8 Sayı - WordPress.com

Transkript

8 Sayı - WordPress.com
¹;ILM>I\IVLIˍÜV/†VT†ʡ†º
¹7Z\ILWʡ]:†bOIZÜ3†Z\5M[MTM[Q^M<†ZSQaMº
¹5†T\MKQTMZ"AMZTMˍMUMaMV/QLMUMaMV^Mņ[\MVUMaMVņV[IVTIZº
¹;]ZQaM¼LMSQiI\ÜˍUITIZÜV/TOM[QVLMAMVQ*QZ*QZTMˍUQˍ5QTTM\TMZ
ņtQVlVMZQTMZº
¹0IaITM\>I\IVLIˍTIZAI,I*QZ)^Z]XI5I[ITܺ
¹/MtUQˍQaTM^M*]O†V†aTM)TUIVaI¼VÜV)^Z]XI¼[ܺ
¹ņ[XIVaI3ZQbQVQV)ˍIUITIZÜ^M)^Z]XITÜ4QLMZTMZQV<]\]U]º
¹/MVtTMZM5MKTQ[AWT]5])tÜTÜaWZ'º
¹-SWTWRQS;IJW\IRº
¹!=T][TIZIZI[Ü)V\ITaI)T\ÜV8WZ\ISIT.QTU.M[\Q^ITQº
¹<†ZSQaM¼LM0Ia^IV:MNIPÜ>IZ5Ü'º
¹)TTIPMT>I\IVMT5MTQSº
ǾɄ˴ǸɺȨʾȨ
ɴ̨ȵѰҳɕǸɴ̨ѰҬҵ
ǾιȵɜȐȽȨ
XHT@
¬0$ƈ40H$
4H,hĈ
8ĈHѵ
Boğaziçi Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Merkezi
Prof. Dr. Süheyla Artemel ve Nedret Kuran Burçoğlu
tarafından, Avrupa çalışmalarında disiplinlerarası
araştırmalar yapmak ve Türk – Avrupa ilişkilerindeki kültürel boyutu kıyaslamalı bir çerçeve içerisinde
vurgulamak amacıyla 1991 yılında kuruldu. Mayıs
2000’de Üniversite Senatosu, Merkez’deki çalışmaların
çapını bütün sosyal bilim dallarını kapsayacak şekilde
genişletmeye karar verdi.
Avrupa Çalışmaları Merkezi (AÇM) Türkiye ve diğer
AB’ye aday ülkelerin Avrupa’ya entegrasyon aşamalarında akademik ve entelektüel çok sesli bir düşünce
platform oluşturmayı amaçlamaktadır. AÇM, akademisyenlere proje oluşturma aşamalarında araştırma
olanakları sağlar. AÇM, akademisyenlerin, kamu ve
özel sector çalışanlarının düşüncelerini paylaştıkları
bir kurum olarak AB – Türkiye ilişkilerinde tartışmaların yoğunlaştığı bir odak noktası görevini üstlenmektedir.
AÇM, ulusal ve uluslararası konferansların yanı sıra,
halka açık Jean Monnet seminerleri ve uzmanlar için
atölye çalışmaları düzenlemektedir. Bu sayede, AÇM,
çalışanların ve sivil toplum örgütleri üyelerinin Avrupa’daki eşdeğer kurumlarla etkileşime geçerek iletişim
ağı oluşturmaları için büyük fırsatlar sunmaktadır.
XHT@
¬0$ƈ40H$
4H,hĈ
ŔäH8Ĉ
<HT4T
AÇM projelerine gönüllü olarak öğrencilerin de
katılması amacıyla Ekim 2002’de AÇM Öğrenci
Forumu (AÇMÖF) kurulmuştur. Bu projelere katılmanın yanı sıra kendi planladığı birçok etkinliği
de hayata geçiren AÇMÖF, her yıl düzenli olarak
yürüttüğü kendi organizasyonlarında da Türk/yabancı öğrencileri ağırlamakta, bu
öğrencilere konusunda uzman kişilerin deneyim
ve bilgilerinden faydalanabilecekleri, fikirlerini
serbestçe tartışabilecekleri ve üretken olmaları
yönünde teşvik edici bir platform sunmaktadır.
2003 yılından bu yana, her yıl Türkiye’deki çeşitli üniversitelerden öğrencileri bir araya getiren
Boğaziçi Buluşmaları ile yine her yıl Avrupa’nın
çeşitli üniversitelerinden ellinin üzerinde katılımcıyı
Avrupa Birliği ülkelerinden uzmanlarla buluşturan European Weekend School ve bunun yanında
her dönem düzenlenen çeşitli tematik seminerler,
organizasyonların ana çerçevesini oluşturmaktadır.
Bunun dışında, AÇMÖF, konusu güncel konular ve
dönem içindeki politikalar, tartışmalar düşünülerek
belirlenen çeşitli konferanslar düzenlemekte; yine
bu konular bağlamında her dönem iki tane olmak
üzere AÇMÖF Bülteni yayınlamaktadır.
editörden
Sahibi
Boğaziçi Üniversitesi
Avrupa Çalışmaları Merkezi adına
Hakan Yılmaz
Editör
Ceren Irmak Çelik
Tasarım
Tankut Atuk
Yazarlar
Buğra Sır
Ceren Günel
Ceren Irmak Çelik
Elif Yılmaz
Hicret Soy
*†T\MVQV J] aÜTSQ QTS [IaÜ[ÜaTI SIZˍÜVÜbLIaÜb ! [IaÜ[ÜaTI aIbIZI M^ [IPQXTQʡQ
aIXIV *WʡIbQtQ *†T\MVQ¼VLM JQZtWS NIZSTÜ
SWV]aI LIQZ aIbÜTIZ WS]aIKIS[ÜVÜb ;WV
LVMULMO†VLMUQUQbQWTL]StIUMˍO]TMLMV
<†ZSQaM·7Z\I,Wʡ]QTQˍSQTMZQU†T\MKQTQSSI^ZIUÜ^M*QZTMˍUQˍ5QTTM\TMZQTMJIˍTIaIZIS
33<+¼VQV aÜTTIZLÜZ \IZ\ÜˍÜTIV L]Z]U]aTI
LM^IUMLQaWZ]b:W\IUÜbÜ)^Z]XI¼aItM^QZ̉
LQʡQUQbLM ņ[XIVaI¼LISQ MSWVWUQS SZQb
^M )TUIVaI¼VÜV )^Z]XI¼LISQ SWV]U]V]
WS]aIKIS IZSI[ÜVLIV L†VaI tIXÜVLI
SMVLQVQ O[\MZUMaM JIˍTIaIV MSWTWRQS
[IJW\IR SI^ZIUÜVÜ QVKMTMaMKMʡQb <†ZSQaM¼aM LVL†ʡ†U†bLM Q[M UQTTM\^MSQTTQʡQ
aIˍÜVÜV ¼M L†ˍ†Z†TUM[Q \IZ\ÜˍUITIZÜ
)T\ÜV 8WZ\ISIT .QTU .M[\Q^ITQ ^M PIa^IV
ZMNIPÜ SI^ZIUÜVÜV <†ZSQaM¼LMSQ aMZQaTM
QTOQTQ aIbÜTIZÜUÜb ^M [WV WTIZIS LI .I[ †bMZQVM JQZ LMʡMZTMVLQZUM [QbTMZQ JMSTQaWZ
)^Z]XI iITÜˍUITIZÜ 5MZSMbQ lʡZMVKQ .WZ]U] WTIZIS )ZITÜS IaÜVLI OMZtMSTMˍ\QZMKMʡQUQb [MUQVMZTM QTOQTQ LM\IaTÜ JQTOQaM
J†T\MVQUQbQV [IaÜ[ÜVLI ]TIˍIJQTQZ[QVQb
*QZ [WVZISQ J†T\MVLM OZ†ˍUMS LQTMʡQaTM
PMXQVQbMSMaQÆQWS]UITIZLQTMZQU
+MZMV1ZUISiMTQS
LǸȇȐ
XǸɜǸȽȇǸΒ̨Ƚ
ιȽȵι˴ι
Erdem Selvin
Türkiye’de yaşıyorsanız eğer gündemin gerisinde kalmamak için oldukça
zaman ayırmanız gerektiğini zaten
biliyorsunuzdur. Elbette bu durum sadece Türkiye için geçerli olmasa gerek;
çünkü küreselleşen ülke ilişkileri ve
çıkarların iç içe geçmişliği, uzak bir
Asya ülkesinde gerçekleşen olayların
dahi dünyanın diğer bir ucu için hayati önem taşımasına neden oluyor. Yine
de birlikte hareket etmenin önemini
şu günlerde daha iyi kavrar gibiyim.
Gündemden gireceğim konuya ve tabii ki
bahsetmek istediğim konu “bitmek bilmez ve sürekli çözüm aranan fakat ne hikmetse çözümü mümkün olamayan” terör
meselesi. Peşi sıra alıyoruz şehit haberlerini ve ne yazık ki “kanıksamak” denen
şeyin eşiğinde hissediyorum kendimi. Ve
başlıyorum komplo teorileri üretmeye.
Geçerli bir sebebi var elbet böyle hareket
etmemin; şöyle ki genel bir tatminsizlik
hali var üzerimde, yeterli gelmiyor yapılan
açıklamalar, ki bir süre sonra onlardan
da şüphe duymaya başlıyorum. Eğer
bir gün terör biterse, onu lanetleyerek
bitiren tek ülke olarak tarihe geçeceğimiz
yazılıp çiziliyor sosyal mecralarda. Bana
göre mizah kanıksama potansiyelinin
en önemli bir göstergesi. Korkuyorum.
Kafalar bu kadar karışıkken konuların
düz bir çizgide ilerlemesine olanak bulamıyorum. Birliktelikten bahsetmiştim
yazımın başında, bunun altında yatan
sebep ise son günlerde Irak – ABD –
Türkiye – Suriye ve Rusya arasındaki
diplomatik ilişki trafiğinin artmasıydı.
Görüşmelerin nedenleri ve içeriklerini
farklı kaynaklardan okudukça kafaların
karışması işten bile değil. Türkiye ve ABD
arasında geçen günlerde yaşanan yoğun
trafiğin başlıca aktörleri ABD Dışişleri
Bakanı Hillary Clinton, CIA Başkanı Orgeneral David Petraeus, ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey ve birtakım diplomat, asker ve istihbaratçı idi.
Tüm bu yakınlaşmalardan çıkan sonuç
CNN Türk’e göre Suriye için ortaklaşa bir
operasyonel mekanizma kurulması ve Reuters’a göre Suriye’de uçuşa kapalı tampon
bir bölge kurulması ve isyancılara askeri
yardımda bulunulması. Benim açımdan
tartışılması gereken nokta, bağımsız bir
ülkenin iş içlerine karışmanın, herhangi bir askeri yardımda bulunmanın veya
isyancılarını eğitmenin sınırı nedir?
Tüm bu gelişmeler ışığında Apaydın
kampından gelen haberler Suriye muhalif güçlerinin eğitildiği yönündeydi. Fakat
yetkililer tarafından tüm bu haberler
yalanlandı. Bu gelişmelerin üzerinden
birkaç gün geçtikten sonra Dubai merkezli Arap haber kanalı El Arabiya’dan gündeme bomba gibi bir haber düşmüştü.
Habere göre Suriye sınırına yakın bir
bölgede yaşanan uçak kazasında, Türk
pilotları kurtulmuş ancak Rusya’nın emriyle Suriye pilotları sorguladıktan sonra
öldürüp tekrar denize atmıştı. Daha sonra haberin yalan olduğu taraflarca beyan
edilse de bu denli kışkırtıcı bir haberin
servis edilmesinin Türkiye’nin Suriye’ye
olası bir operasyonunu meşru kılma
yönünde yapıldığını çıkarmak mümkün.
Ve geçtiğimiz günlerde Suriye tarafından
Akçakale’ye düşen top mermisi sonrası
5 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesi üzerine Türkiye’nin aralıklarla sınır
ötesine top atması, meclisten sınır ötesi
operasyon için tezkere çıkması haberlerde
“Savaş başladı!” ifadelerinin kolayca kullanılmasına yol açtı. Tüm bu gelişmelerin
gölgesinde, Kuzey Irak yönetimi ve Barzani ile yaşanan görüşme trafiği kafaları
daha çok karıştırıyordu. Bir yanda bitmek bilmeyen terör ve ülke içerisindeki
yoğun çatışmalar, bir yandan Halep’te
muhalif güçlerin kazanımları, diğer
yandan da içeriği net bir şekilde ortaya konamayan temaslar gözlerin Kuzey
Suriye’ye çevrilmesine neden oldu. The
New York Times’da yayınlanan raporu Suriye hükümetinin bazı bölgelerin
kontrolünüKürt militanlara bırakması ve bu
militanların Kuzey Irak’taki Demokratik
Birlik Partisi (PYD) ve PKK ile arasında
bağlantı olabileceği yönündeydi. Bundan
yola çıkarak Kuzey Suriye’nin ve Kuzey
Irak’ın bazı bölgelerini içine alan bağımsız
bir Kürt ülkesi kurulabilir. Görüşmelerin
sık gerçekleşmesi ise kesinliği olmayan
bu beklentileri her ülkenin kendi menfaatleri yönünde şekillendirmek istemesi diye düşünüyorum. Birçok ülke Orta
Doğu’nun geleceği hakkında söz sahibi olmak istiyor ve bu tür değişimlerde barışın
ardından gelen en nihai sonuç ekonomik gelişim, ki nitekim dünyada yoksulluğun ve karışıklıkların en can yakıcı
bölgesi Afrika iken son günlerde ekonomik büyüme ile gündeme gelerek Orta
Doğu için güçlü bir örnek teşkil ediyor.
Birçok ülke Orta Doğu’nun geleceği
hakkında söz sahibi olmak istiyor ve bu
tür değişimlerde barışın ardından gelen en nihai sonuç ekonomik gelişim,
ki nitekim dünyada yoksulluğun ve
karışıklıkların en can yakıcı bölgesi Afrika iken son günlerde ekonomik büyüme ile gündeme gelerek Orta
Doğu için güçlü bir örnek teşkil ediyor.
Tüm bunların yanında Suriye’deki iç
savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınanların
sayısındaki muhteşem artış ve kış mevsiminin gelmesi yeni bir tartışmayı gündeme getiriyor. Bir yandan sığınmacı
ve mülteciler hakkında keyfi uygulanan
yasalar, halk arasında hissedilen ekonomik endişeler, diğer yandan Suriyeli
sığınmacılar hakkında çıkan taşkınlık haberleri sığınmacıların geleceğini sorgulamamıza neden oluyor. Unutmayalım ki aynı bölgede yukarıda
sıralanan birçok gelişme mevcut. Bunlar
dâhilinde Türkiye hükümetinin kararlarını halk ile birlikte alması doğabilecek sonuçlar açısından hem genel
seçimlerin yaklaşması dolayısıyla, hem
de bölgede kalıcı barışın sağlanabilmesi amacıyla büyük önem arz ediyor.
Kaynakça:
-http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/08/23/turk.
ve.abdli.yetkililer.suriyeyi.konustu/674016.0/index.
html
-http://www.reuters.com/article/2012/08/11/us-syria-crisis-turkey-idUSBRE87A05320120811
-http://haber.gazetevatan.com/turk-pilotlari-suriye-oldurdu/484152/1/Haber
- http://www.ntvmsnbc.com/id/25336410/
- ht t p : / / k a v k a z c e nt e r. c o m / e n g / c o n tent/2012/08/21/16574.shtml
-http://www.nytimes.com/interactive/2012/09/29/
world/middleeast/the-growing-role-of-kurds-insyria.html
-http://www.reuters.com/article/2012/10/18/column-freeland-idUSL1E8LICEV20121018
=http://www.ntvmsnbc.com/id/25373353/
Görsel:
-http://unicef.tumblr.com/post/20169243510/syrian-arab-republic-2012-children-shelter-in
<ɑɜǸȇɄ˴ɤHιɺȝǸɑ̨,
,ιɑɜ4ȐɕȐȵȐɕȨɨȐPιɑȰȨɴȐ
Elif Yılmaz
Gerek gelişen teknoloji gerekse modernleşen toplumlar artık globalleşmenin
hizmetindeler. Bu küreselleşme içerisinde
birbirleriyle etkileşimi artan toplumlar
kendi durumlarını tüm dünya içerisinde
konumlandırmaya başladılar. Bu da daha
iyi yaşam standartlarına ulaşmak için bir
araç olmaya başladı. Arap Baharı’nda hep
sosyal medyanın etkisinden bahsedilir,
ancak bu dönüşümden önce de gelişen
medyanın toplumlar üzerindeki etkisi
gözardı edilmemelidir. Diktatörleri devirmek ve demokrasiye kapılarını açmak Orta Doğu ülkelerinin çıkış noktası
şeklinde algılandı ve birbirleri ardınca
ülkeler protestolara başladı, değişim onların tek amaçlarıydı. Türkiye ise daha
önceden bu değişimi gerçekleştirmiş bir
ülke olarak onlara önderlik edebileceği
düşüncesindeydi ki, daha kendi içerisinde
bir demokrasiyi sağlayamamışken “nasıl
olur” soruları gündemde yankılanmaya başladı. İşte domino taşlarının belki de sonlarına yaklaşıyoruz ve Türkiye patlamaya hazır tüm bombaların
arasında kalmış bir ülke misali, ne olacağını ve ne yapacağını gözlemliyor.
Türkiye hem etnik, hem dini, hem de
kültürel bakımdan pek çok farklı insan topluluğunu içinde barındıran
bir ülke olması itibariyle, düzenli bir
yapıya hiçbir zaman sahip olamamıştır. Neredeyse Osmanlı’dan sonra
yoktan var edilen bir ülkenin bugünlere gelmesi kolay olmadı, ancak bugün
dahi sorunsuz bir toplum olamadık.
Türkiye iki darbe, bir muhtıra, binlerce
gencin ölümü, sağ-sol çatışmaları, KürtTürk tartışmaları, ulusalcılık ve milliyetçilik oyunları, Alevi-Sünni uyuşmazlıkları
gibi daha sayamayacağım ve küçümsenemeyecek derecede önemli birçok olaya
sahne olan nadir ülkeler arasındadır diye
düşünüyorum. Her zaman söylendiği gibi
jeopolitik ve jeostratejik konumlarımız sebebiyle, Türkiye’nin başka ülkeler tarafından hep bir albenisi olmuştur. Bir yandan
Avrupa ve ABD, diğer yandan Rusya
Türkiye’yi baskı altında tutmayı hedef
haline getirmişlerdir. Gerek ekonomik,
gerek siyasi yollardan olsun bu zamana
kadar su götürmez bir başarıya sahiptirler
bu konuda. Son bir yıldırsa Türkiye’yi de
aşarak iç karışıklıkların ortasında kalan
Orta Doğu zincirlerini bir bir kırmaya ve
demokrasi yolunda adım atmaya çalışıyor.
Mısır ve Tunus bu konuda diğer ülkelere
kıyasla daha başarılı olmuşlar ve kısa zamanda amaçlarına ulaşabilmişlerdir. Tabii
ki her şeyin tam olarak oturduğu söylenemez, ancak ilk adımlarını başarıyla atabilmişlerdir. Libya ise iç savaş yaşamış,
zorlu bir süreç geçirmiş olsa da en sonunda Kaddafi’yi devirebilmiştir. Şimdiyse Suriye büyük sorunlar içerisinde kalmıştır.
Beşar Esad veya Beşşar Esed karşısında yer
alan Özgür Suriye Ordusu Esad hükümetini devirmeye çalışırken, iki tarafta
silahlanarak birbirleriyle aylardır sonuçlanamayan bir çatışma içerisine girmişlerdir.
Şimdiyse ortada kalan binlerce insan
ne yapacağını bilmeden, belki de onlara
rastgelecek kurşunu bekliyorlar. Her iki
tarafta dışarıdan askeri yardım almaya
ve kendi vatandaşını vurmaya devam
ediyor. İşte bu durumda en yakın komşuları olan Türkiye’ye sığınma herhalde tek
güvenli seçenek olarak kalıyor. Türkiye
hükümetinin bu mültecileri kabul etmesi
de Türkiye’de büyük tartışmalara yol açtı
tabii. Yüz bini aşkın mültecinin Türkiye
ekonomisini bozacağı dahi düşünülüyor
şu durumda. Bunun yanı sıra Türkiye’nin
Suriye’yle asıl sorunu elbette Suriye iç
savaşı veya Türkiye’ye sığınan mülteciler
olarak kalmadı. Suriye iç savaşı sırasında Türk askeri uçağının düşürülmesi
üzerine de Türkiye ve Suriye arasında ilişkiler bir hayli açıldı ve Türk askeri Suriye’ye girmek zorunda kaldı. Suriye’nin
bilerek Türkiye’yi savaşa sokmak istemesi gibi düşünceler haliyle ortaya atıldı ki
doğruluk payı da büyük. Ancak neden
Suriye zaten içeride büyük bir karışıklık
yaşarken kendisinden daha güçlü durumda olan ülkeyle savaşa girmek istesin? Bir kısım insan Esad kendi gücünü
ülkesine göstermek istiyor, “gerekirse
Türkiye ile de savaşa girebilirim, yani
buna gücüm var” diye halkının gözünü
korkutmak istiyor diye düşünüyor.
Peki
Bu
ülke
Orta
Suriye bu
durumda
herhalde
Doğu’daki
gücü kimden alıyor?
aklımıza ilk gelecek
Rusya olmalı. Bölge
petrolün Akdeniz ile
buluşmasını sağlayan önemli bir yer ve
Rusya ile Esad hükümetinin arası da
gayet iyi durumda. Rusya, Suriye hükümetinin çökmesini istemiyor haliyle çünkü
sonuçların nereye varacağı belli değil. Bu
da Rusya’yı Esad’ı güçlendirmeye yönlendiriyor. İşte Rusya ve BM’yi karşı karşıya
getiren bir durum oluşuyor. Türkiye ise
her şeyin ortasında kalmış bir ülke olarak
ortaya çıkıyor. Suriye Türkiye’ye saldırıyor,
Türkiye bunun karşılığını veriyor ve
NATO da her zaman olduğu gibi bizim
yanımızda olduğunu söylüyor. Bunun
yanı sıra bir de artan terör olayları Türkiye’yi içeriden köreltmeye çalışıyor.
Yıllardır süregelen Kürt meselesi ve
PKK, Türkiye siyasetinin belkemiğini
oluşturuyor. Bir yıldırma politikası gibi
Türkiye askerinin canını almaya devam ediyor, tabii kendileri de karşılığında birçok kurban veriyor. Peki bu kime
hizmet ediyor? Yıllardır eli silah tutan
gençler dağlara çıkıp hayatlarını feda ediyorlar ve henüz bir sonuca ulaşamadılar.
Yalnızca PKK değil, onun yanı sıra gizli
güçler Türkiye’yi neden ikiye bölmeye
çalışıyorlar? PKK’nın tek isteği demokratik özerklik ya da anadilde eğitim değil,
onlar kendi bağımsız ülkelerini kurmaya
çalışıyorlar. Bu uğurda senelerdir hem
kendileri hem de Türkiye can kaybediyor.
Herhalde Kürt toplumunun Türkiye’den
ayrılması yalnızca kendilerine hizmet
etmeyecek. Evet kendi dillerinde eğitim
alıp, kendi devlet bürolarını kurup, kendi bayraklarını dalgalandırabilecekler
belki ama hiçbir zaman tam bağımsız
bir ülke olarak değil; her zaman bir
kukla işlevi görerek belki de. Zayıflayan
ülkeler, ayrılan topraklar ve milletler
bu zamana kadar o ayrılmamış güçlerin
hizmetindeydiler ve bundan sonra da
böyle devam edecektir. Ben ne mi söylemek istiyorum? Amacım herkes Türk’tür
ve bu topraklarda hepimiz mutlu mesut
yaşayalım demek değil. Böyle bir şeyin
olmayacağı da çok açık zaten. Ancak bu
topraklarda doğup büyümüş biri olarak
tek temennim ayrı devletlere ayrılıp başka ülkenin evlatları olmaktansa, herkesin talep ettiği koşulları mümkün
olduğunca yerine getirterek aynı devlette
yaşayabilmektir. Herkesin nasıl dinini
seçme özgürlüğü varsa, dilini seçme ve
konuşma özgürlüğü de vardır elbette.
Umarım başka bir devletin yardımına ihtiyaç duymaksızın yasal yollardan ve daha fazla can kaybetmeden bu
büyük sorunumuza çözüm bulabiliriz.
KAYNAKÇA:
1)http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriye-siyasi-iliskileri-.tr.mfa
2)ttp://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ilicak/2012/06/26/suriye-ile-iliskiler
3)http://www.haberturk.com/dunya/haber/788333-turkiyeye-abd-askeri-yolladik
4)http://w w w.hab er turk.com/dunya/hab er/788422-suriyeye-bayram-yok
5)http://www.haberturk.com/dunya/haber/788623-ates-kesilmedi
6)http://www.haberturk.com/dunya/haber/788617-sigara-yasagini-delmekle-cocuk-katletmek-bir-degil
Görsel:
-http://www.beynet.com/haber/24984/pkk-nin-basina-esad-in-ajanigecti.html
4ιȵɜȐȃȨȵȐɑѰ
dȐɑȵȐΒȐȹȐɴȐȽѮ
Elif Sercen Nurcan
Malum sebeplerden ötürü son birkaç
aydır Türkiye gündeminden düşmeyen
“mültecilik” konusu Antik Yunan’dan
beri tartışılagelmiş bir konudur. Kuşkusuz, insanın insana uyguladığı şiddet
devam ettikçe de tartışılmaya devam edecektir. Anlamı, zamanın akışında şekil
değiştiren mültecilik, modern dünyada yarattığı çalkantıları ile insanlığın
baş sorunlarından biri haline gelmiştir.
Belirtildiği üzere, mültecilik kavramı Antik Yunan polislerinde de varolmuştur, ancak kavrama anlam açısından bakıldığında, günümüzün sığınma kavramına daha
yakın bir noktada durduğu görülür. Antik
Yunan ve bir ölçüde devamı kabul edilebilecek Roma İmparatorluğu anlayışına
göre, somut bir sebepten ötürü canının
tehlikede olduğunu sezen bir kişi, kutsal
kabul edilen tapınaklara sığınabilir ve
müdahale görmeden sığındığı yerde yaşamaya devam edebilirdi. Aynı mantığın
devamı Orta Çağ Avrupası’nda ortaya
çıkan ve Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın
Kamburu” kitabında da bahsedilen “kiliseye sığınanların dokunulmazlığı” anlayışında görülebilir. İstisnai durumlar haricinde bu kural bozulmamıştır.
Ancak, Reformasyon ve akabinde dinin eski gücünü yitirmesi sonucunda,
kiliseye sığınma hakkı daha fazla ihlal edilir hale gelmiştir. Avrupa’da 17. yüzyıldan
itibaren kitlelerin kilise yerine, devletlere
sığınması yaygınlaşmıştır. Nitekim, Fransa’dan 17. yüzyılda kaçmak zorunda kalan
Huguenotlar, başta İngiltere olmak üzere
diğer birçok devlete sığınmacı olarak
gitmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gerekilen nokta, Avrupa’daki bu tür nüfus hareketlerinin sonucunda mülteci
populasyonları değil, yerli hayata uyum
sağlayabilmiş toplulukların ortaya çıkmasıdır.
İspanya’dan 15. yüzyılda canlarını
kurtarmak için ayrılan Yahudiler ve
Endülüs Müslümanları, Osmanlı İmparatorluğu için ilk büyük sığınmacı
dalgasını oluşturmuştur. Bu dalga
modern anlamdaki mülteci kavramına
çok yaklaşsa da, teknik olarak mültecilerin ortaya çıkması geç 19. yüzyılı bulmuştur. Fakat, muazzam mülteci akımları
Dünya Savaşları ve yarattıkları koşullar
sebebiyle 20. yüzyılda gerçekleşmiştir.
20. yüzyıla kadar neredeyse tamamen
Avrupa’nın iç meseleleri olan sığınma ve
mültecilik, bu yüzyılda Asya, Afrika ve
ȨȇȐȹȐɴȐȽ
ɨȐ
ĈɕɜȐȽȹȐɴȐȽ
ĈȽɕǸȽȵǸɑ
Amerika kıtalarına da sıçrayarak milyonlarca insanı etkileyen bir hale gelmiştir.
1890’larda artan Fransız-Alman ve
Avusturya-Rusya kutuplaşmaları nihai
ürünlerini 1. Dünya Savaşı olarak 1914’te
alsalar da, yaratılan gergin uluslararası
ortam yüzünden milyonlarca insan yer
değiştirmek ve mülteci pozisyonuna
girmek zorunda kalmıştır. Polonyalılar,
Rus Yahudileri, Kafkaslar’dan Abhaza ve Kabardey gibi Çerkez halkları,
Kırım Türkleri ve Rodos Müslümanları bu milyonları oluşturan halklardan
birkaçıdır. 1912-1913 yılları arasında
çıkan Balkan Savaşları, 450.000 civarı
Müslüman’ın Osmanlı İmparatorluğu’na
“muhacir” olarak gelmesine sebep olmuştur. 2 sene sonra patlak veren 1. Dünya
Savaşı’nın getirdiği yüklerden biri de,
savaştan kaçmaya çalışan Avrupa topluluklarının sığınması olmuştur. Ancak,
savaştan kaçan çoğu insan savaş arası
dönemde yurtlarına geri dönebilmiştir.
Bu durumun istisnaları, Türk-Yunan
tarafları arası yapılan nüfus mübadelesi
ve parçalanan 3 büyük imparatorluğun
(Osmanlı-Avusturya/Macaristan-Rusya
Çarlığı) halklarının bir kısmının anavatana geri dönememeleri olmuştur.
İnsan ırkının yaşadığı en büyük savaş olan
2. Dünya Savaşı daha önce görülmemiş
boyutlarda göçlere sebep olmuştur. Milyonlarca Yahudi ve Roman, Sovyetler’den
ve Nazi Almanyası’ndan kaçmış, kaçamayanlar ya saklanmış, ya da yok e
dilmişlerdir. Bu insani krizde, ABD ve
Kanada savaş döneminde mülteci kotasını
görece yetersiz tutmuş, kota fazlasını kabul etmemişlerdir. 1930’da kurulan Nansen Uluslararası Mülteci Ofisi’nin 1938’de
Nobel Barış Ödülü alan Nansen pasaportu, mülteciler için kullanılmıştır; ofis finansal problemler ve koordinasyon problemleri yaşadığından pasaportla 1 milyon
civarı mülteciye yardım edilebilmiştir.
Ofis’in önemle anılması gereken başarısı,
1933’te 14 ülkeye evrensel insan haklarının kabulüne öncülük yapan “Mülteci
Konvansiyonu”nu kabul ettirebilmesidir.
Aynı yıl Milletler Cemiyeti, Nazi Almanyası’ndan kaçanlara mahsus “Almanya’dan Gelen Mülteciler Yüksek Komisyonu”nu kurmuştur. 1938’de Nazi işgaline
uğrayan 150.000 Çek de ülkelerinden
ayrılarak mülteci pozisyonuna girmiştir.
31 Aralık 1938 günü, hem Ofis hem de
Yüksek Komisyon kapatılmış, yerlerini
Mülteci Yüksek Komisyon Ofisi almıştır.
Savaşın bitiminde Avrupa’da toplam 40
milyon civarı mültecinin olduğu tahmin
edilmektedir. Uzak Doğu Asya’da Japonya’nın yenilgisi sonucunda, Japonya’ya
önceden işgal ettiği bölgelerden yoğun
bir mülteci akımı gelmiştir. Sovyetler’den
Polonya’ya kaçmış olan Ruslar geri
verilmiş ve 1.5 milyon Rus savaş esiri
anayurda dönüş yapmıştır. Sonuçta,
1943’te kurulan Birleşmiş Milletler Kurtarma ve Rehabilitasyon Yönetimi (UNRRA) yerlerinden edilen toplulukların
ülkelerce yurtlarına geri döndürülmesine
çalışsa da, hatırı sayılır miktarda mülteci sığındıkları ülkelerde kalmışlardır.
1947’de UNRRA’nın yerini alan Uluslararası Mülteci Organizasyonu, 1952’de
kapatılana değin 1 milyon mültecinin
yurtlarına geri dönmelerine yardımcı
olmuştur. Bu dönemde dar kalan mülteci kavramı, sadece Nansen pasaportu
sahiplerini ve Organizasyon tarafından
“Uygunluk Sertifikası” verilenleri kapsamaktaydı. Bu sebeple savaş sonrasında
Sovyet sınırları içerisinde kalıp Gulag’a
gönderilen yüzbinlerce Alman mülteci
sayılmamıştır. Mülteci sorunlarının kontrol altında tutulabilmesi için 14 Aralık
1950’de Birleşmiş Milletler Mülteciler İçin
Yüksek Komisyon (UNHCR) kurulmuştur. 1954 ve 1981’de Nobel Barış Ödülü
alan UNHCR günümüzde mültecilik
konusunda en fazla hatırı sayılır kurumlardan biridir. Kanuni olarak; 1951 Geneva Konvansiyonu, 1967 Mültecilerin Durumuna Dair Protokol, 1969 OAU Afrika
Mültecilerinin Durumuna Dair Protokol
ve 1974 Birleşmiş Milletler Çatışmada Kadınların ve Çocukların Korunma
ѰɑȐȵȨȃȐɜȵι4
ѮȽȐɴȐȹȐΒȐȵɑȐd
ȽȐɴȐȹȐȇȨ
Ȑɨ
ȽȐɴȐȹȽȐɜɕĈ
ɑǸȵȽǸɕȽĈ
Bildirgesi uluslararası mülteci hukukunun
belkemiğini oluşturan anlaşmalardır.
Savaş sonrası dönemde ilk mülteci akınlarının kaynaklarından biri, 1948’de İsrail devleti kurulunca yerlerinden edilen
Filistinli mültecilerdir. Günümüzde halen büyük bir bölümü çeşitli kamplarda
yaşamını sürdüren Filistinli mülteciler
o dönemde çıkan silahlı çatışmalardan
kaçmışlardır. Başlıca Gazze Şeridi, Lübnan, Suriye ve Beyrut’a sığınan Filistinli mültecilerin sayısı, 2012’de 4.9
milyon civarı olarak tahmin edilmektedir.
1993’te imzalanan Oslo Anlaşması ile bu
mültecilerin Filistin’e dönmesi beklense
de, devam eden çatışmalar yüzünden günümüze değin Filistinli mülteci
sayısında ciddi bir düşüş görülmemiştir.
Dini kökenli diğer bir kaynak olan Pakistan-Hindistan mültecileri çoğunlukla
ait oldukları ülkeye dönseler de, her iki
ülkede de sürekli baskı altında yaşayan
ve zaman zaman şiddete uğrayan karşı
dine mensup mülteciler mevcuttur.
Amerika Birleşik Devletleri’nin 1963’te
dahil olduğu Vietnam Savaşı, Uzak
Doğu’nun “bot insanları”nı ortaya
çıkarmıştır. 1965-1975 arası 10 yıllık
savaşta yerle bir olan ülkelerinden kaçan
Vietnamlılar, bulabildikleri en yakın bota
olabildiğince insan sıkıştırarak ABD’ye
doğru yol almışlardır. Ne yazık ki, olması
gerekenden birkaç kat daha fazla insan
taşıyan bu botların önemli bir kısmı Pasifik Okyanusu’nda batmış ve içindekilerin çoğu boğularak hayatını yitirmiştir.
ABD’ye ulaşabilen şanslı azınlığın çoğu
karaya bastıkları an ya ülkelerine iade
edilmiş ya da tutuklanıp hapse gönderilmişlerdir. Bu dönemde ABD’de Soğuk
Savaş’ın etkisiyle, komünist ülkelerden
gelen mültecilerin çoğu reddedilmiştir.
Günümüzde iklim değişiklikleri, güvenlik sorunları ve ekonomik sebeplerden
kaynaklanan mülteci akınları halen
muazzam boyutlardadır. UNCHR’ın
takip ettiği ve ilgilendiği insan sayısı
2010’da 33.9 milyona ulaşmıştır; küresel ısınmanın devam etmesi, ekonomik
durgunluğun aşılamaması ve bölgesel çatışmaların devam etmesi üzerine
bu sayı gelecekte katlanarak büyüyecektir. Mültecilerden ülkesine geri
dönenlerin sayısı 2009’da 251.500 iken,
2010’da 197.600’e düşmüştür. Üstelik gelişmiş ülkelerin mültecilerin yer
edindirilmelerinde paylarına düşeni yeterince yaptıkları pek de söylenemez;
nitekim 2010’da ABD 71.400, Kanada
ise 12.100 tane mülteciyi kabul etti, 2010
yılında 22 gelişmiş ülke nihayetinde
98.800 tane mülteciyi alabildi. Ne yazık
ki Uzak Doğu’nun en gelişmiş ülkesi kabul edilen Japonya bile, 2006’da sadece 26
mülteciyi yerleşmeleri için kabul etti. Kişi
başı milli hasılaya oranla en fazla mülteci
bulunduran devlet (1 ABD Doları başına 710 mülteci) Pakistan olurken, en az
bulunduran (1 ABD Doları başına 17
mülteci) Almanya’dır. Günümüzde en
fazla vatandaşı olarak mülteci ayrılan
ülkeler Afganistan, Irak ve Somali’dir.
Arap Aydınlanması’nın etkisiyle 2011’de
patlak veren Suriye iç çatışmaları, Türkiye’nin son bir yılda gelen Suriye mülteci
akınına ev sahipliği yapmasına sebep
olmuştur. Bu denli insanın uzun süre
sağlıklı bir şekilde barınması altyapı
çalışmalarını zorunlu kılmakta ve günlük
ihtiyaçların giderilmesi büyük miktarlarda finans gerektirmektedir. Türk Kızılay’ı
çadır, besin, ilaç vs. sağladığı kamplarda
huzurun korunması hem kamp sakinleri
hem de yöre halkı için son derece gereklidir. Ancak, Suriyeli mültecilerinin gün
geçtikçe fazlalaşması ve nihayetinde sınırları aşarak Türkiye’ye düşmeye başlayan
top mermileri, yöre halkının sabrını
zorlamaktadır. Yöre halkı haklı olarak
güvenliğini istemektedir; ancak içlerinde
çocukların ve kadınların bulunduğu Suriyeli mültecilerinin geri gönderilmesi
şimdilik mümkün gözükmemektedir.
Yapılması gereken, bir an önce bölgesel
barışın sağlanması ve mülteciler ile Suriye devleti arasında bir güven bağının
oluşturularak herkesin gönül rahatlığıyla yurtlarına dönmesi sağlanmasıdır.
Kamplarda en fazla yaşanan sorunlar
beslenme yetersizliği (GAM), HIV salgınları, sıtma epidemikleri, bebek-anne
ölümleri olmasına karşın, başta UNHRC
olmak üzere, birçok kuruluş mültecilere kaynak sağlamakta ve onlara eğitim sunmaktadır. 2008’den 2010’a kadar mikrobesin tozlarıyla azaltılan
GAM, Davranışsal Gözetleme Anketi
(BSS) gibi HIV bulaşmasına sebep olabilecek davranışları azaltacak önlemler sayesinde azalan AIDS oranları vs.
gelişmeler geleceğe dair umut verse de,
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üstlerine düşen görevlerini tam yapmadığı
sürece mültecilerin sorunları aşılamaz.
KAYNAKÇA
1)Pontuliano, Sara (2009) “Uncharted Territory:
Land, Conflict and Humanitarian Action” o-Overseas Development Institute
2)www.unhcr.org/4ef9c8759.html
3)www.unhcr.org/4ef9c8d10.html
4)www.guardian.co.uk/news/datablog/2012/apr/05/
asylum-seekers.mapped
5http://www.21yyte.org/tr/yazi6160-Balkan_Gocmenleri_ve_Turkiyedeki_Siyasi_Secimler.html
6http://www.unhcr.org/news/NEWS/49ba5db92.html”http://www.unhcr.org/news/NEWS/49ba5db92.
html
7)http://books.google.com.au/books?id=oeJ 5 0 a 7 6 z 5 c C & p g = PA 1 9 & l p g = PA 1 9 & d q=%22the+UNCCP%27s+authoritative+Analy s i s + of + p ar ag r aph + 1 1 + of + t he + G e ne r a l +Assembly%27s+Resolution+of+11+Decemb e r + 1 9 4 8 , + s t at e s % 2 2 & s o u rc e = b l & o t s = D 2 B l G _ G 4 0 N & s i g = s 9 4 q M Q j O d g Is Wv X X o CVr7EZnsR0&hl=en&sa=X&ei=Zcb_T7ugNoqsrAfDpbGgBg&ved=0CCIQ6AEwAA#v=onepage&q=%22the%20UNCCP’s%20authoritative%20
Analysis%20of%20paragraph%2011%20of%20
the%20General%20Assembly’s%20Resolution%20
of%2011%20December%201948%2C%20
states%22&f=false
8)http://www.swarthmore.edu/library/peace/conscientiousobjection/OverviewVietnamWar.htm
Görsel:
-”http://their-own-words.org/images/ned_final_
project_008.jpg”
LɤɑȨɴȐѼȇȐȰȨ¬Ǹɜ̨ΒȹǸȵǸɑ̨ȽͤȵȝȐ-
ɕȨȽȇȐѮdȐȽȨȨɑȨɑȵȐΒȹȨΒ4ȨȵȵȐɜȵȐɑĈʾȨȽŔȽȐɑȨȵȐɑ
Hicret Soy
Suriye’ de Esad rejiminin kendin halkına yönelik katliamları devam ederken,
uluslararası toplumdan henüz herhangi
bir müdahale hamlesi gelmedi. Çatışmaların on sekizinci ayını doldurduğu şu
günlerde iç savaşın bilançosu 20 binden
fazla ölü ve 1,5 milyon insanın evsiz kalması olarak tahmin ediliyor. Geçtiğimiz
temmuz ayında Birleşmiş Milletler çatısı
altında Suriye’ ye yaptırım kararının,
Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin
tarafından veto edilmesi de müdahale
konusundaki umutları iyice söndürdü.
Birleşmiş Milletler’in Suriye’deki krizi
önlemeye ya da durdurmaya yönelik başarısızlığı, organizasyonun mevcut yapısıyla günümüz sorunlarının
çözümünde yetersiz kaldığını gösterdi. 1946’dan beri aynı yapıyı koruyan
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi,
Soğuk Savaş yıllarında uluslararası konjonktürün gerektirdiği şekilde çalışmıştır.
Ancak beş daimi üyenin herhangi bir
kararı veto etme hakkı, Soğuk Savaş sonrası güvenlik meselelerinin çözümünde
bazen engelleyici rol oynamakta.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle iki bloklu dünya yapısı ve bu blokların arkasındaki düşünceler çatışması da sona erdi.
ABD’nin süper güç olarak algılandığı
yıllar da 11 Eylül saldırılarıyla yerini çok
kutuplu bir dünyaya bırakmakta. Küreselleşmenin ekonomik sınırları aşıp, siyasi
ve kültürel boyutlara ulaştığı 21. yüzyılda
sorunlar daha karmaşık ve çok katmanlı.
Herhangi bir yerdeki iç savaşın herkesi
etkilediği ve ilgilendirdiği bir dünyada,
Birleşmiş Milletler çatısı altında kolektif
güvenlik için atılacak adımlar her zamankinden daha fazla önem arz etmekte.
Ne yazık ki, Suriye konusundaki mevcut
durum pek iç açıcı değil. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamada 133 ülke önergeyi kabul ederken, 12
ülke karşı çıktı, 31 ülke de çekimser oy
kullandı. Genel Kurul önergelerinin herhangi bir yaptırım gücü olmasa da, güçlü
bir moral değere sahip. Güvenlik Konseyi’ndeki vetolar ise uluslararası toplumun görüşlerini yansıtmaktan çok uzakta.
Birleşmiş Milletler bünyesindeki sorunlar sadece oylama ve veto ile sınırlı
değil. Yakın tarihin defalarca gösterdiği
gibi uluslararası toplum, çatışmaları önlemek için gereken askeri gücü toplama konusunda yetersiz kalıyor. 1993
Somali, 1994 Ruanda ve 1995 Bosna’da
Birleşmiş Milletler Barış Güçleri’nin geç,
etkisiz ya da kayıtsız kalması nedeniyle
yüz binlerce insan iç savaş kurbanı oldu.
Birleşmiş Milletler’e yönelik beklentilerin
artması, eleştirileri ve çözüm önerilerini
de beraberinde getiriyor. Öneriler çok
çeşitli hatta bazen ütopik. İlk akla gelen ise
Güvenlik Konseyi daimi üyelerin sayısında
değişiklik yapmak. Bu bağlamda Hindistan’ın daimi üyeliği gündemde ve başta
ABD olmak üzere birçok ülke tarafından
destekleniyor. Nüfus, ekonomi, demokratik değerler ve farklı dinlerin tanınması
açısından böyle bir genişleme Güvenlik
Konseyi’nin kredibilitesini ve temsil niteliğini arttırır. Yeni küresel aktörler ve
ihtiyaçlar göz önüne alınarak yeni daimi
üyelikler de gündeme gelebilir, gelmelidir.
Diğer bir öneri ise, daha önce Türkiye’deki yetkililerce de dile getirildi. Buna
göre Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda belirli bir çoğunlukla kabul edilen
kararlar, Güvenlik Konseyi’nde vetodan
muaf tutulacak. Özelde Suriye’deki durum için dile getirilen bu model,
gelecekteki uluslararası meselelerde
de açmazları azaltmayı amaçlıyor. Bu
model üzerinden düşünürsek, Genel
Kurul’da tüm oyların 4’te 3’ünden fazla oy alan kararlar, uluslararası toplum
tarafından mutabakat sağlanmış kabul
edilebilir ve Güvenlik Konseyi’nde tek bir
üye tarafından veto edilmesi önlenebilir.
Başka bir mesele de, Birleşmiş Milletler Barış Operasyonları için geliştiren
bir model. Uluslararası barışı sağlama konusunda Birleşmiş Milletler’in
rolünü ve etkisini arttırmak için üye
devletlerden bağımsız bir ordu öneriliyor. Uluslar üstü bir nitelik taşıyan bu
‘‘Birleşmiş Milletler Ordusu’’ parasal
desteğini üye devletlerden alsa da, herhangi bir çatışmaya müdahale konusunda
otonom bir yetkiye sahip. Bu fikir şu an
ütopik gibi görünse de, gelecekte kolektif güvenlik sorunlarının derinleşmesi
ve çeşitlenmesiyle kabul gören bir öneri
haline gelebilir. Bu konudaki çözümler değişir, çeşitlendirilir. Önemli olan
Birleşmiş Milletler’in günümüzün
güvenlik ihtiyaçlarına cevap verebilmesi
ve amaçladığı gibi küresel barışı temin
edebilmesi. Gerçekçi bir temsil niteliğinden yoksun, atıl bir sistemle Birleşmiş
Milletler, her zamankinden daha fazla
koordinasyon ve iş birliği gerektiren
meselelerde tatmin edici çözümlere çok
uzak kalacaktır.
Kaynakça:
1) http://www.aa.com.tr/tr/dunya/72387
2)http://www.torontosun.com/2012/08/03/un-general-assembly-votes-to-denounce-violence-in-syria
3)Hoffman, Stanley World Governance: Beyond
Utopia Daedalus 132 (1) (Winter 2003), p. 27-35.
Görseller:
* http://ameliesayshola.wordpress.com/2012/07/17/
when-the-united-nations-come-to-call/
*http://www.un.org/en/aboutun/index.shtml
ǸɴǸȵȐɜXǸɜǸȽȇǸΒȵǸɑ
dǸǸ
Ȩɑ
ɨɑɤɉǸ4ǸɕǸȵ̨
Buğra Sır
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ‘Kıbrıs
Cumhuriyeti’ adı altında Avrupa Birliği
dönem başkanlığını almasından kısa bir
süre önce, 27 Haziran tarihinde Brüksel
ilginç bir protesto gösterisine sahne oldu.
Beyaz çarşaflar giyerek hayalet kılığına
giren göstericiler, Avrupa Parlamentosu önünde toplanıp ‘Avrupa Birliği’nin
Unutulan Vatandaşları: Kıbrıslı Türkler’,
‘Bize hayaletmişiz gibi davranmayın’,
‘Bölünmüş Kıbrıs Birleşik Avrupa’ya
Başkanlık Ediyor: İroniyi Bulun’ yazılı
dövizler taşıyarak Kıbrıs Türklerine uygulanan haksız izolasyonu ve AB’nin Kuzey
Kıbrıs’a uygulanan ambargoların kalkmasıyla ilgili verdiği sözleri tutmamasını
protesto ettiler. Hatırlanacağı üzere adadaki müzakereler için bir dönüm noktası olarak görülen ve adada yeniden
birleşmeyi öngören Annan Planı için 24
Nisan 2004 tarihinde yapılan referandumda, Kıbrıslı Türkler planı %75 ile onaylarken Rumlar %65’lik bir oranla reddetmişti.
Ancak buna karşın Güney Kıbrıs adanın
tamamını temsil ediyormuşçasına ‘Kıbrıs
Cumhuriyeti’ olarak AB’ye tam üye olarak
kabul edilirken, Kuzey Kıbrıs’a uygulanan
ambargoların kalkmasıyla ilgili olarak
AB ve BM nezdinde verilen tüm sözlere
rağmen, aradan geçen sekiz yilda bu
yönde somut hiçbir adım atılmamıştır.
Bu sebeple Kıbrıs Türkleri dünyanın
geri kalanıyla ticari, siyasi ve kültürel
ilişkilerini çok kısıtlı olarak ve çoğunlukla
ancak Türkiye üzerinden yürütebilmektedirler. Hiçbir hukuki ve meşru dayanağı
olmadan on yıllardır adanın kuzeyine
uygulanan ve Kıbrıs Türklerinin ekonomik ve sosyal kalkınmasının önünde ciddi bir engel oluşturan bu durumun, başta
Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası
toplum için büyük bir ayıp olduğu açıktır.
Aslında Kıbrıs Türklerine uygulanan
izolasyonun tarihi Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin Kasım 1983’teki ilanından da ya da Türkiye’nin adaya Temmuz
1974’deki askeri müdahalesinden de eskiye gider. Londra ve Zürih Antlaşmaları’yla
temeli atılan Kıbrıs Cumhuriyeti, adada
toplumlar arasında bir denge kuran ve
geniş ölçüde cemaat içi otonomiye dayalı
yapısıyla 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulmuştu. Adada 1963 tarihinde başlayan
toplumlararası çatışmalar, Türklerin devlet kadrolarından zor kullanarak çıkarılmasına yol açtı ve bu dönemde tamamen
Rumların eline geçen devlet aygıtı tarafından, Kıbrıs Türk toplumunun fiili olarak
dünyayla bağlantısı kesilmeye çalışıldı.
Bu durum, Türkiye’nin uluslararası
antlaşmalarla
sağlanan
garantörlüğünün doğurduğu hak ve
sorumlulukları
gerekçe
göstererek
gerçekleştirdiği
Temmuz
1974’deki
askeri müdahaleye kadar devam etmiştir.
Askeri müdahale ve ardından gelen nüfus mübadelesiyle, ada filli olarak ikiye
bölünmüştü. Bu tarihten başlayarak adada sorunun kalıcı çözümü hedefiyle devam eden müzakereler, 15 Kasım 1983’de
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan
edilmesiyle farklı bir boyut kazandı. Başta Bangladeş, Pakistan gibi birkaç ülke
adanın kuzeyinde kurulan bu yeni devleti
tanıma kararı aldıysa da başta ABD’den
gelen yoğun siyasi baskılar yüzünden
vazgeçmek zorunda kaldılar. Bu bağımsızlık ilanının ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı 541 ve
550 sayılı kararlar sıklıkla KKTC’ne uygulanan ambargoya gerekçe olarak gösterilse de, bu kararların adada bağımsız
ikinci bir devletin tanınmamasına yönelik
olduğu açıktır. Uluslararası ticarette önemli bir ticari ortak olan Tayvan örneğinde
de görüldüğü gibi, bir bölgeyi bağımsız
bir devlet olarak tanımama o bölgeyle
ticari, ekonomik ve kültürel ilişki kurulamayacağı anlamına gelmemektedir. BM
Genel Sekreteri Ban ki Moon da 3 Aralık
2007 tarihli raporunda “Kıbrıslı Türklere
uygulanan izolasyonun kaldırılmasıyla
ilgili süregiden tartışmanın bir tanıma
tartışması haline gelmesinden” şikâyet
ederken “ekonomik, sosyal, kültürel,
sportif veya benzer bağların ya da ilişkilerin güçlendirilmesinin tanıma anlamına gelmeyeceğini… aksine güven arttırarak ve daha uygun bir ortam yaratarak
bütün Kıbrıslıların yararına olacağını ve
bu sayede adanın yeniden birleşmesine
büyük katkısı olacağını” ifade etmiştir.
24 Nisan 2004 tarihindeki referandumda
Kıbrıs Rumlarının büyük bir çoğunlukla
reddettiği şey, dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın 28 Mayıs 2004’deki
raporundaki ifadesiyle, “yalnızca bir
taslak değil çözümün kendisi idi”. Bu
tarihten sonra gerek BM Genel Sekreterliği
gerek de Avrupa Birliği Konseyi tarafından yapılan açıklamalarda uygulanan izolasyonun kaldırılması yönünde defalarca
çağrı yapıldıysa da, sonuçta çözüme ‘Evet’
demesine rağmen, cezalandırılan taraf
Türk tarafı oldu. Türkiye, Yunanistan ve
Büyük Britanya’nın birlikte üye olmadığı
hiçbir birliğe ya da uluslararası örgüte
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de giremeyeceğini öngören 1959 ve 1960 antlaşmalarına
açıkça aykırı olarak, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’
1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye oldu.
Dahası bu durum, bölünmüş ve sınır ihtilafı yaşayan bir ülkenin birliğe alınması
noktasından değerlendirildiğinde de ayrıca hayret vericidir. Kıbrıs Türklerinin
durumunu iyileştirme amacıyla 7 Temmuz 2004 tarihinde hazırlanan ve Avrupa
Komisyonu’na sunulan tüzükler, adadaki
Türklere mali yardımı ve Avrupa’nın geri
kalanıyla doğrudan ticaret yapılabilmesinin önünü açmayı öngörüyordu. AB
Dışişleri Bakanları Konseyi, Kıbrıs
Türklerine 259 milyon Euro yardımı
öngören Mali Yardım Tüzüğü’nü Kıbrıs
Rum tarafının engellemeleri yüzünden ancak 27 Şubat 2006 tarihinde onaylayabildi.
Kuzey Kıbrıs’a uygulanan ticari ambargonun kalkması anlamına gelen Doğrudan Ticaret Tüzüğü ise yine Kıbrıs Rum
tarafının baskı ve engellemeleri yüzünden
hala komisyon aşamasında beklerken,
Güney Kıbrıs’ın dönem başkanlığını
yürüteceği süre boyunca da bu konuda
olumlu bir gelişme beklenmemektedir.
İzolasyon ve ambargo, ekonomik sistem
dışında sosyal yaşamı da son derece
olumsuz olarak etkilemektedir. Kuzey
Kıbrıs üzerinde yasal dayanağı olmadan
yaratılan bu filli durum yüzünden; Kuzey
Kıbrıs’tan Türkiye dışında herhangi bir
ülkeye karşılıklı olarak uçuş gerçekleştirilememektedir. Ayrıca, Türk sporcuları
uluslararası müsabakalarda yer alamadığı
gibi yabancı herhangi bir takımla karşılaşma da yapamamaktadırlar, Kuzey Kıbrıs’ta
öğretim yapan uluslararası üniversiteler
Bologna Süreci’nin bir parçası olamazken Kıbrıslı Türk öğrencilerin de Erasmus
- Sokrates gibi programlara katılmaları
engellenmektedir. Brüksel sokaklarında hayalet kılığında gezen eylemciler bu
tablo içerisinde değerlendirildiklerinde
daha
çok
anlam
kazanmaktadır.
Sonuç
olarak,
adada
kalıcı
çözüm için 40 yıla yakındır süren
müzakerelerin geleceğini düşünürken,
AB üyeliğini çözüm yolunda hiçbir taviz vermeden kazanan Rum tarafının,
uzlaşma için hiçbir motivasyonunun kalmadığı gerçeğinden hareketle, Kıbrıs’ta
kalıcı bir çözümün hala çok uzak
olduğunu üzülerek ifade etmek gerekir.
Kaynakça:
1) Manisalı, Erol. 2003. Avrupa Kıskacında Kıbrıs. İstanbul. Derin
Yayınevi.
2) Necatigil, Zaim M. 1998. The Cyprus Question and the Turkish Position in International Law. Oxford. Oxford University Press.
3) Brus, Marcel. A promise to keep: time to end the international isolation of thr Turkish Cypriots. Istanbul: Tesev, 2008. - http://seyhan.
library.boun.edu.tr/record=b1515096~S5
Görsel:
-http://en.wikipedia.org/wiki/File:Satellite_image_of_Cyprus,_
cropped.jpg
ȐʾȹȨΒȨɴȵȐɨȐɤȝιȽιɴȵȐ
ȵȹǸȽɴǸѼȽ̨ȽɨɑɤɉǸѼɕ̨
Çağatay Cuştan
2008 Yılında meydana gelen finansal kriz
1930 yılından bugüne yaşanan en büyük
kriz olmakla birlikte birçok şirketi iflasa
sürüklemiş ve binlerce insanı işlerinden mahrum etmiştir. Dünyanın birçok
yerinde olduğu gibi kriz Avrupa tarafından da derinden hissedilmiştir. Sonuç
olarak, Yunanistan’ın da “ülke olarak”
iflasının söz konusu olduğu bu günlerde
ve Atina’daki, Almanya’nın tavsiye ettiği
kemer sıkma politikalarına karşı yapılan
gösteriler, Avrupa Birliği’nin tekrar siyasi
ve iktisadi açıdan düşünülmesini gerektiğini ve Almanya’nın Merkel önderliğinde
Avrupa Birliği içerisinde hala lider rolü
üstlendiği üzerine tartışmaları, yeniden
ortaya koymaktadır. Bu siyasi ve iktisadi
gelişmeleri derinden anlayabilmek için
Almanya’nın güncel siyasetini ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ekonomik ve politik düzenini gözden
geçirmemiz gerekir. Dolayısıyla, İkinci
Dünya Savaşı’ndan günümüze, Almanya’da iç ve dış etkenlerin, ülkeyi sosyal ve
iktisadi rollerinde nasıl bir değişikliklere
uğrattığını inceleyerek, bugün Almanya’nın Avrupa Birliği gibi supranasyonel
organizasyonlar altında dahi nasıl söz
sahibi olabildiğini daha iyi anlayabiliriz.
Almanya’nın bugün Avrupa Birliği
ekonomisinde neden bir lider gibi
göründüğünü anlamak için öncelikle
siyasi ve iktisadi tarihi ele alıp, Nazi
dönemindeki gelişmeleri kavramalıyız.
Şu bir gerçektir ki, her ne kadar Nazi
dönemi Yahudi katliamlarıyla bir insanlık suçu işlemiş dahi olsa, Hitler komutasındaki ve ekonomik olarak ayakta zor
duran Almanya, o dönemin sadece bölgesel değil, dünya güçleri olan İngiltere,
Fransa gibi ülkeleri çok kısa bir sürede
gerçekleştirdikleri reformlar ve politikalar ile yenmiştir. Yani Nazileri disiplinli
büyüme ve askeri başarıları üzerinden
incelersek, takdir edilmesi gereken bir
yönetim sergilemişlerdir. Savaşın neden ve nasıl kaybedildiği, Hitler’in makro planları ve Almanya’nın yenilmesi,
tarihçilerin derin analizlerine bırakılası
gereken ayrı bir sorundur. Ancak İkinci
Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın Amerika tarafından yeniden yapılandırılması
ve sonrasındaki iktisadi ve siyasi düzen,
Nazilerin Almanya’da yarattığı etki ile
doğrudan ilişkilidir. Bunun sebebi ise,
Amerika Birleşik Devletleri ve özellikle Fransa’nın, Almanya’nın potansiyel
olarak ne kadar güçlü bir devlet olduğunu
İkinci Dünya Savaşı’nda anlayabilmesi ve
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki siyasetlerinin büyük bir kısmının Almanya’nın, yeni yaratılacak olan ve Avrupa
devletlerini içeren kurumlar dahilinde,
gücünün nasıl kontrol edileceği üzerine
olmasıdır. Bunun içindir ki, supranasyonel kurumlar ile askeri ve ekonomik
sınırlamalar sayesinde Almanya’nın gücü
kontrol altına alınabilmiş ve İkinci Dünya
Savaşı’nı kazanan devletlerin çizdiği parametreler içerisinde siyasi ve iktisadi bir
düzen kurması amaçlanmıştır. Ekonomik
açıdan ele alırsak; Batı Almanya’nın piyasa ekonomisi ile bütünleşebilmesi, Marshall yardımı ve Amerika’dan getirilen
ürünler ve bunların karşılığını Almanya ile beraber Avrupa devletlerinin
zamanında ödeyememesi, Amerika ve
Avrupa arasında borç ilişkisini doğurmuş,
doları pazar ekonomisinin hayat damarı
yapmış ve sonuç olarak Avrupa’yı Amerika’ya bağımlı bir yapı haline getirmiştir.
Avrupa Kömür ve Çelik Birliği ile, Almanya’nın özellikle Fransa ile iktisadi
olarak bütünleştirilmesi ve kaynaklarını
askeri ve milliyetçi çıkarları için artık
kullanamaması, Alman ekonomisinin nasıl kontrol altına alındığının ve
ekonominin milliyetçi çıkarlar için geçersiz kılındığının kayda değer bir örneğidir.
Askeri açıdan ele alırsak; Almanya’nın
tekrardan bir savaş makinesine dönüşmemesi için galip devletlerin iyi bir uğraş verdikleri açıkça ortadadır. Bunun yanı sıra,
Sovyetler ile Amerika arasında “Buffer
Zone” görevi gören Almanya’nın Doğu ve
Batı Almanya olarak ikiye ayrılmış olması
ve Sovyetler için de büyük bir önem arz
etmesi sebebiyle, sadece ekonomik değil
askeri açıdan da bir birlik altına alınması
elzemdi. Sonuç itibariyle, NATO’nun
kurulması ve Almanya’nın da üye haline
getirilmesi, Sovyetler karşısında Batı Almanya’ya askeri açıdan kolektif savunma
adı altında güvence getirmiştir. Ancak
Almanya milliyetçi politikalar çıkarı için
ordusunu kullanamaz hale gelmiştir, zira
üye ülkeler arasında iç çatışmalar çıkmasını NATO engellemiştir ve ABD Almanya ordusunun sayısına bir sınırlama
getirmiştir. Ayrıca, Almanya’da bugün
hala konuşlandırılan 21 Amerikan üssü
ise Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan
bu yana radikal bir milliyetçi politika gütmediğinin ve bir nevi hala Amerika’ya
bağlı olduğunun açıkça bir göstergesidir.
Almanya’nın askeri kanadından yola çıkarak bugünkü güçlü Almanya’yı rahat
bir şekilde anlayabiliriz. Amerika Birleşik
Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ordusunda yaptığı değişiklikler, bugünkü Alman ekonomisi ile çok
yakından ilgilidir. Kapitalizm ve militarizm ikilisinin liberal iktisadi politikalarda çok yakın ilişki içerisinde olduğunu
hepimiz bilmekteyiz. Örneğin; İngiltere’de bulunan Bank of England’ın kuruluş sebeplerinden en büyüğü İngiltere’nin
askeri borçlanmalarıdır. Ancak askeri
büyümesi sınırlandırılmış bir ülke için bu
tezin geçerliliği tartışılır. Ordusu sınırlandırılmış bir Almanya bugün klasik
sanayi üretiminin dünya çapında büyük
bir payına sahiptir. Bugün ABD GSMH’sinin % 4.7’ sini askeri harcamalar için
kullanırken bu oran dünyanın 4. büyük
sanayisine sahip Almanya için %1.3’tür.
Yani devlet bütçesinde askeri harcamalar için ayrılan payın düşük
olması, pazar ekonomisi ile olan bütünleşme ve NATO tarafından güvenliğinin sağlanılmış olması, Almanya’nın iktisadi olarak
gelişmesini sağlayan ve yatırım için güven veren en önemli faktörlerdir. Bu da bugün ülke içinde yaklaşık %37’lik bir pazar
payına sahip sanayi sektörünü olumlu bir yönde etkilemiştir.
Şu ana kadar İkinci Dünya Savaşı ile süregelen politikalar sonucunda Almanya’nın siyasi ve ekonomik reformlarını ele alıp,
bunların bugünkü Alman ekonomisine olan etkilerini irdeledik.
Ancak Almanya’daki iktisadi sistem sadece bu gelişmelerle tam
olarak açıklanamaz. Siyasi gelişimler devletin iktisadi düzende
altyapısını oluşturmuştur. Ancak Almanya’nın izlediği sosyal piyasa ekonomisi, yani devletin ekonomik faaliyetlerinin serbest
piyasa kuralları içerisinden gerçekleşmesinin güvence altına alınmasıyla beraber devletin aynı zamanda sosyal eşitliğin sağlanması
açısından da büyük bir çaba sarf ettiği bir devlet yönetimidir.
Almanya diğer anlamda, sosyal barış konusunda büyük adımlar
atmış ve işçi-işveren çekişmelerinin en çok yaşandığı ülkelerden
biri haline gelmiştir. Bu konuda sadece ekonomik altyapıdan ziyade sol parti varlığının kendini hissettirebilmesi ve işçi sermaye
arasında denge kurulabilmesi de oldukça etkilidir. Sonuç itibariyle
ekonomik gelişmede sadece tek bir tarafın girişiminin olmasından ziyade, çalışanlar, sendikalar ve şirketlerin birliktelikleriyle
verdikleri kararlar sonucu ekonomik ilerleme kaydedilmiştir.
Ayrıca sanayinin çok büyük önem arz ettiği bu ekonomide tekelci büyük şirketlerle beraber, küçük ve orta ölçekli şirketlerin
de Alman Borsası’nda yer edinebilmesi ve yaklaşık 25 milyon
kişiye istihdam sağlaması, Alman ekonomisinin bel kemiğinin aslında küçük ve orta ölçekli işletmelerden kaynaklandığını
gözler önüne sermektedir. Bugün, Almanya’nın Avrupa Birliği’ndeki
bankaların denetlenmesi konusunda verdiği hassasiyet ve önemin
orta ve küçük ölçekli işletmelerinde yarışabildiği bir iktisadi arenanın istikrarlı bir büyümede yer alması gerektiği inancındandır.
Atina’daki kemer sıkma politikalarını ve anti-Merkel protestolardan da anlaşılacağı gibi Almanya supranasyonel kurumların
hegemonyası altında olmasına rağmen, bugün dahi AB ülkeleri içerisinde özellikle iktisadi alanda diğer ülkelere sözünü
geçirebilecek düzeyde bir ülkedir. Almanya’nın bugünkü istikrarlı büyümesinin temellerini, asker sayısını ve harcamaları
sınırlandıran ABD ve İkinci Dünya Savaşı galibi devletlerin siyasetine elbette borçludur, fakat asıl merak konusu, ABD’nin
Almanya’nın tekrardan Avrupa’da söz sahibi olup olmaması
yönünde ileride herhangi bir strateji izleyip izlemediğidir.
Kanaatimce, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD Hitler deneyimine
dayanarak pragmatist politika izlemiştir ve Alman milliyetçiliğini
iktisadi ve askeri destekten yoksun bırakmak istemiştir. Ancak kapital ekonomi ya da kriz ekonomisiyle bütünleşmiş Alman ekonomisi bugün ekonomik gücü sayesinde supranasyonel kurumlar
altında dahi siyasi arenada da söz sahibi olma kabiliyetindedir.
Ülke ekonomisinde bugün sanayi yaklaşık %37 gibi çok büyük
bir orana sahiptir ve askeri uzmanlara göre, bu sanayi silah ve
savunma sanayisine çok çabuk bir sürede dönüştürülebilir. Yani
Avrupa’daki Alman hegemonyası geçmişe nazaran çok fazla bir
kayıp yasamamıştır. Belki de bu sebepten dolayıdır ki bugün
Almanya’da yeni yetişen nesil kendisinden bir önceki milliyetçi
Almanlarla olan sosyal ve kültürel ilişkilerini tamamen kesmek istiyor, Amerikan medyasının ülkede büyük bir kültürel
hegemonyası sürüyor ve Alman öğrencilere Alman literatürü
yerine Hemingway gibi yazarlar okutuluyor ve okutturuluyor.
Toparlamak gerekirse, 2008’de Amerika’da başlayan ve hızla
yayılan küresel kriz Avrupa’da da olumsuz etkiler yaratmıştır.
Ancak bu olumsuz etkiler ışığında Avrupa Birliği’ndeki devletlerin siyasi ve ekonomik yapılarını tekrardan gözden geçirmemiz,
bizlere ileride ne tür siyasi olaylarla karşılaşabileceğimiz konusunda ipuçları verebilir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda etkin
rol oynayan ve bugün AB’de bir lider konumuna sahip Almanya’nın istikrarlı bir ekonomi sayesinde siyasi arenada da etkin
rol oynayabilmesi ve bunu ne kadar ileriye götüreceği kanımca
Avrupa’daki siyasi gündem maddelerinden birisini oluşturacaktır. Yani AB ile ilgili alınan iktisadi kararlarda Almanya’yı uzun
bir süre daha lider rolünü oynayan bir ülke olarak göreceğiz.
Asıl merak konusu ise büyüyen Çin tehdidine paralel olarak,
gittikçe Doğu Asya’ya odaklanan Amerikan politikasının istikrarlı ve güvenli bir Avrupa Birliği içerisinde yer alan Almanya’ya siyasi olarak bir otorite boşluğu bırakıp bırakmayacağıdır.
Kaynakca
1)American Foreign Policy since World War II
2)www.tatsachen-ueber-deutschland.de
3)www.dw.de
4)www.hudson.org
5)www.militarybases.com
Görseller:
-http://www.unilang.org/viewtopic.php?f=6&t=32144&st=0&sk=t&s d=a&start=30
-http://www.hfinster.de/StahlArt2/archive-Maxhuette-C-1-8-01.01.0001-en.html
Ezgi Ersöyleyen
politikacıların bütçe konusunda kendi başına hareket etmelerini ve AB’nin
tavsiyelerine uymamalarını göstermişlerdi. Yunan politikacıların o dönemde
bütçe konusunda doğru işler yapmadığı
apaçık ortada olsa da, AB’nin krizi aşma
konusundaki politikaları da şimdiye
dek krizin iyiye gitmesini sağlamadı.
AB’nin kriz politikalarının olumlu bir
etki yaratmaması aslında pek de şaşırtıcı
değil. Bu durumun sebebi olarak Avrupa’da kreditör ülkelerin liderlerinin eyleme geçmekte geç kalması gösterilebilir. Kreditör ülkelerin vatandaşları,
krizde olan ülkelere mali yardımı protesto ettiler ve başka ülkelerin borçlarını
ödemek istemediklerini dile getirdiler.
ĈɕɉǸȽɴǸ,ɑȨɺȨȽȨȽΒǸȹǸȵǸɑ̨ɨȐ
ɨɑɤɉǸȵ̨0ȨȇȐɑȵȐɑȨȽPɤɜɤȹɤ
İspanya ekonomisiyle ilgili endişeler, 10
Temmuz tarihinde Avrupa Birliği ülkenin
2012 yılı bütçe açığı hedefini GSYM’nin
%5.3‘ünden
%6.3‘üne çıkardığında
başlamıştı. Sonrasında, 20 Temmuz tarihinde Brüksel’den İspanyol bankaları için
çıkan 100 milyar avroluk mali yardım İspanya konusundaki endişeleri yatıştıramadan, 10 yıllık İspanyol devlet tahvili
faizleri Avrupa rekoru olan %7.75’e ulaştı.
Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’e yapılan
mali yardımlar ülkelerin devlet tahvili
faizleri %7 sınırını aştıktan hemen sonra
gerçekleştiğinden, İspanya’nın da er ya
da geç mali yardım isteyeceği şüpheleri
başladı. Gelişmeler üzerine, krizin kontrol altında olduğunu belirtmek amacıyla,
Avrupalı liderler birlik mesajları verdiler.
Sonrasında, 28 Ağustos tarihinde Katalunya’nın Madrid hükümetine yaptığı 5
milyar avroluk yardım talebi ise İspanya’da ilk olarak banka sektöründe ortaya çıkan krizin gittikçe diğer alanlara da
sıçradığına işaret ediyordu. Yunanistan
ile birlikte başlayan krizin diğer Avrupa
Birliği ülkelerini de etkilemesi bir noktada
kaçınılmazdı ancak İspanya’nın kötüleşen
durumu Avrupalı liderlerin krizi
kontrol altında tutamadığını ortaya serdi.
Brüksel, kriz İspanya’yı etkilemeye
başladığında İspanya’nın kemer sıkma
politikalarını başlatmasını istedi ve İspanya da Brüksel’in isteklerine uyarak
65 milyar avro gelir sağlayacak bütçe
önlemleri aldı. Bu noktada İspanyol
hükümeti, krizin başlangıç noktası olan
Yunan hükümetinden farklı bir yerde
duruyor. Avrupalı liderler Yunanistan’ın
krizde geldiği noktayı kritik ederken, en
büyük nedenlerden biri olarak Yunan
Vatandaşlarının protestoları sonrasında ise kreditör ülkelerin liderleri krizin
etkilediği ülkelere mali destek sağlama
konusuna pek de sıcak bakmadılar. Bu
noktada, Merkel’in Yunanistan’a çektiği
rest önemli bir anlam taşıyor. Angela
Merkel, eğer istenilen kemer sıkma politikaları uygulanmazsa, Yunanistan’a daha
fazla yardım yapılamayacağını ve gerekirse
Yunanistan’ın AB’den çıkabileceğini ima
etmişti. O güne kadar, piyasaları yatıştırmak ve yatırımcıların daha da fazla
telaşlanmasını önlemek amacıyla, Avrupa’nın kredi notu yüksek ülkeleri krizdeki diğer Avrupa ülkelerini destekleyen
açıklamalarda bulunuyorlardı ancak,
Merkel yaptığı bu açıklamayla birlik mesajlarının içini boşaltmış oldu. Yunanistan’ın
AB’den çıkmasının bir seçenek olmaktan
çıkması ise, Yunanistan başbakanı Antonis Samaras’ın haziranda seçildikten sonra
mali reformlar konusunda Avrupalı liderleri ikna edici davranmasıyla gerçekleşti.
Merkel’in resti ise mali sıkıntı yaşayan
AB ülkelerinde ültimatom etkisi yarattı.
İspanya krizine dönülecek olunursa,
kreditör ülkelerin yeni bir mali yardıma sıcak bakmamaları İspanya’yı önemli ölçüde etkiledi. Avrupa’nın dördüncü
büyük ekonomisi olan İspanya’nın, batmak için çok büyük olduğu ve Yunanistan’a çekilen restin İspanya’ya çekilme
ihtimalinin pek de olmadığı bilinse de,
İspanya başbakanı Mariano Rajoy mali
yardım konusunda ihtiyatlı davrandı ve
kreditör ülkelerin tepkisini çekmemeye
çalıştı. Eylül ayının başında Mario Draghi, Avrupa Merkez Bankası başkanı,
AB’deki ekonomisi zayıf ülkelerin yüksek
faiz oranlarıyla borçlanmasinin önüne
Rajoy İspanya’nın geçici bir nakit sıkıntısı
yaşadığını söylese de sorun şimdilik geçici
gibi görünmüyor. İspanya’nın mali yardım
talebinde bulunmasına ramak kaldığı
söylentileri dolaşırken, sorulan sorulardan biri de şu: “İspanya neden piyasalar
nisbeten daha sakinken yardım talebinde
bulunmuyor?” Sorunun cevabı ise konuyu
yeniden AB’nin kreditör ülkelerine
getiriyor. Eğer İspanya yardım talebinde
bulunur ve ret yanıtı alırsa, AB ülkeleri arasındaki uzlaşı eksikliği sebebiyle
yatırımcılar daha da telaşlanacak ve bu
da AB ekonomisine, dolayısıyla da AB’ye
büyük bir darbe vuracak. Almanya’nın
mali yardım talebine olumlu yaklaşması
ise önümüzdeki sene gerçekleşecek olan
seçimler yüzünden mümkün görünmüyor. Almanlar ülkelerinin daha fazla
borç vermesini istemiyorlar ve Merkel
de oyverenlerin tepkisini çekmek istemiyor. Almanya’nın yanı sıra Finlandiya
da mevcut durumdan hoşnut değil ve
AB’den çıkılırsa ekonominin daha iyi
olabileceği yönünde tartışmalar Finlandiya’da halen sürüyor. Avrupalı devletlerin isteksizliğinin dışında, İspanyolların
kriz protestoları da Rajoy’un en büyük
sorunlarından biri olarak göze çarpıyor.
%25 işsizlik oranının yanında, sıkı mali
önlemler halkın büyük tepkisini çekti ve
Katalunya bölgesinde de milliyetçiliği
tetikledi. Mali destek programı daha da
sıkı mali önlemler alınmasını gerektirecek ve İspanyol hükümeti de halkın
bundan hoşnut olmayacağını biliyor.
İspanya, daha sıkı mali programlar
uygulamak istemediği için, kurtarma
programlarının koşullarının sıkı olmasından dolayı başarıya ulaşamayabileceğine örnek olarak Portekiz’i
gösteriyor. Aynı zamanda, sıkı mali
politikaların çok da verimli olmadığını
açıklayan IMF’nin söylemlerinin Avrupa Merkez Bankası’ndan çıkacak olan
mali yardımın koşullarını belirlemesinden İspanya memnun olacak gibi duruyor. İspanya bekledikçe IMF’nin görüşleri
daha da destek kazanabilir ve koşullar
daha da yumuşayabilir. Diğer yandan
İspanyol devlet tahvili faizleri %7‘nin altına piyasalar mali yardımın geleceğini
düşündüğünden düştü ve tekrar %7‘nin
üstüne çıkarsa, piyasalar panik halindeyken İspanya’nın mali yardım talebini
erteleme lüksü olmayabilir. Sonuç olarak,
piyasalar alabora bir haldeyken istenecek
olan yardım talebi, koşulları yumuşatma konusunda atılan tüm adımları yok
edebilir ve İspanyollar kendilerini AB
ne derse onu yapıyor halde bulabilirler.
Kaynakça:
1)http://www.economist.com/news/finance-andeconomics/21565214-when-bail-out-spain-arrivesit-likely-be-prolonged-state-denial
2)http://www.economist.com/blogs/charlemagne/2012/10/euro-crisis
ȐȽʾȵȐɑȐ4ȐȃȵȨɕ
dɄȵɤ4ɤ ʾ̨ȵ̨ɴɄɑѵ
Nazlı Korkmaz
Biz gençlerin siyasette aktif olarak yer alması, ülke yönetimi için her zaman büyük
bir artı olarak yorumlanır. Bunun başlıca
sebeplerinden birini, toplumun geniş
bir kitlesi olan gençlerin temsilini yine
kendilerinin yapması olarak düşünebiliriz. Bu sayede kendi sorunlarını, toplumda gördükleri aksaklıkları ya da ürettikleri
çözümleri yine kendileri savunabilirler.
Kendi memnuniyetlerini sağlamak için
bir aracıya ihtiyaç duymadan çalışabilirler. Parlamentoda yeni bakış açılarının
yer alması da olabildiğince çok insanın
memnun edilebilmesiyle doğru orantılı
sayılabilir. Cesur, yenilikçi bakış açıları
siyasette aktif rol aldığında dinamikleşen
yönetim kadrosu çağı yakalayıp onun
öncüsü olmayı başarabilir, siyasete genç
bir vizyon katabilir. Gençlerin siyasete
atılmalarını sağlayabilmek için de onları
teşvik etmek, kendilerine güvenmelerini sağlamak gerek. Bunun devamında,
gençler seslerinin duyulduğunu, görüşlerine önem verildiğini fark ettikçe yönetime, sisteme olan güven de artacak ve
gençler birbirlerini de teşvik edecek duruma geleceklerdir. AKP hükûmeti milletvekili seçilme yaşının 25’ten 18’e indirilmesini bu zincirin ilk halkası olarak görüyor.
almalarının parti olarak benimsedikleri
yönetim anlayışlarında ne kadar önemli
yer tuttuğundan bahsetti. Siyasete atılmayı sadece parlamentoya girmekle
sınırlamak çok büyük yanlış olur. Yerel yönetimlerde de gençlerin enerjisine
büyük ihtiyaç duyuluyor. En genç belediye başkanının Antalya’nın en büyük
ilçesinde görev aldığını söylediğinde
Erdoğan belki de gençlerin küçümsenmemesi gerektiğini göstermek istedi.
Çünkü şüphesiz akıllardaki en büyük
soru gençlerin yönetimde bu kadar büyük
görevler almalarında becerilerinin yeterli
olup olmayacağı. Fakat Başbakan, Fatih’in
torunlarının siyasete atılmak için ihtiyarlamayı beklememesi gerektiğini söyleyerek, gençliğin potansiyeline olan güvenini
göstermiş oldu. Bu açıklama neticesinde
genç üyelerin ne kadar heveslendiğini
anlamak çok zor değil. Bu konuşmanın
ardından değişik illerdeki AKP Gençlik
Kolları’ndan açıklamalar yapıldı. Kendilerine duyulan güvenin onları ne kadar
teşvik ettiğinin yanında, Avrupa’da bu
yaş sınırını uygulayan ülkeler olduğunu
söylediler. 18 yaşın başka ülkelerde siyasi görevler için yeterli görülürken, bizde
farklı düşünülmesini çelişki olarak yorumladılar. Peki bu gerçekten çelişki mi?
‘Yürü hala ne diye kendinle savaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!’
Arif Nihat Asya’nın bu dizeleri son günlerde akıllara hep aynı tartışmayı getiriyor:
Milletvekili seçilme yaşı 18’e indirilmeli
mi? Hükümet 25’ten 18’e indirilmesinin
dinamik süreçten maksimum verim almamızı sağlayacağını düşünürken, karşı
çıkanların düşünceleri de göz ardı edilecek
cinsten değil.
Gençlerin daha aktif rol alması tercih edilirken bu yaş konusunda nasıl endişeler var?
İnsanların kafasındaki en büyük soru, 18
yaşında liseyi yeni bitirmiş bir gencin ülke
yönetimine katılacak beceriye, donanıma
sahip olup olamayacağı. Sonuçta lise eğitimimiz bizleri siyaset felsefesi konusunda
donanımlı hale getirecek cinsten değil.
Milletvekili olan kişilerin de ayakları
yere basan, kendilerine güvenen kişiler
olması şart. 18 yaş ortalama olarak ergenlik döneminin bitişi kabul ediliyor,
ancak bu dönemin kesin bir bitişi yoktur. Psikologlar ergenlik dönemini bireyin hem kendisiyle hem de çevresiyle
çatışma halinde olduğu dönem olarak
nitelendirirken, bu çatışmayı henüz tam
sonlandırmamış bireye ülke yönetimiyle
ilgili sorumluluk yüklemek o bireye zarar
verebilir. Ayrıca 18 yaşında meclis yolu
açıldığında, gençlerin üniversite eğitimine
gereken önemi vermeyecekleri endişesi de
kuvvetli. Gençlerin enerjisi ne kadar çok
olursa olsun üniversite eğitimi ve milletvekilliği aynı anda yürütülebilecek sorumluluklar değil. Bu iki sorumluluğu aynı
anda almak kişinin özgür iradesine bağlı
olabilir ama bu durum milletvekilliğinde
işine odaklanmasını engelleyen sorunlar yaratabilir. olmadan, kendi düzenini
oturtmadan meclise giren bir genç genç
için, bir sonraki seçimde seçilmemesi durumunda hayatını nasıl devam ettireceği
sorusu büyük önem taşıyabilir. Aklında
kendi ekonomik kaygıları varken toplumla ilgili bu önemli pozisyonda olmasının
ne kadar doğru olduğu da tartışmaya açık
bir konu. Ekonomik kaygı taşımaması için
ailesinin ekonomik gücünün yeterli olması bir seçenek olabilir, ama bu durumda gençlerin seçilme hakkı konusunda
ne kadar eşit oldukları akıllara takılıyor.
Siyasi partilerin adaylık için aldıkları
aidatlar da bu eşitlik konusunda
düşündürüyor. Liseyi yeni bitirmiş bir
gencin bu aidatları ödeyebilmesi yine
ailesinin gücüne bağlı, çünkü kendisi henüz çalışmıyor. Belki alınan aidatlar genç adaylar için kaldırılabilir ama
kaldırılmadığını
düşündüğümüzde,
siyasete yeni atılacak insanlara eşitlik konusunda iyi bir örnek vermiş
olmuyoruz. Muhalefetin takıldığı bir
başka nokta ise bazı kurallar arasındaki
tutarsızlık. Bir genç 18 yaşında toplumu
temsil edebileceği en yüksek kurumda
çalışabilecekken 24 yaşına kadar konserlerde içki içemiyor. Gençlere duyulan güvenin samimiyetini sorgulatan bu
iki farklı durum ayrıca 18 yaşının yetişkinliğin başlangıcı olup olmadığını
konusunda soru işareti yaratıyor. 18
yaşında bir gencin toplum için sağlıklı
kararlar verebileceğine güvendikten
sonra kendisi ile ilgili alacağı kararları kısıtlamak kendi içinde tutarsız.
Partiler kendi aralarında kimin gençlere
daha çok güvendiğini tartışıyorlar.
Acaba biz gençler kendimize ne kadar
güveniyoruz? ‘Sorumluluk bilincimizin tam oturmadığı bu dönemde milletvekilliği gibi topluma karşı büyük sorumluluk yükleyen bir görevin hakkını
verebileceğimizi düşünmüyorum.’ diye
düşünen gençler, bireyin bu dönemdeki zihinsel gelişiminin böyle bir sorumluluğun altından kalkamayacağını
düşünüyor. Başka bir düşüncenin temelinde ise kendimize duyulan güven değil,
şimdiki yöneticilere duyulan güvensizlik
var. ‘Zaten şimdi o koltukta oturan herkesin görevinin bilincinde olduğuna inanmıyorum. Yumrukların konuştuğu, kimsenin birbirini dinlemediği bir meclis var
başımızda. 18 yaşında kendi hayatından
fedakarlık yapmayı göze alan biri daha
bilinçli hareket edebilir o görevin kıymetini bilir.’ Milletvekilliği yapmayı ülkesi için
fedakarlık yapmakla özdeşleştiren gençler
arasında bu fedakarlığı yapmaya hazır
olduğunu söyleyen ama siyasi birikim
açısından kendisini yeterli görmeyenler
var. İleride siyasette aktif olarak görev almayı düşünen gençlerin bazıları kariyerlerinde daha sağlam bir yol çizmek için
uygun zamanı beklemeyi tercih ediyor.
‘Maddi sorunlarımı çözmeden, akademik
açıdan yeterli donanıma ulaşmadan siyasete atıldığım an yeni başlamış kariyerimi
tehlikeye atmış olurum. Bu kadar kaygan
zemine bağlı bir kariyer için kendimi
feda etmek istemem kendimi geliştirmem
gerekli.’ Bir yandan da en enerjik döneminde toplum için çaba sarf etmek isteyen gençler erken yaşta tecrübe kazanırsa,
bu tecrübelerinin meyvelerini erkenden
de alabilirler düşüncesi de var elimizde.
Her iki taraf için de bu kadar güçlü gerekçeler varken bu fikrin uygulamaya
girmesi için henüz erken olduğu ortada.
Kaynakça:
1)http://www.akgenclik.org.tr/tr/sn__recep_tayyip_erdoganin_8__genclik_soleni_konusma_metni-429.html 2)http://www.haberler.com/ak-parti-bartin-genclik-kollaribaskani-18-yas-4030611-haberi/
3)http://www.haberler.com/ldp-konserde-icki-icme-yasi-24-milletvekili-4044834-haberi/
4)http://www.medya73.com/ak-parti-edirne-genclik-kollari-baskani-caliskanbir-cok-avrupa-ulkesinde-secilme-yasi-18dir-haberi-1089017.html
5)http://psikolojikdanisma.net/ergenlik.htm 6)http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1104669&CategoryID=78
Görsel:
-http://v3.arkitera.com/UserFiles/Image/File/spotlight/2009/MeclisBinalari/tbmm02.jpg
ȰɄȵɄȬȨȰ
LǸǾɄɜǸȬ
Batuhan İpekçi
Peki peşimden koşmaları bir işe yarıyor mu?
Şöyle demişti kız: “Bizim burada hükümetle kurduğumuz temas
ve onlar üzerinde yarattığımız baskı
sayesinde bugün balıkçılar şu kadar
santimetreden küçük balık tutamayacak. Elbette sizin de desteğinizle...”
Gün olur da İstanbul’a gelirseniz,
İstiklal’den Tünel’e doğru yoğunlaşan
Greenpeace’cilerle ilgili birçok anı ile
kuşatılacaksınız. Kanın çekmesi ve yeşili sevmem gibi nedenlerden dolayı bu
anılar bende biraz fazla. Yoksa hiçbir
Greenpeace’cinin ona gelirken yolumu değiştirdiğimi fark edip, arkamdan
“Seni yakalayacağım” diye koşturmasını
açıklayamayız.
Küçük balık tutamamanın balıkçılar
üzerindeki etkilerinden veya balık avlama derinliklerinin değiştirilmesinin
denizlerimize uygun olup olmamasından doğan tartışmalar bir yana, demek
çevreci örgütler (uluslararası olanları), yaptıkları geniş çaplı lobiler ve
muhtemelen “Bir şey anlatacağım” ısrarcılığıyla, bir işe yarayabiliyorlarmış.
Aynı şeyi, mesela, ülkemize kurulması
olası nükleer santral için söyleyebiir miyiz? Sizce çevreci bir örgüt onun ülkemize kurulmasını engelleyebilir mi? Gücü
buna yeter mi? Ya da engellemek ister mi?
Bu örgütün fazlaca siyasi olduğunu ve bu
nedenle popülist olduğunu, yani aslında
çevreyi o kadar da önemsemediğini, sadece kendi kişisel ve örgütsel pozisyonlarını koruma amacı güttüğünü... ileri
süren başka örgütler çıkar mı? Ve bu başka
örgütler, kendilerine başka yollar seçer mi?
Mesela daha sert, sonuca daha çabuk
gidebilecek, yani daha etkili yollar?
Çıkıyor böyle örgütler, hem de sürüyle.
Ancak Türkiye’de değil. Onların yüzlercesinin kurulduğu, bambaşka bir diyarda.
Bu diyara ilk adımımı, 2011 yapımı “If
a Tree Falls” isimli bir IF Film Festivali belgeselinde atmıştım. Filmin başaktörü Earth Liberation Front, kısaca ELF
isimli bir örgüt, doğayı katlederek kar
etmek isteyen şirketlerin burnundan getiriyor. Ne mi yapıyor? Yakıyor, yıkıyor,
parçalıyor, patlatıyor... Ama öldürmüyor,
yaralamıyor. Hareketin internet sitesinde
“Şimdiye kadar hiçbir eylemimizde tek bir
kişinin bile kılına zarar gelmedi. Bu bir tesadüf değildir.” mealinde bir not yer alıyor.
Bu örgüt, FBI tarafından Amerika’da
“bir numaralı yerel terör örgütü” olarak
ilan edilmiş. Peki ELF, bu kadar uzun bir
etiketi hak etmek için ne yapmış? Ne imiş?
Eearth First!
Bütün hikaye, Dave Foreman isimli bir
çevrecinin, anaakım ve lobici bir örgüt
olan “Wilderness Society” ile yollarını
ayırmasıyla başlıyor. 1977-1979 yılları
arasında Forest Service’in “Yolsuz Alan
Raporu ve Değerlendirmesi II” ile 36 milyon acre’lık bakir alanı ticari yerleşmeye
açmasıyla birlikte, anaakım örgütün
müthiş başarısızlığını ve hükümetin çevreyi korumaktaki isteksizliğini gören Dave, Earth First! isimli bir örgütün kurucu üyesi oluyor.
Earth First! ilhamını New Mexico’nun
Gila Çölü’ndeki bir Apaçi savaşçısından
alıyor. Bu savaşçı, insan eli değmemiş
bir araziye konuşlanmış bir maden
kampını yerle bir ederek doğal güzelliği
“beyaz ırkın yıkıcı etkinliklerinden” korumasıyla ünlü. Örgütün düşmanları
ise ne kapitalizm, ne sosyalizm, ne de
komünizm; ancak tüzel endüstrializm.
Donald D. Riddick, “Eco Terrorism:
Radical Environmental and Animal Liberation Movements” isimli kitabında
Earth First!’ün temel prensiplerinden
söz ediyor. Orada gözüme çarpan iki
maddeyi paylaşmak istiyorum: 1. Politik,
sosyal ya da bireysel bir eylemin ahlaki
olup olmadığının tek ölçütü o eylemin
Dünya’nın yararına olup olmadığıdır.
2. Dünya’nın savunmasında politik tavizin yeri yoktur (Dave Foreman ve saz
ekibinin seçmediği yol dikkat çeker).
Earth First’ün kuruluş mottosu bütün
türlerin eşitliğine dayanan ve biosentrizmle paslaşan derin ekolojide yatıyor
(deep ecology). Dünyadaki bütün canlı türleri eşit haklara sahiptir, diyorlar.
Foreman biraz felsefeyle, “Kim demiş ki
benim burada bulunmaya hakkım var
da soğanın yok?”, bunu yoğuruyor. Üyelerin düşüncelerinin gelişmesinde, doğal
yaşam içinde yaptıkları Yıllık Round
River Randevuları önemli bir yer kaplıyor. Bu buluşmalarda şiirli, şarkılı, sosyalleşmeli ritüellerle spritüel ve aynı zamanda militan bir dil inşa ediliyor. Dave
Foreman’ın bu randevuların birinde kayda alınan Yeryüzü’nün ana kahraman olduğu şu şiirselliğe dikkat çekmek gerekir:
“...Keresteci şirketlerin yöneticilerinin kanı benim doğal içeceğim ve
ölmekte olan orman bekçilerinin
feryatları
kulaklarımdaki
nağme...”
Kolaylıkla yanlış anlaşılabileceği üzere,
aslında bütün Earth First üyelerinin
keresteci doğramak gibi bir niyeti yok.
Çevresinde çok farklı düşüncede olan
onlarca alt, dost ve yerel örgüt barındıran
bir oluşum Earth First. Süreli yayınları Earth First! Journey’de de oldukça
geniş yelpazede düşüncelere yer veriliyor. Örneğin, yayının 2005 Sonbahar
sayısında Nijeryalı otoritelerin bir kadını
idama mahkum etmeleri ele alınıyor.
Örgütün eylemlerinde kullandığı resmi
yol ise “Monkey Wretching” (Edward
Abbey tarafından rehberi yazılmış) adını
verdikleri yöntemlerle yıkıcı endüstriyel araçları bir çeşit cinlikle bozmak,
sabote etmek, mala mülkiyete zarar vermek. Bu yöntemlerin arasında inşaatta
kullanılan gaz tanklarının içine şeker
dökmek, ağaçların kesilmesini önlemek
için içlerine seramik ve metal plaklar
yerleştirmek gibi hinlikler yer teşkil ediyor. Ancak bu plaklar, ağaçların kesilmesini önlemek bir yana, kerestecilerin
yaralanmalarına yol açıyor. O ağaçları
kesecek daha güçlü ve büyük araçlar her
zaman var olduğundan sanki olay kerestecilere olanla kalmış gibi görününce
örgüt içinde ayrılıklar baş gösteriyor.
Doğayı korurken insana zarar verilmeli mi? Dave Foreman ve Christopher
Manes (AIDS krizinin insan nüfusunun
aşırı artmasına karşı mantıklı bir çözüm
olabileceğini savunmuştu bir aralar) gibi
“Evet”çiler bir tarafta yer alırken, Judi Bari
ve Darryl Cherney gibi ılımlı çevreciler
farklı bir kampa ayrılıyor. Foreman ve beş
örgüt üyesinin Grand Canyon Uranyum
Madeni Suikastı kapsamında tutuklanması üzerine Bari ve Cherney örgütte
ipleri eline alıp Earth First’te sabotajları
yasaklıyorlar. Sonra suikasta uğruyorlar
ve saire ama onlar şu an konumuz değil.
Earth Liberation Front
Earth First içinden fırlayan radikal bir
örgüt olan Earth Liberation Front, sabotajcılık ekolünü içinde yeniden yaşatıyor.
Yaptıkları eylemleri de ekonomik sabotaj olarak niteliyorlar ve bir şekilde
toplumdaki ekolojik terör örgütü algısı
altından sıyrılmak istiyorlar. Çünkü
onlara göre ekolojik terörist, aslında
ekolojiyi katleden büyük endüstriyel
güçlerden başkası değil. Onlarsa
yaptıkları sabotajlarla, bu katli en azından
daha masraflı bir hale getirmeye çalışıyorlar ve dünyayı koruyorlar. Bu örgütün
Earth First’ün sabotajcı aşırılıkçılarından
farkı ise insana karşı bir hassasiyet göstermeleri ve eylemlerinde insana zarar
verebilecek hareketlerden kaçınmaları.
Acemilik eylemlerinin arasında üç farklı
Mc Donald’s şubesinin kilit dolaplarını
zamklayıp üstüne sloganlar yazmak, bir
Forest Service pikapının kundaklanması,
ardından sonucunda 5 milyon dolarlık
bir hasar meydana gelen Orman Koruyucu İstasyonunun ateşe verilmesi
gibi etkinlikler var. Biraz daha sansasyonel eylemleri arasında ise Colorado’daki
26 milyon dolarlık Vail Sky Resort kundakçılığı, San Diego’da 50 milyon dolar
hasarlı 260 ünitelik bir kat mülkiyetinin yok edilmesini sayabiliriz. Örgütün
dağılması ise ELF’in yanlış bir ihbar üzerine Washington Üniversitesine ve genetiği değiştirilmiş ağaçların üretildiğini
düşündükleri bir çiftliğe saldırmaları ve
bu olayın ardından hareketin lideri Daniel McGowan başta olmak üzere birçok
örgüt üyesinin yaptıkları işten pişman
olup her şeyin yoldan çıktığı düşüncesiyle örgütü terk etmeleriyle sonuçlanıyor.
Tabii, hasar ve sayılar bu kadar büyük
olunca FBI olaya karışıp ELF’i ülkenin
bir numaralı yerel terör örgütü olarak
adlandırıyor ve uzun soruşturmaların ardından, örgütün lideri Daniel “New York
Metropolitan Detention Center” isimli
merkezin yalnızca teröristlere ayrılmış,
insanlıktan
uzak
“Communication
Management Unit” bölümüne atılıyor.
Peki, ELF’in yaptığı cansız objelere yöneltilmiş eylemlerin niteliği ile
kana susamış teröristlerinki bir midir?
Steve Vanderheiden terörizmin genelgeçer tanımı hakkında “Eco-terrorism
or Justified Resistance? Radical Environmentalism and the ‘War on Terror’”
isimli makalesinde şunları söylüyor:
“Terörizm, kullanım amacı hesaplanmış şiddet veya şiddet tehditi ile politik,
dini ve ideolojik hedeflere gözdağı, baskı ve
korku aşılaması yollarıyla ulaşılmasıdır.”
Bu tanımda canlı veya cansız gibi herhangi bir ayrım yapılmadığı için, şiddetin
nereye yöneltilmesi durumunda terörist
olunacağı pek belli değil. Vanderheiden’e göre terörizmin temelde ayırıcı iki
özelliği var; birincisi terörizmin kendine
özgü saldırısı aktüel şiddetten çok, ortaya çıkması için şiddet etkinliklerine ihtiyaç duyan gelecek şiddet eylemleri tehdidine dayanır. Daha yalıncası, gözdağı
vermenin ve sıradan insanlara sıradaki
hedefin kendisi olabileceği korkusunun
aşılanması, terörizmin kendine has bir
niteliğidir. İkincisi ise terörizmin kurbanlarını rastgele seçmesidir. Buradan
hareketle ekotajla terör bir değildir; ekotajın aşılayabileceği korku ancak (hadi
o da belki) belirli bir kesimin mülkiyetini belirli şartlar altında kaybedebilme
olasılığıdır. Mülkiyeti ve yaşamı tehdit
etme suçlarının yaptırımı farklı olmalıdır.
Gelgelelim, 2001 US Patriot Act ile terörün
genelgeçer tanımıyla terör suçları, Amerika’da cansız objeleri de içine alacak şekilde
genişlemiştir: “...Herhangi bir yapı, vasıta
veya diğer gerçek ve özel mülkiyetin kötü
niyetle hasara ve yıkıma uğratılması veya
hasara ve yıkıma uğratılma teşebbüsü...”
İlk başta, savaş sırasında toplumun
tarihini ve kimliğini taşıyan yapıların
ve meydanların bombalanmasının, insanları paniğe sevk edip terörize ettiğini
kabul etmeliyiz. Bu açıdan, yukarıdaki
ek kabul görülebilir. Öte yandan, “kötü
niyet” dediğimiz değişken oldukça göreli olduğundan, bu tanıma göre uygun
bir yorumla başkasının özel mülkiyetini öyle ya da böyle zarara uğratan herkes de terör kapsamına alınabilir. Bu
düşüncelerle birlikte ABD’nin 2001 sonrası teröre karşı tutumunda tek gözünü
kaybetmiş bir boğa kadar hırçın ve mesnetsiz olarak evrilmesi ve milenyumun başına iki büyük savaş yazdırmasını dikkate
aldığımızda, ekolojik sabotajın belki de
bir aşırı hassasiyete kurban giderek terör
kapsamına alındığı sonucuna varabiliriz.
Peki ekotaj nasıl bir kategoride değerlendirilmeli? Steve Vanderheiden ekotajı, sivil itaatsizlik ve terörizm arasında
konumlandırıyor. Üçünün de önemli ortak ve ayırıcı özellikleri var. Terörizmin
tanımını yapmıştık. Sivil itaatsizliğin
genelgeçer tanımı ise, şiddet içermeyen ve
doğrudan eylemle (yasadışı veya değil),
toplumun uzlaşmaya yanaşmadığı bir
krizi gündeme getirerek ve tansiyonu yükselterek bir sorunun daha fazla yok sayılmasını önlemektir. Sorunun tamamen
yasal düzlemde çözülmesinden yanadır.
Sesini uyguladığı şiddet ile değil, güvenlik
güçlerinin kendilerine uyguladığı şiddet
ile duyurur. Bireyler yaptıkları eylemin
o anda geçerli olan yasal sorumluluğunu
üstlenirler. Ekotaj ve terörde yapılan eylemin sorumluluğu tüzel kişiye/örgüte aittir. Eylemi gerçekleştirenlerin kimlikleri
gizlenir.
Martin Luther, etik olmayan yollarla etik sonuçlara ulaşmanın imkansızlığından dem vurur. Sivil itaatsizlik,
içinde bulunduğu toplumun çizdiği etik
sınırlar çerçevesinde şiddet içermeyen
karşıtlığıyla toplumun adalet duygusuna
katkıda bulunmaya çalışır. Terörizmin
eylemlerinde ise etik sınırları yoktur.
Bu ikisinin arasında kalan ekotaj, etik
hedeflere ulaşmak için kendi ahlak anlayışını inşa etmelidir. İlk önce Earth
First’ün ahlaki eylemin ölçütünü Dünya’nın yararına olması olarak belirleyerek, sonra ELF’nin de insanlara zarar
vermeme prensibini benimseyerek bir
ahlak çerçevesi çizdiğini söylemek yanlış olmaz. Yine de yaptıkları eylemlerin
hukuki açıdan yaptırımlarının olması
kaçınılmazdır. Çünkü, vandallık ile bir
başkasının mülkiyetine kast etmek bir
hak ihlalidir. Tartışma konumuz bu
ihlalin ne kadar savunulabileceğidir.
Hedef
kitleleri
açısından
karşılaştırdığımızda ise terörizmin ve
sivil itaatsizliğinki geniş halk kitleleridir.
Ekotaj aktiviteleri ise çevreyi katleden
endüstricilerin tutumunda bir değişikliği
hedefler. Bu endüstriciler siyasette de
etkili olduklarından onların tutumundaki bir değişim toplumu da değiştirecektir. Ancak bu hedefe yaklaşılabilmiş
midir? ELF’nin yarattığı milyon dolarlık
zararların önemli bir kısmının sigorta
şirketleri tarafından karşılandığını ve
son eylemlerinin yoldan çıkıp bilime ve
masum (onların hedef kitlesinin dışında) insanların malına kastetmesini ele
aldığımızda pek de yaklaşamamıştır.
Ekotaj nasıl bir yolla etkili olabilir? Ekotaj, sivil itaatsizlik ve terörizm, toplumsal değişiklikte daha yasal bütün yolların
tükendiği durumlarda ortaya çıktığını
duyurur. Bunların arasında ekotaj, sorunların şiddet içermeyen yollarla çözülebileceği noktada eylemlerini keseceğini
müjdeler. Vanderheiden’e göre ekotaj,
kendinden daha az şiddet uygulayan ve
daha anaakım örgütlerle hükümeti bir
masaya oturtabilme yeteneğine sahip olduğu
ölçüde
toplumsal
değişim
konusunda etkilidir. Dave Foreman’ın
akıl hocası David Brower’ın birbirinin
ardına kurulan çevreci gruplar hakkındaki sözleri benim hoşuma gitmiştir:
“The Sierra Club, Nature Conservancy’i makul göstermiştir. Sonra ben
Friends of the Earth’ü kurarak Sierra
Club’ı makul gösterdim. Sonra Earth Island Institute’u kurdum ve Friends of
the Earth makul oldu. Artık Earth First!
bizi akla yatkın göstermeye çalışıyor ve
biz şimdi Earth First’ü de makul gösterecek birinin gelmesini bekliyoruz.”
Kaynakça:
1) Steve Vanderheiden “Eco-Terrorism or Justified
Resistance? Radical Environmentalism and the War
on Terror” Politics & Society 33, no. 3 (September
2005): 425-47.
2) Donald R. Liddick “Eco-Terrorism: Radical Environmental and Animal Liberation Movements”
Film: If a Tree Falls: A Story of the Earth Liberation
Front (2011) - Directors: Marshall Curry, Sam Cullman - Writers: Matthew Hamachek, Marshall Curry
*Görsel filmden alınmıştır.
үҵѱ
TȵɤɕȵǸɑǸɑǸɕ̨ȽɜǸȵɴǸȵɜ̨Ƚ
@ɄɑɜǸȰǸȵȨȵȹȐɕɜȨɨǸȵȨ
Dilşad Alkan
Ekim ayının 2. haftasında 49. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali gerçekleştirildi. Festivalin isminin
uzunluğu göz dolduran cinsten, ama
gelin görün ki yaşananlar ve konuşulanlar o kadar da iç açıcı olamadı. Türkiye’nin en önemli festivali olarak görülen
Altın Portakal, 49 senedir düzenlenmesine rağmen, organizasyon düzenleme
konusunda Türkiye’nin başarısızlığını
gözler önüne seriyordu. Amacım festivali
yerden yere vurup kendi ülkeme ait bir organizasyonu acımasızca eleştirmek değil.
Sonuçta, hiç birimiz Altın Portakal’ı
bir Cannes, Venedik ya da Berlin
Film Festivali gibi festivallerle
karşılaştırmıyoruz. Ama eğer isminin
başına ‘uluslararası’ sıfatını
ekliyorsak daha iddialı bir
festival görmek hakkımız değil mi?
bakıldığında en göze çarpanları Antalya
Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Turizm
Bakanlığı, NTV, Sabah, Antalya Ticaret ve
Sanat Odası gibi önemli kuruluşlar yer
alıyor.² (Sponsorların tam listesine festivalin resmi sitesinden ulaşmak mümkün.) Hem organizasyon hem de ödüller
için harcanan para oldukça yüksek, ama
dediğim gibi, festivalin destekçileri de yabana atılcak cinsten değil. Destek deyince
akla sadece mali yardımın gelmesi yanlış
olur. Medya desteği NTV ve Sabah gibi
iki önemli kuruma bırakılmış. Bir de bu
sene festival için çıkan haberlerin medyatik taraflarını unutmamak lazım, reklamin iyisi, kötüsü olur mu tartışmalarını bir
Zihnimizi kurcalayalım
ve bu sene festivalden
aklımızda kalanları
hatırlamaya çalışalım. Hülya
Avşar’ın jüri başkanı seçilmesi,
Derin Düşünce’nin ‘çocuk pornosu’
olup olmadığıhakkındaki tartışmalar ve
Ömür Gedik’in ödül törenindeki ‘mini’
konseri festivalden aklımızda kalan olaylar. Hayır, bu olayların doğru veya
yanlışlığını tartışmayacağım. Kafamı kurcalayan soru daha çok neden hepimizin
aklında kalan olayların sadece bundan
ibaret olduğu. Oysa ki ödül törenin güzelliği, katılan konukların şıklığı, aday
filmlerin kalitesi ve festivalin şaaşası
üzerine konuşmamız gerekmez miydi?
Festivalin resmi sitesine göre “Antalya
Altın Portakal Film Festivali, Avrupa ve
Asya´nın en köklü film festivallerinden
biri, ülkemizin ise en eski ve uzun soluklu
film festivalidir.”¹ Festivalin tarihçesi, belirtildiği gibi oldukça eskilere dayanıyor.
Yani festivalin bu zamandaki başarısız
hali deneyimsizliğe bağlanamaz. Akla
bunun dışında gelen ilk şey para desteği
eksiği oluyor. Yeterli para yardımı almayan bir organizasyonun ne kadar istenirse istenilsin başarılı olamayacağını
hepimiz biliyoruz. Fakat Antalya Altın
Portakal Film Festivali’nin bu konuda da
bir sorunu yok. Bu seneki sponsorlarına
kenara bırakırsak. Peki biz neden festivalde bu sene Türk Sinemasında öne çıkan
pek çok filmi göremedik? Ya da ödül
törenin açılışı neden bir konser havasında
geçti? Veya neden ödüller birtakım ‘önemli’ devlet adamları tarafından verildi?
Bu soruların cevabı ve Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin başarısızlığının altında yatan sebepler aynı. Yıllardır festival
siyasi çıkarlar uğruna harcanıyor. Düzenlenmeye başladığı tarihten beri Antalya
Büyükşehir Belediyesi’ne emanet edilen
festival, kimin için ve ne için yapılıyor
sorularını akla getiriyor. Festivalin en
temel amacı kısaca sanatı desteklemektir. Fakat bu sanat anlayışı devletin tekelinde kalıyor maalesef. Geçen sene
yapılan bir yönetmelik değişikliğine
göre bu sene festivalde yarışacak filmlerde daha önceden yurtiçinde yapılan
başka bir ulusal ya da uluslararası hiçbir
yarışmaya katılmama koşulu arandı.³
Bu maddedeki amaç belli ki Türkiye’de
yapılan diğer festivallerle –İstanbul ve
Adana- yarışmak ve prestij sahibi olmak. Ama sanatı ve sanatçıyı desteklemek için yapılan bir festivalde böyle bir
koşul ne kadar anlamlı? Tabii eğer maksat çoktan sanat olmaktan çıktıysa o ayrı.
Kendisini uluslararası olarak adlandırdığı
halde, daha Türkiye’de rant sağlama amacı
güdüyor Antalya Altın Portakal Film
Festivali. Öte yandan ödül vermek için
sahneye çıkarılan kişilerin sanatla herhangi bir bağlantıları olmadığı gibi yaptıkları
konuşmanın içeriğinin verdikleri ödülle
ne kadar bağlantılı olduğu da tartışılır.
Kısacası, yanlışlıklarla dolu bir festivali daha geride bıraktık. Seneye 50.si
yapılacak ama festivale bakış açısı ve
yapılmasının arkasındaki niyet
değişmediği takdirde ben şimdiden
beklentilerimi düşük tutuyorum.
En kısa zamanda festivalin sanata
gönül vermiş kişiler tarafından
düzenlenmesini ve organizasyonun belediye
törenlerinden çıkıp saygın
bir hale gelmesini umut
ediyorum. Önümüzde örnek
olarak hem uluslarası
arenada hem de Türkiye’de
gerçekleşen
pek çok prestijli festival var.
Antalya Altın Portakal Film Festival’in
tarihi açıdan Türkiye için yeri önemli; bu yüzden yapılan destekleri çekmeden, yönetim doğru kişilere devredildiği takdirde, başarılı olmaması için
önünde hiçbir engel göremiyorum.
Kaynakça:
1)http://www.altinportakal.org.tr/tr/festival_tarihcesi.html
2)http://www.altinportakal.org.tr/tr/sponsor.html
3)http://www.haberturk.com/kultur-sanat/
haber/768067-altin-portakali-hulya-avsar-degil-yonetmelik-vurdu
Görsel:
-http://mkizilca.blogspot.com/2012/10/altn-portakal-odulleri-ackland.html
PιɑȰȨɴȐѼȇȐ
HȐȘǸȣ̨
ǸɴɨǸȽ
ҌXǸɑ4̨ѵҎ
Türkiye’deki yasaların hayvanları korumada yetersiz kaldığı belirtilmiş.
Ceren Irmak Çelik
Baştan belirtmem gerekir ki, bu yazı
Türkiye’deki hayvancılığın durumunu
anlatmıyor; olayın ekonomik ya da dini
yanlarıyla da pek bir ilgisi yok hatta.
Yalnızca hayvanları seven ve birileri onları yesin diye öleceklerse, en azından
acısız bir şekilde ölmeleri gerektiğini
savunan birinin – kurban bayramı vesilesiyle de tekrar aklını kurcalayan konuya dair değerlendirmeleri denebilir.
Konuya kendimden başlamam gerekirse, ben vejetaryen değilim, ama hiçbir
zaman her türlü eti iştahla yiyebilen biri
de olmadım. Et yemekleriyle ilişkim
hayatım boyunca normal bir seyirdeydi - olmayınca çok aramam ama anneanne içli köftesine asla hayır demem
şeklinde. 12 – 13 yaşlarımda bu et yeme
durumu beni hafiften rahatsız ettiyse
de hiçbir zaman vejetaryen olabilecek
iradeyi gösteremedim. Ama genel olarak
şöyle bir görüş benimsedim: Madem etle
pişirilen birçok geleneksel yemeğimiz
var ve bunu soframızdan kaldıramıyoruz
(hatta daha acıklısı, kişisel zevklerimiz
yüzünden vazgeçemiyoruz), o zaman bu
hayvanlar biraz olsun saygıyı hak ediyor olmalı. Bu saygıyı da bayramda ellerini öperek gösteremeyeceğimize göre,
elimizdeki tek seçenek onları yaşamlarında özgür bırakmak ve illa da öldüreceksek bunu acısız bir şekilde yapmak. Peki
bu Türkiye’de ne ölçüde sağlanabiliyor?
Bu konuyu araştırmaya başlayınca
gördüm ki, benim “saygı göstermek”
olarak tanımladığım bu durum, literatürde “hayvan refahı” olarak adlandırılıyormuş. Elbette bu kavram yalnızca çiftlik hayvanlarını kapsamıyor,
bütün hayvanlar bu tanıma dahil. Fakat ne
yazık ki, Türkiye ne sokak ne ev ne de çiftlik hayvanlarına refah sağlama konusunda pek başarılı değil. Evinde hayvan besleyenlerin evinin pis olduğuna inanılan veya
sokak hayvanlarına işkence etmekten
kaçınılmayan bir toplumda, hayvan
refahından söz etmenin pek mümkün olmadığını görmek için biraz
başımızı kaldırmamız yeterli olsa da,
geçtiğimiz aylarda meclise sunulan
yasa tasarısı da adeta bunun ispatı.
Her ne kadar 2004 yılında çıkarılan
Hayvanları Koruma Kanunu olsa
da; Mart 2011’de Avrupa Birliği
Bakanlığı tarafından yayınlanan
“Hayvan Hakları, Hayvanların Korunması ve Refahı” başlıklı raporda,
Esas konumuz olan çiftlik hayvanlarına
ve çıkış noktamız olan kurban bayramına gelirsek, tablo yine pek iç açıcı değil.
Kurban bayramındaki kesimlerin zaman
zaman katliama dönüştüğü zaten herkesçe malum. Bu konuda hiçbir yetkisi
olmayan insanların kasaplığa soyunması,
hayvanların içler acısı bir halde taşınması, sağlıklarına yalnızca ettikleri para
doğrultusunda dikkat edilmesi… kısacası hayvanların eşya olarak görülmesi, acı çekebileceklerinin anlaşılamaması, bu korkunç manzaranın temel
nedenleri. Üstelik çoğu hayvan kayıt
dışı olduğundan, kesimleri de kayıt dışı
gerçekleştiriliyor ve bu durumun sorumluları gerekli cezaları almıyor. Birçok
insansa bu duruma tepki olarak kurban
eti yemiyor, bir yandan da “Normalde yediğiniz etler tarlada mı yetişiyor?”
sorusuna maruz kalıyor. Sahi, normalde
yediğimiz etler nereden ve nasıl geliyor?
Türkiye’de büyükbaş hayvan kesimlerinde,
dini sebeplerden ötürü şokla öldürme
söz konusu değil. Fakat hayvanları
elektroşokla bayıltıp sonra öldürmek,
yani en azından acı çekmelerini önlemek mümkün; zaten bu durum da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından birkaç
sene önce onaylanmış. 2010 Haziran’ında çıkarılan Veteriner Hizmetleri, Gıda
Sağlığı, Bitki ve Yem Kanunu’nda “Hayvanların kesimi ve hastalık kontrolü
amacıyla itlafı, hayvanlarda heyecan, acı
ve ıstırap oluşturmadan, uygun araçlar
kullanılarak yerine getirilir.” ibaresi var.
Yine 2010 yılında dönemin Tarım Bakanı
Mehdi Eker tarafından “Aralık 2011’de biz
de acısız kesime geçeceğiz” sözü verilmiş. 7 Aralık 2011’de çıkarılan Hayvansal
Gıdalar İçin Özel Hijyen Kuralları Yönetmeliği’nde yer alan “sersemletme” kelimesine bakılırsa, bir şeyler yapılmış gibi duruyor; ama bu söze farklı zamanlarda farklı
gazetelerin arşivlerinde rastlamak mümkünken, daha sonrasında gerçekten yasalaşıp yasalaşmadığı, eğer yasalaştıysa
uygulanıp uygulanmadığına dair hiçbir
habere/yazıya vs. rastlayamadım. Daha
öncesindeyse (ki, yalnızca bir sene önceden
bahsediyoruz)
mezbahaların
adeta
birer işkence yuvası olduğuna dair birçok
haber, hatta video bulmak mümkün.
Hayvan refahından bahsedince konu
yalnızca nasıl öldürüldükleri değil elbette, nasıl yaşadıkları da en az bunun
kadar önemli bir konu. “Bu yumurtayı
yumurtlayan tavuk özgürce geziniyordu” vb. ibareler ürünlere konulabildiğine
göre, böyle bir iddiada bulunmayan
bütün ürünlerin, hayvanları küçücük
alanlarda, suni yemlerle beslediğini varsayıyorum. Konu buraya gelmişken,
geçen sene okulda gördüğüm bir afişi anmadan edemeyeceğim. Hangi klüp/grup/
dernek tarafından asıldığını maalesef
hatırlayamadığım afişte, süt ve süt ürünleri üreticilerinin çoğunluğunun, ineklerin kendi yavrularını beslemesine izin
vermeyerek, sütün tamamını fabrikalara gönderdiklerinden bahsediliyordu.
Bütün bunları düşündüğünde üzülmeyecek bir insan var mı merak ediyorum.
Bütün bunları yazmamdaki
amaç tüketicileri yargılamak değil ama
en azından bir şeyleri sorgulamamızı
sağlamak. Çünkü bizim için gayet gündelik olan bu tüketim, başka canlıların
tüm hayatını acı içinde geçirmesine ve/
veya acı içinde kaybetmesine sebep
oluyor. Tüketilenleri değil de üretilenleri
düşündüğümde ise, suçlayabilecek çok
fazla insan olduğu ortada. Hayvan çiftliklerinde dip dibe yaşayan, suni yemle
beslenen, yavrularından ayırılan hayvanlardan sorumlu olan birileri var elbette;
yalnızca karı arttırmak için mi hayvanlar bu duruma sokuluyor? Peki ya mezbahalar? Acısız kesim teknikleri bulunmuşken, hayvanları acı içinde öldürmek
kime, nasıl bir yarar sağlıyor? Bütün
bunlar yalnızca bir “hayvan meselesi”
değil tabii, birçok şeyde olduğu gibi seri
üretime geçmenin, karı arttırma isteğinin sonucu. Tüm bu sistem tartışılabilir
bir noktada duruyor ama burada diğer
ürünlerden farklı olarak, elimizdeki hammaddeler canlı. Hem üreticilerin hem de
bizim farkına varmamız gereken şey bu.
Evet, et yiyoruz, hayvanlardan elde edilen
diğer ürünleri tüketiyoruz; bütün insanlık
olarak vegan olmaya karar vermediğimiz
müddetçe böyle devam edecek. Ama
en azından bu besinlerin bir canlıdan
alındığının bilincinde olsak, bir şey kaybetmeyiz bence. Sokak hayvanlarının
maruz kaldığı bir sürü işkenceyi görmezden gelebilenler, bir önemi olmadığını
düşünenler, akşam sofrasına konulan
etin çektiği işkenceyi de aynı vurdumduymazlıkla görmezden gelebiliyor mu?
Görsel:
http://www.gidateknik.com/dinara-sut-inegi-ciftligi/
Kaynakça:
1)http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC340178/
2)http://www.cnnturk.com/2012/guncel/09/28/hayvanseverleri.kizdiran.yasa.degisikligi/678325.0/index.html
3) http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5199.html
4 ) http : / / w w w. ab g s . gov. t r / f i l e s / Tar % C 4 % B 1 m % 2 0
ve%20Bal%C4%B1k%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k%20
Ba%C5%9Fkanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1/hayvan_haklari__hayvanlarin_korunmasi_ve_refahi.pdf
5 ) h t t p : / / w w w. a t b . g o v. t r / p a g e s . a s p x ? p a g e Id=84d1f25f-58f4-4a29-920b-ffcbca855987
6 ) h t t p : / / w w w. r e s m i g a z e t e . g o v. t r / e s k i l er/2010/06/20100613-12.html
7)http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1024162&CategoryID=101
8) http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://
www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/12/20111227-10.htm
ȵȵʚȣ,
Ceren Günel
“Şu kazağı da koyayım, geceleri çöl soğuk
olur”u bile soğukkanlılıkla söylemiştim
bavulumu hazırlarken. O kadar heyecansızdım, nedendir bilmem. Hâlbuki
isteyerek planlamıştım Fas seyahatimi,
daha gitmeden insanları susturmaya
başlamıştım olumsuz söylemlerde bulunduklarında. “Orada su içemeyeceksin”, “Kesin hasta olursun”, “Hırsızlık
çok fazla”, “Hiçbir şey yiyemeyeceksin”, “Yollarda eşekler var”… Tamamen
inanmıyor da değildim, özellikle hırsızlık
konusunda çekincelerim çoktu. Orada
tanıştığım bazı arkadaşlarım telefonlarını getirmemişlerdi mesela yanlarında,
okuldan cep telefonu kiralayıp kullanmışlardı. Bense han tarzı küçük bir otelde, iPhone’umu şarja takıp kapıyı da açık
bırakıp saatlerce vakit geçirdim otelin
bahçesinde. Ama tabii gitmeden bunu
bilemezdim, hatta hayal bile edemezdim.
Türkiye’de 8 ay Arapça öğrenmeye
çalıştım. Kurs bulmak, daha ileri seviye kur açtırmak; dilin kendisini öğrenmekten daha çok zorladı beni desem,
mübalağa yapmış olmam. Çoğunluğu
Müslüman olan, böyle bir coğrafyada
konumlanan bu ülkede Arapça öğrenmek;
Ukrayna’da, Almanya’da, Avustralya’da,
Çek Cumhuriyeti’nde Arapça öğrenmekten çok daha zor diye varsayıyorum.
Neden mi? Fas’taki Arapça kursumda
dünyanın
her
yerinden insanlar
vardı ve ben Türkiye’ye dönünce ne
yapacağımı kara
kara düşünürken,
onlar gayet rahatlardı. Talep meselesi muhtemelen.
Çünkü
burada
Arapça ile ilgilenebileceğin ortamlar
da aslında gösterdiğin talebe göre
şekilleniyor (dini
temelli
Arapça
eğitimi).
Ayrıca
kurs yok değil, bulursun ve bir-iki
kur alırsın. Gerisinin gelmemesi bizi
talep meselesine
yeniden götürüyor.
Peki, diğerleri bu
ȐȵXǸɜǸȽ,
kadar ilgiliyken, biz neden bu kadar uzak
durmuşuz Arapça’ya; bu bambaşka bir
yazının konusu. Nihayetinde 4. kurdan
sonrası açılmadı, benim de kafam attı ve
kendimi yurtdışında kurs araştırırken
buluverdim. Ve Rabat’ta, her şeyiyle
gönlüme göre olan bir kurs buldum.
Tek sorun, okulun dress code’unu
kabullenemememdi. Hangi açıdan olursa
olsun (açmak/kapamak), insanın kıyafetine karışılması kabul edilemez bir şey.
Uzun eteklerimi bayıla bayıla giydim;
ama giydiğim kolsuz tişörtlerin üstüne
hırka giyip okula giriyor, sonra da bir
kenara atıveriyordum. Okulda biraz vakit geçirdikten sonra fark ettiğim ikinci
sorun ise; erkek hocaların kadın öğrencilerle olan ilişkilerinin düzeyiydi! Bazı
genç, yakışıklı hocalarımız, kendilerine
güvenmelerinin de etkisiyle olacak, kendi
kültürlerinden farklı kadınlara duydukları ilgiyi fazlasıyla gösteriyorlardı. Onlarla sevgili olan da vardı, nişanlanan da. Bir
de gördüğü her kadın öğrenciye yaklaşıp
en sonunda boş kalan da. Bu konularda pek şanslı (!) olduğumdan mütevellit, bana en ısrarcısı denk gelmişti; okul
kantininde bir arkadaşımla sevgiliymişiz
gibi mini bir piyes sergilemek zorunda
bırakmıştı beni. “Yabancı düşkünlüğü”
çok da yabancı olmasa gerek bize aslında.
Uçağa bindim hala heyecan yok. Kazablanka’ya indim. Sonra garip bir korku
başladı, heyecan yerine… Evet, kafama
dank etmişti. Yalnız başıma oradaydım. İftar saati geliyor diye tüm döviz
bürolarının kapandığı Kazablanka 5.
Muhammed Havaalanı’nda. Korsan bir
Ȑȵ4ȐȵĈȰ*
taksiye, hele de taksi fiyatlarının deli gibi
ucuz olduğu Fas’ta, 30 Euro verdiğim
yerde. Taksici ezan okununca izin isteyip su aldı bakkaldan. “Allah kabul etsin”
diyemedim ne Arapça ne İngilizce. Ama
içimden “Oruç tutuyorsun, umarım kazıklamıyorsun” düşüncesi geçti. Sonra otele vardık. O gece çok sıkıntılıydı
benim için. Güya çıkar gezerim diye
düşünüyordum, ama havaalanından
otele gelirken gördüğüm boş yollar ve
hissettiğim garip yalnızlık duygusuyla cesaret edemedim. Sabaha kadar da
uyuyamadım. Kendime neden geldiğimi,
geldiysem de niye tek başıma geldiğimi
sordum durdum. Nasıl bir psikolojideydim bilmiyorum artık, daha hiçbir
şey görmeden mutsuzdum sadece.
Sabah oldu, bilet almak için dışarıya
çıkacağım.
Fransızca
bilmiyorum,
Arapçam yeterli değil; tek başıma istasyonu bulmam gerekiyor. Yolda kimseye
adres soramadım, o sıcakta üstümden
hırkamı çıkartamadım (Bütün bunların
gereksizlikten başka bir şey olmadığını
sonra anlıyorum tabii). Sonra trenle Rabat’a geçtim. Rabat’ta doğru yerde inebilmek de ayrı bir gerilimdi. Trenin anonsları Arapça ve Fransızca’ydı. Yanımdaki
kızla yarı Arapça, çeyrek İngilizce, çeyrek
“el kol hareketleri” ile anlaştık ve bana
yardımcı oldu. Yolculuk sadece 35 dirhemdi (7 lira)! Tabii istasyondan okuluma
kadar ödediğim taksi parası 150 dirhem
olunca, ikinci ve son kazıklanmamı da
yaşamış oldum Fas’ta. Bundan sonra
sadece
fiyatlara
hâkim olmakla kalmayıp gerçek bir
pazarlık ustası da
kesilecektim. Okula kaydımı yaptım,
okulun
öğrenci
evine götürüldüm.
Rabat’ın en lüks
semtlerinden Agdal’ın ana caddesine çıkan sokaklardan birindeydi.
Sanırım o zaman
kafama dank etti ne
kadar güzel, daha
doğrusu ne kadar
normal bir yerde
olduğum. Yemeğe
çıkmayı teklif ettim
benden daha eski
olan ev arkadaşlarıma.
Ramazan
dolayısıyla
açık
bulabileceğim sadece bir iki yer olduğunu söylediler.
Ama Ramazan’da orada olmak benim
için unutulmaz bir deneyim oldu. Herhalde yaşadığım en ilginç olay, pub’a
gitmemizdi. Gitmeden almıştık ipuçlarını, pasaportlara bakılacaktı. Çünkü
Faslıların, daha doğrusu Müslümanların
Ramazan’da içki içmesi yasakmış. Ama
turistlere serbest. Pasaportuma baktı
kapıdaki görevli ve Müslüman olup olmadığımı sordu. Ben de “Evet” dedim.
Hem yalan söylemek istemedim, hem de
ne olacağını merak ettim. “İçki içecek
misiniz?” dedi, “Evet, problem mi?”
dedim. “Pasaportunuzda din hanesi var
mı?” dedi, “Yok” dedim. Beni içeri aldı,
ama biri sorarsa Müslüman değilmişim
gibi davranmamı tavsiye etti. Biz Fas’a
dair bir şey deneme tutkusuyla Casablanca biralarımızı yudumlarken, normalde alkol kullanan Faslı bir arkadaşımız
o gece nane çayı -ki dünyanın en enfes
içeceğidir- ile yetinmek zorunda kaldı.
Okulun ilk günü oryantasyon vardı.
Ramazan’la ilgili ve güvenlikle ilgili uyarılarda bulunuldu, bir de
hırsızlığa karşı tedbirler söylendi. Bunları
söylemek zorundaydılar belki, ama ben
yaşadığım bir ay süresince kayda değer
bir sıkıntıyla karşılaşmadım. Demiyorum ki orası yeryüzündeki cennetti, hiç
kötü bir şey yoktu. Ama ben İstanbul’da
nasıl yaşıyorsam, orada da o güvenlikte
yaşadım; hatta kendimi daha çok güvende
hissettim. Yüzeceğini düşünmeyip bikini götürmeyen ben, hayatımda ilk defa
tişörtle denize girdim! Ama hemen sonra kendime bir bikini edinmiştim, kız
kıza bile plaja gidiyorduk artık. Zaten
gitgide daha çok çözüyorsun orayı, daha
çok alışıyorsun. Gördüğümüz ilgiden
bahsetmiyorum, güney plajlarda bizim
turistlere yaptığımızdan farklı değildi
çünkü. Sonra en labirent, en ıssız Medina sokaklarında sadece bir grup turist
olarak saatlerce dolaştık. Kendileri oruç
tutan hocalarımız, restoran sahipleri,
garsonların ilgisiyle; biz Fes ve Meknes
gibi muhafazakâr oldukları dile getirilen
iki şehirde resmen kraliyet ailesi muamelesi görerek yemeklerimizi yedik.
Oryantasyondan devam edersem; krala
public şekilde eleştiride bulunmamamız
söylenmişti. Her yerde kralın fotoğrafları
vardı, seyyar satıcılarda bile! Benim aklıma ise çoğu zaman Atatürk fotoğrafları
geldi. “Ne kadar trajikomiğiz” dedim bol
bol, aynı şeyi dışardan bir gözle görünce.
Yani seviyor olsanız bile, o gerçek bir sevgi mi; sevmeme şansınız var mı? Yine
oryantasyon notlarımdan söyleyeyim;
Fas colonialismle hanedanı değişmemiş
olan tek Arap ülkesiymiş, bununla da
gurur duyuyormuş Faslılar. Orada bulunduğum süre boyunca herhangi bir olay
görmedim. Anneciğim pek endişeliydi,
her konuşmamızda Suriyelilerin Türkleri
kaçırmasından da duyduğu korkuyla “Türk olduğunu kimseye belli etme”
telkininde bulunuyordu. Benim Türk
olduğumu anlayan olmamıştı ki. Her
seferinde daha imkânsız bir şey dediler.
Fransız… Alman? Rus! Ben bundan daha
fazlası olamaz derken Japon da oldum ya!
Ama bir kere Türk olduğumu söylemeyeyim, hiç izlemediğim Ezel sayesinde ne
indirimler yaptırttım. Herhangi bir olay
görmedim derken sadece politik
değil, kavga falan da görmedim. Yine
oryantasyondan en çok aklımda kalan şey; Fas’ın, dünyada cinayet oranı
en düşük olan ülkelerden olmasıydı.
Diyebilirim ki, ben sadece güven içinde
değil aynı zamanda çok mutlu yaşadım
orada. Öyle ki “İleride orada yaşayabilirim”i bile düşündüm. Tabii bazı
olumsuzlukları vardı; ama olumsuzluk
dediğin şey her yerde, başka şekillerde
zaten. Bir kere bazı insanlar sürekli senden faydalanmak istiyor maddi açıdan,
kendi kendilerine tur rehberliği yapmaya
kalkıyorlar mesela. Pazarlık yapmayı bilmezsen, bir şeyin beş katını ödüyorsun.
Trafik denen şey kuralsız, ama bir Türk
olarak gözü kapalı hareket etmen çok
kolay. Sonra yolda “Bonjour Madame”ı
duymadan, laf atmalara maruz kalmadan
yürümen imkânsız. Fransızcanı sırf bu
yolla geliştirebilirsin! Asla unutamayacağım bir deneyime de erkeklerin bu laf
atma milli sporları sayesinde ulaştım.
Son haftamızda bir grup kız sokağa çıkıp
erkeklere aynı şekilde laf attık. Ve cevap vermeyi bırakın, şaşkınlıktan küçük
dillerini yutup geri çekildiler! Hayatımda en çok eğlendiğim anlardan biriydi.
Dediğim gibi olayı lehinize çevirmek
kolay bu ülkede, alışkın olduktan sonra.
Hayat çok ucuz; oteller, yeme içme,
ulaşım... Sonra insanlar dünya tatlısı. Çok
eğlenceli ve yardımseverler. Fransızca ve
Darija (Fas Arapçası) bilmediğim için
anlaşamadığım güzel insanlar, vücut dili
ve hesap makineleriyle yardımıma çok
koştular. Yazıda anlatacak o kadar çok
şey varken, Fransız etkisinden bahsetmeye bile fırsat olmadı ki! Ama hiçbir
restoranda Arapça menü görmedim, siz
oradan hesap edin. Ya da Berberilerin
kimlik kazanmasından, Western Sahara demememizin tembihlenmesinden,
gördüğüm güzel yerlerden de bahsedemedim. Bir yanda Roma etkisi, bir yanda
Fas’ın tarihi yapıları, bir yanda Avrupai
mimari… Okyanus, çöl, çarşılar, meydanlar, bahçeler… Her gün daha mutlu
olabilir miyim, daha güzelini görebilir
miyim diye düşündüm. Hala da veremem
“En çok nereyi sevdin?”in cevabını. Ben
bir daha gitmek ve çok daha uzun süre
kalmak istiyorum. Ve gönül rahatlığıyla,
hatta şiddetle hepinize tavsiye ediyorum.
Meraklısına not: Herkes malum sebeple
karın ağrısını yaşarken, ben yaşamadım.
Çeşme suyu dahi içtim. Yollarda eşek
yok. Yemekleri damak tadıma uymadı,
ama her çeşit yemek de vardı dünya mutfağından. 1 dirhemim bile çalınmadı. Ve
şu an kursa devam edemiyorum.
* Fas’ın mottosu: Allah - Vatan – Kral
Görseller: Yazarin kendisine aittir.

Benzer belgeler