adım
Transkript
adım
DERGİSİ AD IM Bilgi Fi ki r Ad ı m 5. Adım Yayın Ekibi -KünyeEditör Serkan Alpkaya Katkı Sunanlar: Yrd. Doç. Ozan Örmeci Muhip Üzümcüoğlu Hadiye Yolcu İrieda Hamzaj Mehmet Ali Meçu Turhan Alagöz Ayşegül Öztürk Seyfi Demirci Mehmet Rakipoğlu Sosyal Medya Nur Aslan Halkla İlişkiler ve Dağıtım Mehmet Baltacı Hacer Kara Gözde Özen Yayın Yönetmeni Eser Alpkaya 0534 510 00 40 Yazı İşleri İbrahim Gazioğlu 0506 326 36 57 Akademik Danışman Ars. Gör. Fahriye Keskin Karagöl Baskı: Star Ajans Bursa Merkez: Serdivan/ Sakarya E-Posta: [email protected] İnternet Sitesi: www.adimdergisi.org Merhaba Değerli Arkadaşlar, 5. Sayımızla karşınızdayız. Bu sayının dosya konusu, Çevre Sorunları ve Kürt Meselesi olmuştur. Yine birbirinden özel söyleşiler ile yazıları çeşitlendirdik. Umarız bize ayırdığınızı vakti değerli kılabiliriz. Biz dergiyi yayına hazırlayana kadar birçok olay yaşandı. Son sayımızda yaşanan terör eylemleri nedeniyle siyah bir kapak ile çıkmayı uygun görmüştük. Ancak görüyoruz ki yaşadığımız zaman diliminde ve coğrafyamızda bu şekilde sembolik değer ifade eden hareketlerden çok daha fazlasını yapmamız gerekmekte. Elbette bunun daha önceden de bilincindeydik. Biz yaptığımız bu ve benzeri çalışmalarla cehalete karşı dik bir duruş sergilemeye devam edecek, toplumsal tahammülsüzlüğe karşı bu sayfalar arasında bir araya getirmeyi çalıştığımız farklı fikirlerin bilgi temelinde kendilerini hür bir şekilde ifade edebilmeleri için bağımsız bir yayın organı olarak çaba sarf etmeyi sürdüreceğiz. Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde ülkeyi kana bulayan "darbe" teşebbüsünü ve bizlerin yıllardır dinlendirdiği ancak inatla görmezden geldikleri cenahlarla sözümona mücadeleyi, şaşkınlıkla izliyoruz. Tarihin bize öğrettiği gibi olan yine masuma, yine sivile oluyor. Birilerinin dünyevi hırsları, hayatımızı mahvetmeye devam ediyor. Bilimle, akılla ve sevgiyle kaldığımız yerden devam ediyoruz. Adım Dergisi Yayın Ekibi Temmuz 2016 Temsilcilikler İstanbul Fatih Rıfat Eymir (Marmara Üni.) 0554 203 23 05 Hadiye Yolcu, 0535 023 1973 Gülcan Yayla, 0537 253 79 91 Diyarbakır Ali Alioğlu 0535 412 21 70 Bursa Alican Ekren 0534 365 05 69 Yalova Esma Memi ( Yalova Üni.) 0534 298 83 73 Ankara İsmet Berkan Erdem ( Ankara Üni.) 0541 797 89 95 Osman Erbasan ( Gazi Üni.) 0507 222 08 82 Adıyaman Eskişehir Meva Doğan Gözde Özen 0544 393 67 10 0546 728 12 21 Bolu Turhan Alagöz ( Abant Üni.) 0534 298 83 73 06 09 10 39 40 42 IŞID SONRASI İSLAM; HIRİSTİYANLIK VE YAHUDİLİK KARŞITLIĞI MEHMET RAKİPOĞLU ERKAM KARABURUN (ŞİİR) VAMIK VOLKAN SÖYLEŞİSİ SEÇİM SİZİN MİHRİBAN SARI LEGENDS FROM AROUND THE WORLD: BALKANS (ALBANİA) İRİEDA HAMZAJ FUTBOL BASİT BİR OYUNDUR HAKAN ATALAY 14 16 18 44 48 50 KÜRT SORUNU'NU YENİDEN DÜŞÜNMEK YRD. DOÇ OZAN ÖRMECİ KÜRT SORUNU'NUN ÇÖZÜMÜNDE ŞİDDETLİ KRİZ EVRESİ ARŞ. GÖR. FAHRİYE KARAGÖL TARİHİ PERSPEKTİFTE KÜRT MESELESİ MEHMET ALİ MEÇU SAÜ GELENEKSEL TÜRK OKÇULUĞU SÖYLEŞİSİ BENCİLLER MEKTEBİ ESER ALPKAYA PTT ÇALIŞANI FATİH ERGÜN 20 24 26 ÇEKÜL VAKFI İLE SÖYLEŞİ ULUSLARARASI ÇEVRE HUKUKU KAPSAMINDA ÇEVRENİN KORUNMASI ESMA MEMİ 52 TOPRAK KOKUSU OSMAN ERBASAN SİNEMAMIZDA TOPLUMSAL GERÇEKLİĞİN YANSILAMARI: YILMAZ GÜNEY FİLMLERİ SEYFİ DEMİRCİ 28 30 34 RAKAMLARLA DÜNYADA YOKSULLUK TAYLAN ÖZGÜR AĞIR İHSAN ELİAÇIK SÖYLEŞİSİ II. BÖLÜM AY EPİFANİSİ SERKAN ALPKAYA İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ-sf.3 Mehmet Rakipoğlu Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler [email protected] IŞİD SONRASI İSLAM, HIRİSTİYANLIK VE YAHUDİLİK KARŞITLIĞI Özet Bu görüş yazısının amacı, IŞİD veya DAEŞ olarak adlandırılan terör örgütünün gerçekleştirmiş olduğu faaliyetler sonucunda dünya çapında dine olan karşıtlığın arttığı görüşünü yansıtmaktır. 11 Eylül 2001’deki terörist saldırısı sonrası global anlamda İslam karşıtlığı yayılmıştı. 2001’de El Kaide saldırısı ile gündeme gelen din karşıtlığının günümüzdeki yeni aktörü İŞID’dir. IŞİD’in bölgede zemin bulmasını kolaylaştıran olaylardan birisiyse Arap Baharı ve Suriye’deki iç savaştır. Arap toplumlarının demokrasi arayışı ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılmış, Arap Baharı Suriye’de ve Libya’da iç savaşa sebebiyet vermiştir. Suriye’deki iç savaşın sonlandırılmasını geciktiren mekanizmalardan birisi savaşan aktörlerin sayıca çok olması ve ittifakların belirsizliği olmuştur. DAEŞ terör örgütü de Suriye’de etkin bir aktör konumundadır. Dünyanın çeşitli yerlerinde eylemler düzenleyen bu örgüt, insanların İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerine olan bakışlarını olumsuz yönde etkilemiştir. Örgütün kuruluş aşamasındaki etkin olan unsurlar ve örgüte katılan kişilerin yanlış İslam yorumu, dünya çapında din karşıtlığının artmasına sebebiyet vermiştir. Örgütün eylemlerini dini unsurlarla meşrulaştırma çabası Müslümanlar arasında sekülerleşmeyi bir çözüm olarak gündeme getirmiştir. Din, özelde Ortadoğu’da genelde dünyada çatışmaların ana kaynağı olarak lanse edilmeye başlanmıştır. Dinin bir terör örgütü eliyle eylemler meşrulaştırma aracı olarak kullanılması, insanların din algısına olumsuz yansımıştır. IŞİD örgütünün eylemlerindeki ‘dini meşruiyet çabası’, insanların dine karşıt argümanlar geliştirmesine hizmet etmiştir. IŞİD gibi örgütler dine hizmet ettiklerini varsayarak dine karşıt hamleler geliştirmektedirler. Yaptıkları terör eylemleri bazı medya organları tarafından manipüle edilerek eylemler dinin emriymiş gibi gösterilmektedir. Terörist faaliyetlerin dini argümanlarla destekleniyor olması fikri bazı insanları dine karşıt olmaya yöneltmiştir. İlk olarak, Batı toplumunda artan İslam karşıtlığı gözümüze çarpmaktadır. ABD’deki başkanlık seçimlerindeki Cumhuriyetçi aday Trump’ın insanlık dışı söylemleri, Almanya’daki aşırı sağ partisi olan PEGİDA’nın eylemleri vs. Batı’daki İslam karşıtlığının halkın bazı kesimlerinde arttığının birer işareti olarak görülmektedir. İkinci olarak, Batı’daki İslam karşıtlığına bir tepki olarak Müslümanların yaşadığı toplumlarda artan Hıristiyanlık karşıtlı görülmektedir. İslam karşıtlarının kışkırıtıcı hamleleri, Müslümanlarda Hıristiyan karşıtlığının art- 6 masına neden olmuştur. Ve son olarak da IŞİD’in Taksim saldırılarından sonra artan Yahudi karşıtlığıdır. Tarihsel olarak Müslümanların bazı kesimleriyle Yahudilerin bazı kesimleri çatışma halinde olmuş, IŞİD’in Yahudileri hedeflediği saldırı sonrası Yahudi karşıtlığı bir kez daha gündeme gelmiştir. Bu çalışma, IŞİD terör örgütünün saldırıları sonrasında dünya çapında din karşıtlığının arttığını görüşünü inceleyecektir. İlk bölümde kavramsal çerçevede İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı ele alınacaktır. İkinci bölüm IŞİD’in eylemlerinde kullandığı teolojik dil ve fetvaları tartışılacaktır. Üçüncü bölümse IŞİD’in saldırıları sonrası devletler yada toplumlar nezdinde din karşıtlığı nasıl ortaya çıkmıştır sorusu cevaplanacaktır. Son olarak da sonuç ve çözüm bölümünde çalışmanın ana fikri ele alınacaktır. 1. Kavramsal Giriş: İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinleri özelde Ortadoğu’da genelde dünyada siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda etkin olan semavi dinlerdir. Bu üç dinin en önemli ortak özelliği yaratıcının tekliği olmasıdır. Bu dinlerin ortak noktasının yanı sıra bu dinlere karşıt görüşlerde ortaya atılmıştır. Her dinin peygamberi ve inananları dinin getirdiği mesaja karşı duranlar tarafından kötü muameleye maruz kalmışlardır. Yahudilik, sonrasında Hıristiyanlık ve en son İslam dini insanların yanlış algıları ve yorumlarıyla rekabete geçirilmiştir. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudi karşıtlığı kavramları terminoloji açısından büyük farklılıklar içermemektedir. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudi karşıtlığı, bu dinlere, bu adım bilgi fikir dinlerin kutsallarına, bu dinlere inananlara karşı oluşturulmuş bir sosyal algıdır. Yani özünde İslam karşıtlığı, Hıristiyan karşıtlığı ve Yahudi karşıtlığı ile aynıdır. Sadece isim farklılığı bulunmaktadır. Dinlere olan karşıtlığının kavramsal olarak benzerlik göstermesi din karşıtlığının karşılıklı olarak artmasına sebep olmuştur. Son zamanlarda din karşıtlığının artmasında etken olan aktörlerin başında devlet dışı aktörler gelmektedir. Devlet dışı aktörlerden IŞİD, din karşıtlığı oluştururken nasıl bir metot izlemektedir? IŞİD’in dini argümanları nelerdir soruları tartışılarak devlet dışı aktörlerin din karşıtlığını nasıl oluşturdukları irdelenecektir. 2. IŞİD ve teolojik argümanları IŞİD, özellikle Suriye’de ve Irak’ta etkin olan bir devlet dışı aktör olarak yaptığı siyasi eylemleri meşru bir zemine oturtma çabası içerisindedir. Her aktör sistem içerisinde eylemlerine bir gerekçe göstererek yaptığı eylemi meşru bir zemine oturtur. IŞİD gibi terör örgütleri dini argümanları kullanarak eylemlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Örgütün halifelik ilan etmesi siyaseten dinin manipüle edilmesinin bir sonucu olarak görülmektedir. Örgütün kuruluşundan bugüne kadar teolojik argümanlar ön planda tutulmuş, din siyaseti kuvvetlendirmek amacıyla bir araç olarak ele alınmıştır. Örgütün teolojik mantalitesi, Selefilik çizgisidir. Modern bir toplumsal hareket olan Selefilik, geleneksellik karşıtlığı ve Kur’an- Sünnet merkezlilik esasına dayandırılmaktadır. İslam’ın ilk dönemindeki yaşam tarzına dönme isteği ve dinde sadeleştirme arzusu Selefiliğin alt yapısını oluşturur. IŞİD gibi terör örgütleri Selefi çizgide meşruiyet bularak eylemler yapmaktadır. Eylemler gerçekleştirilmeden önce eylemi yapacak olan kişilerin düşünce yapıları dini argümanlarla şekillendirilir, böylelikle kişi yaptığını dine hizmet olarak görür. Kendisini mücahit olarak hisseden teröristler cennete gideceklerine inandırılıp, masum insanların ölmesine sebep olurlar. Peki, nasıl olur da bir insan kendini ve masumları öldürerek dine hizmet ettiğini düşünür? Burada cevap olarak İslam dininin özünün benimsenmemesi, Kur’an mesajının yanlış yorumlanması ve cehalet karşımıza çıkmaktadır. İlimsizlik insanı alim zannettirken insan zalim olabilir. Örneğin, ABD’nin Afganistan, Irak müdahelesi ve sonrasında öldürülen Müslümanların öcünü almak için ABD’ye yönelik yapılan terör eylemleri cehaletten kaynaklanmaktadır. İslam dininde masum bir kişinin öldürülmesi tüm insan- lığın öldürülmesi olarak anlaşılmaktadır. Masum bir kişiyi öldürmek için IŞİD’in kullandığı argümanlardan biri tekfir metodudur. Müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün ayetini de temel alarak IŞİD, masum insanların öldürmeyi hak saymaktadır. Tekfircilik ve ayetleri çarpıtma yöntemlerinin yanı sıra IŞİD, kısas yöntemini de eylemlerini dini bir zemine yerleştirecek taktik olarak kullanmaktadır. Örneğin, İslam’da kısas varken yakarak öldürme yasaklanmıştır. IŞİD Ürdünlü bir pilotu esir olarak ele geçirmiş, pilotun uçaktan bomba atması sonucu insanların yanarak ölmesine karşılık ‘kısas’ esas alarak Ürdünlü pilotu yakmıştır. İslam’daki bir yasağı ,bu terör örgütü adeta ‘işine gelecek şekilde fetva bularak’ çiğnemektedir. İslam’da savaş hukuku çok ince bir meseledir, eziyet vs. esire karşı uygulanamaz. Hatta İslam’da savaş esirleri öldürülmez, karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılır. Kısas metodunu da kendi eylemlerini meşrulaştırmak için yontan IŞİD bu ve benzeri birçok yöntem geliştirmektedir. Yezidi kadınlara tecavüz etme, ölen çocuklarını ailelere yedirme, Kabe’ye insanların taptığı gerekçesiyle Kabe’yi yıkma, kadınların sünnet edilmesi, türbe vs. patlatma gibi eylemleri gerçekleştirmektedir. Bu ve benzeri eylemleri yapan insanların düşünce yapıları üç şekilde incelenebilir. İlki, bu terör örgütüne katılan insanların düşünme yetileri sınırlıdır ve cehaletten dolayı hemen her söylenene inanarak bu terör örgütüne katılır ve canını bu yolda hiçe sayar. İkinci olarak para, şöhret, kadın, zevk için bu tarz terör örgütlerine katılım gerçekleşir. Nitekim örgüt önemli petrol kaynaklarını elinde tutması sebebiyle savaşçılarına ciddi miktarda para transferi gerçekleştirmektedir. Üçüncü olarak örgüte katılanlar örgütün terör örgütü olduğunu bilmelerine rağmen örgüte katılmaktadırlar. Yılların getirdiği savaş yorgunluğu ve güçsüz hükümetler, ezilen grupları güçlü bir örgüte destek vermeye yöneltmiştir. Terör örgütü olduğu bilinmesine rağmen İslam’ın ve Müslümanların dünya nezdinde terörist olarak lanse edilmesi projesine hizmet eden ajanlarda örgütün içerisinde yer almaktadır. Her ne dersek diyelim cehaletten veya farkındalıktan kaynaklı IŞİD terör eylemlerini çeşitli teolojik argümanlarla desteklemektedir, İslam’ın özündeki ‘barış, esenlik, huzur, selam’ mesajı yerine ‘savaş, kan’ gibi kelimeleri ön plana çıkarmaktadır. Yapılan terörist eylemler, İslam’ın temel mesajıyla alakasız olmasına rağmen İslami bir zemine oturtulması, insanların İslam’a dolayısıyla dine olan bakışını olumsuz etkilemektedir. adım bilgi fikir 7 3. Işid ve saldırıları: İslam’a etki ve tepki olarak Hıristiyanlık karşıtlığı IŞİD terör örgütünün yaptığı saldırılar sonrası dünya genelinde İslam karşıtlığı artmıştır. Genel anlamda Batı medyasında İslam karşıtlığı sıkça ön planda tutulmuştur. İslam karşıtlığına bir tepki olarak da Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı artmıştır. Avrupa’nın göbeği olarak tarif edilen Paris, Brüksel gibi önemli merkezi şehirlerde yapılan terörist saldırılar sonrası Batı’daki olumsuz İslam algısı daha da derin boyutlara ulaşmıştır. İslam’la hiçbir şekilde bağdaşmayan bu terörist eylemlerin İslam’la alakandırma çabası sonucu İslam karşıtlığı artmıştır. IŞİD’in eylemleri Avrupa iç siyasetinde aşırı sağın yükselmesine yol açmıştır. Aşırı sağın yükselmesi de İslam karşıtlığının artmasının önünü açmıştır. Bir diğer yandan İslam karşıtlığının artmasıyla birlikte bazı kesimlerde Hıristiyan ve Yahudi karşıtlığı artmıştır. Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığının artmasının sebebini İslam karşıtlığına bir tepki olarak okuyabiliriz. Avrupa’da yapılan saldırılarda ölenlerin Hıristiyan olması nedeniyle önemsemeyen bir Hıristiyan karşıtı kesim ortaya çıkmıştır. Aslında bu Hıristiyan karşıtı kesim yıllardır tam anlamıyla radikalleşememiş, IŞİD’in küresel bir terör örgütü haline gelip, güçlenmesiyle radikalleşme aşamasını tamamlamıştır. Diğer bir karşıtlık, Yahudi karşıtlığıdır. Filistin’de yıllardır insanlık suçu işleyen İsrail devleti ve bazı Yahudilere karşı varolan Yahudi karşıtlığı veya anti siyonizm IŞİD’in saldırılarıyla birlikte bir başka boyut almıştır. IŞİD’in Taksim’de yaptığı son saldırıda hedef olarak Yahudileri seçmesi de Yahudi karşıtlığına bir eklenti olarak incelenebilir. Yani IŞİD yaptığı saldırılarla insanların hem İslam’a hem Hıristiyanlığa hemde Yahudiliğe karşı bir tavır izlemesine yol açmıştır. Hiçbir semavi din ve peygamberi özünde savaşı veya çatışma ortamını önermemesine rağmen insanların kasıtlı ve/ veya kasıtsız yorumlamalarıyla din siyasete meşru zemin oluşturan bir unsur haline getirilmiştir. IŞİD terör örgütü de eylemlerinde dini bir meşru zemin kullanarak insanların din algısını olumsuz yöne çekmiştir. IŞİD’in terör eylemleriyle birlikte İslam’a karşıtlık artmış, İslam’a karşıtlığın artmasına tepki olarak da Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı artmıştır. 8 4. Sonuç ve Çözüm IŞİD terör örgütü son yılların en çok tartışılan fenomoni konumundadır. Örgüt, gerçekleştirdiği eylemlerle dünya kamuoyunda geniş yer bulmuştur. Paris, Brüksel, Ankara, İstanbul gibi önemli şehirlerde terörist eylemler gerçekleştirerek, devlet dışı aktörlerin dünya siyasetinde yok sayılamayacağını ortaya koymuştur. Ele geçirdikleri şehirlerdeki kaynakları kullanarak ekonomik anlamda sorunları aşan bu terör örgütü, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi demeden kolayca tekfir ederek masumların canına kıymaktadır. IŞİD’in katliamlarında dini referans göstermesi ve yaptıklarının İslam dinin bir parçasıymış gibi lanse edilmesi dünya çapında varolan İslam karşıtlığının daha da şiddetlenmesine sebebiyet vermiştir. Bir tek Batı dünyasında değil, Müslüman toplumlarda da IŞİD -İslam karşıtlığı oluşmuştur. Dış görünüş itibarıyla bir IŞİDçi profili ortaya çıkmıştır ve insanlar arası ilişkilerde bozulmalar meydana gelmektedir. / ve İslam toplumu içerisinden ayrışmaya neden olmuştur. Batı dünyasında artan İslam karşıtlığına tepki olarak Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı artmıştır. Genel anlamda Doğu toplumları topraklarında ortaya çıkan karışıklık, fitne durumunu Batı’ya veya Hıristiyanlık/ Yahudilik dinlerine atfetmektedir. Yani, halkın belirsiz bir kısmı tabiri caizse başına taş düşse siyonizmden zannetmektedir. Bunlar hep Amerika’nın oyunu ifadesi de suçu başkasında arayarak Doğulu toplumların vicdanını rahatlama çabası olarak görülmektedir. İslam’a karşı olanlara tepki olarak Hıristiyanlık ve Yahudilik karşıtlığı IŞİD’in sadırıları sonrası artmıştır. İnsanlardaki algıların farklılaşması, bilgisizlikten kaynaklı çatışmaya elverişli bu durumun ortadan kaldırılması dini ortadan kaldırarak, dini siyasetten uzaklaştırarak, dini öznel bir olguymuş gibi lanse ederek çözülemeyecektir. Batı dünyası Vestfalyan düzende dini siyaset dışına atarak barış ortamına kavuştu argümanı, Doğu dünyasında gerçekleştirilmesi güçtür. Çünkü, İslam sadece ibadetten ibaret bir din değildir. Hayatın her boyutunda olan kuşatıcı bir olgudur, dolayısıyla din karşıtlığının ortadan kalkması ancak ve ancak iyi bir dini eğitimle birlikte mümkündür. adım bilgi fikir Arası açık yıldızlarla güneşin Yan bakışlı veresiye bir merhaba Ne benim sana borcum olsun ne senin bana Gözler yorgun, alacaklı geceden Medet umar bir dize bir heceden Minareler nazır, zamansa hazır buluşmaya Zifiri karanlıkta böbürlenen ay Gerçeği öğreniyor her sabah bir kez daha Babaannemin tavukları geliyor aklıma Dedemin griye çalan eskimiş traktörü Dut ağacı geliyor erik, çağla Ya nasip diyen sürüler geliyor Gözlerinde umut, gerdanlarında kolye Elbiseleri ütüsüz bir öyle bir böyle Ata binmiş anılarım, geliyor dörtnala Boynundan vurduğum kuş Dereye attığım taş İsmini hatırlayamadığım üç beş arkadaş Beni gençliğime elbette yaklaştıramaz adım bilgi fikir Şiir: Erkam Karaburun 9 Vamık Volkan ile Psikanalizm Bilimi ve Gündem üzerine Söyleşi Freud’u takip ederek psikoanalistler, genel olarak sosyal/ kültürel meseleler üzerinde yazılar yazmışlarsa da bu meseleler üzerinde çalışmaktan kaçındılar. Ben böyle girişimlere başladığım zaman bazı psikoanalistler “Volkan çok iyi bir klinisyendi, şimdi ona ne oldu?” dediler. Zaman gelince bilhassa 11 Eylül 2001’den sonar, durum değişti. Mary Sigourney Ödülü’nü aldıktan sonra psikoanlist eğitimine sosyal/kültürel çalışmalarının eğitimin de eklenmesi üzerinde odaklanıyorum. Psikanalizm bilimini uluslar arası çatışma sorunlarına uygulayan ve bu alanda önemli açılımlar yapan değerli hocamız Prof. Dr. Vamık Volkan son dönemde yaşanan gelişmeler kapsamında sorularımızı yanıtladı. Bu kapsamda yeni yayınlanan hayatını ve çalışmalarını konu alan 'Kendi Divanında Bir Psikanlist' kitabına da değinme fırsatı bulduk. Mütavazi kişiliğiyle bizi kırmadan sorularımızı özenle cevapladığı ve söyleşiye son halini verene kadar ilgisini eksik etmediği için kendisine çok teşekkür ediyoruz. Şu anda günümüzde dünya siyasetinin psikolojik arka planını nasıl yorumluyorsunuz? Teknoloji benim aklımın anlayamayacağı derecede gelişti. Komünikasyon teknolojisi, dünyanın da bir yerinden başka yere gitmenin çok kolaylaşması, küreselleşme (iyi tarafları yanında) büyük grup kimliklerine baskı yaptı. Büyük grup kimliği on binlerce, yüz binlerce, milyonlarca kişinin (birbirlerini tanımadıkları halde) aynı duygu ve fikirleri paylaşmaları - etnik, milli, dini, politik ideoloji büyük grup kimlikleri vardır. Biz bu aşirete bağlıyız, biz Polonyalıyız, biz Aleviyiz, biz Komünistleriz... Hocam Kıbrıslı olmak sizin için ne ifade ediyor? Kendinizin bu kapsamda analizini yaptığınız taktirde, çocukluğunuz ve şu andaki çalışmalarınız arasında sizce nasıl bir bağ var? Kıbrıslı tanımını benim bir bölgeye ait olma anlamında kullandığınızı biliyorum. Fakat “Kıbrıslı” olmamdan söz etmeniz aklımaa başka bir konu daha getirdi, bu konudan söz etmek istiyorum. Annemin dedesi Ömer Vamık Efendi Lefkoşa’nın son Osmanlı kadısıydı. Osmanlıların Kıbrıs maliye işlerinden sorumlu kişinin kızı Zehra Hanım’la evliydi. Osmanlılar Kıbrıs’ı kira ile İngiliz idaresine verince bu olayın annemin ailesinde yarattığı travmayı ve ailenin prestijini ve zenginliğini nasıl kaybettiğini tahmin edebilirsiniz. “Kıbrıslı” diye bir millet yok. Ben adada büyürken Kıbrıs’ta Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Fenikeliler yaşıyordu ve hepimiz İngilizlerin idaresi altındaydık. Kıbrıs yalnız yaşadığımız yerin ismiydi. Babam bir Türk köyündeki çiftçinin tek okumuş çocuğuydu. Hem babam hem de annem ilk okul öğretmenleriydi. İki kız kardeşim ve ben Türkiye’de Atatürk ve arkadaşlarının yarattığı yeni Türk kimliğine sarılıp büyüdük. Üç hafta önce mültecilerin psikolojisi üzerine yazdığım kitabın İngiltere’de basılmadan önceki son şeklini bana gönderdiler. İngiliz editör kitabımda kullandığım ‘Cypriot Turk’ (Kıbrıslı Türk) terimini ‘Turkish Cypriot’ (Turk Kıbrıslı) olarak değiştirmiş. Onlara hemen bir mesaj gönderdim. Böyle bir değişiklik yaparlarsa kitabımı basmamalarını söyledim. Böyle bir değişiklik yapmayacaklar. 10 Gerçek olan şu: 1960’lardan sonra oluşan tarihi olaylar nedeniyle Kıbrıs’ta yaşayan Türkler şimdi büyük kimlik sorunları ile karşılaşıyorlar. Avrupa Birliği’nden ‘Kıbrıslı’ olma baskısı var. Rum tarafı genel olarak bunu destekliyor; çünkü adada herkes ‘Kıbrıslı’ olursa ada Rumların yöneteceği bir yer olacak. Çocukluğumdaki tarihi olayların Ankara Üniversitesi’nde tıp eğitimini bitirdikten ve Amerika’da bir psikoanalist olduktan sonra senelerce büyük grup kimliği ve etnik problemler üzerinde çalışmamı etkiledğinden eminim. Üç ay önce Ferhat Atik’in yazdığı ve hayatımı anlatan “Kendi Divaninda bir Psikoanalist” isimli kitap basıldı. Geçen Mayıs içinde de Molly Castelloe’un hazırladığı ve ‘Vamık’s Room’ (“Vamık’ın Odası”) isimli filmin açılışı New York’ta yapıldı. Bu film dünyanın birçok yerlerinde yaptığım psikopolitik çalışmalar üzerine. Film aynı zamanda “the Sidney Halpern” ödülünü kazandı. [“the Sidney Halpern Award “ for furthering the discipline of Psychohistory through the medium of documentary film.”] Hem bu kitapta hem de filmde çocukluğum ve çalışmalarım arasındaki bağ anlatılmıştır. adım bilgi fikir Kendi Divanında bir Psikanalist kitabını okurken son bölümde Einstein’ın Freud’a yazdığı mektuptan bahsedilmiş. Mektubun konusu Psikanaliz biliminin insanlığı savaşın yıkımından kurtarabilecek bir iç görü sağlayıp sağlayamayacağına dair. Siz sanırım Freud gibi olumsuz düşünmüyorsunuz? Son olarak Ocak 2016 yılında aldığınız Mary Sigourney Ödülü’nü sizin almanız Psikanaliz’in sadece kişisel sorunlarda değil sosyal/kültürel meseleleri anlamak için de kullanılabileceğini tescillediği olarak yorumlanmış. Freud insanların iç dünyalarını keşfetmişti. Bu nedenle 1932’de Einstein’a verdiği cevapta psikoanalistlerin dış dünya problemlerine çözüm bulmakla ilgilenmelerinin doğru olmayacağını söyledi. Bunun yanında başka bir şey de var. 2006 Avusturya Avrupa Birliği başkanlığını yapıyordu. Bu nedenle bu yılı Mozart ve Freud Yılı olarak kutlamaya başladılar. Beni de 4 ay (Fulbright vakfının desteği ile) Freud Profesörü olarak Viyana’da misafir ettiler. Ofisim Freud’un evindeydi. Orada otururken Freud’un 1932’deki psikolojisini düşündüm. Yahudi ayrımcılığı çok gelişmişti. Birkaç yıl sonra Hitler Almanya’nın başına gelecekti. Freud’un korku içinde olduğunu tahmin ettim. Bu nedenle dış dünya işlerine bakmaktan kaçınmış olabilir. Bu nedenle benim “ Şimdi Biz Kimiz?” diye adlandırdığım yeni bir medeniyetin içine girmiş olduk. Şimdiki büyük grup kimligimiz ne olsun, nasıl gelişsin? Bu yolda giderken çok kez büyük grup eski zamanlara dönüp, tarihi olayları kimliğinin sembolü olarak alevlendirir. Bunun yanında eski tarihi travmalar da sanki dün olmuş gibi ortaya çıkar. Bu travmalara “Seçilmiş Travma” adını verdim. Seçilmiş Travmalar kapsamında Bosna Sırp Savaşında, Sırpların bu savaşı Osmanlı Müslümanları’nın bir uzantısı olarak Bosna Müslümanları’ndan Kosova Harbi’nin yüzyıllar sonra intikamını alma savaşı olarak gördüklerini ifade etmişsiniz. Burada Kosova Harbi’nde Sırpların Lideri Prens Lazar’ın kalıntılarının mezardan çıkarılıp bir tabutta Sırplar tarafından maziyi canlı tutmak maksadıyla köy köy gösterildiği bilgisi gerçekten etkileyici. Bu konuda özellikle ‘seçilmiş travmalar’ açısından bizi aydınlatır mısınız? Seçilmiş Travma psikanalistlerin “change of function” (fonksiyon değiştirme) dedikleri bir durumla ortaya çıkar. Yani tarihi olayın imgesi kimliğin sembolü olur. Seçilmiş Travmalar, bir büyük grup tarafından içselleştirilen, geçmişten köken alan, içerisinde tutulamayan yası barındıran ve gelecek nesillere bunları düzeltme görevi bırakan travmalardır.“Normal” politik ve sosyal ortamlarda Seçilmiş Travma, orijinal olayın yıldönümü sırasında geri çağrılır ve ayinsel bir anma töreni ile büyük grup üyelerini birbirine bağlamaya devam eder. Törenler sırasında tarihsel olaylarla birleşmiş birey ve grup hatıralarını yürürlüğe girir ancak zaman kavramı hiç değişmez. Yani “bugün”, dünden uzak ve ayrıdır. Ancak adım bilgi fikir 11 Biz Kimiz”e cevap bulmak için geriye gitme, yani hem gerçeğe dayalı hem de fantazide gelişen eski tarihi gelenek ve fikirlere geri dönme ortaya çıktı. Darwin veya Freud’un isimlerinin okullardan kaldırılması veya altı yaşında kız çocuğu ile evlenmenin doğru oluşu gibi konuşmaların sosyal medyada ortaya çıkışını bu geriye dönme örnekleri olarak algılayabiliriz. Geri gitme olunca en çok zarar gören kişiler kadınlar ve kız çocukları olur. Onlar, bilinçdışından ve bazen bilinçli olarak, yalnız seks için kullanılan çocuk yapacak ve süt verecek yaratıklar olarak algılanır. Sabiha Gökçen hanımı düşünüyorum. O yeni Türkiye’de kadın olmanın simgesiydi.Türkiye’nin sesini göklere çıkartmıştı. Onu bir “yarım insan” olarak algılamak gerçeğe uymaz. Bir büyük grupta kimlik değişikliği olduğu zaman, büyük grup talihliyse, Atatürk gibi, Mandela gibi liderler nedeniyle yeni ve olumlu yollar seçilir. Çok kez böyle durumlarda büyük grup talihli olmuyor. Türkiye’deki kutuplaşmayı, son yıllarda Türkiye’yi ziyaret ettiğimde görüyorum. politik liderler, politik propaganda yoluyla bir büyük grubun seçilmiş travmasını tekrar harekete geçirdiğinde, travma ilgili hisler ve duygular sanki yeni ortaya çıkmış gibi algılanır. Böylece mevcut politik, diplomatik ve askeri meselelerle ilgili duygular ve hisler birleşmeye başlarlar. Geçmişte hatırlanan şimdi de hissedilir ve “zaman çöküşü”’meydana gelir. Böylece geçmiş, şimdi ve gelecek bütünleşmiş olur. Bu günlerde Türkiye’de Ermeni meseleleri ile ilgili haberler çıkmakta. 1915 olayları Ermenilerin Seçilmiş Travması. Ermeni olmanın en büyük simgelerinden biri 1915 olayları. Bu kapsamda Türkiye’de devam eden bir tartışma olan Din –Siyaset ilişkisini ve Laiklik tartışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Toplumumuzun bir kutuplaşma içerisinde olduğu düşüncesine katılıyor musunuz? İstanbul'un fethinin Batı’da özellikle Hıristiyanların üzerinde bıraktığı travmatik etkiden bahsetmişsiniz. Bu hala AB – Türkiye ilişkilerinde de canlı hatta merkezi bir dinamik denebilir mi? İstanbul’un fethi bilhassa Yunan Seçilmiş Travması oldu. Ben bir kaç yıl Türk - Ermeni Anlaşma Komisyonunda Türk ekibinin bir üyesiydim. Ayrıca seneler önce TürkYunan gayrı resmi politik dayaloklara katılmıştım. Bu toplantılarda hem Ermeniler hem de Yunanlılar kendi büyük kimliklerini korumak için o günlerdeki konulardan kaçıp Seçilmiş Travmalarına tutunup durmuşlardı. Türk- Ermeni Komisyonu diyalokları devam ederken bir gözlemim oldu. Türk ekibi Ermeniler için empati duydukları ve gösterdikleri zamanlarda Ermeni ekibinde anksiyete ortaya çıkıyordu. Sanki Türkler “iyi Türk” olurlarsa Ermeni ekibi Ermeni simgesi olan seçilmiş travmayı kaybedeceklermiş gibi bir duruma düşüyordu. Bu nedenle olumlu bir diyaloğa devam ettirme zorlaşıyordu. 12 Modern Türk kimliğinin ve bu kapsamda kurucu bir lider olarak Atatürk üzerine olan çalışmalarınız var. Şu anda günümüzde özellikle 2000’ler sonrası tekrardan yorumlanmaya çalışılan bir erken cumhuriyet dönemi var. Bazı kesimler bunu bir hesaplaşma olarak görüyor. Atatürk’ün hayatı üzerine Princeton Üniversitesi Tarih profesörü Norman Itzkowitz’le 1970’lerde yedi yıl çalıştık. Ben 13 ay için Türkiye’ye geldim ve Atatürk’ü tanıyan kişilerle konuştum. Birkaç yıl sonra bu kişiler artık hayatta olmayacaklardı. Bana en çok yardım edenler arasında Sabiha Gökçen hanım vardı. Yeni Türkiye’nin doğusunun tekrardan yorumlanmaya çalışanlar olduğunu sizin gibi ben de görüyorum. İki-üç yıl önce dinin siyaset işlerine katılmasını destekler görünen bir Türk akademisyenin yazdığı bir kitabı okumuştum. Türklerin Osmanlılarla başlayan tarihi üzerine. Acayip olan şey Osmanlı tarihinin bitişinden sonra yeni Türkiye tarihinin ilk on yıllarından söz edilmeyişiydi. Sanki 1919’dan 2000’lere kadar bir boşluk vardı. Atatürk’ün adı geçmiyordu. Osmanlı tarihimizle yeni Türkiye’yi birleştirmek çok iyi olur. Fakat Osmanlı kaybını bir Seçilmiş Travma olarak algılayıp yeni Türkiye’yi, yeni Türkiye büyük grup kimliğini reddetmek kendi ayaklarımıza kurşun sıkmak gibi bir şey. Dünyanın başka birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de “Şimdi adım bilgi fikir Türkiye’deki Kürt Meselesi’ni dünyadaki örnekleriyle kıyasladığımızda hangi benzerlikler ve özel durumlar öne çıkıyor? Divandaki Düşmanlar adlı kitabında bahsedilen Arap ve İsrailler arasında sağlanmaya çalışılan olumlu atmosfer Türk Kürt sorunu açısından da uygulanabilir mi? Oradaki gibi tarafları aynı diyalog sürecine sokmak mümkün mü ? Evetse nasıl “Şimdi Biz Kimiz?” medeniyetine girmemiz Kürtleri de etkiledi. Milyonlarca Kürt var bölgemizde. Genel olarak çeşitli ülkelerde yaşayan Kürtlerin kendilerine ait bir devlet aramaları beklenen birşey. Şimdi Suriye’de olup bitenler Amerika hükümetinde Kürtlerin varoluşu ve onların ne istedikleri hakkında büyük bir bilgi ve ilgi yarattı. Türkiye’deki “Kürt Meselesi” olarak adlandırılan durum Türkiye dışında yaşayan Kürtlerin durumları ile yakından ilişkili. Fakat, ayrıca yalnız Türkiye’yi ilgilendiren bir durum. Ayrıca terörizm ve büyük trajediler ve bitmeyen yas tutma durumu var. İstanbul’da Tarık Çelenk’in başkanlığı altında da Ekopolitik isimli bir kurum vardı. Bu kurumun sponsorluğu ile birkaç sene Türkiye’de Türk ve Kürt asıllı önemli kişilerin birbirleri ile buluşup diyalog kurmalarında rol oynadım. Neler yapıldığını ayrıntıları ile Divandaki Düşmanlar kitabımda anlattım. Son yıllarda bu konu ile çalışmam bana bir firsat verilmedi. Burada tek birşey söylemek isterim. Türkiye halkında geliştirilen büyük grup kimliği kutuplaşması Türkiye’de “ Kürt Meselesi”ni çözmeye karşı en büyük engeldir. Türkiye’deki kutuplaşmanın nasıl ve ne zaman biteceği hakkında bir tahminin yok. Gördüklerim canımı yakıyor. IŞID terör örgütünün dini yorumlayış tarzı ve insanları amaçları uğrunda bir fedai olarak kullanma yöntemleri özellikle canlı bomba olmaya doğru giden yol. Şahsen ben bunun zihinsel arka planını çok merak ediyorum. Genelde halk tarafından da çok sorulan bir soru: Bir insan kendine bunu nasıl yapar? (Canlı bombalar) İŞİD “Şimdi Biz Kimiz” medeniyetinde tamamıyla geriye giden, seçilmiş travmaları kullanan ve seçilmiş zaferler ümit eden ve dini terrörizm aleti olarak kullanan bir büyük grup oldu. Finlandiyalı tarihçi Jouni Suistola ve ben “ Gods Do Not Negotiate” [“Tanrılar Diyalog Kurmazlar”] isimli bir kitap yazdık. Kitap daha basılmadı. Bu kitapta canlı bombaların psikolojisini anlatıyoruz. Canlı bombalar kişisel psikolojilerini bırakıp büyük grup psikolojisi etkisi altında hareket ederler. Yani her şey büyük grup kimliğini korumak veya bu kimliğe destek olmak için yapılır. ‘İnsanların konuşmalarının durması, insan ölümleri demektir’ diyerek iletişim kurmanın öneminin altını çiziyorsunuz sanırım. Evet Farkında olsalar veya olmasalar da Türkiye’de bazı konuların açık açık konuşulmasından korkuluyor’ demişsiniz. Son senelerde Türkiye’yi ziyaret ettiğim zamanlar şunu görüyorum. Türkiye’de geliştirilmeye çalışılan - ve bir bakıma gelişen- ve gerçek veya hayal edilen dini simgeleri politik alet olarak kullanan büyük grup kimliğine karşı çıkan kişiler korku içinde. Tanıdığım ve ziyaret ettiğim birçok akademisyenler arasında çok korku var mesela. Bir örnek vereyim: Bir doctor arkadaşı ofisinde ziyarete gittim. Bir hastası hakkında benimle konsultasyon yapmak istiyordu. Onun odasına girmeden sekreteri yanımda cep telefonum olup olmadığını sordu. Telefonumun var oluşunu, fakat kapalı olduğunu söyledim. Sekreter hanım telefonumu yanında bıraktıktan sonra doktoru görebileceğimi söyledi ve “kapalı telefonların bile dinlendiklerini” ifade etti. Böyle bir durumun Türkiye’de gelişmesinden utandım. Politika dışında Türkiye’de gelişen kutuplaşmanın nedenlerinin konuşulması, analiz edilmesi gerekir. Şu anda neler yapıyorsunuz? 2009’da İnternational Dialogue İntiative (IDI) (Milletler Arası Diyalog Başlangıcı) adı altında bir program başlattım. Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Almanya, Rusya, İran, İsrail ve Filistin’den gelen aynı kişilerle- aralarında psikoanalistler, politikacılar, avukatlar, vb- her sene bir veya iki defa buluşarak dünyada olup bitenleri sekiz ülke bakışından inceliyoruz. Böylece ayrı görüşler arasında bir diyalog kurma, kurşun ve bomba kullanılması yerine konuşuğ karşı tarafı anlama için örnek yaratıyoruz. Okuyucularınız IDI’in neler yaptığını internette izleyebilirler: www.internationaldialogueinitiative.com adım bilgi fikir 13 Yrd. Dç. Ozan Örmeci, Beykent Üniversitesi [email protected] Kürt Sorunu’nu Yeniden Düşünmek TBMM’nde dokunulmazlık kaldırılması kararı alınmasının ardından Kürt Sorunu’nda yeni ve yoğun bir terör dönemine girileceği endişelerinin arttığı bir ortamda, Kürt Sorunu’nu yeniden düşünmekte fayda var. bu adımlar Kürt siyaseti tarafından yeterli bulunmamış, daha kötüsü ise, PKK ile müzakere süreci de hem halktan gelen tepkiler, hem de iki taraf arasında ortaya çıkan anlaşmazlık nedeniyle aniden sona erdirilmiştir. Kürt Sorunu’nda bugüne kadar devletin geliştirdiği Gelinen noktada, Kürt Sorunu konusundaki farklı görüşlerin uzlaştığı noktalardan yola çıkarak, şöyle bir yol yaklaşımları birkaç ana başlıkta toplamak mümkündür; - Kürt Sorunu yoktur, terörle mücadele vardır haritası belirlenebilir. 1. Terörle mücadele edilmeye devam edilmelidir. yaklaşımını savunan klasik resmi tez, Türkiye’de Türk ve Kürt halkları, terör örgütü - Kürt Sorunu’nu ekonomik geri kalmışlık ve onun mücadele tarzını tasvip etmemektedir. bağlamında değerlendiren modernist tez, Türkiye’deki 15-20 milyon Kürt vatandaşımızın pek azının oyunu alabilen ve ne yazık ki tüm - Kürt Sorunu’nu Türkiye’nin genel demokratikleşme çabalara karşın terör örgütünün uzantısı olmaktan sorunu bağlamında değerlendiren kapsayıcı kurtulamayan HDP’nin seçimlerdeki düşük başarısı, demokratik yaklaşım, bunun açık ispatıdır. Ancak terörle mücadele etmek, salt askeri yöntemler kullanmak demek - Kürt Sorunu’nu Türkiye’nin idare sorunu değildir. Askeri operasyonlar yerine, istihbarata bağlamında değerlendiren yönetim bilimine dayalı dayalı teknikler ve müzakere gibi unsurlar da yaklaşım, denenebilir. Eğer terörü tamamen sonlandırma - Kürt Sorunu’nu Kürtlere özgü bir kimlik sorunu imkânı varsa, terör örgütüyle müzakere edilmesi olarak gören yaklaşım. de halkımızca doğal karşılanmalıdır. Ancak önceki denemede olduğu gibi, süreç, halka kapalı ve Türk Bu tanılara uygun olarak, birinci görüş salt askeri milliyetçiliğini kışkırtacak şekilde yapılmamalı; yöntemleri, ikinci görüş askeri yöntemler ve Kürtlerin sürecin sonucu halka açıklanmalı ve gerekirse yoğun olarak yaşadığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde referandum ya da TBMM’de bir genel oylama ekonomik kalkınma hamlelerini, üçüncü görüş terörün yoluyla bu süreç demokrasiye uygun şekilde elimine edilmesini ve Avrupa standartlarında bir sonuçlandırılmalıdır. Dolayısıyla, bu konuda demokrasiyi, dördüncü görüş terörün elimine edilmesini yapılabilecekler şöyle ayrıştırılabilir; a-) Salt askeri ve Türkiye’de yerel yönetimlerin ve öz yönetim modelinin operasyonlar, b-) Askeri operasyonlar ve yoğun güçlendirilmesini, beşinci görüş ise terörün elimine istihbarat faaliyetleri, c-) Askeri operasyonlar, edilmesini ve Kürt kimliğine anayasada yer verilmesini ya istihbarat faaliyetleri ve terör örgütüyle diyalog ve da anayasada Kürt kimliğini de kapsayan bir üst kimlik müzakere. inşasını önermektedir. 2. Bölgenin ekonomik kalkınması için farklı Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda geçmişteki alternatifler geliştirilmelidir. Türkiye inkârcı politikalarını bırakmış ve Kürt Sorunu’nu Cumhuriyeti’nin en büyük altyapı hamlesi çözebilmek için samimiyetle gayret göstermektedir. Bu olan GAP projesinin devam ettirilmesi ve Kürt bağlamda, özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının halkının yoğun yaşadıkları bölgelere yönelik ilk yıllarında oldukça kapsamlı reformlar yapılmış; yerel farklı ekonomik faaliyetlerin geliştirilmesi, yönetimler güçlendirilmiş, Kürtçe televizyon yayınları Kürt ayrılıkçılığını önlemekte faydalı olabilir. ve özel kursların önü açılmış, Kürtçe yerleşim birimi Klasik tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yanı adlarına izin verilmiş, bölgeye yoğun ekonomik yatırımlar sıra, turizm faaliyetlerinin teşvik edilmesi, yeni yapılmış ve Kürt kimliğine dayalı siyasetin TBMM’de gelişen bilgisayar-enformatik teknolojilerini bu temsili için kolaylık gösterilmiştir. Buna ek olarak, Milli bölgelerde geliştirmeye yönelik altyapı hamleleri, İstihbarat Teşkilatı (MİT), terörü tamamen sonlandırmak yazları oldukça sıcak bir bölge olan Güneydoğu’da için terör örgütü PKK ile müzakerelere de başlamıştır. güneş enerjisi teknolojisinin geliştirilmesi Ancak reform süreçleri başarıyla tamamlanmasına karşın, gibi alternatifler ilk aklıma gelen önerilerdir. 14 adım bilgi fikir Ekonomi uzmanlarının ve bölgedeki kanaat önderlerinin yardımıyla, bu gibi projeler rahatlıkla çeşitlendirilebilir ve daha da geliştirilebilir. Bu bağlamda, tüm devlet politikalarının ekonomik kalkınma ve dış ticaret/dış yatırım temelinde yeniden planlanması gerekecektir. 3. Türkiye’de demokrasinin genel kalitesi yükseltilmelidir. Zenginleşen ve demokratikleşen toplumlar, halkın aşırıcı eğilimlerden de uzaklaştığı ve demokrasiyi içselleştirdiği toplumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, özgürlüğün ve zenginliğin daha fazla olduğu bir Türkiye’de, ne Kürt Sorunu, ne de diğer siyasi sorunlar bu derece şiddetli tezahür etmeyecektir. Bu noktada, üniversitelerimizden en önemli akademisyenlerin katılımıyla, T.C. Cumhurbaşkanlığı’nın koordinasyonunda, geçmişteki Akil Adamlar Heyeti’nin benzeri şekilde bir yapı oluşturularak, Türkiye’de halkın demokrasi sorunları algısını ölçen ve halkın devlete ve sisteme aidiyetini arttırıcı çalışmalar ve politikalar uygulanabilir. Ayrıca Türkiye’deki ifade özgürlüğü üzerindeki engeller de giderilmelidir. Kürtler ve aydınlar, bu konuda en aykırı fikirlerini bile özgürce telaffuz edebilmeli ve ancak terör eylemlerine karışmaları durumunda engellenmelidirler. Aynı şekilde, Türk milliyetçilerinin de fikirlerini de ifade etmelerine engel olunmamalı ve ancak “nefret söylemi” gibi durumlarda harekete geçilmelidir. Topluma, farklı uçlar/seçenekler arasında bir orta yol bulması için tüm görüşler sunulmalı ve halkın sağduyusuna güvenilmelidir. Topluma güvenmeden, asla gerçek bir demokrasi olunamaz. 4. Türkiye’nin idari yapısı konusunda uzlaşıya varılmalıdır. Türkiye’nin üniter yapı içerisinde devam edip etmeyeceği bu süreçte karara bağlanmalıdır. Avrupa’da ve dünyada giderek artan federal sistemler ya da yerinden yönetimi güçlendiren üniter yapı içerisindeki reformlar, bu konuda Türkiye’yi de bir reform sürecine zorlayabilir. Bu noktada, Türkiye’deki devletin sinir uçlarının artık net bir karar vermesi gerekmektedir. Daha önceki bir yazımda dile getirdiğim şekilde, Başkanlık sistemine geçiş olacaksa, bununla birlikte ABD’ye benzer şekilde eyaletler sistemi denenebilir. Burada, Türkiye’nin 7 coğrafi bölgesi temel alınarak, farklı bir sisteme geçiş denenebilir. Ancak bunun Türkiye’nin bölünmesine hizmet etmemesi için, çok dikkatli olunmalı ve sistem değiştirilemez maddelerle güvence altına alınmalıdır. Bu şekilde, ABD ve diğer birçok federal ülkeye benzer şekilde, ülkedeki farklı bölgelerde ağır basan farklı yaşam tarzları ve kültürel eğilimler de korunabilecektir. Ancak bu çok riskli ve zahmetli bulunursa, yerel yönetimlerin daha da güçlendirileceği yeni bir belediyeler sistemi ya da özerklik modelleri de konuşabilir. 5. Kürtçe’nin ve Kürtlerin bu ülkenin asli ve ana unsuru olduğunu gösteren reformlara samimiyetle devam edilmelidir. Türkçe’nin anadil kalması şartıyla, Kürtçe’nin özellikle halktan yoğun talep gelen bölgelerde haftasonu eğitime devam edecek ilk ve ortaokullarda öğretilmesi, Kürtçe kitap ve yayınlara devletçe destek olunması, üniversitelerdeki Kürt Enstitülerinin yaygınlaştırılması, Türk kökenli vatandaşların da Kürtçe öğrenmesi için müfredata seçmeli dersler eklenmesi gibi unsurlar, sanıyorum Türkiye’de halkımızın yüzde 80 ve üzerinde onaylayacağı girişimler olacaktır. Ancak bazı Kürt çevrelerinin talep ettiği Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması, toplumdan tepki çekebilecek bir girişimdir. Ayrıca anayasadaki Türk milleti ya da Türk tanımı yerine, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” ifadesine dayalı olan anayasal vatandaşlık seçeneği de, bu noktada kimlik bağlamında ele alınabilecek bir yöntemdir. Tüm bu politikalar arasında en doğru olanları tespit etmek ve doğru şekilde uygulamaya sokmak ise, kuşkusuz Türkiye’deki siyasal ve bürokratik seçkinlerin görevidir. KAYNAKLAR - Heper, Metin (2007), The State and the Kurds in Turkey: The Question of Assimilation, Houndsmill, Basingstone, Hampshire, U.K.: Macmillan/ Palgrave. - Heper, Metin (2008), Devlet ve Kürtler, İstanbul: Doğan Kitap. - Tan, Altan (2009), Kürt Sorunu Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik, Timaş Yayınları. - Örmeci, Ozan (2014), “Turkey’s Kurdish Question: Pitfalls For The Peace Talks”, Reflections Turkey, Mayıs 2014, Erişim Adresi: http://www. reflectionsturkey.com/?p=1092#sthash.iexkItys. dpuf. - Örmeci, Ozan (2015), “Turkey’s Kurdish Question Revisited”, American Academic & Scholarly Research Journal, Cilt 7, no: 3, Mayıs 2015, ss. 121-133. adım bilgi fikir 15 Arş. Gör. Fahriye Keskin Karagöl, Sakarya Üniversitesi [email protected] Kürt Sorunu’nun çözümünde ‘şiddetli kriz’ evresi* Üst çatışma halini yaşadığımız çözümün bu evresinde yapılması gereken başlıca iki husustan bahsedilebilir: Çatışmaları daha da arttırmamak için sert beyanlardan kaçınmak ve spekülasyonları engellemek adına belirsizliği ortadan kaldırmak. BARIŞ ve müzakere süreçleri olağanın üstünde sabır gerektirir. Uzun süredir devam eden ve artık yapısal bir hale bürünmüş, kemikleşmiş anlaşmazlıklar ve çatışmalardan politik normalleşme sürecine geçiş şüphesiz kolay değildir. Bir defa güvenlikleştirilmiş bir meselenin normalleşmesi yahut da normal siyaset alanına döndürülmesi çatışan tüm tarafların da bu yöndeki iradesine, kararlılığına ve sabrına bağlıdır. Teşhis tedavinin parçası Herhangi bir çatışma veya anlaşmazlık durumunda çözüme dair başlatılan süreçlerin kanaatimizce en önemli aşamalarından ilki, normalleşme ve diyalog taleplerindeki samimiyeti göstermektir. Bu aşamanın önem arz etme sebebi niyet okuma veyahut sorgulama değildir elbette, bilakis en başından tarafların isteklerini açıkça ifade etmeleri, mevcut krizden ne anladıklarını ya da bunu nasıl adlandırdıklarını ortaya koyarak ortak bir anlayış ve uyum yakalamaya çalıştıkları, ‘sorunu tanımladıkları’ evre olmasındandır. Zira bu noktada uzlaşmak, belirsizlikleri netleştirmek ya da ortak bir barış dili yakalayabilmek sürecin sonraki aşamalarının hızlı ve kolay bir şekilde ilerleyebilmesi ve nihayetinde çatışma halinin barış haline evrilebilmesi açısından elzemdir. Kısaca “sorunu anlamak çözümün yarısıdır”... Tabi burada adlandırmadan kastedilen nominalizm veya basit bir şekilde sürecin ya da şahısların ne şekilde ifade edildiği de değildir. Temel çıkmaz, bu durumun ‘sorunun tanımlanması’ olarak ifade edilen ilk tanım-evrenin tamamlanmamış olmasıdır. Nitekim iyi tanımlanamamış bir sürecin iyi yönetilmesi de düşünülemez. ‘Bisiklet’ metaforunun yetersiz kaldığı açıktır. Bunun yansımaları ise en hissedilir şekilde Heilderberg 16 Institute for Internetional Conflict Research (HIIK) tarafından 2009 yılında paylaşılan raporda, şiddet içeren çatışmalar başlığı altında yer verilen ‘kriz’ evresinde görülmektedir. Zira bu evre, çatışmanın nasıl yönetilirse o şekle geleceği bir evredir. Çatışmalar bağlamında nötr bir evre olarak ifade edilen bu noktada ne sistematik bir çatışma silsilesi ne de tam bir çatışmasızlık hali vardır. İyi yönetilemeyen kriz bu aşamadan sonra yüksek düzeyde şiddet yoğunluğu içeren ‘şiddetli kriz’ evresine tırmanacak ve bu evre sistematik ve organize çatışmaları da beraberinde getirecektir. Nitekim bundan sonraki evre ise en üst çatışma hali olan savaş olacaktır. Organize şiddet Bu durumu bir örnek üzerinden açıklamak gerekirse, 20 Temmuz’da Suruç’ta bir DAEŞ üyesi tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen ve 31 kişinin yaşamını yitirdiği saldırı sonrasında gelişen olaylar, Türkiye’yi DAEŞ ve PKK gibi iki büyük güvenlik sorunu arasında bırakmış, bu tarihten sonra çözüm süreci ani bir şekilde şiddetli kriz evresine doğru evrilmiş ve hemen her gün Türk askeri ve polisine yönelik eylemler gündeme gelmeye başlamıştır. Suruç saldırısı sonrasında Türkiye eylemlere karşılık olarak hem Kandil’e hem de Suriye’de DAEŞ hedeflerine karşı hava operasyonları düzenlemeye başlamıştır. Bu aşamadan itibaren Türk ve Kürt taraflarının beyanatları süreci daha da germiş ve şiddetli kriz evresinin işaretlerini vermiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın milli birlik ve kardeşliğimize kast edenlerle çözüm sürecini devam ettirmenin mümkün olmadığı açıklamasına karşılık PKK’lı Duran Kalkan’ın ateşkes durumunu fiilen AKP ve Genelkurmay’ın sona erdirdiği ifadelerinin dışında, HDP Eş Genel Başkanı adım bilgi fikir Selahattin Demirtaş’ın hükümete yönelik olarak mecliste çoğunluğu kaybetmesinin intikamını almak için ülkeyi kaosa sürüklediği iddiası, sürecin geldiği son durumu gözler önüne sermektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çözüm sürecinin terörü şımartma süreci olmadığı, şu anda buzdolabında olduğu ve “Teröre destek veren parti HDP”ye yönelik sert ifadeleri bu gergin süreci ve dili ortaya koyan göstergelerdendir. Dahası ardı ardına ilan edilen sözde özerlik açıklamaları sonrası yapılan gözaltına almalar üzerine Selahaddin Demirtaş’ın halkın özyönetiminden daha meşru bir şeyin olmadığı ve HDP’nin resmi olarak özerkliği öneren bir parti olduğu şeklindeki beyanatları çözüm sürecine bağlı tarafların sarf edecekleri türden sözler ve eylemler olmasa gerektir. Dolayısıyla 7 Haziran seçimleri ve Suruç saldırısı öncesinde daha statik olup, sistematik bir şiddet sarmalının bulunmadığı ‘kriz’ evresinde nitelendirilen süreç bugün bir ‘şiddetli kriz’ evresine doğru tırmanmıştır. Zira bu aşamada taraflar organize bir şekilde şiddete başvurmakta ve barış dili artık kullanılmamaktadır. İkinci husus da ivedilikle yapılması gerekenlerdir. Başından itibaren vurguladığımız üzere, süreçteki belirsizlik haline son verilmesi gerekiyor. Böyle bir süreçte sağlıklı bir müzakere anlayışı ve ortamını kolaylaştırması açısından, tarafların üzerinde uzlaşacağı ve yine farklı beklenti ve algıları barındırmayacak şekilde kurumsal denetim mekanizmalarının oluşturulması önemlidir. Bugün Kürt çözüm sürecinin bu tür gerekliliklerden yoksun olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Herkesin farklı bir anlam çıkardığı ve çıkaracağı bir süreç, kısa vadede bir sükûnet ortamı oluştursa da orta ve uzun vadede çatışmasızlık halini sona erdirecek potansiyele sahiptir. Özetle açık, net, farklı yorumlara açık olmayan ve en önemlisi tarafların barış ve çözüm noktasında samimi oldukları bir süreç başarıyla sürdürülebilir. * Bu yazı Eylül 2015 tarihinde Star Açık Görüş'te yayınlanmıştır. Bu evrede ne yapmalı? Bu aşamadan itibaren yapılması gereken başlıca iki husustan bahsedilebilir. Birincisi tarafların kaçınması gerekenlerle ilgilidir. Türkiye’de devlet ve PKK arasındaki çatışma sürecini ve dinamiklerini incelerken Kürt sorununu sadece fiziki çatışma boyutuyla görmemek gerektiği açıktır. Fiziki çatışmaya götüren önemli sebeplerden biri olarak Türkiye’de hukuki ve siyasi dışlanma pratiklerinin toplumsal gruplar ve bireyler tarafından nasıl ‘varoluşsal bir güvensizlik’ sorunu olarak algılandığını hatırlamak yeterlidir. Bununla beraber, Kardaş’ın ‘toplumlararası güvenlik ikilemi’ adını verdiği etkileşim sürecine hapsolmuş Kürt sorununun çözümünü sadece toplumsal aktörlerin kimlik temelli-maksimalist-beklenti ve eylemlerine teslim etmek de çözümsüzlüğü sürdürmekten başka bir işe yaramayacaktır. Sorun büyük ölçüde siyasi bir sorundur. Fiziki çatışma başladıktan sonra aktörlerin şiddet ve çözümsüzlüğü sürdürmeye sebep olan indirgemeci ve sert resmi beyanatlardan kaçınması sorunun devasa, sıfır toplamlı bir kimlik sorunu haline gelmemesi açısından kritik öneme sahiptir. Ayrıca, Yeğen’in de vurguladığı üzere, taraflar süreci bir bağımlı değişken gibi görmekten acilen vazgeçmelidir. Yani çözüm sürecini tarafların başka hesaplarına giden yolda bir araç haline getirmeleri örneğin bunun AKP’ye seçim kazandırıp kazandırmayacağı, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı gibi hesaplar sürece ciddi zarar vermiştir. Dolayısıyla bağımlı değişken değil başlı başına bir bağımsız değişken olarak görülmesi ve ona göre sürecin yürütülmesi gerekmektedir. adım bilgi fikir 17 Mehmet Ali Meçu, Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön. [email protected] Tarihi Perspektifte Kürt Meselesi Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.Esasen konunun özeti tam da budur. Tarihte yapılan yanlışların tekerrur etmemesi için geçmişimizi iyi bilip, ders alıp ve bu doğrultuda yürümemiz gerekir. İlk olarak Kürtlerle-Türklerin tarihten gelen yaklaşık bin yıllık beraberleğine değinmek gerekir. Öncelikle bu beraberliğin dokuz yüzyılını kapsayan Osmanlı Dönemindeki ilişki ve çelişkileri göz önünde bulundurmamız daha akılcı olacaktır. Osmanlı dönemi ve öncesinde dört önemli dönüm noktası vardır; Malazgirt (Alparslan-Mervaniler ve Kürtler), Çaldıran(Yavuz Sultan Selim-İdrisi Bitlis-i ve Kürtler), Cizira Botan (2.Mahmut/Abdülmecit-Bedirhan Bey ve Kürtler), Erzincan (2.Abdülhamit-Hamidiye Alayları ve Kürtler).. Bilindiği üzere Kürtlerle Türklerin tarihteki ilk ciddi karşılaşması ve beraberliği Malazgirt Savaşı’dır.Bizans İmparatoru Romen Diyojen 50 bin kişilik orduyla doğuya yürümesi Selçuklu Sultanı Alparslan’ı telaşlandırmış ve bu yüzden istilayı önlemek için Malazgirt’e doğru yola çıkmıştır.Fakat ortada bir sorun vardı oda ordunun az sayıda savaşçıdan oluşmasıydı. Bu yüzden veziri Nizamülmülk’ü bugünün Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde bulunan Mervani Kürt Beyi Nizameddin’den yardım istemeye göndermiştir.Mervaniler kimi tarihçilere göre 11 bin kimisine göre de 26 bin kişilik orduyla din kardeşliği adına Alparslan komutasındaki orduya katılarak Malazgirt savaşının kazanılmasını sağlamıştır. Böylece Kürtlerin yardımıyla Anadolu’nun kapıları Türklere açılmıştır. Bu savaşla ilk birlikteliğin temelleri atılmış oldu. Mehmet Çelik’in “Tarihin Hafızası” adlı kitabında bu şekilde ele aldığı hadise, iki Arap kaynağı olan Sıbt İbnu’l-Cevzî’nin “Mir’atu’z-Zamân” ile İbnu’d-Devâdârî’nin “Kenzü’l-Durer” adlı eserlerinde yer almaktadır.Ek olarak İbnü’l Erzak tarafından kaleme alınan ve dilimize 18 “Mervanî Kürtleri Tarihi” adıyla tercüme edilen eserde, Kürtlerin Selçuklu ordusuna hangi şartlarda katıldıklarına dair farklı bilgiler mevcuttur. İkinci önemli dönüm noktası olan 1514 yılında gerçekleşen Çaldıran savaşına gelirsek 1512 de Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı İmparatorluğunun başına geçmesiyle bölgeyi çok iyi bilen Bitlisli bir Kürt olan İdris Bitlisi’yi kendine danışman olarak atar.Yavuz Sultan Selim ,İdris vasıtasıyla özerk bir biçimde yaşayan 16 Sünni Kürt beyinin yaklaşık 70 bin kişilik orduyla kendi yanında Şah İsmail’e karşı savaşmasını sağlar.Ve 1514 yılında yapılan Çaldıran savaşı Kürtlerin yardımıyla kazanılarak Şiia’nın Anadoluya girmesi engellenmiştir.Savaş sonrası birliktelikler perçinlenerek karşılıklı anlaşmalar imzalanmıştır. Mehrdad İzady, The Kurds: A Concise Handbook, aktaran Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek kitabında ve Murad Ciwan’ın Çaldıran Savaşında Osmanlılar Safeviler ve Kürtler isimli kitabında açıkça dile getirilmiştir. Üçüncü dönüm noktası ise Cizira Botan Olayı,Kürtlerle Türkler arasındaki birliğin koptuğu ilk önemli olaydır. 1789 adım bilgi fikir Fransız devriminin etkisiyle ilan edilen Tanzimat Fermanı ile yanlış yönetim merkezileşme politikalarına yönelmeyi zorunlu kılmıştır. Gayrimüslimlere tanınan haklar sonucu hazine boşalır ve Saray ayrıcalıklara sahip beyliklere yönelir.Vergi ve asker konularında baskılar uygulanmaya başlar.Bunun sonucunda 1847’de Bedirhan Bey baskılara karşı isyan eder.Osmanlı bu isyanı Bedirhan Bey’in yeğeni olan Yezdanşer’in yardımıyla bastırır. Bunun üstüne Sultan Abdülmecit bugün hala müze ve arşivlerde saklı bulunan üç çeşit Kürdistan Madalyası bastırarak isyanı bastıranlara dağıtır. Mehmet Salih Bedir-Han (Haz: Mehmet Uzun ve Rewşen Bedir-Han), Defter-i A’malım - Mehmet Salih Bedir-Han’ın Anıları kitaplarında ve Nazım Sevgen, Kürtler, Kürt Beylikleri - Belgelerle Türk Tarih Dergisinde bilgiler mevcuttur. Dördüncü dönüm noktası ise 2.Abdülhamit’in sadakata dayalı ümmet politikası sonucunda oluşmuştur.O dönemde Osmanlı’dan ayrılan gayrimüslimlerin yerine geride kalan yani doğuda Kürtleri ,güneyde Arapları ve kuzeyde Boşnaklar ile Arnavutları kendi bünyasinde tutmaya çalışmıştır.2.Abdülhamit bu politikasıyla Kürtlerden Hamidiye Alayları oluşturarak Rus Cephesinde kullanıp Rusların Osmanlı’yı doğudan işgalini engellemiştir.Bununla birlikte Ermeniler ile Kürt Alevi aşiretlerine karşı kullanarak onları sindirmiştir.Böylece ulus devlet çağında Kürtlerin devlet kurmasını engellemiştir. Kodaman, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası,Zekeriya Yıldız’ın Kürt Gerçeği, Olaylar, Oyunlar ve Çözümler ve Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları kitaplarında bilgiler sunulmaktadır. Osmanlı döneminde gerçekleşen bu olaylar sonrası cumhuriyet dönemine geçtiğimizde benzer olayları görebiliriz.Örneklendirmek gerekirse 1.Dünya savaşından yenik çıkan Osmanlı’da anadoluyu korumak için M.Kemal İslam elden gidiyor politikasıyla dönemin en kalabalık,otokton ve askeri organizeye sahip halkı olan Kürtleri Milli Mücadeleye dahil etmiştir.Ve bu doğrultuda bazı sözler verilmiştir.Verilen sözlerin başlıcaları şunlardır;Kürtlerin bu vatanın asli unsuru olduğu;savaşı birlikte kazandıkları ve Kürtlerin kendi yurtlarında özerk bir şekilde yaşayacakları şeklindedir.Bu sözler 1919’da imzalanan Amasya Protokollerinde,1922’de El Cezire komutanına BMM tarafından yazılan mektupta ve 1923’te M.Kemal’in İzmit konuşmasında açık bir şekilde dile getirmiştir.Buna ek olarak 1921 anayasasında Kürtleri hem tanıyor hemde kendilerini yönetmeleri yasalarla uygun hale getiriliyor.Eğer Mustafa Kemal’in o günkü tezleri uygulanmış olsaydı.Bugünümüzde ülkeyi her konuda etkileyen Kürt sorunu olmayacaktı. Fakat uygulanmadı savaş bittikten sonra cumhuriyet kuruldu ve tekrardan tektipleşme politikaları uygulanmaya başlandı;Kürtleri Türkleştirme politikaları,Alev- ileri Sunileştirme politikaları vs.. Tarihe baktığımızda Cumhuriyet dönemine kadar ki süreçte esasen Kürtler ile Türkler arasında elle tutulur bir sorun yaşanmamıştır. Fakat cumhuriyet dönemine baktığımızda büyük isyanlar ve çatışmalar ortaya çıkmıştır.Ne yazık ki insan hakları temelli demokratik cumhuriyette olması gerekenlerin uygulanmaması ülkeyi savaş ve kaosa sürüklemiştir. Akıllara şu tezatlık geliyor Monarşi ile yönetilen Osmanlı İmparatorluğunda şuan ki insan hakları(nitelikli olmasada) uygulanırken Demokratik Cumhuriyet yönetiminde(İnsan hakları demokrasinin temelini oluşturur) uygulanamaması .. Cumhuriyet döneminde 1924’te halifeliğin kaldırılmasıyla Kürtle ile Türkler arasında kalan son bağ koptu ve ayaklanmalar baş gösterdi ve isyanlar dönemi başladı.1925 Şeyh Said İsyanı ve ardından gelen 1930 Ağrı İsyanı ülkede büyük kaos oluşturmuştur. Bununla birlikte 1938’de Dersim Olayı ortaya çıkınca devletin “Takriri Sukun Yasaları,İstiklal Mahkemeleri, Sürgün ve Mecburi İskan uygulamaları” ile Kürtler tamamen susarak sindi. 1938 ile 1968 yılları arasında yaklaşık 30 sene sesizce yaşayan Kürtler oluşan baskılar nedeniyle 1968 ile 1980 arasında KUK,KAWA ve Özgürlük Yolu gibi örgütlenmelerle bazı tepkiler ortaya koymuştur.Bunun sonucunda 1978’de PKK ortaya çıkmıştır.İnsan doğası itibariyle oluşan tehditlerde kendini savunur.Bu durum sadece insanlar için değil dünya üzerinde yaşayan en güzel varlıkları olan güller dahi kendini korumak için dikenlerini kullanıyor olması insanın varlığını koruması için neler yapabileceğinin açıklaması dahi yersiz sözcük kalabalığına neden olur. Geçmişte olduğu gibi baskılar yine isyanı ortaya çıkardı. Demokrasi en pratik çözüm olması gerekirken aksine çözümden uzaklaşmaya başladı.1924’ten bu yana ortada bir sorunsal var ve bu çözülmek yerine daha çok şiddete ihtiyacımız varmışçasına sürdürülüyor.Dokuz yüzyıllık birlik ve beraberlik sonrası oluşan ortamda Kürt ve Türk halkının birbirlerine düşman edilmesi ile güzel ülkemizin cennet iken cehenneme dönmesi kadar vahim bir durum yok.. Özetlemek gerekirse çözüm çok basit yönetimimizin kendisi(DEMOKRASİ) çözümümüz… Ülkece,su ile yanmayı bırakmak yerine rüzgar ile dahada harlanan kor gibiyiz… Baskı ve şiddet ile anılan değil;Bilimi,Sanatı ve Aklı ile anılan bir ülke olmamız dileğiyle.. adım bilgi fikir 19 ÇEKÜL VAKFI ile Söyleşi Sanayileşme ve beraberindeki modern dünyanın aldığı biçimlerle beraber o zamandan beri dünyanın yakasını bırakmayan sorun Çevre sorunu. Sayımızın bu bölümünde bu konu üzerine ülkemiz ve dünya ekseninde çevre ve çevre sorunları üzerine söyleşi yapalım dedik ve soruları ve mikrofonu bu konuda gerçekten belli bir yol keteden ÇEKÜL vakfına çevirdik. Sorularımızı vakıf gönüllüsü ve çalışanı Deniz Dinçel yanıtlıyor. O zaman neler konuştuk hangi sorulara yanıt bulduk gelin bakalım şimdi Deniz Hanım anlatsın biz dinleyelim. Turhan Alagöz'e söyleşiyi bizim için hazırladığı için teşekkürler. Merhaba ben Deniz Dinçel. Vakıfta Eğitim Birimi koordinatörü olarak çalışıyorum. Uzun zamandır da vakıfta çalışıyorum ve vakıf gönüllüsüyüm. Deniz hanım vakıf haricinde bir yerde çalışmıyorsunuz anladığım kadarıyla. Hayır şu an sadece Vakıfta çalışıyorum tam zamanlı olarak. ÇEKÜL vakfın dan biraz bahsedebilir misiniz bize? Ne zaman ve hangi amaçlarla kuruldu? Evet tabii ki ben kısaca bahsedeyim. ÇEKÜL vakfı 25 sene önce ÇEKÜL’ün kurucu Başkanı Prof. Dr. Metin Sözen ve eşi Betül Sözen in, 1975 yılında neredeyse el değmemiş bir Osmanlı yerleşmesi olan Safranbolu’da koruma ateşini tutuşturduğu zaman, öğretim üyeleri, sanatçılar, gazeteciler, düşünce adamları ve mimarlar bu ışığın ardına düştüler, güzel beldeye akın ettiler. Safranbolu’da sivil bir girişim olarak başlayan koruma hareketi, 1990’dan sonra ÇEKÜL çatısı altında sürdü. ÇEKÜL, hayata geçirdiği projelerde kent-havza-böl- 20 ge-ülke; bir başka deyişle, en küçük yerleşmeden bütüne doğru açılan bir yöntemi benimsedi. 1998 yılında 7 Bölge 7 Kent projesiyle, Türkiye’nin yedi bölgesinden birer kenti ayağa kaldırarak, ‘elle tutulur, gözle görülür’ örnekler ortaya koydu. Somut örneklerin özendirici etkisiyle çalışmalar, Kendini Koruyan Kentler adı altında Anadolu’da özgün kimliğini koruyabilmiş çok sayıda kente yayıldı. Evlerden sokaklara, mahallelere, kentlere, havzalara, bölgelere yayıldı ve ülke bütününde bir seferberliğe dönüştü. Kendini Koruyan Kentler başlığı altında yapılan çalışmalar giderek, 2000 yılında ÇEKÜL’ün önderliğinde kurulan ve bugün 300’ü aşkın belediyenin katılımıyla, koruma ve yaşatma seferberliğinin temsilcisi konumuna gelen Tarihi Kentler Birliği’ne uzandı. Koruma ve yaşatma, yerel ve kamu yöneticilerinin öncelikli misyonu haline geldi. Toplumun farklı kesimlerinin ortak bir amaç çevresinde örgütlenmesiyle oluşan güç birliği koruma hareketinin eksenini oluşturdu. ra eğitim, tanıtım ve yayın çalışmalarını da katarak bütüncül bir yol izliyor ve o günden bugüne gönüllülerin desteğiyle çalışmalarına devam ediyor. ÇEKÜL günümüzde de aktif bir şekilde kültürel mirasın korunması konusunda yürüttüğü tüm bu programla- Peki bu kitlelere nasıl ulaşıyorsunuz? adım bilgi fikir Vakfın Doğal ve Kültürel mirası koruma çalışmalarında ve bu paralelde yürüttüğü projelerde asıl seslenmek istediği kitle nasıl bir kitle ya da daha açıkçası hedef kitleniz kimler? Aslında bu soruya cevap verirken şunu söyleyerek başlamak lazım aslında vakıf doğa ve kültürü birbirinden ayırmıyor. Doğa ve çevrenin sonsuz bir etkileşim içinde olduğuna inanıyoruz biz vakıf olarak. Kültürün beslendiği ana etkenlerden biri doğa ve bizler doğadan aldığımız şeylerle kültürü oluşturuyoruz ve o kültürle yaşıyoruz. Yani bir bıçak sırtı gibi ayırıp atmıyoruz bir tarafa bu iki kavramı. Sorunun temeline dönünce vakfın temel kitlesi aslında doğaya çevreye ve kültür varlıklarını korumaya önem veren herkes biz buna önem veren herkese sesleniyoruz. Ben bu soruya vakıfta bulunduğum konumla ilgili bir projemizden bahsederek cevap vermek istiyorum. Bahsettiğim gibi ben vakıfta Eğitim Birimi koordinatörlüğü pozisyonundayım ve biz bu kitleye ulaşırken izlediğimiz yollardan biri de Eğitim. Evet bir eğitim birimimiz var eğitim birimimizin adı ise Bilgi Ağacı Eğitim Sistemi bu eğitimler ile ulaşmaya çalıştığımız hedef kitlemiz genel anlamda öğrenciler ve öğretmenler ortaokul lise bazında oluyor genelde ve bu öğrencilere seslenip ulaşmaya çalışıyoruz. Sizce ülkemiz açısından ve dünya açısından en büyük çevre sorunu nedir? Bilinçsizlik diyebiliriz aslında ve tabii ki bunun beraberinde getirdiği küresel ısınma su sorunu hava kirliliği bir sorun silsilesi. Çevre sorunu denilen kavram insanların doğa üzerinde oluşturduğu olumsuz etkiye doğanın verdiği bir tepkidir ve biz bu etkisel tepkiyi çevre sorunu ve sorunları olarak isimlendiriyoruz. Çevrenin ve doğanın kendi kendine bir sorun ve zararı olmaz doğal işleyişteki herşey zaten ekolojik sisteme göre olması gereken şeylerdir. adım bilgi fikir 21 Evet bizde bu konuyu takip ediyoruz. İmzalandı ama şu an tabii ki bu anlamda somut olarak atılmış bir adım yada çalışma yok ama imzalanmasından sonra kanun sorumlularının daha fazla dikkat etmeleri gerekiyor. Gerekli düzenleme ve incelemelerin daha sıkı takip edilmesi gerekiyor. Bu soruda biraz daha çevre konusunda çevrecilerin literatüründe bir soru soracağız. Sizce çevre ve ekoloji gibi unsurlar somut ve somut olmayan kültürel mirasla ne derece ilişkilidir? Peki, bu sorunlara karşı bir çözüm daha doğrusu insana karşı bir çözüm var mı? Bilinçlenmek aslında bahsettiğim gibi sorunun temeline inmek gerekir ve insanları yaş statü fark etmeksizin bilinçlendirmek. Ve bununla birlikte sorun odaklı projeler çevre ve ekoloji projeleri. Bildiğiniz gibi global dünyanın sorunlarından çevre sorunu bir çok kitleyi ilgilendiriyor ve global bir sorun olarak global iş dünyasında. Son zamanlarda daha çok yapılmaya başlayan Geri Dönüşüm kampanyaları son zamanlarda da bir giyim firmasının da gerçekleştirdiği Geri Dönüşüm haftası çerçevesinde düzenlediği eski kıyafetlerinizi getirin ve indirim çeki alın gibi kampanyalar gerçekten sorunlara çözüm oluyor mu? Yoksa sadece o firma öznelinde kalıyor yada firmanın reklamı mı olmuş oluyor? Şimdi öncelikle bu sorunuza cevap vermek için bu firmaların yaptığı kampanyaları incelemem gerekir daha 22 sonrasında daha detaylı ve sağlıklı bir cevap vermiş olurum bahsettiğiniz kampanyadan haberim var ama detaylı bir bilgi sahibi değilim. Ama genel anlamda geri dönüşüm ve çevre odaklı olarak bu soruyu cevaplamak gerekirse Geri Dönüşüm sanılanın aksine çok da etkili bir çözüm değildir. Geri Dönüşüm kaynağında azaltmaya göre elbette doğaya daha fazla zarar veren bir süreç ve yine bununla birlikte Geri Dönüşüm bilinenin dışında birincil değil son çare olmalıdır. Çünki bir çok maddenin geri dönüşümü yapılamamaktadır. Öncelikle kullanımda ki fazlalık azaltılmalı bununla birlikte ihtiyaç odaklı üretim yapılarak üretim azaltılmalı ve zararda bununla azalmış olmalıdır ve tabii ki sonrasında geri dönüşüm e yönelik çalışmalar da yapılabilir. Kısa bir zaman önce KYOTO PROTOKOLÜ imzalandı Türkiye tarafından bu protokolün imzalanmasının Türkiye açısından neleri değiştireceğinden bahsedebilir mi siniz? adım bilgi fikir Bence evet ilişkilidir. Çünkü en başta da söylemiştim kültürün ana temel belirleyicisi aslında doğa yani çok eski zamanlara insan bugünde öyle ama geçmişte de öyleydi insan doğadan aldıklarıyla bir şeyler üretiyor ve bu ürettiği şey bir binada olabilir bir yemekte olabilir tarımsal bir şeyi yetiştirmekte olabilir ve tabi tüm bunlarda zamanla kültürü oluşturuyor. Yani Türkiye’ye baktığımızda farklı yerlerde farklı mutfaklar ve farklı yemek tarzları var bu aslında o bölgede yetişen tarımsal ürünlerle ilgili dolayısıyla hem somut hem de somut olmayan kültürel miras doğadan yakın bir şekilde etkileniyor. Ama tabi sunuda söylemek lazım doğada kültürden etkileniyor. Aslında yakın ve iki yönlü bir ilişki bu hiçbir zaman tek yönlü tek ok bir etkileşim değil. Mesela şu an var olan bahsettiğimiz tüketim kültürü de doğayı etkiliyor dolayısıyla bu iki yönlü bir ilişki ya da iklim değişikliği yaşadığımız bütün kentleri etkileyecek mesela yağış rejimleri değişebilir bir takım hava olayları değişebilir burda da bizim daha farklı kentler kurmamızı gerektirecek dolayısıyla bu çok yakın ve iki yönlü bir ilişki. Bizim çekül vakfı olarak çok çeşitli projelerimiz var bunlardan biri 7 AĞAÇ ORMANLARI işte bağış yapmak ve sorunlara çözüm olmak isteyen gönüllüler bu ormanlara ağaç bağışlıyorlar dikiyorlar ve bizde bu süreci yönetiyoruz yedi ağaç projemiz de. Orman ve Su İşleri Bakanlığı işbirliğiyle sürdürülen 7 Ağaç Ormanları programı, her bireyin, her yıl tükettiği kadar ağacı doğaya geri kazandırmasına olanak sağlıyor. Türkiye’de binlerce kişi, aile, kurum, şirket artık birbirine ve doğaya, güzel dileklerini ve sevgilerini ‘7 Ağaçlarla iletiyor. Bugüne kadar yaklaşık 900.000 doğaseverin desteğiyle dikilen fidanların sayısı 4 milyona yaklaştı. Antalya, Bursa, Bilecik, Çanakkale, Diyarbakır, Edirne, Elazığ, İstanbul, İzmir, Kars, Kocaeli, Mardin, Muğla, Sivas, Şanlıurfa ve Van’da büyümekte olan fıstık çamı, kızılçam, karaçam, akçaağaç, ardıç, akasya, huş, sedir, servi, meşe ve ceviz ağaçları, ortak geleceğimiz için toprakla buluştu. Ve 7 Ağaç Ormanları geniş kitlelerin gönülden katıldığı ve benimsediği en kalıcı ve yaygın sivil toplum çalışması haline geldi. Bunun en temel nedenlerinden biri ormansızlaşmanın yarattığı sorunların bilincinde olan kişi ve kurumların doğaya olan borçlarını ödeme sorumluluğunu üstlenmeleri. Bir diğer neden ise, ÇEKÜL’ün sorumluluk ve titizlikle oluşturduğu güven ve inandırıcılık. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın dikim ve bakım çalışmalarını yaptığı 7 Ağaç Ormanları programında, ÇEKÜL düzenli ve sürekli dikim alanlarının gözetimini üstleniyor. Her yıl dikim alanlarında yapılan şenliklerle de 7’den 77’ye katılımcının dikim sürecine dâhil olmasını, fidanlara sahip çıkmasını sağlıyor. Bir diğeri KENT ÇALIŞMALARI bölümüzün yaptığı çalışmalar arkadaşlarımız bu kentlerde kentlerin kültürel miraslarının korunması için çeşitli çalışmalar yapıyorlar. O bölgelerin belediyeleri ile iş birliği içinde yörede batıl durumda bulunan kültürel mirasları restore edip kullanıma açmak sokak iyileştirme projeleri gibi bir çok proje yapılıyor. Söyleşi: Turhan Alagöz Peki, son olarak çevreden çevre sorunlarından çekülden bahsettik bu sorunlar ve konulara çözüm üretmek adına vakfınızın ne gibi projeleri var farklı olarak bahsedebilir mi siniz? adım bilgi fikir 23 Esma Memi, [email protected] Yalova Üniversitesi, Hukuk Uluslararası Çevre Hukuku Kapsamında Çevrenin Korunması İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda teknolojik gelişmelerle artan sanayileşme, kontrolsüz nüfus artışı, tüketim ve kalkınma beraberinde ciddi bölgesel ve küresel çevre problemlerini doğurmuştur. Çevresel sorunların çözümünde ulusal alanda yürütülen politikaların yeterli olmaması, uluslararası alanda sıkı işbirliklerini zorunlu kılmıştır. Bu sebepten dolayı, çevrenin uluslararası zeminde korunması amacıyla “Çevre Hukuku” terimi ortaya çıkmıştır. Çevre hukukunun gelişimini uluslararası anlaşmalar nezdinde ele alacak olursak şüphesiz ilk olması hasebiyle en önemli yer Stockholm Konferansı’na aittir. 1972 Stockholm Konferansı, çevre hukukunun miladı kabul edilir. Çevrenin korunması ve geliştirilmesi konusunda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113 ülkenin katılımıyla gerçekleşen konferansta görüşülen hususlar, yalnızca 10 çekimser oyla kabul edilmiştir. Bu konferansta, çevre sorunlarının çoğunun gelişmekte olan ülkelerde az gelişmişlikten kaynaklandığı; bunun yanında gelişmiş ülkelerdeki çevre sorunlarının ise, genellikle endüstrileşme ve teknolojik ilerlemelerden kaynaklandığı belirtilmiştir. Bu konferans dünya devletlerini yeni çözümler arama konusunda harekete geçirmiş olsa da bağlayıcılık gücü bulunmayan ilke ve prensiplerin pratikte işlerliği sağlanamamıştır. Çevre ve kalkınma sorunları artmaya devam etmiş ayrıca gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler arasındaki ekonomik ve toplumsal uçurum büyümüştür. 1980’li yıllardaki önemli gelişmelere bakacak olursak Dünya Doğa Şartı (World Charter for Nature) ve Ortak Geleceğimiz (Our Commen Future) raporu göze çarpmaktadır. 29 Ekim 1982’de imzalanan World Charter for Nature 112 devletten yalnız 1 aleyhte (ABD) oyla kabul edilmiştir. Her ne kadar Stockholm Konferansı’nda kabul edilen ilkeleri tekrarlayıp ötesine geçemese de uluslararası çevre hukukunun temeli kabul edilen “sustainable development” yani sürdürülebilir kalkınma kavramına ilk kez yer vermesi sebebiyle önem arz etmektedir. Brundtland Raporu olarak da adlandırılan Ortak Geleceğimiz raporu ise, 1987 yılında Birleşmiş Milletler’in bir alt kuruluşu olan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından yayınlanmıştır. Çözümü sürdürülebilir kalkınmaya dayanan adalet anlayışında olduğunu ileri süren bu rapor, sürdürülebilir kalkınmayı ayrıntılı şekilde ele alıp ilk kez tanımlamasıyla dikkat çeker. Bu tanıma göre sürdürülebilir 24 kalkınma; bugünün ihtiyaçlarını ve beklentilerini, gelecek kuşakların kendi ihtiyaç ve beklentilerini karşılama olanaklarını tehlikeye atmaksızın karşılamaktır. 20. yüzyılın en önemli çevre toplantısı kuşkusuz Yeryüzü Zirvesi olarak da adlandırılan 1992 Rio Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı (UNCED)’dır. 179 ülkenin resmi düzeyde temsil edildiği zirveye 116 devlet başkanının yanı sıra, yaklaşık 9 bin gazeteci ile birçok çevreci örgüt, iş dünyası, bilim dünyası ve diğer çevrelerden yüzlerce kişi katılmıştır. Konferansın sonunda kabul edilen beş metin; Rio Bildirgesi, Gündem 21, Ormancılık Prensipleri, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (Kyoto Protokolü) ve Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’dir. Gelişme politikalarının sürdürülebilir kalkınma ilkesine dayanması gerektiğinin açık bir şekilde belirtilmesi yönünden önemlidir. Stockholm Bildirgesi’nin bir devamı olarak görülebilecek Rio Bildirgesi çevrenin uluslararası alanda korunması amacına yönelik taleplerin gerçekleştirilmesi hususunda büyük yankı uyandırsa da somut olarak hayata geçirilmesi mümkün olamamıştır. 21. yüzyılın ilk küresel çevre konferansı 2002 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesburg kentinde düzenlenen Birleşmiş Milletler Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’dir. Hedefi Rio Konferansı’nda kabul edilen temel konuların hayata geçirilmesini kolaylaştıracak tarzda bir eylem çerçevesi sunmak olan Johannesburg Zirvesi; yoksulluğun azaltılması başta olmak üzere tüketim, doğal kaynaklar, sağlık, uygulama araçları ve kurumsal çerçeve gibi konuları kapsamaktadır. Zirve sonunda kabul edilen metinlerin yine hukuki bağlayıcılıktan yoksun olması, metinlerin Rio Konferansı’nda kabul edilen ilkeleri aşan önemli bir yenilik getirmemesi ve beklenilenin aksi bir tarzda bu metinlerde sürdürülebilir kalkınma kavramının somutlaştırılmasına ve hayata geçirilmesine yönelik ifadelere yer verilmemiş olması çeşitli eleştirilere neden olmuştur. Çevrenin korunmasının Stockholm’den bu yana büyük ölçüde çevrenin barış zamanında korunmasına yönelik bir süreç olduğu görülmektedir. Fakat çevre yalnız barış zamanındaki faaliyetlerden değil bilhassa savaş ya da silahlı çatışma durumlarında etkilenmektedir. Bu konu adım bilgi fikir özellikle Körfez savaşı sırasında Irak’ın Kuveyt’in petrol kuyularını ateşe vermesi ve bir miktar petrolü denize dökmesiyle güncellik kazanmıştır. Körfez Savaşı’nda olduğu gibi çevrenin doğrudan düşmanca amaçlarla kullanılması veya kitle yok edici ya da konvansiyonel silahlar kullanılması nedeniyle çevrenin olumsuz etkilenmesi mümkündür. Çevrenin savaş zamanında korunması amacına ilişkin uluslararası metinlere değinecek olursak La Haye ve özellikle Cenevre Sözleşmeleri dikkat çekicidir. 12 Ağustos 1949 tarihli savaş zamanında Sivillerin Korunmasına Dair Cenevre Sözleşmesi sivil halkın korunmasını amaçlayan birtakım hükümlere sahip olmasına rağmen, sivillere karşı savaş eylemlerini doğrudan ve kesin bir biçimde yasaklayan hükümler içermemektedir. Buna karşılık, 1949 Cenevre Sözleşmelerine ek olarak gerçekleştirilen 10 Haziran 1977 tarihli Uluslararası Silahlı Çatışmalarda Zarar Gören Kişilerin Korunmasına ilişkin Ek Protokolün özellikle 51. maddesinin sivil halka karşı askeri harekatı yasaklaması nedeniyle öğretinin bir kısmı bu yasağın yaygın alanları etkileyen ve ayrım yapmaya olanak vermeyen nükleer silah kullanımını da yasakladığı biçiminde değerlendirse de bu husus tartışmalıdır. Kitle yok edici silahlardan nükleer silahların kullanımını açıkça yasaklayan hiçbir uluslararası metin yoktur. Kimyasal silahların kullanılması konusunda çok daha açık hükümler görmemiz mümkün. 1925 Boğucu, Zehirli Gazlar ya da Senzer ve Bakteriyolojik Araçların Savaşta Kullanılmasının Yasaklanmasına ilişkin Cenevre Protokolü açıkça bakteriyolojik silahların kullanımını yasaklamaktadır. Yine öğreti sivil halkın korunmasına ilişkin hükümleri çerçevesinde 1977 tarihli Protokol hükümlerinin de biyolojik silahların kullanımını yasakladığı değerlendirmesini yapmaktadır. 10 Nisan 1972 tarihli Bakteriyolojik ve Zehirleyici Silahların Geliştirilmesi, Yapımı ve Stoklanmasının Yasaklanması ve Bunların İmhasına İlişkin Sözleşme de bu tür silahların yapılmasını yasaklamakla nihai bir karara varıldı. 18 Mayıs 1977 tarihli Askeri Amaçlarla ya da Daha Başka Düşmanca Amaçlarla Çevrenin Değiştirilmesi Tekniklerinin Kullanılmasına ilişkin Sözleşme (ENMOD) Uzmanlar Danışma Komitesi adı altında bir komite kurarak taraf devletlerin birbirleri ile ilgili şikayetlerini bu komiteye sunma ve taraf devletlerin araştırma yapması amacıyla öteki taraf devletleri BM Güvenlik Konseyine şikayet etme hakkı tanısa da BM Güvenlik Konseyi’nin bugüne dek Irak dışında (Körfez Savaşı) hiçbir devlet aleyhine karar verdiği görülmemiştir. Tüm bu hükümlerin işlerliği ve özellikle aykırı davranılması durumunda uygulanacak yaptırımlar hususuna gelecek olursak, görüldüğü üzere ne barış dönemi çevrenin korunması düzenlemeleri ne de savaş ve silahlı çatışma dönemlerinde çevrenin ve bu kapsamda sivillerin korunmasına ilişkin düzenlemeler yeterli değildir. Uluslararası çevre hukuku zarara sebep olan devlet ve/veya kişilerin hukuki, cezai sorumluluklarının saptayarak ciddi caydırıcı yaptırımlara ve denetimlere tabi kılacak yeni düzenlemelere muhtaçtır. KAYNAKÇA 1. Doç. Dr. A. Mithat GÜNEŞ, Uluslararası Çevre Hukuku Üzerine Bir İnceleme / İÜHFM C. LXX, S. 1, s. 83 - 114, 2012 2. Prof. Dr. Hüseyin PAZARCI, Uluslararası Hukuka Göre Çevrenin Savaş Sırasında Korunması / Çevrenin Savaş Sırasında Korunması s. 103-114 3. Selim KILIÇ, Uluslar arası Çevre Hukukunun Gelişimi Üzerine Bir İnceleme / C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 2 4. Marc PALLEMAERTS, Stockholm’den Rio’ya Uluslararası Çevre Hukuku: Geleceğe Doğru Geri Adım mı? / Çeviren: Bülent DURU 5. Urungu AKGÜL, Sürdürülebilir Kalkınma: Uygulamalı Antropolojinin Eylem Alanı 6. Dr. Ecehan ÖZMEHMET, Dünyada ve Türkiye’de Sürdürülebilir Kalkınma Yaklaşımları 7. Kemal BAŞLAR, Uluslararası Çevre Hukuku ve Dünya Çevre Zirvesi / Ekoloji Çevre Dergisi adım bilgi fikir 25 Osman Erbasan, [email protected] Gazi Üniversitesi, Maliye Toprak Kokusu 26 Toprakla aram hep iyi oldu. Bir gün beni ona gömecekleri için arayı şimdiden sıkı tutmaya çalışıyorum. Küçük yaşlarda başladı ilişkimiz. Sıcaktan kavrulmuş toprakta yatmayı severdim mesela. Sırf bu yüzden kaç kere güneş geçti başıma. Yağmurun ardından açan güneşle birlikte topraktan taze çıkmış mantar toplamak gibisi yoktur. Topraktan solucan toplamak da çok keyifliydi mesela. Bu konuda bir rekor var mıdır bilmiyorum ama bir el arabası solucan topladığım vakidir. Amacım ne mi? Eğlenmek ve tavuklarımıza ziyafet çekmek. Aynı zamanda iki buçukluk iki tane pet şişeyi kertenkele ve yılanla da doldurmuşluğum da vardır. Hayır, onları da tavuklara vermedim. Popülasyonları artsın diye köyün her tarafına saçtım. Size sevimsiz gelse bile ben yılanları ve kertenkeleleri çok severim. Aslında bütün hayvanları severim. Ama toprağı ayrı severim. Çizgi filmlerden görüp çok hazine aramışlığım vardı toprakta. Yeteri kadar kazarsam çil çil altınlar bulacağıma ya da dinozor kemiklerine rastlayacağıma inanırdım. O altınlarla da dinozor oyuncakları alacaktım zaten. Ama hiç bulamadım. Çünkü hiçbir zaman yeteri kadar derin kazamadım. Çok tavşan yuvası yapmayı denedim. Hep Bugs Bunny yüzünden… Ben ayrıca küçükken toprak yerdim. Demir eksikliğindenmiş. Daha da küçükken davar gıdısı da yediğim rivayet ediliyor. Davar gıdısını bilmeyenler için koyun boku karşılığı kullanılabilir. Yani demek istediğim o ki; ben toprağımın huyunu, suyunu, tadını, kokusunu, dokusunu, uğultusunu iyi bilirim. O yüzdendir ki Avrupa’nın en yeşil şehri olduğu iddia edilse bile Ankara’yı hiç sevemedim. Hep toprağımı özledim. Ama benim için hala umut var. Çünkü toprağımı biliyorum. Peki ya topraksız şehirlere doğmuş çocuk- lar ne yapsın? Parklarda gördüğü umumi kedi tuvaleti kum havuzlarında büyüyen çocuklardan bahsediyorum. Toprağı tanımayan çocuklardan… İki karışlık parklarda gördükleri yarım karış topraklarla yetinmek zorunda olan çocuklardan… Hiç eline solucan alamamış çocuklardan… Solucandan tiksinen korkan çocuklardan… Solucan toprağın çocuğudur. Solucandan tiksinen toprağı gerçek manada sevemez. adım bilgi fikir En başta beton ve asfalt oldu bizi toprağımızdan ayıran. Ondan beridir toprak hasreti çekmez olduk gurbet ellerde. Çünkü sadece toprağa ayak basanlar bilir toprağının kokusunu, dokusunu, uğultusunu… Nefes alır bir kere toprak… Beton almaz… Toprak ona verdiğini misliyle verir… Asfalt vermez… Toprak çeker insanı bağrına… Beton çekmez… Toprak alır senden bütün sıkıntını, stresini, tasanı, derdini… Asfalt almaz. Toprağa dönmeli bir an önce. Yoksa korkarım ki vatan toprağının da kokusunu, dokusunu ve uğultusunu unutacağız bir gün. Ondan sonra ha New York’un betonu, ha Londra’nın asfaltı, ha Tokyo’nun, ha Ankara’nın fark etmez… Çok geç olmadan toprağınızla tanışın, tanıştırın… adım bilgi fikir 27 Taylan Özgür Ağır, [email protected] Ankara, Arkeolog Rakamlarla Dünyada Yoksulluk “Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediği.” Wilhelm Reich Yoksulluk, insanlık tarihi boyunca toplumun yakasından düşmeyen bir olgudur. İnsanlık, varolduğundan itibaren yoksullukla mücade etmek zorunda kalmış, kalıyor da. Sadece zamanın şartlarına bağlı olarak mücadele şekil değiştirerek süregeliyor. Sözlük anlamıyla yoksul, yeterli düzeyde parası olmayan veya konforlu bir şekilde yaşamak için gerekli olan araçlara sahip olmayan kişidir. Dünya Bankası yoksulluğu, en düşük yaşama standardına ulaşamama durumu olarak tanımlar. Avrupa Topluluğu Bakanlar grubunun 1975’de yaptığı tanım ise: Yoksul kaynakları kendilerini, yaşamakta oldukları üye devletlerin kabul edilebilir en düşük yaşam düzeyinin dışında bırakacak denli sınırlı olan kişiler ve ailelerdir. Yoksulluk aslında objektif bir kavram değildir. Yoksulluk veya zenginlik subjektif kavramlardır. Karmaşık yapısı sebebiyle de tanımlanması güç olmuştur. Neye göre yoksul, kime göre, neden? Kriterler ise, gıda harcamaları, giyim, konut giderleri, ulaşım, eğitim, sağlık gibi bir kaç ana başlıkta toplanmakta. Bu kriterlerin insanların hayati ihtiyaçlarının olduğunu ve toplumun büyük bir kısmının bu ihtiyaçlarını karşılayamadığını ya da güçlükle karşıladığını billiyoruz. Ayrıca hepimizin bildiği üzere insanın en temel gayesi, hayatını sürdürebilmesidir, değil mi? İşte bana ilginç gelen, büyük bir kısmın zorluklar içinde hayatını sürdürebilmesinin temel sebeplerinden birinin, toplumun bir başka kesimi yüzünden olmasıdır. 28 Yoksullar olmasaydı, zenginler olur muydu? Yani bu problemi insan, insana yapıyor. Zenginin ve yoksulun arasıdaki uçurumun gittikçe büyüdüğü kapitalist düzende yoksulluk, her daim bir kesimin faydalandığı, çıkarı haline getirdiği vazgeçilmez bir durum olmuştur. Kaldı ki yazımda buraya kadar temel ihtiyaçlardan söz ettim. “Yaşamı devam ettirebilmek”ten söz ettim. Ayrıca yukarıdaki bir kaç sıkıcı tanımda da “yaşam” kelimesi sıklıkla geçiyor. Ancak insan sosyal bir varlıktı değil mi? Sinema, kitap, konser, tiyatro... Tatilden bahsetmiyorum bile. Onlarca insan çalışmaktan tatil yapamıyor. Karnı aç olan, evinde yemeği, yakacağı olmayan insan ne kadar rahat sosyalleşebilir? Yukarıdaki tanımlarının hiçbirinde “kitap” kelimesi yok. Çünkü önce “yaşamak” geliyor. Oysa dünyada insanın yaşayabilmesi için herkese yetecek kaynak var/sağlanabilir diye düşünüyorum. Dünyada “şu ülkede yaşanır”, “oh bu ülkenin refah seviyesi çok yüksek” diye bahsedilen ülkeler olduğu kadar; açlık, susuzluk, hastalık gibi zorluklarla mücade eden ülkelerin sayısı oldukça fazla. Bu zorlukların sebeplerini, bu iki karşılaştırmanın nedenlerini biraz irdelediğimizde anlamak zor olmayacaktır. Dünyada yoksulluk ile ilgili bir kaç istatistiği sizinle paylaşmak istiyorum : - Dünyanın yarısı -yaklaşık 3 milyar insan- günlük 2 buçuk doların altında bir gelirle yaşıyor. - Dünyanın en yoksul 48 ülkesinin gayrisafi milli adım bilgi fikir hasılası dünyanın en zengin 3 insanının servetlerinin toplamından daha az. - Yaklaşık 1 milyar insan 21. yüzyıla bir kitabı okuyamadan ya da ismini bile yazamadan girdi. - Dünyada her yıl silahlara harcanan paranın yüzde 1’inden daha azı ile bütün çocuklar okula gidebil irlerdi. - Dünyanın en zengin ülkesi, endüstrileşmiş ülkeler içinde zengin-yoksul arasındaki farkın en büyük olduğu ülke. - Gelişmiş ülkelerdeki nüfusun yüzde 20’si dünya daki malların yüzde 86’sını tüketiyor. - Bir kaç yüz milyarderin serveti dünyanın en yok sul 2,5 milyar insanınkine eşit. - UNICEF verilerine göre, dünyada yoksulluk yüzünden her gün 30 bin çocuk hayatını kaybediyor. - Dünyadaki 2,2 milyar çocuğun 1 milyarı yoksul. - Dünyada temel eğitim hakkından yoksun olan çocuk sayısı 121 milyon. - Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 1,1 mil yar insan yeterli suya, 2,6 milyar insan da temel sağlık hizmetlerine ulaşamıyor. - Dünya nüfusunun yalnızca yüzde 12’si suyun yüzde 85’ini kullanıyor ve bu yüzde 12 Üçüncü Dünya Ülkelerinde yaşamıyor. - Sadece ABD’de kozmetik ürünlerine yılda 8 milyar dolar, ABD ve Avrupa’da evde beslenen hayvanlara 17 milyar dolar, Avrupa’da sigaraya 50 milyar dolar ve yine Avrupa’da alkollü içeceklere 105 milyar dolar harcanırken; dünyada yaşayan herkese temel eğitim verilebilmesi için gerekli olan para 6 milyar dolar ve temel sağlık ve beslenme içinse sadece 13 milyar dolardır. Burada, yazılmış şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Amacım çarpıcı bulduğum kısımları sizlerle paylaşmak ve farkındalık uyandırmak. Maddeler çok çarpıcı değil mi? Maalesef, çoğaltılabilir olan bu maddeler ve rakamlar, adaletsizliği ve bazı çarpıcı yönleri daha iyi görebilmemizi, yokslulluğun sebeplerini daha iyi anlayabilmemizi sağlıyor. Yoksulluk üzerine sayfalarca makaleler, tezler, istatistikler, kitaplar ve raporlar yazılmış. Mücadele politikaları konuşulmuş, izlenmiş ancak hala bir çözüm bulunamamıştır. Karl Marx’ın da söz ettiği üzere: Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir. adım bilgi fikir 29 İhsan Eliaçık ile Söyleşi II : Geleneklerin Dini vs. Yaşayan Din Önceki sayıda siyasi gündem ile alakalı söyleşinin bu sayıda daha çok İhsan Eliaçık'ın arkadaşlarımızın dini sorulara verdikleri cevapları sizlere sunuyoruz. Özellikle İhsan Eliaçık'ın ısrarla üstünde durduruğu kalıplaşmış ve sadece ritueller üzerine inşaa edilmiş din algısı ve bunun nasıl değiştirilebileceği üzerine duruldu. İlk Tanrı mı insana ulaşmıştır sizce yoksa insan mı Tanrı’ya ihtiyaç duyup ulaşma yolunda çaba sarf etmiş, acaba var mıdır diye sorgulamıştır? Eski ulu ozanların şiirlerinde kullandığı iki kavram vardır. Bu aynı zamanda Tevrat’ta da geçer. Bir hak kavramı bir de Allah kavramı kullanılır. Aslında bu ikisi birbirini anlatır ama kapsadıkları alanlar biraz farklı. Mesela Tevrat’ta Yahova olarak ya da Herovin, Edova olarak kullanılır. Kuran’da da Rahman ve Hak olarak geçer. Direk Allah’ın ismi olarak. Bunların kullanım yerlerine baktığımızda Hak isimsiz tarifsiz tanımsız gerçekliği ifade eder. Hak gerçek demek. İşte şu dışarıda yaşadığımız gerçek ne? Evrenin derinliklerinde ne var? İşte hak bunu ifade eder. Herhangi bir isim konulamadığı için Hak denir. Kuran’da da bu şekilde geçer. Bir de Allah vardır. Allah derken Hakk’ın insanda yansıması ve insanın Hakk’ı arayıp bulması ve onu tarif etmesinin tanımıdır. Çin’li filozof Lao Tzu’nun bir sözü var: İnsan yerin yasasına uyar, yer göğün yasasına uyar, gök Tao’nun yasasına uyar, Tao ölümsüzdür tarifsizdir isimsizdir ebedidir. Onun adının ne olduğunu bilmiyorum ama ben ona Tao diyorum der. Şimdi o Tao demiş. Allah’ta Ortadoğu’daki peygamberlerin Hakk’a; isim- 30 siz tarifsiz olana verdiği isimdir. İlk hali El’di, sonra İl oldu, İsrail, Cebrail, Azrail; Tanrı’nın yürüyüşü, Tanrının durduruşu, Tanrı’nın öğütülüşü, anlamına gelir, yine Rafael Tanrı’ya yükseliş, İsmail Tanrı’yı işiten. El Abil tanrının kapısıç Sonra İlah İloh ve en son Allah oldu. Yani isimde de bir evrim var. Yani bunlar hakkın insanların zihin ve gönül dünyasında arayıp ona verdiği isimdir. O zaman Hak Allah şeklinde kavranınca insana ait oluyor ve insanın dünyasında yer etmeye başlıyor. Evet kimse aramasa o da kimseye görev vermeyecek. Yani şiirinde bunu şöyle anlatıyor: Daha Allah ile cihan yok iken Biz anı var edip ilan eyledik Hakka layık hiçbir mekan bulunmaz iken Alıp hanemize mihman eyledik. Bu tam olarak benim anlatmaya çalıştığım şeyi ifade ediyor. Bir Allah’tan bahsediyor bir de Haktan bahsediyor. Hakk’a layık hiçbir mekan yok iken biz onu diyor gönlümüze misafir ettik ve daha Allah ve cihan yani daha Hakk’ın yarattığı evren filan yokken Hakk’ı kendi gönlümüzde misafir edip ona Allah adını vererek onu aleme ilan eyledik. Böyle bir şey var dedik. Yani biz onu adım bilgi fikir bulduk diyor. Onu bulduk ve Allah olarak tanımladık. Mevlana’da der ki: Muhammed’in Allah’tan aldığı bir okyanustan bir kaba boşalan su kadardır. Hak dediğin koca derya deniz. O da sadece bir kap alıyor. Kuran yani o kap oluyor. Bu anlamda Kuran nedir sorusuna Muhammed peygamberin Hakk’ı kendinde kavrayışı onun kapısını çalışı, ona dokunuşu ve neticesinde içine dolandır. Ve onu Allah diye ifade etmiştir. Yer yüzünde bir sürü Tanrı ismi var Allah’tan başka. Hakk’ın yani gerçekliği Lao Tzu’nun Tao dediği gibi, Hintliler Şiva demiş, Zerdüştler Ahudaramazda, Yunanlılar Zeus demiş, İngilizler God demiş, Eski Sümerler Amo demiş, El demiş, İl demiş. Yani ne kadar ülke, kabile varsa hepsi bir isim vermiş. Ancak bunların hepsi anlatmaya çalıştığımız gibi Hak’tır. Bu şekilde Tanrı isimlerine de hoşgörü ile bakmalıyız. Aynı Tao’nun ezeli ebedi olarak tanımlamasında olduğu gibi Araplarda bunu Allah şeklinde ifade etmiş. İnsanların kavrayışı ona verdiği isim ona olan inanç veya onun kendileri tarafından yapmasını istediği özel ilişki kurma biçimleri yani ritüeller, kimi ateşin etrafında dönerek ya da bizim Kâbe’nin etrafında dönerek yaptığımız gibi bunlar aslında hep ritüeldir. Aslında bunların birbirinden farkı da yoktur. Kuranı Kerim bunları nüshuk olarak tanımlayabiliriz. Adama namaz kılıyor musun, oruç tutuyor musun, Kâbe’nin etrafında dönüyor musun ya da kiliseye gidiyor musun, gidince mum yakıyor musun gibi sorgulamaların bir âlemi yok. Bunların hepsi aynı. Kul hakkı yiyor musun, yalan söylüyor musun, öldürüyor musun, çalıyor musun? Burada iyiyse o zaman bu adam kurtulur. Ben öyle düşünüyorum. Kuran’ı Kerim’de zaten öyle söylüyor. Mesela bir sürü ismi sıralıyor, Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler bunların içinde her kim Allah’a ve Ahiret gününe inandığını söyleyip, salih ameller işlerse Cennet’e gidecektir diyor. Bunu günümüze de farklı tanımlamalar içinde sıralayabilir ve aktarabiliriz. Buradan bunlarım bizim taktığımız isimler olduğu çıkarımını yapıp inançla ve oluşturulan kimliklerle ve ritüellerle insanlar kurtulmaz. Bunun tespitini kesin olarak yapmalıyız. Ben bu kimliktenim demen bir şey ifade etmez. Davranışların önemli, sen nasıl bir adamsın, yalan söylediğin görülmüş mü? Arkadaşınla nasılsın? Komşunla nasılsın? Ortağınla nasılsın? Asıl önemli olanlar bunlar. Dolayısıyla insanın Hakk’a dokunuşu ve algılayışı ile oluşturduğu kimlikler, inanışlar, ritüeller tamamen bunlar insanın Allah’a dokunuşuyla oluşturulmuştur. Hakk’ın bize dokunmasına gerek yok, o her yerde zaten, biz de onun içindeyiz. Ne diyor yüzünü nereye dönersen Allah oradadır veya o size şah damarınızdan daha yakındır. Böyle bir varlığın bize dokun- masına gerek yok. Bu bakımdan Allah kapısını bize kapatmaz, insanlar ona kapılarını kapatırlar. Onu anlayamazlar, ilgilenmezler, hissetmezler, ona yönelmezler ve onlara bir şey akmaz. Kavramsal bir kargaşa var sanki, ortak bir dil oluşturamıyoruz. Her konu da olduğu gibi dini hayatta da var bu durum. Aynı şeyleri savunurken farklı bir dili konuşuyor ya da bir kavram hakkında herkesin zihninde farklı şeyler canlanıyor. Evet dediğin doğru. Bunu Konfüçyüs 2500 sene önce söylemiş. Elimde imkân olsa ilk neyi değiştirirdiniz sorusuna ilk olarak dilden başlardım ve insanların sözcükler üzerinde bir anlaşmaya varmasını sağlardım demiş. Dil aslında bir şifre. Eğer ben konuşurken kullandığın kelimelerin sizde aynı karşılığı olmazsa iletişim kuramayız, anlaşamayız. Aynı şekilde kavramlarında ortak bir karşılığı olması lazım. Mesela Adalet denildiği zaman senin zihninde ne oluşuyor, cumhuriyet denildiğinde ne anlıyorsun? Demokrasi, Devrim, İslam, Peygamber denildiğinde aynı şeyleri anlıyorsak anlaşabiliriz. Diğer türlü iletişim kopuyor ve bir süre sonra ortaya iletişimsel sorunlar yüzünde tartışmalar çıkıyor. Mesela İran’da bir dolmuşa bindik bir yere gidiyoruz. Yolculardan birisi Azeri bir adam ‘kabakta sakla da düşek’ dedi. Kabak demek meydanmış, sakla da dur düşek inelim anlamındaymış. Burada aynı dili konuşuyoruz. O da Türkçe konuşuyor ama farklı kelimeleri kullanıyor. Burada anlaşmamız mümkün değil. Ancak eylemde anlaşabiliriz. Bunu görerek yaşayarak anlayabiliriz. Diğer türlü uzun uzun konuşup iletişim kurmamız lazım. Kabaktan ne kastediyorsun vs. diye ortak bir dil ancak bu şekilde oluşturulur. Yani buradan yola çıkarak ya eylemde birleşilecek. Eğer eylem aynı olursa insanların farklı dil konuşması önemli olmaz. Diğeri ise oturup tartışacağız ve örneğin en az 20 kavramdan aynı şeyi anlayacak duruma gelmemiz lazım. Yani bir kültürleşme yaşayacağız. Mesela Adalet dediğimiz de ne anlıyoruz. Ben yoksula vermeyi anlıyorum sen ise sadece kendi çevrene, taraftarlarına, yandaşlarına vermeyi adalet diyorsan anlaşamayız. Muaviye Emeviler’e vermeye adalet diyordu Ali ise tüm ezilenlere vermeye adalet diyor. Anlaşamadıkları için kılıçları çektiler. Bunun gibi Cumhuriyet derken Demokrasi derken Devlet derken Özerklik derken ne anlıyoruz aynı şekilde adalet, hürriyet gibi kavramlardan ne anlıyoruz. Bu noktalarda ortak bir dil oluşması önemli. Tabii her konularda anlaşılacak diye bir amaç yok ortada. Böyle bir şey imkansız. Sağlıklı da değil. Farkı fikirler olmalı. Ancak beraber yürüyecek kadar bir anlaşma olmalı ki o bütün adım bilgi fikir 31 kolay parçalanmasın. İnsanları bir arada tutan anlayış, anlamlarda birliktelik önemli. Diğer türlü dostluk, sevgi, aynı mahallede aynı yere mensup olma yeterli olmuyor. Bunun için ben bir çalışma yaptım 20 kavram belirledim. Bunun için hep beraber bir çalışma yapalım her kavramı ortak bir anlaşmaya varana kadar tartışmaya karar verdik. Klasik ama üzerinde özellikle bizim ülkemizde sürekli tartışılan bir soru. Din ve Devlet ilişkisi nasıl olmalı sizce? İnsanlardan ayrı bir din yok bir Allah yok. Hak var başta bahsettiğimiz gibi. Bizden bağımsız yaşayan bir gerçeklik var ama Allah bizden bağımsız değil. Ondan ortaya çıkan dinde aynı şekilde öyle. Ama insanlar bazen bazı şeyleri düzenlemek için dine yer biçiyorlar. Dolayısıyla insanlarda kuracakları sosyal sistemde toplumda kargaşa olamaması bazı şeylere yer biçmişler. Dolayısıyla din dediğimiz şey nerede olmalı devlet düzeninde sorusu kapsamında din nedir sorusuna geliyoruz yine. Bir laik ile ya da bir Kemalist ile konuştuğumuzda din nedir sorusu üzerine mesela benimle farklı bir bakış açısı ortaya koyacaktır. Ben dinden bir yaşam biçimi ve bir yol anlıyorum. Ben inançları ve ritüelleri din olarak görmüyorum. Din hayat yoludur. Varoluşun ilkeleridir. Davranışlara önem veriyorum ama bir laik kimi zaman sadece bu ritüelleri ve inançları din olarak yorumlayabiliyor aynı zamanda bir tarikatçıda. Din demek inanç diyor, Allah’a inanmak, ahirete inanmak, peygambere inanmak, 32 meleklere inanmak, kitaba inanmak. Ve bunun emirlerini yerine getirmek diyor. Nedir bunlar namaz kılmak oruç tutmak kurban kesmek, başını örtmek vs. Eğer devlet kapsamında ele alacaksak tarikatçıya göre eğer devlet dine uygun bir devlet ise bu din anlayışı devlet eliyle gerçekleştirilmeli laikte bunları devletten ayıracaksın diyor. Devlet nedir sorusunu sorduğumuzda devlet kamudur. Yani bunlar kamudan dışlanmalıdır diyor. Buradan başörtülünün kamudan dışlanmasına kadar geliyor mevzu. İşte bunları yerli yerine oturtmalıyız. Mademki din davranışlardan ibarettir. Bunda bir anlaşalım. İnançlar ve ritüeller bir nüsuktur kitaba göre o zaman bunları devlete karıştırmayacağız. Bu durumda laiklerin dediği olmuş oluyor. Şimdi bu iki kesimi uzlaştırmaya çalışalım. Devlet dinci göre ise o zaman devletin dinle hiçbir alakası olmayacak mı sorusunu soracak, bizde diyeceğiz ki, din eğer davranışlardan ibaretse yani öldürmeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın, dürüst olacaksın gibi ilkelere devlet uyacak, sistemini bu değerleri baza alarak inşa edecek. Bu özünde hem laik devlet anlayışının hem de dini devlet anlayışının asıl istediği değil mi? Menfaatlerine zarar vermez ve egemenliklerine zarar vermezse bunda anlaşmaları lazım. Benim Adalet Devleti kitabımda söylediğim kısaca buydu. Bu aslında laiklikten de öte bir durumdur. Çok daha evrensel. Hem din ile devlet işleri genel tabiriyle ayrı olmalıdır hem de devlet tem değerler bağlamında dine uymalıdır. Devlet adamlarının, adım bilgi fikir yöneticilerinin de zaten bu değerlere bağlı kalmaya ihtiyacı yok mu? Müslüman bir toplumda Meclis’e mesela Allah adaletli olmayı emreder demenin ne sakıncası var. Ama tabii Allah namaz kılmayı emreder dersen o zaman işler değişir. Montesquieu’nün dediği gibi bir ülkenin yasaları o ülkenin manevi ikliminden ve köklerinden meydana gelmelidir. da eğitim dediğimizde bu hatayı yapıyoruz. Özellikle günümüzde ezber yerine bilgiye ulaşma konusunda yönetimi öğretebilmemiz çok daha önemli. Din eğitimi nasıl olmalı sizce? Devlet eliyle mi olmalı? Yoksa bağımsız mı olmalı? Çocuklara din eğitimi nasıl verilmeli? Eğer İslam’a ir din olarak bakacak ve diğer dinlerle kıyaslayacaksak; din yol demektir ve İslam en sonuncu din ve en kapsayıcıdır. Ondan sonra yeryüzüne yayılmış bu çaplı bir yol yok. Bu fikirde olan kişi İslam’la diğerleriyle karşılaştırması lazım. Hıristiyanlığı, Yahudiliği, Mecusiliği yeryüzünde var olan tüm dinleri İslamiyet ile karşılaştırıldığı zaman en makul olanın İslamiyet olduğu sonucuna varacaktır. Diğer dinlere karşı hoşgörülü olan, onları ehli kitap olarak tanımlayan İslamiyet. Eper bir din kabul edilecekse ancak bu olabilir. Aklı başında bir adam eğer ben bir dine gireceksem bu dine girebilirim demeli. Zaten İslamiyet son din olarak bir reformdur. Diğerlerinin eksiklerini fazlalıklarını ortaya çıkaracak oluşmuş bir dindir. Ben bir Müslüman olarak bu karşılaştırmayı yaptım ve İslamiyet’te ikna oldum. Bunu herkesin yapması lazım. İbadetlerini, ritüellerini, inancın kendini, kitaplarını, tanrı anlayışlarını, dünya için önerdiği temel değerleri, gelecek hakkında ne düşündüğünü rasyonel bir şekilde karşılaştırması lazım. Normal bir akılla İslam’dan başka bir dinde ikna olması mümkün değil. Eper bir kişi dine girmeden Cennet’ girmek ve kurtuluşa ermek istiyorum derse bence mümkündür. İlla bir dinin mensubu olmasına gerek yoktur. Bir keresinde bana gelen yabancı bir kişi ben Müslüman olmak istiyorum dedi. Ben de onu durdurdum. Çok dürüst birisi, eğer şu anda anladığımız anlamda dine girerse bozulacak. Kesin bir tarikatçı ya da cemaatçinin eline düşecek. Bozacaklar onu. Yok sünnet olacaksın, kadınsa kapanacaksın, şöyle abdest alacaksın, şu duayı okuyacaksın, şöyle zikir çekeceksin diyerek onu yoldan çıkaracak, saflığını bozacaklar. Doğru ol dürüst yaşa, kul hakkı yeme, çalma emeğinle sade bir hayat yaşa mevzu budur. İlla bir dine girmeye de gerek yok. İnsan şunu da demeye özgürdür. Dünyada dinler var bunların kendi tapınakları var ve bunlar savaşa neden oluyorlar, ben bunların mensubu olmak istiyorum deme hakkı da var. Bu dinlerin mensuplarının yaptığı yanlış şeyleri görüp bu şekilde soğuyabilir. Eğer bu adam bir dine bağlı kalmadan zaten düzgün bir hayat yaşıyorsa kesinlikle bu şekilde de kalabilir. SÖYLEŞİ: Hadiye Yolcu, Muhip Üzümcüoğlu Din eğitimi devlet eliyle olmamalı. Devletin özünde tüm eğitim işini üstlenmesi yanlış. Devlet eliyle yapılan eğitimden, başta din eğitimi olmak üzere hayır gelmez. Çünkü eğitim sivil bir kültür hareketidir. Devlet eliyle bunu yaparsan yeni bir düşünce çıkmaz. Sanatta çıkmaz. Sadece var olanı ezberletir. Yenilik sokaktan gelir. Akademi de bu olmaz mesela. Halkın sivil yolla eğitim işini kendi üstlenmesi lazım. Bunun dünyada çok örneği var. Bence bizde yanlış bir kültür var dini eğitim anlamında. 7 yaşına gelindiğinde çocuk namaz kılmazsa o çocuk dövülebilir gibi mesela. Bu çok yanlış. Tamamen uydurma. Aynı şekilde küçük yaşta çocuğa Kuran ezberletilmesi gibi. Bence 18 yaşına kadar çocuğa herhangi bir dini görüş empoze edilmemelidir. Çünkü bu bir nevi çocuğun zihnine tecavüz etmektir. Çünkü çocuk savunmasızdır. Çocuğa hayata dair eğitim vermek lazım. Mesela Sübhaneke yerine yalan söylememeyi öğretmek çok daha yücedir. Ancak bu din olarak görülmediği için öncelik tanınmıyor. Sübhaneke’yi ezberletip, Yasin’i ezberletmek din eğitimi olarak görülüyor. İlla yapacaksan bunu aile yoluyla onun sıcaklığıyla yapılması lazım. Okulda bunları öğretmenin bir anlamı yoktur. Dediğimiz şekilde açılacak sivil okullarda eğer hayatın içinde gerekli ahlaki öğeler aşılanabilirse aile desteği asıl olan budur. Eğer dürüst bir kişi yetiştirebilirse kişi o en dindar işi yapmıştır. Öldükten sonra da arkasından bir Yasin okuyacak evlat yerine dürüst bir çocuk bana göre çok daha anlamlı. Özünde dini olan budur. Bizde eğer arkadan çocuğun bir Fatiha bir Yasin okuyacak çocuk bırakabilirsem hayırlı evlat yetiştirmişim gibi bir yanlış anlayış ortaya çıkmış. Yine dinin yanlış kurgulanmasına sadece inanç ve ritüel olarak anlanmasına, davranışlara yeterince önem verilmemesine geliyoruz. Eğitim konusunda da aslında çocuğa bir şey öğretmeye gerek yok çocuk zaten seni taklit ediyor. Sen ne yaparsan onu taklit ediyor. Buna daha fazla dikkat etmek lazım. Günümüzde din eğitimi dediğimizde sadece ezberletilen bazı dini kaynaklar üzerinden şekilleniyor. Genel anlam- İnanmayan birisi, Gayri Müslim birisi İslam’ı neden seçsin? Bunun cevabı uzun olabilir ama kısaca yorumunuzu alabilir miyiz? adım bilgi fikir 33 Serkan Alpkaya, Ankara, Arkeolog [email protected] Ay, gecelerimizin gökyüzü efendisidir. Çocukluğumuzun “ay dedesi”dir. Nasıl ki, gecenin zıttı gündüzdür, Güneş’in zıttı da Ay’dır. Güneş, her daim sabittir ve herhangi bir şekilde bir oluşum içerisine girmez. Oysa ay, büyür, küçülür ve kaybolur. Ay tıpkı insan gibidir. İnsan gibi onun da duygusal bir tarihi vardır; çünkü insan gibi ayın da ölümle sonuçlanan çöküş dönemi vardır. Ay üç gece boyunca yıldızlı gökte görülmez ama bu “ölümün” ardından yeniden doğuş gelir. Buna “yeni ay” denir. Hem bu yeni ayın hem de genel anlamda ayın, düşünceler ve inançlarda eskiden bugüne süregelen tarihini ve ilişkilerini ele alan bu denemeyi kaleme almış bulunmaktayız. Ay ve Zaman Ayın tabii ki, karanlıklara gömülmesi kesin bir son değildir. Babil ilahisinde ay (Ay tanrısı: Sin) “kendi kendine büyüyen bir meyve” olarak betimlenir. Kaderi yüzünden kendi özünden yeniden doğar. Sürekli olarak ilk biçime geri dönüş, bu sonsuz döngüsellik, ayın, yaşamın ritimlerini mükemmel bir biçimde temsil eden bir gök cismi olmasına neden olmuştur. Ayın evreleri, Buzul çağından bu yana, büyüsel anlam ve erdemle bilinmektedir. Az önce bahsettiğimiz ritmik değişim ve onun yanında bereket ölçüsü olarak uyandırdığı sezgilerden türeyen spiral, yılan ve şimşek simgelerine Sibirya’nın buzul bölgesi kültürlerinde ( Örneğin; İrkutskra) rastlanmaktadır. AY EPİFANİSİ Zaman, Sular, Bitkiler, Bereket ve Kadın İlişkisi Hakkında Bir Deneme Zaman, her yerde ay evreleri aracılığıyla ölçülür. Günümüzde avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bazı toplumlar hala ay takvimi kullanmaktadır. Hint-Aryan dillerindeki gök cisimleriyle ilgili en eski sözcük, ay anlamına gelen sözcüktür: me; Sanskritçede, mami, “ölçüyorum” eyleminin köküdür. Ay, evrensel ölçüm aracıdır. Hint-Avrupa dillerinde ayla ilgili her terim bu kökten türemiştir; mas (Sanskritçe), mah (Zend lehçesinde -Eski Farsça lehçelerinden biri-), mah (eski Prusya), menu (Litvanya dili), mena (Gotik), mene (Yunanca), mensis (Latince). Cermenler zamanı geceye göre ölçüyordu. Bu eski ölçümün Avrupa’daki halk inanışlarında izleri hala sürmektedir, örneğin bazı bayramlar gece kutlanır; Noel gecesi, Paskalya, Aziz Yuhanna Günü, Pentekost gibi. Ay ve Sular Belirli ritimlerin (yağmur, gelgit) etkisi altında kaldıkları, canlıların büyümesini sağladıkları için sular ayın etkisi altındadır. “Ay sulardadır” ve “yağmur aydan gelir” bunlar Hint inanışlarının belli başlı ana motiflerindendir. Hint inanışları dışında, İran su tanrıçası, Ardvisura Anahita, aynı zamanda bir ay tanrıçasıdır. Babil ay tanrısı Sin de suları denetler. Sin ile ilgili bir ilahide onun zengin teofonisiyle (tanrısal görüntü) ilgili mısralar vardır: “Sen kayık gibi sularda süzüldüğünde... saf ırmak Fırat suyla dolar.” bilelerle aynı inanışa sahiptirler. Ayla ilgili eski Meksika inançları konusunda, Hieronymo de Chaves (1576): “bu halklara göre, ay her şeyi büyütür, ve çoğaltır...” ve “tüm sular ve nemli yüzeyler onun hükmü altındadır” demiştir. Ayrıca Yeni Zelanda’da yaşayan Maoriler ve Eskimolar hakkında da aynı görüşlerini belirtmiştir. En eski zamanlardan bu yana ay değiştiğinde yağmur yağdığı gözlemlenmiştir. Her ne kadar sular ve yağmur, ayın denetimi altındaysa ve kurallara göre, yani ay ritimlerine uygun olarak dağıtılıyorsa da, suyla ilgili felaketlerin yer alma yönü de vardır. Tufan, ayın öldüğü üç günlük karanlık “ölüm” dönemine denk gelir. Böylece felaket gerçekleşir fakat bu durum nihai bir son değildir çünkü büyüme ve yenilenme işareti, yani ay ve su işareti altında gerçekleşmektir. Tufan, her zaman yıpranmış ve tükenmiş biçimleri yok eder ama hemen ardından yeni bir insan soyu ve yepyeni bir tarih doğar. Tufanla ilgili mitlerin hemen hemen hepsi tufan sonucunda tek bir insan kaldığından ve ondan insan soyunun türediğinden söz eder. Ay ile ilişkili olarak bitki ve suların önemini daha önce belirtmiştik. Ayın simgelerinden birinin de “yılan” olduğunu söylemiştik. Avustralya’da Kurnai kabilesine ait olan bir tufan mitinde bu imgeleri çok rahat görebilmekteyiz. Bir gün tüm sular, canavar kurbağa Dak tarafından yutulur. Susuzluktan kırılan hayvanlar onu güldürmeye çalışırlar ama çabaları başarısız olur. Sonunda bir yılan yuvarlanarak kıvrılınca Dak gülmekten kırılır ve ağzındaki su, sel olup boşalır. Kurbağa bir ay hayvanıdır. Ay hayvanı olduğunu da bir çok efsanede görebilmekteyiz. Bir çok efsanede, ayda bulunan kurbağadan söz edilir ve pek çok yağmur ayininde kurbağa da yer alır. Ay ve Bitkiler Ay, su ve bitkiler arasındaki ilişki, tarımın keşfinden çok önce gözlemlenmiştir (Tarımın keşfi günümüzden yaklaşık 12 bin yıl öncesine gitmektedir). Yazınsal kaynaklarda bu durum daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bir İran metninde ayın sıcaklığıyla bitkilerin büyüdüğünden söz edilmektedir. Bazı Brezilya kavimlerinde, aya “OtlaHemen hemen tüm ay tanrıları, az ya da çok suya ilgili rın Anası” adını vermektedir ve pek çok yerde (Polinezniteliklere veya işlevlere sahiptir. Örneğin, bazı Kızılderili ya, Molük Adaları, Melanazya, Çin, İsveç) otların ayda kabilelerinde, ay tanrısı aynı zamanda su tanrısıdır. Orta bittiğine inanilmaktadır. Bu bahsedilen yerler eski zamana Amerika ülkesi Meksika’daki İroukualar da, Kızılderili ka- aitler fakat günümüzde hala da Fransız köylüler, yeni ay 34 adım bilgi fikir adım bilgi fikir 35 zamanında tohum ekerler, ay küçüldüğünde ise; ağaçları rılarını ifade etmekte kullanılır. Boynuzun yeni ayın simgesi olduğunu Hentze şu şekilde belirtir: “Öküz boynuzlabudayıp sebzeleri toplarlar. rının, hilale benzedikleri için ay simgesi olduğuna kuşku Ay ile bitkiler arasındaki bağ, pek çok bereket tanrısının yoktur; bu nedenle iki boynuz, gök cisminin mükemmel aynı zamanda ay tanrısı olmasına yol açacak kadar güçlü evrimini temsil eden tam hilali temsil ediyor olmalıdır.” ve organik bir bağdır. Mezopotamya’da Sin hem ay tanrısı Ayrıca, bereket simgelerinin ay resimleriyle birlikte var hem de otların yaratıcısıdır; Yunanistan’da Dionysos hem olması, tarihöncesi (yazısız dönemi işaret eden bir kelimeay tanrısı hem de bitkilerin tanrısıdır; Mısır’da Osiris ay, dir) Çin uygarlıklarından Kansu ve Yang-kao ikonografisu, bitki ve tarım tanrısı özellikleri taşır. sinde sık rastlanan bir motiftir; stilize boynuzlar, “çakan Ay ile ilgili yapılan ayinlerin anlamına ilişkin M. Eliade şimşekler”le (dolunay) ve eşkenar dörtgenlerle (dişilik şu şekilde yazmıştır: “Ayın metafizik kaderi, ölümsüz ol- simgesi) oluşturulmuştur. duğu halde hayatta olmak, ölümü bir son olarak değil bir dinlenme, bir tekrar yenilenme olarak yaşamaktır. İnsan da tüm ayinler, simgeler ve mitler aracılığıyla işte bu kaderle bütünleşmek istemektedir. Ayinlerde, simgelerde ve mitlerde, daha önce de gördüğümüz gibi, ayla, sularla ve bitkilerle ilgili hiyerofaniler (kutsalın tezahürü) bir arada bulunur; suların ve bitkilerin kutsallıklarını aydan almalarının ya da özerk hiyerofanilerden ibaret olmalarının burada bir önemi yoktur. Ne olursa olsun, tüm yaşam biçimlerinin doğrudan ya da kutsanma yoluyla ortaya çıktığı bir yaşam ve güç kaynağıyla, nihai bir gerçeklikle karşı karşıyayızdır. “ Eliade’nin özetle belirttiği şey şudur, insanın ayda kendini bulmasıdır ve ölüm gibi bilinmeyen bir şeyi, ayı, gerek öldürerek gerekse tekrar dirilterek (yeni ay) kendi yaşamını ve ölümünü ona benzetmeye çalışmasıdır. Bazı hayvanlar ise, ayın kaderini, biçimleriyle ya da varlıklarıyla çağrıştırdıkları için ay simgesi ya da temsilcisi olmuşlardır; sümüklüböcek (kabuğunda bir gözüküp bir kaybolduğu için), ayı (kışın ortadan kaybolup baharda yeniden ortaya çıktığı için), kurbağa ( suyun yüzeyinde bir görünüp bir kaybolduğu için), köpek (bazı kavimlerce ayda yaşayan efsanevi ata olduğu için) ve belki de diğerlerinden daha önemli olan bir diğer hayvan yılan. Yılan, bir görünen bir kaybolan ve ayın göründüğü gün kadar halkası olan, tüm “kadınların eşi” olan ve kabuk değiştiren hiyerofaniler en ünlüleridir. Yılan simgelerinin, çok fazla çeşitliliği vardır, çok çeşitli olmasına rağmen aynı düşünce etrafında şekillenir: ölümsüzdür çünkü yenilenir (kabuk değiştirmesi). Pek çok mitolojide, yılanın tanrının insana verdiği ölümsüzlüğü elde etmesiyle ilgili Ayın bu özelliğinin yanı sıra, Afrika Pigmelerinin dininde hikayeler anlatılır. de yeni ay ile ilgili bilgiler görmekteyiz. Yeni ay bayramı, yağmur mevsiminden kısa bir süre önce kutlanır. Pe adını Ay, Yılan ve Kadın verdikleri ay, “üreme ilkesi ve bereket anası” olarak kabul edilmektedir. Yeni ay bayramı, tamamen kadınlara, güneş Yılan, ay ve kadın ilişkisi bir çok toplumda, eskiden beri bayramı da erkeklere aittir. Ayın aynı zamanda “ruhların hatta bugün bile inanılan ilişkidir. Ay tüm bereketin kaysığınağı ve annesi” olması nedeniyle Afrika Pigmeleri ka- nağıdır ve adet dönemlerini düzenler. Kişileştirildiğinde dınlar, ayı kutlamak için kendilerini kile ve bitki özsuları- “kadınların efendisi” olur. Pek çok halk, ayın, bir erkek na bularlar, böylece ruhlar ve ay ışığı gibi bembeyaz olur- ya da bir yılan kılığına girip, kadınlarla birleştiğine inanlar. Ayinde, mayalı muz suyundan oluşan alkollü bir içki mıştır ve ayrıca hala inanan toplumlar vardır. Örneğin, hazırlanır ve aya dualar okuyup danslar ederek yorulan Eskimolarda, genç kızlar gebe kalacakları korkusuyla aya kadınlar bu içeceği içerler. “Yaşayanların Annesi” aydan, bakmazlar. Avustralyalılar ayın, Don Juan* kılığında yere ölülerin ruhlarını uzaklaştırılması, bereket vermesi, kabi- inerek, kadınları gebe bıraktıktan sonra terk ettiğine inanırlar ve aynı mit Hintliler arasında da çok yaygındır. leye yeni çocuklar, balık, av ve meyve getirmesi istenir. Ay ve Bereket Bereket denilince direkt olarak aklımıza gelen bitki olmasına rağmen hayvanların da bereketli olması için aya gereksinim duyulmuştur. Kimi zaman bereket ile ay arasındaki ilişki yeni “dinsel biçimlerin” ortaya çıkmasıyla daha karmaşık bir hal almıştır. Yeni biçimlerin oluşmasını sağlayan dinsel sentezler ne kadar çok olursa olsun, ayın niteliği her zaman çok açık bir şekilde ortadadır; bereket, döngüsel yaratılış, tükenmez yaşam gibi. Büyük bereket tanrılarını temsil eden öküz boynuzları, tanrısal Magna Mater (Tanrıça Kibele’nin sıfatı)’in simgesidir. Neolitik çağda, hem ikonlar hem de öküz biçimli putlar olsun, görünen her yerde büyük bereket tanrıça/tan- 36 Yılan, bir ay epifanisi olarak, aynı işleve sahiptir. Abruzzilerde, yılanın tüm kadınları hamile bıraktığı bugün anılmaktadır. Yunanlılarda ve Rumenlerde de aynı inanç vardır. Almanya, Fransa, Portekiz’de kadınlar, özellikle adet dönemlerinde uyudukları sırada ağızlarından bir yılanın girmesiyle gebe kalmaktan korkarlar. Hindistan’da, çocuğu olmasını isteyen kadınlar kobraya dua ederler. Doğuda, kadınların ilk cinsel deneyimlerine, ergenlik dönemlerinde yılanla girdiklerine inanılmaktadır. Bir başka gelenek ise, Hindistan’daki Mysore bölgesinde bulunan Komati kabilesi, kadınların hamile olup olmadıklarına taştan yapılmış yılanlarla bakarlar. İbranilerde, yılanların genç kızlarla yattıklarına inanılır ve benzer inanca Japonya’da da rastlanmaktadır. adım bilgi fikir Adet olmanın kökeni ile ilgili olarak yine bir çok mitte yılan vardır. Eski Pers inanışında, ilk kadının yılanın cazibesine kapıldığı an da adet görmeye başladığı anlatılır. Yahudi Rabbinik çevrelerde, Havva’nın cennette yılanla görüşmesi sonucunda kadınların adet gördüğü anlatılır. Kadınların adet görmesi, ayın kadınların ilk eşi olduğu mitinin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Papualar, kadınların adet görmesini, kadınların ve genç kızların ayla ilişkilerinin bir kanıtı olduğunu ve ikonografilerinde kadınların cinsel organlarından çıkan sürüngenleri işlemişlerdir; bu inanış ayla yılan arasındaki inanışın kanıtıdır. Üç gece boyunca gökyüzü kapkaranlıktır. Dördüncü gün, ay gibi, ölüler de yeniden doğarlar. Ölüm, bir son değil varlığımızın değişimidir. Ölü, başka bir yaşam formuna dahil olur, bu nedenle, ölümdeki yaşam ayın tarihiyle değerlenir ve geçerli kılınır. Özellikle tarımın keşfiyle daha da popülerleşen yer-ay birlikteliğinde, ölüler aya giderler ya da yenilenmek ve yeni varlığına gerekli güçleri kazandırmak için yere geri dönerler. Bundan dolayı, pek çok ay tanrısı aynı zamanda yeraltı ve cenaze tanrısıdır (Min, Persephone, Hermes vb.). Bir Breton efsanesine göre büyücülerin saçları yılana dönüşür. Büyücülüğün ayla ilişkisi, yılanların aracılığıyla ya da doğrudan pek çok etnoloji belgesiyle doğrulanmıştır. Etnolojik çalışmalara göre, Çinliler için yılan, tüm büyü güçlerinin kökeninde bulunmaktadır. Ayrıca İbranice ve Arapça›da büyü anlamına gelen kelimeler, yılan anlamı taşıyan sözcüklerin kökünden gelmektedir. Yılan, aydan geldiği, sonsuz olduğu, yeraltında yaşadığı, ölülerin ruhlarını canlandırdığı için tüm sırrı bilir ve bu yüzden bilgeliğin kaynağıdır, geleceği görür. Aynı biçimde hala inanılan bir görüş olması nedeniyle önemli olan başka bir şey daha vardır yılanla ilgili: Her kim yılan etini yerse, hayvanların (özellikle kuşların) dilini konuşabilir. sonra bir daha yaşayamayacağını söyler. Bu mite, Afrika’da, Fiji Adaları’nda, Avustralya’da ve Aynularda rastlanmaktadır. Bazı inanışlarda ay ölüler ülkesi olarak tezahür edilmiştir. Kadın ile yılan arasındaki ilişkiye ayrıca değinmek daha Kimi zaman ölümden sonra ayda dinlenme hakkı yalnızca iyi olur. Her ne kadar yazının çerçevesi “ay” olsa da, ay dinsel ya da siyasal önderlere verilir; örneğin Guaycuruile ilişkili iki önemli öğenin birlikteliğine değinmek lazım. lar, Tokelau’lu Polinezyalılar. Kadın ile yılan arasındaki ilişki çok anlamlı ve oldukça çeşitlidir ancak, hiçbir biçimde basite indirgenmiş bir cin- Ölümden sonra aya gitmek gelişmiş kültürlerde de varlığını sellikle açıklanmamalıdır. Yılanların temsil ettiği pek çok göstermektedir. Hintliler için Mana’lar yoludur ve ruhlar, anlam olmasına rağmen, içlerinde en önemlisi “yenilen- erginlenmişlerin gittiği güneş yolu ya da tanrılar yolu’nme” özelliğidir. Yılanın kabuk değiştirmesi, yenilenmesini dan, yani cehalet yanılsamalarından kurtulanların gittiği daha önce ayın ölmesi ve sonra tekrar dirilmesi ile ilintili yoldan farklı olarak yeniden bir bedene kavuşması beklenolduğunu belirtmiştik. Kadınların adet görmesi ve her adet tisiye ayda dinlenirler. İran geleneğinde de, ölülerin ruhladöneminden sonra yenilenmiş olduğu inancıyla eş değer- rı, Cinvat köprüsünden geçtikten sonra, yıldızlara gider ve dir. Yılan, yenilenen bir hayvandır. Greesman, Havva’nın, eğer iyi ruhlarsa önce aya sonra güneşe ulaşırlar. Fenikelilerin (Doğu Akdeniz sahil şeridinde yaşamış bir Ölüm, kesin değildir çünkü ay kesin ölümü tanımaz. Kahalk) eski yeraltı tanrıçası olduğunu ve yılanla kişileştiril- liforniya’daki San Juan Capistrano Kızılderilileri yeni diğini söyler. Yine bazı Akdeniz tanrılarının da ellerinde ay törenleri sırasında, “Ayın ölüp yeniden dirilmesi gibi yılanlarla (Arkadyalı Artemis, Hekate vb.) ya da yılanlar- biz de ölümden sonra yaşayacağız,” demektedir. Pek çok dan oluşan saçlarla temsil edildiklerini görmekteyiz. Orta mitte ayın insanlara bir hayvan aracılığıyla ulaştırdığı bir Avrupa›daki bir takım batıl inançlar; ay, kadın ve yılan mesajdan söz edilmektedir ve bu mesajda “öldüğüm ve ilişkisini göstermektedir. Örneğin, eğer ayın etkisinde yeniden dirildiğim gibi sen de ölecek ve yeniden yaşama kalmış bir kadının saçlarını kazır ve bunları gömerseniz döneceksin,” denmektedir ancak haberci aptallığından ya saçlar yılana dönüşür. Buradaki ayın etkisinden kasıt ise, da kötülüğünden dolayı, bu mesajın tam tersini ulaştırır adet dönemidir. insanlara ve insana, aydan farklı olarak, bir kere öldükten Ay ve İslamiyet Coğrafyamızda bir çok inananı olan İslam dininde “ay”a ilişkin bulgulara değinmek gerekmektedir. İslam dininde, ışığıyla zamanı gösteren ay, zıttı olan güneşten daha önemli bir yer taşımıştır her zaman. Sure 54:1’in tefsiri, Peygamber parmağıyla ayı ikiye bölmüştü, şeklindedir. Bir Hint-İslam eserinin bahsettiği gibi, Hint hükümdarı Şakravarti Fermad’ın İslam dinini kabul etmesine bu mucize neden olmuştu. Yılanın bu çeşitli simgeciliğinden çıkan sonuç, onun ayla Ay, bir çok İslam şairi tarafından, güzelliğin simgesidir ve eşleş kaderidir, yani onun bereket, yenilenme ve başkala- insanın sevgilisini parlak ayla karşılaştırması, yapılabileşımla ölümsüzlüğe kavuşma gücüdür. cek en büyük övgü olarak dillendirilir. Çünkü ayın her evresi neşe verir. Müslümanlar bugün bile hilali ilk gördükAy ve Ölüm lerinde kısa bir dua veya şiir okurlar; bu nedenle güzel bir Yukarıda bir kaç defa bahsetmiş olmama rağmen, ay ve insana veya altından yapılmış bir şeye bakmaktan hoşlanır ölüm arasındaki ilişkiyi kapsamlı bir şekilde yazmak uy- ve bütün ayın iyi geçmesi ümidiyle hayır duaları mırılgun olacak kanaatindeyim. “Ay ilk ölüdür” der E. Seler. danırlar. Rivayete göre Hindistanlı büyük sufi Nizamüd- adım bilgi fikir 37 din Evliya, gökte hilal gözüktüğünde hem hilale hem de Sonsöz dindar annesine saygısından başını annesinin ayaklarının Ayın, inanç ve düşünceler içerisinde yer etmesi, eski zaüzerine koyarmış. manlardan bu yana devam eden bir gelenektir. Bu geleŞairler, özellikle Ramazan ayının bitiminde, yeni ay adına neğin kökenlerine, yerleşik hayata geçmemiş insanlardan sayılamayacak kadar çok şiir yazmışlardır. Örneğin İk- günümüzdeki dinsel inançlara kadar etkisi devam etmiştir. bal’e göre hilal, yavaş yavaş parlak dolunaya dönüşmek Ayın genel olarak, kadın ve ölümle ilişkilenmesi ve netiüzere “ekmeğini taştan çıkaran” müminin, yani birilerine cede ayın evreleri olan yeni ayın ortaya çıkmasıyla yılanla avuç açarak veya birilerinden yardım isteyerek kendisini olan benzerlikleri hemen her toplumda gözlenen bir dualçaltmayan kişinin yerine geçer (Iqbal, 1915, mısra 450). rumdur. Ay ile Arap alfabesi arasında bağlar bulmak kolaydır. Alfabedeki yirmi sekiz harf, kameri ayın yirmi sekiz günüyle uyumlu görünmektedir. Kuran da Peygamber’den önceki yirmi sekiz peygamberi adlarıyla saymaktadır. Böylece Peygamber, neredeyse ay döngüsünün tamamlayıcısı olmaktadır. Gerçekten de Peygamber’in isimlerinden birisi olan Taha’nın (Sure 20:1) sayısal değeri, dolunayın sayısı olan on dörttür. Burada bir parantez açmak gerekir esasında. İslam inancında sayıların önemi çok büyüktür. Sayıların gizemli olduğu kanısı vardır. Örneğin, on dört rakamının önemi; kameri bir sayı olmasından anlaşılabilir; on dört yaşındaki güzel bir oğlan genellikle parlayan güzelliği içinde bir dolunaya benzetilir. Bunun yanı sıra Şii İslamdaki On dört Masum, kadim on dört koruyucu ruh, melekler ya da velilerle bağlantılıdır belki de. On dört, dolunayın sayısı olduğu gibi, başka birtakım özelliklere daha sahiptir: Ayın menzillerinin yirmi sekiz tane olması; batınilikte mülk, yani yaratılmış alemlerle ilgili görülen on dört tanesinin fonetik işareti vardır; diğer on dört harf ise basit harflerdir ve bunlar da meleklerin ve kuvvetlerin dünyası olan melekut’la bağlantılıdır; ayrıca on dört harfe şemsi harfler, “güneş harfleri” diğer on dört harfe ise kameri harfler, “ay harfleri” denilir. Ayın yirmi sekiz menzili ile yirmi sekiz harf arasındaki ilişki, ortaçağın büyük tarihçi ve astronomu el-Birüni›nin, «Tanrı’nın kelamı” ile (harflerle vahy edilmiş şekliyle) “Tanrı’nın füli”nin ay menzillerinde görüldüğü gibi yaradılışları gereği iç içe geçtiğini iddia etmesine neden olmuştur. Ay, insan güzelliğinin simgesi olduğu gibi, Allah’ın her yere yansıyan ulaşılmaz cemalinin bir simgesi olarak da düşünülmektedir: her türlü suda yansıyan ayla ilgili geleneksel Doğu Asya özdeyişi, İslami gelenekte de kendine bir yer bulabilmiştir. Bu nedenle Mevlana şiirlerinden birinde şöyle demiştir: Bu çalışmamın konusunu sadece ay kapsamamaktadır. Geniş çaplı araştırılan bir konudur. Dergi formatı gereği bir çok kısmı kısaltılmış, en dikkat çekici yerleri ve tabii en can alıcı noktaları vurgulanmıştır. Yazıda ilkin dipnotlar koymuş olmama rağmen sonradan çıkarmanın uygun olduğu kanısına vardım. Aşağıda, ay ile ilgili daha geniş kapsamlı araştırmaların olduğu kaynaklar verilmiştir -özellikle Eliade’nin kitabı-. Buradaki kaynaklar, sadece bir temel oluşturmasına olanak vermektedir. Daha geniş çıkarımlar, varsayımlar ve sonuca ulaşmak için titiz araştırma yapmak önemlidir. KAYNAKÇA Aitareya Brahmana, VIII, 28, 15. A. Schimmel, Tanrının Yeryüzündeki İşaretleri, Kabalcı Yayınları, 2004. C. Hentze, Mythes et symboles lunaires, Anvers, 1932. Cuneiform Texts, 15-17; 16. Dahnhardt, Natursagen. Furlani, La religinoe babilonese-assira, Bologna, 1929. Iqbal, Asrar ikhudi (Esrar-i Hudi/Benlik Sırları), 1915. Krappe, La Genese des Mythes, Paris, 1938 J. Frazer, The Belief in İmmortality and the Worship of the Dead, Londra, 1913, c.I. M. Eliade, Dinler Tarihine Giriş, Kabalcı Yayınları, 2014. Ploos ve Bartels, Woman, Londra, 1935. R. Briffault, The Mothers, c.I- III., Londra, 1927 Rig Veda, I, 105. Trilles, Les Pygmees de la foret equatoriale, Paris, 1933. V. Gennep, Mythes et legendes d’Australie, Paris, 1906. W. Schmidt, Ursprung, c.III. Y. Friedmann, Qişşa Shakarwarti Farrnad, 1975. Sen O’nu göklerde ararsın, ay gibi suyun üstüne düşer, orada parıl panl parlar. Sen O’nu bulabilmek için suya girersin. Bu kez o gökyüzüne kaçar. Öte yandan tasavvufa eğilim duyan bazı Türkler; Allah, hilal ve lale sözcükleri arasında bir bağlantı kurmuşlardır; her üçü de a-l-l-h harflerini içlerinde barındırması sebebiyle. Bu yüzden üçü, çok rastlanılan tasavvufi öğelerdendir. 38 adım bilgi fikir Mihriban Sarı, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi [email protected] Seçim Sizin Hayır , hayır! Biraz daha sabredemez miydin güneş beni uyandırmak için? Veyahut bugün es geçseydin şu gariban kulu olmaz mıydı? Şart mıydı yani gelip kirpiklerimin arasından süzülmen. Eee, şimdi sen geldikten sonra da seni içeri buyur etmemek olmaz.Hadi bakalım kalkma vakti, yatağımın şevkatli kollarından. Ardına kadar açıyorum evimin gözkapakları olan pencereleri. Ciğerlerim patlayana kadar huzuru çekiyorum içime.Günaydınlar! Özgürlüklerine imrenerek baktığım martılar , her baktığımda renklerine ,tekrar tekrar aşık olduğum çiçekler , ayaklarını yere vura vura okula giden afacanlar , mahallemizin dedikodu makinesi Nevriye Teyze, bakkal Hasan Amca'ya 'günaydınlar'... Hadi bakalım; Şimdi güzel bir kahvaltı yapma vakti. Pek tabii ki müzik eşliğinde hazırlanmalı güzide pazar kahvaltım. Çayı ocağa koyarken günlük sabah seramonime de başlıyorum. Malum komşularımı billur sesimden mahrum bırakmak olmaz. Ayrıca şarkı söylemek için sesimin güzel olmasına gerek yok ki. Bu arada, aklınızda yanlız yaşadığıma dair fikirlerin oluştuğun farkındayım. Hemen bu duruma müdahil oluyorum. Hayır efendim , tek yaşamıyorum. Benim basit hayatıma renk katan dostlarımla yaşıyorum. Dostlarımın kimisi servi boylu , kimisi cennet kokulu , kimisi sinirli, kimisi de narin mi narin... Sizleri onlarla tanıştırmak isterim: Hemen şurada -pencerimin kenarında mor saksıda duran - papatyalarım , yanındaki sarı saksıda duranlar da begonyam. Bu kadar da değil, evimin asi erkeği kaktüsüm , lafını biran olsun eksik etmeyen kaynana dilim , geceleri derdime ortak olan akşamsefalarım var benim. Yahu en kadim dostlarım kitaplarım var.Size böyle çene çalarken boş durduğumu sanmayın sakın. Kahvaltımı yaptım ve tabii ki çiçeklerimle de ilgilendim. Pek de hamaratım(!).Eee, artık damaklı bir çay içme vakti. Pencerimin tam karşısındaki turkuaz renkli koltuğuma güzelce oturuyorum. Avucum da sıcacık çay bardağım , pencerimin kenarında çiçeklerim , kucağımda en sevdiğim yazarlardan birinin şaheseri ... Var mı bundan daha huzur verecek bir şey kainat üzerinde? İşte benim hayatımdan bir kesit... Kimilerine göre sıradan, sıkıcı, durağan, kimilerine göre huzurlu... Her kim ne derse desin benim hayatım . Sakinliğin , sadeliğin arasında saklanmış mutluluğu yakaladım ben. Siyahla beyaz arasında sıkışan maviliği keşfettim ben. İnsanlarla değilde kendimle mutlu olabilmenin hazzına ulaştım.Diyeceğim o ki başka hayatların esiri kılmayın hayatlarınızı. Sizden başka bir tane daha yok hayatta. Bu sebepten sadece sizi mutlu kılan şeyleri yapın. Her hayat kişiye özeldir. Ya herkes gibi olur , eğlenceli ve yoğun sandığınız sıradan hayatlarda kaybolursunuz ya da kendi hikayenizi kendiniz yazar özel olursunuz. Seçim sizin... adım bilgi fikir 39 İrieda Hamzaj Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans [email protected] Legends From Around The World: Balkans (Albania) Legends are part of every culture, they compose the soul of any country or region related to. This time we will talk about a Fairy-city. A magical mysterious land and beauty living among us for four thousand years that recieves every day the sun brought from God and the joy of people who live in. Once upon a time a young lady, beautyful as a fairy, named Antipatrea, lived in harmony in a land covered with flowers and blessed by sun and aboundance. She maintained a simple life until one day her way was crossed with two handsome and strong boys, tall as a giant, affecting cleverness and handsomness that will make every girl dream the rest of their lifes in their arms. The older brother was called Tomorr and the youngest one Shpirag. As soon as they saw Antipatrea, the magical beauty of her striked their hearts immediately and made them fall deeply in love. Antipatrea unawared of her effect on the brothers greated them with a nice smile offering help to these voyagers. Nevertheless, the brothers needed more than a nice advice from the young fairy-like girl. They needed her love! Soon enough their purpose got revealed and a firm fight began between the brothers,whom to conquer the love of Antipatrea, knew no limit. Antipatrea begged them to stop but it was too late. The fight had begun. Tomorr was good with the sword. He had a big shinny golden sword heavy as a mountain, that no man but him could hold it. In the other hand, Shpirag was good with the 40 mace. His mace was big round with thorns, that only kings and emperors could posses such a deadly arm. Tomorr striked with his sword and Shpirag with his mace, while the beaty Antipatrea crumbeled in sadeness, and started to cry. Though this situation didn’t affect the fight between the brothers, even worse, they got encouraged to fight more against each –other. God who sees all that lives on earth, saw this unpleasant event. His Highness got angry from the behaviour of his creatures. Love shouldn’t be a reason of grief to nobody. God decided to interfere and punish these troublemakers. He made of the borthers mountains, and of the beautiful girl a marvelous city. Surely you will ask: Why the adım bilgi fikir fairy-like girl? She was innocent! God wanted to prevent another occurance as the previous one, and also wanted to give an example to all cratures that love is a celebration and not a fight, by preserving all as they were. After four thousand years time the fairy-city still exist in the Balkan land called Albania. Now a day Antipatrea is called Berat, her tears formed a river which is called Osum, but the mountain brothers still face each. Every morning as the sun shines to warm up our lifes , it also shows the faces of the mountains, preserving the strikes of the sword and the holes of the mice. Berat still stays in between quietly, and her tears of Osum flow through the mountains giving life and joy to all people and creatures that live in the region. adım bilgi fikir 41 Hakan Atalay, Sakarya Üniversitesi [email protected] Futbol Basit Bir Oyundur Futbolun başlangıcı ve coğrafik bölgesi hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte, genel olarak top oyunları, eski Çin uygarlığındaki yöresel oyunlara benzetilmektedir. Klasik futbol tarihinin milattan önce ikinci bin yıla dek uzandığı söylentiler arasındadır. Bu oyunda uygun materyal tüylüdür ve iki bambu direği arasına asılmış şekildedir. Futbol, günümüzde ise dünyadaki en popüler spordur. Fifa’nın 2014 yılındaki verilerine göre Dünya üzerinde 265 milyon futbolcu ve 5 milyon hakem aktif olarak bu spora katılım sağlamaktadır. gibi faktörler müsabakayı kazanmadaki en büyük etmenlerdir. Tartışmasız dünyanın en popüler spor dalı olan futbolda başarı üst düzey teknik, taktik ve fiziksel beceri gerektirir. Dahası futbol, bu etkililiğinin yanı sıra bir sektör haline gelmiştir. Seyirlik bir spor olması ve büyük kitleleri peşinden sürükleme özelliği ile diğer branşlardan büyük ölçüde farklılık göstermektedir. Son 10 yıldaki futbol müsabakalarını incelediğimizde topu eliyle koymuşçasına istediği yere gönderebilen yüksek tekniğe sahip oyuncular mutlaka vardır, ancak onlar bile yüzde yüz isabetle pas veremezler ya da şut çekemezler. İkinci olarak futbol en kalabalık takım sporlarından biridir. Voleybolda 6, basketbolda 5 kişi sahada bulunurken, bu rakam Amerikan futbolunda 11, ragbide 15’tir ve bu son iki sporda da hem el hem ayak kullanılmaktadır. Futbol oyun anlayışının ülkelere ve liglere göre farklılık gösterdiği ve başarıya ulaşmak için değişik yolların tercih edildiği bilinmektedir. Örneğin yapılan analizler sonucunda İspanyolların kollektif oyun anlayışı, İtalyanların ise kapalı sert savunma anlayışı müsabakayı kazanmak adına farklı oyun anlayışlarının en belirgin özelliklerindendir. Futbolda başarıya ulaşılması için birçok farklı etmenlerin birleşimi gerekmektedir. Futbolcunun sağlığı, beslenmesi, psikolojisi, sahadaki dizilişi, oyun anlayışı, taraftar desteği 42 Kendi çalışma alanım olan analiz kısmı ise sportif başarıyı sınırlayan faktörleri daha iyi anlamlandırmak için önemli bir role sahiptir. Futbolda maç performansı farklı teknik, taktik, zihinsel ve fizyolojik etmenlerin etkileşimi olarak tanımlanabilir. Futbolda ise ellerini kullanabilen kaleciyi dışarıda bırakırsak her takımda 10’ar futbolcu bulunmaktadır ve birbirleriyle ayaklarını kullanarak iletişim kurmaktadır. Öncelikle insanoğlunun daha iyi kontrol edebildiği el yerine ayaklarla oynanması en önemli belirsizlik kaynağıdır. Bu duruma bir de içi hava dolu 400-450 gramlık topu doğrudan etkileyebilecek doğa koşulları dâhil edildiğinde, futbolun dünyadaki spor dalları arasında en fazla belirsizlik içeren adım bilgi fikir dal olduğunu söylemek yanlış olmaz. Belki de sırf bu yüzden en çok sevilen ve yapılan spordur. Futbol oyunu geliştikçe, performans analizi yöntemleri de aynı oranda gelişmektedir. Basit el notlarıyla saha üzerinde oyuncu işaretlemeyle başlayan analizler, video kayıtları ve bilgisayarları analizle evrimleşmesini devam ettirmiştir. Rakip takım analizinde iki önemli unsur bulunmaktadır. İlk olarak rakip takım ne yapıyor? İkinci olarak buna karşılık biz ne yapacağız? Analizde ise taktik, teknik ve takım analizi yapılarak rakibin muhtemel oyun kurgusu planılanılarak müsabakaya en uygun şekilde hazırlanmak temel amaçtır. Peki her şey analiz ve istatiksel verilerle çözülebilir mi? Tabiki de hayır. Manchester United’in efsanevi teknik direktörü Sir Alex Ferguson konuyu tek cümle ile özetlemiştir. “İstatistik mini etek gibidir, çok şey gösterir ama asıl görünmesi gerekeni göstermez.” Kaynakça: 1.Williams A.M., Reilly T, and Carling C, 2007, Handbook for soccer match analysis 2.Haugen T, The role and development of sprinting speed in soccer, Doktora Tezi, University of Adger, 2014 3.Erdil G, Bozkurt S, İşleğen Ç, Ölçücü B, 2010 Futbol Dünya kupasında İspanya takımının kollektif performansının maçların kazanılmasında etkisi, Spor ve Performans Araştırmaları dergisi, 2013 4.Sönmeyenmakas A, Uefa Şampiyonlar Liginde Atılan Gollerin Analizi, Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi, 2008 5.(Drust, Atkinson, & Reilly, 2007). 6. Helgerud, Engen, Wisloff ve Hoff, 2001; Manna, Khanna ve Dhara, 2011. 7.Göral K, Son şampiyon Alman Milli Takımının 2014 FIFA Dünya Kupası performansının analizi Özetle izlediğiniz 90 dakikalık bir futbol müsabakasının öncesinde arka planda, yüksek tempolu bir idman akışı, teknik, taktik ve takım olarak incelemeler ve maç esnasında takımına gönül vermiş onbinlerce taraftarın emeği bulunmaktadır. Unutmayın futbol asla sadece futbol değildir. Futbol basit bir oyundur, zor olan ise basit futbol oynamaktır. adım bilgi fikir 43 SAÜ Geleneksel Türk Okçuluğu Topluluğu Söyleşisi İlk olarak sizi ve topluluğunuzu tanıyabilir miyiz? Ayşegül: Öncelikle kendimi tanıtayım. Ben Ayşegül Öztürk Topluluğumuzun öğrenci başkan yardımcısı olarak görev alıyor, aynı zamanda eğitmenliğini yapıyorum. Öğrenci başkanımız Melih Feyizoğlu ve kurucu üyelerimizden Dilara Karadeniz, Volkan Dilsiz ve Kakajan Abdulreşidov da eğitmenlerimizden. Bu beş öğrenci topluluğun kuruluşunda, eğitim faaliyetlerinde, malzeme temininde ve her türlü aşamasında içinde bulunmuştur. Kuruluşumuz Selçuk Kürşad Koca’nın akademik başkanlığında 2014 yılının Ocak ayında gerçekleşti. Kuruluşumuz bir anda, spontane bir şekilde gerçekleşti diyebiliriz. Kendimiz zaten Okçulukla ilgileniyorduk ancak Sakarya’da atış yapma alanı anlamında çok zorluk çekiyorduk. Daha sonra hocamızın desteği ile üniversite bünyesinde bir topluluk kurma fikri ortaya çıktı. Bu şekilde birçok kişinin de geleneksel okçulukla tanışmasını sağladık. Yaklaşık 2 buçuk yıldır faaliyet sürdürüyoruz. Şu anda 150’ye yakın öğrenci klübümüz bünyesinde eğitim görmektedir. Yanımızdaki arkadaşlar kulübümüzün en aktif, hatta fazla aktif üyelerinden birkaçı Sena Hira, Yunus Emre Yolgiden ve Tufan Baş birkaç dönemdir eğitimlerimize katılıyor. Topluluğun aktif üyelerinden arkadaşlarımıza soralım öyleyse. nasıl Topluluğa üye oldunuz ve nereden duydunuz? Sena Hira: Bir arkadaş vasıtasıyla toplulukla tanıştım. Ben de bu alanda ilgiliydim. Yaklaşık bir senedir devam ediyorum. Çok ilgili ve severek devam ediyorum. Savaş aletlerine her zaman bir ilgim vardı. Bu yönden bu tarzda bir topluluğun üniversitede olması beni sevindirdi. Öğrencileri şiddete yönlendirilmesi olasılığı sizi ürkütmüyor mu? Ayşegül: Tabii çok masumane bir spor değil o şekilde baktığımızda. Aslında spor da değil bir savaş sanatı daha çok. Önlem alındığı sürece bir tehlikesi yok diyebiliriz. Eğitmenlerin gözetiminde olduğu için şimdiye kadar ben sakıncalı bir durum içinde bulunmadım. Ama güvenlik önlemleri kesinlikle alınmalı. Dilara: Yeni üye olmak için gelenler sadece eğlenmek için geliyor ama devam ettikçe insanda farklı duygular meydana geliyor. Sonuçta okçuluk Türk kültüründe çok önemli bir yere sahip. Bir süre sonra milli duygular harekete geçiyor daha farklı yaklaşıyorsunuz eğitimlere. Türkiye’de Okçuluk sporu ne durumda? Dilara: Öncelikle modern okçuluk ve geleneksel okçuluk olarak ayrım var. Ancak geleneksel okçuluk, federasyonu olmadığı için tam anlamıyla desteklenmiyor. Geleneksel Okçuluk daha çok festivallerde öne çıkıyor. Her ülkenin bu şekilde festivalleri var. Bizde Geleneksel Okçuluk Osmanlı ile özdeşleştiriliyor. Ancak bunun ötesinde de bir mazisi var. Örneğin bizim Ötkün oklarımız var. Metehan’ın icadı olduğu biliniyor. O dönem tabii savaş aleti olarak kullanılıyordu şimdi ise bir spor aleti. 44 adım bilgi fikir Kendini Osmanlı torunu hissedip gelen var savaş aleti kullanmak isteyip gelen var, daha az hareketli bir spor olması nedeniyle tercih edenler var, bu kültüre sahip çıkmak için gelenler var. Bu kapsamda çok farklı kesimleri içinde barındırıyor Geleneksel Okçuluk. Tehlike konusunda mesela çok sık sorulan bir soru, ‘’Öldürür mü?’’ diye soruyorlar. Bizde biraz mizahi öldürür de süründürür de diyoruz. Çünkü kullandığımız aletler gerçek. Ancak tüm önlemleri alıyoruz. Tüm spor dallarında olduğu kadar bir tehlikeyi içinde barındırdığıysa yadsınamaz. Türkiye’de Okçuluğun gelişimi konusunda şunları söyleyebilirim. Ben bu işi 4 buçuk yıldır yapıyorum. İlk başlarda biz yayları Macaristan’dan alıyorduk Türk yayı adıyla. Türkiye’de o dönemde bir iki kişinin haricinde üretim yoktu. Ama günümüzde ülkemizden de temin edebiliyoruz. Okçuluk ile ilgili olarak araştırmalarda Türk arşivlerine ulaşamıyoruz ve yabancı arşivlerden yararlanmak durumunda kalıyoruz. Ancak yavaş yavaş farkındalık arttıkça bu durumlar değişiyor. İlgi gün geçtikçe artıyor. Biz de ata sporumuzu devam ettirip günümüzde yaşattığımız için mutlu oluyoruz. Topluluğun kurucu üyeleri arasında daha çok kadınlar var gibi görünüyor. Ayşegül: Aslında savaş aleti olması sebebiyle bayanlar uzak durur diye düşünülebilir ama öyle değil. Kurucu üyelerimizin ikisi bayan ve kursiyerlerimiz de yarı yarıya diyebiliriz. Gerçekten kızlar çok ilgililer ve çok da başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Bayan eğitmen görünce şaşıranlar olabiliyor bazen. Diğer taraftan bayanlara özel seanslarımız da var. Kimisi pasta kurabiye yapıp geliyor, bu da bizim için hiç de fena olmuyor Çocuk, genç ve orta yaş üstünde çok farklı profillerde katılımcılarımız var. Son dönemde dizilerle Okçuluğun daha popülerleştiğini söylemiştin. Buna değinebilir miyiz? Ayşegül: Özellikle Muhteşem Yüzyıl dizisi okçuluğa yönelik bir ilgi oluşturdu. Ardından Diriliş dizisi bu ilgiyi doruklara taşıdı. Ama hiç olmayan bir şeyi ortaya çıkardı gibi yanlış bir algı oluşmasın. Kültürümüzün bu kısmını unutanlar hatırladı, bu şekilde dizilerden görüp bize yönelenler de arttı tabii. Dilara: Bizim için bazı yönlerden de bize biraz burukluk yaşattı. Şöyle ki dizilerden önce bazı başvurularımızda yüzümüze bakmayan insanlar, sonrasında popülerliğin artmasıyla bizi kendileri aramaya başladılar. Buna sevinmeli mi üzülmeli bilemiyoruz. Hepimizin gördüğü gibi Diriliş dizisinden sonra eski Türk kültürüne ait sembollerin, mesela kayı boyuna ait bayrağın her tarafta öne çıktığını biliyoruz. Okçuluk sporunun size kattığı ne gibi olumlu özellikleri var. Yunus Emre Yolgiden: Okçulukta her şeyden önce konsantrasyonunuzun arttığını spora başladıktan sonra bariz şekilde fark edebilirsiniz. Daha rahat odaklanabiliyorsunuz. Okçulukta, diğer atış aletlerinde olduğu gibi ya da modern okçulukta olduğu gibi bir nişan alma yeri yok. Ancak tecrübeyle, hissiyatla parmak hissi dediğimiz şekilde nişan alıyorsun ve atış yapıyorsun. Modern Okçulukta 50 metreye nokta atışı yapabilirken geleneksel okçulukta ancak belirli bir tecrübeyle bu mesafeyi yakalayabilirsin. Bu noktada antrenman isteyen bir spor dalı. Tufan Baş: Konsantrasyonun yanında kol kaslarına, arka koldaki ince kaslara yoğun bir yüklenme oluyor. Atletik görüntümüze de bu şekilde katkı sağlıyor. Ayrıca ok atmaya başlamadan kepaze denilen bir lastikle bir süre çalışarak başlanılıyor. Belli bir süre ve belli bir disiplinde kepaze çalışmasından sonra ok atmaya başlıyoruz. Tabii bu bazı üyelere bazen zor geliyor ama ısınma hareketleri olarak kesinlikle buna dikkat ediyoruz. Ayşegül: Bunun yanında ruhsal, manevi olarak iyi hissettiren özgüven sağlayan bir yanı da var. Kemik bozukluğunu, sırt bozukluğunu önlediği yine uzmanlar tarafından söyleniyor. Eklem ve tendonların, omuz, sırt ve bacak kaslarının kuvvetlenmesini sağlayarak osteoporoz ve omurga eğriliği tedavisinde de kullanılmakta. Bu doğrultuda özellikle çocuklara öneriyoruz. Aileler çocuklarına bir kere de olsa kesinlikle denetsinler. Zaten eminiz ki bir kere bu tadı alan bir çocuk bir daha bırakmak istemeyecek. adım bilgi fikir 45 Orduya girmek için yapılan elemelerde uygun kişiler aranıyormuş. Çok güçlü yayları çekip hedefi çok uzak mesafeden vurmaları bekleniyormuş. Bu konuda rekorun Osmanlı ordusuna mensup bir okçuda olduğu biliniyor. Toskoparan İskender 846 metrelik bir rekoru vardı. Şimdiye kadar dünya genelinde kimse onu geçememiştir. Kepaze olmaya geri dönersek o kadar güçlü yayları çekebilmek için sarf edilen yoğun çaba sonrası bu konuda başarı gösteren askerlere, motive etmek amaçlı kepaze ettin yayı sözü söyleniyormuş. Topluluk olarak yaşadığınız sıkıntılar var mı? Üniversite’den destek gördünüz mü? Ayşegül: Çok fazla var. Hangi birini saymalı bilemiyoruz. Topluluğumuzda eğitimlere sadece bir yayla başladık diyebiliriz. O yayı da kurucu üyelerimiz kendi imkanları ile aldı. Malzemelerin fiyatları el işçiliği olduğu için çok külfetli. Bu nedenle Rektörümüzün bizi özellikle oklar ve yaylar konusunda destekleyeceğini umup, bir görüşme yaptık. Başlarda bir çekince oldu sanırım üniversite tarafından. Ancak bu yıl bu konuda bir destekleri oldu diyebiliriz. İki sene önce malzeme bulmak daha zordu. Şu anda biraz daha kolay. O zaman biz kendi oklarımızı kendimiz üretiyorduk. Diğer malzemelerimizi de yine kendi imkanlarımızla temin ettik. Şu anda yeni bir sponsor bulduk. Böylece elimiz biraz daha rahatladı. Okat Geleneksel sayesinde yarışmalara ve festivallere daha iyi bir ekipman ve çok sayıda yarışmacı ile katılabiliyoruz. Yarışmalardan aldığımız derecelerde arttı bu şekilde. Ayşegül: Sakarya Okçuluk Kulübünün faaliyetlerine dönecek olursak şuana dek ulaşmış olduğumuz, katkıda bulunduğumuz, irtibata geçtiğimiz, bir şekilde yardımlaştığımız kemankeş sayısı bizi oldukça mutlu ediyor. Bunu devam ettirebilmek için, Sakarya büyükşehir belediyesi bünyesinde Macera Park’da yaz kurslarımız ve üniversitemizde eğitimlerimiz devam ediyor. Şehrimizde bulunan özel eğitim kurumlarının da okçuluğa olan ilgisi giderek artıyor. Kurslarımıza katılmak, okçuluk hakkında bilgi edinmek ve bu keyifli ortamda bulunmak isteyenler Facebook üzerinden ‘Saü Geleneksel Türk Okçuluğu’ sayfasından veya [email protected] adresinden bize ulaşabilir. Son olarak Sakarya Okçuluk kulübü adına, yayınlarınızda bizlere yer verdiğiniz için başta sevgili Eser’e ve Adım Dergisi’ne teşekkür ediyoruz. SÖYLEŞİ: Eser Alpkaya Onun haricinde, her yaz döneminde en az 3, 4 tane ulusal ve uluslararası çapta yarışmalar düzenleniyor. Üniversitemiz bizi yalnız bir yarışmaya gönderebiliyor. Diğer yarışmalara yine kendi imkanlarımızla katılmak durumunda kalıyoruz. İsterseniz biraz bu antrenmanlarda kullanılan kepazeden ve eğitimlerden bahsedelim. Sana bu şiiri bir gece yarısı yazıyorum Etrafımda lakırdılar bir ton Seni sallarken düşlerimde büyümediğini fark ediyorum. Nezaket oturmuşsa payitahtına Boynum bükülüyor, acziyetimi fark ediyorum. Elimden gelen yazmak sadece Oysa senin elinden kainat fışkırıyor Gündüzüm ve gecem A dan Z'ye her hecem Sen kokuyor Sen koktuğun için konuşuyorum Dalgalar seni getiremediği için hırçın vuruyor Ellerinle tutuyor gözlerinle görüyorum. Her tebessümünde bin can veriyorum Küllerinden doğan kuşlar halt etmiş yanımda Bir selamında bütün oluyorum. Yakamozda resmini çiziyorum sulara Damlada seni izliyorum Okyanusa ilham veren sensin . Farkirane çaldım kapını Sen geldin diyorum Her zerremde Seni seviyorum Seni seviyorum... Velican Polat Ayşegül: Eğitimlerimizde önce kepaze çekerek başlıyoruz. Kepaze olma değiminin de buradan geldiğinin altını çizelim. Kepazede normalde 4 haftalık bir çalışma yapıyoruz. Ama insanlar sabırsızlandığı için ok atmaya geçmeyi istiyorlar bir an önce. Daha sonra atışlara başlıyoruz. Okçuluk disiplin gerektiren bir spor. Bu nedenle belirli bir program dahilinde talim yapıyoruz. Bu konuda bir deyim, eğer siz okçuluğu bir gün bırakırsanız o sizi 40 gün bırakır şeklinde. Dilara: Osmanlı döneminde yaylar şimdiden çok daha kuvvetliymiş ve tabii kişiler de çok daha heybetliymiş. 46 adım bilgi fikir adım bilgi fikir 47 Eser Alpkaya, [email protected] Bursa Benciller Mektebi Romanı Çevirisi İlk Bölüm “Rüya görüyorum.. Artık yaşamıyorum… Bir hayal dünyasının içinde hapsedildim… “ İlk defa yaptığım çalışmalara karşı bir nefret duymaya başladım. Önümdeki kâğıt yığınlarını sanki bana uzak, yabancı birer materyalmiş gibi gözlemledim. Onlar ki yıllarca bir bilim adamının yorgunluk dolu eserleri, yani benim ortaçağ linguistiği üzerine yaptığım araştırmalar; hiç kimseyi ilgilendirmeyen, beni bile. Yukarıda koyu renkli pencerede bir gölge dolaşıyordu. Ulusal Kütüphane’de bir Aralık akşamıydı. Bütün gün yaptığım araştırmalar ve keşifler üzerine kayıt düşmüş, not almış, değerlendirmeler yapmıştım. Artık bu kadarı yeter deyip gözlerimin yandığını hissettikten sonra, elimde ağırlaşan dolma kalemini bıraktım ve sandalyeme doğru geriye yaslandım. Etrafımda çalışma masalarına doğru eğilmiş gövdeler, lamba ışığı altında parlayan kafatasları ve duvarlar boyunca raflarda dizilmiş dilsiz, kapalı ve belirsiz kitaplar vardı. Rutubetli ve kasvetli bir atmosfer büyük okuma odasını bir ölüm sessizliği içerisinde hareketsiz bırakıyordu. Havada insanın günden güne içine çekmeye alıştığı tipik bir toz kokusu uçuşuyordu. 48 Etrafı sorgular bir şekilde gözlemledim. Kafatasları düşünüyorlardı. Eğer gözleri arada sırada kapaklarının ardına düşmese ve kalın gözlükleri oynamasa hala hayatta olup olmadıklarından şüphe edilebilirdi. Okuyorlardı; sanki hareketsiz bir şekilde bir kertenkelenin bir böceği öğütmesi misali, bilgiyi kendilerine çekiyorlardı, dünyanın düşüncesiyle meşgul olurken, hakikatten uzaklaştıklarını fark etmeden. Sonsuzluk, zamanın içinde dolaştığında ne kadar da sıkıcıydı? Ayağa kalktım. Kafa taslarını izledim. Ah, keşke biraz farkında olsalardı.. Alaycı bir gülüşle katalogların bulunduğu bodrum katına doğru yola koyuldum. Ve o anda yazılı olmayan bir kuralı çiğnemeye karar vermiştim: İşe yaramayan bir şey okumak istiyordum. Öylesine. Hiçbir amaca bağlı olmadan. Bilimsel adamların kurallarının dışında, sadece zaman geçirmek ve keyif alabilmek maksadıyla okumak. Ne kadar da gereksiz bir eylem! Gözümü kapattım. Katalogların bulunduğu raflar arasında parmaklarımı gezdirdim ve bir çekmeceden sıradan olması muhtemel bir kayıt kartını yakaladım ve talebimi görevliye verdim. Tekrar yerime yani okuma salonunun kafa tasları adım bilgi fikir merkezine döndüm. Beklemem gereken on dakika boyunca etrafı anlamını çözemediğim bir tebessümle izliyordum. Nihayetinde salon görevlisi kırımızı bir deri ile kaplanmış mor hatları olan eski bir kitap ile geldi. Dictionnaire patriotique isimli Fustel des Houilleres tarafından 1798 yılında yayınlanmış bir kitap. Mükemmel! Daha önce ismini hiç duymadığım bir kitap. Tesadüfe kendimi biraz daha teslim ederek, dokunmamla anında açılan ve 96. Sayfada hemen gözüme ilişen şu başlıkta kendimi buldum. BENCİLLİK (Egoizm) Bencil, dünyada sadece kendisinin var olduğunu ve haricindeki her şeyin sadece bir düşten ibaret olduğuna inanan kişi. İnsan bilincinin büyük bir utancı olarak 18. Yüzyılın başında Paris’te ismi bu saçma fikir ile nam salan bir adam yaşamıştı: Gaspard Languenhaert, Hollanda Cumhuriyeti vatandaşı. O kadar karizmatik ve belagat sahibi idi ki, sahip olduğu haremi bunun kanıtıydı. Ancak onun asıl metresi felsefeydi ve sadece insanları etkilemeye çalıştığı doktrini ile nam salmak istiyordu. Ona göre İngiliz felsefesi sorunları kavramak konusunda yeterince bilgi sahibiydi ancak bu yine de onları çözmeye kafi değildi. Kendince kabule değer yorumlar geliştirmiş ve bunlardan hiç duyulmamış sonuçlar çıkarmıştı. Bunlardan birisi: İster göklerin 7 kat üstüne çıkayım, ister yerin bütün katmanlarının altına ineyim, yine de kendimden öteye gidemiyorum ve kendi düşüncelerimden başka bir şeyi algılamıyorum. Yani dünya kendi başına bir varlık ifade etmiyor, aksine sadece benim içinde. O halde yaşam sadece bir hayal. Yani tüm gerçeklik sadece benden ibaret. Onun çağdaşlarının ifadelerine göre bu genç adam bilincimizin sınırlarını gamsızca sorgulayarak şeylerin sadece ona özel, onun içinde ve onun tarafında olduğu iddiasında bulunuyordu. Bu iddiasını açığa vurma niyeti ile salon salon dolaşarak her gittiği yerde tekrar tekrar, sadece onun var olduğunu ve o sırada orada bulunan dinleyicilerin bile aslında var olmadıklarını, elinde tuttuğu camı göstererek, maddenin anlamsız bir kabulden ibaret olduğunu, kadın erkek fark etmeksizin, sadece kendi varlığının kesinliği olduğunu ve evrenin devamlılığının kendi ihsanına bağlı olduğunu savunmaktaydı. Bazıları.. adım bilgi fikir 49 Fatih Ergün, Sakarya PTT ÇALIŞANI [email protected] Kulenin girişinde soluklandım. Her zaman olduğu gibi bir grup insan, kapının açılma zamanını bekliyordu. Saatime baktım 8:59’u gösteriyordu. Bir dakika içerisinde vardiyamın başlaması için imzamı atıp, masamın başına oturmam gerekiyordu. Aksi takdirde günümün yarısında ücretsiz olarak çalışmak zorunda kalacaktım. Asansörü bekleyecek zamanım yoktu. Hesaplarım ve tecrübelerime dayanarak merdivenleri otuz saniye içerisinde tırmanabilirdim. İmza defterini kulenin başında oturan ejderhalardan biri tutuyordu. Soluklanarak imzamı atarken, ejderhanın alev çıkaran gözlerine bakmamaya çalışıyordum. Sadece gözlerine maruz kaldığım için bugüne şükrettim ve masama yöneldim… Ejderhanın devirdiği gözlerinin ağırlığını hala ensemde hissederken her gün çıktığım tozsuz ve parlak mermerlerle döşenmiş merdivenlerin, bir gün omzumun ve beynimin tozlarıyla kirleneceğini düşündüm. Masama oturdum ve saat 9’u 1 geçiyordu. Kalabalık tek tek ve düzgün bir sıra halinde - kaos bu yüzyılda hep düzgün bir sıra halinde- fişlerini almaya başlamışlardı bile, kaos beni içine çekmeden önce masamdan özür diledim. Masamdan her gün özür diliyordum, masamdan utanıyordum. Çünkü hiçbir masa benim gibi bir insana dayanak olmamalıydı. İlk molam üç saat sonraydı ve ben gözümü kapayıp kaosun bu sefer ruhumu fazla hırpalamamasını umut ederek, beni çevrelemesini bekledim. Hortumun içine takılan belgeler, faturalar, defterikebir kayıtları, kızgın müşteriler ve hırçın kırmızı gözler ruhum için yıkımın darbesini yeni hissetmiş cam 50 adım bilgi fikir kırıklıkları gibiydiler. Her cam parçasının yansımasından nefesimi tutarak ilk molama kadar sağlam kalabilmiştim. Bu savaşı her gün veriyorum, dedim kendime bu benim kaç bininci molamdı? Ve hala nasıl nefes almak için koşa koşa çıkabiliyordum dışarı? Bir yandan bunları düşünürken koşar adımlarla temiz havaya sığındım. Tam sigaramı yakmak üzereydim ki orta yaşlı esnaf olduğu her halinden belli olan bir beyefendi göğsüme doldurduğum temiz havaya gölge etti. “Merhaba seni daha önce içeride de görmüştüm, elimde fişim var fakat kısa bir soru için uzun süre sırada beklemek istemiyorum. Yardımcı olabilir misin?” Adamın yüzüne baktım ve koridor boyunca bu an için nasıl koşturduğumu gördüğü halde bu soruyu sorabilmesine anlam veremedim. Ben hala bakıyor ve adam hala bir cevap bekliyordu. “Tabii ki beyefendi, ama önce siz benim bir sorunuma yardımcı olabilir misiniz,” dedim ve devam ettim: “İnsanları sadece sorunların dile gelmek için kullandığı bedenler olarak görüyorum. Bana da öyle geliyor ki bu yanlış bir kanı fakat daha ilerisini düşünemeden sonraki sıraya mutabık sonraki insan geliyor aynı derdin farklı bir sözcüsü gibi yanıt bekliyor ve belli hareket alanı içerisinde aynı tiyatroyu oynayan farklı oyuncular, neredeyse şaşmadan hep aynı mimikleri kullanıyorlar. Bense aynı sıra ve aynı koltuk üzerinden aynı tiyatroya aynı cümlelerle aynı yorumları yapıyorum. Tabii ki bunun bir molası olmalı, her sonsuz döngünün bir sigara molası olması gerektiği gibi, şuan gibi! Asıl sorun ise molaların dahi aynı olması. Bakın! Bu sonsuz tiyatronun girişinde ve çıkışında her gün rol alan adam olarak soruyorum size, ne olur biri şuracıkta kendini öldürse? Şu kule sağ duvarından dışarı dökülse, her halükarda biletini alan birisi bu oyunun saçmalığına küfredip, yırtıp atsa? Ama siz de içeri dikkatli bakarsanız görürsünüz ki bu söylediklerim olmuyor. Biletini alan geçiyor sahnenin ortasına, bütün varlığını rahatlatmak için kırıklıklarını ağzıyla ve kızarmış gözleriyle fırlatıyor. Bizde bütün kırıklıklarını süpürüp, süpürüp molaya çıkıp sigara içiyor ve tekrar… Sigaram bitti benim masama oturmaya gidiyorum. Bir şey diyor musunuz?” -Yahu sen anladın mı ne dedi şimdi bu adam? -Vallahi bilmiyorum ki bayağıdır tatile çıkmıyor herhalde, ee burada çalışmak kolay değil. Neyse sen önüne bak sıra ilerliyor. adım bilgi fikir 51 Seyfi Demirci, Sakarya, Sinemacı [email protected] Önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi, Türk sineması 1950’li yıllara gelene kadar önce ordunun daha sonrasında da Muhsin Ertuğrul önderliğinde tiyatro üzerinden ilerlemekteydi. 1950’lerden sonra sinemamız ‘Koca Çınar’ Ömer Lütfü Akad’ın önderliğinde “Sinemacılar Kuşağı” ile başlayan dönemde, sinema sanatının gerçeklerine kavuşmuştu. Muhsin Ertuğrul’un elinde bulundurduğu, tiyatro sanatı üzerinden ilerleyen sinema yerine, daha özgün bir dille ve daha sinema sanatının normlarını ve formlarını içeren yani kısacası sinema sanatı içine dahil edebileceğimiz bir sinemamız başlamıştı. O dönemden sonra sinemamız toplum sınıflarından, Anadolu destanlarına, melodramlara değinen birçok filmi halkla buluşturdu. Bu dönemde sinemamız “Toplumsal Gerçekçilik” akımıyla tanışmıştı. Dönemin getirisi üzerinden baktığımızda sol-ideolojinin sanat içindeki yansıması olarak bilinen ‘Toplumsal Gerçekçilik’ akımı, en çok edebiyat ve sinema üzerinde daha etkin olarak kullanılmaktaydı. Sinemamızda bu sanatı Sol ideolojini içinden gelen biri olarak, derinsel bir anlatım ve yenilikçi bir bakış açısıyla en iyi şekilde açığa vuran isim, tabi ki Yılmaz Güney›dir. Sinemamıza getirdiği yeni anlayışlar, toplumun en temel ögesi bireyin üzerinden oluşturduğu dil ve anlatım olarak baktığımızda, sinema tarihinde kendine özgün bir yer edinmiştir. Onun sinemasının anlayabilmek için, bu sinema anlayışını oluşturan temel kavramları, özellikle de sanatına damga vuran toplumsal gerçekçiliği analiz ederek başlayalım. Sinemamızda Toplumsal Gerçekçiliğin Yansımaları: Yılmaz Güney Filmleri 52 adım bilgi fikir İlk olarak bahsettiğim gibi “Toplumsal Gerçekçilik” kavramı en çok sinema ve edebiyat üzerinden ilerleyen bir akım olarak yansımaktaydı. Bunun nedeni ise, 1950’li yıllarda sol fikirler bu iki sanat dalı üzerinden daha derinlemesine bir anlatımla insanlara ulaşmaktaydı. Temel anlamda toplumsal gerçekçilik felsefi olarak sol-sos- yalit ve materyalist bir arka plana sahiptir. Türkiye’de felsefi alt yapısının gericilikle mücadele gibi konular bu sanat anlayışının teme kavramları olmuştur. Temel olarak bu sanat akımı, sosyal sorunları sanatçısının gerçekçi anlayışına bırakarak betimleme anlayışıdır diyebiliriz. Sinema sanatı içerisinde ilk olarak İtalya’da savaş sonrası başlayan ve Robert Rossellini’nin çektiği 1945 yapımı “Roma, Citta Aperta (Roma, Açık Şehir)” filmiyle başlayan İtalyan Yeni Gerçekçilik akımıyla başlamıştır diyebiliriz. 1930’lu ve 40’lı yıllarda Musollini döneminde başlayan «Beyaz Telefon Filmleri» olarak adlandırılan pembe salon filmlerine bir tepki olarak doğmuş bu sinema akımı, toplumsal gerçekçiliğin ilk normlarını oluşturmuştur. Bu akım içerisinde genel olarak savaş sonrası İtalya›da oluşan ekonomik buhran, toplum içerisindeki insanların yaşadıkları işsizlik, yoksulluk, umutsuzluk, ahlaki çöküş gibi konuları işlenmektedir. Temel olarak sıradan insanların sorunlarına değinen bu akım, bireysel bir anlatım üzerinden toplumun yaşadığı sorunlarına değinen bir akım olarak görülmektedir. Yılmaz Güney’in fikir dünyası toplumsal gerçekçiliğin yoğun olarak beslendiği sol-sosyalist dünya görüşüne dayanmaktaydı. Emperyalizm karşıtlığı, halkların kendi hakkını belirlemesi, sömürge karşıtlığı ve eşitlik retoriğine dayanan fikri, onun sinemasını oluşturan temel yapı taşları olarak görülmektedir. Temelde bu konular çerçevesinde ilerleyen düşünce yapısının arka planında, geldiği Kürt toplumunun sömürülmesi fikride belirleyici bir etmen olmuştur. Bu arka plan üzerinden ilerleyen Yılmaz Güney’in sinemasına ilk dönem filmlerinden başlayarak, sinemasının yollarında ilerlemeye başlayım o zaman. İşte Türk sinemasında toplumsal gerçekçiliğin yansımalarını sunan Usta yönetmen Yılmaz Güney ve sineması. Sinemadaki İlk Yılları ve “Çirkin Kıral”ın Doğuşu Sinemaya ilk olarak doğup büyüdüğü Adana’da Kemal Film ve And Film’in bölge temsilcisi olarak çalışmaya başlamasıyla ilk adımını atan Güney, asıl tanışmasını üniversite okumak için geldiği İstanbul’da tanıştığı Atıf Yılmaz ile yapmıştır. O dönemde hikayelerde yazan Yılmaz Güney, ilk olarak Atıf Yılmaz’ın çektiği 1959 yapımı “Bu Vatanın Çocukları” ve yine aynı yıl çektiği “Alageyik” filmlerinde oyuncu ve senaristlik yaparak başlar. İlerleyen zamanlarda senaryo ve oyunculuk anlamında bir çok filmde çalışan Güney, yine aynı yıl çekilen “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filminde yönetmen yardımcılığı yaparak, yönetmenlik anlamında da ilk deneyimini yaşamıştır. İstanbul›a ilk geldiği yıllarda bir çok dergide öyküler yazmakta olan Yılmaz Güney, 1956 yılında Yeni Ufuklar adlı dergide yazdığı, üç sayfalık “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” başlıklı yazısında komünizm propagan- dası yaptığı gerekçesiyle tutuklanır. O dönemde anıları üzerine okuduğum bir yazıdan, şu anekdotu aktarmak istiyorum. Yılmaz Güney, yargılandığı sırada hakimin ısrarla komünist propagandası yapmışsınız suçlaması üzerine Güney›in tek söylediği söz “Hakim bey ben bahsettiğiniz Komünist propagandası nedir onu bilmiyorum, bilmediğim şeyi nasıl yapabilirim” demiştir. Bu suçlama sonrasında Yılmaz Güney 1,5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Demir parmaklıklarla ilk tanışması bu şekilde başlamıştır. Hapisten çıktıktan sonra sinema yaşamına devam eden Güney, sinemada bu dönemde daha çok macera ve aksiyon filmlerinde oynamaya başlamıştır. Filmlerinde Anadolu’dan gelmiş, büyük şehrin yaşantısında ezilen, zorlanan, hor görülen “Anadolu Genci” karakterlerinde görülen Güney bu dönemde, sinemanın bir çok noktasını öğrendiği Lütfü Akad ile tanışır. Bu dönemde Türk Sinemasının da en önemli filmlerinden biri olan “Hudutların Kanunu” filmiyle iki ustanın harika işçiliği gözler önüne serilmiştir. Yönetmenliğini Lütfü Akad’ın yaptığı filmin, senaryosu Yılmaz Güney aittir. Filmin başrolünde de bulunan Güney, hem oyunculuk anlamında, hem de hikayenin akışı anlamında iyi bir işçiliğin ürününü ortaya koymuştur. Bu dönemde sinemada senaryo ve oyunculuk anlamında bir çok filmde bulunan Güney, oynadığı karakterlerin getirisi ile “Çirkin Kral” lakabını alır. “Hudutların Kanunu” filminin başarısından sonra, ilk yönetmenlik deneyimi olarak senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yapımcı ve senarist Alaattin Perveroğlu ile birlikte ve başrolünde oynadığı “Bana Kurşun İşlemez” (1967) filmiyle yaşayan Güney, daha sonrasında sırasıyla, tipik bir polisiye filmi olarak senaryosunu yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı “Benim Adım Kerim” (1967), yönetmenliğini avantür filmlerin ustası Yılmaz Atadeniz’in yaptığı ve senaryosunu yazıp başrolünde oynadığı “Çirkin Kral Affetmez” (1967), kurduğu yapım şirketi Güney Filmcilik ile çıkardığı ve dönemine göre büyük başarı getiren filmi “Seyit Han (Toprağın Gelini)” (1968), yazar Haydar Turan’ın romanından senaryosunu uyarladığı “Aç Kurtlar” (1969) ve 1970 Antalya Altın Portakal Film festivalinde üç ödül alan “Bir Çirkin Adam” filmlerini beyazperdeye kazandırdı. Sinemasını ilk dönemlerinde genel olarak aksiyon temalı ve sert karakter tiplemeleriyle devam eden Yılmaz Güney, 1960’lı yılların sonuna kadar bu tarz bir sinemayla ilerledi. Ama asıl başarısını sinemaya yenilikçi bakış açısını, yeni anlatımları ve yeni çekim tekniklerini kazandırdığı, Toplumsal Gerçekçilik kavramını ilk olarak özgün diliyle ortaya koyduğu 1970 yılında senaryosunu yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı “Umut” filmiyle oldu diyebiliriz. adım bilgi fikir 53 yollardan bir kurtulma çabasını arayışıdır. Bir çok anlamada sade bir dil ve yalın bir anlatımla sinemaya kazandırdığı “Umut”, o dönemde Türk sinemasında görülmeyen, kullandığı çekim teknikleri ile de hem teorik anlamda hem de teknik anlamda sinemamızda ayrı bir yer edinmiş bir yapıttır. Türk Sinemasında Tam Anlamıyla Bir Başyapıt “Umut” Yılmaz Güney sinemasının en önemli yapıtaşlarından biri olarak görülen “Umut”, onun sinema anlayışının en temel kurallarını ortaya koymasını sağlayan ve Türk sinemasına yeni bir soluk getirdiği en önemli filmlerden biridir. Dil ve anlatım olarak Türk sinema tarihinde bir dönüm noktası olarak görülen film, hem ulusal alanda hem de uluslararası sinema alanında büyük başarılar getirmiş bir film. Oyuncu kadrosunda, onun sinemasında bir çok rolde gördüğümüz, Türk sineması ve tiyatrosunun önemli oyuncularından Tuncel Kurtiz’i görmekteyiz. Diğer rollerde ise Yılmaz Güney›in keşfettiği Enver Dönmez, Osman Alyanak ve Gülşen Alnıaçık’ı görmekteyiz. Filmden kısaca bahsetmek gerekirse; Adana’da ailesinin geçimini faytonculuk yaparak sağlayan Cabbar ve ailesinin yaşamını görmekteyiz. Ailenin tüm geçim kaynağı olarak görülen at arabası, Cabbar için değerlidir. Aile büyük bir umutsuzluk içinde yaşantısına devam ederken, atına araba çarpması sonucu geçim kaynağını kaybeden Cabbar, umutsuzluk içindeki yaşamı altüst olur. Ailenin düştüğü bu çıkmazlar içinde kaçış yolları arayan Cabbar, alın teriyle para kazanamayacağını düşünmeye başlar. Bu sefer umudunu meçhul bir defineye bağlar. Temel anlamda film umutsuzluğun içinde bir “umut” arayışının hikayesidir. Yılmaz Güney’in çizdiği bu dünya›da, yaşamının zorlukları içerisinde, çıkmazlar içine saplanan insanın yaşadığı tüm yıkımlara rağmen, farklı 54 Film ulusal anlamda ve uluslararası anlamda bir çok başarı da getirmiştir. İlk gösterimini yaptığı 2. Adana Altın Koza Film Festivalinde bir çok ödüle layık görülen film, uluslar arası arenada, Berlin Film Festivalinden ödülle dönen Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filminden sonra, Türk Sinemasını uluslar arası sinema camiasına taşıyan en önemli yapıtlardan biridir. İlk olarak Cannes Film Festivalinin Fransa Sinematek tarafından “Quinzaine des Realisateurs (Yönetmenlerin On Beş Günü)” seçkisine seçilir. Gösterim yapmak için davet edilen Yılmaz Güney, o dönemlerde yaşadığı yargılama süreçleri nedeniyle hakkında yurtdışına çıkma yasağı verilmiştir. Bu nedenle filmi temsilen Tuncel Kurtiz gitmiştir. Bir çok sinema camiası tarafından yenilikçi bir bakış açısı ve anlatım olarak kazandırdığı derinlik anlamında sinemanın en önemli yapıtlarından biri olarak görülen “Umut” filmi, aynı yıl Grenoble Film Festivalinde “Seçiciler Kurulu Özel Ödülü» nünde sahibi olur. Film bu kadar ortaya koyduğu başarıya rağmen Türk Sansür Kurulu tarafından film yasaklanır. Bu yasaklanma olayıyla ilgili sansür kurulu bir çok gerekçe sunar. Bunlardan ilki, filmdeki Cabbar karakterinin giyim ve kuşamının, fakirliği sembolize eden bir yapıda olması, bir diğer gerekçe ise filmde atına çarpan arabanın sahibinin zengin biri olması nedeniyle herhangi bir suçlama oluşmamasıdır. Sansür kurulunun diğer sunduğu gerekçelerse şu şekilde, filmde Cabbarın ailesini geçindirmek için iş ararken zengin-fakir ayrımı yapılması, kolay yoldan para kazanmak için bir siyahi vatandaşı soyma girişimleri ve güneş doğarken sabah namazı kılması nedenleridir. Aslında o dönemde sansür kurulu bu ve benzeri bir çok onu nedeniyle filmlere yasaklama getirmişti. Burada kısa bir anekdot olarak üstat Lütfü Akad›ın bir filminde de sahne içerisinde gözüken buğday başaklarının cılız gözükmesi nedeniyle filme yasaklama gelmesi ve filmden bu adım bilgi fikir sahnenin çıkarılması gibi bir çok sansür olayı yaşandı diyebiliriz. Geçtiğimiz yıl Erman Filmin sahibi Fuat Erman›la gerçekleştirdiğim bir röportajda bu konudan bahsetmekteydi. Sinemanın bu altın dönem olarak bahsedilen dönemlerinde, sinemacıların yaşadığı iki sorun vardı, bunlardan biri gümrük ve bir diğeri sansür olayıydı. Gerçek şu ki, bir çok ülkede gerçekleşen sansür kavramı, bizim ülkemizde çoğu kez mantık çerçevelerinin dışına çıkabiliyordu. Tüm bu yaşananların gölgesinde “Umut” filmi, gerek dil ve anlatımı bakımından ve sinemamızda kullanılmayan stilize tekniklerin kullanımı açısından Yılmaz Güney sinemasında çok önemli bir yere sahiptir. Filmin sinemamıza getirdiği yenilikçi bakış açısı ve uluslararası alanda oluşan başarılar sayesinde de sinemamız için bir dönüm noktasına sahiptir. Bu dönemden sonra Yılmaz Güney sineması bu normlara ve formların önderliğinde bir ilerleyiş sağlamış ve Türk Sineması için sanatsal anlamda iyi işlerin seyirciyle buluşmasını sağlamıştır. İlerleyen Dönemler ve Sinemaya Kazandırdığı Yapımlar İlerleyen dönemler “Umut” filmiyle oluşturduğu sinematografik dile sahip bir çok filmi sinema izleyicisiyle buluşturan Yılmaz Güney, bu dönemlerde yine sinemamızın getirdiği “Çirkin Kral” lakabına uygun roldeki filmlerini de halkla buluşturmuştur. Bu durumla ilgili şöyle bir olayı da aktarmak isterim. Bir çok filmde, ezilenin yanında olan sert “Anadolu Genci” rolleriyle halkın sevgilisi olan Güney, “Umut” filminin ilk gösterimi zamanında şöyle bir olayda yaşamıştı. Filmin ilk gösterimi yapıldığı ve Yılmaz Güney’in memleketi olan Adana’da halk izlediği bu filmde büyük bir şok yaşamıştı. Her zaman ezilenin yanında olan, zorbaya cezasını veren, sert, çevik mizaçlı «Çirkin Kral», bu filminde umutsuz, mazlum, çaresiz bir karakter olarak karşısına çıkması, sinema izleyicisi tarafından kabul edilemeyen bir olay olmuştu. Bu dönemde birçok aksiyon filmiyle sinema seyircisiyle buluşan Yılmaz Güney’in Çirkin Kral dönemin en bilinen filmlerinden biride 1971 yılında senaryosunu yazıp yönettiği ve başrollerini Fikret Hakan ile paylaştığı “Vurguncular” filmidir. Başarılı bir kadroya sahip olan filmde, bu efsane ikiliye Türk sinemasının önemli oyuncularından Orhan Günşiray ve Nazan Şoray eşlik etmektedir. Tarz olarak başarılı bir senaryoyla sinemaya aktarılan film, temelde Sergio Leone’nin spagetthi western tarzına sahip bir altyapıyla ilerleyen, yer yer şairane diyalogları sahip bir yapıt. Bir çok noktada Yılmaz Güney’in sol görüşe dayalı diyaloglar ‘da içeren film, deyim yerindeyse tarz bir filmdir diyebiliriz. Umut filmindeki fakirlik ve çaresizlik üzerine kurduğu sinema dilini devam ettirdiği yapılardan biride, 1971 yılında çektiği “Baba” filmidir. Yapımcılığını İrfan Ünal’ın yaptığı senaryosunu yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı bu film, onun bir nevi fakirliğe lanet ettirdiği, çaresizliğin insanla için en zor şey olduğunu sert bir şekilde vurguladığı bir yapım. Bir babanın ailesinin zor durumdan kurtarmak için bir cinayeti üstlenmesi ve hapishaneye girmesiyle başlar. Hapishaneden çıktıktan sonra kızının ve oğlunun kötü yollara savrulduğunu öğrenmesiyle ilerleyen film, daha sonrasında ustanın “intikam soğuk yenen bir yemektir” mottosuyla ailesine bu hayatına neden olan insanlardan bir baba olarak intikam almasını anlatır. İlk başta bahsettiğim gibi film yer yer fakirlik ve çaresizlik üzerine kurulu bir anlatımı olmasına rağmen, ustanın sert ve zorbadan öç alan karakter oyunculuğunda sunduğu bir yapım olarak ta karşımıza çıkmakta. 1971 yılı usta için bol filmli bir dönemdir diyebiliriz. Bu dönem içerisinde toplumsal gerçekçilik yapısını işlediği filmlerin yanında, sert mizacıyla bezenmiş bir çok filmi halkla buluşturan usta, hem sanatsal anlamda hem de tarz sineması anlamında iyi işlere imza attı. Bunlardan ilki 3. Adana Altın Koza Film Festivalinden 4 ödülle dönen (En İyi 2. Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Görüntü Yönetmeni “Gani Turanlı”, En İyi Film Müziği “Metin Bükey”) “Acı” filmidir. Başrollerinde ustayla birlikte, Türk Sinemasının en önemli kadın oyuncusu Fatma Girik’in bulunduğu film, toplumsal konuları içeren yapısı ve derin anlatımıyla başarılı bir yapım olarak sinema tarihimize yer edinmiş bir filmdir. Yılmaz Güney’in Türk sinemasında yeri yine özel olan filmlerinden biride, yine aynı yıl çektiği “Ağıt” filmidir. Filmde ustaya eşlik eden isimler, Selmin Hümeriç, Hayati Hamzaoğlu ve Bilal İncidir. Her sahnesi insanın yüreğine işleyen bir anlatıma sahip film, uluslar arası anlamda da başarılı bir filmdir. O yılki Venedik Film Festivalinde ilk 10 film arasına giren ilk yerli yapım olmasının yanında, günümüzde de hala etkisinden hiçbir şey yitirmemiş bir yapımdır. Bu dönemde ilk dönemlerine göz kırpan bir çok yapımla da seyirci karşısına çıkan Yılmaz Güney’in bilinen en önemli filmlerinden biride, bazıları tarafından çok sevilen bazıları tarafından ise hatalı bir yapım olarak görülen “Umutsuzlar” filmidir. Bu filmle ilgili küçük bir anekdotu da aktarmak istiyorum. Yılmaz Güney’in bir çok filminde görüntü yönetmenliği yapan Gani Turanlı bu filmde tele-objektif kullanarak Türk sinemasında ilk defa kullanımını sağlamış bir isimdir. O dönemde diğer filmleri ise yeşilçam tadını hissettiren, uzun yıllara dayanan dostluklarıyla bilinen Şerif Gören’in yönetmenliğini yaptığı “İbret” filmi ve ilk dönemlerine ait oyunculuğunu hissettirdiği ve yalın bir anlatımla aktardığı “Kaçaklar” filmidir. adım bilgi fikir 55 sından önemli bir yere sahip, Yılmaz Güney sinemasının anlatım tarzı olarak en bilinen filmlerinden “Arkadaş” filmini Türk sinemasına kazandırdı. Bu yazıyı yazarken, tamamen Yılmaz Güney’in sinematografik kişiliği üzerinden ilerlemek istedim. Çünkü sinema anlamında bir çok önemli işi ortaya koymuş, Türk sinemasına getirdiği yenilikçi bakış açısıyla sinemamızı bir çok noktadan etkilemiş bir isim olan Güney, siyasi kimliği nedeniyle bir çok kez göz ardı edilmiş bir isimdir. Genel olarak baktığımızda belki de sinemasının temelini oluşturan etmenlerin onun temsi ettiği sol görüşü ve sinemasının dil ve anlatımını oluşturan Toplumsal Gerçekçilik akımının temelini oluşturan etmenlerin sol ideolojinin ögeleri oluşturmuş olsa da, benim için sinematografik alanda bir isim olarak yer etmiş bir sanatçıyı sanatıyla ve sanat dünyasına kazandırdıklarıyla anmamız gerekir. Türk Sinemasında politik altyapıya sahip ilk filmlerden biri olarak bilinen filmin senaryosunu yazıp yöneten Güney, filmin başrolünde de bulunmaktadır. Filmde Güney›e, Kerim Afşar ve Melike Demirağ eşlik etmektedir. Filmde öğrencilik yıllarında tanışan ve yıllar sonra buluşan iki arkadaşın karşılaşması anlatılmaktadır. Temel olarak yozlaşmış toplumu anlatan film, bir çok noktada toplumda yaşanan bu yozlaşmanın nedenini ve buna göndermeleri içermektedir. Toplumsal yapıyı eleştirmekle kalmayan film, bu yozlaşmış toplumun alternatifini de sunmaktadır. Bir çok noktada politik söylemleri kullanmaktan çekinmeyen Güney, yalın bir dil kullanarak, içten bir anlatımı ve teknik anlamda harika işçiliğini ortaya koyduğu en önemli yapıtlarından biridir. Bir çok sinemacıya göre Türk sineması tarihinde önemli bir başyapıt olarak görülmektedir. Bu şekilde bir giriş yapmamın nedeni, ustanın hapishane yıllarına denk gelmiş olmamız. 1971 yılında Efraim Elrom’un öldürülmesinden sorumlu olarak aranan Mahir Çayan ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu-Cephesi üyelerini evinde saklaması nedeniyle tutuklanan usta, yargılanarak 2 yıllık hapis cezasına çaptırılır. Hapishanede geçirdiği bu yıllar içerisinde yazmayı bırakmayan Güney çıktıktan sonra, birçok önemli yapıtı halkla buluşturmaya devam eder. Bu dönemden sonra yaptığı filmler de temel anlamda Toplumsal Gerçekçilik akımını izinden ilerleyen ve daha derinlemesine anlatımlara sahip yapımlar ortaya koyan Yılmaz Güney, artık “Çirkin Kral” yapımlarını bırakmıştır. Toplumdan İzler Taşıyan Filmler Dönemi ve Politik Altyapılı Bir Film “Arkadaş” Hapishaneden çıktıktan sonra sinema yaşamına devam eden Yılmaz Güney, ilk olarak Türk sinema- 56 Bu dönemde çektiği diğer bir politik altyapıya sahip film ise Şerif Gören ile birlikte çektiği, senaryosunu yazdığı başrollerinde Güney gibi toplumcu sanat anlayışını benimseyen, sinemadaki ilk oyunculuk deneyimini gerçekleştiren Erkan Yücel’in ve Kamuran Usler bulunduğu film, adım bilgi fikir feodal toplum yapısını ortaya koyan, 1974 yapımı “Endişe” filmidir. Türk tarımının da makineleşmenin başladığı dönemleri anlatan film, bir ağa tarafından sömürülen köy halkını ve yaşanan kan davası sonucu hayatı ölüm korkusu ve parasızlık arasından gidip gelen ve bu yaşantı içerisinde harap olan bir gencin yaşamını aktarmaktadır. Yılmaz Güney’in toplumun en alt kesiminde köy yaşantısında ezilen halkın dramını ve yaşantısındaki izleri aktardığı film, o yıl Antalya Altın Portakal Film festivalinde En İyi Film ve 5 farklı dalda ödül kazanan sinema tarihimiz için önemli bir yere sahip bir filmdir. 1974 yılında çektiği “Zavallılar” filmiyle devam eden Güney, bu filmde de toplumun içerisinde yoksulluk ve bunun getirdiği çaresizliği hapishanede tanışıp dost olan üç arkadaşın üzerinden anlattığı filminde, Türk Sinemasında flashback kavramını da ilk kullanan isim olmuştur. Bu filmin çekimleriyle ilgilide, ilk olarak Yılmaz Güney’in başlayıp, Atıf Yılmaz’ın filmin dokusuna uygun bir şekilde bitirdiğini de aktarmak istiyorum. Bunun nedeni ise, Adana’da “Endişe” filminin çekimleri sırasında, Yumurtalık ilçe savcısını öldürmekten tutuklanarak, uzun süren yargılanma süreci sonucusun da 19 yıl hapis cezasına çarptırılır. Bu dönemden sonra uzun süren hapishane yılları Yılmaz Güney için başlamıştır. Hapishane ‘de sinema ve yazarlık hayatından vazgeçmeyen Güney, Türk sineması için bir çok önemli yapıtı bu yılda gerçekleştirmiştir. Cezaevinden Çıkan Başyapıtlar ve Altın Palmiye Ödüllü Bir Başyapıt “Yol” Cezaevinde geçirdiği yıllarda yazmaktan vazgeçmeyen Yılmaz Güney, buradan da Türk sinemasına bir çok eseri kazandırmaya devam etmiştir. Bunlardan en önemlisi, bir anlamda belgesel olarak çekilen, yönetmenliğini Türk sinemasında az olan kadın yönetmenlerden bir olarak bilinen yönetmen Bilge Olgaç’ın yaptığı 1975 yapımı “Bir Gün Mutlaka” filmidir. Başrollerinde Azra Balkan, Güven Şengil ve Oktay Sözbir’in yer aldığı film, 70’li yıllarda Türkiye’de yaşanan kitle hareketlerini, öğrenci olaylarını, işçi sorunlarını, grevler ve eylemleri anlatan film, Yılmaz Güney’in başarılı senaryosu ve Bilge Olgaç’ın görsel aktarımı ile 1970’li yılların Türkiye’sinin sosyo-politik port- resini aktaran önemli bir yapımdır. Bu filmden sonra Bilge Olgaç, sinemadaki karasız gidişat nedeniyle 10 yıl sinemaya ara vermiştir. Hapishane dönemlerinde bir çok yönetmenle çalışan Yılmaz Güney’in, bir çok başarılı yapıtlarından biride, yönetmenliğini Temel Gürsu’nun yaptığı “İzin” filmidir. Başrollerinde, Halil Ergün ve Arzu Balkan bulunan filmde, bir cinayetten dolayı hapse giren ve burada okuduğu kitapların etkisi ile toplumu anlamaya ve toplumcu bir bakış açısıyla yaşadığı toplumu yorumlamaya çalışan bir adamın yaşantısını aktaran film, temel anlamda toplumu oluşturan normlar ve formları yalın ve düzenli bir anlatımla aktaran bir yapım. Bu filmle ilgili bir anekdot, Halil Ergün’ün sinemadaki ilk oyunculuk denemesini başarılı bir şekilde aktardığı bir filmdir. Yılmaz Güney›in hapishanedeyken yazdığı ve toplumsal gerçekçiliğe en çok vurgu yapan filmlerinden biri de, bir çok sinemaseverin göz ardı ettiği, en başarılı filmlerinden biri olarak bilinen 1978 yapımı “Sürü” filmidir. Yönetmenliğini Türk sinemasının Zeki Ökten›in yaptığı filmde, başrollerde Yeşilçam’da yakışıklı ve serseri genç modeli oyunculuğuyla bilinen, daha sonrasında toplumsal konulara değinen filmlerde harika oyunculuğunu sergileyen Tarık Akan, Tuncel Kurtiz ve Melike Demirağ bulunmakta. Filmde köyde yaşadıkları geçim sıkıntıları nedeniyle düştükleri maddi zorluklardan kurtulmak için, tek varlıkları olan koyun sürüsünü satmak için Ankara’ya götürmeye çalışan bir ailenin bu yol hikayesini anlatmakta. Film köy insanın yaşantısında yaşadığı zorluklar ve büyük şehirdeki toplumsal yozlaşma kavramlarını öne çıkaran, temelde ekonomik zorluklar içerisinde çağın gerisinde kalmış bir toplumu, ezilen insanları ve doğan çatışmaları panoramik bir şekilde, bu insanların ağzından aktaran bir başyapıt diyebileceğimiz film. Uluslar arası arenada bir çok ödül kazanan filmin, bu kazandığı başarılara rağmen bir çok sinemasever tarafından göz ardı edilmesi de bizi en çok üzen konulardan biri. Uluslar arası ödüllerden en önemlisi, 1979 yılında 32. Locarno Film Festivalinin büyük ödülü olan “Altın Leopar” ödülünü almasıdır. Bu arada filmin müziklerinin de usta müzisyen ve yazar Zülfü Livaneli’ye de ait olduğunu belirtmek isterim. Bu dönemdeki diğer önemli filmlerinden biride Aytaç Arman’ın harika oyunculuğu ve Zeki Ökten’in yönetmenliği ile birleşen, toplumda yaşanan yozlaşmaya en alt bölümden bir mahallenin insanları üzerinden anlatan başarılı adım bilgi fikir 57 Bu gibi yaşananların gölgesinde film, 1982 yılında Cannes Film Festivalinde, en büyük ödül olarak görülen “Altın Palmiye (Palme d’Or)” ödülünü alan film, Türk sineması tarihinde bu alanda en büyük başarılarından biri getirerek Türk sinemasında çok önemli bir yer edinmiştir. Filmin Cannes katılmasıyla ilgili de yaşanan olayda ilginç bir hikayeye dayanmaktadır. 9 Ekim 1981 yılında beş yıl hapis yattığı Isparta Yarı Açık Cezaevinden iyi hal nedeniyle birkaç günlük izin aldı ve bu izin esnasında firar ederek Fransa’ya kaçtı ve oraya yerleşti. Orada önceki yıllarda Tuncel Kurtiz aracılığıyla tanıştığı sinematek üyelerinden ve Türkiye’den de gelen bir ekip ile birlikte filmi yeniden kurguluyor. Bu esnada film Cannes Film Festivalinden davet alıyor ve o yılki büyük ödülü Yunan meslektaşı yönetmen Costa-Gavras’ın “Missing” filmiyle birlikte kazandı. Herkesin çok bildiği, ödül alırken sol yumruğunu yukarı kaldırdığı fotoğrafta yanındaki isim olan ve onunla bu ödülü paylaşmaktan her zaman onur duyduğunu söyleyen kişinin Costa-Gavras olduğunu belirtmek isterim. bir film olan 1979 yapımı “Düşman” filmidir. Genç bir adamın ailesini geçindirmek için her işte çalışarak, mahallesinden yaşantısını yansıtan filmde, sömürü kaynaklı yanlışların, toplumun içinde yaşanan ahlaksızlıkların görmezden gelinmesini ve bu yanlışların toplumu yayılmasıyla toplumun bir nevi zehirlenmesini anlatan film, Aytaç Arman’a filmde gerçekleştirdiği harika oyunculukla 1980 Antalya Altın Portakal Film Festivalinde En İyi Erkek oyuncu ödülünü getirdi. Bunun yanı sıra film Berlin Film Festivalinde En İyi Senaryo ödülüne ve Jüri Özel Ödülüne layık görülmüştür. O yılki Jürinin bu film için söylediği sözü sizinle paylaşmak istiyorum; Türk Sinemasında toplumdan ve insandan gerçekleri söyleyen ve bir toplum portresi çizen bir yapıt. Bu dönemde yaptığı filmlerle sinemamızda, derinlik içeren bir anlatım kazandıran Yılmaz Güney, aynı zamanda hem ulusal anlamda hem uluslar arası alanda sinemamız adına birçok başarıya imza atmıştır. Tabi bunlardan en önemlisi, Türkiye’de çektiği son film olan ve Türk sinemasında anlatım tarzı olarak, yenilikçi görselliği ve toplumun her kesimine ışık tutan en önemli yapıtı, Şerif Gören’in yönetmenliğini yaptığı, 80 darbesi sonrası Türk sinemasının yeni dönemini temsil eden “Yol” filmidir. Yılmaz Güney’in hapishaneden firar etmeden önceki 58 zamanlarından senaryosunu yazdığı ve çekimlerine ilk olarak Erden Kıral başladığı, daha sonrasında senaryo üzerinde yaşanan fikir anlaşmazlıkları nedeniyle o dönemlerde hapisten yeni çıkan Şerif Gören’in yönetmenliği devraldığı filmin, başrolünde Tarık Akan, Halil Ergün, Şerif Sezer ve Meral Orhonsay gibi usta isimlerin bulunduğu tek kelimeyle bir başyapıttır. Film, İmralı Yarı Açık cezaevinden kısa süreliğine izin alan ve evlerine gitmeye çalışan beş mahkumun yaşadıkları çileyi, yaşamlarındaki zorlukları anlatan bir yapım. Film, 80’li yıllarda sıkı yönetim zamanlarında Türkiye’de yaşanan zor yılların portresini, derinlemesine ve gerçekçilikle anlattığı, Türk toplumunun doğu kesimlerinde yaşanan olayları, insanların hayat zorluklarını gözler önüne seren, Türk sinemasının mihenk taşlarından bir yapımdır. Filmin genel hikayesi dışında, filmin başından geçen ve uluslar arası arenada en önemli başarılardan birini getirmesi de filmi ilginç kılan etmenlerden sayılabilir. Film Sansür kurulu tarafından yasaklandı ve uzun yıllar boyuncu Türkiye’de yayınlanmadı. Hatta filmi o dönemde izleyenlere bile ceza verilmiştir. Bunun yanında filmin yönetmeni Şerif Gören ve yardımcı yönetmen Muzaffer Hiçdurmaz, film nedeniyle idamla yargılanmıştır. adım bilgi fikir “Yol” filmi ile sadece altın palmiye ödülünün haricinde Cannes Film Festivalinde, Jüri Özel Ödülünü ve Ekümenik Jüri Özel Mansiyon ödülünü ‘de kazanan film, 1983 yılında ABD’de Altın Küre Ödüllerinde “En İyi Yabancı Film” dalına aday olan ilk Türk filmi olma özelliğini de taşıyan bir filmdir. Film tam 17 yıl boyunca Türkiye’de yasaklı kaldı. Hatta bunla ilgili küçük bir anekdot olarak da 1989 yılındı filmi video kasetten izlemeye çalışan 5 öğrenci Ankara’da tutuklandı. Ama 1999 yılında Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney ve Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Vakfının çabaları film İmaj film stüdyolarında yeniden kurgulanır ve 99 yılında ilk defa Türkiye’de gösterime sunulur ve Tür sineması için bir özlem en sonunda son bulmuştur. Yılmaz Güney’in Sinemasında Çapıcı Bir Final “Duvar” Bu film ile birlikte Fransa’da yaşamını sürdüren Yılmaz Güney’in ölmeden önce sinemaya kazandırdığı ve sinema tarihinde ilkleri uyguladığı film olma özelliğini yinelediği filmi, Fransa’da çektiği ve uzun bir zamandan sonra bir filminin yönetmenliğini canlı bir şekilde yaptığı 1983 yapımı “Duvar” filmidir. zorlukları çocukların gözünden aktaran, ağır ve derin bir anlatım yapan Güney, sinemada denenmeyen bir çok şeyi bu filmde kullanmıştır. Bunlardan ilki ve belki de en bilineni dünya sinema tarihinde ilk defa gerçek bir doğum sahnesinin beyazperdeye aktarılması sahnesidir. Bir diğeri ise az da olsa Zazaca dilinin ilk defa bir sinema filminde kullanılmasıdır. Tüm bunların ışığında Fransa’da çok zor şartlarda çekilen film, hem dil ve anlatım olarak hem de teknik anlamda denenmeyen olguları kullanması anlamında hem Türk sinemasında hem de Dünya sinemasında yeri özel olan bir filmdir. Yılmaz Güney’in sinemaya ve hayatına son imzasıdır. Türk Sinemasında Yazar, Yönetmen, Oyuncu ve İnsan olarak Yılmaz Güney Bu bölümde aslında biraz kişisel bir gözden bakmak istiyorum. Yılmaz Güney, Türk sinemasının en önemli ustalarından biri olmasının yanında, bu toprakların ruhuyla beslenmiş sinemasıyla Dünya sineması tarihi içinde yeri her zaman farklı olan bir isimdir. Bir yazardır, kalemi bu toprağın suyuyla, çorakların rüzgarıyla bezenmiş, ezilen halkların, zorluklara göğüs geren, her anlamda umutsuzluk içinde Umut besleyen insanları yazan bir yazardır. Bir yönetmendir, kamerasını bu topraklara, bu topraklarda yaşayan insanlara, onların yaşantılarına, onların özlemlerine, onların özgürlük isteklerine, bu hayatta yaşadıkları çeviren bir yönetmendir. Bir oyuncudur, bu toprağın insanını oynayan, zorlukları yaşayan, fakirliği yaşayan, yozlaşmayı gören, bu toplumu anlamaya çalışan, alın terini taştan çıkaran, bu toprağın çocuklarını oynayan bir oyuncudur. Aslında en önemlisi de bir insandır, bu toprağın insanı, bu memleketin suyunu içmiş, zorluğunu görmüş, namerde boyun eğmemiş, özgür bir insandır. Bu güzel ustanın, bu güzel insanın sinemasını her zaman büyük bir zevkle izleyin. Onun yaşadıklarını ve bu topraklarda yaşayanların hayatlarına dokunun. Yazımı ustanın güzel bir sözüyle bitiriyorum ve bu güzel insana ve güzel dostu diğer güzel insan Tuncel Kurtiz’i saygıyla anıyorum. “Herşeye rağmen, düşmana inat, yaşayacağız. Yarın bizim çünkü...” Başrollerinde bulunan Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesci’nin dışındaki herkesin hayatlarında ilk defa kamera karşısına geçtiği film, Yılmaz Güney›in 1976 yılında Ankara Merkez Kapalı Cezaevindeyken tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda yaşanan isyan konu üzerine ilerleyen ve Kayseri Cezaevinde yazdığı “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” isimli romanından uyarlayarak beyazperdeye aktardığı film, onun sinemasının en sert mizaca sahip, izlenmesi yürek isteyen, her sahnesiyle ağır bir şekilde insanın içine işleyen bir film. Türkiye’de cezaevlerinde yaşanan işkencelere, mahkumların yaşadığı adım bilgi fikir 59