adım

Transkript

adım
DERGİSİ
AD IM
Bilgi
Fi ki r
Ad ı m
5. Adım Yayın Ekibi
-KünyeEditör
Serkan Alpkaya
Katkı Sunanlar:
Yrd. Doç. Ozan Örmeci
Muhip Üzümcüoğlu
Hadiye Yolcu
İrieda Hamzaj
Mehmet Ali Meçu
Turhan Alagöz
Ayşegül Öztürk
Seyfi Demirci
Mehmet Rakipoğlu
Sosyal Medya
Nur Aslan
Halkla İlişkiler ve Dağıtım
Mehmet Baltacı
Hacer Kara
Gözde Özen
Yayın Yönetmeni
Eser Alpkaya
0534 510 00 40
Yazı İşleri
İbrahim Gazioğlu
0506 326 36 57
Akademik Danışman
Ars. Gör. Fahriye Keskin Karagöl
Baskı: Star Ajans Bursa
Merkez: Serdivan/ Sakarya
E-Posta: [email protected]
İnternet Sitesi: www.adimdergisi.org
Merhaba Değerli Arkadaşlar,
5. Sayımızla karşınızdayız. Bu sayının dosya konusu, Çevre Sorunları ve Kürt Meselesi olmuştur. Yine birbirinden özel söyleşiler
ile yazıları çeşitlendirdik. Umarız bize ayırdığınızı vakti değerli
kılabiliriz.
Biz dergiyi yayına hazırlayana kadar birçok olay yaşandı. Son
sayımızda yaşanan terör eylemleri nedeniyle siyah bir kapak ile
çıkmayı uygun görmüştük. Ancak görüyoruz ki yaşadığımız zaman
diliminde ve coğrafyamızda bu şekilde sembolik değer ifade eden
hareketlerden çok daha fazlasını yapmamız gerekmekte. Elbette
bunun daha önceden de bilincindeydik. Biz yaptığımız bu ve benzeri çalışmalarla cehalete karşı dik bir duruş sergilemeye devam
edecek, toplumsal tahammülsüzlüğe karşı bu sayfalar arasında bir
araya getirmeyi çalıştığımız farklı fikirlerin bilgi temelinde kendilerini hür bir şekilde ifade edebilmeleri için bağımsız bir yayın
organı olarak çaba sarf etmeyi sürdüreceğiz.
Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde ülkeyi kana bulayan "darbe"
teşebbüsünü ve bizlerin yıllardır dinlendirdiği ancak inatla görmezden geldikleri cenahlarla sözümona mücadeleyi, şaşkınlıkla
izliyoruz. Tarihin bize öğrettiği gibi olan yine masuma, yine sivile
oluyor. Birilerinin dünyevi hırsları, hayatımızı mahvetmeye devam
ediyor.
Bilimle, akılla ve sevgiyle kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Adım Dergisi Yayın Ekibi
Temmuz 2016
Temsilcilikler
İstanbul
Fatih Rıfat Eymir
(Marmara Üni.)
0554 203 23 05
Hadiye Yolcu,
0535 023 1973
Gülcan Yayla,
0537 253 79 91
Diyarbakır
Ali Alioğlu
0535 412 21 70
Bursa
Alican Ekren
0534 365 05 69
Yalova
Esma Memi
( Yalova Üni.)
0534 298 83 73
Ankara
İsmet Berkan Erdem
( Ankara Üni.)
0541 797 89 95
Osman Erbasan
( Gazi Üni.)
0507 222 08 82
Adıyaman
Eskişehir
Meva Doğan
Gözde Özen
0544 393 67 10
0546 728 12 21
Bolu
Turhan Alagöz
( Abant Üni.)
0534 298 83 73
06
09
10
39
40
42
IŞID SONRASI İSLAM; HIRİSTİYANLIK VE YAHUDİLİK
KARŞITLIĞI
MEHMET RAKİPOĞLU
ERKAM KARABURUN
(ŞİİR)
VAMIK VOLKAN
SÖYLEŞİSİ
SEÇİM SİZİN
MİHRİBAN SARI
LEGENDS FROM AROUND
THE WORLD: BALKANS
(ALBANİA)
İRİEDA HAMZAJ
FUTBOL BASİT BİR
OYUNDUR
HAKAN ATALAY
14
16
18
44
48
50
KÜRT SORUNU'NU YENİDEN
DÜŞÜNMEK
YRD. DOÇ OZAN ÖRMECİ
KÜRT SORUNU'NUN
ÇÖZÜMÜNDE ŞİDDETLİ
KRİZ EVRESİ
ARŞ. GÖR. FAHRİYE
KARAGÖL
TARİHİ PERSPEKTİFTE KÜRT
MESELESİ
MEHMET ALİ MEÇU
SAÜ GELENEKSEL
TÜRK OKÇULUĞU
SÖYLEŞİSİ
BENCİLLER MEKTEBİ
ESER ALPKAYA
PTT ÇALIŞANI
FATİH ERGÜN
20
24
26
ÇEKÜL VAKFI İLE
SÖYLEŞİ
ULUSLARARASI ÇEVRE
HUKUKU KAPSAMINDA
ÇEVRENİN KORUNMASI
ESMA MEMİ
52
TOPRAK KOKUSU
OSMAN ERBASAN
SİNEMAMIZDA TOPLUMSAL
GERÇEKLİĞİN
YANSILAMARI: YILMAZ
GÜNEY FİLMLERİ
SEYFİ DEMİRCİ
28
30
34
RAKAMLARLA DÜNYADA
YOKSULLUK
TAYLAN ÖZGÜR AĞIR
İHSAN ELİAÇIK
SÖYLEŞİSİ
II. BÖLÜM
AY EPİFANİSİ
SERKAN ALPKAYA
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ-sf.3
Mehmet Rakipoğlu
Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
[email protected]
IŞİD SONRASI İSLAM, HIRİSTİYANLIK
VE YAHUDİLİK KARŞITLIĞI
Özet
Bu görüş yazısının amacı, IŞİD veya DAEŞ olarak adlandırılan terör örgütünün gerçekleştirmiş olduğu faaliyetler sonucunda dünya çapında dine olan karşıtlığın
arttığı görüşünü yansıtmaktır. 11 Eylül 2001’deki terörist
saldırısı sonrası global anlamda İslam karşıtlığı yayılmıştı.
2001’de El Kaide saldırısı ile gündeme gelen din
karşıtlığının günümüzdeki yeni aktörü İŞID’dir. IŞİD’in
bölgede zemin bulmasını kolaylaştıran olaylardan birisiyse
Arap Baharı ve Suriye’deki iç savaştır. Arap toplumlarının
demokrasi arayışı ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılmış,
Arap Baharı Suriye’de ve Libya’da iç savaşa sebebiyet
vermiştir. Suriye’deki iç savaşın sonlandırılmasını geciktiren mekanizmalardan birisi savaşan aktörlerin sayıca
çok olması ve ittifakların belirsizliği olmuştur. DAEŞ
terör örgütü de Suriye’de etkin bir aktör konumundadır.
Dünyanın çeşitli yerlerinde eylemler düzenleyen bu örgüt,
insanların İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerine olan
bakışlarını olumsuz yönde etkilemiştir. Örgütün kuruluş
aşamasındaki etkin olan unsurlar ve örgüte katılan kişilerin yanlış İslam yorumu, dünya çapında din karşıtlığının
artmasına sebebiyet vermiştir. Örgütün eylemlerini dini
unsurlarla meşrulaştırma çabası Müslümanlar arasında
sekülerleşmeyi bir çözüm olarak gündeme getirmiştir.
Din, özelde Ortadoğu’da genelde dünyada çatışmaların
ana kaynağı olarak lanse edilmeye başlanmıştır. Dinin bir
terör örgütü eliyle eylemler meşrulaştırma aracı olarak
kullanılması, insanların din algısına olumsuz yansımıştır.
IŞİD örgütünün eylemlerindeki ‘dini meşruiyet çabası’,
insanların dine karşıt argümanlar geliştirmesine hizmet
etmiştir. IŞİD gibi örgütler dine hizmet ettiklerini varsayarak dine karşıt hamleler geliştirmektedirler. Yaptıkları
terör eylemleri bazı medya organları tarafından manipüle
edilerek eylemler dinin emriymiş gibi gösterilmektedir.
Terörist faaliyetlerin dini argümanlarla destekleniyor olması fikri bazı insanları dine karşıt olmaya yöneltmiştir.
İlk olarak, Batı toplumunda artan İslam karşıtlığı
gözümüze çarpmaktadır. ABD’deki başkanlık seçimlerindeki Cumhuriyetçi aday Trump’ın insanlık dışı
söylemleri, Almanya’daki aşırı sağ partisi olan PEGİDA’nın eylemleri vs. Batı’daki İslam karşıtlığının halkın
bazı kesimlerinde arttığının birer işareti olarak görülmektedir. İkinci olarak, Batı’daki İslam karşıtlığına bir tepki
olarak Müslümanların yaşadığı toplumlarda artan Hıristiyanlık karşıtlı görülmektedir. İslam karşıtlarının kışkırıtıcı
hamleleri, Müslümanlarda Hıristiyan karşıtlığının art-
6
masına neden olmuştur. Ve son olarak da IŞİD’in Taksim
saldırılarından sonra artan Yahudi karşıtlığıdır. Tarihsel
olarak Müslümanların bazı kesimleriyle Yahudilerin bazı
kesimleri çatışma halinde olmuş, IŞİD’in Yahudileri
hedeflediği saldırı sonrası Yahudi karşıtlığı bir kez daha
gündeme gelmiştir. Bu çalışma, IŞİD terör örgütünün
saldırıları sonrasında dünya çapında din karşıtlığının
arttığını görüşünü inceleyecektir. İlk bölümde kavramsal
çerçevede İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı ele
alınacaktır. İkinci bölüm IŞİD’in eylemlerinde kullandığı
teolojik dil ve fetvaları tartışılacaktır. Üçüncü bölümse
IŞİD’in saldırıları sonrası devletler yada toplumlar
nezdinde din karşıtlığı nasıl ortaya çıkmıştır sorusu cevaplanacaktır. Son olarak da sonuç ve çözüm bölümünde
çalışmanın ana fikri ele alınacaktır.
1.
Kavramsal Giriş: İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı
İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinleri özelde Ortadoğu’da genelde dünyada siyasi, sosyal, kültürel ve
ekonomik anlamda etkin olan semavi dinlerdir. Bu üç
dinin en önemli ortak özelliği yaratıcının tekliği olmasıdır.
Bu dinlerin ortak noktasının yanı sıra bu dinlere karşıt
görüşlerde ortaya atılmıştır. Her dinin peygamberi ve
inananları dinin getirdiği mesaja karşı duranlar tarafından
kötü muameleye maruz kalmışlardır.
Yahudilik, sonrasında Hıristiyanlık ve en son İslam dini
insanların yanlış algıları ve yorumlarıyla rekabete geçirilmiştir. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudi karşıtlığı kavramları terminoloji açısından büyük farklılıklar içermemektedir. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudi karşıtlığı, bu dinlere, bu
adım
bilgi
fikir
dinlerin kutsallarına, bu dinlere inananlara karşı oluşturulmuş bir sosyal algıdır. Yani özünde İslam karşıtlığı, Hıristiyan karşıtlığı ve Yahudi karşıtlığı ile aynıdır. Sadece isim
farklılığı bulunmaktadır. Dinlere
olan karşıtlığının
kavramsal
olarak benzerlik göstermesi
din karşıtlığının
karşılıklı olarak
artmasına sebep
olmuştur. Son
zamanlarda din
karşıtlığının
artmasında etken
olan aktörlerin
başında devlet
dışı aktörler gelmektedir. Devlet dışı aktörlerden IŞİD,
din karşıtlığı oluştururken nasıl bir metot izlemektedir?
IŞİD’in dini argümanları nelerdir soruları tartışılarak devlet
dışı aktörlerin din karşıtlığını nasıl oluşturdukları irdelenecektir.
2.
IŞİD ve teolojik argümanları
IŞİD, özellikle Suriye’de ve Irak’ta etkin olan bir devlet
dışı aktör olarak yaptığı siyasi eylemleri meşru bir zemine
oturtma çabası içerisindedir. Her aktör sistem içerisinde
eylemlerine bir gerekçe göstererek yaptığı eylemi meşru
bir zemine oturtur. IŞİD gibi terör örgütleri dini argümanları kullanarak eylemlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Örgütün halifelik ilan etmesi siyaseten dinin manipüle
edilmesinin bir sonucu olarak görülmektedir. Örgütün
kuruluşundan bugüne kadar teolojik argümanlar ön planda
tutulmuş, din siyaseti kuvvetlendirmek amacıyla bir araç
olarak ele alınmıştır. Örgütün teolojik mantalitesi, Selefilik çizgisidir. Modern bir toplumsal hareket olan Selefilik,
geleneksellik karşıtlığı ve Kur’an- Sünnet merkezlilik
esasına dayandırılmaktadır. İslam’ın ilk dönemindeki
yaşam tarzına dönme isteği ve dinde sadeleştirme arzusu
Selefiliğin alt yapısını oluşturur. IŞİD gibi terör örgütleri
Selefi çizgide meşruiyet bularak eylemler yapmaktadır.
Eylemler gerçekleştirilmeden önce eylemi yapacak olan
kişilerin düşünce yapıları dini argümanlarla şekillendirilir,
böylelikle kişi yaptığını dine hizmet olarak görür. Kendisini mücahit olarak hisseden teröristler cennete gideceklerine
inandırılıp, masum insanların ölmesine sebep olurlar. Peki,
nasıl olur da bir insan kendini ve masumları öldürerek
dine hizmet ettiğini düşünür? Burada cevap olarak İslam
dininin özünün benimsenmemesi, Kur’an mesajının yanlış
yorumlanması ve cehalet karşımıza çıkmaktadır. İlimsizlik insanı alim zannettirken insan zalim olabilir. Örneğin,
ABD’nin Afganistan, Irak müdahelesi ve sonrasında
öldürülen Müslümanların öcünü almak için ABD’ye yönelik yapılan terör eylemleri cehaletten kaynaklanmaktadır.
İslam dininde masum bir kişinin öldürülmesi tüm insan-
lığın öldürülmesi olarak anlaşılmaktadır. Masum bir kişiyi
öldürmek için IŞİD’in kullandığı argümanlardan biri tekfir
metodudur. Müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün ayetini de temel alarak
IŞİD, masum insanların öldürmeyi hak
saymaktadır. Tekfircilik ve ayetleri
çarpıtma yöntemlerinin yanı sıra IŞİD,
kısas yöntemini de
eylemlerini dini bir
zemine yerleştirecek taktik olarak
kullanmaktadır.
Örneğin, İslam’da
kısas varken yakarak
öldürme yasaklanmıştır. IŞİD Ürdünlü bir pilotu esir olarak ele geçirmiş,
pilotun uçaktan bomba atması sonucu insanların yanarak
ölmesine karşılık ‘kısas’ esas alarak Ürdünlü pilotu yakmıştır. İslam’daki bir yasağı ,bu terör örgütü adeta ‘işine
gelecek şekilde fetva bularak’ çiğnemektedir. İslam’da
savaş hukuku çok ince bir meseledir, eziyet vs. esire karşı
uygulanamaz. Hatta İslam’da savaş esirleri öldürülmez,
karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılır. Kısas metodunu da kendi eylemlerini meşrulaştırmak için yontan
IŞİD bu ve benzeri birçok yöntem geliştirmektedir. Yezidi
kadınlara tecavüz etme, ölen çocuklarını ailelere yedirme,
Kabe’ye insanların taptığı gerekçesiyle Kabe’yi yıkma,
kadınların sünnet edilmesi, türbe vs. patlatma gibi eylemleri gerçekleştirmektedir. Bu ve benzeri eylemleri
yapan insanların düşünce yapıları üç şekilde incelenebilir.
İlki, bu terör örgütüne katılan insanların düşünme yetileri sınırlıdır ve cehaletten dolayı hemen her söylenene
inanarak bu terör örgütüne katılır ve canını bu yolda hiçe
sayar. İkinci olarak para, şöhret, kadın, zevk için bu tarz
terör örgütlerine katılım gerçekleşir. Nitekim örgüt önemli
petrol kaynaklarını elinde tutması sebebiyle savaşçılarına
ciddi miktarda para transferi gerçekleştirmektedir. Üçüncü
olarak örgüte katılanlar örgütün terör örgütü olduğunu
bilmelerine rağmen örgüte katılmaktadırlar. Yılların getirdiği savaş yorgunluğu ve güçsüz hükümetler, ezilen grupları
güçlü bir örgüte destek vermeye yöneltmiştir. Terör örgütü
olduğu bilinmesine rağmen İslam’ın ve Müslümanların
dünya nezdinde terörist olarak lanse edilmesi projesine
hizmet eden ajanlarda örgütün içerisinde yer almaktadır.
Her ne dersek diyelim cehaletten veya farkındalıktan kaynaklı IŞİD terör eylemlerini çeşitli teolojik argümanlarla
desteklemektedir, İslam’ın özündeki ‘barış, esenlik, huzur,
selam’ mesajı yerine ‘savaş, kan’ gibi kelimeleri ön plana
çıkarmaktadır. Yapılan terörist eylemler, İslam’ın temel
mesajıyla alakasız olmasına rağmen İslami bir zemine
oturtulması, insanların İslam’a dolayısıyla dine olan
bakışını olumsuz etkilemektedir.
adım
bilgi
fikir
7
3. Işid ve saldırıları: İslam’a etki ve tepki olarak Hıristiyanlık karşıtlığı
IŞİD terör örgütünün yaptığı saldırılar sonrası dünya genelinde İslam karşıtlığı artmıştır. Genel anlamda Batı medyasında İslam karşıtlığı sıkça ön planda tutulmuştur. İslam
karşıtlığına bir tepki olarak da Hıristiyanlık ve Yahudilik
karşıtlığı artmıştır. Avrupa’nın göbeği olarak tarif edilen
Paris, Brüksel gibi
önemli merkezi
şehirlerde yapılan
terörist saldırılar
sonrası Batı’daki
olumsuz İslam
algısı daha da
derin boyutlara
ulaşmıştır. İslam’la
hiçbir şekilde
bağdaşmayan bu
terörist eylemlerin
İslam’la alakandırma çabası sonucu
İslam karşıtlığı
artmıştır. IŞİD’in
eylemleri Avrupa
iç siyasetinde aşırı
sağın yükselmesine
yol açmıştır. Aşırı sağın yükselmesi de İslam karşıtlığının
artmasının önünü açmıştır. Bir diğer yandan İslam
karşıtlığının artmasıyla birlikte bazı kesimlerde Hıristiyan
ve Yahudi karşıtlığı artmıştır. Hıristiyanlık ve Yahudilik
karşıtlığının artmasının sebebini İslam karşıtlığına bir tepki
olarak okuyabiliriz. Avrupa’da yapılan saldırılarda ölenlerin Hıristiyan olması nedeniyle önemsemeyen bir Hıristiyan karşıtı kesim ortaya çıkmıştır. Aslında bu Hıristiyan
karşıtı kesim yıllardır tam anlamıyla radikalleşememiş,
IŞİD’in küresel bir terör örgütü haline gelip, güçlenmesiyle radikalleşme aşamasını tamamlamıştır. Diğer bir
karşıtlık, Yahudi karşıtlığıdır. Filistin’de yıllardır insanlık
suçu işleyen İsrail devleti ve bazı Yahudilere karşı varolan
Yahudi karşıtlığı veya anti siyonizm IŞİD’in saldırılarıyla birlikte bir başka boyut almıştır. IŞİD’in Taksim’de
yaptığı son saldırıda hedef olarak Yahudileri seçmesi de
Yahudi karşıtlığına bir eklenti olarak incelenebilir. Yani
IŞİD yaptığı saldırılarla insanların hem İslam’a hem Hıristiyanlığa hemde Yahudiliğe karşı bir tavır izlemesine yol
açmıştır. Hiçbir semavi din ve peygamberi özünde savaşı
veya çatışma ortamını önermemesine rağmen insanların
kasıtlı ve/ veya kasıtsız yorumlamalarıyla din siyasete meşru zemin oluşturan bir unsur haline getirilmiştir. IŞİD terör
örgütü de eylemlerinde dini bir meşru zemin kullanarak
insanların din algısını olumsuz yöne çekmiştir. IŞİD’in
terör eylemleriyle birlikte İslam’a karşıtlık artmış, İslam’a
karşıtlığın artmasına tepki olarak da Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı artmıştır.
8
4.
Sonuç ve Çözüm
IŞİD terör örgütü son yılların en çok tartışılan fenomoni konumundadır. Örgüt, gerçekleştirdiği eylemlerle
dünya kamuoyunda geniş yer bulmuştur. Paris, Brüksel,
Ankara, İstanbul gibi önemli şehirlerde terörist eylemler
gerçekleştirerek, devlet dışı aktörlerin dünya siyasetinde
yok sayılamayacağını ortaya koymuştur. Ele geçirdikleri
şehirlerdeki kaynakları kullanarak
ekonomik anlamda sorunları aşan
bu terör örgütü,
Müslüman, Hıristiyan, Yahudi
demeden kolayca tekfir ederek
masumların canına kıymaktadır.
IŞİD’in katliamlarında dini referans göstermesi
ve yaptıklarının
İslam dinin bir
parçasıymış gibi
lanse edilmesi dünya çapında varolan
İslam karşıtlığının daha da şiddetlenmesine sebebiyet vermiştir. Bir tek Batı dünyasında değil, Müslüman toplumlarda da IŞİD -İslam karşıtlığı oluşmuştur. Dış görünüş
itibarıyla bir IŞİDçi profili ortaya çıkmıştır ve insanlar arası
ilişkilerde bozulmalar meydana gelmektedir. / ve İslam
toplumu içerisinden ayrışmaya neden olmuştur.
Batı dünyasında artan İslam karşıtlığına tepki olarak Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı artmıştır. Genel anlamda
Doğu toplumları topraklarında ortaya çıkan karışıklık, fitne
durumunu Batı’ya veya Hıristiyanlık/ Yahudilik dinlerine
atfetmektedir. Yani, halkın belirsiz bir kısmı tabiri caizse
başına taş düşse siyonizmden zannetmektedir. Bunlar hep
Amerika’nın oyunu ifadesi de suçu başkasında arayarak
Doğulu toplumların vicdanını rahatlama çabası olarak
görülmektedir. İslam’a karşı olanlara tepki olarak Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı IŞİD’in sadırıları sonrası
artmıştır. İnsanlardaki algıların farklılaşması, bilgisizlikten
kaynaklı çatışmaya elverişli bu durumun ortadan kaldırılması dini ortadan kaldırarak, dini siyasetten uzaklaştırarak,
dini öznel bir olguymuş gibi lanse ederek çözülemeyecektir. Batı dünyası Vestfalyan düzende dini siyaset dışına
atarak barış ortamına kavuştu argümanı, Doğu dünyasında
gerçekleştirilmesi güçtür. Çünkü, İslam sadece ibadetten
ibaret bir din değildir. Hayatın her boyutunda olan kuşatıcı
bir olgudur, dolayısıyla din karşıtlığının ortadan kalkması
ancak ve ancak iyi bir dini eğitimle birlikte mümkündür.
adım
bilgi
fikir
Arası açık yıldızlarla güneşin
Yan bakışlı veresiye bir merhaba
Ne benim sana borcum olsun ne senin bana
Gözler yorgun, alacaklı geceden
Medet umar bir dize bir heceden
Minareler nazır, zamansa hazır buluşmaya
Zifiri karanlıkta böbürlenen ay
Gerçeği öğreniyor her sabah bir kez daha
Babaannemin tavukları geliyor aklıma
Dedemin griye çalan eskimiş traktörü
Dut ağacı geliyor erik, çağla
Ya nasip diyen sürüler geliyor
Gözlerinde umut, gerdanlarında kolye
Elbiseleri ütüsüz bir öyle bir böyle
Ata binmiş anılarım, geliyor dörtnala
Boynundan vurduğum kuş
Dereye attığım taş
İsmini hatırlayamadığım üç beş arkadaş
Beni gençliğime elbette yaklaştıramaz
adım
bilgi
fikir
Şiir: Erkam Karaburun
9
Vamık Volkan ile
Psikanalizm Bilimi ve
Gündem üzerine Söyleşi
Freud’u takip ederek psikoanalistler, genel olarak sosyal/
kültürel meseleler üzerinde yazılar yazmışlarsa da bu
meseleler üzerinde çalışmaktan kaçındılar. Ben böyle
girişimlere başladığım zaman bazı psikoanalistler “Volkan
çok iyi bir klinisyendi, şimdi ona ne oldu?” dediler. Zaman
gelince bilhassa 11 Eylül 2001’den sonar, durum değişti.
Mary Sigourney Ödülü’nü aldıktan sonra psikoanlist
eğitimine sosyal/kültürel çalışmalarının eğitimin de
eklenmesi üzerinde odaklanıyorum.
Psikanalizm bilimini uluslar arası çatışma
sorunlarına uygulayan ve bu alanda önemli
açılımlar yapan değerli hocamız Prof. Dr.
Vamık Volkan son dönemde yaşanan gelişmeler kapsamında sorularımızı yanıtladı.
Bu kapsamda yeni yayınlanan hayatını ve
çalışmalarını konu alan 'Kendi Divanında
Bir Psikanlist' kitabına da değinme fırsatı
bulduk. Mütavazi kişiliğiyle bizi kırmadan
sorularımızı özenle cevapladığı ve söyleşiye
son halini verene kadar ilgisini eksik etmediği
için kendisine çok teşekkür ediyoruz.
Şu anda günümüzde dünya siyasetinin psikolojik arka
planını nasıl yorumluyorsunuz?
Teknoloji benim aklımın anlayamayacağı derecede gelişti.
Komünikasyon teknolojisi, dünyanın da bir yerinden başka
yere gitmenin çok kolaylaşması, küreselleşme (iyi tarafları
yanında) büyük grup kimliklerine baskı yaptı. Büyük grup
kimliği on binlerce, yüz binlerce, milyonlarca kişinin
(birbirlerini tanımadıkları halde) aynı duygu ve fikirleri
paylaşmaları - etnik, milli, dini, politik ideoloji büyük grup
kimlikleri vardır. Biz bu aşirete bağlıyız, biz Polonyalıyız,
biz Aleviyiz, biz Komünistleriz...
Hocam Kıbrıslı olmak sizin için ne ifade ediyor?
Kendinizin bu kapsamda analizini yaptığınız taktirde,
çocukluğunuz ve şu andaki çalışmalarınız arasında
sizce nasıl bir bağ var?
Kıbrıslı tanımını benim bir bölgeye ait olma anlamında
kullandığınızı biliyorum. Fakat “Kıbrıslı” olmamdan
söz etmeniz aklımaa başka bir konu daha getirdi, bu
konudan söz etmek istiyorum. Annemin dedesi Ömer
Vamık Efendi Lefkoşa’nın son Osmanlı kadısıydı.
Osmanlıların Kıbrıs maliye işlerinden sorumlu kişinin
kızı Zehra Hanım’la evliydi. Osmanlılar Kıbrıs’ı kira
ile İngiliz idaresine verince bu olayın annemin ailesinde
yarattığı travmayı ve ailenin prestijini ve zenginliğini
nasıl kaybettiğini tahmin edebilirsiniz. “Kıbrıslı” diye
bir millet yok. Ben adada büyürken Kıbrıs’ta Türkler,
Rumlar, Ermeniler ve Fenikeliler yaşıyordu ve hepimiz
İngilizlerin idaresi altındaydık. Kıbrıs yalnız yaşadığımız
yerin ismiydi. Babam bir Türk köyündeki çiftçinin tek
okumuş çocuğuydu. Hem babam hem de annem ilk okul
öğretmenleriydi. İki kız kardeşim ve ben Türkiye’de
Atatürk ve arkadaşlarının yarattığı yeni Türk kimliğine
sarılıp büyüdük.
Üç hafta önce mültecilerin psikolojisi üzerine yazdığım
kitabın İngiltere’de basılmadan önceki son şeklini
bana gönderdiler. İngiliz editör kitabımda kullandığım
‘Cypriot Turk’ (Kıbrıslı Türk) terimini ‘Turkish Cypriot’
(Turk Kıbrıslı) olarak değiştirmiş. Onlara hemen bir
mesaj gönderdim. Böyle bir değişiklik yaparlarsa
kitabımı basmamalarını söyledim. Böyle bir değişiklik
yapmayacaklar.
10
Gerçek olan şu: 1960’lardan sonra oluşan tarihi olaylar
nedeniyle Kıbrıs’ta yaşayan Türkler şimdi büyük
kimlik sorunları ile karşılaşıyorlar. Avrupa Birliği’nden
‘Kıbrıslı’ olma baskısı var. Rum tarafı genel olarak bunu
destekliyor; çünkü adada herkes ‘Kıbrıslı’ olursa ada
Rumların yöneteceği bir yer olacak.
Çocukluğumdaki tarihi olayların Ankara Üniversitesi’nde
tıp eğitimini bitirdikten ve Amerika’da bir psikoanalist
olduktan sonra senelerce büyük grup kimliği ve etnik
problemler üzerinde çalışmamı etkiledğinden eminim.
Üç ay önce Ferhat Atik’in yazdığı ve hayatımı anlatan
“Kendi Divaninda bir Psikoanalist” isimli kitap basıldı.
Geçen Mayıs içinde de Molly Castelloe’un hazırladığı ve
‘Vamık’s Room’ (“Vamık’ın Odası”) isimli filmin açılışı
New York’ta yapıldı. Bu film dünyanın birçok yerlerinde
yaptığım psikopolitik çalışmalar üzerine. Film aynı
zamanda “the Sidney Halpern” ödülünü kazandı. [“the
Sidney Halpern Award “ for furthering the discipline
of Psychohistory through the medium of documentary
film.”]
Hem bu kitapta hem de filmde çocukluğum ve
çalışmalarım arasındaki bağ anlatılmıştır.
adım
bilgi
fikir
Kendi Divanında bir Psikanalist kitabını okurken
son bölümde Einstein’ın Freud’a yazdığı mektuptan
bahsedilmiş. Mektubun konusu Psikanaliz biliminin
insanlığı savaşın yıkımından kurtarabilecek bir iç
görü sağlayıp sağlayamayacağına dair. Siz sanırım
Freud gibi olumsuz düşünmüyorsunuz? Son olarak
Ocak 2016 yılında aldığınız Mary Sigourney Ödülü’nü
sizin almanız Psikanaliz’in sadece kişisel sorunlarda
değil sosyal/kültürel meseleleri anlamak için de
kullanılabileceğini tescillediği olarak yorumlanmış.
Freud insanların iç dünyalarını keşfetmişti. Bu nedenle
1932’de Einstein’a verdiği cevapta psikoanalistlerin dış
dünya problemlerine çözüm bulmakla ilgilenmelerinin
doğru olmayacağını söyledi. Bunun yanında başka bir
şey de var. 2006 Avusturya Avrupa Birliği başkanlığını
yapıyordu. Bu nedenle bu yılı Mozart ve Freud Yılı
olarak kutlamaya başladılar. Beni de 4 ay (Fulbright
vakfının desteği ile) Freud Profesörü olarak Viyana’da
misafir ettiler. Ofisim Freud’un evindeydi. Orada
otururken Freud’un 1932’deki psikolojisini düşündüm.
Yahudi ayrımcılığı çok gelişmişti. Birkaç yıl sonra Hitler
Almanya’nın başına gelecekti. Freud’un korku içinde
olduğunu tahmin ettim. Bu nedenle dış dünya işlerine
bakmaktan kaçınmış olabilir.
Bu nedenle benim “ Şimdi Biz Kimiz?” diye
adlandırdığım yeni bir medeniyetin içine girmiş olduk.
Şimdiki büyük grup kimligimiz ne olsun, nasıl gelişsin?
Bu yolda giderken çok kez büyük grup eski zamanlara
dönüp, tarihi olayları kimliğinin sembolü olarak
alevlendirir. Bunun yanında eski tarihi travmalar da sanki
dün olmuş gibi ortaya çıkar. Bu travmalara “Seçilmiş
Travma” adını verdim.
Seçilmiş Travmalar kapsamında Bosna Sırp Savaşında,
Sırpların bu savaşı Osmanlı Müslümanları’nın
bir uzantısı olarak Bosna Müslümanları’ndan
Kosova Harbi’nin yüzyıllar sonra intikamını alma
savaşı olarak gördüklerini ifade etmişsiniz. Burada
Kosova Harbi’nde Sırpların Lideri Prens Lazar’ın
kalıntılarının mezardan çıkarılıp bir tabutta Sırplar
tarafından maziyi canlı tutmak maksadıyla köy köy
gösterildiği bilgisi gerçekten etkileyici. Bu konuda
özellikle ‘seçilmiş travmalar’ açısından bizi aydınlatır
mısınız?
Seçilmiş Travma psikanalistlerin “change of function”
(fonksiyon değiştirme) dedikleri bir durumla ortaya çıkar.
Yani tarihi olayın imgesi kimliğin sembolü olur. Seçilmiş
Travmalar, bir büyük grup tarafından içselleştirilen,
geçmişten köken alan, içerisinde tutulamayan yası
barındıran ve gelecek nesillere bunları düzeltme
görevi bırakan travmalardır.“Normal” politik ve sosyal
ortamlarda Seçilmiş Travma, orijinal olayın yıldönümü
sırasında geri çağrılır ve ayinsel bir anma töreni ile
büyük grup üyelerini birbirine bağlamaya devam eder.
Törenler sırasında tarihsel olaylarla birleşmiş birey ve
grup hatıralarını yürürlüğe girir ancak zaman kavramı hiç
değişmez. Yani “bugün”, dünden uzak ve ayrıdır. Ancak
adım
bilgi
fikir
11
Biz Kimiz”e cevap bulmak için geriye gitme, yani hem
gerçeğe dayalı hem de fantazide gelişen eski tarihi
gelenek ve fikirlere geri dönme ortaya çıktı. Darwin
veya Freud’un isimlerinin okullardan kaldırılması veya
altı yaşında kız çocuğu ile evlenmenin doğru oluşu gibi
konuşmaların sosyal medyada ortaya çıkışını bu geriye
dönme örnekleri olarak algılayabiliriz. Geri gitme olunca
en çok zarar gören kişiler kadınlar ve kız çocukları olur.
Onlar, bilinçdışından ve bazen bilinçli olarak, yalnız seks
için kullanılan çocuk yapacak ve süt verecek yaratıklar
olarak algılanır. Sabiha Gökçen hanımı düşünüyorum. O
yeni Türkiye’de kadın olmanın simgesiydi.Türkiye’nin
sesini göklere çıkartmıştı. Onu bir “yarım insan” olarak
algılamak gerçeğe uymaz. Bir büyük grupta kimlik
değişikliği olduğu zaman, büyük grup talihliyse, Atatürk
gibi, Mandela gibi liderler nedeniyle yeni ve olumlu
yollar seçilir. Çok kez böyle durumlarda büyük grup
talihli olmuyor. Türkiye’deki kutuplaşmayı, son yıllarda
Türkiye’yi ziyaret ettiğimde görüyorum.
politik liderler, politik propaganda yoluyla bir büyük
grubun seçilmiş travmasını tekrar harekete geçirdiğinde,
travma ilgili hisler ve duygular sanki yeni ortaya çıkmış
gibi algılanır. Böylece mevcut politik, diplomatik ve
askeri meselelerle ilgili duygular ve hisler birleşmeye
başlarlar. Geçmişte hatırlanan şimdi de hissedilir ve
“zaman çöküşü”’meydana gelir. Böylece geçmiş, şimdi ve
gelecek bütünleşmiş olur.
Bu günlerde Türkiye’de Ermeni meseleleri ile ilgili
haberler çıkmakta. 1915 olayları Ermenilerin Seçilmiş
Travması. Ermeni olmanın en büyük simgelerinden biri
1915 olayları.
Bu kapsamda Türkiye’de devam eden bir tartışma
olan Din –Siyaset ilişkisini ve Laiklik tartışmaları
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Toplumumuzun bir kutuplaşma içerisinde olduğu
düşüncesine katılıyor musunuz?
İstanbul'un fethinin Batı’da özellikle Hıristiyanların
üzerinde bıraktığı travmatik etkiden bahsetmişsiniz.
Bu hala AB – Türkiye ilişkilerinde de canlı hatta
merkezi bir dinamik denebilir mi?
İstanbul’un fethi bilhassa Yunan Seçilmiş Travması oldu.
Ben bir kaç yıl Türk - Ermeni Anlaşma Komisyonunda
Türk ekibinin bir üyesiydim. Ayrıca seneler önce TürkYunan gayrı resmi politik dayaloklara katılmıştım. Bu
toplantılarda hem Ermeniler hem de Yunanlılar kendi
büyük kimliklerini korumak için o günlerdeki konulardan
kaçıp Seçilmiş Travmalarına tutunup durmuşlardı.
Türk- Ermeni Komisyonu diyalokları devam ederken
bir gözlemim oldu. Türk ekibi Ermeniler için empati
duydukları ve gösterdikleri zamanlarda Ermeni ekibinde
anksiyete ortaya çıkıyordu. Sanki Türkler “iyi Türk”
olurlarsa Ermeni ekibi Ermeni simgesi olan seçilmiş
travmayı kaybedeceklermiş gibi bir duruma düşüyordu.
Bu nedenle olumlu bir diyaloğa devam ettirme
zorlaşıyordu.
12
Modern Türk kimliğinin ve bu kapsamda kurucu bir
lider olarak Atatürk üzerine olan çalışmalarınız var. Şu
anda günümüzde özellikle 2000’ler sonrası tekrardan
yorumlanmaya çalışılan bir erken cumhuriyet dönemi
var. Bazı kesimler bunu bir hesaplaşma olarak
görüyor.
Atatürk’ün hayatı üzerine Princeton Üniversitesi Tarih
profesörü Norman Itzkowitz’le 1970’lerde yedi yıl
çalıştık. Ben 13 ay için Türkiye’ye geldim ve Atatürk’ü
tanıyan kişilerle konuştum. Birkaç yıl sonra bu kişiler
artık hayatta olmayacaklardı. Bana en çok yardım edenler
arasında Sabiha Gökçen hanım vardı.
Yeni Türkiye’nin doğusunun tekrardan yorumlanmaya
çalışanlar olduğunu sizin gibi ben de görüyorum. İki-üç yıl
önce dinin siyaset işlerine katılmasını destekler görünen
bir Türk akademisyenin yazdığı bir kitabı okumuştum.
Türklerin Osmanlılarla başlayan tarihi üzerine. Acayip
olan şey Osmanlı tarihinin bitişinden sonra yeni Türkiye
tarihinin ilk on yıllarından söz edilmeyişiydi. Sanki
1919’dan 2000’lere kadar bir boşluk vardı. Atatürk’ün
adı geçmiyordu. Osmanlı tarihimizle yeni Türkiye’yi
birleştirmek çok iyi olur. Fakat Osmanlı kaybını bir
Seçilmiş Travma olarak algılayıp yeni Türkiye’yi,
yeni Türkiye büyük grup kimliğini reddetmek kendi
ayaklarımıza kurşun sıkmak gibi bir şey. Dünyanın
başka birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de “Şimdi
adım
bilgi
fikir
Türkiye’deki Kürt Meselesi’ni dünyadaki örnekleriyle
kıyasladığımızda hangi benzerlikler ve özel durumlar
öne çıkıyor?
Divandaki Düşmanlar adlı kitabında bahsedilen Arap
ve İsrailler arasında sağlanmaya çalışılan olumlu
atmosfer Türk Kürt sorunu açısından da uygulanabilir
mi? Oradaki gibi tarafları aynı diyalog sürecine
sokmak mümkün mü ? Evetse nasıl
“Şimdi Biz Kimiz?” medeniyetine girmemiz Kürtleri
de etkiledi. Milyonlarca Kürt var bölgemizde. Genel
olarak çeşitli ülkelerde yaşayan Kürtlerin kendilerine ait
bir devlet aramaları beklenen birşey. Şimdi Suriye’de
olup bitenler Amerika hükümetinde Kürtlerin varoluşu
ve onların ne istedikleri hakkında büyük bir bilgi ve ilgi
yarattı. Türkiye’deki “Kürt Meselesi” olarak adlandırılan
durum Türkiye dışında yaşayan Kürtlerin durumları
ile yakından ilişkili. Fakat, ayrıca yalnız Türkiye’yi
ilgilendiren bir durum. Ayrıca terörizm ve büyük trajediler
ve bitmeyen yas tutma durumu var. İstanbul’da Tarık
Çelenk’in başkanlığı altında da Ekopolitik isimli bir
kurum vardı. Bu kurumun sponsorluğu ile birkaç sene
Türkiye’de Türk ve Kürt asıllı önemli kişilerin birbirleri
ile buluşup diyalog kurmalarında rol oynadım. Neler
yapıldığını ayrıntıları ile Divandaki Düşmanlar kitabımda
anlattım. Son yıllarda bu konu ile çalışmam bana bir firsat
verilmedi. Burada tek birşey söylemek isterim. Türkiye
halkında geliştirilen büyük grup kimliği kutuplaşması
Türkiye’de “ Kürt Meselesi”ni çözmeye karşı en büyük
engeldir. Türkiye’deki kutuplaşmanın nasıl ve ne zaman
biteceği hakkında bir tahminin yok. Gördüklerim canımı
yakıyor.
IŞID terör örgütünün dini yorumlayış tarzı ve
insanları amaçları uğrunda bir fedai olarak kullanma
yöntemleri özellikle canlı bomba olmaya doğru giden
yol. Şahsen ben bunun zihinsel arka planını çok merak
ediyorum. Genelde halk tarafından da çok sorulan
bir soru: Bir insan kendine bunu nasıl yapar? (Canlı
bombalar)
İŞİD “Şimdi Biz Kimiz” medeniyetinde tamamıyla geriye
giden, seçilmiş travmaları kullanan ve seçilmiş zaferler
ümit eden ve dini terrörizm aleti olarak kullanan bir büyük
grup oldu. Finlandiyalı tarihçi Jouni Suistola ve ben “
Gods Do Not Negotiate” [“Tanrılar Diyalog Kurmazlar”]
isimli bir kitap yazdık. Kitap daha basılmadı. Bu kitapta
canlı bombaların psikolojisini anlatıyoruz. Canlı bombalar
kişisel psikolojilerini bırakıp büyük grup psikolojisi etkisi
altında hareket ederler. Yani her şey büyük grup kimliğini
korumak veya bu kimliğe destek olmak için yapılır.
‘İnsanların konuşmalarının durması, insan ölümleri
demektir’ diyerek iletişim kurmanın öneminin altını
çiziyorsunuz sanırım.
Evet
Farkında olsalar veya olmasalar da Türkiye’de bazı
konuların açık açık konuşulmasından korkuluyor’
demişsiniz.
Son senelerde Türkiye’yi ziyaret ettiğim zamanlar şunu
görüyorum. Türkiye’de geliştirilmeye çalışılan - ve bir
bakıma gelişen- ve gerçek veya hayal edilen dini simgeleri
politik alet olarak kullanan büyük grup kimliğine karşı
çıkan kişiler korku içinde. Tanıdığım ve ziyaret ettiğim
birçok akademisyenler arasında çok korku var mesela.
Bir örnek vereyim: Bir doctor arkadaşı ofisinde ziyarete
gittim. Bir hastası hakkında benimle konsultasyon yapmak
istiyordu. Onun odasına girmeden sekreteri yanımda
cep telefonum olup olmadığını sordu. Telefonumun
var oluşunu, fakat kapalı olduğunu söyledim. Sekreter
hanım telefonumu yanında bıraktıktan sonra doktoru
görebileceğimi söyledi ve “kapalı telefonların bile
dinlendiklerini” ifade etti. Böyle bir durumun Türkiye’de
gelişmesinden utandım. Politika dışında Türkiye’de
gelişen kutuplaşmanın nedenlerinin konuşulması, analiz
edilmesi gerekir.
Şu anda neler yapıyorsunuz?
2009’da İnternational Dialogue İntiative (IDI) (Milletler
Arası Diyalog Başlangıcı) adı altında bir program
başlattım. Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere,
Almanya, Rusya, İran, İsrail ve Filistin’den gelen aynı
kişilerle- aralarında psikoanalistler, politikacılar, avukatlar,
vb- her sene bir veya iki defa buluşarak dünyada olup
bitenleri sekiz ülke bakışından inceliyoruz. Böylece ayrı
görüşler arasında bir diyalog kurma, kurşun ve bomba
kullanılması yerine konuşuğ karşı tarafı anlama için örnek
yaratıyoruz.
Okuyucularınız IDI’in neler yaptığını internette
izleyebilirler: www.internationaldialogueinitiative.com
adım
bilgi
fikir
13
Yrd. Dç. Ozan Örmeci,
Beykent Üniversitesi
[email protected]
Kürt Sorunu’nu Yeniden Düşünmek
TBMM’nde
dokunulmazlık
kaldırılması
kararı
alınmasının ardından Kürt Sorunu’nda yeni ve yoğun bir
terör dönemine girileceği endişelerinin arttığı bir ortamda,
Kürt Sorunu’nu yeniden düşünmekte fayda var.
bu adımlar Kürt siyaseti tarafından yeterli bulunmamış,
daha kötüsü ise, PKK ile müzakere süreci de hem halktan
gelen tepkiler, hem de iki taraf arasında ortaya çıkan
anlaşmazlık nedeniyle aniden sona erdirilmiştir.
Kürt Sorunu’nda bugüne kadar devletin geliştirdiği Gelinen noktada, Kürt Sorunu konusundaki farklı
görüşlerin uzlaştığı noktalardan yola çıkarak, şöyle bir yol
yaklaşımları birkaç ana başlıkta toplamak mümkündür;
- Kürt Sorunu yoktur, terörle mücadele vardır haritası belirlenebilir.
1. Terörle mücadele edilmeye devam edilmelidir.
yaklaşımını savunan klasik resmi tez,
Türkiye’de Türk ve Kürt halkları, terör örgütü
- Kürt Sorunu’nu ekonomik geri kalmışlık
ve onun mücadele tarzını tasvip etmemektedir.
bağlamında değerlendiren modernist tez,
Türkiye’deki 15-20 milyon Kürt vatandaşımızın
pek azının oyunu alabilen ve ne yazık ki tüm
- Kürt Sorunu’nu Türkiye’nin genel demokratikleşme
çabalara karşın terör örgütünün uzantısı olmaktan
sorunu bağlamında değerlendiren kapsayıcı
kurtulamayan HDP’nin seçimlerdeki düşük başarısı,
demokratik yaklaşım,
bunun açık ispatıdır. Ancak terörle mücadele
etmek, salt askeri yöntemler kullanmak demek
- Kürt Sorunu’nu Türkiye’nin idare sorunu
değildir. Askeri operasyonlar yerine, istihbarata
bağlamında değerlendiren yönetim bilimine dayalı
dayalı teknikler ve müzakere gibi unsurlar da
yaklaşım,
denenebilir. Eğer terörü tamamen sonlandırma
- Kürt Sorunu’nu Kürtlere özgü bir kimlik sorunu
imkânı varsa, terör örgütüyle müzakere edilmesi
olarak gören yaklaşım.
de halkımızca doğal karşılanmalıdır. Ancak önceki
denemede olduğu gibi, süreç, halka kapalı ve Türk
Bu tanılara uygun olarak, birinci görüş salt askeri
milliyetçiliğini kışkırtacak şekilde yapılmamalı;
yöntemleri, ikinci görüş askeri yöntemler ve Kürtlerin
sürecin sonucu halka açıklanmalı ve gerekirse
yoğun olarak yaşadığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde
referandum ya da TBMM’de bir genel oylama
ekonomik kalkınma hamlelerini, üçüncü görüş terörün
yoluyla bu süreç demokrasiye uygun şekilde
elimine edilmesini ve Avrupa standartlarında bir
sonuçlandırılmalıdır. Dolayısıyla, bu konuda
demokrasiyi, dördüncü görüş terörün elimine edilmesini
yapılabilecekler şöyle ayrıştırılabilir; a-) Salt askeri
ve Türkiye’de yerel yönetimlerin ve öz yönetim modelinin
operasyonlar, b-) Askeri operasyonlar ve yoğun
güçlendirilmesini, beşinci görüş ise terörün elimine
istihbarat faaliyetleri, c-) Askeri operasyonlar,
edilmesini ve Kürt kimliğine anayasada yer verilmesini ya
istihbarat faaliyetleri ve terör örgütüyle diyalog ve
da anayasada Kürt kimliğini de kapsayan bir üst kimlik
müzakere.
inşasını önermektedir.
2. Bölgenin ekonomik kalkınması için farklı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda geçmişteki
alternatifler
geliştirilmelidir.
Türkiye
inkârcı politikalarını bırakmış ve Kürt Sorunu’nu
Cumhuriyeti’nin en büyük altyapı hamlesi
çözebilmek için samimiyetle gayret göstermektedir. Bu
olan GAP projesinin devam ettirilmesi ve Kürt
bağlamda, özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının
halkının yoğun yaşadıkları bölgelere yönelik
ilk yıllarında oldukça kapsamlı reformlar yapılmış; yerel
farklı ekonomik faaliyetlerin geliştirilmesi,
yönetimler güçlendirilmiş, Kürtçe televizyon yayınları
Kürt ayrılıkçılığını önlemekte faydalı olabilir.
ve özel kursların önü açılmış, Kürtçe yerleşim birimi
Klasik tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yanı
adlarına izin verilmiş, bölgeye yoğun ekonomik yatırımlar
sıra, turizm faaliyetlerinin teşvik edilmesi, yeni
yapılmış ve Kürt kimliğine dayalı siyasetin TBMM’de
gelişen bilgisayar-enformatik teknolojilerini bu
temsili için kolaylık gösterilmiştir. Buna ek olarak, Milli
bölgelerde geliştirmeye yönelik altyapı hamleleri,
İstihbarat Teşkilatı (MİT), terörü tamamen sonlandırmak
yazları oldukça sıcak bir bölge olan Güneydoğu’da
için terör örgütü PKK ile müzakerelere de başlamıştır.
güneş enerjisi teknolojisinin geliştirilmesi
Ancak reform süreçleri başarıyla tamamlanmasına karşın,
gibi alternatifler ilk aklıma gelen önerilerdir.
14
adım
bilgi
fikir
Ekonomi uzmanlarının ve bölgedeki kanaat
önderlerinin yardımıyla, bu gibi projeler rahatlıkla
çeşitlendirilebilir ve daha da geliştirilebilir. Bu
bağlamda, tüm devlet politikalarının ekonomik
kalkınma ve dış ticaret/dış yatırım temelinde
yeniden planlanması gerekecektir.
3. Türkiye’de
demokrasinin
genel
kalitesi
yükseltilmelidir. Zenginleşen ve demokratikleşen
toplumlar, halkın aşırıcı eğilimlerden de uzaklaştığı
ve demokrasiyi içselleştirdiği toplumlar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, özgürlüğün
ve zenginliğin daha fazla olduğu bir Türkiye’de,
ne Kürt Sorunu, ne de diğer siyasi sorunlar bu
derece şiddetli tezahür etmeyecektir. Bu noktada,
üniversitelerimizden en önemli akademisyenlerin
katılımıyla,
T.C.
Cumhurbaşkanlığı’nın
koordinasyonunda, geçmişteki Akil Adamlar
Heyeti’nin benzeri şekilde bir yapı oluşturularak,
Türkiye’de halkın demokrasi sorunları algısını
ölçen ve halkın devlete ve sisteme aidiyetini
arttırıcı çalışmalar ve politikalar uygulanabilir.
Ayrıca Türkiye’deki ifade özgürlüğü üzerindeki
engeller de giderilmelidir. Kürtler ve aydınlar, bu
konuda en aykırı fikirlerini bile özgürce telaffuz
edebilmeli ve ancak terör eylemlerine karışmaları
durumunda engellenmelidirler. Aynı şekilde, Türk
milliyetçilerinin de fikirlerini de ifade etmelerine
engel olunmamalı ve ancak “nefret söylemi” gibi
durumlarda harekete geçilmelidir. Topluma, farklı
uçlar/seçenekler arasında bir orta yol bulması için
tüm görüşler sunulmalı ve halkın sağduyusuna
güvenilmelidir. Topluma güvenmeden, asla gerçek
bir demokrasi olunamaz.
4. Türkiye’nin idari yapısı konusunda uzlaşıya
varılmalıdır. Türkiye’nin üniter yapı içerisinde
devam edip etmeyeceği bu süreçte karara
bağlanmalıdır. Avrupa’da ve dünyada giderek
artan federal sistemler ya da yerinden yönetimi
güçlendiren üniter yapı içerisindeki reformlar,
bu konuda Türkiye’yi de bir reform sürecine
zorlayabilir. Bu noktada, Türkiye’deki devletin
sinir uçlarının artık net bir karar vermesi
gerekmektedir. Daha önceki bir yazımda dile
getirdiğim şekilde, Başkanlık sistemine geçiş
olacaksa, bununla birlikte ABD’ye benzer şekilde
eyaletler sistemi denenebilir. Burada, Türkiye’nin
7 coğrafi bölgesi temel alınarak, farklı bir sisteme
geçiş denenebilir. Ancak bunun Türkiye’nin
bölünmesine hizmet etmemesi için, çok dikkatli
olunmalı ve sistem değiştirilemez maddelerle
güvence altına alınmalıdır. Bu şekilde, ABD
ve diğer birçok federal ülkeye benzer şekilde,
ülkedeki farklı bölgelerde ağır basan farklı yaşam
tarzları ve kültürel eğilimler de korunabilecektir.
Ancak bu çok riskli ve zahmetli bulunursa, yerel
yönetimlerin daha da güçlendirileceği yeni bir
belediyeler sistemi ya da özerklik modelleri de
konuşabilir.
5. Kürtçe’nin ve Kürtlerin bu ülkenin asli ve ana
unsuru olduğunu gösteren reformlara samimiyetle
devam edilmelidir. Türkçe’nin anadil kalması
şartıyla, Kürtçe’nin özellikle halktan yoğun
talep gelen bölgelerde haftasonu eğitime
devam edecek ilk ve ortaokullarda öğretilmesi,
Kürtçe kitap ve yayınlara devletçe destek
olunması, üniversitelerdeki Kürt Enstitülerinin
yaygınlaştırılması, Türk kökenli vatandaşların da
Kürtçe öğrenmesi için müfredata seçmeli dersler
eklenmesi gibi unsurlar, sanıyorum Türkiye’de
halkımızın yüzde 80 ve üzerinde onaylayacağı
girişimler olacaktır. Ancak bazı Kürt çevrelerinin
talep ettiği Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması,
toplumdan tepki çekebilecek bir girişimdir. Ayrıca
anayasadaki Türk milleti ya da Türk tanımı yerine,
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” ifadesine dayalı
olan anayasal vatandaşlık seçeneği de, bu noktada
kimlik bağlamında ele alınabilecek bir yöntemdir.
Tüm bu politikalar arasında en doğru olanları tespit etmek
ve doğru şekilde uygulamaya sokmak ise, kuşkusuz
Türkiye’deki siyasal ve bürokratik seçkinlerin görevidir.
KAYNAKLAR
- Heper, Metin (2007), The State and the Kurds in
Turkey: The Question of Assimilation, Houndsmill,
Basingstone, Hampshire, U.K.: Macmillan/
Palgrave.
- Heper, Metin (2008), Devlet ve Kürtler, İstanbul:
Doğan Kitap.
- Tan, Altan (2009), Kürt Sorunu Ya Tam Kardeşlik
Ya Hep Birlikte Kölelik, Timaş Yayınları.
- Örmeci, Ozan (2014), “Turkey’s Kurdish Question:
Pitfalls For The Peace Talks”, Reflections
Turkey, Mayıs 2014, Erişim Adresi: http://www.
reflectionsturkey.com/?p=1092#sthash.iexkItys.
dpuf.
- Örmeci, Ozan (2015), “Turkey’s Kurdish Question
Revisited”, American Academic & Scholarly
Research Journal, Cilt 7, no: 3, Mayıs 2015, ss.
121-133.
adım
bilgi
fikir
15
Arş. Gör. Fahriye Keskin Karagöl,
Sakarya Üniversitesi
[email protected]
Kürt Sorunu’nun çözümünde ‘şiddetli kriz’ evresi*
Üst çatışma halini yaşadığımız çözümün bu evresinde yapılması gereken başlıca iki husustan
bahsedilebilir: Çatışmaları daha da arttırmamak için sert beyanlardan kaçınmak ve spekülasyonları
engellemek adına belirsizliği ortadan kaldırmak.
BARIŞ ve müzakere süreçleri olağanın üstünde sabır
gerektirir. Uzun süredir devam eden ve artık yapısal bir
hale bürünmüş, kemikleşmiş anlaşmazlıklar ve çatışmalardan politik normalleşme sürecine geçiş şüphesiz kolay
değildir. Bir defa güvenlikleştirilmiş bir meselenin normalleşmesi yahut da normal siyaset alanına döndürülmesi
çatışan tüm tarafların da bu yöndeki iradesine, kararlılığına ve sabrına bağlıdır.
Teşhis tedavinin parçası
Herhangi bir çatışma veya anlaşmazlık durumunda
çözüme dair başlatılan süreçlerin kanaatimizce en önemli
aşamalarından ilki, normalleşme ve diyalog taleplerindeki samimiyeti göstermektir. Bu aşamanın önem arz etme
sebebi niyet okuma veyahut sorgulama değildir elbette,
bilakis en başından tarafların isteklerini açıkça ifade
etmeleri, mevcut krizden ne anladıklarını ya da bunu
nasıl adlandırdıklarını ortaya koyarak ortak bir anlayış
ve uyum yakalamaya çalıştıkları, ‘sorunu tanımladıkları’
evre olmasındandır. Zira bu noktada uzlaşmak, belirsizlikleri netleştirmek ya da ortak bir barış dili yakalayabilmek sürecin sonraki aşamalarının hızlı ve kolay bir
şekilde ilerleyebilmesi ve nihayetinde çatışma halinin
barış haline evrilebilmesi açısından elzemdir. Kısaca
“sorunu anlamak çözümün yarısıdır”... Tabi burada
adlandırmadan kastedilen nominalizm veya basit bir
şekilde sürecin ya da şahısların ne şekilde ifade edildiği
de değildir. Temel çıkmaz, bu durumun ‘sorunun tanımlanması’ olarak ifade edilen ilk tanım-evrenin tamamlanmamış olmasıdır. Nitekim iyi tanımlanamamış bir sürecin
iyi yönetilmesi de düşünülemez. ‘Bisiklet’ metaforunun
yetersiz kaldığı açıktır.
Bunun yansımaları ise en hissedilir şekilde Heilderberg
16
Institute for Internetional Conflict Research (HIIK)
tarafından 2009 yılında paylaşılan raporda, şiddet içeren
çatışmalar başlığı altında yer verilen ‘kriz’ evresinde
görülmektedir. Zira bu evre, çatışmanın nasıl yönetilirse
o şekle geleceği bir evredir. Çatışmalar bağlamında nötr
bir evre olarak ifade edilen bu noktada ne sistematik bir
çatışma silsilesi ne de tam bir çatışmasızlık hali vardır.
İyi yönetilemeyen kriz bu aşamadan sonra yüksek düzeyde şiddet yoğunluğu içeren ‘şiddetli kriz’ evresine tırmanacak ve bu evre sistematik ve organize çatışmaları da
beraberinde getirecektir. Nitekim bundan sonraki evre ise
en üst çatışma hali olan savaş olacaktır.
Organize şiddet
Bu durumu bir örnek üzerinden açıklamak gerekirse,
20 Temmuz’da Suruç’ta bir DAEŞ üyesi tarafından
gerçekleştirildiği iddia edilen ve 31 kişinin yaşamını
yitirdiği saldırı sonrasında gelişen olaylar, Türkiye’yi
DAEŞ ve PKK gibi iki büyük güvenlik sorunu arasında
bırakmış, bu tarihten sonra çözüm süreci ani bir şekilde şiddetli kriz evresine doğru evrilmiş ve hemen her
gün Türk askeri ve polisine yönelik eylemler gündeme
gelmeye başlamıştır. Suruç saldırısı sonrasında Türkiye
eylemlere karşılık olarak hem Kandil’e hem de Suriye’de
DAEŞ hedeflerine karşı hava operasyonları düzenlemeye
başlamıştır. Bu aşamadan itibaren Türk ve Kürt taraflarının beyanatları süreci daha da germiş ve şiddetli kriz
evresinin işaretlerini vermiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın milli birlik ve kardeşliğimize
kast edenlerle çözüm sürecini devam ettirmenin mümkün
olmadığı açıklamasına karşılık PKK’lı Duran Kalkan’ın
ateşkes durumunu fiilen AKP ve Genelkurmay’ın sona
erdirdiği ifadelerinin dışında, HDP Eş Genel Başkanı
adım
bilgi
fikir
Selahattin Demirtaş’ın hükümete yönelik olarak mecliste
çoğunluğu kaybetmesinin intikamını almak için ülkeyi
kaosa sürüklediği iddiası, sürecin geldiği son durumu
gözler önüne sermektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
çözüm sürecinin terörü şımartma süreci olmadığı, şu anda
buzdolabında olduğu ve “Teröre destek veren parti HDP”ye yönelik sert ifadeleri bu gergin süreci ve dili ortaya
koyan göstergelerdendir. Dahası ardı ardına ilan edilen
sözde özerlik açıklamaları sonrası yapılan gözaltına almalar üzerine Selahaddin Demirtaş’ın halkın özyönetiminden
daha meşru bir şeyin olmadığı ve HDP’nin resmi olarak
özerkliği öneren bir parti olduğu şeklindeki beyanatları
çözüm sürecine bağlı tarafların sarf edecekleri türden
sözler ve eylemler olmasa gerektir.
Dolayısıyla 7 Haziran seçimleri ve Suruç saldırısı öncesinde daha statik olup, sistematik bir şiddet sarmalının
bulunmadığı ‘kriz’ evresinde nitelendirilen süreç bugün
bir ‘şiddetli kriz’ evresine doğru tırmanmıştır. Zira bu
aşamada taraflar organize bir şekilde şiddete başvurmakta
ve barış dili artık kullanılmamaktadır.
İkinci husus da ivedilikle yapılması gerekenlerdir. Başından itibaren vurguladığımız üzere, süreçteki belirsizlik
haline son verilmesi gerekiyor. Böyle bir süreçte sağlıklı
bir müzakere anlayışı ve ortamını kolaylaştırması açısından, tarafların üzerinde uzlaşacağı ve yine farklı beklenti
ve algıları barındırmayacak şekilde kurumsal denetim
mekanizmalarının oluşturulması önemlidir. Bugün Kürt
çözüm sürecinin bu tür gerekliliklerden yoksun olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. Herkesin farklı bir anlam
çıkardığı ve çıkaracağı bir süreç, kısa vadede bir sükûnet
ortamı oluştursa da orta ve uzun vadede çatışmasızlık
halini sona erdirecek potansiyele sahiptir. Özetle açık, net,
farklı yorumlara açık olmayan ve en önemlisi tarafların
barış ve çözüm noktasında samimi oldukları bir süreç
başarıyla sürdürülebilir.
* Bu yazı Eylül 2015 tarihinde Star Açık Görüş'te yayınlanmıştır.
Bu evrede ne yapmalı?
Bu aşamadan itibaren yapılması gereken başlıca iki
husustan bahsedilebilir. Birincisi tarafların kaçınması
gerekenlerle ilgilidir. Türkiye’de devlet ve PKK arasındaki çatışma sürecini ve dinamiklerini incelerken Kürt
sorununu sadece fiziki çatışma boyutuyla görmemek
gerektiği açıktır. Fiziki çatışmaya götüren önemli sebeplerden biri olarak Türkiye’de hukuki ve siyasi dışlanma
pratiklerinin toplumsal gruplar ve bireyler tarafından nasıl
‘varoluşsal bir güvensizlik’ sorunu olarak algılandığını
hatırlamak yeterlidir. Bununla beraber, Kardaş’ın ‘toplumlararası güvenlik ikilemi’ adını verdiği etkileşim sürecine
hapsolmuş Kürt sorununun çözümünü sadece toplumsal
aktörlerin kimlik temelli-maksimalist-beklenti ve eylemlerine teslim etmek de çözümsüzlüğü sürdürmekten başka
bir işe yaramayacaktır. Sorun büyük ölçüde siyasi bir sorundur. Fiziki çatışma başladıktan sonra aktörlerin şiddet
ve çözümsüzlüğü sürdürmeye sebep olan indirgemeci ve
sert resmi beyanatlardan kaçınması sorunun devasa, sıfır
toplamlı bir kimlik sorunu haline gelmemesi açısından
kritik öneme sahiptir. Ayrıca, Yeğen’in de vurguladığı
üzere, taraflar süreci bir bağımlı değişken gibi görmekten acilen vazgeçmelidir. Yani çözüm sürecini tarafların
başka hesaplarına giden yolda bir araç haline getirmeleri
örneğin bunun AKP’ye seçim kazandırıp kazandırmayacağı, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını kolaylaştırıp
kolaylaştırmayacağı gibi hesaplar sürece ciddi zarar vermiştir. Dolayısıyla bağımlı değişken değil başlı başına bir
bağımsız değişken olarak görülmesi ve ona göre sürecin
yürütülmesi gerekmektedir.
adım
bilgi
fikir
17
Mehmet Ali Meçu,
Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön.
[email protected]
Tarihi Perspektifte Kürt Meselesi
Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.Esasen konunun özeti tam da budur.
Tarihte yapılan yanlışların tekerrur etmemesi için geçmişimizi iyi bilip, ders alıp ve bu
doğrultuda yürümemiz gerekir. İlk olarak
Kürtlerle-Türklerin tarihten gelen yaklaşık
bin yıllık beraberleğine değinmek gerekir.
Öncelikle bu beraberliğin dokuz yüzyılını
kapsayan Osmanlı Dönemindeki ilişki ve
çelişkileri göz önünde bulundurmamız daha
akılcı olacaktır. Osmanlı dönemi ve öncesinde dört önemli dönüm noktası vardır;
Malazgirt (Alparslan-Mervaniler ve Kürtler), Çaldıran(Yavuz Sultan Selim-İdrisi
Bitlis-i ve Kürtler), Cizira Botan (2.Mahmut/Abdülmecit-Bedirhan Bey ve Kürtler),
Erzincan (2.Abdülhamit-Hamidiye Alayları
ve Kürtler)..
Bilindiği üzere Kürtlerle Türklerin tarihteki ilk ciddi
karşılaşması ve beraberliği Malazgirt Savaşı’dır.Bizans
İmparatoru Romen Diyojen 50 bin kişilik orduyla doğuya
yürümesi Selçuklu Sultanı Alparslan’ı telaşlandırmış ve
bu yüzden istilayı önlemek için Malazgirt’e doğru yola
çıkmıştır.Fakat ortada bir sorun vardı oda ordunun az
sayıda savaşçıdan oluşmasıydı. Bu yüzden veziri Nizamülmülk’ü bugünün Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde
bulunan Mervani Kürt Beyi Nizameddin’den yardım
istemeye göndermiştir.Mervaniler kimi tarihçilere göre 11
bin kimisine göre de 26 bin kişilik orduyla din kardeşliği
adına Alparslan komutasındaki orduya katılarak Malazgirt savaşının kazanılmasını sağlamıştır. Böylece Kürtlerin yardımıyla Anadolu’nun kapıları Türklere açılmıştır.
Bu savaşla ilk birlikteliğin temelleri atılmış oldu. Mehmet
Çelik’in “Tarihin Hafızası” adlı kitabında bu şekilde ele
aldığı hadise, iki Arap kaynağı olan Sıbt İbnu’l-Cevzî’nin “Mir’atu’z-Zamân” ile İbnu’d-Devâdârî’nin
“Kenzü’l-Durer” adlı eserlerinde yer almaktadır.Ek
olarak İbnü’l Erzak tarafından kaleme alınan ve dilimize
18
“Mervanî Kürtleri Tarihi” adıyla tercüme edilen eserde,
Kürtlerin Selçuklu ordusuna hangi şartlarda katıldıklarına dair farklı bilgiler mevcuttur. İkinci önemli dönüm
noktası olan 1514 yılında gerçekleşen Çaldıran savaşına
gelirsek 1512 de Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı İmparatorluğunun başına geçmesiyle bölgeyi çok iyi bilen Bitlisli bir Kürt olan İdris Bitlisi’yi kendine danışman olarak
atar.Yavuz Sultan Selim ,İdris vasıtasıyla özerk bir biçimde yaşayan 16 Sünni Kürt beyinin yaklaşık 70 bin kişilik
orduyla kendi yanında Şah İsmail’e karşı savaşmasını
sağlar.Ve 1514 yılında yapılan Çaldıran savaşı Kürtlerin yardımıyla kazanılarak Şiia’nın Anadoluya girmesi
engellenmiştir.Savaş sonrası birliktelikler perçinlenerek
karşılıklı anlaşmalar imzalanmıştır. Mehrdad İzady, The
Kurds: A Concise Handbook, aktaran Mustafa Akyol,
Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek kitabında ve Murad
Ciwan’ın Çaldıran Savaşında Osmanlılar Safeviler ve
Kürtler isimli kitabında açıkça dile getirilmiştir. Üçüncü
dönüm noktası ise Cizira Botan Olayı,Kürtlerle Türkler
arasındaki birliğin koptuğu ilk önemli olaydır. 1789
adım
bilgi
fikir
Fransız devriminin etkisiyle ilan edilen Tanzimat Fermanı ile yanlış yönetim merkezileşme politikalarına
yönelmeyi zorunlu kılmıştır. Gayrimüslimlere tanınan
haklar sonucu hazine boşalır ve Saray ayrıcalıklara sahip
beyliklere yönelir.Vergi ve asker konularında baskılar
uygulanmaya başlar.Bunun sonucunda 1847’de Bedirhan
Bey baskılara karşı isyan eder.Osmanlı bu isyanı Bedirhan Bey’in yeğeni olan Yezdanşer’in yardımıyla bastırır.
Bunun üstüne Sultan Abdülmecit bugün hala müze ve
arşivlerde saklı bulunan üç çeşit Kürdistan Madalyası
bastırarak isyanı bastıranlara dağıtır. Mehmet Salih
Bedir-Han (Haz: Mehmet Uzun ve Rewşen Bedir-Han),
Defter-i A’malım - Mehmet Salih Bedir-Han’ın Anıları
kitaplarında ve Nazım Sevgen, Kürtler, Kürt Beylikleri
- Belgelerle Türk Tarih Dergisinde bilgiler mevcuttur.
Dördüncü dönüm noktası ise 2.Abdülhamit’in sadakata dayalı ümmet politikası sonucunda oluşmuştur.O
dönemde Osmanlı’dan ayrılan gayrimüslimlerin yerine
geride kalan yani doğuda Kürtleri ,güneyde Arapları ve
kuzeyde Boşnaklar ile Arnavutları kendi bünyasinde
tutmaya çalışmıştır.2.Abdülhamit bu politikasıyla Kürtlerden Hamidiye Alayları oluşturarak Rus Cephesinde
kullanıp Rusların Osmanlı’yı doğudan işgalini engellemiştir.Bununla birlikte Ermeniler ile Kürt Alevi aşiretlerine karşı kullanarak onları sindirmiştir.Böylece ulus
devlet çağında Kürtlerin devlet kurmasını engellemiştir.
Kodaman, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası,Zekeriya Yıldız’ın Kürt Gerçeği, Olaylar,
Oyunlar ve Çözümler ve Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları kitaplarında bilgiler sunulmaktadır. Osmanlı döneminde gerçekleşen bu olaylar sonrası
cumhuriyet dönemine geçtiğimizde benzer olayları
görebiliriz.Örneklendirmek gerekirse 1.Dünya savaşından yenik çıkan Osmanlı’da anadoluyu korumak için
M.Kemal İslam elden gidiyor politikasıyla dönemin en
kalabalık,otokton ve askeri organizeye sahip halkı olan
Kürtleri Milli Mücadeleye dahil etmiştir.Ve bu doğrultuda bazı sözler verilmiştir.Verilen sözlerin başlıcaları
şunlardır;Kürtlerin bu vatanın asli unsuru olduğu;savaşı
birlikte kazandıkları ve Kürtlerin kendi yurtlarında
özerk bir şekilde yaşayacakları şeklindedir.Bu sözler
1919’da imzalanan Amasya Protokollerinde,1922’de El
Cezire komutanına BMM tarafından yazılan mektupta
ve 1923’te M.Kemal’in İzmit konuşmasında açık bir
şekilde dile getirmiştir.Buna ek olarak 1921 anayasasında Kürtleri hem tanıyor hemde kendilerini yönetmeleri
yasalarla uygun hale getiriliyor.Eğer Mustafa Kemal’in
o günkü tezleri uygulanmış olsaydı.Bugünümüzde
ülkeyi her konuda etkileyen Kürt sorunu olmayacaktı.
Fakat uygulanmadı savaş bittikten sonra cumhuriyet
kuruldu ve tekrardan tektipleşme politikaları uygulanmaya başlandı;Kürtleri Türkleştirme politikaları,Alev-
ileri Sunileştirme politikaları vs.. Tarihe baktığımızda
Cumhuriyet dönemine kadar ki süreçte esasen Kürtler
ile Türkler arasında elle tutulur bir sorun yaşanmamıştır.
Fakat cumhuriyet dönemine baktığımızda büyük isyanlar
ve çatışmalar ortaya çıkmıştır.Ne yazık ki insan hakları
temelli demokratik cumhuriyette olması gerekenlerin
uygulanmaması ülkeyi savaş ve kaosa sürüklemiştir.
Akıllara şu tezatlık geliyor Monarşi ile yönetilen Osmanlı İmparatorluğunda şuan ki insan hakları(nitelikli
olmasada) uygulanırken Demokratik Cumhuriyet yönetiminde(İnsan hakları demokrasinin temelini oluşturur)
uygulanamaması .. Cumhuriyet döneminde 1924’te
halifeliğin kaldırılmasıyla Kürtle ile Türkler arasında kalan son bağ koptu ve ayaklanmalar baş gösterdi
ve isyanlar dönemi başladı.1925 Şeyh Said İsyanı ve
ardından gelen 1930 Ağrı İsyanı ülkede büyük kaos
oluşturmuştur. Bununla birlikte 1938’de Dersim Olayı
ortaya çıkınca devletin “Takriri Sukun Yasaları,İstiklal
Mahkemeleri, Sürgün ve Mecburi İskan uygulamaları”
ile Kürtler tamamen susarak sindi. 1938 ile 1968 yılları
arasında yaklaşık 30 sene sesizce yaşayan Kürtler oluşan
baskılar nedeniyle 1968 ile 1980 arasında KUK,KAWA
ve Özgürlük Yolu gibi örgütlenmelerle bazı tepkiler
ortaya koymuştur.Bunun sonucunda 1978’de PKK
ortaya çıkmıştır.İnsan doğası itibariyle oluşan tehditlerde kendini savunur.Bu durum sadece insanlar için değil
dünya üzerinde yaşayan en güzel varlıkları olan güller
dahi kendini korumak için dikenlerini kullanıyor olması
insanın varlığını koruması için neler yapabileceğinin
açıklaması dahi yersiz sözcük kalabalığına neden olur.
Geçmişte olduğu gibi baskılar yine isyanı ortaya çıkardı.
Demokrasi en pratik çözüm olması gerekirken aksine
çözümden uzaklaşmaya başladı.1924’ten bu yana ortada
bir sorunsal var ve bu çözülmek yerine daha çok şiddete
ihtiyacımız varmışçasına sürdürülüyor.Dokuz yüzyıllık
birlik ve beraberlik sonrası oluşan ortamda Kürt ve Türk
halkının birbirlerine düşman edilmesi ile güzel ülkemizin
cennet iken cehenneme dönmesi kadar vahim bir durum
yok..
Özetlemek gerekirse çözüm çok basit yönetimimizin
kendisi(DEMOKRASİ) çözümümüz…
Ülkece,su ile yanmayı bırakmak yerine rüzgar ile dahada
harlanan kor gibiyiz…
Baskı ve şiddet ile anılan değil;Bilimi,Sanatı ve Aklı ile
anılan bir ülke olmamız dileğiyle..
adım
bilgi
fikir
19
ÇEKÜL VAKFI ile Söyleşi
Sanayileşme ve beraberindeki modern dünyanın aldığı biçimlerle beraber o zamandan beri dünyanın
yakasını bırakmayan sorun Çevre sorunu. Sayımızın bu bölümünde bu konu üzerine ülkemiz ve dünya
ekseninde çevre ve çevre sorunları üzerine söyleşi yapalım dedik ve soruları ve mikrofonu bu konuda
gerçekten belli bir yol keteden ÇEKÜL vakfına çevirdik. Sorularımızı vakıf gönüllüsü ve çalışanı Deniz
Dinçel yanıtlıyor. O zaman neler konuştuk hangi sorulara yanıt bulduk gelin bakalım şimdi Deniz Hanım anlatsın biz dinleyelim. Turhan Alagöz'e söyleşiyi bizim için hazırladığı için teşekkürler.
Merhaba ben Deniz Dinçel. Vakıfta Eğitim Birimi koordinatörü olarak çalışıyorum. Uzun zamandır da vakıfta çalışıyorum ve vakıf gönüllüsüyüm.
Deniz hanım vakıf haricinde bir yerde çalışmıyorsunuz anladığım kadarıyla.
Hayır şu an sadece Vakıfta çalışıyorum tam zamanlı
olarak.
ÇEKÜL vakfın dan biraz bahsedebilir misiniz bize?
Ne zaman ve hangi amaçlarla kuruldu?
Evet tabii ki ben kısaca bahsedeyim. ÇEKÜL vakfı 25
sene önce ÇEKÜL’ün kurucu Başkanı Prof. Dr. Metin
Sözen ve eşi Betül Sözen in, 1975 yılında neredeyse el
değmemiş bir Osmanlı yerleşmesi olan Safranbolu’da
koruma ateşini tutuşturduğu zaman, öğretim üyeleri,
sanatçılar, gazeteciler, düşünce adamları ve mimarlar
bu ışığın ardına düştüler, güzel beldeye akın ettiler.
Safranbolu’da sivil bir girişim olarak başlayan koruma
hareketi, 1990’dan sonra ÇEKÜL çatısı altında sürdü.
ÇEKÜL, hayata geçirdiği projelerde kent-havza-böl-
20
ge-ülke; bir başka deyişle, en küçük yerleşmeden bütüne doğru açılan bir yöntemi benimsedi. 1998 yılında 7
Bölge 7 Kent projesiyle, Türkiye’nin yedi bölgesinden
birer kenti ayağa kaldırarak, ‘elle tutulur, gözle görülür’ örnekler ortaya koydu. Somut örneklerin özendirici etkisiyle çalışmalar, Kendini Koruyan Kentler adı
altında Anadolu’da özgün kimliğini koruyabilmiş çok
sayıda kente yayıldı. Evlerden sokaklara, mahallelere,
kentlere, havzalara, bölgelere yayıldı ve ülke bütününde bir seferberliğe dönüştü. Kendini Koruyan Kentler
başlığı altında yapılan çalışmalar giderek, 2000 yılında
ÇEKÜL’ün önderliğinde kurulan ve bugün 300’ü aşkın
belediyenin katılımıyla, koruma ve yaşatma seferberliğinin temsilcisi konumuna gelen Tarihi Kentler
Birliği’ne uzandı. Koruma ve yaşatma, yerel ve kamu
yöneticilerinin öncelikli misyonu haline geldi. Toplumun farklı kesimlerinin ortak bir amaç çevresinde
örgütlenmesiyle oluşan güç birliği koruma hareketinin
eksenini oluşturdu.
ra eğitim, tanıtım ve yayın çalışmalarını da katarak bütüncül bir yol izliyor ve o günden bugüne gönüllülerin
desteğiyle çalışmalarına devam ediyor.
ÇEKÜL günümüzde de aktif bir şekilde kültürel mirasın korunması konusunda yürüttüğü tüm bu programla-
Peki bu kitlelere nasıl ulaşıyorsunuz?
adım
bilgi
fikir
Vakfın Doğal ve Kültürel mirası koruma çalışmalarında ve bu paralelde yürüttüğü projelerde asıl
seslenmek istediği kitle nasıl bir kitle ya da daha
açıkçası hedef kitleniz kimler?
Aslında bu soruya cevap verirken şunu söyleyerek
başlamak lazım aslında vakıf doğa ve kültürü birbirinden ayırmıyor. Doğa ve çevrenin sonsuz bir etkileşim
içinde olduğuna inanıyoruz biz vakıf olarak. Kültürün
beslendiği ana etkenlerden biri doğa ve bizler doğadan
aldığımız şeylerle kültürü oluşturuyoruz ve o kültürle
yaşıyoruz. Yani bir bıçak sırtı gibi ayırıp atmıyoruz bir
tarafa bu iki kavramı. Sorunun temeline dönünce vakfın temel kitlesi aslında doğaya çevreye ve kültür varlıklarını korumaya önem veren herkes biz buna önem
veren herkese sesleniyoruz.
Ben bu soruya vakıfta bulunduğum konumla ilgili
bir projemizden bahsederek cevap vermek istiyorum.
Bahsettiğim gibi ben vakıfta Eğitim Birimi koordinatörlüğü pozisyonundayım ve biz bu kitleye ulaşırken
izlediğimiz yollardan biri de Eğitim. Evet bir eğitim
birimimiz var eğitim birimimizin adı ise Bilgi Ağacı
Eğitim Sistemi bu eğitimler ile ulaşmaya çalıştığımız
hedef kitlemiz genel anlamda öğrenciler ve öğretmenler ortaokul lise bazında oluyor genelde ve bu öğrencilere seslenip ulaşmaya çalışıyoruz.
Sizce ülkemiz açısından ve dünya açısından en büyük çevre sorunu nedir?
Bilinçsizlik diyebiliriz aslında ve tabii ki bunun beraberinde getirdiği küresel ısınma su sorunu hava kirliliği bir sorun silsilesi. Çevre sorunu denilen kavram
insanların doğa üzerinde oluşturduğu olumsuz etkiye
doğanın verdiği bir tepkidir ve biz bu etkisel tepkiyi
çevre sorunu ve sorunları olarak isimlendiriyoruz.
Çevrenin ve doğanın kendi kendine bir sorun ve zararı
olmaz doğal işleyişteki herşey zaten ekolojik sisteme
göre olması gereken şeylerdir.
adım
bilgi
fikir
21
Evet bizde bu konuyu takip ediyoruz. İmzalandı ama şu an tabii ki bu
anlamda somut olarak atılmış bir
adım yada çalışma yok ama imzalanmasından sonra kanun sorumlularının daha fazla dikkat etmeleri
gerekiyor. Gerekli düzenleme ve
incelemelerin daha sıkı takip edilmesi gerekiyor.
Bu soruda biraz daha çevre konusunda çevrecilerin literatüründe
bir soru soracağız. Sizce çevre ve
ekoloji gibi unsurlar somut ve somut olmayan kültürel mirasla ne
derece ilişkilidir?
Peki, bu sorunlara karşı bir çözüm daha doğrusu
insana karşı bir çözüm var mı?
Bilinçlenmek aslında bahsettiğim gibi sorunun temeline inmek gerekir ve insanları yaş statü fark etmeksizin
bilinçlendirmek. Ve bununla birlikte sorun odaklı projeler çevre ve ekoloji projeleri.
Bildiğiniz gibi global dünyanın sorunlarından çevre
sorunu bir çok kitleyi ilgilendiriyor ve global bir
sorun olarak global iş dünyasında. Son zamanlarda
daha çok yapılmaya başlayan Geri Dönüşüm kampanyaları son zamanlarda da bir giyim firmasının
da gerçekleştirdiği Geri Dönüşüm haftası çerçevesinde düzenlediği eski kıyafetlerinizi getirin ve indirim çeki alın gibi kampanyalar gerçekten sorunlara
çözüm oluyor mu? Yoksa sadece o firma öznelinde
kalıyor yada firmanın reklamı mı olmuş oluyor?
Şimdi öncelikle bu sorunuza cevap vermek için bu firmaların yaptığı kampanyaları incelemem gerekir daha
22
sonrasında daha detaylı ve sağlıklı bir cevap vermiş
olurum bahsettiğiniz kampanyadan haberim var ama
detaylı bir bilgi sahibi değilim. Ama genel anlamda
geri dönüşüm ve çevre odaklı olarak bu soruyu cevaplamak gerekirse Geri Dönüşüm sanılanın aksine çok da
etkili bir çözüm değildir. Geri Dönüşüm kaynağında
azaltmaya göre elbette doğaya daha fazla zarar veren
bir süreç ve yine bununla birlikte Geri Dönüşüm bilinenin dışında birincil değil son çare olmalıdır. Çünki
bir çok maddenin geri dönüşümü yapılamamaktadır.
Öncelikle kullanımda ki fazlalık azaltılmalı bununla
birlikte ihtiyaç odaklı üretim yapılarak üretim azaltılmalı ve zararda bununla azalmış olmalıdır ve tabii ki
sonrasında geri dönüşüm e yönelik çalışmalar da yapılabilir.
Kısa bir zaman önce KYOTO PROTOKOLÜ imzalandı Türkiye tarafından bu protokolün imzalanmasının Türkiye açısından neleri değiştireceğinden
bahsedebilir mi siniz?
adım
bilgi
fikir
Bence evet ilişkilidir. Çünkü en
başta da söylemiştim kültürün ana
temel belirleyicisi aslında doğa yani
çok eski zamanlara insan bugünde
öyle ama geçmişte de öyleydi insan
doğadan aldıklarıyla bir şeyler üretiyor ve bu ürettiği şey bir binada
olabilir bir yemekte olabilir tarımsal
bir şeyi yetiştirmekte olabilir ve
tabi tüm bunlarda zamanla kültürü
oluşturuyor. Yani Türkiye’ye baktığımızda farklı yerlerde farklı mutfaklar ve farklı yemek tarzları var
bu aslında o bölgede yetişen tarımsal ürünlerle ilgili
dolayısıyla hem somut hem de somut olmayan kültürel
miras doğadan yakın bir şekilde etkileniyor.
Ama tabi sunuda söylemek lazım doğada kültürden
etkileniyor. Aslında yakın ve iki yönlü bir ilişki bu hiçbir zaman tek yönlü tek ok bir etkileşim değil. Mesela
şu an var olan bahsettiğimiz tüketim kültürü de doğayı
etkiliyor dolayısıyla bu iki yönlü bir ilişki ya da iklim
değişikliği yaşadığımız bütün kentleri etkileyecek mesela yağış rejimleri değişebilir bir takım hava olayları
değişebilir burda da bizim daha farklı kentler kurmamızı gerektirecek dolayısıyla bu çok yakın ve iki yönlü
bir ilişki.
Bizim çekül vakfı olarak çok çeşitli projelerimiz var
bunlardan biri 7 AĞAÇ ORMANLARI işte bağış yapmak ve sorunlara çözüm olmak isteyen gönüllüler bu
ormanlara ağaç bağışlıyorlar dikiyorlar ve bizde bu
süreci yönetiyoruz yedi ağaç projemiz de. Orman ve
Su İşleri Bakanlığı işbirliğiyle sürdürülen 7 Ağaç Ormanları programı, her bireyin, her yıl tükettiği kadar
ağacı doğaya geri kazandırmasına olanak sağlıyor. Türkiye’de binlerce kişi, aile, kurum, şirket artık birbirine
ve doğaya, güzel dileklerini ve sevgilerini ‘7 Ağaçlarla
iletiyor. Bugüne kadar yaklaşık 900.000 doğaseverin
desteğiyle dikilen fidanların sayısı 4 milyona yaklaştı. Antalya, Bursa, Bilecik, Çanakkale, Diyarbakır,
Edirne, Elazığ, İstanbul, İzmir, Kars, Kocaeli, Mardin,
Muğla, Sivas, Şanlıurfa ve Van’da büyümekte olan fıstık çamı, kızılçam, karaçam, akçaağaç, ardıç, akasya,
huş, sedir, servi, meşe ve ceviz ağaçları, ortak geleceğimiz için toprakla buluştu. Ve 7 Ağaç Ormanları geniş
kitlelerin gönülden katıldığı ve benimsediği en kalıcı
ve yaygın sivil toplum çalışması haline geldi.
Bunun en temel nedenlerinden biri ormansızlaşmanın
yarattığı sorunların bilincinde olan kişi ve kurumların
doğaya olan borçlarını ödeme sorumluluğunu üstlenmeleri. Bir diğer neden ise, ÇEKÜL’ün sorumluluk
ve titizlikle oluşturduğu güven ve inandırıcılık. Çevre
ve Orman Bakanlığı’nın dikim ve bakım çalışmalarını
yaptığı 7 Ağaç Ormanları programında, ÇEKÜL düzenli ve sürekli dikim alanlarının gözetimini üstleniyor.
Her yıl dikim alanlarında yapılan şenliklerle de 7’den
77’ye katılımcının dikim sürecine dâhil olmasını, fidanlara sahip çıkmasını sağlıyor.
Bir diğeri KENT ÇALIŞMALARI bölümüzün yaptığı çalışmalar arkadaşlarımız bu kentlerde kentlerin
kültürel miraslarının korunması için çeşitli çalışmalar
yapıyorlar. O bölgelerin belediyeleri ile iş birliği içinde
yörede batıl durumda bulunan kültürel mirasları restore
edip kullanıma açmak sokak iyileştirme projeleri gibi
bir çok proje yapılıyor.
Söyleşi: Turhan Alagöz
Peki, son olarak çevreden çevre sorunlarından çekülden bahsettik bu sorunlar ve konulara çözüm
üretmek adına vakfınızın ne gibi projeleri var farklı
olarak bahsedebilir mi siniz?
adım
bilgi
fikir
23
Esma Memi,
[email protected]
Yalova Üniversitesi, Hukuk
Uluslararası Çevre Hukuku Kapsamında
Çevrenin Korunması
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda teknolojik gelişmelerle artan sanayileşme, kontrolsüz nüfus artışı, tüketim ve kalkınma beraberinde ciddi bölgesel ve küresel
çevre problemlerini doğurmuştur. Çevresel sorunların
çözümünde ulusal alanda yürütülen politikaların yeterli
olmaması, uluslararası alanda sıkı işbirliklerini zorunlu kılmıştır. Bu sebepten dolayı, çevrenin uluslararası
zeminde korunması amacıyla “Çevre Hukuku” terimi
ortaya çıkmıştır. Çevre hukukunun gelişimini uluslararası anlaşmalar nezdinde ele alacak olursak şüphesiz ilk
olması hasebiyle en önemli yer Stockholm Konferansı’na
aittir. 1972 Stockholm Konferansı, çevre hukukunun
miladı kabul edilir. Çevrenin korunması ve geliştirilmesi konusunda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113
ülkenin katılımıyla gerçekleşen konferansta görüşülen
hususlar, yalnızca 10 çekimser oyla kabul edilmiştir. Bu
konferansta, çevre sorunlarının çoğunun gelişmekte olan
ülkelerde az gelişmişlikten kaynaklandığı; bunun yanında gelişmiş ülkelerdeki çevre sorunlarının ise, genellikle
endüstrileşme ve teknolojik ilerlemelerden kaynaklandığı
belirtilmiştir. Bu konferans dünya devletlerini yeni çözümler arama konusunda harekete geçirmiş olsa da bağlayıcılık
gücü bulunmayan ilke ve prensiplerin pratikte işlerliği
sağlanamamıştır. Çevre ve kalkınma sorunları artmaya
devam etmiş ayrıca gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan
ve gelişmemiş ülkeler arasındaki ekonomik ve toplumsal
uçurum büyümüştür.
1980’li yıllardaki önemli gelişmelere bakacak olursak
Dünya Doğa Şartı (World Charter for Nature) ve Ortak
Geleceğimiz (Our Commen Future) raporu göze çarpmaktadır. 29 Ekim 1982’de imzalanan World Charter for
Nature 112 devletten yalnız 1 aleyhte (ABD) oyla kabul
edilmiştir. Her ne kadar Stockholm Konferansı’nda kabul
edilen ilkeleri tekrarlayıp ötesine geçemese de uluslararası
çevre hukukunun temeli kabul edilen “sustainable development” yani sürdürülebilir kalkınma kavramına ilk kez
yer vermesi sebebiyle önem arz etmektedir. Brundtland
Raporu olarak da adlandırılan Ortak Geleceğimiz raporu
ise, 1987 yılında Birleşmiş Milletler’in bir alt kuruluşu
olan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından yayınlanmıştır. Çözümü sürdürülebilir kalkınmaya
dayanan adalet anlayışında olduğunu ileri süren bu rapor,
sürdürülebilir kalkınmayı ayrıntılı şekilde ele alıp ilk kez
tanımlamasıyla dikkat çeker. Bu tanıma göre sürdürülebilir
24
kalkınma; bugünün ihtiyaçlarını ve beklentilerini, gelecek
kuşakların kendi ihtiyaç ve beklentilerini karşılama olanaklarını tehlikeye atmaksızın karşılamaktır.
20. yüzyılın en önemli çevre toplantısı kuşkusuz Yeryüzü
Zirvesi olarak da adlandırılan 1992 Rio Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı (UNCED)’dır. 179
ülkenin resmi düzeyde temsil edildiği zirveye 116 devlet
başkanının yanı sıra, yaklaşık 9 bin gazeteci ile birçok
çevreci örgüt, iş dünyası, bilim dünyası ve diğer çevrelerden yüzlerce kişi katılmıştır. Konferansın sonunda kabul
edilen beş metin; Rio Bildirgesi, Gündem 21, Ormancılık
Prensipleri, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve
Sözleşmesi (Kyoto Protokolü) ve Birleşmiş Milletler
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’dir. Gelişme politikalarının
sürdürülebilir kalkınma ilkesine dayanması gerektiğinin
açık bir şekilde belirtilmesi yönünden önemlidir. Stockholm Bildirgesi’nin bir devamı olarak görülebilecek Rio
Bildirgesi çevrenin uluslararası alanda korunması amacına
yönelik taleplerin gerçekleştirilmesi hususunda büyük
yankı uyandırsa da somut olarak hayata geçirilmesi mümkün olamamıştır.
21. yüzyılın ilk küresel çevre konferansı 2002 yılında
Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesburg kentinde
düzenlenen Birleşmiş Milletler Dünya Sürdürülebilir
Kalkınma Zirvesi’dir. Hedefi Rio Konferansı’nda kabul
edilen temel konuların hayata geçirilmesini kolaylaştıracak tarzda bir eylem çerçevesi sunmak olan Johannesburg
Zirvesi; yoksulluğun azaltılması başta olmak üzere tüketim, doğal kaynaklar, sağlık, uygulama araçları ve kurumsal çerçeve gibi konuları kapsamaktadır. Zirve sonunda
kabul edilen metinlerin yine hukuki bağlayıcılıktan yoksun
olması, metinlerin Rio Konferansı’nda kabul edilen ilkeleri aşan önemli bir yenilik getirmemesi ve beklenilenin
aksi bir tarzda bu metinlerde sürdürülebilir kalkınma
kavramının somutlaştırılmasına ve hayata geçirilmesine
yönelik ifadelere yer verilmemiş olması çeşitli eleştirilere
neden olmuştur.
Çevrenin korunmasının Stockholm’den bu yana büyük
ölçüde çevrenin barış zamanında korunmasına yönelik
bir süreç olduğu görülmektedir. Fakat çevre yalnız barış
zamanındaki faaliyetlerden değil bilhassa savaş ya da
silahlı çatışma durumlarında etkilenmektedir. Bu konu
adım
bilgi
fikir
özellikle Körfez savaşı sırasında Irak’ın Kuveyt’in petrol
kuyularını ateşe vermesi ve bir miktar petrolü denize
dökmesiyle güncellik kazanmıştır. Körfez Savaşı’nda
olduğu gibi çevrenin doğrudan düşmanca amaçlarla
kullanılması veya kitle yok edici ya da konvansiyonel
silahlar kullanılması nedeniyle çevrenin olumsuz etkilenmesi mümkündür. Çevrenin savaş zamanında korunması
amacına ilişkin uluslararası metinlere değinecek olursak
La Haye ve özellikle Cenevre Sözleşmeleri dikkat çekicidir. 12 Ağustos 1949 tarihli savaş zamanında Sivillerin
Korunmasına Dair Cenevre Sözleşmesi sivil halkın korunmasını amaçlayan birtakım hükümlere sahip olmasına
rağmen, sivillere karşı savaş eylemlerini doğrudan ve
kesin bir biçimde yasaklayan hükümler içermemektedir.
Buna karşılık, 1949 Cenevre Sözleşmelerine ek olarak
gerçekleştirilen 10 Haziran 1977 tarihli Uluslararası
Silahlı Çatışmalarda Zarar Gören Kişilerin Korunmasına
ilişkin Ek Protokolün özellikle 51. maddesinin sivil halka
karşı askeri harekatı yasaklaması nedeniyle öğretinin bir
kısmı bu yasağın yaygın alanları etkileyen ve ayrım yapmaya olanak vermeyen nükleer silah kullanımını da yasakladığı biçiminde değerlendirse de bu husus tartışmalıdır.
Kitle yok edici silahlardan nükleer silahların kullanımını
açıkça yasaklayan hiçbir uluslararası metin yoktur.
Kimyasal silahların kullanılması konusunda çok daha
açık hükümler görmemiz mümkün. 1925 Boğucu, Zehirli
Gazlar ya da Senzer ve Bakteriyolojik Araçların Savaşta
Kullanılmasının Yasaklanmasına ilişkin Cenevre Protokolü açıkça bakteriyolojik silahların kullanımını yasaklamaktadır. Yine öğreti sivil halkın korunmasına ilişkin
hükümleri çerçevesinde 1977 tarihli Protokol hükümlerinin de biyolojik silahların kullanımını yasakladığı değerlendirmesini yapmaktadır. 10 Nisan 1972 tarihli Bakteriyolojik ve Zehirleyici Silahların Geliştirilmesi, Yapımı
ve Stoklanmasının Yasaklanması ve Bunların İmhasına
İlişkin Sözleşme de bu tür silahların yapılmasını yasaklamakla nihai bir karara varıldı.
18 Mayıs 1977 tarihli Askeri Amaçlarla ya da Daha
Başka Düşmanca Amaçlarla Çevrenin Değiştirilmesi
Tekniklerinin Kullanılmasına ilişkin Sözleşme (ENMOD)
Uzmanlar Danışma Komitesi adı altında bir komite kurarak taraf devletlerin birbirleri ile ilgili şikayetlerini bu
komiteye sunma ve taraf devletlerin araştırma yapması
amacıyla öteki taraf devletleri BM Güvenlik Konseyine
şikayet etme hakkı tanısa da BM Güvenlik Konseyi’nin
bugüne dek Irak dışında (Körfez Savaşı) hiçbir devlet
aleyhine karar verdiği görülmemiştir.
Tüm bu hükümlerin işlerliği ve özellikle aykırı davranılması durumunda uygulanacak yaptırımlar hususuna gelecek olursak, görüldüğü üzere ne barış dönemi çevrenin
korunması düzenlemeleri ne de savaş ve silahlı çatışma
dönemlerinde çevrenin ve bu kapsamda sivillerin korunmasına ilişkin düzenlemeler yeterli değildir. Uluslararası
çevre hukuku zarara sebep olan devlet ve/veya kişilerin hukuki, cezai sorumluluklarının saptayarak ciddi
caydırıcı yaptırımlara ve denetimlere tabi kılacak yeni
düzenlemelere muhtaçtır.
KAYNAKÇA
1. Doç. Dr. A. Mithat GÜNEŞ, Uluslararası Çevre Hukuku Üzerine Bir
İnceleme / İÜHFM C. LXX, S. 1, s. 83 - 114, 2012
2. Prof. Dr. Hüseyin PAZARCI, Uluslararası Hukuka Göre Çevrenin Savaş
Sırasında Korunması / Çevrenin Savaş Sırasında Korunması s. 103-114
3. Selim KILIÇ, Uluslar arası Çevre Hukukunun Gelişimi Üzerine Bir İnceleme / C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 2
4. Marc PALLEMAERTS, Stockholm’den Rio’ya Uluslararası Çevre
Hukuku: Geleceğe Doğru Geri Adım mı? / Çeviren: Bülent DURU
5. Urungu AKGÜL, Sürdürülebilir Kalkınma: Uygulamalı Antropolojinin
Eylem Alanı
6. Dr. Ecehan ÖZMEHMET, Dünyada ve Türkiye’de Sürdürülebilir Kalkınma Yaklaşımları
7. Kemal BAŞLAR, Uluslararası Çevre Hukuku ve Dünya Çevre Zirvesi /
Ekoloji Çevre Dergisi
adım
bilgi
fikir
25
Osman Erbasan,
[email protected]
Gazi Üniversitesi, Maliye
Toprak Kokusu
26
Toprakla aram hep iyi oldu. Bir gün beni ona
gömecekleri için arayı şimdiden sıkı tutmaya
çalışıyorum. Küçük yaşlarda başladı ilişkimiz.
Sıcaktan kavrulmuş toprakta yatmayı severdim
mesela. Sırf bu yüzden kaç kere güneş geçti başıma. Yağmurun ardından açan güneşle birlikte
topraktan taze çıkmış mantar toplamak gibisi yoktur. Topraktan solucan toplamak da çok keyifliydi
mesela. Bu konuda bir rekor var mıdır bilmiyorum ama bir el arabası solucan topladığım vakidir. Amacım ne mi? Eğlenmek ve tavuklarımıza
ziyafet çekmek. Aynı zamanda iki buçukluk iki
tane pet şişeyi kertenkele ve yılanla da doldurmuşluğum da vardır. Hayır, onları da tavuklara
vermedim. Popülasyonları artsın diye köyün
her tarafına saçtım. Size sevimsiz gelse bile
ben yılanları ve kertenkeleleri çok severim.
Aslında bütün hayvanları severim. Ama toprağı
ayrı severim.
Çizgi filmlerden görüp çok hazine aramışlığım
vardı toprakta. Yeteri kadar kazarsam çil çil altınlar bulacağıma ya da dinozor kemiklerine
rastlayacağıma inanırdım. O altınlarla da dinozor
oyuncakları alacaktım zaten. Ama hiç
bulamadım. Çünkü hiçbir zaman
yeteri kadar derin kazamadım.
Çok tavşan yuvası yapmayı denedim. Hep Bugs
Bunny yüzünden…
Ben ayrıca küçükken
toprak yerdim. Demir
eksikliğindenmiş. Daha
da küçükken davar
gıdısı da yediğim
rivayet ediliyor. Davar gıdısını bilmeyenler için
koyun boku karşılığı kullanılabilir.
Yani demek istediğim o ki; ben toprağımın
huyunu, suyunu, tadını, kokusunu, dokusunu,
uğultusunu iyi bilirim. O yüzdendir ki Avrupa’nın
en yeşil şehri olduğu iddia edilse bile Ankara’yı
hiç sevemedim. Hep toprağımı özledim. Ama
benim için hala umut var. Çünkü toprağımı biliyorum. Peki ya topraksız şehirlere doğmuş çocuk-
lar ne yapsın? Parklarda gördüğü umumi kedi
tuvaleti kum havuzlarında büyüyen çocuklardan
bahsediyorum. Toprağı tanımayan çocuklardan…
İki karışlık parklarda gördükleri yarım karış topraklarla yetinmek zorunda olan çocuklardan…
Hiç eline solucan alamamış çocuklardan… Solucandan tiksinen korkan çocuklardan… Solucan
toprağın çocuğudur. Solucandan tiksinen toprağı
gerçek manada sevemez.
adım
bilgi
fikir
En başta beton ve asfalt oldu
bizi toprağımızdan ayıran. Ondan beridir toprak hasreti çekmez
olduk
gurbet ellerde. Çünkü sadece toprağa ayak
basanlar bilir toprağının kokusunu, dokusunu,
uğultusunu… Nefes alır bir kere toprak…
Beton almaz… Toprak ona verdiğini misliyle
verir… Asfalt vermez… Toprak çeker insanı
bağrına… Beton çekmez… Toprak alır senden
bütün sıkıntını, stresini, tasanı, derdini… Asfalt almaz. Toprağa dönmeli bir an önce. Yoksa korkarım ki vatan toprağının da kokusunu,
dokusunu ve uğultusunu unutacağız bir gün.
Ondan sonra ha New York’un betonu, ha Londra’nın asfaltı, ha Tokyo’nun, ha Ankara’nın
fark etmez…
Çok geç olmadan toprağınızla tanışın,
tanıştırın…
adım
bilgi
fikir
27
Taylan Özgür Ağır,
[email protected]
Ankara, Arkeolog
Rakamlarla Dünyada Yoksulluk
“Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya
da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun
greve gitmediği.”
Wilhelm Reich
Yoksulluk, insanlık tarihi boyunca toplumun yakasından
düşmeyen bir olgudur. İnsanlık, varolduğundan itibaren
yoksullukla mücade etmek zorunda kalmış, kalıyor da.
Sadece zamanın şartlarına bağlı olarak mücadele şekil
değiştirerek süregeliyor. Sözlük anlamıyla yoksul, yeterli düzeyde parası olmayan veya konforlu bir şekilde
yaşamak için gerekli olan araçlara sahip olmayan kişidir.
Dünya Bankası yoksulluğu, en düşük yaşama standardına
ulaşamama durumu olarak tanımlar. Avrupa Topluluğu
Bakanlar grubunun 1975’de yaptığı tanım ise: Yoksul
kaynakları kendilerini, yaşamakta oldukları üye devletlerin kabul edilebilir en düşük yaşam düzeyinin dışında
bırakacak denli sınırlı olan kişiler ve ailelerdir. Yoksulluk
aslında objektif bir kavram değildir. Yoksulluk veya zenginlik subjektif kavramlardır. Karmaşık yapısı sebebiyle
de tanımlanması güç olmuştur. Neye göre yoksul, kime
göre, neden? Kriterler ise, gıda harcamaları, giyim, konut
giderleri, ulaşım, eğitim, sağlık gibi bir kaç ana başlıkta
toplanmakta. Bu kriterlerin insanların hayati ihtiyaçlarının
olduğunu ve toplumun büyük bir kısmının bu ihtiyaçlarını
karşılayamadığını ya da güçlükle karşıladığını billiyoruz.
Ayrıca hepimizin bildiği üzere insanın en temel gayesi,
hayatını sürdürebilmesidir, değil mi?
İşte bana ilginç gelen, büyük bir kısmın zorluklar içinde
hayatını sürdürebilmesinin temel sebeplerinden birinin, toplumun bir başka kesimi yüzünden olmasıdır.
28
Yoksullar olmasaydı, zenginler olur muydu? Yani bu
problemi insan, insana yapıyor. Zenginin ve yoksulun arasıdaki uçurumun gittikçe büyüdüğü kapitalist
düzende yoksulluk, her daim bir kesimin faydalandığı,
çıkarı haline getirdiği vazgeçilmez bir durum olmuştur.
Kaldı ki yazımda buraya kadar temel ihtiyaçlardan söz
ettim. “Yaşamı devam ettirebilmek”ten söz ettim. Ayrıca
yukarıdaki bir kaç sıkıcı tanımda da “yaşam” kelimesi
sıklıkla geçiyor. Ancak insan sosyal bir varlıktı değil mi?
Sinema, kitap, konser, tiyatro... Tatilden bahsetmiyorum
bile. Onlarca insan çalışmaktan tatil yapamıyor. Karnı aç
olan, evinde yemeği, yakacağı olmayan insan ne kadar
rahat sosyalleşebilir? Yukarıdaki tanımlarının hiçbirinde
“kitap” kelimesi yok. Çünkü önce “yaşamak” geliyor.
Oysa dünyada insanın yaşayabilmesi için herkese yetecek
kaynak var/sağlanabilir diye düşünüyorum.
Dünyada “şu ülkede yaşanır”, “oh bu ülkenin refah seviyesi çok yüksek” diye bahsedilen ülkeler olduğu kadar;
açlık, susuzluk, hastalık gibi zorluklarla mücade eden
ülkelerin sayısı oldukça fazla. Bu zorlukların sebeplerini,
bu iki karşılaştırmanın nedenlerini biraz irdelediğimizde
anlamak zor olmayacaktır. Dünyada yoksulluk ile ilgili
bir kaç istatistiği sizinle paylaşmak istiyorum :
-
Dünyanın yarısı -yaklaşık 3 milyar insan- günlük 2 buçuk doların altında bir gelirle yaşıyor.
-
Dünyanın en yoksul 48 ülkesinin gayrisafi milli
adım
bilgi
fikir
hasılası dünyanın en zengin 3 insanının servetlerinin toplamından daha az.
-
Yaklaşık 1 milyar insan 21. yüzyıla bir kitabı okuyamadan ya da ismini bile yazamadan girdi.
-
Dünyada her yıl silahlara harcanan paranın yüzde 1’inden daha azı ile bütün çocuklar okula gidebil
irlerdi.
-
Dünyanın en zengin ülkesi, endüstrileşmiş ülkeler içinde zengin-yoksul arasındaki farkın en büyük olduğu ülke.
-
Gelişmiş ülkelerdeki nüfusun yüzde 20’si dünya
daki malların yüzde 86’sını tüketiyor.
-
Bir kaç yüz milyarderin serveti dünyanın en yok
sul 2,5 milyar insanınkine eşit.
-
UNICEF verilerine göre, dünyada yoksulluk yüzünden her gün 30 bin çocuk hayatını kaybediyor.
-
Dünyadaki 2,2 milyar çocuğun 1 milyarı yoksul.
-
Dünyada temel eğitim hakkından yoksun olan çocuk sayısı 121 milyon.
-
Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 1,1 mil
yar insan yeterli suya, 2,6 milyar insan da temel sağlık hizmetlerine ulaşamıyor.
-
Dünya nüfusunun yalnızca yüzde 12’si suyun yüzde 85’ini kullanıyor ve bu yüzde 12 Üçüncü Dünya Ülkelerinde yaşamıyor.
-
Sadece ABD’de kozmetik ürünlerine yılda 8 milyar
dolar, ABD ve Avrupa’da evde beslenen hayvanlara 17
milyar dolar, Avrupa’da sigaraya 50 milyar dolar ve yine
Avrupa’da alkollü içeceklere 105 milyar dolar harcanırken;
dünyada yaşayan herkese temel eğitim verilebilmesi
için gerekli olan para 6 milyar dolar ve temel sağlık ve
beslenme içinse sadece 13 milyar dolardır.
Burada, yazılmış şeyleri tekrar etmek istemiyorum.
Amacım çarpıcı bulduğum kısımları sizlerle paylaşmak
ve farkındalık uyandırmak. Maddeler çok çarpıcı değil
mi? Maalesef, çoğaltılabilir olan bu maddeler ve rakamlar,
adaletsizliği ve bazı çarpıcı yönleri daha iyi görebilmemizi, yokslulluğun sebeplerini daha iyi anlayabilmemizi
sağlıyor. Yoksulluk üzerine sayfalarca makaleler, tezler,
istatistikler, kitaplar ve raporlar yazılmış. Mücadele politikaları konuşulmuş, izlenmiş ancak hala bir çözüm bulunamamıştır.
Karl Marx’ın da söz ettiği üzere: Yoksulluğu azaltmadan
zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan
daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde
çürümüş bir şeylerin olması gerekir.
adım
bilgi
fikir
29
İhsan Eliaçık ile Söyleşi II :
Geleneklerin Dini vs. Yaşayan Din
Önceki sayıda siyasi gündem ile alakalı söyleşinin bu sayıda daha çok İhsan Eliaçık'ın arkadaşlarımızın dini sorulara verdikleri cevapları sizlere sunuyoruz. Özellikle İhsan Eliaçık'ın ısrarla üstünde durduruğu kalıplaşmış ve sadece ritueller üzerine inşaa edilmiş din algısı ve bunun
nasıl değiştirilebileceği üzerine duruldu.
İlk Tanrı mı insana ulaşmıştır sizce yoksa insan mı
Tanrı’ya ihtiyaç duyup ulaşma yolunda çaba sarf
etmiş, acaba var mıdır diye sorgulamıştır?
Eski ulu ozanların şiirlerinde kullandığı iki kavram
vardır. Bu aynı zamanda Tevrat’ta da geçer. Bir hak
kavramı bir de Allah kavramı kullanılır. Aslında bu ikisi
birbirini anlatır ama kapsadıkları alanlar biraz farklı.
Mesela Tevrat’ta Yahova olarak ya da Herovin, Edova
olarak kullanılır. Kuran’da da Rahman ve Hak olarak
geçer. Direk Allah’ın ismi olarak. Bunların kullanım
yerlerine baktığımızda Hak isimsiz tarifsiz tanımsız
gerçekliği ifade eder. Hak gerçek demek. İşte şu dışarıda
yaşadığımız gerçek ne? Evrenin derinliklerinde ne var?
İşte hak bunu ifade eder. Herhangi bir isim konulamadığı
için Hak denir. Kuran’da da bu şekilde geçer. Bir de
Allah vardır. Allah derken Hakk’ın insanda yansıması
ve insanın Hakk’ı arayıp bulması ve onu tarif etmesinin tanımıdır. Çin’li filozof Lao Tzu’nun bir sözü var:
İnsan yerin yasasına uyar, yer göğün yasasına uyar,
gök Tao’nun yasasına uyar, Tao ölümsüzdür tarifsizdir
isimsizdir ebedidir. Onun adının ne olduğunu bilmiyorum ama ben ona Tao diyorum der. Şimdi o Tao demiş.
Allah’ta Ortadoğu’daki peygamberlerin Hakk’a; isim-
30
siz tarifsiz olana verdiği isimdir. İlk hali El’di, sonra İl
oldu, İsrail, Cebrail, Azrail; Tanrı’nın yürüyüşü, Tanrının
durduruşu, Tanrı’nın öğütülüşü, anlamına gelir, yine Rafael Tanrı’ya yükseliş, İsmail Tanrı’yı işiten. El Abil tanrının kapısıç Sonra İlah İloh ve en son Allah oldu. Yani
isimde de bir evrim var. Yani bunlar hakkın insanların
zihin ve gönül dünyasında arayıp ona verdiği isimdir. O
zaman Hak Allah şeklinde kavranınca insana ait oluyor
ve insanın dünyasında yer etmeye başlıyor. Evet kimse
aramasa o da kimseye görev vermeyecek. Yani şiirinde
bunu şöyle anlatıyor:
Daha Allah ile cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakka layık hiçbir mekan bulunmaz iken
Alıp hanemize mihman eyledik.
Bu tam olarak benim anlatmaya çalıştığım şeyi ifade
ediyor. Bir Allah’tan bahsediyor bir de Haktan bahsediyor. Hakk’a layık hiçbir mekan yok iken biz onu diyor
gönlümüze misafir ettik ve daha Allah ve cihan yani
daha Hakk’ın yarattığı evren filan yokken Hakk’ı kendi
gönlümüzde misafir edip ona Allah adını vererek onu
aleme ilan eyledik. Böyle bir şey var dedik. Yani biz onu
adım
bilgi
fikir
bulduk diyor. Onu bulduk ve Allah olarak tanımladık.
Mevlana’da der ki: Muhammed’in Allah’tan aldığı bir
okyanustan bir kaba boşalan su kadardır. Hak dediğin
koca derya deniz. O da sadece bir kap alıyor. Kuran
yani o kap oluyor. Bu anlamda Kuran nedir sorusuna
Muhammed peygamberin Hakk’ı kendinde kavrayışı
onun kapısını çalışı, ona dokunuşu ve neticesinde içine
dolandır. Ve onu Allah diye ifade etmiştir. Yer yüzünde
bir sürü Tanrı ismi var Allah’tan başka. Hakk’ın yani
gerçekliği Lao Tzu’nun Tao dediği gibi, Hintliler Şiva
demiş, Zerdüştler Ahudaramazda, Yunanlılar Zeus
demiş, İngilizler God demiş, Eski Sümerler Amo demiş,
El demiş, İl demiş. Yani ne kadar ülke, kabile varsa
hepsi bir isim vermiş. Ancak bunların hepsi anlatmaya
çalıştığımız gibi Hak’tır. Bu şekilde Tanrı isimlerine de
hoşgörü ile bakmalıyız. Aynı Tao’nun ezeli ebedi olarak
tanımlamasında olduğu gibi Araplarda bunu Allah şeklinde ifade etmiş. İnsanların kavrayışı ona verdiği isim
ona olan inanç veya onun kendileri tarafından yapmasını
istediği özel ilişki kurma biçimleri yani ritüeller, kimi
ateşin etrafında dönerek ya da bizim Kâbe’nin etrafında dönerek yaptığımız gibi bunlar aslında hep ritüeldir.
Aslında bunların birbirinden farkı da yoktur. Kuranı
Kerim bunları nüshuk olarak tanımlayabiliriz. Adama
namaz kılıyor musun, oruç tutuyor musun, Kâbe’nin
etrafında dönüyor musun ya da kiliseye gidiyor musun,
gidince mum yakıyor musun gibi sorgulamaların bir
âlemi yok. Bunların hepsi aynı. Kul hakkı yiyor musun,
yalan söylüyor musun, öldürüyor musun, çalıyor musun?
Burada iyiyse o zaman bu adam kurtulur. Ben öyle
düşünüyorum. Kuran’ı Kerim’de zaten öyle söylüyor.
Mesela bir sürü ismi sıralıyor, Yahudiler, Hıristiyanlar,
Mecusiler bunların içinde her kim Allah’a ve Ahiret
gününe inandığını söyleyip, salih ameller işlerse Cennet’e gidecektir diyor. Bunu günümüze de farklı tanımlamalar içinde sıralayabilir ve aktarabiliriz.
Buradan bunlarım bizim taktığımız isimler olduğu
çıkarımını yapıp inançla ve oluşturulan kimliklerle ve
ritüellerle insanlar kurtulmaz. Bunun tespitini kesin
olarak yapmalıyız. Ben bu kimliktenim demen bir şey
ifade etmez. Davranışların önemli, sen nasıl bir adamsın,
yalan söylediğin görülmüş mü? Arkadaşınla nasılsın?
Komşunla nasılsın? Ortağınla nasılsın? Asıl önemli
olanlar bunlar. Dolayısıyla insanın Hakk’a dokunuşu ve
algılayışı ile oluşturduğu kimlikler, inanışlar, ritüeller
tamamen bunlar insanın Allah’a dokunuşuyla oluşturulmuştur. Hakk’ın bize dokunmasına gerek yok, o her
yerde zaten, biz de onun içindeyiz. Ne diyor yüzünü
nereye dönersen Allah oradadır veya o size şah damarınızdan daha yakındır. Böyle bir varlığın bize dokun-
masına gerek yok. Bu bakımdan Allah kapısını bize
kapatmaz, insanlar ona kapılarını kapatırlar. Onu anlayamazlar, ilgilenmezler, hissetmezler, ona yönelmezler ve
onlara bir şey akmaz.
Kavramsal bir kargaşa var sanki, ortak bir dil
oluşturamıyoruz. Her konu da olduğu gibi dini hayatta da var bu durum. Aynı şeyleri savunurken farklı
bir dili konuşuyor ya da bir kavram hakkında herkesin zihninde farklı şeyler canlanıyor.
Evet dediğin doğru. Bunu Konfüçyüs 2500 sene önce
söylemiş. Elimde imkân olsa ilk neyi değiştirirdiniz
sorusuna ilk olarak dilden başlardım ve insanların
sözcükler üzerinde bir anlaşmaya varmasını sağlardım
demiş. Dil aslında bir şifre. Eğer ben konuşurken kullandığın kelimelerin sizde aynı karşılığı olmazsa iletişim
kuramayız, anlaşamayız. Aynı şekilde kavramlarında
ortak bir karşılığı olması lazım. Mesela Adalet denildiği zaman senin zihninde ne oluşuyor, cumhuriyet
denildiğinde ne anlıyorsun? Demokrasi, Devrim, İslam,
Peygamber denildiğinde aynı şeyleri anlıyorsak anlaşabiliriz. Diğer türlü iletişim kopuyor ve bir süre sonra
ortaya iletişimsel sorunlar yüzünde tartışmalar çıkıyor.
Mesela İran’da bir dolmuşa bindik bir yere gidiyoruz.
Yolculardan birisi Azeri bir adam ‘kabakta sakla da
düşek’ dedi. Kabak demek meydanmış, sakla da dur
düşek inelim anlamındaymış. Burada aynı dili konuşuyoruz. O da Türkçe konuşuyor ama farklı kelimeleri
kullanıyor. Burada anlaşmamız mümkün değil. Ancak
eylemde anlaşabiliriz. Bunu görerek yaşayarak anlayabiliriz. Diğer türlü uzun uzun konuşup iletişim kurmamız lazım. Kabaktan ne kastediyorsun vs. diye ortak
bir dil ancak bu şekilde oluşturulur. Yani buradan yola
çıkarak ya eylemde birleşilecek. Eğer eylem aynı olursa insanların farklı dil konuşması önemli olmaz. Diğeri
ise oturup tartışacağız ve örneğin en az 20 kavramdan
aynı şeyi anlayacak duruma gelmemiz lazım. Yani bir
kültürleşme yaşayacağız. Mesela Adalet dediğimiz de
ne anlıyoruz. Ben yoksula vermeyi anlıyorum sen ise
sadece kendi çevrene, taraftarlarına, yandaşlarına vermeyi adalet diyorsan anlaşamayız. Muaviye Emeviler’e
vermeye adalet diyordu Ali ise tüm ezilenlere vermeye
adalet diyor. Anlaşamadıkları için kılıçları çektiler. Bunun gibi Cumhuriyet derken Demokrasi derken
Devlet derken Özerklik derken ne anlıyoruz aynı şekilde
adalet, hürriyet gibi kavramlardan ne anlıyoruz. Bu noktalarda ortak bir dil oluşması önemli. Tabii her konularda anlaşılacak diye bir amaç yok ortada. Böyle bir şey
imkansız. Sağlıklı da değil. Farkı fikirler olmalı. Ancak
beraber yürüyecek kadar bir anlaşma olmalı ki o bütün
adım
bilgi
fikir
31
kolay parçalanmasın. İnsanları bir arada tutan anlayış,
anlamlarda birliktelik önemli. Diğer türlü dostluk, sevgi,
aynı mahallede aynı yere mensup olma yeterli olmuyor.
Bunun için ben bir çalışma yaptım 20 kavram belirledim.
Bunun için hep beraber bir çalışma yapalım her kavramı
ortak bir anlaşmaya varana kadar tartışmaya karar verdik.
Klasik ama üzerinde özellikle bizim ülkemizde sürekli
tartışılan bir soru. Din ve Devlet ilişkisi nasıl olmalı
sizce?
İnsanlardan ayrı bir din yok bir Allah yok. Hak var başta
bahsettiğimiz gibi. Bizden bağımsız yaşayan bir gerçeklik
var ama Allah bizden bağımsız değil. Ondan ortaya çıkan
dinde aynı şekilde öyle. Ama insanlar bazen bazı şeyleri
düzenlemek için dine yer biçiyorlar. Dolayısıyla insanlarda kuracakları sosyal sistemde toplumda kargaşa olamaması bazı şeylere yer biçmişler. Dolayısıyla din dediğimiz
şey nerede olmalı devlet düzeninde sorusu kapsamında
din nedir sorusuna geliyoruz yine.
Bir laik ile ya da bir Kemalist ile konuştuğumuzda din
nedir sorusu üzerine mesela benimle farklı bir bakış
açısı ortaya koyacaktır. Ben dinden bir yaşam biçimi ve
bir yol anlıyorum. Ben inançları ve ritüelleri din olarak
görmüyorum. Din hayat yoludur. Varoluşun ilkeleridir.
Davranışlara önem veriyorum ama bir laik kimi zaman
sadece bu ritüelleri ve inançları din olarak yorumlayabiliyor aynı zamanda bir tarikatçıda. Din demek inanç diyor,
Allah’a inanmak, ahirete inanmak, peygambere inanmak,
32
meleklere inanmak, kitaba inanmak. Ve bunun emirlerini
yerine getirmek diyor. Nedir bunlar namaz kılmak oruç
tutmak kurban kesmek, başını örtmek vs.
Eğer devlet kapsamında ele alacaksak tarikatçıya göre
eğer devlet dine uygun bir devlet ise bu din anlayışı devlet eliyle gerçekleştirilmeli laikte bunları devletten ayıracaksın diyor.
Devlet nedir sorusunu sorduğumuzda devlet kamudur.
Yani bunlar kamudan dışlanmalıdır diyor. Buradan
başörtülünün kamudan dışlanmasına kadar geliyor mevzu.
İşte bunları yerli yerine oturtmalıyız.
Mademki din davranışlardan ibarettir. Bunda bir anlaşalım. İnançlar ve ritüeller bir nüsuktur kitaba göre
o zaman bunları devlete karıştırmayacağız. Bu durumda laiklerin dediği olmuş oluyor. Şimdi bu iki kesimi
uzlaştırmaya çalışalım. Devlet dinci göre ise o zaman
devletin dinle hiçbir alakası olmayacak mı sorusunu soracak, bizde diyeceğiz ki, din eğer davranışlardan ibaretse
yani öldürmeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın, dürüst
olacaksın gibi ilkelere devlet uyacak, sistemini bu değerleri baza alarak inşa edecek. Bu özünde hem laik devlet
anlayışının hem de dini devlet anlayışının asıl istediği
değil mi?
Menfaatlerine zarar vermez ve egemenliklerine zarar
vermezse bunda anlaşmaları lazım. Benim Adalet Devleti
kitabımda söylediğim kısaca buydu. Bu aslında laiklikten
de öte bir durumdur. Çok daha evrensel. Hem din ile devlet işleri genel tabiriyle ayrı olmalıdır hem de devlet tem
değerler bağlamında dine uymalıdır. Devlet adamlarının,
adım
bilgi
fikir
yöneticilerinin de zaten bu değerlere bağlı kalmaya ihtiyacı yok mu? Müslüman bir toplumda Meclis’e mesela
Allah adaletli olmayı emreder demenin ne sakıncası var.
Ama tabii Allah namaz kılmayı emreder dersen o zaman
işler değişir. Montesquieu’nün dediği gibi bir ülkenin
yasaları o ülkenin manevi ikliminden ve köklerinden
meydana gelmelidir.
da eğitim dediğimizde bu hatayı yapıyoruz. Özellikle
günümüzde ezber yerine bilgiye ulaşma konusunda yönetimi öğretebilmemiz çok daha önemli.
Din eğitimi nasıl olmalı sizce? Devlet eliyle mi olmalı?
Yoksa bağımsız mı olmalı? Çocuklara din eğitimi
nasıl verilmeli?
Eğer İslam’a ir din olarak bakacak ve diğer dinlerle
kıyaslayacaksak; din yol demektir ve İslam en sonuncu
din ve en kapsayıcıdır. Ondan sonra yeryüzüne yayılmış
bu çaplı bir yol yok. Bu fikirde olan kişi İslam’la diğerleriyle karşılaştırması lazım. Hıristiyanlığı, Yahudiliği,
Mecusiliği yeryüzünde var olan tüm dinleri İslamiyet ile
karşılaştırıldığı zaman en makul olanın İslamiyet olduğu
sonucuna varacaktır. Diğer dinlere karşı hoşgörülü olan,
onları ehli kitap olarak tanımlayan İslamiyet. Eper bir din
kabul edilecekse ancak bu olabilir. Aklı başında bir adam
eğer ben bir dine gireceksem bu dine girebilirim demeli.
Zaten İslamiyet son din olarak bir reformdur. Diğerlerinin eksiklerini fazlalıklarını ortaya çıkaracak oluşmuş
bir dindir. Ben bir Müslüman olarak bu karşılaştırmayı
yaptım ve İslamiyet’te ikna oldum. Bunu herkesin yapması lazım. İbadetlerini, ritüellerini, inancın kendini,
kitaplarını, tanrı anlayışlarını, dünya için önerdiği temel
değerleri, gelecek hakkında ne düşündüğünü rasyonel bir
şekilde karşılaştırması lazım. Normal bir akılla İslam’dan
başka bir dinde ikna olması mümkün değil. Eper bir kişi
dine girmeden Cennet’ girmek ve kurtuluşa ermek istiyorum derse bence mümkündür. İlla bir dinin mensubu
olmasına gerek yoktur. Bir keresinde bana gelen yabancı
bir kişi ben Müslüman olmak istiyorum dedi. Ben de onu
durdurdum. Çok dürüst birisi, eğer şu anda anladığımız
anlamda dine girerse bozulacak. Kesin bir tarikatçı ya da
cemaatçinin eline düşecek. Bozacaklar onu. Yok sünnet
olacaksın, kadınsa kapanacaksın, şöyle abdest alacaksın,
şu duayı okuyacaksın, şöyle zikir çekeceksin diyerek onu
yoldan çıkaracak, saflığını bozacaklar.
Doğru ol dürüst yaşa, kul hakkı yeme, çalma emeğinle
sade bir hayat yaşa mevzu budur. İlla bir dine girmeye
de gerek yok. İnsan şunu da demeye özgürdür. Dünyada
dinler var bunların kendi tapınakları var ve bunlar savaşa
neden oluyorlar, ben bunların mensubu olmak istiyorum
deme hakkı da var.
Bu dinlerin mensuplarının yaptığı yanlış şeyleri görüp
bu şekilde soğuyabilir. Eğer bu adam bir dine bağlı
kalmadan zaten düzgün bir hayat yaşıyorsa kesinlikle bu
şekilde de kalabilir.
SÖYLEŞİ:
Hadiye Yolcu, Muhip Üzümcüoğlu
Din eğitimi devlet eliyle olmamalı. Devletin özünde
tüm eğitim işini üstlenmesi yanlış. Devlet eliyle yapılan
eğitimden, başta din eğitimi olmak üzere hayır gelmez.
Çünkü eğitim sivil bir kültür hareketidir. Devlet eliyle
bunu yaparsan yeni bir düşünce çıkmaz. Sanatta çıkmaz.
Sadece var olanı ezberletir. Yenilik sokaktan gelir. Akademi de bu olmaz mesela. Halkın sivil yolla eğitim işini
kendi üstlenmesi lazım. Bunun dünyada çok örneği var.
Bence bizde yanlış bir kültür var dini eğitim anlamında.
7 yaşına gelindiğinde çocuk namaz kılmazsa o çocuk
dövülebilir gibi mesela. Bu çok yanlış. Tamamen uydurma. Aynı şekilde küçük yaşta çocuğa Kuran ezberletilmesi gibi.
Bence 18 yaşına kadar çocuğa herhangi bir dini görüş
empoze edilmemelidir. Çünkü bu bir nevi çocuğun
zihnine tecavüz etmektir. Çünkü çocuk savunmasızdır.
Çocuğa hayata dair eğitim vermek lazım. Mesela
Sübhaneke yerine yalan söylememeyi öğretmek çok daha
yücedir. Ancak bu din olarak görülmediği için öncelik
tanınmıyor. Sübhaneke’yi ezberletip, Yasin’i ezberletmek din eğitimi olarak görülüyor. İlla yapacaksan bunu
aile yoluyla onun sıcaklığıyla yapılması lazım. Okulda
bunları öğretmenin bir anlamı yoktur. Dediğimiz şekilde
açılacak sivil okullarda eğer hayatın içinde gerekli ahlaki
öğeler aşılanabilirse aile desteği asıl olan budur. Eğer
dürüst bir kişi yetiştirebilirse kişi o en dindar işi yapmıştır. Öldükten sonra da arkasından bir Yasin okuyacak
evlat yerine dürüst bir çocuk bana göre çok daha anlamlı.
Özünde dini olan budur. Bizde eğer arkadan çocuğun bir
Fatiha bir Yasin okuyacak çocuk bırakabilirsem hayırlı
evlat yetiştirmişim gibi bir yanlış anlayış ortaya çıkmış.
Yine dinin yanlış kurgulanmasına sadece inanç ve ritüel
olarak anlanmasına, davranışlara yeterince önem verilmemesine geliyoruz.
Eğitim konusunda da aslında çocuğa bir şey öğretmeye
gerek yok çocuk zaten seni taklit ediyor. Sen ne yaparsan
onu taklit ediyor. Buna daha fazla dikkat etmek lazım.
Günümüzde din eğitimi dediğimizde sadece ezberletilen
bazı dini kaynaklar üzerinden şekilleniyor. Genel anlam-
İnanmayan birisi, Gayri Müslim birisi İslam’ı neden
seçsin? Bunun cevabı uzun olabilir ama kısaca yorumunuzu alabilir miyiz?
adım
bilgi
fikir
33
Serkan Alpkaya, Ankara, Arkeolog
[email protected]
Ay, gecelerimizin gökyüzü efendisidir. Çocukluğumuzun “ay dedesi”dir. Nasıl ki, gecenin zıttı gündüzdür, Güneş’in zıttı da Ay’dır. Güneş, her daim sabittir ve herhangi bir şekilde bir oluşum içerisine
girmez. Oysa ay, büyür, küçülür ve kaybolur. Ay tıpkı insan gibidir. İnsan gibi onun da duygusal bir
tarihi vardır; çünkü insan gibi ayın da ölümle sonuçlanan çöküş dönemi vardır. Ay üç gece boyunca
yıldızlı gökte görülmez ama bu “ölümün” ardından yeniden doğuş gelir. Buna “yeni ay” denir. Hem bu
yeni ayın hem de genel anlamda ayın, düşünceler ve inançlarda eskiden bugüne süregelen tarihini ve
ilişkilerini ele alan bu denemeyi kaleme almış bulunmaktayız.
Ay ve Zaman
Ayın tabii ki, karanlıklara gömülmesi kesin bir son değildir. Babil ilahisinde ay (Ay tanrısı: Sin) “kendi kendine
büyüyen bir meyve” olarak betimlenir. Kaderi yüzünden
kendi özünden yeniden doğar. Sürekli olarak ilk biçime
geri dönüş, bu sonsuz döngüsellik, ayın, yaşamın ritimlerini mükemmel bir biçimde temsil eden bir gök cismi olmasına neden olmuştur. Ayın evreleri, Buzul çağından bu
yana, büyüsel anlam ve erdemle bilinmektedir. Az önce
bahsettiğimiz ritmik değişim ve onun yanında bereket ölçüsü olarak uyandırdığı sezgilerden türeyen spiral, yılan ve
şimşek simgelerine Sibirya’nın buzul bölgesi kültürlerinde
( Örneğin; İrkutskra) rastlanmaktadır.
AY EPİFANİSİ
Zaman, Sular, Bitkiler, Bereket ve
Kadın İlişkisi Hakkında Bir Deneme
Zaman, her yerde ay evreleri aracılığıyla ölçülür. Günümüzde avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bazı toplumlar
hala ay takvimi kullanmaktadır. Hint-Aryan dillerindeki
gök cisimleriyle ilgili en eski sözcük, ay anlamına gelen
sözcüktür: me; Sanskritçede, mami, “ölçüyorum” eyleminin köküdür. Ay, evrensel ölçüm aracıdır. Hint-Avrupa
dillerinde ayla ilgili her terim bu kökten türemiştir; mas
(Sanskritçe), mah (Zend lehçesinde -Eski Farsça lehçelerinden biri-), mah (eski Prusya), menu (Litvanya dili),
mena (Gotik), mene (Yunanca), mensis (Latince). Cermenler zamanı geceye göre ölçüyordu. Bu eski ölçümün Avrupa’daki halk inanışlarında izleri hala sürmektedir, örneğin
bazı bayramlar gece kutlanır; Noel gecesi, Paskalya, Aziz
Yuhanna Günü, Pentekost gibi.
Ay ve Sular
Belirli ritimlerin (yağmur, gelgit) etkisi altında kaldıkları,
canlıların büyümesini sağladıkları için sular ayın etkisi altındadır. “Ay sulardadır” ve “yağmur aydan gelir” bunlar
Hint inanışlarının belli başlı ana motiflerindendir. Hint inanışları dışında, İran su tanrıçası, Ardvisura Anahita, aynı
zamanda bir ay tanrıçasıdır. Babil ay tanrısı Sin de suları
denetler. Sin ile ilgili bir ilahide onun zengin teofonisiyle
(tanrısal görüntü) ilgili mısralar vardır: “Sen kayık gibi sularda süzüldüğünde... saf ırmak Fırat suyla dolar.”
bilelerle aynı inanışa sahiptirler. Ayla ilgili eski Meksika
inançları konusunda, Hieronymo de Chaves (1576): “bu
halklara göre, ay her şeyi büyütür, ve çoğaltır...” ve “tüm
sular ve nemli yüzeyler onun hükmü altındadır” demiştir.
Ayrıca Yeni Zelanda’da yaşayan Maoriler ve Eskimolar
hakkında da aynı görüşlerini belirtmiştir.
En eski zamanlardan bu yana ay değiştiğinde yağmur yağdığı gözlemlenmiştir. Her ne kadar sular ve yağmur, ayın
denetimi altındaysa ve kurallara göre, yani ay ritimlerine
uygun olarak dağıtılıyorsa da, suyla ilgili felaketlerin yer
alma yönü de vardır. Tufan, ayın öldüğü üç günlük karanlık “ölüm” dönemine denk gelir. Böylece felaket gerçekleşir fakat bu durum nihai bir son değildir çünkü büyüme ve
yenilenme işareti, yani ay ve su işareti altında gerçekleşmektir. Tufan, her zaman yıpranmış ve tükenmiş biçimleri
yok eder ama hemen ardından yeni bir insan soyu ve yepyeni bir tarih doğar. Tufanla ilgili mitlerin hemen hemen
hepsi tufan sonucunda tek bir insan kaldığından ve ondan
insan soyunun türediğinden söz eder. Ay ile ilişkili olarak bitki ve suların önemini daha önce belirtmiştik. Ayın
simgelerinden birinin de “yılan” olduğunu söylemiştik.
Avustralya’da Kurnai kabilesine ait olan bir tufan mitinde bu imgeleri çok rahat görebilmekteyiz. Bir gün tüm sular, canavar kurbağa Dak tarafından yutulur. Susuzluktan
kırılan hayvanlar onu güldürmeye çalışırlar ama çabaları
başarısız olur. Sonunda bir yılan yuvarlanarak kıvrılınca
Dak gülmekten kırılır ve ağzındaki su, sel olup boşalır.
Kurbağa bir ay hayvanıdır. Ay hayvanı olduğunu da bir
çok efsanede görebilmekteyiz. Bir çok efsanede, ayda bulunan kurbağadan söz edilir ve pek çok yağmur ayininde
kurbağa da yer alır.
Ay ve Bitkiler
Ay, su ve bitkiler arasındaki ilişki, tarımın keşfinden çok
önce gözlemlenmiştir (Tarımın keşfi günümüzden yaklaşık 12 bin yıl öncesine gitmektedir). Yazınsal kaynaklarda bu durum daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bir
İran metninde ayın sıcaklığıyla bitkilerin büyüdüğünden
söz edilmektedir. Bazı Brezilya kavimlerinde, aya “OtlaHemen hemen tüm ay tanrıları, az ya da çok suya ilgili rın Anası” adını vermektedir ve pek çok yerde (Polinezniteliklere veya işlevlere sahiptir. Örneğin, bazı Kızılderili ya, Molük Adaları, Melanazya, Çin, İsveç) otların ayda
kabilelerinde, ay tanrısı aynı zamanda su tanrısıdır. Orta bittiğine inanilmaktadır. Bu bahsedilen yerler eski zamana
Amerika ülkesi Meksika’daki İroukualar da, Kızılderili ka- aitler fakat günümüzde hala da Fransız köylüler, yeni ay
34
adım
bilgi
fikir
adım
bilgi
fikir
35
zamanında tohum ekerler, ay küçüldüğünde ise; ağaçları rılarını ifade etmekte kullanılır. Boynuzun yeni ayın simgesi olduğunu Hentze şu şekilde belirtir: “Öküz boynuzlabudayıp sebzeleri toplarlar.
rının, hilale benzedikleri için ay simgesi olduğuna kuşku
Ay ile bitkiler arasındaki bağ, pek çok bereket tanrısının yoktur; bu nedenle iki boynuz, gök cisminin mükemmel
aynı zamanda ay tanrısı olmasına yol açacak kadar güçlü evrimini temsil eden tam hilali temsil ediyor olmalıdır.”
ve organik bir bağdır. Mezopotamya’da Sin hem ay tanrısı Ayrıca, bereket simgelerinin ay resimleriyle birlikte var
hem de otların yaratıcısıdır; Yunanistan’da Dionysos hem olması, tarihöncesi (yazısız dönemi işaret eden bir kelimeay tanrısı hem de bitkilerin tanrısıdır; Mısır’da Osiris ay, dir) Çin uygarlıklarından Kansu ve Yang-kao ikonografisu, bitki ve tarım tanrısı özellikleri taşır.
sinde sık rastlanan bir motiftir; stilize boynuzlar, “çakan
Ay ile ilgili yapılan ayinlerin anlamına ilişkin M. Eliade şimşekler”le (dolunay) ve eşkenar dörtgenlerle (dişilik
şu şekilde yazmıştır: “Ayın metafizik kaderi, ölümsüz ol- simgesi) oluşturulmuştur.
duğu halde hayatta olmak, ölümü bir son olarak değil bir
dinlenme, bir tekrar yenilenme olarak yaşamaktır. İnsan
da tüm ayinler, simgeler ve mitler aracılığıyla işte bu kaderle bütünleşmek istemektedir. Ayinlerde, simgelerde ve
mitlerde, daha önce de gördüğümüz gibi, ayla, sularla ve
bitkilerle ilgili hiyerofaniler (kutsalın tezahürü) bir arada
bulunur; suların ve bitkilerin kutsallıklarını aydan almalarının ya da özerk hiyerofanilerden ibaret olmalarının burada bir önemi yoktur. Ne olursa olsun, tüm yaşam biçimlerinin doğrudan ya da kutsanma yoluyla ortaya çıktığı bir
yaşam ve güç kaynağıyla, nihai bir gerçeklikle karşı karşıyayızdır. “ Eliade’nin özetle belirttiği şey şudur, insanın
ayda kendini bulmasıdır ve ölüm gibi bilinmeyen bir şeyi,
ayı, gerek öldürerek gerekse tekrar dirilterek (yeni ay)
kendi yaşamını ve ölümünü ona benzetmeye çalışmasıdır.
Bazı hayvanlar ise, ayın kaderini, biçimleriyle ya da varlıklarıyla çağrıştırdıkları için ay simgesi ya da temsilcisi
olmuşlardır; sümüklüböcek (kabuğunda bir gözüküp bir
kaybolduğu için), ayı (kışın ortadan kaybolup baharda
yeniden ortaya çıktığı için), kurbağa ( suyun yüzeyinde
bir görünüp bir kaybolduğu için), köpek (bazı kavimlerce
ayda yaşayan efsanevi ata olduğu için) ve belki de diğerlerinden daha önemli olan bir diğer hayvan yılan.
Yılan, bir görünen bir kaybolan ve ayın göründüğü gün
kadar halkası olan, tüm “kadınların eşi” olan ve kabuk
değiştiren hiyerofaniler en ünlüleridir. Yılan simgelerinin,
çok fazla çeşitliliği vardır, çok çeşitli olmasına rağmen
aynı düşünce etrafında şekillenir: ölümsüzdür çünkü yenilenir (kabuk değiştirmesi). Pek çok mitolojide, yılanın
tanrının insana verdiği ölümsüzlüğü elde etmesiyle ilgili
Ayın bu özelliğinin yanı sıra, Afrika Pigmelerinin dininde hikayeler anlatılır.
de yeni ay ile ilgili bilgiler görmekteyiz. Yeni ay bayramı,
yağmur mevsiminden kısa bir süre önce kutlanır. Pe adını Ay, Yılan ve Kadın
verdikleri ay, “üreme ilkesi ve bereket anası” olarak kabul
edilmektedir. Yeni ay bayramı, tamamen kadınlara, güneş Yılan, ay ve kadın ilişkisi bir çok toplumda, eskiden beri
bayramı da erkeklere aittir. Ayın aynı zamanda “ruhların hatta bugün bile inanılan ilişkidir. Ay tüm bereketin kaysığınağı ve annesi” olması nedeniyle Afrika Pigmeleri ka- nağıdır ve adet dönemlerini düzenler. Kişileştirildiğinde
dınlar, ayı kutlamak için kendilerini kile ve bitki özsuları- “kadınların efendisi” olur. Pek çok halk, ayın, bir erkek
na bularlar, böylece ruhlar ve ay ışığı gibi bembeyaz olur- ya da bir yılan kılığına girip, kadınlarla birleştiğine inanlar. Ayinde, mayalı muz suyundan oluşan alkollü bir içki mıştır ve ayrıca hala inanan toplumlar vardır. Örneğin,
hazırlanır ve aya dualar okuyup danslar ederek yorulan Eskimolarda, genç kızlar gebe kalacakları korkusuyla aya
kadınlar bu içeceği içerler. “Yaşayanların Annesi” aydan, bakmazlar. Avustralyalılar ayın, Don Juan* kılığında yere
ölülerin ruhlarını uzaklaştırılması, bereket vermesi, kabi- inerek, kadınları gebe bıraktıktan sonra terk ettiğine inanırlar ve aynı mit Hintliler arasında da çok yaygındır.
leye yeni çocuklar, balık, av ve meyve getirmesi istenir.
Ay ve Bereket
Bereket denilince direkt olarak aklımıza gelen bitki olmasına rağmen hayvanların da bereketli olması için aya
gereksinim duyulmuştur. Kimi zaman bereket ile ay arasındaki ilişki yeni “dinsel biçimlerin” ortaya çıkmasıyla
daha karmaşık bir hal almıştır. Yeni biçimlerin oluşmasını
sağlayan dinsel sentezler ne kadar çok olursa olsun, ayın
niteliği her zaman çok açık bir şekilde ortadadır; bereket,
döngüsel yaratılış, tükenmez yaşam gibi.
Büyük bereket tanrılarını temsil eden öküz boynuzları,
tanrısal Magna Mater (Tanrıça Kibele’nin sıfatı)’in simgesidir. Neolitik çağda, hem ikonlar hem de öküz biçimli
putlar olsun, görünen her yerde büyük bereket tanrıça/tan-
36
Yılan, bir ay epifanisi olarak, aynı işleve sahiptir.
Abruzzilerde, yılanın tüm kadınları hamile bıraktığı bugün
anılmaktadır. Yunanlılarda ve Rumenlerde de aynı inanç
vardır. Almanya, Fransa, Portekiz’de kadınlar, özellikle
adet dönemlerinde uyudukları sırada ağızlarından bir yılanın girmesiyle gebe kalmaktan korkarlar. Hindistan’da,
çocuğu olmasını isteyen kadınlar kobraya dua ederler.
Doğuda, kadınların ilk cinsel deneyimlerine, ergenlik dönemlerinde yılanla girdiklerine inanılmaktadır. Bir başka
gelenek ise, Hindistan’daki Mysore bölgesinde bulunan
Komati kabilesi, kadınların hamile olup olmadıklarına
taştan yapılmış yılanlarla bakarlar. İbranilerde, yılanların
genç kızlarla yattıklarına inanılır ve benzer inanca Japonya’da da rastlanmaktadır.
adım
bilgi
fikir
Adet olmanın kökeni ile ilgili olarak yine bir çok mitte
yılan vardır. Eski Pers inanışında, ilk kadının yılanın cazibesine kapıldığı an da adet görmeye başladığı anlatılır.
Yahudi Rabbinik çevrelerde, Havva’nın cennette yılanla
görüşmesi sonucunda kadınların adet gördüğü anlatılır.
Kadınların adet görmesi, ayın kadınların ilk eşi olduğu
mitinin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Papualar, kadınların adet görmesini, kadınların ve genç kızların ayla
ilişkilerinin bir kanıtı olduğunu ve ikonografilerinde kadınların cinsel organlarından çıkan sürüngenleri işlemişlerdir; bu inanış ayla yılan arasındaki inanışın kanıtıdır.
Üç gece boyunca gökyüzü kapkaranlıktır. Dördüncü gün,
ay gibi, ölüler de yeniden doğarlar. Ölüm, bir son değil
varlığımızın değişimidir. Ölü, başka bir yaşam formuna
dahil olur, bu nedenle, ölümdeki yaşam ayın tarihiyle
değerlenir ve geçerli kılınır. Özellikle tarımın keşfiyle
daha da popülerleşen yer-ay birlikteliğinde, ölüler aya
giderler ya da yenilenmek ve yeni varlığına gerekli güçleri
kazandırmak için yere geri dönerler. Bundan dolayı, pek
çok ay tanrısı aynı zamanda yeraltı ve cenaze tanrısıdır
(Min, Persephone, Hermes vb.).
Bir Breton efsanesine göre büyücülerin saçları yılana
dönüşür. Büyücülüğün ayla ilişkisi, yılanların aracılığıyla
ya da doğrudan pek çok etnoloji belgesiyle doğrulanmıştır.
Etnolojik çalışmalara göre, Çinliler için yılan, tüm büyü
güçlerinin kökeninde bulunmaktadır. Ayrıca İbranice ve
Arapça›da büyü anlamına gelen kelimeler, yılan anlamı
taşıyan sözcüklerin kökünden gelmektedir. Yılan, aydan
geldiği, sonsuz olduğu, yeraltında yaşadığı, ölülerin ruhlarını canlandırdığı için tüm sırrı bilir ve bu yüzden bilgeliğin kaynağıdır, geleceği görür. Aynı biçimde hala inanılan
bir görüş olması nedeniyle önemli olan başka bir şey daha
vardır yılanla ilgili: Her kim yılan etini yerse, hayvanların
(özellikle kuşların) dilini konuşabilir.
sonra bir daha yaşayamayacağını söyler. Bu mite, Afrika’da, Fiji Adaları’nda, Avustralya’da ve Aynularda rastlanmaktadır.
Bazı inanışlarda ay ölüler ülkesi olarak tezahür edilmiştir.
Kadın ile yılan arasındaki ilişkiye ayrıca değinmek daha Kimi zaman ölümden sonra ayda dinlenme hakkı yalnızca
iyi olur. Her ne kadar yazının çerçevesi “ay” olsa da, ay dinsel ya da siyasal önderlere verilir; örneğin Guaycuruile ilişkili iki önemli öğenin birlikteliğine değinmek lazım. lar, Tokelau’lu Polinezyalılar.
Kadın ile yılan arasındaki ilişki çok anlamlı ve oldukça
çeşitlidir ancak, hiçbir biçimde basite indirgenmiş bir cin- Ölümden sonra aya gitmek gelişmiş kültürlerde de varlığını
sellikle açıklanmamalıdır. Yılanların temsil ettiği pek çok göstermektedir. Hintliler için Mana’lar yoludur ve ruhlar,
anlam olmasına rağmen, içlerinde en önemlisi “yenilen- erginlenmişlerin gittiği güneş yolu ya da tanrılar yolu’nme” özelliğidir. Yılanın kabuk değiştirmesi, yenilenmesini dan, yani cehalet yanılsamalarından kurtulanların gittiği
daha önce ayın ölmesi ve sonra tekrar dirilmesi ile ilintili yoldan farklı olarak yeniden bir bedene kavuşması beklenolduğunu belirtmiştik. Kadınların adet görmesi ve her adet tisiye ayda dinlenirler. İran geleneğinde de, ölülerin ruhladöneminden sonra yenilenmiş olduğu inancıyla eş değer- rı, Cinvat köprüsünden geçtikten sonra, yıldızlara gider ve
dir. Yılan, yenilenen bir hayvandır. Greesman, Havva’nın, eğer iyi ruhlarsa önce aya sonra güneşe ulaşırlar.
Fenikelilerin (Doğu Akdeniz sahil şeridinde yaşamış bir Ölüm, kesin değildir çünkü ay kesin ölümü tanımaz. Kahalk) eski yeraltı tanrıçası olduğunu ve yılanla kişileştiril- liforniya’daki San Juan Capistrano Kızılderilileri yeni
diğini söyler. Yine bazı Akdeniz tanrılarının da ellerinde ay törenleri sırasında, “Ayın ölüp yeniden dirilmesi gibi
yılanlarla (Arkadyalı Artemis, Hekate vb.) ya da yılanlar- biz de ölümden sonra yaşayacağız,” demektedir. Pek çok
dan oluşan saçlarla temsil edildiklerini görmekteyiz. Orta mitte ayın insanlara bir hayvan aracılığıyla ulaştırdığı bir
Avrupa›daki bir takım batıl inançlar; ay, kadın ve yılan mesajdan söz edilmektedir ve bu mesajda “öldüğüm ve
ilişkisini göstermektedir. Örneğin, eğer ayın etkisinde yeniden dirildiğim gibi sen de ölecek ve yeniden yaşama
kalmış bir kadının saçlarını kazır ve bunları gömerseniz döneceksin,” denmektedir ancak haberci aptallığından ya
saçlar yılana dönüşür. Buradaki ayın etkisinden kasıt ise, da kötülüğünden dolayı, bu mesajın tam tersini ulaştırır
adet dönemidir.
insanlara ve insana, aydan farklı olarak, bir kere öldükten
Ay ve İslamiyet
Coğrafyamızda bir çok inananı olan İslam dininde “ay”a
ilişkin bulgulara değinmek gerekmektedir. İslam dininde, ışığıyla zamanı gösteren ay, zıttı olan güneşten daha
önemli bir yer taşımıştır her zaman. Sure 54:1’in tefsiri,
Peygamber parmağıyla ayı ikiye bölmüştü, şeklindedir.
Bir Hint-İslam eserinin bahsettiği gibi, Hint hükümdarı
Şakravarti Fermad’ın İslam dinini kabul etmesine bu mucize neden olmuştu.
Yılanın bu çeşitli simgeciliğinden çıkan sonuç, onun ayla Ay, bir çok İslam şairi tarafından, güzelliğin simgesidir ve
eşleş kaderidir, yani onun bereket, yenilenme ve başkala- insanın sevgilisini parlak ayla karşılaştırması, yapılabileşımla ölümsüzlüğe kavuşma gücüdür.
cek en büyük övgü olarak dillendirilir. Çünkü ayın her evresi neşe verir. Müslümanlar bugün bile hilali ilk gördükAy ve Ölüm
lerinde kısa bir dua veya şiir okurlar; bu nedenle güzel bir
Yukarıda bir kaç defa bahsetmiş olmama rağmen, ay ve insana veya altından yapılmış bir şeye bakmaktan hoşlanır
ölüm arasındaki ilişkiyi kapsamlı bir şekilde yazmak uy- ve bütün ayın iyi geçmesi ümidiyle hayır duaları mırılgun olacak kanaatindeyim. “Ay ilk ölüdür” der E. Seler. danırlar. Rivayete göre Hindistanlı büyük sufi Nizamüd-
adım
bilgi
fikir
37
din Evliya, gökte hilal gözüktüğünde hem hilale hem de Sonsöz
dindar annesine saygısından başını annesinin ayaklarının
Ayın, inanç ve düşünceler içerisinde yer etmesi, eski zaüzerine koyarmış.
manlardan bu yana devam eden bir gelenektir. Bu geleŞairler, özellikle Ramazan ayının bitiminde, yeni ay adına neğin kökenlerine, yerleşik hayata geçmemiş insanlardan
sayılamayacak kadar çok şiir yazmışlardır. Örneğin İk- günümüzdeki dinsel inançlara kadar etkisi devam etmiştir.
bal’e göre hilal, yavaş yavaş parlak dolunaya dönüşmek Ayın genel olarak, kadın ve ölümle ilişkilenmesi ve netiüzere “ekmeğini taştan çıkaran” müminin, yani birilerine cede ayın evreleri olan yeni ayın ortaya çıkmasıyla yılanla
avuç açarak veya birilerinden yardım isteyerek kendisini olan benzerlikleri hemen her toplumda gözlenen bir dualçaltmayan kişinin yerine geçer (Iqbal, 1915, mısra 450). rumdur.
Ay ile Arap alfabesi arasında bağlar bulmak kolaydır. Alfabedeki yirmi sekiz harf, kameri ayın yirmi sekiz günüyle
uyumlu görünmektedir. Kuran da Peygamber’den önceki
yirmi sekiz peygamberi adlarıyla saymaktadır. Böylece
Peygamber, neredeyse ay döngüsünün tamamlayıcısı olmaktadır. Gerçekten de Peygamber’in isimlerinden birisi
olan Taha’nın (Sure 20:1) sayısal değeri, dolunayın sayısı olan on dörttür. Burada bir parantez açmak gerekir
esasında. İslam inancında sayıların önemi çok büyüktür.
Sayıların gizemli olduğu kanısı vardır. Örneğin, on dört
rakamının önemi; kameri bir sayı olmasından anlaşılabilir; on dört yaşındaki güzel bir oğlan genellikle parlayan
güzelliği içinde bir dolunaya benzetilir. Bunun yanı sıra
Şii İslamdaki On dört Masum, kadim on dört koruyucu
ruh, melekler ya da velilerle bağlantılıdır belki de. On
dört, dolunayın sayısı olduğu gibi, başka birtakım özelliklere daha sahiptir: Ayın menzillerinin yirmi sekiz tane
olması; batınilikte mülk, yani yaratılmış alemlerle ilgili
görülen on dört tanesinin fonetik işareti vardır; diğer on
dört harf ise basit harflerdir ve bunlar da meleklerin ve
kuvvetlerin dünyası olan melekut’la bağlantılıdır; ayrıca
on dört harfe şemsi harfler, “güneş harfleri” diğer on dört
harfe ise kameri harfler, “ay harfleri” denilir. Ayın yirmi
sekiz menzili ile yirmi sekiz harf arasındaki ilişki, ortaçağın büyük tarihçi ve astronomu el-Birüni›nin, «Tanrı’nın
kelamı” ile (harflerle vahy edilmiş şekliyle) “Tanrı’nın füli”nin ay menzillerinde görüldüğü gibi yaradılışları gereği
iç içe geçtiğini iddia etmesine neden olmuştur.
Ay, insan güzelliğinin simgesi olduğu gibi, Allah’ın her
yere yansıyan ulaşılmaz cemalinin bir simgesi olarak da
düşünülmektedir: her türlü suda yansıyan ayla ilgili geleneksel Doğu Asya özdeyişi, İslami gelenekte de kendine
bir yer bulabilmiştir. Bu nedenle Mevlana şiirlerinden birinde şöyle demiştir:
Bu çalışmamın konusunu sadece ay kapsamamaktadır.
Geniş çaplı araştırılan bir konudur. Dergi formatı gereği
bir çok kısmı kısaltılmış, en dikkat çekici yerleri ve tabii
en can alıcı noktaları vurgulanmıştır. Yazıda ilkin dipnotlar koymuş olmama rağmen sonradan çıkarmanın uygun
olduğu kanısına vardım. Aşağıda, ay ile ilgili daha geniş kapsamlı araştırmaların olduğu kaynaklar verilmiştir
-özellikle Eliade’nin kitabı-. Buradaki kaynaklar, sadece
bir temel oluşturmasına olanak vermektedir. Daha geniş
çıkarımlar, varsayımlar ve sonuca ulaşmak için titiz araştırma yapmak önemlidir.
KAYNAKÇA
Aitareya Brahmana, VIII, 28, 15.
A. Schimmel, Tanrının Yeryüzündeki İşaretleri, Kabalcı Yayınları, 2004.
C. Hentze, Mythes et symboles lunaires, Anvers, 1932.
Cuneiform Texts, 15-17; 16.
Dahnhardt, Natursagen.
Furlani, La religinoe babilonese-assira, Bologna, 1929.
Iqbal, Asrar ikhudi (Esrar-i Hudi/Benlik Sırları), 1915.
Krappe, La Genese des Mythes, Paris, 1938
J. Frazer, The Belief in İmmortality and the Worship of the Dead, Londra,
1913, c.I.
M. Eliade, Dinler Tarihine Giriş, Kabalcı Yayınları, 2014.
Ploos ve Bartels, Woman, Londra, 1935.
R. Briffault, The Mothers, c.I- III., Londra, 1927
Rig Veda, I, 105.
Trilles, Les Pygmees de la foret equatoriale, Paris, 1933.
V. Gennep, Mythes et legendes d’Australie, Paris, 1906.
W. Schmidt, Ursprung, c.III.
Y. Friedmann, Qişşa Shakarwarti Farrnad, 1975.
Sen O’nu göklerde ararsın, ay gibi suyun üstüne düşer,
orada parıl panl parlar.
Sen O’nu bulabilmek için suya girersin.
Bu kez o gökyüzüne kaçar.
Öte yandan tasavvufa eğilim duyan bazı Türkler; Allah,
hilal ve lale sözcükleri arasında bir bağlantı kurmuşlardır; her üçü de a-l-l-h harflerini içlerinde barındırması
sebebiyle. Bu yüzden üçü, çok rastlanılan tasavvufi öğelerdendir.
38
adım
bilgi
fikir
Mihriban Sarı,
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi
[email protected]
Seçim Sizin
Hayır , hayır! Biraz daha sabredemez miydin
güneş beni uyandırmak için? Veyahut bugün es
geçseydin şu gariban kulu olmaz mıydı? Şart mıydı yani gelip kirpiklerimin arasından süzülmen.
Eee, şimdi sen geldikten sonra da seni içeri buyur
etmemek olmaz.Hadi bakalım kalkma vakti, yatağımın şevkatli kollarından.
Ardına kadar açıyorum evimin gözkapakları olan
pencereleri. Ciğerlerim patlayana kadar huzuru
çekiyorum içime.Günaydınlar! Özgürlüklerine
imrenerek baktığım martılar , her baktığımda
renklerine ,tekrar tekrar aşık olduğum çiçekler ,
ayaklarını yere vura vura okula giden afacanlar ,
mahallemizin dedikodu makinesi Nevriye Teyze,
bakkal Hasan Amca'ya 'günaydınlar'...
Hadi bakalım; Şimdi
güzel bir kahvaltı
yapma vakti. Pek
tabii ki müzik eşliğinde hazırlanmalı
güzide pazar kahvaltım. Çayı ocağa
koyarken günlük
sabah seramonime
de başlıyorum. Malum
komşularımı billur sesimden mahrum bırakmak olmaz.
Ayrıca şarkı söylemek için sesimin
güzel olmasına gerek yok ki. Bu arada, aklınızda
yanlız yaşadığıma dair fikirlerin oluştuğun farkındayım. Hemen bu duruma müdahil oluyorum. Hayır efendim , tek yaşamıyorum. Benim
basit hayatıma renk katan dostlarımla yaşıyorum.
Dostlarımın kimisi servi boylu , kimisi cennet
kokulu , kimisi sinirli, kimisi de narin mi narin...
Sizleri onlarla tanıştırmak isterim: Hemen şurada -pencerimin kenarında mor saksıda duran
- papatyalarım , yanındaki sarı saksıda duranlar
da begonyam. Bu kadar da değil, evimin asi erkeği kaktüsüm , lafını biran olsun eksik etmeyen
kaynana dilim , geceleri derdime ortak olan akşamsefalarım var benim. Yahu en kadim dostlarım kitaplarım var.Size böyle çene çalarken boş
durduğumu sanmayın sakın. Kahvaltımı yaptım
ve tabii ki çiçeklerimle de ilgilendim. Pek de hamaratım(!).Eee, artık damaklı bir çay içme vakti.
Pencerimin tam karşısındaki turkuaz renkli koltuğuma güzelce oturuyorum. Avucum da sıcacık
çay bardağım , pencerimin kenarında çiçeklerim ,
kucağımda en sevdiğim yazarlardan birinin şaheseri ... Var mı bundan daha huzur verecek bir şey
kainat üzerinde?
İşte benim hayatımdan bir kesit...
Kimilerine göre sıradan, sıkıcı, durağan, kimilerine
göre huzurlu... Her
kim ne derse desin
benim hayatım .
Sakinliğin , sadeliğin arasında saklanmış mutluluğu
yakaladım ben.
Siyahla beyaz arasında sıkışan maviliği
keşfettim ben. İnsanlarla değilde kendimle mutlu
olabilmenin hazzına ulaştım.Diyeceğim o ki başka hayatların esiri kılmayın
hayatlarınızı. Sizden başka bir tane daha yok hayatta. Bu sebepten sadece sizi mutlu kılan şeyleri
yapın. Her hayat kişiye özeldir. Ya herkes gibi olur
, eğlenceli ve yoğun sandığınız sıradan hayatlarda
kaybolursunuz ya da kendi hikayenizi kendiniz
yazar özel olursunuz. Seçim sizin...
adım
bilgi
fikir
39
İrieda Hamzaj Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans
[email protected]
Legends From
Around The World:
Balkans (Albania)
Legends are part of every culture,
they compose the soul of any country or region related to. This time
we will talk about a Fairy-city. A
magical mysterious land and beauty
living among us for four thousand
years that recieves every day the
sun brought from God and the joy
of people who live in. Once upon
a time a young lady, beautyful as
a fairy, named Antipatrea, lived in
harmony in a land covered with
flowers and blessed by sun and
aboundance. She maintained a simple life until one day her way was
crossed with two handsome and
strong boys, tall as a giant, affecting
cleverness and handsomness that
will make every girl dream the rest
of their lifes in their arms. The older brother was called Tomorr and
the youngest one Shpirag. As soon
as they saw Antipatrea, the magical
beauty of her striked their hearts
immediately and made them fall
deeply in love. Antipatrea unawared
of her effect on the brothers greated
them with a nice smile offering help
to these voyagers. Nevertheless, the
brothers needed more than a nice
advice from the young fairy-like
girl. They needed her love! Soon
enough their purpose got revealed
and a firm fight began between
the brothers,whom to conquer the
love of Antipatrea, knew no limit.
Antipatrea begged them to stop but
it was too late. The fight had begun.
Tomorr was good with the sword.
He had a big shinny golden sword
heavy as a mountain, that no man
but him could hold it. In the other
hand, Shpirag was good with the
40
mace. His mace was big round with thorns, that only kings and emperors could posses
such a deadly arm. Tomorr striked with his sword and Shpirag with his mace, while
the beaty Antipatrea crumbeled in sadeness, and started to cry. Though this situation
didn’t affect the fight between the brothers, even worse, they got encouraged to fight
more against each –other. God who sees all that lives on earth, saw this unpleasant
event. His Highness got angry from the behaviour of his creatures. Love shouldn’t be
a reason of grief to nobody.
God decided to interfere and punish these troublemakers. He made of the borthers
mountains, and of the beautiful girl a marvelous city. Surely you will ask: Why the
adım
bilgi
fikir
fairy-like girl? She was innocent! God wanted to prevent another occurance as the previous one,
and also wanted to give an example to all cratures that love is a celebration and not a fight, by
preserving all as they were. After four thousand years time the fairy-city still exist in the Balkan land called Albania. Now a day Antipatrea is called Berat, her tears formed a river which
is called Osum, but the mountain brothers still face each. Every morning as the sun shines
to warm up our lifes , it also shows the faces of the mountains, preserving the strikes of the
sword and the holes of the mice. Berat still stays in between quietly, and her tears of Osum flow
through the mountains giving life and joy to all people and creatures that live in the region.
adım
bilgi
fikir
41
Hakan Atalay,
Sakarya Üniversitesi
[email protected]
Futbol
Basit Bir Oyundur
Futbolun başlangıcı ve coğrafik bölgesi hakkında kesin
bir bilgi bulunmamakla birlikte, genel olarak top oyunları,
eski Çin uygarlığındaki yöresel oyunlara benzetilmektedir.
Klasik futbol tarihinin milattan önce ikinci bin yıla dek
uzandığı söylentiler arasındadır. Bu oyunda uygun materyal tüylüdür ve iki bambu direği arasına asılmış şekildedir.
Futbol, günümüzde ise dünyadaki en popüler spordur. Fifa’nın 2014 yılındaki verilerine göre Dünya üzerinde 265
milyon futbolcu ve 5 milyon hakem aktif olarak bu spora
katılım sağlamaktadır.
gibi faktörler müsabakayı kazanmadaki en büyük etmenlerdir. Tartışmasız dünyanın en popüler spor dalı olan
futbolda başarı üst düzey teknik, taktik ve fiziksel beceri
gerektirir.
Dahası futbol, bu etkililiğinin yanı sıra bir sektör haline
gelmiştir. Seyirlik bir spor olması ve büyük kitleleri peşinden sürükleme özelliği ile diğer branşlardan büyük ölçüde
farklılık göstermektedir.
Son 10 yıldaki futbol müsabakalarını incelediğimizde topu
eliyle koymuşçasına istediği yere gönderebilen yüksek
tekniğe sahip oyuncular mutlaka vardır, ancak onlar bile
yüzde yüz isabetle pas veremezler ya da şut çekemezler.
İkinci olarak futbol en kalabalık takım sporlarından biridir.
Voleybolda 6, basketbolda 5 kişi sahada bulunurken, bu
rakam Amerikan futbolunda 11, ragbide 15’tir ve bu son
iki sporda da hem el hem ayak kullanılmaktadır.
Futbol oyun anlayışının ülkelere ve liglere göre farklılık
gösterdiği ve başarıya ulaşmak için değişik yolların tercih
edildiği bilinmektedir.
Örneğin yapılan analizler sonucunda İspanyolların kollektif oyun anlayışı, İtalyanların ise kapalı sert savunma
anlayışı müsabakayı kazanmak adına farklı oyun anlayışlarının en belirgin özelliklerindendir.
Futbolda başarıya ulaşılması için birçok farklı etmenlerin
birleşimi gerekmektedir. Futbolcunun sağlığı, beslenmesi,
psikolojisi, sahadaki dizilişi, oyun anlayışı, taraftar desteği
42
Kendi çalışma alanım olan analiz kısmı ise sportif başarıyı
sınırlayan faktörleri daha iyi anlamlandırmak için önemli
bir role sahiptir. Futbolda maç performansı farklı teknik,
taktik, zihinsel ve fizyolojik etmenlerin etkileşimi olarak
tanımlanabilir.
Futbolda ise ellerini kullanabilen kaleciyi dışarıda bırakırsak her takımda 10’ar futbolcu bulunmaktadır ve birbirleriyle ayaklarını kullanarak iletişim kurmaktadır. Öncelikle
insanoğlunun daha iyi kontrol edebildiği el yerine ayaklarla oynanması en önemli belirsizlik kaynağıdır. Bu duruma bir de içi hava dolu 400-450 gramlık topu doğrudan
etkileyebilecek doğa koşulları dâhil edildiğinde, futbolun
dünyadaki spor dalları arasında en fazla belirsizlik içeren
adım
bilgi
fikir
dal olduğunu söylemek yanlış olmaz. Belki de sırf bu
yüzden en çok sevilen ve yapılan spordur. Futbol oyunu
geliştikçe, performans analizi yöntemleri de aynı oranda
gelişmektedir. Basit el notlarıyla saha üzerinde oyuncu
işaretlemeyle başlayan analizler, video kayıtları ve bilgisayarları analizle evrimleşmesini devam ettirmiştir.
Rakip takım analizinde iki önemli unsur bulunmaktadır.
İlk olarak rakip takım ne yapıyor? İkinci olarak buna
karşılık biz ne yapacağız? Analizde ise taktik, teknik ve
takım analizi yapılarak rakibin muhtemel oyun kurgusu
planılanılarak müsabakaya en uygun şekilde hazırlanmak
temel amaçtır.
Peki her şey analiz ve istatiksel verilerle çözülebilir mi?
Tabiki de hayır. Manchester United’in efsanevi teknik
direktörü Sir Alex Ferguson konuyu tek cümle ile özetlemiştir. “İstatistik mini etek gibidir, çok şey gösterir ama
asıl görünmesi gerekeni göstermez.”
Kaynakça:
1.Williams A.M., Reilly T, and Carling C, 2007, Handbook for soccer match analysis
2.Haugen T, The role and development of sprinting speed
in soccer, Doktora Tezi, University of Adger, 2014
3.Erdil G, Bozkurt S, İşleğen Ç, Ölçücü B, 2010 Futbol
Dünya kupasında İspanya takımının kollektif performansının maçların kazanılmasında etkisi, Spor ve Performans Araştırmaları dergisi, 2013
4.Sönmeyenmakas A, Uefa Şampiyonlar Liginde Atılan
Gollerin Analizi, Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi, 2008
5.(Drust, Atkinson, & Reilly, 2007).
6. Helgerud, Engen, Wisloff ve Hoff, 2001; Manna,
Khanna ve Dhara, 2011.
7.Göral K, Son şampiyon Alman Milli Takımının 2014
FIFA Dünya Kupası performansının analizi
Özetle izlediğiniz 90 dakikalık bir futbol müsabakasının
öncesinde arka planda, yüksek tempolu bir idman
akışı, teknik, taktik ve takım olarak incelemeler ve maç
esnasında takımına gönül vermiş onbinlerce taraftarın
emeği bulunmaktadır.
Unutmayın futbol asla sadece futbol değildir. Futbol basit
bir oyundur, zor olan ise basit futbol oynamaktır.
adım
bilgi
fikir
43
SAÜ Geleneksel Türk Okçuluğu Topluluğu Söyleşisi
İlk olarak sizi ve topluluğunuzu tanıyabilir miyiz?
Ayşegül: Öncelikle kendimi tanıtayım. Ben Ayşegül Öztürk Topluluğumuzun öğrenci başkan yardımcısı olarak
görev alıyor, aynı zamanda eğitmenliğini yapıyorum. Öğrenci başkanımız Melih Feyizoğlu ve kurucu üyelerimizden Dilara Karadeniz, Volkan Dilsiz ve Kakajan Abdulreşidov da eğitmenlerimizden. Bu beş öğrenci topluluğun
kuruluşunda, eğitim faaliyetlerinde, malzeme temininde
ve her türlü aşamasında içinde bulunmuştur. Kuruluşumuz Selçuk Kürşad Koca’nın akademik başkanlığında
2014 yılının Ocak ayında gerçekleşti. Kuruluşumuz bir
anda, spontane bir şekilde gerçekleşti diyebiliriz. Kendimiz zaten Okçulukla ilgileniyorduk ancak Sakarya’da
atış yapma alanı anlamında çok zorluk çekiyorduk. Daha
sonra hocamızın desteği ile üniversite bünyesinde bir topluluk kurma fikri ortaya çıktı. Bu şekilde birçok kişinin
de geleneksel okçulukla tanışmasını sağladık. Yaklaşık 2
buçuk yıldır faaliyet sürdürüyoruz. Şu anda 150’ye yakın
öğrenci klübümüz bünyesinde eğitim görmektedir.
Yanımızdaki arkadaşlar kulübümüzün en aktif, hatta fazla aktif üyelerinden birkaçı  Sena Hira, Yunus Emre
Yolgiden ve Tufan Baş birkaç dönemdir eğitimlerimize
katılıyor.
Topluluğun aktif üyelerinden arkadaşlarımıza soralım
öyleyse. nasıl Topluluğa üye oldunuz ve nereden duydunuz?
Sena Hira: Bir arkadaş vasıtasıyla toplulukla tanıştım.
Ben de bu alanda ilgiliydim. Yaklaşık bir senedir devam
ediyorum. Çok ilgili ve severek devam ediyorum. Savaş
aletlerine her zaman bir ilgim vardı. Bu yönden bu tarzda
bir topluluğun üniversitede olması beni sevindirdi.
Öğrencileri şiddete yönlendirilmesi olasılığı sizi ürkütmüyor mu?
Ayşegül: Tabii
çok masumane
bir spor değil o
şekilde baktığımızda. Aslında
spor da değil
bir savaş sanatı
daha çok. Önlem
alındığı sürece
bir tehlikesi yok
diyebiliriz. Eğitmenlerin gözetiminde olduğu
için şimdiye kadar ben sakıncalı
bir durum içinde
bulunmadım.
Ama güvenlik
önlemleri kesinlikle alınmalı.
Dilara: Yeni üye olmak için gelenler sadece eğlenmek
için geliyor ama devam ettikçe insanda farklı duygular
meydana geliyor. Sonuçta okçuluk Türk kültüründe çok
önemli bir yere sahip. Bir süre sonra milli duygular harekete geçiyor daha farklı yaklaşıyorsunuz eğitimlere.
Türkiye’de Okçuluk sporu ne durumda?
Dilara: Öncelikle modern okçuluk ve geleneksel okçuluk
olarak ayrım var. Ancak geleneksel okçuluk, federasyonu
olmadığı için tam anlamıyla desteklenmiyor. Geleneksel
Okçuluk daha çok festivallerde öne çıkıyor. Her ülkenin
bu şekilde festivalleri var. Bizde Geleneksel Okçuluk
Osmanlı ile özdeşleştiriliyor. Ancak bunun ötesinde de
bir mazisi var. Örneğin bizim Ötkün oklarımız var. Metehan’ın icadı olduğu biliniyor. O dönem tabii savaş aleti
olarak kullanılıyordu şimdi ise bir spor aleti.
44
adım
bilgi
fikir
Kendini Osmanlı torunu hissedip gelen var savaş aleti
kullanmak isteyip gelen var, daha az hareketli bir spor
olması nedeniyle tercih edenler var, bu kültüre sahip çıkmak için gelenler var. Bu kapsamda çok farklı kesimleri
içinde barındırıyor Geleneksel Okçuluk.
Tehlike konusunda mesela çok sık sorulan bir soru, ‘’Öldürür mü?’’ diye soruyorlar. Bizde biraz mizahi öldürür
de süründürür de diyoruz. Çünkü kullandığımız aletler
gerçek. Ancak tüm önlemleri alıyoruz. Tüm spor dallarında olduğu kadar bir tehlikeyi içinde barındırdığıysa
yadsınamaz.
Türkiye’de Okçuluğun gelişimi konusunda şunları söyleyebilirim. Ben bu işi 4 buçuk yıldır yapıyorum. İlk
başlarda biz yayları Macaristan’dan alıyorduk Türk yayı
adıyla. Türkiye’de o dönemde bir iki kişinin haricinde
üretim yoktu. Ama günümüzde ülkemizden de
temin edebiliyoruz. Okçuluk ile ilgili olarak araştırmalarda Türk arşivlerine
ulaşamıyoruz ve yabancı
arşivlerden yararlanmak
durumunda kalıyoruz.
Ancak yavaş yavaş farkındalık arttıkça bu durumlar
değişiyor. İlgi gün geçtikçe
artıyor. Biz de ata sporumuzu devam ettirip günümüzde yaşattığımız için
mutlu oluyoruz.
Topluluğun kurucu üyeleri arasında daha çok
kadınlar var gibi görünüyor.
Ayşegül: Aslında savaş aleti olması sebebiyle bayanlar uzak durur diye düşünülebilir ama öyle değil. Kurucu
üyelerimizin ikisi bayan ve kursiyerlerimiz de yarı yarıya
diyebiliriz. Gerçekten kızlar çok ilgililer ve çok da başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Bayan eğitmen görünce şaşıranlar olabiliyor bazen. Diğer taraftan bayanlara özel seanslarımız da var. Kimisi pasta kurabiye yapıp geliyor, bu
da bizim için hiç de fena olmuyor Çocuk, genç ve orta
yaş üstünde çok farklı profillerde katılımcılarımız var.
Son dönemde dizilerle Okçuluğun daha popülerleştiğini söylemiştin. Buna değinebilir miyiz?
Ayşegül: Özellikle Muhteşem Yüzyıl dizisi okçuluğa yönelik bir ilgi oluşturdu. Ardından Diriliş dizisi bu ilgiyi
doruklara taşıdı. Ama hiç olmayan bir şeyi ortaya çıkardı
gibi yanlış bir algı oluşmasın. Kültürümüzün bu kısmını
unutanlar hatırladı, bu şekilde dizilerden görüp bize yönelenler de arttı tabii.
Dilara: Bizim için bazı yönlerden de bize biraz burukluk
yaşattı. Şöyle ki dizilerden önce bazı başvurularımızda
yüzümüze bakmayan insanlar, sonrasında popülerliğin
artmasıyla bizi kendileri aramaya başladılar. Buna sevinmeli mi üzülmeli bilemiyoruz. Hepimizin gördüğü gibi
Diriliş dizisinden sonra eski Türk kültürüne ait sembollerin, mesela kayı boyuna ait bayrağın her tarafta öne çıktığını biliyoruz.
Okçuluk sporunun size kattığı ne gibi olumlu özellikleri var.
Yunus Emre Yolgiden: Okçulukta her şeyden önce konsantrasyonunuzun arttığını spora başladıktan sonra bariz
şekilde fark edebilirsiniz. Daha rahat odaklanabiliyorsunuz. Okçulukta, diğer atış aletlerinde olduğu gibi ya da
modern okçulukta olduğu gibi bir nişan alma yeri yok.
Ancak tecrübeyle, hissiyatla parmak hissi dediğimiz
şekilde nişan alıyorsun ve atış yapıyorsun. Modern Okçulukta 50 metreye nokta atışı yapabilirken geleneksel
okçulukta ancak belirli bir tecrübeyle bu mesafeyi yakalayabilirsin. Bu noktada antrenman isteyen bir spor dalı.
Tufan Baş: Konsantrasyonun yanında kol kaslarına, arka
koldaki ince kaslara yoğun bir yüklenme oluyor. Atletik görüntümüze de bu şekilde katkı sağlıyor. Ayrıca ok
atmaya başlamadan kepaze denilen bir lastikle bir süre
çalışarak başlanılıyor. Belli bir süre ve belli bir disiplinde
kepaze çalışmasından sonra ok atmaya başlıyoruz. Tabii
bu bazı üyelere bazen zor geliyor ama ısınma hareketleri
olarak kesinlikle buna dikkat ediyoruz.
Ayşegül: Bunun yanında ruhsal, manevi olarak iyi hissettiren özgüven sağlayan bir yanı da var. Kemik bozukluğunu,
sırt bozukluğunu önlediği yine uzmanlar tarafından söyleniyor. Eklem ve tendonların, omuz, sırt ve bacak kaslarının
kuvvetlenmesini sağlayarak osteoporoz ve omurga eğriliği
tedavisinde de kullanılmakta. Bu doğrultuda özellikle çocuklara öneriyoruz. Aileler çocuklarına bir kere de olsa
kesinlikle denetsinler. Zaten eminiz ki bir kere bu tadı alan
bir çocuk bir daha bırakmak istemeyecek.
adım
bilgi
fikir
45
Orduya girmek için yapılan elemelerde uygun kişiler
aranıyormuş. Çok güçlü yayları çekip hedefi çok uzak
mesafeden vurmaları bekleniyormuş. Bu konuda rekorun
Osmanlı ordusuna mensup bir okçuda olduğu biliniyor.
Toskoparan İskender 846 metrelik bir rekoru vardı. Şimdiye kadar dünya genelinde kimse onu geçememiştir.
Kepaze olmaya geri dönersek o kadar güçlü yayları çekebilmek için sarf edilen yoğun çaba sonrası bu konuda
başarı gösteren askerlere, motive etmek amaçlı kepaze
ettin yayı sözü söyleniyormuş.
Topluluk olarak yaşadığınız sıkıntılar var mı? Üniversite’den destek gördünüz mü?
Ayşegül: Çok fazla var. Hangi birini saymalı bilemiyoruz. Topluluğumuzda eğitimlere sadece bir yayla
başladık diyebiliriz. O yayı da kurucu üyelerimiz kendi
imkanları ile aldı. Malzemelerin fiyatları el işçiliği olduğu için çok külfetli. Bu nedenle Rektörümüzün bizi özellikle oklar ve yaylar konusunda destekleyeceğini umup,
bir görüşme yaptık. Başlarda bir çekince oldu sanırım
üniversite tarafından. Ancak bu yıl bu konuda bir destekleri oldu diyebiliriz. İki sene önce malzeme bulmak
daha zordu. Şu anda biraz daha kolay. O zaman biz kendi
oklarımızı kendimiz üretiyorduk. Diğer malzemelerimizi
de yine kendi imkanlarımızla temin ettik. Şu anda yeni
bir sponsor bulduk. Böylece elimiz biraz daha rahatladı.
Okat Geleneksel sayesinde yarışmalara ve festivallere
daha iyi bir ekipman ve çok sayıda yarışmacı ile katılabiliyoruz. Yarışmalardan aldığımız derecelerde arttı bu
şekilde.
Ayşegül: Sakarya Okçuluk Kulübünün faaliyetlerine
dönecek olursak şuana dek ulaşmış olduğumuz, katkıda
bulunduğumuz, irtibata geçtiğimiz, bir şekilde yardımlaştığımız kemankeş sayısı bizi oldukça mutlu ediyor.
Bunu devam ettirebilmek için, Sakarya büyükşehir belediyesi bünyesinde Macera Park’da yaz kurslarımız ve
üniversitemizde eğitimlerimiz devam ediyor. Şehrimizde
bulunan özel eğitim kurumlarının da okçuluğa olan ilgisi
giderek artıyor.
Kurslarımıza katılmak, okçuluk hakkında bilgi edinmek
ve bu keyifli ortamda bulunmak isteyenler Facebook
üzerinden ‘Saü Geleneksel Türk Okçuluğu’ sayfasından
veya [email protected] adresinden bize ulaşabilir.
Son olarak Sakarya Okçuluk kulübü adına, yayınlarınızda bizlere yer verdiğiniz için başta sevgili Eser’e ve
Adım Dergisi’ne teşekkür ediyoruz.
SÖYLEŞİ: Eser Alpkaya
Onun haricinde, her yaz döneminde en az 3, 4 tane ulusal
ve uluslararası çapta yarışmalar düzenleniyor. Üniversitemiz bizi yalnız bir yarışmaya gönderebiliyor. Diğer
yarışmalara yine kendi imkanlarımızla katılmak durumunda kalıyoruz.
İsterseniz biraz bu antrenmanlarda kullanılan kepazeden ve eğitimlerden bahsedelim.
Sana bu şiiri bir gece yarısı yazıyorum
Etrafımda lakırdılar bir ton
Seni sallarken düşlerimde
büyümediğini fark ediyorum.
Nezaket oturmuşsa payitahtına
Boynum bükülüyor, acziyetimi fark ediyorum.
Elimden gelen yazmak sadece
Oysa senin elinden kainat fışkırıyor
Gündüzüm ve gecem
A dan Z'ye her hecem
Sen kokuyor
Sen koktuğun için konuşuyorum
Dalgalar seni getiremediği için hırçın vuruyor
Ellerinle tutuyor gözlerinle görüyorum.
Her tebessümünde bin can veriyorum
Küllerinden doğan kuşlar halt etmiş yanımda
Bir selamında bütün oluyorum.
Yakamozda resmini çiziyorum sulara
Damlada seni izliyorum
Okyanusa ilham veren sensin .
Farkirane çaldım kapını
Sen geldin diyorum
Her zerremde
Seni seviyorum
Seni seviyorum...
Velican Polat
Ayşegül: Eğitimlerimizde önce kepaze çekerek başlıyoruz. Kepaze olma değiminin de buradan geldiğinin
altını çizelim. Kepazede normalde 4 haftalık bir çalışma
yapıyoruz. Ama insanlar sabırsızlandığı için ok atmaya
geçmeyi istiyorlar bir an önce. Daha sonra atışlara başlıyoruz. Okçuluk disiplin gerektiren bir spor. Bu nedenle
belirli bir program dahilinde talim yapıyoruz. Bu konuda
bir deyim, eğer siz okçuluğu bir gün bırakırsanız o sizi
40 gün bırakır şeklinde.
Dilara: Osmanlı döneminde yaylar şimdiden çok daha
kuvvetliymiş ve tabii kişiler de çok daha heybetliymiş.
46
adım
bilgi
fikir
adım
bilgi
fikir
47
Eser Alpkaya,
[email protected]
Bursa
Benciller Mektebi
Romanı Çevirisi İlk Bölüm
“Rüya görüyorum.. Artık yaşamıyorum… Bir hayal
dünyasının içinde hapsedildim… “
İlk defa yaptığım çalışmalara karşı bir nefret duymaya başladım. Önümdeki kâğıt yığınlarını sanki
bana uzak, yabancı birer materyalmiş gibi gözlemledim. Onlar ki yıllarca bir bilim adamının yorgunluk
dolu eserleri, yani benim ortaçağ linguistiği üzerine
yaptığım araştırmalar; hiç kimseyi ilgilendirmeyen,
beni bile.
Yukarıda koyu renkli pencerede bir gölge dolaşıyordu.
Ulusal Kütüphane’de bir Aralık akşamıydı. Bütün
gün yaptığım araştırmalar ve keşifler üzerine kayıt
düşmüş, not almış, değerlendirmeler yapmıştım.
Artık bu kadarı yeter deyip gözlerimin yandığını
hissettikten sonra, elimde ağırlaşan dolma kalemini
bıraktım ve sandalyeme doğru geriye yaslandım.
Etrafımda çalışma masalarına doğru eğilmiş gövdeler, lamba ışığı altında parlayan kafatasları ve duvarlar boyunca raflarda dizilmiş dilsiz, kapalı ve belirsiz
kitaplar vardı. Rutubetli ve kasvetli bir atmosfer
büyük okuma odasını bir ölüm sessizliği içerisinde
hareketsiz bırakıyordu. Havada insanın günden güne
içine çekmeye alıştığı tipik bir toz kokusu uçuşuyordu.
48
Etrafı sorgular bir şekilde gözlemledim.
Kafatasları düşünüyorlardı. Eğer gözleri arada sırada kapaklarının ardına düşmese ve kalın gözlükleri
oynamasa hala hayatta olup olmadıklarından şüphe
edilebilirdi. Okuyorlardı; sanki hareketsiz bir şekilde
bir kertenkelenin bir böceği öğütmesi misali, bilgiyi kendilerine çekiyorlardı, dünyanın düşüncesiyle
meşgul olurken, hakikatten uzaklaştıklarını fark
etmeden. Sonsuzluk, zamanın içinde dolaştığında ne
kadar da sıkıcıydı?
Ayağa kalktım.
Kafa taslarını izledim. Ah, keşke biraz farkında olsalardı..
Alaycı bir gülüşle katalogların bulunduğu bodrum
katına doğru yola koyuldum.
Ve o anda yazılı olmayan bir kuralı çiğnemeye karar
vermiştim: İşe yaramayan bir şey okumak istiyordum. Öylesine. Hiçbir amaca bağlı olmadan. Bilimsel adamların kurallarının dışında, sadece zaman
geçirmek ve keyif alabilmek maksadıyla okumak. Ne
kadar da gereksiz bir eylem!
Gözümü kapattım. Katalogların bulunduğu raflar
arasında parmaklarımı gezdirdim ve bir çekmeceden
sıradan olması muhtemel bir kayıt kartını yakaladım
ve talebimi görevliye verdim.
Tekrar yerime yani okuma salonunun kafa tasları
adım
bilgi
fikir
merkezine döndüm. Beklemem gereken on dakika
boyunca etrafı anlamını çözemediğim bir tebessümle
izliyordum.
Nihayetinde salon görevlisi kırımızı bir deri ile kaplanmış mor hatları olan eski bir kitap ile geldi.
Dictionnaire patriotique isimli Fustel des Houilleres
tarafından 1798 yılında yayınlanmış bir kitap.
Mükemmel! Daha önce ismini hiç duymadığım bir
kitap.
Tesadüfe kendimi biraz daha teslim ederek, dokunmamla anında açılan ve 96. Sayfada hemen gözüme
ilişen şu başlıkta kendimi buldum.
BENCİLLİK (Egoizm)
Bencil, dünyada sadece kendisinin var olduğunu ve
haricindeki her şeyin sadece bir düşten ibaret olduğuna inanan kişi.
İnsan bilincinin büyük bir utancı olarak 18. Yüzyılın
başında Paris’te ismi bu saçma fikir ile nam salan bir
adam yaşamıştı: Gaspard Languenhaert, Hollanda
Cumhuriyeti vatandaşı. O kadar karizmatik ve belagat
sahibi idi ki, sahip olduğu haremi bunun kanıtıydı.
Ancak onun asıl metresi felsefeydi ve sadece insanları
etkilemeye çalıştığı doktrini ile nam salmak istiyordu. Ona göre İngiliz felsefesi sorunları kavramak
konusunda yeterince bilgi sahibiydi ancak bu yine de
onları çözmeye kafi değildi. Kendince kabule değer
yorumlar geliştirmiş ve bunlardan hiç duyulmamış
sonuçlar çıkarmıştı. Bunlardan birisi: İster göklerin
7 kat üstüne çıkayım, ister yerin bütün katmanlarının
altına ineyim, yine de kendimden öteye gidemiyorum
ve kendi düşüncelerimden başka bir şeyi algılamıyorum. Yani dünya kendi başına bir varlık ifade etmiyor,
aksine sadece benim içinde. O halde yaşam sadece bir
hayal. Yani tüm gerçeklik sadece benden ibaret.
Onun çağdaşlarının ifadelerine göre bu genç adam
bilincimizin sınırlarını gamsızca sorgulayarak şeylerin
sadece ona özel, onun içinde ve onun tarafında olduğu
iddiasında bulunuyordu. Bu iddiasını açığa vurma
niyeti ile salon salon dolaşarak her gittiği yerde tekrar
tekrar, sadece onun var olduğunu ve o sırada orada
bulunan dinleyicilerin bile aslında var olmadıklarını,
elinde tuttuğu camı göstererek, maddenin anlamsız
bir kabulden ibaret olduğunu, kadın erkek fark etmeksizin, sadece kendi varlığının kesinliği olduğunu ve
evrenin devamlılığının kendi ihsanına bağlı olduğunu
savunmaktaydı. Bazıları..
adım
bilgi
fikir
49
Fatih Ergün, Sakarya
PTT
ÇALIŞANI
[email protected]
Kulenin girişinde soluklandım. Her zaman olduğu gibi bir grup insan, kapının açılma zamanını bekliyordu.
Saatime baktım 8:59’u gösteriyordu. Bir dakika içerisinde vardiyamın başlaması için imzamı atıp, masamın
başına oturmam gerekiyordu. Aksi takdirde günümün yarısında ücretsiz olarak çalışmak zorunda kalacaktım. Asansörü bekleyecek zamanım yoktu. Hesaplarım ve tecrübelerime dayanarak merdivenleri otuz saniye
içerisinde tırmanabilirdim. İmza defterini kulenin başında oturan ejderhalardan biri tutuyordu. Soluklanarak
imzamı atarken, ejderhanın alev çıkaran gözlerine bakmamaya çalışıyordum. Sadece gözlerine maruz kaldığım
için bugüne şükrettim ve masama yöneldim…
Ejderhanın devirdiği gözlerinin ağırlığını hala ensemde hissederken her gün çıktığım tozsuz ve parlak mermerlerle döşenmiş merdivenlerin, bir gün omzumun ve beynimin tozlarıyla kirleneceğini düşündüm. Masama
oturdum ve saat 9’u 1 geçiyordu. Kalabalık tek tek ve düzgün bir sıra halinde - kaos bu yüzyılda hep düzgün
bir sıra halinde- fişlerini almaya başlamışlardı bile, kaos beni içine çekmeden önce masamdan özür diledim. Masamdan her gün özür diliyordum, masamdan utanıyordum. Çünkü hiçbir masa benim gibi bir insana
dayanak olmamalıydı. İlk molam üç saat sonraydı ve ben gözümü kapayıp kaosun bu sefer ruhumu fazla
hırpalamamasını umut ederek, beni çevrelemesini bekledim. Hortumun içine takılan belgeler, faturalar, defterikebir kayıtları, kızgın müşteriler ve hırçın kırmızı gözler ruhum için yıkımın darbesini yeni hissetmiş cam
50
adım
bilgi
fikir
kırıklıkları gibiydiler. Her cam parçasının yansımasından nefesimi tutarak ilk molama kadar sağlam kalabilmiştim. Bu savaşı her gün veriyorum, dedim kendime bu benim kaç bininci molamdı? Ve hala nasıl nefes almak için koşa koşa çıkabiliyordum dışarı? Bir yandan bunları düşünürken koşar adımlarla temiz havaya
sığındım. Tam sigaramı yakmak üzereydim ki orta yaşlı esnaf olduğu her halinden belli olan bir beyefendi
göğsüme doldurduğum temiz havaya gölge etti.
“Merhaba seni daha önce içeride de görmüştüm, elimde fişim var fakat kısa bir soru için uzun süre
sırada beklemek istemiyorum. Yardımcı olabilir misin?”
Adamın yüzüne baktım ve koridor boyunca bu an için nasıl koşturduğumu gördüğü halde bu soruyu sorabilmesine anlam veremedim. Ben hala bakıyor ve adam hala bir cevap bekliyordu. “Tabii ki beyefendi, ama
önce siz benim bir sorunuma yardımcı olabilir misiniz,” dedim ve devam ettim: “İnsanları sadece sorunların
dile gelmek için kullandığı bedenler olarak görüyorum. Bana da öyle geliyor ki bu yanlış bir kanı fakat daha
ilerisini düşünemeden sonraki sıraya mutabık sonraki insan geliyor aynı derdin farklı bir sözcüsü gibi yanıt
bekliyor ve belli hareket alanı içerisinde aynı tiyatroyu oynayan farklı oyuncular, neredeyse şaşmadan hep
aynı mimikleri kullanıyorlar. Bense aynı sıra ve aynı koltuk üzerinden aynı tiyatroya aynı cümlelerle aynı
yorumları yapıyorum. Tabii ki bunun bir molası olmalı, her sonsuz döngünün bir sigara molası olması gerektiği gibi, şuan gibi! Asıl sorun ise molaların dahi aynı olması. Bakın! Bu sonsuz tiyatronun girişinde ve
çıkışında her gün rol alan adam olarak soruyorum size, ne olur biri şuracıkta kendini öldürse? Şu kule sağ
duvarından dışarı dökülse, her halükarda biletini alan birisi bu oyunun saçmalığına küfredip, yırtıp atsa?
Ama siz de içeri dikkatli bakarsanız görürsünüz ki bu söylediklerim olmuyor. Biletini alan geçiyor sahnenin
ortasına, bütün varlığını rahatlatmak için kırıklıklarını ağzıyla ve kızarmış gözleriyle fırlatıyor. Bizde bütün
kırıklıklarını süpürüp, süpürüp molaya çıkıp sigara içiyor ve tekrar… Sigaram bitti benim masama oturmaya gidiyorum. Bir şey diyor musunuz?”
-Yahu sen anladın mı ne dedi şimdi bu adam?
-Vallahi bilmiyorum ki bayağıdır tatile çıkmıyor herhalde, ee burada çalışmak kolay değil. Neyse sen önüne
bak sıra ilerliyor.
adım
bilgi
fikir
51
Seyfi Demirci, Sakarya, Sinemacı
[email protected]
Önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi, Türk sineması 1950’li yıllara gelene kadar önce ordunun daha sonrasında da
Muhsin Ertuğrul önderliğinde tiyatro üzerinden ilerlemekteydi. 1950’lerden sonra sinemamız ‘Koca Çınar’ Ömer Lütfü Akad’ın önderliğinde “Sinemacılar Kuşağı” ile başlayan dönemde, sinema sanatının gerçeklerine kavuşmuştu. Muhsin Ertuğrul’un elinde bulundurduğu, tiyatro sanatı üzerinden ilerleyen sinema yerine, daha özgün bir dille ve daha
sinema sanatının normlarını ve formlarını içeren yani kısacası sinema sanatı içine dahil edebileceğimiz bir sinemamız
başlamıştı. O dönemden sonra sinemamız toplum sınıflarından, Anadolu destanlarına, melodramlara değinen birçok
filmi halkla buluşturdu.
Bu dönemde sinemamız “Toplumsal
Gerçekçilik” akımıyla tanışmıştı. Dönemin getirisi üzerinden baktığımızda
sol-ideolojinin sanat içindeki yansıması
olarak bilinen ‘Toplumsal Gerçekçilik’
akımı, en çok edebiyat ve sinema üzerinde daha etkin olarak kullanılmaktaydı.
Sinemamızda bu sanatı Sol ideolojini içinden gelen biri olarak, derinsel bir anlatım
ve yenilikçi bir bakış açısıyla en iyi şekilde
açığa vuran isim, tabi ki Yılmaz Güney›dir.
Sinemamıza getirdiği yeni anlayışlar, toplumun
en temel ögesi bireyin üzerinden oluşturduğu dil
ve anlatım olarak baktığımızda, sinema tarihinde kendine özgün bir yer edinmiştir. Onun
sinemasının anlayabilmek için, bu sinema anlayışını oluşturan temel
kavramları, özellikle de
sanatına damga vuran
toplumsal gerçekçiliği
analiz ederek başlayalım.
Sinemamızda
Toplumsal Gerçekçiliğin
Yansımaları:
Yılmaz Güney
Filmleri
52
adım
bilgi
fikir
İlk olarak bahsettiğim gibi “Toplumsal
Gerçekçilik” kavramı en çok sinema
ve edebiyat üzerinden ilerleyen
bir akım olarak
yansımaktaydı.
Bunun nedeni ise,
1950’li yıllarda
sol fikirler bu iki
sanat dalı üzerinden daha derinlemesine bir anlatımla insanlara
ulaşmaktaydı.
Temel anlamda
toplumsal gerçekçilik felsefi
olarak sol-sos-
yalit ve materyalist bir arka plana sahiptir. Türkiye’de
felsefi alt yapısının gericilikle mücadele gibi konular bu
sanat anlayışının teme kavramları olmuştur. Temel olarak
bu sanat akımı, sosyal sorunları sanatçısının gerçekçi anlayışına bırakarak betimleme anlayışıdır diyebiliriz.
Sinema sanatı içerisinde ilk olarak İtalya’da savaş sonrası başlayan ve Robert Rossellini’nin çektiği 1945 yapımı
“Roma, Citta Aperta (Roma, Açık Şehir)” filmiyle başlayan İtalyan Yeni Gerçekçilik akımıyla başlamıştır diyebiliriz. 1930’lu ve 40’lı yıllarda Musollini döneminde
başlayan «Beyaz Telefon Filmleri» olarak adlandırılan
pembe salon filmlerine bir tepki olarak doğmuş bu
sinema akımı, toplumsal gerçekçiliğin ilk normlarını
oluşturmuştur. Bu akım içerisinde genel olarak savaş
sonrası İtalya›da oluşan ekonomik buhran, toplum
içerisindeki insanların yaşadıkları işsizlik, yoksulluk,
umutsuzluk, ahlaki çöküş gibi konuları işlenmektedir.
Temel olarak sıradan insanların sorunlarına değinen bu
akım, bireysel bir anlatım üzerinden toplumun yaşadığı
sorunlarına değinen bir akım olarak görülmektedir.
Yılmaz Güney’in fikir dünyası toplumsal gerçekçiliğin
yoğun olarak beslendiği sol-sosyalist dünya görüşüne
dayanmaktaydı. Emperyalizm karşıtlığı, halkların kendi
hakkını belirlemesi, sömürge karşıtlığı ve eşitlik retoriğine dayanan fikri, onun sinemasını oluşturan temel yapı
taşları olarak görülmektedir. Temelde bu konular çerçevesinde ilerleyen düşünce yapısının arka planında, geldiği Kürt toplumunun sömürülmesi fikride belirleyici bir
etmen olmuştur. Bu arka plan üzerinden ilerleyen Yılmaz
Güney’in sinemasına ilk dönem filmlerinden başlayarak,
sinemasının yollarında ilerlemeye başlayım o zaman. İşte
Türk sinemasında toplumsal gerçekçiliğin yansımalarını
sunan Usta yönetmen Yılmaz Güney ve sineması.
Sinemadaki İlk Yılları ve “Çirkin Kıral”ın Doğuşu
Sinemaya ilk olarak doğup büyüdüğü Adana’da Kemal
Film ve And Film’in bölge temsilcisi olarak çalışmaya
başlamasıyla ilk adımını atan Güney, asıl tanışmasını
üniversite okumak için geldiği İstanbul’da tanıştığı Atıf
Yılmaz ile yapmıştır. O dönemde hikayelerde yazan Yılmaz Güney, ilk olarak Atıf Yılmaz’ın çektiği 1959 yapımı “Bu Vatanın Çocukları” ve yine aynı yıl çektiği “Alageyik” filmlerinde oyuncu ve senaristlik yaparak başlar.
İlerleyen zamanlarda senaryo ve oyunculuk anlamında
bir çok filmde çalışan Güney, yine aynı yıl çekilen “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filminde yönetmen yardımcılığı yaparak, yönetmenlik anlamında da ilk deneyimini
yaşamıştır.
İstanbul›a ilk geldiği yıllarda bir çok dergide öyküler
yazmakta olan Yılmaz Güney, 1956 yılında Yeni Ufuklar
adlı dergide yazdığı, üç sayfalık “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” başlıklı yazısında komünizm propagan-
dası yaptığı gerekçesiyle tutuklanır. O dönemde anıları
üzerine okuduğum bir yazıdan, şu anekdotu aktarmak
istiyorum. Yılmaz Güney, yargılandığı sırada hakimin
ısrarla komünist propagandası yapmışsınız suçlaması
üzerine Güney›in tek söylediği söz “Hakim bey ben bahsettiğiniz Komünist propagandası nedir onu bilmiyorum,
bilmediğim şeyi nasıl yapabilirim” demiştir. Bu suçlama
sonrasında Yılmaz Güney 1,5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Demir parmaklıklarla ilk tanışması bu şekilde
başlamıştır.
Hapisten çıktıktan sonra sinema yaşamına devam eden
Güney, sinemada bu dönemde daha çok macera ve aksiyon filmlerinde oynamaya başlamıştır. Filmlerinde
Anadolu’dan gelmiş, büyük şehrin yaşantısında ezilen,
zorlanan, hor görülen “Anadolu Genci” karakterlerinde
görülen Güney bu dönemde, sinemanın bir çok noktasını
öğrendiği Lütfü Akad ile tanışır. Bu dönemde Türk Sinemasının da en önemli filmlerinden biri olan “Hudutların
Kanunu” filmiyle iki ustanın harika işçiliği gözler önüne
serilmiştir. Yönetmenliğini Lütfü Akad’ın yaptığı filmin,
senaryosu Yılmaz Güney aittir. Filmin başrolünde de
bulunan Güney, hem oyunculuk anlamında, hem de hikayenin akışı anlamında iyi bir işçiliğin ürününü ortaya
koymuştur.
Bu dönemde sinemada senaryo ve oyunculuk anlamında
bir çok filmde bulunan Güney, oynadığı karakterlerin
getirisi ile “Çirkin Kral” lakabını alır. “Hudutların Kanunu” filminin başarısından sonra, ilk yönetmenlik deneyimi olarak senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yapımcı
ve senarist Alaattin Perveroğlu ile birlikte ve başrolünde
oynadığı “Bana Kurşun İşlemez” (1967) filmiyle yaşayan Güney, daha sonrasında sırasıyla, tipik bir polisiye
filmi olarak senaryosunu yazıp yönettiği ve başrolünde
oynadığı “Benim Adım Kerim” (1967), yönetmenliğini
avantür filmlerin ustası Yılmaz Atadeniz’in yaptığı ve
senaryosunu yazıp başrolünde oynadığı “Çirkin Kral Affetmez” (1967), kurduğu yapım şirketi Güney Filmcilik
ile çıkardığı ve dönemine göre büyük başarı getiren filmi
“Seyit Han (Toprağın Gelini)” (1968), yazar Haydar Turan’ın romanından senaryosunu uyarladığı “Aç Kurtlar”
(1969) ve 1970 Antalya Altın Portakal Film festivalinde
üç ödül alan “Bir Çirkin Adam” filmlerini beyazperdeye
kazandırdı.
Sinemasını ilk dönemlerinde genel olarak aksiyon temalı
ve sert karakter tiplemeleriyle devam eden Yılmaz Güney, 1960’lı yılların sonuna kadar bu tarz bir sinemayla
ilerledi. Ama asıl başarısını sinemaya yenilikçi bakış açısını, yeni anlatımları ve yeni çekim tekniklerini kazandırdığı, Toplumsal Gerçekçilik kavramını ilk olarak özgün
diliyle ortaya koyduğu 1970 yılında senaryosunu yazıp
yönettiği ve başrolünde oynadığı “Umut” filmiyle oldu
diyebiliriz.
adım
bilgi
fikir
53
yollardan bir kurtulma
çabasını arayışıdır. Bir
çok anlamada sade bir
dil ve yalın bir anlatımla
sinemaya kazandırdığı
“Umut”, o dönemde Türk
sinemasında görülmeyen,
kullandığı çekim teknikleri ile de hem teorik
anlamda hem de teknik
anlamda sinemamızda
ayrı bir yer edinmiş bir
yapıttır.
Türk Sinemasında Tam Anlamıyla Bir Başyapıt
“Umut”
Yılmaz Güney sinemasının en önemli yapıtaşlarından
biri olarak görülen “Umut”, onun sinema anlayışının
en temel kurallarını ortaya koymasını sağlayan ve Türk
sinemasına yeni bir soluk getirdiği en önemli filmlerden
biridir. Dil ve anlatım olarak Türk sinema tarihinde bir
dönüm noktası olarak görülen film, hem ulusal alanda
hem de uluslararası sinema alanında büyük başarılar getirmiş bir film.
Oyuncu kadrosunda, onun sinemasında bir çok rolde gördüğümüz, Türk sineması ve tiyatrosunun önemli oyuncularından Tuncel Kurtiz’i görmekteyiz. Diğer rollerde
ise Yılmaz Güney›in keşfettiği Enver Dönmez, Osman
Alyanak ve Gülşen Alnıaçık’ı görmekteyiz. Filmden
kısaca bahsetmek gerekirse; Adana’da ailesinin geçimini
faytonculuk yaparak sağlayan Cabbar ve ailesinin yaşamını görmekteyiz. Ailenin tüm geçim kaynağı olarak
görülen at arabası, Cabbar için değerlidir. Aile büyük bir
umutsuzluk içinde yaşantısına devam ederken, atına araba çarpması sonucu geçim kaynağını kaybeden Cabbar,
umutsuzluk içindeki yaşamı altüst olur. Ailenin düştüğü
bu çıkmazlar içinde kaçış yolları arayan Cabbar, alın teriyle para kazanamayacağını düşünmeye başlar. Bu sefer
umudunu meçhul bir defineye bağlar.
Temel anlamda film umutsuzluğun içinde bir “umut”
arayışının hikayesidir. Yılmaz Güney’in çizdiği bu dünya›da, yaşamının zorlukları içerisinde, çıkmazlar içine
saplanan insanın yaşadığı tüm yıkımlara rağmen, farklı
54
Film ulusal anlamda ve
uluslararası anlamda bir
çok başarı da getirmiştir.
İlk gösterimini yaptığı 2.
Adana Altın Koza Film
Festivalinde bir çok ödüle
layık görülen film, uluslar arası arenada, Berlin
Film Festivalinden ödülle
dönen Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filminden sonra,
Türk Sinemasını uluslar arası sinema camiasına taşıyan
en önemli yapıtlardan biridir. İlk olarak Cannes Film
Festivalinin Fransa Sinematek tarafından “Quinzaine des
Realisateurs (Yönetmenlerin On Beş Günü)” seçkisine
seçilir. Gösterim yapmak için davet edilen Yılmaz Güney, o dönemlerde yaşadığı yargılama süreçleri nedeniyle
hakkında yurtdışına çıkma yasağı verilmiştir. Bu nedenle
filmi temsilen Tuncel Kurtiz gitmiştir. Bir çok sinema
camiası tarafından yenilikçi bir bakış açısı ve anlatım
olarak kazandırdığı derinlik anlamında sinemanın en
önemli yapıtlarından biri olarak görülen “Umut” filmi,
aynı yıl Grenoble Film Festivalinde “Seçiciler Kurulu
Özel Ödülü» nünde sahibi olur.
Film bu kadar ortaya koyduğu başarıya rağmen Türk
Sansür Kurulu tarafından film yasaklanır. Bu yasaklanma
olayıyla ilgili sansür kurulu bir çok gerekçe sunar. Bunlardan ilki, filmdeki Cabbar karakterinin giyim ve kuşamının, fakirliği sembolize eden bir yapıda olması, bir
diğer gerekçe ise filmde atına çarpan arabanın sahibinin
zengin biri olması nedeniyle herhangi bir suçlama oluşmamasıdır. Sansür kurulunun diğer sunduğu gerekçelerse
şu şekilde, filmde Cabbarın ailesini geçindirmek için iş
ararken zengin-fakir ayrımı yapılması, kolay yoldan para
kazanmak için bir siyahi vatandaşı soyma girişimleri ve
güneş doğarken sabah namazı kılması nedenleridir. Aslında o dönemde sansür kurulu bu ve benzeri bir çok onu
nedeniyle filmlere yasaklama getirmişti. Burada kısa bir
anekdot olarak üstat Lütfü Akad›ın bir filminde de sahne
içerisinde gözüken buğday başaklarının cılız gözükmesi
nedeniyle filme yasaklama gelmesi ve filmden bu
adım
bilgi
fikir
sahnenin çıkarılması gibi bir çok sansür olayı yaşandı
diyebiliriz. Geçtiğimiz yıl Erman Filmin sahibi Fuat
Erman›la gerçekleştirdiğim bir röportajda bu konudan
bahsetmekteydi. Sinemanın bu altın dönem olarak
bahsedilen dönemlerinde, sinemacıların yaşadığı iki
sorun vardı, bunlardan biri gümrük ve bir diğeri sansür
olayıydı. Gerçek şu ki, bir çok ülkede gerçekleşen sansür
kavramı, bizim ülkemizde çoğu kez mantık çerçevelerinin dışına çıkabiliyordu.
Tüm bu yaşananların gölgesinde “Umut” filmi, gerek dil
ve anlatımı bakımından ve sinemamızda kullanılmayan
stilize tekniklerin kullanımı açısından Yılmaz Güney
sinemasında çok önemli bir yere sahiptir. Filmin sinemamıza getirdiği yenilikçi bakış açısı ve uluslararası alanda
oluşan başarılar sayesinde de sinemamız için bir dönüm
noktasına sahiptir. Bu dönemden sonra Yılmaz Güney
sineması bu normlara ve formların önderliğinde bir ilerleyiş sağlamış ve Türk Sineması için sanatsal anlamda iyi
işlerin seyirciyle buluşmasını sağlamıştır.
İlerleyen Dönemler ve Sinemaya Kazandırdığı Yapımlar
İlerleyen dönemler “Umut” filmiyle oluşturduğu sinematografik dile sahip bir çok filmi sinema izleyicisiyle
buluşturan Yılmaz Güney, bu dönemlerde yine sinemamızın getirdiği “Çirkin Kral” lakabına uygun roldeki
filmlerini de halkla buluşturmuştur. Bu durumla ilgili
şöyle bir olayı da aktarmak isterim.
Bir çok filmde, ezilenin yanında olan sert “Anadolu
Genci” rolleriyle halkın sevgilisi olan Güney, “Umut”
filminin ilk gösterimi zamanında şöyle bir olayda yaşamıştı. Filmin ilk gösterimi yapıldığı ve Yılmaz Güney’in
memleketi olan Adana’da halk izlediği bu filmde büyük
bir şok yaşamıştı. Her zaman ezilenin yanında olan, zorbaya cezasını veren, sert, çevik mizaçlı «Çirkin Kral»,
bu filminde umutsuz, mazlum, çaresiz bir karakter olarak
karşısına çıkması, sinema izleyicisi tarafından kabul edilemeyen bir olay olmuştu.
Bu dönemde birçok aksiyon filmiyle sinema seyircisiyle
buluşan Yılmaz Güney’in Çirkin Kral dönemin en bilinen filmlerinden biride 1971 yılında senaryosunu yazıp
yönettiği ve başrollerini Fikret Hakan ile paylaştığı “Vurguncular” filmidir. Başarılı bir kadroya sahip olan filmde, bu efsane ikiliye Türk sinemasının önemli oyuncularından Orhan Günşiray ve Nazan Şoray eşlik etmektedir.
Tarz olarak başarılı bir senaryoyla sinemaya aktarılan
film, temelde Sergio Leone’nin spagetthi western tarzına
sahip bir altyapıyla ilerleyen, yer yer şairane diyalogları
sahip bir yapıt. Bir çok noktada Yılmaz Güney’in sol görüşe dayalı diyaloglar ‘da içeren film, deyim yerindeyse
tarz bir filmdir diyebiliriz.
Umut filmindeki fakirlik ve çaresizlik üzerine kurduğu
sinema dilini devam ettirdiği yapılardan biride, 1971
yılında çektiği “Baba” filmidir. Yapımcılığını İrfan
Ünal’ın yaptığı senaryosunu yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı bu film, onun bir nevi fakirliğe lanet ettirdiği, çaresizliğin insanla için en zor şey olduğunu sert
bir şekilde vurguladığı bir yapım. Bir babanın ailesinin
zor durumdan kurtarmak için bir cinayeti üstlenmesi ve
hapishaneye girmesiyle başlar. Hapishaneden çıktıktan
sonra kızının ve oğlunun kötü yollara savrulduğunu öğrenmesiyle ilerleyen film, daha sonrasında ustanın “intikam soğuk yenen bir yemektir” mottosuyla ailesine bu
hayatına neden olan insanlardan bir baba olarak intikam
almasını anlatır. İlk başta bahsettiğim gibi film yer yer
fakirlik ve çaresizlik üzerine kurulu bir anlatımı olmasına rağmen, ustanın sert ve zorbadan öç alan karakter
oyunculuğunda sunduğu bir yapım olarak ta karşımıza
çıkmakta.
1971 yılı usta için bol filmli bir dönemdir diyebiliriz. Bu
dönem içerisinde toplumsal gerçekçilik yapısını işlediği
filmlerin yanında, sert mizacıyla bezenmiş bir çok filmi
halkla buluşturan usta, hem sanatsal anlamda hem de tarz
sineması anlamında iyi işlere imza attı. Bunlardan ilki
3. Adana Altın Koza Film Festivalinden 4 ödülle dönen
(En İyi 2. Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Görüntü
Yönetmeni “Gani Turanlı”, En İyi Film Müziği “Metin
Bükey”) “Acı” filmidir. Başrollerinde ustayla birlikte,
Türk Sinemasının en önemli kadın oyuncusu Fatma Girik’in bulunduğu film, toplumsal konuları içeren yapısı
ve derin anlatımıyla başarılı bir yapım olarak sinema
tarihimize yer edinmiş bir filmdir. Yılmaz Güney’in Türk
sinemasında yeri yine özel olan filmlerinden biride, yine
aynı yıl çektiği “Ağıt” filmidir. Filmde ustaya eşlik eden
isimler, Selmin Hümeriç, Hayati Hamzaoğlu ve Bilal
İncidir. Her sahnesi insanın yüreğine işleyen bir anlatıma
sahip film, uluslar arası anlamda da başarılı bir filmdir. O
yılki Venedik Film Festivalinde ilk 10 film arasına giren
ilk yerli yapım olmasının yanında, günümüzde de hala
etkisinden hiçbir şey yitirmemiş bir yapımdır.
Bu dönemde ilk dönemlerine göz kırpan bir çok yapımla da seyirci karşısına çıkan Yılmaz Güney’in bilinen
en önemli filmlerinden biride, bazıları tarafından çok
sevilen bazıları tarafından ise hatalı bir yapım olarak görülen “Umutsuzlar” filmidir. Bu filmle ilgili küçük bir
anekdotu da aktarmak istiyorum. Yılmaz Güney’in bir
çok filminde görüntü yönetmenliği yapan Gani Turanlı
bu filmde tele-objektif kullanarak Türk sinemasında ilk
defa kullanımını sağlamış bir isimdir. O dönemde diğer
filmleri ise yeşilçam tadını hissettiren, uzun yıllara dayanan dostluklarıyla bilinen Şerif Gören’in yönetmenliğini
yaptığı “İbret” filmi ve ilk dönemlerine ait oyunculuğunu hissettirdiği ve yalın bir anlatımla aktardığı “Kaçaklar” filmidir.
adım
bilgi
fikir
55
sından önemli bir yere sahip,
Yılmaz Güney sinemasının anlatım tarzı olarak en bilinen filmlerinden “Arkadaş” filmini Türk
sinemasına kazandırdı.
Bu yazıyı yazarken, tamamen Yılmaz Güney’in sinematografik kişiliği üzerinden ilerlemek istedim.
Çünkü sinema anlamında bir çok önemli işi ortaya
koymuş, Türk sinemasına getirdiği yenilikçi bakış
açısıyla sinemamızı bir çok noktadan etkilemiş bir
isim olan Güney, siyasi kimliği nedeniyle bir çok
kez göz ardı edilmiş bir isimdir. Genel olarak baktığımızda belki de sinemasının temelini oluşturan
etmenlerin onun temsi ettiği sol görüşü ve sinemasının dil ve anlatımını oluşturan Toplumsal Gerçekçilik akımının temelini oluşturan etmenlerin sol
ideolojinin ögeleri oluşturmuş olsa da, benim için
sinematografik alanda bir isim olarak yer etmiş bir
sanatçıyı sanatıyla ve sanat dünyasına
kazandırdıklarıyla anmamız gerekir.
Türk Sinemasında politik altyapıya
sahip ilk filmlerden biri olarak
bilinen filmin senaryosunu yazıp
yöneten Güney, filmin başrolünde
de bulunmaktadır. Filmde Güney›e,
Kerim Afşar ve Melike Demirağ
eşlik etmektedir. Filmde öğrencilik
yıllarında tanışan ve yıllar sonra
buluşan iki arkadaşın karşılaşması
anlatılmaktadır. Temel olarak
yozlaşmış toplumu anlatan
film, bir çok noktada
toplumda yaşanan bu
yozlaşmanın nedenini
ve buna göndermeleri
içermektedir. Toplumsal yapıyı eleştirmekle kalmayan
film, bu yozlaşmış
toplumun alternatifini
de sunmaktadır. Bir
çok noktada politik söylemleri kullanmaktan çekinmeyen Güney, yalın bir
dil kullanarak, içten bir anlatımı
ve teknik anlamda harika işçiliğini
ortaya koyduğu en önemli yapıtlarından biridir. Bir çok sinemacıya
göre Türk sineması tarihinde önemli bir başyapıt olarak görülmektedir.
Bu şekilde bir giriş yapmamın nedeni, ustanın
hapishane yıllarına
denk gelmiş olmamız.
1971 yılında Efraim
Elrom’un öldürülmesinden sorumlu olarak
aranan Mahir Çayan
ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu-Cephesi
üyelerini evinde saklaması nedeniyle tutuklanan
usta, yargılanarak 2 yıllık
hapis cezasına çaptırılır. Hapishanede geçirdiği bu yıllar içerisinde yazmayı
bırakmayan Güney çıktıktan sonra, birçok önemli
yapıtı halkla buluşturmaya devam eder. Bu dönemden sonra yaptığı filmler de temel anlamda Toplumsal Gerçekçilik akımını izinden ilerleyen ve daha
derinlemesine anlatımlara sahip yapımlar ortaya koyan Yılmaz Güney, artık “Çirkin Kral” yapımlarını
bırakmıştır.
Toplumdan İzler Taşıyan Filmler Dönemi ve Politik Altyapılı Bir Film “Arkadaş”
Hapishaneden çıktıktan sonra sinema yaşamına
devam eden Yılmaz Güney, ilk olarak Türk sinema-
56
Bu dönemde çektiği diğer bir politik altyapıya sahip film ise Şerif
Gören ile birlikte çektiği, senaryosunu
yazdığı başrollerinde Güney gibi toplumcu sanat anlayışını benimseyen,
sinemadaki ilk oyunculuk deneyimini gerçekleştiren Erkan Yücel’in
ve Kamuran Usler bulunduğu film,
adım
bilgi
fikir
feodal toplum yapısını ortaya koyan, 1974 yapımı “Endişe” filmidir. Türk tarımının da makineleşmenin başladığı
dönemleri anlatan film, bir ağa tarafından sömürülen köy
halkını ve yaşanan kan davası sonucu hayatı ölüm korkusu
ve parasızlık arasından gidip gelen ve bu yaşantı içerisinde
harap olan bir gencin yaşamını aktarmaktadır. Yılmaz Güney’in toplumun en alt kesiminde köy yaşantısında ezilen
halkın dramını ve yaşantısındaki izleri aktardığı film, o yıl
Antalya Altın Portakal Film festivalinde En İyi Film ve 5
farklı dalda ödül kazanan sinema tarihimiz için önemli bir
yere sahip bir filmdir.
1974 yılında çektiği “Zavallılar”
filmiyle devam eden Güney,
bu filmde de toplumun
içerisinde yoksulluk
ve bunun getirdiği
çaresizliği hapishanede tanışıp dost
olan üç arkadaşın
üzerinden anlattığı filminde,
Türk Sinemasında
flashback kavramını da ilk kullanan isim olmuştur.
Bu filmin çekimleriyle
ilgilide, ilk olarak Yılmaz
Güney’in başlayıp, Atıf Yılmaz’ın filmin dokusuna uygun bir
şekilde bitirdiğini de aktarmak istiyorum.
Bunun nedeni ise, Adana’da “Endişe” filminin çekimleri
sırasında, Yumurtalık ilçe savcısını öldürmekten tutuklanarak, uzun süren yargılanma süreci sonucusun da 19 yıl
hapis cezasına çarptırılır. Bu dönemden sonra uzun süren
hapishane yılları Yılmaz Güney için başlamıştır. Hapishane ‘de sinema ve yazarlık hayatından vazgeçmeyen Güney,
Türk sineması için bir çok önemli yapıtı bu yılda gerçekleştirmiştir.
Cezaevinden Çıkan Başyapıtlar ve Altın Palmiye Ödüllü Bir Başyapıt “Yol”
Cezaevinde geçirdiği yıllarda yazmaktan vazgeçmeyen
Yılmaz Güney, buradan da Türk sinemasına bir çok eseri kazandırmaya devam etmiştir. Bunlardan en önemlisi,
bir anlamda belgesel olarak çekilen, yönetmenliğini Türk
sinemasında az olan kadın yönetmenlerden bir olarak bilinen yönetmen Bilge Olgaç’ın yaptığı 1975 yapımı “Bir
Gün Mutlaka” filmidir. Başrollerinde Azra Balkan, Güven
Şengil ve Oktay Sözbir’in yer aldığı film, 70’li yıllarda
Türkiye’de yaşanan kitle hareketlerini, öğrenci olaylarını,
işçi sorunlarını, grevler ve eylemleri anlatan film, Yılmaz
Güney’in başarılı senaryosu ve Bilge Olgaç’ın görsel aktarımı ile 1970’li yılların Türkiye’sinin sosyo-politik port-
resini aktaran önemli bir yapımdır. Bu filmden sonra Bilge
Olgaç, sinemadaki karasız gidişat nedeniyle 10 yıl sinemaya ara vermiştir.
Hapishane dönemlerinde bir çok yönetmenle çalışan Yılmaz Güney’in, bir çok başarılı yapıtlarından biride, yönetmenliğini Temel Gürsu’nun yaptığı “İzin” filmidir. Başrollerinde, Halil Ergün ve Arzu Balkan bulunan filmde, bir
cinayetten dolayı hapse giren ve burada okuduğu kitapların
etkisi ile toplumu anlamaya ve toplumcu bir bakış açısıyla
yaşadığı toplumu yorumlamaya çalışan bir adamın yaşantısını aktaran film, temel anlamda toplumu oluşturan
normlar ve formları yalın ve düzenli bir anlatımla aktaran bir yapım. Bu filmle ilgili
bir anekdot, Halil Ergün’ün sinemadaki ilk oyunculuk denemesini
başarılı bir şekilde aktardığı bir
filmdir.
Yılmaz Güney›in
hapishanedeyken yazdığı
ve toplumsal gerçekçiliğe
en çok vurgu yapan filmlerinden biri de, bir çok
sinemaseverin göz ardı ettiği, en başarılı filmlerinden
biri olarak bilinen 1978 yapımı
“Sürü” filmidir. Yönetmenliğini
Türk sinemasının Zeki Ökten›in yaptığı filmde, başrollerde Yeşilçam’da yakışıklı
ve serseri genç modeli oyunculuğuyla bilinen,
daha sonrasında toplumsal konulara değinen filmlerde harika oyunculuğunu sergileyen Tarık Akan, Tuncel Kurtiz
ve Melike Demirağ bulunmakta. Filmde köyde yaşadıkları
geçim sıkıntıları nedeniyle düştükleri maddi zorluklardan kurtulmak için, tek varlıkları olan koyun sürüsünü
satmak için Ankara’ya götürmeye çalışan bir ailenin bu
yol hikayesini anlatmakta. Film köy insanın yaşantısında
yaşadığı zorluklar ve büyük şehirdeki toplumsal yozlaşma
kavramlarını öne çıkaran, temelde ekonomik zorluklar içerisinde çağın gerisinde kalmış bir toplumu, ezilen insanları
ve doğan çatışmaları panoramik bir şekilde, bu insanların
ağzından aktaran bir başyapıt diyebileceğimiz film. Uluslar arası arenada bir çok ödül kazanan filmin, bu kazandığı
başarılara rağmen bir çok sinemasever tarafından göz ardı
edilmesi de bizi en çok üzen konulardan biri. Uluslar arası
ödüllerden en önemlisi, 1979 yılında 32. Locarno Film
Festivalinin büyük ödülü olan “Altın Leopar” ödülünü almasıdır. Bu arada filmin müziklerinin de usta müzisyen ve
yazar Zülfü Livaneli’ye de ait olduğunu belirtmek isterim.
Bu dönemdeki diğer önemli filmlerinden biride Aytaç Arman’ın harika oyunculuğu ve Zeki Ökten’in yönetmenliği
ile birleşen, toplumda yaşanan yozlaşmaya en alt bölümden bir mahallenin insanları üzerinden anlatan başarılı
adım
bilgi
fikir
57
Bu gibi yaşananların gölgesinde film, 1982 yılında
Cannes Film Festivalinde, en büyük ödül olarak görülen
“Altın Palmiye (Palme d’Or)” ödülünü alan film, Türk
sineması tarihinde bu alanda en büyük başarılarından biri
getirerek Türk sinemasında çok önemli bir yer edinmiştir. Filmin Cannes katılmasıyla ilgili de yaşanan olayda
ilginç bir hikayeye dayanmaktadır. 9 Ekim 1981 yılında
beş yıl hapis yattığı Isparta Yarı Açık Cezaevinden iyi
hal nedeniyle birkaç günlük izin aldı ve bu izin esnasında
firar ederek Fransa’ya kaçtı ve oraya yerleşti. Orada
önceki yıllarda Tuncel Kurtiz aracılığıyla tanıştığı sinematek üyelerinden ve Türkiye’den de gelen bir ekip ile
birlikte filmi yeniden kurguluyor. Bu esnada film Cannes
Film Festivalinden davet alıyor ve o yılki büyük ödülü
Yunan meslektaşı yönetmen Costa-Gavras’ın “Missing”
filmiyle birlikte kazandı. Herkesin çok bildiği, ödül alırken sol yumruğunu yukarı kaldırdığı fotoğrafta yanındaki
isim olan ve onunla bu ödülü paylaşmaktan her zaman
onur duyduğunu söyleyen kişinin Costa-Gavras olduğunu
belirtmek isterim.
bir film olan 1979 yapımı “Düşman” filmidir. Genç bir
adamın ailesini geçindirmek için her işte çalışarak, mahallesinden yaşantısını yansıtan filmde, sömürü kaynaklı
yanlışların, toplumun içinde yaşanan ahlaksızlıkların
görmezden gelinmesini ve bu yanlışların toplumu yayılmasıyla toplumun bir nevi zehirlenmesini anlatan film,
Aytaç Arman’a filmde gerçekleştirdiği harika oyunculukla 1980 Antalya Altın Portakal Film Festivalinde En
İyi Erkek oyuncu ödülünü getirdi. Bunun yanı sıra film
Berlin Film Festivalinde En İyi Senaryo ödülüne ve Jüri
Özel Ödülüne layık görülmüştür. O yılki Jürinin bu film
için söylediği sözü sizinle paylaşmak istiyorum; Türk
Sinemasında toplumdan ve insandan gerçekleri söyleyen
ve bir toplum portresi çizen bir yapıt.
Bu dönemde yaptığı filmlerle sinemamızda, derinlik içeren bir anlatım kazandıran Yılmaz Güney, aynı zamanda
hem ulusal anlamda hem uluslar arası alanda sinemamız
adına birçok başarıya imza atmıştır. Tabi bunlardan en
önemlisi, Türkiye’de çektiği son film olan ve Türk sinemasında anlatım tarzı olarak, yenilikçi görselliği ve
toplumun her kesimine ışık tutan en önemli yapıtı, Şerif
Gören’in yönetmenliğini yaptığı, 80 darbesi sonrası Türk
sinemasının yeni dönemini temsil eden “Yol” filmidir.
Yılmaz Güney’in hapishaneden firar etmeden önceki
58
zamanlarından senaryosunu yazdığı ve çekimlerine ilk
olarak Erden Kıral başladığı, daha sonrasında senaryo
üzerinde yaşanan fikir anlaşmazlıkları nedeniyle o dönemlerde hapisten yeni çıkan Şerif Gören’in yönetmenliği devraldığı filmin, başrolünde Tarık Akan, Halil Ergün,
Şerif Sezer ve Meral Orhonsay gibi usta isimlerin bulunduğu tek kelimeyle bir başyapıttır. Film, İmralı Yarı Açık
cezaevinden kısa süreliğine izin alan ve evlerine gitmeye
çalışan beş mahkumun yaşadıkları çileyi, yaşamlarındaki
zorlukları anlatan bir yapım. Film, 80’li yıllarda sıkı yönetim zamanlarında Türkiye’de yaşanan zor yılların portresini, derinlemesine ve gerçekçilikle anlattığı, Türk toplumunun doğu kesimlerinde yaşanan olayları, insanların
hayat zorluklarını gözler önüne seren, Türk sinemasının
mihenk taşlarından bir yapımdır.
Filmin genel hikayesi dışında, filmin başından geçen ve
uluslar arası arenada en önemli başarılardan birini getirmesi de filmi ilginç kılan etmenlerden sayılabilir. Film
Sansür kurulu tarafından yasaklandı ve uzun yıllar boyuncu Türkiye’de yayınlanmadı. Hatta filmi o dönemde
izleyenlere bile ceza verilmiştir. Bunun yanında filmin
yönetmeni Şerif Gören ve yardımcı yönetmen Muzaffer
Hiçdurmaz, film nedeniyle idamla yargılanmıştır.
adım
bilgi
fikir
“Yol” filmi ile sadece altın palmiye ödülünün haricinde
Cannes Film Festivalinde, Jüri Özel Ödülünü ve Ekümenik Jüri Özel Mansiyon ödülünü ‘de kazanan film, 1983
yılında ABD’de Altın Küre Ödüllerinde “En İyi Yabancı
Film” dalına aday olan ilk Türk filmi olma özelliğini de
taşıyan bir filmdir. Film tam 17 yıl boyunca Türkiye’de
yasaklı kaldı. Hatta bunla ilgili küçük bir anekdot olarak
da 1989 yılındı filmi video kasetten izlemeye çalışan 5
öğrenci Ankara’da tutuklandı. Ama 1999 yılında Yılmaz
Güney’in eşi Fatoş Güney ve Yılmaz Güney Kültür ve
Sanat Vakfının çabaları film İmaj film stüdyolarında yeniden kurgulanır ve 99 yılında ilk defa Türkiye’de gösterime sunulur ve Tür sineması için bir özlem en sonunda
son bulmuştur.
Yılmaz Güney’in Sinemasında Çapıcı Bir Final “Duvar”
Bu film ile birlikte Fransa’da yaşamını sürdüren Yılmaz Güney’in ölmeden önce sinemaya kazandırdığı ve
sinema tarihinde ilkleri uyguladığı film olma özelliğini
yinelediği filmi, Fransa’da çektiği ve uzun bir zamandan
sonra bir filminin yönetmenliğini canlı bir şekilde yaptığı
1983 yapımı “Duvar” filmidir.
zorlukları çocukların gözünden aktaran, ağır ve derin bir
anlatım yapan Güney, sinemada denenmeyen bir çok şeyi
bu filmde kullanmıştır.
Bunlardan ilki ve belki de en bilineni dünya sinema tarihinde ilk defa gerçek bir doğum sahnesinin beyazperdeye
aktarılması sahnesidir. Bir diğeri ise az da olsa Zazaca
dilinin ilk defa bir sinema filminde kullanılmasıdır. Tüm
bunların ışığında Fransa’da çok zor şartlarda çekilen
film, hem dil ve anlatım olarak hem de teknik anlamda
denenmeyen olguları kullanması anlamında hem Türk
sinemasında hem de Dünya sinemasında yeri özel olan
bir filmdir. Yılmaz Güney’in sinemaya ve hayatına son
imzasıdır.
Türk Sinemasında Yazar, Yönetmen, Oyuncu ve İnsan
olarak Yılmaz Güney
Bu bölümde aslında biraz kişisel bir gözden bakmak istiyorum. Yılmaz Güney, Türk sinemasının en önemli ustalarından biri olmasının yanında, bu toprakların ruhuyla
beslenmiş sinemasıyla Dünya sineması tarihi içinde yeri
her zaman farklı olan bir isimdir. Bir yazardır, kalemi bu
toprağın suyuyla, çorakların rüzgarıyla bezenmiş, ezilen
halkların, zorluklara göğüs geren, her anlamda umutsuzluk içinde Umut besleyen insanları yazan bir yazardır. Bir
yönetmendir, kamerasını bu topraklara, bu topraklarda
yaşayan insanlara, onların yaşantılarına, onların özlemlerine, onların özgürlük isteklerine, bu hayatta yaşadıkları
çeviren bir yönetmendir. Bir oyuncudur, bu toprağın insanını oynayan, zorlukları yaşayan, fakirliği yaşayan, yozlaşmayı gören, bu toplumu anlamaya çalışan, alın terini
taştan çıkaran, bu toprağın çocuklarını oynayan bir oyuncudur. Aslında en önemlisi de bir insandır, bu toprağın
insanı, bu memleketin suyunu içmiş, zorluğunu görmüş,
namerde boyun eğmemiş, özgür bir insandır.
Bu güzel ustanın, bu güzel insanın sinemasını her zaman büyük bir zevkle izleyin. Onun yaşadıklarını ve bu
topraklarda yaşayanların hayatlarına dokunun. Yazımı
ustanın güzel bir sözüyle bitiriyorum ve bu güzel insana
ve güzel dostu diğer güzel insan Tuncel Kurtiz’i saygıyla
anıyorum.
“Herşeye rağmen, düşmana inat, yaşayacağız. Yarın bizim çünkü...”
Başrollerinde bulunan Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesci’nin dışındaki herkesin hayatlarında ilk defa kamera
karşısına geçtiği film, Yılmaz Güney›in 1976 yılında
Ankara Merkez Kapalı Cezaevindeyken tanıklık ettiği,
çocuklar koğuşunda yaşanan isyan konu üzerine ilerleyen
ve Kayseri Cezaevinde yazdığı “Soba, Pencere Camı
ve İki Ekmek İstiyoruz” isimli romanından uyarlayarak
beyazperdeye aktardığı film, onun sinemasının en sert
mizaca sahip, izlenmesi yürek isteyen, her sahnesiyle
ağır bir şekilde insanın içine işleyen bir film. Türkiye’de
cezaevlerinde yaşanan işkencelere, mahkumların yaşadığı
adım
bilgi
fikir
59

Benzer belgeler