PDF - tr

Transkript

PDF - tr
KAFKAS ÜVİVERSİTESİ
HARAKANİ DERGİSİ
Kafkas University Harakani Quarterly
Yayın Sahibi / Publısher
Kafkas Üniversitesi Ebu’l Hasan Harakani Araştırma Merkezi Adına Sahibi
In Behalf Of Kafkas Unıversıty Ebu’l Hasan Harakani Research Center Owner
Prof. Dr. Sami ÖZCAN
(Kafkas Üniversitesi Rektörü / President of Kafkas University)
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / General Manager
Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim KAYA
Genel Yayın Yönetmeni / General Edıtor
Yrd. Doç. Dr. Tazegül DEMİR
Editör Yardımcıları / Assıstants To Edıtor
Yrd. Doç. Dr. Adem BALKAYA
Yrd. Doç. Dr. Yaşar KOP
Düzenleme Design
Vedat ADIGÜZEL
Dizgi ve Baskı Printed and IBM Typeset
Eser Basın Yayın Dağıtım Matbaacılık
Saraybosna Cad. Altunalem Sitesi D Blok
No: 69/B Yakutiye/ERZURUM
Yazışma Adresi Corresponding Address
Kafkas Üniversitesi
Tel
: +90 474 225 12 77-1053
Ebu’l Hasan Harakani
Fax : +90 474 225 12 77
Araştırma Merkezi 36000 Kars
web : www.eham.kafkas.edu.tr
e-mail : [email protected]
ISSN- 2147–6950
DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD
Prof.Dr.Ali DUYMAZ
Prof.Dr.Abduhakim YÜCE
Prof.Dr.Ahmed ÖGKE
Prof.Dr.Cengiz GÜNDOĞDU
Prof.Dr.Dilaver GÜRER
Prof.Dr.Himmet KONUR
Prof.Dr.Kadir ÖZKÖSE
Prof.Dr.Necdet TOSUN
Prof.Dr.Osman TÜRER
Prof.Dr.Rıfat OKUDAN
Prof.Dr.Ramazan MUSLU
Balıkesir Üniversitesi
Celal Bayar Üniversitesi
Akdeniz Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
Kilis 7 Aralık Üniversitesi
Uşak Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi
Baskı Tarihi / Publication Date : Ocak 2014
HAKEM KURULU /BOARD OF REFEREES
Prof.Dr.Ali Berat ALPTEKİN
Prof.Dr.Ali DUYMAZ
Prof.Dr.Ali KAFKASYALI
Prof.Dr.Abduhakim YÜCE
Prof.Dr.Ahmed ÖGKE
Prof.Dr.Ali İPEK
Prof .Dr.Cengiz ALYILMAZ
Prof.Dr.Cengiz GÜNDOĞDU
Prof.Dr.Dilaver GÜRER
Prof.Dr.Dilaver DÜZGÜN
Prof.Dr.Erdoğan ERBAY
Prof.Dr.Himmet KONUR
Prof.Dr.İsa ÇELİK
Prof.Dr.Kadir ÖZKÖSE
Prof.Dr.Muhsine BÖREKÇİ
Prof.Dr.Mehmet ÇELİK
Prof.Dr.Necdet TOSUN
Prof.Dr.Ramazan MUSLU
Prof.Dr.Rıfat OKUDAN
Prof.Dr.Osman TÜRER
Doç.Dr.Aydın ÇELİK
Doç.Dr.Gülhan ATNUR
Doç.Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Doç.Dr.Hür Mahmud YÜCEER
Doç.Dr.İlyas GÖKHAN
Doç.Dr.Muharrem DAŞDEMİR
Doç.Dr.Selami ŞİMŞEK
Doç.Dr.Zafer ERGİNLİ
Yrd.Doç.Dr.Ahmet Emin SEYHAN
Yrd.Doç.Dr.Adem BALKAYA
Yrd.Doç.Dr.Ali Osman ENGİN
Yrd.Doç.Dr.Alpaslan YÜCE
Yrd.Doç.Dr.Ayhan HIRA
Yrd.Doç.Dr.Arzu ŞEYDA
Yrd.Doç.Dr.Bilal GÖK
Yrd.Doç.Dr.Hüseyin DOĞAN
Yrd.Doç.Dr.Habib ŞENER
Yrd.Doç.Dr.Halil İbrahim KAYA
Yrd.Doç.Dr.Mustafa IŞIK
Yrd.Doç.Dr.Mitat DURMUŞ
Yrd.Doç.Dr.Meheddin İSPİR
Yrd.Doç.Dr.Tazegül DEMİR
Yrd.Doç.Dr.Yaşar KOP
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Balıkesir Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Celal Bayar Üniversitesi
Akdeniz Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Celal Bayar Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi
Uşak Üniversitesi
Kilis 7 Aralık Üniversitesi
Fırat Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Hitit Üniversitesi
Karabük Üniversitesi
Nevşehir Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Gümüşhane Üniversitesi
Rize Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Ardahan Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
BU SAYININ HAKEMLERİ/ REFEREES OF THIS EDITION
Prof.Dr.Abduhakim YÜCE
Prof.Dr.Ahmed ÖGKE
Prof.Dr.Ali İPEK
Prof.Dr.Cengiz GÜNDOĞDU
Prof.Dr.Dilaver GÜRER
Prof.Dr.Himmet KONUR
Prof.Dr.İsa ÇELİK
Prof.Dr.Kadir ÖZKÖSE
Prof.Dr.Ramazan MUSLU
Prof.Dr.Osman TÜRER
Doç.Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Doç.Dr.Zafer ERGİNLİ
Yrd.Doç.Dr.Ahmet Emin SEYHAN
Yrd.Doç.Dr.Adem BALKAYA
Yrd.Doç.Dr.Ali Osman ENGİN
Yrd.Doç.Dr.Alpaslan YÜCE
Yrd.Doç.Dr.Ayhan HIRA
Yrd.Doç.Dr.Arzu ŞEYDA
Yrd.Doç.Dr.Bilal GÖK
Yrd.Doç.Dr.Hüseyin DOĞAN
Yrd.Doç.Dr.Habib ŞENER
Yrd.Doç.Dr.Halil İbrahim KAYA
Yrd.Doç.Dr.Meheddin İSPİR
Yrd.Doç.Dr.Mustafa IŞIK
Yrd.Doç.Dr.Tazegül DEMİR
Yrd.Doç.Dr.Yaşar KOP
Celal Bayar Üniversitesi
Akdeniz Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi
Kilis 7 Aralık Üniversitesi
Hitit Üniversitesi
Rize Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Kafkas Üniversitesi
Gönderilen yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez. Dergimiz
her altı ayda bir çıkmaktadır. Kafkas Üniversitesi Harakani Dergisi Ulusal-Hakemli
bir dergidir.Yazıların bilimsel ve yasal sorumlulukları yazarlarına aittir.
The articles you send cannot be given back even if they are not published.
Our magazine is published in every six month Kafkas Üniversitesi Harakani
Quarterly is an national and refereed journal. The owners of the article account
for the legal and scientific responsibility.
İÇİNDEKİLER / CONTENTS
AHMET EMİN SEYHAN
EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ’NİN NEFİS TEZKİYESİNE YAKLAŞIMI…….…1
THE APPROACH TO PURIFICATION OF NAFS OF
ABU’L-HASAN EL-KHARAKANI
AYFER CAN
EBU’L- HASAN HARAKANİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ …………………….…33
BİLAL GÖK
EBU’L-HASAN EL-HARAKANİ’DE PEYGAMBER SEVGİSİ………………..……49
LOVE OF PROPHET IN ABU’L-HASAN AL-KHARAQANI
İSA ÇELİK
TASAVVUFÎ DÜŞÜNCE TARİHİNDE EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ ……...….75
SAINT ABU’L HASAN KHARAKANI IN THE HISTORY OF SUFI THOUGHT
MUSTAFA IŞIK
HARAKÂNÎ’DE SEVGİNİN FORMULÜ………………………………..……….……91
FORMULA OF LOVE IN THE HARAKÂNÎ’S THOUGHT
TÜLAY BERBEROĞLU
EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ’NİN SELÇUKLU DEVLET FELSEFESİNDEKİ
CİHANŞUMUL YAŞATMA ANLAYIŞINA ETKİSİ …………………………..…...109
ALİ İPEK
SULTAN SENCER’İN TASAVVUFA OLAN İLGİSİ …………………………….…121
THE INTEREST OF SULTAN SENCER TO SUFISM
MUAMMER İPEK
HUCURÂT SÛRESİNİN İŞARET ETTİĞİ TEMEL İNSANÎ VE
AHLÂKÎ İLKELER ……………………………………………………………...…….141
BASIC HUMANITARIAN AND MORAL PRINCIPLES SIGNIFIED IN
SÛRA AL-HUJURÂT
SIRRI AKBABA
MEVLANANIN MESNEVİDE YERALAN EBU’L-HASAN EL HARAKÂNÎ (Hz)
HAKKINDAKİ İKİ MENKIBDEN EĞİTİM İÇİN ÇIKARILAN DERSLER……..157
FATMA ATICI
AŞK VE İRFAN SULTANI EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ ………………….………173
MUSTAFA TATÇI
İŞİTİN EY YARENLER …………………………………………………………...…..187
SAMET AKSOY
CAM VE ELMAS………………………………………………………………………..195
Kıymetli Okurlar;
Kafkas Üniversitesi Harakani Dergisi 2014 ilk sayısı ile yılda iki kez
yayımlanmak üzere siz değerli okuyucuları ile buluşacaktır.
Kafkas Üniversitesi bünyesinde 13 Ekim 2011 tarihinde kurulan Ebu’l
Hasan Harakani Uygulama ve Araştırma Merkezi Ebu’l Hasan Harakânî’nin
hayatını, eserlerini, ilmi ve edebi kişiliğini, düşüncelerini, çevresindeki şahsiyetleri,
tasavvuf, tarih ve kültürünü, Türk ve dünya edebiyat ve kültürlerindeki etkilerini ve
konumunu incelemek, araştırmak, adı geçen çalışma alanları ile ilgili akademik
paylaşıma katkıda bulunmak, disiplinler arası çalışmaları bir araya getirerek daha
verimli sonuçlar elde etmek, şehir, bölge ve Türkiye inanç turizmine katkıda
bulunmayı amaçlamaktadır. Üniversite ile şehir arasındaki işbirliğini daha da
güçlendirmek, Ebu’l Hasan Harakânî’yi bilimsel metodoloji ışığı altında doğru
anlayarak ve gelecek nesillere doğru anlatarak milli ve manevi değerleri toplumla
buluşturup, değerler bilincini kamuoyu ile paylaşmak ve bu amaç doğrultusunda
çalışmalarda bulunmak, bilimsel, sosyal ve kültürel etkinlikler gerçekleştirmek ve
yayınlar yapmak merkezin hedefleri arasında yer almaktadır.
Bu hedef doğrultusunda yapmış olduğumuz çalışmalardan bir diğeri olan
Anadolu’nun manevi mimarı olan Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri’nin
şahsiyetinin ve ilminin anlaşılması sağlayacak bilimsel bir dergi yayımlamaktır.
Derginin yayın hayatına başlamasında emek harcayan ve katkılar sunan tüm
akademisyenlere, Seyyid Ebu’l Hasan Harakani Vakfına ve tüm Harakani
gönüllülerine sonsuz teşekkür ederim.
Yrd. Doç Dr. Halil İbrahim KAYA
Yazı İşleri Müdürü
Takdim
Değerli Okurlar,
Harakani Dergisi ilk sayısıyla yayın hayatına başlamıştır. Dergimiz,
Kış/Ocak ve Yaz/Temmuz olmak üzere, yılda iki sayı olarak yayımlanacak ulusal
hakemli bir dergidir.
Dergi adını Ebu'l Hasan Harakanî’den almıştır. Ebu'l Hasan Harakanî, asıl
adı Ali bin Câ’fer olan bir zattır Meşhur sûfilerden olup, Bistam civarında
“Harakân” adı verilen bir köyde H. 350 / M. 962 yılında doğmuştur. Mezarı H. 987
/ M. 1580’de Vezir Mustafa Paşa’nın memur olduğu Acem seferi
esnasında Kars yakınlarında bulunmuştur. Bugün türbesi Kars’ta bulunan Ebu'l
Hasan Harakanî, Kafkas Üniversitesi bünyesinde bulunan araştırma merkezine de
bu merkez tarafından çıkarılacak dergiye de adını vermiştir. Derginin ismi özellikle
bu şekilde belirlenmiş, böylelikle bilimsel alanda Ebu'l Hasan Harakanî’nin
araştırılması ve bilimsel platformlarda akademik çalışmalarla varlık göstermesi
amaçlanmıştır.
Dergi, genel olarak Ebu'l Hasan Harakanî’yi çok çeşitli açılardan ele alan
ulusal düzeyde yapılan bilimsel çalışmaları, akademisyenlere ve kamuoyuna
duyurmak amacıyla yayımlanmaktadır.
Dergide, Ebu'l Hasan Harakanî’nin hayatını, eserlerini, beşeri ilimlerdeki
yerini ve Kars iline katkısını ele alan ve bu konuda çözüm önerileri getiren
kuramsal ve uygulamalı çalışmalara yer verilecektir.
Derginin yayın dili Türkçedir.
Harakani Dergisi’nin ilk sayısı 8 makale, 3 derleme ve 1 kitap tanıtımı ile
yayınlanmıştır.
Makaleler sırasıyla şunlardır:
Ayfer Can tarafından yazılan “Ebu’l- Hasan Harakani’nin Hayatı ve
Eserleri” başlıklı makalede Harakani’nin hayatı ve Harakâni’ye nisbet edilen
Hidayetnâme, Fakrnâme, Nûru’l-Ulûm gibi birtakım eserlere ait bilgiler yer
almaktadır.
İsa Çelik “Tasavvufi Düşünce Tarihinde Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri”
başlıklı makalesinde tasavvuf tarihi ışığı altında el-Harakânî’nin hayatı, fikirleri,
hocaları, etkilediği şahsiyetler ve üzerinde durduğu tasavvufî kavramları yine
tasavvuf tarihi kaynaklarından ve temel eserlerden hareketle irdelemiştir.
“Ebu’l Hasan El Harakanide Peygamber Sevgisi” Başlıklı Yazısında Bilal
Gök, Harakani’nin peygambere duyduğu derin sevgiyi ele almıştır. Ona göre
peygamberi sevmek, güzel ahlâk sahibi olmayı gerektirir. Allah’a inanıp salih
ameller işleyen bir kişi, yaşadığı sürece Hz. Peygamber ile beraberdir. Aksine
davranışlar sergilerse, örneğin insanları incitirse, Allah onun ibadetini kabul etmez.
Ahmet Emin Seyhan, “Ebu’l-Hasan El-Harakânî’nin Nefis Tezkiyesine
Yaklaşımı” başlıklı eserinde Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin nefis tezkiyesine verdiği
önem, yaşadığı tecrübeler, uyguladığı yöntemler ve kat ettiği merhaleler kendi
sözlerinden örneklerle ortaya koymuş ve onun nefis tezkiyesine yaklaşımını
değerlendirmiştir.
“Harakânî’de Sevginin Formulü” başlıklı bir diğer makalede Mustafa Işık,
kabri Kars’ta keşfinden beri ziyaret yeri olan ve halkın gönlünde taht kuran bu
zatın neden bu kadar çok sevildiği sorusunun cevabını aramıştır.
İlk sayı yazarlarımızdan Tülay Berberoğlu, “Ebu’l Hasan Harakânî’nin
Selçuklu Devletine Etkisi” adlı yazısında şunları söylemiştir: Harakânî
Hazretleri’nin adalet, şefkat ve vahdete dayalı bir yaklaşımı vardır. Bu, kültürel
çoğulluğa imkân veren bir şeydir: Peygamberimiz (sav) zamanındaki gibi. O’nun
yaşadığı yerde adalet, huzur ve barış hâkimdir. İman; emniyettir, güvendir.
Selçuklu medeniyeti, ötekini yok ederek kendini var kılmayan, kendini ötekiyle
birlikte var kılmayı amaçlayan bir yaklaşıma dayanmaktadır. Harakânî Hazretleri
Tuğrul ve Çağrı Beyleri batıya ve doğuya, Anadolu’ya yönlendirmiş, kendisi de
savaşarak şehit olmuştur. Kars’ta sırlanmış; böylece Sultan Alparslan’ın Anadolu
yolunu önceden açarak zemini hazırlamıştır. Bu zemin, farklılıkların esenlik içinde
yaşayabildikleri zenginlikte bir medeniyetin uç vereceği bir zemin olmuştur.
“Sultan Sencer’in Tasavvuf’a Olan İlgisi” başlıklı eserinde Ali İpek bir
tarihçi gözüyle şu bilgilere değinmiştir: Büyük Selçuklu Tahtının son sahibi Sultan
Sencer, çocuk yaşta Horasan Melikliğine tayin edildi. Bölgenin idare merkezi Merv
şehrine yerleşen Sultan Sencer, burada zengin bir ilmî ortamla karşılaştı. Uzun bir
idarecilik dönemini bu ortamda geçiren Sultan Sencer, Ehl-i Sünnete olan bağlılığı,
Hadis’e düşkünlüğünün yanında Tasavvufa da büyük bir alaka gösteriyordu. Bu
çerçevede Horasan’da dönemin önde gelen Şeyhlerinden Yusuf Hemedanî ile
irtibat kuran Sultan, ilmî mahfillere katılmayı, din bilginleriyle birlikte olmayı da
ihmal etmiyordu. Bu durum Onun Tasavvufî bir dinî hayat sürdürmesinin yolunu
açmıştı.
Muammer İpek “Kur’an Okulunun Hucurat Dershanesinden Dersler ve
Nasihatler” başlıklı makalesinde Hucurât sûresine değinmiştir ve şunları eklemiştir:
Bu sûre, Müslümanları kötü huy ve alışkanlıkları terk etmeye davet eden temel
ahlâkî öğütler içeren sûrelerden birisidir. Dolayısıyla sûre, her meslekten ve her
kademeden insanlara; dünya ve âhiret yaşantısına yönelik ibretler, tecrübeler, öğüt
ve nasihatler içermektedir. Özellikle de eğitim-öğretimle meşgûl olan eğitimcilerin
bu mübarek sûre ile tanışmaları, onu okuyup anlamaları ve muhtevası
doğrultusunda eğitim-öğretimlerinde kendilerine rehber edinmelerinde yarar vardır.
Derlemeler ise sırasıyla şu şekildedir:
“Mevlananın Eseri Mesnevide Bulunan Ebulhasan-I Harakan-İ (Hz)
Hakkındaki İki Menkıbeden Eğitim İçin Çıkarılanlar” başlıklı çalışmasında Sırrı
Akbaba, önce Ebu’l-Hasan El Harakânî’nin civanmertlikle ilgili sözlerini başlıklar
halinde sınıflandırmıştır. ikinci olarak bir hadisin mevlana tarafından açıklamasına
yer vermiştir. son olarak da ebu’l-hasan harakânî’ye ait iki menkıbeden eğitim için
çıkarılan dersleri ele almıştır.
“Aşk Ve İrfan Sultanı Ebu’l Hasan Harakânî” başlıklı derleme eserinde
dergimiz yazarlarından Fatma Atıcı, şu ifadelere yer vermiştir:“Allah’ın hakkında
bildiklerim pek çoktur, bilmediklerim ise daha çoktur. Açığa vurduklarım ise
anlaşılabilenlerdir.” buyuran hazretin irfan dünyasının izini yine kendi mübarek
kelamlarında ve aynı hakikat pınarından çağlayan bilgelerin sözlerinde sürmeye
çalışacağız.
Dergimize katkı sunan değerli bir diğer yazarımız olan Mustafa Tatçı, “İşitin
Ey Yarenler” başlıklı yazısında insanlık tarihinin en güzel değerlerinden biri olan
Yunus Emre hakkında bugüne kadar yazılan pek çok şeye önemli katkılar sunmuş
ve Yunus Emre’nin her anlamda topluma katkılarına değinmiştir.
Dergide bir tane de kitap tanıtımı yer almaktadır. Samet Aksoy tarafından
tanıtılan kitap Sadık Yalsızuçanlar’a ait Ebu’l-Hasan Harakânî’yi konu alan “Cam
ve Elmas” adlı kitaptır. Yayın, 2012 yılında İstanbul’da Timaş Yayınlarından
çıkmıştır.
Dergiye çalışmalarıyla destek veren ve derginin yayınlanmasında emeklerini
esirgemeyen herkese teşekkür ederiz.
Yayın Kurulu Adına
Yrd. Doç. Dr. Tazegül DEMİR
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 1-32
EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ’NİN NEFİS TEZKİYESİNE
YAKLAŞIMI**
Ahmet Emin SEYHAN
Özet
Allah Teâlâ, imtihan etmek maksadıyla yarattığı insanoğlunun, fıtratına
hem takvâ hem de fücûr programını/yazılımını yerleştirmiştir. Her iki
programdan hangisinin çalıştırılacağı konusunu ise insanın özgür
iradesine bırakmıştır. İnsanın ezelî düşmanı şeytan, onun fücûr
programına uygun hareket etmesini istemektedir. Bunun için de sürekli
desise ve vesveselerle insanoğlunu aldatmaya çalışmaktadır. İnsanın
içindeki nefis ise, şeytanın bu cazip, çekici ve etkileyici önerilerine kolayca
tamah
edebilmekte,
aldatılmayı
istediğinde
ise
rahatlıkla
aldanabilmektedir. Bu nedenle insanoğlu, ölünceye kadar kendisini yalnız
bırakmayacak olan bu sinsi düşmanlarını çok iyi tanımak ve onları etkisiz
hâle getirmek durumundadır.
Bu çalışmada, Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin nefis tezkiyesine verdiği
önem, yaşadığı tecrübeler, uyguladığı yöntemler ve kat ettiği merhaleler
kendi sözlerinden örneklerle ortaya konulmakta ve onun nefis tezkiyesine
yaklaşımı değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Ebu’l-Hasan el-Harakânî, İslâm, İblis, nefis, şeytan,
arınmak.
THE APPROACH TO PURIFICATION OF NAFS OF ABU’LHASAN EL-KHARAKANI
Abstract
Allah has createdhumanbeings in orderto test and has placed his
disposition (fıtrat/fitrah) boththerighteousandevil program/software. Allah
has lefttoman'sfreewillthesubject of thetwoprogramswhich is to be run.
Man'sarch-enemy,
thedevil,
wantshumanbeingstoact
in
accordancewithitsevil
program.
Thedevilconstantlytriestodecievemankindwithdeluisonanddeception.
Thenafs in theman can easily be deceivedthisdevil'sattractive,
**

Bu makalenin içerik açısından olgunlaşmasına görüş ve önerileriyle katkı sunan değerli
meslektaşlarım Prof. Dr. Ruhattin Yazoğlu, Prof. Dr. Habil Şentürk, Yrd. Doç. Dr. Hikmet
Koçyiğit’e ve isimlerini bilemediğim çok muhterem hakemlere teşekkürü borç bilirim.
Yrd. Doç. Dr. Kafkas Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi,
[email protected]
2 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
appealingandimpressiveproposals,
forthatreason
it
can
be
easilydeceivedfor it wantsto be deceived. Forthisreason, humanbeings has
torecognizethisinsidiousenemiesandneutralizethembecausetheywill
not
leavemankindaloneuntil his death.
Inthisstudy, theimportancetopurify ego Abu’l-Hasan el-Kharakanigave,
theexperiences he lived, methods he appliedandthedegrees he exceededare
set by his ownwordsand his nafspurificationapproach is assessed.
KeyWords: Abu’l-Hasan el-Kharakani, Islam, Satan, ego, demon, devil,
purification.
GİRİŞ
Dünyaya temiz olarak gelen insanoğlu nefsinin ve şeytanın esiri olması,
şeytanlaşmış kimselere1 kulak vermesi, hevâ ve heveslerinin peşinden gitmesi
sonucu mânevî hastalıklara maruz kalır; tövbe etmediği zaman kalbi katılaşıp
taşlaşır.2 Pisliklere gömülen kalp/akıl doğruları göremez,3 sağlıklı düşünemez ve
hakikati kavrayamaz hâle gelir.4 Bu nedenledir ki Yüce Allah, Kitap ve
Peygamber göndererek5 insanları mânevî temizliğe davet eder, kötülük ve günah
kirlerinden arındıracak yolları onlara gösterir ve nefsini tezkiye edenin bunu
kendi lehine yapmış olacağını haber verir.6
İnsanoğlu, hayatı boyunca iç ve dış düşmanlarına karşı sürekli mücadele
etmek zorundadır. Bu mücadele de kaydettiği her başarı, kâmil insan olma
yolunda atılmış önemli bir adımdır. Bu itibarla, mânevî tekâmülün gerçekleşmesi
için nefis tezkiyesi şarttır. Tekâmül merdivenindeki her bir basamağın kendine
ait tehlikeleri ve tuzakları vardır. Bu bakımdan değişik sebeplerle kirlenen kalbi
saf hâle getirmek, günah ve isyan kirlerinden arındırmak ve gerçeği idrak
etmesini sağlamak icap eder. Zira kalbini günah kirleriyle karartan, ön yargı,
taassup, zan ve taklit gibi kötü hasletlerden kurtaramayan hakikate ulaşamaz. Bu
engelleri bertaraf eden, aklını kötü ve bulanık düşüncelerden arındıran gerçekleri
1
2
3
4
5
6
Hz. Peygamber, meşhûr sahâbî Ebû Zer’e şeytanlaşmış insanların şerrinden Yüce Allah’a
sığınmasını tavsiye etmiştir. Bkz. Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şu’ayb, Sünenu’n-Nesâî,
Çağrı Yay., İstanbul,1992, 50/İstiâze, 48 (VIII, 275).
El-Bakara, 2/74.
“…O, akıllarını kullanmayanları rezilliğe mahkûm eder (şeytanı onlara musallat eder ve pislikte
bırakır.)” el-Yûnus, 10/100. Ayrıca bkz. El-Enfâl, 8/22.
El-A’râf, 7/179; el-Hac, 22/46.
El-Bakara, 2/129, 151; en-Nisâ, 4/49; el-A’râf, 7/35; en-Nûr, 24/21; ez-Zümer, 39/71; el-Cuma,
62/2.
El-Fâtır, 35/18.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 3
idrak etmeye başlar. Dünyanın gelip geçici olduğunu görür, dikkatini ve zihnî
faaliyetlerini Yüce Allah’ı bulmaya ve O’nu hakkıyla takdir etmeye teksif eder.
Ancak kalbi, günah kirlerinden arındırma işlemi, usûlüne uygun
yapılmazsa bazı problemlerin doğması kaçınılmaz olur. Ağır bir riyâzet ve
şiddetli mücâhede yöntemleri bu yola giren sâlikin akıl ve beden sağlığını
bozabilir; vehimlere ve hayallere kapılmasına neden olabilir. Dolayısıyla nefsi
tezkiye hususunda dengeli olmak ve aşırılıklardan kaçınmak gerekir. Ölçü
kaçırılırsa nefsi tasfiyede başarı söz konusu olamaz.
Öte yandan kalp tasfiyesi yoluyla bilgi kazanılacağı düşüncesi tasavvuf
ehli arasında yaygın bir kanaattir. El-Harakânî’nin talebesi ve halifesi Ebû Saîd
Ebu’l-Hayr (ö. 440/1048)7 ile İbnSînâ (ö. 427/1037)8 bu konuyu kendi aralarında
üç gün boyunca tartışmışlar, İbnSînâ: “O benim bildiğimi görüyor”, Ebû Saîd
ise: “O benim gördüğümü biliyor” demiştir. Bu menkabede İbnSînâ’nın aklî
nazar ve istidlâl yoluyla ulaştığı bilgi ile Ebû Saîd’in kalp tasfiyesi sonucu ulaştığı
bilginin (mârifet), yani “akl-ı selim” ile “kalb-i selim”in9 aynı noktada birleştiği
anlatılmak istenmektedir.10 Ancak, kalp tasfiyesi yolunu seçerek dinî bilgiye ve
hakikate ulaşmak isteyenlerin öncelikle sağlam bir imana sahip olmaları, dinî
hükümleri içtenlikle uygulamaları, ahlâklarını güzelleştirmeleri, derin ve sağlıklı
tefekkür yapabilecek donanımda olmaları gerekir. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî (ö.
234/848),11 Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909),12 Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922),13
7
8
9
10
11
12
13
Ebû Saîd, Bâyezîd ve Hallâc-ı Mansûr tarzı bir tasavvuf anlayışına sahiptir; inancı sağlam bir
âlim ve sûfîdir. Ayrıca o, Mevlânâ gibi semayı çok sevmektedir. Ebû Saîd hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. Yazıcı, Tahsin, “Ebû Saîd Ebü’l-Hayr”, DİA, İstanbul, 1994, X, 220-222.
Muhammed İbn Münevver tarafından kaleme alınan ve tasavvuf tarihinin önemli klasiklerinden
olan menâkıbnâme de onun yaşamı ve düşünceleri aktarılmaktadır. Bkz. Muhammed İbn
Münevver, Tevhîdin Sırları, Haz.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yay., İstanbul, 2004.
Bkz. Alper, Ömer Mahir, “İbnSînâ”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 319-322; 331-345; Durusoy Ali,
“İbnSînâ”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 322-331.
“O gün, ne mal fayda verir ve ne de çocuklar, Ancak Allah’a arınmış bir kalple (kalb-i selim
ile) gelen başka.” eş-Şuarâ, 26/88-89.
Uludağ, Süleyman, “Tasfiye”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 128.
Uludağ, Süleyman, “Bâyezîd-i Bistâmî”, DİA, İstanbul, 1992, V, 240.
Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd’i tanıtırken: “Bâyezîd-i Bistâmî’nin sûfîler arasındaki rolü,
Cebrâil’in melekler arasındaki rolüne benzerdi” demektedir. Bkz. Uludağ, Süleyman,
“Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, İstanbul, 1993, XIII, 120. Max Horten ve Richard Hartman gibi
şarkiyatçılar, İbrahim B. Edhem (ö. 161/777), Şakik Belhî (ö. 194/809) ve Bâyezîd gibi sûfîlerin
Türk asıllı olduklarını söylemektedir. Ayrıntılar için bkz. Öngören, Reşat, “Tasavvuf”, DİA,
İstanbul, 2011, XL, 124.
Uludağ, Süleyman, “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 377-381.
4 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
Ebû Bekir eş-Şiblî (ö. 334/946),14 El-Harakânî15 ve Ebû Saîd Ebu’l-Hayr gibi
tahkik ehli sûfîler bu özellikleri nedeniyle bazı bilgilere ulaşmışlardır. Ancak
İslâmiyet hakkında ciddi bilgi ve birikimi olmayan, Kur’ân ve Sünnet’in
maksadını ve ruhunu bilmeyen kimselerin kalp tasfiyesi sonucu ulaştıklarını iddia
ettikleri bilgiler, sağlıklı ve güvenilir dinî bilgiler değildir.
Bu çalışmada, öncelikle nefis, tasfiye ve tezkiye gibi kavramlar kısaca
açıklanmış ve nefis tezkiyesiyle ilgili genel bilgiler verilmiştir. Daha sonra ise ElHarakânî’nin nefis tezkiyesine verdiği önem, yaşadığı zorluklar, uyguladığı
yöntemler, kat ettiği aşamalar başlıklar halinde incelenerek onun nefis
tezkiyesine yaklaşımı değerlendirilmiştir. El-Harakânî’nin nefsi tezkiye metodu
ve konuyla ilgili civan mertlerine yaptığı tavsiyeler ise çalışmanın hacmini
zorlamamak amacıyla başka bir makalenin konusu yapılmıştır.
1. Nefis, Tasfiye ve Tezkiye Kavramları
Sözlükte (‫“ )نفس‬nefs” kelimesi, “ruh, can, hayat, hayatın ilkesi, varlık, zat,
insan, kişi, nefes, hevâ ve heves, kan, beden ve süflî arzular” gibi anlamlara
gelmektedir.16 Lügatte, “saf, arı, duru ve temiz olmak, seçmek, tercih etmek”
anlamına gelen (‫“ )صفو‬safeve” kökünden türeyen “tasfiye” kavramı ise, “süzmek,
arıtmak, saf ve temiz hale getirmek” demektir.17(‫“ )زكا‬zekâ” kökünden türeyen
“tezkiye” ise, “temizlemek, arıtmak, temize çıkarmak, arındırmak, arttırmak, fıtrî
olana dönmek, temiz davranışlar ortaya koymak” gibi anlamlara gelmektedir.18
Gerek “tasfiye” gerekse “tezkiye” kavramları tasavvufta, “nefsi kötülük ve günah
kirlerinden temizlemek, çirkin görülen şeyi temizleyip gidermek” anlamında
kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de “tasfiye” kavramı, “tathîr” (temizlemek) ve
“tezkiye” (arındırmak) kelimeleriyle de ifade edilmektedir.19
14
15
16
17
18
19
Ebû Bekir Eş-Şiblî’nin, Cüneyd-i Bağdâdî’nin yetiştirdiği büyük bir Türk-İslâm âlimi ve
mutasavvıfı olduğuyla alakalı bir çalışma için bkz. Okudan, Rifat, “Ebû Bekir Şiblî: Hayatı ve
Tasavvuf Tarihindeki Yeri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Dergisi, Yıl, 8 (2007), Sayı: 19, s.
211, 225, 234. Ayrıca Şiblî’nin Türk asıllı olduğu, kendisini çok iyi yetiştirdiği ve tasavvufî
eğitimini Cüneyd-i Bağdâdî’nin yanında tamamladığı ile ilgili bkz. Gürer, Dilaver, “Şiblî, Ebû
Bekir”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 125-126.
El-Harakânî’nin âlim bir mutasavvıf olduğu ile alakalı bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet
Emin, “Ebu'l-Hasan El-Harakânî’nin İlim Anlayışı”, JASSS, International Journal of
SocialScience, Fransa, May 2013, Volume 6 Issue 5, s. 1049-1083.
İbn Manzûr, Cemâluddin Muhammed B. Mükerrem, Lisânu’l-Arab, Thk. : Abdullah Ali elKebîr, Dâru’l-Meârif, Kahire, ts., VI, 4500-4504; Râgıb, el-Isfahânî, el-Müfredât fî Garîbi’lKur’ân, Kahraman Yay., İstanbul, 1986, s. 764.
Râgıb, a.g.e., s. 418.
İbnManzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1994, XIV, 357-359; Râgıb, a.g.e., s. 313-313.
El-Âl-i İmrân, 3/42; et-Tevbe, 9/103; el-Ahzâb, 33/33.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 5
Kur’ân’da mânevî pisliği ve kiri ifade etmek için “rics”,20 “neces”21 ve
“dess”22 kelimeleri kullanılmakta, nefsi arındırmanın önemine pek çok âyette
işaret edilmektedir.23 Genellikle mutasavvıfların kullandığı hadislerde nefis ve
şeytanla ilgili çeşitli uyarılar söz konusudur. Mesela, “Allah’ım! Fayda vermeyen
ilimden, kabul olmayan duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten
şüphesiz Sana sığınırım”,24“Hakiki mücahit nefsine karşı cihat
edendir”25ve“Şeytan26 insanoğlu(nun) (damarların)da, kanın dolaşması gibi
dolaşır”27 şeklindeki hadisler bunlardan bazılarıdır. Hz. Peygamber’in Tebük
seferi dönüşü ashabına;“Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz”28 diyerek
20
21
22
23
24
25
26
27
28
Et-Tevbe, 9/95; el-Ahzâb, 33/33.
Et-Tevbe, 9/28.
Eş-Şems, 91/10.
“Nefsini arındır (öz benliğini temiz tut!) el-Müddessir, 74/4; “[Bu dünyada] arınmayı başaran
[öteki dünyada] mutluluğa ulaşır.” el-A’lâ, 87/14“(Ve) nefsini maddî ve mânevî kirlerden
arındıran, kurtuluşa ermiştir. Nefsini karanlığa gömen ise kayıptadır.” eş-Şems, 91/9-10; “Ama
kim Rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden
arındırmışsa, kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.” en-Nâziât, 79/40-41; “…Hemen
Yaratanınıza tövbe edin ve kendinizi ıslah edin (nefsinizi mânevî kirlerden arındırın). Böyle
yapmanız Yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır…” el-Bakara, 2/54.
İbnMâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, SünenuİbnMâce,Thk.: Muhammed Fuad
Abdulbâkî, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, 34/Duâ, 2 (II, 1261); Nesâî, 50/İstiâze, 18, 64, 65 (VIII,
263, 284, 285).
Tirmizî, Muhammed b. İsâ, el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yay. İstanbul, 1992, 20/Fedâilü’l-Cihâd,
2 (IV, 165).
“De ki: (Gerek görünen varlık olan) insanlardan ve (gerekse) görünmeyen varlıklardan (olup
da) insanların sadırlarında/göğüslerinde (sürekli) onlara (kötü düşünceler) fısıldayan sinsi
ayartıcının (insan nefsine kodlanmış takvâ programına değil de fucûr yazılımına uygun hareket
etmesini isteyen çok iyi gizlenmiş şeytânî sesin) şerrinden (bitip tükenmek bilmeyen
tuzaklarından, hile ve desiselerinden, süslü yalanlarından, yanlış yönlendirmelerinden,
dürtüklemelerinden ve kışkırtmalarından) insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların
İlâhına sığınırım.”Bkz. en-Nâs, 114/1-6. Kanaatimizce insanı kandırmaya ve aldatmaya çalışan,
bunun için de sürekli ilginç öneri ve tekliflerde bulunan, yanlışlarını süslü ve haklı gösteren ve
insanın apaçık düşmanı olduğu Kur’ân’da haber verilen şeytan, insanın dışında başka bir yerde
değil, bizzat her insanın kendi sadrında/göğsünde olmalıdır. Zira bu sûre de buna dair işaretlere
rastlamamız mümkündür.
EbûDâvud, Süleyman b. Eş’as, SünenuEbîDâvud, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, 39/Sünne, 17,
(V, 90-91); Tirmizî, 10/Radâ 17, (III, 475).
Söz konusu rivâyetin zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Aclûnî, İsmail B. Muhammed, Keşfu’lHafâ ve Muzîlü’l-İlbâsamme’ş-teheramine’l-EhâdîsialâElsineti’n-Nâs,Thk.: Ahmet Kalaş,
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405, I, 424-425, nr: 1362. Ayrıca Hz. Peygamber’e atfen
nakledilen “En büyük düşmanın nefsindir” şeklindeki bir başka rivâyetin de problemli olduğu
görülmektedir. Bkz. Aclûnî, a.g.e., I, 143, nr: 412. Bu rivâyetlerin yukarıdaki metinde özellikle
zikredilmesinin temel nedeni, çoğunlukla mutasavvıfların kullandığı bu tür rivâyetlerin bir
referans değeri taşımadıklarına ve zayıf olduklarına işaret etmek, ayrıca okuyucunun bunlardan
da haberdar olmasını sağlamak amacını mâtuftur.
6 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
kalabalık bir ordu ile gidilen Tebük seferini “küçük cihad”a, nefisle yapılacak
mücadeleyi ise “büyük cihad” a benzettiği haber verilmektedir.
Kur’ân’da insanların ve cinlerin nefislerinden29 söz edilirken meleklerin
nefislerinden söz edilmemesi dikkat çekicidir. Zira cinler ve insanlar imtihan
oldukları için30 onlara nefis verilmesi sınavın tabiî bir gereğidir. Bu bakımdan
cinler ve insanlar, ahlâkî zaaflarla olduğu kadar Allah'a karşı sorumluluk
bilinciyle de donatılmışlardır.31 Çünkü imtihana tâbî tutulan akıl ve irade sahibi
bu varlıklar, hem üstün ruhî mertebelere yükselme, hem de ahlâkî zaaflar
gösterebilme özelliğine aynı ölçüde sahiptirler. Bu durum, cin ve insan tabiatının
temel bir karakteristiğidir.32
Tasavvufta, “nefis” denilince şer ve günahın kaynağı olan, “kötü huy ve
süflî arzuların tamamı” anlamına gelen “nefs-i emmâre” anlaşılmaktadır.33 Bu
bağlamda “Sana gelen iyilik Allah’tan, başına gelen kötülük ise nefsindendir”34
âyetine ve “Allah’ım! Nefislerimizin şerrinden Sana sığınıyoruz!”,35“Allah’ım!
Nefsimin şerrinden Sana sığınırım!”36 Gibi hadislere sıkça atıflar yapılır. Kötülük
sebebi olması bakımından şeytanın işbirlikçisi sayılan nefis, insanın içindeki
düşman olduğundan, “Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar da olsa, beni
nefsimle baş başa bırakma!”37 Diye dua edilir.38
Sûfîler nefsin tezkiye, kalbin de tasfiye edilmesi gerektiğine özellikle
vurgu yaparlar. Nitekim ilk âbid ve zâhidler, zühd hayatı yaşamayı esas alırken
önlerinde en büyük engel olarak şeytanı39 ve nefsi, yani nefsin süflî arzularını
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
El-Enâm, 6/130.
“Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibâdet (kulluk) etsinler diye yarattım.”
ez-Zâriyât, 51/56.
Eş-Şems, 91/8.
Cinlerle ilgili farklı bir değerlendirme için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Envâru'l-Âşikîn'de
Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine”, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum 2013, Sayı: 39, s. 167-172.
Hücvîrî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu'l-Mahcûb, (Hakikat Bilgisi),Haz. : Süleyman Uludağ,
Dergâh Yay., İstanbul, 1982, s. 309; Kuşeyrî, EbûKâsım Abdülkerim b. Havâzin, er-Risâle
(Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul,
1991, s. 222.
En-Nisâ, 4/79.
Dârimî, Abdullah b. Abdirrahman es-Semerkandî, Sünenü’d-Dârimî, Çağrı Yay. , İstanbul,
1992, 11/Nikâh, 20 (II, 464); İbnMâce, 9/Nikâh, 19 (I, 609); Nesâî, 14/Cum’a, 24 (III, 105).
İbnMâce, 31/Tıb, 36 (II, 1164); Tirmizî, 45/Daavât, 14 (V, 467).
İbnHanbel, Ahmed b. Muhammed, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, V, 42.
Uludağ, “Nefis”, XXXII, 527.
Şeytanın insanoğlunun düşmanı olduğu ve onun düşman bilinmesi gerektiği ile alakalı bkz. elİsrâ, 17/53; el-Fâtır, 35/6.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 7
görmüşler, bazen nefisten “içimizdeki şeytan/düşman” diye söz etmişler ve
dikkatlerini bunun üzerinde yoğunlaştırmışlardır.40Bu bakımdan “Keşfu'lMahcûb”da Yüce Allah’ın Hz. Dâvud’a şöyle vahy ettiği ifade edilir: “Ey
Dâvud! Nefsine düşman ol! Ona düşman olmak suretiyle de Bana dost ol! Zira
ona düşman olmakta Benim dostluğum vardır.”41 Bu itibarla ilk âbidler, nefsi
düşman bilmiş ve onunla mücâhede etmişlerdir. Zira günah ve kötülük işlemeye
hevesli olan nefis, ibâdetten ve hayırlı işlerden ısrarla kaçar. Nitekim elHarakânî’nin mânevî mürşitlerinden Cüneyd: “Küfrün esası, nefsinin muradı
üzere kaim olmandır.”42 demiştir. Yani küfrün temeli, kulun bedeninin arzusuna
göre hareket etmesi ve onu ilah edinmesidir. İşte bundan dolayı zühd hayatında
sürekli olarak nefse muhalefet etmek ve onunla hiçbir şekilde barışık olmamak
esas alınmış, hayra ve kurtuluşa ermek için onun alt edilmesi gerektiğine
inanılmıştır.43
Mutasavvıflara göre nefis, insanoğlunun putudur ve “Nefsânî arzularını
tanrı edinen kimseyi görmedin mi?”44 âyetinde bu duruma işaret edilir.
Dolayısıyla Hakk’a ermek için nefis putunun kırılması gerekir. Nitekim “Kim
Rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden
arındırmışsa, kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.”45 âyetinde bu hususa dikkat
çekilmektedir. Çünkü nefis kendini beğenir, kendine hayrandır, bencildir,
şımarıktır, kibirlidir. Tabiatında vahşilik, hayvanlık, şeytanlık ve tanrılık iddiası
vardır. Bütün bunlara rağmen nefsi ıslah edip disiplin altına almak ve ondan
faydalanmak mümkündür. Hücvîrî (ö. 465/1072); “Başıboş gezen pis bir köpeği
eğitimle öyle bir dereceye ulaştırırlar ki, artık o köpeğin avladığı hayvan helâl
olur.”46 diyerek nefsi köpeğe benzetmiş, eğitimli olması halinde köpeğin tuttuğu
av nasıl temiz ve helâl oluyor ise, disiplin altına alınmış nefsin de insana hizmet
edeceğini ve güzel işler yapacağını ifade etmiştir. Mevlânâ da (ö. 672/1273) tıpkı
el-Harakânî gibi nefsi köpeğe benzetmiş ve onun terbiye edilmesi gerektiğini
söylemiştir.47
40
41
42
43
44
45
46
47
Hücvîrî, a.g.e., s. 309. Mevlânâ da nefsi en büyük düşman olarak bilmek gerektiğini söylemiştir.
Bkz. Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Mesnevî, Çev.:Veled İzbudak, MEB Yay., İstanbul, 1968, II,
59.
Hücvîrî, a.g.e., s. 310.
Hücvîrî, a.g.e., s. 313.
Uludağ, “Nefis”, XXXII, 527.
el-Câsiye, 45/23.
en-Nâziât, 79/40-41.
Hücvîrî, a.g.e., s. 315.
Mevlânâ, a.g.e., I, 231; VI, 287.
8 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
Tasavvufta nefis terbiyesi, şiddetli mücâhede ve meşakkatli riyâzet
hayatıyla gerçekleştirilir. Bunun için nefsin arzularına uymamak, ondan
gelebilecek tehlikelere karşı dikkatli ve uyanık olmak gerektiğine sık sık vurgu
yapılır.48 Bazılarına göre, bir bedende “emmâre”,49 “levvâme”50 ve
“mutmainne”51 olmak üzere üç çeşit nefis bulunur. Bu üç nefis arasında devamlı
bir mücadele söz konusudur. Hangisi baskın gelirse beden onun hükmü altına
girer. Bir bedende maddî, nebâtî, hayvânî ve insânî olmak üzere dört nefsin
bulunduğunu kabul eden mutasavvıflar da vardır. İnsanı insan yapan ve
hayvanlardan farklı kılan ise “Rabbânî latife” denilen nefistir. Bu nefisle
bedendeki hayvânî nefis arasında devamlı bir mücadele vardır. Hayvânî nefis latif
bir cisim olup atardamarlar vasıtasıyla vücudun her tarafına yayılır. Bu nefis,
insânî/aklî nefsin bineği ve taşıyıcısı, aynı zamanda kötü his ve davranışların
kaynağıdır. İnsan, hayvânî nefsi denetimi altında tuttuğu nispette hayra yakın,
onun hâkimiyeti altına girdiği nispette şerre yakın olur. Hayvânî nefse tâbi olmak
nefsin kirlenmesine, insanî nefse tâbi olmak ise onun arınmasına sebep olur.
Hayvânî nefis, kötülüğü emrederken insânî nefis yapılan kötülüğü kınar, daha
ileri aşamada ise itminana erer. Riyâzet ve mücadele ile terbiye edilen hayvânî
nefisten artık kötülük gelmez, aksine kulluk görevlerini yerine getirmede insânî
nefse hizmet sadır olur. Sûfîler, nefis derken insandaki kötü sıfat ve huyların
kaynağı olan hayvânî nefsi kast etmiş ve buna “nefs-i nâtıka” adını da
vermişlerdir.52El-Harakânî de, çevresinde bulunanlara bu hayvânî nefsin terbiye
edilmesi gerektiğini ısrarla söylemiş ve kendisi de bu konuda etrafına örnek
olmuştur.
48
49
50
51
52
Uludağ, “Nefis”, XXXII, 528.
el-Yûsuf, 12/53.
el-Kıyâme, 75/2.
el-Fecr, 89/27-28. Bu âyette itminana erdiği söylenen nefsin arınmayı başarmış bir nefis
olmadığı, tam tersine içinde bulunduğu durumdan memnun olan ve arzularının peşinden
gitmekten zevk duyan vurdum duymaz ve umursamaz kimselerin nefisleri olduğu, yeryüzünde
Hakk’ın değil gücün hâkim olduğu, en temel insan haklarının çiğnendiği bir ortamda zihin
konforunu bozmadan gönül huzuru (itminan) ile yaşayan duyarsız kişilerin kastedildiği ve
bunlardan tövbe ederek Rablerine dönmelerinin istendiği ifade edilmektedir. Bkz. Sülün, Murat,
“Nefs-i Mutma’inne Ayetine Yeni Bir Yaklaşım”, AÜİFD, Ankara, 2009, C. 50, Sayı: 1, s. 2324.
Uludağ, “Nefis”, XXXII, 527.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 9
2.
El-Harakânî’nin Nefis Tezkiyesine Verdiği Önem
El-Harakânî, Kur’ân53 ve Sünnet’in54 nefsi arındırmakla ilgili emir ve
tavsiyelerini özümsemiş ve konuşmalarında bu hususa özellikle dikkat çekmiştir.
Mesela o şunları söylemiştir: “Yüce mertebelere ulaşan kişiler, çok amel
yaptıkları için değil, (nefislerinden tamamen)55 arındıkları için yükseliyorlar
(önemli olan amelin miktarı değildir; zira nefsini arındırmayı başaran daha hızlı
mesafe kat eder!)”56“Âlim ilmi aldı, zâhit zühdü aldı ve âbid de ibâdeti alarak
onlarla birlikte O’nun huzuruna vardılar. (Ey civanmert!) Sen arınmışlığı al
(nefsini ve şeytanını teslim al, onları etkisiz hale getir, dünyaya bağlanma, daima
ahirete yatırım yap, mânevî günah kirlerine hiç bulaşma) ve arınmadan
(arınmaya ihtiyaç kalmaksızın tertemiz ve günahsız kalarak) O’nun huzuruna git;
çünkü O temizdir (ancak arınmış olanları sever ve kabul eder).”57 “Yüce Allah
sizi temiz olarak (günahsız) dünyaya göndermiştir. Öyleyse siz de huzura
günahkâr olarak varmayınız!”58 El-Harakânî’nin yukarıdaki sözlerinde mânevî
mürşidi Bâyezîd’in şu sözünün etkisi olduğu ifade edilebilir: “İzzet sahibi Allah’ı
rüyada gördüm ve sordum: ‘(Allah’ım!) Sana nasıl varılır?’ dedi: ‘Nefsini bırak
da gel!’ Nefsimi Allah’a çağırdım (tıpkı İblis’in Allah’a isyan ettiği gibi o da)
bana isyan etti. (Ben de) onu terk ettim de Allah’a gittim.”59 Görüldüğü üzere her
iki mutasavvıf, nefislerini kontrol altına almayı başarmış ve Allah’ın rızasını
kazanacak sâlih ameller işleyerek yüksek mânevî derecelere ulaşmışlardır.
53
54
55
56
57
58
59
El-Harakânî’ninKur’ân’avukûfiyeti konusunda yapılmış bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet
Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'de Kur'an Kültürünün Yansımaları”, TurkishStudies,
International PeriodicalForTheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkic,
Ankara Turkey, Volume 8/6 Spring 2013, s. 641-664.
El-Harakânî’nin Sünnet’e bağlılığıyla ilgili bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'lHasan el-Harakânî'nin Sünnete Bağlılığı ve Hadis Anlayışı”, JASSS, International Journal of
SocialScience, Fransa, October 2013, Volume 6 Issue 8, s. 551-588.
Bu makalede el-Harakânî’ye ait sözleri daha anlaşılır kılmak için yapılan tüm parantez içi
açıklamalar tarafımıza aittir. Bu açıklamalar yapılırken el-Harakânî’nin tespit edebildiğimiz
bütün sözleri dikkate alınmış, bütüncül bir yaklaşımla bunlar değerlendirilmiş ve onun daha
doğru tanıtılması amacıyla böyle bir yol tercih edilmiştir.
Attâr, Ferîdüddîn, Evliya Tezkireleri, Çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul,
2007, s. 622.
Attâr, a.g.e., s. 632; Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm ve Münâcât’ı, (ÇeviriAçıklama-Metin), Haz.: Hasan Çiftçi, Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara,
2004, s. 246; Çiftçi, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve
Tasavvufî Görüşleri), Nûru’l-‘Ulûm ve Münâcât’ı (Çeviri-Açıklama-Metin),Şehit Ebü’lHasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004, s. 48.
el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 256; el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Şenol
Kantarcı, Ankara, 1997, s. 56.
el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 246, 624 no’lu dipnot.
10 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
El-Harakânî;“(Bir gün içimden şöyle) dedim: “Allah’ım! Bana Sen
gereksin. Gizlice duydum: “Eğer Beni istiyorsan temiz ol (nefsini arındır, günah
kirlerinden uzaklaş, mânevî enginliğe ve derinliğe ulaş) ki, Ben temizim. (Sen de
Benim gibi ol. Benim övgüye hiç ihtiyacım yok. Öyleyse sen de) insanlara ihtiyaç
duyma, çünkü Ben onlara ihtiyaç duymamaktayım.”60derken de insanlardan
herhangi bir beklenti içinde olmamaya, tevekküle, rızaya ve yapılan amellerin
karşılığını sadece Allah’tan istemeye dikkat çekmiştir. Nitekim âyetlerde de ifade
edildiği üzere kâmil bir mümin günah işlemekten ısrarla kaçınır61 ve ahirette
hesabı tek başına vereceğini62 bilir. O, Yüce Allah’tan ümidini asla kesmez, 63
sadece O’na kulluk eder64 ve sadece O’ndan yardım ister.65 Ayrıca o, Yüce
Allah’ın tövbe edenlerin tövbesini kabul edeceğine,66 tövbekârları ve
temizlenenleri seveceğine67 bütün kalbiyle inanır; bu arınmayı başaranların
mükâfatının Adn cenneti olduğunu68 bilir.
El-Harakânî, Bâyezid’in şu sözünden de etkilenmiş olmalıdır: “İki
dünyada da zatımı aradım bulamadım… Yılanın derisinden sıyrılması gibi ben
de derimden (bedenimden, günah işleme kabiliyetimden, kötülüğü emreden
nefsimden, beşerî sıfatlarımdan) sıyrılınca kim (eşrefi mahlûkat)69 olduğumu
gördüm.”70el-Harakânî de mürşidinin söylediği gibi;“Yılanın gömlekten çıkması
gibi (ben de) nefsaniyetimden ve benliğimden (bencil ve egoist nefsin arzu ve
isteklerinin dışına) çıktım (nefsimi terbiye etmeyi büyük oranda başardım)”71
demiş ve insanın içinde kötülüğü fısıldayan şeytanî sese ve ona kolayca kanmaya
hevesli nefse aldanılmaması gerektiğini söylemiştir. Bu bakımdan Yüce Allah’ı
tanımak ve O’nda fânî olmak göründüğü kadar kolay değildir. Ebû Saîd el-
60
61
62
63
64
65
66
68
69
70
71
el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 246; Benzer bir sözü için bkz. Attâr, a.g.e., s. 632;
Çiftçi, a.g.e.,s. 48.
el-Mâide, 5/35, 90-93; el-Enâm, 6/72.
el-Meryem, 19/95.
el-Yûsuf, 12/87; ez-Zümer, 39/53.
el-Fâtiha, 1/5; el-Meryem, 19/65; ez-Zümer, 39/14-15, 66; el-Kureyş, 106/4.
el-Bakara, 2/45, 186; el-A’râf, 7/55, 180; el-Mümin, 40/14, 60; el-Cin, 72/18.
el-Bakara, 2/54, 160; et-Tevbe, 9/102, 104; el-Hûd, 11/61; el-Mümin, 40/3; el-Hucurât, 49/12;
et-Tahrim, 66/8; en-Nasr, 110/3.
“…Doğrusu, Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever.” elBakara, 2/222. “…[Öyle bir mescid ki] orada arınmak isteğiyle dolup taşan adamlar vardır (ki
zaten) Allah (da) kendini arındıranları sever.” et-Tevbe, 9/108.
“Zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri var. Onlar oraya ebedî kalmak üzere girecekler. İşte
kötülüklerden arınanların mükâfatı budur.” et-Tâhâ, 20/76.
İnsanoğlu mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. Bkz. el-İsrâ, 17/70; et-Tîn, 95/4.
Çiftçi, a.g.e., s. 133.
Attâr, a.g.e., s. 612.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 11
Harrâz’ın da (ö. 277/890) belirttiği gibi, Hakk’ı tam anlamıyla bulabilmek, ancak
nefis tezkiye edildikten, beşerî duygu ve sıfatlar söndükten ve kaybolduktan
sonra mümkün olabilir.72
El-Harakânî, Yüce Allah’a şeksiz ve şüphesiz bir imanın ve sâlih amellerin
insanı mânevî mertebelere ulaştıracağını ve insanın bu imanla hayatın anlamını
daha iyi kavrayacağını ifade etmiştir. Zira benlik davası güden ve nefsini şeytanî
duygu ve düşüncelerden arındırmayı başaramayan kimse, imana ve irfana
ulaşamadığı gibi hayatın anlamını da tam olarak kavrayamaz. Nitekim elHarakânî bu durumu şöyle açıklamıştır: “Sevgiliye (Allah’a tam bir teslimiyet
haliyle) kalbimi (ruhumu), inancımı, idrakimi ve kendimi sundum. Bunu takiben
(bu aşamaları başarıyla kat ettiğim için) bana “arılık/temizlik” gösterildi ve öyle
bir makama ulaştım ki (nefsimi her türlü kötü düşünce ve dünyevî endişeden
arındırdım, şeytanımı teslim aldım, Allah sevgisi kalbimi doldurdu, böylece) o
dördü (kalp, inanç, idrak ve benliğim/nefsim artık benim) sadık hizmetkârlarım
durumuna geldi.”73Görüldüğü üzere sağlam iman, eğer ihlas ve sâlih amelle
desteklenirse insanoğlu Hakk’a daha çabuk ulaşır ve baktığı her yerde O’nun
izlerini görür. El-Harakânî;“Hak Teâlâ, fikir (sağlam ve sarsılmaz iman ve
teslimiyet sonucu ulaşılan engin bir hoşgörü ve sağlam bir muhakeme
yeteneğinin) kapısını bana açtı (ve dedi ki): ‘Sıfatı bulunmayan ve vasf
olunmayan bir şey karşılığında seni şeytandan satın aldım. İmdi ona nasıl sahip
olduğuna dikkat et!”74 derken de imanı sağlamlaştırma ve nefsi terbiye
konusundaki gayretlerinin karşılıksız kalmadığını, Yüce Allah’ın onun şeytanını
etkisiz hâle getirme konusunda kendisine mânevî destek sağladığını ifade etmiş
olmalıdır.75Nitekim Yüce Allah, ihlâslı kullarına şeytanın etki edemeyeceğini
haber vermektedir.76
El-Harakânî: “Haktan nida geldi ki: ‘Ey Kulum şayet üzgün olarak
(hüzünle) bana gelirsen seni sevindiririm. Niyaz (dua ve yakarış, acziyetini bilme
72
73
74
75
76
Kelâbâzî, Ebû Bekir Muhammed b. İshâk, et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, (Doğuş
Devrinde Tasavvuf), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1979, s. 186.
Attâr, a.g.e., s. 607.
Attâr, a.g.e., s. 602.
Hz. Peygamber’e atfen nakledilen “Benim şeytanım Müslüman oldu” şeklindeki rivâyeti
değerlendiren Süfyan b. Uyeyne (ö. 198/813);“Şeytanın asla Müslüman olmayacağını”
söylemiştir. Bu rivâyeti tahric eden Tirmizî ise, söz konusu hadisin “garîb” olduğunu
kaydetmiştir. Bkz. Tirmizî, 10/Radâ 17, (III, 475). Hz. Peygamber, içindeki şeytanî sesi etkisiz
hale getirdiğini ve onu teslim aldığını söylemiş olabilir. Zira şeytanın ne Müslüman olması ne
de muhlis ve müttakî kimselere etki edebilmesi söz konusudur.
El-İsrâ, 17/65; el-Hicr, 15/42; es-Sâd, 38/83.
12 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
ile) ve (Bana muhtaç olduğunun farkında ve bir) ihtiyaçla gelirsen seni (manen,
kalben ve ruhen) zengin ederim. Kendinden el çekerek (nefsi arındırarak)
gelirsen (bu dünyada) suyu ve havayı emrine veririm (istersen suyun üzerinde
yürür ve havada uçabilirsin)”77 derken de nefsi tezkiye etmenin önemine dikkat
çekmiş ve arınan insanın manen yükseleceğini haber vermiştir. Ancak onun
anlayışına göre, kerâmet göstermek için uğraşmak doğru değildir. Bahşedilen
kerâmetleri gizlemek esastır ve kâmil mümin kerâmetlerle bile imtihan
edildiğinin farkında olmalıdır.
El-Harakânî, dostu ve çağdaşı büyük İslâm âlimi ve Kâzerûniyye
tarikatının kurucusu Şeyh Ebû İshâk İbrâhîm b. Şehriyâr el-Kâzerûnî’nin78(ö.
426/1035);“Bütün sahra (yolculuğu) boyunca canım tatlı istedi ama (nefsimi
terbiye etmek için hiç tatlı) yemedim’ şeklindeki sözüne şu karşılığı vermiştir:
“Benim de bütün sahra yolculuğu boyunca canım hiç tatlı istemedi ama yedim.”79
O, bu sözüyle “Ben sadece Yüce Allah’ı zikrederim; benim her şeyim O’dur;
O’nun la iken ben mutluyum. O’nun aşkından tatlı yemek dahi aklıma gelmez;
ben nefsimi öyle bir terbiye ettim ki, nefsim tatlıyı aklına dahi getiremez. O
yüzden benim canım tatlı istemedi; ama Allah ile olmanın verdiği mânevî zevk
ile sanki tatlı yemiş gibi mutlu oldum” demek istemiş olabilir. Görüldüğü üzere
nefsini tezkiye etmeyi başaran sâlih kimselere ilâhî ikramlar gelebilir. ElHarakânî’nin burada kendisine bahşedilen bu tür bir ikramdan söz ettiği ifade
edilebilir.
El-Harakânî, nefis tezkiyesinin öneminden bahsederken;“Allah kuluna,
imandan sonra (tezkiye olmayı başarmış) temiz yürek ve (her zaman hakkı
söyleyen ve Allah’ı anan) doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsan
etmemiştir.”80 diyerek kalbi günah kirlerinden ve kötü düşüncelerden
arındırmanın önemine dikkat çekmiştir. Görüldüğü üzere bu yüksek derecelere
ulaşmak, ancak sırat-ı müstakimde81 gösterilecek azim ve kararlılıkla elde
edilebilir. Hiçbir çaba sarf etmeden bunların doğrudan kalbe gelmesi, Yüce
Allah’ın koyduğu kurallara ve dünyadaki imtihana aykırıdır. Nitekim Yüce
Allah’ın yaratma ve yönetmesinde öteden beri süregelen ve değişmeyen
77
78
79
80
81
Attâr, a.g.e., s. 608.
Kendisi ve tarikatıyla ilgili bilgi için bkz. Algar, Hamid, “Kâzerûnî”, DİA, Ankara, 2002, XXV,
145-148.
el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 260. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 139.
Attâr, a.g.e., s. 628.
Sırat-ı müstakimin bazı özellikleri için bkz. el-Enâm, 6/125-126, 151-153; er-Rûm, 30/30; elFussilet, 41/30; ez-Zuhruf, 43/61.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 13
uygulamaları bu yöndedir.82 Dolayısıyla nefis tezkiyesi oldukça zordur, ancak
imkânsız değildir.
3. El-Harakânî’nin Nefis Tezkiyesinin Zorluğuna İşareti
El-Harakânî, nefsiyle yaptığı cihadı şöyle açıklamıştır: “İnsanlarla hiç
cenk (kavga, döğüş) etmedim, onlarla hep barışık oldum. Ama nefsimle hiç
barışık olmadım, onunla da sürekli cenk ettim.”83 O, bu sözüyle insan
ilişkilerinde müsamahalı olduğunu, ancak nefis söz konusu olunca onu düşman
bellediğini ve ona göre davrandığını ifade etmiştir. El-Harakânî, nefsiyle
mücadeleyi asla elden bırakmamış ve onu teslim almayı büyük ölçüde
başarmıştır. Bu nedenledir ki;“Biriyle düşman olmaktan daha zor hiçbir şey
yoktur dünyada.”84 diyerek nefsi ve şeytanı düşman bilmenin ve ona göre
davranıp bunları yenmenin göründüğü kadar kolay olmadığını söylemiştir.
El-Harakânî, bir başka sefer şu kıssayı anlatarak nefsin insanoğlunun baş
düşmanı olduğunu söylemeye çalışmış ve onun alt edilmesi gerektiğini ifade
etmiştir: “Varlıklı (zengin) bir büyük, hakikat ehli büyüklerinden birinin yanına
varınca (hakikat ehli) ona (şöyle) dedi: ‘Parayı mı daha çok seversin, (yoksa)
düşmanı mı?’ (Zengin): ‘(Elbette) para’ dedi. (Bu sefer hakikat ehli büyük ona)
dedi ki: ‘O halde nasıl olur da parayı (sevdiğini gelip geçici bu dünyada)
bırakırsın (da), düşmanı (senin mahvedecek olan nefsini sonsuz ahiret yurduna)
beraber(inde) götürürsün? (Bu olacak şey midir?)”85el-Harakânî, benzer şekilde
civanmertlerini İblis’ten de sakındırmış ve;“Dikkatli ol! İblis’in şerrinden emin
olamazsın, çünkü o yedi yüz düzeyde marifetten söz eder”86 diyerek İblis’in
sadece zina, içki, kumar, uyuşturucu ve benzeri kötü alışkanlıklarla değil,
marifetle bile insana tuzak kuracağını, bu nedenle insanoğlunun çok dikkatli
olması gerektiğini belirtmiştir.
El-Harakânî;“Üç şey dışında her şeyi nihai noktasına kadar biliyorum.
(Ancak) nefsin oyunlarının nihai noktasını, Mustafa’nın sahip olduğu derecelerin
82
83
84
85
86
“…Sen Allah'ın tuttuğu yol ve yöntemde hiçbir değişiklik göremezsin; evet sen, Allah'ın yolunda
ve yönteminde bir sapma göremezsin!” el-Fâtır, 35/43. Ayrıca bkz. el-Yûnus, 10/64; el-İsrâ,
17/77; el-Ahzâb, 33/62; el-Fetih, 48/23.
Attâr, a.g.e., s. 612.
Attâr, a.g.e., s. 629.
el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 261. Söz konusu eseri tercüme eden Çiftçi, “metin
ve çeviri kuşkuludur.” dedikten sonra hikayenin tamamlanmadan metnin burada kesildiğini ve
eksik olduğunu kaydetmektedir.
Attâr, a.g.e., s. 623.
14 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
nihai noktasını ve marifetin nihai noktasını bilmiyorum.”87 diyerek nefsi
yenmenin o kadar kolay olmadığını, onun tuzaklarının sayısız olduğunu, hile,
desise, kurnazlık, ayartma ve hainlikte sınır tanımadığını, kimsenin nefsinden
emin olmaması ve onunla mücadeleye hayat boyu devam etmesi gerektiğini
söylemiştir.
El-Harakânî;“Geceleri uyumamam, gündüzleri yememem ve eğlenmemem
gerek! Yoksa menzile ne zaman varabilirim?”88 Derken de nefisle mücadelenin
sürekli olması gerektiğini, varılacak menzilin çok uzun, ömrün ise kısa olduğunu,
boş durmanın bir mümine yakışmayacağını ifade etmiştir. Zira mümin olmak
sorumluluk almak, emanete89sahip çıkmak ve onun hakkını tam anlamıyla
vermek demektir. El-Harakânî;“Şeriat’ten marifete kadar yedi bin, marifetten
hakikate kadar yedi yüz bin, hakikatten sarayın açılmasına kadar bir milyon
derece var. Her bir derece için Nûh’un ömrü gibi (uzun) bir ömür, Muhammed’in
sefası gibi bir sefa (safiyet, arı-duru bir hâl) gerekir.”90 derken de kat edilecek
mesafelerin çok, nefsi tezkiye etmenin ise oldukça zor olduğunu ifade etmiştir.
Ona göre bu mânevî derecelere ulaşmak için sağlam bir iman, Allah’a ve
Rasûlüne tam itaat, sâlih amel, dünyanın geçici güzelliklerini terk, şeytanı ve
nefsi etkisiz hâle getirmek şarttır. Bu zor görevleri başaran Rabbe yakın olmayı
hak eder.
El-Harakânî, nefis tezkiyesi yolunda aşılacak pek çok engel olduğunu
şöyle izah etmiştir: “Bu yol tümüyle bela ve tehlikeden ibarettir. On yerde zehir,
on birinci yerde şekerdir. (bunların hepsi de imtihandır; dikkatli olmak, zehire de
şekere de aldanmamak gerekir.)”91 “(İnsanları helak eden şey); nefsin isteklerini
yerine getirmek, şehvetlerde nefse itaat etmektir.92 (Ama) muamelâta (dini
yaşamaya) gelince metâ […ınca yaparım], hattâ […e kadar yaparım], sevfe
[daha sonra yaparım] ve lealle [umulur/belki yaparım]’ye (işi)
87
88
89
90
91
92
Attâr, a.g.e., s. 602.
Attâr, a.g.e., s. 632. “el-Harakânî’nin Nefsi Tezkiye Metodu” başka bir makalede tarafımızdan
değerlendirilmiş olup, hakem süreci devam etmektedir. Onun buna benzer sözleri orada ayrıntılı
olarak incelenmiştir.
“Gerçek şu ki, biz emaneti (“Allah’ı bilme, O’nu tanıma, emirlerini yerine getirme ve O’nun
rızasını kazanma fırsatını) göklere, yere ve dağlara sunduk. (Onlar emanetin zorluğu, büyüklüğü
ve ağırlığı karşısında) onu yüklenmekten kaçındılar, sorumluluğundan korktular. Onu, (küçük
ve basit bir şey zanneden, kendisine verilen değeri, Allah’ın mağfiretini ve rızasını kazanma
şansını tam olarak idrak edemeyen ve bu nedenle de) pek zalim ve cahil olan insan yüklendi.”
el-Ahzâb, 33/72.
Attâr, a.g.e., s. 633. Benzer bir sözü için bkz. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 258.
Attâr, a.g.e., s. 624.
Çiftçi, a.g.e., s. 144.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 15
bırakmaktır.”93“Yetmiş yıl var ki, Hakk’la yaşamışımdır, bu süre içinde bir nokta
kadar (bile) nefsimin muradı (isteği) üzere yürümüş değilim.”94“Bir kimse, nefsin
bir tek (gayr-i meşrû) arzusunu tatmin ederse hak yolunda önüne binlerce üzüntü
(sıkıntı, stres, depresyon, tasa, bela, keder, endişe, kaygı, psikolojik problem)
çıkar!”95el-Harakânî, böyle yapan birinin Yüce Allah’a ulaşmasının
güçleşeceğini, o yüzden nefse hakim olunması gerektiğini söylemeye çalışmış
olmalıdır. Nitekim Hücvîrî de nefse muhalefet etmenin zorluğuna işaret ederken
Cüneyd’e sorulan “Vasl ve vuslat nedir?’ sorusuna;“Hevâya uymayı terk
etmektir” cevabını verdiğini ifade ettikten sonra, şunları söylemiştir: “Hakk’a
vuslat halinin kendisine ikram olunmasını isteyen kimsenin bedeninin hevâsına
uymayı terk etmesi lazımdır. Zira kul nefse muhalefet etmekten daha büyük bir
ibâdet yapamaz. Çünkü bir dağı tırnakla kazımak ve yerinden sökmek, bir insan
için hevâ ve hevesine muhalefet etmekten daha kolaydır!”96Görüldüğü üzere aynı
zorluğa Hücvîrî de dikkat çekmekte ve el-Harakânî gibi o da nefis tezkiyesinin
kolay olmadığını, azim ve kararlılık gerektirdiğini söylemektedir.
El-Harakânî, nefis terbiyesinin zorluğunu bir başka sefer şöyle ifade
etmiştir: “Nûh’un ömrü kadar (uzun) ömrüm olsa ben şu bedende doğruluk (O’nu
hakkıyla takdir etme, O’nu bilme ve istikâmet üzere olma) göremeyeceğim.
(O’nun verdiği sayısız nimetlere rağmen O’na layık bir kul olamayacağım). Bu
konuda (nefisle mücâhede hususunda o kadar çok gayret ettim ve) şunu
biliyorum: Allah şu bedeni ateşe atsa yine de benim ahımı bu bedenden almış
olmaz.”97 El-Harakânî, bu sözüyle nefsini tezkiye için çok gayret sarf ettiğini,
ruhunu bedenin esaretinden kurtarmak için çetin mücadeleler verdiğini, bu nefsin
ona çok çile çektirdiğini söylemeye çalışmış ve civanmertlerine nefis tezkiyesinin
çok zor, ancak imkansız olmadığını anlatmaya çalışmış olmalıdır. Yoksa o,
bedeninin ateşe atılıp ahının alınmasını istememiştir. Zira böyle düşünmek elHarakânî’yi anlamamak olarak değerlendirilebilir. Çünkü o böyle söylemekle
zımnen ona nefsin çektirdiği çok büyük sıkıntılara işaret etmektedir, denilebilir.
Nefis tezkiyesi konusunda Allah’ın veli kullarını imtihan etmesini ise şöyle
açıklamıştır: “Mekr nedir?’ sorusuna “(el-Harakânî) cevaben (şöyle) demiştir:
‘Aslında bu O’nun lütfudur (zira O, kuluna bu şekilde arınma fırsatı
93
94
95
96
97
el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Kantarcı, s. 88; el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s.
311; Çiftçi, a.g.e., s. 39-40.
Attâr, a.g.e., s. 637.
Attâr, a.g.e., s. 629.
Hücvîrî, a.g.e., s. 323.
Attâr, a.g.e., s. 634-635.
16 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
vermektedir), ama ona (lütfa) mekr (tuzak, hile) adı verilmiştir. Çünkü evliyaya
yapılan muamele mekr (tuzak kurmak) olmaz (tam aksine o veli kulu mânevî
olarak daha da yüceltme imkânını bahşetmek olur).”98
El-Harakânî, kurulan bu tuzakların nihayetinin olmadığını ise şu sözleriyle
ortaya koymuştur: “(Vecd ve istiğrak halindeyken) ‘bir keresinde dünyada
gördüğüm Allah bana dedi ki: ‘Ey Ebû Hasan! İster misin ki senin olayım?’
‘Hayır.’ İster misin ki Benim olasın?’ ‘Hayır.’ ‘Ey Ebû Hasan! Öncekiler de
sonrakiler de kendilerinin olmam için yanıp tutuştular. Sen Bana niçin böyle söz
söylüyorsun?’ ‘Rabbim, bana verdiğin şu tercih hakkı konusunda Senin
mekrinden (imtihanından/tuzağından) nasıl emin olabilirim ki, (çünkü) Sen hiç
kimsenin tercihine göre iş yapmazsın! (Kimse Sana yaptığından sual de
soramaz.99 Belki bu yaptığında bir imtihandır; kim bilebilir ki?)”100 “Allah Teâlâ
evliyasına lütufta bulunmuştur ve Allah’ın lütfu onun mekri gibidir (evliyâ da olsa
imtihanı devam etmektedir, onun da çok dikkatli olması, şeytana ve nefse
aldanmaması gerekir.)”101 “Şeytan kandırınca Allah kandırmaz, şeytan
kandıramayınca (bu sefer) Allah (veli kulunu) kerâmetle kandırır. Şayet
kerâmetle kandıramazsa lütfuyla kandırır. İmdi (gerçek) civanmert bunlara
kanmayan kişidir (ne şeytana ne kerâmete ne de lütfa aldanır. Onun tek amacı
Yüce Allah’ı sevmek ve O’nda fânî olmaktır!)”102el-Harakânî;“Civanmert
civanmert olduğunu nasıl bilir?” sorusuna şu cevabı vermiştir: ‘Şununla: ‘Eğer
Allah kardeşine bin, kendisine bir kerâmet verse, bu da kardeşimin olsun diye o
bir kerâmeti ve lütfu götürüp onun başına kor! (Zira gerçek civanmerdin
kerâmetlerle işi olmaz; o tüm bunları zaten aşmış ve geride bırakmıştır!)”103
El-Harakânî;“Bu (Allah’a giden) yol, dille ifade ve ikrar edilen, gözle
görülen, marifetle tanınan, yedi organla varılan bir yol değildir. Bu yolda her şey
O’nundur ve ruh da O’nun emrindendir. Burada yalnızca ilâhîlik (O’nu tanıma
ve O’nun büyüklüğünü idrak etme emaneti) vardır, işte o kadar!”104 Derken de
Yüce Allah’a bu maddî bedenle değil ruh ile varılacağını, nefsini arındıran ve
O’ndan bir ruh taşıdığını bilen kimsenin O’na ulaşacağını, “Allah’ı bilme, O’nu
Attâr, a.g.e., s. 635.
“O, yaptıklarından sorumlu değildir. O'nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar mutlaka
sorgulanacaklardır.” el-Enbiyâ, 21/23.
100 Attâr, a.g.e., s. 638.
101 Attâr, a.g.e., s. 619.
102 Attâr, a.g.e., s. 632.
103 Attâr, a.g.e., s. 635.
104 Attâr, a.g.e., s. 634.
98
99
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 17
tanıma, emirlerini yerine getirme ve O’nun rızasını kazanma fırsatı” nı105 doğru
değerlendirenlerin her iki âlemde de kazançlı çıkacağını söylemeye çalışmış
olmalıdır.
el-Harakânî, nefis tezkiyesinin o kadar kolay olmadığını bir başka sefer
şöyle açıklamıştır: “Eğer (imanlı, ahlaklı, nefsini kontrol etmeyi başarmış) genç
erkeği (fetâ), bir kadınla bir eve koysan kadın selamet bulur (o imanlı ve ihlaslı
genç, o kadının ırzına ve namusuna söz konusu evde dokunmaz. Ama o kadını bu
sefer cahil, kaba, ham, nefsine hâkim olamayan) bir sofu ile mescide koysan (o
sofu nefsini arındırmamış, ona hâkim olmayı başaramamışsa o kadın o “mescitte
bile”) selamette olmaz!”106 Görüldüğü üzere el-Harakânî, bu sözüyle ilmin ve
ihlasın önemine dikkat çekmekte, ilimden yoksun, nefsini tezkiye edememiş bir
sofunun mânevî dereceler kat etmesinin mümkün olmayacağını ve karşılaştığı
imtihanları çok kolay kaybedeceğini söylemeye çalışmaktadır.
“Âlimin biri anlatıyor: “Ebû Hasan’a bir mesele sordum. Dedi ki: ‘Bir
günde yetmiş (defa), bir gecede yetmiş kere ölüp, kırk yıl (uzun yıllar) bu şekilde
yaşayarak ulaşılan bir makama erdiğin zaman ancak bu meselenin cevabını
anlayabilirsin, şimdi değil.”107el-Harakânî, soru soran âlimi bu sözüyle uyarmış,
ilimle amel etmenin, ihlasın, inandığı ve değer verdiği konuya yoğunlaşmanın,
sağlıklı tefekkürün ve nefsi terbiye etmenin önemine dikkat çekmiştir. elHarakânî, ölümü aklından çıkarmayan ve öleceğine kesin bir şekilde inanarak
uzun yıllar istikamet üzere yaşayan bir kimsenin108 ancak bazı şeyleri anlamaya
başlayacağını ve mânevî dereceler kat edeceğini söylemeye çalışmış olmalıdır.109
Görüldüğü üzere nefis tezkiyesi o kadar kolay değildir. Bu yolda yaşanan
sıkıntıları tam olarak idrak edebilmek veya ikaz amaçlı söylenen derin hakikatleri
kavrayabilmek için bile çok ciddi çaba sarf etmek gerekir. Nitekim o, nefis
tezkiyesinin zorluğunu bir başka zaman şöyle açıklamıştır: “Şu evliyanın içinde
bulunan şeyden yalnızca birkaç zerre, kişinin iki dudak ve dişi arasına gelse,
el-Harakânî, “ilâhîlik” derken Ahzâb suresi 72. âyette zikredilen “emânet” kavramına atıfta
bulunmuş olmalıdır. Ayrıntılar için bkz. Seyhan, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'de Kur'an
Kültürünün Yansımaları”, s. 646-647.
106 Attâr, a.g.e., s. 624.
107 Attâr, a.g.e., s. 618.
108 Onun ölüm konusuna yaklaşımıyla ilgili bilgi için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan elHarakânî'nin Sünnet Anlayışı”, Hikmet Yurdu, Yıl: 7, C: 7, Sayı: 13, Ocak-Haziran 2014/1, s.
114-116.
109 el-Harakânî’nin tefekküre verdiği önemle ilgili bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin,
“Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Tefekkür Anlayışı”, Turkish Studies, International Periodical
For The Languages, Literatureand History of Turkishor Turkic, Ankara, Turkey, Volume
8/8 Summer 2013, s. 2053-2071.
105
18 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
sema ve zeminin bütün halkı dehşete düşer! (Zira bu hâli anlamak hiç kolay değil
oldukça zordur, ciddi emek ve çaba gerektirir!)”110
4. el-Harakânî’nin Nefsi Tezkiye Tecrübeleri
el-Harakânî,
nefsini
terbiye
ederken
yaşadığı
tecrübelerini
civanmertleriyle paylaşmış, ulaştığı bazı merhalelerden söz ederek onlara
geçecekleri yollar hakkında önemli bilgiler aktarmıştır.
4.1.el-Harakânî’nin Nefis Tezkiyesinde Sürekli Aşama Kaydetmesi
el-Harakânî, nefsi arındırma sürecinde daima mesafe kat etmiş ve hep ileri
gitmiştir. Nitekim o, ruhun ölümsüzlüğünü nasıl idrak ettiğini şöyle açıklamıştır:
“Bana gelen bir şey beni otuz gün ölü (gibi) bıraktı. Oysa halkın dünya ve ahirette
diri olmalarının nedeni o şeydir (Allah’tan gelen o ruhtur). Ondan sonra da bana
ölümsüz bir hayat bahşetti.”111el-Harakânî, Yüce Allah’ın “Hayy” sıfatının
tecelli edişini görmüş ve yaşamış, bir ay adeta ölü gibi dolaşmış, ölümsüz bir
hayatın bu sıfatla mümkün olduğunu anlamış, o sıfatın anlamını idrak etmiş,
O’ndan bir ruh taşıdığının künhüne vakıf olmuş, artık ruhun gerçekten ölümsüz
olduğunu o zaman daha iyi kavramıştır, denilebilir.
El-Harakânî, nefis tezkiyesinde belirli aşamalar kat eden hakikî bir sûfînin
Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etme şuuruna kavuşacağını ve O’ndan başka her
şeyden uzaklaşmak isteyeceğini ise şöyle ifade etmiştir: “İhsan deryasından
üzerine bir damla damlasa, bütün âlemde hiçbir şey söylemek, işitmek ve kimseyi
görmek istemezsin.”112
El-Harakânî;“Ben size kendi muamelemi (yaptığım bir şeyi) tasvir
etmiyorum. Size tasvir ettiğim (O’nun ihsanıdır, eriştiğim mânevî derecelerde)
Allah’ın kutsallığı, rahmeti ve muhabbetidir ki (bu deryada, bu makamda) dalga
üzerine dalga gelmekte, gemiler birbirini parçalamaktadır”113 derken de sürekli
aşama kat ettiğini, nefsini arındırmaya devam ettikçe mânevî mertebesinin
yükseldiğini, derinleştikçe manen yüceldiğini, birbirine çarpan her bir dalga ile
nefsinin kötü duygularından birinin daha yok olduğunu hissettiğini anlatmaya
Attâr, a.g.e., s. 618.
Attâr, a.g.e., s. 611.
112 Attâr, a.g.e., s. 629.
113 Attâr, a.g.e., s. 607.
110
111
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 19
çalışmış olmalıdır.114 Zira nefsi tezkiye etmenin nihayetinin olmadığını yine
kendisi şöyle ifade etmiştir: “Benden işittikleriniz benim muamelemden
(tecrübelerimden/yaptıklarımdan) veya onun ihsanındandır. Halka onun
tevhîdinden (birliğinden, tekliğinden) bahsetmem hiç uygun olmaz. (Tevhîd
konusunda ulaştığım ya da Rabbimin fazlı ve keremi sayesinde ulaştırıldığım o
mânevî derecelerden size) söz etsem yerinizde kalakalırsınız (bunu
anlayamazsınız) ve samana bir parça ateş düşmüş gibi bir durum meydana
gelir.”115el-Harakânî, bu sözüyle “Yaşadıklarımı ve bana bahşedilen ilâhî ikram
ve ihsanların tamamını size anlatmıyorum. Sadece sizlere güzel örnek olmaya
çalışıyorum. Bazı sözlerimde buna kısaca temas ediyorum. Bu seviyeye gelen ve
bu hâli yaşayan ancak bunları anlayabilir.” demek istemiş olmalıdır.
El-Harakânî, ulaştığı mânevî derecelerin bir kısmını ise şöyle açıklamıştır:
“Hak Teâlâ bana öyle bir fikir (sağlam ve sarsılmaz iman ve teslimiyet sonucu
ulaşılan engin bir hoşgörü ve sağlam bir muhakeme yeteneği) verdi ki, O’nun
bütün mahlûkatını onda gördüm (bu hoşgörü ve sağlıklı bakış açısı sayesinde
artık tüm yaratılmışlara şefkat ve merhametle baktım). Onda kalıp durdum; gece
gündüz onun meşguliyeti beni sardı, (bu fikirde iyice derinleştim ve bu) fikir
basîrete dönüştü; küstahlık (Allah’a ve tüm insanlığa karşı aşırı derecede bir
sevgi) ve muhabbete dönüştü; (Daha sonra) heybet ve vakara dönüştü. O fikirle
O’nun birliğini kavradım ve öyle bir mertebeye ulaştım ki (bu) fikir hikmete
dönüştü. (Sonra) dosdoğru yola (istikâmet üzere olma) ve halka şefkat (ve
merhamet) haline dönüştü. (Bunun üzerine) O’nun halkına (yarattığı tüm
insanlara ve varlıklara) karşı kendimden daha şefkatlisini görmedim.”116elHarakânî’nin belli bir mantık silsilesi ve anlam bütünlüğü içinde “fikir”,
“basîret”, “ilâhî aşk”, “muhabbet”, “heybet”, “vakar”, “hikmet”, “istikâmet” ve
“şefkat” kavramlarını peş peşe zikretmesi, onun zahirî ilimlere vakıf bir İslâm
âlimi olduğunun apaçık delilidir. Aynı zamanda ulaştığı engin tecrübeleri
yansıtması ve muâmele sürecinden müşâhede sürecine geçişini ortaya koyması
bakımından da oldukça önemlidir.
El-Harakânî bir başka sefer şöyle demiştir:“Kendime doydum
(benliğimden sıyrıldım, nefs-i emmâre’yi kontrol altına almayı büyük oranda
başardım ve ilâhî ikramlara nail oldum), o zaman kendimi suya attım, (ama)
114
115
116
el-Harakânî’ninfenâ, bekâ ve müşâhede hakkındaki görüşleri için bkz. Seyhan, “Ebu'l-Hasan
el-Harakânî'nin Tefekkür Anlayışı”, s. 2060-2061.
Attâr, a.g.e., s. 608.
Attâr, a.g.e., s. 606. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 21.
20 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
boğulmadım. Ateşe verdim (ama) yanmadım. Halkın yediklerini dört ay iki gün
yemekten el çektim (onların hiçbirini yemedim, ama) ölmedim. Acizlik eşiğine baş
koydum (Allah karşısında, hiçliğimi, aczimi ve fakrımı anladım). Bunun üzerine
(bir) kapı açıldı ve dille anlatılamayacak bir makama erdim.”117“Sırtüstü yatmış
uyumuştum. Arşın köşesinden ağzıma damla damla bir şey damlamış ve içimde
bir zevk doğmuştu (nefsimi tezkiye etmemin ve mânevî derecelere ulaşmamın
verdiği o aşkın hâl ile tarif edilemez metafizik duygular yaşadım!)”118 elHarakânî, bu sözleriyle şunları ifade etmek istemiş olabilir: “Nefsimi terbiye
etmeyi büyük ölçüde başardım; mânevî anlamda derinleştim; batının da bâtınına
nüfuz ettim.119 Yüce Allah karşısındaki fakrımı ve acizliğimi idrak ettikçe, O’na
kulluğu samimi bir şekilde yaptıkça nefsimin kontrolünü ele geçirdim ve müteal
duygular yaşadım. Ey insanlar! Siz de bu yollardan geçebilir ve nefsinizi tezkiye
etmeyi başarabilirsiniz!”
Mutasavvıfların büyük çoğunluğuna göre insanın içindeki nefis, şeytanın
işbirlikçisi, insanın putu120 ve onun düşmanıdır.121 Nefsin kökünü kazımak
imkânsız, ancak ıslah edip disiplin altına almak mümkündür.122 Dolayısıyla nefis,
her zaman vahyin ve akl-ı selimin denetim ve gözetimi altında tutulmalıdır. İşte
el-Harakânî, tüm bu yollardan başarıyla geçmiş, tecrübelerini paylaşmak
suretiyle insanlara nefislerini nasıl kontrol altına alacakları ve hangi
merhalelerden geçecekleri hususunda güvenilir bilgiler aktarmıştır.
4.2.el-Harakânî’nin Nefsini Etkisiz Hâle Getirmesi
el-Harakânî;“Allah Teâlâ’dan beni, bana olduğum gibi göstermesini
istedim. Beni bana berbat bir çul içinde gösterdi. Kendime (nefsime) baktım
baktım, sonra da: ‘Ben bu muyum?’ dedim. Bunun üzerine nida geldi: ‘Evet.’
‘Peki, (bendeki) o irade, ahlâk, özlem, yakarış (dua, niyaz) ve sızlanma (ürperme,
titreme, aşkın duygular yaşama hâli) nedir?’ (dedim). Yine nida geldi: ‘Onlar
Attâr, a.g.e., s. 609.
Attâr, a.g.e., s. 613.
119 el-Harakânî, bâtınî ilimlerde zirveye ulaştığını ve bâtının bâtınına nüfuz ettiğini bizzat kendisi
söylemektedir. Bkz. Attâr, a.g.e., s. 622. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 45.
120 “Kendi arzu ve özlemlerini kendisine ilâh edineni gördün mü?...” el-Furkân, 25/43. “Kendi
arzu ve özlemlerini tanrı edinen ve [bunun üzerine] Allah'ın, [zihninin hidâyete kapalı
olduğunu] bilerek saptırdığı, kulaklarını ve kalbini mühürlediği ve gözlerinin üzerine bir perde
çektiği [insan]ı, hiç düşündün mü? Allah[ın onu terk etmesin]den sonra kim ona doğru yolu
gösterebilir? O halde, hiç düşünüp ders çıkarmaz mısınız?” el-Câsiye, 45/23.
121 “Sana gelen iyilik, Allah'tandır. Başına gelen kötülük de nefsindendir…” en-Nisâ, 4/79.
122 Hücvîrî, a.g.e., s. 321.
117
118
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 21
hep biziz (Bizden üflenen o ruh nedeniyledir), sense işte busun!”123Derken nefsin
mahiyeti hakkında civanmertlerine bilgi vermekte ve onu etkisiz hâle getirmek
için çok çaba sarf etmeleri gerektiğini söylemektedir.
“(Nakledildiğine göre) Şeyhin (el-Harakânî’nin nefsi terbiye etme
hususundaki) âdeti şu idi: (Çileli riyazet yaptığı ilk yıllarda) gece olunca
boynuna bir zincir bağlar, kilim (incitici kaba yün elbise) giyerdi. Ayağına bukağı
vurur, eline yaş deriden bir kamçı alırdı; nefis gevşeklik yapınca onunla
döverdi.”124el-Harakânî’nin ilk önceleri böyle bir yöntemle nefsini kontrol altına
almayı başardığı söylenebilir. Nitekim o, nefsini nasıl pes ettirdiğini bir başka
zaman şöyle açıklamıştır: “Hak’tan başka ne varsa hepsinden el etek çektikten
sonra kendimi (nefsimi) çağırdım. (Nefsim bana) dedi ki: ‘Vilayetine girmem
(senin yanına gelmem), zira sen çok düzenbazsın (senin tek amacın Hak olmuş,
bana hiçbir yer bırakmamışsın. Senin yanına nasıl gelirim? Sen beni
mahvettin!)”125Onun bu ifadelerine bakarak bir müminin de benzer yöntemleri
uygulayarak nefsini etkisiz hâle getirmesinin ve yüksek mânevî mertebelere
ulaşmasının imkân dâhilinde olduğu söylenebilir. Ancak sâlik, nefsini tezkiye
ettiği ve tamamen Hakk'a yöneldiğini sandığı anda bile çokdikkatli olmalıdır.
Çünkü insanın içindeki şeytânî ses, ölünceye kadar onu yalnız bırakmayacak, ona
boyun eğmeyecek ve onunla mücadeleye devam edecektir.
“Naklederler ki Şeyh Ebû Saîd Ebu’l-Hayr, Şeyh Ebû Hasan elHarakânî’nin oğlunun da hazır bulunduğu bir sırada kürsüde (vaaz ederken)
şunu söylemiştir: ‘Nübüvvet çağından günümüze gelinceye kadar nefislerinden
kurtulup tertemiz bir şekilde onun dışına çıkan kimseler, bir akde ermişler
(onların sayıları oldukça sınırlı) isterseniz cümlesini sayarım. (Ancak) şurada
nefsinden arınan biri varsa o da şu efendinin babasıdır!’ deyip Ebû’l Hasan’ın
oğlunu işaret etmiştir.”126Anlaşılan o ki Ebû Saîd, el-Harakânî’nin nefis
tezkiyesinde başarılı olduğuna bu şekilde tanıklık etmektedir.
5. Nefis Tezkiyesinin Sonunun Olmadığını İfade Etmesi
el-Harakânî, nefsin oyunlarının nihai noktasını bilmediğini127 ve nefis
tezkiyesinin bir sonunun olmadığını şöyle açıklamıştır: “(Nefsi tezkiye işi)
kolay(dır) kolay(dır) demeyin! Zira ben öyle bir erim ki, yetmiş yıllık muamelem
123
124
125
126
127
Attâr, a.g.e., s. 639.
el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 314.
Attâr, a.g.e., s. 614.
Attâr, a.g.e., s. 597.
Attâr, a.g.e., s. 602.
22 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
şöyledir: İlk tekbiri Horasan’da alıyor, selamı Kâbe’de veriyorum. Yukarıda
(iken) Arş’tan, aşağıda (iken) yerin (ta) dibine kadar olan yerleri de görüyorum.
Herkesi (âdet gördükleri için) namaz kılmayan kadınlar gibi görüyorum (onların
mânevî hallerini ve derecelerini biliyorum). Bununla beraber (hakiki bir) er
değilim (bu mertebelere ulaştığım halde hâlâ benim de aşmam gereken
makamlar, merhaleler ve dereceler var).”128“Allah’ın yeryüzünde öyle bir kulu
var ki, karanlık bir gecede yorganı başına çekip uyuduğu zaman bile gökte
dolaşan yıldızları, ayrıca ayı, semaya götürülen bütün halkın sevap ve
günahlarını, gökten yeryüzüne inen halkın rızkını, semadan arza inen, arzdan
semaya çıkan melekleri ve gökte seyreden güneşi görür.”129“Allah Teâlâ’nın
yeryüzünde öyle bir kulu vardır ki, Allah’ı zikredince bütün aslanlar (korkudan)
altına işer, balıklar deryada yüzemez olur (sersemler), semadaki melekler (hayret
ve) dehşete düşer. (Onun etrafına saçtığı güneş gibi parlak nurdan/ışıktan) gök
de, yeryüzü de, melekler de onunla aydınlanır! Keza Allah Teâlâ’nın yeryüzünde
öyle kulları vardır ki, Allah’ı andıkları zaman deryadaki balıklar yüzemez olur.
Dünya öyle sallanır ki, halk zelzele oluyor sanır. Ve yine öyle bir kulu vardır ki,
onun nuru tüm mahlûkat üzerine düşer. Allah’ı anınca Arş’tan arza kadar her şey
titrer!”130 Görüldüğü üzere el-Harakânî, bu seviyelere nefis tezkiyesiyle, kararlı
duruşuyla ve sürekli aşamalar kaydederek ulaşmıştır. Kanaatimizce onun isim
vermeden “Allah’ın bir kulu” diyerek vasıflarını saydığı kişiaslında kendisidir ve
yaşadıklarını böyle bir yöntemle anlatmaktadır.
Yine o, yaşadığı engin tecrübelerden birini şu şekilde açıklamıştır: “Bir
gece gördüm ki (rüyamda) beni semaya götürdüler. Meleklerden bir cemaatin,
zârzâr ağladığını görünce: ‘Siz kimlersiniz?’ diye sordum. ‘Biz Hazret’in
âşıklarıyız’ dediler. ‘Biz dünyada bu hâle sıtma, titreme ve solma deriz, siz
âşıklar değilsiniz’ dedim. Oradan geçince mukarreb melekler önüme çıkıp
dediler: ‘Sen o cemaate (melekler topluluğuna) iyi ders verdin; çünkü onlar
Hazret’in (gerçek anlamda) âşıkları değildi…”131el-Harakânî, bizzat kendisinin
de ifade ettiği üzere Mirac hadisesine benzer böyle bir dinî tecrübeyi nefsin kötü
hasletlerinden arınarak ve sâlih ameller işleyerek yaşamış olmalıdır. Bununla
birlikte o, tüm bu müteal duygulara rağmen bir müminin karamsarlığa
kapılmadan nefisle mücâdeleye devam etmesi ve hâlâ aşılması gereken dereceler
olduğunu da unutmamasını istemiştir, denilebilir.
128
129
130
131
Attâr, a.g.e., s. 617-618.
Attâr, a.g.e., s. 618.
Attâr, a.g.e., s. 619. Ayrıca bkz. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 242.
Attâr, a.g.e., s. 638-639. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 166.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 23
“Şiblî: ‘İlâhî! Bütün halka görme gücü ver ki (hidayet nasip et ki) Seni
görsünler (gerçek anlamda Seni bilip takdir etsinler)’132 demişti’ diye nakledilir.
Şeyhe, (bunu sorarak) ‘Dava (Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı temelsiz ve asılsız
iddialarda bulunmak) mı daha beterdir, günah mı?’ dediklerinde (el-Harakânî):
‘Gerçekte dava (hakkında bilgi sahibi olmadığın meselede konuşmak) da
günahtır’ diye cevap verdi. ‘Kulluk nedir?’ dediler. Dedi ki: ‘(Nefsin arzusuna
göre) keyfince ömür sürmemen!’ ‘Fakrın belirtisi nedir?’ diyenlere, ‘(Allah
karşısında) kalbin siyah olmasıdır (O’nda fânî olmak ve hiçlik makamına
ermektir)’ ‘Bu sözün manası nedir?’ denilince de: ‘Demek isterim ki, siyah
renkten sonra başka bir renk yoktur (renklerin nasıl sonu varsa fakrında sonu
O’nda yok olmaktır)’ dedi. ‘Tevekkülün belirtisi nedir?’ denilince de şöyle dedi:
‘Arslanın, ejderhanın, ateşin, deryanın, yastığın senin için bir olmasıdır. Çünkü
tevhîd âleminde (bunların) hepsi de birdir. Gücün yettiği kadar tevhîd (Allah’ın
varlığına ve birliğine tam bir teslimiyetle ve bütün hücrelerinle iman etmek) için
çalış, zira yola düştüğünde korku biter ve çok kârlı çıkarsın.’ ‘Senin işin nedir?’
diyenlere, ‘Bütün gün oturmuş (kalbime): ‘Yol açın (Padişah olan Allah
geliyor!)’ diyorum’ dedi. ‘Bu nasıl oluyor?’ dediklerinde şöyle dedi: ‘Allah’tan
gayri kalbe gelen her (türlü) düşünceyi (havâtırı) kovuyorum. Zira öyle bir
makamdayım ki, bir sineğin sırrı bile bana kapalı değil. Onu şu memlekette
(âlemde) niçin yaratmış, ondan muradı nedir, bilirim. Yani artık Ebû Hasan
kalmamıştır, haberdar olan Hak’tır, ben ortada yokum. Elime her ne alırsam
mutlaka, ‘Ya Rab! Bunu bedenimin tabiatı kılma!’ derim.”133 Görüldüğü üzere o,
nefis tezkiyesinin sonunda ulaştığı hâl ve makamları bu şekilde açıklamıştır.
Onun kalbinde Yüce Allah’tan başka hiçbir sevgiye yer kalmamış, fenâ
132
133
Bu sözün zâhirinin şu âyetlerle çeliştiği görülmektedir: “Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada
ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler
diye insanları zorlayacaksın?” el-Yûnus, 10/99; “Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de
vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” en-Nahl, 16/9; “…Eğer Allah dileseydi,
elbette onları hidâyet üzere toplardı...” el-Enâm, 6/35; “Allah dileseydi, onlar ortak
koşamazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık…” el-Enâm, 6/107; “De ki: “Kesin
delil Allah'a aittir. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.” el-Enâm, 6/149.
Dolayısıyla Şiblî’nin kast ettiği görme gücünün maddî göz ile görme değil, aksine, “dua ve
niyaz anlamında insanların hidâyete ermelerini isteme amacı” taşıdığı söylenebilir. Zira maddî
göz ile görmek gayb perdesinin ortadan kalkması anlamına gelir. Oysa iman, aklı kullanmak
suretiyle insanın kavrayış alanı dışındaki âleme inanmasıyla gerçekleşir. Kâfirlerin Yüce
Allah’ı ve melekleri görme isteklerinin tam da bu gerekçeyle reddedildiği unutulmamalıdır.
Bkz. “Bu insanlar, Allah'ın, Kendisini bulutların gölgeleri arasından meleklerle birlikte onlara
göstermesini mi bekliyorlar? Ama [o zaman] her şeye karar verilmiş (iş bitmiş) ve her şey
Allah'a döndürülmüş olurdu.” el-Bakara, 2/210.
Attâr, a.g.e., s. 636.
24 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
mertebesine ulaşmış ve O’na tevekküle, duaya, hamda, zikre ve şükre devam
etmiştir.
El-Harakânî,
nefis tezkiyesinin bitmeyeceğini ve hâlâ yapılması
gerekenler olduğunu bir başka sefer şöyle açıklamıştır: “Bir kul arınmışlığıyla
tüm makamları aşsa bile O’ndan aldığını (ruhu, sevgiyi, bağlılığı, aşkı tekrar)
O’na vermedikçe kesinlikle Hakk’ın varlığı kendisine zahir olmaz.”134 elHarakânî, bu sözüyle Yüce Allah’a sağlam bir imanın, tam bir teslimiyetin, O’nu
delice sevmenin ve O’nda fânî olmanın önemine vurgu yapmaktadır, denilebilir.
el-Harakânî, nefis terbiyesinde başarıya ulaştığını bizzat kendisi şöyle
ifade etmiştir: “Yarın kıyamet günü bana: ‘Ne getirdin?’ dediklerinde derim ki:
‘(Allah’ım!) Dünyadayken bana öyle bir köpek (nefis) verdin ki, bana ve kullarına
saldırmaması için ne yapacağım hususunda aciz kalıp şaşırdım. Bana pislikle
dolu (fücûr) bir tabiat (nefis) verdin, ben de bütün ömrümü onu temizlemekle
geçirdim (ve ancak Sana nefsimi arındırma çabamı, takvâmı
getirebildim!)”135“Allah’ın halkı ile (yarattığı tüm mahlûkat ile) hep barış
yaptım, hiç savaşmadım (insanlarla daima iyi geçinmeye çalıştım). Nefis ile de
hiç barışmamak üzere savaştım! (ona harp ilan ettim, daima onu düşman
belledim!)”136“İnsanoğlu şu üç şeyle sürekli olarak (mücadele halinde olmalı ve
bunları kontrol ederek Allah’a) itaati tam yapmalıdır ki sorgusuz sualsiz cennete
gidebilsin. (Bunlar) kalp, nefis ve dildir.”137el-Harakânî, ölünceye kadar nefsini
kontrol altında tutanların, derin tefekküre dalanların ve ihlasla kulluk görevini ifa
edenlerin cenneti hak edeceklerini söylemiştir. Onun böyle söylerken Hz.
Muhammed’in şu sözüne atıfta bulunduğu ifade edilebilir: “Her kim dudakları
ve iki bacağı arasındaki şeye (diline ve cinsel organına) kefil olursa (bunları
yönlendiren nefsin fücur programına değil de takvâ yazılımına uygun hareket
ederse) ben de ona cenneti garanti ederim.”138
el-Harakânî;“Cebrâil semada: ‘Sizin gibi gelmemiştir ve gelmez de!’ diye
nida etse, bu sözün doğru olduğuna inanın (iyi yolda olduğunuzu düşünün,
ümidinizi (recâ) yitirmeyin); ama Allah’ın mekrinden (imtihanından), nefsinizin
afetinden (başınıza açacağı her türlü belâdan) ve şeytanın işinden (kurduğu
tuzaklardan) emin olmayın (zira sınav devam etmektedir; rehavete asla
134
135
136
137
138
Attâr, a.g.e., s. 615.
Attâr, a.g.e., s. 638.
Attâr, a.g.e., s. 612.
Attâr, a.g.e., s. 629.
Tirmizî, 34/Zühd, 61 (IV, 606).
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 25
kapılmayın! Havf ve recâ arasında olun!)”139Demiştir. Yine o;“Hak Teâlâ’nın
bana açtığı bu yoldaki gidişatta o kadar çok değişiklik olurdu ki, her yıl küfürden
nübüvvete geçiyorum sanırdım. Fark işte bu kadardı!”140Derken de nefis
tezkiyesinin bir sonunun olmadığını ve imtihanın ölünceye kadar devam
edeceğini söylemeye çalışmaktadır, denilebilir. el-Harakânî;“O âlemde bir ere
(Hz. Muhammed’e) ulaşabilmen için bu âlemde (dünyada) bin kişinin seni terk
etmesi gerekir. Bin kadeh zehir içmelisin (zorluklara katlanmalısın) ki, bir damla
şerbet içebilesin!”141derken de dünyayı terk etmenin, ahirete yatırım yapmanın
ve nefsi terbiye etmenin zorluğuna işaret etmektedir.
El-Harakânî, Allah’ı gerçek anlamda arayanların bulacaklarını ise şu
sözleriyle ortaya koymuştur: “O, seni aramadıkça sen (de) onu arama. Zira
arayarak bulduğun şey sana benzer ve senin gibi olur. (Ancak Allah Teâlâ; Kitap,
peygamber ve akılla sana gideceğin yolu ve yöntemi gösterirse ki, göstermiştir.
O zaman sen de artık gayret et ve o yola yönel. O zaman Yüce Allah sana destek
olur, kalbine inşirah verir. O’nun koruması ve gözetimi altında yoluna devam
eder; O’na ulaşır ve O’nun boyası ile boyanırsın).”142 “Şu halk: ‘Akşam sabah
gelip arıyoruz’ diyor. Oysa esas arayan O’nu arar. (Asıl arayan O’nun
tarafından aranandır, aranmayı hak edeni Yüce Allah sever ve ona değer
verir.)”143 “Şayet kul kendi izzetini (şeref, onur, itibar, saygınlık ve vakarını)
Allah Teâlâ’ya sunarsa (O’na bağlanır ve nefsini arındırmayı başarırsa), Allah
da kendi izzetini onun üzerine koyup kula iade eder; kul Allah’ın izzetiyle aziz
olsun diye.”144 İşte böyle yapan samimi bir kul, kemâl derecelerine ulaşır.
Dolayısıyla el-Harakânî’ye göre, “Hak, bir kimseyi (imanındaki kararlılığa ve
ortaya koyduğu tam teslimiyete bakarak) irade ederse ona yolunu gösterir. İşte
bundan sonra onun (Hakk’a olan) yolu kısalır (lakin böyle bir kul, bu yolda
oyalanmadan, durmadan, dinlenmeden kararlılıkla yürümek ve nefis tezkiyesine
devam etmek zorundadır.)”145
Nitekim el-Harakânî, sâlikin sülûküne devam etmesi gerektiğini şöyle
ifade etmiştir: “Şayet mahlûk (yaratılmış, sınırlı ve aciz) bir kul Hakk’ın
139
140
141
142
143
144
145
Attâr, a.g.e., s. 632.
Attâr, a.g.e., s. 609.
Attâr, a.g.e., s. 633.
Attâr, a.g.e., s. 624.
Attâr, a.g.e., s. 627.
Attâr, a.g.e., s. 624.
Attâr, a.g.e., s. 626. Konuyla ilgili şu âyete bakılabilir: “Bizim uğrumuzda cihat edenler var ya,
biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla
beraberdir.” el-Ankebût, 29/69. Ayrıca bkz. el-Mâide, 5/16.
26 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
huzurunda “Bir” ile iki olacak şekilde dursa (O’nda fânî olmasa) henüz onun
sülûkü erler (ermişler) makamında bir şey değildir. (Onun daha gitmesi gereken
pek çok yol ve aşması gereken makamlar vardır.) ‘Bir ile iki olmak ne demektir?’
diye soranlara dedi ki: ‘Halk önünden çekilince (dünya ve içindekilere değer
vermeyince, onların alkış ve takdirine bakmayınca) o (sâlik) kendine varır
(kendini bilir, Rabbini tanır.146Vecd ve istiğrak hali onu kuşatır; fenâ mertebesine
ulaşır; yemek) yer, ama tadını bilmez; üzerinden soğuk (veya) sıcak geçer ancak
(bunlardan) haberi olmaz; kendinden geçince (de) Hak’tan başka bir şey kalmaz
(iki iken Bir olur; O’nda fânî olur; O’nun vahdaniyet ummanına dalar ve gözden
kaybolur.)”147 Bu yüzden el-Harakânî: “İkiyken dengi vardı, bir olunca dengi
bulunamadı”148 demiştir. O, nefsini tezkiye etmeyi başaran ve O’nda fânî olan
sûfînin Yüce Allah’a ulaşacağını, Hakk’ın ise eşi ve denginin olmadığını
söylemeye çalışıyor olmalıdır. Yine o;“İlâhî! Benim olan her şeyi yoluna
koydum, ayrıca Senin olan her şeyi de! Benliğim (nefsim) ortadan kalksın ve her
şey Sen olasın diye!”149derken de, “Nefsimi kötülüklerden arındırdım. Kalbimi
ve ruhumu da tamamen Sana teslim ettim. Şu an orada sadece Sen varsın
Allah’ım!” demek istemiş olmalıdır.
Yine el-Harakânî;“Bir kimse ki, kendisiyle Allah arasında yerden göğe,
gökten Arş’a ve Arş’tan Kâb-ı kavseyn’e, Kâb-ı kavseyn’den Nûr makamına
kadar giden (uzun mesafe ve) yol vardır. Eğer o kimse, (Allah’a gidecek/ulaşacak
bu kadar uzun bir yol olduğu halde, gitmesi ve aşması gereken tüm bu yolları
unutur, kendini bir şey zanneder, gurura kapılır, küstahça tavırlar takınır,
dünyaya bağlanır, ahireti unutur ve) kendisi için bir sinek (veya karınca) kadar
(bile olsa) kıymet görürse, (o yaratılış gayesini unutan ve şımaran bu adam) iyi
bir adam sayılmaz”150 derken de kendisinden bazı kerâmetler zuhûr eden ve buna
şımaran “sözde sûfî” leri kast etmiş olmalıdır. O, bu sözüyle şunları söylemek
istemiş olabilir: “Ey insan! Hayat devam ediyor; gidilecek yol uzun ve sen
acizsin; haddini bil, sınırlı olduğunu unutma! Yaratan’ını iyi tanı! Mânen
yükseldikçe mütevazı ol! Haddini aşma!Kibirlenme! Güç zehirlenmesi yaşama!
Küstahlaşma! Şımarma! Şükürden âciz ve gâfil olma! Kendine yazık etme!
Kendine yazık edenlerin iflah olmayacağını ise aklından hiçbir zaman çıkarma!”
146
147
148
149
150
“Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir” kelamı kibârı ile ilgili yapılmış bir çalışma için bkz. Açıkel,
Yusuf, “Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir” Hadis mi?, Kelâm-ı Kibar mı?”, SDÜİFD, Isparta, 1998,
Sayı: 5, s. 173-200.
Attâr, a.g.e., s. 617.
Attâr, a.g.e., s. 616.
Attâr, a.g.e., s. 616.
Attâr, a.g.e., s. 602.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 27
Kısaca, el-Harakânî’nin bütün bu sözleri nefis tezkiyesinin bir sonunun
olmadığını ve sürekli nefis muhasebesi yapılması gerektiğini göstermektedir.
SONUÇ
El-Harakânî, Kur’ân ve Sünnet’e gönülden bağlı bir İslâm âlimidir. O,
Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Ebû Bekir eş-Şiblî gibi Türk-İslâm âlim
ve mutasavvıflarının hayat tarzını benimsemiş, onların iyi bir varisi olmaya
çalışmış ve kendisinden sonra gelenler üzerinde derin izler bırakmıştır.
El-Harakânî, dünyaya gelen her insanın en önemli görevinin Yüce Allah’a
iman, O’na tam anlamıyla teslimiyet, O’nun verdiği sayısız nimetlere sonsuz
şükretmek ve O’nun rızasını kazanma şansını doğru değerlendirmek olduğuna
gönülden inanmış ve bu düşünceyi ömrü boyunca savunmuştur. Onun anlayışına
göre, Yüce Allah’ı arayıp bulmak, baktığı her yerde O’nun varlığının izlerini
görmek, O’nu anmak ve O’na hamd etmek için öncelikle insanın içindeki şeytanı
ve nefsi yenmesi şarttır. Bu uğurda çile çekmeden kolayca hedefe varmak
mümkün değildir. İşte el-Harakânî, bu zor görevi başarmış ve mânevî makamlar
aşarak metafizik bir derinliğe ulaşmıştır.
El-Harakânî, dinî ve tasavvufî konularda kendisini geliştirmiş, özelde
Müslümanların, genelde tüm insanlığın sorunlarını kendine dert edinmiş ve bu
problemlerin çözümü için uğraşmıştır. O, her zaman belli bir mantık silsilesi ve
anlam bütünlüğü içinde konuşmuştur. Nitekim onun bir sözünde “fikir”,
“basîret”, “ilâhî aşk”, “muhabbet”, “heybet”, “vakar”, “hikmet”, “istikâmet” ve
“şefkat” gibi kavramları peş peşe kullanması, zahirî ilimlere vakıf bir İslâm âlimi
olduğunun delilidir. Zira iyi bir eğitim almamış kimseninmezkûr kavramların
taşıdığı anlamları derinlemesine bilebilmesi ve bunları etkili bir şekilde
yorumlayabilmesi söz konusu değildir. Ayrıca bu ifadeler, onun yaşadığı engin
dinî tecrübeleri yansıtması açısından da oldukça önemlidir. el-Harakânî’ye göre
bu mânevî derecelere ulaşmak için sağlam bir iman, Allah ve Rasûlüne tam itaat,
sâlih amel, dünyanın geçici güzelliklerini terk ve nefsi etkisiz hale getirmek
şarttır. Bunu başaran Yüce Allah’a yakın olur; nefsinin arzularının peşinden
giden ise şeytanın elinde oyun ve eğlence aracı olmaktan kurtulamaz.
El-Harakânî’ye göre nefsin oyunlarının ve tuzaklarının nihayeti yoktur ve
ölünceye kadar imtihan devam etmektedir. O, nefsi tezkiye etmeden, aklı etkin
ve verimli kullanmadan, ter dökmeden, zaman ve emek harcamadan amaçlanan
hedefe varmanın mümkün olmadığına inanmaktadır. Zira yüksek mânevî
28 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
makamlara erişebilmek için sağlıklı bir tefekkür, sabır, kararlılık ve nefisle ciddi
mücadele gerekir. İslâm’ı gerçek anlamda yaşayan bütün müminlerin bu mânevî
mertebelere ulaşmaları her zaman mümkündür.
El-Harakânî, nefsini terbiye etmeyi büyük ölçüde başaran ve mânevî
anlamda derinleşen bir Allah dostudur. O, Yüce Allah karşısında fakrını ve
acizliğini idrak ettikçe, O’na kulluğu samimi bir şekilde yaptıkça nefsinin
kontrolünü ele geçirmiş, böylece tarifi imkânsız duygular yaşamış, dinî
tecrübelerini civanmertlerine aktararak onlara iyi bir rol model olmuştur. ElHarakânî, söz konusu tecrübelerini paylaşmak suretiyle insanlara nefislerini nasıl
kontrol altına alacakları ve hangi merhalelerden geçecekleri konusunda çok
değerli bilgiler aktarmıştır. Nefis tezkiyesi konusunda onun verdiğibu bilgiler,
öğretisini takip edenler için yol gösterici ve ufuk açıcı olmuştur.
El-Harakânî’nin ulaştığı aşkın makamları anlatırken isim vermeden
“Allah’ın bir kulu” diyerek vasıflarını saydığı kişinin aslında kendisi olduğu ve
yaşadıklarını böyle bir yöntemle anlattığı söylenebilir. Zira o, böyle bir metodu
kullanarak kendi ismini zikretmeden, “kendini ön plana çıkartıyor, reklam
yapıyor, övünüyor, taraftar toplamaya çalışıyor” eleştirilerine muhatap
olmadan,mesajını üçüncü tekil şahısaracılığıyla çok daha geniş kitlelere
ulaştırmayı amaçlamış ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur, denilebilir.
El-Harakânî, daima Yüce Allah’ı tüm ruhunda hissetmiş, O’ndan bir ruh
taşıdığının bilincinde olmuş, O’nun sıfatlarıyla bütünleştiğini, baktığı her şeyde
O’nun izlerini gördüğünü, O’na teslim olduğunu ve müteal hâller yaşadığını
söylemiştir. O, nefsi tezkiye hususunda çok gayret sarf etmiş, ruhunu bedenin
esaretinden kurtarmak için çetin mücadeleler vermiş, bu bedenin ona çok çile
çektirdiğini söylemiş ve civanmertlerine nefis tezkiyesinin zor, ancak imkânsız
olmadığını göstererek öğretmiştir.
El-Harakânî, samimi çabalarının bir karşılığı olarak Yüce Allah’ın ilâhî
ikramlarına nail olmuş, kendisine bahşedilen hikmet, basîret, ferâset ve sağlam
muhâkeme yeteneği sayesinde özlü sözler söylemiş, çağını ve gelecek asırları
doğru analiz etmiş ve öğretisini takip eden kâmil müminler tarafından hayırla yâd
edilerek amel defterinin açık kalmasına imkân sağlamıştır. Onun hikmet dolu
sözleri incelendiğinde âlim bir mutasavvıf olduğu, İslâm’ı temsil ve tebliğ
hususunda kararlı bir duruş sergilediği, adanmış gönül eri olmayı başardığı,
böylece başta talebeleri olmak üzere kendisinden sonra gelen tüm müminlere iyi
bir rol ve model olduğu anlaşılmaktadır.
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 29
KAYNAKÇA
ABDULBÂKÎ, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’lKur’âni’l-Kerim, Çağrı Yay., İstanbul, 1986.
ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed, (ö. 1162/1652), Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlü’lİlbâsamme’ş-teheramine’l-EhâdîsialâElsineti’n-Nâs, (I-II), Thk.: Ahmet
Kalaş, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405.
AÇIKEL, Yusuf, “Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir” Hadis mi?, Kelâm-ı Kibar mı?”,
SDÜİFD, Isparta, 1998, Sayı: 5, (s. 173-200).
ALGAR, Hamid, “Kâzerûnî”, DİA, Ankara, 2002, XXV, 145-148.
ALPER, Ömer Mahir, “İbnSînâ”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 319-322; 331-345.
ATTÂR, Ferîdüddîn, (ö. 627/1230), Evliya Tezkireleri, Çev.: Süleyman Uludağ,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007.
ÇİFTÇİ, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve
Tasavvufî Görüşleri) Nûru’l-‘Ulûm ve Münâcât’ı (Çeviri-AçıklamaMetin),Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004.
DÂRİMÎ, Abdullah b. Abdirrahman es-Semerkandî, (ö. 255/868), Sünenü’dDârimî, (I-II), Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
DURUSOY, Ali, “İbnSînâ”, DİA, İstanbul, XX, 322-331.
EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ, (ö. 425/1033), Nûru’l-Ulûm ve Münâcât’ı,
(Çeviri-Açıklama-Metin), Haz.: Hasan Çiftçi, Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî
Derneği Yay., Ankara, 2004.
---------, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Şenol Kantarcı, Ankara, 1997.
EBÛ DÂVUD, Süleyman b. Eş’as, (ö. 275/888), SünenuEbîDâvud, (I-V), Çağrı
Yay., İstanbul, 1992.
GÜRER, Dilaver, “Şiblî, Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 125-126.
HÜCVÎRÎ, Ali b. Osman Cüllâbî (ö. 465/1072), Keşfu'l-Mahcûb, Hakikat
Bilgisi, Haz.: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul, 1982.
İBN HANBEL, Ahmed b. Muhammed, (ö. 241/855), Müsned, (I-VI), Çağrı
Yay., İstanbul, 1992.
30 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32
İBN MÂCE, Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, (ö. 275/888), SünenuİbnMâce,
(I-II), Thk.: Muhammed Fuad Abdulbâkî, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
İBN MANZÛR, Cemâluddin Muhammed b. Mükerrem, (ö. 711/1311), Lisânu’lArab, (I-XV), Beyrut, 1994.
İBN MANZÛR, Cemâluddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânu’l-Arab, Thk.:
Abdullah Ali el-Kebîr, Dâru’l-Meârif, Kahire, ts.
KELÂBÂZÎ, Ebû Bekir Muhammed b. İshâk, (ö. 380/990), et-Taarruf li
Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, (Doğuş Devrinde Tasavvuf), Haz.: Süleyman
Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1979.
KUŞEYRÎ, EbûKâsım Abdülkerim b. Havâzin, (ö. 465/1073), er-Risâle
(Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah
Yay., İstanbul, 1991.
MEVLÂNÂ, Celâleddin Rûmî, (ö. 672/1273), Mesnevî, Çev.: Veled İzbudak,
MEB Yay., İstanbul, 1968.
MUHAMMED İBN MÜNEVVER, Tevhîdin Sırları, Haz.: Süleyman Uludağ,
Kabalcı Yay., İstanbul, 2004.
NESÂÎ, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şu’ayb, (ö. 303/915), Sünenu’n-Nesâî, (IVIII), Çağrı Yay., İstanbul,1992.
OKUDAN, Rifat, “Ebû Bekir Şiblî: Hayatı ve Tasavvuf Tarihindeki Yeri”,
Tasavvuf İlmî ve Akademik Dergisi, Yıl, 8 (2007), Sayı: 19, (s. 211-234).
ÖNGÖREN, Reşat, “Tasavvuf”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 124.
RÂGIB, el-Isfahânî, (ö. 502/1108), el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Kahraman
Yay., İstanbul, 1986.
SEYHAN, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin İlim Anlayışı”, JASSS,
International Journal of Social Science,Fransa, May 2013, Volume 6 Issue 5,
(p. 1049-1083).
-------,“Ebu'l-Hasan el-Harakânî'de Kur'an Kültürünün Yansımaları”,
TurkishStudies, International Periodical For The Languages, Literature
and History of Turkishor Turkic, Ankara Turkey, Volume 8/6 Spring 2013,
(p. 641-664).
-------,“Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Nefsi Tezkiye Metodu”, (Yayınlanmamış
ilmî makale), (s. 1-25).
Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 31
-------, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnet Anlayışı”, Hikmet Yurdu, Yıl: 7,
C: 7, Sayı: 13, Ocak-Haziran 2014/1, (s. 101-126).
-------, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnete Bağlılığı ve Hadis Anlayışı”,
JASSS, International Journal of Social Science, Fransa, October 2013,
Volume 6 Issue 8, (p. 551-588).
-------, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin
(Yayınlanmamış ilmî makale), (1-25).
Tasavvuf
ve
Şehitlik
Anlayışı”,
-------, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Tefekkür Anlayışı”, TurkishStudies,
International Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkishor Turkic, Ankara, Turkey, Volume 8/8 Summer 2013, (p. 2053-2071).
-------, “Envâru'l-Âşikîn'de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî
Anlayışlarına Etkileri Üzerine”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Erzurum 2013, Sayı: 39, (s. 159-196).
SÜLÜN, Murat, “Nefs-i Mutma’inne Ayetine Yeni Bir Yaklaşım”, AÜİFD,
Ankara, 2009, C. 50, Sayı: 1, (s. 1-24).
TİRMİZÎ, Muhammed b. İsâ, (ö. 279/892), el-Câmiu’s-Sahîh, (I-IV), Çağrı
Yay., İstanbul, 1992.
ULUDAĞ, Süleyman, “Bâyezîd-i Bistâmî”, DİA, İstanbul, 1992, V, 240.
--------, “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, İstanbul, 1993, XIII, 120.
--------, “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 377-381.
--------, “Nefis”, DİA, İstanbul, 2006, XXXII, 526-528.
--------, “Tasfiye”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 128.
YAZICI, Tahsin, “Ebû Saîd Ebü’l-Hayr”, DİA, İstanbul, 1994, X, 220-222.
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 33-48
EBU’L- HASAN HARAKANİ’NİN
HAYATI VE ESERLERİ
Ayfer CAN
Özet
Ebu’l-Hasan Harakânî, X. yüzyılın son çeyreği ile XI. yüzyılın ilk yarısında
yaşamış, Anadolu’nun Müslümanlaşmasında önemli katkıları olan Türk
mutasavvıflarında birisidir. Asıl adı Ali bin Ahmed bin Cafer, künyesi ise
Ebu’l- Hasan’dır. Hicri 352/milâdi 963 yılında doğan Harakânî, Ebu’lKasım Kuşeyrî, Ebu’l Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni gibi
mutasavvıflarla, Gazneli Sultan Mahmûd gibi devlet ricâliyle, İbn Sinâ gibi
felsefe ve tıp otoriteleriyle çağdaştır. Harakânî, 10 Muharrem 425 /5 Aralık
1033 yılında vefat etmiştir. Vefatı hakkında iki görüş mevcuttur. Birincisi
Harakan’da vefat ettiği, diğeri ise Kars şehri Yahniler dağında şehit
düştüğü şeklindedir.
Harakâni’ye nisbet edilen Hidayetnâme, Fakrnâme, Nûru’l-Ulûm gibi
birtakım eserler vardır. Nûru’l-Ulûm muhtelif tasavvufi konuları ihtiva
eden, on bölümden oluşan, yaklaşık 50-60 sayfalık Farsça bir eserdir.
Harakânî, Bâyezid-i Bistâmî meşrebinde kabz ehli bir sûfîdir. Bâyezid-i
Bistâmî’nin rûhaniyyetinden feyz alarak üveysî yolla yetiştiği için
şathiyeleri ve coşkulu sözleri meşhurdur. Harakânî, tasavvuf tarihinde
Aynu’l- Kudât Hemedâni, Necmeddin Dâye, Attar ve Mevlâna Celâleddin
Rûmî gibi coşkulu mutasavvıfları derinden etkilemiştir. Harakânî,
insanların derdiyle dertlenmeyi seven, aile sıkıntısı çeken, çiftçilik yaparak
geçimini sağlayan, mütevâzî bir hayat süren gerçek bir gönül eridir.
Anahtar Kelimeler: Harakânî, Gazneli Sultan Mahmûd, Nûru’l-Ulûm.
Abstract
Ebu’l-Hasan Harakânî was a significant Turkish Sufi who liven from the
last quarter of the X. century to the first quarter of the XI century and one
of the first representatives of the school of sufi which had an extremely
important effect in Islamization of Anatolia. His name is Ali bin Cafer and
his personal tag is Ebu’l Hasan. Harakânî who was born in 352 according
to the Hegira calendar and in 963 according to the Gregorian calendar is
coetaneous with some Sufis such as Ebu’l-Kasım Kuşeyrî, Ebu’l Abbas
Kassâb, Ebu Said el-Miheni, some state dignitary such as Gazneli Sultan
34 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48
Mahmûd, and some philosophical and medical authorities such as İbn
Sinâ. Harakânî died in the tenth day of Muharram 425/in the fifth day of
December, 1033. There are two ideas about his death. The first is that he
died and second is that he was martyrized at Yahniler Mountain, Kars City.
There are some works such as Hidayetnâme, Fakrnâme, Nûru’l-Ulûm
which are related to Harakânî. Nûru’l-Ulûm is a Persian work
approximately consisting of ten parts and 50-60 pages and containing
different sufistic topics.
Harakânî is a kabz (depression) expert with the temperament/spirit of
Bâyezid-i Bistâmî. He drew spiritual inspiration from Bâyezid-i Bistâmî
and because he was trained by drawing inspiration, his poetries and
enthusiastic expressions are famous. Harakânî deeply influenced some
Sufis in the history of Sufism such as Aynu’l- Kudât Hemedâni, Necmeddin
Dâye, Attar and Mevlâna Celâleddin Rûmî. Harakânî was a genuine man
of heart who loved getting worried about the troubles of other, who earned
his keep with farming and who lived a humble life.
Keywords: Harakânî, Gazneli Sultan Mahmûd, Nûru’l-Ulûm .
GİRİŞ
EBU'L-HASAN HARAKANİ'NİN HAYATI VE ESERLERİ
Tasavvuf ilmi, islâmî hayatın ve kültürümüzün bir parçasını teşkil
etmektedir. Tasavvuf tarihine baktığımız zaman her bir sûfînin coşkun birer derya
olduğunu, ayrı ayrı dünyalara sahip olduklarını ve bu şekilde insanları derinden
etkilediklerini ve bu etkilerinin o sûfîlerin vefatlarından sonra asırlar geçse bile
devam ettiğini görüyoruz. Aslında tasavvuf tarihinde her biri ayrı ayrı öneme
sahip olan bu şahsiyetlerin tek tek incelenmesi ve hayatlarındaki bilinmeyen
yönlerin ortaya çıkarılması gerekiyor. Çünkü çoğu sûfînin hayatının çok fazla
bilinmediği veya yeterli derece de anlaşılamadığı veyahut da yanlış anlaşıldığı
dikkatimizi çekiyor. Bazı sûfîlerin tabakât kitaplarında sadece isimleri geçmekte,
bazılarının hakkında ise ayrı ayrı kitaplarda bilgiler ve kısa hayat hikâyeleri yer
almaktadır.
İşte bu nedenler; bizi, tasavvuf tarihinde çok önemli bir yere sahip olan,
hikmetli sözleri ve nasihatleri ile eğitici yönü bulunan, yaşadığı dönemde
insanların gönlünde âdeta taht kuran, günümüzde hâlâ etkisi devam eden Ebu'lHasan Harakânî'nin hayatını seçmeye sevk etti. Ebu'l-Hasan Harakânî'nin hayatı
Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 35
ile ilgili farklı kaynaklarda yer alan bilgileri bir araya getirerek onun hakkında
derli toplu bilgi elde edilebilmesini sağlamayı amaçladık.
Ebu'l-Hasan Harakânî Anadolu’nun Müslümanlaşmasında son derece
önemli etkisi bulunan tasavvuf ekolünün ilk devir temsilcilerindendir.1
Doğum ve ölüm tarihlerine baktığımızda H.352/M.963 ve H.425/M.1033
tarihleri arasında yaşadığını görüyoruz.2 Harakânî’nin yaşamış olduğu bu dönem
İslam Tarihinde idarî, kültürel ve ilmî açıdan olmak üzere en parlak dönem
diyebileceğimiz Abbasiler dönemidir. Ayrıca Harakânî’nin yaşadığı dönem
Gazneli Devleti’nin de en ihtişamlı olduğu dönemdir.3 Harakânî Gazneli Sultan
Mahmûd ile de görüştüğü rivayet edilen bir alperendir.4 Ebu’l-Hasan
Harakânî’nin hayatı Abbasiler ve Gazneliler döneminde geçmiştir. Harakânî’nin
tasavvuf anlayışının oluşmasında ve sağlamlık kazanmasında bu ortamın etkisi
büyük olmuştur. Onun hayatını ele aldığımız bu çalışmamızın, bu büyük gönül
erinin tanıtılmasına hizmet edeceği ümidini taşıyoruz.
EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ’NİN HAYATI
I. Memleketi :
Ebu’l-Hasan Harakânî, İran’ın Horasan Bölgesindeki Bistam şehrinin
kuzeyinde dağlık bir alanda bulunan Harakan köyünde dünyaya gelmiştir.5
Harakan Bistam'a dört fersah6 uzaklıkta bulunan bir yerleşim yeridir.7 Bu sûfinin
hayatıyla alakalı ilk kaynaklarda bile bu yerin adının Hurkan,8 Harkan9 ve
1
2
3
4
5
6
7
8
9
Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (trc. ve hzr. Şenol Kantarcı), Ankara, 2001, (Ebu’l-Hasan
Harakânî Derneği yay.), Şenol Kantarcı'nın Girişi, s.11
Ebî Sa’d Abdilkerim b. Muhammed b. Mansur et-Tenimi es-Sem’ani, el-Ensab, Takdim ve Ta'lik,
Abdullah b. Amr el-Bedudi, Beyrut, 1988, c.II, s.347; J.T.P. De Brujin, "Kharakâni Abu’l Hasan
Ali b. Ahmed" The Encyclopaedia of Islam (New Edition), Leiden, 1978, c.IV, ss. 1057-1059:
s.1057
Ali b. Osman el-Cüllâbi el-Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb (hzr. Süleyman Uludağ), İstanbul, 1996, s.15
Alperen: Gazi dervişler, mücahit dervişler, dini saik ve kahramanlık duygularıyla kâfirlere karşı
tahta kılıçları ile savaşıp küfür diyarında İslamı yaymaya çalışan savaşçı mutasavvıflar. (bkz.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, buradan sonra T.T.S. olarak kullanılacak.),
İstanbul, 1999, s.45
De Brujin, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", El., c.IV, s.1057
Fersah: Üç mil, beş kilometre veya bir saatlik mesafe. (bkz. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe
Sözlük, İstanbul, 2001, s.456)
Zekeriyya b. Muhammed b. Mahmûd Kazvinî, Âsârül-Bilâd ve Âhbârül-Ibâd, Beyrut, ts., s.363
Kazvinî, a.g.e., s.363
Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", İslam Alimleri Ans., c.V, ss.39-45: s.39; Abdulmecid Hâni, elHadâikul-Verdiyye (Nakşibendilerin Kitabı, trc. Abdulkadir Akçiçek), İstanbul, 1986, s.458
36 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48
Harakan gibi değişik şekilleri mevcuttur. Bu karışıklığın aynı sessiz harflere
sahip başka yerlerin bulunmasının sonucu olma ihtimali yüksektir. Şeyh Ebu’lHasan Harakânî, doğduğu yere nisbetle Harakânî diye anılmaktadır.10
II. İsim ve Künyesi :
Evliyânın büyüklerinden, insanları hakka davet eden ve kendilerine
"Silsile-i âliyye" adı verilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi11 olduğu söylenilen
Harakânî’nin ismi; Ali b. Ahmed b. Cafer’dir.12 Künyesi; Ebu’l-Hasan’dır.13
Harakânî’nin ismi Hz. Yakub’un Hz. Yusuf’u sevdiği kadar çok sevdiği Kâsım
isminde bir oğlu olduğu için kaynaklarda Ebu’l-Kâsım diye de geçmektedir.14 Hz.
Mevlana, Harakânî’nin "Ebu’l Hüseyn" diye de bir künyesinin olduğunu
bildirmektedir.15 Nisbesi ise; Harakânîdir. Kaynaklarda onun doğumuyla ilgili
olarak sadece H.352/M.963 tarihinde doğduğu belirtilmektedir.16
Harakânî’nin fiziki yapısı; uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü
ve kumral tenli idi. Açık ve tok sözlü bir insandı. Sureti itibariyle Hz. Ömer’e
(r.a.) benzerdi.17
III. Ailesi ve Yaşayış Tarzı :
Ebu’l-Hasan Harakânî'nin nesebi, anne ve babasının kimler olduğu
hakkında kaynaklarda detaylı malumat olmamasına rağmen onun şahsiyeti,
ahlâki kimliği, sözleri, tasavvufi anlayışı ve insanlara duyduğu sevgi hakkında
yeterli derecede bilgi olduğunu gördük. Bunun sonucunda da günümüzde
insanların sevgi ve hoşgörüyü unutup birbirlerine kin ve nefretle baktıkları bir
ortamda özellikle bazı konularda onun örnek alınabilecek bir karakter olduğunu
düşünüyoruz.
10
11
12
13
14
15
16
17
İbnü'l-Esir el-Cezeri, el-Lübab fi Tehzîbi'l-Ensab, Beyrut, ts., c.I, s.434; Zehebi, Şemsuddin b.
Ahmed, Siyeru A’lâmin-Nübelâ, Beyrut, 1985, c.XVII, s.421; Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî",
Yeni Rehber Ans., c.VI, s.142
Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", Yeni Rehber Ans., c.VI, s.142
Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü'l-Arifin Esmaü'l-Müellifin ve Asaru'l-Musannifin min Keşfi'zzunun, Beyrut, 1413/1996, c.V, s.687; Süleyman Uludağ, "Harakâni", DİA., İstanbul, 1997,
c.XVI, s.93
Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, s.268; Sem’ânî, a.g.e., s.347; Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya,
(çev. Süleyman Uludağ), Bursa, 1984, s.694
Kazvinî, Âsârül-Bilâd ve Âhbârül-Ibâd, s.363
Mevlânâ, Celâleddin-i Rûmi, Mesnevi ve Şerhi (çev. Abdulbaki Gölpınarlı), c.VI, İstanbul,
1995, s.332
Uludağ, a.g.m., s.93-94
Hasan Kamil Yılmaz, Altın Silsile, İstanbul, 1994, s.62; "Ebu'l-Hasan Harakânî", İslam Alimleri
Ans., s.39; Harakânî, Nûru'l-Ulûm (tr.), Şenol Kantarcı'nın Girişi, s.12.
Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 37
Ebu'l-Hasan Harakânî’nin ailesi, Harakân köyünde çiftçilik yaparak
geçimlerini sağlamaya çalışan fakir bir ailedir. Çocukluğunda anne ve babasının
geçimini sağlamak, onlara maddi açıdan yardımcı olmak gayesi ile çobanlık ve
çiftçilik yapmış olan Harakânî, gençlik yıllarında hayvanlarla yük taşıyıcılığı
yaparak ailesinin geçimini sağlamaya gayret etmiştir.18
Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî ilim ve irfanı sebebiyle zamanın kutup ve
gavsı unvanlarıyla anılan bir gönül sultanı olarak bilinmekteydi.19 Dolayısıyla
onun tasavvufta "Ricâlü'l-gayb" diye adlandırılan gayb erenlerinden birisi olduğu
söylenebilir.
IV. Yetişmesi ve Manevi Eğitimi :
Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ebu’l-Hasan Harâkanî’nin,
çocukluğu ve gençliği de yine fakirlik içerisinde geçmiştir.20 Fakat o bundan
hiçbir zaman rahatsızlık duymamış, tam tersine bunu tercih etmiştir. Biz onun
fakrı21 tercih etmesini "Resûlün mirasçıları biziz. Çünkü Resûl de mevcut olan
şeylerin bazısı bizde de var. Resûl fakrı seçmişti. Biz de fakrı tercih etmiş
bulunuyoruz. ..."22 demesinden anlıyoruz.
Ebu’l-Hasan Harakânî, çalışmayı çok seven bir insandır. O gerek kendi
gerekse ailesinin rızkını helal yoldan temin edebilmek için ne iş olursa olsun
yapmış, tarlada, bağda, bahçede çalışmış, çiftçilik ve çobanlık yaparak ailesinin
geçimlerini temin etmiştir. Biz onun çiftçilik yaptığını;
"Bir bağı vardı. Burasını bir kere belledi, gümüş çıktı, bir kere daha belledi,
altın çıktı, bir defa daha belleyince de inci çıktı. Bunun üzerine dedi ki:
-Ya Rab! Beni bununla avutma, ben dünya ile senin gibi Rab’dan yüz
çevirmem."23 demesinden ve ayrıca;
18
19
20
21
22
23
De Brujin, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", s.1057; Sem’ani, el-Ensab, s.347; Attar,
Tezkiretü’l-Evliya, s.694
Yılmaz, Altın Silsile, s.62
De Brujin, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", s.1057; Sem’ani, el-Ensab, s.347
Fakr: Yoksulluk, tasavvufta dervişlik, sâlikin hiçbir şeye mâlik ve sahip olmadığının şuûrunda
olması herşeyin gerçek mâlik ve sahibinin Allah olduğunu idrak etmesi. İnsan Allah’ın kulu
olduğundan insan da, ona nisbet edilen diğer şeyler de hakikatte onun mevlâsı olan Allah’ındır.
(Geniş bilgi için bkz. Uludağ, T.T.S., s.184)
Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.703
Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.671
38 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48
"Bazen öküzleri sabana koşar, namaz vakti gelince namaza durur, Şeyh
namazdan dönene kadar öküzler eskisi gibi saban sürer dururlardı."24 Şeklindeki
rivayetlerden anlıyoruz.
Ebu’l-Hasan Harakânî, hayatı boyunca el emeğini ve göz nurunu üstün
tutmuş, nimetlerin en helal ve en temiz olanının kişinin kendi emek ve gayretiyle
elde ettiği nimetler olduğunu anlatmıştır.
Ebu’l-Hasan Harakânî’nin yetişmesini incelerken onun hayatında nelere
dikkat ettiğini, yaşam felsefesinde nelerin önemli olduğunu çoğunlukla kendi
sözlerinden çıkarıyoruz. Örneğin Ebu’l-Hasan Harakânî; boş ve faydasız şeyler
konuşmamaya özen göstermekte ve helal yemeye önem vermektedir. Bu konuda:
"Dilini mühürle Allah'tan başkası hakkında konuşma. Kalbini mühürle Allah’tan
gayrını düşünme, ihlassız olarak bir iş yapmaman ve helal olmayan bir şey
yememen için de muameleye, dudaklara ve dişlere aynı şekilde mühür vur." 25
Demektedir.
O hayatında her zaman için çalışmaya önem vermiş, zaman zaman yük
taşımacılığı bile yapmış, ama bunları hiçbir zaman gurur ve kibir meselesi
yapmamıştır. Aksine tasavvufi eğitiminde ve mesafe kat etmesinde bunların çok
önemli olduğunu belirtmiştir. Şöyle ki; "Üç zümre için Allah’a yol vardır: Bunlar
mücerred ilimle, hırka ve seccade ile kazma ve kürekle uğraşanlardır. Aksi
takdirde nefsin boş durması, kişi için felâkettir."26 Demektedir.
Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî tasavvufi eğitiminin başında yük taşıyıcılığı
yaptığı esnada hayvanı ile konuştuğunu, bu konuşmaları esnasında Allah'u Teâlâ
hakkında düşündüğünü, bu yoldaki seyr-i sülûkunun27 ve kendisine mânevî
kapıların açılmasının da bu sayede gerçekleştiğini söylemektedir.28
Ebu’l-Hasan Harakânî zühd ve takvasını bu sıkıntılı çalışmaları esnasında
kazanmış, bütün bunlar onun ruhî bakımdan incelmesini, Allah’a olan
24
25
26
27
28
Attar, a.g.e., s.671
Attar, a.g.e., s.708
Attar, a.g.e., s.709
Seyr-i sülûk: Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan mânevî ve
ruhi yolculuk. Sâlik, yani ehli sülûk denilen yolcu, nefsindeki kötü huylardan arındığı ve iyi
huylar edindiği ölçüde bu yolculukta mesafe alır. Seyr-i sülûkun gayesi sâlikin kişisel arzu ve
isteklerini yok edip tam anlamıyla kendisini ilahi iradenin hâkimiyeti altına sokması, bu suretle
diğer insanlara rehberlik yapmasına imkân veren kâmil insan mertebesine yükselmesidir. Bir
müridin seyr ve sülûkunu tamamlaması bu ehliyeti kazanması anlamına gelir. (Geniş bilgi için
bkz. Uludağ , T.T.S., s.467-468)
Sem’ani, a.g.e., s.347
Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 39
bağlılığının artmasını ve insanlara olan sevgi ve merhametinin gelişmesini
sağlamıştır. Örneğin çocukluğunda annesi ve babası kendisine ekmek vererek,
davarları gütmek için Ebu’l-Hasan Harakânî'yi yabana gönderirler. O yabana
gidince oruç tutar ekmeğini de sadaka olarak verirdi. Akşamları döner iftarını
açardı, fakat kimseye de bu durumdan söz etmezdi.29
Açıkça görülmektedir ki; Ebu’l-Hasan Harakânî hâlis dini bir hava
içerisinde yetişmiştir. Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesi,
çocukluğunun ve gençlik yıllarının fakirlik içerisinde geçmesi, onun tasavvufa
yönelmesinde ve sûfîlik yolunu benimsemesinde etkili olmuştur. O rızkını temin
etmek için çalışan, helal yemeye önem veren, her gün akşama kadar halkın
beğendiği ve memnun kaldığı işler yapmayı tercih eden bir şahsiyettir.
V. Çağdaşları ve Görüştüğü Kişiler :
Ebu'l-Hasan Harakânî; Ebu’l-Kasım Kuşeyri, Ebu’l Abbas Kassâb, Ebu
Said el-Miheni gibi mutasavvıflarla, Gazneli Sultan Mahmûd gibi devlet
ricâliyle, İbn-i Sinâ (v.428/1037) gibi felsefe ve tıp otoriteleriyle çağdaştır.
Kuşeyri ile görüştüğünü Keşfu'l-Mahcûb müellifi Hucvirî'den öğreniyoruz.
Hucvirî, Kuşeyri'nin onun hakkında: "Harakân'a varınca Şeyh Ebu’l-Hasan'ın
heybet ve haşmetinden fesahatim sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim
tutuldu. Neredeyse velâyet makamından azledildiğimi sandım." dediğini
nakleder.30
Yine Ebu’l-Abbas Kassâb onun hakkında: "Tasavvuf pazarında rihlet ve
ziyaret Ebu’l-Hasan Harakânî'ye lâyıktır." demektedir.31
VI. Meşrebi :
Ebu’l-Hasan Harakânî muhtelif kaynakların ittifakla haber verdiğine göre
Bâyezid-i Bistâmî meşrebindeydi. Bâyezid’in tasavvuf tarzını benimseyen Ebu’lHasan Harakânî’nin Hakk’a ermek için zor riyâzetlere, çetin mücâhede ve
çilelere katlandığı bilinmektedir.32 Harakânî yaşayan bir üstad tarafından değil,
Bâyezid-i Bistâmi’nin güçlü ruhu tarafından tasavvuf yoluna sokulmuştur. O
tipik bir üveysidir.33
29
30
31
32
33
Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), s.75
Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, s.268; Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.676
Yılmaz, Altın Silsile, s.63
Yılmaz, a.g.e., s.63
Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s.104, 126
40 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48
VII. Evliliği:
Ebu’l-Hasan Harakânî’nin evliliği konusu da yeterli bilginin olmadığı
konulardandır. Onun evliliği hakkında bulabildiğimiz bilgiler: Ebu’l-Hasan
Harakânî iki evlilik yapmış, çok eziyet gördüğü ilk eşinden iki erkek evladı
olmuş, bu eşinin ölümünden sonra çok iyi kalpli bir hanımla evlendiği
şeklindedir.34 İlk eşi eserlerde genelde kavgacı, kocasının kötülüğünü isteyen,
geçimsiz bir kadın olarak anlatılmaktadır.35
Ebu’l-Hasan Harakânî’nin ilk evliliğinin iyi olmadığını, eşinin geçimsiz ve
kavgacı olduğunu ulaşabildiğimiz her eserde anlatılan şu menkıbeden anlıyoruz:
Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan filozof İbn-i Sinâ, bir gün Ebu’lHasan Harakânî’yi ziyaret edip müridi olmak ister. Şeyhin evine varıp karısından
onun nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar
kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn-i Sinâ
Şeyhi görmek için orman tarafına onu aramaya gider. İbn-i Sinâ yolda Şeyhin
gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:
-Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:
-Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü
dağdakilere çektirmezdi" der. Evdeki kurt karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz
ve hırçındır. Ama Ebu’l-Hasan Harakânî Allah rızası için onun sıkıntılarına
katlanarak "kesb-i kemâlât" elde etmiştir.36
Tasavvufta bu tür menkıbeler mutasavvıfların evliliğe karşı bakış açılarıyla
ilgilidir. Tasavvufta kadının nefs ve dünya ile bir tutulduğu, ama onun
sıkıntılarına sabredildiği zaman cehennem ateşinden kurtulunabileceği, Allah’ın
rızasının elde edilebileceği ve mertebe katedilebileceği düşünülmektedir. Oysa
aynı durum hanım sûfîler için de geçerli olabilir. Hanım sûfîler de çileli bir evlilik
hayatı yaşamış ve eşlerinin geçimsizliklerine, sıkıntılarına katlanıp sabretmekle
Allah’a yaklaşmış, derecelerini artırmış olabilirler.
İkinci eşi hakkında ise sadece "Çok iyi kalpli bir hanımdı." şeklinde bir
bilgi yer almaktadır. İlk eşinden olan iki oğlundan birinin bir kavgada
öldürüldüğü, diğerinin ise Ebu’l-Hasan Harakânî’nin ölümünden sonra Ebu Saîd
Ebu’l-Hayr’ın takipçileri arasına katıldığı eserlerde anlatılmaktadır.37
34
35
36
37
Harakânî, Nûru'l-Ulûm (tr.), Şenol Kantarcı'nın Girişi, s.12
H.Landolt, "Abu’l-Hasan Karaqanî", Encyclopaedia Iranica, c.I, Londra 1985, s.305
Yılmaz, Altın Silsile, s.64-65
H.Landolt, a.g.m., Elr., c.I, s.305
Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 41
VIII. Ebu'l-Hasan Harakânî'nin Vefatı :
Nakşibendiyye silsilesinde önemli bir yer verilen ve üveysiliği üzerinde
özellikle durulan Ebu'l-Hasan Harakânî, Aynü'l-kudât el-Hemedâni, Necmuddini Dâye, Feridüddin Attar, Mevlâna Celaleddîn-i Rûmi gibi büyük mutasavvıfları
derinden etkilemiş, 10 Muharrem 425 (5 Aralık 1033) tarihinde vuku bulan
ölümünden sonra da etkisi uzun süre devam etmiştir.38
Ebu'l-Hasan Harakânî'nin vefatı hakkında iki görüş mevcuttur. Bunlardan
birincisi Harakân'da vefat ettiği şeklindedir. Kazvîni (ö.682/1283) ise Ebu'lHasan Harakânî'nin kabrinin Bistam yakınlarındaki Harakân'da bulunduğunu,
onu ziyaret edeni şiddetli bir kabz halinin istila ettiğini söyler.39 Bu da belki Ebu'lHasan Harakânî'nin kabz ehli bir sûfî olmasından kaynaklanmaktadır.
Ebu'l-Hasan Harakânî'nin vefatı hakkındaki ikinci görüş ise Ebu'l-Hasan
Harakânî'nin 1033 yılında Kars şehri40 Yahniler dağında şehit düştüğü
şeklindedir. Bu görüşe göre; Ebu'l-Hasan Harakânî H.421-429 yılları arasındaki
Kars muharebelerine bir takım dervişleriyle birlikte katılmış, Kars hududu
Yahniler dağında sağ bacağından ve sol pazusundan yara alarak kan kaybından
şehit olmuştur.41
Ünlü Türk seyyahı Evliyâ Çelebi'nin Ebu'l-Hasan Harakânî ile ilgili
verdiği bilgiler de çok ilginçtir. Evliyâ Çelebi, Kars kalesi'nin III. Murad devrinde
Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerin Paşa'ya
aktardığı rüyasını nakleder.42 Ümmetin salihlerinden hâfız bir zat olan bu asker
gördüğü rüyayı Lala Mustafa Paşa'ya şu şekilde anlatmıştır: "Rüyamda yaşlı bir
zat zâhir olup: "Bana Ebu'l-Hasan Harakânî derler. Makâmım bu mahaldedir.
Alâmet ve nişan istersen ayağının ucundaki yeri kaz, durumu hayretle
göreceksin." dedi. Bunun üzerine yüz işçi kuyuyu kazmaya başlamış ve üzerinde;
"Menem şehid-ü said Harakânî" ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer
bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır.
Yaralı pazusuna sarılı makreme ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği
görülmüş, hatta vücudunun sağ tarafındaki yara hala kanamakta imiş. Gaziler bu
hali gördükten sonra yine tekbirle kabri kapamışlardır. Bundan sonra kalenin
38
39
40
41
42
Uludağ, "Harakânî", DİA., c.XVI, s.94
Kazvîni, Âsârü'l-bilâd ve Ahbârü'l-Ibad, s.363
Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü'l-Arifin Esmaü'l Müellifin ve Asârul Musannifin, s. 687
Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.14
Uludağ, a.g.m., s.94
42 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48
içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Ebu'l-Hasan Harakânî adına bir
tekke ve cami yaptırılmıştır.43
Ebu'l-Hasan Harakânî'nin kabrinin olduğu yere III. Murad’ın emri üzerine
Lala Mustafa Paşa tarafından Erzurum'daki Lala Paşa Camii'nin bir benzeri
yaptırılır. Ancak Rus saldırıları sırasında yıkılan camii'nin sadece minaresi
sağlam kalmıştır. Yerine şimdiki Evliyâ Camii yapılıp zamanla bugünkü şeklini
almıştır.44
IX. Eserleri:
Harakânî’nin nasihatlarını, sözlerini, münacaat ve menkıbelerini ihtiva
eden ve tek nüshası British Museum’da bulunan "Nûru’l-Ulûm" isminde önemli
bir eseri vardır.45 Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’nin "Beşaretnâme" ve "Esrâru’sSülûk" adında iki eserinden daha bahsedilmektedir.
Kâmûsu’l-Kütüb isimli eserde Ebu’l-Hasan Harakânî’nin "Esrâru’sSülûk" isimli eserinin Selâhî Balıkesrî (v.1196) tarafından tercüme edildiği,
içeriğinin de Ebu’l-Hasan Harakânî’nin sırlarıyla ilgili olduğu bilgisi yer
almaktadır.46
Mehmet Akkuş’un "Selâhi’nin Hayatı ve Eserleri" ile ilgili kitabında
"Esrar’us-Sülük"'un ismi geçmektedir. Ancak Selâhi’nin "Esrar’us-Sülük" isimli
eserinin nüshasının tespit edilemediği, hakkında detaylı bilgi bulunamadığı için
sadece ismini zikretmekle yetinildiği ifade ediliyor.47
Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’ye 1-Hidâyet nâme, 2-Fakrnâme, 3-Nuru’lUlûm gibi eserler de nisbet edilmektedir.
Harakânî ile ilgili birçok eserde sözlerinin, manzumelerinin, şathiyelerinin
yer aldığını bunlarla ilgili geniş şekilde yorumların yapıldığını gördük. Örneğin;
Attar’ın Tezkiretül-Evliyâ adlı eserinde onun birçok şathiyesi nakledilmektedir.
Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’nin şairlik yönünün olduğunu da görüyoruz. O
anlatımlarında şiirsel ifadelere çok fazla yer vermektedir. Şu rubaide Ebu’l-Hasan
Harakânî'ye aittir:
43
44
45
46
47
Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul, 1314, c.II, s.330
Alanka, Ebu'l-Hasan Harakânî, s.10
Uludağ, "Harakânî", DİA., c.XVI, s.93
M. Ali Kırboğa, Kâmûsu’l-Kütüb ve Mevzuatü'l Müellifat, Konya, 1974, s. 263
Mehmet Akkuş, Abdullah Salâhaddin-i Uşşakî (Selâhi’nin Hayatı ve Eserleri), İstanbul, 1998,
s.186-187
Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 43
Gönül sırrını ne sen bilirsin ne de ben
O harf gizli bir muâmmadır ne sen okursun ne de ben,
Perde arkasında konuşmamız vardır
Eğer açıklanırsa ne sen kalırsın ne de ben.48
Ruzbihân-ı Baklî, şathiyeleri itibariyle daha çok Bâyezid-i Bistâmi’ye
benzeyen Harakânî’nin bir şathiyesini yorumlamıştır.49 Herevî de şeyhi
Harakânî’nin "Sûfî mahlûk değildir." şeklindeki bir şathiyesini aktarır ve bunun
yorumunu yapar.50
Ebu’l-Hasan Harakânî’nin aynı sözü Necmuddin-i Dâye (v.1256)
tarafından da şerhedilmiştir. Ayrıca Harakânî’ye atfedilen birkaç dörtlüğün de
Necmuddin-i Dâye’nin eserinde yer aldığı bilgisi kaynaklarda geçmektedir.51
Muhammed Ali Müderris "Reyhânetü’l-Edep" adlı eserinde, şeriat-tarikathakikat usullerini ve tasavvuf esaslarını anlatan bir takım eserlerin Ebu’l-Hasan
Harakânî’ye nisbet edildiğinden bahsetmektedir. Bunlar ise:
1-"Risale-i el-Hâifi'l-Hâim min Levmeti’l-Lâim" (Bunun bir
benzeri de tarikatın usulu ve esası hakkında yazılmıştır.)
2-“Fevâtihu’l-Cemâl” ve benzerleridir.52
Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’ye ait olduğu söylenen iki kısa risale
Pakistan’da gün yüzüne çıkarılmıştır.53 Görüldüğü gibi Harakânî’nin üzerinde
çalışılıp araştırıldıkça hayatı ve eserleri hakkında şu anda bilgi bulamadığımız
birçok konu aydınlanacak ve bunun sonucunda da bizler zamanla onun hakkında
daha detaylı bilgiler bulabileceğimizi umuyoruz.
NURU’L ULUM HAKKINDA GENEL BİLGİ:
Bu eser, H.IV. asrın sonlarında ve H.V. asrın başlarında yaşamış olan Şeyh
Ebu’l-Hasan Harakânî'nin, irfanî açıklamalarını içeren eseridir. Bu yazma, tek
nüsha halinde Britanya Müzesi Kütüphanesi'ndedir.54
48
49
50
51
52
53
54
Rida Kuli Hidayet, Riyazu'l Ârifin, s.48
Uludağ, "Harakânî", DİA., c.XVI, s.93; De Brujın, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed",
s.1058; Ruzbihan-i Bakli, Şerhi Şathiyyat, Tahran, 1981(H.1345), s.317-318
Uludağ, a.g.m., s.93
Uludağ, a.g.m., s.93; De Brujin, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", s.1058; (bkz.
Necmuddin-i Dâye, Mirsadu’l- İbad, Tahran, 1337, s.25-28'den naklen)
Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (fr.), s.107-108
De Brujin, a.g.m., s.1058
British Museum’da Fars Kataloğunda 342/a da "Kitab Nûru’l-Ulûm" diye kaydedilmiştir.
44 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48
Bu eseri ilk olarak 1914 yılında Prof.Dr. Reynold Alleyne Nicholson The
Mystics of Islam isimli eserinde çok küçük bir bölümünü tercüme ederek
kitabının V. bölümü olan "Velîler ve Kerâmetleri" bölümünde yayınlamıştır. 55
Yine Rus tarihçisi Vasiliy Vladimiroviç Berthels'de bu eseri, 1929’da Rusça
"İran" adlı dergide yayınlamıştır.56
Aynı zamanda bu eseri 1949 yılında Tahran'da Abdurrefi Hakikat "Nûru’lUlûm-i Şeyh Ebu’l Hasan Harakânî" adı altında Farsça olarak yayınlamıştır.57
British Museum’daki nüsha esas alınarak hazırlanan ve 1949’da Abdurrefi
Hakikat tarafından yayınlanan Farsça nüshasından hareketle, 1997 yılında Şenol
Kantarcı da Nûru’l-Ulûm'u Türkçe'ye çevirerek ilim âleminin istifadesine
sunmuştur.
Nûru’l-Ulûm’u kısaca tanıtacak olursak: Ebu’l Hasan Harakânî
hazretlerinin şehadetinden sonra müridlerinden birisi tarafından kaleme alınan bu
eser, tasavvufun esaslarıyla ilgilidir. Ebu’l Hasan Harakânî ile ilgili rivayetleri ve
onun sözlerinden bir takım örnekleri içerir. On bölümden oluşmaktadır.58 Birinci
bölüm soru ve cevap hakkındadır, ikinci bölüm vaaz ve nasihat, üçüncü bölüm
Resûlullah’ın (s.a.v.) hadisleri, dördüncü bölüm Allah’ın kendisine bağışladığı
lütufla, beşinci bölüm Allah’a (c.c.) yaptığı münacaatla, altıncı bölüm onun
duyduğu heyecanla, yedinci bölüm kalplere gelen ilhamla, sekizinci bölüm
mücahede ile dokuzuncu bölüm onun hikâyeleriyle ve onuncu bölüm de
kerâmetleriyle ilgilidir.59
Nûru’l-Ulûm H.IV. ve H.V. asırdaki tasavvuf hareketi hakkında bilgi
vermesi açısından çok değerli bir kaynak eserdir.60 Muhammed Taki Bahar
(Meliku’ş-Şu’ârâ) Şeyh Ebu’l Hasan Harakânî ve Nûru’l-Ulûm adlı eseri
hakkında şöyle demektedir: "Şeyh Ebu’l Hasan Harakânî büyük şeyhlerdendir ve
daima büyüklerin ilgisine mazhar olmuştur. Onun hangâhı (dergâhı) büyük
şahsiyetlerin, değerli filozofların, İbn-i Sinâ, Şeyh Ebu Said ve Nâsır-ı Hüsrev
gibi bilginlerin uğrak yeri olmuştur. Şeyh H.425 yılında şahadet şerbetini içmiş
ve ondan Farsça birtakım sözler geride kalmıştır. Söylentilere göre şeyhin
şahadetinden sonra onun müridlerinden biri bu sözleri "Nûru’l-Ulûm" adı altında
55
56
57
58
59
60
Reynold A. Nicholson, "The Mystics of Islam-İslam Sûfîleri", çev. Heyet, İstanbul, 1978, s.115
Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.8,19
Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.8
Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.19-20
Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.20
Aynı yer
Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 45
bir kitapta toplamıştır. Fakat bu sözlerin aslında Farsça mı yoksa o müridi mi
Farsça’ya çevirmiştir hususu belli değildir. Bu risalenin üslubu o kadar da eski
değildir ve H.V. asrın diğer kitaplarıyla aynı üslupta yazılmıştır, ancak eski
üslubun rengini de taşımaktadır.61
SONUÇ
Abbasiler döneminde yaşamış, Gazneli Sultan Mahmud ile de görüşmüş
olan Ebu'l-Hasan Harakânî X.yy.'ın son çeyreği ile XI. yy.’ın ilk yarısında
yaşamış bir gönül eridir. Evliyânın büyüklerinden, insanları hakka davet eden ve
kendilerine "Silsile-i âliyye" adı verilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olduğu
söylenilen Harakânî’nin ismi; Ali b. Ahmed b. Cafer’dir. Künyesi; Ebu’lHasan’dır. Ebu'l-Hasan Harakânî H.352/M.963 tarihinde doğmuştur. Ebu'lHasan Harakânî muhtelif kaynakların haber verdiklerine göre Bâyezid-i Bistâmî
meşrebindedir. Harakânî Bâyezid-i Bistâmî’nin ruhaniyetinden feyz alarak
üveysi yolla yetiştiği için şathiyeleri ve coşkulu sözleri meşhurdur. Özellikle
Harakânî’nin bu şathiyeleri anlaşılamamakta ve yoruma ihtiyaç duymaktadır.
Ebu'l-Hasan Harakânî 10 Muharrem 425 yılında vefat etmiştir. Vefatı hakkında
iki görüş mevcuttur. Bunlardan birincisi Harakân'da vefat ettiği şeklindedir.
Ebu'l-Hasan Harakânî'nin vefatı hakkındaki ikinci görüş ise Ebu'l-Hasan
Harakânî'nin 1033 yılında Kars şehri Yahniler dağında şehit düştüğü şeklindedir.
Harakânî’nin vaaz ve nasihatlarını, bazı sözlerini, münacaat ve menkıbelerini
ihtiva eden ve tek nüshası British Museum’da bulunan "Nûru’l-Ulûm" isminde
önemli bir eseri vardır. Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’nin "Beşaretnâme" ve
"Esrâru’s-Sülûk" adında iki eserinden daha bahsedilmektedir.
Son olarak diyebiliriz ki Ebu'l-Hasan Harakânî insan sevgisiyle dolu,
insanların acılarını, sıkıntılarını kendi sıkıntısı gibi hisseden ve bütün
yaratılmışların yerine kendisi acı çekmek isteyen bir zattır. Ona ait şu sözler bu
gerçeği çok açık bir dille ortaya koymaktadır: “Keşke bütün yaratılmışların yerine
ben ölseydimde onlar ölümü tatmasalardı.”, “Keşke bütün yaratılmışların
cezasını bana çektirseydilerde onlar cehenneme gitmeseydiler.”62 Yine gerçek
kulluğun kula hizmetten geçtiğini düşünen ve insanlara hizmeti kendi varlığının
61
62
Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (fr.), s.98; Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.20-21
Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.692
46 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48
gayesi sayan bir şahsiyettir. Bu yüzden "Âlim kişi sabah kalkar ilmini artırmaya
çalışır, zâhid zühdünü artırmaya çalışır, Ebu'l-Hasan Harakânî ise bir kardeşinin
(insanın) gönlünü mutlu etme peşindedir." demektedir.63 İşte Harakânî bütün bu
özellikleri ve yüce ahlaki vasıfları sebebiyle dünyevileşen günümüz insanına ve
bilhassa gençlere başkalarının dertleriyle dertlenme, ihtiyaç sahibi insanların
ihtiyaçlarını gidermek için çapa sarfetme gibi hususlarda örnek alınabilecek bir
şahsiyettir.
KAYNAKÇA
Alanka, İbrahim, Ebu’l-Hasan Harakânî, Ankara, 2001
Attar, Feridüddin, Tezkiretü’l-Evliya, (çev. Süleyman Uludağ), Bursa, 1984
Bağdadlı İsmail Paşa, Hediyyetü'l-Arifin Esmaü'l-Müellifin ve Asaru'lMusannifin min Keşfi'z-zunun, Beyrut, 1413/1996, c.V
De Brujin, J.T.P., "Kharakânî, Abu’l Hasan Ali b. Ahmed" The Eneyzlopedia of
Islam (New Edition) c.IV, Leiden, 1978, ss.1057-1059
el-Cezeri, İbnü'l-Esir, el-Lübab fi Tehzîbi'l-Ensab, Beyrut, ts., c.I
el-Hucviri, Ali b. Osman el-Cüllâbi, Keşfu'l-Mahcûb, (hzr. Süleyman Uludağ)
İstanbul, 1996
Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul, 1314, c.II
Harakânî, Ebu’l-Hasan, Nuru’l-Ulûm, (hzr. Şenol Kantarcı), Ankara, 2001
Harakânî, Ebu'l-Hasan, Nuru’l-Ulûm, (trc. ve hzr. Abdurrefi Hakikat), Tahran,
1369
Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", İslam Alimleri Ans., İstanbul, ts., c.V, ss.39-45,
Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", Yeni Rehber Ans., İstanbul, 1993, c.VI, ss.142143
Hidayet, Rida Kuli, Riyazu’l Ârifin, Tahran, 1316
Kırboğa, M. Ali, Kâmûsu’l-Kütüb ve Mevzuatü'l Müellifat, Konya, 1974
Landolt, H., "Abu’l-Hasan Karaqanî", Encyclopaedia Iranica, c.I, Londra 1985,
ss.305-306
Nicholson, Reynold A., "The Mystics of Islam-İslam Sûfîleri", çev. Heyet,
İstanbul, 1978
63
Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.686
Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 47
Ruzbihan-i Bakli, Şerhi Şathiyyat, Tahran, 1981(H.1345)
Schimmel, Annemarie, Tasavvufun boyutları, (çev. Yaşar Keçeci), İstanbul,
2000Kazvinî, Zekeriyya b. Muhammed b. Mahmûd, Âsârül-Bilâd ve ÂhbârülIbâd, Beyrut, ts.
Sem’ani, Ebî Sa’d Abdilkerim b. Muhammed b. Mansur et-Tenimi, el-Ensab,
Takdim ve Ta'lik, Abdullah b. Amr el-Bedudi, Beyrut, 1988
Uludağ, Süleyman, "Harakâni", DİA., İstanbul, 1998, c.XVI, ss.93-94
Yılmaz, Hasan Kamil, Altın Silsile, İstanbul, 1994
Zehebi, Şemsuddin b. Ahmet, Siyeru A’lâmin-Nübelâ, Beyrut, ts., c.XVII
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 49-74
EBU’L-HASAN EL-HARAKANİ’DE PEYGAMBER SEVGİSİ
Yrd. Doç. Dr. Bilal GÖK1
Özet
Harakânî, tarihi Horasan bölgesinin Bistâm şehrine bağlı Harakân
köyünde 960/963 tarihinde dünyaya gelmiştir. O, kırlık alanda yaşayan bir
köylü olarak, köy yaşantısının bütün gereklerini bizzat kendisi yerine
getirmiş, çiftçilik ve taşımacılık yaparak geçimini sağlamıştır. Allah’ın
zikrini bir an bile dilinden ve gönlünden düşürmemeye özen göstermiş,
kendisini ihtiyaç sahibi kişilerin maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılamaya
adamıştır. Hakk’a ve halka adanan 73 yıllık bir ömrün sonunda, 1033
tarihinde vefat etmiştir. Ebu’l-Hasan Harakânî, Anadolu’nun
İslâmlaşmasında son derece önemli etkisi bulunan tasavvuf ekolünün ilk
devir temsilcilerindendir. Harakânî bu yönüyle, peygambere has “model
insan” olma sıfatının gereği olarak; söz ve davranışları, eser ve etkisiyle
insanlığa örnek olmuş, böylece ölümsüzlük kervanına katılmıştır. Bu
makalede, onun peygambere duyduğu derin sevgi ele alınmıştır. Ona göre
peygamberi sevmek, güzel ahlâk sahibi olmayı gerektirir. Allah’a inanıp
salih ameller işleyen bir kişi, yaşadığı sürece Hz. Peygamber ile
beraberdir. Aksine davranışlar sergilerse, örneğin insanları incitirse,
Allah onun ibadetini kabul etmez.
Anahtar kelimeler:
Peygamber sevgisi.
Ebu’l-Hasan
el-Harakânî,
Harakân,
Bistâm,
LOVE OF PROPHET IN ABU’L-HASAN AL-KHARAQANI
Abstract
Kharaqani was born in Haraqan village of Bistam in the historic district of
Horasan in 960/963. As a regular peasant, he performed his
responsibilities and earned his life by farming and doing transportation.
He always did zikr and devoted himself to help people those who are in
need physically and spiritually. After 73 years of dedication, he passed
1
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
(e-posta: [email protected])
50 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
away in 1033. He was one of the pioneers of the Sufism which had a great
impact on Anatolian people to choose Islam. With his exemplary life and
work, he became a model person, who influenced thousands in his era and
became immortal in people’s hearts. In this article, his love of Prophet
Muhammad (peace be upon him) is studied. According to Kharaqani,
loving the Prophet requires to be a moral person. Those, who believe in
Allah and do good deeds, are with the Prophet during their life. Allah will
not accept their worship if they do otherwise.
Key words: Abu’l-Hasan al-Kharaqani, Kharaqan, Bistam, Love of The
Prophet.
GİRİŞ
Türk ilim dünyasında, Anadolu’nun ilk İslam sûfîleri ve sûfî akımlar ele
alınırken, Anadolu’nun İslamlaşmasına yaptıkları hizmet zikredilmekle birlikte,
bunların genelde Sünnî olmayan inançlara mensup olduğu yönünde2,
kanaatimizce yanlış bir yaklaşımla karşılaşılmaktadır. Hâlbuki Anadolu’nun ilk
mutasavvıfları ve tasavvuf ekolleri, Batınî ve aşırı Şiî kaynaklı olamayıp, ehl-i
sünnet akidesinden beslenen tasavvuf ekolleridir.3
Şüphesiz bu konunun açıklığa kavuşturulması, çoğu ehl-i sünnet tarikatın
kol başı durumundaki Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin tasavvuf anlayışının farklı
yönleriyle ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Harakânî’nin, tasavvufî kişiliğini
oluşturan önemli hususlardan birisi de onun Peygamber sevgisidir. Bu noktadan
hareketle çalışmamızda “Harakânî’nin Peygamber Sevgisi” mevzuu, ilmî
verilerin ışığında ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken, Harakânî
Hazretleri’nin tarihi ve tasavvufi kişiliği ana hatlarıyla ele alınacak, sonrasında
ise onun Hz. Peygamber (s.a.v.)’e karşı duyduğu derin muhabbet hisleri
işlenecektir. Ancak bu mevzua geçmeden evvel, konunun arka planını
2
3
Bu yöndeki iddialar için bkz. M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara:
DİB Yay., 1984, s. 2; Fahri Unan, “Türkiye’de Kültür Tarihi Araştırmaları ve Türk Heterodoksi
Tarihine Farklı Bir Bakış”, Türkiye Günlüğü, sayı: 35, 1995, s. 116-128; Michel Balivet, Şeyh
Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay., 2000, s. 2.
Mehmet Fatsa, “Yukarı Çoruh ve Kelkit Vadisinin İslamlaşmasına Öncülük Eden Türk
Dervişleri”, Tasavvuf, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, (TD), sayı: 22, 2008, s. 257-281;
Zamira Ahmedova, Türkler Arasında İslamiyet’in Yayılmasında Tasavvufun Rolü, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Ü. Sosyal Bil. Enst., 2006, s. 39-72. Tahsin Ünal,
Karamanoğulları Tarihi, Ankara 1986, s. 105; Feridun M. Emecen, “Saruhanoğulları ve
Mevlevilik”, Ekrem Hakkı Ayverdi Hatıra Kitabı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1995, s.
282, dipnot 2; Ali Üremiş, “Türkiye Selçuklularında Bazı Sünni Tasavvuf Hareketleri“, Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 28, s. 318.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 51
oluşturması hasebiyle, İslam’ın Allah ve peygamber inancı ile bu hususların
tasavvufî düşüncedeki yerine kısaca değineceğiz.
İslam inanç siteminin en temel akidesi tevhiddir. Tevhidin esasları ise en
güzel şekilde İhlâs suresinde ifadesini bulur. Bu ilâhî kelama göre: “Allah, birdir.
Her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamış ve
doğmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir.4” Benzeri ve zıddı
olmadığından, zatıyla tanımak mümkün olmayıp, sadece sıfatlarıyla bilinebilir. 5
Tevhid akidesi Kelâm mezheplerinin ana konusu olduğu kadar, sûfîlerin de temel
konularından birisidir. Ancak Kelâm mezhepleri tevhidi aklı esas alarak
tartışırken, sûfîler tevhidin aklın yanında ilham ve keşif yoluyla da
kavranabileceğini ileri sürmüşlerdir.6
Tasavvufî düşünceye göre Allah, gizli bir hazine iken bilinmek istedi ve
bu sebeple insanları yarattı.7 Onları müjdelemek, uyarmak8 vb. yöntemlerle
dosdoğru yola iletmek amacıyla, varlığın hakikatinin şahitleri olan
peygamberleri9 ilâhi vahiyle birlikte gönderdi. Son gönderilen peygamber,
peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Rivayete göre, önce gelen bütün
peygamberler, onun geleceğini haber vermişlerdi.10 Peygamberimiz, Arabistan
yarımadasının en önemli din ve ticaret merkezi olan Mekke’de11 571 tarihinde
dünyaya geldi.12 Doğmadan önce babasını, 6 yaşında annesini kaybetti. Onun
hayat evreleri çile, sıkıntı ve fedakârlıklarla geçti. Peygamberlik gelmeden evvel,
4
5
6
7
8
9
10
11
12
İhlâs, 112/1-4.
Said Yazıcıoğlu, Cemal Sofuoğlu, Recep Kılıç, İslâm Dini Esasları, Eskişehir: Açık Ö. F. Yay.,
2006, s. 34-39.
Hamide Ulupınar, “İlk Dönem Sûfîlerinde Tevhid Anlayışı”, TD, sayı: 22, 2008, s. 235.
Ahmet Ögke, “Tasavvufta Kenzi Mahfi Düşüncesi ve Sofyalı Bâlî Efendinin “Küntü Kenzen
Mahfiyyen” Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, TD, sayı: 5, 2004, s. 9-24; Yıldırım, bu
sözün hiçbir kaynak hadis kitabında yer almadığını dolayısıyla uydurma olduğunu belirtir. Bkz.
Ahmet Yıldırım, “Tasavvufa Kaynaklık Etmesi bakımından Bazı Kudsî Hadisler ve Değeri”,
İslam Araştırmaları Dergisi, sayı: 3, 2009, s. 94-95,
Fâtır, 35/24.
Hayrani Altıntaş, “Varlığın Şahitleri”, TD İbnü’l-Arabî Özel Sayısı 2, sayı: 23, 2009, s. 65-74;
Peygamber, her kavme kendi içinden, kendi diliyle konuşan, Allah’ın âyetlerini getiren, hidâyet
rehberi, müjdeleyen ve inkârcıların karşılaşacağı tehlikeleri haber veren, ilâhî rahmet taşıyan
bir insandır. Bkz. Ahmet Taşgetiren, “Peygambere İman”, Altınoluk Dergisi (AD), sayı: 79,
1992, s. 3.
Remzi Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, c. 6, sayı: 6, 1994, s. 221-239.
İbrahim Mahmood, “Social and Economic Conditions Pre-Islamic Mecca”, International
Journal of Middle East Studies, Vol. 14, No: 3, 1982, s. 343-358.
Nico Kaptein, “Materials for the History of the Prophet Muhammad's Birthday Celebration in
Mecca”, Islam, sayı: 69, 1992, s. 193.
52 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
Mekke toplumu onu Muhammedü’l-Emîn yani kendisine güvenilir kişi diye
nitelendirmiş ve değerli eşyalarını ona emanet etmişti.13 Ancak ilahi vahye14
kavuştuktan sonra Mekkeliler, onun tebliğine karşı çıktılar. Hatta bu sebeple onu
taşlayıp yaraladılar.15 O, müşriklerden gördüğü her türlü eziyeti, sonsuz sabrı ile
karşıladı.16 Yine de, ‘’Ya Rab onlar bilmiyorlar. Onları affet,’’ diye yalvardı.
Peygamberimiz, insanlara ve diğer canlılara karşı çok merhametliydi. Ümmetine
karşı ise şefkati daha fazlaydı.17 Hz. Peygamber (s.a.v.), bu yüce ahlaki
vasıflarından dolayı, İslam toplumunda müstesna bir yere sahiptir.18
Kur’an’da, Hakka yakınlaşmak için vesile aranması19 istenilmektedir. Bu
hususta en güzel vesile, şüphesiz Allah’ın Resulüdür.20 Çünkü Peygamberimiz
(s.a.v.) üsve-i hasene, yani model şahsiyettir.21 İslam tasavvuf anlayışına göre,
hal ve hareketlerinde peygamberin sünnetine uyan, onun gerçek vârisi
durumundaki ârifler de, Allah’a yakınlaşmak için bir vesiledir.22 O halde tasavvuf
nedir? Tasavvuf anlayışında Hz. Peygamber’in yeri nedir? Kanaatimizce, kısaca
mevzuun ele alınması çalışmaya derinlik kazandıracaktır.
1. Tasavvuf ve Peygamber Sevgisi
1.1. Tasavvuf Nedir?
Sûfiye ve mutasavvıfa isimlerinin aslının, Arapça “sûf/yün” kelimesinden
geldiği ve sûfîlerin giydiği yünden kaba elbiselere nispetle kullanılageldiği
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
Yıldız Kızılabdullah, “Esma-i Hüsna’dan Bir İsim: “El-Mü’min”: Din Öğretimine Konu
Edilmesi ve Uygulama Örneği”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 14/1, 2009,
s. 241.
Vahiy, genel olarak Tanrı tarafından peygambere insanlara iletmesi için bir emir veya
düşüncenin bildirilmesi şeklinde anlaşılmaktadır. Diğer bir ifadeyle Peygambere gelen tanrısal
kelam ve haber, bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından elçisine ilham edilmesidir. Bkz.
Yaşar Türkben, “Richard Swinburne’ün Vahiy Anlayışı”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sayı: 14/1, 2009, s. 204.
Daniel Peterson, Muhammad, Prophet of God, Chambridge 2007, s. 75.
M. Yaşar Kandemir, “Babana Üzülme Yavrum”, AD, sayı: 52, 1990, s. 20.
Tevbe, 9/128; Ahzab, 33/6; Kandemir, Peygamberimizin müminlere karşı şefkatini farklı
örneklerle izah ediyor. Bkz. M. Yaşar Kandemir, “Gönül Adamı ve Tevazu”, AD, sayı: 124,
1996, s. 24.
Sahabilerin, onunla konuşurken “Anam babam sana feda olsun!”, “Canım sana feda olsun!”
şeklindeki ifadeler ona olan, sevgilerinin bir tezahürüydü. Bkz. H. Kâmil Yılmaz, “Peygamber
Hasreti”, AD, sayı: 137, 1997, s. 24.
Maide, 5/35.
M. Yaşar Kandemir, “Dilara”, AD, sayı: 125, 1996, s. 24; M. Y. Kandemir, “Allah Onu Sevdi”,
AD, sayı: 189, 2001, s. 24.
H. Kâmil Yılmaz, “Şeyh veya Mürşid”, AD, sayı: 111, 1995, s. 32.
Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul: Marifet Yay., 1990, s. 451-452; Jan Knappert,
Islamic Legends, Leiden: Brill, 1985, 15-16.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 53
söylenir.23 Sûfî kelimesi, sûfîlik yoluna giren ve tasavvuf öğretisini benimseyen
kimseler için kullanılmıştır. Sûfîlik ise kısaca zühd ve takva hayatı yaşamak diye
tarif edilebilir. Tasavvufa gelince, sûfîliğin düşünce ve nazariyat yönünü temsil
etmektedir.24 Ancak sûfîlerin büyük çoğunluğu, tasavvufu ameli ahlâk, edeb,
istikâmet, kalb tasfiyesi, ya da nefs tezkiyesi gibi ifadelerle tanımlamışlardır. 25
Bu tanıma göre tasavvuf, içi boş ve kuru bir nazariye olmayıp, ruhu derinden
saran ve içten kucaklayan bir hayat tarzını ifade etmektedir.26
Tasavvuf anlayışının, İslam’ı daha iyi anlama ve yaşama isteğinden
doğduğu, amacının ise müminleri ahlaken eğitmek ve manen yüceltmek olduğu
belirtilmiştir.27 Tasavvuf bilginlerinin ifadelerine göre, bu yola girmek için
dünyadan çok Allah’a28, ahirete yönelmek ve nitelikli ibadet edip, nefsi disiplin
altına almak gerekir.29 Ancak benliği terbiye edip kemal derecesine ulaşma işinin,
yavaş ve tedricen gerçekleştiği de vurgulanmıştır.30
23
24
25
26
27
28
29
30
Abdullah Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, Ankara: Seha Neşriyat Yay., 1986, s.
28; Zehra Yılmaz, İbn Haldun’un Tasavvufa ve Felsefeye Yönelttiği Eleştiriler, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Gazi Ü. Sosyal Bil. Enst., 2006, s. 21.
Cavit Sunar, Ana Hatlarıyla İslam Tasavvufu Tarihi, Ankara: Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., 1978,
s. 7; Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, Ankara: Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., 1986, s. 13; Hayrani
Altıntaş, İslam Düşünce Tarihi, Eskişehir: Anadolu Ü. Yay., 2005, s. 33.
Saffet Kemalüddin Yetkin, “Tasavvuf ve Istılahları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, c. 1, sayı: 4, 1952, s. 1; H. Kâmil Yılmaz, “Ahlaksız Olmaz”, AD, sayı: 198, 2002, s.
11; Tasavvufun çok çeşitli tarifleri bulunmakla birlikte yapılan bu tariflerden birisinde,
Tasavvuf: “Saadet-i ebediyye’ye nail olmak için nefis tezkiyesinin hallerini, ahlâk tezkiyesini
zahir ve bâtının tamirini bildiren bir ilimdir” şeklinde tarif edilmiştir. Bkz. Abdülkadir İsa,
Tasavvufi Hakikatler, (trc. Hasan Arslan), İstanbul: İlim Yayma Cemiyeti Yay., (?), s. 7.
Kerim Yavuz, “Şiirleri İçinde Ak Şemseddin’in Tasavvuf Dünyasına Psikolojik Yaklaşımlar”,
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (ÇUİFD), c. 1, sayı: 2, 2001, s. 40; Tasavvuf,
kâl ilmi değil de hâl ilmi klişesiyle tanımlanan, yani bizzat tecrübe edilen ve sübjektif yönü ağır
basan bir disiplindir. Bkz. Süleyman Gökbulut, “İlim Tasniflerinde Tasavvufun Yeri”, TD, sayı:
19, 2007, s. 248.
Günay, ilk dönemleri hariç tutarak, sonraki dönemlerde tarikat ve tekkelerin, cahil kişilerin
elinde tembellik ve meskenet yuvalarına dönüştüğünü belirtmektedir. Bkz. Ünver Günay,
“Çağdaş Türkiye’de Din, Toplum, Kültür, Gelenek ve Değişme”, ÇUİFD, c. 1, sayı: 2, 2001,
s. 12.
Allah’a yönelmek, Kur’an’da inâbe terimiyle ifade edilir. Müfessirlerin bu kavrama verdikleri
ortak anlam, kulun Allah’a yönelmesidir. Tasavvuf disiplininde ise inâbe makamı, tevbe olarak
ifade edilmektedir. Bkz. Abdurrahman Kasapoğlu, “Kur’an’da “İnâbe” Kavramı - Dinî Tecrübe
Açısından Bir Yaklaşım”, TD, sayı: 22, 2008, s. 137.
H. Kâmil Yılmaz, “Dîvân-ı İlâhî’de Durmak”, AD, sayı: 212, 2003, s. 8; Türkiye Diyanet Vakfı,
İlmihal, Ankara 2004, I, 48; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, s. 38.
Rivayete göre Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesi sayısıncadır. Bkz. Necmeddin Kübra,
Risâletün fi Tarik-i İlallah, (Yazma Eser), vrk. 1; Yavuz, “Şiirleri İçinde Ak Şemseddin”, s. 46;
Kadir Özköse, “Tasavvufî Tecrübede Salikin Kendinden Geçme Durumu: Vecd”, TD, sayı: 18,
2007, s. 70.
54 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
Tasavvuf ve sûfî kelimelerinin Kur’ân’da geçmemiş olması, tasavvufu
tartışma ortamına çekmiştir.31 Ancak İslam’ın ilk döneminde, Kur’ân ve sünnet
kaynaklı bir zühd hayatı yaşandığı32, o dönemde yaşanan bu zühd hayatının, daha
sonra tasavvuf ve tarikat adını aldığı dile getirilmiştir. 33
Tarikatların oluşumu aşamasında tasavvufta Basra, Kûfe, Horasan34,
Bağdat ve Mısır ekollerinin varlığından söz edilir. Hasan Basrî (ö.728), Basra
ekolünün öncüsü olup ilk dönemin en önemli sûfîlerindendir. Allah korkusunun
ve hüznün hâkim olduğu, uhrevilik, takva ve zühde yönelik bir eğilimi temsil
etmiştir. Ebû Hâşim Kûfî (ö.776) ise sûfî adıyla anılan ilk şahıs olup, Kûfe
ekolünün temsilcisidir. Kötü huylardan özellikle riyanın tehlikelerine dikkat
çekmiştir. Horasan bölgesinde yaşayan İbrahim b. Edhem (ö.776) ise zühdle
birlikte rıza, tevekkül35, fütüvvet ve melâmet terimlerini ön plana çıkarmıştır.
Aynı yörenin diğer sûfîleri olan Şakik-i Belhî (ö.810) tevekkül, Ebû Hafs Haddad
(ö.883) fütüvvet, Hamdun Kassar (ö.884) ise melâmet düşüncesiyle birlikte
hatırlanmıştır.36
Basra ekolünün bir başka önemli temsilcisi olan Rabiatü’l-Adeviyye
(ö.801), havfın yanında aşka dayalı zühd anlayışının oluşmasını sağlamıştır.
Bağdat’ta yaşamış olan Haris Muhasibî (ö.857), muhâsebe, rızâ, takvâ ve havf
kavramlarıyla öne çıkmıştır.37 Mısır’da yaşayan Zünnun-i Mısrî (ö.859) ise
ma’rifet ve muhabbet terimleri etrafında yoğunlaşan düşünce sistemiyle tebarüz
etmiştir. Yine Horasan bölgesinde, tasavvufi düşüncenin genel seyrini ve
gelişimini temelinden etkileyecek olan Bâyezîd-i Bistamî, (ö.847) fenâ
31
32
33
34
35
36
37
Bazı tasavvufi terimler: “Yakin, züht ve kanaat, hayâ ile beraber hizmet ve hazm, fakr ile kerem
ve fütüvvet, havf ile mücahede ve mürakabe, rıza ile istiğfar ve tazarru, muhabbet ve muhasebe
ile sabır ve şükür, müşahede ile şevk” vb. şeklinde sıralanabilir. Bkz. Mehmet Çalışkan,
“Kur’an’ın Nuzûlü ve Yedi Harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) Meselesi”, ÇUİFD, c. 5, sayı: 1, 2005, s.
228.
Her ne kadar Sufi ve tasavvuf kelimesi Hicri II. asırda kullanılmaya başlansa da, tasavvufi
düşüncenin hicri I. asırda Hz. Ebubekir, Hz. Ali, Ebu’l-Derdâ, Ebû Zer el-Gıfârî, Huzeyfe elYemânî, İmran Huzâî gibi seçkin sahabiler tarafından temsil edildiği dile getirilmektedir. Bkz.
Altıntaş, İslam Düşünce Tarihi, s. 35.
H. Kâmil Yılmaz, “Zühd”, AD, sayı: 98, 1994, s. 32; Hayrani Altıntaş, “İslam Düşüncesinde
Tasavvuf”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 27, 1985, s. 111-122; Ayrıca
bkz. Yılmaz, İbn Haldun’un Tasavvufa, s. 38.
Alexander Knysh, İslamic Mysticism: A Short History, Leiden: Brill, 2010, s. 81.
Bu terim hakkında geniş bilgi için bkz. Hayati Aydın, “Kur’ân’da İrâde-Azm ve Tevekkül”,
TD, sayı: 22, 2008, s. 59; Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 219-224.
Abdullah Damar, “Tasavvuf Terimlerinin Oluşumu”, TD, sayı: 17, 2006, s. 162.
Julian Baldick, Mystical Islam, New York: Tauris Parke, 2000, s. 33.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 55
düşüncesinin ilk temsilcilerinden olmuştur.38 Daha evvel ifade edildiği üzere
Bâyezîd, Harakânî’nin manevî üstadıdır. Tasavvuf bilgini H. Kâmil Yılmaz’ın
ifadesiyle, Sıddıkiyet yolunun temsilcisi olan Harakânî, hocasından aldığı manevi
mirasını zenginleştirerek devam ettirmiş ve Ebu Âli Farmedî gibi büyük tasavvuf
üstatlarını yetiştirmiştir.39
M.IX. asra kadar tasavvuf terimlerinin40 henüz oluşmadığı bilinmektedir.
Çünkü bu döneme kadar sûfî terimleriyle diğer İslâmî ilimlere ait terimler iç içe
olduğu gibi, âlimler, zahitler, hadisçiler de bir birinden çok farklı kimseler
değildi.41 Bu arada bağımsız tasavvuf terimleri oluşurken, ilk sûfî tekkelerinin de,
kendisine has bir tasavvuf tarzına sahip Horasan bölgesinde ortaya çıkmaya
başladığı dile getirilmiştir.42
1.2. Tasavvuf Anlayışında Peygamber Sevgisi
Kur'an-ı Kerim, sevgi temalarıyla dopdoludur. Çünkü sevgi, kalbin ve
ruhun gıdası, gözlerin nurudur. Sevgi, imanın, amellerin, manevi makamların,
hallerin ruhudur. Sevgiden mahrum olanlar, ruhsuz ceset gibidirler.43 Bilindiği
üzere, insanın en çok sevdiği kendi öz nefsi, anne-babası ve çocuklarıdır. Ancak
sevgi çemberinin Hz. peygamber lehine aşılması, onun en çok sevilenlerden daha
fazla sevilmesi gerekir44 ki din bilginlerinin ifadesiyle bu sevgi, Allah katında bizi
kurtaracak bir sevgidir.45
Velâkin bu sevgide de ifrattan kaçınmak ve önceki toplumların yaptığı
hatalardan ders çıkarmak en doğru olanıdır. Zaten Kur’an’da, Hz. Peygamber’in
beşeri yönü vurgulanmak suretiyle, peygamberleri ilahlaştıran önceki yanlış
tutumlar tashih edilmiştir. Bilhassa Hıristiyan Batı toplumlarında, Allah’ın
38
39
40
41
42
43
44
45
Damar, “Tasavvuf Terimleri”, s. 163; TDV, İlmihal, I, 57.
H. Kâmil Yılmaz, “Ebû Ali Farmedî”, AD, sayı: 69, 1991, s. 28.
Çetinkaya’ya göre, büyük mutasavvıfların ve bazı filozofların tasavvuf terimlerinin önemli bir
kısmını İhvân-ı Safâ’dan aldıkları söylenebilir. İhvân-ı Safâ, din ile dünyayı veya dünya ile
ahireti birbiriyle muhalif olmaktan kurtararak, her iki alanı da kuşatan, mutlu ve erdemli
insanları yetiştirmeyi amaç edinen bir tasavvuf felsefesi ve anlayışı sunmaktadır. Bkz. Bayram
Ali Çetinkaya, “İhvân-ı Safâ Düşüncesinde Temel Tasavvufî Kavramlar ve Meseleler”,
Cumhuriyet Ü. İlahiyat F. Dergisi, c. 9/2, 2005, s. 205.
Damar, “Tasavvuf Terimleri”, s. 163.
Artur F. Buehler, Sufi Heirs of the Prophet, The Indian Nashbandiyya and the Rise of the
Mediating Sufi Shaykh, Colombia 1998, s. 46; Ayrıca bkz. Klaus Kreiser, “Tekke ve Dervişlik”,
TD, sayı: 22, 2008, s. 341-345.
Raşit Küçük, “Allah’la Dost Olmak ve Sevgiyle Arınmak”, AD, sayı: 83, 1993, s. 14-15.
İ. Lütfi Çakan, “Candan İçre”, AD, sayı: 9, 1986, s. 6.
M. Yaşar Kandemir, “Bizi Kurtaracak Sevgi”, AD, sayı: 100, 1994, s. 24.
56 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
varlığı bile sevgi ile eşleştirilirken, İslam geleneğinde Allah ve peygamber
sevgisi, ilahi emirlere itaat etmeye bağlanmıştır.46
Tasavvufî anlayışın genellikle dört ana esas üzerinde yoğunlaştığı görülür.
Bunlar; ilahî emir ve yasaklara teslimiyet, Allah ve Resul’ünü çok sevmek, Allah
ve Resul’ünün ahlâkıyla süslenmek, Allah’tan başka her şeyden kalben
uzaklaşmaktır. Nitekim tasavvuf eğitiminde manevi sevginin basamakları,
fenafilihvân, fenafirrasûl ve fenafillâh olarak sıralanmıştır.47 Görüldüğü üzere
ilahi aşkın ilk mertebesi48 yol arkadaşını, ikincisi Peygamber (s.a.v.)’i, üçüncüsü
ise Allah’ı sevmektir. Yani müminleri Allah için sevmeyen,49 kardeşlik sevgisiyle
benliği ve bencilliği aşamayan,50 Hz. Peygamber ve Allah’ın sevgisine
erişemeyecektir. Bu sebeple tasavvuf terminolojisinde sevgiye ayrı bir önem
verilmiştir. Bu anlayışta sevginin merhaleleri, yedi basamakta ele alınmıştır. Bu
yedi basamak; meveddet, heva, hillet, muhabbet, şağaf, hüyam ve valeh tarzında
sıralanmaktadır.51
Horasan ekolünden gelen Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin, tasavvuf
düşüncesinin temel yapısıyla ilgili hususlarda orijinal değerlendirmeleri
mevcuttur. Şüphesiz bu hususların hepsine burada değinmek, çalışma konusunun
sınırlarını azami ölçüde aşacaktır. Bu sebeple biz, Harakani’yi kısaca tanıttıktan
sonra, onun peygamber sevgisinin yanında konuyla ilgili bazı düşüncelerine de
yer vereceğiz.
46
47
48
49
50
51
Sekan İnce, Kuran’da Psikolojik Kavramların Dilsel Analizi ve İslam Kültüründe Ruh Bilimine
Yaklaşım Tarzı, Nordestedt 2010, s. 118.
S. Mehmet Şen, “Aşk”, AD, sayı: 147, 1998, s. 41.
Bu mertebeler hakkında geniş bilgi için bkz. Ömer Yılmaz, “Tasavvuf Kültüründe İnsan-Dünya
İlişkisi”, TD, sayı: 18, 2007, s. 194.
H. Kâmil Yılmaz, “Gençliğin Eğitiminde Tasavvufun Rolü”, AD, sayı: 14, 1987, s. 37.
H. Kâmil Yılmaz, “Diğergâmlık Terbiyesi”, AD, sayı: 187, 2001, s. 5.
Meveddet: Sevgi sebebiyle kalbin özlem içinde bulunması halidir. Hevâ: Sürekli olarak sâlike
gözyaşı döktüren sevda durumudur. Hillet: Sevgilinin sevgisiyle sermest olması ve tam dostluk
durumudur. Muhabbet: Sevilene bütünüyle yönelmek ve O'nun istediği doğrultuda yaşamak
demektir. Bu sayede kötü huylardan arınma ve güzel huylarla donanma suretiyle sevgiliye layık
olma ve ona böylece yaklaşma demektir. Şağaf: Kalbi parçalayan ve yakan ateşli sevgi
durumunu ifade eder. Hüyam: Sevdalıyı çıldırtan sevgi olup, sevgi çılgınlığı, sevgilinin kulu
kölesi olma halidir. Valeh: Dostun ve yerin güzelliğini seyrederken sevgi şarabıyla kendinden
geçme, kana, kana içme şeklinde tarif edilmiştir. Bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yay., 2012, s. 49.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 57
2. Ebu’l-Hasan el-Harakânî ve Peygamber Sevgisi
2.1. Ebu’l-Hasan el-Harakânî kimdir?
Ebu’l-Hasan el-Harakânî, İran’ın tarihî Horasan bölgesindeki Bistam
şehrine bağlı Harakân köyünde 960 tarihinde dünyaya gelmiştir. Horasan
muhitinde doğup büyüyen Harakânî, Şeyh Ebu’l-Hasan Alî b. Ahmed elHarakanî ismiyle anılmaktadır.52
Harakânî’nin tahsil hayatıyla ilgili fazla bilgimiz yoktur. O, kendisinin
okuma yazma bilmediğini söyler. Ancak ona atfedilen beş eser, zâhirî ve
tasavvufî ilimlerdeki kifâyetini53 gözler önüne sermektedir.54 Hakkında
yazılanlardan, işlerini bizzat kendisinin gördüğü, parasal yardımları kabul
etmediği anlaşılır. Nitekim Arap tarihçilerinden Sem’ânî, onun hayvanla yük
taşıyarak ve taşınması için kiraya vererek geçimini sağladığını haber verir.55
Harakânî, devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanımış ve en sonunda
hemşehrisi Bâyezid Bistâmî’nin56 dergâhında karar kılmış, seneler önce ölmüş
bulunan Bâyezid’in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki
yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı
olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezid sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata
götürmüştür.57
Harakânî’nin, üveysîlik yoluyla üstadı olan Bâyezid’in dışında, ayrıca
Ahmed b. Muhammed Abdülkerim Kassâb-i Amulî’den de manevî terbiye aldığı
söylenir.58 Tasavvufta yüksek derecelere ulaşan Harakânî’nin Harakân’daki
tekkesini Şeyh Ebû Saîd59 ve Hâce Abdullah-ı Ensârî gibi devrin tanınmış sûfîleri
52
53
54
55
56
57
58
59
Şeyhu’l-İslam Ebî İsmail el-Herevî, Zemmul-Kelam ve Ehlihi, Medinetü’l-Münevvere 1998, I,
62; İsmail Paşa el-Bağdâdî, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Müellifîn ve Âsâru’l-Musannifîn,
İstanbul 1951, I, 687; İhsan İlahi Zahir, et-Tasavvuf el-Menşe ve’l-Masâdır, Lahor 1986, s. 103;
Süleyman Uludağ, “Harakânî”, DİA, c. XVI, 93-94; Hasan Çiftçi, Şeyh Ebü’l-Hasan-i
Harakânî, Eserleri, Kars 2004, s. 29, 32.
Ali Tenik, “Türk Mutasavvıf Şâirlerinde Varlık Anlayışı Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî ve
Ahmed Kuddûsî Örneği”, TD İbnü’l-Arabî Özel Sayısı 2, sayı: 23, 2009, s. 481.
Ahmet Emin Seyhan, “Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin Tasavvuf ve Şehitlik Anlayışı”, Kafkas
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 1, 2014, s. 2.
İbn Mansur es-Sem’ânî, el-Ensâb, Beyrut: Dâru’l-Cinân,1988, II, 347.
Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-Fuâd Fi’l-Mebde’ ve’l-Ma’âd, İstanbul 1871, s. 128; Uludağ,
“Harakânî”, s. 93.
H. Kâmil Yılmaz, “Ebu’l-Hasan Harakânî”, AD, sayı: 68, 1991, s. 28.
Hasan Çiftçi, “Şeyh Harakânî ile Şeyh Bâyezid Arasındaki İlginç Manevî İlişki”, Nüsha, sayı:
11, 2003, s. 23.
Hasan Çiftçi, “İki Ünlü Şâfiînin İlginç Görüşmesi-Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr- Ebû’l-Hasan-i
Harakânî”, Nüsha, sayı: 9, 2003, s. 7-22.
58 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
yanında, Sultan Gazneli Mahmud’un da ziyaret ettiği anlatılır.60 Sağlığında
tekkesinin büyük âlimlerin, sûfîlerin ve sultanların ziyaretgâhı olduğu gibi,
günümüzde de tasavvuf öğretisi birçok tasavvufi yolun kesişme noktası
olmuştur.61
Arap tarihçiler, onun H. 425/1033 senesinin Aşure gününde 73 yaşında
vefat ettiğini belirtirler.62 XVI. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu
Mustafa Âlî63 ve XVII. asır seyyahı Evliya Çelebi’ye göre,64 Sultan III. Murad
döneminde (1574-1595) yapılan Kafkas seferi (1578-1579) sırasında, Kars
kalesinin onarımı devam ederken, askerlerden birisi rüyasında, kendisinin Ebu’lHasan el-Harakânî olduğunu söyleyen yaşlı bir şahıs gördü. Bu şahıs, kabrinin
bulunduğu yeri tarif ediyordu. Şahsın anlattığı yer kazıldığında ise üzerinde
Harakânî’nin ismi yazılı olan bir kabir ortaya çıktı. Bu olaydan sonra, Lala
Mustafa Paşa kabrin üzerine kubbeli bir türbe, ayrıca adına tekke ve cami
yaptırdı.
Kars yöresinde, Harakânî’nin, Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehit
olduğu yönünde bir inanış mevcuttur. Buna göre Harakânî, Çağrı Bey’in
Kafkasya seferi sırasında Kars’a gelmiş, Yahniler Dağı’nın eteklerinde SelçukluBizans savaşına katılmış, yaralanmış ve şehit düşmüş, bilahare Selçuklu
kuvvetleri Bizans ordusunu dağıtmış ve şehrin kapıları Türklere açılmıştır.65
60
61
62
63
64
65
Ali b. Osman Cüllâbî el-Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, (nşr. S. Uludağ), İstanbul:
Dergâh Yay., 1982, s. 268; Çiftçi, Harakânî, s. 32-35; Sadık Yalsızuçanlar, Cam ve Elmas,
İstanbul: Timaş Yay., 2012, s. 89, 125.
Harakânî, Nakşibendiyye risalesindeki silsilede kendisi gibi üveysi olduğu belirtilen Ebu’lKasım Gürkânî’den sonra yer almıştır. Bkz. Şeyh Muhammed Niyâzî, Risâletün fi Tarîkati'nNakşibendiyye, el-Ezher Ü. Ktb., vrk. 4a; Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, İstanbul:
Dergâh Yay., 1985, s. 112, 229; Hacı Bayram Veli’nin bir Melâmî silsilesinde Harakânî
mevcuttur. Bkz. Yusuf Ziya İnan, İslam’da Melâmiliğin Tarihi Gelişimi, İstanbul: Bayramâşık
Yay., 1976, s. 110.
Yâkût b. Abdillah el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, Beyrut 1977, II, 360; Sem’ânî, el-Ensâb, II,
347.
Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr, (nşr. Faris Çerçi), Kayseri: Erciyes Ü. Yay., 2000, II,
335; H. Mustafa Eravcı, “Mustafa ‘Ali'nin Nusret-nâmesi ve Onun Işığında Yazarın
Tarihçiliği”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih
Araştırmaları Dergisi, c. XXIV, sayı: 38, 2005, s. 169; Ayrıca bkz. M. Fahrettin Kırzıoğlu,
Kars Tarihi, Taş Çağlarından Osmanlı İmparatorluğu’na Değin, İstanbul 1958, I, 526-527;
Çiftçi, Harakânî, s. 63.
Evliyâ Çelebi, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Dersaadet 1314, II, 330.
Yalsızuçanlar, Cam ve Elmas, s. 185; Yavuz Selim Uzgur, Anadolu’nun Kalbi Harakânî, Sufi
Kitap, 2012, s. 13; Ayrıca bkz. Seyfullah Korkmaz, “Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş-ı Velî”,
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 11, 2001, s. 327.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 59
2.2 Ebu’l-Hasan el-Harakânî’de Peygamber Sevgisi
Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin Peygamber sevgisine dair veriler, Attâr’ın
Tezkiretü’l-Evliyası ve kendisine atfedilen Nuru’l-Ulûmu’ndan alınmıştır. Adı
geçen eserlerdeki konuyla ilgili sözlerinin genellikle, Harakânî’nin hayatında
Allah ve Resulünün yeri, Peygamberimizin yüksek manevi dereceleri,
Peygamberimizi görmek ve onunla hem hal olmak gibi hususlarda
yoğunlaşmaktadır. Ayrıca Harakânî Hz. Peygamber’in gerçek varislerinin veliler
olduğunu belirtmekte ve gerekçelerini de sıralamaktadır. Bu bağlamda kendisine
verilen yüksek manevi derecelerden bahsetmekte ve dolayısıyla kendisinin de
onun varislerinden birisi olduğunu ifade etmektedir.
2.2.1. Harakânî’nin Hayatında Allah ve Resulünün Yeri
Harakânî, her halükârda Allah ve Resulünün kölesi, halkın hizmetkârı
olduğunu dile getirmiş ve kendisine has üslupla: “İlahi, her halükarda senin ve
Resulünün bendesi halkın hizmetçisiyim”66 derken, Mevlâna’nın meşhur: “Ben
sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın bendesiyim. Ben seçilmiş Hz. Muhammed’in
(s.a.v) yolunun toprağıyım” sözünü hatırlatıyor.67 Her iki güzel kelam da
sahiplerinin Allah ve Resul’üne bağlılıklarını aşikâr ediyor. Ancak Harakânî,
Mevlana’dan farklı olarak, maksada ermek için halkın hizmetinde bulunmayı
kendisine şiar edindiğini belirtiyor.
Harakânî, diğer bir sözünde yaşadığı sürece Allah ve Resulünün izinden
bir an bile ayrılmadığını şöyle ifade ediyor: “Yetmiş üç yıl Hakla yaşadım, bu
süre boyunca şeriata muhalif bir şekilde secde etmedim. Bir kere bile nefsin
arzusu istikametinde nefes almadım.”68 Şüphesiz onun bu hassasiyeti, Allah ve
Resulüne olan inanç ve muhabbet hislerinin de bir göstergesidir. Benzer ifadelere
Hacı Bektaş-ı Velî’de de rastlamaktayız.69 Bu vb. benzerlikler ile adı geçen
tasavvuf yollarına ait silsilelerden yola çıkarak, Mevlâna ve Hacı Bektaş Velî’nin,
Harakânî’nin temsil ettiği tasavvuf anlayışından feyizlendikleri ileri sürülebilir.70
66
67
68
69
70
Feridü’d-din Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, (trc. S. Uludağ), İstanbul: Kabalcı Yay., 2007, s. 616.
Semih Ceyhan, “İsmail Rüsûhî Ankaravî’nin Mesnevî Tahkîki: Mesnevî’deki Mânâya
Metodolojik Bir Yaklaşım”, TD Mevlânâ’ya Armağan Sayısı, sayı: 20, 2007, s. 120.
Attâr, Tezkire, s. 608.
Hacı Bektaş Veli, Menâkıbnâme-i Hacı Bektaş Veli, Vilayetnâme, (hzl. A. Gölpınarlı), İstanbul:
İnkılâp Kitabevi, 1958, s. IV, 25, 27, 28.
Mevlânâ Ali b. Hüseyin, Reşahat Ayn el-Hayat, (sdl. Necip Fazıl Kısakürek), V. Baskı, İstanbul
(?), s. 8; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, s. 322.
60 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
Harakânî, kendisine verilen manevi derecelerden bahsettiği bir sözünün
devamında: “Eğer bu makamda Muhammed Mustafa’nın şeriatından başka bir
şey görecek olsam derhal gerisin geri dönerim. Çünkü ben başkomutanı Hz.
Muhammed (s.a.v.) olmayan bir kervanda bulunmam71” diyor ve böylelikle
maneviyat yapısını oluşturan esaslarda Hz. Peygamberin sünnetine uymayan bir
unsura asla yer vermeyeceğini kesin bir dille ilan ediyor. Bu ifadelerden yola
çıkarak Allah ve Resul’ünün Harakânî’nin hayatında büyük bir mevkie sahip
olduğu hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde söylenebilir.
2.2.2. Peygamberimizin Yüksek Manevi Dereceleri
Harakânî, Allah Resulünün manevi makamlarından bahsetmeye ve onu bu
yolla yüceltmeye özen göstermiştir. Çünkü Allah, kimseye vermediği kıymeti
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e vermiş, şanını yüceltmiş, hiçbir peygambere
nasip olmayan özellikleri, üstünlükleri, mucizeleri ona bağışlamıştır.72 Din
bilginleri bu makamlardan birisinin Makam-ı Mahmud olduğunu ifade ederler.73
Harakânî, Allah Resulünün manevi makamlarını isim olarak zikretmese de bu
derecelerin nihai noktasını kestirmenin çok güç olduğunu belirtmiştir.
O, bunu söylerken kendisine has üslubuyla, Üç şey dışında her şeyi nihai
noktasına kadar biliyorum. Nefsin oyunlarının nihai noktasını, Hz. Mustafa’nın
(s.a.v.) sahip olduğu derecelerin nihai noktasını ve marifetin nihai noktasını ise
bilmiyorum, der.74 Başka bir sözünde ise peygambere verilen sorumluluğun en
yüksek dağların bile taşıyamayacağı kadar büyük olduğunu ifade etmiştir.
Velilerin de diğer insanlarla kıyaslandığında, Allah katındaki derecelerinin
yüksek olduğunu, ancak hiçbir velinin peygambere yüklenen mesuliyetin
altından kalkamayacağını ifade eder. Şöyle ki, Peygambere gelen şey evliyaya
gelseydi, yeryüzünde “La ilâhe illallah” diyen hiç kimse kalmazdı. Hz.
Mustafa’ya (s.a.v) gelen şey, Kaf dağına inseydi, dağ parça parça olurdu,75
diyerek bir bakıma ilk sözüne açıklama getiriyor. Diğer taraftan da: “Eğer biz, bu
Kur'an'ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek
parça parça olmuş görürdün.”76 âyet-i kerimesini hatırlatıyor.
71
72
73
74
75
76
Attâr, Tezkire, s. 605.
M. Yaşar Kandemir, “Onu Allah Yüceltti”, AD, sayı: 188, 2001, s. 24.
Hamdi Döndüren, “Allah Resulünün Gece Hayatı”, AD, sayı: 199, 2002, s. 37.
Attâr, Tezkire, s. 602.
Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm, (nşr. Şenol Kantarcı), Ankara: E. H. Harakânî Der. Yay.,
1997, s. 38.
Haşr, 59/21.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 61
Harakânî’nin peygamber sevgisi, sadece Hz. Peygamber’in sahip olduğu
yüce makamları övmekten de ibaret değildir. O, Hz. Peygamberin aile hayatıyla
ilgili yapılan bazı yanlış yorumları da tashih eder ve “Âlimler diyor ki:
Peygamber’in (s.a.v.) dokuz karısı vardı, bir yıllık yiyecek bulundururdu,
çocukları da olmuştu. Biz de deriz ki: Evet, öyleydi ama o altmış üç yıl bu
dünyada gönlünün bunlardan haberi olmadığı halde yaşamıştı. Bütün bunlar
onda mevcutken onun ancak Allah’tan haberi vardı”77 der. Harakânî’ye göre
Peygamberimizin 9 eşinin, çocuklarının ve yıllık nafakasının olması doğrudur.
Ancak bu sayılanlar Peygamberimize Allah’ı unutturmamıştır. Şeyh, böylelikle
dünyalık mansıp ve nimetlerin peşinde koşarak Allah’ı unutan zamanın âlimlerini
de eleştirmiştir.
2.2.3. Peygamberimizi Görmek ve Onunla Hemhal Olmak
Harakânî’ye göre Allah’ı seven kişi onunla birlikte olmalı, onun peşinden
gitmelidir. Nakledildiğine göre Şeyh bir âlime: “Sen mi Allah’ı seviyorsun, Allah
mı seni seviyor?” diye sorduğunda âlim: “Ben Allah’ı seviyorum.” demiş. O da
cevaben: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”78 nebevî kelamını delil gösterip: “O halde
git onun çevresinde bulun, bir kimse birini severse onun peşinden gider.”
demiştir.79 Harakânî, böylece Allah ve Resulünü sevmenin, sözle değil fiille
gerçekleşeceğini vurgulamış, yaşantısıyla da bizlere örnek olmuştur.
Harakânî, sözlerinde Hz. Peygamber ‘i (s.a.v) görmeye de değinmiştir.
Ona göre Allah’a inanıp sâlih amel işleyen ve güzel ahlak sahibi olup insanlarla
hoş geçinen bir kişi, günlük yaşamında Hz. Peygamber ile beraberdir. Şayet
insanlara rahatsızlık veren davranışlar sergilerse80 Allah onun ibadetini dahi
kabul etmeyecektir. O, bu yaklaşımıyla dini yaşantıda teoriden çok pratiği ön
plana çıkaran bir anlayışa sahip olduğunu gösterir. Şöyle ki: Bir mümini
incitmeden sabahtan akşama varan kimse, o gün akşama kadar peygamber
(s.a.v.) ile yaşamış olur. Eğer mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini
kabul etmez, der.81 Yunus Emre ise Ak sakallu pîr koca bilmez ki hâli nice, Emek
77
78
79
80
81
Attâr, Tezkire, s. 632.
Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165.
Attâr, Tezkire, s. 635.
Hatta İslam öğretisinde Müslüman’ın, sadece insanlara değil hayvanlara da eziyet etmesi,
onlara taşıyacağından fazla yük yüklemesi men edilmiştir. Bkz. Ahmet Taşgetiren, “Onun
Dilinden Bir Müslüman Tarifi”, AD, sayı: 184, 2001, s. 7.
Attâr, Tezkire, s. 628
62 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
yimesin hacca bir gönül yıkarısa, diyerek Harakânî’nin bu güzel sözünü tabir
caizse taçlandırır.82
Ayrıca Harakânî’ye göre Peygamberi yaşadığı asırda bile görenlerin sayısı
çok azdır. O bu hususu şu sözleriyle dile getirir: Hakikatte Hz. Mustafa’yı (s.a.v.)
onun dört dostundan ve ashabından başkası görmemiştir. Bunun delili nedir bilir
misin? “Görüyorsun ki onlar sana bakıyorlar ama görmüyorlar” ayetidir.83
Attâr’ın naklettiği bir menkıbede anlatılanlara göre ise Harakânî, Allah ve
Resul’ünün izinden ayrılmamanın mükâfatını, Peygamberi görerek almıştır.
Menkıbe şöyle: Bir imam Irak’ta hadis dinliyordu. Şeyh: “Burada isnadı daha
Âlî olan yok mu?” diye sordu. İmam: “Öyle birisi yok” dedi. Şeyh: “Ben ümmi
birisiyim. Hak Teâlâ bana ne vermişse minnet etmemiştir. Kendi ilmini bana
verdi ama bunu (hadis ilmini) vermekte minnet etti.” İmam: “Ey Şeyh, sen kimden
duyuyor ve hadis belliyorsun?” dedi. Şeyh: “Resul’den” dedi. Ama Harakânî’nin
bu sözü adamın hoşuna gitmedi, onu kabul etmedi. Gece rüyasında gördüğü o
büyük Zat (s.a.v.) kendisine: “Civanmertler doğru söylerler” dedi. Ertesi gün
adam hadis okuma işine başladı. Öyle bir yere geldi ki Şeyh: “Bu Peygamberin
hadisi değildir.” dedi. İmam, Nereden ve neyle biliyorsun?” diye sorunca, Şeyh:
“Sen hadis okumaya başladığın an iki gözüm Peygamber (s.a.v.)’in iki kaşı
üzerindeydi. Kaşlarını çatınca bu hadisin ona ait olmadığı bana malum oldu.”
diye karşılık verdi.84
2.2.4. Harakânî’nin Yüksek Manevi Mertebeleri
Harakânî, Allah’ın Peygamberine bahşettiği ihsanların ondan sonra
kendisine verildiğini söylemekte beis görmez ve “Hak Teâlâ dostlarına öyle bir
makam verir ki oraya ulaşmak mahlûkun haddine düşmez ve Ebu Hasan
Harakânî bu sözünde sadıktır. Şayet ben onun lütfundan söz etsem tıpkı
Mustafa’ya (s.a.v) yaptıkları gibi beni de deli diye çağırırlar. Şayet bunu arşa
anlatsam arş sallanır. Güneşe söylesem kendi yolunda dönmekten vazgeçer.”85
der. Devamında ise: “Allah Teâlâ’nın bir avuç toprak ve sudan ibaret olan bir
82
83
84
85
Yunus Emre, Divân, Tenkitli Metin II, (nşr. Mustafa Tatçı), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1997, s. 243.
Araf, 7/198; Attâr, Tezkire, s. 598-599; Harakânî-Gazneli Mahmud ile ilgili olarak ayrıca bkz.
Muzaffer Ozak, Envâru’l Kulûb, İstanbul: Salah Bilici Yay., 1975, s. 648.
Attâr, Tezkire, s. 595; Yılmaz’a göre: “Âşık gönül her an Kâbeye gider gelir. Allah’ın lütfuyla
beden, kalbin huyunu huy edinir. Yolların uzunluk ya da kısalığı bedene göredir. İlâhî âlemde
uzunluk ya da kısalık söz konusu değildir. Allah murâd edince beden değişir, mesâfe yakınlaşır.
Çünkü âşıka Bağdâd uzak değildir”. Bkz. H. Kâmil Yılmaz, “Fiziki ve Manevî Kıble-Teni ve
Canı Allah’a Döndürmek”, AD, sayı: 297, 2010, s. 7-8.
Attâr, Tezkire, s. 606.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 63
mahlûka, bana yaptığı kadar iyilik yapacağını kesinlikle bilmezdim. Hz
Mustafa’dan (s.a.v) sonra bu lütuf bana geldi. Yakînen biliyorum ki ona iman
etmek şarttır ve bu benim için gözle görülen bir gerçektir. Başka bir şeye hacet
yoktur.”86 diyerek sözünü sonlandırır.
Harakânî, diğer bir sözünde, ulaştığı yüksek manevi mertebelerden
bahsederken ibadet ve itaatte gösterdiği itina, ihlâs87 ve sabrı da dile getirir. Şöyle
ki: Elli yıl ihlâslı olarak Allah’la öyle sohbet ettim ki, hiçbir mahlûk buna
ulaşamaz. Yatsı namazı kılar ve şu nefsi ayakta tutardım, aynı şekilde nefsi
gündüz akşama kadar taatında bulundururdum. Bu süre içinde iki dizimin üstüne
gelerek otururdum. Ona layık olma vakti gelinceye kadar iş böyle devam etti.88
Harakânî, diğer bir kelamında ise “Allah’ın bana ihsan ettiği şu makama
yeryüzündeki halk için de göklerdeki melekler için de yol yoktur”89 demektedir.
2.2.5. Hz. Peygamber’in Gerçek Varisleri ve Özellikleri
Ebu’l-Hasan el-Harakânî, kendilerinin peygamberin gerçek vârisi
olduğunu belirtir ve bunun gerekçelerini şöylece sıralar: “Çünkü Resul (s.a.v.)’de
mevcut olan şeylerin bazısı bizde de var. Resul fakrı seçmişti. Biz de fakrı tercih
ettik. O cömertti, güzel bir ahlâkı vardı, hainlik bilmezdi, basiretliydi, tamahkâr
değildi, hayrı ve şerri Allah’tan görürdü. Tabiatında kandırma diye bir şey
bulunmazdı. Vakte esir değildi. Halkın korktuğu şeylerden korkmaz, halkın
güvendiği şeye güvenmezdi ve hiç de gururlanmazdı. İşte bütün bunlar
civanmertlerin sıfatıdır. Resul (s.a.v.) ucu bucağı olmayan bir ummandı. Eğer
ondan bir damla ortaya çıksa bütün âlem ve mahlûkat içinde boğulurdu. İçinde
bulunduğumuz kafilenin başı Hak, sonu Mustafa (s.a.v.)’dır. Arkasında da
sahabe var. Bu kervanda bulunan ve ruhları birbirleriyle kaynaşan kimselere ne
mutlu, ama Ebu’l Hasan’ın, ruhunu hiçbir mahlûk bağlamamıştır.”90 Kelamdan
da anlaşılacağı üzere Harakânî, Peygamberliğin yanında manevi bir makam
olarak civanmertlik/velilik adıyla ayrı bir makamdan bahsediyor.
86
87
88
89
90
Attâr, Tezkire, s. 607.
Onun ihlâsla ilgili olarak söylediği, “Allah Teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın
her şey de riyadır”, sözü ihlâsa verdiği önemi ifade ediyor. Bkz. Necdet Tosun, “İhlâssız Amel
Sahte Para Gibidir”, AD, sayı: 299, 2011, s. 12.
Attâr, Tezkire, s. 636.
Attâr, Tezkire, s. 605.
Attâr, Tezkire, s. 623.
64 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
Harakânî bir sözünde: Şu âlemde Allah’tan, Peygamberden ve pirlerden
utanan bir kimseden Yüce Allah da o âlemde utanır, der.91 Burada AllahPeygamber ve pirlerin birer manevi basamak halinde zikredildiği görülür. Aynı
meyanda başka bir sözünde ise gerçek müminin, adı geçenlerin haricindekilerden
uzak durması gerektiği dile getirilir. Şöyle ki: Üç zat dışında mümin, herkese
yabancıdır. Biri Allah, ikincisi Hz. Muhammed (s.a.v.), üçüncüsü temiz olan
başka bir mümin.92 Buna göre müminin inanç dünyasındaki zincirin halkaları,
Allah-Peygamber ve temiz olan başka bir mümin yani pirler şeklinde
oluşmaktadır.
Ona göre civanmerdin (velinin) manevi makamı ne kadar yüce olursa
olsun, peygamberi geçmesi mümkün değildir. Gazneli Mahmud, ziyaret
maksadıyla Harakânî’yi ziyarete geldiğinde aralarında geçen konuşmalar
sırasında sultanın talebi üzerine Şeyh, Bayezid’den şu nakilde bulunur: “Her kim
beni görürse alnına bedbahtlık yazısı yazılmaktan emin olur. Mahmud, İyi ama
onun rütbesi peygamberlerinkinden daha mı büyüktür? Ebu Cehil, Ebu Leheb ve
başka bir sürü inkârcı onu gördükleri halde yine de cehennemlik olan
talihsizlerden oldular, dediğinde ise Şeyh, edebe dikkat et, kendi vilayetinden
tasarrufta bulun, zira hakikatte Hz.Mustafa’yı (s.a.v.) onun dört dostundan ve
ashabından başkası görmemiştir.”93, diyerek bu husustaki görüşünü ifade eder.
Harakânî, Kâmil insanın kendi ifadesiyle civanmerdin kim olduğu
yönünde sorulan bir soruya cevaben: Mustafa (s.a.v.) istisna edilirse er odur ki
onu burada kimse bulamaz. Oysa mahlûk olduğun sürece seni herkes bulur. Yani
halk âleminden değil, emir âleminden ol,94 derken kâmil insan olmanın95 çok
meşakkatli bir iş olduğunu belirtir. Ancak imkânsız da olmadığını, tasavvuf
büyüklerinden Ebu Dehhak’ın: “Ta Âdem zamanından kıyamete kadar bu yoldan
91
92
93
94
95
Attâr, Tezkire, s. 628.
Attâr, Tezkire, s. 626.
Araf, 7/198; Harakânî-Gazneli Mahmud görüşmesiyle ilgili olarak ayrıca bkz. Ozak, Envâr, s.
648.
Attâr, Tezkire, s. 621.
Kâmil insan: “Tasavvufta amaç insan-ı kâmil olmaktır. Bu durumda insan-ı kâmil (yetkin insan)
olmak, ulaşılması istenen bir merhale anlamına gelmektedir.” Bkz. Nebahat Göçeri, “Dinî
Eğitim İle Din Eğitimi Kavramları Üzerine Bir Analiz Denemesi”, ÇUİFD, c. 2, sayı: 1, 2002,
s. 54; Yılmaz, bu kavramla ilgili olarak: “Tasavvufta, lügat anlamından farklı ve kapsamlı bir
manası vardır. İnsanın Allah'ın yeryüzünde halifesi olması itibariyle, O'nun bütün isim ve
sıfatlarına mazhar olan hazerat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde toplayan kişiye insan-ı
kâmil denir.” demektedir. Bkz. H. Kâmil Yılmaz, “İnsan-ı Kâmil”, AD, sayı: 125, 1996, s. 31;
Ayrıca bkz. Abdülhakim Yüce, “Tasavvufta İnsan-i Kamil ve Mevlana”, Tasavvuf-İlmi ve
Akademik Araştırma Dergisi, sayı: 14, 2005, s. 63-77.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 65
hiç kimse geçmediğinden yolu deve dikenleri kaplamıştır, sözüne karşılık olarak
verdiği cevapta dile getirir. Bana bu sözle enbiya ve evliya küçük görülüyor gibi
gelmişti. Çünkü kuldan Allah’a giden yolu deve dikenleri tutmuşsa acaba
Allah’tan kula gelen yol nasıl olur?” der.96
Harakânî, hakikate ulaşmanın çok zaman alıcı bir iş olduğunu dile getirir.
Şöyle ki: “Şeriattan marifete kadar yedi bin, marifetten hakikate kadar yedi yüz
bin, hakikatten sarayın açılmasına kadar bir milyon derece var. Her bir derece
için Nuh’un ömrü kadar bir ömür, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sefası (safiyeti) gibi
bir sefa gerekir.”97 Bu söze dikkat edilirse, tarikatların henüz isim olarak
belirmediği bir dönemde şeriat, (tarikat), marifet ve hakikat şeklinde bir
sıralamanın varlığı göze çarpar. Bu tasnif, Yunus Emre Divanı’nda, şerî’attarîkat yoldur varana, hakîkat-ma‘rifet andan içerü98 ifadeleriyle, Hacı Bektaş-ı
Veli’nin Makâlâtı’nda ise dört kapı kırk makam99 formülüyle Harakânî’den 200
yıl sonra Anadolu’da dile getirilmiştir.100
Harakânî, sözlerinde civanmertlerin (velilerin) özelliklerinden bahsetmeye
devam ediyor: Zaman her şeye yetişir, hiçbir şey zamana yetişmez. Halk zamanın
esiridir. Ebu’l-Hasan zamanın sahibidir. Zamandan her söz edişimde mahlûkat
karşımda hezimete uğrar. Civanmertlerin canı, Mustafa (s.a.v.)’nın zamanından
kıyamete kadar Hakkın varlığını ikrar eder.101 Harakânî’nin bu sözü İsmail Hakkı
Bursevî’nin kudsî hadis olarak naklettiği “Allah’ın velî kulları ölmezler. Sadece
yer değiştirirler.”102 sözünü hatırlatmaktadır. Ancak biz meseleyi tasavvuf
öğretisinde nefis terbiyesi açısından değerlendiriyoruz. Mutasavvıflar, nefsin
yedi makamından bahsederler. Bu makamlar, nefs-i emmâre, levvâme, mülhime,
mutmainne, râziye, mardiye ve nefs-i kâmiledir. Birinci nefsten yedinci nefse
doğru gidildikçe aşama aşama ruhaniyet artar. Böylece benlik ölümlü ve iğretiden
96
97
98
99
100
101
102
Attâr, Tezkire, s. 628.
Attâr, Tezkire, s. 633.
Ahmet Kabaklı, Yunus Emre, Toker Yayınları, İstanbul 1971, s. 78; Yunus Emre, s. 234.
Hacı Bektaş Veli, Makâlât, (hzl. Esat Coşan, sdl. Hüseyin Özbay), Ankara: Kültür Bak. Yay.,
1996, s. 8-26; Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, Makâlât, (hzl. Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali
Öztürk), Ankara: TDV Yay., 2007, s. 29-31.
Son zamanlarda, şeriata bağlılıklarını açık bir dille ortaya koyan Yunus gibi Hak âşıklarını,
Kur’an ve sünnetle bağımlı olmayan, Türk tipi dindarlığın gerçek temsilcilisi gibi görmeye
çalışan veya onu Türk hümanizminin bir örneği olarak göstermek isteyen bazı kişiler olmuştur.
Bkz. Annemarie Schimmel, “Türkiye’de Tasavvuf ve Manevî Hayat”, (trc. Süleyman
Gökbulut), Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 22, 2005, s. 185-195.
Attâr, Tezkire, s. 609.
Yıldırım, “Tasavvufa Kaynaklık Etmesi Bakımından”, s. 98.
66 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
ölümsüze doğru yükselir.103 Kanaatimizce Harakânî, bu sözüyle kendisinin nefsi emmâreden nefs-i kâmileye yükseldiğini ve böylece ölümlü ve iğreti benlikten
kurtulduğunu104 ifade etmektedir.
Harakânî, velilerin ahiretteki hallerinden bahsettiği diğer bir sözünde ise:
İlahi, o büyük günde peygamberler nurdan minberlere oturur halk da onları
temaşa eder. Velilerin nurdan kürsülere oturur ve halk da onları seyreder. Halk
seni temaşa etsin diye Ebu’l-Hasan senin vahdaniyetinin üzerine oturacaktır.105
Aynı kelamın devamı niteliğindeki başka bir sözünde ise Mustafa (s.a.v.), yarın
öyle insanlar takdim edecektir ki ne öncekilerde ne sonrakilerde onlar gibisi
yoktur. Hak Teâlâ onlara karşı Ebu’l-Hasan’ı çıkaracak ve “Ey Muhammed
(s.a.v.) onlar senin sıfatlarındandır. Ebu Hasan ise benim sıfatımdır’’diyecek,
diyerek sözlerini sonlandırır.106 Böylece Harakânî, velilerin hem bu dünyada hem
de ahirette sıradan insanlarla bir tutulmayacağını dile getirmiştir.
SONUÇ
Bu çalışmanın ilk kısmında, İslam’daki tasavvuf anlayışı hakkında kısaca
malumat verilmiş, tasavvuftaki peygamber anlayışının ve peygamber sevgisinin
temel vurgularından hareketle konunun teorik çerçevesi çizilmiştir. Böylece
Horasan coğrafyasının bağrından neşet eden büyük bilge Ebu’l-Hasan elHarakânî’nin peygamber sevgisinin teorik altyapısı oluşturulmuştur. Konu,
Şeyhin çeşitli vesilelerle dile getirdiği sözlerine dayandırılmıştır. Bu verilerden
yola çıkarak, Harakânî’nin peygamber sevgisiyle ilgili olarak şu tespitlerde
bulunmak mümkündür:
1) Hz. Peygamber (s.a.v.), yaratılmışların en üstünü olup, aklın idrak
edemeyeceği, dilin layıkıyla anlatmaya güç yetiremeyeceği derecede
yüce mânevi makamlara sahiptir.
2) Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah’ın peygamberi ve İslam ümmetinin
başıdır. İnsanları Allah’ın yoluna iletmek üzere Allah tarafından
görevlendirilmiştir. Bu sebeple Allah’ın Resulüne tabi olmak Allah’a
tabi olmaktır.
103
104
105
106
Abdurrahman Kasapoğlu, “Yusuf ve Züleyha Açısından Kur’an’da Nefs-i Emmâre KavramıFreud’un İd Kavramıyla Mukayese”, TD, sayı: 17, 2006, s. 60.
Ölüm korkusuyla ilgili olarak bkz. Mustafa Koç, “Ölüm Korkusu Açısından Kuramsal Açıdan
Psikolojik Bir Değerlendirme”, Sakarya Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 6, 2002, s. 7-20.
Attâr, Tezkire, s. 615.
Attâr, Tezkire, s. 614.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 67
3) Peygamberden sonra ise onun sünnetinin takipçileri olan Ashâb-ı
Kirâm gelmektedir.
4) Sahabe neslinin akabinde ise Hz. Peygamber’in gerçek vârisleri veliler
gelmiştir.
5) Allah’ın çizdiği, Peygamberinin ve ashabının ve ayrıca velilerin
yürüdüğü bu yol, kâmil insan olma yoludur.
6) Kâmil insan olmak, zor olsa da imkânsız değildir. Bunun
gerçekleşmesi için Allah’ın emirleri, Resul’ünün sünneti, ayrıca veliler
örnek alınmalıdır.
7) Allah’a inanıp güzel işler işleyen ve insanlarla hoş geçinen bir kişi,
yaşadığı sürece peygamberle birliktedir. Aksi takdirde ibadet de etse
Allah onun ibadetini kabul etmeyecektir.
8) Allah Resul’ünü sevmek, güzel ahlâk sahibi olmakla mümkündür.
Yani peygamber sevgisi sözle değil, fiille gerçekleşen bir olgudur.
KAYNAKÇA
AHMEDOVA, Zamira, Türkler Arasında İslâmiyet’in Yayılmasında Tasavvufun
Rolü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Ü. Sosyal Bil. Enst., 2006
ALTINTAŞ, Hayrani, “İslam Düşüncesinde Tasavvuf”, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 27, 1985, s. 111-122.
_________, Tasavvuf Tarihi, Ankara: Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., 1986.
_________, İslam Düşünce Tarihi, Eskişehir: Anadolu Ü. Yay., 2005.
_________, “Varlığın Şahitleri”, Tasavvuf-İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi
(TD), İbnü’l-Arabî Özel Sayısı 2, sayı: 23, 2009, s. 65-74.
AYDIN, Hayati, “Kur’ân’da İrâde-Azm ve Tevekkül”, TD, sayı: 22, 2008, s. 5979.
AYDINLI, Abdullah, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, Ankara: Seha Neşriyat
Yay., 1986.
BALDICK, Julian, Mystical Islam, New York: Tauris Parke, 2000.
BALİVET, Michel, Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, İstanbul: tarih Vakfı Yurt
Yay., 2000.
68 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
BUEHLER, Artur F., Sufi Heirs of the Prophet, The Indian Nashbandiyya and
the Rise of the Mediating Sufi Shaykh, Colombia 1998.
BUHÂRÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, (ö.870), Sahîhu’l-Buhârî, (IVIII), Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
CEYHAN, Semih “İsmail Rüsûhî Ankaravî’nin Mesnevî Tahkîki: Mesnevî’deki
Mânâya Metodolojik Bir Yaklaşım”, TD Mevlânâ’ya Armağan Sayısı, sayı: 20,
2007, s. 117-142
ÇAKAN, İ. Lütfi, “Candan İçre”, Altınoluk Dergisi (AD), sayı: 9, 1986, s. 6-8.
ÇALIŞKAN, Mehmet, “Kur’an’ın Nuzûlü ve Yedi Harf (el-Ahrufu’s-Seb’a)
Meselesi”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (ÇUİFD), c. 5, sayı:
1, 2005, s. 215-242.
ÇETİNKAYA, Bayram Ali, “İhvân-ı Safâ Düşüncesinde Temel Tasavvufî
Kavramlar ve Meseleler”, Cumhuriyet Ü. İlahiyat F. Dergisi, c. 9/2, 2005, s. 205261.
ÇİFTÇİ, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, Hayatı, Eserleri-I, Kars 2004.
______, “İki Ünlü Şâfiînin İlginç Görüşmesi-Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr- Ebû’lHasan-i Harakânî”, Nüsha, sayı: 9, 2003, s. 7-22.
______, “Şeyh Harakânî ile Şeyh Bâyezid Arasındaki İlginç Manevî İlişki”,
Nüsha, sayı: 11, 2003, s. 23-40.
DAMAR, Abdullah, “Tasavvuf Terimlerinin Oluşumu”, TD, sayı: 17, 2006, s.
EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ, Nûru’l-Ulûm, (nşr. Şenol Kantarcı), Ankara: E.
H. Harakânî Der. Yay., 1997.
EL-BAĞDÂDÎ, İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Müellifîn ve Âsâru’lMusannifîn, I, İstanbul 1951.
EL-HEREVÎ, Şeyhu’l-İslam Ebî İsmail, Zemmul-Kelam ve Ehlihi, I, Medinetü’lMünevvere 1998.
EL-HUCVİRÎ, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, (nşr. S.
Uludağ), İstanbul: Dergâh Yay., 1982.
EL-SEM’ÂNÎ, İbn Mansur, el-Ensâb, II, Beyrut: Dâru’l-Cinân, 1988.
EMECEN, Feridun M, “Saruhanoğulları ve Mevlevilik”, Ekrem Hakkı Ayverdi
Hatıra Kitabı, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., 1995, s. 282-297.
ERAVCI, H. Mustafa, “Mustafa ‘Alî'nin Nusret-nâmesi ve Onun ışığında
Yazarın Tarihçiliği”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih
Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 24, sayı: 38, 2005, s. 163-184.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 69
ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul: Marifet Yay., 1990.
EVLİYÂ ÇELEBİ, Mehmed Zıllî ibn Dervîş, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, II,
Dersaadet 1314.
FATSA, Mehmet, “Yukarı Çoruh ve Kelkit Vadisinin İslamlaşmasına Öncülük
Eden Türk Dervişleri”, Tasavvuf, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı: 22,
2008, s. 257-281.
FERİDÜ’D-DİN ATTÂR, Tezkiretü’l-Evliyâ, (trc. S. Uludağ), İstanbul: Kabalcı
Yay., 2007.
GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ, Künhü’l-Ahbâr, II, (nşr. Faris Çerçi), Kayseri:
Erciyes Ü. Yay., 2000.
_________, Nusret-nâme, British Museum Add. 22.011, II. Kısım
GÖÇERİ, Nebahat, “Dinî Eğitim İle Din Eğitimi Kavramları Üzerine Bir Analiz
Denemesi”, ÇUİFD, c. 2, sayı: 1, 2002, s. 47-76.
GÖKBULUT, Süleyman, “İlim Tasniflerinde Tasavvufun Yeri”, TD, sayı: 19,
2007, s. 245-264.
GÜNAY, Ünver, “Çağdaş Türkiye’de Din, Toplum, Kültür, Gelenek ve
Değişme”, ÇUİFD, c. 1, sayı: 2, 2001, s. 1-38.
HACI BEKTAŞ VELİ, Makâlât, (hzl. Esat Coşan, sdl. Hüseyin Özbay), Ankara:
Kültür Bak. Yay., 1996.
_________, Makâlât, (hzl. Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk), Ankara:
TDV Yay., 2007.
_________, Menâkıbnâme-i Hacı Bektaş Veli, Vilayetnâme, (hzl. A. Gölpınarlı),
İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1958.
İNAN, Yusuf Ziya, İslam’da Melâmiliğin Tarihi Gelişimi, İstanbul: Bayramâşık
Yayınevi, 1976.
İNCE, Sekan, Kuran’da Psikolojik Kavramların Dilsel Analizi ve İslam
Kültüründe Ruh Bilimine Yaklaşım Tarzı, Nordestedt 2010.
İSA, Abdülkadir, Tasavvufi Hakikatler, (trc. Hasan Arslan), İstanbul: İlim Yayma
Cemiyeti Yay., (?).
KABAKLI, Ahmet, Yunus Emre, İstanbul: Toker Yay., 1971.
KANDEMİR, M. Yaşar, “Allah Onu Sevdi”, AD, sayı: 189, 2001, s. 24-26.
___________, “Babana Üzülme Yavrum”, AD, sayı: 52, 1990, s. 20-22.
___________, “Bizi Kurtaracak Sevgi”, AD, sayı: 100, 1994, s. 24-26.
___________, “Dilara”, AD, sayı: 125, 1996, s. 24-26.
70 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
___________, “Gönül Adamı ve Tevazu”, AD, sayı: 124, 1996, s. 24-26.
___________, “Onu Allah Yüceltti”, AD, sayı: 188, 2001, s. 24-25.
KAPTEİN, Nico, “Materials for the History of the Prophet Muhammad's
Birthday Celebration in Mecca”, Islam, sayı: 69, 1992, s. 193.
KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, İstanbul: Dergâh Yay., 1985.
KASAPOĞLU, Abdurrahman, “Kur’an’da “İnâbe” Kavramı - Dinî Tecrübe
Açısından Bir Yaklaşım”, TD, sayı: 22, 2008, s. 137-159.
____________, “Yusuf ve Züleyha Açısından Kur’an’da Nefs-i Emmâre
Kavramı-Freud’un İd Kavramıyla Mukayese”, TD, sayı: 17, 2006, s. 57-71.
KAYA, Remzi, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. 6, sayı: 6, s. 221-239.
KIRZIOĞLU, M. Fahrettin, Kars Tarihi, Taş Çağlarından Osmanlı
İmparatorluğu’na Değin, I, İstanbul 1958.
KIZILABDULLAH, Yıldız, “Esma-i Hüsna’dan Bir İsim: “El-Mü’min”: Din
Öğretimine Konu Edilmesi ve Uygulama Örneği”, Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı: 14/1, 2009, s. 229-244.
KNAPPERT, Jan, Islamic Legends, Leiden: Brill, 1985.
KNYSH, Alexander, İslamic Mysticism: A Short History, Leiden: Brill, 2010.
KOÇ, Mustafa, “Ölüm Korkusu Açısından Kuramsal Açıdan Psikolojik Bir
Değerlendirme”, Sakarya Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 6, 2002, s. 7-20.
KORKMAZ, Seyfullah, “Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş-ı Velî”, Erciyes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 11, 2001, s. 327.
KÖPRÜLÜ, M. Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: Türkiye
Diyanet İ. Bşk. Yay., 1984.
KURAN-I KERİM MEÂLİ, Komisyon, 12. Baskı, Ankara: Diyanet İ. Bşk. Yay.,
2011.
KÜÇÜK, Raşit, “Allah’la Dost Olmak ve Sevgiyle Arınmak”, AD, sayı: 83, 1993,
s. 14-15.
MAHMOOD, İbrahim “Social and Economic Conditions Pre-Islamic Mecca”,
International Journal of Middle East Studies, (Ağustos 1982), c. 14, sayı: 3, s.
343-358.
MEVLÂNÂ ALİ B. HÜSEYİN, Reşahat Ayn el-Hayat, (sdl. Necip Fazıl
Kısakürek), 5. Baskı, İstanbul (?).
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 71
MÜSLİM, Ebu’l-Hüseyin el-Kuşeyrî, (ö.875), Sahîhu’l-Müslim, (I-III), thk.
Muhammed Fuad Abdulbâkî, İstanbul: Çağrı Yay., 1992.
NECMEDDİN KÜBRA, Risâletü fi Tarik-i İlallah, el-Ezher Ü. Ktb., (Yazma
Eser).
OZAK, Muzaffer, Envâru’l Kulûb, İstanbul: Salah Bilici Yay., 1975.
ÖGKE, Ahmet, “Tasavvufta Kenzi Mahfi Düşüncesi ve Sofyalı Bâlî Efendinin
“Küntü Kenzen Mahfiyyen” Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, TD, sayı: 5,
2004, s. 9-24.
ÖZKÖSE, Kadir, “Tasavvufî Tecrübede Salikin Kendinden Geçme Durumu:
Vecd”, TD, sayı: 18, 2007, s. 65-85.
PETERSON, Daniel Muhammad, Prophet of God, Chambridge 2007.
SARI ABDULLAH EFENDİ, Semerâtü’l-Fuâd Fi’l-Mebde’ ve’l-Ma’âd,
İstanbul 1871.
Schimmel, Annemarie, “Türkiye’de Tasavvuf ve Manevî Hayat”, (trc. Süleyman
Gökbulut), Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 22, 2005, s.
185-195.
SEYHAN, Ahmet Emin, “Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin Tasavvuf ve Şehitlik
Anlayışı”, (Basılmamış İlmi Makale), KAÜ İlahiyat Fakültesi, Kars 2012.
SUNAR, Cavit, Ana Hatlarıyla İslam Tasavvufu Tarihi, Ankara: Ankara Ü.
İlahiyat F. Yay., 1978.
ŞEN, S. Mehmet, “Aşk”, AD, sayı: 147, 1998, s. 41-45.
ŞEYH MUHAMMED NİYÂZÎ, Risâletün Fi Tarîkati'n-Nakşibendiyye, el-Ezher
Ü. Ktp., (Yazma Eser).
TAŞGETİREN, Ahmet, “Peygambere İman”, AD, sayı: 79, 1992, s. 3-5
____________, “Onun Dilinden Bir Müslüman Tarifi”, AD, sayı: 184, 2001, s.
3-7.
TENİK, Ali, “Türk Mutasavvıf Şâirlerinde Varlık Anlayışı Eşrefoğlu Rûmî,
Niyâzî-İ Mısrî ve Ahmed Kuddûsî Örneği”, TD İbnü’l-Arabî Özel Sayısı 2, sayı:
23, 2009, s. 471-509.
TOSUN, Necdet, “İhlâssız Amel Sahte Para Gibidir”, AD, sayı: 299, 2011, 1213.
TÜRKBEN, Yaşar “Rıchard Swınburne’ün Vahiy Anlayışı”, Fırat Üniv. İlahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı: 14/1, 2009, s. 203-212
TÜRKİYE DİYANET VAKFI, İlmihal, I, Ankara 2004.
72 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74
ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yay., 2012.
____________, “Harakânî”, DİA, c. XVI, 93-94.
ULUPINAR, Hamide “İlk Dönem Sûfîlerinde Tevhid Anlayışı”, TD, sayı: 22,
2008, s. 235-255.
UNAN, Fahri, “Türkiye’de Kültür Tarihi Araştırmaları ve Türk Heterodoksi
Tarihine Farklı Bir Bakış”, Türkiye Günlüğü, sayı: 35, 1995, s. 116-128.
UZGUR, Yavuz Selim, Anadolu’nun Kalbi Harakânî, İstanbul: Sufi Kitap, 2012.
ÜREMİŞ, Ali, “Türkiye Selçuklularında Bazı Sünni Tasavvuf Hareketleri“,
Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 28, s. 295-328.
ÜNAL, Tahsin, Karamanoğulları Tarihi, Ankara 1986.
YÂKÛT b. Abdillah el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, II, Beyrut 1977.
YALSIZUÇANLAR, Sadık, Cam ve Elmas, İstanbul: Timaş Yay., 2012.
YAVUZ, Kerim, “Şiirleri İçinde Ak Şemseddin’in Tasavvuf Dünyasına Psikolojik
Yaklaşımlar”, ÇUİFD, c. 1, sayı: 2, 2001, s. 39-50.
YAZICIOĞLU, Said ve diğerleri, İslâm Dini Esasları, Eskişehir: Açık Ö. F. Yay.,
2006.
YETKİN, Saffet Kemalüddin, “Tasavvuf ve Istılahları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. 1, sayı: 4, 1952, s. 1-12.
YILDIRIM, Ahmet, “Tasavvufa Kaynaklık Etmesi bakımından Bazı Kudsî Hadisler
ve Değeri”, İslam Araştırmaları Dergisi, sayı: 3, 2009, s. 90-101.
YILMAZ, Hasan Kâmil, “Ahlaksız Olmaz”, AD, sayı: 198, 2002, s. 11-13.
___________, “Diğergâmlık Terbiyesi”, AD, sayı: 187, 2001, s. 5-7.
___________, “Dîvân-ı İlâhî’de Durmak”, AD, sayı: 212, 2003, s. 8-11.
___________, “Ebu Ali Farmedî”, AD, sayı: 69, 1991, s. 28-29.
___________, “Ebu’l-Hasan Harakânî”, AD, sayı: 68, 1991, s. 28-31.
___________, “Fiziki ve Manevî Kıble-Teni ve Canı Allah’a Döndürmek”, AD, sayı:
297, 2010, s. 7-9.
___________, “Gençliğin Eğitiminde Tasavvufun Rolü”, AD, sayı: 14, 1987, s. 3740.
___________, “İnsan-ı Kâmil”, AD, sayı: 125, 1996, s. 31-34.
___________, “Peygamber Hasreti”, AD, sayı: 137, 1997, s. 24-29.
___________, “Şeyh veya Mürşid”, AD, sayı: 111, 1995, s. 32-34.
___________, “Zühd”, AD, sayı: 98, 1994, s. 32-34.
Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 73
YILMAZ, Ömer, “Tasavvuf Kültüründe İnsan-Dünya İlişkisi”, TD, sayı: 18, 2007, s.
191-203.
YILMAZ, Zehra, İbn Haldun’un Tasavvufa ve Felsefeye Yönelttiği Eleştiriler,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Gazi Ü. Sosyal Bil. Enst., 2006.
YUNUS EMRE, Divân, Tenkitli Metin II, (nşr. Mustafa Tatçı), Ankara: MEB Yay.,
1997.
YÜCE, Abdülhakim, “Tasavvufta İnsan-i Kamil ve Mevlana”, TD, sayı: 14, 2005, s.
63-77.
ZÂHİR, İhsan İlahi, et-Tasavvuf el-Menşe ve’l-Masâdır, Lahor 1986.
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 75-90
TASAVVUFÎ DÜŞÜNCE TARİHİNDE
EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ
İsa ÇELİK
Özet
Allah Resulü Hz. Muhammed(s.a.v), İslâm Dinini Cibrîl hadisinde iman,
İslâm ve ihsan olarak tarif etmektedir. İman esaslarını itikâdî
mezheplerimiz, İslâm esaslarını amelî mezheplerimiz, ihsan esaslarını da
tasavvuf ve tarikat diye tanımladığımız ahlakî mezheplerimiz konu
edinmektedir. .
Tasavvuf düşüncesine göz attığımızda Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin
tasavvuf tarihinde önemli bir yeri olduğunu müşahede etmekteyiz. Bu
makalede tasavvuf tarihi ışığı altında el-Harakânî’nin hayatı, fikirleri,
hocaları, etkilediği şahsiyetler ve üzerinde durduğu tasavvufî kavramları
yine tasavvuf tarihi kaynaklarından ve temel eserlerden hareketle
irdelemeğe çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Ebu’l-Hasan el-Harakânî, Tasavvuf, Tarîkat, Sufi,
Nakşibendiyye, Üveysî.
SAINT ABU’L HASAN KHARAKANI IN THE HISTORY
OF SUFI THOUGHT
Abstract
The Saint Prophet Muhammed states Islam as faith, Islam and generous in
Cibril event. The belief sects examines the belief principles, and the
practical sect examines Islamic rules and the morale sects which we
describe sufism and tariqat examine generous principles.
When we study the history of sufism thought, we see that Saint Ebu’l-Hasan
has an important place in the history of sufism. In this paper, in the light of
Sufism, we will try to investigate the life of Saint Hasan Harakani, his ideas,
his masters, the persons that he influenced, the Sufistic concepts he stated
from the biographical books and sources of sufism history.
Key Words: Hasan Harakani,
Naqshabandiyya, Uwaisiyya.
Sufism,
Tariqat/Order,
Sufi,
76 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90
GİRİŞ
Tasavvuf tarihine bakıldığında Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına gerekli
hassasiyeti göstermek suretiyle O’nun dostluğunu kazanan ve bu sebeple de sair
kulların gönlünde kendilerinin muhabbeti olan sufilerle dolu olduğu görülür. Bu
mutasavvıflardan kimisinde “sahv” kimisinde ise “sekr” hali ağır basmaktadır.
Cüneyd-i Bağdâdî sahv halini, Ebu’l-Hasan el-Harakânî ise sekr halini yoğun bir
şekilde yaşayan sufilerin başında gelmektedir. İşte aşırı tecellî ve ilahî feyz ile
coşan velîlerin gayr-ı ihtiyâri söylediği ve Şeriat’a aykırı gibi görünen ifade
biçimlerinin zuhur etmesi anlamına gelen şathiyeleriyle tanınmış
mutasavvıflarımızdan birisi olan Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed Ca’fer el-Harakânî
352/936 yılında Bistam’ın kuzeyindeki “Harakân” köyünde çiftçi bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. İsmi Ali b. Ca’fer, künyesi Ebü’l-Hasan,
nisbesi ise el-Harakânî’dir. “Mu’cemu’l-Buldan”müellifi Yâkut el-Hamevî
(ö.626/1229),onun 425 hicrî yılı 10 Muharrem Aşure gününde 1033 Aralık’ta 73
yaşında iken vefat ettiğini bildirmektedir. Doğumu Bâyezîd-i Bistâmî’nin
(ö.234/848) vefatından 91 yıl sonradır. (Hamevî, 1986, II, 360.)
Kaynaklarda hemşerisi Bâyezîd-i Bistâmî’nin türbedârı olduğu ve onun
rûhâniyyetinden feyz alarak “üveysî”tarîkle yetiştiği nakledilmektedir. Üveysî
metod bazı sufiler tarafından eleştirilmiştir. Zira hicri 2. asrın sonlarına doğru
tasavvufa girmiş bir terimdir. (Uludağ, 1997, s.93.)Tasavvufta “üveysîlik”; bir
şahsın, zâhirde herhangi bir şeyhe-mürşide bağlı olmaksızın irşad ve terbiye
edilmesidir. Bu yolla tekâmül ve terakkî eden velîlere, “üveysiyyü’l-meşreb”
denir. Ancak bunlar da, daha önce yaşamış ve vefat etmiş kâmil ve mükemmil
yani manevî terakki yolculuğunda gidişi de dönüşü de tam olan bir mürşidin
rûhâniyeti tarafından terbiye edilirler. Esas itibariyle vâsıtasız-vesîlesiz
değillerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a vuslat yolunda, vâsıtasız olarak ilerlemek
mümkün değildir. Bunun usulü budur. O yolları daha önce kat‘edip gelmiş,
mâneviyat erbâbını nerelerde hangi tehlikelerin beklediğini bilen ve onun elinden
tutup sâlimen mesâfe almasını temin eden peygamber vârisi bir zâta ihtiyaç
vardır. Üveysîlik, Veysel Karânî hazretleri ile alâkalıdır. O, Resûlüllah’ı (s.a.v.)
görmemiş; fakat Peygamber Efendimiz onu, gıyâbında ma’nen terbiye etmiştir.
(Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, Tahran, s. 28; Ali b. Hüseyin el-Vâiz, Reşahât, s. 108;
http://www.halisece.com)
Bazı tasavvuf kaynaklarında vefat etmiş velilerin ruhaniyetinden üveysî
metotla feyiz alma uygulamasının ilk kez İbrâhim b. Edhem (ö. 161/778) ile
başladığı, onun Hızır’dan yahut Veysel Karânî’nin ruhaniyetinden feyiz aldığı
İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 77
nakledilmektedir. Yine ilk dönem sûfîlerinden Bâyezîd’in Câfer es-Sâdık’tan, elHarakânî’nin ise Bâyezîd’den üveysî yolla manevî eğitim gördüğü bazı sûfîlerce
kabul edilmektedir. (Çiftçi, 2003, 23-40; Necdet, 2012, XLII, 400; Seyhan,
5/2013, s. 1056)
Kanaatimizce Harakanî’nin Bâyezîd-i Bistâmî’ye üveysîlik yoluyla
bağlanmasının yanında, onu kendisine manevî mürşid edinmesi ve onun tasavvufî
metodunu izleyerek Hakk’ın rahmetine vuslatı gerçekleştirmeye çalışmış olması
tasavvufî bir vakıadır.
Kazvinî (ö. 682/1283), Harakânî’nin kabrinin Bistam yakınlarındaki
Harakân’da bulunduğunu, onu ziyaret edeni şiddetli bir kabz halinin istilâ ettiğini
ifade etmektedir. (Kazvinî,s. 363)
“Harakânî’nin başlangıçta on iki yıl süreyle yatsı namazını Harakân’da
cemaatle kıldığı, Bâyezîd’ın mezarına doğru yöneldiği ve “Ya Rabbi! Bâyezîd’e
ihsan ettiğin hil’atten bize bir koku ihsan et” dediği, sonra geri dönüp, yatsı
namazı için aldığı abdestle Harakân’daki sabah namazı cemaatine yetiştiği
anlatılır.” (Attar, 1991, s.592) VIII/XIV. yüzyılda Bistam’ı ziyaret eden İbn
Battuta şehre gelince Bâyezîd-i Bistâmî’nin zaviyesinde kaldığını, Ebu’l-Hasan
el-Harakânî’nin kabrinin de bu şehirde olduğunu bildirir. (İbn Battuta, 1985, I,
433.)
El-Harakânî’nin Bâyezîd ile ilişkileri hakkında bazı menkıbeler de
anlatılmaktadır. Mevlânâ Celâleddîner-Rûmî’nin (ö.672/1273) naklettiği bir
menkıbeye göre Bâyezîd, Harakân’dan büyük bir velî çıkacağını önceden haber
vermiştir.(Gölpınarlı, 1974, IV, 261-272.)
Bâyezîd’in tasavvuf tarzını benimseyen el-Harakânî’nin Hakk’a ermek
için zor riyazetlere, çetin mücâhede ve çilelere katlandığı bilinmektedir. Bazı
kaynaklar Ebu’l-Abbas el-Kassâb’ın müridi olduğunu, Kassâb’ın onun hakkında,
“Benden sonra ziyaretçilerim ona yönelecekler” dediğini kaydeder. (Hucvîrî,
1982, s.102-103; Câmî, 1337, s. 298.) Harakânî’yi şeyhi Kassâb ile mukayese
eden Herevî(ö.481/1089) onun mertebesini şeyhinin mertebesinden daha yüksek
bulur. (Herevî, 1362, s.373.)
Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’ın(ö.440/1049),Harakânî’yi ziyarete gittiğinde
meclisinde susmayı tercih ettiği, “Neden konuşmuyorsun?” sorusuna da, “Bir
hususta iki tercümana gerek yok” diye cevap verdiği nakledilir. (Hucvîrî, 1982,
103) Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’ıbast, kendini kabz ehli olarak nitelendiren elHarakânî’nin,Ebû Saîd’in büyük önem verdiği semâ ve rakstan hoşlanmaması
78 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90
aralarında meşrep farkı bulunduğunu göstermektedir. el-Harakânî, hırka ve
seccâde gibi tasavvufun şeklî unsurlarına önem vermezken Ebû Saîd’in
tekkesinde bunlara değer verilmesi bu meşrep farkından kaynaklanmaktadır.
(Uludağ, 1997, XVI, 93-94; Çiftçi, 2003, s. 7-22.)
el-Harakânî, Aynu’l-Kudât el-Hemedânî(ö.525/1131), Necmeddîn Dâye
(ö.654/1256),
FerîduddînAttâr(ö.618/1221),
Mevlânâ
CelâleddînerRûmî,AbdurrahmânCâmî (ö. 898/1492), Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî (ö.
525/1130)gibi büyük mutasavvıfları derinden etkilemiş,10 Muharrem 425/5
Aralık 1033 tarihinde vuku bulan vefatından sonra da etkisi uzun süre devam
etmiştir. (Uludağ, 1997, XVI, 93-94.)
Birçok kaynağa müracaat ederek Harakânî üzerine geniş bir araştırma
yapan Hasan Çiftçi, Harakânî’nin Kars’ta vefat ettiği şeklindeki inancın sadece
rüyaya dayanmadığını, bunu destekleyen başka belge ve tarihî rivayetlerin de
olduğunu aktararak, bu bilginin gerçek olabileceğinin altını çizmektedir. (Çiftçi,
58-73; Yüce, s.62)
Ebu’l-Hasan el-Harakânî Hicrî 421-429 tarihleri arasında vuku bulan Kars
muharebelerine bazı akraba ve dervişleriyle katılmış ve bu savaşların birinde sağ
bacağından ve sol pazusundan aldığı darbelerden açılan yaralar neticesinde Kars
sınırında bulunan Yahniler Dağı mevkiinde şehit olmuştur. Evliyâ Çelebi, Kars
Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini
anlatırken bir askerin paşaya aktardığı rüyasını nakletmektedir. Buna göre asker
paşaya, rüyasında gördüğü yaşlı bir zatın kendisinin Ebu’l-Hasan el-Harakânî
olduğunu ve makamının burada bulunduğunu söylediğini; kendisinden ayağını
bastığı yeri kazmasını istediğini anlatmış, bunun üzerine 100 işçi yeri kazmaya
başlamış ve üzerinde, “Menemşehîdü saîd Harakânî” ibaresi yazılı dört köşe bir
somaki mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir
ortaya çıkmıştır. Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bile
henüz çürümediği görülmüş; vücudunun sağ tarafındaki yarası hâlâ kanamakta
imiş. Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar. Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa
Paşa tarafından Ebu’l-Hasan el-Harakânî adına bir tekke ile bir cami inşa
ettirilmiştir. (Evliyâ Çelebi, 1928-1938, II, 330; Peçevî, 1994, II, 54.)Evliyâ
Çelebî’nin(1611-1682) anlattığı bu olay, daha sonra yaygınlık kazanarak Kars ve
çevresinde, Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehit olduğu
kanaatini doğurmuştur. (Gelibolulu Mustafa Âlî,a.g.e., vr. 515b; Çerçi,2000, II,
335; Çiftçi, a.g.e., s. 63; Uludağ, 1997, XVI, 93-94.
İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 79
El-Harakânî’nin hayatı incelendiğinde onun İslâm medeniyetinin
yükselmesinde, Hindistan ve Anadolu'nun İslâm ile tanıştırılmasında çok mühim
bir rol üstlendiği anlaşılmaktadır. Nitekim onun doğduğu ve yetiştiği Horasan
bölgesinde yaşayan müminler, Sahâbe ve Tâbiûn’un cihat ruhu ile hareket etmiş
ve îlâ-i kelimetullah vazifesini hakkıyla yerine getirmişlerdir. El-Harakânî de
aynı yolu takip etmiş, İslâmî ilimleri tedrisinden sonra Harakan’daki dergâhında
binlerce civanmert yetiştirmiştir. Onun kalpleri fethetmek için yaptığı çalışmalar
yıllar sonra meyvelerini vermiş, “Horasan erenleri” diye bilinen on binlerce gönül
insanı yetişmiştir. Bu gönül erleri İslâm’ı temsil ve tebliğ görevi için yollara
düşmüş ve emaneti kendilerinden sonra gelenlere devretmişlerdir. Böylece Hz.
Peygamber’in yolunu takip eden el-Harakânî’nin başlattığı “gönülleri İslâm ile
buluşturma hareketi” Kars’a gelmiş, buradan da tüm Anadolu’ya ve Balkanlar’a
yayılmıştır. (Uzgur, s.37; Seyhan, 11/2013, s.453-454)
1. Hocaları
Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin tasavvufa intisabı¸ âriflerin sultanı Bâyezîdi Bistâmî’yedir. Seyrü sülûk eğitimini Bistâmî’nin rûhâniyetlerinden almıştır.
(Molla Câmî¸ 1337, s.444.)
Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan ilim öğrenen elHarakânî, en sonunda hemşerisi Bâyezîd Bistâmî’nin dergâhında karar kılmış,
seneler önce vefat etmiş bulunan Bâyezîd’in yolunu devam ettiren müritleriyle
görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu
kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezîd sevgisi, onu
yoğurmuş ve vuslata götürmüştür. (Attar, II, 201; İbn Battuta, 1985, I, 433.)
Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî, Ebu’l-Abbas el-Kassâb, Ebû Saîd el-Mihenî gibi
mutasavvıflarla, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet yöneticisiyle, İbn Sinâ
(ö.980/1037) gibi felsefe ve tıp otoriteleriyle çağdaştır. Kuşeyrî ile görüştüğünü
Keşfu’l-Mahcûb müellifi Hucvirî’den (ö.465/1072) öğrenmekteyiz. Hucvirî,
Kuşeyrî’nin onun hakkında:“Harakan’a varınca Şeyh Ebu’l-Hasan’ın heybet ve
haşmetinden fesahatim sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu.
Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım” dediğini nakleder. Ebu’lAbbas Kassâb ise onun hakkında: “Tasavvuf pazarında rihlet/ziyaret
Harakânî’ye lâyıktır” demektedir. (Câmî¸ 1337, s.444; Çiftçi, 2004, s.76.)
80 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90
2.Etkilediği Şahsiyetler
Ebu’l-Hasan Harakânî, yaşadığı çağda İslâm coğrafyasının büyük bir
bölümünde etkili olmuş liderlerdendir. Ahmed Yesevî’den (ö.562/1167) Hacı
Bektâş-ı Velî’ye (ö. 670/1271), Şems-i Tebrîzî’ye, Hz. Mevlânâ’ya kadar pek çok
ârifin yolu onda buluşur. Nebevî irfanın bu büyük vârisi Anadolu’dan cihanın
dört bir yanına nur ve feyz kaynağı olmuştur. el-Harakânî’nin, bugün de Kars’ın
kalbindeki dergâhı ile bütün arza nûrânî feyizlerini dağıtmaya devam etmekte
(Yalsız uçanlar, 2006) olduğu kanaatini aynen paylaşmaktayız.
Bâyezîd ve el-Harakânî, daha sonra ortaya çıkacak olan Yesevîlik,
Bektâşîlik ve Nakşbendîlik’in de kendisinden neş’et ettiği şahsiyetlerdir. Çünkü
kendisinden sonra onun yolunu devam ettiren Ebû Ali Farmedî (ö.477/1084) hem
Yûsuf
el-Hemedânî’nin(ö.534/1140),
hem
de
elGazzâlî’nin(ö.505/1111)üstadıdır. Dolayısıyla el-Harakânî, el-Gazzâlî’nin
yolunun da önde gelenidir. Yûsuf el-Hemedânî ise hem Yesevîlik’in kurucusu
Ahmed Yesevî’nin, hem de Nakşbendîlik’in üveysî pîri Abdülhâlık
Gucdüvânî’nin(ö.575/1179 veya 617/1220) mürşîdidir. Bektâşîlik’in Yesevîlik
ile bağlantısını düşündüğümüzde Harakânî bu üç kolun kendinden çıktığı merkez
konumundadır.
(http://hasankamilyilmaz.com)
2.1.Gaznelî Mahmûd
İlk Müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd onu ziyaret ederek
feyz alanlar arasındadır. Feridüddîn Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sında verdiği
bilgiye göre, Gazneli Mahmûd, Şeyh el-Harakânî ile birkaç defa görüşmüştür.
Şeyhin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da
onu imtihan maksadıyla Harakan’a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh elHarakânî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok
sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti
karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda
bulunmak isterse de el-Harakânî bunu reddeder. Bu sefer, “ondan bir hatıra olsun
diye” herhangi bir eşyasını ister. el-Harakânî de Sultan’a gömleğini verir.
Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh onu ayakta
uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce
sorar:“Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama yolcu ederken ayaktasınız.
Sebebini öğrenebilir miyim?” Şeyh şu karşılığı verir:“İlk gelişinizde padişahlık
gururu ve bizi imtihan niyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle
İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 81
ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.”Sultan Gazneli
Mahmûd (971-1030), Harakânî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi.
Şeyh dedi ki:“Şu dört şeye dikkat et! Günahlardan sakın,namazını cemaatle
kıl,cömert ol,mahlûkata şefkatle muamele et!”(Attar, 1991, II, 209; Çiftçi, 2004,
s.149vd.)
2.2.İbn Sina
Tezkiretü’l-Evliyâ veel-Hadaiku’l-Verdiyye de anlatılan menkıbelere göre
el-Harakânî, çağdaşı felsefe ve tıp otoritesi, eserleri batı üniversitelerinde
okutulan İbn-i Sînâ ile de görüşmüştür. Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi
duyan Filozof İbn-i Sînâ, el-Harakânî’yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp
hanımından nerede olduğunu sorar. Hanımı da, onun hakkında hiç de hoş
olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini
söyler. İbn-i Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına; onu aramaya gider. Yolda
şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle
sorar: Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:“Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü
taşıdığım için, bu aslan da bizim yükümüzü taşıyor” diyerek cevap verir. (Attar,
1991, 207; Çiftçi, 2004, s.55, 144vd.)
2.3Abdullâhel-Ensârî
Menazilü’s-Sâirinadlı eserinde tasavvufî hal ve makamları anlatarak
tasavvuf tarihimizde haklı bir şöhret kazanan Abdullâh el-Ensârî el-Herevî(ö.
481/1089)de Harakânî’nin müritlerindendir. Nitekim o şöyle der: “Hadis, fıkıh ve
diğer İslâmî ilimlerde pek çok üstaddan okudum. Tasavvuftaki üstadım ise Ebu’lHasan el-Harakânî’dir. O’nu görmeseydim marifete eremezdim.”(Hânî, s.106;
Çiftçi, s.106.)
2.4.Nâsır-ı Hüsrev
Tezkiretu’ş-Şu’arâ’nın müellifi, devrin İsmailî düşünürü bürokrat şair ve
din adamı Nâsır-ı Husrev (394-481/1004-1088) de, Harakân’a giderek Ebu’lHasan el-Harakânî ile sohbet etmiş ve onun kerametlerinden bir şekilde
etkilenerek İslam’a tam dönüş yapmıştır. (Çiftçi, s.146.)
3.Ebu’l-Hasan el-Harakânî’de Tasavvufî Kavramlar
El-Harakânî Kur’an ve Sünnet’i kendisine rehber edinmiş bir İslâm
âlimidir. Onun: “Kur’an, kulun Allah’ı aradığı her vesileden daha üstündür.
Öyleyse Allah’ı sadece Kur’an’la ara”(Çiftçi, s.46)ve “Allah kelamındaki zevki
tatmadan bu dünyadan giden hiçbir şeyden nasibini almamıştır”(Attar, a.g.e.,
82 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90
s.630) sözleri Kur’an’a verdiği önemi ve değeri göstermektedir. Aynı şekilde o,
Sünnet’e de gönülden bağlıdır. Onun Hz. Peygamber’in yolundan gittiği şu
sözünden anlaşılmaktadır: “Allah’ın bana ihsan ettiği şu makama yeryüzündeki
halk için de, göklerdeki melekler için de yol yoktur. Eğer bu makamda
Muhammed Mustafa’nın şerîatından başka bir şey görecek olsam derhal geri
dönerim. Çünkü ben başkomutanı Hz. Muhammed olmayan bir kervanda
bulunmam!”(Attar, s.630; Seyhan, 11/2013, 553)
El-Harakânî’nin Sünnet’e bağlığı şu sözünden anlaşılmaktadır: “İlâhî! Her
koşulda Senin ve Rasûlü’nün bendesi (kulu, kölesi ve esiriyim), halkının (tüm
insanların) hizmetçisiyim!”(Attar, s.616)el-Harakânî bu sözüyle, Allah’a
gönülden iman ettiğini, Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in sünnetini kendine rehber
edindiğini ve son din İslâm’ın tanınması için çalıştığını ifade etmektedir. Böyle
bir sözü söyleyen kimsenin Sünnet’e bağlılığında şüphe yoktur. Nitekim elHarakânî, Kur’an’ın Hz. Peygamber’in örnek alınması tavsiyesine (Ahzâb,
33/21) uygun bir hayat yaşamıştır. Bu durum, onun İslâmî ilimleri tedris
ettiğinin,Kur’an-ı Kerim’i ve Sahih Sünnet’i çok iyi bildiğinin ve hayatının her
anında bu iki kaynaktan beslendiğinin bir delili olarak görülebilir. Kendisinden
iki asır sonra yaşayan Mevlânâ da (ö. 672/1273) tıpkı onun gibi Kur’an ve
Sünnet’e bağlılığını şu sözüyle ifade etmiştir: “Ben yaşadıkça Kur’an’ın
bendesiyim. Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum. Biri benden, bundan
başkasını naklederse, ondan da o sözden de şikâyetçiyim!” (Mevlânâ, 1992, II,
1387; Seyhan,2013, 554.)
Diğer taraftan el-Harakânî, sözde âlimleri ve bunların peşinden gidenleri
uyarırken de şunları söylemiştir: “(Sözde) âlimler: ‘Biz Peygamber’in
mirasçılarıyız’ diyorlar, oysa Rasûl’ün mirasçıları biziz (zira onun Sünnet’ine
biz uyuyoruz ve dediklerini biz yapıyoruz). Çünkü Rasûl’de mevcut olan şeylerin
bazısı bizde de var. Rasûl fakrı (Yüce Allah karşısında hiçliği) seçmişti, biz de
fakrı seçtik. O cömertti, güzel bir ahlâkı vardı, (sözde âlimler gibi) hainlik (nedir)
bilmezdi, basiretliydi, halkın rehberiydi, (sözde âlimler gibi) tamahkâr değildi,
hayrı ve şerri Allah’tan bilirdi). Tabiatında kandırma diye bir şey bulunmazdı.
Zamanın (yaşadığı dönemin kötülüklerinin) esiri değildi, (sözde âlimler gibi)
halkın korktuğu şeyden korkmaz, halkın güvendiği şeye güvenmezdi ve hiç de
(kibirlenip) gururlanmazdı. İşte bütün bunlar civanmertlerin sıfatıdır. Rasûl
(s.a.v.) (manevî derinlik ve Allah’a yakınlık bakımından) ucu bucağı olmayan bir
ummandı. Eğer ondan bir damla ortaya çıksa bütün âlem ve mahlûkat içinde
boğulurdu (şaşırıp kalırdı). İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hak (Allah),
İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 83
sonu (Muhammed) Mustafa’dır, arkasında da Sahâbe vardır. Bu (hizmet)
kervan(ın)da bulunan ve ruhları (Yüce Allah, Hz. Muhammed ve Sahâbe’nin
ruhlarıyla ve) birbirleriyle kaynaşan kimselere ne mutlu! Ama Ebû Hasan ruhunu
hiçbir mahlûka (yaratılmış bir insana, makama, mevkîye, paraya)
bağlamamıştır.”(Attâr, s. 622-623.)
El-Harakânî, bu sözüyle nasıl bir hadis ve Sünnet anlayışına sahip
olduğunu ortaya koymakta, “Âlimler peygamberlerin varisleridir” hadisinin
farkında olduğunu göstermekte, Hz. Peygamber’in gerçek anlamda varisi olacak
kişinin vasıflarını saymakta ve gördüğü yanlışları diliyle düzeltmektedir. O, bir
vâriste olması gereken önemli vasıfları saymış, âlim olduğunu iddia eden ama
gereğini yapmayanları tenkit etmiş, Kur’an ve Sünnet’e bağlı bir İslâm âliminin
Hz. Peygamber ve Sahâbe’nin yolundan gitmesi gerektiğini söylemiştir. Yoksa
o, âlim ve sûfî ayrımına gitmemiş, söylediğinin tam tersini yapan, ancak hâlâ âlim
olduğunu iddia eden kimselere karşı müminleri uyarmıştır. (Seyhan, 11/2013,
s.576)
el-Harakânî şöyle demiştir: “(Ey insan!) Eğer senin tandırından senin
elbisene bir ateş sıçrarsa, onu hemen söndürmeye çalışırsın. (Öyle de) senin
dinini yakacak bir ateşin, yani senin kalbinde yer alan kibir, haset ve riya ateşini,
nasıl uygun bulursun (da bu ateşi söndürmek için hiçbir çaba sarf etmezsin? Bu
olacak şey midir?)” (Harakânî, 1997, s. 42-43; Seyhan, 11/2013, s.579)
Harakânî, tevbe, teslimiyet, rızâ ve ihlâsı tarikatın binâsı; ilmi, hilmi,
zühdü, takvayı, kanaati ve yakîni tarikatın altı hükmü; ihsanı, zikri, istek ve
arzuları terk etmeyi, dünyayı terki, havf ve şevki tarikatın altı gereği; gayreti,
ayıpları örtmeyi, özür dilemeyi ve sükûtu dervişliğin dört derecesi; güneş gibi
şefkatli¸ deniz gibi cömert ve yeryüzü gibi tevazu sahibi olmayı fakrın üç
nişanesi; iyilik istemeyi, Allah (c.c.)’ın rızasını, kimsede ayıp görmemeyi, hırka
giyinmeyi, sabrı, şükrü ve kanaati dervişliğin yedi mertebesi olarak dile
getirmiştir. (Harakânî, Risâle, s.46-48; Özköse, 2011, s.25)
Onun tasavvufî konulara dair bazı düşüncelerini anlamak için şu sözleri
burada anmak gerekmektedir:
el-Harakânî insanları helak eden şeyleri açıklarken şunları söylemiştir:
(İnsanları helak eden şey); nefsin isteklerini yerine getirmek, şehvetlerde nefse
itaat etmektir. (Çiftçi, a.g.e., s. 144) (Ama) muamelâta (dini yaşamaya) gelince
metâ (…ınca yaparım), hatta (…e kadar yaparım), sevfe (…daha sonra yaparım)
84 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90
ve lealle (umulur/belki yaparım)’ye (işi) bırakmaktır.‛ (Harakânî, 1997, s. 88;
Çiftçi, s. 39-40; Seyhan, 5/2013, 1065)
“Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün
akşama kadar Peygamber efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini
incitirse, Allah onun o günkü ibâdetini kabûl etmez.” (Attâr, a.g.e., s. 628)
“Hak için yaptığın her şey ihlas, halk (görsün ve bilsin diye) yaptığın her
şey riyadır” (Attâr, a.g.e., s. 627)
“İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak tâatı yaparsa, sorgusuz suâlsiz
Cennet’e gidebilir: Kalb, nefs ve dil.”(Attâr, a.g.e., s. 629)
Yine el-Harakânî: “(Günah ve hatalarınızı düşünerek) çok ağlayınız, az
gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz; çokça başınızı
yastıktan uzak tutunuz ve bir daha yastığa baş koymayınız (çok uyanık olunuz, az
uyuyunuz)” (Attâr, a.g.e., s. 630)
El-Harakânî: “İçinde Allah’tan başkasına yer olan bir kalp, baştanbaşa
ibâdet ve taat olsa da ölüdür.” (Attar, a.g.e., s. 623)
el-Harakânî bir defasında şöyle demiştir: ‚Üç zümre için Allah’a yol
vardır: Mücerred ilimle (uğraşan âlim), hırka ve seccade ile (sûfî) ve kürek ve
elle (çalışan işçi); yoksa boş duran nefis insanı helak eder.‛ (Attâr, a.g.e., s. 628;
Çiftçi, a.g.e., s. 44; Seyhan, 5/2013, 1065)
el-Harakânî bir başka sefer ise şöyle demiştir: ‚Yeryüzünde gezen nice
kimse vardır ki, (Allah’ı bulmadıkları için) ölüdür. (Ama) yer altında yatan nice
kimse vardır ki (Allah’ı buldukları, O’na teslim oldukları ve O’nun rızasını
kazandıkları için) diridir!‛ (Attar, a.g.e., s. 631; Seyhan, 5/2013, 1072)
Yine el-Harakânî bir defasında şöyle demiştir: “Hiçbir şey bilmediğini
anlayıncaya kadar herkes bildiği ile övünür. Hiçbir şey bilmediğini anlayınca
bilgisinden utanır. İşte o zaman marifeti kemale erer.” (Attar, a.g.e., s. 621;
Seyhan, 5/2013, 1072)
O, şöyle demiştir: “Müminlerin organlarından (herhangi) birinin aralıksız
Yüce Allah (O’nun emir ve tavsiyeleri) ile meşgul olması gerekir. Ya O’nu
kalbiyle anmalı ya da diliyle O’nu zikretmelidir. Ya gözle O’nun görmek
istediğini görmeli, ya eliyle cömertlik yapmalı ya da ayağıyla insanları ziyaret
etmelidir. (Yani, tüm insanlara İslâm’ı anlatmalı, Allah’ı tanıtmalı, onların dert
ve problemlerini dinlemeli, çözüm önerileri geliştirmeli, her konuda onlara
İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 85
yardım elini uzatmalı ve hizmet etmelidir.) Veya başıyla (aklıyla, fikir ve
düşünceleriyle) inananlara hizmette bulunmalıdır. Veyahut kesin bir inanç ile
(elinden başka bir şey gelmiyorsa kabul olunacağına içten inanarak) Allah’a dua
etmelidir. Ya da aklından (zihin ve düşünce dünyasında) marifete ulaşmaya
(tefekküre devam edip Allah’a yakın olmaya, fena mertebesine vasıl olmaya)
çalışmalı veya her işinde ihlâslı olmalıdır. Ya da kıyamet gününün çetin geçeceği
konusunda tüm insanları uyarmalı (en güzel metot ile emr-i bi’l-ma’ruf ve’nnehyi ani’l-münker yapmalı)dır. Böyle bir kimsenin (yeniden diriliş gününde)
kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürte sürte cennete gireceğine ben
kefilim.” (Harakânî, 1997, s.43; Seyhan, 5/2013, s.2058)
El-Harakânî: İlimden en fazla nasibi olan, onunla amel edendir. En
faziletli) amel ise üzerine farz olandır‛(Attar, a.g.e., s. 624)
“Beş çeşit sefer var: İlki ayakla (bedenle), ikincisi kalple (tefekkürle),
üçüncüsü himmetle (Allah’ın nuru ile), dördüncüsü temaşayla (Allah’tan kalbe
gelen bir ilham ile tüm mevcûdâtı seyretmekle), beşincisi nefiste fâni olmakla
(bütün ruhunda ve bedeninde Allah’ı hissetmekle).” (Attar, a.g.e., s. 626; Seyhan,
S/2013, 2060)
el-Harakânî şöyle der: “Afiyeti aradım yalnızlıkta buldum, selameti de
susmada!”, (Attar, a.g.e., s. 611; Seyhan, S/2013, 2068)
“Sûfî kimdir?” diye soranlara: Hırka ve seccade ile sûfî olunmaz, merasim
ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fena ile benlikten geçendir.
Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lâzım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne
faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam
olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.”(Attâr, a.g.e., s. 628)
el-Harakânî: “Allah kuluna, imandan sonra temiz yürek ve doğru dilden
daha büyük hiçbir şey ihsan etmemiştir.”(Attâr, a.g.e., s. 628)
Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh dedi ki:“Bir
erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri
olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!”(Attâr, a.g.e., s. 598)
İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:“İnsanlar üç zümredir:Sen
kendisini incitmediğin halde o seni incitir.Sen kendisini incitirsen o da seni
incitir.Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.”(Attar, a.g.e., s.631)
Kurban bayramı günü oğlunu öldürdüklerinde şu rubâîyi söylediği rivayet
edilmektedir:
86 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90
“Hâşâ ki senin hükmüne, isyan edeyim,
Yahut senin rızanın hilafına, bir nefes vereyim.
Bana yüz göz bebeği daha lazımdır,
Ta ki böylesi bir günde, sana kurban edeyim.” (Çiftçi, 2004, s.54.)
El-Harakânî, Nakşibendiyye’den (Tahsin, 1994, X, 90; Çiftçi, s. 92-95)
Halvetiyye’ye, (Uludağ, 1997, XV, 393-394) Kâdiriyye’den (Azamat, 2001,
XXIV, 131-135) Mevleviyye’ye (Tanrıkorur, 2004, XXIX, 468-474) pek çok
tarikata kaynaklık etmiş ve yol göstermiş bir bilgedir. Onun kendisinden sonra
gelenlere ilim ve irfan noktasında rehberlik etmesi ve kâmil insanlar yetiştirmesi
iyi bir Allah dostu olduğunun göstergesidir. (Seyhan, 5/2013, 1052)
El-Harakânî, Hz. Peygamber’in yolunu takip etmiş ve talebelerine de bunu
öğretmiştir. Onun amacı, insanların Yüce Allah’ı tanımaları, O’nu sevmeleri ve
O’ndan başkasına kulluk etmemeleri olmuştur. El-Harakânî, yaşadığı dönemde
Hz. Peygamber’in yolundan gittiğini iddia eden, ama tersini yapan âlimleri tenkit
etmiş, gerçek bir İslâm âliminin Hz. Peygamber’in ve Sahâbe’nin yolundan
gitmesi gerektiğini söylemiştir. El-Harakânî, Hz. Peygamber’in ashabına ilim
öğrettiği gibi, civanmertlerini dinî ve tasavvufî konularda eğitmiş, kendisi de
söylediklerini bizzat uygulayarak manevî anlamda üstün dereceler kat etmiştir.
Onun yazılı eserlerinin az olması bir eksiklik değildir. Zira o, eser yazmaktan
ziyade gönül adamı insan-ı kâmil yetiştirmeye önem vermiştir. (Seyhan, 11/2013,
552)
Sonuç
Ebu’l-Hasan el-Harakânî, hayatı boyunca sırf Yüce Allah’ın rızasını
gözeterek İslâm’ı temsil ve tebliğ etme gayretinde olmuş, Kur’an ve Sünnet’i
kendisine rehber edinmiş bir İslâm mütefekkiridir. Onun sözleri, âyet ve hadisleri
özümsediğinin ve konuşmalarında bunları referans aldığının bir delilidir.
İnsanların adlarının yüzyılları aşıp gelmesi büyük bir mazhariyettir. Harakânî
bunu yaşayan gönül sultanlarındandır.
El-Harakânî, Allah Teâlâ’ya ve O’nun Resulüne gönülden bağlılık,
Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Nebevî’ye hassasiyetle sarılma, emr-i bi’l-ma’ruf ve
nehyi ani’l-münker yapmak, kişinin kalbini kibir, riya ve hased gibi kötü
hasletlerden arındırmak, tevbe, rıza, teslimiyet, ihlâs, hilim, zühd, takva, ihsan,
daimî zikir, mehafetullah, cömertlik, tevazu, sabır, şükür, kanaat, nefse muhalefet
ve benzeri tasavvufî düşüncenin temel konularının hemen hemen hepsine
İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 87
değinmiş, kendisinden sonra tasavvuf yolunu takip edeceklere mükemmel bir
ahlak modeli olmuştur.
el-Harakânî Gazzâlî, Hemedânî, Necmeddin Dâye, Attâr ve Mevlânâ gibi
sûfîleri derinden etkilemiştir.Fütüvvet anlayışıyla da Anadolu Ahîliğinin
kurulmasına öncülük etmiştir.Adına inşâ edilen cami, tekke ve külliye ile Kars’ta
hâlâ yaşamaktadır.Kendisine izafe edilen risâleleri tasavvuf kültürümüze
zenginlik kazandırmıştır.İnsanlarımız onun adıyla bütünleşmekten dolayı
metafizik bir güç ve manevî bir haz elde etmeye devam
etmektedirler.(http://hasankamilyilmaz.com)
El-Harakânî, Nakşibendiyye, Halvetiyye’ye, Kâdiriyye ve Mevleviyye
gibi birçok tarikatın silsilelerinde yer almış, pek çok sufinin yetişmesine vesile
olmuş evliya Allahtan bir zattır.
El-Harakânî, kendisini hem zahirî hem batınî ilimlerde derinleştiren,
tasavvufî konuların birçoğunu izah ederek salikler ve kendisinden sonra gelecek
olanlar için rehberlik eden âlim ve ârif bir sûfîdir.
KAYNAKÇA
Abdülmecid Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, Kâhire 1308.
Ahmed Hilmi, Mir’ât-ı Bâyezid Bistamî ve Ebu’l-Hasan Harakânî, İstanbul
1319.
Alanka, İbrahim, Ebu’l-Hasan Harakânî, Elif matbaacılık, Ankara 1976.
Attar, Feridüddin, Tezkiretü’l-evliya, çev., S. Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul
1991.
Azamat, Nihat, Kâdiriyye, DİA, İstanbul, 2001, XXIV, 131-135.
Çerçi, Faris, Gelibolulu Mustafa Âlî Kitabü’t-Tarih-i Künhü’l-Ahbâr’ında II.
Selim, III. Mustafa ve III. Mehmet, Kayseri 2000.
Çiftçi, Hasan, “İki Ünlü Şafiî’nin İlginç Görüşmesi (Ebû Said-i Ebu’l-HayrEbu’l-Hasan-i Harakânî)”, Şarkiyât Araştırmaları Dergisi, 2003, C. 3, Sayı: 9, s.
7-22.
Çiftçi, Hasan, “Mevlânâ İle Şems-i Tebrîzî’ye Göre Ebu’l-Hasan-i Harakânî”,
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, (Mevlânâ Özel Sayısı),Ankara,
2005, Yıl, 6, Sayı: 14, s. 565-590.
88 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90
Çiftçi, Hasan, “Şeyh Harakânî İle Şeyh Bâyezîd Arasındaki İlginç Manevî İlişki,”
Şarkiyât Araştırmaları Dergisi, 2003, C. 3, Sayı: 11, s. 23-40.
Çiftçi, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve
Tasavvufî Görüşleri) Nûru’l-‘Ulûm ve Münâcât’ı (Çeviri-Açıklama-Metin), Şehit
Ebu’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004.
Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Şenol Kantarcı, Ebu’l- Hasan
Harakânî Yayınları, Ankara, 1997.
Ebu’l-Hasan Harakanî, Risale Der Tarik-i Edhemiyye ve Kulah-i Çar Terk.
Evliya Çelebi, Seyahatname, İstanbul,1928-1938.
Gelibolulu Mustafa Âlî Kitabü’t-Tarih-i Künhü’l-Ahbâr, Kayseri Reşit Efendi
Kütüphanesi, 901-920.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Mesnevî Şerhi, İnkılâp Kitapevi, İstanbul, 1974.
Herevî, Tabakât, nşr, Muhammed Server Mevlayî, Tahran, 1362.
http://hasankamilyilmaz.com/index.php?option=com_content&task.
Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcub, çev., S. Uludağ, İstanbul, 1982.
İbn Battuta, er-Rihle, Beyrut, 1405/1985.
Kazvinî, Âsârü’l-Bilâd, Daru Sadır, Beyrut ts.
Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, Ankara,
1992.
Molla Câmî¸ Nefahâtü’l-Üns, Tahran, 1337.
Özköse, Kadir, “Tasavvufî Görüşleriyle Ebu’l-Hasan Harakanî”, Somuncu Baba
Dergisi, Şubat 2011.
Özköse, Kadir-Şimşek, H. İbrahim, Altın Silsile’den Altın Halkalar, Nasihat
Yayınları, Ankara, 2009.
Peçevî, Peçevî Tarihi, Haz., Bekir Sıtkı Baykal, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1994.
Seyhan, Ahmet Emin,“Ebu’l-Hasan El-Harakânî’de Kur’an Kültürünün
Yansımaları”, Turkish Studies International Periodical For the Languages,
Literature and History of Turkisho rTurkic, Volume 8/6, p. 641-664, Spring 2013.
İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 89
Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu’l-Hasan El-Harakânî’nin Sünnete Bağlılığı ve Hadis
Anlayışı”, TheJournal of Academic Social Science Studies,Volume 6 Issue 8, p.
551-588, October 2013.
Seyhan, Ahmet Emin,“Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin Tefekkür Anlayışı”,Turkish
Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of
Turkishor Turkic, Volume 8/8, p. 2053-2071, Summer 2013.
Seyhan,
Ahmet
Emin,“Ebu’l-Hasan
El-Harakânî’nin
İlim
Anlayışı”,International Journal of Social Science,Volume 6 Issue 5, p. 10491083, May 2013.
Tanrıkorur, Barihüda, “Mevleviyye”, DİA, Ankara, 2004, XXIX, 468-474.
Uludağ, Süleyman, “Halvetiyye”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 393-394.
Uludağ, Süleyman, “Harakanî”, DİA, İstanbul 1997, XVI.
Uzgur, Yavuz, Anadolu’nun Manevî Fatihi Ebu’l-Hasan Harakânî ve Kars,
Ebu’l-Hasan Harakânî,Harakanî Vakfı Yay., Kayhan Matbaacılık, Ankara, 2012.
Yakut b. Abdullah el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan, Beyrut, 1986.
Yalsızuçanlar, Sadık, Seyr u Süluk Risalesi, Çev., Mustafa Çiçekler, Sufi Kitap
Yayınları, İstanbul, 2006.
Yazıcı, Tahsin, Ebû Ali el-Farmedî, DİA, İstanbul, 1994, X.
Yılmaz, Hasan Kamil, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İstanbul, 2001.
Yüce, Abdulhakim, “Ebu’l-Hasan el-Harakani”, Yeni Ümit Dergisi, Ocak-Mart
2010, Sayı: 87, s.60-63.
Zehebî, SiyeruA’lâmi’n-Nübelâ, Beyrut, 1984.
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 91-108
HARAKÂNÎ’DE SEVGİNİN FORMULÜ
Mustafa IŞIK
Özet
Gönlü insan sevgisi ile dolu olan, tasavvufta fenâfillâh anlayışına sahip
bulunan Ebû’l-Hasan el-Harakânî (352/963-425/1033) İran’ın tarihî
Horasan bölgesinde yaşamış bir sûfîdir. Ömrünün son yıllarında,
dervişleriyle birlikte fetih ordusunun manevî komutanı olarak Kars
civarına gelmiş, şehit düşerek Kale eteklerine gömülmüştür. Allah,
peygamber ve sahabe yolunu izleyen bu sûfînin, 1590’lı yıllarda, Kars
Kalesi’nin imarı sırasında kabri ortaya çıkarılarak adına cami ve türbe
yapılmıştır. Harakani’nin bizzat kendisinin telif ettiği bir eserinin varlığı
bilinmemektedir. Ancak söz ve menkıbeleri daha sonra bazı müritleri ve
bazı tezkire yazarları tarafından kaleme alınmıştır. Yazılı kaynaklar bize
Harakânî’nin din sevgisi yanında insan sevgisi ile dolu olduğunu
göstermektedir. Bu makalede, Kars’taki keşfinden beri kabri ziyaret yeri
olan ve halkın gönlünde taht kuran bu zatın ‘neden bu kadar çok sevildiği’
sorusunun cevabı aranacaktır.
Anahtar kelimeler: Harakânî, Sûfî, Tasavvuf, Halk, Sevgi, Kars.
THE FORMULA OF LOVE IN THE HARAKÂNÎ’S THOUGHT
Abstract
Abu’l-Hasan al-Harakânî who is complately full of human love has
fenâfillâh understanding is lived in Khorasan region of Iran a Sufis. After
fifty years of age, joining the army with the conquest of the dervishes, come
around Kars, fallen and was buried in the foothills of the castle. Extremely
nice people that are full of people with the love of God, followed the path of
the Prophet and the Companions. At the end of the sixteenth century the
tomb removed during the reconstruction of the city castle made on behalf
of the mosque and the Tomb. The existence of a copyrihgt work himself was
not known. Although he didn’t have any books or written copy his oral
sentences and short advising stories were put into written from by some
Tazkira writers and some one who loves him soon after his death. Written
sources tell us Harakani next to the love of religion is ‘filled with the love
92 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
of people' shows that. In this article, since then the hearts of the people who
visit the place and this self, 'Why are you so loved' and the answer shall be
required.
Key words: Harakânî, Sufî, Sufism, Folk, Love, Kars.
GİRİŞ
Büyük adamlar, büyük dağlara benzer. Ağrı, Erciyes, Süphan Dağı gibi…
Dört ana yönden bakınca dört ayrı manzara görürsünüz. Fakat hepsi de aynı dağın
görüntüleridir. Dört ana yönü ara yönlerle sekize çıkarıp fotoğraflarını çekseniz
yine farklı manzaralar görürsünüz; ama hepsi de bir dağın farklı görüntüleridir.
Kars Kalesi de öyledir; güneyden başka, kuzeyden başka, doğudan ve
batıdan farklı gözükmekte, ama hepsi de Kale’den birer manzaradır. Bu Kale’nin
eteklerinde şehit düşmüş, şahadetine gök, yer, toprak ve eşyanın şahit olduğu
Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî (ö. 425/1033) de öyle, dağ gibi büyük bir şahsiyet
olduğu için, herkesin kendi zaviyesinden anladığı ve anlattığı birçok Harakânî
bulunmaktadır. Harakânî Vakfı başkanı bir sohbetinde, “Herkes kendi
düzeyinden bakıyor; gördüğü, kendi idrakine sığandır. O, idraki çok fazla aşmış
bir zatı, anlamak güçtür.”1 demektedir. Binâenaleyh, anlamak zor olunca,
anlatmak da zor olacaktır.
“Şeyh uçmaz, mürit uçurur”2 sözünden hareketle, Ebu’l-Hasan
Harakânî’yi, kendine nispet edilen sözlerden hareketle anlatacağız. Ama burada
asıl sorumuz şu olacak: “Aradan asırlar geçmesine rağmen bu zat, neden bu
kadar seviliyor?”
Tasavvuf şeyhleri genellikle ellerine kalem alıp kitap yazmazlar. Onlara
göre sohbet, yazıdan üstündür.3 Konuştuklarını müridleri not ederler.4
Harakânî’ye nispet edilen Nûru’l-Ulûm adlı eserin elimizdeki nüshası, bu
kitaptan seçmeler şeklindedir.5 Seyr u Sulûk Risâlesi ise bu yolun sâlikleri, yani
1
2
3
4
5
Yavuz Selim Uzgur, Anadolu’nun Kalbi: Harakanî, Hazırlayan: S. Yalsızuçanlar, İstanbul,
2012, s. 34. (Kaynaklar ilk geçtiğinde tam adıyla, sonra soyadı ya da tanınan adıyla verilmiştir.)
Türk Atasözleri ve Deyimleri, M.E.B., I-II, İstanbul, 1971, II/346.
Hasan Çiftçi, Şeyh Ebû’l-Hasan Harakânî I, Kars: Şehit Ebû’l-Hasan Harakânî Derneği
Yayınları, Kars, 2004, s. 40; Ayrıca bkz. s. 43, 48, 79-80, 173; Peygamberin varisi odur ki, peşi
sıra gider; o değildir ki, ömrünü sadece kâğıtların yüzünü karalamakla geçirir. s. 81.
Bir öğrenci, ilahiyat hocası Dr. Mustafa Çuhadar’a ‘Niçin kitap yazmıyorsunuz?’ diye
sorduğunda ‘Sizi yazıyoruz ya’ cevabını vermişti.
Şenol Kantarcı, Nûru’l-Ûlum, Ebû’l-Hasan Harakânî Derneği, Kars, 1997, s. 21, 97; Çiftçi, s.
173, 185, 199, 215.
Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 93
mürîdler için yazılmış bir rehber konumundadır.6 Ancak Attar’ın Tezkire’sinde7
yeterli denecek ölçüde bilgiler bulunmaktadır. Tasavvuf Edebiyatı’nda önemli bir
yeri olan ve Harakânî ile aynı çağda yaşayan Kuşeyrî’nin (ö.986/1072) kendisini
ziyaret ettiği, yanında dilinin tutulduğunu söylediği halde,8 Harakânî’den hiç
bahsetmeyişi konusunda, Çiftçinin kendi çağdaşlarını tasvip etmeyişine
bağladığı yoruma9 katılıyoruz. Nitekim hadis tenkit metoduna göre, tarafsız
olmayanın cerhi (tenkidi) kabul edilmez. Çünkü aynı çağda yaşayan insanlar
çoğunlukla birbirini çekememe duygusu taşır10 şeklinde, genel bir kabul vardır.
Asıl adı Ali olan Ebu’l-Hasan, hayvancılık ve tarım toplumunda yaşayan
her insan gibi, gençliğinde hayvan otlatır11, zamanın geçerli mesleği “eşekle yük
taşıyarak”12, geçimini sağlar13, çiftçilik-çapacılık yapar14, çamur karıp duvar
örer15, dağa gidip odun toplar.16 Evlenir, çoluk-çocuk sahibi olur. Hakkında
anlatılanlar doğruysa, geçimsiz bir karısı vardır; onunla imtihan olur.17 Elini,
dilini, gözünü, gönlünü düzeltmek için 40 yıl didinir18, taşı yastık edinir.
Yine kendi ifadesiyle, yılanın kavından sıyrıldığı gibi nefsaniyetinden ve
benliğinden sıyrılır.19 Eşini boşamaz ama dünyayı üç talakla boşar.20 Rızkının
Allah’a ait olduğunu yakinen bilmedikçe işten el çekmez. Yetmiş üç yıldır yaptığı
ibadeti az görür21 ve halkı irşad etmeye devam eder.
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
Ebu’l-Hasan Harakânî, Seyrü Sülûk Risâlesi, Çev. Mustafa Çiçekler, der. Sadık Yalsızuçanlar,
İstanbul, 2006, s. 24.
Feriduddin Attar, Evliyâ Tezkireleri, Çev. Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007.
Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, nşr. S. Uludağ, Dergâh
Yayınları, İstanbul 1982, s. 268; Çiftçi, s. 16, 69.
Çiftçi, s. 110.
Abdülhay b. Muhammed Leknevî, er-Ref' ve't-Tekmil fi'l-Cerh ve't-Ta'dil, thk. Abdülfettah Ebû
Gudde, Mektebetü'l-Matbuâti'l-İslamiyye, Haleb, 1968, s. 260, 263.
Çiftçi, s. 280, 32; Kantarcı, s. 11.
Sem’ânî, İbn Mansur, El-Ensâb, I- II, Dâru’l-Cinân, Beyrut, 1988, II/ 347.
Çiftçi, s. 32; Kantarcı, s. 12.
Attâr, s. 592, 593; Çiftçi, s. 33-34.
Çiftçi, s. 34.
Çiftçi, s. 55.
Herkesin sayıp sevdiği Ebu’l-Hasan’ı, hanımı hiç önemsemez. Ziyarete gelen kişilere kötüler.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Attar, s. 597; Kantarcı, s.12; Çiftçi, s. 49-58, 145, 283-284. Bu durum
atasözlerimizde geçen “Ev danası öküz olmaz” sözündeki psikolojiyi yansıtmaktadır.
Attar, s. 630; Çiftçi, s. 247, 253-254.
Attar, s. 612.
Attar, s. 599; manevî şeyhi Bâyezid anlatır: İbrahim (a.s.), eşi Sara’dan Allah’a şikâyet edince
‘yaşamak için Sara ile idare et’ buyurdu; ‘Sara’yı boşa’ buyurmadı. Çiftçi, s. 269; Kantarcı, s.
65.
Attar, s. 620; Çiftçi, s. 31.
94 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
Görünen o ki, eğitimci bir sûfî olarak “Şeyhin müritlerine karşı güler yüzlü
olması, müridin yanlışlarını tenhada söylemek gerektiği, zengin-fakir mürid
ayrımının yapılmaması, mürid sayısında kemiyet değil keyfiyetin önemli olduğu,
müridlerini kendi öz evlatları gibi sevmesi gerektiği”22 gibi düşünceleri, onun
sevilmesini sağlayan sebeplerdendir.
Harakânî, incinse de incitmez.23 Çünkü “Bir mümini incitmeden sabahtan
akşama varan bir kimse, o gün akşama kadar Peygamber’le (s.a.s.) yaşamış olur.
Eğer mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini kabul etmez.”24 Bütün bunlar
yüce değerlerdir. Ama üzerinden bin yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen,
bilen/tanıyan herkes tarafından sayılmaya /sevilmeye yeterli midir? Bu işin sırrı
nedir? Bunu, Ebu’l-Hasan Harakânî’nin yaşadığı hayatı ve söylediği sözleri
izleyerek belirleyeceğiz.
Belki de Harakânî’nin bu kadar çok sevilmesinin en başta gelen sebebi,
onun insanları seviyor olmasıdır denilebilir. Nitekim bir duasında: Allah’ım, eğer
bu dünyada, senin yaratıklarına karşı benden daha şefkatli bir kimse bulunursa,
o vakit ben kendimden utanç duyarım25 der. Bu mertebeye ulaşması kolay
olmamıştır. Yukarda belirttiğimiz gibi, elini, dilini, gözünü, gönlünü
düzeltebilmek için 40 yıl didinmiştir. Tasavvuf’ta fenâ fillah26 olarak bilinen
seviyenin anlatımından sonra, kendi ifadesiyle: “Öyle bir yere ulaştım ki, fikir;
hikmet, dosdoğru yol ve halka karşı şefkat haline geldi. Onun yaratıklarına karşı,
kendimden başka müşfik birini görmedim. O zaman dedim ki, keşke bütün halkın
yerine ben ölsem de halk ölüm yüzü görmese! Keşke bütün halkın hesabı benden
sorulsa da kıyamet günü onların hesap vermeleri gerekmese! Keşke tüm halkın
azabını bana çektirse de onların cehennemin yüzünü görmeleri gerekmese!”27
Der.
Yaşadığı tarihte, bulunduğu coğrafyada insanları gözlemler ve der ki:
“Dünyada âlimlik ve kulluk taslayan niceleri var. Fakat sana faydalı olan, her
gün akşama kadar halkın beğendiği, her gece sabaha kadar da Hakk’ın beğendiği
işte olmaktır.”28 Bu yüzden Hakk’ın rızasını kazanmanın yolunu, yukarıda
22
23
24
25
26
27
28
Harakânî, s. 82-83.
Attar, s. 628, 631.
Attar, s. 628.
Çiftçi, s. 247.
“Kulun, beşeri vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp İlahî vasıflarla donanmasıdır.” Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı, İstanbul, 2012, s. 134.
Attar, s. 606.
Harakânî, s. 81.
Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 95
geçtiği gibi, halka karşı şefkat olarak gösterir. “Harakânî için insaniyetçi
düşünür; öğretisine de insaniyetçilik demek istiyoruz. İnsaniyet sözcüğünden
türetilen bu deyimler, hümanizm ve hümanist deyimlerinden hem daha kapsamlı,
hem de Harakânî’ye ve öğretisine daha uygundur.”29
Harakânî, insanlar tarafından bu kadar çok sevilmenin sırrını nasıl
bulmuştur? Şimdi bu sorunun cevabını bir hadîs-i şerif yardımıyla bulmaya
çalışacağız.
1- DÜNYAYA SAHİPKEN DÜNYALIKTAN UZAK DURMAK
Ahiret inancı, nazariyede ahireti tercih etmeyi gerektirse de, pratikte o
kadar kolay değildir. Bu yüzden takvâ sahibi müminler tarif edilirken “yakîn” 30
sahibi olarak nitelenir. Dünyalık elde etmeden dünyalığa boş vermek önemli
değildir; ama dünyalığa sahipken dünyalık şeylerden uzak durmak, erdemdir.
Yani yoksul iken varlığı önemsememek her kişinin; varlıklı iken dünyalığı
önemsememek ise er kişinin kârıdır.
Harakânî, ‘hedeflerin en güzeline kilitlenen kişilerden biridir. Kur’an-ı
Kerim’de bildirildiğine göre “Kadınlara, çocuklara, altın ve gümüş cinsinden
birikmiş hazinelere, soylu atlara, sığırlara ve arazilere yönelik dünya zevkleri
insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bütün bunlar dünya hayatında tadılabilir ama
‘hedeflerin en güzeli’ Allah katında olanıdır.”31
Harakânî, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeker: “Her gece akşam
namazında Allah’ın huzurunda nefis muhasebesi yapmazsam o gece rahat
edemem.”32 der.
“Harakânî’nin Münâcâtı”33 diye bilinen dua, aslında insanoğlunun hayat
hikâyesidir. Burada dile getirilenlerin hepsi Ebu’l-Hasan’dan çok insanoğlunun
Yazoğlu, Ruhattin, “Ebu’l-Hasan Harakânî’de Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, Ebu’l-Hasan
Harakânî, Harakanî Vakfı Yay., Kalkan Matbaacılık, Ankara, 2012, s. 25-26.
30 Bakara, 2/4; tasavvufta yakîn, ‘şüpheye düşmeyecek’ derecede bilgi sahibi olmak demektir.
İlme’l-yakîn, delille elde edilen bilgidir. Ayne’l-yakîn, keşif ve ilhamla elde edilen bilgidir.
Hakka’l-yakîn, apapaçık bilgi olup müşahede ile elde edilir. Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî
Risâlesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergâh, İstanbul, 1991, s. 219-220; ayrıca bkz.
Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 386.
31 Âli-İmrân, 3/14.
32 Attar, s. 603.
33“ Allahım! Beni vücuda getirdiğinde aç mideyi bana yoldaş ettin, doğunca açlıktan ağlıyordum.
Kundağa koyduklarında rahatladığımı sandım; elimi ayağımı bağlayarak beni yordular.
Akıllanıp konuşunca rahatlarım dedim beni bir öğretmene verdiler. Terbiye sopasıyla anamdan
emdiğimi burnumdan getirdiler; korkar oldum. Onu aşınca şehvetin azgınlığına musallat ettin.
Zina korkusuyla bir kadınla evlenince çocuklar verdin, onların yiyeceği /giyeceği endişesiyle
29
96 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
hayatıyla örtüşen şeylerdir. Ebu’l-Hasan, dinin emirlerine o kadar bağlıdır ki bir
kadınla evlenmesini bile, zina korkusuna bağlamaktadır.34
Bu makalede kullanacağımız hadisin anahtar kelimesi olan zühd (‫”)زهد‬
“Özellikle dinde, her şeyde zahid adam zahide kadın denildiğinde ikisi de, arzusu
az olandır.”35
Darimî’den (ö.225/869) rivayetle İmran, bir gün Hasan Basri’ye
(ö.110/728) bir konuda ‘Fukahâ böyle diyor’ dediğimde bana: ‘Vay sana! Sen
hiç fakîh gördün mü? Fakîh, dünya konusunda zahid/isteksiz ahiret konusunda
istekli, dinin buyruklarında basiretli, Rabbına kulluğa devam edendir’ cevabını
verdi. 36 Gazalî’den (ö.505/1111) rivayette ise ‘Fakihler senin fetvalarına karşı
çıkıyorlar?’ diyen birine “Sen hiç fakih gördün mü? Fakih dediğin dünyayı
arkada bırakıp ahirete yönelen zahid, dinini görüp gözeten, Rabbine ibadete
devam eden, Müslümanların hak, hukukuna dokunmayan, onların malını
yemekten kaçınan, halka öğüt veren, samimi kimsedir.’ cevabını verdi. Ancak
‘dinin meselelerini ezberleyen/ bilen ve fetva verenden bahsetmedi” dedikten
sonra fıkhın fetvalarla ilgisi olduğunu ancak eskilerin fıkha ‘ahiret ilmi’
dediklerini ekler.37 Nitekim Ali el-Kârî (ö.1014/1605) Taberânî (ö.360/970)
geçen 38(‫‘ = ) َوي ُْل ِه ُمهُ ُر ْشدَه‬Ona iyiyi, güzeli, doğruyu buldurur’ rivayeti bunu
destekler’ demiştir.39Arapça da soğuk ve ilgisiz davranmak, rağbet etmemek, yüz
çevirmek anlamlarına gelmektedir. Tasavvufta ise ahirete yönelmek için
dünyadan el-etek çekmek, elde olan mala gönülde yer vermemek gibi anlamlar
taşır.40
34
35
36
37
38
39
40
ömrümü bitirdin. Onu aşınca ihtiyarlıkla organlarımı hasta ettin. Ölünce rahatlarım dedim;
ölüm meleğine tutsak ettin. Karanlık bir mezara konunca sorgucu melekler geldiler. Allah’ın,
‘Milletin kimdir?’ sorusundan kurtulunca beni tekrar dirilttin. Pişmanlık defterimi elime verdin,
oku dedin. Allah’ım, benim kitabım, bu söylediklerimdir. Bunlar yüzünden sana gereğince
ibadet edemedim. Beni bağışlamaktan seni alıkoyan nedir?”, Çiftçi, s. 319-320.
Çiftçi, s. 319.
Halil b. Ahmed, Ebû Abdurrahman Halil b. Ahmed b. Amr Ferahidî, Kitâbü'l-Ayn, thk. Mehdi
Mahzumî- İbrâhim Samerraî, Mektebetü’l-Hilal, I-VIII, y.y. t.y. IV/12.
Darimî, es-Sünen, Mukaddime 29 (I/76); Gazalî, Ebu Hamid, İhya’u Ulumi’d–Din, Daru’lMarife, I-IV, Beyrut, t.y., I/32.
Gazali, Ebu Hamid, İhya’u Ulumi’d-Din, Daru’l-Marife, I-IV, Beyrut, t.y., I/32.
Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, XIX/340; Ayrıca yukarda ikinci birleşik metin olarak verdiğimiz
İbn Ebî Şeybe (el-Kitâbü'l-Musannef, VI/240, VII/165) ve Bezzâr (Müsned, V/117) rivayetleri
de aynıdır.
Ali el-Kârî, Ebü'l-Hasan, Nureddin Ali b. Sultan Muhammed, Mirkatü’l-Mefatîh Şerhu
Mişkâti’l- Mesâbîh, Dârü’l-Fikr, I-IX, Beyrut, 2002, I/283.
Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 397.
Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 97
Acaba Harakânî bu zühdün neresindedir?
Anlatıldığına göre, “Küçücük bir bağı vardı. Burasını bir kere belledi,
gümüş çıktı, bir kere daha belledi, altın çıktı, bir defa daha belleyince inci ve
mücevherat çıktı. Bunun üzerine dedi ki: “Ya Rab! Beni bununla avutma. Ben
dünyayla senden yüz çevirmem!”41 Bu olayı sembolik anlatım olarak benimsesek
bile bu hâdiseye uygun düşen bir başka sözünde der ki: “Gözümü meşgul etmek
için yeryüzünün bütün hazinelerini önüme serdiler. ‘Buna, böyle şeylere kananlar
aldansın’ dedim.”42
Dünya-ahiret konusunda Harakânî’nin felsefesi şu sözünde ifadesini bulur:
“Dünya peşinde koştuğun sürece dünya senin padişahındır, ondan yüz çevirince
sen ona sultan olursun.”43 Dünyayı terk etmek, gündeminin birinci maddesi
gibidir. Müritlerini eğitirken bu hususla alâka kurabilmek için, hemen her şeyi
vesile edinir. Meselâ, seyr u sulûk denilen tarikat yolunun esaslarına
baktığımızda, mürid olmanın şartı, “malını kurban etmek” ile başlamaktadır. Var
olan malını üçe bölen mürid, kurban eti dağıtır gibi, onun bir kısmını ailesine, bir
kısmını yakın akrabaya, bir kısmını da şeyhin huzuruna getirmelidir.44
Dervişliğin ‘hırka giyme’ aşamasında, hırkayı bir ‘adam’ gibi düşünür.
Onun imanı, namazı, guslü ve kıblesi vardır. Hırkanın guslü ise ‘dünyayı terk’
kavramıdır.45 Yani “Zühd” denilen kavramdır.
Yolun Esaslarını anlatırken ‘seccâde = (‫ ’)سجادة‬kelimesinin Arapça aslında
beş harf (sin-cim-elif-dal-yuvarlak te) olduğunu söyledikten sonra dördüncü harf
olan “d = dal = ‫ ” د‬harfinin anlamının Dünyayı gözden çıkar; onu üç talakla boşa
demek olduğunu söyler.46 Konu yine zühd kavramına getirilmektedir.
Tarikatın hükümleri kaçtır? Sorusunun cevabı ‘altı’dır; bunların üçüncüsü
‘zühd’, yani dünyalıktan el çekmek; dördüncüsü ‘takvâ’, yani olabildiğince
yasaklardan kaçıp buyrukları yapmak, beşincisi ‘kanaat’47, yani açgözlülük
etmemektir. Bütün bunlar dünyalığa boş vermenin, yani zühdün çeşitli
yöntemleridir.
41
42
43
44
45
46
47
Attar, s. 593.
Attar, s. 608.
Attar, s. 622.
Harakânî, s. 26.
Harakânî, s. 38.
Harakânî, s. 42.
Harakânî, s. 46.
98 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
Tarikatın gerekleri kaçtır? Sorusunun cevabı, ‘beş’tir; bunların
dördüncüsü ‘dünyayı terk etmek’tir.48
Dervişlik dünyasında özel bir yeri olan ‘Kalender = (‫ ’)قلندر‬kelimesinin her
harfinin (kaf-lam-nun-dal-ra) sembolik bir anlamı vardır; “d = dal= ‫ ”د‬harfinin
anlamı “dünyayı boşamak”49 demektir. Dünyaya sahip olduğu halde dünyalıktan
uzak durur. Kendi ifadesiyle, “Öyle bir kudretim var ki, eğer siyah bir abanın
Rum dîbası olmasını istesem öyle olur. Şükürler olsun aşkın ve mukaddes Allah’a
ki, hakiki hal hem de öyledir. Yani gönlümü dünya ve âhiretten alıyor, Allah’a
götürüyorum (bu gücümü ancak bu işte kullanıyorum.)”50 der.
Harakânî, sıra dışı bir insan olup, dini yaşama konusunda herkese
benzemez. Nitekim bir yakarışında, “Kullarından bazısı namazı ve orucu, bazısı
haccı ve gazayı, bazısı ilmi ve seccadeyi seviyor. Yalnızca senin için yaşayıp seni
sevdiğim için, bana kapıyı aç.”51 Diye dua eder.
Tekkesinin kapısında yazılı olduğu söylenen “Her kim bu eve gelirse
ekmeğini verin ve adını/dinini sormayın; zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh
taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de
layıktır”52 cümlesinde, içinde bulunduğumuz XXI. asırda bile ulaşılamamış olan
derin bir insan sevgisi mevcuttur.
II- İNSANLARIN SAHİP OLMAK İSTEDİĞİ ŞEYLERE
SAHİPKEN ONLARDAN UZAK DURMAYI TERCİH ETMEK
Harakânî’nin ahireti dünyaya tercih edişi53 dünyalığı olmadığından değil,
yaşadığı hayat tarzının gereğidir. “İnsanlar Allah ve ekmek diyor. Bazısı önce
ekmek ve sonra Allah diyor. Bense ekmek değil Allah, su değil Allah, hiç bir şey
değil yalnızca Allah diyorum.”54 sözü onun hayat felsefesini dile getirir.
“Dervişlik nedir?” sorusuna, “Civanmertlik, üç çeşmeli bir deryadır: Biri
cömertlik, ikincisi şefkat, üçüncüsü de halktan doymuş olup Hakk’a muhtaç
olmak.”55 Cevabını vermiştir.
48
49
50
51
52
53
54
55
Harakânî, s. 47.
Harakânî, s. 48.
Attar, s. 602.
Attar, s. 616; Çiftçi, s. 45.
Kantarcı, 15; Çiftçi, s. 21; Bu sözün anlamını ‘tanrı misafiri’ ile ilgili sözlerinin içinde bulmak
mümkündür. Bkz. Çiftçi, s. 251.
Duhâ, 93/4.
Attar, s. 614.
Attar, s. 622; Kantarcı, s. 33; Çiftçi, s. 220.
Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 99
Dünyalığa sahip olduğu halde dünyaya boş vermek anlamında cömert
olmak, en önemli erdemlerden biridir. Cömertliğin tersi olan cimrilikten de
kaçınmayı önerir: “Allah dört şeyle kula hitap eder: Beden, kalp, mal ve dil.
Bedeni hizmete ve dili zikre versen bile, kalbini ona verip malla cömertlik
yapmadıkça bu yolda mesafe alamazsın.”56 Müritlerine, Yolun Esasları’nı
anlatırken, saçtan kesilen üç telden üçüncüsünün sembolik anlamı, nefisteki
cimriliğin atılmasıdır. “Cimrilik dalı kesilir, yerine hakikat tohumu ekilir.” der.57
Yani boşluk bırakılmaz.
Yolun Esasları’ndan biri de kuşak bağlamak olup, tasavvufta sağlam
durmayı ifade eder. Kuşak, beş veya yedi defa dolandırıldıktan sonra bağlanır.
Birinci dolandırma, cimrilik bağını gönülden çıkarıp atma ve cömertliği
yerleştirmenin sembolik anlatımıdır.58
Ona göre, müminin organlarından birinin daima Allah’la meşgul olması
gerekir. Elin görevi de cömertlik olmalıdır.59
Tasavvufta önemli prensiplerden biri de ‘fakr’dır.60 “Rasûl, fakr’ı seçmişti.
Biz de fakrı tercih ettik. O, cömertti.” diye başlayan konuşmasında fakr’dan ne
anladığının ipuçlarını verir.61 Yolun Esasları’nda, fakrın kıymetli bir mücevher
olduğunu söyler. Fakr’ın üç nişanı hakkında, “Güneş gibi şefkatli, deniz gibi
cömert, toprak gibi mütevazı olmaktır.” der. Bu yetmez, “ölmüş bir nefis, diri bir
gönül ve Allah’ı anmakla genişlemiş zaman” şeklinde üç alâmetinden daha
bahseder. Ayrıca baştaki kılları tıraş etmenin de fakrın alâmetlerinden biri
olduğunu ekler. Sonra der ki, “Fakr’ın yolu dörttür: 1- Şeriat yolu: 200 dirhemin
beşini Allah yolunda harcar. 2- Tarikat yolu: 200 dirhemin beşini kendine,
gerisini Allah yolunda harcar. 3- Hakikat yolu: Sahip olduğu her şeyi Allah
yolunda harcar. 4- Marifet yolu: Dünyaya dair ne varsa, aklına bile getirmez.”62
Onun idarecilerden uzak durmak için gayret gösterdiğini görürüz. “Devlet
adamlarını görmeksizin bin fersah yol kat ettiğin gün iyi kâr etmiş sayılırsın” 63
56
Attar, s. 631.
Harakânî, s. 34; Çiftçi, s. 180-181.
58 Harakânî, s. 39.
59 Kantarcı, s. 43; Çiftçi, s. 240.
60“ Fakr, yoksulluk demektir. Tasavvufta dervişin, hiçbir şeye sahip olmadığının; her şeyin
mâlikinin Allah olduğunun bilincinde olmasıdır. Kendisini Allah’a muhtaç, Allah’ın hiçbir şeye
muhtaç olmadığını bilmek manevî fakirliktir. Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 131.
61 Attar, s. 622.
62 Harakânî, s. 47-50.
63 Attar, s. 624.
57
100 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
der. Ebu’l-Hasan’a, zamanın sultanı Gazneli Mahmut, Harakan yakınlarından
geçerken kendisini karşılaması için haber gönderir. İşi sağlama bağlamak için de
gönderdiği kişiye, “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin
ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.”64 ayetini okumasını öğütler. O da
haberciye: “Ebu’l-Hasan ‘Allah’a itaat edin.’ fermanıyla öyle meşguldür ki,
seninle ilgilenecek hali yoktur.” cevabını götürmesini söyler. Sultan Mahmut
bundan etkilenerek şeyhin ayağına gider. Ziyaret sırasında şeyhin önüne bir kese
altın koyar. Şeyh, arpa ekmeği getirtir ve Sultan’a sunar, ancak sertlikten dolayı
lokma boğazından geçmez. “Bu gün arpa ekmeği senin boğazında kaldığı gibi,
kıyamette de senin altınların benim boğazımda kalır.” diyerek bağışı kabul
etmez.65 O, “İçinizde, ‘Alsa da tekkede dervişlere harcasaydı.’ diyenleri duyar
gibiyim. Çünkü onlardan biri de benim.” der. Nitekim Sultan Mahmud’un da
içinden öyle dediği rivayet edilir.66 O bizim düşündüğümüzü yapsaydı, sıradan
biri olurdu; Ebu’l-Hasan Harakânî olmazdı. Sultan Mahmud’un isteği üzerine,
ona verdiği 4 öğütten ikisi, cömert olmak ve Allah’ın yarattıklarına şefkat
göstermektir.67
Tekkenin şeyhi olarak, biz onun hakkında yeme-içme konusunda normal
bir insan için tasarladığımız şeyleri düşünebiliriz. Ancak gerçek öyle değildir. O,
kendisini anlatırken der ki, “Bütün mahlûkat Ebu Hasan’ın68 kapısına sığınıyor.
Oysa Ebu Hasan’ın kendisinde, bir ayak koyacak kadar yer yoktur.69 Kırk yıl var
ki, misafir için olanın dışında ne yemek pişirmişizdir, ne de herhangi bir şey
yapmışızdır. Misafir için pişen yemekten asalak olarak faydalanırdık.”70
Onun sıradan biri olmayıp, sıra dışı bir şeyh olduğunu şu sözlerinden
anlayabiliyoruz: “Sabahleyin kalkan âlim ilminin artmasını, zâhid zühdünün
fazlalaşmasını ister. Ebu Hasan ise bir kardeşinin kalbini neşelendirmenin
derdindedir.”71 O, ümmetin derdini kendine dert edinmiştir: “Tâ Türkistan’dan
Şam’ın kapısına kadar olan alandaki kimselerden birinin parmağına batan diken
benim parmağıma batmıştır. Türkistan’dan Suriye’ye kadar olan yerlerde
birisinin ayağı taşa çarpsa onun acısını ben duyarım. Bir kalpte üzüntü olsa o
64
65
66
67
68
69
70
71
Nisâ, 4/59.
Attar, s. 598; Çiftçi, s. 299-300, 32; 149; Kantarcı, s.82-84.
Sem’ânî, II/347.
Attar, s. 599.
Ebu’l-Hasan’ adının bazı yerlerde ‘Ebu Hasan’ yazılması iktibas yapılan ‘metine uyma’
kaygısından kaynaklanmaktadır.
Attar, s. 622.
Attar, s. 637.
Attar, s. 611; Çiftçi, s. 20, 193.
Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 101
kalp benim kalbimdir.”72 Çünkü ümmeti olduğu Hz. Peygamber, Müslümanlar
arasındaki yardımlaşma, dayanışma ve birbirine tutunmayı, vücûdun organları
arasındaki uyum ve dayanışmaya benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: “Mü’minlerin
birbirini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat etmedeki durumu, bir beden
gibidir; vücûdun bir organı rahatsızlanınca bedenin öteki organları da
uykusuzluk ve ateşle ona katılırlar.”73 Burada Müslümanlar, birlik, sevgi,
dayanışma bakımından birbirlerine muhtaç oldukları, birbirlerine karşı duyarsız
kalamayacakları konusunda bedenin biyolojik yapısına benzetilmiştir.
Hastalanan bir insanın aslında bir organı rahatsız olduğu halde, bütün vücudu bu
organın rahatsızlığından etkilenir. Müslüman toplumun yapısı da öyle olmalıdır.
Burada bilinen bir olgudan bilinmeyene; insan vücudundan toplumun sosyal
yapısına gönderme yapılmıştır. Çünkü herkes şahsî deneyimi ile bunu
bilmektedir.
Harakânî’nin İslâm ümmetine bakış açısını, “Tâ Türkistan’dan Şam’ın
kapısına kadar” ifadesinden yakalıyoruz. O bir yandan memleketin o günkü
coğrafî sınırını çizer,74 bir yandan da, M. Âkif’in (ö: 1936) diliyle söyleyecek
olursak, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu / Gelir de adl-i İlahî sorar
Ömer’den onu”75 diyen Hz. Ömer’in sorumluluk duygusunu dile getirir.
III- O, BAŞKOMUTANI MUHAMMED (s.a.s.) OLAN KERVANIN
NEFERİDİR
Harakânî Kur’an-ı Kerim’i, Hz. Peygamber’i ve sahabesini örnek alır.
“İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hakk, sonu Mustafa’dır, arkasında da
sahabe var.”76 Der. Böyle söylerken, biz öncelikle onun Hz. Peygamber’in
72
73
74
75
76
Attar, s. 604; Çiftçi, s. 21.
Buharî, Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s Sahîhu’l-Muhtasar, thk. Dr. M. Dîb el-Boga, Daru
İbn Kesir, (I-VI), Beyrut, 1987, V/2238, No: 5665; Müslim, Birr 66, No: 2586; Sahih-i Müslim,
Daru İhya-i Turasi’l-Arabî, thk. M. Fuâd Abdulbâkî, I-V, Beyrut, ts., IV/1999; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, Müessesetu Kurtuba, I-VI, el Kahire, ts., IV/270. Râmehurmuzî, Ebu’l-Hasen
b. Abdurrahman, Emsâlü’l-Hadisi’l Merviyye ani’n Nebiy (s.a.s.), thk. A. Abdulfettah
Temmâm, Müessesetu’l-Kütübi’s-Sekafî, Beyrut, 1989, I/82; Taberî, Camiu’l-Beyan fi
Te’vîli’l-Kur’an, Muhammed b. Cerir, thk. A. M. Şakir, Müessetü’r-Risale, I-XXIV, Beyrut,
2000, II/300. (Taberi sonrası kaynaklar, makalenin hadis branşına ait olmayışı nedeniyle
kaldırılmıştır.)
Türkçe’de de, ülkemizi anlatırken Edirne’den Kars’a kadar dendiği gibi.
M. Akif Ersoy, Safahât, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1987, s. 97.
Attar, s. 622.
102 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
izinden nasıl gittiğini görürüz. Sahabenin hayatı ise o modelin çeşitli
yansımalarıdır.
Harakânî, Hakk’ın kulu ve Muhammed Ümmeti’nden biri olarak der ki:
“İlahi! Her koşulda senin ve Resûl’ün bendesi, halkının hizmetçisiyim.”77 Kur’an
ve sünnete son derece bağlıdır. Nûru’l-Ulûm’da geçen seçme sözlerinden hareket
ettiğimizde de gördüğümüz gibi, Harakânî rol-model olan bir insân-ı kâmildir.
“İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hakk, sonu Mustafa’dır, arkasında da
sahabe var. Allah’ın bana ihsan ettiği şu makama yeryüzündeki halk için de,
göklerdeki melekler için de yol yoktur. Eğer bu makamda Muhammed
Mustafa’nın şeriatından başka bir şey görecek olsam, derhal gerisin geri
dönerim. Çünkü ben başkomutanı Muhammed olmayan bir kervanda
bulunmam!”78 der.
Yine, “İlahi! Öyle bir fırka var ki, kıyamet günü şehit olarak
diriltileceklerdir. Çünkü senin yolunda öldürülmüşlerdir. Bense senin şevk
kılıcınla öldürülmüş bir şehid olarak diriltileceğim”79 derken kastettiği ölüm,
bize göre, savaştaki şahadet olmayıp, tasavvuftaki “ölmeden önce ölmek”
kavramının ifade ettiği ölümdür.
Manevî şeyhi Bayezid’in (ö.234/848) Bistam’daki kabrinden üstte
olmamak için, mezarının 30 arşın derinlikte kazılmasını vasiyet eder.80 Bu edep,
daha sonra yaşayacak olan Ahmed Yesevî’de (ö.1160), 63 yaşından sonra, Hz.
Peygamber o kadar yaşadığı için, mezar gibi bir hücreye inerek hayatını sürdürme
olarak ortaya çıkar.
Kur’an-ı Kerim’de, “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz; onlar
diridirler fakat siz bilemezsiniz”81 buyrulan ve “Rableri indinde rızıklanan”82 bu
kimselerin dereceleri Peygamberler ve Sıddık’lardan sonra gelmektedir.83 Çünkü
canları ve malları Cennet karşılığında satın alınmıştır.84 Yine bunun ötesinde
Ebu’l-Hasan demiştir ki, “Yeryüzünde gezen nice kimse vardır ki, ölüdür. Yer
altında yatan nice kimse vardır ki, diridir!”85 Bunlar, Allah’ın has kullarıdır.
77
78
79
80
81
82
83
84
85
Attar, s. 616.
Attar, s. 605.
Attar, s. 617.
Attar, s. 639.
Bakara, 2/154.
Âli-İmran, 3/169.
Nisâ, 4/69.
Tevbe, 9/111.
Attar, s. 631; Çiftçi, s. 239.
Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 103
“Haberiniz olsun, Allah'ın velileri vardır. Onlar için korku yoktur, mahzun da
olmayacaklardır.”86
Demir ve kurşunun alaşımından çeliğin meydana geldiği gibi, ashab da
iman ve ameli birleştirerek çelik iradeli insanlar haline gelmişlerdir. Fetihler
nedeniyle Arap yarımadasının dışına çıkmışlar, cephede şehit düşmüşler, o
beldeye gömülmüşler ve oranın ‘manevî tapu’su haline gelmişlerdir.
Harakânî’nin Kur’an-ı Kerim’i, Hz. Peygamber’i ve ashabını örnek
aldığını söylemiştik. “İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hakk, sonu
Mustafa’dır, arkasında da sahabe var” derken, biz öncelikle onun Hz.
Peygamber’in izinden nasıl gittiğini görürüz. Sonra sahabenin 80’li yaşlarda
Kostantinapolis surları önünde şehit düşen sahâbî Eyüp Sultan’ı (ö.52/672)
hatırlarız.87 Sadece Türkiye topraklarında birçok sahabî vardır. Şairin ifadesiyle:
“Önden giden bu atlar / Seni gördüler kalbim / Sahabe atlar bunlar /
Dünyanın beklediği / Önden giden atlılar”88 dediği önden giden atlılardır onlar.
Avrupa’da elçiyken birisi Yahya Kemal’e (ö.1958) “Türkiye’nin nüfusu
kaç?” diye sorunca “80 milyon” cevabını vermiştir. Memleketimizin o zamanki
nüfusu 15 milyon kadar olduğundan; soran kişinin şaşırdığını gören Yahya
Kemal ‘Biz ölülerimizle birlikte yaşarız’ demiştir.89 ‘Biz, ölülerimizle yaşarız’
diyen Yahya Kemal, sahabî Eyüp Sultan’ın 780 yıl sonra bulunan mezarını, 1922
yılında Akşemseddin’in (ö.1459) ağzıyla tasvir eder.90 Akşemseddin tarafından
1453 baharında bulunan sahâbî mezarı, geciken hatta kaldırılması düşünülen
kuşatmanın Bizans’a son darbeyi vurmasını sağlar. Komutandan erine, sahâbî
Eyüp Sultan’a olan sevgi seli, surları yıkıp geçer.
1453 yılında yaşanan bu olayın 1579 yılında, Kars Kalesi’nin Lala Mustafa
Paşa eliyle imarı sırasında, tekrarlandığını görürüz.91 Harakânî hakkında anlatılan
86
87
88
89
90
91
Yunus, 10/62
Hz. Peygamber’den sonra sahabeyi izlemesiyle, müridi Hâce Abdullah el-Ensarî’nin (ö.1089)
Eyüp Sultan’ın soyundan olması ve şeyhin davranışının sahabe Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin
davranışına benzerliği arasında ilgi kurulabilir. Bkz. Çiftçi, s. 100.
Osman Sarı, Şiirler, İz yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 32.
http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=6312&tip=hab, erişim tarihi:
26.01.2014
Bkz. Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul, 1974, s. 127-132.
Gelibolulu Mustafa Âlî, Gelibolu’lu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbar’ında II. Selim, III. Murat
ve III. Mehmet Devirleri, çev. Faris Çerçi, II-III, Kayseri, 2000, II/ 335.
104 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
şu menkıbeyi92 aktarmak ve buna bir yorum katmak istiyoruz: Toprağa verdikleri
gece muazzam bir kar yağdı. Ertesi gün başının ucuna büyük bir beyaz taşın
dikildiğini ve orada aslan izinden başka bir şey bulunmadığını görünce bu taşın
aslan tarafından getirildiğini anladılar. Bazıları, aslanın mezarını tavaf ettiğini
söylediler.93 Şehit oluşu, aşure günü, yani 10 Muharrem 425/ 5 Aralık 1033
tarihine denk düşmektedir94 ki, bu tarihte kar yağmış olması mevsim şartlarına da
uygun düşmektedir.
Bu cümleler bize göre ‘sembolik’ bir anlatımdır. Yağan kar ve beyaz taş
şeyhi, aslan daha sonra buraları fethedip mezarını bulan İslâm mücahitlerini,
tavaf da o günden bu güne mezarının ziyaret yeri olmasını anlatmaktadır. Nitekim
Gelibolulu Mustafa Âlî (ö.1600), Kars Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala
Mustafa Paşa eliyle imarı sırasında, yine manevî bir işaretle Harakânî’nin
mezarının bulunuşunu 1593-1599 yılları arasında yazdığı eserinde anlatır. Bu
anlatımda da öyle bir manevî özellik ve güzellik vardır, ama dili Yahya Kemal’in
dili gibi sade değildir. Harakânî’nin mezarının da benzer şekilde bulunuşu,
komutandan askere ve Kars halkı nezdinde büyük bir sevince sebep olur.95 Bu da
onun ne kadar çok sevildiğinin bir göstergesidir.
Uzaktan bakınca dağlar küçük gözükür. Ama yaklaşınca bir tepesini görür
ve dağın tamamını göremezsiniz. Ebu’l-Hasan Harakânî de, onu tanımak için
yaklaşanlara, bir yönüyle bile o kadar büyük gözükmektedir ki, dağın tamamını
görmek mümkün olmamaktadır. Biz sadece, yüzyıllar sonrasında bile, yani
şahadetinin üzerinden 980 sene geçmesine rağmen Harakânî Hazretlerinin neden
bu kadar sevildiği? Sorusunun cevabını, yine kendi hayatından hareketle
anlatmaya çalıştık.
Kardeşinin kalbini neşelendirmenin derdinde96 olan Harakânî üzerine
doktora tezi hazırlayan Hasan Çiftçi’nin şu değerlendirmesine biz de katılıyoruz:
“Harakânî’nin tasavvuf anlayışında, sırf kendi nefsini düşünerek onun üzerinde
yoğunlaşma olgusu yoktur. Harakânî, evrensel (nafiz) aşkı ilan eden ve kendi
92
93
94
95
96
Velilerin örnek hal ve hareketlerinin, yaşama şekillerinin anlatıldığı; söz ve tavsiyelerinin
nakledildiği eserlere menkibe/menâkıb denir. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 243.
Attar, s. 639.
http://193.255.138.2/takvim.asp?takvim=2&gun=10&ay=1&yil=425,
erişim
tarihi:
26.01.2014.
Gelibolulu Mustafa Âlî, II / 335.
Attar, s. 611; Çiftçi, s. 193.
Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 105
varlık amacının ‘insanlığa hizmet’ olduğunu algılayan, parmakla sayılabilir
sûfîlerden biriydi.”97
Esasen Hakkın sevgili kulu98 olması onun sevilmesinin temel nedenidir.
Merhum Elmalı’nın (ö.1942): Sen sevdirmezsen ben sevdiremem / Sevdir bize hep
sevdiklerini / Yerdir bize hep yerdiklerini / Yâr et bize erdirdiklerini / Sevdin de
habîbini kâinâta sevdirdin99 dediği gibi, Allah kulunu sevince kullarına sevdirir.
Harakânî de onlardan biridir. O, Alvarlı Efe’nin (ö.1956) ifadesiyle, “Kars’a
Hakk’ın en büyük ihsanı’dır.”100 Karslılar da bunun altında kalmamışlardır.
Türbesinin bitişik olduğu caminin adını Evliyâ Camii koymuşlardır. Oraya
uğrayan herkesin kafasındaki evliya, Harakânî olmaktadır. Ziyaret yeri olan bu
mekân, Harakânî’nin halkın gönlünde taht kurmasına vesile olmaktadır.
Bir insanın en gerçekçi eseri, yaşamış olduğu hayatıdır. Bu eserin kıymeti,
tarihin karanlıklarına gömülmeyip çağları aştığında belli olur. Bir insanı
değerlendirirken gerçek hayatına bakılmayıp da uyup uymadığı, gereğini yapıp
yapmadığı belli olmayan salt sözlerine mi bakılacaktır? Biz yaşadığı hayatından
yani gerçek eserinden hareketle bu sûfînin yüzyıllar sonrasında, neden hâlâ
sevildiğinin formülünü yakalamaya çalıştık. O formülün, izinden gittiği,
ordusunda nefer olarak bulunmaktan şeref duyduğu komutanın sözlerinde
bulunduğunu anlatmaya çalıştık.101
Bakıyoruz da, Kars’a gelmeden onu duyan, Kars’a gelince onu tanıyan
herkes, görmeden onu seviyor. Bir insan neden bu kadar çok sevilmekte, yani
neden hâlâ gönüllerde yaşamaktadır? Bu sorunun cevabı ‘sevgi’ kelimesinde,
sevginin sırrı da bir sözde gizlidir. Harakânî, sevginin formülünü ‘başkomutanım’
dediği Hz. Peygamber’in o kutlu sözünden almıştır:
Sahabeden biri Hz. Peygamber’e gelir ve der ki: “Ey Allah’ın Elçisi! Bana
öyle bir amel/iş göster ki, yaptığım zaman hem Allah hem de insanlar beni
97
98
99
100
101
Çiftçi, s. 193.
Yunus, 10/64.
M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, (I-X), İstanbul, t.y., I/ 7.
Hâce Muhammed Lutfî, Hulâsât-ül Hakâyık/Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî, nşr. el-Hâcı S.
Mazlumoğlu, İstanbul 1974, s. 361.
Bir makalede edebî cümleler kurarak anlatımı güzelleştirmek, edebiyat türü olan şiiri
kullanmak, yazıya sohbet havası katmak, okuyucunun zevkle okumasını sağlamak bazılarınca
‘akademik dil/ uslup’ sayılmıyorsa, ‘balığı kılçığıyla yemekten daha zor’ olan, sadece
akademisyenlerin meslekî zorunluluk sonucu okuduğu yazılarla yan yana konulup hangisinin
talep edildiğinin araştırılması da bir tez konusu olabilir. Ancak ilgili akademisyenin ilk katıldığı
sempozyum veya panelde çevresine bakmasının da alacağı cevaba yardımcı olacağını
düşünüyoruz.
106 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
sevsin.” O da şöyle buyurur: “Dünyadan uzak dur ki Allah seni sevsin; insanların
değer verdiği şeylerden uzak dur ki insanlar seni sevsin.”102
SONUÇ
Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî İran’ın Horasan bölgesinde/ Türkistan’da
doğmuş, büyümüş ve yetişmiş bir sûfîdir. Bâyezid-i Bestamî’nin manevi irşadıyla
yetiştiği rivayet edilmektedir. Harakân’da tekkesini kurmuş, müridlerini
yetiştirmiştir.
Kendinden rivayet edilen eserleri ve Attar’ın yazdıkları sayesinde
hakkında bilgi edindiğimiz Harakânî, dünyaya rağmen dünyaya aldırış etmeyen
bir sûfîdir. Kur’an-ı Kerim’i, Allah’ın Elçisi’ni (s.a.s.) ve sahabeyi örnek alan
Harakânî, ömrünün sonlarında dervişleriyle birlikte Kars’a kadar gelmiş;
İslam’ın yayılması için mücadele vermiş ve şehit düşmüştür.
Onun tekke geleneğine bağlı olarak sonradan yazılan Seyr u Sulûk adlı
eserinde eğitim anlayışını bulduğumuz Harakânî, dünyayı terk ederek Allah’ın
sevgisine; insanların dünyada sevdiği dünyalıkları terk ederek de insanların
sevgisine mazhar olmuştur.
“Büyük adamlar, büyük dağlara benzer” demiştik. Kars Kalesi de öyledir.
Yahniler Dağı’nda şehit düşmüş ve Kars Kalesi’nin eteklerinde gömülmüş olan
Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî, halkın gönlünde ve dilinde Evliyâ kavramıyla
özdeşleştiği için, halk tarafından türbesinin bitişiğindeki camiye Harakânî Camii
değil de, Evliya Camii adı verilmiştir.
Harakânî’nin makalede adı geçen eserleri olsa da, en gerçek eseri olan
hayatından hareketle bunları dile getirmiş olmak, objektif olmanın göstergesi
sayılmalıdır. İşte o hayatın ana fikri olarak sûfî Harakânî’nin, sevginin formülünü
Allah Elçisi’nin (s.a.s.) şu hadisinden aldığını düşünüyoruz: “Dünyadan uzak dur
ki Allah seni sevsin; insanların değer verdiği şeylerden uzak dur ki insanlar seni
sevsin.”
102
İbn Mâce, Abdulah b. Muhammed, Kitabu’z-Zühd, 1; Daru’r-Risaleti’l-Alemiyye, thk. Ş.
Arnavut, I-V, 2009, V/225, No: 4102; Hâkim en-Nisaburî, el-Mustedrek ale’s-Sahihayn, thk.
M. Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (I-IV), Beyrut, 1990, IV/313, No: 7959; Ebû
Nuaym el-Isbehanî, Ahmed b. Abdullah, Hılyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfıya, thk. M.
Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1423, Beyrut, VII/155; Beyhakî, Ahmed b. elHuseyn, Şuabu’l-İman, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1424, VII/ 3401; (Beyhakî sonrası kaynaklar,
makalenin hadis branşına ait olmayışı nedeniyle kaldırılmıştır.)
Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 107
KAYNAKLAR
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Müessesetu Kurtuba, I-VI, Kahire, t.y.
Ali el-Kârî, Ebü'l-Hasan, Nureddin Ali b. Sultan Muhammed, Mirkatü’l-Mefatîh
Şerhu Mişkâti’l- Mesâbîh, Dârü’l-Fikr, I-IX, Beyrut, 2002.
Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin, Şuabu’l-İman, thk. M. Said Besyûnî Zağlûl, Daru’lKütübi’l-İlmî, I-VII, Beyrut, 1410.
Beyhakî, Ebubekir, Ahmed b. Hüseyin, Sünenu’l-Beyhakî el-Kübrâ, thk. M.
Abdulkadir Atâ, I-X, Dâru’l-Bâz, Mekke, 1994.
Bezzâr, Ebu Bekr, Ahmed b. Amr, Müsned, Medine, 1988-2009.
Buharî, Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahîh, I-VI, Çağrı yay., İstanbul, 1992.
Darimî, Ebû Abdillah b. Abdirrahman et-Temimî, es-Sünen, Çağrı Yayınevi, III, İstanbul, 1992.
Ebû Nuaym el-Isbehanî, Ahmed b. Abdullah, Hılyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’lAsfıya, thk. M. Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, I-X, Beyrut; 1423.
Ebu’l-Hasan Harakânî, Seyrü Sülûk Risâlesi, çev. Mustafa Çiçekler, derleyen.
Sadık Yalsızuçanlar, İstanbul, 2006.
Feriduddin Attâr, Evliyâ Tezkireleri, çev. Süleymen Uludağ, Kabalcı Yayınevi,
İstanbul, 2007.
Gazalî, Ebu Hamid, İhya’u Ulumi’d–Din, Daru’l-Marife, I-IV, Beyrut, t.y.
Gelibolu’lu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbar’ında II. Selim, III. Murat ve III.
Mehmet Devirleri, Terc. Faris Çerçi, II-III, Kayseri, 2000.
Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr, II-III, nşr. Faris Çerçi, Erciyes Üniv.
Yayınları, Kayseri 2000.
Hâkim en-Nisaburî, el-Mustedrek ale’s-Sahihayn, thk. M. Abdulkadir Atâ,
Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, I-IV, Beyrut, 1990.
Halil b. Ahmed, Ebû Abdurrahman Halil b. Ahmed b. Amr Ferahidî, Kitâbü'lAyn, thk. Mehdi Mahzumî- İbrâhim Samerraî, Mektebetü’l-Hilal, I-VIII, y.y. t.y.
Hasan Çiftçi, Şeyh Ebû’l-Hasan Harakânî I, Kars: Şehit Ebû’l-Hasan Harakânî
Derneği Yayınları, Kars, 2004.
Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, nşr. Süleyman
Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982.
108 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108
İbn Mâce, Abdulah b. Muhammed, Sünen, Daru’r-Risaleti’l-Alemiyye, thk. Ş.
Arnavut, I-V, 2009.
Komisyon, Türk Atasözleri ve Deyimleri, MEB., I-II, İstanbul, 1971.
Leknevî, Abdülhay b. Muhammed 1886; er-Ref' ve't-Tekmil fi'l-Cerh ve't-Ta'dil,
thk. Abdülfettah Ebû Gudde, Mektebetü'l-Matbuati'l-İslamiyye, Haleb, 1968.
M. Akif Ersoy, Safahât, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.
M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, I-X, İstanbul, t.y.
M. Lutfî Hâce, Hulâsat-ül Hakâyık (Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî), nşr. elHâcı S. Mazlumoğlu, İstanbul, 1974.
Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî, Sahih-i Müslim, Daru İhya-i-Turasi’l-Arabî, thk.
M. Fuâd Abdulbâkî, I-V, Beyrut, t.y.
Osman Sarı, Şiirler, İz Yay., İstanbul, 1995.
Râmehurmuzî, Ebu’l-Hasen b. Abdurrahman, Emsâlü’l-Hadisi’l-Merviyye ani’nNebiy (s.a.s.), thk. A. Abdulfettah Temmâm, Müessesetu’l-Kütübi’s-Sekafiyye,
Beyrut, 1989.
Ruhattin Yazoğlu, “Ebu’l-Hasan Harakânî’de Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”,
Ebu’l-Hasan Harakânî, Harakânî Vakfı Yay., Kalkan Matbaacılık, Ankara, 2012.
Sem’ânî, İbn Mansur, el-Ensâb, I-II, Dâru’l-Cinân, Beyrut, 1988.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı, İstanbul, 2012.
Şenol Kantarcı, Nûru’l-Ûlum, Ebû’l-Hasan Harakânî Derneği, Kars, 1997.
Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, thk. A. Abdulmecid es-Silefî, Mektebetü İbn
Teymiyye, I-XXV, Kahire, 1994.
Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan fi Te’vîli’l-Kur’an, thk. Ahmed M.
Şakir, Müesseetü’r-Risale, I-XXIV, Beyrut, 2000.
Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul, 1974.
Yavuz Selim Uzgur, Anadolu’nun Kalbi: Harakânî, haz. Sadık Yalsızuçanlar,
İstanbul, 2012.
İnt. Adresleri:
http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=6312&tip=hab,
erişim tarihi: 26.01.2014.
http://193.255.138.2/takvim.asp?takvim=2&gun=10&ay=1&yil=425,
tarihi: 26.01.2014.
erişim
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 109-120
EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ’DE CİVANMERTLİK
PROGRAMI
EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ’NİN SELÇUKLU DEVLET
FELSEFESİNDEKİ CİHANŞUMUL YAŞATMA
ANLAYIŞINA ETKİSİ
Tülay BERBEROĞLU
Özet
Harakânî Hazretleri’nin adalet, şefkat ve vahdete dayalı bir yaklaşımı
vardır. Bu, kültürel çoğulluğa imkân veren bir şeydir: Peygamberimiz (sav)
zamanındaki gibi. O’nun yaşadığı yerde adalet, huzur ve barış hâkimdir.
İman; emniyettir, güvendir. Selçuklu medeniyeti, ötekini yok ederek kendini
var kılmayan, kendini ötekiyle birlikte var kılmayı amaçlayan bir yaklaşıma
dayanmaktadır. Harakânî Hazretleri Tuğrul ve Çağrı Beyleri batıya ve
doğuya, Anadolu’ya yönlendirmiş, kendisi de savaşarak şehit olmuştur.
Kars’ta sırlanmış; böylece Sultan Alparslan’ın Anadolu yolunu önceden
açarak zemini hazırlamıştır. Bu zemin, farklılıkların esenlik içinde
yaşayabildikleri zenginlikte bir medeniyetin uç vereceği bir zemin
olmuştur.
Selçuklu medeniyeti, İlhanlı, Bizans ve Sasani kültüründen çok şey almıştır.
Bunu edebiyatta, düşünce hayatında, mimaride, hayatın birçok alanında
görebilmek mümkün. Hatta günlük hayatın içerisinde bile görebiliyoruz.
Selçuklu medeniyeti genel olarak Türk İslam medeniyeti şüphesiz yok eden
değil, yaşatan bir medeniyettir. Batı medeniyeti ise daha çok ötekileri yok
sayma ve yok etme üzerine kurulu bir medeniyettir. Rahmetli Aliya İzzet
Begoviç de bu mevzuya önemli vurgular yapmışlardır. Bugün dünyanın her
tarafında bu medeniyetin izleri ortaya çıkmaktadır. Anadolu’da da aynı
etkileşimler olmuştur. Günümüzde kendilerini yeni yeni kimlik ve iddia
edilen aidiyetlerle yeniden kurmacılık felsefesi ışığında inşa etmeye
çalışanlar veya çalıştırılanlar içinde durum aynıdır. Çünkü Bütün insanlık
âlemine armağan edilen bu yüksek medeniyetin yansımaları insanı rengine,
temeline ve inancına bakmadan en merkezi değer seviyesine yükseltmiştir.
110 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120
Tüm bu insani değer ve insan odaklı hizmetlerin kaynağı Ebu’l-Hasan
Harakânî ve onunla beraber o ulvî yol sahipleri olmuştur. Çünkü onların
dilleriyle ortaya koydukları kalplerinde ve gönüllerinde olanlardır. Tabii
bu, kendi bünyesine farklı unsurları alarak yeni bir terkip yapma şeklinde
olmuştur. Selçuklu medeniyetinin bu refleksi, Harakânî Hazretleri gibi
ariflerin irfanından gelmektedir. İrfan ehli, Hakk’ın yarattığı her şeye karşı
bir saygı hisseder. Haksızlığa, zulme ve adaletsizliğe karşı çıkarlar; fakat
farklı görüş ve inanışlara karşı son derece saygılı ve mütehammildirler.
Ebu’l-Hasan Harakânî bir sözlerinde şöyle ifade ederler: “Eğer sen insan
âşığı olmak, insan dostu olmak istiyorsan bütün ihtilaflardan soyunman
lazım. Hatta din ihtilafı da bunun içerisindedir.”
Anahtar Kelimeler: İrfan, vahdet, hoşgörü, cihanşümul ve Selçuklu Devleti
GİRİŞ
“Allah’ım bütün varlıklarda Sen’in gibi tecelli etmek için Sen’le olmak
istiyorum veya herhangi bir iz bırakmadan Sen’de kaybolmak.” diyen bir arifin
izine basarak İslam irfanının, Anadolu mayasının, bu aziz toprakları mayalayan
bilgelerin, eserlerinin etkilerinin dünyasına dalmak; aştan geçerek mağfirete
ulaşmanın göz kamaştırıcı bir örneği üzerinden hareket etmek; nihayet Anadolu
kapılarının Hakikat’e açılış sürecinde Harakânî’yi araştırmak, bugüne ilişkin ve
geleceğe dair düşünceler devşirebilmek için bu aziz bilgenin dünyasına doğru bir
yürüyüşe çıkarak hayatını, irfanını ve sözlerini hatırlamaya çalışalım. (Uzgur,
2012, s.1)
Efendimizin soyundan gelen ve İslam irfanının yıldızlarından Bayezid-i
Bistami’nin, ‘Bizim gibi bir gülün açması için, bir gül bahçesinin üzerinden yüz
senenin geçmesi lazım gelir’ ifadesiyle haber verdiği Harakânî Hazretleri’nin
kutlu ve feyizli yolu bugüne değin açık kaldı ve tasarrufu devam etti.
O, mevcut ve egemen düşünceleri bir anda yok ederek, kendi kozmik
diliyle bizi kuşatıverir. Kamil insanın nitelikleri onda kusursuz biçimde yansır.
Herkes Harakânî Hazretleri’nin sözlerinden, sohbetlerinden, irfanından
maneviyatından, ruhaniyetinden, ondan almış oldukları ilimden dolayı Ebu’lHasan Harakânî’ye bir makam izafe etmiştir. Ama bir makamı yoktur. Çünkü
buyuruyor ki: “Hiç kimse beni övemez, yeremez, çünkü benim insanların anladığı
manada belli bir sıfatım, belli bir makamım yok.” “Benim sözlerim kutsiyet
Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 111
deryasından süzülüp gelmektedir. Kim bu sözlerimle kendimi övdüğümü anlarsa
o zelil olur. Kim ki bu sözlerle Allah’ı övdüğümü anlarsa onu da aziz ederler.”
Harakânî Hazretleri’nin irfanında öyle muazzam bir yol var ki, tamamen
Allah ile kul arasındaki perdeleri kaldırıyor. Hangi sözüne, hangi sohbetine
bakarsanız bakın, o kulun aklıyla, ilmiyle, ameliyle, hizmetiyle olacak olan tüm
engelleri ortadan kaldırıyor. Kulu bir anda Hakk’a bağlıyor. Ama yine vasıtalı
olarak yani arifin vasıtası ile bağlıyor. Şöyle ki: “Kim civanmertlerin sohbetine
devam ederse Hakk’ın sohbetine devam etmiştir. Kim Hakk’ın sohbetine devam
ederse civanmertleri dost edinmiştir.”
Harakânî’nin halifelerinden birisi olan Ensarî: “O gayb âleminden
konuşur.” diyor. “Onun sözlerini herkes anlayamaz.” Onun sözlerini anlatmak
için mutlaka bir yoruma, tefsire ihtiyaç var. “Akıl kendi kökenini bilemez. Benim
bulunduğum yere akıl ulaşamaz.” diyor bir yerde. Başka bir yerde ise: “Sevgilim
sana her şeyi vereceğim dedi. Bende alıp vermenin yabancılar arasında olduğunu
söyleyerek karşılık verdim.” Tabi bu sözlerin anlaşılabilmesi için, söylendiği o
ruh halinin, o mertebenin tadılmış olması lazımdır. Hani Hz. Pir’e, “Aşk nedir?”
diyorlar. “Ben ol da bil” buyuruyor. Ebu’l-Hasan Harakânî’de himmetin her
türlüsü vardır. Ne istersen iste bi-iznillah zuhur eder. Onun yanına gidenler,
sohbetinde oturanlar, ruhaniyetine yönelenler saadete ulaşmışlardır. Çünkü
buyuruyor ki: “Beni seven Hakk’ı sevmiştir. Hakk’ı seven ise civanmertlerin
sohbetine aralıksız devam eder. Siz Allah ile oturun. Allah ile oturamıyorsanız,
Allah ile oturanlarla oturun ve onlarla sohbet edin.”
Ebu’l-Hasan Harakânî, sadece tasavvufi irfan geleneğinin en büyük damarı
olan Nakşibendî geleneği beslemez, o ana damarın ana kaynağı olduğu kadar
bütün tasavvuf kollarına da can verir. İrfan sahibinin kim olduğuna ilişkin bir
soruya verdiği cevapta olduğu gibi Harakânî Hazretleri, yerel ve tarihsel bir
düşünme biçimini aşar, tümüyle evrensel bir irfanın kalbinden konuşur: ‘İrfan
sahibi, yiyecek toplama isteğiyle yuvadan ayrılan ve onu bulamayan, yuva yapıp
şaşkınlık içinde kaldığında, yolunu bulamayan ve evine gitmek istediği halde
gücü olmayan kuşa benzeyendir.’
“Kimin ki içinde bir dert, bir aşk, bir Allah özlemi varsa, bir ruh Allah’ı
istiyorsa, onun sahibi benim. Ona mutlaka o fakr hırkasını giydireceğim.” diyor.
Hatta: “Beni görsün görmesin, ziyaret etsin ya da etmesin, beni duysun duymasın,
benim irfanımdan beslenir. Uzaklık yakınlık mevzu bahis değildir.” diyor. “Yeter
ki içinde Hak iştiyakı, Allah özlemi olsun, Allah’ı istesin ona ben yetişirim.”
112 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120
Harakânî Hazretleri’nin tasarrufunun kıyamete kadar devam etmesi bu
manadadır.
Harakânî Hazretleri’nin irfanı, Selçuklu medeniyetinin bilgelik zeminini
de beslemiştir. Bunu Hazret’in öğretilerine yakından baktığımız zaman daha net
görüyoruz. Hazret’in adalet şefkat ve vahdete dayalı, irfani bir yaklaşımı vardır.
“Eğer yeryüzünde irfanın resmi yapılabilseydi, yeryüzündeki bütün
aydınlık, onun yanında karanlık görünürdü.” (Yalsızuçanlar, 2012, s.130)
Dergâhından yetişen büyük takipçiler, mana âleminde feyiz verdiği
bilgeler, Hindistan’dan İran’a, Anadolu’dan Balkanlar’a, Kafkas coğrafyasından
Batı’nın çeşitli kentlerine bu irfani öğretiyi taşımışlardır. Anadolu’da gelişip
büyüyen Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin manevi zemininde de Harakânî
Hazretleri’nin etkilerini görmek mümkündür.
Gazneli Mahmud’tan İbn-i Sina’ya birçok ilim ve devlet adamının yolu
dergâhına uğramıştır. Dinin evrensel bir hidayet çağrısı ve medeniyetin kurucu
öğesi olarak anlaşılmasını sağlayanların da başta gelenidir. Bu sahilsiz ummana
dalan yolcular, bir kılavuzun çekip çevirmesiyle hem üç büyük sorunun cevabını
bulurlar hem de yaşadığı iklime Resulullah’ın gül kokusunu estirirler. ‘Necisin?
Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?’ “Bütün bir felsefe, ölüm üzerinde
düşünmekten ibarettir.” diyen filozofun da, “varlığın sesini bulmaya koyulmuş”
olan Heidegger’in de, “Kimse varlıktaki gizliliği bilmez.” diyen şairin de asıl
aradığı Harakânî irfanıdır. Kamil insan olarak Şeyh Harakânî, yaşadığı ülkenin
kalbidir ve insan medeniyetinin de besleyici ana damarıdır.
Ebu’l-Hasan Harakânî, irfan bakımından Selçuklu medeniyetini besleyen
bir arif. İbn-i Sina da bu arifin irfanından nasiplenenlerdendir. İbn-i Sina,
Harakânî Hazretlerini ziyaretine gittiğinde, Hazret çamur karmış, duvar yapıyor.
Hazret duvarın üstünde… İbn-i Sina da yanına geliyor, selam veriyor. O arada
çekiç Hazretin elinden aşağıya düşüyor. İbn-i Sina çekici alıp Hazret’e vermek
için eğiliyor o esnada çekiç kendiliğinden kalkıp Hazret’in eline ulaşıyor. Bunu
tabi o anda anlamıyor. Sohbet ediyorlar. Talebeleri de var yanında. Hazret’in
misafiri oluyor. Sonra ayrılırken Hazretin talebelerinden biri soruyor: “Efendim
ne buldunuz, Harakânî Hazretlerinden ne öğrendiniz?” İbn-i Sina cevap olarak:
“Benim bildiklerimi o görüyor, onun gördüklerini ben biliyorum.”diyor. (Uzgur,
2012, s.78,79)
Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 113
Hz. Mevlana’yı, Gazneli Mahmud’u, İbn-i Sina’yı, Yusuf Hemadânî’yi,
Kuşeyri’yi, Ahmed Yesevi’yi ve onlardan gelen bilgelik silsilelerini,
Nakşibendiye’den Halvetiyye’ye pek çok irfani damarı Harakânî Hazretleri,
etkilemiş, beslemiş ve yönlendirmiştir. İrfanıyla, Selçuklu Sultanları Tuğrul ve
Çağrı Beyleri etkilemiştir. Ebu’l-Hasan Harakânî’nin “çoklukta birlik” öğretisi
Selçuklu medeniyetinin zeminini beslemiştir. (Uzgur, 2012, s.1)
Sultan Gazneli Mahmud bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harakân
şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harakân'a, Ebu'l-Hasan
Harakânî Hazretlerinin huzuruna göndermiş ve Şeyh Hazretlerini yanına
çağırmıştı. Şeyh Hazretleri buna karşılık, bir özür beyan ederek gitmek
istemediler. Durum Gazneli Mahmud’a bildirilince; "Haydi kalkınız! Zira o,
bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi
elbisesini Kadı İyâd'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kadı İyâd'ın yanında
Ebu'l-Hasan Harakânî'nin evine girdi. Mahmud Gaznevî selam verince, Ebu'lHasan Hazretleri selamını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmud Gaznevî, Ebu'lHasan Harakânî'ye; "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Ebu'lHasan, Sultan Mahmud'a; "Madem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım."
dedi. Soruya o anda cevap vermediler.
Mahmud Gaznevî, Ebu’l-Hasan Harakânî'ye; "Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir
zat idi?" diye sordu. Ebu’l-Hasan Harakânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir veli idi ki,
onu görenler hidayete kavuşurdu. Allah u Teâlâ’nın razı olduğu kimselerden
olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmud bu cevabı beğenmedi ve; "Ebu Cehil,
Ebu Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat
hidayete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidayete geldiklerini
nasıl söylüyorsun?" dedi. O, Resulullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki
cihanın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allah u Teâlâ’nın sevgili Peygamberini
gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd'i görenler mi kurtulur demek istedi.
Ebu’l-Hasan; "Ebu Cehl ve Ebu Leheb gibi inkâr edenler, Allah u Teâlâ’nın
sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan Hazret-i Muhammed olarak
görmediler. Ebu Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu Sultan Mahmud Han bu cevabı
çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmud; "Bana nasihat
ediniz." deyince Ebu’l-Hasan Harakânî; "Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan
sakın, namazını cemaatle kıl, cömert ol, Allah u Teâlâ’nın yarattıklarına şefkat
göster." dedi. Sultan Mahmud; "Bana dua buyurun." deyince, Ebu’l-Hasan
Harakânî; "Ey Mahmud, akıbetin makbul olsun." dedi. Bunun üzerine Sultan
Mahmud, Ebu’l-Hasan Harakânî'nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık
114 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120
Ebu’l-Hasan, sultanın önüne arpa ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı.
Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebu’l-Hasan Hazretleri; "Bir lokma
ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun?
Biz dünyayla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız." dedi. Sultan,
Ebu’l-Hasan'ın paraları almasını çok istedi ise de, kabul etmeyince, ondan bir
hatıra istedi. Ebu’l-Hasan Hazretleri ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmud giderken, Ebu’l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan
Mahmud; “Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştiniz, fakat şimdi ayağa
kalkıyorsunuz, o hâl niye idi? Bu ikram nedir?" diye sordu.”Ebu’l-Hasan
Harakânî Hazretleri; “Buraya padişahlık gururu ile beni imtihan için geldin.
Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik, devletinin güneşi üzerinde
ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım.
Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum.” dedi.
Sultan Mahmud, sonra gazaya gitmek üzere Harakân'dan ayrıldı.
Sevmenât'a geldi. İçine mağlup olma korkusu düştü. Kur’an’dan ayetler okuyor,
niyazda bulunuyordu. Birden atından inip, bir köşede Ebu’l-Hasan Hazretlerinin
hırkasını eline alıp: "Ya İlâhî! Şu hırkanın sahibinin yüzü suyu hürmetine, şu
kâfirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi
dervişlere vereceğim." diye dua eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman
ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde bir şey göremeyerek, kılıçlarını
birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti.
O akşam Sultan Mahmud, rüyasında Ebu’l-Hasan Harakânî hazretlerini gördü.
Ebu’l-Hasan Harakânî, Sultan Mahmud'a;
”Ey sultan, madem bizi aracı kıldın, neden Ya Rabbi bütün Hint ve Rum’u
Müslüman eyle, deyip de muzafferiyeti sadece o alanda sınırladın?”
Tabii seyr u sülûk görünce üstadının o yüksek ahlakını tanıyınca, ne kadar
erdemli biri olduğunu anladıkça âşık olurlar. Sürekli huzurunda olmak, yanına
gitmek isterler. Devlet işlerinin aksamasından endişe eden üstatları da onları
frenlemeye çalışır. Birçok arif, yönetici konumunda olan dervişlerine, “Evladım
senin sülûkun adaletledir, senin melik olman salik olmaktan yeğdir” demiştir.
Bunlar arasında Sultan Beyazid, IV. Murat hatta Sultan Fatih gibi kudretli
melikler vardır. Harakânî Hazretleri huzuruyla müşerref olan sultanlara benzer
bir şekilde davranmıştır. Onların görüşlerinin genişlemesine katkıda bulunmuş,
onları yönlendirmiştir. Ama diğer dervişler gibi davranmalarına izin vermemiştir.
Çünkü maddi mülkün yönetimini onlar yürütmüşlerdir. Hak dostlarının dünya ile,
Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 115
siyasetle, yönetimle, sarayla ilişkileri olmamıştır. Yöneticilerin daha adil olması
için yol gösterici olmuşlardır. Onlar dünyayı terk etmişlerdir. Gönüllerinde ne
dünya ne de ahiret vardır. Onların gönülleri sadece Hak ile doludur.
Sultan Alparslan, Kars topraklarında Bizanslıları yenmiştir. Anadolu’nun
kapısı olan Kars’ın manevi himayesini Hazrete bağlar. Ebu’l Hasan Harakânî,
irfan bakımından Selçuklu medeniyetini besleyen bir arif. Selçuklu
komutanlarını, sultanlarını, Anadolu’ya yönlendirmiştir. Ve ayrıca Gazneli
Mahmud’un şeyhi, hocasıdır. Gazneli Mahmud padişahlığı bile bırakmak istemiş
Harakânî Hazretlerini görünce, ona mürit olmuş, nasihatlerini almış. Fakat
Harakânî Hazretleri, bütün ariflerin yaptığı gibi, onu devlet hizmetinde daim
olmaya yöneltmiştir. Tarihimizde böylesi kâmil insanlara bağlanan çok sayıda
yönetici vardır. Sultanlar, padişahlar arasında derviş olanlar vardır.
Esasen, bütün adil hükümdarların gerisinde daima bir Hak dostu vardır.
Harakânî, Gazneli Mahmud’a “Allah seni sultan etti, geride duramazsın, senin
görevin var, ümmete hizmet edeceksin, bu din-i mübin-i İslam’a, devlete, millete
hizmetlerin olacak” demiştir. Onu Hindistan tarafına yönlendirmiştir. Ona
nasihatlerde bulunmuş, sohbet etmiştir.
Gazneli Mahmud’dan sonra tahta oğlu Mesud geçiyor, ancak halka,
Müslümanlara ve ilim ehline karşı adil davranmıyor. Hatta bir hastalığından
bahsediliyor. Hekimler çare bulamıyorlar. Sonra Harakânî Hazretlerine haber
gönderiyorlar. Babası gibi manevi büyüklere teslim olamıyor. Sonra Buhara
(Özbekistan)’dan Selçuklu geliyor. Tuğrul ve Çağrı Bey ve Hazret, “Bunlar
buraya geldiklerinde ‘Biz Allah için gazaya çıkanlardanız, yiyecek bir şeyimizde
yok’ diye Harakânî Hazretleri’ne haber gönderiyorlar. Biz onlara yardımcı olduk
ve buraya geldiklerinde yastıkları atlarının eğeri, yorganları da atlarının
çullarıydı. Allah için gazaya çıkmışlardı. Bunların derdi dünya sultanlığı değildi.
Böyle olunca birisine Irak mülkünü, birine de Horasan mülkünü bağışladık”
diyor. Çünkü Allah kâmil olanın eline tasarruf vermiştir. Kâmilin duasını da
derhal kabul eder. Hak “Ol!” dedi mi olur. Kamil insanın gönlünden geçen
gerçekleşir, duası makbul olur, himmeti ulaşır. Böylece zahiri idareyi, tedbiri
Selçukluların eline vermiş oluyorlar. Manevi emir Harakânî Hazretlerinin elinde
olduğu için, Tuğrul Bey’i batıya yönlendiriyor. Çağrı Bey’i Kafkasya’ya
yönlendiriyor. (Miladi 1018-1023 yılları arasında)
116 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120
Yeni bir yapılanmanın olduğu bir dönem, kritik bir süreç. Anadolu’da
sıkıntılar var, Orta Asya‘da sorunlar var, sıkışmış bir toplum var. Çok karmaşık
bir etnik ve dini yapı var. Bu arada mutasavvıflar, âlimler, dervişler çalışıyorlar.
Allah için görevlerini sürdürüyorlar ve bunların zahirleri ve manevi tedbirleri de
Harakânî Hazretleri’nin elinde bulunuyor. Harakânî Hazretleri bir taraftan devlet
ricali ile sohbet ediyor, onları yönlendiriyor, bir taraftan âlimlerle, bir taraftan da
mutasavvıflarla, gayrimüslimlerle… Böyle böyle Anadolu’ya bir kapı açılıyor.
Çağrı Bey üç bin kişilik kuvvetiyle beraber Kafkasya seferine çıkıyor. Rey
(İran)’den geçerken Harakânî Hazretleri de o kuvvetin manevi önderi olarak dâhil
oluyor. Daha sonra Kars’a geliyor ve Çağrı Bey’i geri gönderiyor. Van tarafına
bir keşif hareketi yapıyorlar. Bu akınlar zaman zaman devam ediyor. Harakânî
Hazretleri gelip Kars’a yerleşiyor. 1033’e kadar İslamiyet’i yayıyor.
Talebelerinin arasında Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar,
İranlılar var. Onun irfanına, güzel ahlakına, irşad edici sözlerine, kutlu nazarına
farklı kesimden insanlar koşuyorlar.
Bütün insanlar onun kapısında birleşiyor ve oradan bizlere şöyle
sesleniyor: "Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin inancını sormayın; zira
Allah'ın katında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan'ın sofrasında
ekmek yemeğe layıktır."
Hak dostu, Allah’ın sevgisini gönüllere ulaştırmak için uğraşıyor. Ama
bunu da iki türlü yapıyor: Öncelikle insanın karnını doyuruyor, çıplaklığını
gideriyor, sıkıntısını giderdikten sonra da ruhuna kapıyı açıyor ve bedeninden
ruhuna, ruhundan bedenine, nefsinden ruhuna, ruhundan nefsine böyle bir alış
verişe getiriyor insanı. Hal böyle olunca, burada bir korku yok, çekinme yok.
Selçuklu, sadeliği, muhabbeti, insanı sevmeyi, insanın ruhuna yücelik
ulaştırmayı, tevazu, hürmeti, halka hizmeti, kendisine görev biliyor. Bunu da
arifin irfanından alıyor. Zahiri idareciler, sultanlar, vezirler, valiler arifin
sohbetinde yetiştikleri için bu irfanla yapıyorlar. Onlarda bir taraftan halka
hizmet ediyorlar. Diğer taraftan da nefislerini ıslah ediyorlar.
Ebu’l-Hasan Harakânî bir sözlerinde: “Hakiki bir insan bütün varlıklara
karşı cömert ve naziktir ve bütün ihtiyaçlarını Yaradan’a açar ondan başkasına el
açmaz” diyor.
Bu anlamda mesela Nuru’l-Ulum da ki sözlerine ve sohbetlerine, kendisini
ziyaret eden veya dervişlerine yaptığı sohbetlere baktığımızda muazzam bir
düşünce zenginliği, bir münazara, ilim ve irfan genişliği, derinliği görüyoruz.
Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 117
Hazretten sonraki yıllarda Selçuklu coğrafyasındaki münazara ve tefekkür
ortamının ne kadar zengin olduğunu Hazret’in irfanına bağlamak gerekir. O
dönemdeki düşünce özgürlüğü ve tartışma özgürlüğü bugünkü bazı modern
toplumlarda henüz yok. Sonrasında zaten bizim coğrafyamızdan Muhyiddin-i
Arabi, Konevi, Abdülkerim Cili, Hz. Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli gibi büyük
erenlerin zuhur ettiğini görüyoruz. Onlar da Osmanlı medeniyetine zemin
hazırlamışlar.
Manevi büyükler, insana hizmeti, onların gönüllerine irfan ulaştırmayı en
büyük kulluk sayarlar. Harakânî Hazretleri bir sözünde: “Küçük bir tevazu çokça
ilim ve sadelikten daha evladır” der. Yine kendi sözüyle söylersek,
“Gönüllerindeki sahip oldukları hazineyle kıyaslanınca, bu dünya ve ahiret
dünyevi olduğundan âşıkların bunlara karşı hiçbir istekleri yoktur.” (Uzgur, 2012,
s. 87,88,89,90)
Kars Muharebelerine bir takım dervişleriyle katılmış, Kars hududu
Yahnılar Dağı’nda ağır yaralanarak sağ bacağından ve sol pazısından fazla yara
alarak kan kaybıyla şehit olmuştur. Şeyh hazretlerinin şahadetinden önce keşfine
göre nasihati şöyledir: “Kabrimi derin kazın. Cesedim Beyazid’in mübarek
bedeninden aşağı bulunsun.” Bu vasiyeti üzerine bir buçuk arşın fazla derin
olarak kabri şerifleri eşilmiş ve Kağızman Kapı içinde iç kaleye doğru yirmi iki
adım mesafede; etrafındaki zevat da yüce şeyhin emirleri üzerine bu gün hâli
hazır Evliya Camii bahçesinin doğu cephesindeki eski tabutlukların yeri olan
mahalde defnedilmiştir.
Attar Hazretler, “Ebû’l-Hasan Harakânî’nin kabri üzerine kim elini sürerek
Cenabı Haktan, maksudunun hâsıl olmasını yalvararak isterse Allah u Teâlâ’nın
yardımı ile duanın kabul edildiği tecrübe edilmiştir” der.
Kars’ın düşman istilâlarından bir türlü kurtulamamasından dolayı zamanla
üzeri toprak ve kül yığınları ile örtülen kabri şerifleri kaybolmuş uzun yıllar
belirsiz halde kalmıştır.
III. Sultan Murat devrinde, Kars Osmanlılara geçtiği zaman İranlılar
tarafından yıkılıp tahrip edilen Kars Kalesi burçlarının tamiri için Lala Mustafa
Paşa tamirine memur edilir. Paşa kalenin tamirine başladığı sıralarda, askerlerden
Hafız Osman isminde ehli hâl bir zat, yüce şeyhi rüyasında görür. Der ki: Oğlum
Hafız Osman, uzun müddetten beri toprak altında yatmaktayım, Paşana söyle
kabrimi açığa çıkarsın, okunacak Fatihalardan nasip dar olayım. Bu hal üzerine
Hafız Osman uykudan uyanır. Gördüğü bu rüyaya bir türlü mana veremez.
118 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120
Paşaya da bir türlü cesaret edip söyleyemez. Ertesi gece aynı rüyayı tekrar görür,
yine Paşaya cesaret edip söyleyemez. Üçüncü gece de yüce şeyhi aynen görür,
bu defa O zat der ki: Yavrum Hafız Osman, gördüğün rüyalar (sadık) doğru
rüyalardır. Yalnız makamımın nerede olduğunu evvelki rüyalarında söylememiş
olduğum içindir ki seni tereddütte bırakmış oldum. Bunun için de Paşaya
söylemeye cesaret edemedin. Şimdi dikkat et, tarif ediyorum. Yarın hemen
Paşaya çık ve söyle. Kars Kaleiçi Mahallesi’nde Kağızman Kapısı’na girdiğinde
yirmi iki adım gün batı tarafına gidersin, son adımın altında benim tabutum
bulunur. Üzerimdeki toprak ve kül yığınlarını temizledikten sonra, halis
topraktan üç arşın eşiniz. Sandukam meydana çıkar. Tekrar Kars kalesine doğru
on sekiz adım götürür orada da üç arşın derinliğinde halis topraktan kabrimi eşer
oraya defnedersiniz. Bana bir tekke olmak üzere başucumda da bir cami inşa
edersiniz.
Hafız Osman manevi bir vazifenin verilmesi heyecanıyla uykudan
sıçrayarak uyanır. Paşaya rüyasını arz etmek için saray yolunu tutar. Selam ve
ihtiram gösterdikten sonra görmüş olduğu rüyayı paşaya bütün teferruatıyla
anlatır. Paşa da bütün dikkat ve heyecanla dinlediği samimi askerini kucaklar.
“Bu mübarek rüyayı askerî, mülkî ve bütün Kars halkına ilân edip, işe
başlayacağım” der.
Hazreti, rüyada tarif ettiği şekilde defnederler. Paşa bu sırada tabutun açılıp
yüzünün gösterilmesini arzu eder. Paşanın bu istirhamı karşısında ulema müsaade
eder, tabutun kapağı açılır. Açıldığında, tabuttan güzel bir koku etrafı sarar. Bu
koku hazirunu mest eder. Ruhani etkinin altında kalan topluluk hislenip
ağlaşırlar. Mevlâ’ya açılan kalpler, coşkun bu tezahürat içinde tabutun içinde
yatan zatı görür görmez kendilerini mana âleminin sonsuz sahillerinde
hissederler.
Böylece ruhani aşk ve şevk ile tekbir, selâm ve salâtlarla kubbeyi
çınlatırlar. Açılan tabutun içinde orta boylu, köserek sakallı sarışın bu zatın ter u
taze yattığı görülür. Hatta hırkası, başının Mevlevi külâhı bile çürümemiş. Sağ
bacağı ile sol pazısının yaralarına bağlı mendillerden kan damlamakta olduğu
görülür.
Ruhani işaret neticesi kabrini izhar ettirmiştir. Bu ölçü tartıya gelmeyen
manevi şevki erenler tadar. Kelime, cümle bu sahada cılız kalır. İfade edemez.
“Siz onlara ölü demeyiniz onlar diridir.”
Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 119
Ebû’l-Hasan Harakânî Hazretlerinin türbesi yanındaki kubbeli III. Sultan
Murad Camii bozulup harap olduğundan 1617 yılında Sadrazam Mehmet
Paşa’nın Kars’ı yeniden şenlendirip, top ve asker yollayarak burayı yeniden
canlandırması üzerine on iki yıldan beri tedirgin olan Kars ahalisi de gelip, eski
evlerinin imarını yaparak şenlendirirler. (Çiçekler, 2006 s.21)
SONUÇ
Zahiri sultan daima batındaki sultanın emrindedir. Eğer himmeti olursa
onu gerçekten sultan eder, zulme düşmekten kurtarır. Vahdetin zahiri, zahiri
sultanın hükmü altındadır. Batını, batini sultanlık hükmü altındadır. Batından
zahire kuvveden fiile gelen zuhuratı zahiri sultanlar icra ederler. Zahirden batına
giden, dönen yani kesretten vahdete, vahdetten kesrete bu şuhudu idrak eden
sultanlarda ariflerdir ki onlar zahiride yönlendirirler. Bu, Peygamber
Efendimizden gelen bir irfandır. Eğer zahiri sultan kalbi ilimlere vakıf ise,
mutlaka ardında bir arif, manevi bir sultan vardır.
Âlemin kalbi âdem, âdemin kalbi ise insan-ı kâmildir. Harakânî Hazretleri
için kullanılan “şehri yar” ifadesi de bunu ima etmektedir. O âlemin kalbini,
bilincini oluşturan zattır. (Uzgur, 2012, s.26,27,28,29,30,81,82,83)
Bir sözlerinde: “Yaratan’ın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey
tarafından tatmin edilemez” buyuruyor.
O bütün âlemin sızısını gönlünde taşıyabilecek kadar yüce bir irfana
sahiptir. Sözlerinin birinde bizlere şöyle seslenir: “Türkistan’dan Şam’a kadar
olan o sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin
ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir
kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir.” (Uzgur, 2012, s.9)
Karslı olup da Harakânî Hazretleri’ni bilmeyen, duymayan ve sevmeyen
yoktur. Dünyanın neresinden olursa olsun tasavvuf çevrelerine mensup olan
insanlar, Ebu’l-Hasan Harakânî’yi bilirler. Hazret meşhur bir sufi, meşhur bir
âlimdir. Peygamberimizden gelen cehri ve hafi kolların kendisinde birleştiği bir
evliyadır. Bu yüzden doğuda ve batıda Hindistan’dan tutun İran’a, İran’dan
Anadolu’ya Orta Asya’ya hatta Avrupa’nın içlerine kadar Harakânî Hazretleri’ni
insanlar biliyorlar. Sözlerinden, irfanından, menkıbelerinden, insan sevgisinden;
araştırmacılar, yazarlar, düşünürler, fikir insanları, mutasavvıflar, şeyhler, âlimler
etkilenmiştir. (Uzgur, 2012, s.18)
120 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120
Farklı kavim ve dinlerin, adalet ve sevgi temelinde bir arada, esenlik içinde
yaşamasını sağlayan bu öğretiye bugün fazlasıyla muhtacız. Özgür ve barışçıl bir
dünyanın kurulmasında Harakânî Hazretleri gibi yaşamı ve öğretileri bize ışık
olacaktır. Hayatı akademiyemizde giderek daha çok araştırılacak, bu büyük
bilgenin engin irfanı, ülkemizin ve dünyanın sorunlarının aşılmasında bir referans
olacaktır. Vahdet algısının ve ahlakının yaygınlaşması, varlığı bir vücut olarak
gören ve her şeye karşı Ebu’l-Hasan Harakânî gibi sonsuz bir sevgi ve merhamet
duyan, adalet duygusu gelişmiş, ruhu özgürleşmiş, benliğin zindanından
kurtulmuş insanlar artacaktır. (Uzgur, 2012,s.8)
Hak, âlem ile kendini izhar etmektedir. Birlik idraki insanda derinleşirse,
insan âlemde zerreden küreye her şeyde bizatihi Hakk’ı görmeye başlar. Harakânî
Hazretleri, bizleri bu vahdet şuuruna taşır. Tabi bunun için Hakk’a teslim olmak
gerekir. Teslimiyeti şair Sezai Karakoç şöyle tarif ediyor: “Allah’a teslim olan,
eşyayı teslim alır.” Bu esenliktir tabi. Nefsin Hakk’a tam teslimiyeti… Harakânî
Hazretleri, ise bunu şöyle ifade ediyor: “Teslim olmayı seç ki yuvaya yolculuğun
kısa sürsün.” (Uzgur, 2012, s.16,17)
Bu hizmet, Hak için Hak ile yapılmaktadır. Bu hizmet her türlü ihtilaftan
arınmıştır. Allah’ın zatında himaye edilmektedir. En alt derecesinin ölçüsü şudur:
Buyurmuş ki: “Bir mümini ziyaret maksadıyla mağripten maşrığa yalın ayak
olarak gitmiş olan, yine dünyayı bir lokma yapıp kardeşinin ağzına koysan fazla
bir hizmet yapmış sayılmazsın.” “Kim ki Allah için olursa Allah da onun için
olur. Onlar için korku ve endişe yoktur.” (Uzgur, 2012, s.17)
Harakânî Hazretleri’nin her biri ayrı bir derya olan ama aynı yeri işaret
eden vahdet dolu sözlerinden biriyle sizleri selamlıyorum.
“Bu aşkı tatmak için, okyanusta bir balık ol...” (Uzgur, 2012, s.8)
KAYNAKÇA
1. Çiçekler, Prof. Dr.Mustafa. (2006) Sey-i Süluk Risalesi. İstanbul: Sufi
Kitap.
2. Uzgur, Yavuz Selim. (2012) Anadolu’nun Kalbi: Harakânî. Yayına
Hazırlayan: Sadık Yalsızuçanlar. İstanbul: Sufi Kitap.
3. Yalsızuçanlar, Sadık. (2012) Cam ve Elmas. İstanbul: Timaş Yayınları.
4. Aliya İzzetbegoviç, (2012) Doğu ve Batı Arasında İslam. Bursa. Yarın
Yayınları
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 121-140
SULTAN SENCER’İN TASAVVUFA OLAN İLGİSİ
Ali İPEK
Özet
Büyük Selçuklu Tahtının son sahibi Sultan Sencer, çocuk yaşta Horasan
Melikliğine tayin edildi. Bölgenin idare merkezi Merv şehrine yerleşen
Sultan Sencer, burada zengin bir ilmî ortamla karşılaştı. Uzun bir
idarecilik dönemini bu ortamda geçiren Sultan Sencer, Ehl-i Sünnete olan
bağlılığı, Hadis’e düşkünlüğünün yanında Tasavvufa da büyük bir alaka
gösteriyordu. Bu çerçevede Horasan’da dönemin önde gelen Şeyhlerinden
Yusuf Hemedanî ile irtibat kuran Sultan, ilmî mahfillere katılmayı, din
bilginleriyle birlikte olmayı da ihmal etmiyordu. Bu durum Onun Tasavvufî
bir dinî hayat sürdürmesinin yolunu açmıştı.
Anahtar Kelimeler: Horasan, Merv, Tasavvuf, Sencer.
THE INTEREST OF SULTAN SENCER TO SUFISM
Abstract
Prince Sencer, who was the last sultan of Great Seljuk throne, was
appointed to kingship of Khorasan in his chidhood years. Prince Sencer
placed in Merv city, the headquarter of region, and encountered a rich
scientific environment. While Sultan Sencer was experiencing
administration for a long time, he showed an interest in Sufism along with
his loyalty to Sunni Islam and his indulgence to hadith. In this context,
Sultan did not neglect being together with religious scholars and attending
the scholarship meetings by getting in touch with Yusuf Hemedani one of
the leading sheiks of that period. This case enabled him to maintain a sort
of sufistic and religious life.
Key Words: Khorasan, Merv, Sufism. Sencer.
122 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
GİRİŞ
Sencer Horasan Yolunda
Selçuklu devletine ikinci imparatorluk dönemini yaşatan Sultan Sencer,
babası Melikşah’ın Suriye seferi sırasında Sincar’da dünyaya geldi (479/1086).
Sultan Melikşah vefat ettiği zaman (1092), Sencer on yaşında bulunuyordu.1
Daha bu yaşta siyasî sıkıntıların arasında kalan Sencer, kardeşi Berkyaruk
tarafından Atabeg Kumaç’ın beraberliğinde Horasan’da bağımsızlığını ilan eden
amcası Arslan Argun’un üzerine gönderildi. Arslan Argun’un kölesi tarafından
öldürüldüğü haberi üzerine Selçuklu ordusunu Damegan’da durduran Sultan
Beryaruk, bu sefer de Sencer’i Melik unvanıyla Horasan’ı yönetmekle
görevlendirdi.2 Merv şehrine yerleşerek,3 1097/98 yılında Horasan gibi önemli
bir bölgede Meliklik görevine başlayan Sencer, henüz 12 yaşında bulunuyordu.4
Meliklik döneminde “Nasıruddin” unvanını kullanan Sencer, kardeşi
Muhammed Tapar’ın saltanatı zamanında (498-511/1105-1118) da bu görevini
1
2
3
4
İbnü’l-Esîr, İzzeddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Târîh, nşr. CJ. Tornberg,
Beyrut 1979, X, 593; Yakut el-Hamevî, Şihabuddin Ebû Abdullah, Mu’cemu’l-Buldan, Beyrut
1995, III, 262; Ravendî, Muhammed b. Ali b. Süleyman, Râhatu’s-Sudûr ve Âyetu’s-Sürûr, çev.
Ahmet Ateş, TTK yay., Ankara 1999, I, 18l; Cüzcanî,Minhacüddin Osman b. Muhammed,
Tabakat-ı Nâsırî, nşr. Abdülhay Habîbî, Kâbul 1328, s. 303; Raşîd al-Dîn Fazlullah b.
İmâdüddevle Ebü’l-Hayr Ali, Camî al-Tavarîh, yay. Haz. Ahmet Ateş, TTK yay., Ankara 1999,
II, 102; Mîrhand, Muhammed b. Seyyid Burhaneddin, Târîh-i Ravzâtu’s-Safâ, Tebriz 1339, IV,
319.
İbnü’l-Esîr, X, 265; İbn Hellikân, Ebû’l-Abbas Şemseddin Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr,
Vefeyâtu’l-A’yan ve İnbau Ebnai’z-Zaman, Tahkîk, İhsan Abbas, Beyrut, t.y. II, 428; Özaydın,
Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, TTK, Ankara 1990, s. 9.
Merv şehri ile ilgili geniş bilgi için bk. Ya’kubî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. el- Vazıh el-Kâtib,
Kitâbu’l-Buldân, nşr. M. J. De Goeje, Brill 1892, 279; İstahrî, Ebû İshak İbrahim b. Muhammed,
el-Mesâlik ve’l-Memâlik, nşr. M. Cabir, Kahire 1961, s. 145-148; İbnü’l-Fakîh, Ebû Bekr
Ahmed b. Muhammed el-Hemedânî, Kitâbu’l-Buldân, nşr. M.J. De Goeje, Brill 1885, s. 319;
Makdisî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ebî Bekir, Ahsenü’t-Tekasım fî Ma’rifeti’l-Ekâlim, nşr.
M. J. De Goeje, Leiden 1906, s. 311; Hamdullah b. Ebî Bekr b. Muhammed b. Nasr, Müstevfii Kazvinî, Nüzhetü’l-Kulûb, ed. Muhammed Debîr Sıyakî, Tahran 1958, s. 193.
Yakut, V, 114; Kazvinî, Zekeriyya b. Muhammed, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd,, Beyrut
1969, s. 457; Reşîdüddiîn, II, 96; Barthold, W., Tezkire-i Coğrafya-yı Tarih- i İran, Farsça. çev.
Hamza Serdâdver, Tahran 1308, s.96; Turan, Osman, Selçuklu Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti,
Boğaziçi yay., 4. baskı., İstanbul 1993, s. 236.
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 123
sürdürerek 20 yılını Horasan yönetiminde geçirdi.5 Anlaşılan tecrübeli ve sağlam
bir kadro ile işe başlayan Melik Sencer, kısa zamanda Horasan’a hâkim olarak
Selçuklu devleti’nin doğusundaki idarî düzeni, huzuru ve sükuneti sağlamış oldu.
Bu bakımdan Berkyaruk ve Muhammed Tapar’ın saltanatları döneminde bu
bölge ile ilgili herhangi bir sıkıntıya maruz kalmadıkları görülüyor.6
Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine (511/1118), oğlu veliaht Mahmud
sultan ilan edildi. Ancak Melik Sencer, Sâve’de meydana gelen savaşta (11
Ağustos 1119) yeğeni Mahmud’u yenilgiye uğratarak, Büyük Selçuklu Sultanı
oldu. Sultan Sencer, Mahmud’u cezalandırmak yerine, Selçuklu hâkimiyetinin
batısına düşen yerlerin idaresini kendisine bırakarak, Irak Selçukluları’nın
temelini atmış (1119), bir bakıma da Horasan’dan ayrılmak istemediğinin
işaretini vermiş oluyordu.7
Selçuklu devleti, Sultan Sencer döneminde eski satvet ve haşmetine
yeniden kavuştu. Hâkimiyetin doğu-batı sınırları, doğu toplumlarının istilasına
karşı koruma altına alınarak Türk-İslâm dünyasının emniyeti sağlandı. Tüm doğu
ve batı ülkeleri Selçuklu hükümranlığına alındı.8
Bu durumda Sultan Sencer’in Horasan, Gazne ve Maverâünnehir Sultanı
unvanıyla Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Azerbaycan, Arran, Ermeniye, Diyar-ı Bekir,
Diyar-ı Rabiâ, Musul, Şam ve Hicaz’da (Harameyn-i Şerîfeyn), Cuma ve Bayram
hutbelerinde
adına yer veriliyordu.9 Bu dönem öncelikle Horasan,
Maverâünnehir ve Irak’ın mamur duruma getirildiği kaydediliyor.10 Böylece
Sultan Sencer, kırk yıl süren saltanatı zamanında Sultanu’l-A’zam, Muizzüddîn,
5
6
7
8
9
10
Ravendî, I, 181; Aksarayî, Kerimeddin Mahmud Selçuklu Devleti Tarihi (Müsameratü’lAhbar), çev. M. Nuri Gencosman, Ankara 1943, s. 117; Reşîdüddin, II, 102; Mîrhand, IV, 319.
İbnü’l-Esîr, X, 506; Bundarî, Zubdat al-Nusra ve Nuhbet al-Usra, çev. K. Burslan, Horasan ve
Irak Selçukluları Tarihi, İstanbul 1943, s. 238; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 238.
Bu konularla ilgili bk. İbnü’l-Esîr, X, 548-553; İbn Hellikân, II, 428; O. Turan, Selçuklu Tarihi
ve Türk-İslâm, s. 238 vd.; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. V,
İkinci İmparatorluk Devri, TTK., Ankara 1991, s. 5-26 vd.; Erdoğan Merçil, SelçuklularMakaleler-, Bilge Kültür Sanat yay., İstanbul 2001, s.292.
İbnü’l-Esîr, XI, 222; Cüzcanîn, Tabakât, I, 304; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s.
238-241.
İbnü’l-Esîr, XI, 222; İbn Hellikân, II, 427; Ravendî,, I, 167; Mîrhand, Ravzât,, IV, 310 vd.; O.
Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s.238-241; Köprülü, M. Fuad, Türk Târîh-i Dînisi, Dâru’lFünûn Matbaası, İstanbul 1341, s. 308.
İbnü’l-Esîr, X, 549; Markizî, Takiyuddîn Ahmed b. Ali, Kitâbu’s-Sülûk Li Ma’rifeti Düveli’lMülûk, nşr. M. Mustafa Ziyâde, Kahire 1934, I, 34; İbn Hellikân, II, 427; Mîrhand, Ravzât, IV,
310 vd.
124 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
İslâm Padişahı, Dünya Sultani gibi unvanları bihakkın taşıyan bir cihan
hükümdarı oldu.
Sultan Sencer sadece dünya saltanatıyla yetinmeyip, “Muizzüddîn”11
unvanının hakkını vererek, ilim, marifet ve dinî hayat alanlarında da
hükümranlığına yakışır icraat ve faaliyetlerde bulundu. İslâm dininin inanç ve
yaşantısında Ehl-i Sünnet yolunu takip eden Sultan Sencer’in bu anlayıştaki ilim
ehlini desteklemesi, Batınîler gibi fırkalara karşı amansız mücadele vermesi,
bunun bir örneğini oluşturur.12 Bu çerçevede Horasan, Sencer döneminde
siyasetin merkezi olduğu gibi, Ravendî’nin ifadesiyle, “ İlmin ocağı, faziletlilerin
de kaynağı”13 durumuna gelmiş bulunuyordu.
Horasan’da İlmî Ortam
İran’ın doğusunda genişçe bir alanı oluşturan Horasan,14 Hz. Ömer
zamanında (13-23/634-644) başlayan ve Hz. Osman döneminde (23-35/644-656)
bölgede yoğunlaşan fetih hareketleriyle İslâm hâkimiyetine alındı.15 Hz. Osman
dönemi Basra Valisi Abdullah b. Amir b. Kureyz başta olmak üzere, Abdullah b.
Hazim es-Sülemî, Ahnef b. Kays, Hatim b. en-Nu’man el-Bahilî, el-Esved b.
Külsüm el-Adevî ve Kays b. el-Heysem es-Sülemî komutasındaki Sahabî, Tabiîn
ve bunları takip edenlerden oluşan İslâm orduları, bölgede yerleşim alanlarının
fetihlerinde bulunmuş, Horasan’ın geleceğinin temellerini atmışlardı.16
11
12
13
14
15
16
İbnü’l-Esîr, X, 549; İbn Hellikân, II, 427.
Bk. İbnü’l-Esîr, X, 531, 647; Ravendî, I, 167; Cüzcanî, Tabakât, I, 304; Mîrhand, Ravzât, IV,
311; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 240.
Râhatu’s-Sudûr, I, 167.
Anonim, Hudûdu’l-Âlem Mine’l-Maşriki ila’l-Mağrib, nşr. Menuçehr Stude, Tahran 1340, s.
101; G. L. Strange, Buldanu’l-Hilafeti’ş-Şarkıyye, Arapça çev. Beşir Fransıs-Gorgis Avvad,
Bağdat 1954, s. 432; M. A. Shaban, “Khorasan of the Time of the Arabic Conques” , İran
And İslam, Edinburg 1971, s. 479.
Bu konuda geniş bilgi için bk. Taberî, V, 124, 157, 160, 304; Ya’kubî, Ahmed b. Ebî Ya’kub
b. el-Vazıh el-Kâtib, Târîhu’l-Ya’kubî, Necef 1358, II, 167; Belâzurî, Ahmed b. Yahya,
Fütûhu’l-Buldân, nşr. A.Enis et-Tabba’-Ö. Enis et-Tabba’, Beyrut 1987, 567-574; İbnü’l-Esîr,
III, 33, 123-127; Zehebî, Şemsüddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman Kaymaz
et-Türkmanî, Târîhu’l-İslâm ve Tabakâtu’l-Meşâhir ve’l-A’lâm, Kahire 1368, II, 83-83; Zeynî
Dehlân, Ahmed b. Zeynî, el-Fütûhâtu’l-İslâmiyye Ba’de Muziyyi’l-Fütûhâti’n-Nebeviyye
Kahire t.y. I, 133. Ayrıca bk. A. İpek, Hz. Osman Dönemi İran Fetihleri, İstanbul 1993
(Marmara Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü, basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
Taberî, V, 265; Belâzurî, Fütûh, s. 567; İbnü’l-Esîr, III, 33, 123-127; M.A. Shaban, The Abbasid
Revolution, Cambridge 1970, s. 13-16; S.A. Hasan, “ The Expansion of Islamic İnto Central
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 125
Fetih sonrası hilâfet hâkimiyetine alınan merkezlere yerleştirilen yahut
antlaşma gereği İslâm dinine davet, ezan ve diğer hizmetlerle görevlendirilen17
bu ilk dönem Müslümanları da, atılan temelleri yükseltmenin gayretini
göstermişlerdi. Ayrıca bu dönem hem fetihlerde bulunmak, İslâm dininin tebliği,
tanıtımı görevini yerine getirmek ve hem de sorumluluk alanlarındaki idareyi
yürütmek üzere gönderilen ordu komutanı emirlerin ilim ehli, fıkhı iyi bilen
kimseler olmaları,18 ilim ve fikir hareketleri noktasında Horasan’ın geleceği
açısından önem arz ediyordu. Horasan fetihleriyle tanınan Ahnef b. Kays etTemimî bunun bir örneğini oluşturuyor. Basra valisi Abdullah b. Amir tarafından
Merv’e görevlendirilen Ahnef b. Kays, Tabiîn’in büyüklerindendi. Ahnef, geniş
bir ilme, ileri derecede bir hilme, yumuşak tabiata sahipti.19 Dinî hayatındaki
ciddiyeti, takvasıyla da bilinen Ahnef, Emevî halifesi I. Muaviye döneminde (4160/661-680) sayılır fukahadan biriydi.20 Abdullah b. Hazim, el-Hakem b. Amr
el-Gıfarî,21 Hatim b. en-Nu’man el-Bahilî ve Umeyr (Emîn) b. Ahmer el-Yeşkürî
de aynı dönem Horasan fetihlerinde bulunan Ahnef benzeri komutanlardı.22
Bununla beraber Müslüman nüfusun Horasan’a en yoğun bir şekilde
iskânı, Halife I. Muâviye’nin Basra valisi Ziyad b. Ebî Süfyan zamanında
yaşandı. Ziyad, önce el-Hakem b. Amr el-Gıfarî’yi Horasan’a görevlendirdi.23
Sahabî olan bu Emir’in24 Merv’de vefatı üzerine (50/670), er-Rebi b. Ziyad elHarisî’yi aynı göreve getiren Ziyad, Kûfe ve Basra halklarından 50 bin kişiyi
17
18
19
20
21
22
23
24
Asia and The Early Turco-Arab Contacts”, Islamic Cultur, Haydarabad-Dekkan 1970, vol:
XLIV, no, I, , s. 165-176.
Es-Sem’ânî, Abdülkerim b. Muhammed b. Mansur et-Temimî, el-Ensâb, Beyrut 1408/1988, V,
265; S.A. Hasan, “The Expansion”, Islamic Cultur, XLIV, no,l, s. 4.
Bk. İbnü’l-Esîr, III, 33.
Bk. İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1957, V, 46; İbnü’l-Cevzî, Cemâleddin
Ebî’l-Ferec, Sıfatu’s-Safve, nşr. Mehmed Fahûrî-M. Revvâs Kal’acî, Beyrut 1406/1986, III,
198; İbn Kesîr, Imâduddin Ebu’l-Fidâ Ömer, el-Bidâye ve’n-Nihaye, Beyrut 1978, IV, 326;
Mahmud Şît Hattâb, Kâdetu Fethi Bilâdi Faris, Beyrut 1974, s. 217-246.
M. Şît Hattâb, s. 235, 240.
Bu iki şahıs da Sahabîdir. bk. İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 326; Askalanî, el-İsâbe, I, 346; Yakut,
V, 115.
Taberî, V, 265, 306; Belâzurî, Fütûh, s. 576; İbnü’l-Esîr, III, 101-102; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV,
326: Gerdizî, Ebû Saîd Abdulhay b. Dahhâk b. Mahmûd, Zeynü’l-Ahbâr, nşr. Abdulhay Habîbî,
y.y., 1347, s. 102.
Taberî, IV, 141.
Halîfe b. Hayyât el-Usfurî, Târîh, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut 1414/1992, s. 159; Belâzurî,
Fütûh, s.576; Askalanî, el-İsâbe, I, 346.
126 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
aileleriyle birlikte iskân edilmek üzere Horasan’a gönderdi.25 Çoğunluğunu Ezd
ve Temîm kabilelerinin oluşturduğu anlaşılan26 bu kadar sayıda Müslüman nüfus,
Horasan için bir zenginlik ve geleceğine yönelik bir enginlik demekti.
Dolayısıyla, içlerinde Sahabîlerin de bulunduğu birçok ilim erbabı Tabiîn ve
bunları takip eden ilk dönem Müslümanları, Horasan’da bundan sonra yetişecek
Tasavvuf erbabının öncüleri, hocaları olmuşlardı.
Nitekim Horasan bundan sonra ilim, irfan merkezi durumuna gelmiş
oldu.27 Atâ b. Ebî Müslim el-Belhî (öl. 135/752-53), Muhammed b. Yusuf
Ma’dan el-İsfahanî (öl. 184/800), Ebû Ubeyd b. el-Kasım b. Sellâm (öl. 223/83738), Yahya b. Yahya en-Nisabûrî (öl. 226/840-41), İshak b. İbrahim Raheveyh
(öl. 238/852-54), Ebû Ubeydullah Muhammed b. Yusuf el-Bennâ (öl. 286/899)
gibi İslâmî ilimlerin her alanında yüzlerce ilmî şahsiyetler yetişti.28 Şakîk el-Belhî
(öl. 174/790), Fudayl b. Iyaz (öl. 187/802-3), Hatim el-Asamm (öl. 237/851-52),
Bayezîd el-Bistamî (öl. 261/874-75), Hamdun el-Kassâr (Ebû Salih Hamdun b.
Ahmed el-Ammâra, öl. 271/884-85) gibi marifet erbabı da, İslâmî fetihler sonrası
Horasan’da dikilen Tasavvuf fidelerinin ilk meyvelerini oluşturdular.29
Müteakip dönemler Horasan’da bilhassa Tasavvuf ve fikir hareketleri
gelişme arz etmiş ve IX-XI. Asırlarda ise ileri bir safhaya ulaşmıştı.30 Herat,
Nişapur ve Belh’in yanı sıra Merv şehri (Merv-i Şahicân) de bu hareketlerin en
çok yaşandığı bir merkezdi .31 Ebû Ali ed-Dekkâk (öl.412/1021), Hz. Osman’ın
25
26
27
28
29
30
31
Taberî, IV, 141; Belâzurî, Fütûh, s. 577; S.A. Hasan, “The Expansion”, Islamic Cultur, XLIV,
no:3, (1970), s. 166.
Bk. Ya’kubî, Târîh, II, 276; Barthold, Tezkire, s. 83.
Bk. Yakut, V, 112; Makdisî, Ahsen, s. 294; Kazvinî, Âsâr, s. 361-62.
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 81, 83, 115-116, 122, 130, 150-166; En-Nisâburî, el-Hâkim b. Ebû
Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. Hamdûye b. Nuaym, Târîh-i Nişâpûr,
telhis. Ahmed b. Muhammed b. el-Hasan b. Ahmed, nşr. Behmen Kerîmî, Tahran t.y., s. 131.
Ebû Nuaym el-Isbahanî, Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, Beyrut
t.y., VIII, 74, 84; İbnü’l-Cevzî, Sıfat, II, 237, IV, 107,123,159-163; Bursalı Mehmed Tahir b.
Rifat, Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri, Necm-i İstikbal Matbaası, İstanbul 1327, s. 9-12.
Bu konularla ilgili ayrıca bk. Seyf b. Muhammed b. Ya’kub el-Herevî, Târîhnâme-i Herat, nşr.
M. Zübeyr es-Sıddıkî, Kalküta 1943sayfa numarası ; en-Nisâbûrî, Târîh-i Nîşapur, sayfa
numarası eklenecek……….; Ebû Nuaym el-Isbahanî, Ahmed b. Abdullah, Kitabu Ahbâri
Isbahan, Leiden/Brıll 1931 sayfa numarası eklenecek.
Bk. F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 304; Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi,
Boğaziçi yay., 6. bask., İstanbul 1993,I, 198; Öztürk, Mürsel, Anadolu Erenlerinin Kaynağı
Horasan, Kültür Bak.Yay., Ankara 2001, s.41-42.
Kazvinî, Âsâr, s. 361; Makdisî, Ahsen, 311;İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 115, 129, 134, 166.
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 127
soyundan Ebû Bekr el-Hirî (Ahmed b. el-Hüseyin, öl.421/1030), Ebû Said b.
Ebu’l-Hayr (öl. 440/1048), İmam el-Kuşeyrî ( Ebu’l-Kasım Abdülkerim b.
Havazin, (öl. 465/1072-73) ve Ebû Ali el-Farmadî (öl. 477/1084-85) bu dönemin
tanınmış Tasavvuf erbabından birkaçıdır.32
Fetih sonrası Merv’e yerleşen el-Hakem Amr el-Gıfarî, Bureyd b. elHusayb el-Eslemî (Abdullah b. Nadle) gibi Sahabîler,33 buradaki ilmî hareketin,
zahidane dinî hayatın öncüleri olmuşlardı. Nitekim, Abdullah b. Mübarek (öl.
181/797) ve İmam Ahmed b. Muhammed b. Hanbel (öl. 241/855) bu şehirde
müteakip dönem yetişen ilmî şahsiyetlerdi.34 Daha sonraki asırlarda bu
merkezden yüzlerce “Mervezî” yahut “Mervî” nisbesiyle tanınmış ilim ehli ve
Tasavvuf öncülerinin çıktığı görülüyor.35
Dolayısıyla böyle bir Horasan devralan Selçuklular, kendilerinin de ilme
olan düşkünlükleri, ilmî şahsiyetlere karşı duydukları saygı, onları koruma,
kollama, yetişmelerinin önünü açma, destek olma siyasetleri,36 bu duruma daha
bir hareketlilik kazandırmış oldu.
Sultan Sencer de daha çocuk yaşta Melik unvanıyla geldiği Merv şehrinde,
yukarda bahsi geçen zengin bir ilmî ortama, sufiyane bir hayat yaşantısına şahit
olmuştu. Bu bakımdan Sultan Sencer’in saltanatı elde ettiği zaman, idare
merkezini değiştirmemesinde, uzun zaman yaşadığı, alıştığı ve hazzına vardığı
bu ortamdan ayrılmak istememesinin de etkili olduğu anlaşılıyor.37
32
33
34
35
36
37
Abdü’l-Gafir el-Farisî, el-Hafız Ebu’l-Hasan b. İsmail, el-Halkatu’l-Ulâ Min Târîh Nîsâbûr elMüntahab Mine’s_Siyak, intihâb, el-Hafız Ebû İshak İbrahim b. Muhammed b. el-Ezher esSarîfînî, idâd, Muhammed Kâzım el-Mahmûdî, Kum hk 1403 /1362 hş., s. 286; İbnü’l-Esîr, X,
98, 209; İbn Hellikân, III, 205-208; es-es-Sübkî, Tâcuddin Ebî Nasr Abdulvahhab b. Ali b.
Abdi’l-Kâfî, Tabakâtu’ş-Şafiîyyeti’l-Kübrâ, tahkîk, M. Muhammed et-Tanahî-A. Muhammed
el-Hulv, t., V, 306; Kazvînî, Âsâr, s. 360; Abdurrahman b. Ahmed Câmî, Nefehâtü’l-Üns Min
Hadarâti’l-Kuds, nşr. Mehdî Mehdî Pûr, y.y, 1337, s. 368; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s.
224.
Taberî, VI, 141; Belâzurî, Fütûh, s. 576; Askalanî, el-İsâbe, I, 146, 346; Yakut, V, 115; Kazvinî,
Âsâr, s. 456; İbnü’l-Fakîh, Buldân, s. 316.
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 134; Yakut, V, 141; Hâkim en-Nîsâburî, Târîh-i Nişapur, s. 13l; İbnü’lFakîh, Buldân, s. 320; İbn Hellikân, I, 199-200; Bursalı, Türkler, s. 18.
Konuyla ilgili bk. Abdu’l-Gafir, Târîh-i Nîsâbûr, 65,77,268,378,676; İbnü’l-Esîr, XI, 103;
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 147-149; es-Sübkî, Tabakât, V, 110, 310; İbn Hellikân, III, 209-210;
Bursalı, Türkler, s. 18,19,44.
Bk. F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 213.
Bk. Yakut, V, 141.
128 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
Selçuklu ailesinde doğru ve sağlam itikat âdeta cibilli bir hal arz eder.38
Başta ailenin atası Selçuk Bey olarak güzel ahlâk, dürüst iman, halka karşı
adaletli olmak, ihsanda bulunmak, din bilginlerine saygı göstermek, âlimlere,
tasavvuf erbabına bol imkânlar sağlamak, onların duâlarını almak, gönüllerini
kazanmak, Selçuklu ailesinin şiârı olarak görülüyor.39
Selçuklu ailesi içinde Sultan Sencer’in bu vasıflarda daha ileri bir safhada
olduğu anlaşılıyor. Bu hususta Merv’deki ilim ve marifet ehlinin etkili olduğu
muhakkaktır. Çünkü Sultan Sencer, küçük yaştan itibaren zamanının belki önemli
bir kısmını, kendilerine karşı ilgi duyduğu, saygı ve yakınlık gösterdiği din
âlimleri, zahit ve velî meşrep şahsiyetlerle geçiriyordu.40 Bu durum Sultan
Sencer’in Tasavvuf’a olan temayülünü artırmış ve zahidane bir dinî hayat
sürmesinin yolunu açmış olmalı.41 Mamafih başta Tuğrul ve Alp Arslan olmak
üzere, bütün Selçuklu ailesi şeyhlere karşı büyük bir hürmet ve iltifat
göstermişlerdi.42
Bu çerçevede Meliklik döneminde bir Tasavvuf öncüsüne intisap etmek
arayışında olduğu anlaşılan Sultan Sencer, bu alanda önemli bir yere sahip olan
İmam Gazali’ye (öl. 505/1111) saygı gösteriyor, bunun yanı sıra bilhassa Yusuf
Hemedanî dikkatini çekiyordu.43 Çünkü Hz. Peygamber’in sünnetine bağlılığıyla
tanınan Hemedanî, Selçuklu ailesinin din ve mezhep anlayışına uygun olarak,
İmam A’zam’a son derece bağlı ve Hanefi Mezhebinin sıkı takipçisi idi.44
Sultan Sencer’in dikkatini çeken ve dinî hayatında örnek almak istediği
Ebû Ya’kub Yusuf b. Eyyüb b. Yusuf b. el-Hasan b. Vehere el-Hemedanî (öl.
38
39
40
41
42
43
44
Aksarayî, s. 17
Bu hususlarla ilgili bk. Bundarî, s. 25, 39, 47; Ravendî, I, 85, 97, 123; İbnü’l-Adîm, Kemâleddin
Ebu’l-Kasım Ömer, Buğyetu’t-Taleb Fî Târîhi Haleb, nşr. Ali Sevim, TTK. Ankara 1976, s.
17; Aksarayî, s. 10, 17, 105, 116; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 341.
Ravendî, I, 167; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 313. Ayrıca bk. M. Ali Aynî, Tasavvuf
Tarihi, Kütüphâne-i Sudî, İstanbul 1341, s. 221. Sultan Sencer’in kültür seviyesi hususunda bk.
O. Turan, Selçuklular Tarihi Hakkında Araştırmalar ve Tenkitler, Sultan Sencer’in Kültür
Seviyesi Meselesi, İslâm Medeniyeti Dergisi, Yıl:3, Sayı: 31, İstanbul Mayıs 1973, s. 33-37.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ yay., 9. baskı., Ankara 2003,
s. 92, not, 22.
F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 313.
F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92; amlf. Türk Tarih-i Dînisi, s. 313. Sultan Sener’in Şafiî ilim
ehline karşı duyduğu saygı ve dinî riyasetle görevlendirmesiyle ilgili bk. Müntecebüddin Bedi’
Atabek el-Cüveynî, Atebetü’l-Ketebe, nşr. M. Kazvinî-A. İkbal, Şirket-i Sihami, (Tahran) 1950.
Ali b. Hüseyin, Reşehât Aynü’l-Hayât, çev. Mehmed b. Mehmed Şerîf el-Abbasî, Matbaa-i
Âmire, İstanbul 1279, s. 15; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 89.
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 129
535/1140-1141), küçük yaşta Bağdat’a gelerek Nizamiye Medresesi Müderrisi
Ebû İshak eş-Şirazî’den (İbrahim b. Ali b. Yusuf, ( öl. 476/1038) ders aldı. Kısa
zamanda akranlarının önüne geçen Hemedanî, hocasının takdirini kazandı.45
Yusuf Hemedanî Bağdat, Isfahan, Semerkand gibi merkezleri dolaşarak Hadis
hıfzetti ve bunların çoğunu yazarak bir arada topladı.46 İslâmî ilimlerde büyük bir
vukufiyet kazanan Hemedanî, bir müddet Buhara ve Semerkand’ta tedrisat ve
irşad faaliyetlerinde bulundu.47 Daha sonra tedrisat ve zahirî ilimlerle iştigali
bırakan Yusuf Hemedanî, kendini züht, ibadet, riyazet ve mücahedeye verdi.48
Yusuf Hemedanî, zamanının Horasan Şeyhlerinin başta gelenlerinden Ebû
Ali Farmedî et-Tûsî’ye (öl. 474/1081) intisap etti.49 Tasavvufta İmam Gazalî’nin
de hocası olan Ebû Ali Farmedî,50 Ebu’l-Kasım Gürganî-i Tûsî ve Hasan elHarakanî gibi meşhur Tasavvuf öncülerinden ders almıştı.51 Vezir Nizâmü’lMülk’ün son derece saygı gösterdiği Farmedî, kendisine has usulle Tarikatta
güzel bir yol izlediği kaydediliyor.52
Dolayısıyla Sufiyane dinî hayatında da önemli şahsiyetlerden ders alan
Yusuf Hemedanî, aralarında Hasan Endakî (öl. 552/1157), Abdullah Berkî (öl.
555/1160-61), Hoca Ahmed Yesevî (öl. 562/1166) ve Abdülkadir Geylanî’nin
(öl. 562/1166) de bulunduğu önemli şahsiyetler yetiştirdi.53
Hemedanî’nin Merv’deki (Merve’r-Rûd) Hankâhına gelen yüzlerce insan,
onun yaşantısı ve nasihatlerinden istifade ediyorlardı.54 Bu zamanının sayılır
allamesi, öğrencilerine dönemin Horasan Şeyhlerinin genel şiârı olan Hz.
Peygamber (a.s) ve Ashabının yolundan gitmeleri tavsiyesinde bulunuyordu.55
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Camî, Nefehât, s. 375.
Camî, Nefehât, s. 375; İbn Hellikân, V, 78.
Reşehât, s. 15; İbn Hellikân, V, 78; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 88, not, 9.
İbnü’l-Esîr, XI, 80; İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Camî, Nefehât, s. 375; İbn Hellikân, V, 78.
Reşehât, s. 15; Camî, Nefehât, s. 375; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 89.
Sübkî, Tabakât, VI, 309
Abdu’l-Gafir, Târîhu Nîsabûr, s. 628; Sübkî, Tabakât, V, 306; Camî, Nefehât, s. 378; Hoca
Muhammed Pârsa, Risâle-i Kudsiye, trcm. Abdullah Salahi-i Uşşakî, Matbaa-i Ahmed İhsan,
İstanbul 1323, s.13-14.
Abdu’l-Gafir, Târîhu Nîsabûr, s. 628; İbnü’l-Esîr, X, 209; Camî, Nefehât, s. 368; Sübkî,
Tabakât, V, 306; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 382.
Reşehât, s. 15-17; eş-Şa’ranî, Abdulvahhâb, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Mısır t.y., I, 116-117; F.
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 94.
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Şa’ranî, Tabakât, I, 116-17; İbn Hellikân, V, 79.
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 125; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92.
130 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
Yusuf Hemedanî’nin ilmî şahsiyeti, zühdü, ibadeti, Sünnet ve Ashabın
yolunda oluşu gibi hayat tarzının farkında olan Sultan Sencer, kendisiyle daha
yakın bir irtibat kurma kararına vardığı anlaşılıyor. Bu sırada henüz Meliklik
dönemini yaşayan Sultan Sencer, 504/1110 tarihinde Semerkand’ta bulunan
Yusuf Hemedanî’ye bir mektup göndererek Onun yaşantısının inceliklerini
öğrenmek istemişti.56 Cevap olarak önce bir şey yazdırmak istemeyen Hemedanî,
öğrencilerinin ısrarı üzerine, “Bizde, Şer’i Nebevîye uygun ne gördü iseniz
yazın” tavsiyesinde bulundu.57 Nelerin yazıldığı hususunda bir bilgiye sahip
değiliz. Ancak bunların Sultan Sencer’in zahidâne bir hayat tarzı
benimsemesinde ve Tasavvuf erbabının vasıflarından bir çoğunu taşımasında
etkilerinin olduğu muhakkak.58
SENCER BEY’de TASAVVUFÎ VASIFLAR
a. Sünnete Olan Bağlılığı
Dinî akideleri ve amelî uygulamalarında Ehl-i Sünnet yolunu benimseyen
Selçuklu ailesi, bu anlayışı siyasetlerinin esası olarak kabul etmiş, onun
yaşanması, yaşatılması ve müdafaası için azamî gayret göstermişlerdi.59 Selçuklu
Sultanları dinî yaşantılarını bu anlayışa göre yerine getiriyor ve buna büyük bir
itina gösteriyorlardı.60 Bunlar arasında, erken yaştan itibaren Horasan’da ilmî bir
muhitte kalan Sultan Sencer’in zahidane dinî hayatı dikkat çekiyor. O, işlerinde
Sünnet yolunu takip ediyor,, siyasetini adaletle yürütmüyordu.61 Onun Hadise ve
Sünnete olan bağlılığı, Yusuf Hemedanî’nin vasıflarını hatırlatıyor.62 Ona göre
Tarikatta manevî mertebe kazanmanın en kısa, en sağlam ve en hatasız yol
Sünnete ittiba olarak gösteriliyor63 Buna göre Kitap ve Sünnet ölçü olarak
56
57
58
59
60
61
62
63
F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92.
Aynı yer.
Aynı yer.
Bk. . O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk İslâm, s. 316 vd.; F. Köprülü, Türk TârIh-i Dînisi, s.
271, 287.
Ravendî, I, 85, 97; Bundarî, s. 39; Aksarayî, s. 17.
Cüzcanî, Tabakât, I, 304.
Bk. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 125; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92; Mehmed Şerafeddin
(Yaltkaya), “Sencer ve Gazalî”, Dâru’l-Fünûn İlahiyât Fakültesi Mecmuası, Yıl: l, Sayı: l,
39-57, İstanbul 1341/1925, s. 39; Köymen, M. Altay, “Sencer”, İslâm Ansiklopedisi, MEB,
X, 486-493, İstanbul 1983, X, 493.
Bk. İmam Rabbanî, Ahmed b. Abdü’l-Ahed, el-Farukî es-Serhendî, Mektubat, Arapça. M.
Murad el-Menzilevî el-Mekkî, İstanbul 1969, I, 62,131.
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 131
alınıyor, bunların dışına çıkmalar makbul görülmiyor ve kurtuluşun da ancak bu
yolda olduğuna dikkat çekiliyor.64
Ehl-i Sünnet yolunda dinine bağlılığıyla tanınan Sultan Sencer’in,65
Müslüman toplumun bu anlayışa göre yenilenmesine çaba harcaması, İslâm
ahkâmının revaç bulması, yaygınlaşması ve her tarafta canlılık arz etmesi
yönündeki gayretleri, hem saltanatının gereği ve hem de tasavvuf öncülerinin
tavsiye ettikleri vasıflar arasında bulunuyordu.66 Sultan Sencer’in batınîlere karşı
verdiği amansız mücadeleler, onun bu yöndeki gayretinin bir örneğini oluşturur.67
b. İbadete Düşkünlüğü
Kendini ibadete vermek, devamlı bu halde bulunmak, Tasavvuf erbabının
en önemli vasıflarından biri olarak görülüyor.68 İslâm dininde Namaz, ibadetlerin
en başta olanı ve ilk akla gelenidir. Başta Hz. Peygamber (a.s.), Ashabı ve bunları
takip edenler olarak ilim erbabı, Tasavvuf ehlinin en çok meşgul oldukları
ibadetin Namaz olduğu bilinen bir husustur. Çünkü Namaz, ibadetlerin en
ekmeli, camii ve hulasası sayılıyor.69 Kul, Cenab-ı Hakkın Ulûhiyeti, Saltanatı
karşısında aczini ve fakrını Namazla huzura durarak ilan ve ifade ediyor. Sünnete
ittibaı esas alan Tarikatların ortak vasıfları olan zikrin en güzel ifadesi Namazla
yerine getiriliyor.70 Her ibadeti içinde bulunduran Namaz, insana yekîn ve ilahî
marifet kazandırıyor.71 Bu ise insana haz, şevk, ferahlık, kalp ve ruhuna sekînet
getiriyor.72
Sultan Sencer’in de bu manaları kendinde hazmeder bir şekilde, arifane bir
kavrayışla ibadetinin müdavimi olduğu anlaşılıyor.73 Mîrhand’ın konuyla ilgili
kaydı, Sultan Sencer’in bu durumunu ispat eder mahiyettedir. Bu müellifin
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye, s. 57. İmam Rabbanî, Mektubât, I, 383.
O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 248.
Bk. Cüzcanî, Tabakât, I, 304; Mîrhand, Ravzât, IV, 310; İmam Rabbanî, Mektubât, I, 143.
İbnü’l-Esîr, X, 531, 647; Mîrhand, Ravzât, IV, 310; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm,
s. 240, 322; amlf. Cihan Hâkimiyeti, I, 200.
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, II, 467.
Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye, s. 51.
Bk. Aynî, Tasavvuf Tarihi, s. 192; Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye, s. 37.
Mekkî, Ebû Talib Muhammed b. Ali b. Atiye el-Harisî, Kûtu’l-Kulûb fî Muâmeleti’l-Mahbûb ve
Vasfi Tarîki’l-Mürîd ilâ Makami’t-Tevhîd, Mısır 1961, I, 221; Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye, s.
51.
Kuşeyrî, Abdülkerim b. Havâzin Ebu’l-Kasım, Kuşeyrî Risâlesi, Haz. Süleyman Uludağ, Dergah
yay. İstanbul 1981, s. 489.
Bk. Mîrhand, Ravzât, IV, 311; M. Şerafeddin, “Sencer”, İlâhiyat Mecmuası, I, 40.
132 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
anlattığına göre, Sultan’ın annesi Seferiyye Hatun Merv’de vefat ettiğinde
(515/1121), cenaze namazı kılınacağı zaman Sultan Sencer, farz namazlarını
kazaya bırakmayan birinin kıldırmasını istemiş, ancak böyle biri çıkmayınca
kendisi öne çıkarak bu görevi yerine getirmişti.74 Buna göre Sultan Sencer,
namazını kazaya bırakmayan bir Sultan ve kendilerini ibadete veren tasavvuf
erbabıyla ortak vasfı taşıyan arif bir şahsiyetti.
c. Zühd ve Takvâ Sahibi Oluşu
Marifet ehli şahsiyetlerin vasıflarından bir olan Zühd, yani dünyaya iltifat
etmemek, kesben olmasa da kalben onu terk etmek; mala, ziynete, görkemli
yaşantıya değer vermemek, azla iktifa etmek gibi hallerin,75 Sultan Sencer’in
yaşantısında da yer bulduğu anlaşılıyor.76 Çünkü O, dünyaya fani güzüyle
bakıyor,77 azla yetiniyor, kendisinde olanları başkalarıyla paylaşma anlayışını
taşıyordu.78
Tasavvuf erbabına göre Zühd, bir manada iktisat demek.79 Bu ise Sultan
Sencer’in hayatında önemli bir yer tutuyor. Sultan, yemek hususunda80 ve
bilhassa işlerinden arta kalan zamanını ilmî mahfillerde değerlendirerek81 israftan
sakındığı gibi, giysisinde de iktisadı tercih ettiğini, yani bu konuda da zahidane
bir yol izlediğini görüyoruz. O, giysilerine fazla önem vermiyor, görkemli
giysiler yerine daha sade olanları tercih ediyordu.82
Cenab-ı Hakkın hoşlanmadığı şeylerden uzak durma demek olan “Vara”,83
Zühdün ilk adımını oluşturuyor.84 İbadetlerin esası, itaatin temeli sayılan85 ve
Tasavvuf erbabının en çok üzerinde durduğu Takvâ, muharrematı terk etmek,
şüpheli olanlardan sakınmak, helâl olanlarda iktisadı benimsemek gibi daha
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
Aynı yerler. Ayrıca bk. İbnü’l-Esîr, X, 593.
Bk. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, II, 368; . Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 492;
M. Şerafeddin, “Sencer”, İlâhiyat Mec. I, 40, 57.
Bu ise Tasavvuf’taki Fenâ Fillah ve Terk-i Terk anlayışını hatırlatıyor. Bk. Hoca Pârsa,
Risâle-i Kudsiyye,s.82.
Bundarî, s. 247.
Kuşeyrî, Risâle, s. 253.
Bundarî, s. 247.
Ravendî, I, 167.
Bk. Ravendî, I, 167.
Haris el-Muhasibî, Ebû Abdullah, er-Riâye Li Hukukillah, Tah. A. Kadir Ahmed Atâ, y.y.
1970, s. 40-45.
Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 399.
Haris el-Muhasibî, Riâye, s. 40-45.
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 133
birçok manalara geliyor.86 Bir manasıyla da Allah’tan korkmak, O’ndan
utanmak, O’nun emirlerine boyun eğmek olan takvâ, velayet mertebesine
ulaşanların vasfı sayıyor,,87 Allah katında “Emîn” makamı kazandırıyor..88 Yekîn
sahibi olmanın, “Rıza” mertebesine varmanın yolu da takvâdan
geçiyor.89Yaşanan bu hal, hem marifet ilmini kazandırıyor ve hem de “Allah’tan
en çok korkanların ilim ehli olduğunu”90 gösteriyor.
Bu hal ve manaların Sultan Sencer’in yaşantısında yer bulduğunu, o’nun
yakîni anlamda Allah korkusu taşıdığını, “(O), Allah’tan korkar”91 kaydından
anlamamız mümkündür.. Sultan’ın ilahî emir ve yasaklar çerçevesinde İslâm
ahkâmına tazelik kazandırması da,92 takvâ yolunda yürüyüşünün bir emaresi
olmalı. Anlaşılan Sultan, şahsî hayatını, devlet idaresi, millet yönetimi, her bir
muameleyi İslâm ahlâkı ve Tasavvuf erbabının tavsiye ettiği takvâ üzerine
yürütüyordu..
ç. Cömertliği
Cömertliğin, diğer adıyla sahavetin İslâm ahlâkı ve sosyal hayatta önemli
bir yere sahip olduğu bilinen bir husustur. Cenab-ı Hakkın “Rahman” sıfatı, bir
manasıyla iyi-kötü ayırımı yapmaksızın herkese ihsanda bulunmayı ifade
ediyor..93 Hz. Peygamber (a.s) ve Sahabîleri bunun en güzel örneğini
vermişlerdir.94 Bu güzel haslet, açılan bu yolu takip eden marifet ehlinin de
vazgeçilmez vasıflarından biri olarak görülüyor.95 Abdullah b. Mübarek, irfan
mektebi Horasan örneğinde bunlardan biri olarak gösterilebilir. Onun, her yıl
fakirlere yüz bin dirhem infakta bulunduğuna yer veriliyor.96 Yusuf
Hemedanî’nin hocası Ebû Ali Farmedî de, öğrencilerine bol ihsanda bulunuyor,
kendisini ziyarete gelenlere, kimsesizlere kapısını açık tutuyordu.97 Sultan
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
Haris el-Muhasibî, Râiye, 40-45,49; Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 284.
Kur’an, 4/13
Kur’an, 44/51
Bk. Haris el-Muhasibî, Râiye, s. 49; Kuşeyrî, Risâle, s. 283-84.
Kur’an, 35/28
Ravendî, I, 167
Cüzcanî, Tabakât, I, 304.
Ebû Nuaym, Hilye, X, 233.
Bk. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 129.
Bk. Kuşeyrî, Risâle, s. 285.
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 141.
Sübkî, V, 306.
134 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
Sencer’in büyük hürmet gösterdiği Yusuf Hemedanî de, Merv’deki hankâhında
belki yüzlerce insanı ağırlıyordu.98
Cömertlik, Selçuklu Sultanlarının da ortak özelliklerinden biri. Başta
Tuğrul Bey olmak üzere, Selçuklu ailesi ilim ehline, din büyüklerine, şeyhlere,
düşünürlere ve sanat erbabına büyük miktarda ihsanda bulunuyorlardı..99 Halk ve
fakir insanlar da bundan ayrı tutulmuyor, onlar da her fırsatta sultanların
ihsanlarına mahzar oluyorlardı.100
Büyük Selçuklu tahtının son sahibi Sultan Sencer de, hem aileden gelen
saltanat teamülü ve hem de aralarında bulunduğu, sohbetlerine katıldığı ilimmarifet ehlinin101 bu konudaki yaşantılarıyla hemhal olması nedeniyle,102 ihsanı
bol Sultan olarak tanın..103 İlim ehli, Tasavvuf erbabı ve Şairlerin Sultanın hususî
ihsanına mahzar oldukları biliniyor.104 Nitekim Semerkand’ta bulunan Yusuf
Hemedanî’ye mektup gönderen Sultan, bunun yanında Hemedanî’nin
öğrencilerine de 50.000 altın bağışta bulunmuştur.105
Cömertliğin her türlüsüne başvuran Sultan Sencer, aralıksız beş gün
süreyle dağıttığı mal varlığı Onun bu vasfını göstermesi bakımından önem arz
eder. İbn Hellikân’ın kaydına göre Sultan, bu zaman içerisinde zaruri ihtiyaç
maddeleri, hilatler ve dönemin değerli sayılan malı Atlar vs. dışında, aynî olarak
bağışladıkları 700 bin dinar olduğuna yer veriliyor.106
İnsanlara ikramda bulunmak, iyilik yapmaktan zevk duyan Sultan
Sencer,107 hazinesinde hırs gösterircesine mal biriktirmeyi değil, onları yerinde
harcamayı, ihsanda bulunmayı tercih ettiği görülüyor. Sultanın hazinedarının bu
konudaki ifadeleri, bunun şahidi mahiyetindedir. Hazinede önemli miktarda mal
birikiminin oluşması üzerine Hazinedar, bir gün Sultan’a, hazinelerinde bin atlas
kumaşın biriktiğini kendisine göstermek istedi. Ancak Sultan susmayı tercih
ederek herhangi bir şey söylemedi. Onun bu halinden mevcut durumdan memnun
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79.
Bundarî, s. 25,47; Aksarayî, s. 116; O. Turan, Cihan, I, 178.
Bundarî, s. 47; Aksarayî, s. 116.
Ravendî, I, 167; M. Şerafeddin, “Sencer”, İlâhiyat Mec. I, 39.
Aynî, Tasavvuf Tarihi, s. 221.
İbnü’l-Esîr, XI, 222; İbn Hellikân, II, 427; Bundarî, s. 124,246; Mîrhand, Ravzât, IV, 310.
Bk. Bundarî, s. 246; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 248.
F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92.
İbn Hellikân, II, 427.
Bundarî, s. 246.
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 135
kaldığı sanmıştım. Bunun üzerine hazinede olanların tamamını ortaya çıkararak
sergiledim ve kendisine “mal varlığına bakmayacak mısın? Size bahşedilen bu
kadar nimete karşılık Allah’a şükretmeyecek misiniz” dedim. Bunun üzerine
Sultan, Allah’a hamd, övgüde bulunarak “Benim gibisi hakkında mal üstüne
mal biriktirmiş konuşulması yakışık almaz.” Sultan bunun akabinde Emirlerin
huzura girmelerine izin vererek, bu kadar değerli kumaşları onlar arasında
paylaştırmışt.108 Bu durum, Sultan Sencer’in saltanatına yakışır bir yaklaşımını
ve cömertlikte de tasavvufî bir hayat tarzı benimsediğinin örneğini yansıtıyor.
d. Şefkat ve Merhameti
Şefkat ve merhamet, Tasavvuf literatüründe Sıddîkların vasıflarından biri
sayılıyor.109 Tarikat öncülerinden Seyyid Ahmed er-Rufaî (öl. 578/1182)110 de bu
konuda, “Allah’ın rahmetine yaklaştıran, rızasını kazanmayı sağlayan vasıflardan
birinin de yaratılanlara şefkat göstermek” olduğunu ifade etmiştir.111 Hz.
Peygamber (a.s.), sahabîleri ve bunları takip eden büyük şahsiyetler, bu vasıfların
da en güzel örneği ve öncüleridirler. Hukukullah’a riayet, mahlûkata şefkat,
güzel ahlakın da temelini oluşturuyor. Bu bakımdan başta insan olarak, her var
olana karşı şefkat ve merhametle yaklaşmak, yumuşak huylu, kibar sözlü olmak
güzel ahlakı oluşturan vasıflar arasında görülüyor.112
Sultan Sencer’in beğeni ile izlediği Yusuf Hemedanî ve bunun hocası Ebû
Ali Farmedî, kendi zamanlarında şafkat ve merhamette örnek olmuşlardı.113 Bu
çerçevede Sultan Sencer’in Tasavvufa olan temayülünün izlerini, onun azami
şefkat ve merhametli oluşunda da görüyoruz. Onun şefkat ve merhameti bazen
muztar olanların, sıkıntıya düşenlerin ellerinden tutmakla kendini gösteriyor.. 114
Sultan, müşfikliğini bazen de ihsanı, hakkaniyeti ve dürüstlüğüyle yansıtıyor.115
Sultan Sencer’in, kendisini gücendirenleri görmezlikten gelmesi, zararı
dokunanlara bile iyilikte bulunması Onun şefkat ve merhametinin ayrı bir
tezahürüdür.116 Ümerası tarafından kendisine karşı işlenen büyük kabahatleri bile
108
109
110
111
112
113
114
115
116
İbn Hellikân, II, 427.
Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 78.
Hayatıyla ilgili bk. İbn Hellikân, I, 171-172; Ziriklî, Hayreddin, el-A’lâm, Beyrut 1990, I,
174.
Bk. Sübkî, VI, 25.
Bk. Sübkî, II, 282.
Sübkî, V, 306; Camî, Nefehât, s. 368.
Bundarî, s. 246.
Ravendî, I, 164; Bundarî, s. 246; Mîrhand, Ravzât, IV, 310.
Bk. Bundarî, s. 124.
136 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
affetmesi, Sultanın hem siyasetine, saltanatına yakışır bir davranış hem de şefkat
ve merhametin bu derecesinin ancak ilim-marifet sahibi şahsiyetlerde görülen bir
meziyet olduğunu göstermişti.117
Sultan’ın reayasına, halkına olan düşkünlüğü, onlara yumuşaklıkla
yaklaşması, merhametle muamele etmesi,118 adını dünyaya duyurmuş bir Cihan
Hâkimine119 layık bir davranış, sûfiyane de bir hal arz ediyor.120
Şefkat ve merhametin, Sultan Sencer’in yüzünün güzelliğine de
yansıdığı121 ve alnında da hissedildiğine yer veriliyor.122 Bu arada marifet ehlinin
yüzlerinin nuranî, sözlerinin rahmanî, tabiatlarının zarif ve ruhlarının inceliği123
Sultan Sencer için de söz konusu olduğu görülüyor.124
SONUÇ
Horasan, ilk İslâmî fetihler sonrasında ilmin merkezi, faziletlilerin kaynağı
durumuna gelmiş. Belh, Isfahan, Herat, Merv ve benzeri şehirlerden, adını
dünyaya duyurmuş ilmî şahsiyetler çıktı. Bu coğrafyada İslâmî ilimlerin her bir
dalında olduğu gibi, Tasavvuf alanında da zenginleşme yaşanarak, çok sayıda
Tasavvuf öncüleri yetişti. Bu durum, ilmin koruyucuları olan Selçuklular
döneminde daha bir hız kazanarak zirveye ulaştı.
Horasan’ın önemli ilim merkezlerinden biri olan Merv şehri, aynı zamanda
öteden beri bölgedeki yönetimin yürütüldüğü yerdi. Selçuklu ailesinden buraya
ilk gelen Çağrı Bey, son yerleşen ise Sultan Sencer oldu. Daha çocuk yaşta
“Melik” unvanıyla Merv’e yerleşen Sultan Sencer, burada gelişmiş bir ilmî
ortamla karşılaştı. Ömrünün yirmi yılını Meliklik, kırk yılını da Selçuklu Sultanı
olarak bu şehirde geçiren Sencer, zamanının bir bölümünü ilim ve tasavvuf
erbabıyla geçiriyordu. Dönemin önde gelen Horasan Şeyhlerinden Yusuf
Hemedanî ile de irtibat kuran Sultan Sencer’in Tasavvufî bir yol izlediği
görülüyor.
117
118
119
120
121
122
123
124
Aynı yer.
Bk. İbnü’l-Esîr, XI, 222; Mîrhand, Ravzât, IV, 319
Mîrhand, Ravzât, IV, 310.
Sultan Sencer’in reayasına olan düşkünlüğü, Hz. Peygamber’in (a.s.), Kur’an’da yerini bulan
Mü’minlere olan düşkünlüğünü hatırlatıyor, bk. Tevbe, 128.
Bundarî, I, 167.
Mîrhand, Ravzât, Iv, 319.
Aynî, Tasavvuf Tarihi, s. 221.
Bk. Mîrhand, Ravzât, IV, 319.
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 137
Sultan’ın Ehl-i Sünnet anlayışı istikametinde dinî emirleri yerine getirmesi,
ibadete düşkünlüğü, takvası, İslâm dininin revaç bulması için gayret göstermesi,
cömertliği, şefkat ve merhametli oluşu, tebaasına azamî itina göstermesi, Onun,
Tasavvufî yaşantısının öne çıkanlarını oluşturuyor.
KAYNAKÇA
Ali b. Hüseyin, Reşehât Aynü’l-Hayât, çev. Mehmed b. Mehmed Şerîf el-Abbasî,
Matbaa-i Âmire, İstanbul 1279.
Abdurrahman b. Ahmed Câmî, Nefehâtü’l-Üns Min Hadarâti’l-Kuds, nşr. Mehdî
Pûr, y.y, 1337.
Abdu’l-Gafir el-Farisî, el-Hafız Ebu’l-Hasan b. İsmail, el-Halkatu’l-Ûlâ Min
Târîhi Nîsâbûr el-Muntahab Mine’s-Siyâk, İntihâb, el-Hafız Ebû İshak İbrahim
b. Muhammed b. el-Ezher es-Sarîfînî, İ’dâd. Muhammed Kâzım el-Mahmudî,
Kum hş.1362/1403 hk.
Askalanî, Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Ali, Kitâbu’l-İsâbe fî Temyîzi’sSahâbe, Beyrut 1328.
Anonim, Hudûdu’l-Âlem Mine’l-Maşriki İlâ’l-Mağrib, nşr. Menuçehr Stude,
Tahran 1340.
Avfî, Muhammed, Lübâbü’l-Elbâb, nşr. S. Nefisî, Tahran 1335.
Avfî, Muhammed, Cevâmiu’l-Hikayât, ve Levâmiu’r-Riâyât, nşr. E. Banu
Mussafâ-M. Mussafâ, y.y. 1353.
Aynî, Mehmed Ali, Tasavvuf Tarihi, Kütüphane-i Sûdî, İstanbul 1341.
Barthold, W., Tezkire-i Coğrafya-yı Tarih- i İran, Farsça çev. Hamza Serdâdver,
Tahran 1308.
Belâzurî, Ahmed b. Yahya, Fütûhu’l-Buldân, nşr. A.Enis et-Tabba’- Ö. Enis etTabba’, Beyrut 1987.
Bundarî, Zubdat al-Nusra ve Nuhbet al-Usra, çev. K. Burslan, Horasan ve Irak
Selçukluları Tarihi, İstanbul 1943.
Bursalı Mehmed Tahir b Rifat, Türklerin Ulûm ve Fununa Hizmetleri, Necm-i
İstikbal Matbaası, İstanbul 1327.
138 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140
Cüveynî, Müntecebüddin Bedi’ Atabek, Atabetü’l-Ketebe, nşr. M. Kazvinî-A.
İkbal, Şirket-i Sihami, (Tahran) 1950.
Cüzcanîn, Minhacüddin Ebû Ömer Osman, Tabakat-ı Nâsırî, nşr. Abdülhay
Habibî, Kâbul 1328.
Dehlan, Ahmed b. Zeynî, el-Fütûhâtu’l-İslâmiyye Ba’de Müziyyi’l-Fütûhâti’nNebeviyye, Kahire t.y.
Ebû Nuaym el-İsfahanî, Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakatu’lAsfiya, Beyrut, t.y.
Ebû Nuaym el-Isfahanî, Ahmed b. Abdullah, Kitâbu Ahbâri Isbahan, Leiden
1931.
Gerdizî, Ebû Saîd Abdülhay b. Dahhâk b. Mahmûd, Zeynü’l-Ahbâr, nşr.
Abdülhay Habîbî, y.y. 1347.
Gulamrıza Rızâî, Dânişverân-ı Horasan, Şirket-i Çaphâne-i Horasan, y.y., 1336.
Halîfe b. Hayyât el-Usfurî, Târîh, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut 1414/1992.
Handmîr, Gıyaseddin b. Humâmüddin el-Hüseynî, Habîbü’s-Siyer, nşr.
Muhammed Debîr Siyakî, Tahran 1353.
Haris el-Muhasibî, Ebû Abdullah, er-Riâye Li Hukûkillah, Tahk. Abdülkadir
Ahmed Atâ, Dârü’l-Kütüb el-Hedîse, y.y. 1970.
Herevî, Seyf b. Muhammed b. Ya’kub, Târîhnâme-i Herat, tashih, Muhammed
Zübeyr es-Sıddîkî, Kalküta 1943.
Hoca Muhammed Pârsa, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, trc. Abdullah Salahi-i
Uşşakî, Matbaa-i Ahmed İhsan, İstanbul 1323.
Hüseynî, Sadruddîn Ebû’l-Hasan Ali b. Nasır b. Ali, Ahbâru’d-Devleti’sSelçukiyye, çev. Necati Lügal, TTK., Ankara 1999.
El-Isfahanî, Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakâtu’lAsfiya, Beyrut t.y.
İbn el-Belhî, Farsnâme, ed. G. Le Strange-R.A. Nicholson, Gibb Memurial,
London 1921.
İbn Hellikân, Ebû’l-Abbas Şemseddin Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr,
Vefeyâtu’l-A’yan ve İnbau Ebnai’z-Zaman, Tahkîk, İhsan Abbas, Beyrut, t.y.
Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 139
İbn Havkal, Ebû’l-Kasım en-Nusaybî, Kitâbu Sureti’l-Arz, Beyrut t.y.
İbn Kesîr, İmâdüddin Ebu’l-Fidâ Ömer, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut 1978.
İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1957-60.
İbnü’l-Adîm, Kemâleddin Ebu’l-Kasım Ömer, Buğyetu’t-Taleb fî Târîhi Haleb,
nşr.Ali Sevim, TTK. Ankara 1976.
İbnü’l-Cevzî, Cemâleddin Ebî’l-Ferec, Sıfatu’s-Safve, nşr. Mehmed Fahûrî-M.
Revvâs Kal’acî, Beyrut 1406/1986.
İbnü’l-Esîr, İzzeddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Târîh, nşr. CJ.
Tornberg, Beyrut 1979.
İbnü’l-Fakîh, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed el-Hemedânî, Kitâbu’l-Buldân,
nşr. M.J. De Goeje, Brill 1885.
İbnü’l-İmâd, Abdulhay el-Hanbelî, Şezeratü’z-Zeheb fî Ahbâri Men Zeheb,
Beyrut t.y.
İmam Rabbânî, Ahmed b. Abdülahed el-Farukî es-Serhendî, Mektubât, Arapça.
M. Murad el-Menzilevî el-Mekkî, İstanbul 1969.
İstahrî, Ebû İshak İbrahim b. Muhammed, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, nşr. M.
Cabir, Kahire 1961.
Kâtib Çelebî, Keşfü’z-Zunûn An Esami’l-Kütübi Ve’l-Fünûn, nşr. M. ŞerafeddinKilisli Rifat Bilge, İstanbul 1360/1941.
Kazvinî, Zekeriyya b. Muhammed, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd,, Beyrut
1969.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ yay., 9. bask.,
Ankara 2003.
Köprülü, M. Fuad, Türk Târîh-i Dînisi, Dâru’l-Fünûn Matbaası, İstanbul 1341.
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 141-156
HUCURÂT SÛRESİNİN İŞARET ETTİĞİ TEMEL İNSANÎ
VE AHLÂKÎ İLKELER
Muammer İPEK
Özet
Kur’an-ı Kerîm; bâtılın, olumsuzluğun, akla ve mantığa uymayan hiçbir
şeyin bulunmadığı, tam tersine başından sonuna kadar öğüt ve
nasîhatlerin, edep-ahlâk ve nezâket kurallarının bulunduğu, kalplerdeki
manevî hastalıklara şifâ ve nûr olan yüce Allah’ın gönderdiği mukaddes
bir kitaptır. Söz konusu Hucurât sûresi, Müslümanları kötü huy ve
alışkanlıkları terk etmeye davet eden temel ahlâkî öğütler içeren sûrelerden
birisidir. Dolayısıyla sûre, her meslekten ve her kademeden insanlara;
dünya ve âhiret yaşantısına yönelik ibretler, tecrübeler, öğüt ve nasihatler
içermektedir. Özellikle de eğitim-öğretimle meşgûl olan eğitimcilerin bu
mübarek sûre ile tanışmaları, onu okuyup anlamaları ve muhtevası
doğrultusunda eğitim-öğretimlerinde kendilerine rehber edinmelerinde
yarar vardır.
Anahtar Kelimeler
Kur’an, Hucurât Sûresi, âyet, âdâb-ı muâşeret, kötü huy, gıybet, kardeş eti
yemek.
"BASIC HUMANITARIAN AND MORAL PRINCIPLES
SIGNIFIED IN SÛRA AL-HUJURÂT"
Abstract
The Holy Quran is a book sent by God that never contains any false
contrary to mind and logic. However, it includes, from beginning to end,
advices, rules of decency, morality and courtesy, and is a healing and light
for the diseases of heart. The Surah al-Hujurât is a surah of morality and
decency that invites Muslims to leave bad manners and habits. Therefore,
this surah addressees to mankind from every profession and every stage
and contains lessons, experiences, advice for our lives in this world and the
hereafter. Especially it is beneficial if the educators are acquainted with
this blessed surah, read and understand and take its contents as their guide
in education.
Key Words:
The Quran, Sûrah al-Hujurât, verse, etiquette, bad habit, presumption, to eat
dead brother’s meat.
142 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156
GİRİŞ
Hz. Peygamber’in evi, Arapça’da hucre (‫ )حجرة‬çoğulu (‫ )حجرات‬kelimesiyle
ifade edilen dokuz odadan oluşmakta idi. Dördüncü âyette bu kelime geçtiği için
sûreye Hucurât ismi verilmiştir. Hucurât sûresi, Medine’de Hicret’in IX. yılında
nâzil olmuştur. Sûrede, Müslümanların Allah’a ve Resûl’üne karşı riâyet etmeleri
gereken edep, kendi aralarında ve başkalarıyla ilişkilerinde takınmaları gereken
ahlâkî tavır konularında buyruk ve tavsiyelere yer verilmiş, mü’minler arasında
çıkacak ihtilâfların çözüm yolları açıklanmıştır. Bu sûrede mü’minler, güzel
ahlâk kurallarına yönlendirilmektedir. Riâyet edilmesi gereken edep ve ahlâk
kuralları ya Allah ya Resûl’ü ya da başkalarıyla ilgilidir. Başkaları ya imân,
ibâdet ve güzel ahlâk yolunu tutanlardır ya da yoldan sapanlardır (fâsıklardır).
Doğru yolda olanlar da ya bir arada bulunurlar veya ayrı yerlerde.1
Üzerinde duracağımız husûs “insani ve ahlâki ilkeler” olduğundan
konunun tefsir, hadis ve siyer boyutları bu makalenin alanı dışındadır.
Bu sûre, kısa olmasına rağmen yüce ve büyük bir sûredir. Ebedî terbiye
hakîkatlerini ve üstün medenî esasları kapsar. Hattâ bazı müfessirler, bu sûreye
“Ahlâk Sûresi” adını da vermişlerdir.2 Baştan sona kadar nasîhatler, hikmetli
1
2
Hayreddin Karaman, Mustafa Çağrıcı vd. Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, DİB,
Yay., Ankara 2008, c.V, ss. 84-85. Ayrıca bkz: Şahin Güven, Erdemli Toplumun
İnşası (Hucurât Sûresi Tefsiri), Düşün Yayıncılık, İstanbul 2012, s.52. Ayrıntılı bilgi
için ayrıca bkz: Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Feza Yayıncılık ve
Gazetecilik, İstanbul 1992, c. 7, ss. 191-196. Hicret kavramı, kullanıldığı yere göre;
Terk etme, ayrılma, ilgiyi kesme, bir yerden bir yere göçme, taşınma, ayrılma, göçme
anlamlarında kullanılmaktadır. Buradaki anlamı; Hz. Peygamber’in ve sahabelerinin
İslâm’ı gereği gibi yaşamak, diğer insanlara Allah’ın emirlerini duyurmak ve
müşriklerin işkencelerinden kurtulmak amacıyla Mekke’den Medine’ye M.S. 622
tarihinde yapmış oldukları göç. Hicret ile ilgili olarak ayrıca bkz: Enfâl, 8/72.
M.Ali Sabûnî, Safvetü’t-Tefasîr, terc: Sadreddin Gümüş, Nedim Yılmaz, Ensar
Neşriyat, İstanbul 1993, c.VI, ss.135-136. Ahlâk, Arapça’da ‘seciye, tabiat, huy’ gibi
manâlara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur. Başta hadisler olmak üzere
İslâmî kaynaklarda hulk ve ahlak terimleri genellikle iyi ve kötü huyları, fazilet ve
rezîletleri ifade etmek üzere kullanılmış; özellikle iyi huylar ve fazîletli davranışlar
hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlâk, mekârimü’l-ahlâk, el-ahlâku’l-hasene, el-ahlâku’lhamîde, kötü huylar ve fenâ hareketler ise sûu’l-huluk, el-ahlâku’z-zemîme, elahlâku’s-seyyie gibi terimlerle karşılanmıştır. Bekir Topaloğlu vd. İslam
Ansiklopedisi, TDV. Yay. İstanbul 1989,” Ahlak maddesi (Mustafa Çağrıcı), c.2, ss.114; Ayrıca bkz: Ahmet Nedim Serinsu vd. Dinî Terimler Sözlüğü, M.E.B. Yay. Ankara
2009, Ahlâk maddesi, s.9.
Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 143
sözler ve ibretlerden ibârettir. Bu sûrenin bizlere sunmuş olduğu temel ve ahlâkî
ilkeleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
a) Hz. Peygamber’e karşı edepli olmanın gerekliliği,
b) Fâsıkın haberine araştırmadan inanmamak,
c) Müminlerin arasını düzeltmek,
d) İnsanlarla alay etmemek, kaş-göz işaretleri ile dalga geçmemek ve kötü
lakaplarla çağırmamak,
e) Zandan sakınmak, gizlilikleri araştırmak ve gıybet,
f) Takvâlı olmak,
g) İmân ve İslâm arasındaki fark.
Söz konusu maddeleri aşağıdaki detaylandırmada yarar görüyoruz:
a) Hz. Peygamber’e Karşı Edepli Olmanın Gerekliliği
Bu hususla alâkalı âyet-i kerîme meâlen şöyledir: “Ey iman edenler!
Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdınız gibi
ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.”3
Rivâyete göre, esirler konusunda şefâat maksadıyla bedevî Benî Temîm
kabilesinden 70 kişilik bir heyet Hz. Peygamber ile görüşmek üzere Hicret’in IX.
senesinde gelmişler, Peygamber’imiz o vakit, Hz. Âişe’nin odasında Kaylûle 4
uykusunda idi. Odasının arka tarafından kendisine: “Ey Muhammed çık dışarı
yanımıza gel!” diye yüksek sesle bağırdılar ve onu bağırtılarıyla rahatsız ettiler.
Bu olay üzerine sûrenin ilk âyetleri indi.5
3
4
5
Hucurât, 49/2. Hz. Peygamber’e itaat ve O’na karşı edepli davranmanın gerekliliği ile
alakalı olarak bkz: Sabri Hizmetli, İslam Tarihi “Hz. Peygamber’e İtaat Gereklidir”,
Yeni Çizgi Yayınları, Ankara 1995, s. 309.
Kaylûle, gündüz istirahati veya gündüzün evvelinde, kuşluk vaktinde yapılan istirahat.
Türkçe’de; şekerleme, kestirme denilen ve kişinin, uykusunu almak, biraz uyuyup
uykuya olan ihtiyacını gidermek için bir ağaç gölgesinde veya bir sedire uzanarak
uyuması anlamına gelen “Kaylûle” sözüne, gerek Resûlüllah (s.a.s.), gerekse O’nun
ashabının hayatlarında çokça rastlamaktayız. Bkz: Duran Kömürcü vd. Şamil İslam
Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, İstanbul 2000, Kaylûle maddesi. c.IV, s.282.
Ali Salih eş-Şukayri, “ed-Dûrûsü’l-Mûstevhâtü min sûreti’l-Hucurâti”, Al-Tarbiyah
Al-Islamiyah dergisi, S. 11, Baghdad/Al-Mansour 2013, s.19. Başka bir rivâyete göre,
Benî Temîm isimli bedevî kabilesi Hz. Peygamber’i görmek, tanımak ve buna göre bir
ilişki kararı almak üzere Medine’ye gelmişti. Peygamber efendimiz her öğleden sonra
yaptıkları gibi bir süre dinlenmek (Kaylûle yapmak) üzere odalarına çekilmişlerdi.
Kabile mensupları, kendilerine bu durum bildirildiği halde Resûlullah’ın evinin
önünde, kaba bir şekilde “Muhammed, Muhammed!” diye bağırmaya başladılar. Bu
144 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156
Bahis konusu Temîm kabilesinin sergilemiş olduğu davranış ve tutum
karşısında onları ve benzeri davranışlarda bulunabilecek kişileri îkâz ve nasîhat
anlamında inen âyetler şu ahlâk kuralını açıklar ve ortaya koyar ki o da
sahâbelerin, Hz. Peygamber’le konuştuklarında O’nun yüce makamına ve şerefli
mevkiine saygı göstermek için seslerini alçaltmalarıdır. Çünkü O, sıradan
insanlar gibi olmayıp aksine Allah’ın Resûlü’dür. Müminlere gereken, onunla
konuştukları zaman, ona karşı saygı ve hürmetle birlikte edeple davranmalarıdır.6
Kur’an’ın insanı eğitme konusundaki genel prensipleri incelendiğinde,
bunların sevgi ve şefkât duygularının hâkim olduğu bir çerçeveye oturtulduğu
görülür.
Sevgi, İslâm’ın temel bir ilkesidir. Sevgi duygusu Kur’an’da sınır tanımaz
ifadelerle yüceltilmiştir. İnsanın zevklerine hitâb eden, kendisine hoş gelen
kişileri sevmesi aslında, başkasını sevmesinden çok kendisini sevmesidir.
Hâlbuki Kur’an’ın bu konudaki ölçüsü, insanın kendisini sevmeyeni, kendisine
sevimsiz geleni sevmesidir. 7 Bu husûsta Yüce Allah meâlen şöyle
buyurmaktadır: “İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz
onları seversiniz”8
Sevginin bu şekilde tasvîr ve tavsiye edilmesi, onun zirvesinin idealize
edilerek ortaya konması, gerek dinî tebliğde, gerekse insanı eğitmede çok temel
bir ilke olduğunu çağrıştırmaktadır. Bundan dolayı eğitimin her alanında sevgi ve
sevgi ortamı bir ilke olarak düşünülmelidir.9
Hz. Peygamber’imiz, çevresindekilerin hangi birinden olursa olsun,
olumsuz ve nâkıs davranışta bulunan kişilere karşı da merhametle, yumuşaklıkla
mukâbelede bulunurdu. Nitekim Peygamber’imizin bu tutum ve davranışı ile
alâkalı âyet-i kerîmede meâlen yüce Allah: “Sen onlara sırf Allah’ın lutf ettiği
merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç
şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi”10 ifadesiyle O’na, O’nun şahsında
6
7
8
9
10
davranışları hem edebe aykırı idi hem de onu rahatsız etmişti. Ama eğitim ve idrâk
seviyeleri henüz yaptıklarının kabalığını, yersizliğini anlayacak ölçüde değildi.
Ayrıntılı bilgi ve değerlendirme için bkz: Karaman, Çağrıcı vd. a.g.e. c. V, Ankara
2008, ss. 87-88.
Sabûnî, a.g.e. c.VI, s.135.
Abdurrahman Dodurgalı, Ailede Din Eğitimi, Timaş Yayınları, İstanbul 2010, s. 49.
Âl-i İmran, 3/119.
Dodurgalı, a.g.e. s. 49.
Âl-i İmrân, 3/159.
Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 145
ümmetine aynı tutum ve davranışları sergilemeyi öğüt ve emir buyurmuştur.11
Kısacası yaradılanları Yaradan’dan ötürü sevmek konuyu özetlemektedir.
b)
Fâsık’ın Haberine İnanmamak
Yüce Allah, bu sûrede: “Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip
de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmış/günaha batmış
(fâsık)’ın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın”12 meâlindeki
âyetin güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri, doğruluğunu araştırmadan
kabul etmenin uygun olmadığı yönündeki manâsı ve hükmü geneldir, her zaman
ve her mekânda geçerlidir. Sosyal ve hukukî hayatın düzenli yürümesi, haksızlık
ve huzursuzlukların önüne geçilmesi bakımından çok önemli olan bu talîmâtın
vahy edilmesi ibretli bir olay üzerine olmuştur.13 Âyetten çıkan genel hüküm,
durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin
verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm
verilmemesi, harekete geçilmemesidir.
Yüce Allah, eşsiz önder Hz. Peygamber’in şahsında bizlere böylesi
durumlarda doğruluğuna güvenilmeyen kişi veya kişilere inanmamamız
gerektiğini tavsiye etmektedir.
c) Müminlerin Arasını Düzeltmek
Bu sûrenin verdiği derslerin belki de en önemlilerinden biri, 10. âyette
meâlen ifade edilen, “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz”14 buyruğudur. Müfessir
Sabûnî (M.1930), bu âyet hakkında özetle şu mütâlaada bulunmaktadır:
Müminler sadece birbirlerinin kardeşleridir. İmân bağı onları birleştirmiştir.
Aralarında düşmanlık, kin, buğz ve savaş olması onlara yakışmaz. Kardeşlik
sadece müminler arasındadır. Bir mümin ile bir kâfir arasında kardeşlik olmaz.
Âyette, İslâm kardeşliğinin, soy kardeşliğinden daha kuvvetli olduğuna işaret
vardır. Öyle ki İslâm kardeşliği olmayınca, soy kardeşliğine itibar edilmez. O
halde, mümin kardeşlerinizin arasını düzeltin. Aralarında ayrılık çıkmasına ve
11
12
13
14
Edep ve ahlakla ilgili detaylı bilgi için bkz: Abdurrahman Şeref, Ahlâk İlmi,
Osmanlıca’dan günümüz Türkçesine aktaranlar: Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, Elis
Yayınları, Ankara 2012; Hayranî Altıntaş, İslam Ahlâkı (Ders Notları), A.Ü.İ.F.
Ankara 1996.
Hucurât, 49/6.
Konu ile alâkalı geniş bilgi ve âyetin nüzûl sebebi olan olayın detayları için bkz.
Karaman, Çağrıcı vd. a.g.e. c.V, ss. 89-90.
Sâbûnî, a.g.e.,., c. 6, ss.139-144. Ayrıca bkz: Yazır, a.g.e. c.7, s.201.
146 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156
kinin etkili olmasına fırsat vermeyin. Allah’ın emirlerine sarılarak ve
nehiylerinden kaçınarak O’ndan korkun ki rahmet sizi kuşatsın, cennete ve
rızasına nâil olmakla mutlu olasınız.15
Görüldüğü üzere, müminler hem bütün insan kardeşlerinden hem de imân
kardeşlerinden sorumludurlar. Dünyada haksızlığın engellenmesine, din ve
vicdan özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin uygulanmasına
katkıda bulunmak; ülkede ise bunlara ek olarak mümin kardeşler arasındaki
anlaşmazlıkları adâletle çözüme kavuşturmak, haksızlıkta ısrar edenlere karşı
haklının yanında yer almakla yükümlüdürler. Bu âyet, ikinci yükümlülüğe bunun
dayanağı olan kardeşliğin altını çizerek dikkat çekmektedir.16
Bu âyetin muhtevâsındaki emir ve nasîhatler, toplumsal barış, huzur ve
sükûnetin sağlanması açısından çok önemlidir.
d- İnsanlarla Alay Etmemek, Kaş-göz İşaretleri İle Dalga Geçmemek
ve Kötü Lakaplarla Çağırmamak
Bireysel ve toplumsal hayatın en önemli sorun alanlarından olan bu
husûsta yüce Allah’ın emirleri meâlen şöyledir:
“Ey iman edenler! Erkekler diğer erkeklerle alay etmesinler; onlar
kendilerinden daha iyi olabilirler. Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler;
alay edilen kadınlar edenlerden daha iyi olabilirler. Birbirinizi karalamayın,
birbirinize kötü ad takmayın. İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne
kötüdür.”17
Önceki âyetlerde, müminlerin kardeş olduğu ilan edildikten sonra birinin
diğerini karalaması, kişinin kendini karalaması gibidir. Karalamanın Arapça
karşılığı “Lemz’dir. Bu da “el ve dil ile, kaş göz işaretleriyle bir kimseyi
karalamak, küçük düşürmek, şeref ve haysiyyetine leke sürmektir.”18
15
16
17
18
Sâbûnî, a.g.e.,., s.144. Ahlâk ile ilgili detaylı bilgi için bkz: Abdurrahman Şeref, Ahlâk
İlmi, a.g.e. ss.35-38.
Konu ile alakalı açıklama ve değerlendirme için bkz: Karaman, Çağrıcı vd. a.g.e. c. V,
s. 93. Ayrıca bkz: İmam Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn, terc. Mehmed Emre, Bedir
Yayınevi, İstanbul 1974, ss.209-212.
Hucurât, 49/11. Konu ile alakalı olarak bkz: Altıntaş, a.g.e. ss. 112-120.
Konu ile alâkalı açıklama ve değerlendirme için bkz: Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e. c.V,
ss. 94-95.
Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 147
Yüce Allah bu konuyu başlı başına Hümeze adlı sûrede vurgulamış ve
meâlen şöyle buyurmuştur: “Arkadan çekiştiren, ayıp-kusur arayan, servet
toplamış ve onu sayıp durmuş olan herkesin vay haline! O, malının kendisini
sonsuzca yaşatacağını zanneder.” 19 Âyette geçen hümeze kelimesi, “birini
arkasından çekiştirmek, kaş-göz, el-kol işaretleriyle onunla alay etmek,
aşağılamak” manâlarına gelen hemz kökünden türemiş bir sıfat olup “insanları
arkadan çekiştirmeyi, şeref ve haysiyyetlerini yaralamayı alışkanlık haline
getiren, bundan zevk alan kimse” demektir. Lümeze kelimesi de, ayıp-kusur
arayan, benzer davranışları arkadan değil, kişinin yüzüne karşı gösteren kimseyi
ifade eder. Âyetlerin meâllerinden de anlaşıldığı gibi, İslâm dini, insan
şahsiyyetinin ve onurunun korunmasına son derece önem verdiği için Kur’an bu
tür davranışları kınamakta ve böyle davranışlar sergileyenlerin âhirette ateşle
cezalandırılacağını haber vermektedir. 20
Örnekleri çoğaltılabilecek kötü alışkanlık ve huylardan bir başkası ise, yine
insanları onların hoşlanmadıkları, kendilerini küçük düşüren, üzen “kör, topal,
kambur, cüce, vs.” gibi yaradılışlarından gelen niteliklerinden hareketle, hoş
olmayan lakaplarla anmak aklımıza gelenlerden bir kaçıdır.
e) Zandan Sakınmak, Gizlilikleri Araştırmak ve Gıybet
Bu sûrenin 12. âyetinde üç kötü huy ve alışkanlık ele alınmış, etkili bir
üslûpla bunlar yasaklanmıştır. Gerçek bilgi ve kanıta değil, tahmine dayalı hüküm
(zan), insanların gizliliklerini araştırmak (tecessüs) ve insanları arkalarından
çekiştirmek (gıybet).21 Söz konusu üç kötü huy ve alışkanlığa değinen âyet-i
kerime meâlen şöyledir: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı
zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın;
herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan
19
20
21
Hümeze, 104/1-3. Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e., s. 686; Hz. Peygamber’in örnek ahlakı
ile alakalı olarak bkz: Abdullah Aydın, Tam Peygamberler Tarihi, Aydın Yayınevi,
İstanbul 1979, ss.60-70 ve ss.494-498; Ali Yardım, Peygamberimizin Şemâili, Erkam
Yayınları, İstanbul 1998, ss. 391-415.
Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e. c.V, s. 686. Lemz ve Lâkap ile alakalı ayrıntılı bilgi için
bkz: Yazır, a.g.e. c.7, ss. 205-208.
Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e. c.V, s. 96.
148 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156
tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri açıkça kabul
etmektedir, rahmeti sonsuzdur.”22
Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmede yüce Allah, kişilik haklarını ihlâl eden
bu gibi davranışlardan sakınılmasını emretmektedir. Bunlar: kötü zanda
bulunmak, insanların gizliliklerini araştırmak ve gıybet etmektir. Her üçü, kişilik
haklarını ihlâl eden, toplumun huzur ve güvenini sarsan davranışlardır. Her üçü
de kişi ve toplum hayatında tedavisi çok zor yaralar açan birer hastalıktır.
Özellikle gıybet çok çirkin bir davranıştır. Bu çirkinliği yüce Allah, ölen bir
insanın etini yemeye benzetmiştir. Ölü bir insanın etini yemek ne kadar çirkin ise
gıybet de o kadar çirkin bir davranıştır. Bu benzetme müminleri bu davranıştan
alıkoymaya ve gıybet günahının büyüklüğünü beyân etmeye yöneliktir.23
Gerçeklik ihtimâli yüzde ellinin üzerinde bulunmakla beraber kesin
olmayan bilgi ve hükme ‘’zan’’ denir. Başkalarını suçlamak, aleyhlerinde olacak
bir karar almak ve davranışta bulunmak söz konusu olduğunda zanna
dayanılamaz, zan şeklindeki bilgi dayanak ve delil kılınamaz. Çünkü insanlar
hakkında sahip olunan zan ve tahminlerin bir çoğu isabetsiz olmakta,
beklenildiğinin ve sanıldığının aksi gerçekleşmektedir.24
Bu kötü huylarla alakalı Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Zanna
kapılmaktan sakınınız, zan en asılsız haber ve bilgi türüdür. Kulak kabartmayınız,
gizlilikleri araştırmayınız, başkalarını kıskanmayınız, öfkenize kapılmayınız,
birbirinize sırtınızı dönmeyiniz. Bir Allah’ın kulları! Kardeşler olunuz.”25 Yine
Peygamber’imiz: “Birisinin arkasından söylediklerimiz doğru ise, onda bu kötü
nitelik varsa yine de yasak olan gıybet gerçekleşir mi” sorusuna; “Söylediğiniz
onda varsa gıybet etmiş olursunuz, yoksa yaptığınız iftira olur”26 şeklinde cevap
vermiştir.
Hucurât, 49/12. Zannın haram oluşu ile alâkalı Hadis-i şerîf ve açıklaması için bkz:
Müslim, Tahrîmü’z-Zan ve’t-Tecessüs…c.VIII, s.118; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük
İslam İlmihali, Bilmen Basımevi (Bilmen Yayınevi), İstanbul 1970, ss. 461-493.
23
İsmail Karagöz vd. Komisyon, Kürsüden Öğütler “52 Konuda Vaaz Örnekleri”, DİB.
Yay., 670, İlmî Eserler: 111, 2. Baskı, Ankara 2007, ss. 526-527. Gıybet terimi ile
ilgili açıklama için ayrıca bkz: Ahmet Nedim Serinsu vd. Dinî Terimler Sözlüğü,
M.E.B. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü Yay. 4602, Ankara 2009, s. 106.
24
Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e.,., c.V, s.96.
25
Müslim, Birr, 28; İslam ahlâkı ile alakalı olarak ayrıca bkz: Bilmen, a.g.e. ss.461-493.
26
Müslim, Birr,70; Müslim, Tahrîmü’l-Ğiybeti, c.VIII, s.142.
22
Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 149
Yüce Allah, kötü zan ile ilgili bir başka âyet-i kerime’de şöyle
buyurmaktadır: “Allah hakkında kötü zan besleyen erkeğiyle kadınıyla
münafıkları ve müşrikleri de cezalandırsın. Kötülük ve belâ çemberi asıl onların
boyunlarına geçmiştir. Allah onlara gazap etmiş, kendilerini lânetlemiş ve onlar
için cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir varış yeridir!”27
f) Takvâlı Olmak
Yüce Allah, rahmetinin ve hikmetinin gereği, insanları, dil ve renk olarak
uluslar ve kabileler şeklinde yaratmıştır. Sebebini ise, teârüf (tanışma) olarak
beyân etmiştir. Bu husûs, evrensel barışın en temel ilkesidir. İnsanlıkta aslolan,
deri ve dil değil, takvâdır. Ahlâk ve edep sûresi diyebileceğimiz Hucurât
Sûresinin 13. âyetinde bu meseleye dikkat çekilmektedir. Konu ile ilgili şu
rivâyet kaynaklarımızda yer almaktadır: Mekke’nin fethedildiği gün Peygamber
Efendimiz’in emri üzerine Hz. Bilâl, Kâbe’nin damına çıkarak Ezân-ı
Muhammedî’yi okumuş ve bazı müşrîkler ona yönelik olarak: “Muhammed şu
kara kargadan başka birisini bulamadı mı?” diyerek Hz. Bilâl’i tahkîr etmişlerdi.
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur: “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir
kadından yarattık. Hem de sizi şubeler ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi
tanıyasınız. Şüphesiz ki, Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride
olanınızdır.”28
Bu âyet-i kerîmede yüce Allah insanları kabîle ve aşîretlere ayırdığının
hikmet ve sırrını, birbiriyle tanışmak ve yardımlaşmak hakîkatına bina ediyor.
Katında makbûliyetin, ırk ve kabîleye bağlılık değil, ancak takvâ ile olduğunu
beyân buyuruyor. Âyet-i kerîmenin sonunda Allah şöyle buyuruyor: “Şüphesiz
ki, Allah katında en şerefliniz, takva cihetinde en ileri olanınızdır” 29 Bu ilâhi
fermândan anlaşılan hakîkat şu ki, insanların birbirlerine karşı üstünlükleri, soy
ve sop yahut kuru bir iddia ile değil, ancak takvâ iledir. İnsanların en şereflileri
de yüce Allah’ın bütün yasaklarından şiddetle kaçınan müttekîler, yani takvâ
sahipleridir.30 Hz. Peygamber bu husûsta meâlen: "Allah'a karşı muttaki olunuz.
Beş vakit namazınızı kılınız. Ramazan orucunuzu tutunuz. Mallarınızın zekâtını
27
Fetih, 48/6.
Hucurât, 49/13. Ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz: Yazır, a.g.e. c.7, ss. 212-213.
29
Hucurât, 49/13.
30
Takva ve Mütteki ile ilgili Yüce Allah’ın âyetlerinden bazılarını aşağıya alıyoruz:
(Bakara, 2/1-4; Enfâl, 8/29; Nisa, 4/131; Şu’ara, 26/10-11; Şuarâ, 26/106; Şuarâ,
26/124; Şu’arâ, 26/161; Şu’arâ, 26/177; Sâffât, 37/123-124; Yunus, 10/62-64; Âl-i
İmrân, 3/133; Mâide, 5/27; Talâk, 65/2-3).
28
150 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156
veriniz. (Sizden olan) yöneticilerinize itaat ediniz! Böylece Rabbinizin cennetine
girersiniz." 31 buyurmaktadır.
Netice itibariyle tüm problemlerin çözümü, takvâ sahibi olmaktan yani
Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle düzenlenen bir hayat tarzından geçmektedir.
Söz konusu bilincin makâmı da kalptir. Dolayısıyla insanın dünyada huzurlu bir
hayat sürdürebilmesi ve âhiret yurduna hazırlıklı gidebilmesi, ancak gönül
dünyasını tezyîn edecek takvâsıyla gerçekleşebilir.32
Peygamber Efendimiz de bu âyet-i kerimeyi tebyînen vedâ hutbesinde
şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz
Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli
olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Arabın Arap olmayana takvadan başka
üstünlüğü yoktur.”33
g- İmân ve İslâm Arasındaki Fark
Bu sûrenin 14. âyeti, imân ile İslâm arasındaki farkı ele almaktadır. Âyeti kerîme meâlen; “Bedevîler iman ettik dediler. Şunu söyle : ‘Henüz iman
gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz. Bununla beraber
Allah’a ve Resûlüne itaat ederseniz O, yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz. Allah
çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”34
İslâm, sözlükte, “itâat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim
olmak, esenlikte kılmak” anlamlarına gelir. Terim olarak, “Yüce Allah’a itâat
etmek, Hz. Peygamber’in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile
tasdîk edip dil ile söyleyerek inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile
kabul edip benimsediğini göstermek” demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de imân ile İslâm, bazan aynı bazan farklı anlamda
kullanılmıştır. İmân ile İslâm, aynı anlamda kullanılırsa bu durumda İslâm
kelimesi, İslâm’ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm’ı
bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek manasına gelir. İslâm çok geniş
bir kavramdır ve teslîmiyyet demektir. 35
31
32
33
34
35
Tirmizî, Cum'a, 80.
http://www.elestiriyoruz.com/peygamberimizden/takva-ile-ilgili
hadisler/#ixzz2r30PP6Ka (Alıntı tarihi: 21.01.2014).
Müslim, Hac, 18, I. 889. İman.
Hucurât, 49/14. Konu ile alakalı olarak bkz: Nevevî, a.g.e. ss. 287-294.
Karaman vd. İlmihal-I, (İSAM) TDV.Yayınları, İstanbul 1998, s.75.
Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 151
Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla
bildirilen dinin adıdır. Bu dine imân eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan
kimselere de Müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük manâsında
“boyun eğmek, teslim olmak” da vardır. Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak
yaşayan Arap kabîleleri Hz. Peygamber’e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak
için kendisine boyun eğiyor, teslîm oluyorlardı. Bu davranışlarını “imân etmiş
olmak için” yeterli saymaları kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu
âyet inmiştir.36
Bazı ilim ehline göre, her mümin Müslümandır, fakat her Müslüman
mümin değildir.37 Buna da namazı delîl olarak gösterirler. Zira namaz, hem dil,
hem kalp ve hem de bütün vücut uzuvlarıyla yapılan ibâdettir. Bununla beraber
Bakara Sûresinin 14. âyetinde ifâde edildiği üzere münâfıklar: “imân edenlerle
karşılaşınca ‘inandık’ derler, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise “Biz
sizinleyiz, biz yalnızca alay etmekteyiz” derler. Âyetin ifâdesine göre biz de
Müslümanız ve ettik diyenler, imânın üç şartından ikisini yani dil ile ikrâr ve
beden ile ameli yerine getirmiş oluyorlardı. Çünkü onlar da oruç tutuyor, namaz
kılıyorlar, cihâda katılıyorlar, fakat kalplerinden inanarak yapmıyorlardı.
Dolayısıyla bunlara münâfık diyoruz. Çünkü dış görünüş itibariyle Müslüman,
içleri küfür ve iki yüzlülüktür.38
Velhasıl imân, varoluşsal bir durumdur. Mekânı kalp olduğu için dille
ifâde edilemez. Dolayısıyla imân zahirî değil batınî bir yapıya sahiptir. Bir kişi,
Müslüman olduğunu diliyle açıklayabilir. Fakat onun mümin olduğu anlamına
gelmez. Çünkü imânın yeri kalptir. Tarif ve ifâde etmek mümkün değildir. 39
İmânın, bir kalp işi, kalbin tasdîki olduğunu gösteren âyet ve hadislerden
bazıları şunlardır:
36
37
38
39
Bkz: Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e. c.V, s.100.
Her müminin Müslüman olduğu, fakat her Müslümanın mümin olmadığı ile alakalı
ayrıntılı bilgi için bkz: Müslim, Kitabü’l-İman, c.I, ss.144-171’deki Hadis-i şerifler ve
açıklamaları. Ayrıca bkz: Duran Kömürcü vd. Şamil İslam Ansiklopedisi, a.g.e.
Mümin maddesi, (Mahmut Rıfat Kademoğlu) c.6, ss.9-10, Müslim maddesi (Ahmet
Güç), c.6, ss.85-88; Bilmen, a.g.e. ss. 8-17; Karaman vd. İlmihal-I, (İSAM)
TDV.Yayınları, İstanbul 1998, ss.
Ayrıntılı bilgi ve değerlendirme için bkz: eş-Şükayrî, a.g.e. s.23.
Konuya ilişkin açıklama için bkz: Güven, a.g.e. s. 314.
152 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156
“Ey Peygamber, kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık
diyenlerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin…” 40
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar…” 41
“ Allah, cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra
da bakın kalbinde hardal tanesi kadar imânı olan birisini bulursanız onu
cehennemden çıkarın diyecektir.”42
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Bilindiği gibi eğitimin amacı ve başarısı insanın fıtratı doğrultusunda
kemale ermesine yardımcı olmaktır. Buna bir yönüyle de insanî ve ahlâkî değerler
eğitimi diyebiliriz. Bu husûs tarih boyunca bütün sistemlerin amacı olmuştur.
Kaynağını vahiyden alan İslâm medeniyeti de bu yöndeki atılımlarında Kur’an
ve sünnetteki ilke ve uygulamaları esas almıştır. Bu cümleden olarak
çalışmamızın ana konusunu oluşturan Hucurât sûresi bağlamında “temel ahlaki
ve insani ilkeler”, edebî terbiye hakîkatlerini ve üstün medenî esasları
kapsamaktadır.
Yüce Allah’ın bu sûre vasıtasıyla yerleştirmeyi istediği kurallardan biri
genelde beşerî ilişkiler, özelde ise öğretici-öğrenici ve büyük-küçük
münâsebetlerinde uyulması gereken edeptir. Bu evrensel ilke, sûrede sahabePeygamber ilişkisi örneğinde ortaya konmaktadır. Burada öne çıkarılan husûs,
sahâbenin Hz. Peygamber ile konuştuklarında O’nun yüce makamına ve şerefli
mevkiine saygı göstermek için seslerini alçaltmalarıdır. Gerçi Hz.
Peygamber’imiz, kendi şahsına yapılan kaba hareket ve davranışlar karşısında
asla alınganlık göstermeyen, kızmayan, son derece hoşgörülü bir mizaca sahip
örnek bir kişiliğe sahipti. Fakat kanaatimizce burada verilmek istenen mesaj;
sözünü ettiğimiz edeb yanında Allah’ın hoşnutluğuna ve sevgisine mazhar
olabilmenin yolu, peygamberimize itaat, hürmet, saygı ve sevgiden geçer.
Söz konusu ilke doğrultusunda insanî görev ve sorumlulukları yerine
getirecek olanların, özelikle de gençliğin din, millet, vatan gibi değerlere bağlı
40
41
Mâide, 5/41.
En’âm, 6/125.
Buhârî, “Îmân”, 15; Müslim, “Îmân”, 82. (Karaman vd. İlmihal-I, (İSAM)
TDV.Yayınları, İstanbul 1998, ss. 68-69) naklen.
Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 153
olması; öğretmenlerin ise liyâkatli, edepli, vicdânlı ve imânlı olması gerektiğine
milli şâirimiz M. Âkif Ersoy şöyle temas etmiştir:
“Muallimim” diyen olmak gerekli imanlı
Edebli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.43
Âkif’in nitelediği öğretmen tasavvurunun ötesinde Hz. Peygamber, güzel
öğretmenlik vasıflarını taşıyan en iyi, en şefkâtli, en sevilen, en hoşgörülü, en
ideal bir öğretmendi. Zîrâ O’nun ahlâkı, Kur’an ahlâkı idi. Kur’an’ın dışında boş
sözler söylemez, sözleri ibret ve hikmetlerle dolu idi.44
Hz. Peygamber nübüvvetin bir gereği olan “talîm”i gerçekleştirmek için
bütün devirlerin en çok sevilen, en etkili ve en başarılı eğitimcisi olmuştur. O,
kendi ifadesiyle “Muallim olarak…” ve “En güzel ahlâkı tamamlamak için”
görevlendirilmiş,
“Hepiniz
çobansınız,
hepiniz
maiyetinizdekinden
sorumlusunuz” sözü ile eğitim-öğretime son derece önem atfeden büyük ve örnek
insandır. Allah’ın Okulu’ndan aldığı ilmiyle âmil olup o doğrultuda hareket
ediyor idi. Nitekim O’nun evindeki hucurat/odalar başka bir ifâde ile eğitim
yerleri, Allah’ın övgüsüne mazhar olmuş, topluma ahlâk ve edep eğitimi
vermiştir. Yine Hz. Peygamber’in açmış olduğu Nebevi Suffe Okulu, önemli
görevler icra ediyordu. O, sadece çocukların değil, büyüklerin de öğretmeniydi.
İslâm’ın güzelliklerini, hakkı ve hakîkati anlatıyordu. O, bahsi geçen okulda hem
gönüllere hem beyinlere hükmetti. Kalplerin sevgilisi, akılların öğretmeni,
nefislerin terbiyecisi oldu.
Okuma-yazma bilmeyen ve okulu, gazetesi, kitabı, televizyonu olmayan,
öğrenme kültürü bulunmayan bir topluma öğretmenlik yaptı. Ümmî bir toplumu
23 sene gibi kısa sürede dünyanın en medenî, en adâletli toplumuna dönüştürdü.45
43
44
45
Safahat, Huzur Yayıncılık, İstanbul 1989, s. 281.
Hz. Peygamber’e 10 yıl hizmet eden Hz. Enes’in peygamberimizin örnek ahlâkına
ilişkin açıklamaları için bkz: Müslim, c.VIII, ss. 68-70 .
Hz. Peygamber’in örnek kişiliği ve en ideal öğretmen modeli oluşu ile alâkalı ayrıntılı
bilgi için bkz: Ali Erkan Kavaklı, “En Sevilen Öğretmen Hz. Muhammed” Nesil
Yayınları, Yenibosna-İstanbul 2006, ss.11-20. Din ve Eğitim ile ilgili geniş bilgi için
bkz: Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Yeni Çizgi Yayınları, Ankara 1995.
Ümmî bir topluma peygamber olarak gönderilen ümmî peygamber Hz. Muhammed’in
Mekke ve Medine dönemi eğitim-öğretim faaliyetleriyle ilgili geniş bilgi için bkz: M.
Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri M.Ü. İlâhiyat
Fakültesi Vakfı yayınları Nu.6, İstanbul 1989, ss. 81-93.
154 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156
Bu bağlamda şu söylenebilir ki, gerçek din eğitim-öğretimi ve iyi terbiye
faaliyeti gerçekleştirebilmek için kanaatimizce Kur’an desteğine bir zarûret
vardır. Eğitim-öğretimde Kur’an ve sünnet yani Hz. Peygamber’in günlük
hayattaki hareket tarzı örnek alınmalıdır. Zîrâ Kur’an-ı Kerîm, hikmetler, ibretler,
özellikle ele aldığımız Hucurât Sûresi örneğinde olduğu gibi önemli âdâb-ı
muâşeret ve ahlâk kuralları içermektedir. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki
eğitim-öğretim hayatımızda böyle sûrelerin âyetlerini tematikleştirerek, tedricî
olarak öğrencilerimize aktarmalıyız.
KAYNAKÇA
Altıntaş, Hayranî, İslam Ahlâkı (Ders Notları), A.Ü.İ.F. Ankara, 1996.
Aydın, Abdullah, Tam Peygamberler Tarihi, Aydın Yayınevi, İstanbul, 1979.
Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri,M.Ü.
İlâhiyat Fakültesi Vakfı yayınları Nu.6, İstanbul 1989, ss. 81-93.
Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Yeni Çizgi Yayınları, Ankara 1995.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, Bilmen Basımevi (Bilmen
Yayınevi), İstanbul, 1970.
Dodurgalı, Abdurrahman, Ailede Din Eğitimi, Timaş Yayınları, İstanbul 2010.
Ersoy, M. Âkif, Safahat, Huzur Yayıncılık, İstanbul 1989,.
eş-Şukayri, Ali Salih “ed-Dûrûsü’l-Mûstevhâtü min sûreti’l-Hucurâti”, etTarbiyatu’l-Islamiyya, S. 11, Baghdad/Al-Mansour, 2013.
Güven, Şahin, Erdemli Toplumun İnşası ( Hucurât Sûresi Tefsiri), Düşün
Yayıncılık, İstanbul, 2012.
Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi “Hz. Peygamber’e İtaat Gereklidir”, Yeni Çizgi
Yayınları, Ankara 1995.
http://www.elestiriyoruz.com/peygamberimizden/takva-ile-ilgili
hadisler/#ixzz2r30PP6Ka (Alıntı tarihi: 21.01.2014).
İmam Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn, terc. Mehmed Emre, Bedir Yayınevi, İstanbul
1974.
Karagöz, İsmail. vd. Komisyon, Kürsüden Öğütler “52 Konuda Vaaz Örnekleri”,
DİB. Yay., 670, İlmî Eserler: 111, 2. Baskı, Ankara 2007.
Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 155
Karaman, Hayreddin. Çağrıcı, Mustafa vd. Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir,
DİB, Yay., Ankara, 2008, c.V.
Karaman vd. İlmihal-I, (İSAM) TDV.Yayınları, İstanbul 1998.
Kavaklı, Ali Erkan, En Sevilen Öğretmen Hz. Muhammed, Nesil Yayınları,
Yenibosna-İstanbul 2006.
Kömürcü, Duran vd. Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, İstanbul 2000.
Kur’ân-ı Kerîm
Sabûnî, M. Ali, Safvetü’t-Tefasîr, terc: Sadreddin Gümüş, Nedim Yılmaz, Ensar
Neşriyat, İstanbul, 1993, c.VI.
Serinsu, Ahmet Nedim vd. Dinî Terimler Sözlüğü, M.E.B. Din Öğretimi Genel
Müdürlüğü Yay. 4602, Ankara 2009.
Şeref, Abdurrahman, Ahlâk İlmi, Osmanlıcadan günümüz Türkçesine aktaranlar:
Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, Elis Yayınları, Ankara 2012.
Topaloğlu, Bekir vd. İslam Ansiklopedisi, TDV. Yay. İstanbul, 1989, c.1.
Yardım, Ali, Peygamberimizin Şemâili, Erkam Yayınları, İstanbul 1998.
Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Feza Yayıncılık ve Gazetecilik,
İstanbul 1992.
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 157-172
MEVLANANIN MESNEVİDE YERALAN EBU’L-HASAN
EL HARAKÂNÎ (Hz) HAKKINDAKİ İKİ MENKIBEDEN
EĞİTİM İÇİN ÇIKARILAN DERSLER
Sırrı AKBABA1
Özet
Bu çalışmada önce Ebu’l-Hasan El Harakânî’nin civanmertlikle ilgili
sözleri başlıklar halinde sınıflandırılmıştır. İkinci olarak bir hadisin
Mevlana tarafından açıklamasına yer verilmiştir. Son olarak ta Ebu’lHasan Harakânî’ye ait iki menkıbeden eğitim için çıkarılan dersler ele
alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Civanmertlik, Eğitim, Menkıbe
Abstract
In this study Firstly, sayings about courage belong to Hasan-ı Harakânî
are classified under headings. Secondly, Mevlana’s explanation of a
hadith is presented. Finally, didactic recommendations are deduced from
two narratives about Hasan-ı Harakânî written by Mevlana.
Key words: courage,education,narrative
1
*Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi
158 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172
GİRİŞ
Mana eğitiminin gerçekleştiği tasavvuf yolundan ve bu yolun
yolcularından yararlanırken, maddi unsurun her alanda zirveye çıktığı
günümüzde eğitim için çıkarımlarda bulunmanın güçlüğünü ifade etmekte yarar
görüyorum. Birbirine zıt olan mana ile maddeyi tekliğe giden yolda bir potada
eriten mutasavvıfların algılayışı ile sıradan bizlerin bu iki farklılığı
algılayışımızın aynı olamayacağını bilerek; manayı madde boyutunda
anlatacağım için yapacağım tüm indirgemelerden ve yanlışlıklardan dolayı
affetme makamının sahibi Yüce Allah (cc)tan ve onun sevdiği kullarından
bağışlanmamı dileyerek konuya başlamak istiyorum.
CİVANMERTLİK
Civanmert: Mert yaradılışlı, yüce gönüllü yiğit demektir. Bu yiğitler
Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretlerinin sözlerinden hareketle şu şekilde
sınıflandırılabilir:
1. Civanmertler işleri ağır, yükleri hüzün olan yiğitlerdir:
“Civanmertlerin kalbinde öyle bir yük vardır ki, eğer bu yükü bir mahlûka
koysalar yok olur. Bu yükü taşıyabilmeleri için kendi evliyasını kendisi
koruyor. Yoksa damarları ve kemikleri hurdahaş olur.” “Hak Teâlâ eşyayı halk
arasında bölüştürmüştür. Civanmertlerin hissesi için hüzün ayırmış ve onlarda
bunu kabullenmiştir.” “İş kendilerinden el çekmedikçe civanmertler işten el
çekmezler.”
2. Civanmertlerin hüznü amaçlıdır: “Civanmertlerin derdi iki âleme
sığmayan bir üzüntüdür. Bu üzüntü zikretmek istediklerinde Ona yaraşır
biçimde Onu anamama üzüntüsüdür.” “Ola ki kalbimize bir şey doğar da enbiya
ve evliyanın tattığı cinsten bir şey tadarız, diyen civanmertlerin gözü Allah’ın
gaybındadır.”
3. Civanmertlerin açığa vurulmayan sırları vardır: “Hak Teâlâ
civanmertlerin sırrını ne bu dünyada ne de öteki dünyada açığa vurur ve bu sırrı
kendileri de açığa vurmazlar”.
4. Civanmertlik büyüklük, civanmertler de büyük insanlardır: “Bir
civanmert çölün kenarına varıp şöyle bir baktı, sonra geri dönüp, ‘Ben buraya
sığmam.’ dedi. O ben olduğum için demek istedi.”
5. Civanmertlerin de gıdası vardır: “Civanmertler için yenecek ve
içilecek şey Allah sevgisidir.”
Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 159
6. Civanmertliğin analizi yapılabilir: “Civanmertlik üç çeşmeli bir
deryadır: Biri cömertlik, ikincisi şefkat, üçüncüsü de halktan doymuş olup
Hakka muhtaç olmak.”
7. Âlim ile civanmert arasında fark vardır: “Şu zahiri ilmin bir zahiri var,
bir de bâtıni. Bâtıni olanında bâtıni vardır. Zahir ve zahirin zahiri olan ilim
âlimlerin anlattıkları şeydir. Bâtıni ilmi civanmertler yine civanmertlere
anlatırlar. Bâtınin de bâtıni olan ilim civanmert ile Allah u Teâlâ arasında bir
sırdır ki, halk için ona yol yoktur.”
8. Civanmertleri inkâr eden kendine yazık etmiştir: “Şayet civanmertleri
inkâr varsa, yer ve gök dahi yardımcı olsa tâatın hiçbir değeri olmaz.”
9. Civanmertlere Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretlerinden öğütler:
“Allah’ın arşı sırtımıza konulmuştur. Ey civanmertler! Yük ağırdır,
çabalayın ve yiğitçe davranın!”
“Allah u Teâlâ herkese kendinden bir şey açmıştır; ama zatını yani
kendini hiç kimseye açmamıştır. Civanmertler! Gidin ve Allah’la mert olun,
yoksa size zatından bir şey açmaz.”
“Onun şevkiyle bir kimsenin kalbi yanar da kül olursa, muhabbet rüzgârı
çıkıp bu külü kaldırır, yer ve gök bununla dolar. Görmek istediğini orada
görebilir, işitmek istediğini orada işitebilir, tatmak istediğini orada tadabilirsin.
Mücerretlik ve civanmertlik burada gerek!”
“Yaratıkların bazısı Kâbe’yi, bazısı semadaki Beytü’l-Ma’muru bazısı
arşın çevresini tavaf ediyorlar. Civanmertlerin tavafı ise Onun vahdetindedir.”
“Ey civanmertler! Uyanık olun! Onu hırka ve seccadeyle göremezsiniz.
Bu iddiayla ortaya çıkanı ezerler. Nasıl istiyorsan öyle ol. Civanmertlik nefse ve
cana sahip olmamaktır. Kıyamet günü halkın hasmı halkken, bizim hasmımız
Allah’tır. Hısım O olunca da dava asla halledilmez. O bizi sıkı yakalamıştır,
bizse onu daha sıkı!”
BİR HADİSİ MEVLANANIN AÇIKLAMASI
Allah yolunun yolcuları, bu yola çıkarken, yolda yürürken ve hedefe
ulaşırken bir eğiticiye ihtiyaç duymuşlardır. Hedefe ulaştıktan sonra da
kendileri eğitimci makamına geçerek başkalarını eğitmeye başlamışlardır.
Böylece hem öğrenci hem de öğretmen olmuşlardır. Buna birkaç örnek verecek
olursak: Hasan Harakânî (Hz) Bayezid-i Bistami’nin, Hoca Ahmet Yesevi(Hz),
160 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172
Arslan Baba ve Yusuf Hemedani’nin, Mansur Ata, Hacı Bektaşi Veli ve
Abdulhaluk Gücdüvani (Hz), Hoca Ahmet Yesevi’nin ve Mevlana, Şemsi
Tebrizi’nin öğrencisi olmuşlardır. Hem eğitilen hem de eğiten konumunda
bulunmuş olan burada ismi verilen ve verilmeyen mana eğitmenlerinden
öğrenebileceğimiz ve eğitimde kullanabileceğimiz çok şeyler olduğu
bilinmelidir.
İçe dıştan (manaya maddeden) daha çok önem veren, insanlığa hizmeti
çok büyük olan, Hak dostu ulu kişilerin eserlerinin kaynağını Kuran-ı Kerim ve
insanlığa sonsuz hizmeti olan Peygamberimizin hadisleri oluşturmaktadır. Bu
sebeple önce Peygamber Efendimize ait olduğu rivayet edilen bir hadisi,
Mevlana’nın açıklamasıyla başlamanın doğru olacağını varsaydık:
“Mustafa Aleyhisselâm ‘Ulu Tanrı Melekleri yarattı, onlara akıl verdi.
Hayvanları yarattı, onlara şehvet verdi. İnsanoğullarını yarattı, onlara hem akıl
verdi, hem şehvet. Kimin aklı şehvetinden üstün olursa meleklerden daha
yücedir. Kimin şehveti aklından üstünse hayvanlardan aşağıdır.’ dedi.”
Bu hadisi, Mevlana şöyle tefsir etmektedir: “Ulu Tanrı halkı üç çeşit
yarattı. Bir bölüğü tamamı ile akıldan, bilgiden ve cömertlikten ibaret. Bunlar
meleklerdir. Secdeden başka bir şey bilmezler! Yaradılışlarında hırs ve heva
yoktur. Mutlak nurdur onlar, Tanrı aşkıyla dirilmişlerdir. Bir bölüğüyse
bilgisizdir. Hayvan gibi ot otlamakla semirirler. Onlar ahırdan ottan başka bir
şey görmezler. Kötülükten de gafildirler, yücelikten de iyilikten de! Üçüncü
bölükse Ademoğullarıdır, insanlardır. Bunlar yarı yaradılışları bakımından
melektirler, yarı yaradılışları bakımından eşek! Eşek olan yarıları aşağılığa
meyleder, öbür yarıları da akla meyleder!
İlk iki bölük savaştan çekişten anlamaz, istirahat ve huzur içindedir.
Fakat bu bölük, yani insan, ikisine de aykırıdır, yani azap içindedir. Bu insanda
sınama yüzünden bölüklere ayrılmıştır. Hepsi insan şeklindedir ama üç
kısımdır:
Bir kısmı mutlak varlık olan Tanrıya dalmış, kızgınlıktan heva ve
hevesten, dedikodudan kurtulmuşlardır. Riyazattan da kurtulmuşlardır,
zahitlikten ve savaştan da. San- ki onlar, insanoğlundan doğmamışlardır.
İkinci kısmı eşeklere katılmış olanlardır. Bunlar kızgınlığın da kendisi
olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir. Bunlardaki Cebraillik,
meleklik sıfatı gitmiştir. Çünkü o ev dardı, o sıfat da büyük, sığamadı geçip
gitti! Canı olmayan adam ölür. Canında bu sıfat bulunmayan kişi de eşek olur.
Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 161
Onun örüp dokuduğu hile ve şeytanlık, başka bir hayvanda zuhur edemez. Altın
sırmalı elbiseler dokur. Hendese (Geometri) bilgisinin en ince noktalarını bilir
yahut nücum (astroloji), tıp ve felsefe bilgilerini elde eder! Çünkü onun ancak
bu dünya ile alakası vardır. Yedinci kat göğe çıkmaya yolu yoktur. Tanrı
yolunun, Tanrı durağının bilgisini anca gönül sahibi yahut da gönül sahibinin
gönlü bilir! Fakat uyanıklık geldi de hayvani uyku kalmadı mı duygusunun aksi
ve aykırı olduğunu levhden okur anlar! “ Uykuya dalan kişinin uyandığı zaman
rüyada gördüklerinin aksini görmesi gibi.” Mevlana, bu ikinci uyandırılması
gereken insan türünü de açıkladıktan sonra “Hülasa o aşağılık kişi aşağılık
alemindedir. Onu bırak, ‘Ben batanları sevmem.’ de.” diyerek bu sözlerine iki
ayet-i kerime ile şöyle destek bulur:
“Kalplerinde hastalık olanlara gelince, Kuran onların gönüllerindeki
pisliği artırır.” ve “ Tanrı Kur’an da ki misallerle çoğunu azdırır çoğunu da
doğru yola götürür.”
Mevlana derki “Çünkü hayvani ruha sahip olan kişinin huylarını
değiştirmeye, nefsiyle savaşa girişmeye, aşağılıktan kurtulmaya istidadı vardı
ama o istidadı fevt etti! Hâlbuki hayvanda bu istidat yoktur. Hayvanlıktaki özrü
apaçıktır. İnsandan yol gösteren bu istidat gitti mi ne yerse yesin eşek beynidir!
Aklı artıran bir ilaç olan beladür yese afyon kesilir. Kalp illeti ve akılsızlığı
artar.” Bu cümleleriyle Mevlana, acele ederek doğuştan var olan insani yeteneği
yitirmeden müdahale edilmesi gerektiğini, aksi takdirde eğitilmesinin imkânsız
olacağına eğitimcilerin dikkatlerini çekmektedir. Çağdaş psikoloji bilimi bu
durumu “kritik dönem” kavramıyla açıklamaktadır. Bu kritik gelişim dönemi
geldiğinde, o döneme ait olan ödev aksatılmadan yapılmalıdır. Bu ödev ya da
görevin o gelişim döneminde yapılmaması daha sonra telafisi imkânsız hale
gelebilmektedir.
Mevlana eğitim sürecine girmiş olan insanı da şu şekilde bizlere
tanıtmaktadır:
“İnsanların bir bölüğüyse savaştadır. Yarı hayvan, doğru yolu bulma
bakımından yarı insandır! Gece gündüz savaşta, çekiştedir bunlar. Sonu yani
insanlığı, önü yani hayvanlığıyla savaşır durur. Aklın nefisle savaşı Mecnunun
devesiyle savaşına benzer. Mecnunun sevdası Leylâ’yadır, devesinin sevdası
yavrusuna. Nitekim Mecnun da “devenin sevdası ardındakinedir benim sevdam
önümdekine. İkimiz de sevdalıyız ama sevdalarımız aykırı!’ demiştir. Mecnun
bir an bile kendisinden geçti mi deve hemen geri döner yavrusu için geri
162 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172
giderdi. Bunu anlayan Mecnun ‘Bu yol vuslata erişmek için iki adımdan ibaret,
hâlbuki ben senin hilenle tam altmış yıldır bu iki adımlık yolda kalakaldım.’
diyerek kendini devenin sırtından atıverdi. Kendini atarken ezilip, kırılan
ayağını bağlayan Mecnun ‘Top olurum da onun cevgânının (cirit oyununda topu
sürükleyen ucu eğri sopa) önüne düşer yuvarlanarak giderim!’ dedi. İşte güzel
sözlü Hâkim, tenden inmeyen atlıya bu yüzden lanet etmiştir. Tenden aşağı inip
ayrılmayan can, yol azıtır gider. Top ol da doğruluk yanına yat, aşk cevgânıyla
yuvarlanarak git! Çünkü bu yolculuk binekten indikten sonra Tanrı çekişiyle
olur. Halbuki önceki gidişimiz deveyleydi! Bu çekilip gitme alelade çekilip
gitme değildir. Bunu Ahmed’in lütfu meydana getirdi vesselam.” diyerek
sözünü tamamlayan Mevlana, nefsimizle mücadeleyi eğitim için şart koşuyor
ancak burada savaşı kazanmanın ve özellikle de zaferi devam ettirmenin Allah
(cc) ve Peygamberin (sav) lütfu olduğunu da özellikle vurguluyor.
Erenlerin “nefis savaşı” dedikleri “kendini gerçekleştirme” günümüz
eğitim bilimlerinde artık kabul edilmektedir. Nitekim eskiden saldırganlığın
boşaltılması gerektiğini öğütleyen eğitim anlayışının yanlış olduğu ve bunun
yerine saldırganlığın bireysel olarak denetim altına alınmasının asıl çözüm
olduğu deneylerle ispatlanmıştır.
HARAKÂNÎYE
ÇIKARILANLAR
AİT
İKİ
MENKIBEDEN
EĞİTİM
İÇİN
Mevlana(Hz), kendisinin söylediği her ne varsa Harakâni’ (Hz) ye ait
olduğunu vurgulamış olması nedeniyle yukarıda Mevlana’nın Mesnevisiyle
başlamayı ve onunla devam etmeyi uygun bulduk.
Aşağıda yazılan Ebu’l-Hasan el-Harakânî’ (Hz) ye ait iki menkıbe
Mevlana’nın Mesnevisinin 4. ve 6. Ciltlerinden alınmıştır. Bu menkıbelerde
bizlere sunulan eğitici mesajlar çıkarılmaya çalışılmıştır:
“Bu beden doktorları pek bilgilidirler. Senin hastalıklarını senden daha
iyi bilirler! İdrara bakıp ahvalini anlar; fakat sen hastalığını o tarzda bilemez
teşhis edemezsin. Sonra nabızdan, benizden, kandan da her türlü hastalığın
kokusunu alırlar.
Âlemdeki Tanrı doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da halini
anlamazlar senin? … Beden doktorları hastalığı teşhis için idrara vesaireye
muhtaçtır. Fakat kâmiller, Tanrı doktorları uzaktan adını duydular mı varlığının
ta derinlerine kadar girerler! Hatta sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile
görürler!
Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 163
1. MENKIBE:
Bayezid’in Ebu’l-Hasan’ın halini daha evvelce nasıl gördüğünü
duymadın mı? Bir gün o takva sultanı dervişleriyle sahradan geçerken, ansızın
ona Rey civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi. Orada iştiyaklı bir
feryat çekti, rüzgârdan koku aldı. Âşıkçasına bir kokladı, âdete ruhu rüzgârdan
bir şarap tatmaktaydı.
Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır. O
havanın soğukluğundan meydana gelir. Yoksa testinin içinden dışarı su sızmaz!
Koku getiren rüzgâr, onu su haline getirmiştir. İşte onun gibi su da Bayezid’e
şarap haline gelmişti!”
Eğitimcinin öğrencisini sevmesi, kokusunu duyması, onun eğitimi için
her türlü fedakârlığa katlanacağının bir göstergesidir. Biz bunu, sınıf
öğretmenlerinin tayinleri çıkıp da bir başka yere gidecekleri zaman boş sınıfa
girerek öğrencilerinin sınıfa sinmiş olan kokularını duyduğunda gözyaşlarına
hakîm olamadığına benzetebiliriz. Mevlana anlamamız için somutlaştırarak
testinin dışındaki “ter gibi su” benzetmesini yapmıştır ve bunu yaparken
eğitimcilere anlamayı kolaylaştırmak için somut örnekler vermemiz gerektiğine
de dikkatleri çekmiştir. Hele eğitimci soyut ve öteler âleminden söz ettiğinde,
her öğrencinin anlamasının zorlaşacağı da bilinmeli ve kolaylaştırmak için
gereken yapılmalıdır.
Mevlana eğitimciye ait olan bu vasıfları bize tanıttıktan sonra devam
ediyor:
“Bayezid’de sarhoşluk eseri görülünce bir mürit ona gelip sordu: ‘Beş
duyuyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir? Yüzün gâh kızarmakta, gâh
sararmakta, gâh ağarmakta bu ne hal bu ne müjde? Koklayıp duruyorsun ama
görünürde gül yok, şüphesiz bu gaip âleminden bir haber, bir mektup gelmekte.
Her an Yakup gibi sana da bir Yusuf’tan şifa kokusu erişmekte.’
Bize de o testiden bir katre dök. Bize de o gül bahçesinden bir kokucuk
anlat! Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er. Bizim dudağımız kuru, sen bu
şarabı yalnızca içiyorsun! Ey çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin
şaraptan bize de bir yudumcuk sun! Bu zamanda meclisin beyi sensin, senden
başkası değil. Bize de bak! Bu şarap gizlice içilir mi ki? Şarap muhakkak adamı
rezil rüsva eder! Kokusunu gizlesen bile sarhoş gözlerini ne yapacaksın ki?
Zaten bu koku, âlemde yüz binlerce perde altında gizlenebilecek bir koku değil
ki! O keskin kokuyla ova da nedir ki? O koku dokuz feleği bile geçti! Bu
164 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172
şarabın bulunduğu testinin başını balçıkla örtme. Zaten bu öyle bir açıkta şarap
ki örtülmesine imkân yok. Ey sırlar bilen sır söyleyici, seni avlayanı lütfen
söyle!”
Mevlana burada talep edenin yani talebenin yalvarışına dikkatleri çekerek
günümüzde “motivasyon” diye isimlendirilen bilginin peşine öğrencinin
gönülden isteyerek koşmasının eğitim için zorunlu olduğunu vurgulamaktadır.
Bununla birlikte motivasyonun da eğitimcinin hallerinden öğrencinin yaptığı
çıkarımlardan kaynaklandığını göstermiştir. Nitekim daha biz ortaokulda iken
bir hocamızın Tarih dersi anlatırken duygulanarak ağlaması, bizlerde tarihe
karşı bir duyarlılık oluşturmuştu.
“Bayezid dedi ki ‘Bu taraftan bir dostun kokusu gelmekte. Bu köyden bir
padişah geliyor! Bunca yıldan sonra bir padişah doğacak. Otağını göklere
kuracak! Yüzü Tanrının gül bahçelerinin tesiriyle gül rengine dönecek. Makam
ve rütbe bakımından benden üstün olacak!
Dediler ki adı ne? Bayezid, Ebu’l-Hasan dedi. Onun şeklini, kaşının
çenesinin ne şekilde olduğunu anlattı. Boyunu rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü
bir bir anlattı.
Ten şekli ten gibi iğretidir. Ona pek gönül verme. O bir anda gelir geçer!
Tabii ruhun şekli, hali de fanidir. O can şeklini, sıfatını isteki gökyüzündedir!
Onun bedeni yeryüzündeki mum gibidir. Nuru ise yedinci kat tavanın
üstündedir!
Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir. Gülün
suretini latife yollu burnunun altından görürsün ama gül kokusu dimağın ta
tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur. Uyuyan adam Aden de bir azaba
uğradığını görür ama aksi ter halinde bedeninde görünür! Gömlek Mısır’da bir
harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o ülkenin kokusuyla dolmuştur.
Tarihçiler bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar. Adeta
şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler. Tam o zaman, o tarih gelip
çatınca o padişah doğdu. Devlet satrancını oynadı. Bayezid’in ölümünden sonra
yıllar geçti, Ebu’l-Hasan dünyaya geldi. O padişah, Ebu’l-Hasan ihsanına,
kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. Çünkü onun
önünde giden levhi mahfuzdur. Neden mahfuzdur o levh? Hatadan!
Bu ne yıldız bilgisidir, ne remil (fal), ne deruva. Tanrı doğrusunu daha iyi
bilir ya. Tanrı vahyidir! Sofiler bunu halktan gizlemek için gönül vahyi
Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 165
demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farz et. Gönül zaten onun
nazargâhıdır. Gönül ona agâh olunca nasıl hata eder? Ey mümin sen Tanrı
nuruyla bakar, görürsün. Hatadan, yanılmadan eminsin!
Ebu’l-Hasan, Bayezid’in buyurduğu gibi zuhur etti ve bunu adamlarından
duydu. Bayezid, Hasan benim dervişim ve ümmetim olur. Her sabah benim
mezarımda benden ders alır demişti. Kendisi de dedi ki: Ben de şeyhi rüyamda
gördüm, ruhundan bu sözü duydum.
Her sabah onun mezarına yüz tutar, ta kuşluk çağına kadar huzurunda
dururdu. Ya bir şeyhin huzuruna gider gibi o mezarın başına gelir yahut da
sözsüz müşkülleri hallolurdu. Nihayet yine bir gün kutlulukla o mezarın başına
geldi. Yeni kar yağmıştı mezarlar karla örtülmüştü. Mezarın üstünde kat kat
karların bayrak gibi yüceldiğini, kubbe kubbe yığıldığını görünce gamlandı. O
diri şeyhin mezarından ses geldi: ‘Ben buradayım bana gel.’ diye. ‘Seni çağırıp
duruyorum. Kendine gel. Sesime koş, bu yana seğirt! Alem karla dolsa da sen
benden yüz çevirme!’ o gün Ebu’l-Hasan’ın hali düzeldi. Önce duymuş olduğu
şaşılacak şeyler, o gün kendisinde zuhur etti.”
Mevlana, burada öğrencinin eğitim yolunda giderken yorulabileceğini,
yılabileceğini ancak eğitimcinin bunu bilerek öğrencisine cesaret vermesi
gerektiğini vurgulamıştır. Ebu’l-Hasan’ın (Hz) cismen görmediği şeyhinin
mezarına her gün sürekli gidişinin ödülünü almış olması sebatın, eğitilmedeki
rolünü göstermesi bakımından önemli ve manidar bulunmuştur.
2. MENKIBE:
“Bir derviş Ebu’l-Hüseyn-i Harkan’ın şöhretini duyup Tarkan Şehrinden
yola çıkmıştı. Dağlar aştı, uzun ovalar geçti. Şeyhi görmek için özü doğru
olarak Tanrıya yalvarıp yakararak bunca yol aldı. Yolda gördüğü cefalar, çektiği
eziyetler anlatılmaya değer ama ben kısa kesiyorum.
O genç yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu, öğrenip
kapısına geldi. Yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin karısı kapıdan
başını çıkardı.
Ey kerim sahibi ne istiyorsun? dedi. Derviş, ziyaret için geldim, deyince,
kadın kahkahayla gülüp dedi ki: Sakalına bak yahu. Hele şu yolculuğa şu
uğradığın derde bak. Yerinde yurdunda işin yok muydu da beyhude yere yollara
düştün? Bir ahmağı görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın?
166 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172
Yahut da şeytan sana bir boyunduruk urdu, vesveseler verdi, sana bu yolculuk
kapısını açtı.
Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, mırıldandı durdu. Onların
hepsini söyleyemem ben.” ifadesiyle Mevlana, büyük bir eğitimciden söz
ederken terbiyeyi elden bırakmamak gerektiğini; Başkasının söylemiş olduğu
küfürleri dahi söyleyemeyecek kadar saygılı olduğunu, bizlere örnek olacak
şekilde göstermiştir. Hâlbuki aynı Mevlana, eğitim için müstehcen olayları yeri
geldiğinde anlatmaktan da kaçınmamıştır.
“Kadının sayısız gülmesinden hikâyeler söylemesinden derviş pek
dertlendi, dertlere uğradı. Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: Bütün
bunlarla beraber o adı tatlı padişah nerede? Söyle bana!
Kadın dedi ki: O bomboş riyakâr bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır. Yol
azıtanlara kementlik eder. Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüzbinlerce
kişi azgınlıktan ona düşmüştür. Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen
senin için daha hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa. Onun işi gücü
laftır. Kâse yalayıcı, hazır sofraya oturucu bir heriftir. Fakat davulunun sesi
etrafa yayılmış her nasılsa. Bu kavim İsrailoğullarına benzer, öküze taparlar.
Böyle bir öküze el vurup dururlar işte. Bu hazır sofraya oturan adama kapılan,
geceleyin bir leştir, gündüzün işsiz güçsüz bir adam. Bunlar yüzlerce bilgiyi
yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir riyaya kapılmışlardır. İşte ha! Bu.
Nerde Musa’nın suyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını dökse.
Yazık! Şeriatı, Tanrıdan ürküp, sakınmayı ardına atmış. Nerde Ömer? Gelse de
şiddetle doğruluğu emretse! Bunlar her kötü şeyi mübah biliyorlar. Bu ibahilik
(her şeyi mübah sayan) bunlardan yayıldı, fesatçı kalleşe de ruhsat oldu adeta!
Nerde peygamberle sahabesinin yolu? Nerde namaz, nerde teşbih, nerde onların
edepleri?”
Mevlana, haksızlık karşısında susulmaması gerektiğini, hele bu haksız
eleştiri ulu bir erene yapılıyorsa gereken cevabın verilmesinin zorunlu olduğunu
aşağıdaki örnekten hareketle öğütlemektedir:
“Genç, yeter diye bağırdı. Apaydın günde bekçinin ne lüzumu var?
Erlerin nuru doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrete kalıp secde ettiler.
Tanrı güneşi hamel burcundan (Kuzu burcu; Güneş 21 Martta bu burca girer,
gece ve gündüz eşit olur) doğdu da bu güneş utancından perde ardına girdi.
Senin gibi bir şeytanın saçmaları nerden beni bu kapının tokmağından
döndürecek? Ben bulut gibi bir yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir
Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 167
tozla çevirebilsin. Öküz bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir fakat o nur
olmadı mı kıble küfürdür, puttur. Heva ve hevesten gelen ibahilik sapıklıktır,
azgınlıktır fakat Tanrıdan gelen ibahilik yüceliktir. O hesaba sığmaz nurun
doğup parladığı yerde küfür iman kesildi, şeytan Müslüman oldu. O yücelik
mazharıdır. Tanrı sevgilisidir. Bütün ileri meleklerden öncülük kapmıştır.
Melekten Adem’e secde etmeleri, ondan ileri olmalarındandır. Deri daima içe
secde eder. A koca karı sen Tanrı mumunu üflüyorsun, ama hem sen yanıyorsun
hem başın, ey ağzı kokmuş! Bir köpeğin ağzından deniz pislenir mi? Güneş
üflemekle söner mi? Eğer görünüşe göre hüküm veriyorsan bu aydınlıktan daha
aydın, daha görünür ne var söyle. Zahirden olanların hepsi, bu zuhurun
karşısında noksanın, kusurun en ilerisindedir. Kim Tanrı mumunu üflerse o
mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar. Senin gibi birçok yarasalar rüya görürler
ama bu âlem güneşten yetim kalır mı? Ruh denizinde öyle kuvvetli dalgalar olur
ki Nuh tufanından yüzlerce defa üstündür. Fakat Kenan’ın gözünde kıl bitmiştir
de o yüzden Nuh’u da bırakmıştır, gemiyi de. Dağa tırmanmaya kalkışmıştır.
Fakat derhal yarım bir dalga, dağı da aşağılıkların ta dibine atmıştır, Kenan’ı
da.”
Mevlana, haksızlığa susmadığı gibi, hak yolda giderken karşılaşılan
engele takılıp kalmamanın da şart olduğunu, yola devam etmenin lüzumunu
şöyle anlatır:
“Ay nurunu saçar köpek havlar durur. Hiç köpek ayı kendisine ortak
edinebilir mi? Ay ışığıyla geceleyin yol alanlar, köpek havlamasıyla yollarından
kalırlar mı? Cüzü külle doğru ok gibi gider. Kokuşuk koca karının ardına düşer
mi hiç?”
Algı noksanlığından kaynaklı göremeyenlerin görme ihtimali olanları
yoldan çıkarmaması ya da yanlış algılamalara yol açmaması için de Mevlana,
gönül gözünden süzülüp gelen yemişlerle okuyanların gözünü açmaya
çalışmaktadır:
“Şeriatın canı da ariftir, takvanın canı da. Marifet geçmiş zamanlardaki
zahitliğin mahsulüdür. Zahitlik ekmeye çalışmaktır, marifette o ekinin
bitmesidir. Şu halde çalışmak ve inanmak bedene benzer, bu ekmenin canı da
biten mahsuldür ve onu devşirmektir. Doğruluğu emretmekte odur, doğruluk da
o. Sırları açan odur, açılan sırlar da o. Bugünümüzün de padişahıdır, yarınımızın
da. Deri daima latif içe kuldur.
168 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172
Şeyh, “Ben Tanrıyım.” dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı.
Kulun varlığı Tanrı varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a Çıfıt! Gözün
varsa açta bak. La dedikten sonra artık ne kalır?
O göğe aya tüküren dudağın, boğazın, ağzın kesilseydi keşke! Şüphe yok
ki o tükürük, göğe çıkmaz, döner, senin suratına gelir! Ebu Leheb’in ruhuna
kıyamete kadar “Elleri kurusun.” bedduası geldiği gibi, o tükürük de kıyamete
kadar Tanrıdan senin suratına gelir.
Davulu var, bayrağı var, ülkesi var. Böyle bir padişaha hazır sofraya
oturur diyen köpektir. Gökler onun ayına kuldur. Doğu da ondan ekmek
dilemektedir, Batı da.
Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım.” hadisi yazılı olan
zat, bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır. O
olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt
kesilmezdi. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz,
balıklar ve padişahlara layık inciler meydana gelmezdi. O olmasaydı yeryüzü
olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı. Rızıklarda
onun rızkını yemektedir, meyveler da onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru
bir haldedir.
Kendine gel bu işteki düğüm, tersine düğümlenmiştir. Sana sadaka verene
sen sadaka ver! Ey yoksul zengine sadaka ver. Bütün altınlar, bütün ipekli
kumaşlar, yokluktadır, yoksuldadır.
Senin gibi bir kötü, o makbul ruha eş olmuş, Nuh’un nikâhındaki kâfir
gibi adeta. Bu yurda mensup olmasaydın şimdi seni paramparça ederdim. O
Nuh’u da senden halas ederdim, ben de kısasa uğrar, Şeyh’in yolunda ölmek
şerefiyle yücelirdim. Fakat zamanın padişahlar padişahının evinde bu çeşit
küstahlıkta bulunamam. Yürü dua etki bu yurdun köpeğisin, yoksa şimdi
yapacağımı yapardım sana.
Ondan sonra derviş, herkese sormakta, Şeyhi her tarafta araştırmadaydı.
Birisi dedi ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti. O zülfikâr düşünceli
ve ateşli derviş Şeyh’in havasına uyup ormanın yolunu tuttu. Şeytan aklına ayı
tozla örten bir gizli vesvese vermekteydi. Bu din şeyhi neden böyle bir kadını
evinde tutuyor, onunla düşüp kalkıyor? Zıt nasıl olurda zıddıyla beraber
bulunur? Halkın imamı olan bir zat nerde, maymun nerede? diyordu. Sonra
yine ateş gibi dönüyor, Lâ havle okuyor, ona itirazım küfürdür, kindir diyordu.
Ben kim oluyorum ki Tanrının işlerine karışıyorum? Nefsimden neden böyle
Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 169
şüpheler, kınamalar geliyor? Derken nefsi yine saldırıyor, bu yüzden gönlünden
kuyumcular potasından çıkar gibi duman tütüyordu. Şeytan’la diyordu
Cebrail’in ne münasebeti var ki onunla konuşsun, düşüp kalksın, beraber yatsın,
uyusun! Azer, nasıl olurda Halil’le geçinebilir? Yol kesen, nasıl olurda
kılavuzla beraber bulunur?”
Mevlana, dervişin bu iç savaşını sunarken; doğru yolda yürüyen her
insanın yanlış düşüncelerle birlikte bulunduğunu ve bu düşünceleriyle mücadele
etmesi gerektiğini de eğitim için şart koşmaktadır. Ona göre asıl olan bu
düşüncelere yenik düşmemektir. Doğru yolda mücadele edene Allah yardımcı
olur elbet:
“O, bu düşüncedeyken ünlü şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi. Kükremiş
aslan odununu çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne binmişti.
Kamçısı da bir yılandı. Yücelikle yılanı bir kamçı gibi eline almıştı.
İyice bil ki her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner. O görünür, bu
görünmez ama can gözünden gizli değildir. Onların altında yüzbinlerce aslan
vardır, odun çeker durur. Gaip gözü onu görür. Fakat adam olmayan da görsün
diye Tanrı onları bir bir baş gözüne de gösterir.
O padişah dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı
dinleme. O ulu şeyh gönlünün nuruyla dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne
güzel bir delildir. O hünerli zat dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından
geçenleri bir bir söyledi. Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat kadını
kınaması hususunda da ağzını açıp dedi ki: O tahammül nefis havasından
değildir. Bu zan senin nefsinin havasıdır, orada durma! Ben sabredip bu kadının
yükünü çekmeseydim aslan benim yükümü çeker miydi hiç?”
Harakânî Hazretlerinin sabrının mahsulünü nasıl aldığını bu sözlerle bize
gösteren Mevlana, okuyucuya sabrı telkin ve tavsiye etmekle kalmıyor,
Allah(cc) yolunun sadık yolcuları için bu sabrın nasıl aşka dönüştüğünü de
Hasan Harakânî’nin aşağıdaki sözleriyle bizlere sunuyor:
“Ben de Tanrı yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve köpürmüş
bir deveyim. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması,
yermesini düşüneyim. Bizim geri kalanımız da onun buyruğudur, ileri
gidenimiz de. Canımız yüz üstü koşarak onu aramadadır. Bizim tekliğimiz,
çiftliğimiz hava ve hevesten değildir. Canımız mühre gibi Tanrı elindedir. O
ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu renk aşkından,
koku sevdasından değildir. Bu kaza ve kader bizim dersimizin talebeleridir.
170 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172
Artık savaşımızın debdebesi nereye varır bir düşün. Nereye mi varır? Yere bile
yol almayan bir yere. Işığı, gözleri alan Tanrı ayına ancak! O nur, bütün
vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun nurudur. Dedikoduyu,
senin, için aşağılattım ibret al da kötü huylu arkadaşla arkadaş ol uzlaş. “Sabır
sıkıntının anahtarıdır.” sırrına ermek için gülerek hoşlanarak onun derdini çek.
Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna ulaşırsın.
Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu çeşit yılanlardan
nice ıstıraplara uğradılar. Yarlıgayan Tanrının muradı hükmü ta ezelden tecelli
ve zuhur etmekti. Zıddı olmadıkça bir şey görünemez. O misli olmayan
padişahınsa zıddı yoktur.”
Bugün psikolojik danışma yaklaşımlarından Gestalt Terapi, danışma
anında dedikoduyu yasaklayarak insanları sağlığa kavuşturmaya çalışmaktadır.
Kötülerin sıkıntılarına dedikodu yapmadan sabırla katlanmanın, insanı nasıl
olgunlaştırdığını gösteren güzel bir örnektir. İslam dininin ve Harakânî (Hz)
gibi din yolunun ulu yolcularının yüzyıllar öncesindeki vurgusu da budur.
SONUÇ:
Eğitim her yaş için geçerli olsa da geleceği hedefleyen uzak görüşlü
eğitimciler bu konuda gençlere daha fazla önem vermişlerdir. Harakânî’ (Hz)nin
“civanmertlik” kavramı bu bağlamda manidar bulunmuştur.
Erenlerin feyz aldıkları temel iki kaynaktan biri Kuran-ı Kerim, diğeri de
Peygamber Efendimizin hadisleridir. Bu nedenle ayet ve hadislerden eğitim
amaçlı yararlanırken Mevlana, Yunus, Harakânî… gibi alperenlerin
yorumlarından hareket edildiğinde; eğitilenlerin daha doğru yönlendirileceğine
inanmak gerekir. Bu cümleden hareketle yukarıda verilen bir hadis,
Mevlana’nın açıklamasından yararlanılarak sunulmuştur.
Son yıllarda eğitimde nitelik niceliğin gerisine düşmüştür. Bunun
nedenlerinden biri maddeye manadan daha fazla önem veren küreselleşme
politikalarıdır. Türk-İslam geleneğindeki alperenlik müessesesinin mana eğitimi
önemli bir boşluğu dolduracak, özden yoksun madde eğitiminin tamamlayıcısı
konumuna gelecek ve belki de onu gelecekte iflas etmekten kurtaracaktır. Bu
nedenle kültürümüzdeki yıldızları dünyaya tanıtmak ve özellikle de eğitimde bu
cevherlerimizden yararlanmak hem gereklidir hem de küresel kasırga içerisinde
yok olmadan, kültürümüzün geleceğe kalması adına oldukça önemlidir. Bu
Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 171
nedenle yukarıda Harakânî’ (Hz)ye ait iki menkıbeden eğitim için dersler
çıkarılmaya çalışılmıştır.
Araştırmacılar tarafından bu tür çalışmaların geliştirilerek devam
ettirilmesinin yararı hem kültürümüz için hem de dünya insanlığı için
ölçülemeyecek kadar büyüktür.
Önemli Tarihler: Abdulbaki Gölpınarlı, bizlere iki tarih bilgisi vermiştir:
Bayezid-i Bistami(Hz)nin Hicri 261 (876)Tarihinde vefat ettiğini (Mesnevi
Cilt:1, sayfa:353), , Ebu’l-Hasan Harkânî’ (Hz) nin de Hicri 425 (1033)
Tarihinde vefat ettiğini yazmıştır (Mesnevi Cilt:4, sayfa:325).
Dr. Hayati Bice, Hoca Ahmed Yesevi’ (Hz)nin 1166 Tarihinde vefat
ettiğini yazmıştır.
Yararlanılan Kaynaklar:
1.Çiftci, hasan. Ebu’l-Hasan Harakânî, (RA) l. Hayatı ve Eserleri Kalkan
Matbaacılık Ankara, 2004.
2.Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet. Hazırlayan: Dr. Hayati Bice. Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları. Ankara, 2010.
3. Mevlana, Mesnevi,1. 4. ve 6. Cilt. Çev: Veled İzbudak. Gözden Geçiren:
Abdulbaki Gölpınarlı. Milli Eğitim Bakanlığı yayınları, İstanbul,1995.
4.Türkçe Sözlük Türk Dil Kurumu. Ankara,1988.
5. Attar Feridüddin, Tezkiretü'l-Evliya. Kabalcı Yayınları, İstanbul,2007.
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 173-186
AŞK VE İRFAN SULTANI EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ
Fatma ATICI1
Özet
Âlemin kalbi âdem, âdemin kalbi insan-ı kâmildir. Efendimizin kutlu
soyundan gelen, on iki tarikin kendisinde birleştiği, hem aşk hem de gaza
şehidi olan, müthiş bir ihata ve kuşatıcılığın zuhur ettiği irfanında herkesin
kendisi için bir şey bulabildiği, Hz. Mevlana’nın “Biz, ilim mahfillerinde
insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî’den aldığımızdır.” dediği,
Mesnevi’de mübarek kelamlarından ve menkıbelerinden bahsettiği, Alvarlı
Muhammed Lütfi Efe’nin “Ümmetin medarıiftiharı” diye nitelendirdiği
vahdet bahçesinin en nadide bülbüllerindendir Harakânî Efendimiz.
"Bütün varlıklar bendedir ama hiçbir yerde kendime ait bir iz bulamadım"
diyen, Hak'ta gaybubet etmiş, aynı cemin bülbülü olan bir başka bilgenin
ifadesi ile "Hem Hakk'a ulaşmış hem de Hak olmuş" bir insan-ı kâmil,
Ebu'l-Hasan Harakânî'yi kendi idrakimizin sınırları içerisinden anlamak
ve anlatmak ne kadar mümkündür bilemiyorum.
“Allah’ın hakkında bildiklerim pek çoktur, bilmediklerim ise daha çoktur.
Açığa vurduklarım ise anlaşılabilenlerdir.” buyuran hazretin irfan
dünyasının izini yine kendi mübarek kelamlarında ve aynı hakikat
pınarından çağlayan bilgelerin sözlerinde sürmeye çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Aşk, İrfan, Derviş, Fütüvvet, Fakr, Sufi, Harakânî
1
[email protected]
174 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186
GİRİŞ
Âlemin kalbi âdem, âdemin kalbi insan-ı kâmildir. Efendimizin kutlu
soyundan gelen, on iki tarikin kendisinde birleştiği, hem aşk hem de gaza şehidi
olan, müthiş bir ihata ve kuşatıcılığın zuhur ettiği irfanında herkesin kendisi için
bir şey bulabildiği, Hz. Mevlana’nın “Biz, ilim mahfillerinde insanlara neyi arz
ediyorsak Harakânî’den aldığımızdır”(Uzgur, 2012, s.142) dediği, Mesnevi’de
mübarek kelamlarından ve menkıbelerinden bahsettiği, Alvarlı Muhammed Lütfi
Efe’nin “Ümmetin medarıiftiharı” diye nitelendirdiği vahdet bahçesinin en
nadide bülbüllerindendir Harakânî Efendimiz. "Bütün varlıklar bendedir ama
hiçbir yerde kendime ait bir iz bulamadım"(Uzgur, 2012, s.16) diyen, Hak'ta
gaybubet (kaybolma, yokluk) etmiş, aynı cemin bülbülü olan bir başka bilgenin
ifadesi ile "Hem Hakk'a ulaşmış hem de Hak olmuş" bir insan-ı kâmil, Ebu'lHasan Harakânî'yi kendi idrakimizin sınırları içerisinden anlamak ve anlatmak
ne kadar mümkündür bilemiyorum.
“Allah’ın hakkında bildiklerim pek çoktur, bilmediklerim ise daha çoktur.
Açığa vurduklarım ise anlaşılabilenlerdir.”(Uzgur, 2012, s.139) buyuran hazretin
irfan dünyasının izini yine kendi mübarek kelamlarında ve aynı hakikat
pınarından çağlayan bilgelerin sözlerinde sürmeye çalışacağız. Niyaz-ı Mısrî’nin:
“Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle âlem şehr ü bazar kalmadı”(Mısrî, 2013, s.587)
dizelerinde buyurduğu gibi Harakânî Efendimiz, İbnü’l Arabî’nin ‘kıyısız’
dediği mutlak birlik denizine dalmıştır ve oradan konuşmaktadır. Onlar
konuşulamayan hakkında susarlar, susmaları da birer konuşmadır, hikmettir ve
irşad edicidir.
Kendisine bir gün sufilerin adımlarından sordular.
Buyurdu ki:
- İlk adım, Allah (c.c.) deyip başka bir şey dememeleridir, ikinci adım
ünsiyettir (yakınlık) ve üçüncüsü yanmadır. (Çiftçi, 2004, s.231) Bu manada bir
diğer ulu sultan Aziz Mahmud Hüdayî:
“Ehl-i dünya dünyada, ehl-i ukba ukbada
Her biri bir sevdada, bana Allah’ım gerek”(Tatcı, Yıldız, 2008, s.68)
diyerek Hak yolcusuna rehberlik etmektedir.
Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 175
Yol nerede başlar, ilk adım nedir? İstemektir.(Yalsızuçanlar, 2012, s. 41)
Kimin kapısında bir yıl beklersen, sonunda bir gün o kapı açılır ve neden
beklediğin sorulur. “O’nun kapısında elli yıl bekle, sana ben kefil
olurum.”(Yalsızuçanlar, 2012, s. 76) diyor hazret.
“Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur."(Uzgur,
2012, s.75) buyurmuştur.
“O, bir insana bağışta bulunmak isteyince, Kendisi dışında ne varsa
kalbinden çıkarır. O zaman kul şaşkına döner, çünkü sermayesi geri alınmıştır.
Bu şaşkınlık hali bir zaman devam ettikten sonra içinde bir istek belirir. Ve ‘Sen’i
istiyorum’ der. Bundan büyük bir armağan olmaz.”(Yalsızuçanlar, 2012, s. 30)
demektedir Harakânî Efendimiz.
İlk önce, Allah var, başka bir şey yok deyip sonra onunla dost olmaya
çalışmalıdır. Sonra yanmaya başlar insan. Harakânlı bilge bir gün bir dervişe
sormuş: 'Hızırla dost olmak ister misin?' 'İsterim' demiş adam. 'Kaç yaşındasın?'
'Elli yedi.' 'Elli yedi yıl boyunca yediğin ekmeğini geri ver Allah'ın, O'nun rızkını
yediğin halde Hızır'la arkadaş olman doğru değildir.' Dost isterseniz Allah yeter.
O dost ise her şey dosttur."(Yalsızuçanlar, 2012, s. 72)
"Ere aşk gerek önden, ondan dervişe benzer."(Tatcı, 2013, s. 169) diyor
Yunus Emre. “Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer”(Tatcı, 2013, s. 169) Bu
yolda aşkın imameti olmadan yürünmez. Mısrî Sultan’ın:
“Vasl-ı Hak olmağa eylersen heves
Aşka ulaş gayrıdan gönlünü kes”(Mısrî, 2013, s. 365)
buyurduğu gibi, kişinin vasılı Hak olması, erdemli bir insan olması için ilk
şart aşktır. Allah'a âşık olanlar bu aşkla yanıp benliklerini yok ederler. Aşk, bu
manada yıkıcıdır, yakıcıdır. Yeniden yapmak için ilkin yıkar. Şöyle diyor: "O'na
varlığını takdim ettiğin zaman, O sana hayat bahşeder." Hz. Pir Mevlana
Efendimiz: “Hamdım, piştim, yandım” buyurmuş. İnsan benlik davasıyla insan
olamaz. Önce benliği aşkla yakmak gerekir. Hak iştiyakı insanı yakıp kül
etmelidir. Kül de benliktir. O dahi yok olmalıdır. Elbette bu çok sancılı bir
süreçtir. Harakânî Hazretleri, "Okyanusun dibinde tutuşmuş birisi, nasıl sükûnet
içinde olabilir ki?"(Uzgur, 2012, s.78) diyor. Seyyid Nesimi ise o yangının gül
kokan bahçesinden şöyle seslenir:
“Aşk ehli ölmez, yerde çürümez
Yanmayan bilmez, ateş-i aşka.”
176 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186
Yine Harakânî Efendimiz buyuruyor ki; “Yaratan’ın aşkına tutulmuş birisi
yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez.”(Uzgur, 2012, s.87) Zira onun
bütün ilgisi, iştiyakı Hakk’a yönelmiştir. O’na ulaşıncaya kadar her yer gurbet,
her şey yabancıdır. Hakk'ı arayan insanın, O'na vasıl olmak, ölmeden evvel
ölmek, benliğinde Hakk'ı görmek, bulmak isteyen kişinin hâli böyledir. İbnü’l
Arabî’nin “Biz ondan sudur ettik” dediği, İbn-i Sina’nın varlığın temel nedeni
olarak ifade ettiği “aşk” hakikat yolcusunun biricik sermayesidir. Varlığın nedeni
ve başlangıcı olduğu gibi, yokluğunda olmazsa olmazıdır, ilk şartıdır.
Nîst bad( Yok olmaya bak) diyor Hz. Pir Mevlana, yani fenaya, hiçliğe
soyun. Efendimiz, "Fakr (Yokluk) benim iftiharımdır." buyurmuştur. Fakr,
Hak'ta yok olup O'nunla var olmaktır. İbnü’l Arabî, “Var oluşun yok
oluşundadır.” diyerek mutlak varlığı Hak’ta yok olmaya bağlarken Hz. Mevlana
bunu bir başka ifade ile "Bizim varlığımız da yokluktur." diyerek dile getirmiştir.
Harakânî Efendimizin bir ismi de “Hüccetü’l-Fakr’dır. Yani fakrın önderi,
rehberi… Fakir, Hakk’ın gayrından arınmış, gönlünde Hak’tan gayrı hiçbir şey
kalmamış kimsedir. Büyükler onun fakrıyla iftihar ederler.
Bir başka anlamı ile fakirlik, her şeye sahip olunduğu halde, hiçbir şeyin
esiri olmamaktır. Hz. Mevlana, Mesnevi’de: Mal ve mülkü gönlünden çıkarmış
olduğu için, Süleyman (a.s.)’ın kendisine fakir dediğini zikreder.
Bir kuds-i hadiste Cenabı Hak: “Beni arayan beni bulur. Beni bulan beni
bilir. Beni bilen beni tanır. Beni tanıyan bana âşık olur. Ben, bana âşık olana âşık
olurum. Ben âşık olduğumu öldürürüm. Öldürdüğümün diyeti bana farz olur.
Onun diyeti bizatihi benim.” demektedir.
Yine bir Ayet-i Kerime’de mealen: “Allah nefislerinizi satın almak
istiyor.” buyrulmuştur.(Allah’a borç veriniz.) Allah’ın nefislerimizi satın
almasından maksat benliğimizi Hakk’a kurban etmektir. Bunun için mutlak bir
teslimiyet gerekir. “Teslim olmayı seç ki yuvaya yolculuğun kısa sürsün.”(Uzgur,
2012, s.17) diyor büyük bilge. Bu sebeple âşıklar mutlak bir teslimiyet ile rıza
lokmasını yer ve başlarına gelen her şeyi severler.
“Ferhad bugün ben oldum varlık dağını deldim
Şirin’ime varmağa her canibim yol oldu”(Mısrî, 2013, s.588)
diyen Mısrî Sultan gibi varlık dağını delip geçenlerin yolu hangi yöne
giderlerse gitsinler Hakk’a çıkar.
"Bir yılanın derisini terk edişi gibi ben de benliğimden kendimi
Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 177
soyutladım."(Uzgur, 2012, s.39) diyor Harakânî Efendimiz. Allah’la insan
arasında benlikten gayrisinin duramayacağı hakikatinden ötürü fakr ehli, dünyaya
benliği silmeye gelmiştir. Onlar "ben" demez. Bunun için tam bir teslimiyet ile
benliği infak etmek gerekir. Harakânî’ye: "Hakk'ı nerede gördün?" diye sordular.
Dedi ki: "Kendimi görmediğim yerde."(Uzgur, 2012, s.15) Bu, evde ev
sahibinden başkasının olmadığı mutlak yokluktur. “Ben beni terk eyledim
gördüm ki ağyar kalmadı.”(Mısrî, 2013, s.587) diyor Niyaz-ı Mısrî.
Harakânî Hazretleri fakrın kırk mertebesini dört temel üzerine kurmuştur:
İslam, iman, ihsan ve ikan (yakînî ilim). İslam, nefsin Hakk’a teslim olmasıdır,
iman emin olmaktır, ihsan Hakk’ı görüyormuş gibi ibadet yapmaktır. İkan ise
sağlam bir bilme, kesinliğinde şüphe olmayan kat’i bilgi, yani yakinî ilimdir.
"Allah'ım bütün varlıklarda Sen'in gibi tecelli etmek için Sen'le olmak istiyorum
veya herhangi bir iz bırakmadan Sen'de kaybolmak."(Uzgur, 2012, s.15)
demektedir hazret. Hak idraki nefiste olur. Kişi Hakk’ı nefsinde, dolayısıyla
bütün âlemde idrak eder. Sadece cemalde değil, celalde de idrak gerekir. Celalde
idrak, melâmet tecrübesi gerektirir.(Uzgur, 2012, s.78) İnsan-ı hakiki olabilmek
için, o bela çölünden mutlaka geçilir. “Yine Mısrî’nin dilinden:
“Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu
Nefsini sen bilmeden Sübhân’ı arzularsın
Taşra üfürmek ile yalınlanır mı hiç ocak
Yönün Hakk’a dönmeden ihsanı arzularsın”(Mısrî, 2013, s.524)
“La süpürgesiyle yolu temizlemeden illa sarayına varılmaz” şeklindeki sufi
deyişinde olduğu gibi bu yol, Allah’tan başka her şeyden kalben uzaklaşmayı
öğütler. “Bu yol soyutlanma, tam muhtaçlık ve idrak mahallini kevnî ilgilerden,
ilimlerden bütünüyle boşaltarak Hakka yönelmekten ibarettir.”(Demirli, 2005, s.
102) Salikin önce “nüzul”(aşağı inme) sonra “uruc”(yükselme) olarak
adlandırılan bu yolculuğu meşakkatli bir kalp tasfiyesini gerektirir. Dünya ile
ilgili alakalar salikin önündeki en büyük engeldir. Sufiler dünyayı “senin ile Allah
arasındaki perde” olarak tanımlarlar. Yolcu, kalbine nakşettiği dünyaya dair
yazıları silmelidir ki o perde aralansın. Harakânlı bilge, Yunus’un “gönülsüz
gerek” dediği dervişi: “Ölü bir beden, yok olan bir kalp, yanık bir candır.”
ifadeleriyle tanımlıyor.
Cüneyd-i Bağdadî ise dervişi şöyle anlatır: “Hakk’ın kendisini kendi
nefsinde giderip (yok edip, öldürüp) kendinde ebediyen Hay(diri) kıldığı kişidir.”
178 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186
Bir diğer ifade ile “Mürid Hakk’ın zatının sıfatıdır.”(Uzgur, 2012, s.15)
Harakânî Efendimize sordular:
“Derviş nasıl olur?”
Dedi ki:
“Cübbe ve seccadeyle, görenek ve adetle olmaz, yok olmakla olur.”
Dedi ki:
“Derviş; gündüzün güneşe, geceleyin ay ve yıldıza ihtiyacı olmayandır.
Dervişlik varlığa ihtiyacı olmayan yokluktur.”(Harakanî, 2006, s.79)
Derviş, içinde endişesi olmayan, konuştuğu halde konuşulmayan, gördüğü
halde görülmeyen (fark ettiği halde fark edilmeyen), duyduğu halde duyulmayan,
yediği halde yediğinden lezzet almayan, hareket ve sakinliği bulunmayan,
sıkıntısı ve mutluluğu olmayan kişidir; işte derviş budur. (Harakânî, 2006, s. 103)
Sordular:
“Garip kimdir?”
Dedi ki:
“Vücudu bu dünyada gurbette olan kimse garip sayılmaz; aksine garip,
gönlü teninde garip olan ve başı gönlünde garip olan kimsedir.”(Harakânî, 2006,
s.104) Buyurdu ki: “Allah’ım gariplerin benim tekkemde ölmelerine müsaade
etme, zira Ebu’l-Hasan’ın tekkesinde bir garip öldü, derlerse; ben o garibin
ölümüne tahammül edecek güce sahip değilim.”
Varlıklara karşı merhameti olmayan kişinin Allah sevgisini kalbinde
taşıyamayacağı hakikatini ve varlığı kuşatan rahmetin tecellilerini hazretin pek
çok sözünde görmek mümkündür. Bunlardan birisi de şudur: "Her kim bu kapıya,
bu dergâha gelirse ekmeğini verin, suyunu verin, hizmetini yapın, ona hürmet
edin ama inancını sormayın."(Uzgur, 2012, s.58) Bu Rahmaniyettir. “Allah'ın ruh
bahşettiği, aziz kıldığı bir kimseyi sen bir lokma ekmekten mahrum edersen bu
zulüm olur.”(Uzgur, 2012, s.58) demektedir. Yine Hazret’in Hz. Ebubekir’den
duyduğumuz, “Allah’ım vücudumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım
başka kimseye yer kalmasın.” ifadesindeki gibi bir merhamet abidesi olan şu
sözünü hatırlayalım:
Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 179
"Keşke bütün yaratılmışların yerine ben ölseydim de onlar ölümü
tatmasaydı." (Harakânî, 2006, s.127) O, "Benim takipçim feleğin şefkatidir
(varlığı kuşatan rahmettir).” buyurmuştur.
Harakânî Efendimiz’e “Civanmertlik nedir, cömertlik nedir?” diye
sormuşlar.
Buyurmuş ki: “Civanmertlik üç çeşmeli bir deryadır, üç nehirden beslenir.
Birisi cömertliktir. Allah’a karşı benliğinden, varlığından vazgeçeceksin, “Ben
yokum.” diyeceksin. “Ben yokum.” diye diye O, varlığı sana arz eder. İbnü’l
Arabî, “Sadakaların en büyüğü insanın bizatihi kendisini tasadduk etmesidir.”
buyuruyor. İkincisi de, ruhuna karşı şefkatli olacaksın, hep nefsin arzularını
yerine getirerek ruhunu üzmeyeceksin. Üçüncüsü de halktan doymuş bir nefis,
yani Hakk’a ulaşmış, halktan hiçbir talebi olmayan, talebi hep Allah’tan olan.
Cömertlik ise akıl ve görüştür. Cömertliğin ölçüsü şudur, kul enaniyetinden,
benliğinden, tutkularından, arzu ve isteklerinden ne kadar sıyrılıyor? Aklını bu
yönde ne kadar kullanıyor.”
“Cennet ya da cehennemin var olmadığını söylemiyorum ancak onlar
sadece olgulardır. Burada sevgin ile olduğum yerde hiçbir olgu yok.” buyurmuş.
Onlar zahirde görünen ve var sanılanları yokluk deryasına atmışlardır.
"Kulluğu herkes yapar sevgilim, o değil benim derdim.
Ben ondaki emelden kurtulmak istiyorum."(Yalsızuçanlar, 2012, s.87)
diyen hazret gibi
“Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları bana seni gerek seni”(Tatcı, 2013, s. 525) diyen
Yunus’un da bütün hakikat yolcularının da maksudu Allah’tır.
Arifler dünyayı, "Allahtan gafil olmaya sebep olan her şey" olarak
tanımladıklarından dolayı Allah'tan başka her şeyden vazgeçip Hakk'a teslim
olarak vahdet şuuruna ulaşırlar. Birlik idraki ile insan âlemde her şeyde bizatihi
Hakk'ı görmeye başlar. Hak her şeyde zuhur eder. Herkeste, bütün mevcudatta,
bütün mahlûkatta… Kâmil o zuhuratı anlayandır. "Haktan ayan bir nesne yok
gözsüzlere pinhan imiş."(Mısrî, 2013, s.449) diyor Niyaz-ı Mısrî. Zira şairin de
(R.M. Ekrem) dediği gibi:
“Bir kitâbullâh-ı a’zamdır serâser kâinat
Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar.”
180 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186
Nefsini bilen, benliğini silen, varlığın aslını anlayan ve vahdete ulaşan için
Zat-ı Hak aşikâr olur. Gördüğü, duyduğu, konuştuğu Hak’tır artık. Beyazıd-ı
Bistamî bu hali şöyle ifade etmiştir: “Ben tam otuz seneden beri Allah’la
konuşuyor, Allah’ı dinliyorum. İnsanlarsa kendileriyle konuştuğumu ve
kendilerini dinlediğimi zannediyorlar.”(Ankaravî, 2011, s.113)
Varlık birdir. Vücut bir olduğundan yani varlığı tam bir birlik algısı
içinden gördüğü için -ki bu ehadiyet düzeyidir; yani Hakk'ın mutlak tekliği- Hak
tecelli etmektedir. Vahdet algısı ve ahlakını kuşanmış, varlığı bir vücut olarak
gören, sonsuz merhamet ve şefkat sahibi bilgelerden Harakânî: "Türkistan'dan
Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma
batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben
de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benimdir."(Uzgur, 2012, s.9) Cümle
varlık bir vücut demektedir. Bu sebeple Hazret’i ziyaret eden herkesin mutlaka
yüreğinde hüzünle döneceği söylenmiştir. (Seyyit Nizam’dan) Bu vahdet ahlakı
nebevi bir ahlaktır. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Ümmetimden bir
kimse, bir sıkıntıya düşünce ben de aynı sıkıntıyı çekerim, ta ki o kurtuluncaya
kadar."
Yenişehirli Avnî:
“Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik,
Biz âleme bir yâr için ah etmeye geldik.” diyor.
Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan
nesnelere ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Asırlar önce hüznü böyle
tanımlamıştır büyük filozof Kindî (öl. 866). İnsanoğlu en çok acı, keder ve
ıstıraplar neticesinde çaresiz kaldığı zamanlarda Cenabı Allah’ı hatırlayıp O’na
yakın olmaya çalışır. Hz. Mevlana, kıblemizi Zatına çevirmek isteyen
yaratıcımızın merhametinin nişanı olarak ötelerden çok değerli elçiler
gönderdiğini ve bunların; acı, keder, ıstırap ve bela olduğunu söylemektedir.
Divan-ı Kebir’de şöyle diyor: “Gönüle gamdan kederden bir peygamber gelince,
ötelerden Cebrail de gönüle iner. Düşünce, Meryem gibi yüzlerce İsa’ya gebe
kalır.”(Artıran, 2013, s. 234)
Fethi Gemuhluoğlu’nun: “Sebepsiz yere hüzünleniyorsanız, bilin ki
Allah'a yakınlaşmışsınızdır.” sözündeki, hüznün insanı dönüştüren ve kemale
erdiren hakikatini Asaf Halet Çelebi’nin:
“Sebepsiz hüzün hocamdı
Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 181
Loş odalar mektebinde” dizelerinde de görmek mümkündür. İnsanoğlu
dünyaya fırlatıldığı andan itibaren bir özlem ve arayış içindedir. Her adımda bir
kopuş ve ayrılış kaçınılmazdır. Cennetten ayrılış, ana rahminden ayrılış,
varoluşunu sürdürebilmesi için dünyaya gelmek zorunda olanın yaşayacağı
ayrılıklar bitmez. Neye alıştıysa ondan ayrılmak zorundadır insan. Hep gurbette
olduğu duygusu, aslına dönme ve kavuşma arzusu, hakikati arayışı, varoluşun
hüznü, onun yüzünü dünyadan Hakk’a çevirmesi için Yaratıcı tarafından kalbine
nakşedilmiştir.
Derviş sinemacı olarak nitelendirilen Andrey Tarkovski: “Neşe bir tek
çocuklara ve delilere yakışır” derken, “Aklın zekâtının hüzün” olduğu hakikatini
hatırlatır gibidir. Akıl eden bir kalp ve idrak sahibi insanın sinesini yaralayan,
içini sızlatan şeylere karşı kör olması mümkün olmadığından hüzünden azade
olması düşünülemez. İnsan ıstırapları ve kalp sızıları ile insandır. Şairin
deyimiyle, “Hüzün ki en çok yakışandır bize...(Hilmi Yavuz)
“Âşıkların kalp sızısı bu dünyanın da diğer dünyanın da ötesindedir. Çünkü
onlar sevgiliyi layık olduğu şekilde hamdı sena etmeye çalışırlar.”(Uzgur, 2012,
s.91) Dervişlerin hüznü O’nun istediği gibi temiz olamamanın verdiği hüzündür.”
diyen Harakânî’de hüznün ifadesini bir kaç mertebede görüyoruz. Hakk’ın
yakınlığından uzağa düşme hüznü.”
“Biz hüzün ve neşe bilmeyiz, kabz u bast bilmeyiz.” diyor Hazret. Hüzün
ve neşeyi kabz ve bast olarak anlamamak gerekir. Yolun başındakiler için günah
ve sevap vardır. Ortadakilere ise kabz ve bast vardır. Fakra ulaşmışlarda ise hüzün
vardır. Bu öyle sanıyoruz ki “Ben hüznün peygamberiyim” mealindeki hadiste
anlatılan haldir. (Uzgur, 2012, s.114) Niyaz-ı Mısrî’de bu hal şöyle dile gelmiştir:
“Gerçi Allâh'a ibâdet de güzel
Zühd ü takvâ vü kanâat da güzel
Halvet ehline kerâmet de güzel
Âdem isen semme vechullâh'ı bul
Kanda baksan ol güzel Allâh'ı bul”(Mısrî, 2013, s.476)
Dedi ki:
“Gam ve keder isteyin… Gam ve keder isteyin ki; gözyaşı doğsun. Allah
ağlayanları sever.”(Harakânî, 2006, s.80) Nerede niyaz varsa orada Allah
vardır.(Uzgur, 2012, s.47) Yüce Rabbimiz: “Ben kalbi kırıklarla beraberim”
182 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186
buyuruyor. Yolu gam ve kedere uğramayan arif yoktur ve onlar için, her zaman
hüzün zamanıdır. Niyaz-ı Mısrî âşıkların hüznünü şöyle ifade eder:
“Çün sana gönlüm mübtela düşdü
Derd ü gam bana aşina düştü”(Mısrî, 2013, s.596). Bir başka yerde ise
insanın kedersiz olamayacağına işaretle:
“Gamsız olan adamı sanma anı âdemî
Hayvandan ol edaldir kaldı dalâl içinde”(Mısrî, 2013, s.559) demiştir.
“Kim ki Allah’ı yalnızlıkta bulur; bu onun O’nu sevdiğinin göstergesidir
ancak kim ki kalabalıklar ortasında Allah’ın varlığını müşahede eder o Allah
tarafından seviliyordur.” Tasavvufta “halvet der encümen” ifadesine karşılık
gelen bu halde kişi zahirde de batında da Hak ile beraberdir. El ne ile meşgul
olursa olsun gönül yardadır. Bu hal sevilenin de seven olduğunun ispatı gibidir.
Bu hakikatin ışığında tenhada ya da kalabalıkta bize şahdamarımızdan daha yakın
olanla hemhal olmuş, seven ve sevilen bir büyük peygamber Hz. Yakup’un “Ben
derdimi ve hüznümü yalnız Allah’a arz ederim.” diye niyazda bulunduğunu
biliyoruz. Bu kutlu ahlakın temsilcilerinden Alvarlı Efe Hazretleri de: “Âşık-ı
sadık olanın dûd-i âhı gizlidir”(Alvarlı Efe, diyerek iltica edilecek merciinin yine
ve yalnızca Allah olduğunu hatırlatır gibidir.
“Ah bu aşkın eseri her kime uğrar ise
Derdine sabretmeyen yolda kalagan olur.”(Tatcı, 2012, s. 203)
diyen Yunus âşıklığın müşkül hallerine sabretmeyenin
eremeyeceğini hatırlatırken Fuzulî yanmakta şifa bulanların dilinden:
kemale
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır”
diyerek dermanın helakine sebep olacağını söyler. Çünkü Mısrî Sultan gibi
derdin dermanın ta kendisi olduğunu bilmektedir.
"Yeryüzünde yolculuk edenin ayağı, gökte yolculuk yapanın ise kalbi su
toplar."(Uzgur, 2012, s.71) Kimileri ayakla, kimileri gönülle, kimileri ise ruhla
seyahat ederler. Azığı hüzün olan yolculuk, sıkıntının ve acziyetin bereketi ile
Hakk’a varır. Bu yolculuk Allah’tan yine Allah’adır. Hz. Mevlana’nın babası
Sultanü'l-Ulema Şeyh Bahaeddin Veled hac yolculuğu esnasında Bağdat
Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 183
yakınlarında kendilerine nerden gelip nereye gittiklerini soran muhafızlara şu
manidar cevabı verir: "Allah'tan geldik, Allah'a gidiyoruz.”
“Akla mağrur olma Eflatun-ı vakt olsan dahi
Bir edib-i kâmil gördükde tıfl-ı mektep ol!”
Platon kadar âlim olsan, zamanın allâmesi haline gelsen bile sana taşradan
başka bir şey öğretemeyecek olan akıl ile boşuna âlimim diye övünme de bir
arifin dizinin dibine mektep çocuğu gibi otur, diyor Nefî.
Ruhlar âleminden “ihbitu” (inin) emriyle şahadet âlemine gelmiş olan
insanın, çeşitli seyirlerden geçerek hakikatine ulaşması ve vahdet eğitimiyle
erdemli bir insan haline gelebilmesi için bir kâmil mürşide teslim olması gerekir.
Kâmillerde beşer denilen balçığı hakiki bir insan hâline getiren manevi bir
ilim vardır. Ona hakikat-i Muhammediye denir. Muhammedi yaparlar insanı.
Bunun ilk şartı da terbiyeyi kabul etmektir. Derviş adeta “Niyet ettim burnumu
sürttürmeye.” diyerek yola koyulmalıdır. Yunus’un dervişleri doğan, şah
balaban, şahin gibi terbiye edilebilen kuşlara benzetmesi de bu hikmetle ilintili
okunabilir. Aynı zamanda doğmakla da ilgili olan doğan benzetmesinde olduğu
gibi dervişi sembolize eden bu kuşlar avcı kuşlardır. Dervişler ise hikmet
avcısıdır. “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa onu alır.” Hakikat yoluna
adım atmış olan müridin başka bir deyişle salikin mürşide itaat etmesi şarttır.
Tasavvufta şeyhin rolü, dinde peygamberin rolüne benzer. Sufilere göre, Hz.
Musa ile Hz. Hızır’ın olayı, mürit ile mürşidin açık bir örneğidir. Mesnevi'de
hazret ile ilgili geçen "Şehr-i Yar" tabiri "zahir ve batın tasarrufu elinde olan"
anlamına gelmektedir. O'nun tasarrufu ile ilgili müjdeli söyleyişlerinden biri de
şu şekildedir: "Uzaklık yakınlık mevzubahis değildir. Yeter ki içinde Hak
iştiyakı, Allah özlemi olsun, Allah'ı istesin, ona ben yetişirim."(Uzgur, 2012,
s.49) İçinde bir dert, bir aşk, bir Allah özlemi olan, ruhu Allah'ı isteyenin sahibi
benim, demektedir. "Yeryüzünde yürüyen birçoğu vardır ki ölüdürler ve
bedenleri uzun zaman önce gömülmüş olanlar vardır ki hayattadırlar."(Uzgur,
2012, s.141) O'nun ve onun gibi velilerin tasarrufu ve manevi eğitimi kıyamete
kadar devam edecektir.
“Âlim sabah kalkar, ilmini artırmak için uğraşır, abid ibadetini artırmak
için uğraşır, zahid zühdünü, tacir ticaretini artırmak için uğraşır. Ebu’l-Hasan da
bir kardeşinin gönlüne yücelik ulaştırmak için uğraşır.”(Uzgur, 2012, s.91) Bir
kardeşinin gönlünü rahatlatmak için, ona Allah’ın muhabbetini yetiştirmek için
uğraşır. “Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim” diyor Yunus. Hak
184 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186
dostları Allah’ın bakacağı yer olan gönlü temizlemeye ve irfan ile mayalamaya
çalışırlar. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Bedende bir uzuv vardır ki, o
salim olursa bütün vücut salim olur. O uzuv, kalptir.”
Rivayete göre Hacı Bayram Veli’nin müritlerinden olan Yazıcızade
Mehmed, daha sonra tasavvuf dünyasında meşhur olmuş “Muhammediye” isimli
eserini pirine gösterdiği vakit, Hz. Pir ona hitaben: “Mehmed, bunu yazacağına
bir sine hâkk etseydin daha iyiydi” demiştir. Tasavvufi anlayışta “sine hâkk
etmek” kağıt yerine insan gönlüne silinmez yazılar kazımaktır.(Aynî, 1986, s.
104) Aynı hadise başka bir kaynakta şöyle aktarılır: Hacı Bayram Veli,
Gelibolu’ya geldiğinde Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye”nin ön tasarımını
sohbet sırasında Hacı Bayram Veli’ye açınca Hacı Bayram Veli kendisine “Yaz
yaz, fakat yazmadan önce bir sîne hâkk et” demiştir.( Altınok, 1995, s. 122)
Harakânî Hazretlerinde varlık amacı halka hizmettir. Halka hizmet Hakk’a
hizmettir. Fütüvvet ahlakının en kâmil halini yine hazrette görüyoruz. Fütüvvet,
kişinin nefsinden çok başkasını öncelemesidir. O şöyle buyurmuştur:
"Fütüvvet ehli cennete giden yolda değil, Allah'a giden yoldadır."(Uzgur,
2012, s.22) Allah’a giden yol kendini O’na tasadduk etmekten geçer. Bu da tıpkı
Allah’ı sevdiği gibi O’nun yarattıklarını da sevmekle ve onlara hizmet etmekle
olur. Peygamber Efendimiz: “Sizden birinin bir kardeşinin sıkıntısını gidermek
üzere teşebbüste bulunması, benim şu mescidimde bir sene itikâfta kalmasından
hayırlıdır.” demiştir.
“Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün
akşama kadar Peygamber Efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini
incitirse, Allah onun o günkü ibadetlerini kabul etmez.” buyuruyor Harakânî.
“İncitmemek ve incinmemek.” Kenan Rıfai’nin “Tasavvuf nedir?” sorusuna
verdiği cevaptır. Yani tasavvufi ahlakının özüdür.
"Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım ancak her
zaman benimle olansın."(Uzgur, 2012, s.57) buyuran Harakânî Efendimiz;
Rahman’ın ahlâkı ile ahlâklanmak istiyorsanız kırmayın, kırılmayın. Kırılacak
olsanız bile insanlardan yüz çevirmeyin, der gibidir.
Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 185
SONUÇ
Harakânî Efendimiz, İbnü’l Arabî’nin ‘kıyısız’ dediği mutlak birlik
denizine dalmıştır ve oradan konuşmaktadır. Onlar konuşulamayan hakkında
susarlar, susmaları da birer konuşmadır, hikmettir ve irşad edicidir.
"Yeryüzünde yürüyen birçoğu vardır ki ölüdürler ve bedenleri uzun zaman
önce gömülmüş olanlar vardır ki hayattadırlar." O'nun ve onun gibi velilerin
tasarrufu ve manevi eğitimi kıyamete kadar devam edecektir.
“Allah’ı sevmek garip, yabancı bir yerde arkadaşa sahip olmak gibidir,
oraya seyahat ettiğin zaman kendini daha az yabancı bulacaksın” diyen Harakânî
Efendimizin irfanı, insanın özüyle barışması ve hakikatine ulaşmasına vesile
olacak kutlu yollardan biridir.
Bu yolculuk Allah’tan yine Allah’adır ve hepimiz O’nun birliğinde seyahat
eden yolcularız.
KAYNAKÇA
Altınok, Baki Yaşa. (1995). Hacı Bayram Veli Bayramîlik Melamîler ve
Melamîlik. Oba Kitabevi.
Ankaravî, İsmail. (2011). Minhâcu’l-Fukarâ. Hazırlayan: Saadettin Ekici, Meral
Kuzu, İstanbul: İnsan Kitap.
Artıran, Hayat Nur. (2013). Aşk Bir Davaya Benzer. İstanbul: Sufi Kitap.
Aynî, Mehmed Ali. (1986). Hacı Bayram Veli, İstanbul: Akabe Yayınları.
Çiftçi, Hasan. (2004). Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Harakânî (Hayatı, Eserleri). Kars:
Şehit Ebu’l-Hasan Harakânî Derneği.
Demirli, Ekrem. (2005). Sadreddin Konevi’de Bilgi ve Varlık. İstanbul: İz
Yayınları.
Ebu’l-Hasan Harakânî. (2006). Seyr ü Sülûk Risalesi, Hazırlayan: Sadık
Yalsızuçanlar. İstanbul: Sufi Kitap.
186 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186
Tatcı, Dr. Mustafa, Yıldız, Dr. Musa. (2008). Azîz Mahmûd Hûdâyî Dîvân-ı
İlâhîyât. İstanbul: H Yayınları.
Tatcı, Dr. Mustafa. 2013. Niyâzî-i Mısrî Halvetî Dîvân-ı İlâhîyât. İstanbul: H
Yayınları.
Tatcı, Dr. Mustafa. 2012. Yûnus Emre Dîvân-ı İlâhîyât. İstanbul: Kapı Yayınları.
Uzgur, Yavuz Selim. (2012). Anadolu’nun Kalbi: Harakânî. Yayına Hazırlayan:
Sadık
Yalsızuçanlar. İstanbul: Sufi Kitap.
Yalsızuçanlar, Sadık. (2012). Cam ve Elmas. İstanbul: Timaş Yayınları.
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 187-194
İŞİTİN EY YÂRENLER
Mustafa TATÇI
İnsanlık tarihinin en güzel değerlerinden biri olan Yunus Emre hakkında
bugüne kadar pek çok şey yazılıp söylendi.
Yaşadığı çağı olduğu kadar bütün çağları etkileyen ilâhilerin sahibi; bütün
bunalım felsefelerini gereksiz ve geçersiz kılan bu hakikat kaynağı olan zat
kimdir?
Bu güzel gönüllü ve erdemli insan, bu kemâlin şahikalarında dolaşan garip
Hak âşığı kimin nesidir?
Bu sorunun cevabı, yine Yunus'ta, Yunus'un menakıbında ve kendi
şiirlerinde gizlidir.
*
1240-1320 yılları arasında yaşayan Yunus Emre, manevî hayatıyla, her
biri fena tecellilerinin tecrübelerini aksettiren ilâhîleriyle ve bu nutk-ı şeriflerinde
vaz‘ ettiği değerler sistemiyle Türk-İslâm kültürü açısından fevkalâde önemli bir
şahsiyettir. Önemlidir, zira o, yanlış bilinenleri yıkıp yeniden inşa eden bütün
inkılâpçılar gibi divanında fikirleriyle zihinlerde, gönüllerde ve dilde yeniliklere
imza atmış bir erendir.
İnsanı yeniden inşa etmek! Zamanı ana getirmek, insanlığın fikirlerini,
hayallerini ve rüyalarını tekâmül ettirmek, insanlığı süflîden alıp ulvîye taşımak,
onu hakka, hakikate hazırlamak, kulluk bilinciyle donatıp Allah’a lâyık hâle
getirmek!
Esasen peygamberlerin ve onların izinden giden kâmillerin misyonu da
insanlığa mirası da budur.
Bu miras, putların ve putlaştırdıklarımızın kırılıp insanın hakikatte
yeniden inşa edilmesi şeklinde özetleyebileceğimiz değerler manzumesidir.
Başka bir şey değil!
188 | Mustafa ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 187-194
Yunus yeni değerler ortaya koyan büyük bir inkılâpçıdır.
Burada mevzuumuz olan Yunus Emre de bazı değerleri yerinden söküp
yerine yeni değerler koyan büyük bir inkılâpçıdır. Bu bakımdan onun kimliğini
ve tesirlerini merak edenlere şöyle bir tanımlama yapmak mümkündür:
Yunus, önceki gelenlerin sonuncusu, sonraki gelenlerin ilkidir.
Bu ne demektir?
Evet, hiç şüphesiz, Yunus, kendinden öncekiler gibi yaşadı, kendinden
öncekiler gibi bir insan-ı kâmilin, bir mürşid-i hakikînin eğitiminden geçti, fakat
o, “İlk adım Yunus idi adımı âşık takdım/Terk etdim ud u edeb şöyle haber
bırakdım.” diyerek, aşk ile sülûk ederek vardığı nihaî noktada eski Yunus’u ve
adıyla beraber nefsi benliğini tarihe gömdü. “Adın değiştirmeyenler bu yola
gelmediler!” dedi ve adını değiştirdi. Önceki Yunus’u sildi, yeni bir Yunus olarak
karşımıza çıktı. “İki kere doğmayan insanların hakikatte ölü olduğunu!”
biliyordu. İkinci kere doğdu ve bize turfandan haberler getirdi!
Değişmek lâzımdı!
Değişmek lâzımdı, zira, sülûk değişmek ve dönüşmek demekti. Önceki
bilgilerinin taklidî olduğunu anladı ve “Şeriat tarikat yoldur varana marifet
hakikat andan içeri” deyip de hakikate yöneldi. Irmaktan ve gölden geçti de
ummana daldı. O biliyordu ki, zinde iken ölmek, unsurlar âleminde
tamamlanmak, asıl olana yönelmek ve sonunda içindeki ben ile tanış-biliş olmak
gerekiyordu. Küfür benliğini suya attı, miskinlik dediği yokluk ummanına gark
olup “Allah’a el sundu:
Adı sanı uşatdım
Küfrümü suya atdım
Miskînliğe el katdım
Allah görelim neyler
Yunus halkı Hakk’a Türkçe davet etti.
Yunus, “benden benliğim gitti.” deyip kendini fenada, nefsini Hak’ta ispat
etmekle kalmadı, halka dönüp insanlığın da Hakk’a ve hakikate dönmesi
gerektiğini söyledi. Yol tecrübelerini söze döktü. Anam, babam, dedelerim ve
ninelerim medrese Müslüman’ı değil, gönül Müslüman’ıydı. Arapçadan
anlamıyorlar, Rabçadan anlıyorlardı. Yunus Arapça bilmeyen bu gönül
Müslümanlarına da hakikati Türkçe anlattı. Yunus bu ümmîleri halktan Hakk’a,
Mustafa ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 187-194 | 189
taklitten tahkike davet ederken kendi dilleriyle “oku” gönderdi. Onlar da anladılar
ve iyi birer “okucu” ve “okuyucu” oldular, gönül kitabından Türkçe okuyup
sadede geldiler.
Hâsılı, Yunus, hakikati Arapça veya Farsça söyleyen önceki gelenlerin
sonuncusu, sonraki gelenlerin de ilki oldu.
İmdi, neden Yunus?
Zira, o bizim aşk ve mana dilimizin kurucusudur da ondan!
Biz Yunus’la dilimizi öğrendik. O bize, sevmeyi, sevgi yoluyla Hakk’a
ulaşacağımızı kendi dilimizle öğretti; O bizim aşk ve mana dilimiz oldu!
Annemizden öğrendiğimiz dile mana elbisesi giydirdi. Çocukça konuştuğumuz,
henüz emekleyen dilimiz “ana dilimiz” oldu. Kendisi aşkın rengine boyananın
lisanının da aşkın rengine boyanacağını biliyordu. Nitekim o, gönlü ile beraber
dilini de Hakk’ın rengine boyadı. Kendi içini yakaladığı makamda Türkçenin de
içini yakaladı. Anadili Türkçeyi Hakk’ın ve hakikatin dili hâline getirdi. Sonra
döndü, gönlüyle birlikte vahiy onun kalemiyle gökten yere Türkçe indi;
Türkçenin Cibrîl'i oldu.
Evde, sokakta ve pazarda konuşulan sözler onun kalemiyle göklere
kanatlandı. “Dil hikmetin yoludur!” diye bayrak açtı, önümüzden gitti.
Arkasından gelenlerin de üslûbu oldu, Yunus!
Erenler ondan sonra hakikati Türkçe anlatır oldular. Niyâzî-i Mısrî bu
sebeple “Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir!” yahut “Niyâzî’nin dilinden Yunus
durur söyleyen!” dedi.
İzine basanlar biliyordu ki, Yunus göklere kanatlandıktan sonra sulak
bahçelerde yetişen “şeker kamışı” gibi şeker (=hakikat) yüklüydü. Yahut
Tapduk’un kovanında ballar balını bulmuştu. Sözleri, özünden süzülüp gelen
süzme bal, tortusuz yağ gibiydi. Dilindeki bu letafet ve nükte yükünün şeker, bal
yahut yağ (=Hak sırları) oluşundandı. Nâdânın anlamadığı bir nükte de şu idi ki,
bu aşk ve mana dilimizin kurucusu olan zat, ümmî idi. Evet, bu kelimede hiçbir
mecaz söz konusu değildi. O bir ümmî idi. “Medreseler müderrisinin okumadığı
aşk dersini” okudu ve gönlünü dil eyledi. Kendisi aradan çıkmış, “Yaradan”
kalmıştı; dilinden dökülen sözler Hakk’a aitti. Bu sebeple nefesinden kaleme
dökülen her söz “ilâhî=Allah’a ait” oldu. Ve yine bu sebeple o, dilimizin gönlü,
gönlümüzün dili oldu. Bu özelliğini şöyle ifade etti:
Ol dost bana ümmî demiş hem adımı Yunus komuş
190 | Mustafa ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 187-194
Dilim şeker gövdem kamış bu söyleyen nemdir benim
Yunus bize sevmeyi öğretti!
O bize sadece dil öğretmekle kalmadı, sevgiyi de öğretti. Biz, Cenâb-ı
Hakk’ın sevilince bilineceğini “Ol dost ile benim işim ölüp dahı bitmeyiser/ Bu
niçe ola kim bite çün gönülde dost sevile” diyen aşk müderrisi Yunus’tan
öğrendik.
Tıpkı “Dinle neyden” buyuran gönül mimarı Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
gibi, Yunus da, “İşitin ey yârenler!” diyerek bizi aşka davet etti:
Karanuluk sürülür âlem münevver olur
Karanuluk yerine nûr ile gündüz gelir
dedi ve sevgiyle içimizi ve dışımızı saran âlemlerin münevver olacağını
söyledi; karanlık dünyamıza ışık oldu.
Bir saba meltemi gibi içimize girdi, can kulağımızı açıp, bilmediğimiz,
görmediğimiz illerden haberler getirdi. Onun bize verdiği haberle, kulağımız
duydu, can gözümüz açıldı gönlümüz şad oldu. Varlığı “Dağlar ile taşlar ile
seherlerde kuşlar ile” bir bütün olarak kucaklamak gerektiğini; “Hakk’ı gerçek
sevenlere cümle âlem kardaş gelir.” düşüncesini biz ondan öğrendik. Hak’tan
ayruk ne vardır, kalma güman (şüphe) içinde” diyen Yunus bizi, karıncaya ulu
(=Hak) nazarla bakmayı öğretti. O “Miskin Yunus gözün aç bak iki cihan
dopdolu Hak!” diye Türkçe anlatmasaydı, anam, babam, atalarım ve dahi bütün
Türkçe konuşanlar “eşyanın Hak ile kaim olduğunu” anlamayacaklardı.
“Düşmüş idim o kaldırdı, varlığın bize bildirdi.” diyen Yunus düşüp de
doğrulanlardandı.
Düşenin nasıl doğrulacağını, kendinin Hak’ta ve hakikatte nasıl
uyanacağını biliyordu. “Yâ elim al kaldır beni/Yâ aslına erdir beni.” diye niyaz
ede ede kapıdan içeri girmişti. Tecrübeliydi. Dönüp, düşenlerin dostu oldu.
İçeriden içeri nasıl menzil alacağını bilmeyen yolcuların, düşkünlerin yahut
düşüp de yerinden kalkamayanların elinden tuttu. Sevdi, sevdirdi, sev (!) dedi.
Kendisinin sevgiyle nasıl eğitildiğini, yontulduğunu, dost ile dost olduğunu
anlattı. “Canım seni seveliden benim hâlim hâle döner.” dedi, bizim de
hâllerimizin hakka ve hakikate tahvil edilmesi gerektiğini anlattı. Bir eşik bulup
yaslanmak gerektiğini söyledi. O eşiğin, yani Hakk’a açılan kapının Tapduk
Sultan olduğunu bildirdi. “Evliyadır Hak kapısı, Yunus durur kapıcısı!” diye
Mustafa ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 187-194 | 191
eşiğe durdu, gelene gidene Tapduk Sultan’ın, aşk ve muhabbet makamının
adresini verdi. Sonra dönüp bize mahrem sırlarını açtı, kendisinin Tapduk'un
tapusunda nasıl adam olduğunu, bir Tapduk bulup nasıl adam olmamız
gerektiğini anlattı! İnsana bir Tapduk, bir Rab gerektiğini bildirdi.
Yunus bize iki denizi birleştirenlerle yüz yüze gelmemizi sağladı!
Gönlümüzle tanıştırdı! Nefsimizle barıştırdı. Toprağa, karıncaya, insana, eşyaya,
Hak nazarıyla bakmamız gerektiğini anlattı.
Yunus bize bilmeyi öğretti!
Gelenler bildi gördü, buldu. Gelmeyenler ise ne bildi, ne gördü, ne de
buldu. Gelemediler zira aşktan eser duymamışlardı. Onlara ölümlü olduklarını
hatırlattı:
Ne gelmeğin gelmek durur ne bilmeğin bilmek durur
Son menzilin ölmek durur duymadın aşktan bir eser
Kapıya kadar gelip de direnenlere, taşrada gezenlere, seyran edemeyenlere
hayıflandı. “Hakikat var, şeriattan içeri!” dediyse de pek duyan olmadı. “Gözsüze
fısıldadı, sağır sözü işitti!” Gözlü kulaklı muhteremler kapıda kalakaldılar. Hayfâ
(!) dedi şunları söyledi:
Bular geldi tapuya şeriat tutdu durur
İçerü girübeni ne varın bilmediler!
Kendisi mes’eleyi çoktan çözmüştü, çözmek için çırpınanlara yol
gösteriyordu:
Mâşûka halvetinin yedi kapısı vardır
Ol kapıdan içeri seyran kılasım gelir
O içeri girenlerdendi. Bilgileri bu seyran ile derlediği dürlerden ibaretti.
Taklit değil, tahkikti. Bizim de tahkike dönmemiz gerektiğini, ilimden irfana;
suretten manaya geçmemizi istiyordu. “Hakikatin manasın şerh ile bilmediler!”
diye ikaz ediyor temelsiz bilgilerimizi havuza atıyordu. Gözü çobanda gönlü
yabanda, adı Müslüman gönlü keşişleri nefsini bilmeye çağırıyordu. “İlim ilim
bilmektir, ilim kendin bilmektir!” diyerek, gerçek ilmin nefsimizi bilmek
olduğunu öğretiyordu. Suyu kendi nefsimizin kuyusundan çıkaracağımızı,
Leylâ'nın da, Şîrîn'in de içimizde olduğunu bildiriyordu. Gönül testimizin kemâl
sahiplerinin ağızlarından akan çeşmelerden hemen şimdi doldurulması
192 | Mustafa ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 187-194
gerektiğini, “Bin yıl dahi durursa kendisinin dolmayacağını”, dünün ve yarının
olmadığını bildiriyordu. Zamanı, “yağmaya vererek” ana getirmemizi öğütlüyor;
“dem, bu demdir” diyerek dudağımızı akan bir çeşmeye dayamamız, ledün
pınarlarından kana kana yudumlamamız gerektiğini söylüyordu.
O, bize dinimizin sevgi ve bilgi; varlığın da Hak ve hakikat olduğunu
öğretiyordu!
Nitekim öğretti de!
Yunus bize yol öğretti!
O, dünya ambarındaki buğdayı elinin tersiyle itip gönül mahzenindeki
hazineye talip oldu. “Bana seni gerek seni!” demesini bildi ve gönlünü yola
çevirdi. Bizim gibi yolda yürümeyi bilmeyenlere dönüp yol tarif etti. Bize yol
yordam öğretti. “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar”, diye ikaz etti,
sevgi ve sabırla yolların nasıl aşıldığını bizatihi gösterdi. Yolları yola, çokları bire
indirmeyi biz onun tarifiyle öğrendik:
Âşık gönlünde çok yol var o yolda bin dürlü hâl var
Kimse bu yolu anlamaz küfr ü îmân satmayınca
diyerek Yunus’la birlikte küfür ve imanı bire dönüştürdük. Onun verdiği
haber ve adresle şaşırmadık! Bütün derdimiz var olmak içindi. “Kimde varlık var
ise gitmez gönül darlığı!” diye ikaz etti, varlığımızdan soyunduk. Yolda yokluğa
uğradık. Vehimden kurtulduk, kendi gerçeği ortaya çıktı. Benliğimiz bize döndü;
suretimiz öze döndü. “Ben bir âletim arada!” sözüyle irkilip, vücudu, vahide
verdik.
Verdiği ilhamla sazımız dile geldi. “Diledi göre yüzün işide kendi sözün”
kavlince kendinden kendine söz oldu konuştu; göz oldu görüştü. Varlık
defterinden benliğimizi onun tavsiyeleriyle sildik ve kendimizi onunla bildik.
Yunus bir haber verir işidenler şâd olur
Gence uğrasam diyen izlesin eren izin
kavlince bu söze kulak verip işitenler, erenler izini izledi, şad oldu,
hazineye kavuştu. Her biri bir Yunus oldu.
Mustafa ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 187-194 | 193
Yunus bize Allah’ı öğretti!
Yunus bize, “Aslım Hak'tır şek değil” diyerek varlığın özüyle tanıştırdı.
Durduğu yerin “Tûr”, gönlü tecelliye mazhar olmayanların işinin zor olduğunu
öğretti. Bu sonsuz tecellinin “Hak” olduğunu; “Hak'tan başka bir nesnenin
olmadığını” söyleyerek bizi ikilik med-cezrinden kurtardı. Yaradan'ı orada,
burada değil, içimizde aramayı öğretti. Nereye dönersek Onun vechini
göreceğimizi, parmağımızın değdiği havanın, aldığımız nefesin, hülasa varlığı bir
derya gibi saranın “O” olduğunu öğretti. “Sen ve ben” denen yerde “Allah'ın
olmadığını: “Gir gönüle bulasın Tûr/Sen ben demek defterin dür” diyerek Cenabı Hakk'ın kâmillerin gönlünde tecelli ettiğini anlattı. “Her davadan geçen kişinin
Hak'tan yana uçacağını” müjdeledi. “Hak doludur iki cihan!” diyerek görünen ve
görünmeyen her şeyin Onun eseri olduğunu bildirdi.
Yunus Emre vücut birliğini Türkçe anlattı.
Ve biz “Hak’tan ayrı ne vardır?” diyen Yunus’la varlık ve eşyanın
mahiyetini anladık. Varlığa dışarıdan -anlamadan- bakarken onun sözleriyle
içerden bakmayı öğrendik. Dünyevî sıkıntılarla daralan gönlümüz onun zaman
ve mekân üstü irşadıyla genişledi. Bin bir ihtiras, şehvet ve kin çamuruyla
yoğrulmuş tabiatımızla çırpınıp duruyorduk. “Bu bendeki ben” diyenin “O”
olduğunu öğretti, gönül darlığından kurtulduk. Ondan aldığımız küçücük bir
ilhamla göklere kanatlandık.
Yunus bizi teferruattan kurtardı.
İnsanın, nefsinden Allah'a –kendinden kendine- yolculuk yapabilmesi için
tek bir şeye ihtiyacı olduğunu söyledi:
Aşk!
“Ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü!” “Biz sevdik âşık olduk,
sevildik maşûk olduk!” dedi kestirmeden gitti. Âşıkın sonunun maşûk olduğunu
öğretti. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, noksanlıklarından kurtulup
tamamlanmış bir varlık hâline gelmesi için aşktan başlaması gerektiğini söyledi.
Aşksızları aşka davet etti. Hemen bir karıncaya ulu nazarla işe başlanabileceğini,
aşksız olanların yabanda (=dağda) yırtıcı bir hayvan mesabesinde kalacağını
söyledi.
Aşksızlara benim sözüm
Benzer kaya yankısına
194 | Mustafa ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 187-194
Bir zerre aşkı olmayan
Belli bilin yabandadır
Nihayet: "İşitin ey yârenler" diyerek çok haberler verdi Yunus.
Yunus bir haber verir işidenler şad olur
Gence uğrasam diyen izlesin eren izin
kavlince bu söze kulak verip işitenler, erenler izini izledi, şad oldu,
hazineye kavuştu.
Harakani Dergisi Harakani Quarterly
Sayı Number 1, 2014, 195-200
CAM ve ELMAS
Samet AKSOY
’Bir yılanın derisini terk edişi gibi ben
de benliğimden kendimi soyutladım.’’
Ebu’l-Hasan Harakânî, Sadık Yalsızuçanlar,
Cam ve Elmas, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012.
Özet
Bu çalışmada Sadık Yalsızuçanlar
tarafından kaleme alınan ‘’Cam ve Elmas’’ adlı
eser tanıtılmaktadır. Yazar, Anadolu’ya gelen
ilk
alperenlerden
olan
Ebu’l-Hasan
Harakânî’nin hayatından bazı kesitleri romanın
başkişisinin
bakış
açısından
okurlara
sunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kars, Harakanlı,
Şeyh, Dergâh.
Giriş
Türk kültüründe yaşadıkları süre zarfında şahsi tavır ve ahlâki faziletleri
ile toplumun teveccühünü kazanan, bir takım fiilleri ile son derece hürmet ve
minnettarlık uyandıran şahsiyetlere sıklıkla rastlamak mümkündür. Halk bu gibi
şahsiyetlerin ölümlerinden sonra etraflarında oluşan bir kült ekseninde onları
kolektif bir şuurla kendi değer hükümlerinin timsâli olarak görmüştür. Şüphesiz
sûfilik geleneği içinde önemli bir halka olmasına rağmen çok fazla tanınmayıp
mahallî bir çizginin sınırları içinde kalan bir sima olarak karşımıza çıkan Ebu’lHasan Harakânî’nin hayatını ve tasavvufî kimliğini ele alan biyografik veya
akademik nitelikli çalışmalar da yok değildir. Bunlardan en önemlisi 11-13 Ekim
2012 yılında Kafkas Üniversitesi Ebu’l-Hasan Harakânî Uygulama ve Araştırma

Kafkas Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi
196 | Samet AKSOY / Harakani Dergisi 1-2014, 195-200
Merkezi tarafından düzenlenen 1. Uluslararası Harakânî Sempozyumu’dur. Bu
sempozyumda birçok değerli akademisyen, Harakânî’yi bilimsel bir platformda
inceleyip sunumlar yapmışlardır. Ayrıca Doç. Dr. Hasan Çiftçi ve Seyyid Ebu’lHasan Harakânî Vakfı başkanı Yavuz Selim Uzgur tarafından yapılan nitelikli
çalışmalar da mevcuttur. Zikrettiğimiz incelemelerden farklı olarak tanıtımını
yapacağımız ‘’Cam ve Elmas’’ adlı eserinde Yalsızuçanlar, tasavvufî gelenekte
kişinin mistik erginlenme süreci anlamına gelen seyr ü sülûk bağlamında Hasan
Harakânî’nin görüşlerini, menkabeleri çerçevesinde ele alarak bir roman tadında
okuyucu ile buluşturmuştur.
Eserin içeriğine geçmeden önce yazarın ele alacağı konunun ipuçlarını
veren kitabın kapak tasarımındaki renklerin sembolik anlamlarına değinmek
faydalı olacaktır. İslâm kültüründe önemli bir yeri olan yeşil renk, çoğu zaman
Hz. Peygamber ve onun ehl-i beyti ile özdeşleştirilmiş bir renk olarak karşımıza
çıkar. Zira peygamberin kullandığı beyaz, siyah ve yeşil olmak üzere üç
sancağından biridir. Yeşil, temel itibariyle tabiatta ağaçların ve bitkilerin sembolü
olup gençlik, yeniden doğuş, canlılık ve hayat belirtisi gibi anlamlar ile yüklüdür.
Ayrıca din, iman ve ebediyet simgesidir. Eserin konusu bağlamında inceleyecek
olursak yeşil renk, seyr ü sülûk yolunda kişinin kendi özünde saklı olan tevhid
sırrını kavrayabilmek için kötü sıfatlarından fena bulup ilâhi sıfatlarla donanması
ve yeni bir kimlikle benliğini inşa etmesidir. Tıpkı tabiatın her yıl baharla yeniden
yeşillenmesi ki bu durum yeniden dirilme olarak yorumlanır, tasavvuf yoluna
giren bir mürid de tıpkı tabiat gibi yeniden dirilir. Zaten asıl olan sürekli bir “terk”
halini içselleştirebilmek ve pratiğe dökebilmektir. Kırmızı renk ise heyecan,
kudret ve akıncılık sembolüdür. Marifetin rengi de olan kırmızı, Allah’ı
tanıyabilmek için önce O’nun varlık âlemindeki tecellilerinin farkına varıp bunun
bilgisine sahip olmak anlamına gelmektedir. Türkler tarafından beylik renkli
olarak kullanılan sarı, kırmızı ve yeşil renklerinden biri olan kırmızı, Türk inanç
ve düşünüş sisteminde yer alan katmanlı evren tasarımı için oldukça önemli yer
tutar. Türkler âlemi gök, yer ve yer altı şeklinde üç katman olarak düşünürler.
Yerin merkezini sarı renk tutarken yeri yeşil ve göğü de kırmızı renk tutar.
Özellikle güneşin batış ve doğuş anlarındaki kızıllık göğü tutan kırmızı renk
inancında oldukça önemlidir. Hatta bu inanç temelli olarak Türkmenler “kızıl
başlık” kullanmışlardır. Ayrıca kırmızı veya kızıl renk Hz. Ali’nin renkleridir.
Yolunun düştüğü yerlerden okuyucularına yaşamdan çeşitli öyküler
vermesini seven Sadık Yalsızuçanlar, bir program için gittiği Kars’tan bir eser
yazma fikri ile dönmüştür. Çoğu eserinin fikri muhtevasını tasavvufi öğelerin
Samet AKSOY / Harakani Quarterly 1-2014, 195-200 | 197
teşkil ettiği yazar, bunun bir örneği olarak son ve dördüncü baskısı 2012 yılında
Timaş Yayınevi’nden çıkan roman türü bir eser olan ‘’Cam ve Elmas’’ ı vücuda
getirmiştir. Yazar, eserine, Harakânî’yi tanımasında pay sahibi olan Yavuz Selim
Uzgur’a, kendisini onunla tanıştıran Nuri Işık’a ve oğlu Ali’ye ithafen
başlamaktadır. Eser, Harakânlı bilgenin ilâhi aşk yoluna nasıl sülûk ettiği
hakkında bir öykü ile başlar. Daha sonra romanın başkişisi olacak kameraman
kendi manevi durumunu Harakânlı ile karşılaştırır ve kendi ruhî durumundan
rahatsız oluşunu, bu karşılaştırma bağlamında romanın sonraki bölümlerinde sık
sık dile getirir. Roman, 77 bölüm ve 192 sayfadan meydana gelmektedir. Bazı
bölümlerin oldukça kısa bir şekilde oluşturulduğu eserin genel olarak uzun
olmayan cümle yapısının olması dikkat çekiyor. Kitabın ismini oluşturan ‘’cam’’
ve ‘’elmas’’ sözcüklerinin eserin muhtevası hakkında ipuçları verebilecek gizli
anlamlarla yüklendiklerini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Buna göre camın,
kahraman başkişiyi; elmasın ise Harakânî’yi temsil eden sözcükler olduğu
görülür. Eserin asıl olay örgüsü, Harakânî’nin hayatını bir belgesel film
oluşturmak için Kars’a giden bir set ekibinin kameramanının bakış açısından
okurlara yansıtılmasıdır. Yazarın dilinden konuşturulan kahraman anlatıcı ya da
başkişi, ekip olarak Kars’a geliş sebeplerini, çekimler esnasında yaşadıkları
iletişim problemini, şehre ve onun kültürüne yabancılık çektiklerini anlatmaya
başlar. Mekâna bakış açısındaki yansıtma tekniğini realist bir çizgide uygulayan
yazar, Kars’ın mekân olarak tasvir edilişini kameramanın içinde bulunduğu
psikolojik durumuna göre aktarır. Zira mekân sadece etrafı duvarlarla çevrili bir
yer değil, “peteklerinin binlerce gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tutan”
(Bachelard 2008, 43) bir yerdir ve “varlık daima bir zemin arayışının ve ontolojik
açıdan sağlam temel ihtiyacının ürünü olmuştur. Hatta her nesnenin espriti ancak
uzama oturtulduktan sonra varlık kazanmıştır (Balkaya 2013, 882). Bu nedenle
romanda mekân temelli aktarımlar ve dikkatler oldukça yoğun bir şekilde
işlenmiştir. Yazarın, eserde ismini belirtmediği kameraman, çekimler bittikten
sonra otel odasına çekilip kendisi ile baş başa kalınca içinde sebebini
anlayamadığı bir huzursuzlukla şehrin ürpertici havasını sezdirmeye çalışır.
“Hava kararmış. Tuhaf bir sessizlik çöküyor kente. Bundan kurtulamıyorum, ıssız
her şey. İçimdeki boşluk mu, içine düştüğüm tenhalık mı, anlayamadığım o
iğrenç, sinsi melankoli mi, canımı fena halde yakan o sarmal yutmaya başlıyor
yine… (Cam ve Elmas, s.19)”. Şehrin içindeki olumsuz manada
değerlendirilebilecek olan çeşitli çevre görünümleri, salt bir şekilde yansıtılma
gayretinden çok film ekibinin yabancılıklarını vurgulama özellikle de kendilerini
benlik olarak arayışlarının işlevsel bir biçimde yansıtılması amacıyla okuyucuya
198 | Samet AKSOY / Harakani Dergisi 1-2014, 195-200
sunulmuştur. Bir sûfi filminin çekimini kendi kamerasının objektifinden bizlere
yansıtan eserin başkişisi, çekim yaparken aslında insanlık adına kendi ruhunun
yansımalarını aktarmaktadır. Çekim ekibi, Harakânî Hazretleri’nin hayatını
belgesel şeklinde oluşturmak için geldikleri Kars’ta Harakânlı’nın manevi
mirasının temsilcilerinden biri olan Evliya Camii dergâhının şeyhi ile görüşürler.
Yazar, başkişinin ruhsal manada benliğinin kuşatıcı baskısından kurtulma
çabalarını verdikten hemen sonraki bölümlerde şeyhe, başkişinin kendini bu
durumdan kurtarma çaresine uygun olarak Harakânlı’nın bir menkabesini
anlattırma görevini vermiştir. Set arkadaşlarından farklı olarak kendisini şeyhin
ruhunu teskin edici atmosferine bırakan kameraman, şeyhin Harakânî’ye dair
anlattıklarından ziyadesiyle etkilenmekle birlikte bir yandan da bu anlatılanlara
zihninin ne kadar yabancı olduğunu fark eder ve bu durumdan kurtulmanın
yollarını bilhassa çekimlerin bitiminde otel odasında yalnız kalınca aramaya
başlar. Romanda yer yer kullanılan iç monolog tekniği ile yazar okuyucuyu
kameramanın iç dünyası ile karşı karşıya getirmiştir. Bu tekniğe uygun olarak
kameramanın ve diğer kişilerin duygu ve düşünceleri doğal bir akışla verilmeye
çalışılmıştır. Eserde tasavvufi derinliği haiz özlü sözler bulunmakla birlikte sade
ve anlaşılır bir dille Harakânî’ye ait çeşitli menkabeler şeyhin dilinden okuyucuya
sunulmaktadır. Roman kahramanı, bir yandan Allah yoluna ulaşmak için kendi
içinde bir herc ü merc yaşadığını ifade ederken bir yandan da kendisini dünyaya
bağlayan bağlardan kopamadığını, örneğin çekime ara verdikleri zamanlarda
internet cafeye giderek maillere bakıp kızını ve boşandığı eşini çok özlediğini
dile getirir. “Ne zaman görebileceğim kızımı? Seni görebilecek miyim? Seni
görmeyince de acıyor içim, görünce de… (Cam ve Elmas, s.53).’’ Yazarın,
Harakânî’den yüz yıla yakın bir zaman önce yaşamış olan ilk sûfilerden Bâyezîdi Bistâmî ile Harakânî’yi çağdaş göstermesi dikkat çekiyor. Bu durum, tasavvufta
sufilerin birbirleri ile çağdaş olsun olmasın zaman ve mekân olarak birbirlerinden
haberdar olması, zaman açısından belirli kalıplara yerleştirilememesi geleneğine
uygun olarak verilmiş olabileceğini akla getiriyor. Ayrıca eserin tümüne hâkim
bir tem olarak Harakânî’nin manevi derecesinin üstünlüğünü gösterme amacıyla
diğer sûfiler ve bilge şahsiyetler üzerindeki manevi nüfuzu, Harakânî’nin ümmî
olduğu halde irfanının ne kadar yüksek olduğu anlatılmıştır. Zaman bakımından
geriye dönüşlerin olduğunun göze çarptığı romanda geçmiş zaman, Harakânî
ekseninde şimdiki zaman örgüsü ile anlamlandırılmıştır. Her ne kadar
menkabeler olağanüstü motiflerle yüklü olsalar da insanların sosyo-kültürel
değer yargılarını aksettirmesi bakımından önemli tarihi durumlara da tanıklık
ederler. Eserde Harakânî Hazretleri’nin menkabeleri anlatılırken önemli tarihi
Samet AKSOY / Harakani Quarterly 1-2014, 195-200 | 199
simalar da göze çarpar. Gazneli Mahmut, İbn-i Sina, Sultan III. Murat, Lala
Mustafa Paşa vb. Kameramanın benlik arayışlarını aydınlatmak için bazı
bölümlerde şeyhin tanık bakış açısı kullanılmıştır. Anlatının bu kısımlarında
şeyhin gözlemlerinden faydalanıldığı görülmektedir. Eserde Ebu’l-Hasan
Harakânî’nin hayatına günümüzün penceresinden bakılır; yazar, başkişiye sanki
geçmişte yaşanan bazı önemli hadiseleri bizzat görmüş ve onların içinde
bulunmuş gibi olayları ayrıntıları ile anlattırma vazifesi yüklemiştir. Örneğin
İslâm tarihinde önemli bir yeri olan ve 680 yılında vuku bulan Kerbelâ
Hadisesi’ni detaylı bir şekilde kameramana anlattırır. ‘’Cam ve Elmas’’
romanında set ekibinin belgesel çekimlerine ara verdikleri zaman farklı
mekânlarda yemek için mola verdikleri ve bu esnada Kars halkı ile tanışma fırsatı
bulduklarına dair bölümler roman kişilerinin diyalogları ile yansıtılmaktadır. Bu
bölümlerde çekim ekibinin şehir halkı ile aynı koda sahip olamamaktan doğan
değer farklılıkları konuşma dilinin canlılığı içinde bazı halk âşıklarının isimlerine
de yer verilmesi şeklinde dile getirilmiştir. Roman, Harakânî’nin serüveninin
nasıl filizlendiği ile başladığı gibi yine Harakânî’nin öyküsü ile bitirilmekte,
eserin yazılma amacına uygun olarak başkişiye kendisini Harakânî ile
özdeşleştirdiği bir hâtime söyleme imkânı verilmektedir.
Günümüzün okurlarından tasavvufa ilgisi bulunanların sıkılmadan
okuyabilecekleri bir yapıt olan ‘’Cam ve Elmas’’ı ilgi çekici kılan nokta, dergâh
şeyhinin hayatı anlamlandırmada Harakânî’den manen aldığı tasavvufî terbiye ile
örüntülü olan bilgece lafızları ve kişileri etkileyebilme gücüdür.
Kaynaklar
Sadık Yalsızuçanlar, Cam ve Elmas, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012.
Elif Öksüz, ‘’Cam ve Elmas’’ Romanı’nda İletişim/sizlik ve Yabancılaşma
Temaları” Volume 6/3 Summer 2011, p.1697-1704.
Nevruz ve Renkler, Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Sadık Tural – Elmas Kılıç,
Ankara, 1996.
Gaston Bachelard, Uzamın Poetikası, (Çev. Alp Tümertekin), İthaki Yay.
İstanbul, 2008.
Âdem Balkaya,“ Mekân Poetikası Bağlamında Âşık Kahvehaneleri Ve Âşık
Üzerinde Kimi Fonksiyonları”, Türkoloji Araştırmaları, Turkish Studies,
Volume 8/1 Winter 2013, p.881-889.

Benzer belgeler