safıya hussaın - İnkılâp Kitabevi

Transkript

safıya hussaın - İnkılâp Kitabevi
1
2
Bir Dilek Dile
Gerçek Olsun
SAFIYA HUSSAIN
Kişisel Gelişim Romanı
İngilizceden çeviren
Seda Çıngay
Yayın No: 95
Bir Dilek Dile Gerçek Olsun
Safiya Hussain
Özgün adı: Three Thousand Miles for a Wish
© 2011, Safiya Hussain
Türkiye’de yayın hakkı
© 2013,
Bu kitabın her türlü yayın hakları Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince
İnkılâp Kitabevi’ne aittir. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar
dışında, yayıncının izni alınmaksızın, hiçbir şekilde kopyalanamaz,
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.
Yayıncı ve Matbaa Sertifika No: 10614
Genel yayın yönetmeni: Senem Davis
Editör: Gökhan Fırat
Kapak tasarım: Zühal Üçüncü
Sayfa tasarım: Derya Balcı
13 14 15 16 7 6 5 4 3 2 1
İstanbul, 2013
ISBN: 978-975-10-3358-1
Baskı ve Cilt
İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8
34196 Yenibosna – İstanbul
Tel : (0212) 496 11 11 (Pbx)
Faks : (0212) 496 11 12
e-posta: [email protected]
Yayınları, İnkılâp Kitabevi Yay. San. Tic. AŞ’nin tescilli markasıdır.
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8 Yenibosna – İstanbul
www.mandolin.com.tr
www.inkilap.com
www.sayfa6.com
Hasat, Tim Davis
Seda Çıngay
1973 yılında Ankara’da doğdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi bölümünden mezun oldu. 2008 yılından beri çevirmenlik yapıyor.
Steinbeck’ten masallara, kişisel gelişim kitaplarından şiirlere kadar geniş
bir yelpazede otuzdan fazla çeviri kitabı bulunuyor.
Anneme…
Cennet senin ayaklarının altındadır…
’nda kişisel gelişim romanı...
Birazdan okuyacaklarınız
genç bir kadının gerçek hikâyesidir.
Bu kitap kurmaca bir eser değildir. Ancak kimliklerin gizli
kalması amacıyla karakterlerin isimleri değiştirilmiştir.
Kitapta dile getirilenler, bildiklerimin ve hatırladıklarımın
ifadesidir. Hata yaptıysam ya da gücenmeye yol açtıysam
şimdiden özür diliyor ve bağışlanmayı umuyorum.
1
Kalbin en derinlerinden çıkan cevaplar
kayıp ruhların özgürlük biletidir.
“G
iden bir sürü insan sağ dönemedi.”
Bulanık sis tabakasına bakarken bu uğursuz sözler
kâbus gibi üstüme çöktü. Bir ışık zerresi bulmak için gözlerimi
sise dikmiştim. Alaattin’in sihirli lambasından fırlayacak cini bekliyordum sanki. Bulutları yırtıp aralayacak, “Çok ümitsiz görünüyorsun,” diyecekti. “Dile benden ne dilersen. Arzunu derhal
yerine getireceğim.”
Ümitsiz.
“Cesur ol. Allah yardımcın olsun.”
Yıkılmış.
“Allahu ekber. Allahu ekber. Allahu ekber.”
Bakışlarımı pencereden ayırıp sağ tarafımdaki genç adama
göz ucuyla baktım. Afrikalı bir adam. Beyaz ihramının içinde öne
arkaya sallanıyor. Sakallı yüzünü avuçlarının arasına almış. Arapça olarak “Allah kerimdir” diye tekrarlayıp duruyor tutkuyla.
Kurban olmadan önceki son sözleri bunlar olacakmış gibi.
Tırnaklarımı sarsıntılı uçağın koltuğuna geçiriyorum. O anda
hayatım bu uçağın ellerinde. Geçmişte uçaklarda yaşanmış terör
11
olaylarını hatırlayınca donup kalıyorum. Daha önce uçağın Kuzey Denizi’ne çakılmasını istediğim için anında pişman oluyorum.
Ne işim var benim burada?
Ardımda bıraktıklarımın kan donduran türden cümleleri birer
birer zihnimden geçiyor, o arada da sakallı adamın akli dengesinin yerinde olup olmadığını soruyorum kendime. Daha kötüsü,
kendi akli dengemi de sorguluyorum.
“Giden bir sürü insan sağ dönemedi.” “Cesur ol, Allah yardımcın olsun.” “Orada üç milyon kişi olacak. Aklını kaçırmışsın sen.”
“Allahu ekber. Allahu ekber. Allahu ekber.” Adam bu sözleri
tekrarlamayı kesmeyecekti. Sallanmayı kesmeyecekti.
Dudaklarımı yaladım. Tuz. Kan.
Hangisi daha kötü bir kader olurdu acaba? Sağ tarafımdaki
adam tarafından bu uçakta havaya uçurulmak mı, daha önceleri
aynı seyahate çıkmış diğer insanlar gibi öldürülmek mi, yoksa
son bir yıldır içinde bulunduğum cehennemde yaşamaya devam
etmek mi?
“Hayatının yolculuğu olacak,” demişlerdi. Bu asırlık sözler,
fırlayıp koltuğumdan kalkmamı engelledi. “Gerçekten de dünyanın en muhteşem yolculuğudur,” demişlerdi. Bu cümle, pek
bilemediğim bir sebepten ötürü haykırmamı engelledi. “İnsanın
hayatını değiştiren bir tecrübedir,” demişlerdi. Bu da beni uçağa bindiren o esaslı adımı neden attığımı hatırlamamı sağladı.
Kendimi kurtarmak için.
Suudi Arabistan’a, Mekke’ye uçuyordum. Hacı olmak, o kutsal
yolculuğa çıkmak için. Bunun tam olarak ne olduğu ve hacca gidebilecek kadar Müslüman olup olmadığım konusunda pek fikrim
yoktu ama insanlar o cümleleri söylemişlerdi işte. Burasının dilekler
diyarı olduğunu söylemişlerdi. Benim de bir dileğe ihtiyacım vardı.
Bir dileğe ihtiyacım vardı.
12
2
Y
an tarafımdaki koridorda bebek feryat figan ağlamaya başladı. Ona sarılmak istedim. Ağladığı için değil. Aldatmacayla
dolu bir hayat süreceği için.
Mutluluk arayışım başladığında senin yaşındaydım. Hepimizin yaptığı da bu değil midir? Annelerimizin rahimlerinden
dışarı çekilir çekilmez mutluluğun peşine düşmez miyiz? Tekmeleyip çığlıklar atarak dışarı çıktığımıza göre söz konusu arayışın
dört gözle beklediğimiz bir şey olduğu konusunda kuşkuluyum
ama kovalamaca, arzuya veya gönülsüzlüğe bağlı olmaksızın başlar. Tıpkı benim kovalamacamın da başladığı gibi.
Çocukken ne bebeğim oldu, ne oyuncağım oldu ne de
arkadaşlarımla saklambaç oynayabildim. Bildiğim şeyler kalemler, kitaplar, bir de babamın söylediği üç kelime, “eğitim, eğitim, eğitim.” Çocukluğum ve gençliğim öğrenmek
13
için döktüğüm alın teri tarafından yutulmuş. İlkokul, lise,
üniversite... Her şey bunlardan ibaret.
Annemle babam beni neden kafamı kitapların arasına
gömmeye zorluyorlar? Herhalde üçüncü dünya ülkesinden
gelmiş göçmenler olarak okuma yazma öğrenme özgürlüğüne
sahip olamadıkları için. Zorluklarla dolu bir hayat sürmeleri,
onları mutluluğun anahtarının dolgun maaşlı ve saygın bir
meslek edinmek olduğuna inanmaya yönlendirmiş. Doğrusunu onlar bilir herhalde.
Avukat olmayı arzu ediyorum; dolgun maaşlı ve saygın bir
avukat. Bu hırsı, başarıya gitmemi, mutluluğa ulaşmamı sağlayacak bir anahtar olarak görüyorum.
Ayrıcalıksız bir hayatın dikenleriyle çukurları arasında
güçlükle ilerliyorum. İlerleyişim yavaş. Zahmetli. Harcadığım
çabalardan genellikle nefret ediyorum. Ben yalnızca oynamak istiyorum. Eğlenmek istiyorum. Keşke hemen şu anda
mutlu olabilseydim. Ne var ki annem, mutlu olabilmek için
çalışmam gerektiğini söyledi.
Ben de çalışıyorum.
Genç ama olgun gözlerim, sahip olduğum tek hayale kenetlenmiş vaziyette: Mezun olup başarıya ulaşmamı, mutlu
olmamı sağlayacak anahtarın bana verileceği anın hayali…
Yirmi iki yaşındayım. Nihayet o an gelip çatıyor. Siyah
mezuniyet kepimi havaya fırlatıyorum. Beklentilerim kadar
yükseğe atıyorum. Hiç olamadığım çocuk gibi gülüyorum.
Elimde anahtarım, her zaman göz dikmiş olduğum kariyere atılıyorum. Bitiş çizgisini geçtim, menzilime ulaştım. Bana
vaat edilen havai fişekleri görmeye hazırlanıyorum.
Stajyer avukatlığımın daha birinci haftasındayken, paralel rüyam canlanıyor. Romantik bir hayalperest olarak,
beyaz atlı prensimin göklerden inip önümde diz çökeceği
14
anı kaçırmak istemediğim için sık sık gökyüzüne dalıp gidiyorum.
“Merhaba.”
Tek söylemesi gereken bu. Cennetimin kapıları ardına kadar açılıyor. Çok basmakalıp ama daha merhaba dediği anda
onunum. Göklerden inmiyor, çalıştığım yerin yakınlarındaki
bir hukuk firması ofisinden çıkıyor aslında. Prens ya da değil,
serin Atlantik Okyanusu’na çakılan alev alev yanan bir meteor gibi ilk defa âşık oluyorum.
Zameer.
Gerçek bir sevda sanatçısı o. Kalbimi büyük bir beceriyle
ellerinin arasına alıyor, ona sonsuza dek sürecek aşk ve mutluluk vaatleri fısıldıyor. Öyle bir güçle yapıyor ki bunu, yüreğimin çok geçmeden patlayacağını ve bin bir egzotik kelebeği
serbest bırakacağını zannediyorum.
Harika bir şey.
Beni başka bir evrene yükselten bir aşk... Evimin çatısı altında şarkı söyleyip dans etmemi sağlayan bir aşk… Yanından geçtiğim bütün yabancılara akla gelebilecek en budalaca
gülümsemeleri sunmama neden olan bir aşk...
Yoğun. Tutkulu. Harikulade. Aşkın ta kendisi bu.
Beni başarıya götürecek anahtarı sımsıkı tutuyorum ellerimde. Aşk kalbimin ta içinde.
Hayat ne muhteşem...
Sallanan adam kıpırdanınca düşüncelerimden sıyrıldım. Yuvalarından fırlamış gözlerimi ona çevirince, sesini tuhaf bir mırıltıya dönüşecek kadar alçaltmış olduğunu fark ettim. Dudakları
hâlâ kıpırdıyordu. Onun hakkında ne düşüneceğimi bilmiyordum.
15
Uçaktakilerin herhangi biri hakkında ne düşüneceğimi bilmiyordum, buna annemle babam da dahildi.
Benden farklı olarak, kadınların çoğu başörtüsü takmıştı. Erkeklerin çoğu da sakallıydı. Hac konulu rehber kitaplara yapıştıkları sırada yüzlerindeki huzursuzluk midemin yalpalamasına
neden oldu.
Bu insanları bu yolculuğa çıkmaya yönelten ne? Onlar da
benim gibi kırık bir kalbin, kırılmış hayallerin kalıntılarını mı
taşıyorlar? Onlar da umutsuzluk yüzünden mi seyahat ediyorlar? Yoksa aralarında en kederli olan ben miyim?
“Selamün aleyküm. İngiltere’de görüşemedik, özür dilerim.”
Ufak tefek adam aniden ortaya çıkınca irkildim. Uçaktaki sürekli huzursuzluğum yorucu olmaya başlamıştı. Konuşan, rehberimiz Layth’ti. Babam, onun grubuna dahil olmasını ve muazzam
hac yolculuğunu Layth’in rehberliğinde yapmamızı ayarlamıştı.
Yanımızda her an bir rehbere ihtiyaç duymamız her şeyi anlatıyordu zaten.
Gerçekleştireceğimiz ibadetler arasında; Kâbe’de dilekte bulunmak, akla gelen bütün ülkelerden gelmiş milyonlarca insandan
oluşan kalabalığa katılmak, dağlara tırmanmak, yakıcı çöllerde
uyumak, ilk insanın yani Âdem’in durduğu söylenen topraklarda
avuç açmak, Son Gün’ün geçtiği varsayılan yerde gözyaşı dökmek, ilahiler okumak, şeytan taşlamak ve hayvanların kurban
edilmesi ibadetine katılmak yer alıyordu. Kendimi kandırmıyordum. Bir tek rehberden fazlasına ihtiyacımız olduğunun farkındaydım.
Kısa boylu ve yaşlı bir adam olmasına rağmen Layth’in güçlü
çenesi, kaslı kolları ve delici bakışlı gri gözleri onu kısmen bir
aslan konumuna getiriyordu. Kolların beni ezilerek ölmekten
kurtarabilecek mi acaba?
“Eşim!” diyerek kendisinin daha kısa boylu, daha tombul, dişi
16
versiyonu olan Daania’yı bizimle tanıştırdı. Yersiz bir melodram
havası vardı üstünde. Belki o da korkuyordur.
“Türkiye’ye ineceğiz. Bir sonraki uçuşumuza kadar bir otelde
kalacağız.”
Otuzdan fazla kişiden oluşan grubumuzun geri kalanı bizimle
Suudi Arabistan’da buluşacaktı.
Güney Asyalı, yıpranmış görünümlü bir kadın koridorda ayaklarını sürüyerek Layth’e yaklaştı. Yanından geçtiği koltukların
köşelerine tutuna tutuna, yavaş, zahmetli adımlarla yürüyordu.
Yetmişlerindeki bir kadın gibi. Güney Asya’ya özgü geleneksel
beyaz giysisi, başına gevşekçe sarılmış örtüsü ve yüzündeki bitkin
ifadesi uzun bir hayatın yorgunluğunu yansıtıyordu. Kadın zorlukla yanımızdan geçti, yere diktiği gözlerini sarkık göz kapakları
takip ediyordu. Yüzündeki her çizgi, çelik gibi kararlılık filizlerine
dönüşmüş sınanma ve çileler tarafından oyulmuştu. Bakışlarım
kadının üstünde oyalandı. Biraz üzüntü. Biraz hayranlık. Tıpkı
benim gibi, bu kadın da bir dilek uğruna son bir savaş mı
veriyor?
Pazartesi sabahı. 7 Ocak 2008. Muhteşemin acı vericiye
dönüştüğü gün.
İş yerindeki üçüncü ayımı geçirmek üzere ofisin kapılarını
kartımla açarken birdenbire kafama dank ediyor. “Ne kadar
saçma.” Bunca yıldır beklediğim o mutluluk dolu günler nerede?
Hiçbir şey hissetmiyorum.
“Mahkûm gibiyim. Dokuzdan beşe bir hayata mahkûm.
Dokuzdan beşe, pazartesiden cumaya, mürekkep ve kâğıttan
oluşan parmaklıkların arasında hapis, boz renkli bir ofiste bo17
ğuluyor ve anlamsız bir kölelikle tükeniyorum. Günler asla gerçek bir tatminle bitmiyor, her akşam ofisten ayrılırken tek düşüncem aynı yorucu kalıbın ertesi gün tekrarlanacağı oluyor.”
Patronum ofis dışında, sabahın erken saatlerinde bir avunma
sohbeti için en iyi arkadaşım Sarah’ya telefon edebilirim.
“Çok şiirsel, gerçekten... ama hadi canım! Bunu düşünmek istemiyorum, önümüzde atlatmamız gereken koca bir
hafta var daha!”
Kafam karışık.
Kahve fincanımı sımsıkı tutarak, dirseklerim masama dayalı vaziyette yağmur damlalarıyla lekelenmiş pencereden dışarı, etrafımızı çevreleyen iş yerleriyle dolu yüksek binalara
bakıyorum. Binaların mat griliğini ve şekillerinin haşinliğini
kasvetli bir sanat eseriymişçesine inceliyorum, o arada da kafein beni uyandırıyor. Gerçeğe. Gerçek dünyaya.
İçimi çekiyorum. Umutsuz iç çekişin doğuşu.
“Bu mu yani?” diye soruyorum Sarah’ya. “Bu kadar mı?”
Cevap vermiyor.
Telefonu kapatıyorum ve birdenbire anlıyorum. Anneannemin yaşam destek makinesi kapatılıp ölümü ilan edildiğinde üstüme çöken anlayış duygusunun aynısı bu. Anneannem
kurtulmayacaktı. Havai fişekler de asla ateşlenmeyecek. Bütün bu aylar boyunca boşuna beklemiştim onları. Bunca yıllık
beklentilerim budalalıktan ibaretti.
Hepsi bu.
Kederli varlığımla çaresizce etrafıma bakındığım sırada
umut kırıntıları yavaş yavaş damarlarımdan dışarı akmaya
başlıyor. Hayatımın yirmi yılı boyunca o sefil kitapları bunun
uğruna mı kucakladım? Ömrümün geri kalanı böyle mi geçecek? İçten bir tatmin sağlamayan bir işte köle gibi çalışarak mı
geçireceğim ömrümü? Üstelik ne uğruna? Geçimimi sağlamak,
18
sofraya kızarmış tavuk koymak, banka kredisiyle alınmış yarı
müstakil bir ev ve bir araba uğruna mı? Ben de başkaları gibi
bu sığ hayata boyun eğecek, hafta sonları gelen neşe kırıntılarını bekleyerek mi yaşayacağım, ta ki ölüm kapımı çalana
dek?
Hepsi bu.
Ne bekliyordum? Nankörlük mü ediyorum? Ne de olsa bir
süpermarkette kasiyer olarak çalıştığım son işime göre çok
daha iyi bir işim var artık. Var olmayan bir şeyi mi arıyorum?
Başkaları mutluluğu patronunun yüzünde, müvekkillerine
kazandırdıkları davalarda, evlerine götürdükleri maaş çeklerinde buluyorlar. Ben de onlar gibi mi olmalıyım? Yoksa geri
kalan çoğunluk gibi, hayatın kocaman bir ipotekten ibaret
olduğunun farkına mı varmalıyım? Omuz silkip zorla gülümseyerek kabullenmeli miyim her şeyi?
Kabullenmeye çalışıyorum.
Ne var ki tatminsizlik duygusunu koparıp atamıyorum. Oscar Wilde’ın sözlerini düşünüyorum: “Yaşamak, dünyadaki
en ender şeydir. Çoğu insan yalnızca var olur, o kadar.” Bu
düşünceyle başa çıkmaya uğraşıyorum. Yalnızca var olmaktan ibaret bir hayatı sürmek için burada olduğum düşüncesiyle…
Bu sığlığın aniden farkına vardığımda, yüzüme sert bir
yumruk indirilmiş gibi oluyorum. Asalak hayal kırıklığı içimdeki hayatı ve canlılığı anında emiyor. Keyifsizlik beni zehirliyor ve tedavisi olmayan hastalığını her tarafıma yayıyor.
Hepsi bu.
Genç bir kızın hayal kurması sona eriyor. Daha yaşlı bir
kadının gerçekleri işe el koyuyor.
Mutluluk arayışım bir yalandan ibaretmiş.
Hepsi bu.
19
“Bir melek,” diye fısıldadım.
Türk otelinin aynasındaki yansımam bana bakarken zaman
neredeyse durmuştu. Bir meleğin yansımasıydı. Beyazlığı, tek
başına bir kar tanesinin saflığının tezahürüydü. Onu doğruca
cennete uçurabilecek kanatlardı. Mütevazılığı, başını eğişi, kabuğunun içindeki bir istiridye kadar gösterişten uzaktı. Süssüz,
en yalın haldeki bedeni çırılçıplak bir güzelliğe sahipti. Başka bir
dünyaya aitmiş gibi görünse de ayakları tıpkı bir insanın ayakları
gibi sağlamdı. Ruhu, bütün dünyanın görmesi için apaçık ortaya
serilmişti. Yansıma bir şeyi temsil ediyordu. Gerçeği.
Boy aynasındaki kıza baktım. Yerimden kıpırdayamıyordum.
Kim bu?
Benden başkası olamazdı tabii. Melek değildi. İhramımı giymiştim.
İhram; bedenin, zihnin ve ruhun resmi saflık bildirisi. Kimse
ihram giymeden Kâbe’yi ziyaret edemez, Umre ibadetini gerçekleştiremezdi. Zihnimin saf olmayan düşüncelerden arınması, bedenimin temiz olması ve alçakgönüllülükle örtülmesi gerekiyordu.
Saflık. Aylardan beri öyle bir duygu hissetmemiştim.
Daha birkaç saniye önce, oteldeki duştan akan su yüzümdeki
çatlaklara çarpıp vücudumdan aşağı süzülürken, onun bütün kiri,
kanı, gözyaşı izlerini yıkayıp akıttığını hayal etmiştim. Yüreğimin
rengini söküp alan öfkenin, nefretin ve acılığın ovalanıp çıktığını ve delikten aşağı gittiğini düşündüm. Temiz olmaya özlem
duyuyordum. Kederimin, nefretimin bıraktığı izlerden kurtulmayı
istiyordum.
İhramımın içinde üstüme bir saflık imgesi çizmiş, gecenin karanlığının gündüzün aydınlığına dönüşmesi kadar radikal bir deği20
şim geçirmiştim. Deri ceket, on üç santimlik topuklar, dapdaracık
kot pantolon ve “Rock’n’ Roll” tişörtü gitmişti. Karışık siyah saçlar, kırmızı ruj, rimelle ağırlaşmış kirpikler, modaya uygun havalı
takılar… Hepsi gitmişti. Yanık tenimin üzerindeki tek şey, beyaz,
bol bir cüppeyle beyaz bir başörtüsüydü. Ayaklarımda düz tabanlı kahverengi sandaletler vardı. Hepsi buydu. Tepeden tırnağa
örtülüydüm. Mücevhersiz ellerim ve makyajsız yüzüm dışında etimin hiçbir yeri görünür değildi. O su damlaları kadar yalın ve saf
görünüyordum.
Meleği andıran figüre baktım. Sanki ayı getirip birkaç metre
öteme koymuşlardı. Önce biraz sinirim bozuldu. Her zamanki
konforlarımdan yoksun kalmıştım. Bu şekilde giyinmiş olarak
otelden dışarı çıkmayı başarıp başaramayacağımı düşündüm.
Yine de dehşete kapılmış değildim. İçimde esrarengiz bir sakinlik vardı. İnsanlığım, ruhum gözler önüne serilmişti ama boyun
eğmiyordum. Vücuduma tuhaf bir sıcaklık, güvenlik ve kurtuluş
hissi sızıyordu. Dünyanın kötü atmosferinden uzakta, kozasının
içinde korunan bir kelebektim. Güvensizliklerden, beyhudelikten,
kurallara riayet etme zorunluluğundan uzaktım.
Alçakgönüllülüğü gördüm. Saflığı. Dürüstlüğü. Özgürlüğü.
Gördüğüm... bendim.
Bu beyaz giysiler bir şeyin farkına varmamı sağlamıştı. Karaya
ayak basmış milyarlarca insandan biriydim ben de. Bu dünyaya
beyaz bir battaniyeye sarılı bir bebek olarak gelen ve onu beyaz
bir kefenle terk edecek olan bir varlıktım. Bu beyaz cüppe doğumumu ve ölümümü simgeliyordu.
İşte ben buyum. Zihnimden, bedenimden ve ruhumdan başka bir şeyim yok. Paramparça edici bir farkına varış… Kuş gibi
hafifletici bir farkına varış... Acı-tatlı bir morfin iğnesi yemişim
gibi yayıldı içime. Bu dünyaya hiçbir şeyim olmadan geldim ve
ondan hiçbir şeyim olmadan ayrılacağım.
21
İçgüdüsel olarak başımı eğdim. Saf ama zayıf, özgür kalmış
ama önemsiz. Burnum sürtülmüştü.
Zameer beni böyle görseydi ne yapardı?
Bana ikinci kere bakmazdı bile. Kabuğunun içindeki bu basit
kahverengi kelebeği arzulamazdı. Vücudumu saran siyah döpiyesim ve tıkırdayan topuklarımla onun önünden süzüldüğüm zamanı hatırladım. Onun önünden ilk defa, bu torba gibi kılığın ve ses
çıkarmayan sandaletlerin içinde geçtiğimi hayal ettim. Bu şekilde
giyinmiş olarak onun şehvet dolu gözlerinden korunurdum. Alt
tarafı giysilerimi değiştirmiş olsaydım kalbimin parçalanmasından kurtulacak mıydım?
“Kadınlar elmas gibidir, bedenlerinin başkalarının pisliğinden korunmak için örtülü olması, ancak özel insanlara gösterilmesi en güzelidir. Vücutlarımız değerli, kırılgan ve narindir.” Annem, bu iddiada bulunan pek çok kişiden biriydi.
Eteğimi yukarı çekerken her zaman, “Püff,” diye cevap verirdim ona. Oysa şimdi, annemin sözleri göğsünü kabarta kabarta
doğruca bana bakıyor, onlara karşı çıkmam için meydan okuyordu.
“Yanındaki benim nişanlım!” O hesaplaşmanın yaşandığı
pazartesi sabahının üstünden yalnızca birkaç saat geçmişken
kendini kaybetmiş durumdaki genç bir kadının tiz çığlığı kulaklarıma doluyor. Kadın kalabalık şehir merkezinin ortalık
yerinde neredeyse beni dövecek ama öyle bir şok içindeyim
ki tepki gösteremiyorum. Aslında kıpırdamıyorum bile. Kalbimin şiddetle burkulmasıyla hemen ortaya çıkan acı yüzünden
felç olmuş halde, sahne boğucu bir bulanıklığa gömülürken
ihanetin buz salkımının aşk yatağımı ikiye ayırmasına izin veriyorum.
22
Zameer aylardır ikili bir hayat sürmüş. Beni aldatıyormuş.
İlan-ı aşk etmesi yalanmış. Sonsuza dek birlikte geçirilecek
geleceğimize dair verdiği sözler palavraymış. Aşkla dolu o
muhteşem göklerden acının sert, çakıllı zeminine acımasız,
vahşi bir güçle savruluyorum. Zameer’in daha önce ona fısıldadıkları şimdi kalbimin patlamasına sebep olmuş, kalbimden bin tane altı uçlu diken fırlamasına yol açmıştı.
Hayatımda hiç hissetmediğim, hissetmeye yaklaşmış bile
olmadığım duygusal, hatta fiziksel bir acı bu. Habis dişleri,
kana susamış bir kaplanın bir hindiyi parçalayacağı gibi acımasızca parçalara ayırıyor beni.
Kalp kırıklığı öldürücü olsaydı, şimdiye ölmüştüm.
Cehennemde geçen yılım başlıyor. Doğuşu, bu günle damgalanıyor. Mutluluğa gidişimi sağlayacak anahtarımın elimden, aşkın da kalbimden sökülüp alındığı gün.
“Hayır, sen de yapma.” Başımı sallayarak nefes yollarımı tıkayan yumruyu öksürüp dağıttım. Dudağımı ısırarak ve gözlerimi
kırpıştırarak kendime telkinde bulundum: Lütfen ağlama. Lütfen
ağlama. Ne var ki taşınması zor duygu ilk gözyaşını kenardan
aşağı itti, diğer damlalar da hemen takip etti.
Anneme bir kez bakmam yetmişti.
“Anne?” diye sızlandım alçak sesle. Arkası bana dönük, yatağın üstündeki valizini karıştıran annemi sessizce seyrettim. Kısa
boylu, tombul ve tatlı yaşlı kadın, üstünü değiştirip benimkinin
aynısı beyaz bir cüppe giymişti. Giysisi ona uzun geliyor, etekleri
yerleri süpürüyordu. Bir başörtüyle sımsıkı sarılmış küçük, yuvarlak kafası, suyun üstündeki bir şamandıra gibi salınıyor, yavru köpek bakışlı kocaman gözlerinin etkisini azaltıyordu. Kundağının,
23
kefeninin içinde, vahşi doğadaki yaşlı bir kanarya kadar kırılgan
ve zayıf görünüyordu.
Lütfen. Kendimde gördüğüm zafiyetleri onda da görmek istemeyerek sessizce yalvardım. Yapma. Sen benim annemsin.
Beni dokuz ay karnında taşımış ve doğum yapmanın sıkıntılarına, hastalıklarına ve başka bir şeyle karşılaştırılamayacak acılarına metanetle göğüs germiş annem. Beni bu dünyaya getiren ve
omuzlarına kusup kucağına çiş yaptığımda bile beni kendisinden
fazla seven annem. Düştüğümde yaralanan dizlerimi öpen, canım
yandığında gözyaşlarımı kurutan, ne zaman kâbus görsem uykusunun rahat kucağından kalkıp yatak odama koşan annem. Seccadesinin üstünde, ellerini açmış, bana onunkinden daha büyük bir
mutluluk vermesi için geceler boyu Allah’a dua eden bu kadın.
O benim süperannemdi.
Anne, lütfen, sen de yapma.
Sessiz yalvarmalarım böyleydi işte. Sessiz. Geç kalmıştım.
Annem gözlerimin önünde içini açmıştı bana. Üstünde yalnızca iki küçük kumaş parçası kalana kadar soyunduğunda, güçlü
görünmeye çalışan kadın kaybolmuştu. O gitmiş, yerine sade bir
insan gelmişti. Bu muhteşem kadın yalnızca insandı. Yaşlanmış,
güçsüz, ölümlü bir kadındı.
Onun gözlerinin altındaki uykusuz gecelerin kararttığı halkaları ilk defa fark ettim. Ağzının etrafındaki, her birini kırılmış bir
hayalin kazıdığı çizgileri gördüm. Artık filiz veren bir kök gibi dik
değil, endişelerinin ağırlığıyla kamburlaşmış, yaşlı bir bitki gibi
sarkmış duruşuna dikkat ettim.
Annem acı çekmişti.
Bizim hatırımız için takındığı cesaret maskesine rağmen. Her
zaman farkında olmama rağmen o maskeyi görmezden gelmeyi
tercih etmiştim. Şimdi gözlerimdeki perde kalkmıştı ve artık acı
gerçeklerden kaçıp saklanabileceğim bir yer yoktu.
24
Bana dünyasını vermiş olan kadının acı çektiğini ve benim
ona yardımcı olmak için parmağımı bile kıpırdatmadığımı anladım. Geçmişte annemin kahkaha attığını veya gülümsediğini
pek sık görmemiştim ama ona bunun nedenini hiç sormamıştım. Sevdiklerinin gözlerinin önünde ölüp gitmesini seyretmişti
ve ben onu rahatlatmak için hiçbir şey yapmamıştım. Anneme
sarılmamıştım bile. Arkadaşlarının, ailesinin ona ihanet etmesini seyretmişti ve ben onu avutmak için hiçbir şey yapmamıştım. Anneme gülümsememiştim bile. Oğlu katı yüreklilikle
ondan uzaklaşmıştı ve ben onun acısını azaltmak için hiçbir
şey yapmamıştım. Anneme şefkatli bir kelimecik bile söylememiştim.
Annemi ihramıyla görmek, o kayıp vicdanı bir bumerang gibi
geri döndürerek suratıma çarptı. Suçluluk, annemin acısını derinden fark etme hissi mideme saplandı. Onun yaralarını en çok
zorlayan kişinin muhtemelen ben olduğumu düşününce gözyaşlarımın sessiz alevleriyle gözlerim yandı.
Sizi en çok incitenlerin en çok sevdikleriniz olduğunu söylerler. Annem en çok beni severdi.
“İstiyorum işte!” diye haykırıyorum anneme.
On altıncı doğum günüm yaklaşıyor ve en son çıkan telefonlardan istiyorum. Küçük telefon yüz yetmiş sterlin.
“Param yok. Bütün para yiyecek öteberiye, doğalgaz faturasına ve babanın arabasının motoruna gitti. Gerçekten
özür dilerim. Lütfen.” Gözleri sulanıyor. En sevdiği evladına
istediğini verememenin düşüncesine katlanamıyor. Yastık kılıflarını daha hızlı dikebilse keşke, o zaman daha çok para
kazanabilir. İyi de daha ne kadar çalışabilir ki? Bütün günü
25
ev işleriyle geçiyor. Geceler de dikişe ayrılıyor. Kılıf başına
altmış peni. Kendini yetersiz hissediyor.
“Umurumda değil. O telefonu alacaksın.” Odadan çıkmadan önce anneme tehditkâr bir bakış atıyorum.
Parası yoktu. Yine de o telefonu bana almayı başardı.
Ne yapıp edip…
Geçtiğimiz bir yıl boyunca ona bağırmadan annemle konuştuğum pek olmamış. Ben sarhoş, hiddetli adamdım. O da masum,
güçsüz çocuk.
Saat sabahın ikisi. Geceyi arkadaşlarımla dışarıda geçirmiş, eve daha yeni dönmüşüm. Annem yatmamış, beni beklemiş. Güven içinde yatağıma girdiğimi görmeden uyuyamaz.
Beni yedi kere aramış, bütün aramalarını görmezden gelmişim. Rimellerim akmış. Eve dönüş yolu boyunca ağlamışım.
Zameer’i unutamıyorum.
“Neden bu kadar üzgünsün?” Annem bana doğru yürüyor.
“Yaklaşma bana!” diye hırlayarak onu itiyorum. Annem
düşmemek için duvara tutunuyor.
“Ben senin arkadaşınım. Sen de benim arkadaşım olur musun?” diye soruyor. Bana bu sözleri söyleyen son kişi kız kardeşimdi. Annem, yüzünde yalvaran bir gülümsemeyle peşimden
merdivenlerden çıkıyor. Aşka düşmüş bir köpek yavrusu.
Ona aldırmadan yatak odamın kapısını suratına çarpıyorum.
Annem dışarıda oturuyor.
Burnunu çektiğini duyuyorum.
26
Yarım saat sonra yatağıma yatıyor, uyuyana kadar o sesleri dinliyorum.
Başkalarından gördüğüm sevgi damlacıklarıyla karşılaştırınca,
annemin bana duyduğu sevgi muazzam bir okyanustu. Kederlerimi bilseydi, göğsünde çarpan kalbini çıkarır, benimkinin ölüp
gittiği yere koyardı, bundan emindim.
Oysa ben, sanki rahatsız edici bir böcekmişçesine onun kalbini ayaklarımın altında çiğneyip durmuştum. Davranışlarım rezilce, mide bulandırıcıydı. Yaptıklarımın ciddiyetini ancak anlayabilmiştim.
İçim suçluluk ve acıyla dolarken anneme koşup ona sarılmak
istedim. Kollarımla onu sımsıkı sarmak, kalbinin kırıklığını kucaklayarak ortadan kaldırmak istedim. Onu sevdiğimi söylemek. Ayaklarına kapanıp vurdumduymazlığımı bağışlaması için yalvarmak.
“Cennet anaların ayakları altındadır.” Peygamber Efendimiz
böyle demiş: Annenizi mutlu edin, o zaman cennet sizindir. En
itibarlı konum annelerindi ve onlara “cık cık etmek” bile çok ciddi
bir günah olarak görülüyordu. Ben cık cık etmekten çok daha
fazlasını yapmıştım. O ayakları bir kamyonla o kadar çok, öyle bir
umursamazlıkla çiğnemiştim ki kurşuna dizilmeyi ve cehennemi
boylamayı hak ettiğimi söyleyebilirdiniz. Umutsuzluk gitgide daha
büyük bir hale gelmişti. Yerin yarılmasını ve beni kaderimden
uzağa götürmesini arzu ediyordum.
Ayaklarım, yanına git, diye bağırıyordu. Af dile. Bunu yapmak istiyordum. Cennete layık o yaralı ayakları coşkun bir sevgi
ve pişmanlık gösterisiyle öpmek istiyordum. Oysa korkak patilerim yerinden kıpırdamadı.
Neden bilmiyorum.
27
Sebebi gurur muydu? Dayanılmaz bir utanç mıydı? Ani dramın getireceği mahcubiyet miydi? Duygularımı aileme gösterme konusunda yıllardır çektiğim fiziksel yetersizlik miydi? Yoksa
itilerek uzaklaştırılma korkusu muydu? Her neydiyse, isteğimi
yerine getiremeyecek kadar felç olmuştum.
Onun yerine arkamı dönüp banyoya koştum. Taze yaşlar yanaklarımdan dökülürken midemi tutarak dizlerimin üstüne çöktüm.
Annem banyo kapısını tıklattı. “İyi misin?”
Yanına gidiver işte. Ayağa fırladım, yanaklarımı ovalayıp yüzüme soğuk su çarptım.
“Bir şey yok, biraz midem bulandı anne.” Yanından geçerken
annemle göz göze gelmekten kaçındım.
“Tamam, peki.”
Bana bir kez daha arkasını dönerken kaçamak bakışlarla uzun
uzun anneme baktım. Gözlerim zonkluyordu. Parmaklarımla hafifçe göğsüme dokunarak sessiz bir yemin ettim. O günden başlayarak bıçağımı bir daha asla annemin kalbine saplamayacağıma,
onun yüreğinin parçalarını birbirine dikeceğime dair yemin ettim.
İşe, bu umut dolu arayışa birlikte kalkışmışken ona elimi uzatarak başlayacaktım.
Otelin lobisi pek sakin değildi. Etraf, Türk hacı adaylarıyla
doluydu. Sırt çantalarındaki “Hac 2008” yazısının üstündeki
Türk bayraklarından anlaşılıyordu kim oldukları. Bir şey yapmadan onları seyrettim. Annemle orada durmuş, valizlerimiz
ayaklarımızın dibinde, babamı bekliyorduk. İhramını giymiş olan
babam, yardım bulmak için ortadan kaybolmuştu.
Annemle ben ihrama bürünmenin zorunluluklarını yerine
getirmiştik: Allah’ın huzurunda iki rekât namaz kılmıştık. Sec28
cadeden uzaklaşırken Mekke yolculuğum resmi olarak başlamıştı.
Uzaktaki bir adam yanımıza geldi. İki çarşaftan oluşan beyaz
bir giysi giymişti. Çarşafların birisi, vücudunu göbeğinden ayak
bileklerine kadar örtecek şekilde karnına sarılmış, öteki de çapraz
olarak üst tarafından sarkıyordu. Sandaletleri sayılmazsa üstünde
başka hiçbir şey yoktu.
Bir ürperti kollarımda gezindi. İhramına girmiş babamdı bu.
Giysilerinin basitliği ve yalınlığı babamın şaşırtıcı derecede
ufak tefek görünmesine neden olmuştu. İki parça beyaz bez, onu
yoksul bir adama çevirmişti. Aynı zamanda saf bir adama. Muhtaç bir adama. Alçakgönüllü bir adama.
Mağara adamları devrinden veya robot çağından geliyor olabilirdi, hiç fark etmezdi. Aslında, bu giysilerin içinde babam hiçbir çağa ait değilmiş gibi görünüyordu. Hayattan kopmuştu ve
Allah’a teslim olma diyarının kıyısındaydı.
Beni büyüten güçlü figür ortadan kalkmıştı. Küçük bir kızken
beni havaya kaldıran güçlü kollar gitmişti. Bana “Kıllı Mary” diye
isim taktıklarında erkek kardeşlerimi haşin bir sesle azarlayan
adam gitmişti. Bir zamanlar iriyarı olan, gorile benzeyen gövdesi,
artık güçsüz, savunmasız, yaşlı bir adamın gövdesine dönüşmüştü. Beyazlaşan saçları cildinin koyu kahverengisiyle keskin bir zıtlık
oluşturuyordu. Omuzları düşmüş, başı öne eğilmiş olarak yürüyordu. Bize doğru yaklaşırken hafifçe topalladığını fark ettim. Benim
tanıdığım baba değildi bu. Bu adam yalnızca bir ölümlüydü.
“Ne diyorsun?” Sinirli sinirli omzundaki örtüyü düzeltti.
Ona bakmayı sürdürürken babasının kızı olduğum çocukluk
günlerimin anıları girdap gibi etrafımda döndü.
Bir zamanlar babamın hayatındaki en tatlı, en şirin şeydim ve
bu kadar tatlı, bu kadar şirin olmak için harcadığım çabanın karşılığında o da beni hediyelere boğardı. Dokuz yaşındayken bana aldığı
29
mavi renkli döner lambayı hâlâ saklıyordum. İşten eve gelmiş, beni
mutfakta süt içerken bulmuş ve lambayla bana sürpriz yapmıştı.
Gözüme ilk çarpan, lambanın ön tarafındaki sarı renkli yabanarısı
olmuştu. O arı, ışıklar söndükten sonra okumak için geç vakitlere
kadar uyanık kaldığım akşamlarda arkadaşım olmuştu.
Bir yıl kadar önce “Ee, ne olmuş?” düsturuyla hareket eden
isyankâr bir şıllık haline dönüştüğümde her şey değişmişti. Tıpkı
annemi incittiğim gibi, babamı da incitmiştim. Bana verdiği bütün
sevgiyi alıp bir çukura atmış, aramızdaki özel bağı yıpranmış bir
ipe çevirmiştim. Ona küçümsemeyle bakmadan babamla konuştuğum pek enderdi.
Şu anda eski sevgisi, yıllar süren terk edilmişliğin ardından
bir öksüzün annesine bakacağı gibi bakıyordu bana. Yaralarla,
acılarla dolu, altında incinmiş bir beden yatan bir yüz.
“Mağara adamına benzemişsin.” Alt dudağımı ısırarak huzursuz huzursuz kıpırdandım.
Sürekli tekrarlanan utanç ve pişmanlık beni kıskıvrak sarmıştı. O’nun Kuran’daki kelamına bu kadar yüzsüzce itaatsizlik
etmişken, Allah’ın diyarına gittiğimde dileğimin kabul edileceğine cidden inanabilir miydim? “Anne babalarınıza nazik
davranın. Onlara binlerce kez hürmetle hitap edin.” Benim
tek hitap biçimim binlerce kez aşağılama olmuştu.
Annem benden nefret ediyor, babam benden nefret ediyor, Allah da benden nefret ediyor.
Seyahat doğru dürüst başlamış bile sayılmazdı ama şimdiden
daha önce hiç açığa çıkmamış duygular üstüme çöküyordu. Keşfetmek istemediğim duygulardı bunlar.
İçimde savaşacak güç yok. Derin derin nefes alıp yaklaşan
gözyaşlarımı durdurmak için gözlerimi üç defa kırpıştırdım. Bu
yolculuk gerçekten yaralarımı iyileştirecek mi yoksa yeni yaralar açılmasına mı sebep olacak?
30