mütefekkir Ahmet Kabaklı’nın
vefatından sonra Türk Edebiyatı
Vakfı’nın başkanlığını yürütmeye başladı.
Kabaklı’nın omzuna bir büyük ağırlık
daha yüklenmişti fakat sinesinde taşıdığı
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
yüreğinde yanan ülkü ateşi onun bu
görevi de yüz akı ile başarmasına
neden olmuştu.
Kabaklı ve Türk
Dünyası
Servet Kabaklı’nın hayatında Türk
Dünyası’nın ayrı bir yeri vardır.
Fakat bu dünyanın başköşesinde
Doğu Türkistan Türklüğünün,
Doğu Türkistan davasının yattığını
yakından tanıyan herkes bilir. Onun
için Doğu Türkistan denilince akan
sular dururdu.
Sultanahmet Meydanı’nındaki
Türkistan Aşevi, onun tabiriyle
“Doğu Türkistan bayrağını beklediği”
yerdi. Türkistan Aşevi’nin açılışını
rahmetli İsa Yusuf Alptekin ile
dönemin İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan görkemli bir törenle
gerçekleştirmişti. Aşevi’nin
bahçesinde Türkiye ve Doğu
Türkistan bayrakları da yoldan gelen
geçenlerin dikkatini çekiyordu.
Doğu Türkistan bayrağının yasak
olduğu yıllarda bile sahibi olduğu
aşevinin bahçesindeki Doğu
Türkistan bayrağını onca baskıya
karşı indirtmemişti. Aşevinin yan
bölümünde temsili olarak yaptırdığı
köşklere Türk dünyasının önemli
şahsiyetlerinin ismini vermişti: İsa
Yusuf Alptekin, Mustafa Cemiloğlu,
Kemal Çapraz…
Başkanlığını yürüttüğü Türk
Edebiyatı Vakfı ise yıllardır
kültür hizmeti yürütürken, Doğu
Türkistan davasının Türkiye’de
hayat bulmasında çok önemli ev
sahipliğinde bulunmuştur. Doğu
Türkistan Türklüğünün lideri Yusuf
Alptekin burada konferanslar vermiş,
Doğu Türkistan davasını bu vesileyle
Türkiye kamuoyuna anlatma imkânı
bulmuştur.
Gökbayrak
Buluşması
Vefatından kısa bir süre önce Kültür
Ocağı Vakfı’nın Kemal Çapraz’ı
Anma toplantısına konuşmacı olarak
katılmıştı. Çapraz’ı anlatırken gözleri
dolu dolu olan Kabaklı, onunla
ilgili anılarını anlatırken o günleri
1956'da Elazığ'da
doğan Servet Kabaklı,
gazeteciliğe 1976'da
Tercüman Gazetesinin
Elazığ Muhabiri olarak
başladı. Üniversite
eğitiminin ardından
İstanbul'da gazeteciliğe
devam eden Kabaklı,
Türk dünyası,
özellikle de Doğu
Türkistan konusundaki
çalışmalarıyla
kamuoyuna ışık
tutmuştu.
yeniden yaşar gibiydi. Özelikle
Çapraz ile birlikte düzenledikleri
“Boğazda Gökbayrak Buluşması”
hatırasını heyecanla anlatırken,
dinleyenler ise pür dikkat onu
dinliyordu, tıpkı ötelerden haber
getiren bir ulağı dinler gibi. Doğu
Türkistan Türklüğünün efsanevi
lideri İsa Yusuf Alptekin ile Kırım
Türklüğünün büyük önderi Mustafa
Cemiloğlu, Servet Kabaklı’nın
teknesinde bir ara gelmişler, bu iki
büyük önder boğazın mavi sularında
hasret gidermişlerdi. İki gök bayrağın
sahibinin bu buluşması görülmeye
değerdi. Oradaki herkes gibi Kabaklı
ve Çapraz da gözyaşlarına hakim
olamamışlar, Türklüğün iki çileli
yolbaşçısının bu kucaklaşması
karşısında eşsiz bir mutluluk
yaşamışlardı.
Kabaklı, sadece İsa Yusuf Alptekin’i
Cemiloğlu ile buluşturmakla
kalmamış birçok siyasi şahsiyetle
de buluşmasına vesile olmuştu.
Alparslan Türkeş, Turgut Özal,
Süleyman Demirel, Necmettin
Erbakan, Mesut Yılmaz ve Recep
Tayyip Erdoğan gibi Türk siyasi
hayatının önemli isimleriyle Doğu
Türkistan lideri Alptekin’i bir araya
13
MAKALE
Dev gibi görünen cüssesine rağmen son derece hassas bir gönle, bir anda nemlenen gözlere sahipti Servet Kabaklı... Onu son yolculuğuna uğurlamak için
Sultanahmet Camii’nin avlusunda toplanan sevenleri onun hassas yapısını anmadan edemediler....
getirmişti. Bu yaptığı hizmetler o
güne kadar Türkiye’de pek bilinmeyen
Doğu Türkistan davasının Türk
kamuoyunda tanınmasına önemli bir
etken olmuştur.
Ölüm Döşeğinde
Bile...
Servet Kabaklı, dev gibi görünen
cüssesine rağmen son derece hassas
bir gönle, hemen duygulanan
bir hissiyata, bir anda nemlenen
gözlere sahipti. Uzun yıllar şeker
hastalığı ile boğuştu. Geçtiğimiz
aylarda fenalaşarak hastanede
yoğun bakıma alınmıştı. Hepinizin
bildiği gibi Ramazan ayında Doğu
Türkistan’da yaşanan katliamlar
yeniden Türkiye’nin gündemine
gelmişti. Kimi gruplar, ideolojik
bir bağla bağlı oldukları işgalci
komünist Çin devletini aklamak için
olmadık iftiralar atıyor, kendilerini
paralıyorlardı. Bir gün gecenin
ilerleyen saatlerinde televizyondan
haberleri takip ederken, TGRT
Haber’de Doğu Türkistan meselesinin
konuşulduğunu gördüm ve yayını
takip etmeye başladım. Bir süre
sonra hastanede yoğun bakımda olan
Servet Kabaklı canlı yayına telefonla
bağlandı ve Doğu Türkistan ile ilgili
duygu ve düşüncelerini anlattı. Sesi
VEFAT VE
BAŞSAĞLIĞI
VEFAT VE
BAŞSAĞLIĞI
Dergimiz yazarlarından, değerli kültür
adamı ve yazar
Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı, Gazeteci
Yazar, değerli gönül adamı
30. 07. 2015 tarihinde vefat etmiştir.
Kayseri’de defnedilen merhuma Allah’tan
rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine
başsağlığı dileriz.
28. 08. 2015 tarihinde vefat etmiştir.
Eyüpsultan Kabristanı’na defnedilen
merhuma Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları
ve sevenlerine başsağlığı dileriz.
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
EMİR KALKAN
14
çok derinden geliyordu, konuşurken
zorlandığı belliydi. Ama hasta
yatağında, hatta yoğun bakımda bile
Doğu Türkistan davasına kayıtsız
kalmayan, bu da yetmezmiş gibi
telefon açma ihtiyacı hisseden Servet
Kabaklı’nın bu davranışı kimde
vardır? Bu telefon görüşmesinden
bir ay sonra da vefat etti. Vefatında
Doğu Türkistan davasına üzülmesinin
etkisi var mıdır, bilemem ama ölüm
döşeğinde bile Doğu Türkistan’ı
anlatan bir adam, kendini canını hiçe
sayan, Doğu Türkistan kara sevdalısı
değil de nedir?
Allah rahmet eylesin, Doğu Türkistan
için yaşadı, Doğu Türkistan diye diye
vefat etti.
Servet Kabaklı
Yeni Ufuklar, sayı 25
26
MAKALE
Dün Dünde Kaldı Cancağızım!
Erdem
UMUDUM*
Kimbilir nerdesiniz,
Geçen dakikalarım
Kimbilir nerdesiniz?
Necip Fazıl KISAKÜREK
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Ahmet Hamdi TANPINAR
1. Osmanlı Son Döneminde Çareyi Geçmişte Arayan İki
Tarz-ı Siyaset: İslamcılık ve Osmanlıcılık
Osmanlı’nın dağılma döneminde ortaya çıkan İslamcılık tezi
dağılmanın engellenmesi için İslamiyet’in ilk devirlerine vurgu yaparken; Osmanlıcılık tezi Kanuni Devri’ni vurgulamıştır. [“Üç Tarz-ı
Siyaset”ten üçüncüsü olan Türkçülük ise geçmişte emsali olmayan
bir çözüm önerisi sunan idealist bir fikir hareketi olduğu için burada
zikredilmeyecektir.] Bu vurgulamanın yanında; kaynaklarını, meşruiyetlerini ve referanslarını da geçmişten alırlar. Maalesef her iki tezin
de iflas ettiğini tarih bize göstermiştir.
Fert olarak insan da kabul edemediği bir durumla karşılaştığı zaman problemlerinin olmadığı eski günlere özlem
duymaktadır(regresyon). Hatta bu geriye gidiş, ta doğum anına kadar
sürebilmektedir. Bu hâlin bir uzantısı olarak “Gelen gideni aratır.”
atasözü de hatıra gelebilir. Gelen yani mevcut hâl, gideni yani maziyi
ne olursa olsun aratacaktır. Zira şöyle veya böyle geçmiş geçmiştir ve
bugüne gelinebilmiştir. Bütün problemlerine ve sıkıntılarına rağmen
geçmiş artık bilinebilir bir hâl almıştır.
2. “Bir Yanılsama” Olarak Zaman
Zaman nedir? Zaman, tam olarak fehmedemediğimiz, kapsayamadığımız, fiziğin ışığında bildiğimiz kadarıyla insan algısından
bağımsız olarak genleşme, eğilme ve bükülme yetisine sahip bir mefhumdur. İnsan idrakinin bu mefhumu kabullenmesi veya kullanması
ise ancak “kronoloji” ile mümkündür. Yani birtakım oluşlar silsilesi ile
anlayabiliriz zamanı. Bir fiil ile [dinî okumaya göre tanrının bu yöndeki iradesini açıklaması ile seküler okumaya göre big bang ile (ikisinin
beraber cereyan etme ihtimalini hesaba katmaksızın)] başlattığımız
“zaman”ı yine birtakım fiiller marifeti ile böleriz. Dünya’nın kendi etrafında bir kere dönmesine gün, günün yirmi dörde bölünmesine saat,
saatin altmışa bölünmesine dakika ilh. ismini veriyoruz. Peki bizim
bu tasnifimiz zamanın zatını bizatihi kendisini nasıl etkiliyor? Daha
doğru sorma ile etkiliyor mu? Mesela hicrî takvim ve miladî takvim
arasındaki farklılık zamanın zatına tesir ediyor mu? El-cevap: Hayır.
Sadece bizim isimlendirmemizde bir değişiklik olmuş olur. Galiba
esas olan Herakleitos’un belirttiği gibi “süreç”tir. Süreçte meydana
gelenleri algılayabiliriz. Bu sürecin isimlendirilmesi, işlenmesi ve
anlamlandırılması durumunda zaman mefhumundan bahsetmek mümkün olmaktadır.
Zamanı bu şekilde kabataslak tarif ettikten(!) sonra kronolojiye
ilişkin vurgumuzla karşımıza üç tarz-ı zaman çıkmaktadır. Geçmiş,
şimdi ve gelecek. Zaten insanoğlunun mücadelesi geleceği bilinebilir,
şekillendirilebilir kılmaya çalışmaktır. Yani geleceği inşaa etmektir.
Bunu yapmak için zaman ekseninde kaideten geçmişi referans alır.
“Şimdi” sürekli değişmektedir zira. İnsan aklının kapsayamayacağı kadar hareketli, değişken bir yapıya sahiptir. Yani denilebilir ki,
“şimdi”nin geleceği şekillendirme de fiilî zemin oluşturması inkâr
olunamamakla beraber fikri bir zemin oluşturması için geçmesi gerekir. [“Şimdi” veya “an” mefhumu geçen mi geçilen mi bir mefhumdur
Hukukçu
*
bilinmemekle birlikte, zann-ı galibimize göre o kendi zatı ile eşyanın
üzerinden geçerken, eşya da ondan geçmektedir. Yani hem etken hem
edilgen bir yapıya sahiptir.]
Halbuki zaman hakkında biraz düşünenler ve okuyanlar bilirler ki geçmiş geçmiştir yani artık müdahaleye kapalıdır [Yine
Herakleitos’un: “Bir nehirde iki defa yıkanılmaz.” sözü bu cüzdendir.] ve gelecek henüz mevcut değildir yani yoklukla maluldür.
Gelecek diye isimlendirdiğimiz zaman dilimi vücuda gelmeyebilir
veya gelir de insanoğlu ona müdahale edemez hale gelebilir. Dolayısı
ile zaman mefhumunun somut olarak elimizde olan kısmı “şimdi”dir
veya “an”dır.
Zamanın yekûnunu “an” olarak isimlendirilebildiği de malum
olmakla beraber [Galileo’nun: “Uzun çizgi kısa olandan daha fazla
noktaya sahip değildir.” şeklinde matematiksel olarak ifade ettiği
gerçekliğin “zaman”a uygulanması ile bu mümkün olur.]; zaman ve
an lafızlarına bugün yüklediğimiz mefhumlar ile diyebiliriz ki zaman
anlardan müteşekkildir. Ve zaman nehrinin kullanıma elverişli olan
çünkü aslında “gerçek olan” tek kısmı “an”dır.
3. Geçmiş Zaman Kipinde “Bin Atlı Akınlarda Çocuklar Gibi
Şen” Olmak:
Şimdinin gerçekliğine göz yumarak geçmiş üzerine ve geçmişi
şimdinin yerine ikame etmeye çalışarak bir dünya inşa etmeye kalkışmak patolojik bir hadisedir. [Şimdi gerçekliğinden kopuk bir gelecek
“hayali” yaşamanın da bu hâlden arta kalır bir yanı olmamakla beraber yazımızın konusu olmadığı için bahsedilmeyecektir.]
“Batı ulusları kendileriyle gurur duymak için çok geride
kalmış yüzyıllara bakmak durumunda değiller. Kendilerinin tıbba, matematiğe ya da gökbilime olan katkılarını sabah okudukları gazetelerde bulabiliyorlar, İbni Sina’nın çağdaşlarını ileri
sürmeye ya da durmaksızın “sıfır”ın, “zenit”in, “cebir”in ve
“algoritma”nın kökenini anımsatmaya ihtiyaç duymuyorlar. En
son askeri zaferleri 2003, 2001 ve 1999 tarihli; Selahaddin Eyyubi, Hannibal ya da Asurbanipal dönemlerine kadar gitmelerine gerek yok. Batılılar, bu nedenle, sürekli geçmişlerine dönme
gereksinimi duymuyorlar. Geçmişlerini biraz olsun inceliyorlarsa, bu izledikleri yolu daha iyi görebilmek, eğilimleri ortaya
çıkarmak, anlamak, düşünmek ya da genel sonuçlara varmak
istemelerinden kaynaklanıyor. Ama bu ne hayati bir ihtiyaç ne
de kimlikten kaynaklanan bir gereklilik. Kendilerine saygı duymaları için şimdiki zaman yetiyor.”1
Aslında bu geçmişe yönelme ve geçmişi arzulama eğilimini bu
şekilde ifade etmek mümkün: “kendisine saygı duymak için şimdiki
zaman[la] yet[ine]meyen”ler bu hâl üzeredirler desek hata yapmış
olmayız.
İfade etmeye çalıştığımız zinhar geçmişle bütün bağların koparılması teklifi değildir. Geçmişten intikal eden miras tevarüs edilerek yapılacaktır her ne yapılacaksa. “Bizim sorunumuz, geçmişimizle değil
geleceğimizle ilgilidir. Gelecek sorunumuzu çözmeden, geçmiş bize
sağırdır; geleceğe ilişkin bir derdi olmayanın, geçmişle uğraşması,
boşa vakit harcamaktır.”2
4. Hatm-i Kelâm: “Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna
sığmazam.”
Peki “şimdi” ile kendisine olan saygısını tesis edemeyenler, geçmişe saplanma hastalığına da sığınmayacaklar ise ne yapacaklar?
“Şimdi” gerçekliğini ihmâl etmeksizin, “geçmiş”i doğrusu ve
yanlışı, güzeli ve çirkini, iyisi ve kötüsüyle kabul ederek, “tarihinde
olup bitmiş vakalar ve kurulmuş hukuk, zanaat, sanat ve devlet gibi
geniş kuşatımlı teşkilatlar üstünde düşünüp bunlardan geleceğe yönelik projectionlar”3 yapmak galiba isabetli bir iş olacaktır.
1 MAALOUF, Amin, Çivisi Çıkmış Dünya, Çev: Orçun Türkay, YKY
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Mayıs 2009, s. 173
2http://www.ihsanfazlioglu.net/yayinlar/makaleler/1.php?id=247
3 DURALI, Ş. Teoman, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergâh Yayınları,
4. Baskı, Kasım 2014, İstanbul, s.81
15
GÜNDEM
MAKALE
O son 45 yılı bilmek hayattır, bilmemek ölüm...
Asla Yenilmeyeceksin
Recep Şükrü
APUHAN*
Osmanlı’nın, çapraz ateş
altında geçen son 45 yılı, akıl
almaz çilelerin, akıl almaz
bir vahşetin, akıl almaz
düşmanlıkların, akıl almaz
ihanetlerin ve bütün bunlara
cevap vermeye çalışan akıl
almaz fedakârlıkların ve
yiğitliklerin öyküsüdür.
Eğitimci, yazar
*
16
Selçuklular, “Afrika dışında bütün İslam dünyası” denebilecek büyüklükte bir
coğrafyaya egemen oldular. Çağrı Bey Anadolu’ya akarken (1015),Oğuzların Kınık
boyundan Selçuk Bey’in Müslüman oluşunun üzerinden yarım asır bile geçmemişti.
Sultan Alparslan, hurdahaş olmuş Anadolu kilidini kılıcının ucuyla Malazgirt ovasına fırlattığında, yıl 1071’di. Bu zaferden sonra Anadolu’da kurulan Türk devletlerinden biri de Anadolu Selçuklu Devleti’dir.
Anadolu Selçuklu Devleti, Moğol istilası yüzünden yıkılmaya yüz tuttuğunda,
fatih ve bilgin Türkmen Beylerinin çevresinde oluşmuş Anadolu Beylikleri, çok canlı ve gürbüz birer egemenlik merkezi olarak ortaya çıktılar.
Anadolu Beyliklerinde hayat, o çağların çok ötesinde bir insan anlayışı ile çevriliydi. Germiyanoğlu Yakup Bey’in, külliyesi için düzenlediği Türkçe vakfiyede,
”Misafir gelir de uzun süre kalırsa, asla küçük düşürülmeyecek, onlara surat asılmayacaktır.” deniyordu. Candaroğlu İsmail Bey de, Türkçe vakfiyesinde, imarete yemek
dağıtımından sonra gelenlerin aç bırakılmamasını, onlara ceviz, bal ve peynir gibi
yiyecekler hazırlanmasını ister.
Batı Anadolu’daki Türkmen beylerinden biri de Oğuzların Kayı boyundan,
Gündüz Alp’in torunu, Ertuğrul Bey’in oğlu, Osman Bey’dir. Onun beyliğinin toprakları, Namık Kemal’in ifadesiyle, “Gözün gördüğü bir yer” di. Osman Bey, bir
Bizans kuvvetini, bir cam bardağı taşa çalar gibi dağıtıp beyliğini dosta düşmana
kabul ettirdiğinde yıl 1302’dir. Osmanlı topraklarını anlatmak için artık göz değil,
hayal gerekecektir.
Kanuni Sultan Süleyman,1538’de Bender kalesi üzerine çivilediği kitabede di-
Yeni Ufuklar, sayı 26
GÜNDEM
yordu ki: “Ben Allah’ın kuluyum ve bu cihan mülkünde Sultanım. Allah’ın lutfuyla Muhammed ümmetinin başındayım.
Ben Mekke ve Medine’de adına hutbe okutan Süleyman’ım.
Avrupa denizlerinde, Mağrib’te ve Hind’de donanmalar yürüten ben; Bağdat’a Şah, Bizans ülkelerine Kayser ve Mısır’a
Sultanım. Ben, Macar Kralı’nın taç ve tahtını alıp bir mütevazı kuluna bağışlamış bir Sultanım. Petru Voyvoda başkaldırdı
ama atımın nalı onu toza kattı ve ben Boğdan ülkelerini fethettim.”
İşgal altındaki üç başkent
Bu muhteşem devlet, kendisini koruyacak tedbirleri güçlü kurumlar haline getiremedi. Kendisini, yönettiği halklara
tanıdığı hürriyetlerin dış mihraklar tarafından kendi aleyhine
kullanılacağı zamanlara hazırlayamadı. Ve içerden- dışardan
bitmez tükenmez saldırılarla dolu iki buçuk asırlık bir sürecin sonunda gücünü yitirdi. Fakat sonuç yalnızca bir devletin
gücünü yitirmesinden ibaret değildi. İmparatorluğun doğal
merkezini teşkil ettiklerinden bütün saldırıları göğüslemek
mecburiyetinde olan, fakat böyle bir merkeze sağlanması gereken kuvvetten mahrum oldukları için özellikle İmparatorluğun gayrimüslim unsurları karşısında gittikçe zayıflamış bulunan Türkler; sırtlarında hançer, yüzlerinde pençe yaraları ile
tükenişi yakından gördüler. 1920’de Osmanlı’nın üç başkenti;
Bursa, Edirne ve İstanbul işgal altındaydı. İşgalciler, Osman
Gazi’nin sandukasını tekmeliyor, o sandukanın başında fotoğraf çektiriyordu. Üç kıtadan felaketlerle süren çekiliş, yine bir
felaketle sonuçlanmıştı.
Osmanlı’nın, çapraz ateş altında geçen son 45 yılı, akıl
almaz çilelerin, akıl almaz bir vahşetin, akıl almaz düşmanlıkların, akıl almaz ihanetlerin ve bütün bunlara cevap vermeye
çalışan akıl almaz fedakârlıkların ve yiğitliklerin öyküsüdür. O
45 yıl ki 45 asra yetecek derslerle doludur.
Trabzon – Erzincan hattını içine alan Rus
işgali sırasında 1,5 milyon Müslüman batıya
doğru aktı. Bunların 700 bini yollarda veya
ulaşabildikleri yerlerde açlık, hastalık ve
sefalet yüzünden öldü.
1877- 1878 Osmanlı – Rus Savaşı sırasında, Balkanlar’da
300 bin Müslüman görülmemiş bir vahşetle katledildi. 1 milyon Müslüman da perişan kafilelerle Rumeli ve Anadolu yollarını doldurdu. Savaşın sonunda elde kalan, yalnızca Rumeli;
yani Selanik, Kosova ve Manastır Vilayetleri idi. Sonrası, Berlin Konferansı denen “Tiyatro”nun geziye çıkmasıdır. Doğu’da
Ermeni çeteleri, Rumeli’de Sırp, Rum ve Bulgar çeteleri, Avrupa ve Rusya’nın elinde birer muşta olarak Osmanlı’nın gittikçe sararan yüzüne yıllarca indi durdu ve o yüzü paramparça
etti.
Anadolu’yu kavuran rüzgârlardan biri de Yemen’den esiyordu. Yemen isyanları on binlerin canını aldı. Çeşme gençleri
askerliklerini orada yaparlardı ve 1908’de Çeşme’de 20- 30 yaş
arasında tek bir Türk erkeği kalmıştı. O da bir cüceydi.
Halkın yarısı sıtmalıydı
Çağın en büyük devletlerinin adeta sıraya koydukları
baskılar ve saldırılar, mali bunalım, terör ve isyanlar, birkaç
asrın birike birike artık birer zehir olmuş ihmalleri, devletin
yapısındaki ve idaresindeki türlü zaaflar ve devletin iliklerine
kadar işlemiş, koparılıp atılamaz bir köke sahip olan ihanet,
birbirlerini besleyip güçlendirerek her tedbiri anında yutan bir
girdap oluşturmuştu.
On yıl sürecek savaş, devleti o girdabın içinde yakaladı.
Osmanlı, Libya’yı işgal eden İtalya ile uğraşırken, Yunanistan,
17
GÜNDEM
Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan birleşerek 1912’de saldırıya
geçti. O ilk fethedilen topraklar, o mübarek Rumeli de elden
gitti. Savaş sırasında Balkanlar’da 400 bin Müslüman yine
vahşetle öldürüldü. 450 bin Müslüman Anadolu’ya göç etti.
Balkan Savaşı gazilerinin yaraları kapanmadan, 1914’de
1. Dünya Savaşı başladı. Suriye ve Irak cephelerinde Arap isyancılarla İngilizlerin ateşi arasında kalan Osmanlı kuvvetleri,
Doğu (Kafkas) cephesinde de Ermeni isyancılarla Rusların
ateşi arasında kaldı. Savaşın daha başında, yalnız Sarıkamış’ta
ve Çanakkale’de on binler toprağa düştü. İngilizler ve Fransızlar Çanakkale’den henüz kaçmıştı ki Ruslar Erzurum’u işgal
etti.
Trabzon – Erzincan hattını içine alan Rus işgali sırasında
1,5 milyon Müslüman batıya doğru aktı. Bunların 700 bini
yollarda veya ulaşabildikleri yerlerde açlık, hastalık ve sefalet
yüzünden öldü. Sağ kalanlar, Balkan Savaşı sırasında gelmiş
göçmenlerle karıştı. Savaştan az önce ve savaş sırasında, 500
bin Müslüman da Ermeni çeteleri tarafından katledildi. Savaş
boyunca cephelerde 710 bin asker şehit oldu, 303 bini ağır
olmak üzere 763 bin asker yaralandı, 202 bin asker esir düştü.
Savaş bittiğinde Anadolu da bitmişti. Bazı ailelerde hiç
erkek kalmamış, liseliler, üniversiteliler âdeta yok olmuştu.
Rus işgali altındaki vilayetlerde 15 bin köy yakılıp yıkılmış,
Erzurum’un merkezinde nüfus 80 binden 5- 6 bine düşmüştü.
Anadolu’da halkın yarısı sıtmalıydı. Birkaç aileden birinde verem, trahom, kolera, tifüs veya tifo vardı. On binlerce sahipsiz
çocuk ortada dolaşıyordu. Birçok yerde taş üstünde taş kalmamıştı, halk ot yiyordu.
Karanlık bir propaganda
1919’da Türkler artık Anadolu’ya çekilmişti. Fakat anlaşılıyordu ki onlar şimdi Anadolu’da da kuşatılacak, hesaplar
tutarsa orada tamamen yok edileceklerdi. İngiliz Dışişleri
Bakanı Balfour, “İslam dünyasının, Türklerin tamamen yenildiğini anlamalarını, özellikle istiyoruz.” derken, İngiliz
Başbakanı Lloyd George da “Turkey (Hindi)den geriye belki
birkaç kemik kalır.” diyordu. İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar
Anadolu’yu işgal etti. Fransa, Ermeni çetelerini Çukurova’ya
yığdı. Ayrıca Kıbrıs’ta yalnızca Türklere saldırmak üzere
eğitilmiş Ermeni Lejyonu da bölgeye getirildi. Hep birlikte
Türklerin üzerine çullandılar. Güney illerinde hayat artık bir
çığlıktan ibaretti. Fakat Batı Anadolu için de bir katliam aleti
gerekiyordu. O da zaten hazırdı.
İngiltere, Fransa ve ABD yönetimlerinin ortak kararı ve
İngilizlerin emriyle İzmir’e çıkan Yunanlılar, yerli Rumlardan
oluşan gönüllü birliklerin de yardımı ile Batı Anadolu’dan
içerlere ilerleyerek 3 milyon insanın yaşadığı 100 bin kilometrekare toprağı işgal etti. Trakya da Yunan işgaline uğradı.
Öyle bir mezalim yaşanıyordu ki olup bitenleri eksiksiz anlatmaya hiç kimse cesaret edemez. Yunan işgalinden kaçıp
yollara düşen 1,2 milyon Müslümanın 400 bini sefalet yüzünden hayatını kaybetti. İşgal ve savaşa bağlı sebeplerden dolayı
640 bin Müslüman öldü. Balkan Savaşı ile 1.Dünya Savaşı
sırasında göç edenlerle, Yunan-Fransız-İngiliz işgali sırasın-
18
İstanbul’un 1918’den itibaren nasıl işgal
edildiğini ve işgal altındaki İstanbul’da
yaşanan o müthiş mezalimi bilmeyenlerin,
İstanbul’un nasıl fethedildiğine dair
bilgilerinin zerre kadar önemi yoktur.
da göç edenler birbirlerine karıştı. Kasabaların bir kenarında
Doğu göçmenleri, bir kenarında Balkan ve Aydın göçmenleri
hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Ve nihayet Sevr Anlaşmasıyla
Anadolu bölüşüldü. Türklere, akibeti çok açık bir şekilde ölüm
olan, küçücük bir sömürge sultanlığı bırakıldı.
Bir ölüm kalım savaşı başlamıştı Anadolu’da. Önce birkaç Hatay, Çukurova ve Mersin türküsü Fransızlarla, Aydın’ın
birkaç zeybek havası Yunanlılarla boğaz boğaza geldi. Sayıları
azdı ama anlamları büyüktü. Bir müddet, işgalcilerle, Kuva-yı
Milliye uğraştı. Sonra, fedakârlık kelimesine gerçek ihtişamını kazandıran fedakârlıklarla, yeniden düzenli ordu kuruldu.
Yeni Ufuklar, sayı 26
GÜNDEM
Son askerlerle son savaştı bu. Sakat gaziler, ihtiyarlar, hamile
kadınlar, cephane taşıyan kağnılarının başına geçti. 26 Ağustos
1922’de başlayan ve asırların hıncını taşıyan büyük taarruzun
sonunda işgalciler imha edildi. Türk askerleri, taarruz sırasında
Yunanlıların dikenli tellerini elleriyle parçaladılar.
Bu 45 yıl boyunca çekilen çilelerin derinliği, gökyüzünü
ürkütür. Yaşanan zorluklar, kelimelere sığmaz; o zorluklar, onları sığdırmaya kalktığınız her kelimeyi patlatır. Düşman ordularının, on binlerce işbirlikçinin ve onların yanı sıra yürüyen
yokluk ve yalnızlık taburlarının açtığı yaralarla dolu bu 45 yıl,
aynı zamanda uzun bir kahramanlık, sabır ve tahammül destanıdır. Osmanlı tarihinin en büyük kahramanları bu dönemde
yaşamışlardır.
Bu 45 yılın, hafızalarda ancak bölük pörçük yer bulabilmesi, Türkiye’nin önünde büyük bir tuzaktır. Çünkü bu eksiklik,
Türkiye üzerindeki sorumluluk duygularını tehlikeli bir şekilde ve giderek daha çok örselemektedir. Bu 45 yılın uyarılarını
işitmeyen nesillerle, güvenli bir ileri yürüyüş mümkün değildir.
Öte yandan, karanlık bir propaganda, yeni nesilleri, her tarihi
olayın haksız tarafı olduğumuza inandırarak onları tehlikeler
ve düşmanlıklar karşısında dikkatsiz ve savunmasız bırakmaya
çalışırken, hafızalardaki boşluklardan alabildiğine faydalanıyor.
Bugünün tarihi, dünün tarihinin daha derinden yürümesinden başka bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, zayıf düşmemek için, kendisini doğuran
sürece ilişkin bilinç ve o bilinci bir davranış biçimi haline getirecek namus ve haysiyet istiyor.
“Kâbe toprağı gibi kutsal”
Büyük bir devlet kaybetmiş olanlar için, yarınları koruyacak en güçlü tahkimat, o kayıp sırasında yaşananlardan
alınacak derslerdir. İstanbul’un 1918’den itibaren nasıl işgal
edildiğini ve işgal altındaki İstanbul’da yaşanan o müthiş mezalimi bilmeyenlerin, İstanbul’un nasıl fethedildiğine dair bilgilerinin zerre kadar önemi yoktur. Fatih Sultan Mehmet’in
Rum Patrikhanesi’ne verdiği özgürlükle övünen, ama o
Patrikhane’nin 1920’de Yunan bayrağı çektiğinden, Yunan ordusunu yerli Rumlarla güçlendirdiğinden hiç bahsetmeyen bir
uyku hali, tahkimatı zaafa uğratacaktır. Buna göz yumulamaz.
Başına gelenleri unutan, ıstıraplarını anıtsız bırakan, üzerinde
yaşadığı toprağa ödenmiş bedelden habersiz kalan bir millet,
bu korkunç hatayı yapmayan milletler tarafından şirketleştirilir.
Osmanlı’da, her devleti yıkabilecek şiddetteki o korkunç
azınlık ihaneti, son 45 yılın doğal bir parçasıdır. Ancak, yıkım
sürecinde devletin ve Müslüman komşularının yanında yer
almış birçok Ermeni ve Rum da vardır. Özellikle 1. Dünya
Savaşı’nda ve Millî Mücadele’de, gerek ordu içinde, gerekse
sivil örgütlerde üstün hizmetler görmüş, o hizmetler esnasında hayatını kaybetmiş Ermeni ve Rumları, burada gerçek ve
yetersiz kalma korkusuyla çırpınan bir sevgiyle anmak isteriz.
1.Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordularında savaşırken şehit
olan, yaralanan veya esir düşen, başta Araplar olmak üzere
Türkler dışındaki birçok ırktan binlerce Müslüman da tarih
bilincimizde ve vicdanlarımızda daima yaşayacaktır.
İnanıyorum ki Osmanlı’nın son 45 yılı üzerinde bilgilenen, bilinçlenen her Türk, Balkan göçmeni ihtiyarların bir
asır önce “Kâbe toprağı gibi kutsal” saydıkları Anadolu’ya ve
onun üzerinde kanımızın son damlaları ile kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne daha çok bağlanacak, artık herkesten Türkiye üzerinde daha yüksek bir sorumluluk duygusu
bekleyecektir.
Mudurnu’nun Köseler köyünden Koca Ayşe, sekiz oğlunu 1.Dünya Savaşı’nda yitirdi. Elinde yalnızca en küçük oğlu
Mustafa kaldı. Kanının son damlası. O da Sakarya’da aktı
gitti. Koca Ayşe’ye, onun çilelerine, onun hatırasına; onun,
düşmanının üzerine o dokuz atılışına saygısı olmayanlar, Koca
Ayşe’nin dünyasına ait değillerdir. Osmanlı’nın son 45 yılı biraz da Koca Ayşe’nin ve onun dünyasına ait olanların öyküsüdür.
Tarih, Türklere sesleniyor: Asla yenilmeyeceksin! Yenilirsen sana acımayacaklardır. Yenilirsen sana merhamet yok. Yenilirsen seni yaşatmazlar.
İnönü, Sakarya ve Dumlupınar şehitlerimizi minnetle anıyoruz. Selam size ey tarihimizin en yalnız şehitleri!
19
TÜRK DÜNYASI
Son Gelişmeler
Işığında Doğu
Türkistan’da
Yaşananlar
22 Haziran 2015 tarihinde patlak veren olayların
asıl sebebi de bölgede Ramazan ayında memur,
işçi ve öğrencilerin oruç tutmaları, namaz kılmaları
veya herhangi bir dinî faaliyette bulunmalarının
yasaklanmasıyla had safhaya ulaşmıştır.
Dr. Ömer
KUL*
Çin Halk Cumhuriyeti sınırları
içerisinde yer alan ve Çin’in “Sincan
Uygur Özerk Bölgesi” şeklinde
adlandırdığı Doğu Türkistan, 5 Temmuz
2009’da meydana gelen, Çin devlet yetkililerinin ifadesiyle 1971, gerçekte ise
2.000’in üzerinde insanın hayatını kaybettiği2 Urumçi olaylarının yıldönümü
olması sebebiyle, geçtiğimiz günlerin en
çok konuşulan konularından biri oldu3.
Yan Hao, Geng Ruibin ve Yuan Ye (18
July 2009), “Xinjiang riot hits regional
anti-terror nerve”, Chinaview.cn. Xinhua
(20.07.2009).
2 “Ölü sayısı 1000’in üzerinde”, Sabah
Gazetesi, 10 Temmuz 2009, (11 Temmuz
2009)
3 Urumçi Olayları hakkında geniş bilgi için
1
Genel Türk Tarihçisi, Doğu Türkistan uzmanı.
İstanbul Üniversitesi, Türkiyat Enstitüsü.
*
20
2009’u takip eden yıllarda, 5 Temmuz olaylarını protesto etmek, Doğu
Türkistan teşkilatları ve konuya ilgi duyan Sivil Toplum Kuruluşları tarafından
geleneksel hale getirilmiştir. Lakin 2015
yılı protestoları önceki yıllara göre daha
çok katılımlı olmuş, bununla birlikte
yazılı ve görsel basın ile sosyal medyada
konu gündem oluşturmuştur. Yayınlanan çeşitli haberlerin içeriği ve ortaya
koydukları ise geçen beş seneden farklı
Doğu Türkistan tablosu ortaya çıkarmıştır. Muhtemelen bu durum meselenin
ülkemizde Ramazan ayına denk gelmesi,
lehte ve aleyhte konu hakkında kaleme
alınan yazıların sosyal medyada fazlaca
yankı bulmasından kaynaklanmıştır.
Doğu Türkistan meselesini tarih,
siyaset, iktisat, sosyoloji, uluslararası ilişkiler ve insan hakları bağlamında
değerlendirmeyecek her çalışma nakıs
kalacaktır. Ayrıca konunun Çin, Türkiye, Rusya, ABD, Japonya, AB ülkeleri ve
Uygur Türkleri açısından da ayrı ayrı ele
alınması gerekmektedir. Çin, Uygurlar ve
Türkiye, tarihî ve sosyolojik nokta-i nabkz. Erkin Emet, 5 Temmuz Urumçi Olayı
ve Doğu Türkistan, Grafiker yay., Ankara
2009; Ömer Kul, “Terör Üzerinden Global
Savaş Ve Sözde Uygur Terör Tehdidi (19902011)”, Türkiyat Mecmuası, C. 23/Güz,
2013, s. 65-98.
zarından değerlendirildiğinde, meselenin
esas aktörleri durumundadır.
Tarih, kültür, soy, din ve dil bağımızın
olduğu Doğu Türkistan ile ilgilenirken,
duygusallıktan tamamen uzak durmak
pek mümkün olmasa da, meselenin çözümünün tamamen duygusal tepkilerle
gerçekleşemeyeceğinin de bilinmesi gerekmektedir. Bu yüzden gerek Türkiye ve Türk dünyası, gerek Çin, gerekse
de dünya kamuoyuna yönelik gerçekçi
çalışmalar mutlaka hayata geçirilmelidir.
Bu noktada duygusallığın etkisi ile
uygulanabilecek yanlış propaganda
yöntemlerinden, meselenin sebeplerinin
Türkiye ve dünya kamuoyuna yanlış
aksettirilmesinden şiddetle kaçınılmalı
ve çeşitli yanlışların olumsuz etkiler oluşturarak Doğu Türkistan davasına zarar
vermesinin önü alınmalıdır.
Doğu Türkistan’da
Son Yaşananların
Değerlendirilmesi
Doğu Türkistan’ın kadim tarihi ismi
18 Kasım 1884 tarihinde Çin devleti
tarafından Xin-jiang/Sinkiang/Sincan
olarak değiştirilmiş4, en son 1949 yılında
savaş yapılmaksızın Komünist Çin yönetimi tarafından işgal edilmiştir5. Akabinde ise, 1 Ekim 1955’te, Doğu Türkistan,
“Xin-jiang Uygur Özerk Bölgesi” ilan edilmiştir6. Doğu Türkistan’da 1955 sonrası
yaşanan olaylar Uygurları, Çinlilerden
zaten var olan soy, dil, din, kültür ve tarih
anlamında tamamen ayrıştırmıştır. Bu
durum bizlere tam bir etnik ayrışma olduğunu göstermektedir7.
4 Morris Rossabi, “Xin-jiang”, Encyclopedia
of Asian History, C. IV, New York 1988,
s. 250; Erkin Alptekin, “Doğu Türkistan’a
Şingcang ismi verilişinin 95. yıldönümü”,
Bayrak Gazetesi, 14 Kasım 1979, s. 2; İdil
Nilay Demir, “Xin-jiang’da Çin Politikası”,
A. Ü. Sinoloji Anabilim Dalı Basılmamış
Lisans Tezi, Ankara 1988, s. 1; Hacı Yakup
Anat, “Safsatalara Cevap”, Doğu Türkistan, DTGD Yay., No: 183-184, İstanbul
1999, s. 21, not 1.
5 Ömer Kul, “Osman Batur ve Doğu Türkistan Milli Mücadelesi”, İ.Ü. Sos. Bil. Enst., Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 2009, s. 29,
230;
6 Morris Rossabi, “Xinjiang”, s. 250; Erkin Alptekin, “Eastern Turkestan: An Overview”,
Journal Institute of Muslim Minority
Affairs, C. VI, No: 1, (1985), s. 129; Duygu
Gözlek, “Asya’nın Kalbi Doğu Türkistan (1)”,
Gökbayrak, No: 71, Kayseri 2006, s. 21.
7 Geniş bilgi için bkz. Kul, “Terör Üzerinden
Global Savaş”, s. 65-98.
Yeni Ufuklar, sayı 26
TÜRK DÜNYASI
Zengin yeraltı ve yer üstü kaynaklarına sahip olan Doğu Türkistan bölgesi,
Çin tarafından ciddi hammadde kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Çin,
bölgeden elde ettiği gelirin çok cüzi bir
kısmını Doğu Türkistan için harcamaktadır8. Bölgeye çok sayıda Çinli göçmen
getirilerek nüfus dengesi Çinliler lehine
değiştirilmiştir. Bugün bölgedeki Çinli
nüfusun genel nüfusa oranla en az % 50.1
olarak tahmin edilmektedir9. Bu durum
hem demografik yapıyı bozmuş, hem de
göçmen Çinliler bölgedeki işsizliği arttırmıştır10.
22 Haziran 2015 tarihinde patlak veren olayların asıl sebebi de bölgede Ramazan ayında memur, işçi ve öğrencilerin
oruç tutmaları, namaz kılmaları veya herhangi bir dinî faaliyette bulunmalarının
yasaklanmasıyla had safhaya ulaşmıştır.
Çin resmî makamları tarafından da ilan
edilen bu türden yasaklar bölgede halkın
barut fıçısına dönmesine neden olmuştur.
Çıkarılan ve uygulanması istenen yasakçı kurallar, bölgede neredeyse yaşlılar
dışında hiç kimsenin ibadet edememesi
anlamına gelmektedir. Bununla birlikte
bölgeden aldığımız haberlerde mahalli
görevlilerin de halka gayrı resmî baskılar yaptığını ortaya koymuştur. Uygur
Türkleri Ramazan ayı dışında da keyfi
suçlamalarla suçlanmakta, tutuklanabilmekte ve ölüme kadar varan cezalar alabilmektedir. Belirlenen şekiller dışında
başörtüsü takanların veya sakal bırakanların toplu taşıma araçlarına alınmaması,
taksilere binememesi, devlet dairelerine
girememesi veya kütüphanelerden faydalanamaması gibi ayrımcı davranışlarla,
“hırsız veya terörist” suçlamasına maruz
bırakılması günlük hayatın parçası haline gelmiştir. Doğu Türkistan’da kadınlar
yapılan zorunlu kürtaj, kota dışında doğanların kimlik sahibi olamaması veya
bir şehirden diğerine giderken bile yerel
kurumlardan izin alınması yaşanan diğer
8
İlyar Şemsettin, “Doğu Türkistan Ekonomisinin Yapısal Analizi”, 21. Asra Girerken
Doğu Türkistan, haz., Yücel Hacaloğlu,
Ankara 1995, s. 24.
9 Bu hususta tarafımızdan bir doktora tezi
yaptırma çalışmasına başlanmıştır.
10 Doğu Türkistan’daki nüfus hareketleriyle
ilgili olarak bkz. Sultan Mahmut Kâşgarlı,
Modern Uygur Türkçesi’nin Grameri,
Orkun Yayınevi, İstanbul, t.y., s. 1; Muzaffer
Özdağ, Türk Dünyası ve Doğu Türkistan Jeopolitiği Üzerine, DTV Yay., İstanbul 2000, s. 195; Arslan Alptekin, “Eastern
Turkistan Reality, Chinese Migrant Flow
and Self-Determination”, Human Rights
Violations Eastern Turkistan, haz. Timur
Kocaoğlu ve diğ., İstanbul 2000, s. 47.
21
TÜRK DÜNYASI
Çin dışında yaşayan Uygurların tamamına yakını, dünyanın çeşitli ülkelerinde teşkilatlanmış ve Doğu Türkistan
hakkında dünya kamuoyunu bilgilendirmeye çalışmaktadır. DUK başta olmak
üzere çeşitli STK’lar vasıtasıyla Doğu
Türkistan’daki insan hakları ihlallerinin
ve dinî baskıların sona erdirilmesi yönünde çalışmalar yürütülmektedir. Uygurlar,
Doğu Türkistan meselesinde Türkiye’den
daha fazla yardım görmek istediklerini
belirtmektedir. Onlar şartların her geçen
gün daha da kötüye gittiğinin farkında
olsalar da nihai hedef olarak Bağımsız
Doğu Türkistan’ı görmek arzusunda olduklarını her fırsatta dile getirmektedir.
problemlerden sayılabilir11.
Çin Halk
Cumhuriyeti’nin
Doğu Türkistan’a
Bakışı
ÇHC için Doğu Türkistan, Sincan
Uygur Özerk Bölgesi olarak adlandırılmakta ve Çin’in ayrılmaz bir parçası
olarak görülmektedir. Çin’e göre bölgede
herhangi bir sorun ve baskı söz konusu
değildir. Ülkemizde de Çin’in iddialarının doğruluğunu savunan kalemşörler
ve sanal medya kullanıcıları çıkmıştır.
ÇHC, Uygurları IŞID veya El-Kaide
gibi örgütlerle ilişkilendirerek terörist muamelesi yapmaktadır. Temel sav,
Uygurların Radikal İslamcı Teröristler
olduğu yönündedir. Bu bağlamda Çin,
Türkiye üzerinden Suriye’de devam etmekte olan savaşa katılan Uygurlar bahane edilerek Türkiye’nin de teröre destek
veren bir devlet olduğu iddiasındadır.
Çin, başta Dünya Uygur Kurultayı
Başkanı Rabia Kadir ve diğer Uygur diasporasını CIA’nın dolayısıyla ABD’nin
ajanı olarak suçlamaktadır. Çin ayrıca
Türkiye ve dünya çapında faaliyette bulunan Doğu Türkistan ile alakalı STK’ları
da ayrılıkçı faaliyetler güden ve terörle
ilintili teşkilatlar olarak lanse etmektedir.
Özetle denilebilir ki ABD, Doğu Türkistan meselesinde, küresel anlamda bir rakip olarak gördüğü Çin’in karşısında yer
almaktadır. ABD, Çin’e özellikle insan
hakları ihlalleri konusunda büyük baskı
yapmakta, Doğu Türkistan ile Tibet’i de
kapsayan geniş çaplı insan hakları raporları ile Çin’e karşı mücadele etmektedir.
ABD, Dünya Uygur Kurultayı’nı bu anlamda desteklemekte, ancak bu destek
bağımsız bir Doğu Türkistan Devleti
isteğini kapsamamaktadır.
Türkiye’nin Doğu
Türkistan’a Bakışı
Türkiye’nin Doğu Türkistan meselesine bakışını tarih, kültür, dil, din
ve soy bağları şekillendirmektedir.
Türkiye, Uygurlara baskıların yoğunlaştığı dönemlerde durumdan kaygı
11 Ekler kısmında bu hususta alınan kararlara
dair bilgiler sunulmuştur.
22
Bu Şartlar Altında
Türkiye Neler
Yapmalıdır?
duyduğunu belirtmektedir. Türk makamları Doğu Türkistan’dan kaçan Uygurların Türkiye’ye getirilmesi ve kabulünde
olumlu bir tavır içinde görünmektedir.
Özetle denilebilir ki Türkiye’de hükümetler, Doğu Türkistan ile bölgede büyük katliam ve olayların çıktığı veya
STK’ların oluşturduğu toplumsal tepkilerin arttığı dönemlerde ilgilenmektedir.
Fakat bu ilgi bir devlet politikası haline
getirilip üzerinde stratejiler geliştirilmemiştir. Türkiye’de Doğu Türkistan’da
yaşanan sorunlar, öncelikle Doğu Türkistanlıların kurduğu dernek ve vakıflar
olmak üzere, çeşitli STK’lar tarafından,
devlete nazaran daha yoğun bir şekilde
gündeme getirilmektedir.
Uygur Türkleri
Açısından Doğu
Türkistan
Gerçek olan şudur ki Uygur Türkleri,
Doğu Türkistan’da öncelikle herhangi bir
etnik, dinî, kültürel, ekonomik ve siyasi
baskı olmadan hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Doğu Türkistan davası
güden Uygurlar, Çin’in asıl amacının asimilasyon veya Uygurların tamamen yok
edilmesi olduğu iddiasındadır ki, tarihî
süreç etraflıca incelendiğinde bu yönde
bir kanaat sahibi olmak hiç de zor değildir.
İlk olarak Türkiye Cumhuriyeti,
dış politikasında Doğu Türkistan meselesinin önem derecesini üst sıralarda konumlandırmalıdır. Bu sıralamada
Türkiye’nin Doğu Türkistan konusundaki tavrı, Uygur Türkleri lehine olacak
şekilde belirlenmelidir. Dünya Uygur
Kurultayı Başkanı Rabia Kadir’e ve diğer
Türkiye’ye giriş yasağı olanlara izni verilmeli, teşkilat temsilcileriyle üst seviyede
görüşmeler yapılmalıdır.
Doğu Türkistan meselesinin Türk
halkı tarafından doğru bilinmesi ve sahiplenilmesinin sağlanabilmesi için,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de
meseleyi sahiplendiği gösterilmeli,
halkta kamuoyu oluşturacak çalışmalar
yapılmalı, ders kitapları ve müfredatta
kısaca da olsa konuya yer verilmelidir.
Doğu Türkistan’dan kaçarak çeşitli ülkelere sığınan Uygurlardan isteyenlerin
Türkiye’ye yerleşmesi için gerekli diplomatik ilişkiler sağlanmalıdır. Türkiye’ye
gelmeyi başarmış olanlara ise ilk etapta
sağlık, barınma ve yiyecek, ilerleyen dönemde ise iş imkânı sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır.
Ülkede satışına izin verilir durumdaki ürünlerde Çin malı ithalatının
azaltılmasına yönelik çeşitli tedbirler
alınmalıdır. Çin’in Uygurlara uyguladığı
baskı ve zulüm, devletlerarası kurum ve
toplantılarda dile getirilmeli, soy, dil ve
tarih bağları sebebiyle Türkiye’nin konuya müdahil olduğu belirtilmelidir.
Yeni Ufuklar, sayı 24
26
MAKALE
23
HALK BİLİM
Dr. HALİL ATILGAN
TOROSLAR YÖRÜKLER KÜLTÜR VE
SANAT EVİNİN AÇILIŞI
Oğuz Adem Selçuk
([email protected])
Kültür evinin alt
katında üç oda
bulunmaktadır.
Büyük olan odaya
Yörük Türkmen
köylülerimizin
geçmişte kullandıkları
etnografik alet ve
malzemeler, yer
darlığı sebebiyle
biraz “tıkış tıkış”
yerleştirilmiş, (bu
ifade kendisine
aittir) Halil Atılgan’a
çeşitli kurum ve
kuruluşlar tarafından
verilen plaket ve
onur belgeleri
sergilenmektedir.
24
İncirgediği Köyünde (Mahalle adını kullanmak içimden gelmiyor. Bu uygulama, sosyal hayatımızda ve kültürel belleğimizde onulmaz hatalara yer açmaktadır.)
Çukurova’nın bağrından yetişmiş Halil ATILGAN’ın baba evini restore ederek Türk Kültür ve Sanatına müze olarak armağan etmesi nedeniyle 14 Mayıs 2015 günü düzenlenen açılış etkinliğine gurur duyarak katıldım.
Baba evinin restore edilmesi ve çevre düzenlenmesinde katkı sağlayan Mersin
Büyükşehir Belediye Başkanlığına, Tarsus Belediye Başkanlığına ve Karaisalı Belediye
Başkanlığına ve emeği geçenlere buradan Halil Atılgan’ın bir hemşehrisi olarak teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Sayın Halil Atılgan’ın fedakârlığı ve emeği geçenlerin
gayretiyle kültür coğrafyamıza burada tarihî bir not düşülmüş, Yörük-Türkmen yaşam
sayfasına, bir mühür daha vurulmuştur.
İncirgediği Köyü, mülki ve idari taksimatta Tarsus İlçesine bağlı bir yerleşim yeridir
ama Halil Atılgan, biz Karaisalıların da müşterek hemşehrisidir. Bu köyümüz, 1993/94
yıllarında Karaisalı’dan ayrılarak Tarsus’a bağlanmıştır. Zira köyün coğrafi özelliği, iş ve
ticaret ilişkilerindeki yönü, Tarsus’a dönüktür. O, nüfus kaydı itibariyle Tarsusludur ama
Tarsus ve Karaisalı’nın ötesinde tüm Çukurova’nın gurur kaynağıdır. Yaptığı müzikal
ve kültürel çalışmalar, derlemeler, araştırmalar ve kitaplarıyla da Türk kültür iklimine
katkılar sunan bir değerimizdir.
14 Mayıs 2015 Perşembe günü, saat 12.00 itibariyle Mehmet Demirel Babacanoğlu ile birlikte İncirgediği Köyüne geldim. Halil Atılgan Bey, tatlı bir telaş ve heyecan
içerisinde bizi karşıladı, kucakladı ve sarılıp öpüştük. Ayaküstü, tebriklerimizi sunduk.
Çok güzel bir çevre düzenlemesi yapılmıştı. Her yer Türk bayraklarıyla süslenmişti. Evin
duvarına tunçtan dikdörtgen şeklinde bir levha çakılmıştı: HALİL ATILGAN TOROSLAR YÖRÜK KÜLTÜR VE SANAT EVİ.
Baba evi, köyün en güneyinde ve yüksekçe bir yerde. Biz, böyle konumda olan
yerlere “kaş” demekteyiz. Halil Beyin evi, kaşın başında. Aşağılarda makilikler ve bahçeler var. Evin çevresi parke kilit taşlarıyla döşenmiş, bir sundurmanın altına bugüne
kadar tarımda kullana geldiğimiz ama artık tarım envanterimizden çıkardığımız, her
yerde de eşine rastlayamayacağımız ve tatlı hatıralar olarak sakladığımız tarım aletleri
sergilenmektedir. Kalkerli topraktan oluşan bir tepe oyularak raflar yapılmış ve buraya
da çeşitli taş ve maden parçaları yerleştirilmiştir.
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
Halil Atılgan
Kültür ve
Sanat Evi
müzesi
hakkında
Geçmişle günümüz arasında kül
tür köprüsü oluşturmak amacıyla Halil Atıl
gan Toroslar
Kültür ve Sanat Evi 14 Mayıs 2015
tarihi itibariyle
Tarsus’un İncirgediği köyünün Kaş
obası mezrasında hizmete girmiştir. Kültür ve San
at Evinde:
1- Geçmişte kullanılan tarım alet
leri
2- Mutfak araç ve gereçleri
3- Yöresel el sanatları
4- Tespih çeşitleri
5- Orijinal taşlar
6- Yöresel yazma çeşitleri
7- Halk çalgıları
8- Müzik aletleri, gramofon, rad
yo, pikap ve
plak çeşitleri
9- Ekmek yapma animasyonu
10- Yöresel kıyafetler
11- Toros Yörüklerinin kullandığı av
aletleri sergilenmektedir.
Pazartesi günü dışında her gün
mesai saatleri
içinde hizmet veren Kültür Sanat
Evimiz unutulun
Ev, iki katlıdır. Özgün yapısı korunarak sıvanmış, boyanmış
ve küçük eklerle yeniden kullanıma sunulmuştur. Alt kat duvarının sol tarafına Tarsus ve Karaisalı yöresi Kuvayı Milliye önderlerinin resimleri asılmış, kapının sağındaki duvara da Gazi Mustafa
Kemal Atatürk’ün resmi yerleştirilmiş ve altına da Türkiye Cumhuriyetinin değişmez altı ilkesi yazılmıştır.
Kültür evinin alt katında üç oda bulunmaktadır. Büyük olan
odaya Yörük Türkmen köylülerimizin geçmişte kullandıkları
etnografik alet ve malzemeler, yer darlığı sebebiyle biraz “tıkış
tıkış” yerleştirilmiş, (bu ifade kendisine aittir) Halil Atılgan’a
çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından verilen plaket ve onur
belgeleri sergilenmektedir. Odalardan birinde geçmişten günümüze kadar kullanılan çok sayıda musiki enstrümanı, duvarları
süslemektedir. Türk Kültürüne kazandırdığı el emeği, göz nuru
çok değerli kitapları ve plak, kaset gibi ses taşıyıcı eserleri de
burada sergilenmektedir. Diğer oda ise, mutfaktır. Burada yöresel kıyafetler içinde köylü kadınlarının yufka ekmek yapma
ritüeli heykellerle canlandırılmıştır. Ocağa kurulan ekmek sacı-
kültür değerlerimizin tanıtımı ve geçm
işi günümüze
taşıması bakımından son derece öne
mli bir görevi
yerine getirmektedir. Kültürümüzü
n tanıtımı için
yapılan bu çalışmayı halkımıza, öğre
ncilerimize, yerli
ve yabancı turistlere duyurarak
yardımcı olabilir,
konuya ilgi duyan kurum ve kuru
luşları, turist
kafilelerini Halil Atılgan Torosla
r Kültür ve Sanat
Evine yönlendirerek tanıtımı kon
usunda katkı
sağlayabilirsiniz.
Halil Atılgan Toroslar Kültür San
at Evine özel
araçlarla gidileceği gibi trenle de
ulaşmak mümkündür. Adana’dan gelecekler
Tren Garından,
Tarsus’tan gelenler Yenice İstasyo
nundan trene
binecek, Durak İstasyonu’nda inec
ektir. Sanat evi
ile Durak İstasyonu arası yürüye
rek 25-30 dakikadır. Tabiatla baş başa olan bir
mekânda kurulmuş olan sanat evi, piknik yapman
ın tüm özelliklerine sahip bir konumdadır. Tor
oslar’da bir ilk
olan “Halil Atılgan Kültür ve San
at Evi’nin gelecek kuşaklara örnek olması tem
ennisiyle, ilgili
kurum ve kuruluşlara duyurulma
sı hususunu
saygılarımla arz ederim.
nın altındaki kırmız ışık, kor haline gelen közleri çok güzel bir
şekilde canlandırmaktadır.
Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz,
Tarsus Belediye Başkanı Şevket Can, Sanatçılar Gülşen Kutlu, Yıldız Çam, Gökhan Tepe ve Halil Atılgan, açılış kordelasını, yoğun
bir kalabalığın alkışları içerisinde birlikte kestiler ve odaları tek
tek protokol olarak gezdiler.
Açılış Programı, protokol konuşmalarının ardından Tarsus
Çamalan Köyü Mengi Grubunun “Mengi Oyunu” ile başladı ve
Mersin Büyükşehir Belediyesi Halk Oyunları Ekibinin gösterisiyle
devam etti.
Muhteşem bir kalabalık vardı. Bu tür kalabalıklardaki katılımcı sayısını birebir tespit etmek zordur ama 4000 kişi civarında bir duyarlı insan kitlesinden söz etmek olasıdır. İncirgediği
köylülerinin, Halil Atılgan’ı sevenlerin, kültürümüze gönül
verenlerin alkışları eşliğinde Doktor Halil Atılgan, çok duygusal
bir teşekkür konuşması yaptı. Konuşmasında “insanın bazen hiç
25
TÜRK DÜNYASI
bitmesini istemediği mutluluk anları vardır.” dedi ve bir anısını dostlarıyla paylaştı:
Gençliğinde av meraklısı olduğunu,
bir gün avlanma alanında arkadaşlarını
kaybettiğini, kendisinin nerde olduğunu
belirtmek için ateş yakıp çıkan dumanı
arkadaşlarının görerek kendisinin bulunduğu yere geleceklerini düşünerek
kibrit kutusundan bir çöp çıkarıp önce bir
sigara yaktığını, bu arada sönmüş kibrit
çöplerini doğayı kirletmemek adına alışkanlık halinde tekrar kutuya koyduğunu
anlattı. Topladığı çalı-çırpıyı tutuşturmak
için kibrit kutusundan çıkardığı her kibrit
çöpünün daha önceden yakılmış çöpler
olduğunu, sağlam kalan tek çöp ile de
sigarasını yaktığının farkına vardığını
anlayınca sigara ile ateş yakmaya çalıştığını ama bütün sigaraları tükettiği halde
ateşi yakamadığından telaşa kapıldığını
söyledi. Ölümle yaşamak arasındaki ince
çizgide olduğunu düşündüğü esnada
aklına geldi. Üzerinde çok sayıda içi barut
dolu fişek vardı. Hemen birisini kesip
içindeki barutu yanmayan tütsünün
üzerine boşalttığını ve ateşin alev aldığını
ve böylece kurtulduğunu anlattı. Ve sözü şöyle bağladı: “O an, hayatımda hiç bitmesini istemediğim bir
mutluluk anıydı. Ölüm çizgisinden dönüp yaşama sevincine boğulmuştum. Şu
anda sizleri burada görmekten, sizlerle
birlikte bu anı yaşamaktan duyduğum
mutluluk, dağda kaybolduktan sonra
yaşadığım mutluluk anının aynısıdır.
Sizlere çok teşekkür ediyorum.” dedi ama
kelimeler boğazında düğümlendi, gözleri
doldu, konuşmayı zar zor tamamladı.
Hepimizi duygu yoğunluğuna boğdu.
Dostlarının uzun süren alkışları altında
kürsüden indi.
Ankara’dan gelen Türk Halk Müziğimizin muhteşem yorumcusu ve ( Neşet
Ertaş, nasıl Bozkırın Tezenesi ise) Bozlakların Ecesi Gülşen Kutlu, yetişmelerinde
büyük emeği geçen Yıldız Çam ve Hasan
Özel gibi vefalı öğrencileri birer birer
sahne aldılar. Çok değerli saz ekibinin eşliğinde Halil Atılgan tarafından derlenen
türkülerden ve farklı yörelerden değişik
türküler çalıp çığırdılar.
Yeri gelmişken Halil Atılgan Hocadan aldığım bir bilgiyi de paylaşmak
istiyorum: Sordum kendilerine. “Abi!”
dedim. Bu değerli sanatçılar ve saz ekibi
Ankara’dan kalkıp geldiler. Mutlaka bir
maddi ödemede bulunmuşsunuzdur.
Bu etkinlik size kaça mal oldu?” Halil
Hocamın gözleri doldu, bir süre sessizlik
sonunda “Onlara müteşekkirim. Davet
ettim ve koşarak geldiler. Vefa ve dostluklarını gösterdiler. Ne kadar teşekkür
etsem borçlarını ödeyemem.” dedi.
Bu arada Hasan Özel, sahneye çıktığında, Halil Atılgan Hoca ile aralarında
geçen bir diyalogdan söz etti: “Halil Abi
derdi ki, yahu Hasancığım bizi kim anlar?”
Hasan Özel, elleriyle kalabalığı gösterdi
ve “Halil Abi! İşte sizi anlayanlar!” Bu
sözleriyle müthiş bir alkış fırtınası koptu
Hasan Özel ve Halil Atılgan adına.
Evet, Halil Atılgan Hocayı anlayan
ve dolayısıyla kültürümüzü sahiplenen
müthiş kalabalığı ben de kendi adıma
alkışlıyorum ve tebrik ediyorum.
Dr. HALİL ATILGAN KİMDİR?
1946 yılında Adana’nın Karaisalı ilçesinin İncirgediği köyünde doğdu. (İncirgediği 1993 yılında Mersin ilinin Tarsus ilçesine
bağlandı.) İlkokulu köyünde bitirdikten sonra Düziçi İlköğretmen Okuluna girdi. 1964–1965 öğretim yılında Düziçi İlköğretmen Okulundan mezun oldu. Çeşitli illerde öğretmenlik,
Halk Eğitimi Merkezi Müdür, Müdür Yardımcılığı görevlerinde
bulundu. 1973–1975 yıllarında Çukurova Radyosunun açmış
olduğu saz sanatçılığı sınavlarını kazandı. 1984’te Çukurova
Üniversitesine Müzik Uzmanı olarak atandı. Çukurova Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümünde Halk Müziği ve Bağlama Dersleri
Öğretim Görevlisi, Kültür Sanat Merkezi Müdürlüğü yaptı. 1990
yılında Kültür Bakanlığı Şanlı Urfa Devlet Türk Halk Müziği Korosuna Kurucu Şef olarak atandı. 1993 yılında Ankara’ya alınan
Dr. Atılgan koro şefliğinin yanında Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğünde (HAGEM)
müzik danışmanlığı, repertuvar kurulu başkanlığı görevlerinde
bulundu. Zaman içinde Eğitim Enstitüsünün Müzik Bölümünü,
Anadolu Üniversitesi AÖF’nin İktisat Bölümünü bitirdi.
Adana Valiliği adına yaptığı Geçmişten Günümüze Çukurova Türküleri kaset setinde yörenin özellikli türkülerini beş kasette toplayarak Türk kültür tarihinde bir ilki gerçekleştirdi. Değişik
illerde çeşitli görevlerde bulunan Dr. Atılgan; İçel, Yozgat,
Adana, Gaziantep, Kıbrıs, Hatay, Muğla, Niğde, Tarsus, Şanlıurfa,
Osmaniye, Mersin illerinde folklor derlemeleri yaptı. Derlediği
türküleri TRT, TV programlarında ve kitaplarında yayımladı.
Folklorla ilgili araştırmalarını ise; Sivas Folkloru, Türk Folkloru,
Anadolu Folkloru, Erciyes, Karaisalı, Güneyde Kültür, İçel Kültürü, Ozan, Türkiye İş Bankası Kültür Sanat, Tarla, Güney Su,
Folklor Edebiyat, Ana Yurttan Ata Yurda Türk Dünyası, Ceyhan,
Çağrı, Maki, Harran, TÜRKSOY, Çukurova Lobisi, Size ve Yörtürk,
Turunç, Ardıç Kuşu, Türksözü dergilerinde, Karaisalı, Sonsöz,
Yeniçağ, Adana Ekpres, gazetelerinde yayımladı. Atılgan’ın Mart
2014 tarihi itibarıyla yayımlanmış 174 makalesi bulunmaktadır.
TRT Çukurova Radyosunda yapımı gerçekleşen Dilde Telde
Çukurova, Dadaloğlu Karacaoğlan Yurdundan, Yöremiz Folklorundan programlarının yapılmasında çeşitli katkılar sağlayarak,
folklor ve halk müziği konularında konuşmalar yaptı. Üniversi-
26
telerde müzikle ilgili konferanslar verdi. TRT, özel televizyon ve
radyolara Dilde Telde Anadolu, Ezgi Kervanı, Sanatçı Politikacılar,
Kültür Kürsüsü, Anadolu’nun Dili programlarını hazırlayıp sundu.
Yaklaşık 300’e yakın Türk halk ezgisini
derleyen, notaya alan Atılgan, bu ezgileri TRT, TV’nin çeşitli programlarında
çaldı okudu. Çoğunluğunu Çukurova
türkülerinin oluşturduğu yaklaşık 100’e
yakın halk ezgisini de TRT repertuvarına
kazandırdı. Şefliğini yaptığı halk müziği
korolarıyla yurdun çeşitli bölgelerinde
konserler veren Halil Atılgan millî ve milletler arası folklor, müzik, halk edebiyatı
ve halk oyunları dalında kongre, bilgi şöleni ve seminerlere katılarak Mart 2014
tarihi itibariyle 48 tebliğ sundu. Türk
kültürüne hizmetlerinden ötürü 3 Ocak
2004 yılında Azerbaycan Vektör İlimler
Merkezinden doktora aldı. MESAM,
İLESAM, Türk Folklor Araştırmaları Kurumu ve Türkiye Yazarlar
Birliği üyesi olan Dr. Halil Atılgan şiirlerden ve türkülerden hareket ederek sahneye koyduğu Kurtuluş Savaşı Destanı, Türkülerin Dili, Türkülerde Ana, Sevelim Sevilelim, Urfa Kurtuluş
Savaşı Destanı müzikal programlarıyla halk müziğine değişik
bir sunum kazandırdı. Halen Milli Eğitim Bakanlığınca düzenlenen halk müziği yarışmalarının danışma kurulu üyeliğini de
yapan Atılgan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel
Müdürlüğünden Mart 2010 tarihinde Devlet Türk Halk Müziği
Korosu Şefi olarak emekliye ayrıldı. Dr. Atılgan Türk kültürüne
hizmetlerinden dolayı çeşitli kurum ve kuruluşlarca şimdiye
kadar 14 kez (Ocak 2015 tarihi itibarıyla) ödüle layık görüldü,
geçmişten günümüze 28 kitabı yayımlandı.
ALMIŞ OLDUĞU ÖDÜLLER
1– Türk Folklor Araştırmaları Kurumu Türk Folkloruna Hizmet Ödülü
87.
2–Mut Halk Eğitimi Merkezince düzenlenen Türkülerin Hikâyeleri
Yeni Ufuklar, sayı 26
TÜRK DÜNYASI
adlı derleme yarışmasında Türk Folklor Araştırmaları Kurumu 1.
Mansiyon 1985.
3–Milli Eğitim Bakanlığının Halk Eğitimi Merkezleri arasında açmış
olduğu Türk Halk Müziği Koro yarışmalarında çalıştırdığı Mersin Halk
Eğitimi Merkezi Türk Halk Müziği Korosuyla Türkiye Birinciliği. 1984
4–Kültür Bakanlığının Türkiye Üniversiteler arası düzenlemiş olduğu
Türk Halk Müziği Koro yarışmasında çalıştırdığı Çukurova Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü Türk Halk Müziği Korosuyla Türkiye
İkinciliği. ( 1985 )
5–Milli Eğitim Bakanlığının düzenlemiş olduğu Türkiye Üniversiteler
Arası Türk Halk Müziği Koro yarışmasında çalıştırdığı Çukurova Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü Türk Halk Müziği korosuyla Türkiye
Birinciliği. ( 1987 – 88 )
6–Anadolu Folklor Vakfınca Türk Kültürüne Hizmet Ödülü 1994.
7–Adana’da yayınlanan Ozan Dergisi’nin Türk Kültürüne Hizmet
Ödülü 1994.
8-İçel’de İçel Kültürü Dergisinin Türk Kültürüne Hizmet Ödülü. (3
Ocak 1996)
9-Adana Valiliği adına Geçmişten Günümüze Çukurova Türküleri
kaset seti çalışmasını gerçekleştirmesinden dolayı Adana Valiliğince
Türk Kültürüne Hizmet Ödülü. 13. 11. 1999.
10- Osmaniye Valiliği Kristal Fıstık Türk Kültürüne Hizmet Ödülü. 17.
6. 2000.
11- Türk Dil Kurumunun Orhan Şaik Gökyay Araştırma Ödülü, 12. 11.
2002.
12- Tarsus Belediyesinin Çukurova Kültürüne Hizmet Ödülü 25. 9.
2004.
13- Çukurova Lobisi Dergisinin Yılın En İyi Araştırmacısı Altın Turaç
Ödülü 2009.
14- MESAM’dan (Müzik Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) 20. Yıl Onur
Ödülü.25. 03. 2012.
15- TADER – Tarsuslular Derneğinin Türk Kültürüne Hizmet Ödülü.
07. 12. 2014.
YAYIMLANMIŞ KİTAPLARI
1-Burası Mersin: Mersin Halk Eğitimi Merkezi Yayınları Mersin 1983.
2-Âşık Ferrahî Hayatı, Şiirleri, Türküleri: Çukurova Üni. Yay. Adana
1987.
3-İskenderun: İskenderun Belediyesi Yay. Ç.Ü. Basım Evi, Adana
1988.
4-Âşık Dertli Kazım ( 1 ) : Metin Ofset, Adana 1990.
5-Kısaslı Âşıklar : Özdal Basım Yayın Tic. Ltd. Ş. şanlı Urfa 1992.
6-Neden Arabesk: Antakya Kültür Eğitim Tesisleri Yayınları, Antakya
1993.
7-Âşık Dertli Kazım ( 2 ) : Adana Valiliği Yayınları, Metin Ofset, Adana
1995.
8-Ceyhanlı Âşık Ferrahi : Kültür Bakanlığı HAGEM Yayınları, Ankara
1999.
9- Çukurova’dan Sesler : Burcu Ofset Ankara 1999,
10-Âşık Dertli Kazı (3) :Adana Valiliği, Fersa Matbaacılık Ltd. Şti.
Ank.1998
11-Çukurova Türküleri ( 1) : Adana Valiliği Yayınları, Burcu Ofset,
Ankara1998.
12-Malatya Musiki Folkloru : Malatya Belediyesi,Cem Veb Ofset
Ankara 1999.
13-Abdülvahap Kocaman Hayatı Sanatı Şiirleri: Adana Valiliği Yayınları, Adana Ofset, Adana 1999.
14-Adana Valiliği : Geçmişten Günümüze Çukurova Türküleri Kaset
Seti
(5 kaset )1999.
15-Harran’da Bir Türkmen Köyü Kısas: Kültür Bakanlığı Yayımlar
Dairesi Başkanlığı
Yayınları Ankara 2001.
16-Âşık Dertli Kazım ( 4 ) : BRC Basım Limitet Şirketi Ankara 2002.
17-Geçmişten Günümüze Niğde Halk Müziği: Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesi
Başkanlığı Ankara 2003.
18-Kurtuluş Savaşında Kahraman Çukurovalılar: Kültür Bakanlığı
Yayımlar Dairesi Başkanlığı Yayınları Ankara 2002.
19-Murtçu Folkloru : Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, Ankara
2002.
20-Türkülerin İsyanı : Akçağ Yayınları Ankara 2003.
21- Adana Valiliği Adına : Çukurova Türküleri Kaset Seti ve Kitapçığı
( 5 kaset) 1998.
22- Adana Valiliği Adına : Çukurova Türküleri CD Seti ve Kitabı ( 5
CD ) 2004.
23-Âşık Dertli Kazım –V : Ulusoy Limitet Şirketi Ankara 2006.
24- İşte O Pehlivan İsmet Atlı’dır: Adana Valiliği İl Kültür Müdürlüğü
Yayınları II Cilt,
Hassoy Matbaacılık Ankara 2007.
25- Geçmişten Günümüze Tarsus‘ta Halk Müziği: Tarsus Belediyesi
Kültür Yayınları –
21 (2007 / 2) Hassoy Matbaacılık Ankara 2007
26 -Geçmişten Günümüze Tarsus Türküleri CD Seti ve Kitabı. Tarsus
Belediyesi Kültür Yayınları 2008.
27- Ana Beni Eversene ve Ceyhanlı Hasan Turan. Ceyhan Belediyesi
Kültür
Yayınları No: 15. Hassoy Matbaacılık Ankara 2009.
28- Rüzgâr Özür Dilese de Dal Kırıldı Bir Kere: İsim Yayınları Ankara
2011.
VEFAT VE BAŞSAĞLIĞI
VEFAT VE BAŞSAĞLIĞI
ÖMER FARUK DEMİRÖZ
NİMET AKYEL
Üyelerimizinden sayın Ali Demiröz beyin
ağabeyi
18 Mayıs 2015 tarihinde vefat etmiştir.
Merhuma Allah'tan rahmet, ailesi,
yakınları ve sevenlerine başsağlığı
dileriz.
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
YAYIMA HAZIR KİTAPLARI
1-Bodrum Türküleri. 2-Adana’nın Yolları Taştan, 3 Cilt.
3-Gel Vur Dağlarından Gâvur Dağlarına Düziçi.
4- Bu Gözler Neler Gördü.
5-Türkülerle Gönlümüze Düşenler
6- Adanalı İboş Ali Ağa
7- Tarsuslu Âşık Kerim
Dergimiz üyelerinden Mehmet Akyel’in
annesi
02. 08. 2015 tarihinde vefat etmiştir.
Merhumeye Allah’tan rahmet, ailesi,
yakınları ve sevenlerine başsağlığı
dileriz.
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
27
KİTAP
Yalnız
seni
arıyorum
“Yalnız Seni Arıyorum (Nahit Hanım’a
Mektuplar)”, Yapı Kredi Yayınları
tarafından, Orhan Veli’nin doğumunun
yüzüncü yıldönümünde, 2014 yılında
yayımlandı. Hem de Orhan Veli’nin
Osmanlıca el yazısıyla birlikte. 1947
yılından, öldüğü 1950 yılına kadar olan
kısa bir zamanı kapsayan atmış iki
mektup, Orhan Veli öldükten sonra, elli
iki yıl boyunca, Nahit Hanım’da kaldı.
Sarıyer, Aşiyan, çığırtkan martılar, Boğaziçi, Orhan Veli’den
rengârenk şiirler fısırdarlar kulağıma.
“Acele etmeyin” derim.
“Sırayla okuyalım hepsini. Hiçbirinin hatırı kalmasın.”
Yazı ve fotoğraflar:
H. Neşe KOÇAK
Öyle yaparız. Dolup boşalan kadehler gibi, biri biter, ötekisi
başlar şiirin. İstanbul bizi dinler. Sonra; ayaklarımızda bembeyaz köpüklerle deniz, bir kuş çırpınır eteklerimizde, İstanbul’u
dinleriz gözlerimiz kapalı.
Orhan Veli’dir bu. Gün olur, başına kadar mavidir, gün olur
başına kadar güneş; gün olur, deli gibi...
Bir de sevgilim vardı pek muteber;
İsmini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun.
erkes benim kadar sevmez bilirim. Söylesem, gülerler, hemen orada yaşamanın zorluklarından bahsederler. Bir aşk-ı memnu gibi içimdeki sırdır esasen.
Oysa İstanbul benim için, eski zamanlardan biraz romandır,
yumuşak fırça darbeleriyle, yıpranmış bir tuvalde, yarım kalmış resimdir kimi zaman. Allı pullu bir şiirdir en çok.
H
Bulunduğum semte göre değişir bu durum. Rumeli Hisarı,
28
Çocukluk yıllarımın uçarı şairidir o. Gökyüzünü boyadığına,
denizi diktiğine yürekten inandığım, güzel havaları sevmeme
sebep, bir garip şair, bir fakir Orhan Veli...
Hangi şiirini hatırlasam, bir çocuk yüreği çarpar yüreğimde,
içim yaşama sevinciyle kıpır kıpırken, “gönlüm şen olmalı değil
mi? nerdeee!” dediğini duyarım, üzülürüm sefilliğine, kimsesizliğine, tarifsiz kederine.
Orhan Veli’den bir şiir, hiç olmazsa bir dize, hemen herkesin hafızasında vardır. “Anlatamıyorum”u, “İstanbul’u
Dinliyorum”u, “Delikli Şiir”i, “Dalgacı Mahmut”u, duymayan
yoktur. Bizim mahallenin, başı her dem sevdalı, romantik
Yeni Ufuklar, sayı 26
KİTAP
delikanlısıdır çünkü. O, anlaşılması kolay, nükteli ve neşeli üslubuyla, hüzünlü şiirlerini bile tekerleme gibi dillerde gezdirmeyi başarmıştır. Ama ne yazık ki öldükten sonra. Puşkin’in
dediği gibi; bizde şairler “öldükçe ve üzüldükçe yaşıyor.”
Şiirlerinde, onun değişken ruh hallerini görmek, satır aralarını
okumak, mümkün olsa da, o asıl mektuplarında tüm yüreğini
serer gözler önüne. Kaleminden mürekkep değil gözyaşı olup
dökülür sevdası, parasızlığı ve çaresizliği.
Orhan Veli mektuplarıyla, önce Nahit Hanım’a, atmış dört yıl
sonra da, okuyucusuna kapalı kapılarını ardına kadar açmıştır.
“Yalnız Seni Arıyorum (Nahit Hanım’a Mektuplar)”, Yapı
Kredi Yayınları tarafından, Orhan Veli’nin doğumunun
yüzüncü yıldönümünde, 2014 yılında yayımlandı. Hem de
Orhan Veli’nin Osmanlıca el yazısıyla birlikte. 1947 yılından,
öldüğü 1950 yılına kadar olan kısa bir zamanı kapsayan atmış
iki mektup, Orhan Veli öldükten sonra, elli iki yıl boyunca,
Nahit Hanım’da kaldı. Nahit Hanım, bütün ısrarlara rağmen,
-birkaç mektubu dergilerde yayımlamıştı- bu değerli hazinenin kimseye açılmasını istemedi. Ölümüne yakın, mektuplar
Orhan Veli’nin kız kardeşi Füruzan Yolyapan’a geçti.
“Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha âşığım” demişti.
Otuz altı yıllık kısacık ömründe, aşk resmi geçitlerine imkân
verecek kadar çok kadın sevmişse de, son birkaç nisanında,
Nahit Gelenbevi vardı şiirlerinin ve mektuplarının unutulmaz
kahramanı.
Böyle bir kadın sevilmez miydi?
Nahit Hanım, Samet Ağaoğlu’nun deyimiyle; “Rönesans gibi
kadındı” ne de olsa. Hakkında ne şiirler, ne yazılar yazılmıştı.
Kimleri peşinden sürüklemişti. 1930’lardan 1990’lara kadar,
herkese açık olan evi, bir sanat müzesi, edebiyat ve sanat
ortamı olarak kullanılmıştı. Peyami Safa, Hasan Âli Yücel,
Can Yücel, Sabahattin Ali, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Edip
Cansever, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet
Muhip Dranas, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Cemal Süreya gibi
isimler de Nahit Hanım’ın sofrasındaki edebiyat sohbetlerinde yerini almıştı bir zamanlar.
hasret gider, umut gider, ama Orhan Veli gidemez parasızlıktan. Orda burda yaptığı çeviriler de pek işe yaramaz. Kendi
tabiriyle pek sefil bir para verir çalıştığı yerler. Varlık, Tanin,
Zincirli Hürriyet bunlardan bazılarıdır. Tercüme mecmuasındaki bibliyografyaları, muzır neşriyat olarak kabul edilir.
“Hasılı, fena halde canım sıkılıyor” der, bu durumlara. Mektupları postaya verecek parası bile olmaz kimi zaman. Hal böyle
olunca sevgiliyi görmek için lazım gelen bir gidiş biletini bile
alamaz birçok kez.
“Ama vaziyetimi bir düşün. İki günden beri yağan yağmura ve
soğuğa rağmen üstümde beyaz bir ceket var. Pabucum yok, gömleğim yok, kravatım yok, pardösüm yok. Bu kıyafetle Ankara’ya
gelebilir miyim? Gerçi senin yanında olmadığım zamanlar sokağa çıkmam. Fakat hiç kimseye görünmeden Ankara’ya kadar gidip
gelebilecek miyim?”
Ne yapıp etmeli, şiirlerinin ilk okuyucusu ve eleştirmeni
Nahit Hanım’ı görmelidir. Gidemiyorsa, sevgili gelir belki.
Yalvarır, serzenişte bulunur, mütemadiyen gel der sevdiğine.
“ Yaz geçiyor, sen gelmiyorsun. Belki bir gün geleceksin ama, o
kadar geç gelmiş olacaksın ki, seni gördüm mü, görmedim mi
doğru dürüst anlayamadan kalkıp geri gideceksin. Benim için
tahammül edilmez bir devir daha başlayacak. Üstelik o devir, kim
bilir ne kadar uzun sürecek. Hayatımızın, hiç düşünmeden feda
edebileceğimiz seneleri o kadar çok mu? Ömrümüzü hep böyle
birbirimizden uzak mı geçireceğiz. Sen belki yine, bu kadere de
boyun eğmenin güzel bir şey olduğunu söyleyeceksin...”
Hayatında, hiç düşünmeden feda edebileceği senelerin kalmadığı içine doğmuştur belki şairin.
Ömürleri ise, söylediği gibi birbirlerinden ayrı geçer. Her ikisi
de, mecburiyetlerden kaderlerine boyun eğerler. Orhan Veli;
“Bırakmıyor son gördüğüm, bırakmıyor geçim derdi” dediği,
yoksulluğun yüzünden katlanır yoksunluğa. Yoksun olmanın,
gözden uzak olmanın getirdiği kıskançlık duyguları rahat
bırakmaz en çok da Nahit Hanım’ı. Orhan Veli, İstanbul’da
nereye, kiminle gitse, edebiyat camiası tarafından haber konusu olur ve Nahit Hanım da bu camianın içinde olduğundan
1947 yılına kadar o tadına doyulmaz edebiyat ortamında Orhan Veli de vardır. Fakat, Ankara’da 1945’te çalışmaya başladığı Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’ndan, 1947’de
ayrılıp mecburiyetler yüzünden İstanbul’a yerleşir. Bundan
sonrasında, nadir yapılan telefon konuşmalarını saymazsak
tek iletişim aracı olan mektuplar devreye girer. Nahit Hanım
toplar mı bilinmez ama, mektuplarında içini tamamen ona
döker.
“Aklımda fikrimde hep sensin. Fakat bu körolası acz. Sensiz yaşamak bana cidden zor geliyor. “Bir çare düşün” diyorsun. Düşünmez olur muyum? Yalnız onu düşünüyorum.”
İstanbul’dan Ankara’ya mektuplar gider, mektuplarla beraber
29
KİTAP
kıskançlık için rahatlıkla malzeme bulur.
“Anadolu Hisarı’nı sevdiğim hususundaki imanı, yersiz buldum.
Yukarıda ropörtaj muharrirlerinin edebiyatından bahsetmiştim.
O da Sait’in edebiyatı. Herhalde, “İstanbul Türküsü” şiirindeki
Rumeli Hisarı, onun aklında öyle kalmış olacak. Yoksa Anadolu
Hisarı’na ne gittiğim var ne de sevdiğim. Esasen o yazıdaki her
şey uydurma. Ne rakı içtik ne de şişesini atıp kırdık. Her vakit
söylediğim gibi, bana ait öğrenmek istediğin şeyleri yalnız benden
öğren.”
Orhan Veli, bilinen son mektubunu, Mösyö Lambo’nun meyhanesinde, 12 Ekim 1950 tarihinde yazmıştır.
Son mektuba tanıklık eden bu meyhane, Beyoğlu Balık Pazarı, Nevizade Sokağı, 13 numaradaki “Alaylılar Akademisi”dir.
Meyhanenin en büyük müdavimi ise, elbette Orhan Veli’dir.
Burası, zaman zaman şiirlerini, yazılarını, mektuplarını yazdığı, Nahit Hanım’la buluştuğu özel bir mekândır.
Bir ara, her ikisinin de yakın dostu Sabahattin Ali, Nahit
Hanım’a âşık olsa da, Nahit Hanım itibar etmez.
Mektubun içine nüfus cüzdanını koymuş, Nahit Hanım’dan,
askerlik yoklamasını yaptırmasını rica etmektedir. Ayrıca,
“birkaç günlüğüne, Ankara’ya gelip, seninle konuşmak istiyorum... mektupla rahat rahat konuşamıyoruz” der.
“Sabahattin burada çok kalacak mı imiş? Herhalde geldiği vakit
görürüm. Aşk bahsindeki düşünceleriyle beni senin elinden alması
bahsine gelince; hiç de öyle olduğunu sanmıyorum. Beni hiç kimse
senden uzaklaştıramaz.”
Bu onun, Ankara’ya son gidişi, Nahit Hanım’ı son görüşü
olacaktır. Ankara’ya hangi tarihte gitti, orada ne kadar kaldı
bilinmez ama son mektupla İstanbul’a döndüğü tarihe bakılırsa, epey uzun kalmış gibidir.
İnkâr etseler de hep başkaları olur hayatlarında. Belki hasretin
boşluğunu doldurmaya yarayan oyalanmalar, oyunlardır bunlar. İçinde bulundukları çıkmazda, bir sınanmadır aşk. Mektupları, daima sınava tabi tutulan aşklarının ispatı.
Kül rengi sulara, kirli bir gün ışığı dökülür. 10 Kasım günü
Ankara’da, belediyenin açtığı bir çukura düşer ve başından
yaralanır. İki gün sonra İstanbul’a döner. 14 Kasım günü,
bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalaşır ve beyin
kanamasından ölür.
“Soruyorsun: “Hep benim yanımda yaşamak imkânın olsa yaşar
mısın?” diye. Bu suali yersiz buldum. Mesela şöyle sorsaydın daha
doğru olurdu: Benim yanımda yaşamaktan başka bir istediğin var
mı?”cevabım da böylelikle sualin içine girmiş olurdu.”
Öldüğünde, cebinden diş fırçasına sarılı halde, yer yer silinmiş
bir kâğıtta, “Aşk Resmi Geçidi Şiiri” çıkar. Son bölümü, Nahit
Hanım içindir:
Onunla aynı şehirde bile yaşayamamaktadır oysa.
...............................
“İstanbul’da tek zevkim senden mektup almak. Bunu da bana çok
görme.”der. Sıkıcı, zevksiz bir şehirdir İstanbul mektuplarında
anlattığına göre. Yaşadığı şehri sevmediğini yazsa da, şiirleri
bunun aksini söyler. Orhan Veli’nin İstanbul’a kızgınlığı,
orada pek muteber sevdiğinin olmayışındandır. Aslında, allı
pullu gemiler geçer rüyalarından. Kürekleri tutmanın şehveti
avuçlarında, gün doğmadan, güneş daha bembeyazken çıkar
yollara. Ellerine pul pul deniz gelir...
Gelelim sonuncuya.
Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der,
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.
Yüreği böylesine umut doluyken gelecekten, İstanbul’u,
denizi, hisarı, at yarışlarını, içkiyi, Nahit Hanım’ı, en çok da
şiiri bu kadar çok severken, ellerine pul pul ölüm gelir bu
sefer. Ya da o, ölüme gider...
30
Yeni Ufuklar, sayı 26
SERGİ
Özdemir ve
Beşer’in
eserleri göz
kamaştırdı...
Özlem Özdemir
K
uruluş amaçları arasında kültür sanat etkinliklerinin desteklenmesi, özendirilmesi ve sanatkârlara gerekli katkıların sağlanması da
yer alan Türkiye Yeni Ufuklar Derneği, önemli bir etkinliğe daha imza
attı. Derneğimiz İstanbul Şubesi’nin katkılarıyla açılan sergide üyemiz
Ressam Özlem Özdemir ile Ressam Iryna Beşer’in eserleri sergilendi.
Dernek üyeleri, davetli ve sanatseverlerin katıldığı sergi 11-29 Mayıs
tarihleri arasında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi’nde açıldı.
Onursal Başkanımız İbrahim Sungur’un kurdeleyi kesmesinin ardından
sergiyi gezen ziyaretçiler her iki sanatçının eserlerinden etkilendiklerini ve çalışmaları oldukça başarılı bulduklarını ifade ettiler.
Büyük beğeni gören ve tamamı satılan tabloların satışından elde
edilen gelir, ihtiyaç sahipleri yararına kullanılmak üzere Yeni Ufuklar
Derneği’ne bırakıldı.
Iryna Beşer
31
STRATEJİ
ÖZBEKLERİN HİKÂYESİ:
Özbekistan’ın
Bugünü:
Dr. Aslan YAMAN
-2-
Güç Dağılımı ve
Merkezin Değişmesi
Özet
Analiz
Özbek Başkan İslam Kerimov yönetimde kaldığı 20 yıldan fazla bir süredir
ülkeyi bir arada tutmayı başarmış olmakla beraber, coğrafi ve etnik hatlar
boyunca yarılan kabileler arasındaki
derin fay kırıklarına son verememiştir. Bu fay kırıkları; siyaseti, ekonomiyi
güvenliği ve sosyal güçlerin dengesini
belirleyen en önemli unsurdur. Sonuçta
Kerimov’un yerine başkan olarak kimin
geçeceğini dikkate almaksızın, kabileler
arasındaki çekişmelerde “büyük arabulucu” olarak görev yapan liderin yokluğunda, Özbek milletine ait olmaktan
çok kendilerini kabileleri ile tanımlayan
halkın kısa bir sure içinde ayaklanarak ülkeyi bir karmaşaya sürüklemesi
mümkün ve çok kolay görünüyor.
G
ünümüzdeki Özbekistan’ı 7 kabile yönetmektedir. Bu 7 kabile 13 vilayete
bölünmüş olup; bunun pratikteki anlamı ilk 7’nin dışındaki 6 kabilenin ilk
yedi ile ya, ilişkili veya bunların buyruğu altında olması demektir. Rus İmparatorluğu ve Sovyetler dönemlerinden beri Semerkant, Taşkent ve Fergana
kabileleri iş başındadır. Diğer 4 kabileyi oluşturan Cizzak, Kaşkaderya, Harezm
ve Karakalpak kabileleri şartlara gore bu üç kabile ile ittfak eder veya müttefiklerini değiştirerek seçkinler arasındaki kavgalara katılmaksızın ülke genelindeki politikalar yerine yerel yönetimlerin belirlenmesi ve kendi bölgelerindeki
mahalli işlerle daha çok ilgilenirler.
Kabilelerin Bölgeleri
Sorunların tamamını kapsayan
soru yeni liderin gerçekten
Kerimov’un yerini doldurup
doldurmayacağı ve onun
yaptığı gibi Özbekistan’ı 25 yıl
yöneterek Kabileler arasında
bir denge oluşturmayı başarıp
başaramayacağıdır.
32
Kabilelerin Nüfusları
Kabile
Nüfusu
Semerkant 6.0 Milyon
Taşkent
5.0 Milyon
Fergana
8.6 Milyon
Cizzak
1.9 Milyon
Kaşkadarya 5.1 Milyon
Harezm
1.7 Milyon
Karakalpak 1.7 Milyon
2013 Yüzdesi
%20 %17
%17
% 6
% 17
%5
%5
Nüfus
3.8 Milyon
4.1 Milyon
5.3 Milyon
1.3 Milyon
2.8 Milyon
1.0 Milyon
1.2 Milyon
1989 Yüzdesi
%19
%21
%27
%7
%14
%5
%6
1983-2005
Kabileler ve bu Kabilelerin seçkinleri arasındaki ayrışma; 1980’lerde Semerkant kabilesinin güçlü lideri ve Özbekistan Komünist Partisi Genel Sekreteri
Şeref Raşidov’un ölümü ile görülmeye başlamıştır. Semerkant Kabilesi güç ve
kabilelerin dengelenmesindeki becerisini “Soyuz” içinde ıspatlamış olmasına
ragmen, Moskova bu Semerkant’ın gereğinden fazla güçlenmesinin önüne
geçebilmek amacıyla başa bir başka birinci sınıf kabileden lider tayin etmiştir.
1983 yılında başlayarak, Semerkant kabilesinin lideri İsmail Yürekbekov
kendisinin Kremlin tarafından gereğinden fazla güçlü görüldüğünü bildiğinden
Yeni Ufuklar, sayı 26
STRATEJİ
Özbekistan’ı gelecekte yönetecek Semerkant kabilesinin
lideri olarak Kerimov’u öne ve yukarı doğru ittirmeye başlamıştır. Kerimov’un yukarı doğru tırmanabilmesinin bir
diğer nedenini de Kerimov’un Fergana ve Taşkent Kabilelerinin dikkatini çekerek harcamak için çalışacakları kadar
güçlü olmaması oluşturuyorudu. Böyle böyle atılan düşük
profilli adımların sonucunda Genel Sekreterlik koltuğuna
Kerimov’un oturmasından kısa bir sure sonra 991 yılında
Sovyetlerin çökmesi ile Özbekistan bağımsızlığını ilan
edince, mevcut koltuğunun adını Başkanlık’a dönüştürdü.
Başa geçmesinden itibaren kendisinin de mensup olduğu Semerkant kabilesine tümü ile sadık kalmak yerine,
devlette düzenini sağlamayı öne alarak diğer üç kabilenin
dengelenmesi için kendi gücünün bir kısmını bu kabilelere
devretmiştir. Siyasal gücün ötesinde bir yaklaşımla hem
Fergana ve hemde Taşkent kabileleri ile bağlar oluşturmaya başladığında, Semerkant kabilesinin çok taraflı bağlılıkları olduğunu görmüştü. Bu gördüklerine ilaveten kendisinin yukarı tırmanabilmesi için büyük gayret gösteren
Yürekbekov ve onun yanında yer alan İçişleri Bakanı Zakir
Almatov’un (İçişleri Bakanlığı’na bağlı tüm silahlı güçleri
kontrol ediyordu) Semerkant Kabilesinden daha güçlü bir
lideri işbaşına yerleştirmek üzere darbe planladıklarından
da endişe ediyordu.
1995 yılında, Taşkent Kabilesinin desteği ile o zamanlar İçişleri Bakanlığı ve güçleri ile mukayese edildiğinde
zayıf yapıda bir kurum olan Sovyetlerdeki KGB’nin Özbekistan kolu Milli Güvenlik Hizmetleri’nin (MGH) başına
Rüstem İnayetov’u atadı. MGH, Kerimov’un desteğindeki
İnayetov’un Teşkilatı geliştirme ve yeniden yapılandırma
çabaları ile geçen on yıllar içinde eski gücüne ve etkinliğine kavuşmuştur. Son raporlara göre, MGH’da çalışan insan
sayısı İçişleri Bakanlığı’nın toplam kadrosu olan 10.000’e
eşittir. Bu sayılara ülkenin kabileler arasında kadroları pay
edilmiş 67.000 kişiden oluşan ordusunun dahil omadığını
da belirtmeliyiz.
Fergana kabilesi ile yeni bağlar oluşturmak için – Andican, Namangan ve Fergana birbirlerinden ayrıldığından
beri, diğer kabilelerin birbirleriyle olan bağları kadar
sağlam bağlar kurulamamaktadır- Kerimov kendi aile
üyelerini bölgedeki işlerin başına tayin etmiştir. Mesela
Kerimov’un baldızı, Tamara Sabirova ve oğlu Ekberali
Abdullahev burada çalışmaktadır ve Fergana bölgesindeki
işlerin % 70’ini kontrol etmektedirler.
Fergana Vadisi; Orta Asya’daki Islamın en tutucu olarak
yaşandığı bölge olması hasebiyle, kabile içi çatışmalar
bölgedeki İslamcı faaliyetlerin yükselmesinde önemli bir
faktör olmaktadır. Orta Asya’da militan İslamcı gruplardan biri olan Özbekistan İslami Hareketi’nin kurucusu
Cuma Kasımov’un esas memleketi de Fergana Vadisindeki
Namangan şehridir. Belki de bu bölge ülkenin en fakir bölgelerinden biri olması nedeniyle 1990’larda Kasımov tarafından herhangi bir kabile liderinden daha ciddi bir şekilde
Kerimov’a kafa tutabilecek genç erkeklerden oluşan bir
grubun ortaya çıkmasına liderlik edilebilmiştir. Bu hareketten sonra, Fergana’dan başlayacak ve hem kabile gençlerinin hem de İslamcı militanların iştirak edeceği muhtemel
bir ayaklanmadan endişe duyulmaya başlanmıştır.
Aşağı yukarı 1999 başlarında, Semerkant; kendi Kabilesine sadık kalmaması nedeniyle Kerimov’u büyük ölçüde
terk etmiş, ilaveten Taşkent ve Semerkat Kabileleri arasında açık bir çatışma patlak verince, Yürekbekov Başbakan Yardımcılığından istifaya zorlanmıştır. Şubat 1999’da
Taşkent’te 90 dakika içinde hükümet binalarını hedef
alan 6 bombalı araç patlatılınca, hem Taşkent ve hem de
Semerkant kabilelerine mensup liderler diğer kabileyi bu
komploda Özbekistan İslamcı Hereketini desteklemekle
itham etseler de, hükümet resmi olarak Fergana bölgesindeki İslamcı militanların artışını ve Özbekistan İslami
Hareketini suçlamıştır.
Bombaların patlamasını takiben Taşkent’in gücü- ki
bu güç MGH tarafından kontrol edilmektedir- herhangi
birini herhangi bir nedenle tutuklamak da dahil olmak
üzere genişletilmiştir. İlaveten, Semerkant’lı Yürekbekov’a
Başkanlık Danışmanı ünvanı ile en yukarıda bir paye tahsis
edilmiştir. Böylece kabileler arasındaki denge kısa bir sure
için yeniden tesis edilmiştir.
2004’de Semerkant’lı Yürekbekov ile Almatov’un birleşerek Kerimov’a karşı bir hükümet darbesi planladıkları
dedikodusu yeniden dolaşmaya başlayınca, Mart 2004’de
de Yürekbekov 1999’da tayin edildiği Başkanlık Danışmanlığı görevinden bir kez daha uzaklaştırılmıştır. Mart’tan
Temmuz’a kadar bir seri bombalama dalgası yeniden gerçekleştirilmiş, Mart ve Nisan aylarında Taşkent’te patlayan
bombalar polisi hedeflerken, Temmuz’da, Birleşik Devletler ve İsrail’in Taşkent Büyükelçiliklerinde patlamalar
meydana gelmiştir. Yetkililer bu patlamalardan Özbekistan
İslami Hareketi, İslami Cihad Birliği ve Hizb-üt Tahrir örgütlerini sorumlu tutarak suçlamıştır. Tekrar etmek gerekirse,
hiçbir kanıt ortada olmamasına ragmen, çeşitli kabileler
İslamcı militanlara destek vermekle itham edilmektedir.
2004 yılındaki saldırılardan ve Yürekbekov’un görevden tekrar uzaklaştırılmasından sonra, Taşkent Kabilesi
etkisini ciddi bir şekilde artırınca İnayetov MGH’yı yeniden
yapılandırarak bu teşkilata bağlı kuvvetlerin sayısını İçişleri
Bakanlığına bağlı kuvvetlere karşı bir denge oluşturabil-
33
STRATEJİ
BİRİNCİL KABİLELER
KABİLE
SEMERKANT
TAŞKENT
FERGANA
AÇIKLAMA
Liberal ve tutucu değerler
arasında oldukça bölünmüştür
Oldukça Liberaldirler
Oldukça Tutucudurlar
Varlıkları
*Başkan Kerimov esas olarak
* Özbek Güvenlik Hizmeti (MGH)
* Nüfüsları diğerlerinden
bu kabiledendir.
* İçişleri Bakanlığı
* İçişleri Güvenlik Kuvvetleri
* Özbekistan'ın Başkenti
(Ülkenin Siyasal Merkezi)
* Pamuk Sanayi
* Enerji Sektörü
* İmalat Sanayi
* Sınır ve Gümrük Hizmetleri
* Etnik Tacikler
* Bakanlar Kurulunda
* Afganistan'dan yapılan
Uyuşturucu Ticareti
Liderleri
(Özbek Eski KGB'si)
fazladır.
* Tarım Sektörü
* Metal Sanayi
* Sağlam İslam İnancına sahip
Kabile üyeleri
*Geniş Bir Organize Suç Teşkilatı
Ticaret, Bölgesel Kalkınma,
Maliye Bakanlıkları
(İşanlar Organizasyonu)
* Rusya ile bağlar
* Ençok Eğitimli Nüfus
* Hükümet-dışı Medya Varlığı
* Hakim Denilen Organize Suçlar
* Geniş bir daspora ile bağları
* Başbakan Şevket Mirzayev
* Rüstem İnayetov
* Gafur Rahimov : Eski Lider
* Eski Lider İsmail Yürekbekov
(Milli Güvenlik Hizmetleri
(iş adamı, Dubai'ya kaçtı)
Teşkilatının Başkanı)
* Salim Abduvaliyev : Eski Lider
(Başkan'ın Eski Danışmanı)
* İçişleri Eski Bakanı Zakir
* Rüstem Azimov : Başbakan Birinci
(Yardımcısi, Maliye Bakanı, Cumhur
Kalkınma Fonu Başkanı)
Önemli
* Galina Saidova : Ekonomi Bak
* Abdülaziz Kamilov : Dışişleri
* Alişer Osmanov: Özbek-Rus
Şahıslar
* Bahadır Mutluyev : İçişleri
Almatov
Eski Bakanı
Bakanı
* Batır Zakirov : Başbakan Yard.
(Sanayi Şirketlerinden Sorumlu)
* Gulamcan İbrahimov: Başb. Yard.
( Enerji Şirketlerinden Sorumlu)
* Nimetullah Yoldaşev
( Adalet Bakanı)
* Kabil Berdiyev : Savunma Bakanı
* Lola Kerimova : Başkanın Kızı ve
Başkan danışmanı Timur Tilyev'in
Karısı
* Kadir Gülyamov: Savunma Eski
Bakanı.
* Sadık Safayev : Dışişleri Eski
Bakanı.
Oligark 18 Milyar Dolar Serveti
Metal, Medya, Telekom Firmaları
var
* Babür Osmanov: Mayıs 2013'de
öldü. Alişer Osmonov'un Yiğeni
Semerkant Kabilesi'nin başı
Mirzayev'in damadı idi.
* Tamara Sabirova : Kerimov'un
baldızı, Fergana'daki tüm işlerin
% 70'ini kontrol etmektedir.
* Ekberali Abdullahev: Tutuklu iş adamı
adamı. Kerimmov'un Karısının
akrabası
*Gülnara Kerimova: Başanın Kızı (Joker)
İKİNCİL KABİLELER
KABİLE
Açıklamalar
CİZZAK
* Hem ılımlı liberal hemde ılımlı dindardırlar
* Tacikistandaki Özbek diasporası ile İlişkilidirler
KAŞKADERYA
* Çok tutucu değerlere sahiptirler
* İlk 7 Kabile arasında en zayıf olan Kabiledir.
HAREZM
* Liberal değerlere sahiptirler.
Bağlantıları
* Daha evvel Fergana Kabilesine
bağlı idiler.
* Şimdi Semerkant Kabilesine bağlılar
* Son zamanlarda Taşkent Kabilesine
Bağlıdırlar. Kerimov tarafından
desteklenirler
Diğer Kabileler ile bir Bağları yoktur.
* Türkmenistan'daki Özbek diasporası ile İlişikilidir
* Liderleri: Senato Başkanı İlgizar Sabırov'dur. Teknik
34
olarak Keriomov'un yerine geçmesi gerekir.
* Varlıkları : Su ve balıkçılık sektörüdür.
KARAKALPAK
* Liberal Değerlere Sahiptirler
* Kazakistan'daki Özbek diasporası ile ilişikilidirler
* Varlıkları : Su ve Balıkçılık Sektörüdür.
* Daha önce Taşkent kabilesine bağlı
idiler
* Şimdi bir bağlılıkları bulunmamaktadır.
Yeni Ufuklar, sayı 26
STRATEJİ
mek üzere aynı sayıya çıkarmıştır. Bu sayı artışının yanında
Milli Güvenlik Hizmetleri Teşkilatına alınanlar Birleşik
Devletler tarafından Afganistandaki Karşı-Hanabad lojistik
üstünde kullanılmak üzere oluşturularak eğitilen Kobra
Gücü Birliklerindaki gibi seçkin askerlerden teşekkül
ettirilmiş, Orta Asya’da geleneksel olarak sağlam kuvvetlerden oluşan Milli Sınır Muhafizları üzerinde de yetkili
kılınmıştır.
Kabileler arasındaki rekabet ve gerilim 2005 Andican
Katliamı olarak isimlendirilen çatışmalarda en üst düzeyine çıkmış, Fergana Vadisinde hükümete bağlı kuvvetler
protestocuların üzerine yürüyerek onları ezmişti. Hükümet tarafından, 2004 sonları ile 2005 başlarında aralarında kabile lideri ve uzun süredir Andican Valiliği yapan
Kabilcan Abidov’un da bulunduğu seçkinler üzerinde bir
ayıklama çalışması başlatılmış, Fergana Kabilesine mensup
düzinelerce önde gelen iş adamı ve seçkin tutuklanmıştır. Fergana Kabilesinin parçalanması için atılan tüm bu
adımlara Taşkent’te İnayetov başkanlık ediyordu, çünkü
gösteriler İçişleri Bakanlığının “süküneti (!)” sağladığı bir
zamanda başlamıştı. 2005’te İnayetov Milli Sınır Muhafızlarının kontrolünü de ele aldığında Taşkent ve Semerkant’taki kuvvetlerle beraber Fergana’daki portestoları
bastırmak üzere Sınır Muhafızlarını da devreye sokmuştu.
Protestolar 12 Mayıs ile 15 Mayıs arasında en üst seviyesine ulaşınca, protestocular bir hapishaneye saldırarak
500-700 arasında mahkumu serbest bırakmıştı. İçişleri ve
Sınır Muhafızları gelip protestocuları dağıtmadan hemen
önce binlerce insan sokaklarda gösteriler yapmaktaydı.
Andican Katliamı denilen bu olaylar sırasında Ferganadaki
güçsüzleştirme operasyonları ve kabile rekabetinde; resmi
rakamlara göre 187 bağımsız sayımlara göre ise 1.500 kişi
ölmüştür. Binlerce Özbek mülteci sınırın ötesine geçerek
canlarını kurtarmaya çalışırken Kırgızistan sınırlarını kapatarak mültecilerin belli bir yerde tutulmasını sağlamaya
çalışmıştır.
Tüm bu olanlardan sonra Kerimov gösterilerden aşırı
uçları sorumlu tutarak ülke içindeki derin mücadeleyi
önemsiz bir gelişmeymiş gibi gösterme çabasına girişmiş,
kriz çok yoğun bir uluslararası kınama ve pekçok batılı
ülkeden Özbekistan hükümetine müeyyide uygulanmasını
da beraberinde getirince Özbekistan da Karşı-Hanabad’daki Amerikan askeri üssü nedeniyle Amerika’ya yaklaşmıştır.
Andican’daki katliamdan sonra Kerimov, Semerkant
kabilesinden Zakir Almatov’u İçişleri Bakanlığına bağlı kuvvetlerin başından azlederek, Başbakan Şevket Mirzayev
(şimdilerde Semerkant kabilesinin lideridir) her şeyi kontrol altına alıncaya kadar Semerkant kabilesini kötürüm
bırakmıştır. Andican katliamı Taşkent kabilesini bu zamana
kadar gerçek bir rakipten mahrum bırakmıştır.
2005’den Bugüne
Geçtiğimiz üç yılda kabile mücadeleleri yeniden kıpırdanmaya başlamış ve son aylarda geniş ölçüde ve çeşitli
kereler değişimler olmuştur. Önce, Semerkant ve Fergana
Kabileleri yeniden bir araya gelmeye başlamış, Fergana
kabilesinden Ozbek-Rus oligark Alişar Osmanov’un yeğeni
Babür Kabile ittifakının şekillenmesinde önemli bir unsur
olan Semerkant kabilesinin lideri Mirzayev’in kızı ile
evlenmişir. Osmanov Fergana kabilesinin lideri olmamasına rağmen, sahip olduğu olağanüstü zenginlik ve Özbek
ve Rus seçkinleri (Putin dahil) ile olan bağları nedeniyle
Kabilenin önde gelenlerini bir araya getirebilecek güce
sahiptir.
Bu ittifaktan sonra, Taşkent, Başkan Semerkant
Kabilesine dahil ve Başkanlık bu Kabilenin elinde olduğu
sürece çok zor bir hedef olacağı için yeniden Fergana’ya
dikkat kesilmeye başlamışır. 2010’da Fergana Kabilesinin
liderlerinden biri olan Gafur Rahimov MGH tarafından
bir suç araştırması üzerinden soruşturulmaya başlanınca
Dubai’ye kaçmış, 2012 yazında ise Fergana’da 40 önde
gelen işadamı tutuklanmıştır. Tüm bu adımların kendisi
de Ekim 2013’te tutuklanan Fergana’daki işlerin % 70’ini
kontrol eden Ekberali Abdullahev ile bağlantılı olduğu
düşünülmektedir.
Taşkent’in bu gazabını tetikleyen şeyin muhaliflere
ait web sitesinde Kerimov’un bir kalp problemi olduğunun açığa çıkarılması olduğu görülüyor. Mayıs ayında ise;
Osmanov’un yeğeni (ve Mirzayev’in damadı) şüpheli bir
araba kazasında öldürülüp, Fergana kabilesinin diğer lideri
Salim Abdüvaliyev MGH’nın bir suç soruşturması başlatarak kendisine uzanmaya başlaması üzerine İtalya’ya
kaçınca Fergana kabilesi başsız kalmıştır.
Kendisi Fergana Kabilesine dahil olmamasına rağmen
Başkan’ın kızı Gülnara Kerimova’nın Fergana Kabilesi ile iş
bağlantıları bulunmakta, Semerkant ve Taşkent Kabileleri
Kerimova’dan nefret etmektedir. (uzak durduğu annesi
ve kızkardeşi Taşkent Kabilesine bağlıdırlar) Kerimova
siyasette bir jokerdir, ve Taşkent Kabilesi özellikle onun
varlığından oldukça rahatsızdır.
Geçtiğimiz bir kaç ay içinde Kerimova’nın televizyon
istasyonları (TV Markaz, NTT, Forum ve SoFTS) kapatılarak
MGH tarafından soruşturulmakta olan medya holding
şirketi Terra Grup’la birleştirilmiştir. Kerimova da sosyal medyada açık bir şekilde İnayetov’u kendisini hedef
almaktan vazgeçmeye çağırarak, İnayetov’u irtikap ile
suçlamış, MGH’yı kendi güvenlik görevlilerini tutuklayıp
onlara işkence etmekle itham etmiştir.
Bölgedeki Stratfor kaynaklarına gore, Fergana Kabilesinin hedef alınması ve Kerimova’ya yapılanların Başkanın
ve Taşkent Kabilesinin izinlerinin alınmasından sonra
atılan adımlar olduğuna hiç kuşku yok. İnayetov’un çok
güçlendiği ve Başkanı görevde tutanın İnayetov olduğu
senaryosu hariç Başkanın kendi kızını hedef alan bir adıma
neden izin verdiği henüz netlik kazanmadı. Açık olan
şudur ki, Fergana kabilesi, ve Kerimova’nın sahip olduğu herhangi bir destek, sistematik bir şekilde devre dışı
bırakılmaktadır. Son seferinde Fergana kabilesi ilk defa bu
kadar geniş ölçüde hedef alınmış ve bu da Andican krizine
giden istikrarsızlık yollarına taşlar döşemesine benzer
adımlar atılmıştır.
İnayetov’un gücünün Kerimov için çok fazla olduğunun bir diğer işareti’de MGH Şefinin Semerkant Kabilesini
de hedef aldığına dair görüntülerdir. Aralık başlarında,
Semerkant Kabilesinin en önemli kişilerinden biri olan
İçişleri Bakanı Bahadır Matlubov’un peşinde İnayetov’un
olduğuna dair bir rapor elde edildi ve Taşkent Kabile-
35
STRATEJİ
sine mensup Akdam Ahmetbayev’in İçişleri Bakanlığı
koltuğunu doldurduğu söylendi. Aynı şekilde Semerkant
kabilesine mensup olanların İçişleri Bakanlığında tecrit ve
denetim altına alındığı söyleniyor.
Taşkent Kabilesi’nin Fergana ve Semerkant’ı hedef
alma dozunu artırması Taşkent’in Başkan’ın koltuğuna
varis belirleme hazırlıklarının işareti olarak da görülebilir.
Gelecek Başkan Kim Olacak ?
Kerimov’un ölmesi veya Başkanlık koltuğunu bırakması
durumunda yerini kimin dolduracağı henüz belli değil, ancak, şu anda Semerkant ve Taşkent Kabilelerinden iki aday
bu koltuk için açık veya gizli bir şekilde yarışıyor. Semerkant Kabilesi kendi varlıkları arasında olan İçişleri Bakanlığı güçlerini elinde bulundurarak sahip olduğu siyasal
zemini tutmaya devam ediyor ve eski lideri Yürekbekov’un
sahne gerisinden desteklediği Mirzayoyev çok muhtemelen gelecek başkan olacak.
Taşkent Kabilesinden 70 yaşındaki İnayetov da Başkanlık postuna göz dikmiş durumda, ancak yaşından dolayı
Başkan olsa bile süresinin uzun olması çok muhtemel
değil. İnayetov’un yakınlarında duran Taşkent Kabilesinin
üyesi, Başbakan Birinci Yardımcısı Rüstem Azimov çok
muhtemelen Taşkent Kabilesinin adayı olarak Başkanlık
yarışına sokulacak. Azimov ve İnayetov’un geçinemedikleri ve hatta İnayetov’un gücü gün be gün artarken
Azimov’u dışarı ittirmeye çalıştığı da söyleniyor, özetle
Semerkant ile oluşturulacak ittifak süreci halen işlemeye
devam ediyor. Yine de Azimov’un mali piyasalarda sahip
olduğu zemini ve Kerimov’un desteğini gözden kaçırmayalım.
Fergana Kabilesi bu günlerde lidersiz ve darmadağınık
durumda. Yine de mevcut kabile üyelerinin sağlam Rusya
bağları, zengin oligark Osmanov’un varlığı ve kendi öz vatanındaki Kabilesine ilgisi Fergana Kabilesini önemli hale
getiriyor ki, Kabilenin zayıflığı daha uzun sureli olmayacak
gibi. Osmanov yeğeni Babür’ü destekliyor ve onu Kabile lideri yaparak Semerkant Kabilesi ile ittifak kurmaya
yönlendiriyordu. Fakat Babür’ün Mayıs ayında şüpheli
bir şekilde ölümü Osmanov’u bir miktar çaresiz bırakmış
görünüyor. Bundan sonra Osmanov’un desteğini kimin
alacağı belli değil şimdilik.
Sorunların tamamını kapsayan soru yeni liderin
gerçekten Kerimov’un yerini doldurup doldurmayacağı
ve onun yaptığı gibi Özbekistan’ı 25 yıl yöneterek Kabileler arasında bir denge oluşturmayı başarıp başaramayacağıdır. Benzer bir şekilde ülkeyi uzun sure yönettikten sonra vefat eden Türkmenbaşı’nın yerine gelen
Berdimuhammedov’un Türkmenistan’da işbaşına gelişi,
kabileler arasındaki mücadele Özbekistan’daki gibi keskin
olmadığından, nispeten yumuşak bir süreçle gerçekleşmişti. Ancak diğer Orta Asya ülkelerinde -özellikle Kırgızistan ve Tacikistan gibi- Başkan’ın değişmesi, şiddet ve iç
savaşlar yolu ile olmuştur. Kazakistan ise şu anda Özbekistan ile benzer bir konumda ve uzun sure görevde kalacak
bir liderin işbaşına gelmesini ummaktadır. Özbekistan Başkanlığı için çok sayıda güçlü adayın yarışması ile Kabileler
arasındaki mücadele de seçim sonrasına sarkarak daha
uzun sure devam edecekmiş gibi görünüyor, özellikle de
Kabilelerin Özbekistan’da güç dağılımının nasıl olacağını
belirlemeye devam ettiği sürece. Kerimov’un Kabileleri
dengelemesinin yan ürünü olarak ortaya çıkan Kabileler
arası rekabet, son 5 yıl içinde ülkenin iç istikararını tehdit
eder hale gelmiştir. Özbekistan’da Kabileler arasındaki
gerilimin veri olduğu bu durumda, Andican’da olduğu gibi
bir başka yerde ve daha şiddetli olarak bölgesel bir başkaldırı ve şiddet olaylarının patlak vermesi çok muhtemel
görünüyor.
Ara Bul
san sevgisi üzerine yaydığı şu görüşlerin mirasçısıydı:
Ahmet ÖZDEMİR*
Yeseviliğin yedi ilkesi vardı. İlki Allah›a aşkla yöneliş.
Yesevi bunu “Aşkı olmayanın ne dini vardır ne de imanı”
sözleriyle anlatıyor. İkinci ilke ihlas. Yani, içtenlikli Müslümanlık. Riya’dan, gösterişten uzak, sadece Allah için olan
Müslümanlık. Yeseviliğin üçüncü ilkesi ise insan sevgisi.
Dördüncüsü insanların din, dil, renk, cinsiyet farklılığından
ötürü horlanmaması, farklılıkların kavga konusu yapılmaması, yani hoşgörü. Beşincisi; kadın ve erkeğin eşitliği. Altıncısı kişinin geçimini öz emeğiyle sağlaması ve çalışması
esası, yedincisi ise bilim...
Hoca Ahmet Yesevî Ocağı’nda, felsefeden fen bilimlerine kadar eğitim alan Horasan erenleri, Anadolu’nun kültür
bütünlüğünün oluşmasında, etkili olmuşlardı. Anadolu’da
dağ başlarında, kimsenin olmadığı ücra köşelerde ve yol
kavşaklarında yerleşmiş, buralarda zaviyeler açmışlardı. Boş
topraklar üzerine kurdukları kurumlar, zamanla kültür, eğitim, inanç ve moral merkezleri olmuştu.
Bu merkezlerde; ahlak, edep, davranış, inanış biçimleri,
belli kurallara bağlanmıştı. Günün olanakları içerisinde bu
merkezlerde bilgi ve bilim üretilmiş, buralarda yetişenlerin,
başka yerlere gönderilmesiyle de yayılmıştı.
1300’lü yılların ikinci yarısında, Anadolu’da, Horasan
erenlerinin ikinci kuşağı yaşamaktadır. Onlardan önce gelenlerin gayretiyle açılan zaviyelerde verilen eğitimle, kültürel doku belli bir düzeye ulaşmıştı. Anadolu’da bir yandan
Moğol istilası, bir yandan da büyük bir siyasi ve ekonomik
buhranla birlikte taht kavgaları yaşanmaktaydı.
Her şeye rağmen, Anadolu’daki Horasan erenlerinin
ikinci kuşağı, örneğin, Hacı Bektaş Veli’nin hoşgörü ve in-
Hoca Ahmet Yesevî Ocağı’nda,
felsefeden fen bilimlerine kadar
eğitim alan Horasan erenleri,
Anadolu’nun kültür bütünlüğünün
oluşmasında, etkili olmuşlardı.
Anadolu’da dağ başlarında,
kimsenin olmadığı ücra köşelerde
ve yol kavşaklarında yerleşmiş,
buralarda zaviyeler açmışlardı.
* Gazeteci, yazar
“Özünü bilirsen, özürden kurtulursun.
Aşk meydanı erenlerin ve bilenlerindir.
Dinine dizlerinle değil, kalbinle bağlan.
Göze nur, gönülden gelir.
İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,
Kadınları okutunuz.
Eline, beline, diline sâhip ol!
Okunacak en büyük kitap insandır.
Doğruluk dost kapısıdır.
Mürşitlik, alıcılık değil vericiliktir.
Alem Adem, Adem de Alem içindedir.
İlim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır.
İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur.
Oturduğun yeri pak et, kazandığın parayı hak et.
İncinsen de incitme.
Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.
Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız.
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
Ara bul.
İnsanın cemâli sözünün güzelliğidir.
İnsanoğlunun en büyük düşmanları: Yalancılık, boğazına düşkünlük, mal ve mevki hırsı, koyu gıybet, edepsizlik,
hıyanet ve hakkı inkardır.
En büyük keramet çalışmaktır.
Erkek, dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde,
Hak’ın yarattığı, her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok.
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde.
Hararet nardadır, sacda değildir
Keramet hırkada, tacda değildir
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de. Hac’da değildir.
Sevgi varken nefret niye
Kardeşlik varken didişmek niye
Dostluk varken düşmanlık niye
Hoşgörü varken bağnazlık niye
Özgürlük varken tutsaklık niye
Adalet varken haksızlık niye?”
Bu görüşler, aradan geçen yedi yüz yıl sonra da geçerliliğini korumakta, laik, demokratik, insan haklarına saygılı,
Türkiye Cumhuriyeti’nin de temel düşüncesidir.
Anadolu’da kültür birliği oluşmasında etkili olan bir kurum da, Yesevî dervişleriyle birlikte gelen âhilikti.
13. yüzyılda büyük bilge Ahi Evran tarafından temelleri atılan Ahilik felsefesi, Anadolu`da yüzyıllardır birlik,
beraberlik, yardımlaşma ve dayanışmanın ruhunu oluşturuyordu.
37
DİL / EDEBİYAT
Eski ve Yeni Kelimelerin
Semantik Bağlamda Tasnifi
ve İzdivacı
Ekrem
SAKAR*
Bir kelime yeri gelir,
birçok kavramı karşılar. Bilhassa bu sözcükler, mensup oldukları dilin kuvvetini
artıran yapı taşlarıdır. Çünkü bir milletin
fertlerinin zihinlerinde
ne kadar çok mefhum varsa, o cemiyetin tefekkürü de o
nispette güçlü olur.
*
Marmara Üniversitesi, Araştırma Görevlisi
38
Düşünmek, basitten karmaşığa doğrudur. Bir lâhzada hâsıl olan düzayak
düşünce, etkiye verilen ilk zihin tepkisiyle gerçekleşir. İlk tepkinin üzerine düşünmek, uzun vadeli düşünmektir ve bu düşünme biçimi mefhumlara dayanır.
Kavramlar, mana verme aletimiz olup başlı başına varlık bütünleridir. Söz ise,
akılda olan mefhumun varlıkla uyumudur. Diğer bir tabirle, düşünce ile var olanın izdivacıdır. Sözler, kelimelerden müteşekkil bütünlerdir. Kelimeler ise mücerred, mahallî ve hakikat ötesidirler. Binaenaleyh düşünme dediğimiz meleke
ile birebir irtibatlıdırlar. Bir dilin kelimeleri, yalnızca lûgat manalarından ibaret
varlıklar değillerdir; kullanıldıkları yere göre pek çok manaya gelebilirler. Bir
kelime yeri gelir, birçok kavramı karşılar. Bilhassa bu sözcükler, mensup oldukları
dilin kuvvetini artıran yapı taşlarıdır. Çünkü bir milletin fertlerinin zihinlerinde
ne kadar çok mefhum varsa, o cemiyetin tefekkürü de o nispette güçlü olur. Kelime sayısının çok olması, mutlak manada kavram sayısının fazla olması demek
değildir. Bilhassa somut anlam taşıyan sözcüklerde, aynı kelimeler aynı kavramları karşılayabilirler. Aynı manada görünen ama farklı manalara işaret eden, yani
aralarında nüans olan kelimeler genellikle soyut kelimelerdir. Fakat yeri gelir,
bahsettiğimizin tam aksine birkaç kelime bir tek mefhumu ifade edebilir. Bu
durum da tefekkürden ziyade sanatsal ve estetik açıdan bir zenginliktir.
Türk dili ile ilgili Cumhuriyetten sonra gerçekleşen ve gündemde kalmayı
başaran vaka harf devrimi olsa da, kelimelere yönelik girişilen icraatların, yani
Arapça ve Farsça başta olmak üzere Türkçe kökenli olmayan kelimelerin dilden
atılma çabaları ile kelime uydurma faaliyetlerinin masaya yatırılması, bizce daha
elzemdir. Baştan söyleyelim ki, devrin hâkim ideolojisinin rüzgârına kapılarak
eski kelimelere adavet beslenmesini ve dilin saflaştırma kisvesi altında fukaralaştırmasını konu edinmeyeceğiz. Bunun yanı sıra birtakım hassasiyetlerle uydurulmuş kelimelere ve “sal/sel” gibi eklere savaş açanların nasıl bir sonuç elde
ettiğinden de bahsetmeyeceğiz. Biz yazımızda pragmatist bir zaviyeden bakarak
elimizdeki kelime malzemesiyle “bugün Türkçe için ne yapabiliriz?”in cevabını
arayacağız.
Eski ve Yeni Kelimeler Arasında
Beş Maddelik Bir Tasnif Denemesi
Kelimeleri kullanırken ifade ettikleri manayı çok iyi bilmek gerekir. Kelimenin tam olarak ne anlama geldiği ya da gelmediği konusunda başvurulacak
kaynaklar sözlüklerdir. Fakat hiçbir sözlük, dildeki tüm kelimelerin bütün anlamlarını muhtevî olduğunu iddia edemez. Binaenaleyh işin bir de tecrübî tarafı
vardır. İşin bu deneyime dayanan yönü, edebî eserler başta olmak üzere ciddi,
üslubu sağlam ve derinden konuşan kitaplar okumakla ikmal edilebilir. Ayrıca
toplumun kelimeleri hangi doğrultuda kullandığına, kitle iletişim araçlarının
yardımıyla dikkat edilmesinde fayda olduğunu da söyleyebiliriz.
Geçmişten beri kullandığımız (eski) ve yerine kullanılmak gayesiyle uydurulan (yeni) kelimelerin bugün nasıl bir anlam dünyası kurduklarını tayin edebilmemiz için evvelâ bu eski ve yeni sözcüklerin nasıl bir ilişki içerisinde oldu-
Yeni Ufuklar, sayı 26
DİL / EDEBİYAT
ğuna dair bir sınıflandırma gayretinde bulunduk. Böylece
elimizdeki kelime malzemesinin kendi içinde nasıl bir anlam ilişkisine sahip olduğuna dair genel bir çerçeve çizmek
istiyoruz.
a) Yeni kelimenin eski sözcüğü
birebir karşılayarak eski
kelimeyi unutturması
Dil devriminin - gayesine binaen - başarılı olduğu kelimeler bu grupta incelenebilir. Ahali, gazeteden okuyarak,
okul sıralarında ezberleyerek veya başka bir yoldan duya
duya yeni kelimeleri benimsemiş ve eskiden kullandığı
sözcükleri unutmuştur. Aslında bu faaliyetin, nesiller ilerledikçe tedricen başarı ile neticelendiği söylenebilir. Bundan
ötürü halâ dede, baba ve çocuk konuşurken kelime kadrolarında ufak da olsa farklılıklar gözlemlenebilir. Sonuçta
eski sözcükler, tarih boyunca ihtiva ettiği manalarla birlikte
silinerek yerini yeni kelimelere bırakmıştır. Yeni kelimeler,
yüzyılların imbiğinden geçmedikleri için eski sözcükler gibi
geniş kullanım kapasitesine sahip değillerdir. Kim bilir, belki bundan asırlar sonra bu yeni kelimeler de eskileri gibi
zenginlik ihtiva etmeye başlarlar. Tabii ki o zaman da bir
devrim olup onlar da tedavülden kaldırılırsa her şeye tekrar
sıfırdan başlamak gerekecektir.
Yeni kelimelerin eski kelimelerin yerini birebir tutup
eskisini unutturduğu pek çok örnek verilebilir ve bunların
emsali gün geçtikçe artmaktadır. Bunlardan bazıları (yenieski sırasıyla) şunlardır:
Öyküleme – tahkiye etme, belirli – muayyen, birey –
fert, ilerleme – terakki, yozlaşmak - tereddi etmek, özne fail, somut - müşahhas, soyut - mücerret, önsezi - hissikablelvuku, yatıştırıcı - müsekkin, onaylı - musaddak, eşitlik
- müsavaat, coşturucu - müheyyiç, içindekiler - münderecat,
ilkel - iptidai, denge - muvazene, üçgen – müselles, seçkin –
mümtaz, boşaltaç – muhalliye.
b) Yeni kelimenin
benimsenmeyerek eski kelime
karşısında tutunamaması
Dil devriminin düpedüz başarısız olduğu sözcükler bu
gruba girer. Tüm çabalara ve dayatmalara rağmen cemiyette kabul görmeyen, sevilmeyen, özümsenmeyen kelimeler
Türkçede kendine yer bulamamıştır. Bundan dolayı halk,
kullanımdan kaldırılmak istenen eski sözcüğü kullanmaya
devam etmiştir. Şüphesiz bu durum şuurlu bir tepki niteliğinde değildir. Yeni bulunan sözcüğün, ahalinin beğenilerine ve zevklerine hitap etmemesi buna en büyük sebep
olarak gösterilebilir.
Bugün halkın tercihlerini hiçe sayarak, toplumda kabul görmemiş bu kelimeleri ısrarla kullanmaya devam
eden ve olayın trajikomik tarafı, kendisini dil konusunda
hassas bir “Türkçe sevdalısı” gören yazarlar olagelmektedir. Bu sözümona Türkçe sevdalıları, kelime hususundaki
inatları yüzünden esasında Türkçeye faydaları değil zararları olduğunun farkına varmamaktadırlar. Zira kullanmak
istemedikleri sözcüğü atarak tefekkür açısından bir kısırlık
meydana getirdikleri gibi estetik açıdan da sıkıntılı metinler ortaya koymaktadırlar. Yazarken kendilerini hiç yoktan
sıkıntıya duçar etmektedirler.
Yaygınlaşması istenen ama bir türlü tutunamayarak sadece birkaç yazarın kaleminde kısa süreli yaşamış olan ve
bugün bazı kişiler tarafından inatla kullanılan kelimelerden
bazıları şunlardır:
Bilisiz (cahil), büke (pehlivan), yasavul (polis), söydeşi
(yani), anlak (zekâ), dibelik (zaten), sağınlık (tıp), ağdık
(kusur), ıştın (lamba), tın (can), orun (makam), köğük (mısra), dıka (nokta), ermegülük (tembellik), bulum (vicdan),
uzyönüm (hidayet), tutsu (vasiyet), ogan (mabud), müflis
(batkın), dirim (hayat), dilmaç (tercüman).
c) Yeni kelimenin, eski kelimeyi
birebir karşılaması ama
eski sözcüğün aynı anlamda
yaşamaya devam etmesi
Bu grupta bulunan sözcükler, dile eşanlamlı kelime kazandırdığı için dil devriminin - ankasdin olmayarak - Türk
diline katkısı şeklinde değerlendirilebilir. Halkın eski kelimeyi unutmaması, yeni sözcüğü de benimsemesi neticesinde gerçekleşen bu durum, aynı kavramı farklı kelimelerle
ifade etme hürriyetini de beraberinde getirmiştir. Böylece
Türkçenin kelime ve kavram sayısında artış olmuş, haliyle
dil zenginleşmiştir.
Kelimeleri seçerek kullananlar umumiyetle eski ve yeni
arasında tercih yaptıklarından, farklı sözcükleri kullanma
fırsatına sahipken aynı kelimeyi tekrarlamak hatasına düşmektedirler. Evet, bu bir hatadır, çünkü bütün dillerde aynı
kelimeyi defalarca kullanmak fesahat açısından bir kusur
olarak kabul edilir. Meselâ bir metin inşa ederken mütemadiyen “gereksinim – gereksinim – gereksinim” yazmaktansa arada sırada “ihtiyaç” kelimesinin de kullanılması metni
daha estetik bir hale getirir. Hatta ne kadar alternatif varsa
hepsinin kullanılması aliyyülalâ olur. Örneğin “amaç” sözcüğünü tekrarlamamak için “maksat” ve “gaye” kelimelerinin de devreye konulması gibi.
Aşağıda verilen örneklerde ilk kelime eskisi, ikincisi ise
onunla birlikte yer edinen yenisidir:
Kademe – aşama, tabii – doğal, tercüme – çeviri, zıt –
karşıt, müddet – süre, mahzur – sakınca, hüküm – yargı,
mana – anlam, cihaz – aygıt, müracaat – başvuru, mesuliyet
– sorumluluk, sual – soru, netice – sonuç, sembol – simge,
merasim – tören, miktar – tutar, esir – tutsak, meşguliyet –
uğraşı, ahenk – uyum, şehir – kent, tasvir etme – betimleme,
hudut – sınır, şuur – bilinç, ehemmiyet – önem, mesuliyet
– sorumluluk.
d) Eski kelime ile yeni sözcüğün,
farklı kullanımlar sonucunda
ayrı manalar kazanmaları.
39
DİL / EDEBİYAT
Kimi zaman yeni kelimenin eski sözcüğü karşıladığı,
müteradifi olduğu düşünülebilir; filhakika enine boyuna tetkik edildiğinde aynı manaya gelmediklerini anlamak mümkündür. Misal olarak bilgi- malûmat, ulusalcı
– milliyetçi kelimelerini verebiliriz. Kabaca izah edersek,
“malûmat” oradan burada edinilen, özümsenmeyen verilerden meydana gelirken (information), “bilgi” dediğimiz şey
hazmedilmiş ve işlenmiştir (knowledge). Aynı şekilde siyasî
sebeplerden dolayı “ulus” ve “millet” kelimeleri de farklı
kitlelerin değişik anlamlar yükledikleri kavramlar haline
gelmiştir. Vakıa ulus ve millet sözlükte aynı anlama gelmektedir; ancak bugün ulusalcı ve milliyetçi dediğimizde
birbirinden farklı iki zümre kastedilmektedir. Yani önceleri
eski kelime ve onunla birebir aynı manaya gelen yeni kelime
arasında zamanla anlam farklılaşması oluşabilir ki bu son
derece doğaldır. Hatta anlam zenginliği oluşturması bakımından dilimiz için faydalıdır da diyebiliriz.
Bazen eski kelimenin yerine getirilmek istenen yeni
kelime, daha baştan eski kelimeyi karşılamak yerine bambaşka bir mana kazanmıştır. Bu, bazen herkesin anlayabileceği açıklıktadır. Örnek olarak şunlar (yeni-eski sırasıyla)
gösterilebilir: Giysi – elbise, değer biçmek – takdir etmek,
egemen – hâkim, eğitim – terbiye, atılgan – cüretkâr, çılgınlık – cinnet, uçak – tayyare meydanı, müzik – beste, kişilik
– mürüvvet, enerjik – iradeli, algı – ganimet, kent – kasaba.
Tekrar belirtelim; ilk sözcükler, ikinci kelimelerin yerine
getirilmek istenmiş fakat başka anlamlara gelmiştir.
Yeni kelimenin zamanla eski sözcüğü dar anlamda karşılaması durumunda da anlam farklılaşması gözlemlenebilir. Bu tip durumlarda, yeni kelime eski kelimeyi ortadan
kaldırmamakla birlikte, onun sadece bir manasına dalalet
eder; başka bir tabirle onu anlamsal açıdan spesifik olarak
karşılar. Söz gelimi “imtihan” yerine getirilen “sınav” kelimesi, ‘imtihan’ın kullanım genişliğine sahip olmadığı için
“sadece eğitim ve öğretim kurumlarında tatbik edilen imtihan” minvalinde bir mana kazanmıştır. Tutup da birisine “şu
çocukla imtihanım ne kadar zor Allah’ım!” diyebilirsiniz,
lâkin cümleye “şu çocukla sınavım” diye başlarsanız olmaz.
“Vazife” ve “ödev” arasında da aynı rabıta kurulabilir. Yani
ödev, vazife sözcüğünü dar anlamda karşılar.
Bunların yanı sıra eşanlamlı iki kelimenin farklı anlamlar ifade ettiği iddiasında olan yazarlar vardır. Söz gelimi
“uygarlık” ile “medeniyet”in, “hikâye” ile “öykü”nün ayrı
manalara geldiğini düşünen yazarlar, birtakım yazılarında
bu ayrımı cemiyete beyan etmişlerdir. Mamafih eşanlamlı
kelimeleri farklı manalarıyla üç-beş kişi tarafından kullanılması, Türkçe adına ciddiye alınacak bir hamle değildir.
e)Yeni bir kelimenin farklı
anlamlardaki birden çok
eski kelimenin yerini alması
sonucunda meydana gelen
mana daralması
Dil devriminin maksadına müteallik başarılı sayılabileceği ve dilimizin en fazla zarar görmesine sebep olan durum
budur. Bu gruptaki sözcükler, eski kelimeleri karşılayamadı-
40
ğı gibi, aralarında büyük anlam farklılıkları yahut nüanslar
olan birçok sözcüğü karşıladıkları için düşüncede müthiş
bir kısırlık doğmasına sebep olmuştur. Burada Türkçenin
ihtişamını söndüren ve zenginliğini söndüren şey, bilinçsizce ve gelişigüzel kullanılan yeni kelimeler değil, yeni uğruna
feda edilen eski sözcüklerdir.
Birbirinden az veya çok farklı manalar içeren kelimelerin ortadan kalkması ve kaybolan anlamları yeni sözcüğün
karşılayamaması, hem fikir hem de sanat alanında derinleşmenin önünü tıkamıştır. Günlük konuşma dilinde de
iletişim problemlerine ve yüzeyselleşmeye neden olan bu
talihsizlik hassaten yeni nesiller için maalesef telâfisi zor bir
mesele haline gelmiştir. Dedesi zamanında yazılan bir metni okuduğunda anlayamayan zavallı bir gencin en büyük
sorunu, kelimeyi bilmemesinden öte, sözcüğün anlamını
sözlükten okuduğu hâlde kafasında o kavram olmadığı için
yeni öğrendiği kelimeyi bir türlü bir yere koyamamasıdır.
Anlam daralmasına sebebiyet veren yeni kelimelerle,
yerine geçtikleri ve farklı manalar taşıyan eski kelimeleri
birlikte zikrederek örnekler verelim:
“Tartışma” kelimesinin “münazara”, “münakaşa” ve
“müzakere” anlamlarında kullanılması; “yetenek” sözcüğünün “meleke”, “hüner”, “kabiliyet”, “mevhibe”, “haslet” ve
“istidat” manalarında kullanılması; “uygun” sözcüğünün
“münasip”, “muvafık”, “müsait”, “mutabık”, “mütenasip” ve
“makbul” anlamlarında kullanılıp aynı zamanda “elverişli” anlamına gelmesi; “uyarı” sözcüğünün “ikaz”, “ihtar” ve
“tembih” yerine kullanılması; “açıklamak” fiilinin “izah etmek”, “beyan etmek”, ilân etmek”, “şerh etmek” ve “tafsilât
vermek” eylemleri yerine kullanılması; “düşünce”nin “tefekkür”, “teemmül”, “mütalâa” ve “mülâhaza” anlamlarında
kullanılması; “özel” sözcüğünün “has”, “hususi”, “mahsus”,
“mahrem” yerine kullanılması.
Kelimelerin İzdivacı
Eski olsun, yeni olsun, kelimeleri bilinçli bir şekilde
kullanmanın ilk şartı, arasındaki nüanslara dikkat edilmektir. Örnek verecek olursak; “öneri” ve “teklif ” kelimeleri eşanlamlı zannedilmekte ve sözlüklerde de bu şekilde
yer almaktadır; hâlbuki bunlar iki farklı kavramdır. Öneri
ile teklifi ayırması hem anlamsal açısından hem de yapısal
açıdan kolaydır. Öneri; soru şeklinde olmaz; teklif ise daima soru biçimindedir. Meselâ “madem kitap okumaktan
sıkıldın, biraz da televizyon seyredebilirsin” dediğimizde
televizyon izlemesini önermiş oluruz. Bu cümleyi şöyle
kurarsak: “Kitap okumak seni sıktı madem, televizyon
izlemek ister misin?” teklif olur. Aslında “öneri” ile yakın
anlamlı olan sözcük teklif değil, “tavsiye”dir. Yapısal yönden benzedikleri için öneri daha ziyade tavsiye ile karıştırılabilir. Lâkin yukarıda öneriye olarak verdiğimiz cümle incelendiğinde, tavsiye manası olmadığı görülecektir.
Aynı cümleyi tavsiye manasında kursak şöyle olurdu: “Kitap okumak seni yormuş, biraz da televizyon seyretsen iyi
olur.” Görüldüğü üzere ‘teklif ’in yerine ikamet ettirilmek
istenen ‘öneri’ ondan bambaşka bir anlam, ‘tavsiye’ye yakın bir mana kazanmış; lâkin hakikatte ikisinden de ayrı,
üçüncü bir anlama haiz olmuştur. “Bunu dikkate almazsak
ne olur?” diye bir sual akla gelebilir. Cevabı, Türkçeyi iyi
bilenlerin maruz kalacağı bir rahatsızlıktır. Meselâ Anna
Karenina romanının Ergin Altay tarafından yapılan ve
Yeni Ufuklar, sayı 26
DİL / EDEBİYAT
Amacımızın, kelimelerin eski-yeni
olduğuna bakılmaksızın kucaklanması olduğunun altını bir kez
daha çizelim. Bundan dolayı, her
kelimenin her metinde muhakkak
müteradifiyle kullanılması gerektiği biçiminde bir hüküm çıkarılmamalıdır. Bir kişi bir kavramı karşılamak için kelime tercih edebilir.
İletişim yayınları tarafından basılan çevirisini okuduğumuzda “evlenme önerileri”nin çokluğu rahatsızlık verecek
derecededir. Birisine evlenmek önerilebilir ama “evlenme
teklif etmek” anlamında kullanılamaz. İllâki birlikte kullanılacaksa ancak “evlenme teklifi önerisi” şeklinde kullanılabilir. Yok, biz bu tip şeylere dikkat etmeyip de gam,
gussa, keder, hasret, melâl, inkisar, ızdırap, hüzün, kahır,
yeis, mihnet, tasa, efkâr, kasvet, elem vs gibi farklı manalar
içeren niteliklere sahip bir insanı sadece “üzgün” diye tavsif edersek, tefekkürümüz felce uğramış demektir.
Bir dilde kullanılan kelimelerin kökenlerinin nereden
geldiği, fikriyat ortaya koymak bağlamında hiç ama hiç
önemli değildir. Meselâ İngilizce gibi büyük, zengin ve
kompleks sahibi olmayan bir dil, bünyesinde orijinal İngilizce olmayan kelimelerin çoğunlukta olmasına rağmen
onları sahiplenme basiretini gösterirken; bizde, telâffuz
olarak tamamen Türkçeleştirdiğimiz ve kimi zaman
manalarını da kendimize göre belirlediğimiz Arapça ve
Farsça kökenli kelimelere dilde yer vermeme uğraşısı içerisinde olanlar var. Bu zihniyeti taşıyanlar, kelime haznelerini daraltarak, hazneyi adeta sözcük birikintisi haline
getirdikleri dil anlayışları çerçevesinde okuyanları sıkan,
ne anlattığı belirsiz, sanatsal açıdan yavan ve tarih içinde
muhtelif anlamlar yüklenmiş kelimeler yer almadığı için
sathî kalmaya mahkûm metinler üretmektedirler. Üstelik
kitap, kalem, kâğıt, sanat, okul, şey vb. yabancı kökenli kelimeleri kullanmak mecburiyetinde oldukları için ne kadar öztürkçe sözcük kullanma gayreti içinde olsalar dahi
çelişkiye düşmekten kurtulamıyorlar. İçinde bulundukları
beyhude çaba, onlara sıkıntı vermekten başka bir işe yaramıyor.
Söz ettiğimiz durumun tam tersine, yeni kelime kullanmama gayreti içerisinde olanlar da, benzer sıkıntılara
dûçar kalıyorlar. Uydurma olsa da ahalinin benimsediği, toplumda kullanıldıkça yeni manalar kazanan, edebî
metinlerde kendisine yer bulacak ölçüde özümsenen
sözcüklere düşmanlık beslemek, mihaniki surette bir
muhafazakârlık timsali olup aynı eski kelimelere cephe
alanların yaptığı gibi tenakuza düşmekle neticelenmektedir. Elbette ait yerine “değgin” hizmetkâr yerine “yumuşçu”, makale yerine “betke”, musıkî yerine “komuğ”, beyit
yerine “üycük”, bülbül yerine “sanduvaç” demeyeceğiz.
Fakat gökdelen, bilgisayar, baskı, danışma, bölüm, yerçekimi vs. kulak tırmalamayan ve kullanılması makul pek
çok sözcüğe uydurma diye karşı durmak hiç de mantıklı
bir davranış değildir. Bazıları “belge, çoğunluk, azınlık,
ilginç, özel, önem” gibi sözcüklerin kullanım yaygınlığı
kazanmalarına karşın Türkçenin dilbilgisi kaidelerine aykırı olduğunu iddia edebilirler. Ancak dil dediğimiz vasıta
gramer kurallarına birebir uyumlu olacak diye bir kural da
yoktur. Bu hususta dilbilgisi değil “dilbilim” zaviyesinden
bakmak daha sağlıklıdır. Dolayısıyla bu anlayışta olanlar,
söz gelimi “bugün ’yakıt’ yerine ‘mahrukat’ demenin âlemi
nedir?” diye kendilerine sormalılar.
Bugün eski ve yeni kelimelerin her ikisi de yaşıyorsa (c
ve d maddeleri), eskiliğine veya yeniliğine bakılmaksızın
dilimizden ihraç edilmemesi gerekir. Bunun yanında, yeni
bir kelimenin farklı anlamlardaki birden çok eski kelimenin yerini alması sonucunda meydana gelen mana daralması (f maddesi) durumlarında düşünce kısırlığı husule
gelmemesi için kullanımdan henüz tam düşmemiş olan
eski kelimeleri kullanma şuurunda olmalıyız ki bu sayede
kavramlar inşa edebiliriz. Hatta zamanla unutulmuş eski
kelimeler (a maddesi) yeni kelimeye eşanlamlı olarak tekrar dilimize getirilse ne kadar güzel olur. Kelimeler arasında semantik açıdan nüanslar olsun yahut olmasın, malzemenin çok olduğu mutfakta leziz yemek pişirebilmenin
mümkün olması gibi, kelimelerin sayıca çok olması dile
her halükârda zenginlik katar. Örneğin bir metinde birkaç defa peş peşe bağlaç kullanmak iktiza ettiğinde, “ama,
ama, ama, ama” demek yerine “ama, fakat, lâkin, ancak”
demek estetik açıdan çok daha muvafıktır. Misal verecek
olan kişi devamlı “örneğin, örneğin, örneğin” demektense
“örneğin, meselâ, söz gelimi” gibi aynı manaya gelen farklı
sözcüklerden veya kelime gruplarından istifade ettiği vakit, yazdığı metni okunabilirlik bakımından daha keyifli
hale getirir.
Amacımızın, kelimelerin eski-yeni olduğuna bakılmaksızın kucaklanması olduğunun altını bir kez daha
çizelim. Bundan dolayı, her kelimenin her metinde muhakkak müteradifiyle kullanılması gerektiği biçiminde bir
hüküm çıkarılmamalıdır. Bir kişi bir kavramı karşılamak
için kelime tercih edebilir. Kelime tercih ederken son
derece hissî davranmak sanatkârın işidir. Cemiyetin diğer fertleri ise metin inşa ederken semantiği göz önünde
tutarak ihsastan ziyade idrake seslenen bilinçli tercihler
yapmalıdır. Eski ve yeni kelimeden birisi köhneleşmiş, sevimsiz ya da hitap edilen kitleye hitap etmeyen nitelikte
olabilir. Ayrıca kelime metin içinde mensup olduğu cümleye, metne ve bağlama göre ehemmiyet arz eder. Meselâ
bilimsel bir metinde “uzay” ile birlikte “feza” kelimesini
kullanmak garip karşılanacağı gibi bir şiirde “sema”, “asuman” veya “feza” yerine “uzay” sözcüğünü kullanmak aynı
oranda tuhaf karşılanabilir. Kelime seçimi tamamen yazarın inisiyatifindedir. Bu tip durumlarda elbette birisini
yeğlemek oldukça normaldir. Asıl mesele yazarın, kelimelerin eski veya yeni oluşuna bakmadan, metne uyumlu
olmalarını göz önünde bulundurarak, mümkün mertebe
farklı kelimeler kullanma bilincidir.
Bahsettiğimiz konu bir izdivaç gibi düşünülebilir. Eski
ve yeni kelimeden birinin diğerinden daha hoş, iyi, üstün
vs olması, diğerinin bizim olmadığı anlamına gelmez.
Eski ve yeni olan kelimeleri, evlilik kurumuyla birbirini
tamamlayan eşler gibi iyisiyle ve kötüsüyle kabul edip bir
uyum içinde kullanmalıyız. Bu yüzden amaçladığımız bu
fiile izdivaç adını verdik. Bu izdivacın gerçekleşmesi için
ilk koşul, hayatın her alanında düşündüğümüz gibi dilde
de siyasî düşünmeyi bırakmak ve kelimelerimizi külliyen
kucaklamaktır.
41
MAKALE
Alevi Sorunu Nereye
Gidiyor?
Abdulkadir
SEZGİN*
Evet, tarikatlar 31
Aralık 1925 tarihi
itibariyle 677 sayılı kanunla kapatılmış
ve tarikatçılık da yasaklanmıştı. Peki, bu
kapatmadan önce,
Osmanlı Devletinin
kuruluş ve yükselme
döneminden başlayarak tarikatlar ne iş
yaparlardı?
*
Yrd. Doç. Dr., 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Teostrateji Araştırmaları Merkezi Başkanı
Ülkemizin ana sorunlarının başında “aydın sorunu” ile kültürel sorunların bulunması sebebiyle konuyla ilgili olarak “doğru” zannedilen bazı yanlışlara işaret etmek
istiyorum.
Din; Arapça olan bu kelime, sözlük anlamı olarak, itaat, ibadet, ceza ve hesap gibi
anlamları ifade eder.
Din, terim olarak ise, aklı başında insanların, kendi hür ve özgür iradeleri ile
kabul ettikleri, kendilerini saadete ulaştıran ilahi bir kanun olarak izah edilir.
Bu kapsam içinde yer alan semâvi din/ İlahi din olarak kabul edilen dinler aklın,
neslin, canın, dinin ve malın muhafazası gibi ortak bir amaç güderler.
Mezhep; Arapça olan bu kelime sözlük anlamı itibarı ile gidecek yol, benimsenen inanç ve doktrin anlamındadır.
Dinî anlamda kullanıldığında din ve inanç yolu anlamındadır.
İslam mezhepleri arasında temel konularda herhangi bir ayrılıktan bahsedilemez. Ancak açık ve kesin nass (Ayet veya Hadis) bulunmayan konularda bilginler içtihat etmiş, görüş bildirmişlerdir.
İçtihatlar arasındaki farklılıkların ana sebepleri arasında, içtihat yapmış bulunan
bilginlerin yaşadıkları bölge ve hitap ettikleri toplulukların sosyo-kültürel coğrafyaların farklı olmasının etkisi olduğu da kabul edilmektedir.
Bu içtihatlar, dinin ana konuları dışında kalan konularla ilgili oldukları unutulmamalıdır.
İslam dünyasında biri itikadi (inanç esaslarıyla ilgili) diğeri “muamelat” denilen
günlük uygulamalarla (amel ile) ilgili olmak üzere iki çeşit mezhep bulunmaktadır:
A-İtikadi Mezhepler:
1.Maturidi Mezhebi
2.Eş’arı Mezhebi
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca neşredilmiş “Diyanet ilmihali” adlı kitapta “Selefilik” için “Hz. Peygamber ve Ashab-ı Kiram‘ın görüşlerini benimsemişlerin mezhebi”
gibi yer almışsa da İslam dünyasında böyle bir mezhep bulunmamaktadır1.
Diyanet‘in bu yazdıklarını doğru kabul ettiğimizde diğer mezhepler kimin mezhebi? Bu mezheplerin Hz. Peygamber, Ashab-ı Kiram ile ilgisi yok mu, sorularını
sormamız gerekmiyor mu?
Kaldı ki, Suudi Arabistan’da yaşayan ve kendisini Selefi kabul insanlar Maliki veya
Hanbeli mezhebine mensup olduklarını açıkça beyan etmektedirler.
Günümüzde kendilerine Selefi diyenler, daha çok Arabistan’da siyasi ve ideolojik
bir yapıya sahip hareket olduğu; Elkaide, Nusra, İşid gibi oluşumları doğuran ana
yoldur.
B-Ameli Mezhepler:
1.Hanefi Mezhebi,
2.Maliki Mezhebi,
3.Şafii Mezhebi
4.Hanbeli Mezhebi
C-Şia’ya Mensup Mezhepler:
Bu guruba dâhil mezhepler itikadi ve ameli mezhep olarak kabul edilir.
1.Caferi Mezhebi,
2.İsmaili Mezhebi,
3.Zeydilik
Alevi - Alevilik
1 Diyanet İlmihali, Ankara, 1998, s.19.
42
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
deri, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’dir.
Bugün hem köylü (Kızılbaşlar) arasında, hem de şehirli
“Bektaşi”ler arasında uygulanan “Yol ve Erkân” Ahmet Yesevi
tarafından kurulan “Yol ve Erkân”dır.
Ahmet Yesevi’nin “Yol ve Erkân”ı “Fakirname” adlı risalesinde yer almıştır. Bu risale Kemal Eraslan tarafından 1977
yılında Türkiye Türkçesine çevrilmiş ve yayımlanmıştır2.
“4 Kapı 40 Makam” adı ile bilinen bu yol ve erkân üzerinde
ilk küçük değişiklik A. Yesevi’nin III. Halifesi Süleyman Hakim ATA tarafından yapılmış, günümüzde uygulanan son şekil
ise, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin “Makalât” adlı eserinde yer
almış olan “4 Kapı 40 Makam”dır.
Küçük bir not: Süleyman Hakim ATA, şeyhi Ahmet
YESEVİ’nin vefatı sonrasındaki III. Halifesi olduğu gibi, türbesi, Tokat il sınırları içinde olan, “Sırac” olarak adlandırılan
Kızılbaşların bağlı olduğu, “Hubyar” köyünde, aynı adla bilinen zâtın da babasıdır.
İşte bu “yol ve erkân”la anlatılan uygulamanın terim olarak
adı TARİKAT’tır.
Tarikatların bilimsel alanını ifade eden din biliminin adı da
TASAVVUF‘tur. Tasavvuf bilimsel ve gerçek anlamıyla da bu
uygulamaların düşünsel ve felsefi boyutudur.
Tasavvufi derinliği olmayan tarikatlar, kurulduğu zaman ve
mekânda kalarak kaybolup gitmişlerdir.
Tarikatlar Kapatılmadan Önce
ne İş Yaparlardı?
Alevi, kelimesi bütün İslam dünyasında, “Evlad-ı Ali” yani
Hz. Ali ve Hz. Fatıma soyundan gelen kimse demektir. Osmanlı Arşiv belgelerinde de aynı anlamda geçmektedir.
Günümüzde kullanılan Alevi kelimesini kullanan pek çok
aydın, akademisyen, siyasetçi ve TV’lerin kadrolu tartışmacıları
“Alevi Mezhebi” şeklinde kullanmaktadırlar. Bu kullanım külliyen yanlıştır. Böyle bir mezhep söz konusu değildir.
Alevilik, yakın geçmişe kadar “Kızılbaş” olarak ifade edilen
“Köy Bektaşileri” anlamında kullanılırdı.
Bunlar mahalli olarak, Kızılbaş, Tahtacı, Çepni, Sıraç,
Türkmen, Barak, Abdal... adlarıyla da anılan Oğuz boyuna
mensup Müslüman Türkler’dir; dilleri Türkçe’dir. İnançta Maturidi, muamelatta (amel) Hanefi mezhebine mensuptur.
Çocukları doğanların isim koymalarından, evlenen çiftlerin
“Dede” tarafından okunan nikâh duasına ve abdest alıp namaz
kılanların ve bütün ibadetlerin yapılışına kadar her şey ve ölenlerin yıkanıp kefenlenmesi ve cenaze namazlarının kılınmasına
kadar bütün yapılanlar Alevi olan ve olmayanlar arasındaki bu
yapılanların birbirinin aynısı olduğudur. Yani Aleviler neyi,
nasıl yapıyor veya yaşıyorsa, Alevi olmayanlar da onun aynısını,
aynı şekilde yapmaktadırlar.
Günümüz Alevileri, hangi isimle anılırlarsa anılsınlar,
XIII. yüzyılın sonlarında, yıkılmakta olan Selçuklu Devleti
yerine yeni bir Türk Devleti kurma gayesi ile Ahmet Yesevi
Dergâhı tarafından gönderilmiş Sûfi‘lerdir.
Yesevi Dergâhı’ndan Anadolu’ya gönderilmiş sûfilerin ön-
Evet, tarikatlar 31 Aralık 1925 tarihi itibariyle 677 sayılı
kanunla kapatılmış ve tarikatçılık da yasaklanmıştı. Peki, bu
kapatmadan önce, Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükselme
döneminden başlayarak tarikatlar ne iş yaparlardı?
Tarikatlar, Osmanlı’nın kuruluş döneminde son derece etkili ve önemli görevler yapmışlardır. Bunların başında halkın
moralinin yüksek tutulması, kurucu beylerin etrafında bir ve
beraber olmaları yanında insanların kişisel olarak üstün ahlaki
meziyetlerle donatılması, haksızlık, yolsuzluk gibi yanlışlardan
uzak kalmaları; düşmanların da insan oldukları ve ona göre
davranmaları tarzında ciddi katkılar sağlamışlardır.
Bu çalışmalar dergâhların yerleşik hale gelmesiyle birlikte,
kurumsallaşmalarla ülke genelinde teşkilatlanmışlardır.
Bu teşkilatlanmalarla birlikte tarikatlar “yaygın halk eğitimi kurumu” olmuştur.
XVI. yüzyıla gelindiğinde dünyanın en büyük ve tek gücü
olduğu dönemlerde, “bundan daha büyüğü yok, olamaz da”
şeklinde ortaya çıkan birtakım anlayışlar, “Medrese”lerde (üniversite) fen bilimleri (özellikle de geometri) okumaya gerek yok,
diyenler olmuştur.
Kâtip Çelebi gibi aydınların, bu tür görüşlere karşı aklı ve
bilimi savunarak, padişahlara yazdıkları uyarı kitapları günümüzü de aydınlatmaya devam ediyor3.
Osmanlı Devletinin Meşrutiyet idaresine geçmesinden
sonra tarikatlarla ilgili düzenlemeler içinde, her tarikatın, tarikata mensup olanlar içindeki işsizlere iş ve meslek öğretme
sorumluluğu getirmesi, düzenli hukuki bir düzen kurmuş ol2
Kemal Eraslan, Ahmet Yesevi’nin Fakirnamesi, İstanbul Üniv. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi (s.45-120)
3
Örnek bir metin olarak bakınız: Kâtip Çelebi Mizan-ül Hak Fi
İhtiyari’l Ehakk, farklı tercüme ve baskıları mevcuttur.
43
MAKALE
ması; 1 tüzük ve 8 yönetmelikle kurduğu düzen iki yıl süre ile
de Cumhuriyet dönemi mevzuatı içinde yer almıştır.
Günümüzde Tarikatlar ve
Sorunlarının Çözümüne Örnek
Bir Model
Unutulmamalıdır ki, tarikatlar tamamen siyaset dışı kurumlardır. Tarikatların siyaset içinde yel almalarının tarihi, çok
partili siyasi hayata geçtiğimiz 1950 yılıdır.
Bunun da gerekçesi, halen uygulamaya devam ettiğimiz parlamenter sistem’in oluşması için “eğitimli ve örgütlü
toplum”la kurulabilmesi idi.
1950 yılında sivil, örgütlü ve eğitimli toplumumuz da yoktu.
Yasaktan bunalmış halkın siyasete koşar adım giden yapısı içinde, yasaklanmış tarikatların sivil ve örgütlü toplum misyonunu
üslendiği söylenebilir.
Ne yazıktır ki, siyasetle akrabalık ilişkilerinin bile ilerisinde ilişkiler kurmuş tarikatların tamamına yakını, kendisini kaybetmiş ve bulmak için de arama ihtiyacı duymamaktadır.
Ne yazıktır ki, bundan rahatsızlık duyan herhangi bir tarikat veya liderinden bahsetme imkânımız da yoktur.
“Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” (anayasa
madde:2)nin tam istediği de dinle ilgili her şeyin siyaset dışında kalması değil midir?
O zaman sadece tarikatları değil, Diyanet İşleri
Başkanlığı’nı da siyaset alanından çıkarmamız gerek miyor
mu?
Ülkemizde din, mezhep, tarikat gibi konuları gerçekten
siyasi alanı dışına çıkarmalıyız. Bunun için yapılacaklar gayet
açıktır:
Siyasi iktidara bağlı olan Diyanet’in bu bağını keserek,
yeni bir “YÜKSEK DİN KURUMU” kurarak, Diyanet‘i bu
kuruma bağlı millî din kurumu haline getirmek.
Uluslararası dinî meseleler ve uluslararası ilişkiler yüksek
kurum tarafından düzenlenmeli; bunun dışında da Başbakanlık ve siyaset eliyle yapılan bürokratik bütün iş ve işlemler Yüksek Kurum tarafından yerine getirilmelidir.
Ülke içinde kimlerin elinde olduğu belli olmayan din hizmetlerini kurtarmanın başkaca yolu da kalmamıştır.
Yüksek Din Kurumu başkan ve üyelerinin seçim veya atanması TBMM tarafından (nitelikli çoğunlukla) yapılmalı; Diyanet İşleri Başkanı, yüksek kurumun önerisi üzerine Bakanlar
Kurulu tarafından ataması yapılmakla beraber, alt görevlerdekilerin önemli bir kısmı yüksek kurum tarafından gerçekleştirilmelidir.
Merkez ve taşradaki görevliler Diyanet İşleri Başkanlığı‘nca
atanmalıdır.
Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in de ilk mevzuatlarından
olan “Meclis-i Meşayih Tüzüğü ve 8 yönetmelik” örneğinde olduğu gibi, Din İşleri Yüksek Kurulu gibi, bir de yedi ayrı
tarikatın önemli şahıslarından oluşacak bir “TARİKATLAR
KURULU” oluşturularak, 677 sayılı kanunda değişiklik yapılmalı ve tarikatlar özyönetim ağırlıklı bir yönetimle siyaset dışı
kurumlar olarak serbest bırakılmalıdır.
Teftiş Kurulu da Yüksek Kurum bünyesine alınarak daha
geniş yetkilerle çalışma imkânına kavuşturulmalıdır.
44
Ancak geçen zaman içindeki bozulmalar ve yozlaşmalar
göz önüne alınarak bu düzenleme, iki yıllık bir geçiş dönemi
uygulaması sonrasında gerçekleştirilmelidir.
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Merhum Çelebisi Feyzullah
Ulusoy’un Görüşleri
1991 yılı sonbaharında, Hacıbektaş ilçesindeki Çelebi
Konağı’nda, Diyanet Dini Yayınlar Dairesi Başkanı Orhan
Balcı ile o tarihte Amasya Milletvekili olan merhum Kazım
Ulusoy ve şimdiki Çelebi Veliyettin Ulusoy’un hazır bulunduğu sırada, tarikatların açılmasını nasıl karşılayacağı sorusuna
merhum Çelebi Feyzullah ULUSOY’un verdiği cevabı aynen
nakletmek istiyorum:
“- Devlet büyüktür, isterse kapattığı gibi, tarikatları yeniden açabilir. Eğer devlet tarikatları yeniden açarsa, biz bu
posta talip olmayız”.
- Çelebi Hazretleri, Post sizin altınızda, nasıl talip olmazsınız, diyorum.
Cevap veriyor:
-“Ben 1940‘lı yıllarda Hukuk fakültesini bitirdim. O tarihte Kur’an, Tefsir, Tasavvuf gibi şeyleri okumak yasaktı.
Benden şeyh olmaz da onun için bu posta talip olmam dedim. Doğrusu da budur.
Siz Devleti ve Diyanet’i daha yakından tanıyorsunuz,
eğer devlet tarikatları serbest bırakacak olursa, aman dikkat edin, “Ben şeyhim, dedeyim, babayım falanım..” diyenleri
hemencecik tayin etmeyin. Belgelerini alın, bir mülakattan
geçirin.
Azami iki yıllık bir geçiş süreci koyun. Bahsettiğim;
Kur’an, Tefsir, Hadis ve Tasavvuf okutun; yani önceden
şeyhleri yetiştirin, peşinden görev yerlerine gönderin. Bunu
yapmazsanız mevcut bozulmuş yapıyı meşrulaştırmış olursunuz. Buna da kimsenin hakkı yoktur”.
İtiraf etmeliyim ki, bu çapta olgunluğu, tanıdığım pek çok
şeyh efendide görmedim. Hatta kendilerine sahte silsileler
bulan ve bunu gerçek gibi tebliğ ve telkin eden nice şeyhler
görmüşüzdür.
Siyaset, Tarikat ve Şeriat
Meselesi
Siyasetle yakın işbirliği içinde olan tarikatlar kendi görüş ve
düşüncelerini hiçbir endişe ve olumsuz bir tepkiye şahit olmadıkları için çalıştıkları partilerin propagandası ile yarış halinde
devam ediyorlar. Tek doğru, onların bildikleri, anladıkları ve
anlattıklarıdır. Bunu yayıp herkesi etkilediklerinde, akıllarınca
şeriat düzeni gelecek sanıyorlar.
Herkesin iyi bilmesi gerekiyor ki, başında dört yüz yıl
“Halife-i Müslimîn” sıfatı da bulunan Osmanlı Devleti “Şeriat devleti” olmadığı gibi, Selçuklu Devleti de “Şeriat devleti”
değildi. Bu devletler, Türk örf, gelenek ve törelerine göre, akılla
yönetilen devletlerdi.
“Şeriat devleti” tabiri de zaten 19. yüzyılda İbni Teymiye
tarafından yazılmış olan “Essiyastü’ş-Şer’iye” (Şeriat Siyaseti)
adlı kitapla ortaya çıkmıştı4.
Bu noktadan Kur’an incelendiğinde, su bulunmadığı zaman
4
İbni Teymiye tarafından yazılmış olan Essiyasetü’ş-Şer’iye adlı
Arapça kitap, farklı mütercimler tarafından Türkçeye tercüme edilmişse de, tercümeler arasındaki farklar, bazı bölümlerin mütercimler
tarafından atlandığı ve tam tercüme edilmediğini göstermektedir. Bu
sebeple de tercümelerinin metin ve bilgilerinin verilmesine ihtiyaç
duyulmamıştır.
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
nasıl abdest alınacağına ait ayetler mevcut olduğu halde, “Devlet” modeli veya idaresi hakkında herhangi bir hüküm olmadığı
açıkça görülür.
Bu durum, Kur’an’ın kıyamete kadar devam edecek ilahi
“Kelam” olma özelliğinin de ispatıdır. Eğer Kur’an’da devlet
modeli veya yönetim tarzına dair ayetler olsaydı, zamanın değişmesi ve gelişmeler karşısında 7. yüzyılının devlet modeline
takılıp kalmış olacaktık.
Kur’an sadece yöneticiler için üç öneride bulunur:
1. İşlerinizi yaparken (kendi başınıza değil) danışmalar yapacak kimselere danışarak yapınız.
2. İşe adam alırken, o işi yapacak kabiliyet ve beceri sahiplerini işe alınız.
3. Adaleti yaşatmaya dikkat ediniz; âdil olunuz.
Bu noktada söylenebilecek şey, laiklik ilkesinin kabulü bir
yenilik değil; devlet geleneğinin yenilenip, tarih ve kültürümüzle yeniden buluşması sayılmalıdır.
Türkiye Din Kaynaklı
Sorunları Geçiştiremez
Ülkemizdeki din kaynaklı en önemli sorun, hiç şüphesiz
Alevilik meselesidir.
Bu sorunun en önemli kısmını da Alevi olmayan vatandaşlar oluşturmaktadır. Bu kesimdeki algı son derece olumsuzdur.
“Alevinin kestiği yenmez” sözü bile başlı başına son derece
önemli ve bir yanlış önermedir. Bu cümle Alevileri İslam dairesi
dışına çıkarmış oluyor.
“Kelime-i Şehadet”e inanan ve söyleyen herkes Müslüman
olduğu hatırlanarak, ayrımcılık yaparak günaha girmenin kime
ne faydası oluyor?
Ülke içinde, sosyal yapılar arasında ahengi ve birliği sağlamadan ne kalkınma, ne sosyal, kültürel ve teknik gelişme, ne de
büyük devlet olma imkânının olmadığını hem kendi geçmişimize, hem de dünyada bu işi başaranlara bakarak anlamamız
mümkündür.
Mehmet Akif‘in deyimi ile:
“Allâh’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”
Bu anlatılanlar yapılmayacak olursa, meydana gelecek sosyal tartışmalar gittikçe artacaktır. Riskin artması sosyal çatışma
riskini de artıracak ve mevcut sosyal yapı sosyal çatışma ile sonu
belli olmayan bir akıbete sürüklenecektir.
Batılıların Yaptıkları
Çalışmalar
ABD ve kıta Avrupası ülkelerinin yaptıkları bazı faaliyetlere atıflarda bulunmak istiyorum.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, darbecilerle ABD arasında yapılan antlaşmalarla “Barış Gönüllüleri” 1962-1970 yılları arasında Türkiye’de bulunmuşlardır. Resmî rakamlara göre
ülkemize gelen gönüllü sayısı 1201’dir.
Barış gönüllülerinin %40’ı eğitim alanında, köy okullarında,
orta öğretimde, çok az kısmı da üniversitelerde İngilizce öğretmişler.
ABD’de 1961 yılında kurulmuş olan Barış Gönüllülerinin
amacı “diğer milletleri yakından tanımak, Amerikalılara diğer milletleri tanıtmak ve gelişmekte olan ülkelere kalkınmaları hususunda becerili işgücü ile yardımcı olmak” olarak
tanımlanmıştır.
Bu amacı da dikkate alanlar aşağıdaki ana konularda ciddi
eleştirilerde bulunmuşlardır:
1. Çoğunluğu genç olan ve yeterli beceriye sahip olmayan
bu bireylerin az gelişmiş ülkelere nasıl bir fayda sağladığı,
2. Barış Gönüllülerinin Amerikan ırkçılığı yaptıkları,
3. CIA’nın soğuk savaş döneminde gazetecileri, din adamlarını ve Barış Gönüllülerini istihbarat amacıyla kullandığı,
4. Barış Gönüllülerinin yeni bir misyoner ordusu olduğu
iddiaları bütün dünyada hâlâ tartışılmaktadır.
Ülkemize gelmiş Barış Gönüllülerinin önemli bir kısmının
Doğu ve Güneydoğu illerimizin köylerinde öğretmenlik yaparken aşırı ideolojik görüşleri telkin ettikleri, bölücü Kürtçülüğü
geliştirdikleri, Alevi yerleşim yerlerinde de sosyalizm tebliğlerini bazen komünizme kadar götürdükleri iddiaları bulunmaktadır.
“Barış Gönüllüleri” türü çalışmalar eleştiriler almış olmalarına rağmen birçok ülke benzeri organizasyonlar kurmuşlardır.
Avrupa Birliği 1995 yılında aldığı bir kararla Avrupa Gönüllüler Servisi adlı organizasyonu kurmuştur5.
“Erasmus” olarak bilinen üniversitelerin karşılıklı olarak
uluslararası öğrenci değişim programı da barış gönüllüleri örgütünden yararlanılarak kurulmuştur.
AB’nin yanı sıra Japonya, Kanada, İrlanda, Yeni Zelanda,
Avustralya ve İngiltere de bu tür gönüllü organizasyonlar kurmuşlardır.
Bu çerçevede yapılan Erasmus (karşılıklı öğrenci değişimi)
Programının amacı, “Avrupa’da yükseköğretimin kalitesini artırmak ve Avrupa boyutunu güçlendirmek” olarak görünüyor.
Kalkınan ülkeler “Avrupa’da yükseköğretimin kalitesini artırmak ve Avrupa boyutunu güçlendirmek” için neler yapıyor
olabilirler?
Unutmayalım ki, kalkınmasını tamamlamış ülkeler, kalkınmakta olan ülkeleri doğrudan veya dolaylı yollardan kullanmakta ve kendi istekleri doğrultusunda, kendi gelişmelerine (?)
destek olmaktadırlar.
İleride bunun da aleyhimize nasıl sonuçlar üreteceğini bugünden bildiğimiz söylenemez.
Bizde ise benzer çalışmalar Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine, öncelikle Türk Cumhuriyetlerinde ve çevre ülkelere
yayılarak artan Türk Okulları modeli ise “din veya kan kardeşliği” sebebiyle gönüllü Cemaat ve Tarikatlar tarafından kurulmuş sivil girişimler olarak gelişmiş görünmektedir.
L. Melikoff ’un “Kızılbaş Sorunu”6 adlı kitabı ile
Almanya’da başlayan ve P. Andrews, Ethnic Groups in the Repuplic of Turkey7, (Ed. Dr. Ludwig Reichert Verlag, Wiesbaden 1989) kitabı ile devam eden Alevilik çalışmaları, Sovyetler
Birliği’nin dağılması süreci ile ortaya çıkan çalışmalar, Alevilik
ve Aleviler konusundaki yozlaşmayı tetiklemiş görünmektedir.
Özellikle P. Andrews ve Dr. Ludwig Reichert Verlag birlikte Türkiye’nin etnik yapısı üzerine çalışmışlar ve bütün Türk
Komisyonun resmi adı, Comission of the Europeon Communities,
1995.
6 Kitabın orijinal ismi: “Le Probleme Kızılbaş”dır. İlk yayını 1975
yılında yapılmıştır.
7 Bu kitap Türkçeye tercüme edilmemiştir. Ancak köy ve aşiret isimleri
Türkçe olarak yazılmış olduğundan ülkemizde de kolaylıkla okunma
imkânı olan bir yayındır.
5
45
MAKALE
boylarına mensup olanları “Alevi - Sünni” olduklarına göre,
yerleşim yerlerini dakika, saniye hesabıyla enlem ve boylamlarını da vererek, siyasetçilerin zaman zaman kullandıkları
Türkiye’de “36 etnik gurup var” safsatasını ortaya koymuşlardır.
Tamamı Türk ve Müslüman olan insanımızı; Sünni Tatar,
Alevi Tatar, Sünni Türkmen, Alevi Türkmen, Sünni Yörük,
Alevi Yörük, Sünni Çepni, Alevi Çepni… gibi tamamen kötü
niyetle ve ayrımcı bir bakışla sözde bilimsel çalışmalarla ayırmışlardır.
Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte emperyal arzular merakı
uyanan Almanya, ailesi Alevi olan eski sosyalist – komünist kökenli Türkleri bir araya getirerek birtakım örgütler kurdurmuş
ve bu örgütlerle Almanya, Aleviyolojinin merkez üssü konumuna gelmiştir.
İşte bu çalışmalarla Aleviler Müslüman değilmiş gibi tavır,
telkin ve sahte bilimsel çalışmalar giderek artmıştır.
Bu çalışmalar sebebiyle uzaktan merkeze doğru olmak üzere, Alevilerin İslam’dan uzaklaşarak, öncelikle “kendine özgü
bir din” olarak Müslümanlık’tan ayrılması hedef olarak seçilmiş görünmektedir.
Bu konuda Avrupa ülkelerinde koordineli çalışmalar da
göze çarpmaktadır. Baltık ülkeleri dâhil pek çok üniversitede
“Alevilik Dersleri” ve akademik çalışmalar yapıldığı bilinmektedir.
Biz burada sadece bir örnekten bahsetmek istiyoruz.
Almanya’nın Baden-Württemberg eyaleti Tübingen Üniversitesinde arkeoloji çalışmaları yapan bir ekip, yıllardır Ege
bölgemize gelerek kazı çalışmaları yürütmektedirler. Çalışma
konuları da Anadolu topraklarında çok eskiden yaşamış “Luvi
halkı ve medeniyeti”ni araştırmak…
Ekibin başkanı olan Prof. bu kazı çalışmalarından bir Alevi
projesi oluşturuyor, makaleler yazıp, Almanya’da konferanslar
veriyor.
Bu zata göre “İlyada” destanında adı geçen “Paris” Luwi
dilinde bir kelime imiş, Homeros Luvi dili konuşuyor olabilirmiş…
Luvi kelimesinin başına bir (A) harfi eklenerek Aluvi sonra
da Almanca yazılışına göre Alawi oluvermiş…
Türk Kültür Tarihi’nin en önemli şahsiyetlerinden olan
Pir Sultan Türk değil, 610 yılında Tunceli Pülümür’de doğan
Bizans’lı Silvanus’muş…
Bu arkeoloğa göre:
1.cAleviler Anadolu’nun ilk yerli halkıdır, Türklerle ilgisi
yoktur.
2.cAlevilik Hititlere dayanmaktadır. Aleviliği en iyi yaşatanlar Lidyalılar ve Asurlulardır.
3. Bazı Aleviler Hititlerin ve Asurluların torunlarıyız, derlermiş…
4. Türkler Anadolu’ya gelince uygarlığın “içine etmişler”.
5.Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle birlikte Aleviliğin gelişimi engellenmiş8…
Alevi Örgütlerinin Tepkileri
Tübingen üniversitesi profesörünün konferansları sonrasında, Almanya’da bulunan Alevi Vakıf Dernek ve federasyonla8 Daha fazla bilgi için bakınız: İbrahim Okur, Boyasını Kazıyınca, (Küresel Güç Odaklarının Egemenlik Felsefesi) İstanbul, 2014, s. 601620.
46
rından, konudan haberdar olanların tamamı bu zata karşı, kendi
internet sitelerinde, son derece mantıklı, tutarlı ve doğru açıklamalarda bulunmuşlardır.
Bu tavır herkes tarafından alkışlanacak türden olup, gelecek
bakımından da umut vericidir.
İşin garip tarafı, ülkemizde “ateist” veya “Ali’siz Aleviliği
savunduğu”nu sandığımız insanların da bir Türk ve Müslüman
olarak bu tepkilere katılmış olmalarıdır.
Demek ki, zorla, baskıyla karşılaşan Türk kendi kültür ve
kimliği ile ortaya çıkmaktadır.
Bunun başkaca izahı da yoktur.
Alevilik Kendine Özgü Din mi?
Bu faaliyetler sebebiyle, “25 Ekim 2007 tarihinde Danimarka, arkasından Hollanda ve İsveç Aleviliği kendine özgü bir
inanç” yani “din olarak” tanıdı.
Avusturya da, 22 Mayıs 2013 tarihinde yayımlanan bir kararname ile Alevilik’i “kendine özgü bir din” olduğunu kabul
etti.
Aleviliği din olarak tanıyan ülkelerdeki federasyon veya
dernekler de din kurumu statüsü kazandı.
Aleviliği din olarak tanıyan ülke veya kantonların devlet
okullarında “Alevilik Din Dersi” adı ile bir ders okutulmaya
başlandı.
Alevilikle ilgili çalışmalarda merkez işlevi gören
Almanya’nın Berlin, Baden Württemberg, Kuzey Ren Vesfalya,
Bavyera, Hessen Eyaletleri ile İsviçre’nin Basel Kantonu “kendine özgü bir inanç” adı ile “din olarak” tanıyor.
Cemevi konusundaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
kararı yukarıdaki anlayışa iyice yaklaşmış görünüyor.
Almanya ve Fransa devlet olarak Aleviliği “Kendine özgü
Din” olarak tanımayı gerçekleştirdiğinde, herhalde Türkiye de
“Aleviliği bağımsız din” olarak tanımak durumuyla karşı karşıya kalacaktır.
Unutmayalım ki, bir dinden ayrılarak yeni din kuranlar eski
dinlerinin en büyük düşmanı olurlar. İran vatandaşlarından
önce mezhep adıyla Bahailiği kuranlar, Bahailiği din haline
getirdikten sonra birbirlerini “kâfir” olarak görmeye başladılar.
Bahailiğin merkezi Kanada’ya taşındı. İran’da kalanlar, Mecusilerden daha kötü duruma düştü veya düşürüldüler.
Ne Yapmak Lazım?
Alevilik meselesinin en temel meselesi Cemevleri’nin ibadethane olması veya elektrik su parası olamaz.
Devlet ve kurumları konunun uzmanlarıyla konuşarak daha
fazla zaman kaybetmeden Alevilik ve türdeşleri olan bütün tarikatlarla ilgili sorunları birlikte ele almalıdır.
Düne kadar tamamı köylü olan ve köylerde yaşayan Alevi
(Kızılbaş) halkın yaklaşık %75 i artık şehirlerde yaşamaktadır.
Bu sosyal gelişme ve sosyal yapı değişikliği göz ardı edilemez.
Alevi Çalıştayları gibi, gelecek seçimlerde oy kaygısı ile yapılmış gayri ciddi yaklaşımlar bir daha yaşanmamalıdır.
Alevi olmayan çoğunluk Diyanet İşleri Başkanlığında, doğru bilgilerle aydınlatılmalı; çoğunluk yanlış ve hurafe cinsi bilgilerinden kurtarılmalıdır.
Bu başarılmadan konuya sağlıklı çözüm bulma imkânı gözükmemektedir.
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
Yapılacak ilk iş, M. Nuri Yılmaz zamanında ilk defa yapılmış olan güvenlik ve istihbarat birimleri, o toplantı notları
incelenerek, sağlıklı bir değerlendirme ve hazırlıkla yeniden
Diyanet İşleri Başkanı Başkanlığında toplantılar yaparak, takip
edilecek yol ve metodu belirlemelidir.
Bu makalenin baş tarafında söylediğimiz yapısal değişiklikler yapılarak sevgide, kardeşlikte ve medeniyette buluşmamız
sağlanmalıdır.
Bu yazıyı Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli yolunun yol
ve erkânına mensup olanların baş tacı bildikleri Yunus Emre,
Pir Sultan, Şah İsmail ve Kaygusuz Abdal’dan birer damak tadı
şeklinde şiir örnekleriyle tamamlamak istiyoruz.
Gerçeğe Hüüü!..
“Şeriat, Tarikat yoldur varana
Hakikat, Marifet andan içerü”
Yunus Emre
“4 Kapı” olarak anılan “Yol”
Evvel kapı şeriat, geçse andan tarikat
Gönül evi marifet, aşk hakikat içinde
Şeriat şirin olur, işidene hoş gelir
Ne kim dilerse kılar ol şeriat içinde.
Tarikat can yoldaşı, cân ile olur işi;
Tarikata giren kişi dün gün ibret içinde,
Marifet gönül ile dün ü gün zârıyıla
Söylesem gelmez dile sırrı sıfat içinde.
Hakikat aşkdır ayan görsün ol şebih beyan,
Hakikat donun giyen ağır hil’at içinde.
Her kim şeriat bile hem okuya hem kıla,
Ol gerek kim er ola dün gün taat içinde.
Ger taat kılmazısa üstâda varmazısa,
Şer’iden olmazısa, adı lanet içinde.
Bu dört menzildir utan ledün makamın tutan
Ol dört menzile yeten tamam murad içinde.
Yunus Emre
“Muhammed dinidir bizim dinimiz,
Tarikat altında geçer yolumuz,
Hem Cibril-i Emin’dir rehberimiz
Biz müminiz, mürşidimiz Ali’dir.”
Pir Sultan Abdal
**************
Şeriat öğrendim bin bir ad için
Hakikat öğrendim, aynı zat için
Marifet öğrendim bu sıfat için
Tarikata hizmet ettim ezelden
Şah İsmail Hatai
*************
“Can olanı can bilir
İnsanı insan bilir
Her sırrı Sultan bilir
Lailahe illallah
Cümle âlem zât imiş
Derya-yı hikmet imiş
Hak ile vuslat imiş
Lailahe illallah
Tesbih ü zikreylegil
Allah’a şükreylegil
Bu sözü fikreylegil
Lailahe illallah”
Kaygusuz Abdal
47
BİLİM
Amerika’nın Keşfi Tartışmalarında Piri Reis’in Görüşü ve
Dünya Haritası Hakkında Hurafeler
Emre
TAŞ*
Olgun bir bilim insanı
olduğu anlaşılan Piri
Reis, “Cenevizlilerden bir kâfir” dediği
Kolomb’un adını zikredip kendisine atıfta
bulunarak, modern
bilim etiğinin bile günümüzde yerleştirmeyi henüz tam manasıyla başaramadığı
bir hassasiyete sahip
olduğunu gösteriyor.
M. Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi, Tarih Eğitimi
Anabilim Dalı, son sınıf öğrencisi.
*
48
Piri Reis’in 1513 tarihli dünya haritasını birçoğumuz bildiğimiz halde, onun
neler anlattığı hakkında pek az fikir sahibi olduğumuz saklanamaz bir gerçek artık. Ülkemizdeki tarih eğitiminin didaktik düzeyde kalmasının ve kanıt temelli
öğretim yöntemlerinin çoğu kez es geçilmesinin bu durumdaki etkisi hiç de küçümsenemez. Çünkü maalesef tarihî belge ve kanıt yorumlamada, orta düzeyde
eğitim görmüş sokaktaki vatandaş bir yana, kendisine “araştırmacı-yazar-tarihçi”
sıfatlarını yakıştıranlar ve çoğunlukla medya tarafından verilen bu unvanı övünerek yakasına ilikleyenler bile bu yetenekten ve tarihsel araştırmalarda elzem olan
metot bilgisinden yoksunlar. Piri Reis haritasının bu tabloda özel bir yeri var; her
gördüğümüz tarihî belgeye bir meteor taşı bilinmezliğiyle yaklaşmamızı, bir fırsat
bilicinin bu bilinmeyen cisim hakkında ürettiği efsaneleri piyasaya sürmesi izlemekte ve ne yazık ki Piri Reis’in muhteşem dünya haritası bu haksızlığa maruz
kalan nadide eserlerden birisi olmaktadır.
Çok uzak olmayan bir tarihte, Amerika’yı kimlerin keşfettiği konusu gerek
siyasi mahfillerce ve gerekse tarihçiler tarafından hararetle tartışılmıştı. Bu tartışmada ülkemizdeki gelmiş geçmiş en büyük denizcilik otoritelerinden birinin, Piri
Reis’in görüşünü soran ne yazık ki olmadı. Piri Reis haritasının hikâyesini anlatırken ciddi bir âlim titizliğiyle kaynaklarını aktarıyor ve bakın Amerika’yı kimin
keşfettiği meselesine nasıl yaklaşıyor:
[Harita görselinde “A” etiketiyle işaretlenen kısım, günümüz Türkçesiyle:]
“İşbu kenarlara Antilya (Amerika) kıyıları derler. 1491 yılında bulunmuştur. Ama şöyle rivayet ederler ki Cenevizlerden bir kâfir, adına Kolonbo derler imiş, bu yerleri o bulmuştur. Kolonbo’nun eline bir kitap geçmiş ki Mağrip
Denizi’nin (Atlantik Okyanusu) sonunda kıyılar ve adalar ve türlü türlü madenler ve de elmas dağı vardır diye bu kitapta yazar. Kolonbo kitabın tamamını
okuyup, Cenevizli devlet adamlarına bu okuduklarını anlatıp, “gelin bana iki
tane gemi verin, varayım o yerleri bulayım” der. Bunlar “Mağrip Deryasının
sonu olur mu? Havası kötüdür” derler. Kolonbo görür Cenevizlilerden çare yok,
gider İspanya Beyi›ne varır, hikayesini bir bir arz eder. Onlar da Cenevizli gibi
cevap verirler. Ancak Kolonbo bunlara bıktıracak kadar ısrar eder. Sonunda İspanya Beyi iki gemi verip, baştan aşağı silahla donatıp ‘Ey Kolonbo, eğer senin
dediğin gibi olursa, seni o bölgeye kapudan edeyim’ deyip, Kolonbo’yu Bahr-i
Mağrib’e gönderir.
“Merhum amcam Gazi Kemal’in İspanyalı bir kulu vardı. Bu köle üç defa
Kolonbo ile o diyarlara vardım deyip, hikayelerini şöyle anlatmıştı: ‘Önce Septe
Boğazına (Cebelitarık) vardık, oradan da batıya doğru dört bin mil gittikten sonra karşımızda bir ada gördük, ama gittikçe deniz sakinleşmiş ve Kuzey
Yıldızı görünmez olmuştu’. Karşılarında gördükleri adaya demir atarlar. Adanın halkı gelip, onları ok yağmuruna tutar. Dışarı çıkamazlar ki haber soralar.
Adalıların erkeği dişisi ok atar. Hepsi çıplakmış. Karaya çıkamayınca gemilerini adanın öbür tarafına geçirirler. Bir sandal görürler. Sandaldaki adalılar
gemileri görünce karaya kaçarlar. Kolonbo’nun adamları sandalı almaya varır,
görürler ki içinde adam eti var. Meğer bunlar adadan adaya gidip, adam avlayıp yerlermiş. Kolonbo bir ada daha görüp ona varırlar. Görürer ki, adada
büyük yılanlar var. Oraya çıkmayıp, başka adaya varırlar. Bu adanın halkı görürler ki gemilerden kendilerine bir zarar yok, varırlar, balık avlayıp filikalarıyla bunlara getirirler. Bunlar da hoş görüp onlara sırça boncuk verirler. Meğer
Kolonbo o bölgede sırça boncuğun muteber olduğunu bulduğu kitapta okumuş
imiş. Onlar boncuğu görüp daha fazla balık getirirler. Bunlar daima onlara sırça boncuk verirler. Bir gün bir kadının kolunda altın görürler, altını alıp bon-
Yeni Ufuklar, sayı 26
BİLİM
49
BİLİM
cuk verirler. Kolonbo’nun adamları derler ki, ‘varın altın
getirin, sizde daha fazla boncuk verelim’ derler. Onlar
varıp daha fazla altın getirirler. Meğer bunların dağlarında altın madeni var imiş (...) Ada halkından ikisini
alıp İspanya Beyi’ne getirirler. Amma Kolonbo bunların
dillerini bilmeyip işaretlerle anlaşır imiş. Bundan sonra
İspanya Beyi papaz ve arpa gönderip ekin biçmeyi öğretmiş. Şimdi o diyarlar tamam açılıp meşhur olmuştur.
Kıyıdaki yer isimlerini Kolnbo vermiştir. Kolomb büyük
bir yıldız bilimci imiş. Bu haritadaki kıyılar ve adalar Kolonbo’nun haritasından yazılmıştır” (Akçura,
1935/1999).
[Harita görselinde “B” başlığıyla işaretlenen kısım, günümüz Türkçesiyle:]
“Bu harita benzeri bir harita bu asırda kimsede yoktur. Bu fakirin çizimi itibarıyla bir temel oluştu. Yirmi
harita ve Büyük İskender zamanında çizilen haritaların sekizinden -ki dünyanın insan yerleşimli bölgelerini gösterir ve Araplar onlara Caferiye der- Arapların bir Hindistan haritasından ve Portekizlilerin
zamanımızda çizdikleri dört Asya haritasından ve
Kolonbo’nun batıda çizdiği haritadan faydalandım.
Bunları karşılaştırmalı olarak inceleyip çıkarımlarda bulunarak bu haritayı ortaya çıkardım” (Akçura,
1935/1999).
Görüldüğü üzere Piri Reis, Kristof Kolomb’un da bir haritasını içeren, 1513 tarihli dünya haritasının kaynakları arasında toplam 34 haritadan bahsetmektedir. Tabii bunların bir
kısmı, haritasının bugün elde olmayan parçalarının kaynaklarını da teşkil ediyor, ancak eldeki haritada Amerika’ya dair
bilgilerin ana çekirdeğini Kolomb’un bilgileri ve Piri Reis’in
duyumları oluşturuyor. Fakat Piri Reis bir ilim insanı dürtüsüyle “kaynağın kaynağı”nı da bahis konusu etmiş ve “bu
yerleri o bulmuştur” dedikten hemen sonra, “Kolonbo’nun
eline bir kitap geçmiş ki Mağrip Denizi’nin sonunda kıyılar ve adalar ve türlü türlü madenler ve de elmas dağı vardır diye bu kitapta yazar” diyerek devam etmiştir. Bu kayıt
Kolomb’a “Amerika’nın –yaptığı keşfin farkında olmayankâşifi”, “kıtanın varlığını dünyanın geri kalanına haber veren
cesur denizci” unvanlarını verebileceği gibi, aynı zamanda
“Kolomb Amerika’nın ilk kâşifi değildi” şerhini de düşüyor.
Kolomb’dan önce Amerika’ya kimlerin gittiği tartışmalarında Müslüman Araplar, Vikingler ve Çinliler de zikrediliyor
ancak konu hakkında yeterli bir belgeye henüz ulaşılabilmiş
değil. Bu durumda Amerika’nın keşfi hadisesinin, bilimlerin insanlığın ortak gayretleriyle yükselmesine bir örnek
teşkil ettiği söylenebilir: Kolomb’dan önce -her kimler iseAmerika’ya veya civarlarına gitmiş ve bilgi haznesini damla
damla doldurmuş, en nihayet Kolomb taşıran damlayı ekleyerek bayrağı Vespuçi’ye teslim etmiştir.
Olgun bir bilim insanı olduğu anlaşılan Piri Reis, “Cenevizlilerden bir kâfir” dediği Kolomb’un adını zikredip kendisine atıfta bulunarak, modern bilim etiğinin bile günümüzde
yerleştirmeyi henüz tam manasıyla başaramadığı bir hassasiyete sahip olduğunu gösteriyor. Gel gelelim bu haritanın
birçoğumuz için “yabancı bir madde” konumunda olmasını
fırsat bilen bazı “tarihçi-yazar”ların 462 yıl önce vefat eden
bir kartograf kadar bilimsel hassasiyete sahip olmadıkları ve
bunun aksine hayli popüler olmaları ülkemizdeki tarih-bilirlik açısından düşündürücüdür.
Konu hakkında kitabı da bulunan bir “tarihçi-yazar”,
50
Amerika’yı Kolomb’un keşfetmediğini -orayı Hindistan
sanmasını işaret ederek- ileri sürdükten sonra, Piri Reis’in
Kolomb’a asla atıf yapmadığını, -yukarıda yer alan- Piri
Reis’in Kolomb’dan bahsettiği ifadelerin 1987’de Amerika’daki bir sergiye yollandıktan sonra birileri tarafından haritaya eklendiğini, bir de “bilirkişi” raporu tutturarak iddia
etmiştir. Yine aynı iddiaya göre; şu an Topkapı Sarayı depolarında korunan Piri Reis Haritası, Amerika’daki meçhul kişilerin asıl metni tahrif ederek ürettikleri bir kopya olmalıdır,
yani haritanın aslı alınarak Türkiye’ye sahtesi iade edilmiştir.
Ancak “tarihçi-yazar”ın kurgusunu oluştururken atladığı
önemli bir nokta var: Tarihçi ve siyaset adamı Yusuf Akçura
(1876-1935), Topkapı Sarayı depolarında 1929’da bulunmasının ardından haritayı etraflıca okumuş, metinlerini yeni
harflere çevirerek hazırladığı “Piri Reis Haritası Hakkında
İzahnâme” adlı eseri de 1935’te yayımlanmıştır. Akçura’nın
eserindeki metin aktarımlarında Piri Reis’in Kolomb’dan
bahseden ifadeleri, haritanın bugün sarayda korunan haliyle
harfi harfine aynıdır. Yani, Yusuf Akçura’nın 1935’te okuduğu haritada ne yazıyorsa, 1987’de Amerika’da sergilenip geri
dönen haritanın üzerinde de o yazıyor ve “tarihçi-yazar”ın
kurgusu bu noktada temelinden çöküyor1.
Harita son olarak 2013’te “Piri Reis Dünya Haritası’nın
500.Yılı” etkinlikleri kapsamında Topkapı Sarayı’nda kısa
bir süreliğine de olsa sergilendi ve az-biraz Osmanlı Türkçesi okuyabilenler harita üzerinde Yusuf Akçura’nın 1935’te
okuduklarıyla aynı metni okudular. Fakat “tarihçi-yazar”a
göre, daha önce Topkapı Sarayı’na giderek haritayı görmek
istemesi üzerine verilen cevapta belgenin hassaslığından
bahsedilmiş, fiziki müdahaleden korunması amacıyla sergilenemediği belirtilmiş, o da bunu “bir skandalın başlangıcı”
diye yorumlayarak durumu depodaki haritanın sahteliğine
yormuştur. Şüphelerin kanıt olarak gösterildiği bir mecrada,
tarih metodolojisinin hiçbir imkânından faydalanmayan ve
bundan haberdar olduğu da şüphe götürür olan bir “tarihçiyazar”ın arşivcilik ve belge yönetimi konusunda da çok fazla
malumat sahibi olması beklenemezdi2.
Bu noktada üzücü olan, bu dayanaksız iddialara medyanın fazlasıyla revaç buldurarak meydan vermesidir. Ve daha
üzücü olanı ise “meteor taşı” muamelesi yaptığımız tarihsel kaynaklarımızdan yalnızca birisi olan Piri Reis Haritası
hakkındaki algılarımızın bu gibi hurafelerle şekillendiriliyor
olmasıdır. Ülkemizde tarihsel doğruluğu tarihsel yanlışlıktan ve hurafelerden ayırt edemeyen algılarımız kadar, bazı
beyanlarında resmî kurumlardan destek aldığını belirten
“tarihçi-yazar”ın, sonu tutarlı bir önermeye varamayan araştırmaları sürecinde harcadığı emekler ve maddî sarfiyatı da
ülke tarihçiliğimiz için üzüntü ve ümitsizlik sebebi oluyor.
1 Yusuf Akçura, Piri Reis Haritası Hakkında İzahnâme, TTK Yayınları,
Ankara 1999. Türk Tarih Kurumu’nun web sitesinden de tam metne ve
basım bilgilerine ulaşılabiliyor.
2 İddialar için bakınız: Hürriyet Gazetesi, “Piri Reis Haritası İçin Kritik
Soru”, 11 Kasım 2013 ve Posta Gazetesi, “Piri Reis’in Haritası Nerede?”, 6 Nisan 2013.
Kaynakça:
-Yusuf Akçura, Piri Reis Haritası Hakkında İzahnâme, TTK Yayınları,
Ankara 1999.
-İdris Bostan, “Piri Reis”, DİA, C.XXXIV, s.283-285.
-Emine Sonnur Özcan, “İlk ve Orta Çağlardan Piri Reis’e Haritacılık”,
Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 547, Haziran 2013.
-Zeynep Dramalı, Tarihi Tersten Okumak, Yeditepe Yayınları, İstanbul
2010, s.77-95.
-Hürriyet, “Piri Reis Haritası İçin Kritik Soru”, 11 Kasım 2013.
-Posta, “Piri Reis’in Haritası Nerede?”, 6 Nisan 2013.
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
51
MAKALE
EĞİTİM
Enerji Arz Güvenliği ve Tehdit
Altındaki Ağırlık Merkezlerimiz
Dursun YILDIZ*
Ediz EKİNCİ**
Türkiye’nin tümünde 31 Mart 2015 saat 10.36 itibariyle başlayan elektrik
kesintisi, ülkemizin elektrik sisteminin arz güvenliği konusunda hazırlık seviyesinin yeterli olmadığını ortaya koyması açısından çok önemli bir deneyim yaşattı.
Daha önceki toplu kesinti 2012 yılında 6 ilde gerçekleşmiş ve arz talep dengesizliği nedeniyle oluştuğu açıklanmıştı. Bu son dönemde yaşadığımız en yoğun
elektrik kesintisiydi.
31 Mart’ta saat 10.36 da tüm Türkiye çapında başlayan bu kesinti saatler
12.36 olduğunda TEİAŞ’ın resmî açıklamasında İstanbul ve Ankara’nın sadece
%15’ine elektrik verilebildiği şeklindeydi. Kentlerdeki yaşamı tüm sektörlerde
etkileyen bu kesinti Türkiye sanayisinin enerjisinin %35’ini elektrik enerjisinden
sağlaması nedeniyle bu sektörü de büyük oranda etkiledi.
Elektrik Üretiminde Değil İletimde Sıkıntı Oldu
Stratejik unsurları
içerisinde bilgi ve karar destek sistemleri, elektrik enerjisi
üretim ve dağıtım
sistemleri, ticari/bankacılık sistemleri yer
alır.
Su Politikaları Uzmanı, HPA Başkanı
HPA Bölgesel Güvenlik Bölümü Başkanı
*
**
52
Türkiye’nin elektrik üretiminin yaklaşık %26’sı hidroelektrik sistemlerden,
%44’ü doğalgaz santrallerinden, %25’i linyit santrallerinden,%3’ü rüzgâr, %2’si
de diğer santrallerde üretiliyor. Bu santrallerin enerji kaynağı temininde sorun
olmadığı biliniyor. Bu durum enerji kesintisi sorununun enerji kaynağı sebepli
üretim sorunu değil üretilen elektriğin iletilememesi sorunu olduğunu ortaya
koyuyor.
Bu yaklaşımımızı elektriğin saatler içinde kentlere yeniden verilmeye başlanması da doğruluyor. Ancak hemen yeni bir soru gündeme geliyor. Bu sorunun
nedeni ne?
Bu sorunun nakil hatlarından kaynaklandığı yorumlarını doğru kabul edebilmek şimdilik zor. Çünkü elektriğin iletim ve dağıtım sistemlerinde elektrik
iletimini toplu halde engelleyebilecek sorunun sadece iletim hatlarında oluşmayacağı biliniyor.
Sorunun oluşma şekli elektrik iletiminin“elektronik beyni”nin yani komuta-kontrol sisteminin bir sorun ve/veya saldırı ile karşı karşıya olduğunu ortaya
koyuyor. Bu beynin, iletim fonksiyonunu düzenleyememesi şeklinde bir sorunla
karşı karşıya geldiği açık.
Bu durum, Türkiye’nin enerji arz güvenliğinde sadece üretim güvenliğinin
yeterli olmadığı, bunun yanı sıra iletim ve dağıtım güvenliğinin de çok önemli
olduğunu ortaya koymuştur.
Elektrik iletimi ve dağıtımı için kullanılan stratejik önemi haiz komuta-
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
kontrol sisteminin siber/fiziki bir saldırı ya da müdahaleye
maruz kalmış olması kuvvetle muhtemel.
Yeni Yüzyılda Sorunların Çözümü
20’nci yüzyılın son çeyreğinden itibaren devletler veya
devlet dışı yapılar arasındaki sorunların çözüm şekli esaslı
olarak değişmiş ve değişmeye devam etmektedir. O halde,
tehdidin doğası ve değişen yapısının iyi anlaşılması gerekmektedir. Artık sorunların çözümü için silahlı/ateşli çatışma neredeyse son çare olarak başvurulan ya da diğer harp
vasıtalarını destekleyen bir yöntem olarak kullanılmaktadır.
Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü harekâtı Rusya Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı Birinci Yardımcısı
Orgeneral Gerasimov “Hibrid Harp” veya “Doğrusal Olmayan Harp” kavramıyla açıklamaktadır. Bu harp türünde
savaş ve barış arasındaki sınırların giderek bulanıklaştığı
ifade edilmektedir. Sadece sınırların değil aynı zamanda
harp alanının da tüm yerküreyi ve üzerinde yaşayan tüm
varlıkları kapsadığı ve bulanıklaştığı bu dönemde devletler
stratejik hedeflerinin ele geçirilmesinde sadece askerî vasıtaları değil millî gücün diğer unsurlarını da yoğun olarak
kullanmaktadırlar. Stratejik iletişim yöntemleriyle psikolojik harp/harekât ile düşman kabul edilen devlet ve onun
halkının düşünme ve muhakeme yeteneği topyekûn bulanıklaştırılmakta, karar verici makamlar üzerinde yoğun etki
sağlanmak istenmektedir. Yeni harp dönemi askerî olmayan
kaynaklarla bütünleşik askerî gücün kullanımı ile karakterize edilmektedir ve hayatın tüm alanlarını içine almaktadır.
Ağırlık Merkezleri Tehdit
Altında - Doğrusal Olmayan Harp
Çatışmaların seviyesini tanımlayan düşük, orta ve
yüksek yoğunluk seviyeleri içerisinden düşük yoğun-
luk tercih edilmektedir. Konvansiyonel ve nükleer savaşı da kapsayan orta ve yüksek yoğunluklu çatışmaların insani, siyasi ve ekonomik maliyetini karşılamak
pek çok devlet için mümkün olamamaktadır. Düşük
yoğunluklu çatışmada, siyasi, ekonomik ve psikolojik
baskıdan istihbarat operasyonları ve terörizme uzanan
bir yelpazede tüm araçlar kullanıma sokulmaktadır.
Devletler veya ulus ötesi yapılar isteklerini karşı tarafa
kabul ettirmek ve hedeflerine ulaşabilmek maksadıyla
en az maliyetli ancak karşı tarafa en fazla hasarı verecek yöntemlere başvurmaktadırlar. Bu kısıtlar içinde
hedeflerini ele geçirmek için karşı tarafın ağırlık merkezlerine saldırıda bulunmaktadırlar. Ağırlık merkezi,
bir ülkenin veya bir teşkilin kapasitesini, yeteneklerini,
hayatta kalma becerisini aldığı özellikleridir. Etkisiz
hale getirilmesi durumunda karşı tarafın dengesini
bozacak, zayıflatacak, hayatta kalma olasılığını azaltacak fiziki ve manevi tüm kaynak, kapasite ve yetenekleri kapsar. Nedir bu ağırlık merkezleri? Ağırlık
merkezleri; bir ulusun ordusu olabileceği gibi stratejik, ekonomik, politik varlıkları veya değer atfettiği
psikolojik etkisi büyük unsurları da olabilir.
Stratejik unsurları içerisinde bilgi ve karar destek
sistemleri, elektrik enerjisi üretim ve dağıtım sistemleri, ticari/bankacılık sistemleri yer alır. Ağırlık merkezine saldırı düşman olarak tanımlanan tarafın süratli ve geniş kapsamlı olarak şekillendirilmesine veya
felç edilmesine olanak sağlar. Ulusal ve devlet olarak
yaşamsal tehdit anlamına gelen ağırlık merkezlerimize saldırıların, müdahalelerin ya da benzer sonuçlar
doğuracak arızaların önüne geçmek için bu merkezlerimizin korunması, gerektiğinde savunulması ve eski
fonksiyonuna hızla geri dönebilmesine olanak sağlayan önlem ve yeteneklere sahip olunması giderek daha
da önem kazanmaktadır.
53
MAKALE
ÇEVRE
Kuraklık
ve Yakın
Gelecekte
Yaşayacağımız
Zorluklar
İbrahim
ORTAŞ*
Yanlış yolda ilerliyorsan hızının
hiçbir önemi yoktur. Ghandi
Türkiye bugüne kadar hiç karşılaşmadığımız şekilde kurak bir dönem geçirmektedir. Yağışın beklenen
normal seyrinde ilerlememesi sonucu
son baharda ekilen buğday tohumları
ya çimlenmedi, ya da çimlenenler de
toprak neminin yetersiz olması nedeniyle kurudu. Ocak ayının ortası,
halen Konya ovası ve Güneydoğuda
geniş miktarda çimlenmemiş buğday
ekili alanların olması, var olanların
da yetersiz büyümesi nedeniyle bu
yıl buğday veriminde ciddi düşüşler
yaşanacaktır. Ayrıca diğer bitkilerde
de gerek yetersiz toprak nemi ve gerekse sulama suyunun yetersiz olacağı
öngörüsü ile ciddi bir verim düşüşüne
neden olacaktır. Yağışların beklenenin
altında % 40 düzeylerinde gerçekleşmesi baraj ve göletlerin kapasitelerinin
altında dolması önümüzdeki birkaç yıl
ciddi su sorunu yaşayacağımızı şimdiden gösteriyor. Yalnız bitkilerde değil,
hayvancılık, balıkçılık hepsi temiz su
tüketimine dayalı geliştiği için verim
ve kalite düşüşleri yaşanacaktır. Bu da
Prof. Dr., Çukurova Ünv. Ziraat Fakültesi,
Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümü
*
54
gıdaların fiyatlarının ciddi biçimde artacağını gösteriyor.
Pekâlâ, neden yağışlar azaldı?
Yağışların düzensiz olmasının nedeni nedir?
Kuraklığın pratik karşılığı ve anlamı nedir?
Verim düşüşüne neden olacak doğal olaylara karşı ne tür önlemler alınabilir?
İklim değişimleri ile yağış düzensizliği arasında bir ilişki var mı?
İklim bilimcisi değilim ancak toprak bilimcisi olarak iklim değişimlerinin önemli nedenlerinden biri toprak
yönetimine bağlı geliştiği için sürdürülebilir tarım ve karbon yönetimi
ekseninde soruna bütünsel bakabiliriz.
‘İklim Değişikliği
Önlenmezse
Felaketler Gelir’
Son yıllarda çoğumuzun ilgisini
çeken sıra dışı şiddetli yağış, fırtına ve
diğer atmosferik etkilerin sayısının artığı görülüyor. Kasım 2013 yılı içinde
Suudi Arabistan’da aşırı yağışla kent
içindeki tünel ve alt geçitlerin su basması nedeniyle trafik durdu. Çok sayıda ölü olduğu belirtildi. Birçok evin alt
katlarını su bastı. İtalya’nın Sardunya
Adası’nı vuran “Kleopatra” kasırgasından dolayı en az 16 kişi yaşamını yitirirken bölgede nehir yataklarındaki
yapılaşma ayrıca çok sayıda ev, işyeri
ve arabanın da zarar görmesine neden
oldu. 1 Kasım 2013’te Haiyan tayfununun saate 310 km hızla Filipinler’i
vurması ile 20 binden fazla kişinin
ölmesi ve kaybolması, bir milyondan
fazla insanın evsiz kalması gerçeği bir
kez daha iklim değişimlerinin insan
ve doğa üzerinde ciddi etki yaratığını
hissettirdi.
Dünyada sıcaklığın arttığı, denizler üzerindeki sıcaklığın daha fazla
olduğu, atmosferde daha fazla su buharının bulunduğu, bunun sonucu ani
yağışların ve sellerin artığı istatistiksel
tespit ediliyor. Uzmanlar okyanuslar
ve denizler üzerinde yaşanan sıcaklık
farkının fırtınalara neden olduğu ve
gittikçe de sık sık fırtınaların yaşanacağını belirtiyorlar.
En azından Afrika kaynaklı yüksek basınç etkili iklim değişimleri
Türkiye’de sellere, hortuma neden
oluyor, buna bağlı erozyon ve çölleş-
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
de konuştu.
İklim değişikliğinin olumsuz özelliklerini azaltma hakkında da bilgi
veren Pachuari, “Yenilenebilir enerji
bizi kurtarabilir. Yenilenebilir enerji ile
çalışan araba üretmek içi yatırım yapmamız lazım. Alt yapımızı geliştirmemiz lazım. Bunun için de politikalar
üretmeliyiz.
Neden Bu Kadar
Çok İthalat
Yapıyoruz?
Fotoğraflar: Abdulkadir Karataş
me riski artıyor. Kuraklığa, erozyona
ve çölleşme tehlikesine açık bir ülke
olarak Türkiye’nin bu konudaki mekanizmaları temel bilimler ekseninde
çalışması gerekiyor. Bu konuda daha
çok bilimsel araştırmanın yapılması
kaçınılmaz.
İklim
Değişimlerinden
En Çok Etkilenen
Ülkemizde Konuya
Önem Verilmiyor
Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. yıl
etkinlikleri kapsamında Hükümetler
Arası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change, IPCC) Başkanı ve Teri
Üniversitesi Rektörü 2007 yılında
Nobel Barış ödülünün sahibi olan
Dr. Rajendra Kumar Pachuari, İklim
Değişikliği, Enerji-Çevre adlı panele
katılarak açıklamalarda bulundu. Dr.
Pachuari, iklim değişiklikleri hakkında açıklamalarda bulundu. Dr. Pachuari, iklim değişikliği önlenemezse,
birçok felaketin gelecekte dünyayı
olumsuz etkileyeceğini ifade etti. Dr.
Pachauri, konuşmasının ana temasını
Ghandi’nin “Yanlış yolda ilerliyorsan hızının hiçbir önemi yoktur” sözü
oluşturuyor. Bu söz, “Doğru yolda ilerliyorsan, hızın önemlidir” diyebiliriz.
Günümüzün en önemli sorunu iklim
değişikliği ve doğanın insan eliyle sonunun hazırlanması. Dr. Pachuari, iklim değişiklilerinin olumsuz etkilerinde insan faktörlerinin fazla olduğunu
söyledi. Pachuari, “İklim değişikliğiyle
karbondioksit artacak ve bu fotosentez için çok önemlidir. Tarım üzerine
olumsuz etkisi olacaktır. Afrika’nın bir
takım ülkelerinde tarımsal verimlilikte
yüzde 20 oranında bir düşüş yaşanacak. Tarımsal etkinlik azalırsa insanlar
gerekli gıdayı bulamayacaklar. Diğer
bir etkisi de gıda güvenliğidir. Gıda
güvenliği tehdit altına girebilir. Dünya
nüfusu bugün 7 milyar en kötü projeksiyonla 2050 yılında 9.5-10 milyar
olacağı ve bu durumda bugün ki gıda
üretiminin %70 daha fazla üretilmesi
gerekecektir. Milyonlarca insan sel felaketleriyle karşı karşıya kalacaktır. Bir
takım sektörler iklim değişikliğinden
etkilenecek. Nem ve fırtınalar özellikle
turizm sektörünü etkileyecektir. İklim
değişiklilerinin olumsuz etkilerinde
insan faktörlerinin etkisi fazla.” şeklin-
Türkcell’in
davetlisi
olarak
Türkiye’ye gelen Eski ABD Başkan
yardımcısı Al Gore toplantıda yaptığı konuşmasında global ekonomi
ile ilgili değerlendirmelerde bulundu.
Gore’e göre “Türkiye ekonomisi çok
iyi durumda ama cari açık sizin için
ciddi bir tehlike. Neden bu kadar çok
ithalat yapıyorsunuz, anlamıyorum”
diyor. Türkiye’nin enerjiye çok para
harcadığını ve bunun cari açık olarak
geri döndüğünü belirten Gore, “Güneş enerjisini değerlendirmek açısından eşsiz nimetlere sahipsiniz. Rüzgâr
enerjisi potansiyeliniz bazı bölgelerde
çok yüksek” diyor. Günümüzde deniz
suyunun ısınıyor olması, kuzey yarım
kürede buzulların erimesi, okyanusların su seviyesinin yükselmesi, sıcaklık
derecelerinin yükselmesi artık an be
an ölçülmektedir. 27 Eylül 2013 tarihli basına yansıyan bilgiler Birleşmiş
Milletler Hükümetler Arası İklim
Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2013
raporuna göre küresel ısınmanın temel nedeninin, “insan” faktörü olduğu
belirtilmiş, küresel ısınmanın «tartışmasız” varlığına dikkat çekilmiştir.
İsveç’in başkenti Stockholm’de bir
hafta süren ve bilim insanları yanında
195 ülkeden hükümet temsilcilerinin
de katıldığı konferansta 1950’den bu
yana küresel ısınmanın temel nedeni
olarak “% 95 kesinlikle” insan faaliyetlerinin etkisinin özellikle altı çiziliyor.
2013 IPCC raporunda, sera gazı
salınımının devam etmesinin daha
fazla küresel ısınmaya ve iklim sisteminde çok yönlü değişime yol açacağına dikkat çekiliyor. ICPP 2013 özet
raporunda deniz seviyesinde görülecek
yükselmenin son 40 yılda kaydedilenden daha fazla olacağına dikkat çekiyor.
Sera gazı emisyonları artışı son yıl-
55
MAKALE
ÇEVRE
larda gelişmiş aletler ile an be an ölçülüyor ve görülüyor ki atmosferdeki
karbondioksit miktarı artıyor. Bu değişimin insan ve doğa üzerinde ciddi
bir etkisi var. IPCC raporu, 1950’lerden bu yana iklimde gözlenen değişikliklerin birçoğunun “görülmemiş
seviyede” olduğu, son 30 yılda dünya
yüzeyindeki sıcaklığın giderek arttığı
ve 1850’den bu yana -hatta muhtemelen son 1400 yılda- kaydedilenden
daha yüksek olduğu belirtiliyor. Scientific Amerikan dergisinden edinilen
bilgiye göre son 200 yıldan bu yana
atmosfer sıcaklığı 0.8 ̊C artmıştır.
Artan iklim değişimleri ani ve ağır
yağışların yaşanmasına, sellerin aniden
oluşması da sosyal ve ekonomik sorunlara yol açmaktadır. Bu durumda küresel anlamda gıda güvenliği ve sürdürülebilirliği tehlikeye girecektir. Ekim
2013 başında Hollanda’da yapılan gıda
güvenliği toplantısında bilim insanları
nüfus artışı ve iklim değişikliğinin yarattığı baskı sonucu gıda güvenliğinde
belirsizliğin artığını ve gelecek ile ilgili
daha çok kaygılı olduklarını belirtmişlerdir.
Tarımsal etkinliklerin doğru yönetilmesi son yıllarda bir kez daha
öne çıkmıştır. Tarımın önemi daha da
önemli olmaya başladı. Hatta tarımsal
üretim sisteminin yeniden şekillenmesinin tartışmaya açılması gerekir. Tarımın iklim değişimlerinden etkilenmesiyle tarımsal üretimin azalması, hem
geçim hem hayatın devamlılığı açısından sakıncalı ve ciddi sosyo-ekonomik
etkiler yaratacaktır. İklim değişimi yer
yer karasal iklim, kuraklık ve erozyonu tetikleyecektir. Sık sık belirtildiği
üzere doğada kar örtüsünün azaldığı
ve bununla su eksikliği yaşanacağı düşünülüyor. Önümüzdeki yıllarda bugün oluşturduğumuz ortamın olumsuz
meyvelerini topluyor olacağız. Sera
gazının kullanılmasının da azalması lazım. İklim değişimlerine neden
olan etkenlerin azaltılması için geniş
çaplı bir farkındalık yaratılmalıdır. Dr.
Pachuari, özellikle kuzey ülkelerinde
fırtınaların artacağını ve su kaynaklarımızın azalacağına işaret ediyor Su
kaynaklarının azalması insan sağlığını derinden etkileyecektir. Dünyada 1 milyardan fazla insanın açlık ve
yetersiz beslenme sorunu yaşaması, 2
milyar insanın sağlıklı olmayan su tüketmesi nedeniyle gıda ve su güvenliği
sorununu yeniden gündemde tutacak
ve daha fazla sorunlar yaşanacaktır.
56
Deniz seviyesinin artmasıyla deniz kıyılarında (nüfusun %70 kadarı
kıyılarda yaşıyor) yaşayan milyonlarca
insan sel felaketiyle karşı karşıya kalacağı ve yeni göçlerin başlayacağı mesajını da oluşturuyor. Güney Avrupa
gerçekten de tarımsal ürünlerde çok
büyük sorunlarla karşılaşacak. Bugün
yaşadığımız kuraklık ve önümüzdeki
dönemde yaşayacağımız gıda güvenliği sorunu bugün de sinyal vermeye
başladı. Patates, pirinç, mercimek ve
sebzelerin şimdiden fiyatları katlanmış
gözüküyor.
Hepimiz Bu
Durumdan
Sorumluyuz
İklim değişimleri ile ölüm oranları
da artacak. Çünkü insanlar felaketlerle karşılaşacak. Dünyada iklim değişimleri son 150 yılda etkinliğini iyice
hissettirmeye başladı. Kuraklık, sel,
yangınlar, hepsi iklim değişimlerinin
doğrudan ve dolaylı etkileri olabilir.
Ancak iklim değişimlerinin etkileri artık durdurulamayacak boyutlara ulaştı.
Bazı önlemler ile bu etki azaltılabilir.
Etkinin devam etmesi durumunda ileride geniş insan kitlelerinin hareketliliği yaşanabilir.
Yaşanan bütün gelişmeler ve doğanın bozunumu hepimizi sorumluluğa davet etmektedir. Yaşananlardan
ICPP 2013 raporunda belirttiği gibi,
% 95 oranından insan sorumludur.
Dünyayı daha fazla kirletme hakkımız
olmadığını düşünüyorum. Bilim dünyasının sık sık tekrarladığı gibi üretim
ilişkilerini, tarımsal yönetimi ve üretim yanında yaşam alışkanlığımız ve
tavırlarımızı tekrar gözden geçirmeniz
gerekiyor. Dr. Pachauri iklim değişimlerindeki kırılma noktasına yavaş
yavaş gelindiğini belirterek «İklim değişikliği geleceğin değil şimdinin sorunu» olduğunu belirtiyor ve diyor ki,
«Bunun tek sorumlusu da insan.» Yani
hepimiz sorumluyuz bu durumdan diyor. Dr. Pachauri’ye göre atmosferdeki
karbondioksit emisyonu 1970-2004
yılları arasında yüzde 80 seviyelerinde
arttı. Yapılması gereken fosil yakıtların
kullanımının sınırlandırılması, yeşil
alanlarının genişletilmesi, Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasıdır. Ne yazık ki Tüketici ve İklim Ko-
ruma Derneği başkan yarımcısı Önder
Algedik’in basına yansıyan demecinde
bilimsel olarak kişi başına atmosfer
salınması gereken sera gazının 19902011 yılları arasında 2 tondan 5.65
tona çıktığı, bunun da kömür, doğalgaz ve petrole dayalı enerji politikasından kaynaklandığı belirtiliyor.
Norveçli bilim insanı Jorgen Randers küresel anlamda sürdürülebilirlik
konularını uzun zamandır Dünya çapında yazarak anlatıyor. En son yazdığı “Gelecek 40 yıl için küresel bir
öngörü” adlı kitabında geleceğe yönelik olarak küresel anlamda ekonomi ve
zenginliği değil, insanının mutluluğunu gündeme alan bir sürdürülebilir yaşamı önermektedir. Sanırım artık para
pula dayalı kalkınma rakamlarından
çok insan ve doğa eksenli bir yaşamı
öngörmemiz daha geçekçi olacaktır.
İnsanlığın ve dünyanın sürdürülebilir
sağlığı için doğal kaynakları korumak
ve doğru yönetmek, geleceği kaybetmemek için çevre ve iklim değişimlerine daha fazla bütçe ayırmak zorundayız. Hatta askerî harcamalardan
önce hepimizin geleceğini düşünmek
zorundayız. Yoksa her şeyimizi kaybedebiliriz.
Sonuç olarak ülkemizde her şey
çok ciddi bir süreçten geçiyor. Kuraklık, su sorunu bir bütün olarak canlıları zorluyor. Bu değişim, önümüzdeki
dönemlerin beklenenden daha zor geçeceğini gösteriyor. Gelişmiş ülkelerde
bu konular bilimin en sıcak tartışma ve
araştırma konuları. Çok yoğun olarak
çiftçilerden konuya ilişkin açıklama
beklenmektedir. Açıkçası söylenecek
tek konu devletin, tarım bakanlığının
şimdiden ciddi bir planlamaya gitmesidir. Ancak öyle gözüküyor ki şimdilik ülkemizde siyasetin ısısı doğanın
ısınmasından daha etkili görülüyor.
Yeni Ufuklar, sayı 24
26
DENEME
Üç «Adam»...
İ
Ahmet Isparta*
simlerini bilmiyorduk, yine de bilmiyoruz... Olsun,
medya bilmemiz gereken (!) yüzlerce ismi bildiriyor ya
zaten, onlarınkini bilmeye lüzum yok.
Nasıl hatırlıyoruz onları?
Oğlunu maden “kaza”sında (?) kaybeden, “Bir ihtiyacın var mı?” diye soranlara hicâbından bir şey diyemeyip
susan, lastik ayakkabısı delik amca diye hatırlıyoruz...
Yedi kat yerin dibinden çıktığı halde “Çizmelerimi
çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin..” diyen genç diye hatırlıyoruz.
Tecavüze yeltenilen kuzusu bu saldırıya direndiği için
parçalanıp yakılan kızının ardından “İdamla ilgilenmiyorum. Bizi ancak sevgi kurtaracak.” diyebilen baba diye
hatırlıyoruz.
Varmak istediğim, konuyu bağlayacağım yer başka...
Şimdi her kanalın maaşlı onlarca din hocası; holdingi,
önünde cevşenler okuttuğu bankası, yatı, katına ilave
olarak bir de “tek ceketi” olan bir o kadar şeyh, hoca, ilahiyat profesörü taifesi var ya...
Onların sözlerinin bu üç “adam”ın ruh kıvamına hiç
değilse yaklaştıracak herhangi bir tesiri olmuş mudur?
Olabilmekte midir acaba?
Benim, artık, “görünen” ve “görünmeye direnmeyen”
hocalara karşı bir itimadım bulunmamaktadır.
“Eğitimsiz, câhil, cühelâ, sıradan” (!), isimleri ve başlarına trajik bir kaza-belâ gelmedikçe cisimleri de bilinmeyen halkımız, edep, ahlâk, insanlık ve adamlık öğrenmek
için yeterli nasihati, üstelik fazladan hiçbir şey söylemeden, yalnız oldukları gibi olarak, vermektedirler.
(Başkasına değil) Bu halka(ya) “mensup” olduğum için
mesudum...
Ambulansa kaldırılırken
çizmeleriyle sedyeyi
kirletmek istemeyen
maden işçisi.
(Üstte) Tarsus’da
öldürülen
üniversite
öğrencisi Özgecan
Aslan’ın babası.
(Sağda) Soma’da
maden kazasında
oğlu ölen baba.
(Altta)
57
ETKİNLİK
MAKALE
Yazı ve fotoğraflar:
Ahmet TÜZÜN
Tataristan Ulusal
haber ajansı
TATMEDIA, Tataristan
Gazeteciler Birliği ile
Dünya Gazeteciler
Federasyonu’nun
ortaklaşa düzenlediği,
Türk Cumhuriyetleri ve
Türk Akraba Toplulukları
ile Avrupa’dan gelen
toplam 20 ülkeden 100
gazetecinin katılımıyla
düzenlenen 2.Türk
Dünyası Gazeteciler Şûrası
yapıldı
58
Süyüm Bike’nin
gözyaşları...
Yıllardır hasretini çektiğim Kazan’a nihayet gidebildim.
Kadim yurdumuz Tataristan’ın her köşesi bizde derin izler bıraktı.
Bolgar’ı gördüğümde tarihten gelen bağlarımı hissettim. Atalarımın çok uzaklardan
seslerini duyumsadım.
Muhteşem Altınordu, görkemli Bolgar; siz benim can evime su akıttınız asırlarca.
Atalarımın asil kanı kılcallarımda daha hızlı dolaştı orada. Geçmişimle bir kere daha iftihar ettim. Muhteşem Bolgar tabiatı; atalarımın ne kadar zeki, estetik sahibi ve strateji
dehası olduğunu anlattı bana. Belki inanmayacaksınız ama, duydum onları…
Hey dostlar, işitin: Ahir ömrünüzde bir kere de olsa gidin ve mutlaka görün Bolgar’ı.
Pişman olmayacaksınız.
Sonra Süyümbike… Tatar tarihinin bahtsız kadını. Savaşçı ruhun kraliçesi, sükutlu isyanın asil ecesi… Saygıdeğer Süyümbike… Çektiğin acıların bir âbidesi gibi duran anıtın
önünde saygıyla eğildim. Eminim ki Tatar kadınları sarsılmaz iradelerini, güçlü dirençlerini, büyük tarihi kimliklerini senin ruh ateşinden almıştır. Senin gözyaşların Kazansu’yu,
İdil’i, Kama’yı besledi asırlarca… Gözyaşlarınızı silmeye geldim efendim… Suları tersine
akıtmaya bir kere daha azmettim…
Kul Şerif Camii: Gökyüzüne yükselen mağrur minareleri; başımızın asla eğilmeyeceğinin şehadet ifadeleri… İçinde Kur’anlar okunur her dem… Gün doğar gün batar onlar
susmaz.. Korkunç İvanlar mezarında rahat durmaz. Biz Ezanlarımızı, Kur’anlarımızı kıyamete kadar okuyacağız. Böyle biline…
Kazan’da kadim dostları görmek güzeldi. Başkurt, Çuvaş, Özbek, Kırgız, Türkmen,
Kazak ve Balkan diyarlarının erdemli dostları ile yeniden birarada olmak keyifliydi. Bu
uğurda harcadıklarımız, helâl-i hoş olsun.
Yeni Ufuklar, sayı 26
ETKİNLİK
MAKALE
Bazı yerlere davetle gideriz. Bazı yerlere davetsiz gideriz.
Pembe İncili Kaftan’ı bilirsiniz siz.. Aynen öyle dostlar.. Kul
Ahmet’in iradesi çözer her düğümü, er ya da geç.. Allah’ın izni
ve dostların dualarıyla… Orada bulunmamız gerekiyordu ve biz
de bulunduk.
Gündem ise şöyleydi:
Gazeteciler Şûrası
Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da, Tataristan
Ulusal haber ajansı TATMEDIA, Tataristan Gazeteciler Birliği ile Dünya Gazeteciler Federasyonu’nun ortaklaşa düzenlediği, Türk Cumhuriyetleri ve Türk Akraba Toplulukları ile
Avrupa’dan gelen toplam 20 ülkeden 100 gazetecinin katılımıyla düzenlenen 2.Türk Dünyası Gazeteciler Şûrası yapıldı
ve oy oy birliği ile kabul edilen ortak deklarasyon ile sona erdi.
Şuraya, AA’nın yanı sıra, TİKA, Yurtdışı Türkler ve Akraba
Topluluklar Başkanlığı, Uluslararası Türk Kültür ve Sanatları
Ortak Yönetimi (TÜRKSOY), Başbakanlık Basın Yayın ve
Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM) ve TRT AVAZ
gibi devlet kurumları destek verdi.
Tecrübe Paylaşımı
Şuranın açılışında konuşan Tataristan Parlamento Başkan
Yardımcısı Rinma Ratnikova, “Milli meclis adına sizi selamlıyorum. Türk dünyasının birleşmesine büyük katkı sağlayan
İsmail Bey Gaspıralı’yı unutmamak gerekir. Bu fikirler bugün
hepimizin hemfikir olduğumuz düşüncelerdir. Yusuf Akçura da
aynı şekilde Türk dünyasına önemli katkılar sunan bir isimdir.
Bu sene Türk-Tatar gazeteciliğinin 110. yılını kutluyoruz. Bizim için bu tarih çok önemli, çünkü Tatar basın-yayın tarihinin
oluşumu açısından büyük önem arz ediyor. Sovyetler Birliği
yıkıldıktan sonra herkes kendi devletini kurma imkanı buldu.
Bugün şartlar çok farklı. Basın yayın alanında tabiî ki sorunlar var. Özellikle Tatar dilinin kullanımına büyük ehemmiyet
veriliyor. Cumhuriyetimizde dil, din koruması adına değişik
kanunlar bulunmakta olup, bu konulara büyük önem verilmektedir. Bunun gibi faaliyetler iki cumhuriyet arasındaki dostluğu
güçlendirecektir” dedi.
Tataristan’ın önemi artıyor
Türkiye Cumhuriyeti Kazan Başkonsolosu Turhan Dilmaç da,
“Bin yılı aşkın tarihi bulunan güzel Tataristan’a, Kazan’a hoş
geldiniz. Ev sahipliği yaptığı organizasyonlar ile Tataristan.
Hem Rusya’da hem de dünyada daha da tanınan bir ülke haline geldi. Tataristan, Türk dünyası içerisinde de özel bir ko-
numa geliyor, zira bunun için tarihi, kültürü ve birikimleri var.
Dilleri bir olan Türk gazetecilerin işlerinde ve fikirlerinde de
bir olması için burada güzel adımların atılacağına inanıyorum”
şeklinde konuştu.
Türk Dünyası Gazetecileri şuranın 2. Gününde Rusya
Federasyonu ve Tataristan Cumhuriyeti’nin 210 yıllık en eski
üniversitelerinden olan Tataristan Federal Üniversitesini ziyaret
eden heyet, Rektör Volga Region’un Üniversiteyle ilgili sunumunu dinledi.
Ortak Dil Türkçe
Türk Dünyası gençlerini ve akraba topluluklarını kaynaştıracak bilgi ve belgelerin paylaşılması için sosyal medya projesinin desteklenmesi önerilen deklarasyonda, Türk Devlet ve
Toplulukları arasında ortak iletişim dili olarak “Türkiye Türkçesi” kullanılması kararlaştırıldı. Kazan deklarasyonunda ayrıca, Türk dünyasının tarih ve kültür merkezlerinden biri olan
Kazan’ın güzelliğinden ilham alarak, Türk Dünyası medya
mensuplarının bulundukları ülkelerde; evrensel insan haklarının savunulması, bölge ve dünya barışına katkı sunulması, sorunlu bölgelerde huzur ve istikrarın sağlanması, terörün önlenmesi; medyada nefret ve düşmanlık söylemlerine son verilerek,
İdil’in suyu gibi berrak, temiz ve saf duygularla halklar arasında
sevgi ve barış dilinin teşvik edilmesi arzusuyla “Kazan Deklarasyonu” imzalanarak tüm dünya kamuoyuna duyurulmasına oy
birliği ile karar verildi.
Türk Dünyası haber portalı
Kazan deklarasyonda yer alan, “Türk Dünyası Haber
Portalı”nın kurulması bağlamında: Türk Dünyasını ilgilendiren çeşitli konularda projelerin hazırlandığı, görüntülü, sesli ve
yazılı araştırmalardan oluşan dokümantasyon merkezinde toplanan ve üretilen bilgilerin, programların, belgesellerin, haber,
dizi yazı ve araştırmaların Türk Devletleri ve Özerk Cumhuriyetleri’ndeki ilgili kişi ve kurumlara, yazılı, sesli ve görüntülü
basın kurumlarına servis edilmesi hedefleniyor.
Kazan deklarasyonu
Tataristan’ın Türk Dünyasında Jeopolitik Yapısı, Türk
Dünyasında İletişim Gelişmeleri ve Türk Dünyası Gazeteciler Çalıştayı gibi konuların tartışıldığı şuranın sonunda, “Türk
Dünyası Gazeteciler Kazan Deklarasyonu” açıklandı. Toplam
13 maddeden oluşan deklarasyona göre, kültürel değerleri
yayma, edebi dili koruma ve milli aydınları bilgilendirme ile
görevli olan milli yayın organlarının devletler tarafından des-
59
MAKALE
teklenmesi için çalışılacak. Ayrıca, AA
tarafından hazırlanan “Türk Dünyası
Haber Paketi”nin geliştirilmesine ve haber üretimi ve dağıtımı gibi konularda
Türk Dünyası Gazeteciler Federasyonunun aktif rol alması için girişimlerde
bulunulacak. Deklarasyonda ayrıca TRT
AVAZ öncelikli olmak üzere TRT1,
TRT Çocuk ve TRT Müzik kanallarının Tataristan’da kablo yayın ağına dahil
edilmesi için TATMEDIA ve TNV Televizyonu ile görüşmesine karar verildi.
AYRINTILAR ŞÖYLE:
Kültürel değerleri yayma, edebi dili
koruma ve milli aydınları bilgilendirme
ile görevli olan milli yayın organlarının
devletler tarafından desteklenmesi ve
desteklerin sürdürülmesi; Milli konularda yayın yapan basın yayın organları ile
gazetecilerin etik değerlere saygı göstermesi; Sadece bayram ve benzeri festival
ve etkinliklerde değil genel olarak tüm
milli sorunların yansıtılması için gazetecilere, basın kurumlarına teklifte bulunulması.
19-22 Mart 2014 yılı “Eskişehir
Deklarasyonu’nda kabul edilen; Türk
dünyası ile ilgili ekonomik, kültürel, sosyal, siyasi tüm resmi ve özel etkinlikleri,
faaliyetleri sürekli izleyecek, karşılıklı bilgi paylaşımında bulunacak ve toplanan
haberler içinden seçilecek önemli etkinlikleri tüm dünyaya duyuracak; “Türk
Dünyasını ilgilendiren çeşitli konularda
projelerin hazırlandığı, görüntülü, sesli ve
yazılı araştırmalardan oluşan dokümantasyon merkezinde toplanan ve üretilen
bilgilerin, programların, belgesellerin,
haber, dizi yazı ve araştırmaların Türk
Devletleri ve Özerk Cumhuriyetleri’ndeki ilgili kişi ve kurumlara, yazılı, sesli ve
görüntülü medya kurumlarına servis edileceği, “Türk Dünyası Haber Portalı”nın
kurulması için ilgili kurumlar nezdinde
girişimde bulunulmasına, somut adımlar atılmasına; Anadolu Ajansı ve T.C
Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ile TİKA ve T.C
Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba
Topluluklar Başkanlığı’ndan kuruluş
aşamasında destek olmalarının talep
edilmesine; bu çerçevede yurtiçi ve yurtdışında Türk Dünyası’na yönelik çalışma
yapan resmi ve özel kurumlar, STK’lar
ve Strateji Merkezlerini bir platform etrafında bir araya gelmelerini sağlayarak
düzeni `İstişare Toplantıları’nın yapılmasına; bu ve benzeri çalışmalarda, kaynakların verimli kullanılması noktasında
tavsiyede bulunulması önerilmiştir.
Anadolu Ajansı’nın inisiyatifi ile ha-
60
zırlanmakta olan `Türk Dünyası Haber
Paketi`nin gerek geliştirme, gerekse dağıtım surecinde desteklenmesi, bu pakete
bağlı eğitim, haber üretimi, haber aboneliği gibi konularda Türk Dünyası Gazeteciler Federasyonu’nun aktif rol alması
için girişimlerde bulunulması önerilmiştir.
TRT kanallarından TRT AVAZ
öncelikli olmak üzere TRT1, TRT
ÇOCUK, TRT MÜZİK kanallarının
Tataristan’da kablo yayın ağına dahil
edilmesi için Tat Medya ve TNV Televizyonu ile görüşmeler yapması tavsiye
edilecektir.
Tat Media ve TNV Televizyonu ile
daha önce yapılmış olan karşılıklı protokollerin yenilenerek işbirliği çalışmalarının artırılması, ülkelerarası dizi, çizgi
film, film, belgesel, müzik programla-
rının değişimi ve bunların başta TRT
AVAZ kanalı olmak üzere diğer TRT
kanallarında yayınlanması ve ayni şekilde TRT’den verilen programların da
basta R.F. Tataristan Cumhuriyeti olmak
üzere Rusya Federasyonu kanallarında
yayınlanması noktasında yapılacak tüm
girişimler izlenecek ve desteklenecektir.
Başta Moskova olmak üzere R.F. Tataristan Cumhuriyeti başkenti Kazan’da
TRT temsilcilik bürolarının açılması
talebinin yetkililere iletilmesi kararlaştırılmıştır.
T.C Başbakanlık Basın İlan Kurumu
ve Başbakanlık Tanıtma Fonu tarafından
Türkiye sınırları içinde verilen basın\yayın desteğinin eşit olarak yurt dışında yayın yapan kuruluşlara da verilmesi noktasında girişimlerde bulunulması; T.C
Başbakanlık Tanıtma Fonu’ndan yurtdışı
Yeni Ufuklar, sayı 26
ETKİNLİK
ihale duyurularının yurt dışındaki standart ve kriterlere uygun
basın-yayın kuruluşlarına da reklam olarak verilmesi: Basın İlan
Kurumu içerisinde `Dış Türkler ve Akraba Topluluklar` birimi
kurularak ek maddi ilan desteğinden faydalandırılması ve Basın
İlan Kurumu’nun mevcut yönetmenliğinin de bu çerçevede değiştirilmesi noktasında ilgili resmi kurumlarla temasa geçilmesi
önerilmiştir.
Türk Cumhuriyetleri ve Akraba Toplulukları bünyesindeki
üniversitelerin İletişim Fakülteleri’nde okuyan öğrencilere Türk
halklarına yönelik haber ve bilgilerin paylaşılması noktasında
çeşitli kurslar düzenlenmesi için girişimlerde bulunulmasına;
medya ile ilgili STK’lar arasında karşılıklı işbirliklerinin ve bilgi
alışverişinin artırılmasına; kültür, turizm, ekonomi ve folklorik
değerlerin tanıtımına yönelik etkinliklerin yapılmasının teşvik
edilmesi önerilmiştir.
Türk dünyasında medyaya yönelik sansürün son bulması,
medya mensuplarının haber yapma hak ve mahremiyeti ve ifade özgürlüğünün korunması için tüm kamuoyunun her türlü
iletişim vasıtalarıyla bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesine
yönelik çabaların desteklenmesi önerilmiştir.
Çeşitli ülke ve bölgelerde kayıp, ya da haber alınamayan
veya tutuklu bulunan meslektaşlarımızın yasal durumları, yaşam koşulları ve diğer sorunlarının tespiti ve çözüm bulunması
ve ilgili kurumlarla görüşülmesi için “Şura Sekretaryası” bünyesinde bir “Türk Dünyası Basın Araştırma Komisyonu’nun
kurulması önerilmiştir.
Türk Dünyası gençlerini ve akraba topluluklarını kaynaştıracak bilgi ve belgelerin paylaşılması için sosyal medya projesinin desteklenmesi önerilmiştir.Türk Devlet ve Toplulukları
arasında ortak iletişim dili olarak “Türkiye Türkçesi” kullanılması önerilmiştir.
Türk dünyasının tarih ve kültür merkezlerinden biri olan
Kazan’ın güzelliğinden ilham alarak, Türk Dünyası medya
mensuplarının bulundukları ülkelerde; evrensel insan haklarının savunulması, bölge ve dünya barışına katkı sunulması,
sorunlu bölgelerde huzur ve istikrarın sağlanması, terörün önlenmesi; medyada nefret ve düşmanlık söylemlerine son verilerek, Volga’nın suyu gibi berrak, temiz ve saf duygularla halklar
arasında sevgi ve barış dilinin teşvik edilmesi arzusuyla işbu
“Kazan Deklarasyonu” imzalanarak tüm dünya kamuoyuna duyurulmasına oy birliği ile karar verilmiştir.
…
Karar bu karar…
Gidelim sonuna kadar…
Yeni bir cephede buluşmak dileğiyle dostlar…
61
MAKALE
GEZİ
Boğaz’ın semâları tutuşmuş bir kıyısından
Kul Himmet’in sesi yükselir,
...Gün akşam
oldu
Belki beklemekten çok, toparlanmak, hazırlanmak vaktidir
akşam. Daha bir telaşlı vurur yüreğiniz. Kendinizle söyleşmeniz,
yüzleşmeniz için en uygun zaman mıdır nedir, beklersiniz
akşamı.
Yazı ve fotoğraflar:
A. Kadir KARATAŞ
62
Yeni Ufuklar, sayı 25
26
MAKALE
GEZİ
E
rtelenmiş, hep ‘daha sonra’ya bırakılmış
hevesleri vardır insanın. Bir türlü vakit bulup
da üstüne düşemediği, yerine getiremediği
işleri… Günler günleri kovalar, aylar, mevsimler,
seneler geçip gider. Ama o sıra gelmeyen işler
boynu bükük birer gölge gibi peşimiz sıra sökün
eder. Muzip bir çocuktur adeta, karşımıza geçip
gülümser: Hani sıra gelmedi mi?
63
MAKALE
GEZİ
Son kuşların çekilmesiyle,
artık hayaller kanat çırpar dalgaların
mistik tınıları arasında. Gölgenin hükmü
ağır basar, ışık sahnedeki yerini anılara
bırakarak uzaklaşırken.
64
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
GEZİ
İşte İstanbul akşamları o ertelenmiş hevesleri çağrıştırır
bana. Yarım bırakılmış, başlanıp bitirilememiş hüznün
umutla, sevincin kederle yumak olduğu karışık ruh
hâlini.
Bir kıyıdan Kul Himmet’in sesi yükselir o alev almış Boğaz akşamlarında “Seyyah oldum, şu âlemi gezerim /
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.” Camlarına ateş
düşmüş cumbalar o derin yalnızlığa karşılık verir sanki.
Son kuşların çekilmesiyle, artık hayaller kanat çırpar
dalgaların mistik tınıları arasında. Gölgenin hükmü ağır
basar, ışık sahnedeki yerini anılara bırakarak uzaklaşırken. Enlem ve boylamların yalınlığını içli bir martı çığlığı
derinleştirir sadece. O da yoksa dümdüz, yufka inceliğinde gri, sarı, turuncu ve siyah tonların ağırlığında boş,
naylon bir dünya yansır gözbebeklerimize. Üşenmeyip
bir yokuşa vursanız kendinizi, yalnız servilerin arasında
meçhul dudaklardan dökülen o şarkı karşılayacak gibidir
sizi: “Akşamın olduğu yerde bekle diyorsun…”
Belki beklemekten çok, toparlanmak, hazırlanmak vaktidir akşam. Daha bir telaşlı vurur yüreğiniz. Kendinizle
söyleşmeniz, yüzleşmeniz için en uygun zaman mıdır
nedir, beklersiniz akşamı. Bakır/tunç alaşımı bulutların
ağır kederlerle denize düşmesi ürpertir çoğu insanı. Kimi
o koyu kızıllığın içinde hayatın cevval tonlarını yakalar.
65
MAKALE
EĞİTİM
Okul Öncesi Dönem Çocuklarında
Tehlike Algısı
Hilal İlknur
TUNÇELİ*
Okul öncesi eğitim
kurumunun nitelikleri bakımından; çocuk
için yararlı, güvenli,
ihtiyaçlarına cevap
verebilen; hareket,
oyun, sosyal etkileşim, müzik ve sanatla birlikte olma imkânı
sağlayan bir yer olması çok önemlidir.
*Araş. Gör., Marmara Üniversitesi
66
Okul öncesi dönem, çocukların bedensel, zihinsel ve sosyal gelişimlerinin en
hızlı olduğu dönemlerden biridir. Bireyin doğuştan getirdiği potansiyelin en üst
sınırlarına dek gerçekleşebilmesi için erken yaşta sağlanacak imkânların zengin olması gerekmektedir. Bu nedenle yaşamın ilk yıllarında çocuğun içerisinde
bulunduğu fiziksel ve sosyal çevre oldukça önemlidir. Yine bu yıllarda çocuğa
verilenler kadar verilmeyenler de onun geleceğini belirler (Oktay, 2007).
Zembat (2012) okul öncesi dönem çocuğunun ihtiyaçlarını; aile ihtiyacı,
sosyal ve duygusal ihtiyaçlar (akran ilişkileri, güven, benlik, sağlık ihtiyacı), akademik ihtiyaçları (hareket ve oyun, yaratıcılık ve estetik algısının geliştirilmesi, merak duygusunun giderilmesi) olarak sınıflandırmıştır. Bu bağlamda okul
öncesi eğitim kurumunun nitelikleri bakımından; çocuk için yararlı, güvenli,
ihtiyaçlarına cevap verebilen; hareket, oyun, sosyal etkileşim, müzik ve sanatla
birlikte olma imkânı sağlayan bir yer olması çok önemlidir. Bu nedenle okul öncesi eğitim kurumlarında uygulanan program kadar fiziksel ortam da çocukların
sağlıklı yetiştirilmelerinde etkilidir (Oktay, 2007).
Okul öncesi eğitim kurumlarında fiziksel ortamlar temelde iç ve dış mekânlar
olarak incelenebilir. İç mekânlar sınıflar, koridorlar, tuvalet-lavabolar, mutfak,
merdivenler, atölyeler gibi bina içerisinde yer alan alanları kapsamaktadır. Dış
mekânlar da benzer şekilde binanın dışında yer alan bahçe ve oyun alanlarını
kapsamaktadır.
Okul öncesi dönem çocuğunun merak duygusu yüksektir. Bu merak doğrultusunda sorular soracak, araştırmak, incelemek ve merak ettiği şeylere dokunmak
isteyecektir. Ancak bu merak iyi düzenlenmemiş bir ortamda çocuklar için tehlike oluşturacak durumlara yol açabilir. Bu sebeple kaza riski yaratacak durumlara karşı önceden önlem alınması gereklidir (Tok, 2011). Çocuk okul binasının
kapısından girdiği andan itibaren kendi ilgi ve ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş,
kendini güvende hissetmesini sağlayan bir ortamla karşılaşmalıdır.
Okul öncesi eğitim kurumlarında alanlar düzenlenirken; giysi ve ayakkabı değişimleri ve her çocuğun kişisel eşyaları için ayrılmış bir vestiyer, çocuk
sayısının gereksinimine ve sağlık koşullarına uygun; yiyecek hazırlama, bulaşık yıkama ve gıda koruma bölümlerinden oluşan bir mutfak, bir hasta çocuk
odası, araçlı veya araçsız spor yapabilecekleri bir spor salonu, idari ve hizmetli
odaları, ısıtma ve diğer tesisat odaları, sanat atölyeleri, çocuk alanlarından ayrı
olarak yetişkinler için çalışma ve dinlenme ortamı, oyun odası, yetişkin lavabo
ve tuvaletleri ve kuruma ait tüm araç-gereç ve malzemelerin konulacağı bir depo
düzenlemesi yapılmalıdır (Baran, Yılmaz ve Yıldırım, 2007; Demiriz, Karadağ
ve Ulutaş, 2003; Kıldan, 2007; MEB, 2013; NAEYC, 2007; Ramazan, 2005).
Oyun malzemeleri
Binaların bahçe içerisinde, gürültüden uzak, trafikten arındırılmış olması, ön
girişte ise çocukların binaya girmeleri ve evlere dağıtım için üstü kapalı ve korumalı bir kapı bulunması eğitim kurumlarının güvenlik ve sağlık koşullarının denetimini kolaylaştıracaktır. Eğitim kurumuna giriş ve çıkışların yapıldığı dolaşım
alanları, velilerin rahatça giriş çıkışlarına imkân sağlayacak genişlikte olmalıdır.
Döşeme kaplamaları kokusuz, bakımı ve temizliği kolay, hijyenik, anti-statik,
anti-bakteriyel, ses emici, yanmaz ve uzun ömürlü olmalıdır. Eğitim ortamlarından tuvalete ve dış mekâna kolayca çıkılabilmelidir. Her sınıfın kendine ait bir
tuvaleti olması gerekmektedir. Tuvaletlerde her altı çocuğa bir lavabo ve dört-beş
çocuğa bir klozet düşmelidir. Klozetler ve lavabolar çocuk boyuna uygun olmalı,
klozetler birbirinden bölümlerle ayrılmalı ve kapısı olmalıdır (Acer, 2007; Kalemci, 1998).
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
EĞİTİM
Okulun dış mekânları yani bahçesi,
okula giriş kapısı, açık/kapalı oyun
alanları da çocuğa uygun olarak düzenlenmeli ve güvenlikli olmalıdır.
Okul öncesi eğitim ortamlarında dış
mekân düzenlemelerinde; farklı hava
koşulları için önlemler, giriş-çıkışlardaki güvenlik önlemleri, kaba motor
becerileri destekleyecek materyallerin varlığı, zemin yüzeyindeki farklı
malzemelerin kullanımı göz önünde
bulundurulmalıdır. Oyun malzemeleri
döşeme ve onarım konusunda kalite
standartlarına uygun olmalıdır. Malzemelerde ahşap kullanılmasına özen
gösterilmelidir. Oyun malzemeleri
dengeleme, tırmanma, itme, sallama
çalışmalarına imkân vermelidir. Malzemeler, çocuklarda gereksiz rekabete,
çok sıra beklemeye neden olmayacak
şekilde düzenlenmelidir. Çocukların
seçim yapmalarına imkân tanınmalıdır (MEB, 2013). Oyun araçlarının
sağlamlığı sık sık kontrol edilmeli ve
kaza riski yaratacak durumlar ortadan
kaldırılmaya çalışılmalıdır. Düzenli
aralıklarla bakım ve onarım çalışmalarının yapılması önemlidir (Demiriz,
Karadağ ve Ulutaş, 2003).
Yüksek risk
Okul öncesi dönem, çocukların
kazaya ve tehlikeye en fazla maruz
kaldıkları ve risklerin yüksek olduğu bir dönemdir. Bu nedenle tehlike
durumlarında yapılması gerekenler
ile güvenli bir hayat için gerekli bilgi
ve becerilerin kazandırılması gerekmektedir (MEB Okul Öncesi Eğitim
Rehberlik Programı, 2012). Bu bilgi ve
becerilerin kazandırılması için eğitim
programlarının da bu duruma uygun
düzenlenmesi gerekmektedir.
Bu amaçla MEB Okul Öncesi
eğitim Programlarında öz bakım becerileri altında ele alınan kazanım ve
göstergeler yoluyla çocukların bilgilendirilmeleri, farkındalıklarının arttırılması hedeflenmiştir. MEB Okul
Öncesi Eğitim Programı’nda (2013)
aşağıdaki şekilde yer almaktadır:
Kazanım 7. Kendini tehlikelerden
ve kazalardan korur. (Göstergeleri:
Tehlikeli olan durumları söyler. Kendini tehlikelerden ve kazalardan korumak
için yapılması gerekenleri söyler. Temel
güvenlik kurallarını bilir. Tehlikeli olan
durumlardan, kişilerden, alışkanlıklardan uzak durur. Herhangi bir tehlike ve
kaza anında yardım ister.
Açıklamaları: Eğitim etkinlikle-
rinde temel güvenlik kurallarının yanı
sıra gerekli durumlarda ihtiyaç duyulan
güvenlik kuralları da ele alınmalıdır.
Örneğin, çocukların arabanın ön koltuğunda oturmaması gerekir. Arabada
emniyet kemeri takılmalıdır. Arabanın
camından ve pencereden sarkmamak
gerekir. Kibritle oynamamak gerekir. Yanan ocak, soba ve ütüden; bıçak gibi kesici aletlerden uzak durmak gerekir. Küçük
nesneleri ağza, buruna, kulağa sokmak
tehlikelidir. Tanımadığı kişilerin yanına
gitmek, tanımadığı kişilerden yiyecek/
içecek almak doğru değildir. Uzun süre
TV/bilgisayar başında zaman geçirmek
doğru değildir. Bilinmesi gerekli telefon
numaraları şunlardır; Anne babasının
veya acil durumlarda ulaşabileceği bir
büyüğünün telefon numarası, Polis (155)
ve Jandarma (156), Acil yardım (112),
Yangın (110), Orman yangını (177).
Ayrıca bu numaraların sadece ihtiyaç
duyulduğunda aranması gerektiği vurgulanmalıdır.
Yukarıda verilen kazanım ve göstergeler yoluyla etkinlikler planlanarak
çocukların sadece fiziksel tehlikelere
maruz kalmadığı sosyal, psikolojik,
cinsel bir takım tehlikelere maruz
kalabileceği ve bu durumlarda neler
yapmaları gerektiği konusunda hem
çocukların hem de aile katılım etkinlikleri yoluyla ailelerin bilgilendirilmesi amaçlanmalıdır.
Tehlike kavramı farklı çalışmalarda farklı yönleri ile ele alınmıştır.
Okullardaki tehlike ile ilgili olarak
öğrencilerin görüşlerinin alındığı bir
çalışmada fiziksel faktörlerin, doğal ve
çevresel faktörlerin, öğretmen-öğretmen etkileşiminin, öğrenci-öğretmen,
öğretmen-öğrenci etkileşiminin ve
çocuklar arası etkileşimin farklı tehlikeli durumlar içerebileceği belirtilmiştir (Potts, 2006). Çocukların oyun
oynarken karşılaşabilecekleri tehlikeli
olan durumları inceleyen bir başka
çalışmada ise çocuklar oyunları sırasında yükseklik, yüksek hız, tehlikeli
araçlar, tehlikeli maddeler, itiş-kakış
ve kaybolma kategorilerinde yer alan
cevaplar vermişlerdir (Sandseter ve
Kennair, 2011). Pitner ve Astor (2008)
tarafından yapılan bir başka çalışmada
ise çocukların tehlikeli olarak gördükleri durumlara ilişkin kategoriler; çevre, kişiler, fiziksel, psikolojik ve ihmal
olarak belirlenmiştir.
Desteği için Arş. Gör. Ezgi Akşin’e
teşekkür ederim.
Kaynaklar
1. Oktay, A. (2007). Yaşamın sihirli yılları:
Okul öncesi dönem. (6. Baskı). İstanbul:
Epsilon Yayıncılık.
2. Zembat, R. (2012). Okul Öncesi Dönemde
Temel İhtiyaçlar ve Alışkanlıklar. 3. Bölüm. Ed. R. Zembat. Okul Öncesi Eğitime
Giriş. Hedef CS Yayıncılık, Ankara.
3. Tok, E. (2011). Okul Öncesi Eğitimde Eğitim Ortamları. Ed. G. Uyanık-Balat. Okul
Öncesi Eğitime Giriş. 6. Bölüm. Pegem
Akademi Yayınları, Ankara.
4. Baran, M., Yılmaz, A. ve Yıldırım, M.
(2007). Okul Öncesi Eğitimin Önemi ve
Okul Öncesi Eğitim Yapılarındaki Kullanıcı Gereksinmeleri, Diyarbakır Huzurevleri
Anaokulu Örneği. D. Ü. Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi 8, 27-44.
5. Demiriz, S., Karadağ, A. ve Ulutaş, İ.
(2003). Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında
Eğitim Ortamı ve Donanım. Ankara: Anı.
6. Kıldan, O. (2007). Okul Öncesi Eğitim
Ortamları. Kastamonu Eğitim Dergisi,
15(2), 501-510. http://www.kefdergi.com/
pdf/15_2/okildan.pdf. Adresinden elde
edildi.
7. MEB. (2012). Okul Öncesi Eğitim Rehberlik Programı. http://ttkb.meb.gov.tr/dosyalar/programlar/ilkogretim/rehberlik_okuloncesi.pdf. Adresinden elde edildi.
MEB. (2013). Milli Eğitim Bakanlığı Genel
Müdürlüğü Okul Öncesi Eğitim Programı
67
MAKALE
KİTAP
İslam Sanatı: Dil ve Anlam
(Titus Burckhardt / Tercüme: Turan Koç)
S. Orhun
ALTIPARMAK
1908 Floransa doğumlu,
aslen Baselli bir aristokrat aileye
mensup olan Titus Burckhardt,
heykeltıraş Carl Burckhardt’ın
oğlu, meşhur sanat tarihçisi Jacop
Burckhardt’ın yeğenidir. Sanat ile
ilişkisi daha çocukluk dönemlerinde
başlarken, ilerleyen yaşlarında bu
ilgiyi Doğu’ya kaydıracak şekilde
geliştirmiştir. Doğu’nun özellikle
eski zamanlarda ortaya çıkarmış
olduğu eserlerin ne denli yoğun bir
içeriğe sahip olduğunu anlamasıyla
da çalışmalarını bu alanda devam
ettirmiştir. Bunlarla yetinmeyip, kendi
yaşamını da burada, ciddi görevler
ile idame ettirerek kendi Batı’sının,
Doğu’da neler bulabileceğini
öğrenmeye ve öğretmeye çalışmıştır.
Bu da kendi kültüründe oluşmuş
oryantalizm perspektifini aşmasını
sağlamıştır.
Düşünce ve duygu dünyasının
tamamını çalıştığı eserler üzerinde
tüketen Titus Burckhardt’ın
tanıtacağımız eseri onun en
son yazdığı; “İslam Sanatı: Dil ve
Anlam”dır. 1976 yılında kitabın ilk
baskısı yapılıyor ve 1984 yılında
yazarımız yeni bir dünyaya göç
ediyor. Bu eserin içeriğinde en çok
katkısı geçen durum; yazarımızın
hayatının en önemli çalışmalarını,
sadece fikir değil aynı zamanda
bir aksiyon adamı olarak da Fas’ta
gerçekleştirmesi ve bu esnada da Fez
şehrinin restorasyonunun kendisinin
sorumluluğuna yüklenmesidir.
68
Restorasyon süreci içerisinde (19721974) makale ve kitap da yazmaya
çalışmıştır ve “İslam Sanatı: Dil ve
Anlam” eseri de bunların büyük
sentezi olarak nitelendirilebilir.
İslam’ın ayırt edici özelliklerini
yazmış olduğu bu eserinde
Titus, sadece Batı dünyasına bir
malumat vermenin dışında, içinde
Müslümanların da olduğu bir
evrene seslenir gibi eserini ortaya
çıkarmış. Vermiş olduğu bilgileri
sadece nakletmekle kalmayıp,
onların her birini yaşadığını konuya
yabancı bir okuyucu olarak çok rahat
sezebiliyorsunuz. Anlattığı hemen
her yapıyı ve motifi gözümüzde
canlanması için tercih edilen resimler
de, İslam’ın bir din olmanın üstünde
bir yaşam biçimi olduğunu somut
haliyle gösteriyor. Etik, estetik ve
bilimi ayırt etmeksizin kullanılabilen
her vasıf bir hamur gibi nasıl da
harmanlanarak yoğruluyormuş,
anlamak çok da zor değil. Bu konuda
eserin tercümanı Turan Koç da,
yazmış olduğu önsözde; “İslam hayır
derken aynı zamanda hasen der”
diyerek çok daha geniş bir bakış
açısından durumu özetler.
Eser 8 bölümden oluşuyor. İlk
bölümde, başlangıç olarak Kâbe
tercih edilmiş. Tarihsel özellikleri ve
değeri açıklanarak, İslam sonrası
dönemde yaratılan eserlerde ne gibi
bir manaya sahip olduğu belirtilmiş.
İkinci Bölüm “İslam Sanatının
Doğuşu”, yine başlıktan anlaşılacağı
üzere dönemin yaşananlarını
açıklayarak, ara ara siyasi tarihten
aktarmalar yaparak devam edilmiş.
Tabii bu dönemde ortaya çıkan
eserlerin de coğrafya ayırt etmeksizin
planı, mantığı ve matematiği
irdelenmiş. İslam’ın yayıldığı o
dönemlerde birçok farklı coğrafya,
bulunduğu kültüre has, henüz
İslam’ın tam olarak özgünleşemediği
dönemde ne gibi eserlerin çıktığını
görebiliyoruz. Üçüncü Bölüm’de
“resim ve ikon” konusunda İslam’ın
buyurdukları ve ortaya çıkan eserler
açıklanıyor. Dördüncü Bölüm’de İslam
Sanatı’nda ortak dilin, Arapçanın
dışında başka ne gibi simgelerle
oluştuğu gösteriliyor. Beşinci
Bölüm’de “Âyin ve Sanat” kısmı ele
alınmış. Buradaki âyinden kasıt,
camide görülen mihrap, minber gibi
şeylerin aslında ne gibi özellikleri
olduğu ve birbirlerinden hangi
özellikleriyle ayırt edildiği anlatılıyor.
Altıncı Bölüm’de hem Orta Asya’da
hem Arap coğrafyasında görülen
göçebeler ve yerleşiklerin sanatlarının
farklılığı belirtiliyor. Yedinci Bölüm’de
“Birlikte Çeşitlilik” alt başlığı altında,
anlaşılacağı üzere tek bir anlayışın ne
denli farklı yansımaları olabileceği,
İslam’ın kendi anlayışının kendi
sanat eserlerine nasıl yansıdığı farklı
cami ve diğer yapılar üzerinden
gösteriliyor. Son bölümde ise İslam
şehir planlamacılığı, “Sanat ve
Temâşâ” konusu ele alınıyor.
İyi okumalar dileriz...
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
KİTAP
İnsan ve “Herkes”
(José Ortega y Gasset)
1883, Madrid (İspanya) doğumlu Gasset, ülkesindeki iç savaşın
yaşandığı yıllarda (1930-40’lı yıllar)
İspanya’dan ayrılır, önce Fransa’da, ardından Arjantin’de yaşar. Daha sonra
ülkesine geri döner ve burada vefat
eder. Bu sayıda tanıtacağımız eserlerden birisi de Gasset’in -İnsan ve “Herkes”- isimli kitabıdır. İşin doğrusu, bu
kitabı Gasset’in kendisi yazmamıştır.
Onun vermiş olduğu seminer ve
derslerin bir derlenmesidir. Ancak
bunlar rastgele yapılmış konuşmalar
değil, kendisi tarafından düzenlenmiş
ve hatta başlığı da kendisi tarafından
seçilmiştir. Ölümünün ardından basılan ilk eserdir.
Öncelikle kitabın başlığını irdeleyerek daha doğrusu, çevirmen Neyire
Gül Işık’ın Sunuş Bölümü’ndeki, başlıkla ilgili tercihinin gerekçesini açıkladığı bölümü aktararak başlayalım.
Eserin orijinal ismi El hombre y la
gente. ‘Hombre’ “insan, adam” anlamına gelirken, ‘gente’ “insanlar, ahali,
halk” demektir. Diğer dillere olan
çevirilere ve yazarın konuları ele alış
biçimine dikkat edildiğinde ise; İnsan
ve “Herkes” son karar haline geliyor.
Kitap okunduğunda pekala ne denli
doğru bir karar verildiği teyit ediliyor.
İnsanın bir toplum içerisinde yaşadığı, hayatını idame ettirdiği söylenir ve bu toplum denilen “şey” olmasa
insanın da olmayacağı, daha doğrusu
insanın “insan” olmayacağına inanılır.
Peki durum tam olarak böyle midir?
Susamadan su içebilen, kendi iradesi
ve tercihleri doğrultusunda uykusuz
kalabilen bu “hayvan”, diğer hayvanlardan daha başka ne denli özellikleriyle kendisini ayırt eder/edebilir?
Kişi bir aile içinde doğar, büyür ve
yüksek ihtimalle kendi ailesini kurup,
bu zincirin devamını sağladıktan sonra ölür. Bu süreç esnasında, ilk ailesinden son ailesine kadarki süreçte, aile
fertleri başta olmak üzere insanlarla
iletişim halinde olur. Bu iletişim aslında bizim toplum diye adlandırdığımız
şeydir. Peki bu toplum ilişkileri robotların 0 ve 1 arasındaki tercihleri gibi
midir, yoksa bunları etkileyen ve yönlendiren başka faktörler de var mıdır?
Zannediyoruz ki Gasset bu noktada
“görenek” denilen şeyi öne sürüyor.
Görenek dediğimiz şey bizleri belirli
bir boyuttan çıkarırken bir başka
boyuta sokuyor, tıpkı bir yılanın deri
değiştirmesi gibi. Görenek faktörleri
altında ikiden daha fazla seçeneğin
oluyor, ancak sadece bir tanesini
seçmek zorundasın. Bu da ne yazık ki
insanı robotlaşmaya doğru götüren
bir sebep. Robotların ruhu yoktur,
bu durumda toplumun da mı ruhu
yoktur?
Toplumun ruhunun, göreneğinin,
ve insanlığının irdelenebilmesi için
öncelikle toplum denilen şeyin en
temel faktörü olan insanın özüne ve
kendiliğine inmeliyiz. Yani merdivenden aşağı çıkıp tekrar yukarı ineceğiz.
Birey, doğduğu andan itibaren belirli
sorumluluklar üstleniyor ve bunları
yerine getirmek zorunda hissediyor.
Bu esnada hemen videoyu durdurup
şu soruyu soruyoruz; kişi bunu yaparken eylemin kaynağı mıdır yoksa
uygulayıcısı mıdır? Napoleon’un
askerleri pekala uygulayıcıydılar.
Ancak Napoleon’u hangi kategoriye
sığdırabiliriz? Varsayalım ki, eylemin
kaynağına ulaştık. Eylemin kaynağı,
nesne değil öznedir. Ancak gördüğü
her bir madde kendisi gibi özne vasfını haiz değildir. Zannediyoruz ki bu
noktadan sonra kendisini rüyada gibi
görmeye başlar, bulunduğu ortamın
içinde ama çok uzağındadır. Gasset
de bu nokta araya giriyor ve şu sözleri
mırıldanıyor: “Yaşamak bir ortamın
çaresiz tutsağı olmaktır. İnsan ancak
burada ve şimdi yaşar”. Devamında
da “yaşayanı” çölde haykıran sese
benzetiyor.
Başlangıç kısmında değinmiş
olduğumuz yere dönmek gerekirse;
birey bazındaki eylemlerimiz ve farkındalıklarımız bireyler arası ilişkiler
dünyasında kayboluyor. İnsan, “insanlıktan” çok “insanlık dışı ortam” içinde
bulunuyor. Dolayısıyla yine başlangıç
noktasında belirtmiş olduğumuz
“hayvan” konusu aklımıza geliyor.
Ancak bu noktada da tekrar başa
döndürecek bir tespite daha maruz
kalıyoruz; Hayvan da tıpkı insan gibi
ötekileşmektir. (Netice itibarıyla
rüya gören eylem kaynağımız olan
X şahsı; ben ve “öteki/ler” diyebilir.)
Ancak devamında da şunu duyuyoruz: Hayvan, salt ötekileşmedir, kendi
benliğine dalamaz. Yani kendi benliğine dalındığı zaman fark edilen/
yaşanılan ötekileşme, kendi benliğine
dalmadan da yaşanabilir. Dolayısıyla
“herkes” diye adlandırılan şey aslında
tam olarak “hiç kimse”dir ve kişilikten
yoksundur.
Ben ve “öteki/ler” temelinden yola
çıkarak, İnsan ve “Herkes/Hiç Kimse”
kalıbına girilmiş, ötekilerin girebilmesi için de yol gösteren bu nadide eseri
huzurlarınıza sunmayı görev sayarız.
İyi okumalar...
69
MAKALE
Modern Dünyanın Bunalımı Hakkında
Bir Değerlendirme Denemesi
Hasan
TURUNÇKAPI*
Galatasaray Üniversitesi,
Sosyoloji Bölümü öğrencisi.
*
70
Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı adlı eserinde içinde yaşadığımız bu zaman dilimini Kali Yuga olarak adlandırmış ve
bu çağın insanlığa vadedecek bir şeyi kalmadığını ve bu açılan onlarca yaranın kadim gelenek ile tamir edilebileceği tezini savunmuştur.
Kitabını dokuz bölüme ayıran yazar ilk sekiz
bölümde bu düşüncesini temellendirmeye çalışmış, son bölümde ise bu durumun çeşitli sonuçlarından bahsetmiştir. Yazar her ne kadar
akıcı bir dil kullanma gayretine sahip olsa da
“karanlık çağa” dair yaptığı tasvirler nedeni ile
çizdiği karamsar tablo okumayı güçleştirmektedir. Bir de bazı noktalarda düştüğü çelişkiler
birtakım tuhaflıklar yaratmaktadır. Bu değerlendirmede öncelikle yazarın tezleri sunulacak, sonra bu hususlarda şahsi fikirlerim ifade
edilecektir. Yazının kelime sınırı gözetileceğinden yazarın tezleri de seçilecektir. Dolayısı
ile tüm kitaba dair bir özetten kaçınılacak, bilakis kitabın ana fikrini çevreleyen çeşitli hususlar üzerinden gidilecektir.
Rene Guenon eserine Karanlık Çağ’dan
neyi anlamamız gerektiğini tasvirle başlar.
Ona göre Karanlık Çağ Hint kültüründeki “kastların birbirine girdiği dönem”dir. Yani
“Kali Yuga”. Yazar bu dönemi tanımlarken
hikmet ile bilgi, hareket ile ilkenin birbirinden
uzaklaştığı devirde olduğumuzdan yakınır.
Onu rahatsız eden temel mesele budur. Ancak
ifade buyurduğu tüm bu rahatsızlığa rağmen
yazar bu çağın da insanlığın atlattığı diğer
çağlar gibi sıradan bir zaman dilimi olduğunu
ve ele alınırken karamsarlığa kapınılmaması
gerektiğini vurgular. Bana kalırsa yazar her
ne kadar aksini istese de kendisi bunu başaramamıştır. Kani olduğum bu sıkıntının nedeni
ileride ele alınacaktır.
Daha sonra Doğu-Batı karşıtlığı bölümünde bu karşıtlığın yapay olduğunu dile getirmiştir. Fakat daha sonra aynı karşıtlığı kendisi geleneksel ve gelenek karşıtı olarak bizzat
ortaya koymuştur. Doğuyu daha geleneklerine
bağlı Batıyı ise geleneklerini reddeden bir
uygarlık olarak tanımlamıştır. Re-naisance
yani Batı geleneğinin yeniden diriltilmesi olgusunu da Batı’nın gelenekselcileşmesi olarak
yorumlar. Ona göre Batı geleneğine dönmemiş, gelenekselci olmuştur. Gelenekselcilik de
içi boşaltılmış bir geleneği putlaştırma olarak
tanımlanmıştır. Yazara göre eğer bu süreç ter-
sine döner de Batı kadim geleneği ile uzlaşırsa
ortada karşıtlık falan kalmayacaktır. Fikrimce
yazar burada yaptığı bu hamle ile kadim bilgideki ortaklığı vurgularken modernleşme süreci ile yaşanan farklılaşmaya gönderme yapmak
istemiştir. Lakin buradaki sıkıntı Doğu’nun da
Batı’nın ayak izlerini takip etmekte olduğunu
görememesi olarak görülebilir. Zira daha önce
okuduğumuz “Yaralı Bilinç” adlı eser Batı’yı
takip etme yolundaki Doğu’nun çektiği eziyeti gözler önüne sermekteydi. Fakat bu kitapta
ne yazıktır ki bunu görememekteyiz. İkinci bir
önemli husus da Doğu’ya düşen şeyin yalnızca
ufak bir reform olduğu iddiasıdır. Bu da ciddi
bir sıkıntıyı ifade etmektedir. Zira Doğu’nun
yapması gereken şeyi bir reform olarak hafifletmek kanaatimce yanlıştır. Doğu bundan
fazlasına muhtaç olmasa bugünkü halinde
olur muydu?
Bilgi ve Eylem bölümünde ise yazar Kali
Yuga’nın en belirgin özelliği olarak aceleden
bahseder. Eylemin artık bilginin önüne geçtiği ve bunun hakikat olgusu değersiz kıldığını
anlatır. Aslında bu bölümle Kutsanmış Bilim
ve Dindışı Bilim bölümlerini aynı doğrultuda
giden bölümler olarak alabilir, orda da tıpkı burada yaptığı gibi antik bilimin esasında
şimdiki bilimden daha çok hakikat davasını
güttüğünü ve daha ari olduğunu savunur. Yalnız hakikat tanımı yapmaz. Fizik ve metafizik olgularına antikitede Aristo’nun getirdiği
yorumun tersine döndüğünü yani metafiziğin
Batı için önemini yitirdiğini düşünür. Burada
da ilkesizlikten ve bu gibi değerlerin içinin
boşaltılmasından söz etmeyi ihmal etmez.
Düşüncesini sürdürür. Oysa yazarın ilkesizlik
dediği durum başka bir ilkeler sistemini ihtiva edebilir mi? Ya da aslında böyle bir bakışa
yazarın hiç mi gözü değmedi? Sorularımız yanıtsız kalmaktadır.
Guenon Bireyselcilik bölümünde hümanizmden ve hümanizmin modernizmle olan
ilişkisinden ötürü hümanizmi eleştirmektedir.
Bireyciliğe yaklaşırken entelektüel erdemlerin
bunu mümkün kılamayacağından dem vurur.
Tam burada şunu ilk kez görürüz. Yazar onca
kelimesinden sonra entelektüel gibi modern
zamanda kullanılan bir kelime ile bir geleneksel durumu bağdaştırmıştır. Zira entelektüel
kavramsal tarihi itibari ile aydınlanma çağının
ürünüdür. Bu bir çevirmen hatası olarak gö-
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
rülebilecek bir durum da olabilir zira bu
kelimenin karşılığına dair bir not mevcut değildir. Ama eğer yazarın kullandığı
kelime bu ise burada ciddi bir çelişkiden
söz etmemiz mümkündür.1 Buradaki bir
diğer mesele de hakikatin pragmatistlerin elinde anlamını yitirmesidir. Bunu
savunan yazar niçin Batı’daki yalnızca
“pragatizm”i görmektedir? Oysa bugünün Batı’sında idealizm ve materyalizmin
kavgası dahi henüz nihayete ermemiştir.
Bu bölümün devamında ise yazar Protestanlık mezhebinin inşası hakkında sadece
Kilise’nin otoritesinde değil geleneğin
kendisinde de bir tahrip olduğu tezini
öne sürer ve dinin bireyselleşmesinin de
bu modern paradigmaya sunduğu katkıyı
anlatır. Sonrasında din bilimi yapmanın
dinin sekülerleşme sürecinde bir nokta
olduğunu ve bunun hakikati alçaltma olduğunu iddia eder.
Toplumsal Karmaşa bölümü ise
modern dünyanın sosyal hayattaki tutarsızlıklarını işler. Demokrasinin cahil
çoğunluğun diktası olduğunu, eğitim
sisteminin zorunlu olmasının ve yapılan
tüm bu propagandanın yegâne işlevinin
“tek tipleştirme” amacını güden bir sürecin parçası olduğunu söyler. Yalnız bunu
söylerken Doğu’nun bu sürece katılımını
işlemez. Onun yerine Doğu ve Batı arasında yeni bir karşıtlık oluşturur. Elitler
Batı’da yok olmuştur. Daha doğrusu hakikati ve ilmi arayan elitleri eritmiştir.
Rene Guenon’un elitleri entelektüellikten güçlerini alırlar. Tabiri caizse Batı’daki mevcut mahalle böyle elitlere müsaade
etmez. Oysa Doğu’da elitler tam olarak
görünür olmasa da elitin inşasına izin
verecek şartlar mevcuttur. Yani yazarımız
toplumsal mühendisliğin yıkıcı etkilerini
yok etmek için yapıcı bir toplumsal mühendisliği gerekli görmektedir.
Maddi Bir Uygarlık bölümü de Batılı Modern bilimin yalnızca bir kalkınma
aracı olmasından yakınarak bilim hususundaki tezlerine bir yenisi ekleyerek
başlamıştır. Niceliksel bilimin nitelikselin
önüne geçtiğini de vurgulayarak bunun
işlemesinin de ancak ölçülebilir unsurları
bilimin konusu yaparak mümkün olabileceğini söylemiştir. Sanayinin, bilimin bir
sonucu olmaktan çok bilimin varlık nedeni olduğunu öne sürmüştür. Bu söyle1 Bu söylediğimin bir kaşık suda fırtına kopartmak ya da fırsatçılık olarak nitelendirilebilirliğinin farkındayım. Bu duruma
düşmemek için bu notu düşmek istedim.
Bu bir çevirmen hatası ise bunu tespit için
bunu yazmam yazarın anısına saygımdandır.
Ancak eğer bu yazarın sözü ise de yazarın
zihinsel dünyasına dair bu notu düşmem de
tarihe ve hakikate saygımdandır.
diği şeyin yeni olduğunu düşünmüyorum.
Zira insanın üretim araçlarını yenileme
arzusunun bilim için bir motivasyon olmasının bizim içinde bulunduğumuz
yani “ modern” çağa özgü bir durum olmadığını düşünüyorum. Teknoloji ve bilim insanın daha iyi yaşaması arzusuna
hizmet etmeye dün başlamadı. Bu, en başından beri var olan bir durumdu. Dolayısı ile bu durum, bugünkü imkânlarımızı
yarattı. Kalkınma hırsı da eskiden gayet
güçlüydü. Öyle olmasa bunca insanlık tarihi neyin üstüne kurulabilirdi?
Batı İstilası bölümü ise nihayet yazarın defaatle ihmal ettiği Doğu’nun
Batı’dan etkilenmesi meselesini işler.
Daha doğrusu bu sürece nasıl maruz bırakıldığını ve bunun ne kadar hazin ve
yıkıcı olduğunu anlatır.
Son bölümde ise yazar bazı sonuçlar
başlığı altında Batı’nın sürdüğü işgalin
Doğu’lu elitleri azalttığını vurgular. Ancak buna rağmen bu elitlerin devamının
ne kadar önemli olduğunu dile getirir.
Batı’nın da bir şekilde bu elitleri inşa ettiğinde bu oluşacak elitlerin bir köprü inşa
edeceğini söyler. Bu şekilde tekrar uzlaşı
sağlayacak ve bu uzlaşı sonunda aranılan
kadim geleneğin inşası ile sonuçlanacaktır. Bunu başarabilecek entelektüel sezgiye sahip olan insanlar azdır. Fakat onlar
kararlı bir şekilde mücadele ederlerse başarılı olacaklardır.
Kitapta çizilen çağ çeşitli eksiklere sahiptir. Yukarıda bahsettiğim çeşitli eksik
bakışlar ve görüşler kitabın anlatımı içinde kendilerini hemen belli ederek gözü
ve zihni rahatsız eden noktalardır. Bunun
yanı sıra üstüne fikir ifade etmediğim
hususlar da yazarla hemfikir olduğum
noktalara işaret eder. Lakin sonuç kısmına çok katılmadığımı burada belirtmek
istedim. Zira sonuçta ifade edilen mutlu
son gereğinden fazla ütopiktir. Doğu ve
Batı’nın sezgisel bir orta noktada buluşması tezi mümkün olsa idi Batı’nın
geleneği koruduğunu düşündüğü çağda bir çatışmanın olmaması gerekirdi ki
dünyanın henüz böyle bir devri görmemiş olduğu ayan beyan ortadadır. Ayrıca Doğu’yu sezgi ile, Batı’yı da salt materyalizm ile özdeşleştirmek de yazarın
eserin içinde çeşitli vesileler ile eleştirdiği
“oryantalizm”in oryantalizm ve oksidentalizmle karışmış versiyonu değil midir?
Benim anlayamadığım nokta da tam budur. Bu da benim noktayı nazarımda bir
sorunu ifade etmektedir. Son olarak kitabın temelinde bu düşünce bu üslupta işlendiği için de yazarla hemfikir olduğum
pek çok noktaya rağmen kitaptan tat alamadığımı da söylemem gerekiyor.
Teknik Bilgileri
Kitap Adı: Modern
Dünyanın Bunalımı
Yazar: Rene
GUENON
Çeviren: Mahmut
KANIK
Baskı Yılı ve Sayısı:
Kasım 2014, 4.
Baskı
Sayfa Sayısı: 184
ISBN :
9789758988174
71
MAKALE
72
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
73
MAKALE
Yıldızı giderek
parlayan ve sporda
Anadolu kulüplerinin
iddiasına örnek olacak
biçimde ivme gösteren
AGÜ Spor Basketbol
Takımı yöneticileri
ve oyuncuları
ile İstanbul’daki
Galatasaray
karşılaması öncesi
görüştük.
Kayseri’nin
destan yazan kızları…
S
on yıllarda göz kamaştıran bir performans
gösteren AGÜ Spor Bayan Basketbol Takımı, bu
sezon 1. ligde Galatasaray’a karşı Play-Off finali
oynayıp başarısını taçlandırdı. Kadrosunda A Milli
Takım’dan 3, Ümit Milli Takım’dan da 1 isim bulunan
AGÜ Spor Bayan Basketbol Takımı 9 sezon 1. Lig’de
mücadele etti. Son beş sezon GS ve FB ile birlikte
hep ilk 3’te yer aldı. Bu sezon ise Fenerbahçe’yi
de geride bırakarak Türkiye finali oynamaya hak
kazandı.
Yıldızı giderek parlayan ve sporda Anadolu
kulüplerinin iddiasına örnek olacak biçimde ivme
gösteren AGÜ Spor Basketbol Takımı yöneticileri ve
oyuncuları ile İstanbul’daki Galatasaray karşılaması
öncesi görüştük.
74
İşadamı ve aynı zamanda AGÜ Spor Kulübü 2.
Başkanı Zafer Gönen’e ait Yenibosna’daki Gönen
Otel’de ağırlanan AGÜ Spor yönetici ve oyuncuları,
Türk basketbolunun geleceği için umut veren
ifadelerde bulundular.
Son 3 sezonda Türkiye’yi Avrupa kupalarından temsil
eden takımın başarı koşusu aslında yıllar süren bir
çabaya dayanıyor. Takımdaki kimi oyuncuların yıllara
dayanan dostlukları var. Elbette başarı sadece bu
birlikteliğe dayanmıyor. Kayserililerin basketbolu
ve AGÜ Spor’u kabullenmeleri, destek olmaları da
başarıdaki en büyük etkenlerden biri.
Kulüp Başkanı Ömer Yağmur, 2. Başkanlar Zafer
Gönen, Celal Toprak, Başantrenör Ayhan Avcı,
Yardımcı Antrenörler Müge Berkalp, Mustafa Göçer,
Yeni Ufuklar, sayı 26
MAKALE
Oyuncular:
Esra Ural
Pınar Demirok
nsu Aslan
Sinem Ataş Ca
halen Tanasha
Lindsay Marie W
an
Gabriela Margine
Lovely Wright a
leksandr
Mirna Mazic A
Özge Bilgin
Khomenchuk Fizyoterapist Atalay Özen, İdareci Adil Çakmak,
Menejer Meerim Moldobaeva, Malzemeci Türkan
Özdemir ve isimsiz birçok kahraman kulübün bugün
geldiği noktada pay sahibi.
Antrenöründen malzemecisine kadar tüm ekip
gelecek günlerin AGÜ Spor adına daha iyi sonuçlar
getireceği inancını taşıyor.
Basketbolun artık ülkemizde hak ettiği yere
gelmeye başladığı görüşü hayli yaygın. Hatta dünya
ölçeğinde önemli bir nokta olduğumuz görüşü
daha da ağır basıyor. AGÜ Spor Kaptanı Esra Ural
başarının sırrını birlik ruhuna bağlarken bu gerçeğe
dikkat çekiyor: “AGÜ Spor 10 yıldır ligde olan bir
takım. Çok uzun bir yoldan geliyoruz. İlk defa
sezonu ikinci bitirdik. Bu başarıda elbette bizim
yıllardır aynı ekip içinde yer almamızın etkisi var. 8
yıldır birlikteyiz, birbirimizi tanıdığımız için başarı
geldi. Ama tek neden bu değil. Yöneticilerimizin
madde ve manevi anlamda tam desteği var.
Kayseri bizi sahipleniyor, alıştı ve kabullendi. İki
Fener maçından taraftarlar son beş dakikayı ayakta
izledi.”
Milli basketçilerimizden Pınar Demirok da ayrı
görüşte. Demirok, başarı geldikçe ilginin de arttığını
ifade ediyor. Türk basketbolunun dünyadaki yeri
için ise hayli ilginç şöyler söylüyor Pınar Demirok:
“Türkiye Basketbol Ligi şu anda Avrupa’nın en iyi
ligi. ABD’li sporcular bile bizim ülkemizde bir takıma
gelmek istiyorlar. Hem ekonomik anlamda hem de
çok çekişmeli bir lig. Ligin son haftasına kadar kimin
alt sıralara düşeceği belli olmuyor. Çok hareketli bir
lig. Bütün takımlar iddialı herkes yatırım yapıyor. “
75
MAKALE
Buraya geldiğimde beni
daha da ürküten bir
tablo ile karşılaştım. 2.
Dünya Savaşında Alman
ablukasında kalan
İngilizlerin hayatlarının
hemen her alanında bu
mesele hala hatırlatılıyor
(özellikle güney illerinde
gerçekleştirilen uçaklarla
yapılan gösteri bile ona
ithafendir).
Sherlock, Baker Street’de...
S. Orhun
ALTIPARMAK
viyana’nın
batısındaki son Türk
“When in Rome, do as the Romans do”
“Romadayken, Romalıların yaptığını yap!”
İngiliz Atasözü
hafta önce İngiltere’nin Brighton şehrine, Sussex
Üniversite’sinin yüksek lisans öncesi dil eğitim
programı için geldim. Dolayısıyla, buraya geliş
amacım “gezi” olmamakla birlikte yapmaya çalışmış olduğum gözlemler gezi yazısının yanında sosyal ve kültürel
hayata dair izlenimlerde barındırmakta. Buraya dair bir bakış açımın oluşmasında oldukça yardımcı anılarım olmuşsa
da, beni yanlış yönlendirebilecek önyargılarım da meydana
gelmiş olabilir. Dolayısıyla vaktinizi ayırıp, okuyacağınız bu
yazı boyunca söylemek istediğim her fikir bana aittir, kısa
veya uzun vadede değişkenlik gösterebilir. Bu sebeple siz
değerli okuyucularda önyargısı oluşmaması için yazma sürecimde kendimle bir çatışma halinde olacağım.
10
76
Bir cemiyet hakkında fikir sahibi olabilmek için o cemiyetin bütün faktörleri dikkatle incelenmelidir. Devlet,
entellektüeller, üniversitenin o cemiyetteki rolü, politikacılar ve onların tercih ettikleri yönetim ve propaganda usülü,
medya ve nihayetinde gündelik yaşam ve onun ortaya
çıkardığı toplum veya kitle. Yeni bir cemiyete göç ettiğinizde elinizde olmadan kendi cemiyetinizle yeni vatanınızı
karşılaştırma ihtiyacı duyuyorsunuz (Burada ki “vatan” ifadesini kullanma sebebim Avrupalılar’ın bakış açısını ifade
etmektir bu yüzden onların kullandığı kontekste kullandım). Bu karşılaştırma sonrası herhangi birini daha tercih
edilir bulmak yada herhangi bir tanesini daha doğru bulma
ihtiyacı hissetmek “herkes”in kendi kişiliğine kalmış birşey.
Çünkü kabul etsek de etmesek de her kültür belli kalıplar
içerisinde kalıyor ve o kalıpların her birinin olumlu olduğu
kadar olumsuz etkisi de oluyor. Bu kalıpların hangilerine,
Yeni Ufuklar, sayı 26
ANI
ne kuvvetle, ne zamana kadar sarılacağını belirlemek ise
“birey”in kendi meselesidir.
Cemiyetin içinde ki bireyi tespit edebilmek için öncelikle cemiyetin yönlendirici faktörlerine odaklanmak gerekiyor. Entelektüeller bu konuda ön saflardan birinde yer
alır. Şimdi ki bahsedeceğim şey belki bir devlet politikası,
belki bir pazarlama stratejisi belki de sadece bir uygulama,
orasını bilemeyeceğim ancak cemiyete yön vermiş, başka
bir tabirle cemiyetin fikirlerini entelektüel bir faaliyet çerçeve de toparlayabilmiş bir şahsiyete ciddi derecede sahip
çıkılıyor. Newton, Darwin, Shakespeare(doğum ve ölüm yıl
dönümü ulusal bir gün niteliği taşıyor) ve Churchill bunların başında geliyor. Her biri kendi alanında dünya çapında
etki yaratılmış şahsiyetler ve diğer milletlerden gelen turist
ve öğrencilere de bu isimlerin ne kadar önemli olduğu gösteriliyor.
Ulusal değerlere sahip çıkmak
ilk tespitim geçtiğimiz sene bu tespit ile başlamıştı. Buraya
geldiğimde beni daha da ürküten bir tablo ile karşılaştım.
2. Dünya Savaşında Alman ablukasında kalan İngilizlerin
hayatlarının hemen her alanında bu mesele hala hatırlatılıyor (özellikle güney illerinde gerçekleştirilen uçaklarla
yapılan gösteri bile ona ithafendir). İspanyolların 16 YY. da
saldırı yaptıkları ve o saldırıları, o zaman güçsüz olmalarına
rağmen İngiliz donanmasının püskürtmesinin şu an İngilizlerin bu kadar güçlü olmasında ne kadar etkili olduğu
yabancı öğrencilere anlatılıyor. Kendi öğrencileri ise böyle
birşeyle ilgilenmese de biliyor.
Gelinen noktada, ülkemizde önemli şahsiyetler tarafından bir İngiliz-Yahudi medeniyeti çağında yaşadığımız
anlatılıyor. Şu ana kadar civilization(medeniyet) kelimesini hiç bir akademik kitapta, basın-yayın organında, sivil
toplum kuruluşlarının çalışmasında ya da politikacının
söylemlerinde rastlamadım (rastlamamam bu kelimenin
kullanılmamasından yada benden kaynaklanan birşeyden
Hemen her şeyi karşılaştırma isteği barındıran bir
düşünce ile de peki bu konuda biz ne yapıyoruz diye
düşünmeye başlıyorum. Belki bizim ülkemize bu kadar
sayıda yabancı turist ya da yabancı öğrenci gelmiyor ama
gelenlere ya da hiç olmazsa kendi milletimize yönelik bu
konuda ne gibi faaliyetler yürütüldüğünü düşünüyorum.
Bir kesim, geçmişini tamamıyla yok sayarken bir diğer
kesim ise geçmişe sorgulanmaz bir biçimde sarılırken,
sarıldıkları kişilerde tarihin sadece siyasi yönüne etki
edebilmiş insanlar. Kaldı ki siyasi tarih denilen şey
bütün tarihi faktörlerin içerisinde, denizin içindeki bir
damlaya benzer. Üzerine vurgulamış olduğum üzere,
bunların da sorgulanmadan kabul edilmesi de cabası. Yani;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içerisinde -benim
gözlemdiklerim içersinde- hiçbir siyasi parti, dernek, vakıf
veya kurum geçmişi, anı ve geleceği toptan bir şekilde
benimseyip bunu alimleriyle anlatabilecek istekte değildir.
Şimdi diğer merdivene tekrar atlayalım.
Demokrasi ile yönetilen bir rejimde, siyasi görüşünüz
ya da tercihiniz her ne olursa olsun bu tercihin sizin kendi
öz değerlerinize sahip çıkmanıza engel hiç bir yanı yoktur.
Bu gerçeği buraya gelmeden önce biliyordum ve düşünüyordum. Ancak hayatım boyunca ilk defa muhafazakârlara
karşı duran kesimden vatandaşlarında ulusal değerlerine
sahip çıktığını gördüm. Bir şeyi düşünmek ile o şeyi yaşamak arasında ki farkı öğrendiğim an, çukura düşer gibi
hissettim kendimi.
2.Dünya Savaşı’nın önemi
Geçtiğimiz yıl (2014) bildiğiniz üzere 1. Dünya
Savaşı’nın 100. yıl dönümü idi. Bu kültür nereden, ne şekilde doğmuş herhangi bir fikrim yok ancak önemli bir
hadisenin üzerinden geçen 25, 50, 75 ve 100 yıl önemli
kabul edilir. İngiliz basın-yayın organlarında da 1. Dünya
Savaşı’na çok ciddi derece de yer veriliyordu ve 1. Dünya
Savaşından en çok etkilenen devletlerden (kimi uzmanlara
göre en çok etkilenen) Osmanlı Devleti’nin devamı olarak
gösterilen Türkiye Cumhuriyetinde ise basın-yayın organlarının, devlet politikalarının ve sivil toplum örgütlerinin
hepsinde bu mesele arka planda idi. Benim bu alanda ki
Yaşlı kurt Churcill ile...
77
ANI
değil, sadece ve sadece kullanıma gereksinim duyulup duyulmamasındandır). O zaman birazcık geriye gittiğimizde
yada tepeye çıktığımızda gördüğümüz tablo da İngilizler
bir coğrafya üzerinde duruyorlar (durmak:stand). Durdukları yerden de bütün hayatı/gündelik yaşamı kuşatıcı fikirler
oluşturup, oluşturdukları kümeye dahil edebildikleri kadar
insanı dahil etmeye çalışıyorlar (bakış açısı:standpoint).
Bu özelliğin olumsuz manada eleştirilecek ve bu özellikle
karşılaştırılabilecek başka medeniyetler illa ki bulunabilir.
Önemli olan o farklı medeniyetlerin kendilerine has özelliklerinin bulunup ortaya çıkarılmasıdır. Çünkü görünen
o ki, insanlık tarihinde ortaya çıkan son medeniyet türü,
öncekilerinden çok daha farklı bir bakıç açısı ve özelliklere
sahip. Dolayısıyla ortaya çıkarabileceği etkiler, öncekilerinden çok daha yıkıcı etkilere sahip olabilir. Yani; şu an
Türkiye’de ve dünyada hala bu olumsuz etkilerin tam manasıyla göründüğüne şüphe ile yaklaşıyorum ve cemiyetin
içinde ki bir damla olarak geleceğe dair kaygılarım daha da
artmış bulunmaktadır.
Fetihlerin fethedilebilmesi..
Yazıma başlarken vatan ve onun üzerinden toprak
vurgum bazı okuyucuları rahatsız etmiş olabilir. Benim
inancıma göre bir yerde durma (stand) ve daha sonra söz
söyleme/eylem yapma isteği Avrupalıların kültüründe
olan birşey. Coğrafyanın ve vatanın gerekliliği bu yüzden
onlar için çok önemli (Bu yüzden harita üzerinde cetvelle
ülke sınırı belirlemek sadece emperyal bir bakış açısından
kaynaklanmıyor). Milli duyguları ağır basan Türkler içinde
vatan tartışması ister istemez burada ortaya çıkıyor ancak
Tower Bridge’e farklı bir bakış...
78
Türkiye’de ki öğrenim hayatım boyunca bir gözlemimi
iletmem gerekirse, sınıfımızda özel öğrencilerin dışında hiç
kimsenin coğrafi yeteneği yeterli değildi (buradaki yeterlilik tanımım not sistemine göre ölçülmemiştir). Türklerin
coğrafi yeteneğinin olmadığı ve kronolojik düşünemediği
de zaten bu alanın uzmanlarınca net bir şekilde ortaya konulmakta.
Velhasıl, cemiyet olarak belli alanlarda yeteneklerimiz
sınırlı olsa da, öncelikle bu durumun bütün alanlarda geçerli olmadığını bilmeliyiz ve yeteneğimizin hangi alanlarda
olduğunu öğrenmeliyiz. Orta Asya’dan bu yana gittiğimiz
her bir toprak parçasını kendimize aitmiş gibi sahipleniyorsak bunun sebebini ölçmeli sınırlarını tayin edebilmeliyiz.
Diğer türlü “fetihlerin fethedilmesi” kavramının baş aktörü
olup yokluğa sürükleniriz. Benim kanımca, Fatih Sultan
Mehmet’in döneminde başarılan şey İstanbul’u fethetmek
değil, fethettikten sonra kendisini -tamamıyla- fethettirmeyecek bir tarihi birikime sahip olmaktır. Diğer bir
ifadeyle, Viyana’nın ötesine geçememiş olmak, orada olmamak yada oradan olmamak anlamına gelmez. O zaman
yazımızın girişine koymuş olduğumuz İngiliz Atasözünü
tekrardan düşünmek gerecek; Romadayız ama kendimizi
Türk hissediyoruz. Roma’nın da bize çok uzak olmadığını
gözlemiyoruz, kendimizinde bize -aslında- çokta yakın
olmadığını öğreniyoruz. Her yeni bilgi de, bu naciz yaratığa
yeni sorular çıkarıyor; vatan denilen yer neresi? Biz neredeniz? Sonumuz neresi?
Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim
(Fatih’in veziri şair Ahmet Paşa)

Benzer belgeler