PDF - tr
Transkript
PDF - tr
KAFKAS ÜVİVERSİTESİ HARAKANİ DERGİSİ Kafkas University Harakani Quarterly Yayın Sahibi / Publısher Kafkas Üniversitesi Ebu’l Hasan Harakani Araştırma Merkezi Adına Sahibi In Behalf Of Kafkas Unıversıty Ebu’l Hasan Harakani Research Center Owner Prof. Dr. Sami ÖZCAN (Kafkas Üniversitesi Rektörü / President of Kafkas University) Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / General Manager Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim KAYA Genel Yayın Yönetmeni / General Edıtor Yrd. Doç. Dr. Tazegül DEMİR Editör Yardımcıları / Assıstants To Edıtor Yrd. Doç. Dr. Adem BALKAYA Yrd. Doç. Dr. Yaşar KOP Düzenleme Design Vedat ADIGÜZEL Dizgi ve Baskı Printed and IBM Typeset Eser Basın Yayın Dağıtım Matbaacılık Saraybosna Cad. Altunalem Sitesi D Blok No: 69/B Yakutiye/ERZURUM Yazışma Adresi Corresponding Address Kafkas Üniversitesi Tel : +90 474 225 12 77-1053 Ebu’l Hasan Harakani Fax : +90 474 225 12 77 Araştırma Merkezi 36000 Kars web : www.eham.kafkas.edu.tr e-mail : [email protected] ISSN- 2147–6950 DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD Prof.Dr.Ali DUYMAZ Prof.Dr.Abduhakim YÜCE Prof.Dr.Ahmed ÖGKE Prof.Dr.Cengiz GÜNDOĞDU Prof.Dr.Dilaver GÜRER Prof.Dr.Himmet KONUR Prof.Dr.Kadir ÖZKÖSE Prof.Dr.Necdet TOSUN Prof.Dr.Osman TÜRER Prof.Dr.Rıfat OKUDAN Prof.Dr.Ramazan MUSLU Balıkesir Üniversitesi Celal Bayar Üniversitesi Akdeniz Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Necmettin Erbakan Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Gaziosmanpaşa Üniversitesi Marmara Üniversitesi Kilis 7 Aralık Üniversitesi Uşak Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Baskı Tarihi / Publication Date : Ocak 2014 HAKEM KURULU /BOARD OF REFEREES Prof.Dr.Ali Berat ALPTEKİN Prof.Dr.Ali DUYMAZ Prof.Dr.Ali KAFKASYALI Prof.Dr.Abduhakim YÜCE Prof.Dr.Ahmed ÖGKE Prof.Dr.Ali İPEK Prof .Dr.Cengiz ALYILMAZ Prof.Dr.Cengiz GÜNDOĞDU Prof.Dr.Dilaver GÜRER Prof.Dr.Dilaver DÜZGÜN Prof.Dr.Erdoğan ERBAY Prof.Dr.Himmet KONUR Prof.Dr.İsa ÇELİK Prof.Dr.Kadir ÖZKÖSE Prof.Dr.Muhsine BÖREKÇİ Prof.Dr.Mehmet ÇELİK Prof.Dr.Necdet TOSUN Prof.Dr.Ramazan MUSLU Prof.Dr.Rıfat OKUDAN Prof.Dr.Osman TÜRER Doç.Dr.Aydın ÇELİK Doç.Dr.Gülhan ATNUR Doç.Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK Doç.Dr.Hür Mahmud YÜCEER Doç.Dr.İlyas GÖKHAN Doç.Dr.Muharrem DAŞDEMİR Doç.Dr.Selami ŞİMŞEK Doç.Dr.Zafer ERGİNLİ Yrd.Doç.Dr.Ahmet Emin SEYHAN Yrd.Doç.Dr.Adem BALKAYA Yrd.Doç.Dr.Ali Osman ENGİN Yrd.Doç.Dr.Alpaslan YÜCE Yrd.Doç.Dr.Ayhan HIRA Yrd.Doç.Dr.Arzu ŞEYDA Yrd.Doç.Dr.Bilal GÖK Yrd.Doç.Dr.Hüseyin DOĞAN Yrd.Doç.Dr.Habib ŞENER Yrd.Doç.Dr.Halil İbrahim KAYA Yrd.Doç.Dr.Mustafa IŞIK Yrd.Doç.Dr.Mitat DURMUŞ Yrd.Doç.Dr.Meheddin İSPİR Yrd.Doç.Dr.Tazegül DEMİR Yrd.Doç.Dr.Yaşar KOP Necmettin Erbakan Üniversitesi Balıkesir Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Celal Bayar Üniversitesi Akdeniz Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Necmettin Erbakan Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Gaziosmanpaşa Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Celal Bayar Üniversitesi Marmara Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Uşak Üniversitesi Kilis 7 Aralık Üniversitesi Fırat Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Hitit Üniversitesi Karabük Üniversitesi Nevşehir Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Gümüşhane Üniversitesi Rize Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Ardahan Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi BU SAYININ HAKEMLERİ/ REFEREES OF THIS EDITION Prof.Dr.Abduhakim YÜCE Prof.Dr.Ahmed ÖGKE Prof.Dr.Ali İPEK Prof.Dr.Cengiz GÜNDOĞDU Prof.Dr.Dilaver GÜRER Prof.Dr.Himmet KONUR Prof.Dr.İsa ÇELİK Prof.Dr.Kadir ÖZKÖSE Prof.Dr.Ramazan MUSLU Prof.Dr.Osman TÜRER Doç.Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK Doç.Dr.Zafer ERGİNLİ Yrd.Doç.Dr.Ahmet Emin SEYHAN Yrd.Doç.Dr.Adem BALKAYA Yrd.Doç.Dr.Ali Osman ENGİN Yrd.Doç.Dr.Alpaslan YÜCE Yrd.Doç.Dr.Ayhan HIRA Yrd.Doç.Dr.Arzu ŞEYDA Yrd.Doç.Dr.Bilal GÖK Yrd.Doç.Dr.Hüseyin DOĞAN Yrd.Doç.Dr.Habib ŞENER Yrd.Doç.Dr.Halil İbrahim KAYA Yrd.Doç.Dr.Meheddin İSPİR Yrd.Doç.Dr.Mustafa IŞIK Yrd.Doç.Dr.Tazegül DEMİR Yrd.Doç.Dr.Yaşar KOP Celal Bayar Üniversitesi Akdeniz Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Necmettin Erbakan Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Gaziosmanpaşa Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Kilis 7 Aralık Üniversitesi Hitit Üniversitesi Rize Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Gönderilen yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez. Dergimiz her altı ayda bir çıkmaktadır. Kafkas Üniversitesi Harakani Dergisi Ulusal-Hakemli bir dergidir.Yazıların bilimsel ve yasal sorumlulukları yazarlarına aittir. The articles you send cannot be given back even if they are not published. Our magazine is published in every six month Kafkas Üniversitesi Harakani Quarterly is an national and refereed journal. The owners of the article account for the legal and scientific responsibility. İÇİNDEKİLER / CONTENTS AHMET EMİN SEYHAN EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ’NİN NEFİS TEZKİYESİNE YAKLAŞIMI…….…1 THE APPROACH TO PURIFICATION OF NAFS OF ABU’L-HASAN EL-KHARAKANI AYFER CAN EBU’L- HASAN HARAKANİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ …………………….…33 BİLAL GÖK EBU’L-HASAN EL-HARAKANİ’DE PEYGAMBER SEVGİSİ………………..……49 LOVE OF PROPHET IN ABU’L-HASAN AL-KHARAQANI İSA ÇELİK TASAVVUFÎ DÜŞÜNCE TARİHİNDE EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ ……...….75 SAINT ABU’L HASAN KHARAKANI IN THE HISTORY OF SUFI THOUGHT MUSTAFA IŞIK HARAKÂNÎ’DE SEVGİNİN FORMULÜ………………………………..……….……91 FORMULA OF LOVE IN THE HARAKÂNÎ’S THOUGHT TÜLAY BERBEROĞLU EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ’NİN SELÇUKLU DEVLET FELSEFESİNDEKİ CİHANŞUMUL YAŞATMA ANLAYIŞINA ETKİSİ …………………………..…...109 ALİ İPEK SULTAN SENCER’İN TASAVVUFA OLAN İLGİSİ …………………………….…121 THE INTEREST OF SULTAN SENCER TO SUFISM MUAMMER İPEK HUCURÂT SÛRESİNİN İŞARET ETTİĞİ TEMEL İNSANÎ VE AHLÂKÎ İLKELER ……………………………………………………………...…….141 BASIC HUMANITARIAN AND MORAL PRINCIPLES SIGNIFIED IN SÛRA AL-HUJURÂT SIRRI AKBABA MEVLANANIN MESNEVİDE YERALAN EBU’L-HASAN EL HARAKÂNÎ (Hz) HAKKINDAKİ İKİ MENKIBDEN EĞİTİM İÇİN ÇIKARILAN DERSLER……..157 FATMA ATICI AŞK VE İRFAN SULTANI EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ ………………….………173 MUSTAFA TATÇI İŞİTİN EY YARENLER …………………………………………………………...…..187 SAMET AKSOY CAM VE ELMAS………………………………………………………………………..195 Kıymetli Okurlar; Kafkas Üniversitesi Harakani Dergisi 2014 ilk sayısı ile yılda iki kez yayımlanmak üzere siz değerli okuyucuları ile buluşacaktır. Kafkas Üniversitesi bünyesinde 13 Ekim 2011 tarihinde kurulan Ebu’l Hasan Harakani Uygulama ve Araştırma Merkezi Ebu’l Hasan Harakânî’nin hayatını, eserlerini, ilmi ve edebi kişiliğini, düşüncelerini, çevresindeki şahsiyetleri, tasavvuf, tarih ve kültürünü, Türk ve dünya edebiyat ve kültürlerindeki etkilerini ve konumunu incelemek, araştırmak, adı geçen çalışma alanları ile ilgili akademik paylaşıma katkıda bulunmak, disiplinler arası çalışmaları bir araya getirerek daha verimli sonuçlar elde etmek, şehir, bölge ve Türkiye inanç turizmine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Üniversite ile şehir arasındaki işbirliğini daha da güçlendirmek, Ebu’l Hasan Harakânî’yi bilimsel metodoloji ışığı altında doğru anlayarak ve gelecek nesillere doğru anlatarak milli ve manevi değerleri toplumla buluşturup, değerler bilincini kamuoyu ile paylaşmak ve bu amaç doğrultusunda çalışmalarda bulunmak, bilimsel, sosyal ve kültürel etkinlikler gerçekleştirmek ve yayınlar yapmak merkezin hedefleri arasında yer almaktadır. Bu hedef doğrultusunda yapmış olduğumuz çalışmalardan bir diğeri olan Anadolu’nun manevi mimarı olan Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri’nin şahsiyetinin ve ilminin anlaşılması sağlayacak bilimsel bir dergi yayımlamaktır. Derginin yayın hayatına başlamasında emek harcayan ve katkılar sunan tüm akademisyenlere, Seyyid Ebu’l Hasan Harakani Vakfına ve tüm Harakani gönüllülerine sonsuz teşekkür ederim. Yrd. Doç Dr. Halil İbrahim KAYA Yazı İşleri Müdürü Takdim Değerli Okurlar, Harakani Dergisi ilk sayısıyla yayın hayatına başlamıştır. Dergimiz, Kış/Ocak ve Yaz/Temmuz olmak üzere, yılda iki sayı olarak yayımlanacak ulusal hakemli bir dergidir. Dergi adını Ebu'l Hasan Harakanî’den almıştır. Ebu'l Hasan Harakanî, asıl adı Ali bin Câ’fer olan bir zattır Meşhur sûfilerden olup, Bistam civarında “Harakân” adı verilen bir köyde H. 350 / M. 962 yılında doğmuştur. Mezarı H. 987 / M. 1580’de Vezir Mustafa Paşa’nın memur olduğu Acem seferi esnasında Kars yakınlarında bulunmuştur. Bugün türbesi Kars’ta bulunan Ebu'l Hasan Harakanî, Kafkas Üniversitesi bünyesinde bulunan araştırma merkezine de bu merkez tarafından çıkarılacak dergiye de adını vermiştir. Derginin ismi özellikle bu şekilde belirlenmiş, böylelikle bilimsel alanda Ebu'l Hasan Harakanî’nin araştırılması ve bilimsel platformlarda akademik çalışmalarla varlık göstermesi amaçlanmıştır. Dergi, genel olarak Ebu'l Hasan Harakanî’yi çok çeşitli açılardan ele alan ulusal düzeyde yapılan bilimsel çalışmaları, akademisyenlere ve kamuoyuna duyurmak amacıyla yayımlanmaktadır. Dergide, Ebu'l Hasan Harakanî’nin hayatını, eserlerini, beşeri ilimlerdeki yerini ve Kars iline katkısını ele alan ve bu konuda çözüm önerileri getiren kuramsal ve uygulamalı çalışmalara yer verilecektir. Derginin yayın dili Türkçedir. Harakani Dergisi’nin ilk sayısı 8 makale, 3 derleme ve 1 kitap tanıtımı ile yayınlanmıştır. Makaleler sırasıyla şunlardır: Ayfer Can tarafından yazılan “Ebu’l- Hasan Harakani’nin Hayatı ve Eserleri” başlıklı makalede Harakani’nin hayatı ve Harakâni’ye nisbet edilen Hidayetnâme, Fakrnâme, Nûru’l-Ulûm gibi birtakım eserlere ait bilgiler yer almaktadır. İsa Çelik “Tasavvufi Düşünce Tarihinde Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri” başlıklı makalesinde tasavvuf tarihi ışığı altında el-Harakânî’nin hayatı, fikirleri, hocaları, etkilediği şahsiyetler ve üzerinde durduğu tasavvufî kavramları yine tasavvuf tarihi kaynaklarından ve temel eserlerden hareketle irdelemiştir. “Ebu’l Hasan El Harakanide Peygamber Sevgisi” Başlıklı Yazısında Bilal Gök, Harakani’nin peygambere duyduğu derin sevgiyi ele almıştır. Ona göre peygamberi sevmek, güzel ahlâk sahibi olmayı gerektirir. Allah’a inanıp salih ameller işleyen bir kişi, yaşadığı sürece Hz. Peygamber ile beraberdir. Aksine davranışlar sergilerse, örneğin insanları incitirse, Allah onun ibadetini kabul etmez. Ahmet Emin Seyhan, “Ebu’l-Hasan El-Harakânî’nin Nefis Tezkiyesine Yaklaşımı” başlıklı eserinde Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin nefis tezkiyesine verdiği önem, yaşadığı tecrübeler, uyguladığı yöntemler ve kat ettiği merhaleler kendi sözlerinden örneklerle ortaya koymuş ve onun nefis tezkiyesine yaklaşımını değerlendirmiştir. “Harakânî’de Sevginin Formulü” başlıklı bir diğer makalede Mustafa Işık, kabri Kars’ta keşfinden beri ziyaret yeri olan ve halkın gönlünde taht kuran bu zatın neden bu kadar çok sevildiği sorusunun cevabını aramıştır. İlk sayı yazarlarımızdan Tülay Berberoğlu, “Ebu’l Hasan Harakânî’nin Selçuklu Devletine Etkisi” adlı yazısında şunları söylemiştir: Harakânî Hazretleri’nin adalet, şefkat ve vahdete dayalı bir yaklaşımı vardır. Bu, kültürel çoğulluğa imkân veren bir şeydir: Peygamberimiz (sav) zamanındaki gibi. O’nun yaşadığı yerde adalet, huzur ve barış hâkimdir. İman; emniyettir, güvendir. Selçuklu medeniyeti, ötekini yok ederek kendini var kılmayan, kendini ötekiyle birlikte var kılmayı amaçlayan bir yaklaşıma dayanmaktadır. Harakânî Hazretleri Tuğrul ve Çağrı Beyleri batıya ve doğuya, Anadolu’ya yönlendirmiş, kendisi de savaşarak şehit olmuştur. Kars’ta sırlanmış; böylece Sultan Alparslan’ın Anadolu yolunu önceden açarak zemini hazırlamıştır. Bu zemin, farklılıkların esenlik içinde yaşayabildikleri zenginlikte bir medeniyetin uç vereceği bir zemin olmuştur. “Sultan Sencer’in Tasavvuf’a Olan İlgisi” başlıklı eserinde Ali İpek bir tarihçi gözüyle şu bilgilere değinmiştir: Büyük Selçuklu Tahtının son sahibi Sultan Sencer, çocuk yaşta Horasan Melikliğine tayin edildi. Bölgenin idare merkezi Merv şehrine yerleşen Sultan Sencer, burada zengin bir ilmî ortamla karşılaştı. Uzun bir idarecilik dönemini bu ortamda geçiren Sultan Sencer, Ehl-i Sünnete olan bağlılığı, Hadis’e düşkünlüğünün yanında Tasavvufa da büyük bir alaka gösteriyordu. Bu çerçevede Horasan’da dönemin önde gelen Şeyhlerinden Yusuf Hemedanî ile irtibat kuran Sultan, ilmî mahfillere katılmayı, din bilginleriyle birlikte olmayı da ihmal etmiyordu. Bu durum Onun Tasavvufî bir dinî hayat sürdürmesinin yolunu açmıştı. Muammer İpek “Kur’an Okulunun Hucurat Dershanesinden Dersler ve Nasihatler” başlıklı makalesinde Hucurât sûresine değinmiştir ve şunları eklemiştir: Bu sûre, Müslümanları kötü huy ve alışkanlıkları terk etmeye davet eden temel ahlâkî öğütler içeren sûrelerden birisidir. Dolayısıyla sûre, her meslekten ve her kademeden insanlara; dünya ve âhiret yaşantısına yönelik ibretler, tecrübeler, öğüt ve nasihatler içermektedir. Özellikle de eğitim-öğretimle meşgûl olan eğitimcilerin bu mübarek sûre ile tanışmaları, onu okuyup anlamaları ve muhtevası doğrultusunda eğitim-öğretimlerinde kendilerine rehber edinmelerinde yarar vardır. Derlemeler ise sırasıyla şu şekildedir: “Mevlananın Eseri Mesnevide Bulunan Ebulhasan-I Harakan-İ (Hz) Hakkındaki İki Menkıbeden Eğitim İçin Çıkarılanlar” başlıklı çalışmasında Sırrı Akbaba, önce Ebu’l-Hasan El Harakânî’nin civanmertlikle ilgili sözlerini başlıklar halinde sınıflandırmıştır. ikinci olarak bir hadisin mevlana tarafından açıklamasına yer vermiştir. son olarak da ebu’l-hasan harakânî’ye ait iki menkıbeden eğitim için çıkarılan dersleri ele almıştır. “Aşk Ve İrfan Sultanı Ebu’l Hasan Harakânî” başlıklı derleme eserinde dergimiz yazarlarından Fatma Atıcı, şu ifadelere yer vermiştir:“Allah’ın hakkında bildiklerim pek çoktur, bilmediklerim ise daha çoktur. Açığa vurduklarım ise anlaşılabilenlerdir.” buyuran hazretin irfan dünyasının izini yine kendi mübarek kelamlarında ve aynı hakikat pınarından çağlayan bilgelerin sözlerinde sürmeye çalışacağız. Dergimize katkı sunan değerli bir diğer yazarımız olan Mustafa Tatçı, “İşitin Ey Yarenler” başlıklı yazısında insanlık tarihinin en güzel değerlerinden biri olan Yunus Emre hakkında bugüne kadar yazılan pek çok şeye önemli katkılar sunmuş ve Yunus Emre’nin her anlamda topluma katkılarına değinmiştir. Dergide bir tane de kitap tanıtımı yer almaktadır. Samet Aksoy tarafından tanıtılan kitap Sadık Yalsızuçanlar’a ait Ebu’l-Hasan Harakânî’yi konu alan “Cam ve Elmas” adlı kitaptır. Yayın, 2012 yılında İstanbul’da Timaş Yayınlarından çıkmıştır. Dergiye çalışmalarıyla destek veren ve derginin yayınlanmasında emeklerini esirgemeyen herkese teşekkür ederiz. Yayın Kurulu Adına Yrd. Doç. Dr. Tazegül DEMİR Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 1-32 EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ’NİN NEFİS TEZKİYESİNE YAKLAŞIMI** Ahmet Emin SEYHAN Özet Allah Teâlâ, imtihan etmek maksadıyla yarattığı insanoğlunun, fıtratına hem takvâ hem de fücûr programını/yazılımını yerleştirmiştir. Her iki programdan hangisinin çalıştırılacağı konusunu ise insanın özgür iradesine bırakmıştır. İnsanın ezelî düşmanı şeytan, onun fücûr programına uygun hareket etmesini istemektedir. Bunun için de sürekli desise ve vesveselerle insanoğlunu aldatmaya çalışmaktadır. İnsanın içindeki nefis ise, şeytanın bu cazip, çekici ve etkileyici önerilerine kolayca tamah edebilmekte, aldatılmayı istediğinde ise rahatlıkla aldanabilmektedir. Bu nedenle insanoğlu, ölünceye kadar kendisini yalnız bırakmayacak olan bu sinsi düşmanlarını çok iyi tanımak ve onları etkisiz hâle getirmek durumundadır. Bu çalışmada, Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin nefis tezkiyesine verdiği önem, yaşadığı tecrübeler, uyguladığı yöntemler ve kat ettiği merhaleler kendi sözlerinden örneklerle ortaya konulmakta ve onun nefis tezkiyesine yaklaşımı değerlendirilmektedir. Anahtar Kelimeler: Ebu’l-Hasan el-Harakânî, İslâm, İblis, nefis, şeytan, arınmak. THE APPROACH TO PURIFICATION OF NAFS OF ABU’LHASAN EL-KHARAKANI Abstract Allah has createdhumanbeings in orderto test and has placed his disposition (fıtrat/fitrah) boththerighteousandevil program/software. Allah has lefttoman'sfreewillthesubject of thetwoprogramswhich is to be run. Man'sarch-enemy, thedevil, wantshumanbeingstoact in accordancewithitsevil program. Thedevilconstantlytriestodecievemankindwithdeluisonanddeception. Thenafs in theman can easily be deceivedthisdevil'sattractive, ** Bu makalenin içerik açısından olgunlaşmasına görüş ve önerileriyle katkı sunan değerli meslektaşlarım Prof. Dr. Ruhattin Yazoğlu, Prof. Dr. Habil Şentürk, Yrd. Doç. Dr. Hikmet Koçyiğit’e ve isimlerini bilemediğim çok muhterem hakemlere teşekkürü borç bilirim. Yrd. Doç. Dr. Kafkas Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, [email protected] 2 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 appealingandimpressiveproposals, forthatreason it can be easilydeceivedfor it wantsto be deceived. Forthisreason, humanbeings has torecognizethisinsidiousenemiesandneutralizethembecausetheywill not leavemankindaloneuntil his death. Inthisstudy, theimportancetopurify ego Abu’l-Hasan el-Kharakanigave, theexperiences he lived, methods he appliedandthedegrees he exceededare set by his ownwordsand his nafspurificationapproach is assessed. KeyWords: Abu’l-Hasan el-Kharakani, Islam, Satan, ego, demon, devil, purification. GİRİŞ Dünyaya temiz olarak gelen insanoğlu nefsinin ve şeytanın esiri olması, şeytanlaşmış kimselere1 kulak vermesi, hevâ ve heveslerinin peşinden gitmesi sonucu mânevî hastalıklara maruz kalır; tövbe etmediği zaman kalbi katılaşıp taşlaşır.2 Pisliklere gömülen kalp/akıl doğruları göremez,3 sağlıklı düşünemez ve hakikati kavrayamaz hâle gelir.4 Bu nedenledir ki Yüce Allah, Kitap ve Peygamber göndererek5 insanları mânevî temizliğe davet eder, kötülük ve günah kirlerinden arındıracak yolları onlara gösterir ve nefsini tezkiye edenin bunu kendi lehine yapmış olacağını haber verir.6 İnsanoğlu, hayatı boyunca iç ve dış düşmanlarına karşı sürekli mücadele etmek zorundadır. Bu mücadele de kaydettiği her başarı, kâmil insan olma yolunda atılmış önemli bir adımdır. Bu itibarla, mânevî tekâmülün gerçekleşmesi için nefis tezkiyesi şarttır. Tekâmül merdivenindeki her bir basamağın kendine ait tehlikeleri ve tuzakları vardır. Bu bakımdan değişik sebeplerle kirlenen kalbi saf hâle getirmek, günah ve isyan kirlerinden arındırmak ve gerçeği idrak etmesini sağlamak icap eder. Zira kalbini günah kirleriyle karartan, ön yargı, taassup, zan ve taklit gibi kötü hasletlerden kurtaramayan hakikate ulaşamaz. Bu engelleri bertaraf eden, aklını kötü ve bulanık düşüncelerden arındıran gerçekleri 1 2 3 4 5 6 Hz. Peygamber, meşhûr sahâbî Ebû Zer’e şeytanlaşmış insanların şerrinden Yüce Allah’a sığınmasını tavsiye etmiştir. Bkz. Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şu’ayb, Sünenu’n-Nesâî, Çağrı Yay., İstanbul,1992, 50/İstiâze, 48 (VIII, 275). El-Bakara, 2/74. “…O, akıllarını kullanmayanları rezilliğe mahkûm eder (şeytanı onlara musallat eder ve pislikte bırakır.)” el-Yûnus, 10/100. Ayrıca bkz. El-Enfâl, 8/22. El-A’râf, 7/179; el-Hac, 22/46. El-Bakara, 2/129, 151; en-Nisâ, 4/49; el-A’râf, 7/35; en-Nûr, 24/21; ez-Zümer, 39/71; el-Cuma, 62/2. El-Fâtır, 35/18. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 3 idrak etmeye başlar. Dünyanın gelip geçici olduğunu görür, dikkatini ve zihnî faaliyetlerini Yüce Allah’ı bulmaya ve O’nu hakkıyla takdir etmeye teksif eder. Ancak kalbi, günah kirlerinden arındırma işlemi, usûlüne uygun yapılmazsa bazı problemlerin doğması kaçınılmaz olur. Ağır bir riyâzet ve şiddetli mücâhede yöntemleri bu yola giren sâlikin akıl ve beden sağlığını bozabilir; vehimlere ve hayallere kapılmasına neden olabilir. Dolayısıyla nefsi tezkiye hususunda dengeli olmak ve aşırılıklardan kaçınmak gerekir. Ölçü kaçırılırsa nefsi tasfiyede başarı söz konusu olamaz. Öte yandan kalp tasfiyesi yoluyla bilgi kazanılacağı düşüncesi tasavvuf ehli arasında yaygın bir kanaattir. El-Harakânî’nin talebesi ve halifesi Ebû Saîd Ebu’l-Hayr (ö. 440/1048)7 ile İbnSînâ (ö. 427/1037)8 bu konuyu kendi aralarında üç gün boyunca tartışmışlar, İbnSînâ: “O benim bildiğimi görüyor”, Ebû Saîd ise: “O benim gördüğümü biliyor” demiştir. Bu menkabede İbnSînâ’nın aklî nazar ve istidlâl yoluyla ulaştığı bilgi ile Ebû Saîd’in kalp tasfiyesi sonucu ulaştığı bilginin (mârifet), yani “akl-ı selim” ile “kalb-i selim”in9 aynı noktada birleştiği anlatılmak istenmektedir.10 Ancak, kalp tasfiyesi yolunu seçerek dinî bilgiye ve hakikate ulaşmak isteyenlerin öncelikle sağlam bir imana sahip olmaları, dinî hükümleri içtenlikle uygulamaları, ahlâklarını güzelleştirmeleri, derin ve sağlıklı tefekkür yapabilecek donanımda olmaları gerekir. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848),11 Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909),12 Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922),13 7 8 9 10 11 12 13 Ebû Saîd, Bâyezîd ve Hallâc-ı Mansûr tarzı bir tasavvuf anlayışına sahiptir; inancı sağlam bir âlim ve sûfîdir. Ayrıca o, Mevlânâ gibi semayı çok sevmektedir. Ebû Saîd hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Yazıcı, Tahsin, “Ebû Saîd Ebü’l-Hayr”, DİA, İstanbul, 1994, X, 220-222. Muhammed İbn Münevver tarafından kaleme alınan ve tasavvuf tarihinin önemli klasiklerinden olan menâkıbnâme de onun yaşamı ve düşünceleri aktarılmaktadır. Bkz. Muhammed İbn Münevver, Tevhîdin Sırları, Haz.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yay., İstanbul, 2004. Bkz. Alper, Ömer Mahir, “İbnSînâ”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 319-322; 331-345; Durusoy Ali, “İbnSînâ”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 322-331. “O gün, ne mal fayda verir ve ne de çocuklar, Ancak Allah’a arınmış bir kalple (kalb-i selim ile) gelen başka.” eş-Şuarâ, 26/88-89. Uludağ, Süleyman, “Tasfiye”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 128. Uludağ, Süleyman, “Bâyezîd-i Bistâmî”, DİA, İstanbul, 1992, V, 240. Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd’i tanıtırken: “Bâyezîd-i Bistâmî’nin sûfîler arasındaki rolü, Cebrâil’in melekler arasındaki rolüne benzerdi” demektedir. Bkz. Uludağ, Süleyman, “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, İstanbul, 1993, XIII, 120. Max Horten ve Richard Hartman gibi şarkiyatçılar, İbrahim B. Edhem (ö. 161/777), Şakik Belhî (ö. 194/809) ve Bâyezîd gibi sûfîlerin Türk asıllı olduklarını söylemektedir. Ayrıntılar için bkz. Öngören, Reşat, “Tasavvuf”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 124. Uludağ, Süleyman, “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 377-381. 4 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 Ebû Bekir eş-Şiblî (ö. 334/946),14 El-Harakânî15 ve Ebû Saîd Ebu’l-Hayr gibi tahkik ehli sûfîler bu özellikleri nedeniyle bazı bilgilere ulaşmışlardır. Ancak İslâmiyet hakkında ciddi bilgi ve birikimi olmayan, Kur’ân ve Sünnet’in maksadını ve ruhunu bilmeyen kimselerin kalp tasfiyesi sonucu ulaştıklarını iddia ettikleri bilgiler, sağlıklı ve güvenilir dinî bilgiler değildir. Bu çalışmada, öncelikle nefis, tasfiye ve tezkiye gibi kavramlar kısaca açıklanmış ve nefis tezkiyesiyle ilgili genel bilgiler verilmiştir. Daha sonra ise ElHarakânî’nin nefis tezkiyesine verdiği önem, yaşadığı zorluklar, uyguladığı yöntemler, kat ettiği aşamalar başlıklar halinde incelenerek onun nefis tezkiyesine yaklaşımı değerlendirilmiştir. El-Harakânî’nin nefsi tezkiye metodu ve konuyla ilgili civan mertlerine yaptığı tavsiyeler ise çalışmanın hacmini zorlamamak amacıyla başka bir makalenin konusu yapılmıştır. 1. Nefis, Tasfiye ve Tezkiye Kavramları Sözlükte (“ )نفسnefs” kelimesi, “ruh, can, hayat, hayatın ilkesi, varlık, zat, insan, kişi, nefes, hevâ ve heves, kan, beden ve süflî arzular” gibi anlamlara gelmektedir.16 Lügatte, “saf, arı, duru ve temiz olmak, seçmek, tercih etmek” anlamına gelen (“ )صفوsafeve” kökünden türeyen “tasfiye” kavramı ise, “süzmek, arıtmak, saf ve temiz hale getirmek” demektir.17(“ )زكاzekâ” kökünden türeyen “tezkiye” ise, “temizlemek, arıtmak, temize çıkarmak, arındırmak, arttırmak, fıtrî olana dönmek, temiz davranışlar ortaya koymak” gibi anlamlara gelmektedir.18 Gerek “tasfiye” gerekse “tezkiye” kavramları tasavvufta, “nefsi kötülük ve günah kirlerinden temizlemek, çirkin görülen şeyi temizleyip gidermek” anlamında kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de “tasfiye” kavramı, “tathîr” (temizlemek) ve “tezkiye” (arındırmak) kelimeleriyle de ifade edilmektedir.19 14 15 16 17 18 19 Ebû Bekir Eş-Şiblî’nin, Cüneyd-i Bağdâdî’nin yetiştirdiği büyük bir Türk-İslâm âlimi ve mutasavvıfı olduğuyla alakalı bir çalışma için bkz. Okudan, Rifat, “Ebû Bekir Şiblî: Hayatı ve Tasavvuf Tarihindeki Yeri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Dergisi, Yıl, 8 (2007), Sayı: 19, s. 211, 225, 234. Ayrıca Şiblî’nin Türk asıllı olduğu, kendisini çok iyi yetiştirdiği ve tasavvufî eğitimini Cüneyd-i Bağdâdî’nin yanında tamamladığı ile ilgili bkz. Gürer, Dilaver, “Şiblî, Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 125-126. El-Harakânî’nin âlim bir mutasavvıf olduğu ile alakalı bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan El-Harakânî’nin İlim Anlayışı”, JASSS, International Journal of SocialScience, Fransa, May 2013, Volume 6 Issue 5, s. 1049-1083. İbn Manzûr, Cemâluddin Muhammed B. Mükerrem, Lisânu’l-Arab, Thk. : Abdullah Ali elKebîr, Dâru’l-Meârif, Kahire, ts., VI, 4500-4504; Râgıb, el-Isfahânî, el-Müfredât fî Garîbi’lKur’ân, Kahraman Yay., İstanbul, 1986, s. 764. Râgıb, a.g.e., s. 418. İbnManzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1994, XIV, 357-359; Râgıb, a.g.e., s. 313-313. El-Âl-i İmrân, 3/42; et-Tevbe, 9/103; el-Ahzâb, 33/33. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 5 Kur’ân’da mânevî pisliği ve kiri ifade etmek için “rics”,20 “neces”21 ve “dess”22 kelimeleri kullanılmakta, nefsi arındırmanın önemine pek çok âyette işaret edilmektedir.23 Genellikle mutasavvıfların kullandığı hadislerde nefis ve şeytanla ilgili çeşitli uyarılar söz konusudur. Mesela, “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul olmayan duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten şüphesiz Sana sığınırım”,24“Hakiki mücahit nefsine karşı cihat edendir”25ve“Şeytan26 insanoğlu(nun) (damarların)da, kanın dolaşması gibi dolaşır”27 şeklindeki hadisler bunlardan bazılarıdır. Hz. Peygamber’in Tebük seferi dönüşü ashabına;“Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz”28 diyerek 20 21 22 23 24 25 26 27 28 Et-Tevbe, 9/95; el-Ahzâb, 33/33. Et-Tevbe, 9/28. Eş-Şems, 91/10. “Nefsini arındır (öz benliğini temiz tut!) el-Müddessir, 74/4; “[Bu dünyada] arınmayı başaran [öteki dünyada] mutluluğa ulaşır.” el-A’lâ, 87/14“(Ve) nefsini maddî ve mânevî kirlerden arındıran, kurtuluşa ermiştir. Nefsini karanlığa gömen ise kayıptadır.” eş-Şems, 91/9-10; “Ama kim Rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden arındırmışsa, kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.” en-Nâziât, 79/40-41; “…Hemen Yaratanınıza tövbe edin ve kendinizi ıslah edin (nefsinizi mânevî kirlerden arındırın). Böyle yapmanız Yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır…” el-Bakara, 2/54. İbnMâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, SünenuİbnMâce,Thk.: Muhammed Fuad Abdulbâkî, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, 34/Duâ, 2 (II, 1261); Nesâî, 50/İstiâze, 18, 64, 65 (VIII, 263, 284, 285). Tirmizî, Muhammed b. İsâ, el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yay. İstanbul, 1992, 20/Fedâilü’l-Cihâd, 2 (IV, 165). “De ki: (Gerek görünen varlık olan) insanlardan ve (gerekse) görünmeyen varlıklardan (olup da) insanların sadırlarında/göğüslerinde (sürekli) onlara (kötü düşünceler) fısıldayan sinsi ayartıcının (insan nefsine kodlanmış takvâ programına değil de fucûr yazılımına uygun hareket etmesini isteyen çok iyi gizlenmiş şeytânî sesin) şerrinden (bitip tükenmek bilmeyen tuzaklarından, hile ve desiselerinden, süslü yalanlarından, yanlış yönlendirmelerinden, dürtüklemelerinden ve kışkırtmalarından) insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım.”Bkz. en-Nâs, 114/1-6. Kanaatimizce insanı kandırmaya ve aldatmaya çalışan, bunun için de sürekli ilginç öneri ve tekliflerde bulunan, yanlışlarını süslü ve haklı gösteren ve insanın apaçık düşmanı olduğu Kur’ân’da haber verilen şeytan, insanın dışında başka bir yerde değil, bizzat her insanın kendi sadrında/göğsünde olmalıdır. Zira bu sûre de buna dair işaretlere rastlamamız mümkündür. EbûDâvud, Süleyman b. Eş’as, SünenuEbîDâvud, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, 39/Sünne, 17, (V, 90-91); Tirmizî, 10/Radâ 17, (III, 475). Söz konusu rivâyetin zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Aclûnî, İsmail B. Muhammed, Keşfu’lHafâ ve Muzîlü’l-İlbâsamme’ş-teheramine’l-EhâdîsialâElsineti’n-Nâs,Thk.: Ahmet Kalaş, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405, I, 424-425, nr: 1362. Ayrıca Hz. Peygamber’e atfen nakledilen “En büyük düşmanın nefsindir” şeklindeki bir başka rivâyetin de problemli olduğu görülmektedir. Bkz. Aclûnî, a.g.e., I, 143, nr: 412. Bu rivâyetlerin yukarıdaki metinde özellikle zikredilmesinin temel nedeni, çoğunlukla mutasavvıfların kullandığı bu tür rivâyetlerin bir referans değeri taşımadıklarına ve zayıf olduklarına işaret etmek, ayrıca okuyucunun bunlardan da haberdar olmasını sağlamak amacını mâtuftur. 6 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 kalabalık bir ordu ile gidilen Tebük seferini “küçük cihad”a, nefisle yapılacak mücadeleyi ise “büyük cihad” a benzettiği haber verilmektedir. Kur’ân’da insanların ve cinlerin nefislerinden29 söz edilirken meleklerin nefislerinden söz edilmemesi dikkat çekicidir. Zira cinler ve insanlar imtihan oldukları için30 onlara nefis verilmesi sınavın tabiî bir gereğidir. Bu bakımdan cinler ve insanlar, ahlâkî zaaflarla olduğu kadar Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle de donatılmışlardır.31 Çünkü imtihana tâbî tutulan akıl ve irade sahibi bu varlıklar, hem üstün ruhî mertebelere yükselme, hem de ahlâkî zaaflar gösterebilme özelliğine aynı ölçüde sahiptirler. Bu durum, cin ve insan tabiatının temel bir karakteristiğidir.32 Tasavvufta, “nefis” denilince şer ve günahın kaynağı olan, “kötü huy ve süflî arzuların tamamı” anlamına gelen “nefs-i emmâre” anlaşılmaktadır.33 Bu bağlamda “Sana gelen iyilik Allah’tan, başına gelen kötülük ise nefsindendir”34 âyetine ve “Allah’ım! Nefislerimizin şerrinden Sana sığınıyoruz!”,35“Allah’ım! Nefsimin şerrinden Sana sığınırım!”36 Gibi hadislere sıkça atıflar yapılır. Kötülük sebebi olması bakımından şeytanın işbirlikçisi sayılan nefis, insanın içindeki düşman olduğundan, “Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar da olsa, beni nefsimle baş başa bırakma!”37 Diye dua edilir.38 Sûfîler nefsin tezkiye, kalbin de tasfiye edilmesi gerektiğine özellikle vurgu yaparlar. Nitekim ilk âbid ve zâhidler, zühd hayatı yaşamayı esas alırken önlerinde en büyük engel olarak şeytanı39 ve nefsi, yani nefsin süflî arzularını 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 El-Enâm, 6/130. “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibâdet (kulluk) etsinler diye yarattım.” ez-Zâriyât, 51/56. Eş-Şems, 91/8. Cinlerle ilgili farklı bir değerlendirme için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Envâru'l-Âşikîn'de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum 2013, Sayı: 39, s. 167-172. Hücvîrî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu'l-Mahcûb, (Hakikat Bilgisi),Haz. : Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul, 1982, s. 309; Kuşeyrî, EbûKâsım Abdülkerim b. Havâzin, er-Risâle (Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1991, s. 222. En-Nisâ, 4/79. Dârimî, Abdullah b. Abdirrahman es-Semerkandî, Sünenü’d-Dârimî, Çağrı Yay. , İstanbul, 1992, 11/Nikâh, 20 (II, 464); İbnMâce, 9/Nikâh, 19 (I, 609); Nesâî, 14/Cum’a, 24 (III, 105). İbnMâce, 31/Tıb, 36 (II, 1164); Tirmizî, 45/Daavât, 14 (V, 467). İbnHanbel, Ahmed b. Muhammed, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, V, 42. Uludağ, “Nefis”, XXXII, 527. Şeytanın insanoğlunun düşmanı olduğu ve onun düşman bilinmesi gerektiği ile alakalı bkz. elİsrâ, 17/53; el-Fâtır, 35/6. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 7 görmüşler, bazen nefisten “içimizdeki şeytan/düşman” diye söz etmişler ve dikkatlerini bunun üzerinde yoğunlaştırmışlardır.40Bu bakımdan “Keşfu'lMahcûb”da Yüce Allah’ın Hz. Dâvud’a şöyle vahy ettiği ifade edilir: “Ey Dâvud! Nefsine düşman ol! Ona düşman olmak suretiyle de Bana dost ol! Zira ona düşman olmakta Benim dostluğum vardır.”41 Bu itibarla ilk âbidler, nefsi düşman bilmiş ve onunla mücâhede etmişlerdir. Zira günah ve kötülük işlemeye hevesli olan nefis, ibâdetten ve hayırlı işlerden ısrarla kaçar. Nitekim elHarakânî’nin mânevî mürşitlerinden Cüneyd: “Küfrün esası, nefsinin muradı üzere kaim olmandır.”42 demiştir. Yani küfrün temeli, kulun bedeninin arzusuna göre hareket etmesi ve onu ilah edinmesidir. İşte bundan dolayı zühd hayatında sürekli olarak nefse muhalefet etmek ve onunla hiçbir şekilde barışık olmamak esas alınmış, hayra ve kurtuluşa ermek için onun alt edilmesi gerektiğine inanılmıştır.43 Mutasavvıflara göre nefis, insanoğlunun putudur ve “Nefsânî arzularını tanrı edinen kimseyi görmedin mi?”44 âyetinde bu duruma işaret edilir. Dolayısıyla Hakk’a ermek için nefis putunun kırılması gerekir. Nitekim “Kim Rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden arındırmışsa, kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.”45 âyetinde bu hususa dikkat çekilmektedir. Çünkü nefis kendini beğenir, kendine hayrandır, bencildir, şımarıktır, kibirlidir. Tabiatında vahşilik, hayvanlık, şeytanlık ve tanrılık iddiası vardır. Bütün bunlara rağmen nefsi ıslah edip disiplin altına almak ve ondan faydalanmak mümkündür. Hücvîrî (ö. 465/1072); “Başıboş gezen pis bir köpeği eğitimle öyle bir dereceye ulaştırırlar ki, artık o köpeğin avladığı hayvan helâl olur.”46 diyerek nefsi köpeğe benzetmiş, eğitimli olması halinde köpeğin tuttuğu av nasıl temiz ve helâl oluyor ise, disiplin altına alınmış nefsin de insana hizmet edeceğini ve güzel işler yapacağını ifade etmiştir. Mevlânâ da (ö. 672/1273) tıpkı el-Harakânî gibi nefsi köpeğe benzetmiş ve onun terbiye edilmesi gerektiğini söylemiştir.47 40 41 42 43 44 45 46 47 Hücvîrî, a.g.e., s. 309. Mevlânâ da nefsi en büyük düşman olarak bilmek gerektiğini söylemiştir. Bkz. Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Mesnevî, Çev.:Veled İzbudak, MEB Yay., İstanbul, 1968, II, 59. Hücvîrî, a.g.e., s. 310. Hücvîrî, a.g.e., s. 313. Uludağ, “Nefis”, XXXII, 527. el-Câsiye, 45/23. en-Nâziât, 79/40-41. Hücvîrî, a.g.e., s. 315. Mevlânâ, a.g.e., I, 231; VI, 287. 8 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 Tasavvufta nefis terbiyesi, şiddetli mücâhede ve meşakkatli riyâzet hayatıyla gerçekleştirilir. Bunun için nefsin arzularına uymamak, ondan gelebilecek tehlikelere karşı dikkatli ve uyanık olmak gerektiğine sık sık vurgu yapılır.48 Bazılarına göre, bir bedende “emmâre”,49 “levvâme”50 ve “mutmainne”51 olmak üzere üç çeşit nefis bulunur. Bu üç nefis arasında devamlı bir mücadele söz konusudur. Hangisi baskın gelirse beden onun hükmü altına girer. Bir bedende maddî, nebâtî, hayvânî ve insânî olmak üzere dört nefsin bulunduğunu kabul eden mutasavvıflar da vardır. İnsanı insan yapan ve hayvanlardan farklı kılan ise “Rabbânî latife” denilen nefistir. Bu nefisle bedendeki hayvânî nefis arasında devamlı bir mücadele vardır. Hayvânî nefis latif bir cisim olup atardamarlar vasıtasıyla vücudun her tarafına yayılır. Bu nefis, insânî/aklî nefsin bineği ve taşıyıcısı, aynı zamanda kötü his ve davranışların kaynağıdır. İnsan, hayvânî nefsi denetimi altında tuttuğu nispette hayra yakın, onun hâkimiyeti altına girdiği nispette şerre yakın olur. Hayvânî nefse tâbi olmak nefsin kirlenmesine, insanî nefse tâbi olmak ise onun arınmasına sebep olur. Hayvânî nefis, kötülüğü emrederken insânî nefis yapılan kötülüğü kınar, daha ileri aşamada ise itminana erer. Riyâzet ve mücadele ile terbiye edilen hayvânî nefisten artık kötülük gelmez, aksine kulluk görevlerini yerine getirmede insânî nefse hizmet sadır olur. Sûfîler, nefis derken insandaki kötü sıfat ve huyların kaynağı olan hayvânî nefsi kast etmiş ve buna “nefs-i nâtıka” adını da vermişlerdir.52El-Harakânî de, çevresinde bulunanlara bu hayvânî nefsin terbiye edilmesi gerektiğini ısrarla söylemiş ve kendisi de bu konuda etrafına örnek olmuştur. 48 49 50 51 52 Uludağ, “Nefis”, XXXII, 528. el-Yûsuf, 12/53. el-Kıyâme, 75/2. el-Fecr, 89/27-28. Bu âyette itminana erdiği söylenen nefsin arınmayı başarmış bir nefis olmadığı, tam tersine içinde bulunduğu durumdan memnun olan ve arzularının peşinden gitmekten zevk duyan vurdum duymaz ve umursamaz kimselerin nefisleri olduğu, yeryüzünde Hakk’ın değil gücün hâkim olduğu, en temel insan haklarının çiğnendiği bir ortamda zihin konforunu bozmadan gönül huzuru (itminan) ile yaşayan duyarsız kişilerin kastedildiği ve bunlardan tövbe ederek Rablerine dönmelerinin istendiği ifade edilmektedir. Bkz. Sülün, Murat, “Nefs-i Mutma’inne Ayetine Yeni Bir Yaklaşım”, AÜİFD, Ankara, 2009, C. 50, Sayı: 1, s. 2324. Uludağ, “Nefis”, XXXII, 527. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 9 2. El-Harakânî’nin Nefis Tezkiyesine Verdiği Önem El-Harakânî, Kur’ân53 ve Sünnet’in54 nefsi arındırmakla ilgili emir ve tavsiyelerini özümsemiş ve konuşmalarında bu hususa özellikle dikkat çekmiştir. Mesela o şunları söylemiştir: “Yüce mertebelere ulaşan kişiler, çok amel yaptıkları için değil, (nefislerinden tamamen)55 arındıkları için yükseliyorlar (önemli olan amelin miktarı değildir; zira nefsini arındırmayı başaran daha hızlı mesafe kat eder!)”56“Âlim ilmi aldı, zâhit zühdü aldı ve âbid de ibâdeti alarak onlarla birlikte O’nun huzuruna vardılar. (Ey civanmert!) Sen arınmışlığı al (nefsini ve şeytanını teslim al, onları etkisiz hale getir, dünyaya bağlanma, daima ahirete yatırım yap, mânevî günah kirlerine hiç bulaşma) ve arınmadan (arınmaya ihtiyaç kalmaksızın tertemiz ve günahsız kalarak) O’nun huzuruna git; çünkü O temizdir (ancak arınmış olanları sever ve kabul eder).”57 “Yüce Allah sizi temiz olarak (günahsız) dünyaya göndermiştir. Öyleyse siz de huzura günahkâr olarak varmayınız!”58 El-Harakânî’nin yukarıdaki sözlerinde mânevî mürşidi Bâyezîd’in şu sözünün etkisi olduğu ifade edilebilir: “İzzet sahibi Allah’ı rüyada gördüm ve sordum: ‘(Allah’ım!) Sana nasıl varılır?’ dedi: ‘Nefsini bırak da gel!’ Nefsimi Allah’a çağırdım (tıpkı İblis’in Allah’a isyan ettiği gibi o da) bana isyan etti. (Ben de) onu terk ettim de Allah’a gittim.”59 Görüldüğü üzere her iki mutasavvıf, nefislerini kontrol altına almayı başarmış ve Allah’ın rızasını kazanacak sâlih ameller işleyerek yüksek mânevî derecelere ulaşmışlardır. 53 54 55 56 57 58 59 El-Harakânî’ninKur’ân’avukûfiyeti konusunda yapılmış bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'de Kur'an Kültürünün Yansımaları”, TurkishStudies, International PeriodicalForTheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkic, Ankara Turkey, Volume 8/6 Spring 2013, s. 641-664. El-Harakânî’nin Sünnet’e bağlılığıyla ilgili bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'lHasan el-Harakânî'nin Sünnete Bağlılığı ve Hadis Anlayışı”, JASSS, International Journal of SocialScience, Fransa, October 2013, Volume 6 Issue 8, s. 551-588. Bu makalede el-Harakânî’ye ait sözleri daha anlaşılır kılmak için yapılan tüm parantez içi açıklamalar tarafımıza aittir. Bu açıklamalar yapılırken el-Harakânî’nin tespit edebildiğimiz bütün sözleri dikkate alınmış, bütüncül bir yaklaşımla bunlar değerlendirilmiş ve onun daha doğru tanıtılması amacıyla böyle bir yol tercih edilmiştir. Attâr, Ferîdüddîn, Evliya Tezkireleri, Çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 622. Attâr, a.g.e., s. 632; Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm ve Münâcât’ı, (ÇeviriAçıklama-Metin), Haz.: Hasan Çiftçi, Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004, s. 246; Çiftçi, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri), Nûru’l-‘Ulûm ve Münâcât’ı (Çeviri-Açıklama-Metin),Şehit Ebü’lHasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004, s. 48. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 256; el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Şenol Kantarcı, Ankara, 1997, s. 56. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 246, 624 no’lu dipnot. 10 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 El-Harakânî;“(Bir gün içimden şöyle) dedim: “Allah’ım! Bana Sen gereksin. Gizlice duydum: “Eğer Beni istiyorsan temiz ol (nefsini arındır, günah kirlerinden uzaklaş, mânevî enginliğe ve derinliğe ulaş) ki, Ben temizim. (Sen de Benim gibi ol. Benim övgüye hiç ihtiyacım yok. Öyleyse sen de) insanlara ihtiyaç duyma, çünkü Ben onlara ihtiyaç duymamaktayım.”60derken de insanlardan herhangi bir beklenti içinde olmamaya, tevekküle, rızaya ve yapılan amellerin karşılığını sadece Allah’tan istemeye dikkat çekmiştir. Nitekim âyetlerde de ifade edildiği üzere kâmil bir mümin günah işlemekten ısrarla kaçınır61 ve ahirette hesabı tek başına vereceğini62 bilir. O, Yüce Allah’tan ümidini asla kesmez, 63 sadece O’na kulluk eder64 ve sadece O’ndan yardım ister.65 Ayrıca o, Yüce Allah’ın tövbe edenlerin tövbesini kabul edeceğine,66 tövbekârları ve temizlenenleri seveceğine67 bütün kalbiyle inanır; bu arınmayı başaranların mükâfatının Adn cenneti olduğunu68 bilir. El-Harakânî, Bâyezid’in şu sözünden de etkilenmiş olmalıdır: “İki dünyada da zatımı aradım bulamadım… Yılanın derisinden sıyrılması gibi ben de derimden (bedenimden, günah işleme kabiliyetimden, kötülüğü emreden nefsimden, beşerî sıfatlarımdan) sıyrılınca kim (eşrefi mahlûkat)69 olduğumu gördüm.”70el-Harakânî de mürşidinin söylediği gibi;“Yılanın gömlekten çıkması gibi (ben de) nefsaniyetimden ve benliğimden (bencil ve egoist nefsin arzu ve isteklerinin dışına) çıktım (nefsimi terbiye etmeyi büyük oranda başardım)”71 demiş ve insanın içinde kötülüğü fısıldayan şeytanî sese ve ona kolayca kanmaya hevesli nefse aldanılmaması gerektiğini söylemiştir. Bu bakımdan Yüce Allah’ı tanımak ve O’nda fânî olmak göründüğü kadar kolay değildir. Ebû Saîd el- 60 61 62 63 64 65 66 68 69 70 71 el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 246; Benzer bir sözü için bkz. Attâr, a.g.e., s. 632; Çiftçi, a.g.e.,s. 48. el-Mâide, 5/35, 90-93; el-Enâm, 6/72. el-Meryem, 19/95. el-Yûsuf, 12/87; ez-Zümer, 39/53. el-Fâtiha, 1/5; el-Meryem, 19/65; ez-Zümer, 39/14-15, 66; el-Kureyş, 106/4. el-Bakara, 2/45, 186; el-A’râf, 7/55, 180; el-Mümin, 40/14, 60; el-Cin, 72/18. el-Bakara, 2/54, 160; et-Tevbe, 9/102, 104; el-Hûd, 11/61; el-Mümin, 40/3; el-Hucurât, 49/12; et-Tahrim, 66/8; en-Nasr, 110/3. “…Doğrusu, Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever.” elBakara, 2/222. “…[Öyle bir mescid ki] orada arınmak isteğiyle dolup taşan adamlar vardır (ki zaten) Allah (da) kendini arındıranları sever.” et-Tevbe, 9/108. “Zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri var. Onlar oraya ebedî kalmak üzere girecekler. İşte kötülüklerden arınanların mükâfatı budur.” et-Tâhâ, 20/76. İnsanoğlu mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. Bkz. el-İsrâ, 17/70; et-Tîn, 95/4. Çiftçi, a.g.e., s. 133. Attâr, a.g.e., s. 612. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 11 Harrâz’ın da (ö. 277/890) belirttiği gibi, Hakk’ı tam anlamıyla bulabilmek, ancak nefis tezkiye edildikten, beşerî duygu ve sıfatlar söndükten ve kaybolduktan sonra mümkün olabilir.72 El-Harakânî, Yüce Allah’a şeksiz ve şüphesiz bir imanın ve sâlih amellerin insanı mânevî mertebelere ulaştıracağını ve insanın bu imanla hayatın anlamını daha iyi kavrayacağını ifade etmiştir. Zira benlik davası güden ve nefsini şeytanî duygu ve düşüncelerden arındırmayı başaramayan kimse, imana ve irfana ulaşamadığı gibi hayatın anlamını da tam olarak kavrayamaz. Nitekim elHarakânî bu durumu şöyle açıklamıştır: “Sevgiliye (Allah’a tam bir teslimiyet haliyle) kalbimi (ruhumu), inancımı, idrakimi ve kendimi sundum. Bunu takiben (bu aşamaları başarıyla kat ettiğim için) bana “arılık/temizlik” gösterildi ve öyle bir makama ulaştım ki (nefsimi her türlü kötü düşünce ve dünyevî endişeden arındırdım, şeytanımı teslim aldım, Allah sevgisi kalbimi doldurdu, böylece) o dördü (kalp, inanç, idrak ve benliğim/nefsim artık benim) sadık hizmetkârlarım durumuna geldi.”73Görüldüğü üzere sağlam iman, eğer ihlas ve sâlih amelle desteklenirse insanoğlu Hakk’a daha çabuk ulaşır ve baktığı her yerde O’nun izlerini görür. El-Harakânî;“Hak Teâlâ, fikir (sağlam ve sarsılmaz iman ve teslimiyet sonucu ulaşılan engin bir hoşgörü ve sağlam bir muhakeme yeteneğinin) kapısını bana açtı (ve dedi ki): ‘Sıfatı bulunmayan ve vasf olunmayan bir şey karşılığında seni şeytandan satın aldım. İmdi ona nasıl sahip olduğuna dikkat et!”74 derken de imanı sağlamlaştırma ve nefsi terbiye konusundaki gayretlerinin karşılıksız kalmadığını, Yüce Allah’ın onun şeytanını etkisiz hâle getirme konusunda kendisine mânevî destek sağladığını ifade etmiş olmalıdır.75Nitekim Yüce Allah, ihlâslı kullarına şeytanın etki edemeyeceğini haber vermektedir.76 El-Harakânî: “Haktan nida geldi ki: ‘Ey Kulum şayet üzgün olarak (hüzünle) bana gelirsen seni sevindiririm. Niyaz (dua ve yakarış, acziyetini bilme 72 73 74 75 76 Kelâbâzî, Ebû Bekir Muhammed b. İshâk, et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, (Doğuş Devrinde Tasavvuf), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1979, s. 186. Attâr, a.g.e., s. 607. Attâr, a.g.e., s. 602. Hz. Peygamber’e atfen nakledilen “Benim şeytanım Müslüman oldu” şeklindeki rivâyeti değerlendiren Süfyan b. Uyeyne (ö. 198/813);“Şeytanın asla Müslüman olmayacağını” söylemiştir. Bu rivâyeti tahric eden Tirmizî ise, söz konusu hadisin “garîb” olduğunu kaydetmiştir. Bkz. Tirmizî, 10/Radâ 17, (III, 475). Hz. Peygamber, içindeki şeytanî sesi etkisiz hale getirdiğini ve onu teslim aldığını söylemiş olabilir. Zira şeytanın ne Müslüman olması ne de muhlis ve müttakî kimselere etki edebilmesi söz konusudur. El-İsrâ, 17/65; el-Hicr, 15/42; es-Sâd, 38/83. 12 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 ile) ve (Bana muhtaç olduğunun farkında ve bir) ihtiyaçla gelirsen seni (manen, kalben ve ruhen) zengin ederim. Kendinden el çekerek (nefsi arındırarak) gelirsen (bu dünyada) suyu ve havayı emrine veririm (istersen suyun üzerinde yürür ve havada uçabilirsin)”77 derken de nefsi tezkiye etmenin önemine dikkat çekmiş ve arınan insanın manen yükseleceğini haber vermiştir. Ancak onun anlayışına göre, kerâmet göstermek için uğraşmak doğru değildir. Bahşedilen kerâmetleri gizlemek esastır ve kâmil mümin kerâmetlerle bile imtihan edildiğinin farkında olmalıdır. El-Harakânî, dostu ve çağdaşı büyük İslâm âlimi ve Kâzerûniyye tarikatının kurucusu Şeyh Ebû İshâk İbrâhîm b. Şehriyâr el-Kâzerûnî’nin78(ö. 426/1035);“Bütün sahra (yolculuğu) boyunca canım tatlı istedi ama (nefsimi terbiye etmek için hiç tatlı) yemedim’ şeklindeki sözüne şu karşılığı vermiştir: “Benim de bütün sahra yolculuğu boyunca canım hiç tatlı istemedi ama yedim.”79 O, bu sözüyle “Ben sadece Yüce Allah’ı zikrederim; benim her şeyim O’dur; O’nun la iken ben mutluyum. O’nun aşkından tatlı yemek dahi aklıma gelmez; ben nefsimi öyle bir terbiye ettim ki, nefsim tatlıyı aklına dahi getiremez. O yüzden benim canım tatlı istemedi; ama Allah ile olmanın verdiği mânevî zevk ile sanki tatlı yemiş gibi mutlu oldum” demek istemiş olabilir. Görüldüğü üzere nefsini tezkiye etmeyi başaran sâlih kimselere ilâhî ikramlar gelebilir. ElHarakânî’nin burada kendisine bahşedilen bu tür bir ikramdan söz ettiği ifade edilebilir. El-Harakânî, nefis tezkiyesinin öneminden bahsederken;“Allah kuluna, imandan sonra (tezkiye olmayı başarmış) temiz yürek ve (her zaman hakkı söyleyen ve Allah’ı anan) doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsan etmemiştir.”80 diyerek kalbi günah kirlerinden ve kötü düşüncelerden arındırmanın önemine dikkat çekmiştir. Görüldüğü üzere bu yüksek derecelere ulaşmak, ancak sırat-ı müstakimde81 gösterilecek azim ve kararlılıkla elde edilebilir. Hiçbir çaba sarf etmeden bunların doğrudan kalbe gelmesi, Yüce Allah’ın koyduğu kurallara ve dünyadaki imtihana aykırıdır. Nitekim Yüce Allah’ın yaratma ve yönetmesinde öteden beri süregelen ve değişmeyen 77 78 79 80 81 Attâr, a.g.e., s. 608. Kendisi ve tarikatıyla ilgili bilgi için bkz. Algar, Hamid, “Kâzerûnî”, DİA, Ankara, 2002, XXV, 145-148. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 260. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 139. Attâr, a.g.e., s. 628. Sırat-ı müstakimin bazı özellikleri için bkz. el-Enâm, 6/125-126, 151-153; er-Rûm, 30/30; elFussilet, 41/30; ez-Zuhruf, 43/61. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 13 uygulamaları bu yöndedir.82 Dolayısıyla nefis tezkiyesi oldukça zordur, ancak imkânsız değildir. 3. El-Harakânî’nin Nefis Tezkiyesinin Zorluğuna İşareti El-Harakânî, nefsiyle yaptığı cihadı şöyle açıklamıştır: “İnsanlarla hiç cenk (kavga, döğüş) etmedim, onlarla hep barışık oldum. Ama nefsimle hiç barışık olmadım, onunla da sürekli cenk ettim.”83 O, bu sözüyle insan ilişkilerinde müsamahalı olduğunu, ancak nefis söz konusu olunca onu düşman bellediğini ve ona göre davrandığını ifade etmiştir. El-Harakânî, nefsiyle mücadeleyi asla elden bırakmamış ve onu teslim almayı büyük ölçüde başarmıştır. Bu nedenledir ki;“Biriyle düşman olmaktan daha zor hiçbir şey yoktur dünyada.”84 diyerek nefsi ve şeytanı düşman bilmenin ve ona göre davranıp bunları yenmenin göründüğü kadar kolay olmadığını söylemiştir. El-Harakânî, bir başka sefer şu kıssayı anlatarak nefsin insanoğlunun baş düşmanı olduğunu söylemeye çalışmış ve onun alt edilmesi gerektiğini ifade etmiştir: “Varlıklı (zengin) bir büyük, hakikat ehli büyüklerinden birinin yanına varınca (hakikat ehli) ona (şöyle) dedi: ‘Parayı mı daha çok seversin, (yoksa) düşmanı mı?’ (Zengin): ‘(Elbette) para’ dedi. (Bu sefer hakikat ehli büyük ona) dedi ki: ‘O halde nasıl olur da parayı (sevdiğini gelip geçici bu dünyada) bırakırsın (da), düşmanı (senin mahvedecek olan nefsini sonsuz ahiret yurduna) beraber(inde) götürürsün? (Bu olacak şey midir?)”85el-Harakânî, benzer şekilde civanmertlerini İblis’ten de sakındırmış ve;“Dikkatli ol! İblis’in şerrinden emin olamazsın, çünkü o yedi yüz düzeyde marifetten söz eder”86 diyerek İblis’in sadece zina, içki, kumar, uyuşturucu ve benzeri kötü alışkanlıklarla değil, marifetle bile insana tuzak kuracağını, bu nedenle insanoğlunun çok dikkatli olması gerektiğini belirtmiştir. El-Harakânî;“Üç şey dışında her şeyi nihai noktasına kadar biliyorum. (Ancak) nefsin oyunlarının nihai noktasını, Mustafa’nın sahip olduğu derecelerin 82 83 84 85 86 “…Sen Allah'ın tuttuğu yol ve yöntemde hiçbir değişiklik göremezsin; evet sen, Allah'ın yolunda ve yönteminde bir sapma göremezsin!” el-Fâtır, 35/43. Ayrıca bkz. el-Yûnus, 10/64; el-İsrâ, 17/77; el-Ahzâb, 33/62; el-Fetih, 48/23. Attâr, a.g.e., s. 612. Attâr, a.g.e., s. 629. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 261. Söz konusu eseri tercüme eden Çiftçi, “metin ve çeviri kuşkuludur.” dedikten sonra hikayenin tamamlanmadan metnin burada kesildiğini ve eksik olduğunu kaydetmektedir. Attâr, a.g.e., s. 623. 14 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 nihai noktasını ve marifetin nihai noktasını bilmiyorum.”87 diyerek nefsi yenmenin o kadar kolay olmadığını, onun tuzaklarının sayısız olduğunu, hile, desise, kurnazlık, ayartma ve hainlikte sınır tanımadığını, kimsenin nefsinden emin olmaması ve onunla mücadeleye hayat boyu devam etmesi gerektiğini söylemiştir. El-Harakânî;“Geceleri uyumamam, gündüzleri yememem ve eğlenmemem gerek! Yoksa menzile ne zaman varabilirim?”88 Derken de nefisle mücadelenin sürekli olması gerektiğini, varılacak menzilin çok uzun, ömrün ise kısa olduğunu, boş durmanın bir mümine yakışmayacağını ifade etmiştir. Zira mümin olmak sorumluluk almak, emanete89sahip çıkmak ve onun hakkını tam anlamıyla vermek demektir. El-Harakânî;“Şeriat’ten marifete kadar yedi bin, marifetten hakikate kadar yedi yüz bin, hakikatten sarayın açılmasına kadar bir milyon derece var. Her bir derece için Nûh’un ömrü gibi (uzun) bir ömür, Muhammed’in sefası gibi bir sefa (safiyet, arı-duru bir hâl) gerekir.”90 derken de kat edilecek mesafelerin çok, nefsi tezkiye etmenin ise oldukça zor olduğunu ifade etmiştir. Ona göre bu mânevî derecelere ulaşmak için sağlam bir iman, Allah’a ve Rasûlüne tam itaat, sâlih amel, dünyanın geçici güzelliklerini terk, şeytanı ve nefsi etkisiz hâle getirmek şarttır. Bu zor görevleri başaran Rabbe yakın olmayı hak eder. El-Harakânî, nefis tezkiyesi yolunda aşılacak pek çok engel olduğunu şöyle izah etmiştir: “Bu yol tümüyle bela ve tehlikeden ibarettir. On yerde zehir, on birinci yerde şekerdir. (bunların hepsi de imtihandır; dikkatli olmak, zehire de şekere de aldanmamak gerekir.)”91 “(İnsanları helak eden şey); nefsin isteklerini yerine getirmek, şehvetlerde nefse itaat etmektir.92 (Ama) muamelâta (dini yaşamaya) gelince metâ […ınca yaparım], hattâ […e kadar yaparım], sevfe [daha sonra yaparım] ve lealle [umulur/belki yaparım]’ye (işi) 87 88 89 90 91 92 Attâr, a.g.e., s. 602. Attâr, a.g.e., s. 632. “el-Harakânî’nin Nefsi Tezkiye Metodu” başka bir makalede tarafımızdan değerlendirilmiş olup, hakem süreci devam etmektedir. Onun buna benzer sözleri orada ayrıntılı olarak incelenmiştir. “Gerçek şu ki, biz emaneti (“Allah’ı bilme, O’nu tanıma, emirlerini yerine getirme ve O’nun rızasını kazanma fırsatını) göklere, yere ve dağlara sunduk. (Onlar emanetin zorluğu, büyüklüğü ve ağırlığı karşısında) onu yüklenmekten kaçındılar, sorumluluğundan korktular. Onu, (küçük ve basit bir şey zanneden, kendisine verilen değeri, Allah’ın mağfiretini ve rızasını kazanma şansını tam olarak idrak edemeyen ve bu nedenle de) pek zalim ve cahil olan insan yüklendi.” el-Ahzâb, 33/72. Attâr, a.g.e., s. 633. Benzer bir sözü için bkz. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 258. Attâr, a.g.e., s. 624. Çiftçi, a.g.e., s. 144. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 15 bırakmaktır.”93“Yetmiş yıl var ki, Hakk’la yaşamışımdır, bu süre içinde bir nokta kadar (bile) nefsimin muradı (isteği) üzere yürümüş değilim.”94“Bir kimse, nefsin bir tek (gayr-i meşrû) arzusunu tatmin ederse hak yolunda önüne binlerce üzüntü (sıkıntı, stres, depresyon, tasa, bela, keder, endişe, kaygı, psikolojik problem) çıkar!”95el-Harakânî, böyle yapan birinin Yüce Allah’a ulaşmasının güçleşeceğini, o yüzden nefse hakim olunması gerektiğini söylemeye çalışmış olmalıdır. Nitekim Hücvîrî de nefse muhalefet etmenin zorluğuna işaret ederken Cüneyd’e sorulan “Vasl ve vuslat nedir?’ sorusuna;“Hevâya uymayı terk etmektir” cevabını verdiğini ifade ettikten sonra, şunları söylemiştir: “Hakk’a vuslat halinin kendisine ikram olunmasını isteyen kimsenin bedeninin hevâsına uymayı terk etmesi lazımdır. Zira kul nefse muhalefet etmekten daha büyük bir ibâdet yapamaz. Çünkü bir dağı tırnakla kazımak ve yerinden sökmek, bir insan için hevâ ve hevesine muhalefet etmekten daha kolaydır!”96Görüldüğü üzere aynı zorluğa Hücvîrî de dikkat çekmekte ve el-Harakânî gibi o da nefis tezkiyesinin kolay olmadığını, azim ve kararlılık gerektirdiğini söylemektedir. El-Harakânî, nefis terbiyesinin zorluğunu bir başka sefer şöyle ifade etmiştir: “Nûh’un ömrü kadar (uzun) ömrüm olsa ben şu bedende doğruluk (O’nu hakkıyla takdir etme, O’nu bilme ve istikâmet üzere olma) göremeyeceğim. (O’nun verdiği sayısız nimetlere rağmen O’na layık bir kul olamayacağım). Bu konuda (nefisle mücâhede hususunda o kadar çok gayret ettim ve) şunu biliyorum: Allah şu bedeni ateşe atsa yine de benim ahımı bu bedenden almış olmaz.”97 El-Harakânî, bu sözüyle nefsini tezkiye için çok gayret sarf ettiğini, ruhunu bedenin esaretinden kurtarmak için çetin mücadeleler verdiğini, bu nefsin ona çok çile çektirdiğini söylemeye çalışmış ve civanmertlerine nefis tezkiyesinin çok zor, ancak imkansız olmadığını anlatmaya çalışmış olmalıdır. Yoksa o, bedeninin ateşe atılıp ahının alınmasını istememiştir. Zira böyle düşünmek elHarakânî’yi anlamamak olarak değerlendirilebilir. Çünkü o böyle söylemekle zımnen ona nefsin çektirdiği çok büyük sıkıntılara işaret etmektedir, denilebilir. Nefis tezkiyesi konusunda Allah’ın veli kullarını imtihan etmesini ise şöyle açıklamıştır: “Mekr nedir?’ sorusuna “(el-Harakânî) cevaben (şöyle) demiştir: ‘Aslında bu O’nun lütfudur (zira O, kuluna bu şekilde arınma fırsatı 93 94 95 96 97 el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Kantarcı, s. 88; el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 311; Çiftçi, a.g.e., s. 39-40. Attâr, a.g.e., s. 637. Attâr, a.g.e., s. 629. Hücvîrî, a.g.e., s. 323. Attâr, a.g.e., s. 634-635. 16 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 vermektedir), ama ona (lütfa) mekr (tuzak, hile) adı verilmiştir. Çünkü evliyaya yapılan muamele mekr (tuzak kurmak) olmaz (tam aksine o veli kulu mânevî olarak daha da yüceltme imkânını bahşetmek olur).”98 El-Harakânî, kurulan bu tuzakların nihayetinin olmadığını ise şu sözleriyle ortaya koymuştur: “(Vecd ve istiğrak halindeyken) ‘bir keresinde dünyada gördüğüm Allah bana dedi ki: ‘Ey Ebû Hasan! İster misin ki senin olayım?’ ‘Hayır.’ İster misin ki Benim olasın?’ ‘Hayır.’ ‘Ey Ebû Hasan! Öncekiler de sonrakiler de kendilerinin olmam için yanıp tutuştular. Sen Bana niçin böyle söz söylüyorsun?’ ‘Rabbim, bana verdiğin şu tercih hakkı konusunda Senin mekrinden (imtihanından/tuzağından) nasıl emin olabilirim ki, (çünkü) Sen hiç kimsenin tercihine göre iş yapmazsın! (Kimse Sana yaptığından sual de soramaz.99 Belki bu yaptığında bir imtihandır; kim bilebilir ki?)”100 “Allah Teâlâ evliyasına lütufta bulunmuştur ve Allah’ın lütfu onun mekri gibidir (evliyâ da olsa imtihanı devam etmektedir, onun da çok dikkatli olması, şeytana ve nefse aldanmaması gerekir.)”101 “Şeytan kandırınca Allah kandırmaz, şeytan kandıramayınca (bu sefer) Allah (veli kulunu) kerâmetle kandırır. Şayet kerâmetle kandıramazsa lütfuyla kandırır. İmdi (gerçek) civanmert bunlara kanmayan kişidir (ne şeytana ne kerâmete ne de lütfa aldanır. Onun tek amacı Yüce Allah’ı sevmek ve O’nda fânî olmaktır!)”102el-Harakânî;“Civanmert civanmert olduğunu nasıl bilir?” sorusuna şu cevabı vermiştir: ‘Şununla: ‘Eğer Allah kardeşine bin, kendisine bir kerâmet verse, bu da kardeşimin olsun diye o bir kerâmeti ve lütfu götürüp onun başına kor! (Zira gerçek civanmerdin kerâmetlerle işi olmaz; o tüm bunları zaten aşmış ve geride bırakmıştır!)”103 El-Harakânî;“Bu (Allah’a giden) yol, dille ifade ve ikrar edilen, gözle görülen, marifetle tanınan, yedi organla varılan bir yol değildir. Bu yolda her şey O’nundur ve ruh da O’nun emrindendir. Burada yalnızca ilâhîlik (O’nu tanıma ve O’nun büyüklüğünü idrak etme emaneti) vardır, işte o kadar!”104 Derken de Yüce Allah’a bu maddî bedenle değil ruh ile varılacağını, nefsini arındıran ve O’ndan bir ruh taşıdığını bilen kimsenin O’na ulaşacağını, “Allah’ı bilme, O’nu Attâr, a.g.e., s. 635. “O, yaptıklarından sorumlu değildir. O'nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar mutlaka sorgulanacaklardır.” el-Enbiyâ, 21/23. 100 Attâr, a.g.e., s. 638. 101 Attâr, a.g.e., s. 619. 102 Attâr, a.g.e., s. 632. 103 Attâr, a.g.e., s. 635. 104 Attâr, a.g.e., s. 634. 98 99 Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 17 tanıma, emirlerini yerine getirme ve O’nun rızasını kazanma fırsatı” nı105 doğru değerlendirenlerin her iki âlemde de kazançlı çıkacağını söylemeye çalışmış olmalıdır. el-Harakânî, nefis tezkiyesinin o kadar kolay olmadığını bir başka sefer şöyle açıklamıştır: “Eğer (imanlı, ahlaklı, nefsini kontrol etmeyi başarmış) genç erkeği (fetâ), bir kadınla bir eve koysan kadın selamet bulur (o imanlı ve ihlaslı genç, o kadının ırzına ve namusuna söz konusu evde dokunmaz. Ama o kadını bu sefer cahil, kaba, ham, nefsine hâkim olamayan) bir sofu ile mescide koysan (o sofu nefsini arındırmamış, ona hâkim olmayı başaramamışsa o kadın o “mescitte bile”) selamette olmaz!”106 Görüldüğü üzere el-Harakânî, bu sözüyle ilmin ve ihlasın önemine dikkat çekmekte, ilimden yoksun, nefsini tezkiye edememiş bir sofunun mânevî dereceler kat etmesinin mümkün olmayacağını ve karşılaştığı imtihanları çok kolay kaybedeceğini söylemeye çalışmaktadır. “Âlimin biri anlatıyor: “Ebû Hasan’a bir mesele sordum. Dedi ki: ‘Bir günde yetmiş (defa), bir gecede yetmiş kere ölüp, kırk yıl (uzun yıllar) bu şekilde yaşayarak ulaşılan bir makama erdiğin zaman ancak bu meselenin cevabını anlayabilirsin, şimdi değil.”107el-Harakânî, soru soran âlimi bu sözüyle uyarmış, ilimle amel etmenin, ihlasın, inandığı ve değer verdiği konuya yoğunlaşmanın, sağlıklı tefekkürün ve nefsi terbiye etmenin önemine dikkat çekmiştir. elHarakânî, ölümü aklından çıkarmayan ve öleceğine kesin bir şekilde inanarak uzun yıllar istikamet üzere yaşayan bir kimsenin108 ancak bazı şeyleri anlamaya başlayacağını ve mânevî dereceler kat edeceğini söylemeye çalışmış olmalıdır.109 Görüldüğü üzere nefis tezkiyesi o kadar kolay değildir. Bu yolda yaşanan sıkıntıları tam olarak idrak edebilmek veya ikaz amaçlı söylenen derin hakikatleri kavrayabilmek için bile çok ciddi çaba sarf etmek gerekir. Nitekim o, nefis tezkiyesinin zorluğunu bir başka zaman şöyle açıklamıştır: “Şu evliyanın içinde bulunan şeyden yalnızca birkaç zerre, kişinin iki dudak ve dişi arasına gelse, el-Harakânî, “ilâhîlik” derken Ahzâb suresi 72. âyette zikredilen “emânet” kavramına atıfta bulunmuş olmalıdır. Ayrıntılar için bkz. Seyhan, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'de Kur'an Kültürünün Yansımaları”, s. 646-647. 106 Attâr, a.g.e., s. 624. 107 Attâr, a.g.e., s. 618. 108 Onun ölüm konusuna yaklaşımıyla ilgili bilgi için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan elHarakânî'nin Sünnet Anlayışı”, Hikmet Yurdu, Yıl: 7, C: 7, Sayı: 13, Ocak-Haziran 2014/1, s. 114-116. 109 el-Harakânî’nin tefekküre verdiği önemle ilgili bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Tefekkür Anlayışı”, Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literatureand History of Turkishor Turkic, Ankara, Turkey, Volume 8/8 Summer 2013, s. 2053-2071. 105 18 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 sema ve zeminin bütün halkı dehşete düşer! (Zira bu hâli anlamak hiç kolay değil oldukça zordur, ciddi emek ve çaba gerektirir!)”110 4. el-Harakânî’nin Nefsi Tezkiye Tecrübeleri el-Harakânî, nefsini terbiye ederken yaşadığı tecrübelerini civanmertleriyle paylaşmış, ulaştığı bazı merhalelerden söz ederek onlara geçecekleri yollar hakkında önemli bilgiler aktarmıştır. 4.1.el-Harakânî’nin Nefis Tezkiyesinde Sürekli Aşama Kaydetmesi el-Harakânî, nefsi arındırma sürecinde daima mesafe kat etmiş ve hep ileri gitmiştir. Nitekim o, ruhun ölümsüzlüğünü nasıl idrak ettiğini şöyle açıklamıştır: “Bana gelen bir şey beni otuz gün ölü (gibi) bıraktı. Oysa halkın dünya ve ahirette diri olmalarının nedeni o şeydir (Allah’tan gelen o ruhtur). Ondan sonra da bana ölümsüz bir hayat bahşetti.”111el-Harakânî, Yüce Allah’ın “Hayy” sıfatının tecelli edişini görmüş ve yaşamış, bir ay adeta ölü gibi dolaşmış, ölümsüz bir hayatın bu sıfatla mümkün olduğunu anlamış, o sıfatın anlamını idrak etmiş, O’ndan bir ruh taşıdığının künhüne vakıf olmuş, artık ruhun gerçekten ölümsüz olduğunu o zaman daha iyi kavramıştır, denilebilir. El-Harakânî, nefis tezkiyesinde belirli aşamalar kat eden hakikî bir sûfînin Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etme şuuruna kavuşacağını ve O’ndan başka her şeyden uzaklaşmak isteyeceğini ise şöyle ifade etmiştir: “İhsan deryasından üzerine bir damla damlasa, bütün âlemde hiçbir şey söylemek, işitmek ve kimseyi görmek istemezsin.”112 El-Harakânî;“Ben size kendi muamelemi (yaptığım bir şeyi) tasvir etmiyorum. Size tasvir ettiğim (O’nun ihsanıdır, eriştiğim mânevî derecelerde) Allah’ın kutsallığı, rahmeti ve muhabbetidir ki (bu deryada, bu makamda) dalga üzerine dalga gelmekte, gemiler birbirini parçalamaktadır”113 derken de sürekli aşama kat ettiğini, nefsini arındırmaya devam ettikçe mânevî mertebesinin yükseldiğini, derinleştikçe manen yüceldiğini, birbirine çarpan her bir dalga ile nefsinin kötü duygularından birinin daha yok olduğunu hissettiğini anlatmaya Attâr, a.g.e., s. 618. Attâr, a.g.e., s. 611. 112 Attâr, a.g.e., s. 629. 113 Attâr, a.g.e., s. 607. 110 111 Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 19 çalışmış olmalıdır.114 Zira nefsi tezkiye etmenin nihayetinin olmadığını yine kendisi şöyle ifade etmiştir: “Benden işittikleriniz benim muamelemden (tecrübelerimden/yaptıklarımdan) veya onun ihsanındandır. Halka onun tevhîdinden (birliğinden, tekliğinden) bahsetmem hiç uygun olmaz. (Tevhîd konusunda ulaştığım ya da Rabbimin fazlı ve keremi sayesinde ulaştırıldığım o mânevî derecelerden size) söz etsem yerinizde kalakalırsınız (bunu anlayamazsınız) ve samana bir parça ateş düşmüş gibi bir durum meydana gelir.”115el-Harakânî, bu sözüyle “Yaşadıklarımı ve bana bahşedilen ilâhî ikram ve ihsanların tamamını size anlatmıyorum. Sadece sizlere güzel örnek olmaya çalışıyorum. Bazı sözlerimde buna kısaca temas ediyorum. Bu seviyeye gelen ve bu hâli yaşayan ancak bunları anlayabilir.” demek istemiş olmalıdır. El-Harakânî, ulaştığı mânevî derecelerin bir kısmını ise şöyle açıklamıştır: “Hak Teâlâ bana öyle bir fikir (sağlam ve sarsılmaz iman ve teslimiyet sonucu ulaşılan engin bir hoşgörü ve sağlam bir muhakeme yeteneği) verdi ki, O’nun bütün mahlûkatını onda gördüm (bu hoşgörü ve sağlıklı bakış açısı sayesinde artık tüm yaratılmışlara şefkat ve merhametle baktım). Onda kalıp durdum; gece gündüz onun meşguliyeti beni sardı, (bu fikirde iyice derinleştim ve bu) fikir basîrete dönüştü; küstahlık (Allah’a ve tüm insanlığa karşı aşırı derecede bir sevgi) ve muhabbete dönüştü; (Daha sonra) heybet ve vakara dönüştü. O fikirle O’nun birliğini kavradım ve öyle bir mertebeye ulaştım ki (bu) fikir hikmete dönüştü. (Sonra) dosdoğru yola (istikâmet üzere olma) ve halka şefkat (ve merhamet) haline dönüştü. (Bunun üzerine) O’nun halkına (yarattığı tüm insanlara ve varlıklara) karşı kendimden daha şefkatlisini görmedim.”116elHarakânî’nin belli bir mantık silsilesi ve anlam bütünlüğü içinde “fikir”, “basîret”, “ilâhî aşk”, “muhabbet”, “heybet”, “vakar”, “hikmet”, “istikâmet” ve “şefkat” kavramlarını peş peşe zikretmesi, onun zahirî ilimlere vakıf bir İslâm âlimi olduğunun apaçık delilidir. Aynı zamanda ulaştığı engin tecrübeleri yansıtması ve muâmele sürecinden müşâhede sürecine geçişini ortaya koyması bakımından da oldukça önemlidir. El-Harakânî bir başka sefer şöyle demiştir:“Kendime doydum (benliğimden sıyrıldım, nefs-i emmâre’yi kontrol altına almayı büyük oranda başardım ve ilâhî ikramlara nail oldum), o zaman kendimi suya attım, (ama) 114 115 116 el-Harakânî’ninfenâ, bekâ ve müşâhede hakkındaki görüşleri için bkz. Seyhan, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Tefekkür Anlayışı”, s. 2060-2061. Attâr, a.g.e., s. 608. Attâr, a.g.e., s. 606. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 21. 20 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 boğulmadım. Ateşe verdim (ama) yanmadım. Halkın yediklerini dört ay iki gün yemekten el çektim (onların hiçbirini yemedim, ama) ölmedim. Acizlik eşiğine baş koydum (Allah karşısında, hiçliğimi, aczimi ve fakrımı anladım). Bunun üzerine (bir) kapı açıldı ve dille anlatılamayacak bir makama erdim.”117“Sırtüstü yatmış uyumuştum. Arşın köşesinden ağzıma damla damla bir şey damlamış ve içimde bir zevk doğmuştu (nefsimi tezkiye etmemin ve mânevî derecelere ulaşmamın verdiği o aşkın hâl ile tarif edilemez metafizik duygular yaşadım!)”118 elHarakânî, bu sözleriyle şunları ifade etmek istemiş olabilir: “Nefsimi terbiye etmeyi büyük ölçüde başardım; mânevî anlamda derinleştim; batının da bâtınına nüfuz ettim.119 Yüce Allah karşısındaki fakrımı ve acizliğimi idrak ettikçe, O’na kulluğu samimi bir şekilde yaptıkça nefsimin kontrolünü ele geçirdim ve müteal duygular yaşadım. Ey insanlar! Siz de bu yollardan geçebilir ve nefsinizi tezkiye etmeyi başarabilirsiniz!” Mutasavvıfların büyük çoğunluğuna göre insanın içindeki nefis, şeytanın işbirlikçisi, insanın putu120 ve onun düşmanıdır.121 Nefsin kökünü kazımak imkânsız, ancak ıslah edip disiplin altına almak mümkündür.122 Dolayısıyla nefis, her zaman vahyin ve akl-ı selimin denetim ve gözetimi altında tutulmalıdır. İşte el-Harakânî, tüm bu yollardan başarıyla geçmiş, tecrübelerini paylaşmak suretiyle insanlara nefislerini nasıl kontrol altına alacakları ve hangi merhalelerden geçecekleri hususunda güvenilir bilgiler aktarmıştır. 4.2.el-Harakânî’nin Nefsini Etkisiz Hâle Getirmesi el-Harakânî;“Allah Teâlâ’dan beni, bana olduğum gibi göstermesini istedim. Beni bana berbat bir çul içinde gösterdi. Kendime (nefsime) baktım baktım, sonra da: ‘Ben bu muyum?’ dedim. Bunun üzerine nida geldi: ‘Evet.’ ‘Peki, (bendeki) o irade, ahlâk, özlem, yakarış (dua, niyaz) ve sızlanma (ürperme, titreme, aşkın duygular yaşama hâli) nedir?’ (dedim). Yine nida geldi: ‘Onlar Attâr, a.g.e., s. 609. Attâr, a.g.e., s. 613. 119 el-Harakânî, bâtınî ilimlerde zirveye ulaştığını ve bâtının bâtınına nüfuz ettiğini bizzat kendisi söylemektedir. Bkz. Attâr, a.g.e., s. 622. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 45. 120 “Kendi arzu ve özlemlerini kendisine ilâh edineni gördün mü?...” el-Furkân, 25/43. “Kendi arzu ve özlemlerini tanrı edinen ve [bunun üzerine] Allah'ın, [zihninin hidâyete kapalı olduğunu] bilerek saptırdığı, kulaklarını ve kalbini mühürlediği ve gözlerinin üzerine bir perde çektiği [insan]ı, hiç düşündün mü? Allah[ın onu terk etmesin]den sonra kim ona doğru yolu gösterebilir? O halde, hiç düşünüp ders çıkarmaz mısınız?” el-Câsiye, 45/23. 121 “Sana gelen iyilik, Allah'tandır. Başına gelen kötülük de nefsindendir…” en-Nisâ, 4/79. 122 Hücvîrî, a.g.e., s. 321. 117 118 Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 21 hep biziz (Bizden üflenen o ruh nedeniyledir), sense işte busun!”123Derken nefsin mahiyeti hakkında civanmertlerine bilgi vermekte ve onu etkisiz hâle getirmek için çok çaba sarf etmeleri gerektiğini söylemektedir. “(Nakledildiğine göre) Şeyhin (el-Harakânî’nin nefsi terbiye etme hususundaki) âdeti şu idi: (Çileli riyazet yaptığı ilk yıllarda) gece olunca boynuna bir zincir bağlar, kilim (incitici kaba yün elbise) giyerdi. Ayağına bukağı vurur, eline yaş deriden bir kamçı alırdı; nefis gevşeklik yapınca onunla döverdi.”124el-Harakânî’nin ilk önceleri böyle bir yöntemle nefsini kontrol altına almayı başardığı söylenebilir. Nitekim o, nefsini nasıl pes ettirdiğini bir başka zaman şöyle açıklamıştır: “Hak’tan başka ne varsa hepsinden el etek çektikten sonra kendimi (nefsimi) çağırdım. (Nefsim bana) dedi ki: ‘Vilayetine girmem (senin yanına gelmem), zira sen çok düzenbazsın (senin tek amacın Hak olmuş, bana hiçbir yer bırakmamışsın. Senin yanına nasıl gelirim? Sen beni mahvettin!)”125Onun bu ifadelerine bakarak bir müminin de benzer yöntemleri uygulayarak nefsini etkisiz hâle getirmesinin ve yüksek mânevî mertebelere ulaşmasının imkân dâhilinde olduğu söylenebilir. Ancak sâlik, nefsini tezkiye ettiği ve tamamen Hakk'a yöneldiğini sandığı anda bile çokdikkatli olmalıdır. Çünkü insanın içindeki şeytânî ses, ölünceye kadar onu yalnız bırakmayacak, ona boyun eğmeyecek ve onunla mücadeleye devam edecektir. “Naklederler ki Şeyh Ebû Saîd Ebu’l-Hayr, Şeyh Ebû Hasan elHarakânî’nin oğlunun da hazır bulunduğu bir sırada kürsüde (vaaz ederken) şunu söylemiştir: ‘Nübüvvet çağından günümüze gelinceye kadar nefislerinden kurtulup tertemiz bir şekilde onun dışına çıkan kimseler, bir akde ermişler (onların sayıları oldukça sınırlı) isterseniz cümlesini sayarım. (Ancak) şurada nefsinden arınan biri varsa o da şu efendinin babasıdır!’ deyip Ebû’l Hasan’ın oğlunu işaret etmiştir.”126Anlaşılan o ki Ebû Saîd, el-Harakânî’nin nefis tezkiyesinde başarılı olduğuna bu şekilde tanıklık etmektedir. 5. Nefis Tezkiyesinin Sonunun Olmadığını İfade Etmesi el-Harakânî, nefsin oyunlarının nihai noktasını bilmediğini127 ve nefis tezkiyesinin bir sonunun olmadığını şöyle açıklamıştır: “(Nefsi tezkiye işi) kolay(dır) kolay(dır) demeyin! Zira ben öyle bir erim ki, yetmiş yıllık muamelem 123 124 125 126 127 Attâr, a.g.e., s. 639. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 314. Attâr, a.g.e., s. 614. Attâr, a.g.e., s. 597. Attâr, a.g.e., s. 602. 22 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 şöyledir: İlk tekbiri Horasan’da alıyor, selamı Kâbe’de veriyorum. Yukarıda (iken) Arş’tan, aşağıda (iken) yerin (ta) dibine kadar olan yerleri de görüyorum. Herkesi (âdet gördükleri için) namaz kılmayan kadınlar gibi görüyorum (onların mânevî hallerini ve derecelerini biliyorum). Bununla beraber (hakiki bir) er değilim (bu mertebelere ulaştığım halde hâlâ benim de aşmam gereken makamlar, merhaleler ve dereceler var).”128“Allah’ın yeryüzünde öyle bir kulu var ki, karanlık bir gecede yorganı başına çekip uyuduğu zaman bile gökte dolaşan yıldızları, ayrıca ayı, semaya götürülen bütün halkın sevap ve günahlarını, gökten yeryüzüne inen halkın rızkını, semadan arza inen, arzdan semaya çıkan melekleri ve gökte seyreden güneşi görür.”129“Allah Teâlâ’nın yeryüzünde öyle bir kulu vardır ki, Allah’ı zikredince bütün aslanlar (korkudan) altına işer, balıklar deryada yüzemez olur (sersemler), semadaki melekler (hayret ve) dehşete düşer. (Onun etrafına saçtığı güneş gibi parlak nurdan/ışıktan) gök de, yeryüzü de, melekler de onunla aydınlanır! Keza Allah Teâlâ’nın yeryüzünde öyle kulları vardır ki, Allah’ı andıkları zaman deryadaki balıklar yüzemez olur. Dünya öyle sallanır ki, halk zelzele oluyor sanır. Ve yine öyle bir kulu vardır ki, onun nuru tüm mahlûkat üzerine düşer. Allah’ı anınca Arş’tan arza kadar her şey titrer!”130 Görüldüğü üzere el-Harakânî, bu seviyelere nefis tezkiyesiyle, kararlı duruşuyla ve sürekli aşamalar kaydederek ulaşmıştır. Kanaatimizce onun isim vermeden “Allah’ın bir kulu” diyerek vasıflarını saydığı kişiaslında kendisidir ve yaşadıklarını böyle bir yöntemle anlatmaktadır. Yine o, yaşadığı engin tecrübelerden birini şu şekilde açıklamıştır: “Bir gece gördüm ki (rüyamda) beni semaya götürdüler. Meleklerden bir cemaatin, zârzâr ağladığını görünce: ‘Siz kimlersiniz?’ diye sordum. ‘Biz Hazret’in âşıklarıyız’ dediler. ‘Biz dünyada bu hâle sıtma, titreme ve solma deriz, siz âşıklar değilsiniz’ dedim. Oradan geçince mukarreb melekler önüme çıkıp dediler: ‘Sen o cemaate (melekler topluluğuna) iyi ders verdin; çünkü onlar Hazret’in (gerçek anlamda) âşıkları değildi…”131el-Harakânî, bizzat kendisinin de ifade ettiği üzere Mirac hadisesine benzer böyle bir dinî tecrübeyi nefsin kötü hasletlerinden arınarak ve sâlih ameller işleyerek yaşamış olmalıdır. Bununla birlikte o, tüm bu müteal duygulara rağmen bir müminin karamsarlığa kapılmadan nefisle mücâdeleye devam etmesi ve hâlâ aşılması gereken dereceler olduğunu da unutmamasını istemiştir, denilebilir. 128 129 130 131 Attâr, a.g.e., s. 617-618. Attâr, a.g.e., s. 618. Attâr, a.g.e., s. 619. Ayrıca bkz. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 242. Attâr, a.g.e., s. 638-639. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 166. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 23 “Şiblî: ‘İlâhî! Bütün halka görme gücü ver ki (hidayet nasip et ki) Seni görsünler (gerçek anlamda Seni bilip takdir etsinler)’132 demişti’ diye nakledilir. Şeyhe, (bunu sorarak) ‘Dava (Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı temelsiz ve asılsız iddialarda bulunmak) mı daha beterdir, günah mı?’ dediklerinde (el-Harakânî): ‘Gerçekte dava (hakkında bilgi sahibi olmadığın meselede konuşmak) da günahtır’ diye cevap verdi. ‘Kulluk nedir?’ dediler. Dedi ki: ‘(Nefsin arzusuna göre) keyfince ömür sürmemen!’ ‘Fakrın belirtisi nedir?’ diyenlere, ‘(Allah karşısında) kalbin siyah olmasıdır (O’nda fânî olmak ve hiçlik makamına ermektir)’ ‘Bu sözün manası nedir?’ denilince de: ‘Demek isterim ki, siyah renkten sonra başka bir renk yoktur (renklerin nasıl sonu varsa fakrında sonu O’nda yok olmaktır)’ dedi. ‘Tevekkülün belirtisi nedir?’ denilince de şöyle dedi: ‘Arslanın, ejderhanın, ateşin, deryanın, yastığın senin için bir olmasıdır. Çünkü tevhîd âleminde (bunların) hepsi de birdir. Gücün yettiği kadar tevhîd (Allah’ın varlığına ve birliğine tam bir teslimiyetle ve bütün hücrelerinle iman etmek) için çalış, zira yola düştüğünde korku biter ve çok kârlı çıkarsın.’ ‘Senin işin nedir?’ diyenlere, ‘Bütün gün oturmuş (kalbime): ‘Yol açın (Padişah olan Allah geliyor!)’ diyorum’ dedi. ‘Bu nasıl oluyor?’ dediklerinde şöyle dedi: ‘Allah’tan gayri kalbe gelen her (türlü) düşünceyi (havâtırı) kovuyorum. Zira öyle bir makamdayım ki, bir sineğin sırrı bile bana kapalı değil. Onu şu memlekette (âlemde) niçin yaratmış, ondan muradı nedir, bilirim. Yani artık Ebû Hasan kalmamıştır, haberdar olan Hak’tır, ben ortada yokum. Elime her ne alırsam mutlaka, ‘Ya Rab! Bunu bedenimin tabiatı kılma!’ derim.”133 Görüldüğü üzere o, nefis tezkiyesinin sonunda ulaştığı hâl ve makamları bu şekilde açıklamıştır. Onun kalbinde Yüce Allah’tan başka hiçbir sevgiye yer kalmamış, fenâ 132 133 Bu sözün zâhirinin şu âyetlerle çeliştiği görülmektedir: “Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?” el-Yûnus, 10/99; “Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” en-Nahl, 16/9; “…Eğer Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzere toplardı...” el-Enâm, 6/35; “Allah dileseydi, onlar ortak koşamazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık…” el-Enâm, 6/107; “De ki: “Kesin delil Allah'a aittir. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.” el-Enâm, 6/149. Dolayısıyla Şiblî’nin kast ettiği görme gücünün maddî göz ile görme değil, aksine, “dua ve niyaz anlamında insanların hidâyete ermelerini isteme amacı” taşıdığı söylenebilir. Zira maddî göz ile görmek gayb perdesinin ortadan kalkması anlamına gelir. Oysa iman, aklı kullanmak suretiyle insanın kavrayış alanı dışındaki âleme inanmasıyla gerçekleşir. Kâfirlerin Yüce Allah’ı ve melekleri görme isteklerinin tam da bu gerekçeyle reddedildiği unutulmamalıdır. Bkz. “Bu insanlar, Allah'ın, Kendisini bulutların gölgeleri arasından meleklerle birlikte onlara göstermesini mi bekliyorlar? Ama [o zaman] her şeye karar verilmiş (iş bitmiş) ve her şey Allah'a döndürülmüş olurdu.” el-Bakara, 2/210. Attâr, a.g.e., s. 636. 24 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 mertebesine ulaşmış ve O’na tevekküle, duaya, hamda, zikre ve şükre devam etmiştir. El-Harakânî, nefis tezkiyesinin bitmeyeceğini ve hâlâ yapılması gerekenler olduğunu bir başka sefer şöyle açıklamıştır: “Bir kul arınmışlığıyla tüm makamları aşsa bile O’ndan aldığını (ruhu, sevgiyi, bağlılığı, aşkı tekrar) O’na vermedikçe kesinlikle Hakk’ın varlığı kendisine zahir olmaz.”134 elHarakânî, bu sözüyle Yüce Allah’a sağlam bir imanın, tam bir teslimiyetin, O’nu delice sevmenin ve O’nda fânî olmanın önemine vurgu yapmaktadır, denilebilir. el-Harakânî, nefis terbiyesinde başarıya ulaştığını bizzat kendisi şöyle ifade etmiştir: “Yarın kıyamet günü bana: ‘Ne getirdin?’ dediklerinde derim ki: ‘(Allah’ım!) Dünyadayken bana öyle bir köpek (nefis) verdin ki, bana ve kullarına saldırmaması için ne yapacağım hususunda aciz kalıp şaşırdım. Bana pislikle dolu (fücûr) bir tabiat (nefis) verdin, ben de bütün ömrümü onu temizlemekle geçirdim (ve ancak Sana nefsimi arındırma çabamı, takvâmı getirebildim!)”135“Allah’ın halkı ile (yarattığı tüm mahlûkat ile) hep barış yaptım, hiç savaşmadım (insanlarla daima iyi geçinmeye çalıştım). Nefis ile de hiç barışmamak üzere savaştım! (ona harp ilan ettim, daima onu düşman belledim!)”136“İnsanoğlu şu üç şeyle sürekli olarak (mücadele halinde olmalı ve bunları kontrol ederek Allah’a) itaati tam yapmalıdır ki sorgusuz sualsiz cennete gidebilsin. (Bunlar) kalp, nefis ve dildir.”137el-Harakânî, ölünceye kadar nefsini kontrol altında tutanların, derin tefekküre dalanların ve ihlasla kulluk görevini ifa edenlerin cenneti hak edeceklerini söylemiştir. Onun böyle söylerken Hz. Muhammed’in şu sözüne atıfta bulunduğu ifade edilebilir: “Her kim dudakları ve iki bacağı arasındaki şeye (diline ve cinsel organına) kefil olursa (bunları yönlendiren nefsin fücur programına değil de takvâ yazılımına uygun hareket ederse) ben de ona cenneti garanti ederim.”138 el-Harakânî;“Cebrâil semada: ‘Sizin gibi gelmemiştir ve gelmez de!’ diye nida etse, bu sözün doğru olduğuna inanın (iyi yolda olduğunuzu düşünün, ümidinizi (recâ) yitirmeyin); ama Allah’ın mekrinden (imtihanından), nefsinizin afetinden (başınıza açacağı her türlü belâdan) ve şeytanın işinden (kurduğu tuzaklardan) emin olmayın (zira sınav devam etmektedir; rehavete asla 134 135 136 137 138 Attâr, a.g.e., s. 615. Attâr, a.g.e., s. 638. Attâr, a.g.e., s. 612. Attâr, a.g.e., s. 629. Tirmizî, 34/Zühd, 61 (IV, 606). Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 25 kapılmayın! Havf ve recâ arasında olun!)”139Demiştir. Yine o;“Hak Teâlâ’nın bana açtığı bu yoldaki gidişatta o kadar çok değişiklik olurdu ki, her yıl küfürden nübüvvete geçiyorum sanırdım. Fark işte bu kadardı!”140Derken de nefis tezkiyesinin bir sonunun olmadığını ve imtihanın ölünceye kadar devam edeceğini söylemeye çalışmaktadır, denilebilir. el-Harakânî;“O âlemde bir ere (Hz. Muhammed’e) ulaşabilmen için bu âlemde (dünyada) bin kişinin seni terk etmesi gerekir. Bin kadeh zehir içmelisin (zorluklara katlanmalısın) ki, bir damla şerbet içebilesin!”141derken de dünyayı terk etmenin, ahirete yatırım yapmanın ve nefsi terbiye etmenin zorluğuna işaret etmektedir. El-Harakânî, Allah’ı gerçek anlamda arayanların bulacaklarını ise şu sözleriyle ortaya koymuştur: “O, seni aramadıkça sen (de) onu arama. Zira arayarak bulduğun şey sana benzer ve senin gibi olur. (Ancak Allah Teâlâ; Kitap, peygamber ve akılla sana gideceğin yolu ve yöntemi gösterirse ki, göstermiştir. O zaman sen de artık gayret et ve o yola yönel. O zaman Yüce Allah sana destek olur, kalbine inşirah verir. O’nun koruması ve gözetimi altında yoluna devam eder; O’na ulaşır ve O’nun boyası ile boyanırsın).”142 “Şu halk: ‘Akşam sabah gelip arıyoruz’ diyor. Oysa esas arayan O’nu arar. (Asıl arayan O’nun tarafından aranandır, aranmayı hak edeni Yüce Allah sever ve ona değer verir.)”143 “Şayet kul kendi izzetini (şeref, onur, itibar, saygınlık ve vakarını) Allah Teâlâ’ya sunarsa (O’na bağlanır ve nefsini arındırmayı başarırsa), Allah da kendi izzetini onun üzerine koyup kula iade eder; kul Allah’ın izzetiyle aziz olsun diye.”144 İşte böyle yapan samimi bir kul, kemâl derecelerine ulaşır. Dolayısıyla el-Harakânî’ye göre, “Hak, bir kimseyi (imanındaki kararlılığa ve ortaya koyduğu tam teslimiyete bakarak) irade ederse ona yolunu gösterir. İşte bundan sonra onun (Hakk’a olan) yolu kısalır (lakin böyle bir kul, bu yolda oyalanmadan, durmadan, dinlenmeden kararlılıkla yürümek ve nefis tezkiyesine devam etmek zorundadır.)”145 Nitekim el-Harakânî, sâlikin sülûküne devam etmesi gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Şayet mahlûk (yaratılmış, sınırlı ve aciz) bir kul Hakk’ın 139 140 141 142 143 144 145 Attâr, a.g.e., s. 632. Attâr, a.g.e., s. 609. Attâr, a.g.e., s. 633. Attâr, a.g.e., s. 624. Attâr, a.g.e., s. 627. Attâr, a.g.e., s. 624. Attâr, a.g.e., s. 626. Konuyla ilgili şu âyete bakılabilir: “Bizim uğrumuzda cihat edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” el-Ankebût, 29/69. Ayrıca bkz. el-Mâide, 5/16. 26 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 huzurunda “Bir” ile iki olacak şekilde dursa (O’nda fânî olmasa) henüz onun sülûkü erler (ermişler) makamında bir şey değildir. (Onun daha gitmesi gereken pek çok yol ve aşması gereken makamlar vardır.) ‘Bir ile iki olmak ne demektir?’ diye soranlara dedi ki: ‘Halk önünden çekilince (dünya ve içindekilere değer vermeyince, onların alkış ve takdirine bakmayınca) o (sâlik) kendine varır (kendini bilir, Rabbini tanır.146Vecd ve istiğrak hali onu kuşatır; fenâ mertebesine ulaşır; yemek) yer, ama tadını bilmez; üzerinden soğuk (veya) sıcak geçer ancak (bunlardan) haberi olmaz; kendinden geçince (de) Hak’tan başka bir şey kalmaz (iki iken Bir olur; O’nda fânî olur; O’nun vahdaniyet ummanına dalar ve gözden kaybolur.)”147 Bu yüzden el-Harakânî: “İkiyken dengi vardı, bir olunca dengi bulunamadı”148 demiştir. O, nefsini tezkiye etmeyi başaran ve O’nda fânî olan sûfînin Yüce Allah’a ulaşacağını, Hakk’ın ise eşi ve denginin olmadığını söylemeye çalışıyor olmalıdır. Yine o;“İlâhî! Benim olan her şeyi yoluna koydum, ayrıca Senin olan her şeyi de! Benliğim (nefsim) ortadan kalksın ve her şey Sen olasın diye!”149derken de, “Nefsimi kötülüklerden arındırdım. Kalbimi ve ruhumu da tamamen Sana teslim ettim. Şu an orada sadece Sen varsın Allah’ım!” demek istemiş olmalıdır. Yine el-Harakânî;“Bir kimse ki, kendisiyle Allah arasında yerden göğe, gökten Arş’a ve Arş’tan Kâb-ı kavseyn’e, Kâb-ı kavseyn’den Nûr makamına kadar giden (uzun mesafe ve) yol vardır. Eğer o kimse, (Allah’a gidecek/ulaşacak bu kadar uzun bir yol olduğu halde, gitmesi ve aşması gereken tüm bu yolları unutur, kendini bir şey zanneder, gurura kapılır, küstahça tavırlar takınır, dünyaya bağlanır, ahireti unutur ve) kendisi için bir sinek (veya karınca) kadar (bile olsa) kıymet görürse, (o yaratılış gayesini unutan ve şımaran bu adam) iyi bir adam sayılmaz”150 derken de kendisinden bazı kerâmetler zuhûr eden ve buna şımaran “sözde sûfî” leri kast etmiş olmalıdır. O, bu sözüyle şunları söylemek istemiş olabilir: “Ey insan! Hayat devam ediyor; gidilecek yol uzun ve sen acizsin; haddini bil, sınırlı olduğunu unutma! Yaratan’ını iyi tanı! Mânen yükseldikçe mütevazı ol! Haddini aşma!Kibirlenme! Güç zehirlenmesi yaşama! Küstahlaşma! Şımarma! Şükürden âciz ve gâfil olma! Kendine yazık etme! Kendine yazık edenlerin iflah olmayacağını ise aklından hiçbir zaman çıkarma!” 146 147 148 149 150 “Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir” kelamı kibârı ile ilgili yapılmış bir çalışma için bkz. Açıkel, Yusuf, “Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir” Hadis mi?, Kelâm-ı Kibar mı?”, SDÜİFD, Isparta, 1998, Sayı: 5, s. 173-200. Attâr, a.g.e., s. 617. Attâr, a.g.e., s. 616. Attâr, a.g.e., s. 616. Attâr, a.g.e., s. 602. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 27 Kısaca, el-Harakânî’nin bütün bu sözleri nefis tezkiyesinin bir sonunun olmadığını ve sürekli nefis muhasebesi yapılması gerektiğini göstermektedir. SONUÇ El-Harakânî, Kur’ân ve Sünnet’e gönülden bağlı bir İslâm âlimidir. O, Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Ebû Bekir eş-Şiblî gibi Türk-İslâm âlim ve mutasavvıflarının hayat tarzını benimsemiş, onların iyi bir varisi olmaya çalışmış ve kendisinden sonra gelenler üzerinde derin izler bırakmıştır. El-Harakânî, dünyaya gelen her insanın en önemli görevinin Yüce Allah’a iman, O’na tam anlamıyla teslimiyet, O’nun verdiği sayısız nimetlere sonsuz şükretmek ve O’nun rızasını kazanma şansını doğru değerlendirmek olduğuna gönülden inanmış ve bu düşünceyi ömrü boyunca savunmuştur. Onun anlayışına göre, Yüce Allah’ı arayıp bulmak, baktığı her yerde O’nun varlığının izlerini görmek, O’nu anmak ve O’na hamd etmek için öncelikle insanın içindeki şeytanı ve nefsi yenmesi şarttır. Bu uğurda çile çekmeden kolayca hedefe varmak mümkün değildir. İşte el-Harakânî, bu zor görevi başarmış ve mânevî makamlar aşarak metafizik bir derinliğe ulaşmıştır. El-Harakânî, dinî ve tasavvufî konularda kendisini geliştirmiş, özelde Müslümanların, genelde tüm insanlığın sorunlarını kendine dert edinmiş ve bu problemlerin çözümü için uğraşmıştır. O, her zaman belli bir mantık silsilesi ve anlam bütünlüğü içinde konuşmuştur. Nitekim onun bir sözünde “fikir”, “basîret”, “ilâhî aşk”, “muhabbet”, “heybet”, “vakar”, “hikmet”, “istikâmet” ve “şefkat” gibi kavramları peş peşe kullanması, zahirî ilimlere vakıf bir İslâm âlimi olduğunun delilidir. Zira iyi bir eğitim almamış kimseninmezkûr kavramların taşıdığı anlamları derinlemesine bilebilmesi ve bunları etkili bir şekilde yorumlayabilmesi söz konusu değildir. Ayrıca bu ifadeler, onun yaşadığı engin dinî tecrübeleri yansıtması açısından da oldukça önemlidir. el-Harakânî’ye göre bu mânevî derecelere ulaşmak için sağlam bir iman, Allah ve Rasûlüne tam itaat, sâlih amel, dünyanın geçici güzelliklerini terk ve nefsi etkisiz hale getirmek şarttır. Bunu başaran Yüce Allah’a yakın olur; nefsinin arzularının peşinden giden ise şeytanın elinde oyun ve eğlence aracı olmaktan kurtulamaz. El-Harakânî’ye göre nefsin oyunlarının ve tuzaklarının nihayeti yoktur ve ölünceye kadar imtihan devam etmektedir. O, nefsi tezkiye etmeden, aklı etkin ve verimli kullanmadan, ter dökmeden, zaman ve emek harcamadan amaçlanan hedefe varmanın mümkün olmadığına inanmaktadır. Zira yüksek mânevî 28 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 makamlara erişebilmek için sağlıklı bir tefekkür, sabır, kararlılık ve nefisle ciddi mücadele gerekir. İslâm’ı gerçek anlamda yaşayan bütün müminlerin bu mânevî mertebelere ulaşmaları her zaman mümkündür. El-Harakânî, nefsini terbiye etmeyi büyük ölçüde başaran ve mânevî anlamda derinleşen bir Allah dostudur. O, Yüce Allah karşısında fakrını ve acizliğini idrak ettikçe, O’na kulluğu samimi bir şekilde yaptıkça nefsinin kontrolünü ele geçirmiş, böylece tarifi imkânsız duygular yaşamış, dinî tecrübelerini civanmertlerine aktararak onlara iyi bir rol model olmuştur. ElHarakânî, söz konusu tecrübelerini paylaşmak suretiyle insanlara nefislerini nasıl kontrol altına alacakları ve hangi merhalelerden geçecekleri konusunda çok değerli bilgiler aktarmıştır. Nefis tezkiyesi konusunda onun verdiğibu bilgiler, öğretisini takip edenler için yol gösterici ve ufuk açıcı olmuştur. El-Harakânî’nin ulaştığı aşkın makamları anlatırken isim vermeden “Allah’ın bir kulu” diyerek vasıflarını saydığı kişinin aslında kendisi olduğu ve yaşadıklarını böyle bir yöntemle anlattığı söylenebilir. Zira o, böyle bir metodu kullanarak kendi ismini zikretmeden, “kendini ön plana çıkartıyor, reklam yapıyor, övünüyor, taraftar toplamaya çalışıyor” eleştirilerine muhatap olmadan,mesajını üçüncü tekil şahısaracılığıyla çok daha geniş kitlelere ulaştırmayı amaçlamış ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur, denilebilir. El-Harakânî, daima Yüce Allah’ı tüm ruhunda hissetmiş, O’ndan bir ruh taşıdığının bilincinde olmuş, O’nun sıfatlarıyla bütünleştiğini, baktığı her şeyde O’nun izlerini gördüğünü, O’na teslim olduğunu ve müteal hâller yaşadığını söylemiştir. O, nefsi tezkiye hususunda çok gayret sarf etmiş, ruhunu bedenin esaretinden kurtarmak için çetin mücadeleler vermiş, bu bedenin ona çok çile çektirdiğini söylemiş ve civanmertlerine nefis tezkiyesinin zor, ancak imkânsız olmadığını göstererek öğretmiştir. El-Harakânî, samimi çabalarının bir karşılığı olarak Yüce Allah’ın ilâhî ikramlarına nail olmuş, kendisine bahşedilen hikmet, basîret, ferâset ve sağlam muhâkeme yeteneği sayesinde özlü sözler söylemiş, çağını ve gelecek asırları doğru analiz etmiş ve öğretisini takip eden kâmil müminler tarafından hayırla yâd edilerek amel defterinin açık kalmasına imkân sağlamıştır. Onun hikmet dolu sözleri incelendiğinde âlim bir mutasavvıf olduğu, İslâm’ı temsil ve tebliğ hususunda kararlı bir duruş sergilediği, adanmış gönül eri olmayı başardığı, böylece başta talebeleri olmak üzere kendisinden sonra gelen tüm müminlere iyi bir rol ve model olduğu anlaşılmaktadır. Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 29 KAYNAKÇA ABDULBÂKÎ, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’lKur’âni’l-Kerim, Çağrı Yay., İstanbul, 1986. ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed, (ö. 1162/1652), Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlü’lİlbâsamme’ş-teheramine’l-EhâdîsialâElsineti’n-Nâs, (I-II), Thk.: Ahmet Kalaş, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405. AÇIKEL, Yusuf, “Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir” Hadis mi?, Kelâm-ı Kibar mı?”, SDÜİFD, Isparta, 1998, Sayı: 5, (s. 173-200). ALGAR, Hamid, “Kâzerûnî”, DİA, Ankara, 2002, XXV, 145-148. ALPER, Ömer Mahir, “İbnSînâ”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 319-322; 331-345. ATTÂR, Ferîdüddîn, (ö. 627/1230), Evliya Tezkireleri, Çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007. ÇİFTÇİ, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri) Nûru’l-‘Ulûm ve Münâcât’ı (Çeviri-AçıklamaMetin),Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004. DÂRİMÎ, Abdullah b. Abdirrahman es-Semerkandî, (ö. 255/868), Sünenü’dDârimî, (I-II), Çağrı Yay., İstanbul, 1992. DURUSOY, Ali, “İbnSînâ”, DİA, İstanbul, XX, 322-331. EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ, (ö. 425/1033), Nûru’l-Ulûm ve Münâcât’ı, (Çeviri-Açıklama-Metin), Haz.: Hasan Çiftçi, Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004. ---------, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Şenol Kantarcı, Ankara, 1997. EBÛ DÂVUD, Süleyman b. Eş’as, (ö. 275/888), SünenuEbîDâvud, (I-V), Çağrı Yay., İstanbul, 1992. GÜRER, Dilaver, “Şiblî, Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 125-126. HÜCVÎRÎ, Ali b. Osman Cüllâbî (ö. 465/1072), Keşfu'l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, Haz.: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul, 1982. İBN HANBEL, Ahmed b. Muhammed, (ö. 241/855), Müsned, (I-VI), Çağrı Yay., İstanbul, 1992. 30 | Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Dergisi 1-2014, 1-32 İBN MÂCE, Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, (ö. 275/888), SünenuİbnMâce, (I-II), Thk.: Muhammed Fuad Abdulbâkî, Çağrı Yay., İstanbul, 1992. İBN MANZÛR, Cemâluddin Muhammed b. Mükerrem, (ö. 711/1311), Lisânu’lArab, (I-XV), Beyrut, 1994. İBN MANZÛR, Cemâluddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânu’l-Arab, Thk.: Abdullah Ali el-Kebîr, Dâru’l-Meârif, Kahire, ts. KELÂBÂZÎ, Ebû Bekir Muhammed b. İshâk, (ö. 380/990), et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, (Doğuş Devrinde Tasavvuf), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1979. KUŞEYRÎ, EbûKâsım Abdülkerim b. Havâzin, (ö. 465/1073), er-Risâle (Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1991. MEVLÂNÂ, Celâleddin Rûmî, (ö. 672/1273), Mesnevî, Çev.: Veled İzbudak, MEB Yay., İstanbul, 1968. MUHAMMED İBN MÜNEVVER, Tevhîdin Sırları, Haz.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yay., İstanbul, 2004. NESÂÎ, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şu’ayb, (ö. 303/915), Sünenu’n-Nesâî, (IVIII), Çağrı Yay., İstanbul,1992. OKUDAN, Rifat, “Ebû Bekir Şiblî: Hayatı ve Tasavvuf Tarihindeki Yeri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Dergisi, Yıl, 8 (2007), Sayı: 19, (s. 211-234). ÖNGÖREN, Reşat, “Tasavvuf”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 124. RÂGIB, el-Isfahânî, (ö. 502/1108), el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Kahraman Yay., İstanbul, 1986. SEYHAN, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin İlim Anlayışı”, JASSS, International Journal of Social Science,Fransa, May 2013, Volume 6 Issue 5, (p. 1049-1083). -------,“Ebu'l-Hasan el-Harakânî'de Kur'an Kültürünün Yansımaları”, TurkishStudies, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkishor Turkic, Ankara Turkey, Volume 8/6 Spring 2013, (p. 641-664). -------,“Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Nefsi Tezkiye Metodu”, (Yayınlanmamış ilmî makale), (s. 1-25). Ahmet Emin SEYHAN / Harakani Quarterly 1-2014, 1-32 | 31 -------, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnet Anlayışı”, Hikmet Yurdu, Yıl: 7, C: 7, Sayı: 13, Ocak-Haziran 2014/1, (s. 101-126). -------, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnete Bağlılığı ve Hadis Anlayışı”, JASSS, International Journal of Social Science, Fransa, October 2013, Volume 6 Issue 8, (p. 551-588). -------, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin (Yayınlanmamış ilmî makale), (1-25). Tasavvuf ve Şehitlik Anlayışı”, -------, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Tefekkür Anlayışı”, TurkishStudies, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkishor Turkic, Ankara, Turkey, Volume 8/8 Summer 2013, (p. 2053-2071). -------, “Envâru'l-Âşikîn'de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum 2013, Sayı: 39, (s. 159-196). SÜLÜN, Murat, “Nefs-i Mutma’inne Ayetine Yeni Bir Yaklaşım”, AÜİFD, Ankara, 2009, C. 50, Sayı: 1, (s. 1-24). TİRMİZÎ, Muhammed b. İsâ, (ö. 279/892), el-Câmiu’s-Sahîh, (I-IV), Çağrı Yay., İstanbul, 1992. ULUDAĞ, Süleyman, “Bâyezîd-i Bistâmî”, DİA, İstanbul, 1992, V, 240. --------, “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, İstanbul, 1993, XIII, 120. --------, “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 377-381. --------, “Nefis”, DİA, İstanbul, 2006, XXXII, 526-528. --------, “Tasfiye”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 128. YAZICI, Tahsin, “Ebû Saîd Ebü’l-Hayr”, DİA, İstanbul, 1994, X, 220-222. Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 33-48 EBU’L- HASAN HARAKANİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ Ayfer CAN Özet Ebu’l-Hasan Harakânî, X. yüzyılın son çeyreği ile XI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış, Anadolu’nun Müslümanlaşmasında önemli katkıları olan Türk mutasavvıflarında birisidir. Asıl adı Ali bin Ahmed bin Cafer, künyesi ise Ebu’l- Hasan’dır. Hicri 352/milâdi 963 yılında doğan Harakânî, Ebu’lKasım Kuşeyrî, Ebu’l Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni gibi mutasavvıflarla, Gazneli Sultan Mahmûd gibi devlet ricâliyle, İbn Sinâ gibi felsefe ve tıp otoriteleriyle çağdaştır. Harakânî, 10 Muharrem 425 /5 Aralık 1033 yılında vefat etmiştir. Vefatı hakkında iki görüş mevcuttur. Birincisi Harakan’da vefat ettiği, diğeri ise Kars şehri Yahniler dağında şehit düştüğü şeklindedir. Harakâni’ye nisbet edilen Hidayetnâme, Fakrnâme, Nûru’l-Ulûm gibi birtakım eserler vardır. Nûru’l-Ulûm muhtelif tasavvufi konuları ihtiva eden, on bölümden oluşan, yaklaşık 50-60 sayfalık Farsça bir eserdir. Harakânî, Bâyezid-i Bistâmî meşrebinde kabz ehli bir sûfîdir. Bâyezid-i Bistâmî’nin rûhaniyyetinden feyz alarak üveysî yolla yetiştiği için şathiyeleri ve coşkulu sözleri meşhurdur. Harakânî, tasavvuf tarihinde Aynu’l- Kudât Hemedâni, Necmeddin Dâye, Attar ve Mevlâna Celâleddin Rûmî gibi coşkulu mutasavvıfları derinden etkilemiştir. Harakânî, insanların derdiyle dertlenmeyi seven, aile sıkıntısı çeken, çiftçilik yaparak geçimini sağlayan, mütevâzî bir hayat süren gerçek bir gönül eridir. Anahtar Kelimeler: Harakânî, Gazneli Sultan Mahmûd, Nûru’l-Ulûm. Abstract Ebu’l-Hasan Harakânî was a significant Turkish Sufi who liven from the last quarter of the X. century to the first quarter of the XI century and one of the first representatives of the school of sufi which had an extremely important effect in Islamization of Anatolia. His name is Ali bin Cafer and his personal tag is Ebu’l Hasan. Harakânî who was born in 352 according to the Hegira calendar and in 963 according to the Gregorian calendar is coetaneous with some Sufis such as Ebu’l-Kasım Kuşeyrî, Ebu’l Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni, some state dignitary such as Gazneli Sultan 34 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48 Mahmûd, and some philosophical and medical authorities such as İbn Sinâ. Harakânî died in the tenth day of Muharram 425/in the fifth day of December, 1033. There are two ideas about his death. The first is that he died and second is that he was martyrized at Yahniler Mountain, Kars City. There are some works such as Hidayetnâme, Fakrnâme, Nûru’l-Ulûm which are related to Harakânî. Nûru’l-Ulûm is a Persian work approximately consisting of ten parts and 50-60 pages and containing different sufistic topics. Harakânî is a kabz (depression) expert with the temperament/spirit of Bâyezid-i Bistâmî. He drew spiritual inspiration from Bâyezid-i Bistâmî and because he was trained by drawing inspiration, his poetries and enthusiastic expressions are famous. Harakânî deeply influenced some Sufis in the history of Sufism such as Aynu’l- Kudât Hemedâni, Necmeddin Dâye, Attar and Mevlâna Celâleddin Rûmî. Harakânî was a genuine man of heart who loved getting worried about the troubles of other, who earned his keep with farming and who lived a humble life. Keywords: Harakânî, Gazneli Sultan Mahmûd, Nûru’l-Ulûm . GİRİŞ EBU'L-HASAN HARAKANİ'NİN HAYATI VE ESERLERİ Tasavvuf ilmi, islâmî hayatın ve kültürümüzün bir parçasını teşkil etmektedir. Tasavvuf tarihine baktığımız zaman her bir sûfînin coşkun birer derya olduğunu, ayrı ayrı dünyalara sahip olduklarını ve bu şekilde insanları derinden etkilediklerini ve bu etkilerinin o sûfîlerin vefatlarından sonra asırlar geçse bile devam ettiğini görüyoruz. Aslında tasavvuf tarihinde her biri ayrı ayrı öneme sahip olan bu şahsiyetlerin tek tek incelenmesi ve hayatlarındaki bilinmeyen yönlerin ortaya çıkarılması gerekiyor. Çünkü çoğu sûfînin hayatının çok fazla bilinmediği veya yeterli derece de anlaşılamadığı veyahut da yanlış anlaşıldığı dikkatimizi çekiyor. Bazı sûfîlerin tabakât kitaplarında sadece isimleri geçmekte, bazılarının hakkında ise ayrı ayrı kitaplarda bilgiler ve kısa hayat hikâyeleri yer almaktadır. İşte bu nedenler; bizi, tasavvuf tarihinde çok önemli bir yere sahip olan, hikmetli sözleri ve nasihatleri ile eğitici yönü bulunan, yaşadığı dönemde insanların gönlünde âdeta taht kuran, günümüzde hâlâ etkisi devam eden Ebu'lHasan Harakânî'nin hayatını seçmeye sevk etti. Ebu'l-Hasan Harakânî'nin hayatı Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 35 ile ilgili farklı kaynaklarda yer alan bilgileri bir araya getirerek onun hakkında derli toplu bilgi elde edilebilmesini sağlamayı amaçladık. Ebu'l-Hasan Harakânî Anadolu’nun Müslümanlaşmasında son derece önemli etkisi bulunan tasavvuf ekolünün ilk devir temsilcilerindendir.1 Doğum ve ölüm tarihlerine baktığımızda H.352/M.963 ve H.425/M.1033 tarihleri arasında yaşadığını görüyoruz.2 Harakânî’nin yaşamış olduğu bu dönem İslam Tarihinde idarî, kültürel ve ilmî açıdan olmak üzere en parlak dönem diyebileceğimiz Abbasiler dönemidir. Ayrıca Harakânî’nin yaşadığı dönem Gazneli Devleti’nin de en ihtişamlı olduğu dönemdir.3 Harakânî Gazneli Sultan Mahmûd ile de görüştüğü rivayet edilen bir alperendir.4 Ebu’l-Hasan Harakânî’nin hayatı Abbasiler ve Gazneliler döneminde geçmiştir. Harakânî’nin tasavvuf anlayışının oluşmasında ve sağlamlık kazanmasında bu ortamın etkisi büyük olmuştur. Onun hayatını ele aldığımız bu çalışmamızın, bu büyük gönül erinin tanıtılmasına hizmet edeceği ümidini taşıyoruz. EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ’NİN HAYATI I. Memleketi : Ebu’l-Hasan Harakânî, İran’ın Horasan Bölgesindeki Bistam şehrinin kuzeyinde dağlık bir alanda bulunan Harakan köyünde dünyaya gelmiştir.5 Harakan Bistam'a dört fersah6 uzaklıkta bulunan bir yerleşim yeridir.7 Bu sûfinin hayatıyla alakalı ilk kaynaklarda bile bu yerin adının Hurkan,8 Harkan9 ve 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (trc. ve hzr. Şenol Kantarcı), Ankara, 2001, (Ebu’l-Hasan Harakânî Derneği yay.), Şenol Kantarcı'nın Girişi, s.11 Ebî Sa’d Abdilkerim b. Muhammed b. Mansur et-Tenimi es-Sem’ani, el-Ensab, Takdim ve Ta'lik, Abdullah b. Amr el-Bedudi, Beyrut, 1988, c.II, s.347; J.T.P. De Brujin, "Kharakâni Abu’l Hasan Ali b. Ahmed" The Encyclopaedia of Islam (New Edition), Leiden, 1978, c.IV, ss. 1057-1059: s.1057 Ali b. Osman el-Cüllâbi el-Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb (hzr. Süleyman Uludağ), İstanbul, 1996, s.15 Alperen: Gazi dervişler, mücahit dervişler, dini saik ve kahramanlık duygularıyla kâfirlere karşı tahta kılıçları ile savaşıp küfür diyarında İslamı yaymaya çalışan savaşçı mutasavvıflar. (bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, buradan sonra T.T.S. olarak kullanılacak.), İstanbul, 1999, s.45 De Brujin, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", El., c.IV, s.1057 Fersah: Üç mil, beş kilometre veya bir saatlik mesafe. (bkz. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2001, s.456) Zekeriyya b. Muhammed b. Mahmûd Kazvinî, Âsârül-Bilâd ve Âhbârül-Ibâd, Beyrut, ts., s.363 Kazvinî, a.g.e., s.363 Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", İslam Alimleri Ans., c.V, ss.39-45: s.39; Abdulmecid Hâni, elHadâikul-Verdiyye (Nakşibendilerin Kitabı, trc. Abdulkadir Akçiçek), İstanbul, 1986, s.458 36 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48 Harakan gibi değişik şekilleri mevcuttur. Bu karışıklığın aynı sessiz harflere sahip başka yerlerin bulunmasının sonucu olma ihtimali yüksektir. Şeyh Ebu’lHasan Harakânî, doğduğu yere nisbetle Harakânî diye anılmaktadır.10 II. İsim ve Künyesi : Evliyânın büyüklerinden, insanları hakka davet eden ve kendilerine "Silsile-i âliyye" adı verilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi11 olduğu söylenilen Harakânî’nin ismi; Ali b. Ahmed b. Cafer’dir.12 Künyesi; Ebu’l-Hasan’dır.13 Harakânî’nin ismi Hz. Yakub’un Hz. Yusuf’u sevdiği kadar çok sevdiği Kâsım isminde bir oğlu olduğu için kaynaklarda Ebu’l-Kâsım diye de geçmektedir.14 Hz. Mevlana, Harakânî’nin "Ebu’l Hüseyn" diye de bir künyesinin olduğunu bildirmektedir.15 Nisbesi ise; Harakânîdir. Kaynaklarda onun doğumuyla ilgili olarak sadece H.352/M.963 tarihinde doğduğu belirtilmektedir.16 Harakânî’nin fiziki yapısı; uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral tenli idi. Açık ve tok sözlü bir insandı. Sureti itibariyle Hz. Ömer’e (r.a.) benzerdi.17 III. Ailesi ve Yaşayış Tarzı : Ebu’l-Hasan Harakânî'nin nesebi, anne ve babasının kimler olduğu hakkında kaynaklarda detaylı malumat olmamasına rağmen onun şahsiyeti, ahlâki kimliği, sözleri, tasavvufi anlayışı ve insanlara duyduğu sevgi hakkında yeterli derecede bilgi olduğunu gördük. Bunun sonucunda da günümüzde insanların sevgi ve hoşgörüyü unutup birbirlerine kin ve nefretle baktıkları bir ortamda özellikle bazı konularda onun örnek alınabilecek bir karakter olduğunu düşünüyoruz. 10 11 12 13 14 15 16 17 İbnü'l-Esir el-Cezeri, el-Lübab fi Tehzîbi'l-Ensab, Beyrut, ts., c.I, s.434; Zehebi, Şemsuddin b. Ahmed, Siyeru A’lâmin-Nübelâ, Beyrut, 1985, c.XVII, s.421; Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", Yeni Rehber Ans., c.VI, s.142 Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", Yeni Rehber Ans., c.VI, s.142 Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü'l-Arifin Esmaü'l-Müellifin ve Asaru'l-Musannifin min Keşfi'zzunun, Beyrut, 1413/1996, c.V, s.687; Süleyman Uludağ, "Harakâni", DİA., İstanbul, 1997, c.XVI, s.93 Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, s.268; Sem’ânî, a.g.e., s.347; Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, (çev. Süleyman Uludağ), Bursa, 1984, s.694 Kazvinî, Âsârül-Bilâd ve Âhbârül-Ibâd, s.363 Mevlânâ, Celâleddin-i Rûmi, Mesnevi ve Şerhi (çev. Abdulbaki Gölpınarlı), c.VI, İstanbul, 1995, s.332 Uludağ, a.g.m., s.93-94 Hasan Kamil Yılmaz, Altın Silsile, İstanbul, 1994, s.62; "Ebu'l-Hasan Harakânî", İslam Alimleri Ans., s.39; Harakânî, Nûru'l-Ulûm (tr.), Şenol Kantarcı'nın Girişi, s.12. Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 37 Ebu'l-Hasan Harakânî’nin ailesi, Harakân köyünde çiftçilik yaparak geçimlerini sağlamaya çalışan fakir bir ailedir. Çocukluğunda anne ve babasının geçimini sağlamak, onlara maddi açıdan yardımcı olmak gayesi ile çobanlık ve çiftçilik yapmış olan Harakânî, gençlik yıllarında hayvanlarla yük taşıyıcılığı yaparak ailesinin geçimini sağlamaya gayret etmiştir.18 Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî ilim ve irfanı sebebiyle zamanın kutup ve gavsı unvanlarıyla anılan bir gönül sultanı olarak bilinmekteydi.19 Dolayısıyla onun tasavvufta "Ricâlü'l-gayb" diye adlandırılan gayb erenlerinden birisi olduğu söylenebilir. IV. Yetişmesi ve Manevi Eğitimi : Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ebu’l-Hasan Harâkanî’nin, çocukluğu ve gençliği de yine fakirlik içerisinde geçmiştir.20 Fakat o bundan hiçbir zaman rahatsızlık duymamış, tam tersine bunu tercih etmiştir. Biz onun fakrı21 tercih etmesini "Resûlün mirasçıları biziz. Çünkü Resûl de mevcut olan şeylerin bazısı bizde de var. Resûl fakrı seçmişti. Biz de fakrı tercih etmiş bulunuyoruz. ..."22 demesinden anlıyoruz. Ebu’l-Hasan Harakânî, çalışmayı çok seven bir insandır. O gerek kendi gerekse ailesinin rızkını helal yoldan temin edebilmek için ne iş olursa olsun yapmış, tarlada, bağda, bahçede çalışmış, çiftçilik ve çobanlık yaparak ailesinin geçimlerini temin etmiştir. Biz onun çiftçilik yaptığını; "Bir bağı vardı. Burasını bir kere belledi, gümüş çıktı, bir kere daha belledi, altın çıktı, bir defa daha belleyince de inci çıktı. Bunun üzerine dedi ki: -Ya Rab! Beni bununla avutma, ben dünya ile senin gibi Rab’dan yüz çevirmem."23 demesinden ve ayrıca; 18 19 20 21 22 23 De Brujin, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", s.1057; Sem’ani, el-Ensab, s.347; Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.694 Yılmaz, Altın Silsile, s.62 De Brujin, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", s.1057; Sem’ani, el-Ensab, s.347 Fakr: Yoksulluk, tasavvufta dervişlik, sâlikin hiçbir şeye mâlik ve sahip olmadığının şuûrunda olması herşeyin gerçek mâlik ve sahibinin Allah olduğunu idrak etmesi. İnsan Allah’ın kulu olduğundan insan da, ona nisbet edilen diğer şeyler de hakikatte onun mevlâsı olan Allah’ındır. (Geniş bilgi için bkz. Uludağ, T.T.S., s.184) Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.703 Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.671 38 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48 "Bazen öküzleri sabana koşar, namaz vakti gelince namaza durur, Şeyh namazdan dönene kadar öküzler eskisi gibi saban sürer dururlardı."24 Şeklindeki rivayetlerden anlıyoruz. Ebu’l-Hasan Harakânî, hayatı boyunca el emeğini ve göz nurunu üstün tutmuş, nimetlerin en helal ve en temiz olanının kişinin kendi emek ve gayretiyle elde ettiği nimetler olduğunu anlatmıştır. Ebu’l-Hasan Harakânî’nin yetişmesini incelerken onun hayatında nelere dikkat ettiğini, yaşam felsefesinde nelerin önemli olduğunu çoğunlukla kendi sözlerinden çıkarıyoruz. Örneğin Ebu’l-Hasan Harakânî; boş ve faydasız şeyler konuşmamaya özen göstermekte ve helal yemeye önem vermektedir. Bu konuda: "Dilini mühürle Allah'tan başkası hakkında konuşma. Kalbini mühürle Allah’tan gayrını düşünme, ihlassız olarak bir iş yapmaman ve helal olmayan bir şey yememen için de muameleye, dudaklara ve dişlere aynı şekilde mühür vur." 25 Demektedir. O hayatında her zaman için çalışmaya önem vermiş, zaman zaman yük taşımacılığı bile yapmış, ama bunları hiçbir zaman gurur ve kibir meselesi yapmamıştır. Aksine tasavvufi eğitiminde ve mesafe kat etmesinde bunların çok önemli olduğunu belirtmiştir. Şöyle ki; "Üç zümre için Allah’a yol vardır: Bunlar mücerred ilimle, hırka ve seccade ile kazma ve kürekle uğraşanlardır. Aksi takdirde nefsin boş durması, kişi için felâkettir."26 Demektedir. Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî tasavvufi eğitiminin başında yük taşıyıcılığı yaptığı esnada hayvanı ile konuştuğunu, bu konuşmaları esnasında Allah'u Teâlâ hakkında düşündüğünü, bu yoldaki seyr-i sülûkunun27 ve kendisine mânevî kapıların açılmasının da bu sayede gerçekleştiğini söylemektedir.28 Ebu’l-Hasan Harakânî zühd ve takvasını bu sıkıntılı çalışmaları esnasında kazanmış, bütün bunlar onun ruhî bakımdan incelmesini, Allah’a olan 24 25 26 27 28 Attar, a.g.e., s.671 Attar, a.g.e., s.708 Attar, a.g.e., s.709 Seyr-i sülûk: Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan mânevî ve ruhi yolculuk. Sâlik, yani ehli sülûk denilen yolcu, nefsindeki kötü huylardan arındığı ve iyi huylar edindiği ölçüde bu yolculukta mesafe alır. Seyr-i sülûkun gayesi sâlikin kişisel arzu ve isteklerini yok edip tam anlamıyla kendisini ilahi iradenin hâkimiyeti altına sokması, bu suretle diğer insanlara rehberlik yapmasına imkân veren kâmil insan mertebesine yükselmesidir. Bir müridin seyr ve sülûkunu tamamlaması bu ehliyeti kazanması anlamına gelir. (Geniş bilgi için bkz. Uludağ , T.T.S., s.467-468) Sem’ani, a.g.e., s.347 Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 39 bağlılığının artmasını ve insanlara olan sevgi ve merhametinin gelişmesini sağlamıştır. Örneğin çocukluğunda annesi ve babası kendisine ekmek vererek, davarları gütmek için Ebu’l-Hasan Harakânî'yi yabana gönderirler. O yabana gidince oruç tutar ekmeğini de sadaka olarak verirdi. Akşamları döner iftarını açardı, fakat kimseye de bu durumdan söz etmezdi.29 Açıkça görülmektedir ki; Ebu’l-Hasan Harakânî hâlis dini bir hava içerisinde yetişmiştir. Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesi, çocukluğunun ve gençlik yıllarının fakirlik içerisinde geçmesi, onun tasavvufa yönelmesinde ve sûfîlik yolunu benimsemesinde etkili olmuştur. O rızkını temin etmek için çalışan, helal yemeye önem veren, her gün akşama kadar halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapmayı tercih eden bir şahsiyettir. V. Çağdaşları ve Görüştüğü Kişiler : Ebu'l-Hasan Harakânî; Ebu’l-Kasım Kuşeyri, Ebu’l Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni gibi mutasavvıflarla, Gazneli Sultan Mahmûd gibi devlet ricâliyle, İbn-i Sinâ (v.428/1037) gibi felsefe ve tıp otoriteleriyle çağdaştır. Kuşeyri ile görüştüğünü Keşfu'l-Mahcûb müellifi Hucvirî'den öğreniyoruz. Hucvirî, Kuşeyri'nin onun hakkında: "Harakân'a varınca Şeyh Ebu’l-Hasan'ın heybet ve haşmetinden fesahatim sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velâyet makamından azledildiğimi sandım." dediğini nakleder.30 Yine Ebu’l-Abbas Kassâb onun hakkında: "Tasavvuf pazarında rihlet ve ziyaret Ebu’l-Hasan Harakânî'ye lâyıktır." demektedir.31 VI. Meşrebi : Ebu’l-Hasan Harakânî muhtelif kaynakların ittifakla haber verdiğine göre Bâyezid-i Bistâmî meşrebindeydi. Bâyezid’in tasavvuf tarzını benimseyen Ebu’lHasan Harakânî’nin Hakk’a ermek için zor riyâzetlere, çetin mücâhede ve çilelere katlandığı bilinmektedir.32 Harakânî yaşayan bir üstad tarafından değil, Bâyezid-i Bistâmi’nin güçlü ruhu tarafından tasavvuf yoluna sokulmuştur. O tipik bir üveysidir.33 29 30 31 32 33 Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), s.75 Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, s.268; Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.676 Yılmaz, Altın Silsile, s.63 Yılmaz, a.g.e., s.63 Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s.104, 126 40 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48 VII. Evliliği: Ebu’l-Hasan Harakânî’nin evliliği konusu da yeterli bilginin olmadığı konulardandır. Onun evliliği hakkında bulabildiğimiz bilgiler: Ebu’l-Hasan Harakânî iki evlilik yapmış, çok eziyet gördüğü ilk eşinden iki erkek evladı olmuş, bu eşinin ölümünden sonra çok iyi kalpli bir hanımla evlendiği şeklindedir.34 İlk eşi eserlerde genelde kavgacı, kocasının kötülüğünü isteyen, geçimsiz bir kadın olarak anlatılmaktadır.35 Ebu’l-Hasan Harakânî’nin ilk evliliğinin iyi olmadığını, eşinin geçimsiz ve kavgacı olduğunu ulaşabildiğimiz her eserde anlatılan şu menkıbeden anlıyoruz: Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan filozof İbn-i Sinâ, bir gün Ebu’lHasan Harakânî’yi ziyaret edip müridi olmak ister. Şeyhin evine varıp karısından onun nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn-i Sinâ Şeyhi görmek için orman tarafına onu aramaya gider. İbn-i Sinâ yolda Şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar: -Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de: -Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi" der. Evdeki kurt karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz ve hırçındır. Ama Ebu’l-Hasan Harakânî Allah rızası için onun sıkıntılarına katlanarak "kesb-i kemâlât" elde etmiştir.36 Tasavvufta bu tür menkıbeler mutasavvıfların evliliğe karşı bakış açılarıyla ilgilidir. Tasavvufta kadının nefs ve dünya ile bir tutulduğu, ama onun sıkıntılarına sabredildiği zaman cehennem ateşinden kurtulunabileceği, Allah’ın rızasının elde edilebileceği ve mertebe katedilebileceği düşünülmektedir. Oysa aynı durum hanım sûfîler için de geçerli olabilir. Hanım sûfîler de çileli bir evlilik hayatı yaşamış ve eşlerinin geçimsizliklerine, sıkıntılarına katlanıp sabretmekle Allah’a yaklaşmış, derecelerini artırmış olabilirler. İkinci eşi hakkında ise sadece "Çok iyi kalpli bir hanımdı." şeklinde bir bilgi yer almaktadır. İlk eşinden olan iki oğlundan birinin bir kavgada öldürüldüğü, diğerinin ise Ebu’l-Hasan Harakânî’nin ölümünden sonra Ebu Saîd Ebu’l-Hayr’ın takipçileri arasına katıldığı eserlerde anlatılmaktadır.37 34 35 36 37 Harakânî, Nûru'l-Ulûm (tr.), Şenol Kantarcı'nın Girişi, s.12 H.Landolt, "Abu’l-Hasan Karaqanî", Encyclopaedia Iranica, c.I, Londra 1985, s.305 Yılmaz, Altın Silsile, s.64-65 H.Landolt, a.g.m., Elr., c.I, s.305 Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 41 VIII. Ebu'l-Hasan Harakânî'nin Vefatı : Nakşibendiyye silsilesinde önemli bir yer verilen ve üveysiliği üzerinde özellikle durulan Ebu'l-Hasan Harakânî, Aynü'l-kudât el-Hemedâni, Necmuddini Dâye, Feridüddin Attar, Mevlâna Celaleddîn-i Rûmi gibi büyük mutasavvıfları derinden etkilemiş, 10 Muharrem 425 (5 Aralık 1033) tarihinde vuku bulan ölümünden sonra da etkisi uzun süre devam etmiştir.38 Ebu'l-Hasan Harakânî'nin vefatı hakkında iki görüş mevcuttur. Bunlardan birincisi Harakân'da vefat ettiği şeklindedir. Kazvîni (ö.682/1283) ise Ebu'lHasan Harakânî'nin kabrinin Bistam yakınlarındaki Harakân'da bulunduğunu, onu ziyaret edeni şiddetli bir kabz halinin istila ettiğini söyler.39 Bu da belki Ebu'lHasan Harakânî'nin kabz ehli bir sûfî olmasından kaynaklanmaktadır. Ebu'l-Hasan Harakânî'nin vefatı hakkındaki ikinci görüş ise Ebu'l-Hasan Harakânî'nin 1033 yılında Kars şehri40 Yahniler dağında şehit düştüğü şeklindedir. Bu görüşe göre; Ebu'l-Hasan Harakânî H.421-429 yılları arasındaki Kars muharebelerine bir takım dervişleriyle birlikte katılmış, Kars hududu Yahniler dağında sağ bacağından ve sol pazusundan yara alarak kan kaybından şehit olmuştur.41 Ünlü Türk seyyahı Evliyâ Çelebi'nin Ebu'l-Hasan Harakânî ile ilgili verdiği bilgiler de çok ilginçtir. Evliyâ Çelebi, Kars kalesi'nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerin Paşa'ya aktardığı rüyasını nakleder.42 Ümmetin salihlerinden hâfız bir zat olan bu asker gördüğü rüyayı Lala Mustafa Paşa'ya şu şekilde anlatmıştır: "Rüyamda yaşlı bir zat zâhir olup: "Bana Ebu'l-Hasan Harakânî derler. Makâmım bu mahaldedir. Alâmet ve nişan istersen ayağının ucundaki yeri kaz, durumu hayretle göreceksin." dedi. Bunun üzerine yüz işçi kuyuyu kazmaya başlamış ve üzerinde; "Menem şehid-ü said Harakânî" ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır. Yaralı pazusuna sarılı makreme ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş, hatta vücudunun sağ tarafındaki yara hala kanamakta imiş. Gaziler bu hali gördükten sonra yine tekbirle kabri kapamışlardır. Bundan sonra kalenin 38 39 40 41 42 Uludağ, "Harakânî", DİA., c.XVI, s.94 Kazvîni, Âsârü'l-bilâd ve Ahbârü'l-Ibad, s.363 Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü'l-Arifin Esmaü'l Müellifin ve Asârul Musannifin, s. 687 Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.14 Uludağ, a.g.m., s.94 42 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48 içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Ebu'l-Hasan Harakânî adına bir tekke ve cami yaptırılmıştır.43 Ebu'l-Hasan Harakânî'nin kabrinin olduğu yere III. Murad’ın emri üzerine Lala Mustafa Paşa tarafından Erzurum'daki Lala Paşa Camii'nin bir benzeri yaptırılır. Ancak Rus saldırıları sırasında yıkılan camii'nin sadece minaresi sağlam kalmıştır. Yerine şimdiki Evliyâ Camii yapılıp zamanla bugünkü şeklini almıştır.44 IX. Eserleri: Harakânî’nin nasihatlarını, sözlerini, münacaat ve menkıbelerini ihtiva eden ve tek nüshası British Museum’da bulunan "Nûru’l-Ulûm" isminde önemli bir eseri vardır.45 Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’nin "Beşaretnâme" ve "Esrâru’sSülûk" adında iki eserinden daha bahsedilmektedir. Kâmûsu’l-Kütüb isimli eserde Ebu’l-Hasan Harakânî’nin "Esrâru’sSülûk" isimli eserinin Selâhî Balıkesrî (v.1196) tarafından tercüme edildiği, içeriğinin de Ebu’l-Hasan Harakânî’nin sırlarıyla ilgili olduğu bilgisi yer almaktadır.46 Mehmet Akkuş’un "Selâhi’nin Hayatı ve Eserleri" ile ilgili kitabında "Esrar’us-Sülük"'un ismi geçmektedir. Ancak Selâhi’nin "Esrar’us-Sülük" isimli eserinin nüshasının tespit edilemediği, hakkında detaylı bilgi bulunamadığı için sadece ismini zikretmekle yetinildiği ifade ediliyor.47 Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’ye 1-Hidâyet nâme, 2-Fakrnâme, 3-Nuru’lUlûm gibi eserler de nisbet edilmektedir. Harakânî ile ilgili birçok eserde sözlerinin, manzumelerinin, şathiyelerinin yer aldığını bunlarla ilgili geniş şekilde yorumların yapıldığını gördük. Örneğin; Attar’ın Tezkiretül-Evliyâ adlı eserinde onun birçok şathiyesi nakledilmektedir. Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’nin şairlik yönünün olduğunu da görüyoruz. O anlatımlarında şiirsel ifadelere çok fazla yer vermektedir. Şu rubaide Ebu’l-Hasan Harakânî'ye aittir: 43 44 45 46 47 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul, 1314, c.II, s.330 Alanka, Ebu'l-Hasan Harakânî, s.10 Uludağ, "Harakânî", DİA., c.XVI, s.93 M. Ali Kırboğa, Kâmûsu’l-Kütüb ve Mevzuatü'l Müellifat, Konya, 1974, s. 263 Mehmet Akkuş, Abdullah Salâhaddin-i Uşşakî (Selâhi’nin Hayatı ve Eserleri), İstanbul, 1998, s.186-187 Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 43 Gönül sırrını ne sen bilirsin ne de ben O harf gizli bir muâmmadır ne sen okursun ne de ben, Perde arkasında konuşmamız vardır Eğer açıklanırsa ne sen kalırsın ne de ben.48 Ruzbihân-ı Baklî, şathiyeleri itibariyle daha çok Bâyezid-i Bistâmi’ye benzeyen Harakânî’nin bir şathiyesini yorumlamıştır.49 Herevî de şeyhi Harakânî’nin "Sûfî mahlûk değildir." şeklindeki bir şathiyesini aktarır ve bunun yorumunu yapar.50 Ebu’l-Hasan Harakânî’nin aynı sözü Necmuddin-i Dâye (v.1256) tarafından da şerhedilmiştir. Ayrıca Harakânî’ye atfedilen birkaç dörtlüğün de Necmuddin-i Dâye’nin eserinde yer aldığı bilgisi kaynaklarda geçmektedir.51 Muhammed Ali Müderris "Reyhânetü’l-Edep" adlı eserinde, şeriat-tarikathakikat usullerini ve tasavvuf esaslarını anlatan bir takım eserlerin Ebu’l-Hasan Harakânî’ye nisbet edildiğinden bahsetmektedir. Bunlar ise: 1-"Risale-i el-Hâifi'l-Hâim min Levmeti’l-Lâim" (Bunun bir benzeri de tarikatın usulu ve esası hakkında yazılmıştır.) 2-“Fevâtihu’l-Cemâl” ve benzerleridir.52 Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’ye ait olduğu söylenen iki kısa risale Pakistan’da gün yüzüne çıkarılmıştır.53 Görüldüğü gibi Harakânî’nin üzerinde çalışılıp araştırıldıkça hayatı ve eserleri hakkında şu anda bilgi bulamadığımız birçok konu aydınlanacak ve bunun sonucunda da bizler zamanla onun hakkında daha detaylı bilgiler bulabileceğimizi umuyoruz. NURU’L ULUM HAKKINDA GENEL BİLGİ: Bu eser, H.IV. asrın sonlarında ve H.V. asrın başlarında yaşamış olan Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî'nin, irfanî açıklamalarını içeren eseridir. Bu yazma, tek nüsha halinde Britanya Müzesi Kütüphanesi'ndedir.54 48 49 50 51 52 53 54 Rida Kuli Hidayet, Riyazu'l Ârifin, s.48 Uludağ, "Harakânî", DİA., c.XVI, s.93; De Brujın, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", s.1058; Ruzbihan-i Bakli, Şerhi Şathiyyat, Tahran, 1981(H.1345), s.317-318 Uludağ, a.g.m., s.93 Uludağ, a.g.m., s.93; De Brujin, "Kharakânî Abu’l-Hasan Ali b. Ahmed", s.1058; (bkz. Necmuddin-i Dâye, Mirsadu’l- İbad, Tahran, 1337, s.25-28'den naklen) Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (fr.), s.107-108 De Brujin, a.g.m., s.1058 British Museum’da Fars Kataloğunda 342/a da "Kitab Nûru’l-Ulûm" diye kaydedilmiştir. 44 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48 Bu eseri ilk olarak 1914 yılında Prof.Dr. Reynold Alleyne Nicholson The Mystics of Islam isimli eserinde çok küçük bir bölümünü tercüme ederek kitabının V. bölümü olan "Velîler ve Kerâmetleri" bölümünde yayınlamıştır. 55 Yine Rus tarihçisi Vasiliy Vladimiroviç Berthels'de bu eseri, 1929’da Rusça "İran" adlı dergide yayınlamıştır.56 Aynı zamanda bu eseri 1949 yılında Tahran'da Abdurrefi Hakikat "Nûru’lUlûm-i Şeyh Ebu’l Hasan Harakânî" adı altında Farsça olarak yayınlamıştır.57 British Museum’daki nüsha esas alınarak hazırlanan ve 1949’da Abdurrefi Hakikat tarafından yayınlanan Farsça nüshasından hareketle, 1997 yılında Şenol Kantarcı da Nûru’l-Ulûm'u Türkçe'ye çevirerek ilim âleminin istifadesine sunmuştur. Nûru’l-Ulûm’u kısaca tanıtacak olursak: Ebu’l Hasan Harakânî hazretlerinin şehadetinden sonra müridlerinden birisi tarafından kaleme alınan bu eser, tasavvufun esaslarıyla ilgilidir. Ebu’l Hasan Harakânî ile ilgili rivayetleri ve onun sözlerinden bir takım örnekleri içerir. On bölümden oluşmaktadır.58 Birinci bölüm soru ve cevap hakkındadır, ikinci bölüm vaaz ve nasihat, üçüncü bölüm Resûlullah’ın (s.a.v.) hadisleri, dördüncü bölüm Allah’ın kendisine bağışladığı lütufla, beşinci bölüm Allah’a (c.c.) yaptığı münacaatla, altıncı bölüm onun duyduğu heyecanla, yedinci bölüm kalplere gelen ilhamla, sekizinci bölüm mücahede ile dokuzuncu bölüm onun hikâyeleriyle ve onuncu bölüm de kerâmetleriyle ilgilidir.59 Nûru’l-Ulûm H.IV. ve H.V. asırdaki tasavvuf hareketi hakkında bilgi vermesi açısından çok değerli bir kaynak eserdir.60 Muhammed Taki Bahar (Meliku’ş-Şu’ârâ) Şeyh Ebu’l Hasan Harakânî ve Nûru’l-Ulûm adlı eseri hakkında şöyle demektedir: "Şeyh Ebu’l Hasan Harakânî büyük şeyhlerdendir ve daima büyüklerin ilgisine mazhar olmuştur. Onun hangâhı (dergâhı) büyük şahsiyetlerin, değerli filozofların, İbn-i Sinâ, Şeyh Ebu Said ve Nâsır-ı Hüsrev gibi bilginlerin uğrak yeri olmuştur. Şeyh H.425 yılında şahadet şerbetini içmiş ve ondan Farsça birtakım sözler geride kalmıştır. Söylentilere göre şeyhin şahadetinden sonra onun müridlerinden biri bu sözleri "Nûru’l-Ulûm" adı altında 55 56 57 58 59 60 Reynold A. Nicholson, "The Mystics of Islam-İslam Sûfîleri", çev. Heyet, İstanbul, 1978, s.115 Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.8,19 Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.8 Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.19-20 Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.20 Aynı yer Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 45 bir kitapta toplamıştır. Fakat bu sözlerin aslında Farsça mı yoksa o müridi mi Farsça’ya çevirmiştir hususu belli değildir. Bu risalenin üslubu o kadar da eski değildir ve H.V. asrın diğer kitaplarıyla aynı üslupta yazılmıştır, ancak eski üslubun rengini de taşımaktadır.61 SONUÇ Abbasiler döneminde yaşamış, Gazneli Sultan Mahmud ile de görüşmüş olan Ebu'l-Hasan Harakânî X.yy.'ın son çeyreği ile XI. yy.’ın ilk yarısında yaşamış bir gönül eridir. Evliyânın büyüklerinden, insanları hakka davet eden ve kendilerine "Silsile-i âliyye" adı verilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olduğu söylenilen Harakânî’nin ismi; Ali b. Ahmed b. Cafer’dir. Künyesi; Ebu’lHasan’dır. Ebu'l-Hasan Harakânî H.352/M.963 tarihinde doğmuştur. Ebu'lHasan Harakânî muhtelif kaynakların haber verdiklerine göre Bâyezid-i Bistâmî meşrebindedir. Harakânî Bâyezid-i Bistâmî’nin ruhaniyetinden feyz alarak üveysi yolla yetiştiği için şathiyeleri ve coşkulu sözleri meşhurdur. Özellikle Harakânî’nin bu şathiyeleri anlaşılamamakta ve yoruma ihtiyaç duymaktadır. Ebu'l-Hasan Harakânî 10 Muharrem 425 yılında vefat etmiştir. Vefatı hakkında iki görüş mevcuttur. Bunlardan birincisi Harakân'da vefat ettiği şeklindedir. Ebu'l-Hasan Harakânî'nin vefatı hakkındaki ikinci görüş ise Ebu'l-Hasan Harakânî'nin 1033 yılında Kars şehri Yahniler dağında şehit düştüğü şeklindedir. Harakânî’nin vaaz ve nasihatlarını, bazı sözlerini, münacaat ve menkıbelerini ihtiva eden ve tek nüshası British Museum’da bulunan "Nûru’l-Ulûm" isminde önemli bir eseri vardır. Ayrıca Ebu’l-Hasan Harakânî’nin "Beşaretnâme" ve "Esrâru’s-Sülûk" adında iki eserinden daha bahsedilmektedir. Son olarak diyebiliriz ki Ebu'l-Hasan Harakânî insan sevgisiyle dolu, insanların acılarını, sıkıntılarını kendi sıkıntısı gibi hisseden ve bütün yaratılmışların yerine kendisi acı çekmek isteyen bir zattır. Ona ait şu sözler bu gerçeği çok açık bir dille ortaya koymaktadır: “Keşke bütün yaratılmışların yerine ben ölseydimde onlar ölümü tatmasalardı.”, “Keşke bütün yaratılmışların cezasını bana çektirseydilerde onlar cehenneme gitmeseydiler.”62 Yine gerçek kulluğun kula hizmetten geçtiğini düşünen ve insanlara hizmeti kendi varlığının 61 62 Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (fr.), s.98; Harakânî, Nûru'l-Ulûm, (tr.), Kantarcı'nın Girişi, s.20-21 Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.692 46 | Ayfer CAN / Harakani Dergisi 1-2014, 33-48 gayesi sayan bir şahsiyettir. Bu yüzden "Âlim kişi sabah kalkar ilmini artırmaya çalışır, zâhid zühdünü artırmaya çalışır, Ebu'l-Hasan Harakânî ise bir kardeşinin (insanın) gönlünü mutlu etme peşindedir." demektedir.63 İşte Harakânî bütün bu özellikleri ve yüce ahlaki vasıfları sebebiyle dünyevileşen günümüz insanına ve bilhassa gençlere başkalarının dertleriyle dertlenme, ihtiyaç sahibi insanların ihtiyaçlarını gidermek için çapa sarfetme gibi hususlarda örnek alınabilecek bir şahsiyettir. KAYNAKÇA Alanka, İbrahim, Ebu’l-Hasan Harakânî, Ankara, 2001 Attar, Feridüddin, Tezkiretü’l-Evliya, (çev. Süleyman Uludağ), Bursa, 1984 Bağdadlı İsmail Paşa, Hediyyetü'l-Arifin Esmaü'l-Müellifin ve Asaru'lMusannifin min Keşfi'z-zunun, Beyrut, 1413/1996, c.V De Brujin, J.T.P., "Kharakânî, Abu’l Hasan Ali b. Ahmed" The Eneyzlopedia of Islam (New Edition) c.IV, Leiden, 1978, ss.1057-1059 el-Cezeri, İbnü'l-Esir, el-Lübab fi Tehzîbi'l-Ensab, Beyrut, ts., c.I el-Hucviri, Ali b. Osman el-Cüllâbi, Keşfu'l-Mahcûb, (hzr. Süleyman Uludağ) İstanbul, 1996 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul, 1314, c.II Harakânî, Ebu’l-Hasan, Nuru’l-Ulûm, (hzr. Şenol Kantarcı), Ankara, 2001 Harakânî, Ebu'l-Hasan, Nuru’l-Ulûm, (trc. ve hzr. Abdurrefi Hakikat), Tahran, 1369 Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", İslam Alimleri Ans., İstanbul, ts., c.V, ss.39-45, Heyet, "Ebu'l-Hasan Harakânî", Yeni Rehber Ans., İstanbul, 1993, c.VI, ss.142143 Hidayet, Rida Kuli, Riyazu’l Ârifin, Tahran, 1316 Kırboğa, M. Ali, Kâmûsu’l-Kütüb ve Mevzuatü'l Müellifat, Konya, 1974 Landolt, H., "Abu’l-Hasan Karaqanî", Encyclopaedia Iranica, c.I, Londra 1985, ss.305-306 Nicholson, Reynold A., "The Mystics of Islam-İslam Sûfîleri", çev. Heyet, İstanbul, 1978 63 Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s.686 Ayfer CAN / Harakani Quarterly 1-2014, 33-48 | 47 Ruzbihan-i Bakli, Şerhi Şathiyyat, Tahran, 1981(H.1345) Schimmel, Annemarie, Tasavvufun boyutları, (çev. Yaşar Keçeci), İstanbul, 2000Kazvinî, Zekeriyya b. Muhammed b. Mahmûd, Âsârül-Bilâd ve ÂhbârülIbâd, Beyrut, ts. Sem’ani, Ebî Sa’d Abdilkerim b. Muhammed b. Mansur et-Tenimi, el-Ensab, Takdim ve Ta'lik, Abdullah b. Amr el-Bedudi, Beyrut, 1988 Uludağ, Süleyman, "Harakâni", DİA., İstanbul, 1998, c.XVI, ss.93-94 Yılmaz, Hasan Kamil, Altın Silsile, İstanbul, 1994 Zehebi, Şemsuddin b. Ahmet, Siyeru A’lâmin-Nübelâ, Beyrut, ts., c.XVII Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 49-74 EBU’L-HASAN EL-HARAKANİ’DE PEYGAMBER SEVGİSİ Yrd. Doç. Dr. Bilal GÖK1 Özet Harakânî, tarihi Horasan bölgesinin Bistâm şehrine bağlı Harakân köyünde 960/963 tarihinde dünyaya gelmiştir. O, kırlık alanda yaşayan bir köylü olarak, köy yaşantısının bütün gereklerini bizzat kendisi yerine getirmiş, çiftçilik ve taşımacılık yaparak geçimini sağlamıştır. Allah’ın zikrini bir an bile dilinden ve gönlünden düşürmemeye özen göstermiş, kendisini ihtiyaç sahibi kişilerin maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılamaya adamıştır. Hakk’a ve halka adanan 73 yıllık bir ömrün sonunda, 1033 tarihinde vefat etmiştir. Ebu’l-Hasan Harakânî, Anadolu’nun İslâmlaşmasında son derece önemli etkisi bulunan tasavvuf ekolünün ilk devir temsilcilerindendir. Harakânî bu yönüyle, peygambere has “model insan” olma sıfatının gereği olarak; söz ve davranışları, eser ve etkisiyle insanlığa örnek olmuş, böylece ölümsüzlük kervanına katılmıştır. Bu makalede, onun peygambere duyduğu derin sevgi ele alınmıştır. Ona göre peygamberi sevmek, güzel ahlâk sahibi olmayı gerektirir. Allah’a inanıp salih ameller işleyen bir kişi, yaşadığı sürece Hz. Peygamber ile beraberdir. Aksine davranışlar sergilerse, örneğin insanları incitirse, Allah onun ibadetini kabul etmez. Anahtar kelimeler: Peygamber sevgisi. Ebu’l-Hasan el-Harakânî, Harakân, Bistâm, LOVE OF PROPHET IN ABU’L-HASAN AL-KHARAQANI Abstract Kharaqani was born in Haraqan village of Bistam in the historic district of Horasan in 960/963. As a regular peasant, he performed his responsibilities and earned his life by farming and doing transportation. He always did zikr and devoted himself to help people those who are in need physically and spiritually. After 73 years of dedication, he passed 1 Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi (e-posta: [email protected]) 50 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 away in 1033. He was one of the pioneers of the Sufism which had a great impact on Anatolian people to choose Islam. With his exemplary life and work, he became a model person, who influenced thousands in his era and became immortal in people’s hearts. In this article, his love of Prophet Muhammad (peace be upon him) is studied. According to Kharaqani, loving the Prophet requires to be a moral person. Those, who believe in Allah and do good deeds, are with the Prophet during their life. Allah will not accept their worship if they do otherwise. Key words: Abu’l-Hasan al-Kharaqani, Kharaqan, Bistam, Love of The Prophet. GİRİŞ Türk ilim dünyasında, Anadolu’nun ilk İslam sûfîleri ve sûfî akımlar ele alınırken, Anadolu’nun İslamlaşmasına yaptıkları hizmet zikredilmekle birlikte, bunların genelde Sünnî olmayan inançlara mensup olduğu yönünde2, kanaatimizce yanlış bir yaklaşımla karşılaşılmaktadır. Hâlbuki Anadolu’nun ilk mutasavvıfları ve tasavvuf ekolleri, Batınî ve aşırı Şiî kaynaklı olamayıp, ehl-i sünnet akidesinden beslenen tasavvuf ekolleridir.3 Şüphesiz bu konunun açıklığa kavuşturulması, çoğu ehl-i sünnet tarikatın kol başı durumundaki Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin tasavvuf anlayışının farklı yönleriyle ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Harakânî’nin, tasavvufî kişiliğini oluşturan önemli hususlardan birisi de onun Peygamber sevgisidir. Bu noktadan hareketle çalışmamızda “Harakânî’nin Peygamber Sevgisi” mevzuu, ilmî verilerin ışığında ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken, Harakânî Hazretleri’nin tarihi ve tasavvufi kişiliği ana hatlarıyla ele alınacak, sonrasında ise onun Hz. Peygamber (s.a.v.)’e karşı duyduğu derin muhabbet hisleri işlenecektir. Ancak bu mevzua geçmeden evvel, konunun arka planını 2 3 Bu yöndeki iddialar için bkz. M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: DİB Yay., 1984, s. 2; Fahri Unan, “Türkiye’de Kültür Tarihi Araştırmaları ve Türk Heterodoksi Tarihine Farklı Bir Bakış”, Türkiye Günlüğü, sayı: 35, 1995, s. 116-128; Michel Balivet, Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay., 2000, s. 2. Mehmet Fatsa, “Yukarı Çoruh ve Kelkit Vadisinin İslamlaşmasına Öncülük Eden Türk Dervişleri”, Tasavvuf, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, (TD), sayı: 22, 2008, s. 257-281; Zamira Ahmedova, Türkler Arasında İslamiyet’in Yayılmasında Tasavvufun Rolü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Ü. Sosyal Bil. Enst., 2006, s. 39-72. Tahsin Ünal, Karamanoğulları Tarihi, Ankara 1986, s. 105; Feridun M. Emecen, “Saruhanoğulları ve Mevlevilik”, Ekrem Hakkı Ayverdi Hatıra Kitabı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1995, s. 282, dipnot 2; Ali Üremiş, “Türkiye Selçuklularında Bazı Sünni Tasavvuf Hareketleri“, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 28, s. 318. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 51 oluşturması hasebiyle, İslam’ın Allah ve peygamber inancı ile bu hususların tasavvufî düşüncedeki yerine kısaca değineceğiz. İslam inanç siteminin en temel akidesi tevhiddir. Tevhidin esasları ise en güzel şekilde İhlâs suresinde ifadesini bulur. Bu ilâhî kelama göre: “Allah, birdir. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir.4” Benzeri ve zıddı olmadığından, zatıyla tanımak mümkün olmayıp, sadece sıfatlarıyla bilinebilir. 5 Tevhid akidesi Kelâm mezheplerinin ana konusu olduğu kadar, sûfîlerin de temel konularından birisidir. Ancak Kelâm mezhepleri tevhidi aklı esas alarak tartışırken, sûfîler tevhidin aklın yanında ilham ve keşif yoluyla da kavranabileceğini ileri sürmüşlerdir.6 Tasavvufî düşünceye göre Allah, gizli bir hazine iken bilinmek istedi ve bu sebeple insanları yarattı.7 Onları müjdelemek, uyarmak8 vb. yöntemlerle dosdoğru yola iletmek amacıyla, varlığın hakikatinin şahitleri olan peygamberleri9 ilâhi vahiyle birlikte gönderdi. Son gönderilen peygamber, peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Rivayete göre, önce gelen bütün peygamberler, onun geleceğini haber vermişlerdi.10 Peygamberimiz, Arabistan yarımadasının en önemli din ve ticaret merkezi olan Mekke’de11 571 tarihinde dünyaya geldi.12 Doğmadan önce babasını, 6 yaşında annesini kaybetti. Onun hayat evreleri çile, sıkıntı ve fedakârlıklarla geçti. Peygamberlik gelmeden evvel, 4 5 6 7 8 9 10 11 12 İhlâs, 112/1-4. Said Yazıcıoğlu, Cemal Sofuoğlu, Recep Kılıç, İslâm Dini Esasları, Eskişehir: Açık Ö. F. Yay., 2006, s. 34-39. Hamide Ulupınar, “İlk Dönem Sûfîlerinde Tevhid Anlayışı”, TD, sayı: 22, 2008, s. 235. Ahmet Ögke, “Tasavvufta Kenzi Mahfi Düşüncesi ve Sofyalı Bâlî Efendinin “Küntü Kenzen Mahfiyyen” Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, TD, sayı: 5, 2004, s. 9-24; Yıldırım, bu sözün hiçbir kaynak hadis kitabında yer almadığını dolayısıyla uydurma olduğunu belirtir. Bkz. Ahmet Yıldırım, “Tasavvufa Kaynaklık Etmesi bakımından Bazı Kudsî Hadisler ve Değeri”, İslam Araştırmaları Dergisi, sayı: 3, 2009, s. 94-95, Fâtır, 35/24. Hayrani Altıntaş, “Varlığın Şahitleri”, TD İbnü’l-Arabî Özel Sayısı 2, sayı: 23, 2009, s. 65-74; Peygamber, her kavme kendi içinden, kendi diliyle konuşan, Allah’ın âyetlerini getiren, hidâyet rehberi, müjdeleyen ve inkârcıların karşılaşacağı tehlikeleri haber veren, ilâhî rahmet taşıyan bir insandır. Bkz. Ahmet Taşgetiren, “Peygambere İman”, Altınoluk Dergisi (AD), sayı: 79, 1992, s. 3. Remzi Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 6, sayı: 6, 1994, s. 221-239. İbrahim Mahmood, “Social and Economic Conditions Pre-Islamic Mecca”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 14, No: 3, 1982, s. 343-358. Nico Kaptein, “Materials for the History of the Prophet Muhammad's Birthday Celebration in Mecca”, Islam, sayı: 69, 1992, s. 193. 52 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 Mekke toplumu onu Muhammedü’l-Emîn yani kendisine güvenilir kişi diye nitelendirmiş ve değerli eşyalarını ona emanet etmişti.13 Ancak ilahi vahye14 kavuştuktan sonra Mekkeliler, onun tebliğine karşı çıktılar. Hatta bu sebeple onu taşlayıp yaraladılar.15 O, müşriklerden gördüğü her türlü eziyeti, sonsuz sabrı ile karşıladı.16 Yine de, ‘’Ya Rab onlar bilmiyorlar. Onları affet,’’ diye yalvardı. Peygamberimiz, insanlara ve diğer canlılara karşı çok merhametliydi. Ümmetine karşı ise şefkati daha fazlaydı.17 Hz. Peygamber (s.a.v.), bu yüce ahlaki vasıflarından dolayı, İslam toplumunda müstesna bir yere sahiptir.18 Kur’an’da, Hakka yakınlaşmak için vesile aranması19 istenilmektedir. Bu hususta en güzel vesile, şüphesiz Allah’ın Resulüdür.20 Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) üsve-i hasene, yani model şahsiyettir.21 İslam tasavvuf anlayışına göre, hal ve hareketlerinde peygamberin sünnetine uyan, onun gerçek vârisi durumundaki ârifler de, Allah’a yakınlaşmak için bir vesiledir.22 O halde tasavvuf nedir? Tasavvuf anlayışında Hz. Peygamber’in yeri nedir? Kanaatimizce, kısaca mevzuun ele alınması çalışmaya derinlik kazandıracaktır. 1. Tasavvuf ve Peygamber Sevgisi 1.1. Tasavvuf Nedir? Sûfiye ve mutasavvıfa isimlerinin aslının, Arapça “sûf/yün” kelimesinden geldiği ve sûfîlerin giydiği yünden kaba elbiselere nispetle kullanılageldiği 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 Yıldız Kızılabdullah, “Esma-i Hüsna’dan Bir İsim: “El-Mü’min”: Din Öğretimine Konu Edilmesi ve Uygulama Örneği”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 14/1, 2009, s. 241. Vahiy, genel olarak Tanrı tarafından peygambere insanlara iletmesi için bir emir veya düşüncenin bildirilmesi şeklinde anlaşılmaktadır. Diğer bir ifadeyle Peygambere gelen tanrısal kelam ve haber, bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından elçisine ilham edilmesidir. Bkz. Yaşar Türkben, “Richard Swinburne’ün Vahiy Anlayışı”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 14/1, 2009, s. 204. Daniel Peterson, Muhammad, Prophet of God, Chambridge 2007, s. 75. M. Yaşar Kandemir, “Babana Üzülme Yavrum”, AD, sayı: 52, 1990, s. 20. Tevbe, 9/128; Ahzab, 33/6; Kandemir, Peygamberimizin müminlere karşı şefkatini farklı örneklerle izah ediyor. Bkz. M. Yaşar Kandemir, “Gönül Adamı ve Tevazu”, AD, sayı: 124, 1996, s. 24. Sahabilerin, onunla konuşurken “Anam babam sana feda olsun!”, “Canım sana feda olsun!” şeklindeki ifadeler ona olan, sevgilerinin bir tezahürüydü. Bkz. H. Kâmil Yılmaz, “Peygamber Hasreti”, AD, sayı: 137, 1997, s. 24. Maide, 5/35. M. Yaşar Kandemir, “Dilara”, AD, sayı: 125, 1996, s. 24; M. Y. Kandemir, “Allah Onu Sevdi”, AD, sayı: 189, 2001, s. 24. H. Kâmil Yılmaz, “Şeyh veya Mürşid”, AD, sayı: 111, 1995, s. 32. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul: Marifet Yay., 1990, s. 451-452; Jan Knappert, Islamic Legends, Leiden: Brill, 1985, 15-16. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 53 söylenir.23 Sûfî kelimesi, sûfîlik yoluna giren ve tasavvuf öğretisini benimseyen kimseler için kullanılmıştır. Sûfîlik ise kısaca zühd ve takva hayatı yaşamak diye tarif edilebilir. Tasavvufa gelince, sûfîliğin düşünce ve nazariyat yönünü temsil etmektedir.24 Ancak sûfîlerin büyük çoğunluğu, tasavvufu ameli ahlâk, edeb, istikâmet, kalb tasfiyesi, ya da nefs tezkiyesi gibi ifadelerle tanımlamışlardır. 25 Bu tanıma göre tasavvuf, içi boş ve kuru bir nazariye olmayıp, ruhu derinden saran ve içten kucaklayan bir hayat tarzını ifade etmektedir.26 Tasavvuf anlayışının, İslam’ı daha iyi anlama ve yaşama isteğinden doğduğu, amacının ise müminleri ahlaken eğitmek ve manen yüceltmek olduğu belirtilmiştir.27 Tasavvuf bilginlerinin ifadelerine göre, bu yola girmek için dünyadan çok Allah’a28, ahirete yönelmek ve nitelikli ibadet edip, nefsi disiplin altına almak gerekir.29 Ancak benliği terbiye edip kemal derecesine ulaşma işinin, yavaş ve tedricen gerçekleştiği de vurgulanmıştır.30 23 24 25 26 27 28 29 30 Abdullah Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, Ankara: Seha Neşriyat Yay., 1986, s. 28; Zehra Yılmaz, İbn Haldun’un Tasavvufa ve Felsefeye Yönelttiği Eleştiriler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Gazi Ü. Sosyal Bil. Enst., 2006, s. 21. Cavit Sunar, Ana Hatlarıyla İslam Tasavvufu Tarihi, Ankara: Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., 1978, s. 7; Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, Ankara: Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., 1986, s. 13; Hayrani Altıntaş, İslam Düşünce Tarihi, Eskişehir: Anadolu Ü. Yay., 2005, s. 33. Saffet Kemalüddin Yetkin, “Tasavvuf ve Istılahları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 1, sayı: 4, 1952, s. 1; H. Kâmil Yılmaz, “Ahlaksız Olmaz”, AD, sayı: 198, 2002, s. 11; Tasavvufun çok çeşitli tarifleri bulunmakla birlikte yapılan bu tariflerden birisinde, Tasavvuf: “Saadet-i ebediyye’ye nail olmak için nefis tezkiyesinin hallerini, ahlâk tezkiyesini zahir ve bâtının tamirini bildiren bir ilimdir” şeklinde tarif edilmiştir. Bkz. Abdülkadir İsa, Tasavvufi Hakikatler, (trc. Hasan Arslan), İstanbul: İlim Yayma Cemiyeti Yay., (?), s. 7. Kerim Yavuz, “Şiirleri İçinde Ak Şemseddin’in Tasavvuf Dünyasına Psikolojik Yaklaşımlar”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (ÇUİFD), c. 1, sayı: 2, 2001, s. 40; Tasavvuf, kâl ilmi değil de hâl ilmi klişesiyle tanımlanan, yani bizzat tecrübe edilen ve sübjektif yönü ağır basan bir disiplindir. Bkz. Süleyman Gökbulut, “İlim Tasniflerinde Tasavvufun Yeri”, TD, sayı: 19, 2007, s. 248. Günay, ilk dönemleri hariç tutarak, sonraki dönemlerde tarikat ve tekkelerin, cahil kişilerin elinde tembellik ve meskenet yuvalarına dönüştüğünü belirtmektedir. Bkz. Ünver Günay, “Çağdaş Türkiye’de Din, Toplum, Kültür, Gelenek ve Değişme”, ÇUİFD, c. 1, sayı: 2, 2001, s. 12. Allah’a yönelmek, Kur’an’da inâbe terimiyle ifade edilir. Müfessirlerin bu kavrama verdikleri ortak anlam, kulun Allah’a yönelmesidir. Tasavvuf disiplininde ise inâbe makamı, tevbe olarak ifade edilmektedir. Bkz. Abdurrahman Kasapoğlu, “Kur’an’da “İnâbe” Kavramı - Dinî Tecrübe Açısından Bir Yaklaşım”, TD, sayı: 22, 2008, s. 137. H. Kâmil Yılmaz, “Dîvân-ı İlâhî’de Durmak”, AD, sayı: 212, 2003, s. 8; Türkiye Diyanet Vakfı, İlmihal, Ankara 2004, I, 48; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, s. 38. Rivayete göre Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesi sayısıncadır. Bkz. Necmeddin Kübra, Risâletün fi Tarik-i İlallah, (Yazma Eser), vrk. 1; Yavuz, “Şiirleri İçinde Ak Şemseddin”, s. 46; Kadir Özköse, “Tasavvufî Tecrübede Salikin Kendinden Geçme Durumu: Vecd”, TD, sayı: 18, 2007, s. 70. 54 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 Tasavvuf ve sûfî kelimelerinin Kur’ân’da geçmemiş olması, tasavvufu tartışma ortamına çekmiştir.31 Ancak İslam’ın ilk döneminde, Kur’ân ve sünnet kaynaklı bir zühd hayatı yaşandığı32, o dönemde yaşanan bu zühd hayatının, daha sonra tasavvuf ve tarikat adını aldığı dile getirilmiştir. 33 Tarikatların oluşumu aşamasında tasavvufta Basra, Kûfe, Horasan34, Bağdat ve Mısır ekollerinin varlığından söz edilir. Hasan Basrî (ö.728), Basra ekolünün öncüsü olup ilk dönemin en önemli sûfîlerindendir. Allah korkusunun ve hüznün hâkim olduğu, uhrevilik, takva ve zühde yönelik bir eğilimi temsil etmiştir. Ebû Hâşim Kûfî (ö.776) ise sûfî adıyla anılan ilk şahıs olup, Kûfe ekolünün temsilcisidir. Kötü huylardan özellikle riyanın tehlikelerine dikkat çekmiştir. Horasan bölgesinde yaşayan İbrahim b. Edhem (ö.776) ise zühdle birlikte rıza, tevekkül35, fütüvvet ve melâmet terimlerini ön plana çıkarmıştır. Aynı yörenin diğer sûfîleri olan Şakik-i Belhî (ö.810) tevekkül, Ebû Hafs Haddad (ö.883) fütüvvet, Hamdun Kassar (ö.884) ise melâmet düşüncesiyle birlikte hatırlanmıştır.36 Basra ekolünün bir başka önemli temsilcisi olan Rabiatü’l-Adeviyye (ö.801), havfın yanında aşka dayalı zühd anlayışının oluşmasını sağlamıştır. Bağdat’ta yaşamış olan Haris Muhasibî (ö.857), muhâsebe, rızâ, takvâ ve havf kavramlarıyla öne çıkmıştır.37 Mısır’da yaşayan Zünnun-i Mısrî (ö.859) ise ma’rifet ve muhabbet terimleri etrafında yoğunlaşan düşünce sistemiyle tebarüz etmiştir. Yine Horasan bölgesinde, tasavvufi düşüncenin genel seyrini ve gelişimini temelinden etkileyecek olan Bâyezîd-i Bistamî, (ö.847) fenâ 31 32 33 34 35 36 37 Bazı tasavvufi terimler: “Yakin, züht ve kanaat, hayâ ile beraber hizmet ve hazm, fakr ile kerem ve fütüvvet, havf ile mücahede ve mürakabe, rıza ile istiğfar ve tazarru, muhabbet ve muhasebe ile sabır ve şükür, müşahede ile şevk” vb. şeklinde sıralanabilir. Bkz. Mehmet Çalışkan, “Kur’an’ın Nuzûlü ve Yedi Harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) Meselesi”, ÇUİFD, c. 5, sayı: 1, 2005, s. 228. Her ne kadar Sufi ve tasavvuf kelimesi Hicri II. asırda kullanılmaya başlansa da, tasavvufi düşüncenin hicri I. asırda Hz. Ebubekir, Hz. Ali, Ebu’l-Derdâ, Ebû Zer el-Gıfârî, Huzeyfe elYemânî, İmran Huzâî gibi seçkin sahabiler tarafından temsil edildiği dile getirilmektedir. Bkz. Altıntaş, İslam Düşünce Tarihi, s. 35. H. Kâmil Yılmaz, “Zühd”, AD, sayı: 98, 1994, s. 32; Hayrani Altıntaş, “İslam Düşüncesinde Tasavvuf”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 27, 1985, s. 111-122; Ayrıca bkz. Yılmaz, İbn Haldun’un Tasavvufa, s. 38. Alexander Knysh, İslamic Mysticism: A Short History, Leiden: Brill, 2010, s. 81. Bu terim hakkında geniş bilgi için bkz. Hayati Aydın, “Kur’ân’da İrâde-Azm ve Tevekkül”, TD, sayı: 22, 2008, s. 59; Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 219-224. Abdullah Damar, “Tasavvuf Terimlerinin Oluşumu”, TD, sayı: 17, 2006, s. 162. Julian Baldick, Mystical Islam, New York: Tauris Parke, 2000, s. 33. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 55 düşüncesinin ilk temsilcilerinden olmuştur.38 Daha evvel ifade edildiği üzere Bâyezîd, Harakânî’nin manevî üstadıdır. Tasavvuf bilgini H. Kâmil Yılmaz’ın ifadesiyle, Sıddıkiyet yolunun temsilcisi olan Harakânî, hocasından aldığı manevi mirasını zenginleştirerek devam ettirmiş ve Ebu Âli Farmedî gibi büyük tasavvuf üstatlarını yetiştirmiştir.39 M.IX. asra kadar tasavvuf terimlerinin40 henüz oluşmadığı bilinmektedir. Çünkü bu döneme kadar sûfî terimleriyle diğer İslâmî ilimlere ait terimler iç içe olduğu gibi, âlimler, zahitler, hadisçiler de bir birinden çok farklı kimseler değildi.41 Bu arada bağımsız tasavvuf terimleri oluşurken, ilk sûfî tekkelerinin de, kendisine has bir tasavvuf tarzına sahip Horasan bölgesinde ortaya çıkmaya başladığı dile getirilmiştir.42 1.2. Tasavvuf Anlayışında Peygamber Sevgisi Kur'an-ı Kerim, sevgi temalarıyla dopdoludur. Çünkü sevgi, kalbin ve ruhun gıdası, gözlerin nurudur. Sevgi, imanın, amellerin, manevi makamların, hallerin ruhudur. Sevgiden mahrum olanlar, ruhsuz ceset gibidirler.43 Bilindiği üzere, insanın en çok sevdiği kendi öz nefsi, anne-babası ve çocuklarıdır. Ancak sevgi çemberinin Hz. peygamber lehine aşılması, onun en çok sevilenlerden daha fazla sevilmesi gerekir44 ki din bilginlerinin ifadesiyle bu sevgi, Allah katında bizi kurtaracak bir sevgidir.45 Velâkin bu sevgide de ifrattan kaçınmak ve önceki toplumların yaptığı hatalardan ders çıkarmak en doğru olanıdır. Zaten Kur’an’da, Hz. Peygamber’in beşeri yönü vurgulanmak suretiyle, peygamberleri ilahlaştıran önceki yanlış tutumlar tashih edilmiştir. Bilhassa Hıristiyan Batı toplumlarında, Allah’ın 38 39 40 41 42 43 44 45 Damar, “Tasavvuf Terimleri”, s. 163; TDV, İlmihal, I, 57. H. Kâmil Yılmaz, “Ebû Ali Farmedî”, AD, sayı: 69, 1991, s. 28. Çetinkaya’ya göre, büyük mutasavvıfların ve bazı filozofların tasavvuf terimlerinin önemli bir kısmını İhvân-ı Safâ’dan aldıkları söylenebilir. İhvân-ı Safâ, din ile dünyayı veya dünya ile ahireti birbiriyle muhalif olmaktan kurtararak, her iki alanı da kuşatan, mutlu ve erdemli insanları yetiştirmeyi amaç edinen bir tasavvuf felsefesi ve anlayışı sunmaktadır. Bkz. Bayram Ali Çetinkaya, “İhvân-ı Safâ Düşüncesinde Temel Tasavvufî Kavramlar ve Meseleler”, Cumhuriyet Ü. İlahiyat F. Dergisi, c. 9/2, 2005, s. 205. Damar, “Tasavvuf Terimleri”, s. 163. Artur F. Buehler, Sufi Heirs of the Prophet, The Indian Nashbandiyya and the Rise of the Mediating Sufi Shaykh, Colombia 1998, s. 46; Ayrıca bkz. Klaus Kreiser, “Tekke ve Dervişlik”, TD, sayı: 22, 2008, s. 341-345. Raşit Küçük, “Allah’la Dost Olmak ve Sevgiyle Arınmak”, AD, sayı: 83, 1993, s. 14-15. İ. Lütfi Çakan, “Candan İçre”, AD, sayı: 9, 1986, s. 6. M. Yaşar Kandemir, “Bizi Kurtaracak Sevgi”, AD, sayı: 100, 1994, s. 24. 56 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 varlığı bile sevgi ile eşleştirilirken, İslam geleneğinde Allah ve peygamber sevgisi, ilahi emirlere itaat etmeye bağlanmıştır.46 Tasavvufî anlayışın genellikle dört ana esas üzerinde yoğunlaştığı görülür. Bunlar; ilahî emir ve yasaklara teslimiyet, Allah ve Resul’ünü çok sevmek, Allah ve Resul’ünün ahlâkıyla süslenmek, Allah’tan başka her şeyden kalben uzaklaşmaktır. Nitekim tasavvuf eğitiminde manevi sevginin basamakları, fenafilihvân, fenafirrasûl ve fenafillâh olarak sıralanmıştır.47 Görüldüğü üzere ilahi aşkın ilk mertebesi48 yol arkadaşını, ikincisi Peygamber (s.a.v.)’i, üçüncüsü ise Allah’ı sevmektir. Yani müminleri Allah için sevmeyen,49 kardeşlik sevgisiyle benliği ve bencilliği aşamayan,50 Hz. Peygamber ve Allah’ın sevgisine erişemeyecektir. Bu sebeple tasavvuf terminolojisinde sevgiye ayrı bir önem verilmiştir. Bu anlayışta sevginin merhaleleri, yedi basamakta ele alınmıştır. Bu yedi basamak; meveddet, heva, hillet, muhabbet, şağaf, hüyam ve valeh tarzında sıralanmaktadır.51 Horasan ekolünden gelen Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin, tasavvuf düşüncesinin temel yapısıyla ilgili hususlarda orijinal değerlendirmeleri mevcuttur. Şüphesiz bu hususların hepsine burada değinmek, çalışma konusunun sınırlarını azami ölçüde aşacaktır. Bu sebeple biz, Harakani’yi kısaca tanıttıktan sonra, onun peygamber sevgisinin yanında konuyla ilgili bazı düşüncelerine de yer vereceğiz. 46 47 48 49 50 51 Sekan İnce, Kuran’da Psikolojik Kavramların Dilsel Analizi ve İslam Kültüründe Ruh Bilimine Yaklaşım Tarzı, Nordestedt 2010, s. 118. S. Mehmet Şen, “Aşk”, AD, sayı: 147, 1998, s. 41. Bu mertebeler hakkında geniş bilgi için bkz. Ömer Yılmaz, “Tasavvuf Kültüründe İnsan-Dünya İlişkisi”, TD, sayı: 18, 2007, s. 194. H. Kâmil Yılmaz, “Gençliğin Eğitiminde Tasavvufun Rolü”, AD, sayı: 14, 1987, s. 37. H. Kâmil Yılmaz, “Diğergâmlık Terbiyesi”, AD, sayı: 187, 2001, s. 5. Meveddet: Sevgi sebebiyle kalbin özlem içinde bulunması halidir. Hevâ: Sürekli olarak sâlike gözyaşı döktüren sevda durumudur. Hillet: Sevgilinin sevgisiyle sermest olması ve tam dostluk durumudur. Muhabbet: Sevilene bütünüyle yönelmek ve O'nun istediği doğrultuda yaşamak demektir. Bu sayede kötü huylardan arınma ve güzel huylarla donanma suretiyle sevgiliye layık olma ve ona böylece yaklaşma demektir. Şağaf: Kalbi parçalayan ve yakan ateşli sevgi durumunu ifade eder. Hüyam: Sevdalıyı çıldırtan sevgi olup, sevgi çılgınlığı, sevgilinin kulu kölesi olma halidir. Valeh: Dostun ve yerin güzelliğini seyrederken sevgi şarabıyla kendinden geçme, kana, kana içme şeklinde tarif edilmiştir. Bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yay., 2012, s. 49. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 57 2. Ebu’l-Hasan el-Harakânî ve Peygamber Sevgisi 2.1. Ebu’l-Hasan el-Harakânî kimdir? Ebu’l-Hasan el-Harakânî, İran’ın tarihî Horasan bölgesindeki Bistam şehrine bağlı Harakân köyünde 960 tarihinde dünyaya gelmiştir. Horasan muhitinde doğup büyüyen Harakânî, Şeyh Ebu’l-Hasan Alî b. Ahmed elHarakanî ismiyle anılmaktadır.52 Harakânî’nin tahsil hayatıyla ilgili fazla bilgimiz yoktur. O, kendisinin okuma yazma bilmediğini söyler. Ancak ona atfedilen beş eser, zâhirî ve tasavvufî ilimlerdeki kifâyetini53 gözler önüne sermektedir.54 Hakkında yazılanlardan, işlerini bizzat kendisinin gördüğü, parasal yardımları kabul etmediği anlaşılır. Nitekim Arap tarihçilerinden Sem’ânî, onun hayvanla yük taşıyarak ve taşınması için kiraya vererek geçimini sağladığını haber verir.55 Harakânî, devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanımış ve en sonunda hemşehrisi Bâyezid Bistâmî’nin56 dergâhında karar kılmış, seneler önce ölmüş bulunan Bâyezid’in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezid sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.57 Harakânî’nin, üveysîlik yoluyla üstadı olan Bâyezid’in dışında, ayrıca Ahmed b. Muhammed Abdülkerim Kassâb-i Amulî’den de manevî terbiye aldığı söylenir.58 Tasavvufta yüksek derecelere ulaşan Harakânî’nin Harakân’daki tekkesini Şeyh Ebû Saîd59 ve Hâce Abdullah-ı Ensârî gibi devrin tanınmış sûfîleri 52 53 54 55 56 57 58 59 Şeyhu’l-İslam Ebî İsmail el-Herevî, Zemmul-Kelam ve Ehlihi, Medinetü’l-Münevvere 1998, I, 62; İsmail Paşa el-Bağdâdî, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Müellifîn ve Âsâru’l-Musannifîn, İstanbul 1951, I, 687; İhsan İlahi Zahir, et-Tasavvuf el-Menşe ve’l-Masâdır, Lahor 1986, s. 103; Süleyman Uludağ, “Harakânî”, DİA, c. XVI, 93-94; Hasan Çiftçi, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, Eserleri, Kars 2004, s. 29, 32. Ali Tenik, “Türk Mutasavvıf Şâirlerinde Varlık Anlayışı Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî ve Ahmed Kuddûsî Örneği”, TD İbnü’l-Arabî Özel Sayısı 2, sayı: 23, 2009, s. 481. Ahmet Emin Seyhan, “Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin Tasavvuf ve Şehitlik Anlayışı”, Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 1, 2014, s. 2. İbn Mansur es-Sem’ânî, el-Ensâb, Beyrut: Dâru’l-Cinân,1988, II, 347. Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-Fuâd Fi’l-Mebde’ ve’l-Ma’âd, İstanbul 1871, s. 128; Uludağ, “Harakânî”, s. 93. H. Kâmil Yılmaz, “Ebu’l-Hasan Harakânî”, AD, sayı: 68, 1991, s. 28. Hasan Çiftçi, “Şeyh Harakânî ile Şeyh Bâyezid Arasındaki İlginç Manevî İlişki”, Nüsha, sayı: 11, 2003, s. 23. Hasan Çiftçi, “İki Ünlü Şâfiînin İlginç Görüşmesi-Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr- Ebû’l-Hasan-i Harakânî”, Nüsha, sayı: 9, 2003, s. 7-22. 58 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 yanında, Sultan Gazneli Mahmud’un da ziyaret ettiği anlatılır.60 Sağlığında tekkesinin büyük âlimlerin, sûfîlerin ve sultanların ziyaretgâhı olduğu gibi, günümüzde de tasavvuf öğretisi birçok tasavvufi yolun kesişme noktası olmuştur.61 Arap tarihçiler, onun H. 425/1033 senesinin Aşure gününde 73 yaşında vefat ettiğini belirtirler.62 XVI. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Âlî63 ve XVII. asır seyyahı Evliya Çelebi’ye göre,64 Sultan III. Murad döneminde (1574-1595) yapılan Kafkas seferi (1578-1579) sırasında, Kars kalesinin onarımı devam ederken, askerlerden birisi rüyasında, kendisinin Ebu’lHasan el-Harakânî olduğunu söyleyen yaşlı bir şahıs gördü. Bu şahıs, kabrinin bulunduğu yeri tarif ediyordu. Şahsın anlattığı yer kazıldığında ise üzerinde Harakânî’nin ismi yazılı olan bir kabir ortaya çıktı. Bu olaydan sonra, Lala Mustafa Paşa kabrin üzerine kubbeli bir türbe, ayrıca adına tekke ve cami yaptırdı. Kars yöresinde, Harakânî’nin, Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehit olduğu yönünde bir inanış mevcuttur. Buna göre Harakânî, Çağrı Bey’in Kafkasya seferi sırasında Kars’a gelmiş, Yahniler Dağı’nın eteklerinde SelçukluBizans savaşına katılmış, yaralanmış ve şehit düşmüş, bilahare Selçuklu kuvvetleri Bizans ordusunu dağıtmış ve şehrin kapıları Türklere açılmıştır.65 60 61 62 63 64 65 Ali b. Osman Cüllâbî el-Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, (nşr. S. Uludağ), İstanbul: Dergâh Yay., 1982, s. 268; Çiftçi, Harakânî, s. 32-35; Sadık Yalsızuçanlar, Cam ve Elmas, İstanbul: Timaş Yay., 2012, s. 89, 125. Harakânî, Nakşibendiyye risalesindeki silsilede kendisi gibi üveysi olduğu belirtilen Ebu’lKasım Gürkânî’den sonra yer almıştır. Bkz. Şeyh Muhammed Niyâzî, Risâletün fi Tarîkati'nNakşibendiyye, el-Ezher Ü. Ktb., vrk. 4a; Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, İstanbul: Dergâh Yay., 1985, s. 112, 229; Hacı Bayram Veli’nin bir Melâmî silsilesinde Harakânî mevcuttur. Bkz. Yusuf Ziya İnan, İslam’da Melâmiliğin Tarihi Gelişimi, İstanbul: Bayramâşık Yay., 1976, s. 110. Yâkût b. Abdillah el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, Beyrut 1977, II, 360; Sem’ânî, el-Ensâb, II, 347. Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr, (nşr. Faris Çerçi), Kayseri: Erciyes Ü. Yay., 2000, II, 335; H. Mustafa Eravcı, “Mustafa ‘Ali'nin Nusret-nâmesi ve Onun Işığında Yazarın Tarihçiliği”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. XXIV, sayı: 38, 2005, s. 169; Ayrıca bkz. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi, Taş Çağlarından Osmanlı İmparatorluğu’na Değin, İstanbul 1958, I, 526-527; Çiftçi, Harakânî, s. 63. Evliyâ Çelebi, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Dersaadet 1314, II, 330. Yalsızuçanlar, Cam ve Elmas, s. 185; Yavuz Selim Uzgur, Anadolu’nun Kalbi Harakânî, Sufi Kitap, 2012, s. 13; Ayrıca bkz. Seyfullah Korkmaz, “Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş-ı Velî”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 11, 2001, s. 327. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 59 2.2 Ebu’l-Hasan el-Harakânî’de Peygamber Sevgisi Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin Peygamber sevgisine dair veriler, Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyası ve kendisine atfedilen Nuru’l-Ulûmu’ndan alınmıştır. Adı geçen eserlerdeki konuyla ilgili sözlerinin genellikle, Harakânî’nin hayatında Allah ve Resulünün yeri, Peygamberimizin yüksek manevi dereceleri, Peygamberimizi görmek ve onunla hem hal olmak gibi hususlarda yoğunlaşmaktadır. Ayrıca Harakânî Hz. Peygamber’in gerçek varislerinin veliler olduğunu belirtmekte ve gerekçelerini de sıralamaktadır. Bu bağlamda kendisine verilen yüksek manevi derecelerden bahsetmekte ve dolayısıyla kendisinin de onun varislerinden birisi olduğunu ifade etmektedir. 2.2.1. Harakânî’nin Hayatında Allah ve Resulünün Yeri Harakânî, her halükârda Allah ve Resulünün kölesi, halkın hizmetkârı olduğunu dile getirmiş ve kendisine has üslupla: “İlahi, her halükarda senin ve Resulünün bendesi halkın hizmetçisiyim”66 derken, Mevlâna’nın meşhur: “Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın bendesiyim. Ben seçilmiş Hz. Muhammed’in (s.a.v) yolunun toprağıyım” sözünü hatırlatıyor.67 Her iki güzel kelam da sahiplerinin Allah ve Resul’üne bağlılıklarını aşikâr ediyor. Ancak Harakânî, Mevlana’dan farklı olarak, maksada ermek için halkın hizmetinde bulunmayı kendisine şiar edindiğini belirtiyor. Harakânî, diğer bir sözünde yaşadığı sürece Allah ve Resulünün izinden bir an bile ayrılmadığını şöyle ifade ediyor: “Yetmiş üç yıl Hakla yaşadım, bu süre boyunca şeriata muhalif bir şekilde secde etmedim. Bir kere bile nefsin arzusu istikametinde nefes almadım.”68 Şüphesiz onun bu hassasiyeti, Allah ve Resulüne olan inanç ve muhabbet hislerinin de bir göstergesidir. Benzer ifadelere Hacı Bektaş-ı Velî’de de rastlamaktayız.69 Bu vb. benzerlikler ile adı geçen tasavvuf yollarına ait silsilelerden yola çıkarak, Mevlâna ve Hacı Bektaş Velî’nin, Harakânî’nin temsil ettiği tasavvuf anlayışından feyizlendikleri ileri sürülebilir.70 66 67 68 69 70 Feridü’d-din Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, (trc. S. Uludağ), İstanbul: Kabalcı Yay., 2007, s. 616. Semih Ceyhan, “İsmail Rüsûhî Ankaravî’nin Mesnevî Tahkîki: Mesnevî’deki Mânâya Metodolojik Bir Yaklaşım”, TD Mevlânâ’ya Armağan Sayısı, sayı: 20, 2007, s. 120. Attâr, Tezkire, s. 608. Hacı Bektaş Veli, Menâkıbnâme-i Hacı Bektaş Veli, Vilayetnâme, (hzl. A. Gölpınarlı), İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1958, s. IV, 25, 27, 28. Mevlânâ Ali b. Hüseyin, Reşahat Ayn el-Hayat, (sdl. Necip Fazıl Kısakürek), V. Baskı, İstanbul (?), s. 8; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, s. 322. 60 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 Harakânî, kendisine verilen manevi derecelerden bahsettiği bir sözünün devamında: “Eğer bu makamda Muhammed Mustafa’nın şeriatından başka bir şey görecek olsam derhal gerisin geri dönerim. Çünkü ben başkomutanı Hz. Muhammed (s.a.v.) olmayan bir kervanda bulunmam71” diyor ve böylelikle maneviyat yapısını oluşturan esaslarda Hz. Peygamberin sünnetine uymayan bir unsura asla yer vermeyeceğini kesin bir dille ilan ediyor. Bu ifadelerden yola çıkarak Allah ve Resul’ünün Harakânî’nin hayatında büyük bir mevkie sahip olduğu hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde söylenebilir. 2.2.2. Peygamberimizin Yüksek Manevi Dereceleri Harakânî, Allah Resulünün manevi makamlarından bahsetmeye ve onu bu yolla yüceltmeye özen göstermiştir. Çünkü Allah, kimseye vermediği kıymeti Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e vermiş, şanını yüceltmiş, hiçbir peygambere nasip olmayan özellikleri, üstünlükleri, mucizeleri ona bağışlamıştır.72 Din bilginleri bu makamlardan birisinin Makam-ı Mahmud olduğunu ifade ederler.73 Harakânî, Allah Resulünün manevi makamlarını isim olarak zikretmese de bu derecelerin nihai noktasını kestirmenin çok güç olduğunu belirtmiştir. O, bunu söylerken kendisine has üslubuyla, Üç şey dışında her şeyi nihai noktasına kadar biliyorum. Nefsin oyunlarının nihai noktasını, Hz. Mustafa’nın (s.a.v.) sahip olduğu derecelerin nihai noktasını ve marifetin nihai noktasını ise bilmiyorum, der.74 Başka bir sözünde ise peygambere verilen sorumluluğun en yüksek dağların bile taşıyamayacağı kadar büyük olduğunu ifade etmiştir. Velilerin de diğer insanlarla kıyaslandığında, Allah katındaki derecelerinin yüksek olduğunu, ancak hiçbir velinin peygambere yüklenen mesuliyetin altından kalkamayacağını ifade eder. Şöyle ki, Peygambere gelen şey evliyaya gelseydi, yeryüzünde “La ilâhe illallah” diyen hiç kimse kalmazdı. Hz. Mustafa’ya (s.a.v) gelen şey, Kaf dağına inseydi, dağ parça parça olurdu,75 diyerek bir bakıma ilk sözüne açıklama getiriyor. Diğer taraftan da: “Eğer biz, bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün.”76 âyet-i kerimesini hatırlatıyor. 71 72 73 74 75 76 Attâr, Tezkire, s. 605. M. Yaşar Kandemir, “Onu Allah Yüceltti”, AD, sayı: 188, 2001, s. 24. Hamdi Döndüren, “Allah Resulünün Gece Hayatı”, AD, sayı: 199, 2002, s. 37. Attâr, Tezkire, s. 602. Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm, (nşr. Şenol Kantarcı), Ankara: E. H. Harakânî Der. Yay., 1997, s. 38. Haşr, 59/21. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 61 Harakânî’nin peygamber sevgisi, sadece Hz. Peygamber’in sahip olduğu yüce makamları övmekten de ibaret değildir. O, Hz. Peygamberin aile hayatıyla ilgili yapılan bazı yanlış yorumları da tashih eder ve “Âlimler diyor ki: Peygamber’in (s.a.v.) dokuz karısı vardı, bir yıllık yiyecek bulundururdu, çocukları da olmuştu. Biz de deriz ki: Evet, öyleydi ama o altmış üç yıl bu dünyada gönlünün bunlardan haberi olmadığı halde yaşamıştı. Bütün bunlar onda mevcutken onun ancak Allah’tan haberi vardı”77 der. Harakânî’ye göre Peygamberimizin 9 eşinin, çocuklarının ve yıllık nafakasının olması doğrudur. Ancak bu sayılanlar Peygamberimize Allah’ı unutturmamıştır. Şeyh, böylelikle dünyalık mansıp ve nimetlerin peşinde koşarak Allah’ı unutan zamanın âlimlerini de eleştirmiştir. 2.2.3. Peygamberimizi Görmek ve Onunla Hemhal Olmak Harakânî’ye göre Allah’ı seven kişi onunla birlikte olmalı, onun peşinden gitmelidir. Nakledildiğine göre Şeyh bir âlime: “Sen mi Allah’ı seviyorsun, Allah mı seni seviyor?” diye sorduğunda âlim: “Ben Allah’ı seviyorum.” demiş. O da cevaben: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”78 nebevî kelamını delil gösterip: “O halde git onun çevresinde bulun, bir kimse birini severse onun peşinden gider.” demiştir.79 Harakânî, böylece Allah ve Resulünü sevmenin, sözle değil fiille gerçekleşeceğini vurgulamış, yaşantısıyla da bizlere örnek olmuştur. Harakânî, sözlerinde Hz. Peygamber ‘i (s.a.v) görmeye de değinmiştir. Ona göre Allah’a inanıp sâlih amel işleyen ve güzel ahlak sahibi olup insanlarla hoş geçinen bir kişi, günlük yaşamında Hz. Peygamber ile beraberdir. Şayet insanlara rahatsızlık veren davranışlar sergilerse80 Allah onun ibadetini dahi kabul etmeyecektir. O, bu yaklaşımıyla dini yaşantıda teoriden çok pratiği ön plana çıkaran bir anlayışa sahip olduğunu gösterir. Şöyle ki: Bir mümini incitmeden sabahtan akşama varan kimse, o gün akşama kadar peygamber (s.a.v.) ile yaşamış olur. Eğer mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini kabul etmez, der.81 Yunus Emre ise Ak sakallu pîr koca bilmez ki hâli nice, Emek 77 78 79 80 81 Attâr, Tezkire, s. 632. Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165. Attâr, Tezkire, s. 635. Hatta İslam öğretisinde Müslüman’ın, sadece insanlara değil hayvanlara da eziyet etmesi, onlara taşıyacağından fazla yük yüklemesi men edilmiştir. Bkz. Ahmet Taşgetiren, “Onun Dilinden Bir Müslüman Tarifi”, AD, sayı: 184, 2001, s. 7. Attâr, Tezkire, s. 628 62 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 yimesin hacca bir gönül yıkarısa, diyerek Harakânî’nin bu güzel sözünü tabir caizse taçlandırır.82 Ayrıca Harakânî’ye göre Peygamberi yaşadığı asırda bile görenlerin sayısı çok azdır. O bu hususu şu sözleriyle dile getirir: Hakikatte Hz. Mustafa’yı (s.a.v.) onun dört dostundan ve ashabından başkası görmemiştir. Bunun delili nedir bilir misin? “Görüyorsun ki onlar sana bakıyorlar ama görmüyorlar” ayetidir.83 Attâr’ın naklettiği bir menkıbede anlatılanlara göre ise Harakânî, Allah ve Resul’ünün izinden ayrılmamanın mükâfatını, Peygamberi görerek almıştır. Menkıbe şöyle: Bir imam Irak’ta hadis dinliyordu. Şeyh: “Burada isnadı daha Âlî olan yok mu?” diye sordu. İmam: “Öyle birisi yok” dedi. Şeyh: “Ben ümmi birisiyim. Hak Teâlâ bana ne vermişse minnet etmemiştir. Kendi ilmini bana verdi ama bunu (hadis ilmini) vermekte minnet etti.” İmam: “Ey Şeyh, sen kimden duyuyor ve hadis belliyorsun?” dedi. Şeyh: “Resul’den” dedi. Ama Harakânî’nin bu sözü adamın hoşuna gitmedi, onu kabul etmedi. Gece rüyasında gördüğü o büyük Zat (s.a.v.) kendisine: “Civanmertler doğru söylerler” dedi. Ertesi gün adam hadis okuma işine başladı. Öyle bir yere geldi ki Şeyh: “Bu Peygamberin hadisi değildir.” dedi. İmam, Nereden ve neyle biliyorsun?” diye sorunca, Şeyh: “Sen hadis okumaya başladığın an iki gözüm Peygamber (s.a.v.)’in iki kaşı üzerindeydi. Kaşlarını çatınca bu hadisin ona ait olmadığı bana malum oldu.” diye karşılık verdi.84 2.2.4. Harakânî’nin Yüksek Manevi Mertebeleri Harakânî, Allah’ın Peygamberine bahşettiği ihsanların ondan sonra kendisine verildiğini söylemekte beis görmez ve “Hak Teâlâ dostlarına öyle bir makam verir ki oraya ulaşmak mahlûkun haddine düşmez ve Ebu Hasan Harakânî bu sözünde sadıktır. Şayet ben onun lütfundan söz etsem tıpkı Mustafa’ya (s.a.v) yaptıkları gibi beni de deli diye çağırırlar. Şayet bunu arşa anlatsam arş sallanır. Güneşe söylesem kendi yolunda dönmekten vazgeçer.”85 der. Devamında ise: “Allah Teâlâ’nın bir avuç toprak ve sudan ibaret olan bir 82 83 84 85 Yunus Emre, Divân, Tenkitli Metin II, (nşr. Mustafa Tatçı), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1997, s. 243. Araf, 7/198; Attâr, Tezkire, s. 598-599; Harakânî-Gazneli Mahmud ile ilgili olarak ayrıca bkz. Muzaffer Ozak, Envâru’l Kulûb, İstanbul: Salah Bilici Yay., 1975, s. 648. Attâr, Tezkire, s. 595; Yılmaz’a göre: “Âşık gönül her an Kâbeye gider gelir. Allah’ın lütfuyla beden, kalbin huyunu huy edinir. Yolların uzunluk ya da kısalığı bedene göredir. İlâhî âlemde uzunluk ya da kısalık söz konusu değildir. Allah murâd edince beden değişir, mesâfe yakınlaşır. Çünkü âşıka Bağdâd uzak değildir”. Bkz. H. Kâmil Yılmaz, “Fiziki ve Manevî Kıble-Teni ve Canı Allah’a Döndürmek”, AD, sayı: 297, 2010, s. 7-8. Attâr, Tezkire, s. 606. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 63 mahlûka, bana yaptığı kadar iyilik yapacağını kesinlikle bilmezdim. Hz Mustafa’dan (s.a.v) sonra bu lütuf bana geldi. Yakînen biliyorum ki ona iman etmek şarttır ve bu benim için gözle görülen bir gerçektir. Başka bir şeye hacet yoktur.”86 diyerek sözünü sonlandırır. Harakânî, diğer bir sözünde, ulaştığı yüksek manevi mertebelerden bahsederken ibadet ve itaatte gösterdiği itina, ihlâs87 ve sabrı da dile getirir. Şöyle ki: Elli yıl ihlâslı olarak Allah’la öyle sohbet ettim ki, hiçbir mahlûk buna ulaşamaz. Yatsı namazı kılar ve şu nefsi ayakta tutardım, aynı şekilde nefsi gündüz akşama kadar taatında bulundururdum. Bu süre içinde iki dizimin üstüne gelerek otururdum. Ona layık olma vakti gelinceye kadar iş böyle devam etti.88 Harakânî, diğer bir kelamında ise “Allah’ın bana ihsan ettiği şu makama yeryüzündeki halk için de göklerdeki melekler için de yol yoktur”89 demektedir. 2.2.5. Hz. Peygamber’in Gerçek Varisleri ve Özellikleri Ebu’l-Hasan el-Harakânî, kendilerinin peygamberin gerçek vârisi olduğunu belirtir ve bunun gerekçelerini şöylece sıralar: “Çünkü Resul (s.a.v.)’de mevcut olan şeylerin bazısı bizde de var. Resul fakrı seçmişti. Biz de fakrı tercih ettik. O cömertti, güzel bir ahlâkı vardı, hainlik bilmezdi, basiretliydi, tamahkâr değildi, hayrı ve şerri Allah’tan görürdü. Tabiatında kandırma diye bir şey bulunmazdı. Vakte esir değildi. Halkın korktuğu şeylerden korkmaz, halkın güvendiği şeye güvenmezdi ve hiç de gururlanmazdı. İşte bütün bunlar civanmertlerin sıfatıdır. Resul (s.a.v.) ucu bucağı olmayan bir ummandı. Eğer ondan bir damla ortaya çıksa bütün âlem ve mahlûkat içinde boğulurdu. İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hak, sonu Mustafa (s.a.v.)’dır. Arkasında da sahabe var. Bu kervanda bulunan ve ruhları birbirleriyle kaynaşan kimselere ne mutlu, ama Ebu’l Hasan’ın, ruhunu hiçbir mahlûk bağlamamıştır.”90 Kelamdan da anlaşılacağı üzere Harakânî, Peygamberliğin yanında manevi bir makam olarak civanmertlik/velilik adıyla ayrı bir makamdan bahsediyor. 86 87 88 89 90 Attâr, Tezkire, s. 607. Onun ihlâsla ilgili olarak söylediği, “Allah Teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın her şey de riyadır”, sözü ihlâsa verdiği önemi ifade ediyor. Bkz. Necdet Tosun, “İhlâssız Amel Sahte Para Gibidir”, AD, sayı: 299, 2011, s. 12. Attâr, Tezkire, s. 636. Attâr, Tezkire, s. 605. Attâr, Tezkire, s. 623. 64 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 Harakânî bir sözünde: Şu âlemde Allah’tan, Peygamberden ve pirlerden utanan bir kimseden Yüce Allah da o âlemde utanır, der.91 Burada AllahPeygamber ve pirlerin birer manevi basamak halinde zikredildiği görülür. Aynı meyanda başka bir sözünde ise gerçek müminin, adı geçenlerin haricindekilerden uzak durması gerektiği dile getirilir. Şöyle ki: Üç zat dışında mümin, herkese yabancıdır. Biri Allah, ikincisi Hz. Muhammed (s.a.v.), üçüncüsü temiz olan başka bir mümin.92 Buna göre müminin inanç dünyasındaki zincirin halkaları, Allah-Peygamber ve temiz olan başka bir mümin yani pirler şeklinde oluşmaktadır. Ona göre civanmerdin (velinin) manevi makamı ne kadar yüce olursa olsun, peygamberi geçmesi mümkün değildir. Gazneli Mahmud, ziyaret maksadıyla Harakânî’yi ziyarete geldiğinde aralarında geçen konuşmalar sırasında sultanın talebi üzerine Şeyh, Bayezid’den şu nakilde bulunur: “Her kim beni görürse alnına bedbahtlık yazısı yazılmaktan emin olur. Mahmud, İyi ama onun rütbesi peygamberlerinkinden daha mı büyüktür? Ebu Cehil, Ebu Leheb ve başka bir sürü inkârcı onu gördükleri halde yine de cehennemlik olan talihsizlerden oldular, dediğinde ise Şeyh, edebe dikkat et, kendi vilayetinden tasarrufta bulun, zira hakikatte Hz.Mustafa’yı (s.a.v.) onun dört dostundan ve ashabından başkası görmemiştir.”93, diyerek bu husustaki görüşünü ifade eder. Harakânî, Kâmil insanın kendi ifadesiyle civanmerdin kim olduğu yönünde sorulan bir soruya cevaben: Mustafa (s.a.v.) istisna edilirse er odur ki onu burada kimse bulamaz. Oysa mahlûk olduğun sürece seni herkes bulur. Yani halk âleminden değil, emir âleminden ol,94 derken kâmil insan olmanın95 çok meşakkatli bir iş olduğunu belirtir. Ancak imkânsız da olmadığını, tasavvuf büyüklerinden Ebu Dehhak’ın: “Ta Âdem zamanından kıyamete kadar bu yoldan 91 92 93 94 95 Attâr, Tezkire, s. 628. Attâr, Tezkire, s. 626. Araf, 7/198; Harakânî-Gazneli Mahmud görüşmesiyle ilgili olarak ayrıca bkz. Ozak, Envâr, s. 648. Attâr, Tezkire, s. 621. Kâmil insan: “Tasavvufta amaç insan-ı kâmil olmaktır. Bu durumda insan-ı kâmil (yetkin insan) olmak, ulaşılması istenen bir merhale anlamına gelmektedir.” Bkz. Nebahat Göçeri, “Dinî Eğitim İle Din Eğitimi Kavramları Üzerine Bir Analiz Denemesi”, ÇUİFD, c. 2, sayı: 1, 2002, s. 54; Yılmaz, bu kavramla ilgili olarak: “Tasavvufta, lügat anlamından farklı ve kapsamlı bir manası vardır. İnsanın Allah'ın yeryüzünde halifesi olması itibariyle, O'nun bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan hazerat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde toplayan kişiye insan-ı kâmil denir.” demektedir. Bkz. H. Kâmil Yılmaz, “İnsan-ı Kâmil”, AD, sayı: 125, 1996, s. 31; Ayrıca bkz. Abdülhakim Yüce, “Tasavvufta İnsan-i Kamil ve Mevlana”, Tasavvuf-İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı: 14, 2005, s. 63-77. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 65 hiç kimse geçmediğinden yolu deve dikenleri kaplamıştır, sözüne karşılık olarak verdiği cevapta dile getirir. Bana bu sözle enbiya ve evliya küçük görülüyor gibi gelmişti. Çünkü kuldan Allah’a giden yolu deve dikenleri tutmuşsa acaba Allah’tan kula gelen yol nasıl olur?” der.96 Harakânî, hakikate ulaşmanın çok zaman alıcı bir iş olduğunu dile getirir. Şöyle ki: “Şeriattan marifete kadar yedi bin, marifetten hakikate kadar yedi yüz bin, hakikatten sarayın açılmasına kadar bir milyon derece var. Her bir derece için Nuh’un ömrü kadar bir ömür, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sefası (safiyeti) gibi bir sefa gerekir.”97 Bu söze dikkat edilirse, tarikatların henüz isim olarak belirmediği bir dönemde şeriat, (tarikat), marifet ve hakikat şeklinde bir sıralamanın varlığı göze çarpar. Bu tasnif, Yunus Emre Divanı’nda, şerî’attarîkat yoldur varana, hakîkat-ma‘rifet andan içerü98 ifadeleriyle, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlâtı’nda ise dört kapı kırk makam99 formülüyle Harakânî’den 200 yıl sonra Anadolu’da dile getirilmiştir.100 Harakânî, sözlerinde civanmertlerin (velilerin) özelliklerinden bahsetmeye devam ediyor: Zaman her şeye yetişir, hiçbir şey zamana yetişmez. Halk zamanın esiridir. Ebu’l-Hasan zamanın sahibidir. Zamandan her söz edişimde mahlûkat karşımda hezimete uğrar. Civanmertlerin canı, Mustafa (s.a.v.)’nın zamanından kıyamete kadar Hakkın varlığını ikrar eder.101 Harakânî’nin bu sözü İsmail Hakkı Bursevî’nin kudsî hadis olarak naklettiği “Allah’ın velî kulları ölmezler. Sadece yer değiştirirler.”102 sözünü hatırlatmaktadır. Ancak biz meseleyi tasavvuf öğretisinde nefis terbiyesi açısından değerlendiriyoruz. Mutasavvıflar, nefsin yedi makamından bahsederler. Bu makamlar, nefs-i emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, mardiye ve nefs-i kâmiledir. Birinci nefsten yedinci nefse doğru gidildikçe aşama aşama ruhaniyet artar. Böylece benlik ölümlü ve iğretiden 96 97 98 99 100 101 102 Attâr, Tezkire, s. 628. Attâr, Tezkire, s. 633. Ahmet Kabaklı, Yunus Emre, Toker Yayınları, İstanbul 1971, s. 78; Yunus Emre, s. 234. Hacı Bektaş Veli, Makâlât, (hzl. Esat Coşan, sdl. Hüseyin Özbay), Ankara: Kültür Bak. Yay., 1996, s. 8-26; Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, Makâlât, (hzl. Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk), Ankara: TDV Yay., 2007, s. 29-31. Son zamanlarda, şeriata bağlılıklarını açık bir dille ortaya koyan Yunus gibi Hak âşıklarını, Kur’an ve sünnetle bağımlı olmayan, Türk tipi dindarlığın gerçek temsilcilisi gibi görmeye çalışan veya onu Türk hümanizminin bir örneği olarak göstermek isteyen bazı kişiler olmuştur. Bkz. Annemarie Schimmel, “Türkiye’de Tasavvuf ve Manevî Hayat”, (trc. Süleyman Gökbulut), Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 22, 2005, s. 185-195. Attâr, Tezkire, s. 609. Yıldırım, “Tasavvufa Kaynaklık Etmesi Bakımından”, s. 98. 66 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 ölümsüze doğru yükselir.103 Kanaatimizce Harakânî, bu sözüyle kendisinin nefsi emmâreden nefs-i kâmileye yükseldiğini ve böylece ölümlü ve iğreti benlikten kurtulduğunu104 ifade etmektedir. Harakânî, velilerin ahiretteki hallerinden bahsettiği diğer bir sözünde ise: İlahi, o büyük günde peygamberler nurdan minberlere oturur halk da onları temaşa eder. Velilerin nurdan kürsülere oturur ve halk da onları seyreder. Halk seni temaşa etsin diye Ebu’l-Hasan senin vahdaniyetinin üzerine oturacaktır.105 Aynı kelamın devamı niteliğindeki başka bir sözünde ise Mustafa (s.a.v.), yarın öyle insanlar takdim edecektir ki ne öncekilerde ne sonrakilerde onlar gibisi yoktur. Hak Teâlâ onlara karşı Ebu’l-Hasan’ı çıkaracak ve “Ey Muhammed (s.a.v.) onlar senin sıfatlarındandır. Ebu Hasan ise benim sıfatımdır’’diyecek, diyerek sözlerini sonlandırır.106 Böylece Harakânî, velilerin hem bu dünyada hem de ahirette sıradan insanlarla bir tutulmayacağını dile getirmiştir. SONUÇ Bu çalışmanın ilk kısmında, İslam’daki tasavvuf anlayışı hakkında kısaca malumat verilmiş, tasavvuftaki peygamber anlayışının ve peygamber sevgisinin temel vurgularından hareketle konunun teorik çerçevesi çizilmiştir. Böylece Horasan coğrafyasının bağrından neşet eden büyük bilge Ebu’l-Hasan elHarakânî’nin peygamber sevgisinin teorik altyapısı oluşturulmuştur. Konu, Şeyhin çeşitli vesilelerle dile getirdiği sözlerine dayandırılmıştır. Bu verilerden yola çıkarak, Harakânî’nin peygamber sevgisiyle ilgili olarak şu tespitlerde bulunmak mümkündür: 1) Hz. Peygamber (s.a.v.), yaratılmışların en üstünü olup, aklın idrak edemeyeceği, dilin layıkıyla anlatmaya güç yetiremeyeceği derecede yüce mânevi makamlara sahiptir. 2) Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah’ın peygamberi ve İslam ümmetinin başıdır. İnsanları Allah’ın yoluna iletmek üzere Allah tarafından görevlendirilmiştir. Bu sebeple Allah’ın Resulüne tabi olmak Allah’a tabi olmaktır. 103 104 105 106 Abdurrahman Kasapoğlu, “Yusuf ve Züleyha Açısından Kur’an’da Nefs-i Emmâre KavramıFreud’un İd Kavramıyla Mukayese”, TD, sayı: 17, 2006, s. 60. Ölüm korkusuyla ilgili olarak bkz. Mustafa Koç, “Ölüm Korkusu Açısından Kuramsal Açıdan Psikolojik Bir Değerlendirme”, Sakarya Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 6, 2002, s. 7-20. Attâr, Tezkire, s. 615. Attâr, Tezkire, s. 614. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 67 3) Peygamberden sonra ise onun sünnetinin takipçileri olan Ashâb-ı Kirâm gelmektedir. 4) Sahabe neslinin akabinde ise Hz. Peygamber’in gerçek vârisleri veliler gelmiştir. 5) Allah’ın çizdiği, Peygamberinin ve ashabının ve ayrıca velilerin yürüdüğü bu yol, kâmil insan olma yoludur. 6) Kâmil insan olmak, zor olsa da imkânsız değildir. Bunun gerçekleşmesi için Allah’ın emirleri, Resul’ünün sünneti, ayrıca veliler örnek alınmalıdır. 7) Allah’a inanıp güzel işler işleyen ve insanlarla hoş geçinen bir kişi, yaşadığı sürece peygamberle birliktedir. Aksi takdirde ibadet de etse Allah onun ibadetini kabul etmeyecektir. 8) Allah Resul’ünü sevmek, güzel ahlâk sahibi olmakla mümkündür. Yani peygamber sevgisi sözle değil, fiille gerçekleşen bir olgudur. KAYNAKÇA AHMEDOVA, Zamira, Türkler Arasında İslâmiyet’in Yayılmasında Tasavvufun Rolü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Ü. Sosyal Bil. Enst., 2006 ALTINTAŞ, Hayrani, “İslam Düşüncesinde Tasavvuf”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 27, 1985, s. 111-122. _________, Tasavvuf Tarihi, Ankara: Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., 1986. _________, İslam Düşünce Tarihi, Eskişehir: Anadolu Ü. Yay., 2005. _________, “Varlığın Şahitleri”, Tasavvuf-İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (TD), İbnü’l-Arabî Özel Sayısı 2, sayı: 23, 2009, s. 65-74. AYDIN, Hayati, “Kur’ân’da İrâde-Azm ve Tevekkül”, TD, sayı: 22, 2008, s. 5979. AYDINLI, Abdullah, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, Ankara: Seha Neşriyat Yay., 1986. BALDICK, Julian, Mystical Islam, New York: Tauris Parke, 2000. BALİVET, Michel, Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, İstanbul: tarih Vakfı Yurt Yay., 2000. 68 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 BUEHLER, Artur F., Sufi Heirs of the Prophet, The Indian Nashbandiyya and the Rise of the Mediating Sufi Shaykh, Colombia 1998. BUHÂRÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, (ö.870), Sahîhu’l-Buhârî, (IVIII), Çağrı Yay., İstanbul, 1992. CEYHAN, Semih “İsmail Rüsûhî Ankaravî’nin Mesnevî Tahkîki: Mesnevî’deki Mânâya Metodolojik Bir Yaklaşım”, TD Mevlânâ’ya Armağan Sayısı, sayı: 20, 2007, s. 117-142 ÇAKAN, İ. Lütfi, “Candan İçre”, Altınoluk Dergisi (AD), sayı: 9, 1986, s. 6-8. ÇALIŞKAN, Mehmet, “Kur’an’ın Nuzûlü ve Yedi Harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) Meselesi”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (ÇUİFD), c. 5, sayı: 1, 2005, s. 215-242. ÇETİNKAYA, Bayram Ali, “İhvân-ı Safâ Düşüncesinde Temel Tasavvufî Kavramlar ve Meseleler”, Cumhuriyet Ü. İlahiyat F. Dergisi, c. 9/2, 2005, s. 205261. ÇİFTÇİ, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, Hayatı, Eserleri-I, Kars 2004. ______, “İki Ünlü Şâfiînin İlginç Görüşmesi-Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr- Ebû’lHasan-i Harakânî”, Nüsha, sayı: 9, 2003, s. 7-22. ______, “Şeyh Harakânî ile Şeyh Bâyezid Arasındaki İlginç Manevî İlişki”, Nüsha, sayı: 11, 2003, s. 23-40. DAMAR, Abdullah, “Tasavvuf Terimlerinin Oluşumu”, TD, sayı: 17, 2006, s. EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ, Nûru’l-Ulûm, (nşr. Şenol Kantarcı), Ankara: E. H. Harakânî Der. Yay., 1997. EL-BAĞDÂDÎ, İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Müellifîn ve Âsâru’lMusannifîn, I, İstanbul 1951. EL-HEREVÎ, Şeyhu’l-İslam Ebî İsmail, Zemmul-Kelam ve Ehlihi, I, Medinetü’lMünevvere 1998. EL-HUCVİRÎ, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, (nşr. S. Uludağ), İstanbul: Dergâh Yay., 1982. EL-SEM’ÂNÎ, İbn Mansur, el-Ensâb, II, Beyrut: Dâru’l-Cinân, 1988. EMECEN, Feridun M, “Saruhanoğulları ve Mevlevilik”, Ekrem Hakkı Ayverdi Hatıra Kitabı, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., 1995, s. 282-297. ERAVCI, H. Mustafa, “Mustafa ‘Alî'nin Nusret-nâmesi ve Onun ışığında Yazarın Tarihçiliği”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 24, sayı: 38, 2005, s. 163-184. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 69 ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul: Marifet Yay., 1990. EVLİY ÇELEBİ, Mehmed Zıllî ibn Dervîş, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, II, Dersaadet 1314. FATSA, Mehmet, “Yukarı Çoruh ve Kelkit Vadisinin İslamlaşmasına Öncülük Eden Türk Dervişleri”, Tasavvuf, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı: 22, 2008, s. 257-281. FERİDÜ’D-DİN ATTÂR, Tezkiretü’l-Evliyâ, (trc. S. Uludağ), İstanbul: Kabalcı Yay., 2007. GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ, Künhü’l-Ahbâr, II, (nşr. Faris Çerçi), Kayseri: Erciyes Ü. Yay., 2000. _________, Nusret-nâme, British Museum Add. 22.011, II. Kısım GÖÇERİ, Nebahat, “Dinî Eğitim İle Din Eğitimi Kavramları Üzerine Bir Analiz Denemesi”, ÇUİFD, c. 2, sayı: 1, 2002, s. 47-76. GÖKBULUT, Süleyman, “İlim Tasniflerinde Tasavvufun Yeri”, TD, sayı: 19, 2007, s. 245-264. GÜNAY, Ünver, “Çağdaş Türkiye’de Din, Toplum, Kültür, Gelenek ve Değişme”, ÇUİFD, c. 1, sayı: 2, 2001, s. 1-38. HACI BEKTAŞ VELİ, Makâlât, (hzl. Esat Coşan, sdl. Hüseyin Özbay), Ankara: Kültür Bak. Yay., 1996. _________, Makâlât, (hzl. Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk), Ankara: TDV Yay., 2007. _________, Menâkıbnâme-i Hacı Bektaş Veli, Vilayetnâme, (hzl. A. Gölpınarlı), İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1958. İNAN, Yusuf Ziya, İslam’da Melâmiliğin Tarihi Gelişimi, İstanbul: Bayramâşık Yayınevi, 1976. İNCE, Sekan, Kuran’da Psikolojik Kavramların Dilsel Analizi ve İslam Kültüründe Ruh Bilimine Yaklaşım Tarzı, Nordestedt 2010. İSA, Abdülkadir, Tasavvufi Hakikatler, (trc. Hasan Arslan), İstanbul: İlim Yayma Cemiyeti Yay., (?). KABAKLI, Ahmet, Yunus Emre, İstanbul: Toker Yay., 1971. KANDEMİR, M. Yaşar, “Allah Onu Sevdi”, AD, sayı: 189, 2001, s. 24-26. ___________, “Babana Üzülme Yavrum”, AD, sayı: 52, 1990, s. 20-22. ___________, “Bizi Kurtaracak Sevgi”, AD, sayı: 100, 1994, s. 24-26. ___________, “Dilara”, AD, sayı: 125, 1996, s. 24-26. 70 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 ___________, “Gönül Adamı ve Tevazu”, AD, sayı: 124, 1996, s. 24-26. ___________, “Onu Allah Yüceltti”, AD, sayı: 188, 2001, s. 24-25. KAPTEİN, Nico, “Materials for the History of the Prophet Muhammad's Birthday Celebration in Mecca”, Islam, sayı: 69, 1992, s. 193. KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, İstanbul: Dergâh Yay., 1985. KASAPOĞLU, Abdurrahman, “Kur’an’da “İnâbe” Kavramı - Dinî Tecrübe Açısından Bir Yaklaşım”, TD, sayı: 22, 2008, s. 137-159. ____________, “Yusuf ve Züleyha Açısından Kur’an’da Nefs-i Emmâre Kavramı-Freud’un İd Kavramıyla Mukayese”, TD, sayı: 17, 2006, s. 57-71. KAYA, Remzi, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 6, sayı: 6, s. 221-239. KIRZIOĞLU, M. Fahrettin, Kars Tarihi, Taş Çağlarından Osmanlı İmparatorluğu’na Değin, I, İstanbul 1958. KIZILABDULLAH, Yıldız, “Esma-i Hüsna’dan Bir İsim: “El-Mü’min”: Din Öğretimine Konu Edilmesi ve Uygulama Örneği”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 14/1, 2009, s. 229-244. KNAPPERT, Jan, Islamic Legends, Leiden: Brill, 1985. KNYSH, Alexander, İslamic Mysticism: A Short History, Leiden: Brill, 2010. KOÇ, Mustafa, “Ölüm Korkusu Açısından Kuramsal Açıdan Psikolojik Bir Değerlendirme”, Sakarya Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 6, 2002, s. 7-20. KORKMAZ, Seyfullah, “Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş-ı Velî”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 11, 2001, s. 327. KÖPRÜLÜ, M. Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: Türkiye Diyanet İ. Bşk. Yay., 1984. KURAN-I KERİM MEÂLİ, Komisyon, 12. Baskı, Ankara: Diyanet İ. Bşk. Yay., 2011. KÜÇÜK, Raşit, “Allah’la Dost Olmak ve Sevgiyle Arınmak”, AD, sayı: 83, 1993, s. 14-15. MAHMOOD, İbrahim “Social and Economic Conditions Pre-Islamic Mecca”, International Journal of Middle East Studies, (Ağustos 1982), c. 14, sayı: 3, s. 343-358. MEVLÂN ALİ B. HÜSEYİN, Reşahat Ayn el-Hayat, (sdl. Necip Fazıl Kısakürek), 5. Baskı, İstanbul (?). Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 71 MÜSLİM, Ebu’l-Hüseyin el-Kuşeyrî, (ö.875), Sahîhu’l-Müslim, (I-III), thk. Muhammed Fuad Abdulbâkî, İstanbul: Çağrı Yay., 1992. NECMEDDİN KÜBRA, Risâletü fi Tarik-i İlallah, el-Ezher Ü. Ktb., (Yazma Eser). OZAK, Muzaffer, Envâru’l Kulûb, İstanbul: Salah Bilici Yay., 1975. ÖGKE, Ahmet, “Tasavvufta Kenzi Mahfi Düşüncesi ve Sofyalı Bâlî Efendinin “Küntü Kenzen Mahfiyyen” Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, TD, sayı: 5, 2004, s. 9-24. ÖZKÖSE, Kadir, “Tasavvufî Tecrübede Salikin Kendinden Geçme Durumu: Vecd”, TD, sayı: 18, 2007, s. 65-85. PETERSON, Daniel Muhammad, Prophet of God, Chambridge 2007. SARI ABDULLAH EFENDİ, Semerâtü’l-Fuâd Fi’l-Mebde’ ve’l-Ma’âd, İstanbul 1871. Schimmel, Annemarie, “Türkiye’de Tasavvuf ve Manevî Hayat”, (trc. Süleyman Gökbulut), Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 22, 2005, s. 185-195. SEYHAN, Ahmet Emin, “Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin Tasavvuf ve Şehitlik Anlayışı”, (Basılmamış İlmi Makale), KAÜ İlahiyat Fakültesi, Kars 2012. SUNAR, Cavit, Ana Hatlarıyla İslam Tasavvufu Tarihi, Ankara: Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., 1978. ŞEN, S. Mehmet, “Aşk”, AD, sayı: 147, 1998, s. 41-45. ŞEYH MUHAMMED NİYÂZÎ, Risâletün Fi Tarîkati'n-Nakşibendiyye, el-Ezher Ü. Ktp., (Yazma Eser). TAŞGETİREN, Ahmet, “Peygambere İman”, AD, sayı: 79, 1992, s. 3-5 ____________, “Onun Dilinden Bir Müslüman Tarifi”, AD, sayı: 184, 2001, s. 3-7. TENİK, Ali, “Türk Mutasavvıf Şâirlerinde Varlık Anlayışı Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-İ Mısrî ve Ahmed Kuddûsî Örneği”, TD İbnü’l-Arabî Özel Sayısı 2, sayı: 23, 2009, s. 471-509. TOSUN, Necdet, “İhlâssız Amel Sahte Para Gibidir”, AD, sayı: 299, 2011, 1213. TÜRKBEN, Yaşar “Rıchard Swınburne’ün Vahiy Anlayışı”, Fırat Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 14/1, 2009, s. 203-212 TÜRKİYE DİYANET VAKFI, İlmihal, I, Ankara 2004. 72 | Bilal GÖK / Harakani Dergisi 1-2014, 49-74 ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yay., 2012. ____________, “Harakânî”, DİA, c. XVI, 93-94. ULUPINAR, Hamide “İlk Dönem Sûfîlerinde Tevhid Anlayışı”, TD, sayı: 22, 2008, s. 235-255. UNAN, Fahri, “Türkiye’de Kültür Tarihi Araştırmaları ve Türk Heterodoksi Tarihine Farklı Bir Bakış”, Türkiye Günlüğü, sayı: 35, 1995, s. 116-128. UZGUR, Yavuz Selim, Anadolu’nun Kalbi Harakânî, İstanbul: Sufi Kitap, 2012. ÜREMİŞ, Ali, “Türkiye Selçuklularında Bazı Sünni Tasavvuf Hareketleri“, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 28, s. 295-328. ÜNAL, Tahsin, Karamanoğulları Tarihi, Ankara 1986. YÂKÛT b. Abdillah el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, II, Beyrut 1977. YALSIZUÇANLAR, Sadık, Cam ve Elmas, İstanbul: Timaş Yay., 2012. YAVUZ, Kerim, “Şiirleri İçinde Ak Şemseddin’in Tasavvuf Dünyasına Psikolojik Yaklaşımlar”, ÇUİFD, c. 1, sayı: 2, 2001, s. 39-50. YAZICIOĞLU, Said ve diğerleri, İslâm Dini Esasları, Eskişehir: Açık Ö. F. Yay., 2006. YETKİN, Saffet Kemalüddin, “Tasavvuf ve Istılahları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 1, sayı: 4, 1952, s. 1-12. YILDIRIM, Ahmet, “Tasavvufa Kaynaklık Etmesi bakımından Bazı Kudsî Hadisler ve Değeri”, İslam Araştırmaları Dergisi, sayı: 3, 2009, s. 90-101. YILMAZ, Hasan Kâmil, “Ahlaksız Olmaz”, AD, sayı: 198, 2002, s. 11-13. ___________, “Diğergâmlık Terbiyesi”, AD, sayı: 187, 2001, s. 5-7. ___________, “Dîvân-ı İlâhî’de Durmak”, AD, sayı: 212, 2003, s. 8-11. ___________, “Ebu Ali Farmedî”, AD, sayı: 69, 1991, s. 28-29. ___________, “Ebu’l-Hasan Harakânî”, AD, sayı: 68, 1991, s. 28-31. ___________, “Fiziki ve Manevî Kıble-Teni ve Canı Allah’a Döndürmek”, AD, sayı: 297, 2010, s. 7-9. ___________, “Gençliğin Eğitiminde Tasavvufun Rolü”, AD, sayı: 14, 1987, s. 3740. ___________, “İnsan-ı Kâmil”, AD, sayı: 125, 1996, s. 31-34. ___________, “Peygamber Hasreti”, AD, sayı: 137, 1997, s. 24-29. ___________, “Şeyh veya Mürşid”, AD, sayı: 111, 1995, s. 32-34. ___________, “Zühd”, AD, sayı: 98, 1994, s. 32-34. Bilal GÖK / Harakani Quarterly 1-2014, 49-74 | 73 YILMAZ, Ömer, “Tasavvuf Kültüründe İnsan-Dünya İlişkisi”, TD, sayı: 18, 2007, s. 191-203. YILMAZ, Zehra, İbn Haldun’un Tasavvufa ve Felsefeye Yönelttiği Eleştiriler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Gazi Ü. Sosyal Bil. Enst., 2006. YUNUS EMRE, Divân, Tenkitli Metin II, (nşr. Mustafa Tatçı), Ankara: MEB Yay., 1997. YÜCE, Abdülhakim, “Tasavvufta İnsan-i Kamil ve Mevlana”, TD, sayı: 14, 2005, s. 63-77. ZÂHİR, İhsan İlahi, et-Tasavvuf el-Menşe ve’l-Masâdır, Lahor 1986. Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 75-90 TASAVVUFÎ DÜŞÜNCE TARİHİNDE EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ İsa ÇELİK Özet Allah Resulü Hz. Muhammed(s.a.v), İslâm Dinini Cibrîl hadisinde iman, İslâm ve ihsan olarak tarif etmektedir. İman esaslarını itikâdî mezheplerimiz, İslâm esaslarını amelî mezheplerimiz, ihsan esaslarını da tasavvuf ve tarikat diye tanımladığımız ahlakî mezheplerimiz konu edinmektedir. . Tasavvuf düşüncesine göz attığımızda Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin tasavvuf tarihinde önemli bir yeri olduğunu müşahede etmekteyiz. Bu makalede tasavvuf tarihi ışığı altında el-Harakânî’nin hayatı, fikirleri, hocaları, etkilediği şahsiyetler ve üzerinde durduğu tasavvufî kavramları yine tasavvuf tarihi kaynaklarından ve temel eserlerden hareketle irdelemeğe çalışacağız. Anahtar Kelimeler: Ebu’l-Hasan el-Harakânî, Tasavvuf, Tarîkat, Sufi, Nakşibendiyye, Üveysî. SAINT ABU’L HASAN KHARAKANI IN THE HISTORY OF SUFI THOUGHT Abstract The Saint Prophet Muhammed states Islam as faith, Islam and generous in Cibril event. The belief sects examines the belief principles, and the practical sect examines Islamic rules and the morale sects which we describe sufism and tariqat examine generous principles. When we study the history of sufism thought, we see that Saint Ebu’l-Hasan has an important place in the history of sufism. In this paper, in the light of Sufism, we will try to investigate the life of Saint Hasan Harakani, his ideas, his masters, the persons that he influenced, the Sufistic concepts he stated from the biographical books and sources of sufism history. Key Words: Hasan Harakani, Naqshabandiyya, Uwaisiyya. Sufism, Tariqat/Order, Sufi, 76 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90 GİRİŞ Tasavvuf tarihine bakıldığında Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına gerekli hassasiyeti göstermek suretiyle O’nun dostluğunu kazanan ve bu sebeple de sair kulların gönlünde kendilerinin muhabbeti olan sufilerle dolu olduğu görülür. Bu mutasavvıflardan kimisinde “sahv” kimisinde ise “sekr” hali ağır basmaktadır. Cüneyd-i Bağdâdî sahv halini, Ebu’l-Hasan el-Harakânî ise sekr halini yoğun bir şekilde yaşayan sufilerin başında gelmektedir. İşte aşırı tecellî ve ilahî feyz ile coşan velîlerin gayr-ı ihtiyâri söylediği ve Şeriat’a aykırı gibi görünen ifade biçimlerinin zuhur etmesi anlamına gelen şathiyeleriyle tanınmış mutasavvıflarımızdan birisi olan Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed Ca’fer el-Harakânî 352/936 yılında Bistam’ın kuzeyindeki “Harakân” köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. İsmi Ali b. Ca’fer, künyesi Ebü’l-Hasan, nisbesi ise el-Harakânî’dir. “Mu’cemu’l-Buldan”müellifi Yâkut el-Hamevî (ö.626/1229),onun 425 hicrî yılı 10 Muharrem Aşure gününde 1033 Aralık’ta 73 yaşında iken vefat ettiğini bildirmektedir. Doğumu Bâyezîd-i Bistâmî’nin (ö.234/848) vefatından 91 yıl sonradır. (Hamevî, 1986, II, 360.) Kaynaklarda hemşerisi Bâyezîd-i Bistâmî’nin türbedârı olduğu ve onun rûhâniyyetinden feyz alarak “üveysî”tarîkle yetiştiği nakledilmektedir. Üveysî metod bazı sufiler tarafından eleştirilmiştir. Zira hicri 2. asrın sonlarına doğru tasavvufa girmiş bir terimdir. (Uludağ, 1997, s.93.)Tasavvufta “üveysîlik”; bir şahsın, zâhirde herhangi bir şeyhe-mürşide bağlı olmaksızın irşad ve terbiye edilmesidir. Bu yolla tekâmül ve terakkî eden velîlere, “üveysiyyü’l-meşreb” denir. Ancak bunlar da, daha önce yaşamış ve vefat etmiş kâmil ve mükemmil yani manevî terakki yolculuğunda gidişi de dönüşü de tam olan bir mürşidin rûhâniyeti tarafından terbiye edilirler. Esas itibariyle vâsıtasız-vesîlesiz değillerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a vuslat yolunda, vâsıtasız olarak ilerlemek mümkün değildir. Bunun usulü budur. O yolları daha önce kat‘edip gelmiş, mâneviyat erbâbını nerelerde hangi tehlikelerin beklediğini bilen ve onun elinden tutup sâlimen mesâfe almasını temin eden peygamber vârisi bir zâta ihtiyaç vardır. Üveysîlik, Veysel Karânî hazretleri ile alâkalıdır. O, Resûlüllah’ı (s.a.v.) görmemiş; fakat Peygamber Efendimiz onu, gıyâbında ma’nen terbiye etmiştir. (Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, Tahran, s. 28; Ali b. Hüseyin el-Vâiz, Reşahât, s. 108; http://www.halisece.com) Bazı tasavvuf kaynaklarında vefat etmiş velilerin ruhaniyetinden üveysî metotla feyiz alma uygulamasının ilk kez İbrâhim b. Edhem (ö. 161/778) ile başladığı, onun Hızır’dan yahut Veysel Karânî’nin ruhaniyetinden feyiz aldığı İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 77 nakledilmektedir. Yine ilk dönem sûfîlerinden Bâyezîd’in Câfer es-Sâdık’tan, elHarakânî’nin ise Bâyezîd’den üveysî yolla manevî eğitim gördüğü bazı sûfîlerce kabul edilmektedir. (Çiftçi, 2003, 23-40; Necdet, 2012, XLII, 400; Seyhan, 5/2013, s. 1056) Kanaatimizce Harakanî’nin Bâyezîd-i Bistâmî’ye üveysîlik yoluyla bağlanmasının yanında, onu kendisine manevî mürşid edinmesi ve onun tasavvufî metodunu izleyerek Hakk’ın rahmetine vuslatı gerçekleştirmeye çalışmış olması tasavvufî bir vakıadır. Kazvinî (ö. 682/1283), Harakânî’nin kabrinin Bistam yakınlarındaki Harakân’da bulunduğunu, onu ziyaret edeni şiddetli bir kabz halinin istilâ ettiğini ifade etmektedir. (Kazvinî,s. 363) “Harakânî’nin başlangıçta on iki yıl süreyle yatsı namazını Harakân’da cemaatle kıldığı, Bâyezîd’ın mezarına doğru yöneldiği ve “Ya Rabbi! Bâyezîd’e ihsan ettiğin hil’atten bize bir koku ihsan et” dediği, sonra geri dönüp, yatsı namazı için aldığı abdestle Harakân’daki sabah namazı cemaatine yetiştiği anlatılır.” (Attar, 1991, s.592) VIII/XIV. yüzyılda Bistam’ı ziyaret eden İbn Battuta şehre gelince Bâyezîd-i Bistâmî’nin zaviyesinde kaldığını, Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin kabrinin de bu şehirde olduğunu bildirir. (İbn Battuta, 1985, I, 433.) El-Harakânî’nin Bâyezîd ile ilişkileri hakkında bazı menkıbeler de anlatılmaktadır. Mevlânâ Celâleddîner-Rûmî’nin (ö.672/1273) naklettiği bir menkıbeye göre Bâyezîd, Harakân’dan büyük bir velî çıkacağını önceden haber vermiştir.(Gölpınarlı, 1974, IV, 261-272.) Bâyezîd’in tasavvuf tarzını benimseyen el-Harakânî’nin Hakk’a ermek için zor riyazetlere, çetin mücâhede ve çilelere katlandığı bilinmektedir. Bazı kaynaklar Ebu’l-Abbas el-Kassâb’ın müridi olduğunu, Kassâb’ın onun hakkında, “Benden sonra ziyaretçilerim ona yönelecekler” dediğini kaydeder. (Hucvîrî, 1982, s.102-103; Câmî, 1337, s. 298.) Harakânî’yi şeyhi Kassâb ile mukayese eden Herevî(ö.481/1089) onun mertebesini şeyhinin mertebesinden daha yüksek bulur. (Herevî, 1362, s.373.) Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’ın(ö.440/1049),Harakânî’yi ziyarete gittiğinde meclisinde susmayı tercih ettiği, “Neden konuşmuyorsun?” sorusuna da, “Bir hususta iki tercümana gerek yok” diye cevap verdiği nakledilir. (Hucvîrî, 1982, 103) Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’ıbast, kendini kabz ehli olarak nitelendiren elHarakânî’nin,Ebû Saîd’in büyük önem verdiği semâ ve rakstan hoşlanmaması 78 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90 aralarında meşrep farkı bulunduğunu göstermektedir. el-Harakânî, hırka ve seccâde gibi tasavvufun şeklî unsurlarına önem vermezken Ebû Saîd’in tekkesinde bunlara değer verilmesi bu meşrep farkından kaynaklanmaktadır. (Uludağ, 1997, XVI, 93-94; Çiftçi, 2003, s. 7-22.) el-Harakânî, Aynu’l-Kudât el-Hemedânî(ö.525/1131), Necmeddîn Dâye (ö.654/1256), FerîduddînAttâr(ö.618/1221), Mevlânâ CelâleddînerRûmî,AbdurrahmânCâmî (ö. 898/1492), Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî (ö. 525/1130)gibi büyük mutasavvıfları derinden etkilemiş,10 Muharrem 425/5 Aralık 1033 tarihinde vuku bulan vefatından sonra da etkisi uzun süre devam etmiştir. (Uludağ, 1997, XVI, 93-94.) Birçok kaynağa müracaat ederek Harakânî üzerine geniş bir araştırma yapan Hasan Çiftçi, Harakânî’nin Kars’ta vefat ettiği şeklindeki inancın sadece rüyaya dayanmadığını, bunu destekleyen başka belge ve tarihî rivayetlerin de olduğunu aktararak, bu bilginin gerçek olabileceğinin altını çizmektedir. (Çiftçi, 58-73; Yüce, s.62) Ebu’l-Hasan el-Harakânî Hicrî 421-429 tarihleri arasında vuku bulan Kars muharebelerine bazı akraba ve dervişleriyle katılmış ve bu savaşların birinde sağ bacağından ve sol pazusundan aldığı darbelerden açılan yaralar neticesinde Kars sınırında bulunan Yahniler Dağı mevkiinde şehit olmuştur. Evliyâ Çelebi, Kars Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerin paşaya aktardığı rüyasını nakletmektedir. Buna göre asker paşaya, rüyasında gördüğü yaşlı bir zatın kendisinin Ebu’l-Hasan el-Harakânî olduğunu ve makamının burada bulunduğunu söylediğini; kendisinden ayağını bastığı yeri kazmasını istediğini anlatmış, bunun üzerine 100 işçi yeri kazmaya başlamış ve üzerinde, “Menemşehîdü saîd Harakânî” ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır. Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş; vücudunun sağ tarafındaki yarası hâlâ kanamakta imiş. Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar. Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Ebu’l-Hasan el-Harakânî adına bir tekke ile bir cami inşa ettirilmiştir. (Evliyâ Çelebi, 1928-1938, II, 330; Peçevî, 1994, II, 54.)Evliyâ Çelebî’nin(1611-1682) anlattığı bu olay, daha sonra yaygınlık kazanarak Kars ve çevresinde, Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehit olduğu kanaatini doğurmuştur. (Gelibolulu Mustafa Âlî,a.g.e., vr. 515b; Çerçi,2000, II, 335; Çiftçi, a.g.e., s. 63; Uludağ, 1997, XVI, 93-94. İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 79 El-Harakânî’nin hayatı incelendiğinde onun İslâm medeniyetinin yükselmesinde, Hindistan ve Anadolu'nun İslâm ile tanıştırılmasında çok mühim bir rol üstlendiği anlaşılmaktadır. Nitekim onun doğduğu ve yetiştiği Horasan bölgesinde yaşayan müminler, Sahâbe ve Tâbiûn’un cihat ruhu ile hareket etmiş ve îlâ-i kelimetullah vazifesini hakkıyla yerine getirmişlerdir. El-Harakânî de aynı yolu takip etmiş, İslâmî ilimleri tedrisinden sonra Harakan’daki dergâhında binlerce civanmert yetiştirmiştir. Onun kalpleri fethetmek için yaptığı çalışmalar yıllar sonra meyvelerini vermiş, “Horasan erenleri” diye bilinen on binlerce gönül insanı yetişmiştir. Bu gönül erleri İslâm’ı temsil ve tebliğ görevi için yollara düşmüş ve emaneti kendilerinden sonra gelenlere devretmişlerdir. Böylece Hz. Peygamber’in yolunu takip eden el-Harakânî’nin başlattığı “gönülleri İslâm ile buluşturma hareketi” Kars’a gelmiş, buradan da tüm Anadolu’ya ve Balkanlar’a yayılmıştır. (Uzgur, s.37; Seyhan, 11/2013, s.453-454) 1. Hocaları Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin tasavvufa intisabı¸ âriflerin sultanı Bâyezîdi Bistâmî’yedir. Seyrü sülûk eğitimini Bistâmî’nin rûhâniyetlerinden almıştır. (Molla Câmî¸ 1337, s.444.) Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan ilim öğrenen elHarakânî, en sonunda hemşerisi Bâyezîd Bistâmî’nin dergâhında karar kılmış, seneler önce vefat etmiş bulunan Bâyezîd’in yolunu devam ettiren müritleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezîd sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür. (Attar, II, 201; İbn Battuta, 1985, I, 433.) Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî, Ebu’l-Abbas el-Kassâb, Ebû Saîd el-Mihenî gibi mutasavvıflarla, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet yöneticisiyle, İbn Sinâ (ö.980/1037) gibi felsefe ve tıp otoriteleriyle çağdaştır. Kuşeyrî ile görüştüğünü Keşfu’l-Mahcûb müellifi Hucvirî’den (ö.465/1072) öğrenmekteyiz. Hucvirî, Kuşeyrî’nin onun hakkında:“Harakan’a varınca Şeyh Ebu’l-Hasan’ın heybet ve haşmetinden fesahatim sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım” dediğini nakleder. Ebu’lAbbas Kassâb ise onun hakkında: “Tasavvuf pazarında rihlet/ziyaret Harakânî’ye lâyıktır” demektedir. (Câmî¸ 1337, s.444; Çiftçi, 2004, s.76.) 80 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90 2.Etkilediği Şahsiyetler Ebu’l-Hasan Harakânî, yaşadığı çağda İslâm coğrafyasının büyük bir bölümünde etkili olmuş liderlerdendir. Ahmed Yesevî’den (ö.562/1167) Hacı Bektâş-ı Velî’ye (ö. 670/1271), Şems-i Tebrîzî’ye, Hz. Mevlânâ’ya kadar pek çok ârifin yolu onda buluşur. Nebevî irfanın bu büyük vârisi Anadolu’dan cihanın dört bir yanına nur ve feyz kaynağı olmuştur. el-Harakânî’nin, bugün de Kars’ın kalbindeki dergâhı ile bütün arza nûrânî feyizlerini dağıtmaya devam etmekte (Yalsız uçanlar, 2006) olduğu kanaatini aynen paylaşmaktayız. Bâyezîd ve el-Harakânî, daha sonra ortaya çıkacak olan Yesevîlik, Bektâşîlik ve Nakşbendîlik’in de kendisinden neş’et ettiği şahsiyetlerdir. Çünkü kendisinden sonra onun yolunu devam ettiren Ebû Ali Farmedî (ö.477/1084) hem Yûsuf el-Hemedânî’nin(ö.534/1140), hem de elGazzâlî’nin(ö.505/1111)üstadıdır. Dolayısıyla el-Harakânî, el-Gazzâlî’nin yolunun da önde gelenidir. Yûsuf el-Hemedânî ise hem Yesevîlik’in kurucusu Ahmed Yesevî’nin, hem de Nakşbendîlik’in üveysî pîri Abdülhâlık Gucdüvânî’nin(ö.575/1179 veya 617/1220) mürşîdidir. Bektâşîlik’in Yesevîlik ile bağlantısını düşündüğümüzde Harakânî bu üç kolun kendinden çıktığı merkez konumundadır. (http://hasankamilyilmaz.com) 2.1.Gaznelî Mahmûd İlk Müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd onu ziyaret ederek feyz alanlar arasındadır. Feridüddîn Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sında verdiği bilgiye göre, Gazneli Mahmûd, Şeyh el-Harakânî ile birkaç defa görüşmüştür. Şeyhin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakan’a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh elHarakânî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de el-Harakânî bunu reddeder. Bu sefer, “ondan bir hatıra olsun diye” herhangi bir eşyasını ister. el-Harakânî de Sultan’a gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:“Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim?” Şeyh şu karşılığı verir:“İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 81 ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.”Sultan Gazneli Mahmûd (971-1030), Harakânî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi. Şeyh dedi ki:“Şu dört şeye dikkat et! Günahlardan sakın,namazını cemaatle kıl,cömert ol,mahlûkata şefkatle muamele et!”(Attar, 1991, II, 209; Çiftçi, 2004, s.149vd.) 2.2.İbn Sina Tezkiretü’l-Evliyâ veel-Hadaiku’l-Verdiyye de anlatılan menkıbelere göre el-Harakânî, çağdaşı felsefe ve tıp otoritesi, eserleri batı üniversitelerinde okutulan İbn-i Sînâ ile de görüşmüştür. Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan Filozof İbn-i Sînâ, el-Harakânî’yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp hanımından nerede olduğunu sorar. Hanımı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn-i Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına; onu aramaya gider. Yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar: Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:“Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu aslan da bizim yükümüzü taşıyor” diyerek cevap verir. (Attar, 1991, 207; Çiftçi, 2004, s.55, 144vd.) 2.3Abdullâhel-Ensârî Menazilü’s-Sâirinadlı eserinde tasavvufî hal ve makamları anlatarak tasavvuf tarihimizde haklı bir şöhret kazanan Abdullâh el-Ensârî el-Herevî(ö. 481/1089)de Harakânî’nin müritlerindendir. Nitekim o şöyle der: “Hadis, fıkıh ve diğer İslâmî ilimlerde pek çok üstaddan okudum. Tasavvuftaki üstadım ise Ebu’lHasan el-Harakânî’dir. O’nu görmeseydim marifete eremezdim.”(Hânî, s.106; Çiftçi, s.106.) 2.4.Nâsır-ı Hüsrev Tezkiretu’ş-Şu’arâ’nın müellifi, devrin İsmailî düşünürü bürokrat şair ve din adamı Nâsır-ı Husrev (394-481/1004-1088) de, Harakân’a giderek Ebu’lHasan el-Harakânî ile sohbet etmiş ve onun kerametlerinden bir şekilde etkilenerek İslam’a tam dönüş yapmıştır. (Çiftçi, s.146.) 3.Ebu’l-Hasan el-Harakânî’de Tasavvufî Kavramlar El-Harakânî Kur’an ve Sünnet’i kendisine rehber edinmiş bir İslâm âlimidir. Onun: “Kur’an, kulun Allah’ı aradığı her vesileden daha üstündür. Öyleyse Allah’ı sadece Kur’an’la ara”(Çiftçi, s.46)ve “Allah kelamındaki zevki tatmadan bu dünyadan giden hiçbir şeyden nasibini almamıştır”(Attar, a.g.e., 82 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90 s.630) sözleri Kur’an’a verdiği önemi ve değeri göstermektedir. Aynı şekilde o, Sünnet’e de gönülden bağlıdır. Onun Hz. Peygamber’in yolundan gittiği şu sözünden anlaşılmaktadır: “Allah’ın bana ihsan ettiği şu makama yeryüzündeki halk için de, göklerdeki melekler için de yol yoktur. Eğer bu makamda Muhammed Mustafa’nın şerîatından başka bir şey görecek olsam derhal geri dönerim. Çünkü ben başkomutanı Hz. Muhammed olmayan bir kervanda bulunmam!”(Attar, s.630; Seyhan, 11/2013, 553) El-Harakânî’nin Sünnet’e bağlığı şu sözünden anlaşılmaktadır: “İlâhî! Her koşulda Senin ve Rasûlü’nün bendesi (kulu, kölesi ve esiriyim), halkının (tüm insanların) hizmetçisiyim!”(Attar, s.616)el-Harakânî bu sözüyle, Allah’a gönülden iman ettiğini, Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in sünnetini kendine rehber edindiğini ve son din İslâm’ın tanınması için çalıştığını ifade etmektedir. Böyle bir sözü söyleyen kimsenin Sünnet’e bağlılığında şüphe yoktur. Nitekim elHarakânî, Kur’an’ın Hz. Peygamber’in örnek alınması tavsiyesine (Ahzâb, 33/21) uygun bir hayat yaşamıştır. Bu durum, onun İslâmî ilimleri tedris ettiğinin,Kur’an-ı Kerim’i ve Sahih Sünnet’i çok iyi bildiğinin ve hayatının her anında bu iki kaynaktan beslendiğinin bir delili olarak görülebilir. Kendisinden iki asır sonra yaşayan Mevlânâ da (ö. 672/1273) tıpkı onun gibi Kur’an ve Sünnet’e bağlılığını şu sözüyle ifade etmiştir: “Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim. Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum. Biri benden, bundan başkasını naklederse, ondan da o sözden de şikâyetçiyim!” (Mevlânâ, 1992, II, 1387; Seyhan,2013, 554.) Diğer taraftan el-Harakânî, sözde âlimleri ve bunların peşinden gidenleri uyarırken de şunları söylemiştir: “(Sözde) âlimler: ‘Biz Peygamber’in mirasçılarıyız’ diyorlar, oysa Rasûl’ün mirasçıları biziz (zira onun Sünnet’ine biz uyuyoruz ve dediklerini biz yapıyoruz). Çünkü Rasûl’de mevcut olan şeylerin bazısı bizde de var. Rasûl fakrı (Yüce Allah karşısında hiçliği) seçmişti, biz de fakrı seçtik. O cömertti, güzel bir ahlâkı vardı, (sözde âlimler gibi) hainlik (nedir) bilmezdi, basiretliydi, halkın rehberiydi, (sözde âlimler gibi) tamahkâr değildi, hayrı ve şerri Allah’tan bilirdi). Tabiatında kandırma diye bir şey bulunmazdı. Zamanın (yaşadığı dönemin kötülüklerinin) esiri değildi, (sözde âlimler gibi) halkın korktuğu şeyden korkmaz, halkın güvendiği şeye güvenmezdi ve hiç de (kibirlenip) gururlanmazdı. İşte bütün bunlar civanmertlerin sıfatıdır. Rasûl (s.a.v.) (manevî derinlik ve Allah’a yakınlık bakımından) ucu bucağı olmayan bir ummandı. Eğer ondan bir damla ortaya çıksa bütün âlem ve mahlûkat içinde boğulurdu (şaşırıp kalırdı). İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hak (Allah), İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 83 sonu (Muhammed) Mustafa’dır, arkasında da Sahâbe vardır. Bu (hizmet) kervan(ın)da bulunan ve ruhları (Yüce Allah, Hz. Muhammed ve Sahâbe’nin ruhlarıyla ve) birbirleriyle kaynaşan kimselere ne mutlu! Ama Ebû Hasan ruhunu hiçbir mahlûka (yaratılmış bir insana, makama, mevkîye, paraya) bağlamamıştır.”(Attâr, s. 622-623.) El-Harakânî, bu sözüyle nasıl bir hadis ve Sünnet anlayışına sahip olduğunu ortaya koymakta, “Âlimler peygamberlerin varisleridir” hadisinin farkında olduğunu göstermekte, Hz. Peygamber’in gerçek anlamda varisi olacak kişinin vasıflarını saymakta ve gördüğü yanlışları diliyle düzeltmektedir. O, bir vâriste olması gereken önemli vasıfları saymış, âlim olduğunu iddia eden ama gereğini yapmayanları tenkit etmiş, Kur’an ve Sünnet’e bağlı bir İslâm âliminin Hz. Peygamber ve Sahâbe’nin yolundan gitmesi gerektiğini söylemiştir. Yoksa o, âlim ve sûfî ayrımına gitmemiş, söylediğinin tam tersini yapan, ancak hâlâ âlim olduğunu iddia eden kimselere karşı müminleri uyarmıştır. (Seyhan, 11/2013, s.576) el-Harakânî şöyle demiştir: “(Ey insan!) Eğer senin tandırından senin elbisene bir ateş sıçrarsa, onu hemen söndürmeye çalışırsın. (Öyle de) senin dinini yakacak bir ateşin, yani senin kalbinde yer alan kibir, haset ve riya ateşini, nasıl uygun bulursun (da bu ateşi söndürmek için hiçbir çaba sarf etmezsin? Bu olacak şey midir?)” (Harakânî, 1997, s. 42-43; Seyhan, 11/2013, s.579) Harakânî, tevbe, teslimiyet, rızâ ve ihlâsı tarikatın binâsı; ilmi, hilmi, zühdü, takvayı, kanaati ve yakîni tarikatın altı hükmü; ihsanı, zikri, istek ve arzuları terk etmeyi, dünyayı terki, havf ve şevki tarikatın altı gereği; gayreti, ayıpları örtmeyi, özür dilemeyi ve sükûtu dervişliğin dört derecesi; güneş gibi şefkatli¸ deniz gibi cömert ve yeryüzü gibi tevazu sahibi olmayı fakrın üç nişanesi; iyilik istemeyi, Allah (c.c.)’ın rızasını, kimsede ayıp görmemeyi, hırka giyinmeyi, sabrı, şükrü ve kanaati dervişliğin yedi mertebesi olarak dile getirmiştir. (Harakânî, Risâle, s.46-48; Özköse, 2011, s.25) Onun tasavvufî konulara dair bazı düşüncelerini anlamak için şu sözleri burada anmak gerekmektedir: el-Harakânî insanları helak eden şeyleri açıklarken şunları söylemiştir: (İnsanları helak eden şey); nefsin isteklerini yerine getirmek, şehvetlerde nefse itaat etmektir. (Çiftçi, a.g.e., s. 144) (Ama) muamelâta (dini yaşamaya) gelince metâ (…ınca yaparım), hatta (…e kadar yaparım), sevfe (…daha sonra yaparım) 84 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90 ve lealle (umulur/belki yaparım)’ye (işi) bırakmaktır.‛ (Harakânî, 1997, s. 88; Çiftçi, s. 39-40; Seyhan, 5/2013, 1065) “Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allah onun o günkü ibâdetini kabûl etmez.” (Attâr, a.g.e., s. 628) “Hak için yaptığın her şey ihlas, halk (görsün ve bilsin diye) yaptığın her şey riyadır” (Attâr, a.g.e., s. 627) “İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak tâatı yaparsa, sorgusuz suâlsiz Cennet’e gidebilir: Kalb, nefs ve dil.”(Attâr, a.g.e., s. 629) Yine el-Harakânî: “(Günah ve hatalarınızı düşünerek) çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz; çokça başınızı yastıktan uzak tutunuz ve bir daha yastığa baş koymayınız (çok uyanık olunuz, az uyuyunuz)” (Attâr, a.g.e., s. 630) El-Harakânî: “İçinde Allah’tan başkasına yer olan bir kalp, baştanbaşa ibâdet ve taat olsa da ölüdür.” (Attar, a.g.e., s. 623) el-Harakânî bir defasında şöyle demiştir: ‚Üç zümre için Allah’a yol vardır: Mücerred ilimle (uğraşan âlim), hırka ve seccade ile (sûfî) ve kürek ve elle (çalışan işçi); yoksa boş duran nefis insanı helak eder.‛ (Attâr, a.g.e., s. 628; Çiftçi, a.g.e., s. 44; Seyhan, 5/2013, 1065) el-Harakânî bir başka sefer ise şöyle demiştir: ‚Yeryüzünde gezen nice kimse vardır ki, (Allah’ı bulmadıkları için) ölüdür. (Ama) yer altında yatan nice kimse vardır ki (Allah’ı buldukları, O’na teslim oldukları ve O’nun rızasını kazandıkları için) diridir!‛ (Attar, a.g.e., s. 631; Seyhan, 5/2013, 1072) Yine el-Harakânî bir defasında şöyle demiştir: “Hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar herkes bildiği ile övünür. Hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır. İşte o zaman marifeti kemale erer.” (Attar, a.g.e., s. 621; Seyhan, 5/2013, 1072) O, şöyle demiştir: “Müminlerin organlarından (herhangi) birinin aralıksız Yüce Allah (O’nun emir ve tavsiyeleri) ile meşgul olması gerekir. Ya O’nu kalbiyle anmalı ya da diliyle O’nu zikretmelidir. Ya gözle O’nun görmek istediğini görmeli, ya eliyle cömertlik yapmalı ya da ayağıyla insanları ziyaret etmelidir. (Yani, tüm insanlara İslâm’ı anlatmalı, Allah’ı tanıtmalı, onların dert ve problemlerini dinlemeli, çözüm önerileri geliştirmeli, her konuda onlara İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 85 yardım elini uzatmalı ve hizmet etmelidir.) Veya başıyla (aklıyla, fikir ve düşünceleriyle) inananlara hizmette bulunmalıdır. Veyahut kesin bir inanç ile (elinden başka bir şey gelmiyorsa kabul olunacağına içten inanarak) Allah’a dua etmelidir. Ya da aklından (zihin ve düşünce dünyasında) marifete ulaşmaya (tefekküre devam edip Allah’a yakın olmaya, fena mertebesine vasıl olmaya) çalışmalı veya her işinde ihlâslı olmalıdır. Ya da kıyamet gününün çetin geçeceği konusunda tüm insanları uyarmalı (en güzel metot ile emr-i bi’l-ma’ruf ve’nnehyi ani’l-münker yapmalı)dır. Böyle bir kimsenin (yeniden diriliş gününde) kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürte sürte cennete gireceğine ben kefilim.” (Harakânî, 1997, s.43; Seyhan, 5/2013, s.2058) El-Harakânî: İlimden en fazla nasibi olan, onunla amel edendir. En faziletli) amel ise üzerine farz olandır‛(Attar, a.g.e., s. 624) “Beş çeşit sefer var: İlki ayakla (bedenle), ikincisi kalple (tefekkürle), üçüncüsü himmetle (Allah’ın nuru ile), dördüncüsü temaşayla (Allah’tan kalbe gelen bir ilham ile tüm mevcûdâtı seyretmekle), beşincisi nefiste fâni olmakla (bütün ruhunda ve bedeninde Allah’ı hissetmekle).” (Attar, a.g.e., s. 626; Seyhan, S/2013, 2060) el-Harakânî şöyle der: “Afiyeti aradım yalnızlıkta buldum, selameti de susmada!”, (Attar, a.g.e., s. 611; Seyhan, S/2013, 2068) “Sûfî kimdir?” diye soranlara: Hırka ve seccade ile sûfî olunmaz, merasim ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fena ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lâzım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.”(Attâr, a.g.e., s. 628) el-Harakânî: “Allah kuluna, imandan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsan etmemiştir.”(Attâr, a.g.e., s. 628) Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh dedi ki:“Bir erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!”(Attâr, a.g.e., s. 598) İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:“İnsanlar üç zümredir:Sen kendisini incitmediğin halde o seni incitir.Sen kendisini incitirsen o da seni incitir.Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.”(Attar, a.g.e., s.631) Kurban bayramı günü oğlunu öldürdüklerinde şu rubâîyi söylediği rivayet edilmektedir: 86 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90 “Hâşâ ki senin hükmüne, isyan edeyim, Yahut senin rızanın hilafına, bir nefes vereyim. Bana yüz göz bebeği daha lazımdır, Ta ki böylesi bir günde, sana kurban edeyim.” (Çiftçi, 2004, s.54.) El-Harakânî, Nakşibendiyye’den (Tahsin, 1994, X, 90; Çiftçi, s. 92-95) Halvetiyye’ye, (Uludağ, 1997, XV, 393-394) Kâdiriyye’den (Azamat, 2001, XXIV, 131-135) Mevleviyye’ye (Tanrıkorur, 2004, XXIX, 468-474) pek çok tarikata kaynaklık etmiş ve yol göstermiş bir bilgedir. Onun kendisinden sonra gelenlere ilim ve irfan noktasında rehberlik etmesi ve kâmil insanlar yetiştirmesi iyi bir Allah dostu olduğunun göstergesidir. (Seyhan, 5/2013, 1052) El-Harakânî, Hz. Peygamber’in yolunu takip etmiş ve talebelerine de bunu öğretmiştir. Onun amacı, insanların Yüce Allah’ı tanımaları, O’nu sevmeleri ve O’ndan başkasına kulluk etmemeleri olmuştur. El-Harakânî, yaşadığı dönemde Hz. Peygamber’in yolundan gittiğini iddia eden, ama tersini yapan âlimleri tenkit etmiş, gerçek bir İslâm âliminin Hz. Peygamber’in ve Sahâbe’nin yolundan gitmesi gerektiğini söylemiştir. El-Harakânî, Hz. Peygamber’in ashabına ilim öğrettiği gibi, civanmertlerini dinî ve tasavvufî konularda eğitmiş, kendisi de söylediklerini bizzat uygulayarak manevî anlamda üstün dereceler kat etmiştir. Onun yazılı eserlerinin az olması bir eksiklik değildir. Zira o, eser yazmaktan ziyade gönül adamı insan-ı kâmil yetiştirmeye önem vermiştir. (Seyhan, 11/2013, 552) Sonuç Ebu’l-Hasan el-Harakânî, hayatı boyunca sırf Yüce Allah’ın rızasını gözeterek İslâm’ı temsil ve tebliğ etme gayretinde olmuş, Kur’an ve Sünnet’i kendisine rehber edinmiş bir İslâm mütefekkiridir. Onun sözleri, âyet ve hadisleri özümsediğinin ve konuşmalarında bunları referans aldığının bir delilidir. İnsanların adlarının yüzyılları aşıp gelmesi büyük bir mazhariyettir. Harakânî bunu yaşayan gönül sultanlarındandır. El-Harakânî, Allah Teâlâ’ya ve O’nun Resulüne gönülden bağlılık, Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Nebevî’ye hassasiyetle sarılma, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker yapmak, kişinin kalbini kibir, riya ve hased gibi kötü hasletlerden arındırmak, tevbe, rıza, teslimiyet, ihlâs, hilim, zühd, takva, ihsan, daimî zikir, mehafetullah, cömertlik, tevazu, sabır, şükür, kanaat, nefse muhalefet ve benzeri tasavvufî düşüncenin temel konularının hemen hemen hepsine İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 87 değinmiş, kendisinden sonra tasavvuf yolunu takip edeceklere mükemmel bir ahlak modeli olmuştur. el-Harakânî Gazzâlî, Hemedânî, Necmeddin Dâye, Attâr ve Mevlânâ gibi sûfîleri derinden etkilemiştir.Fütüvvet anlayışıyla da Anadolu Ahîliğinin kurulmasına öncülük etmiştir.Adına inşâ edilen cami, tekke ve külliye ile Kars’ta hâlâ yaşamaktadır.Kendisine izafe edilen risâleleri tasavvuf kültürümüze zenginlik kazandırmıştır.İnsanlarımız onun adıyla bütünleşmekten dolayı metafizik bir güç ve manevî bir haz elde etmeye devam etmektedirler.(http://hasankamilyilmaz.com) El-Harakânî, Nakşibendiyye, Halvetiyye’ye, Kâdiriyye ve Mevleviyye gibi birçok tarikatın silsilelerinde yer almış, pek çok sufinin yetişmesine vesile olmuş evliya Allahtan bir zattır. El-Harakânî, kendisini hem zahirî hem batınî ilimlerde derinleştiren, tasavvufî konuların birçoğunu izah ederek salikler ve kendisinden sonra gelecek olanlar için rehberlik eden âlim ve ârif bir sûfîdir. KAYNAKÇA Abdülmecid Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, Kâhire 1308. Ahmed Hilmi, Mir’ât-ı Bâyezid Bistamî ve Ebu’l-Hasan Harakânî, İstanbul 1319. Alanka, İbrahim, Ebu’l-Hasan Harakânî, Elif matbaacılık, Ankara 1976. Attar, Feridüddin, Tezkiretü’l-evliya, çev., S. Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1991. Azamat, Nihat, Kâdiriyye, DİA, İstanbul, 2001, XXIV, 131-135. Çerçi, Faris, Gelibolulu Mustafa Âlî Kitabü’t-Tarih-i Künhü’l-Ahbâr’ında II. Selim, III. Mustafa ve III. Mehmet, Kayseri 2000. Çiftçi, Hasan, “İki Ünlü Şafiî’nin İlginç Görüşmesi (Ebû Said-i Ebu’l-HayrEbu’l-Hasan-i Harakânî)”, Şarkiyât Araştırmaları Dergisi, 2003, C. 3, Sayı: 9, s. 7-22. Çiftçi, Hasan, “Mevlânâ İle Şems-i Tebrîzî’ye Göre Ebu’l-Hasan-i Harakânî”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, (Mevlânâ Özel Sayısı),Ankara, 2005, Yıl, 6, Sayı: 14, s. 565-590. 88 | İsa ÇELİK / Harakani Dergisi 1-2014, 75-90 Çiftçi, Hasan, “Şeyh Harakânî İle Şeyh Bâyezîd Arasındaki İlginç Manevî İlişki,” Şarkiyât Araştırmaları Dergisi, 2003, C. 3, Sayı: 11, s. 23-40. Çiftçi, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri) Nûru’l-‘Ulûm ve Münâcât’ı (Çeviri-Açıklama-Metin), Şehit Ebu’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004. Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Şenol Kantarcı, Ebu’l- Hasan Harakânî Yayınları, Ankara, 1997. Ebu’l-Hasan Harakanî, Risale Der Tarik-i Edhemiyye ve Kulah-i Çar Terk. Evliya Çelebi, Seyahatname, İstanbul,1928-1938. Gelibolulu Mustafa Âlî Kitabü’t-Tarih-i Künhü’l-Ahbâr, Kayseri Reşit Efendi Kütüphanesi, 901-920. Gölpınarlı, Abdülbaki, Mesnevî Şerhi, İnkılâp Kitapevi, İstanbul, 1974. Herevî, Tabakât, nşr, Muhammed Server Mevlayî, Tahran, 1362. http://hasankamilyilmaz.com/index.php?option=com_content&task. Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcub, çev., S. Uludağ, İstanbul, 1982. İbn Battuta, er-Rihle, Beyrut, 1405/1985. Kazvinî, Âsârü’l-Bilâd, Daru Sadır, Beyrut ts. Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, Ankara, 1992. Molla Câmî¸ Nefahâtü’l-Üns, Tahran, 1337. Özköse, Kadir, “Tasavvufî Görüşleriyle Ebu’l-Hasan Harakanî”, Somuncu Baba Dergisi, Şubat 2011. Özköse, Kadir-Şimşek, H. İbrahim, Altın Silsile’den Altın Halkalar, Nasihat Yayınları, Ankara, 2009. Peçevî, Peçevî Tarihi, Haz., Bekir Sıtkı Baykal, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1994. Seyhan, Ahmet Emin,“Ebu’l-Hasan El-Harakânî’de Kur’an Kültürünün Yansımaları”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkisho rTurkic, Volume 8/6, p. 641-664, Spring 2013. İsa ÇELİK / Harakani Quarterly 1-2014, 75-90 | 89 Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu’l-Hasan El-Harakânî’nin Sünnete Bağlılığı ve Hadis Anlayışı”, TheJournal of Academic Social Science Studies,Volume 6 Issue 8, p. 551-588, October 2013. Seyhan, Ahmet Emin,“Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin Tefekkür Anlayışı”,Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkishor Turkic, Volume 8/8, p. 2053-2071, Summer 2013. Seyhan, Ahmet Emin,“Ebu’l-Hasan El-Harakânî’nin İlim Anlayışı”,International Journal of Social Science,Volume 6 Issue 5, p. 10491083, May 2013. Tanrıkorur, Barihüda, “Mevleviyye”, DİA, Ankara, 2004, XXIX, 468-474. Uludağ, Süleyman, “Halvetiyye”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 393-394. Uludağ, Süleyman, “Harakanî”, DİA, İstanbul 1997, XVI. Uzgur, Yavuz, Anadolu’nun Manevî Fatihi Ebu’l-Hasan Harakânî ve Kars, Ebu’l-Hasan Harakânî,Harakanî Vakfı Yay., Kayhan Matbaacılık, Ankara, 2012. Yakut b. Abdullah el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan, Beyrut, 1986. Yalsızuçanlar, Sadık, Seyr u Süluk Risalesi, Çev., Mustafa Çiçekler, Sufi Kitap Yayınları, İstanbul, 2006. Yazıcı, Tahsin, Ebû Ali el-Farmedî, DİA, İstanbul, 1994, X. Yılmaz, Hasan Kamil, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İstanbul, 2001. Yüce, Abdulhakim, “Ebu’l-Hasan el-Harakani”, Yeni Ümit Dergisi, Ocak-Mart 2010, Sayı: 87, s.60-63. Zehebî, SiyeruA’lâmi’n-Nübelâ, Beyrut, 1984. Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 91-108 HARAKÂNÎ’DE SEVGİNİN FORMULÜ Mustafa IŞIK Özet Gönlü insan sevgisi ile dolu olan, tasavvufta fenâfillâh anlayışına sahip bulunan Ebû’l-Hasan el-Harakânî (352/963-425/1033) İran’ın tarihî Horasan bölgesinde yaşamış bir sûfîdir. Ömrünün son yıllarında, dervişleriyle birlikte fetih ordusunun manevî komutanı olarak Kars civarına gelmiş, şehit düşerek Kale eteklerine gömülmüştür. Allah, peygamber ve sahabe yolunu izleyen bu sûfînin, 1590’lı yıllarda, Kars Kalesi’nin imarı sırasında kabri ortaya çıkarılarak adına cami ve türbe yapılmıştır. Harakani’nin bizzat kendisinin telif ettiği bir eserinin varlığı bilinmemektedir. Ancak söz ve menkıbeleri daha sonra bazı müritleri ve bazı tezkire yazarları tarafından kaleme alınmıştır. Yazılı kaynaklar bize Harakânî’nin din sevgisi yanında insan sevgisi ile dolu olduğunu göstermektedir. Bu makalede, Kars’taki keşfinden beri kabri ziyaret yeri olan ve halkın gönlünde taht kuran bu zatın ‘neden bu kadar çok sevildiği’ sorusunun cevabı aranacaktır. Anahtar kelimeler: Harakânî, Sûfî, Tasavvuf, Halk, Sevgi, Kars. THE FORMULA OF LOVE IN THE HARAKÂNÎ’S THOUGHT Abstract Abu’l-Hasan al-Harakânî who is complately full of human love has fenâfillâh understanding is lived in Khorasan region of Iran a Sufis. After fifty years of age, joining the army with the conquest of the dervishes, come around Kars, fallen and was buried in the foothills of the castle. Extremely nice people that are full of people with the love of God, followed the path of the Prophet and the Companions. At the end of the sixteenth century the tomb removed during the reconstruction of the city castle made on behalf of the mosque and the Tomb. The existence of a copyrihgt work himself was not known. Although he didn’t have any books or written copy his oral sentences and short advising stories were put into written from by some Tazkira writers and some one who loves him soon after his death. Written sources tell us Harakani next to the love of religion is ‘filled with the love 92 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 of people' shows that. In this article, since then the hearts of the people who visit the place and this self, 'Why are you so loved' and the answer shall be required. Key words: Harakânî, Sufî, Sufism, Folk, Love, Kars. GİRİŞ Büyük adamlar, büyük dağlara benzer. Ağrı, Erciyes, Süphan Dağı gibi… Dört ana yönden bakınca dört ayrı manzara görürsünüz. Fakat hepsi de aynı dağın görüntüleridir. Dört ana yönü ara yönlerle sekize çıkarıp fotoğraflarını çekseniz yine farklı manzaralar görürsünüz; ama hepsi de bir dağın farklı görüntüleridir. Kars Kalesi de öyledir; güneyden başka, kuzeyden başka, doğudan ve batıdan farklı gözükmekte, ama hepsi de Kale’den birer manzaradır. Bu Kale’nin eteklerinde şehit düşmüş, şahadetine gök, yer, toprak ve eşyanın şahit olduğu Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî (ö. 425/1033) de öyle, dağ gibi büyük bir şahsiyet olduğu için, herkesin kendi zaviyesinden anladığı ve anlattığı birçok Harakânî bulunmaktadır. Harakânî Vakfı başkanı bir sohbetinde, “Herkes kendi düzeyinden bakıyor; gördüğü, kendi idrakine sığandır. O, idraki çok fazla aşmış bir zatı, anlamak güçtür.”1 demektedir. Binâenaleyh, anlamak zor olunca, anlatmak da zor olacaktır. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur”2 sözünden hareketle, Ebu’l-Hasan Harakânî’yi, kendine nispet edilen sözlerden hareketle anlatacağız. Ama burada asıl sorumuz şu olacak: “Aradan asırlar geçmesine rağmen bu zat, neden bu kadar seviliyor?” Tasavvuf şeyhleri genellikle ellerine kalem alıp kitap yazmazlar. Onlara göre sohbet, yazıdan üstündür.3 Konuştuklarını müridleri not ederler.4 Harakânî’ye nispet edilen Nûru’l-Ulûm adlı eserin elimizdeki nüshası, bu kitaptan seçmeler şeklindedir.5 Seyr u Sulûk Risâlesi ise bu yolun sâlikleri, yani 1 2 3 4 5 Yavuz Selim Uzgur, Anadolu’nun Kalbi: Harakanî, Hazırlayan: S. Yalsızuçanlar, İstanbul, 2012, s. 34. (Kaynaklar ilk geçtiğinde tam adıyla, sonra soyadı ya da tanınan adıyla verilmiştir.) Türk Atasözleri ve Deyimleri, M.E.B., I-II, İstanbul, 1971, II/346. Hasan Çiftçi, Şeyh Ebû’l-Hasan Harakânî I, Kars: Şehit Ebû’l-Hasan Harakânî Derneği Yayınları, Kars, 2004, s. 40; Ayrıca bkz. s. 43, 48, 79-80, 173; Peygamberin varisi odur ki, peşi sıra gider; o değildir ki, ömrünü sadece kâğıtların yüzünü karalamakla geçirir. s. 81. Bir öğrenci, ilahiyat hocası Dr. Mustafa Çuhadar’a ‘Niçin kitap yazmıyorsunuz?’ diye sorduğunda ‘Sizi yazıyoruz ya’ cevabını vermişti. Şenol Kantarcı, Nûru’l-Ûlum, Ebû’l-Hasan Harakânî Derneği, Kars, 1997, s. 21, 97; Çiftçi, s. 173, 185, 199, 215. Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 93 mürîdler için yazılmış bir rehber konumundadır.6 Ancak Attar’ın Tezkire’sinde7 yeterli denecek ölçüde bilgiler bulunmaktadır. Tasavvuf Edebiyatı’nda önemli bir yeri olan ve Harakânî ile aynı çağda yaşayan Kuşeyrî’nin (ö.986/1072) kendisini ziyaret ettiği, yanında dilinin tutulduğunu söylediği halde,8 Harakânî’den hiç bahsetmeyişi konusunda, Çiftçinin kendi çağdaşlarını tasvip etmeyişine bağladığı yoruma9 katılıyoruz. Nitekim hadis tenkit metoduna göre, tarafsız olmayanın cerhi (tenkidi) kabul edilmez. Çünkü aynı çağda yaşayan insanlar çoğunlukla birbirini çekememe duygusu taşır10 şeklinde, genel bir kabul vardır. Asıl adı Ali olan Ebu’l-Hasan, hayvancılık ve tarım toplumunda yaşayan her insan gibi, gençliğinde hayvan otlatır11, zamanın geçerli mesleği “eşekle yük taşıyarak”12, geçimini sağlar13, çiftçilik-çapacılık yapar14, çamur karıp duvar örer15, dağa gidip odun toplar.16 Evlenir, çoluk-çocuk sahibi olur. Hakkında anlatılanlar doğruysa, geçimsiz bir karısı vardır; onunla imtihan olur.17 Elini, dilini, gözünü, gönlünü düzeltmek için 40 yıl didinir18, taşı yastık edinir. Yine kendi ifadesiyle, yılanın kavından sıyrıldığı gibi nefsaniyetinden ve benliğinden sıyrılır.19 Eşini boşamaz ama dünyayı üç talakla boşar.20 Rızkının Allah’a ait olduğunu yakinen bilmedikçe işten el çekmez. Yetmiş üç yıldır yaptığı ibadeti az görür21 ve halkı irşad etmeye devam eder. 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 Ebu’l-Hasan Harakânî, Seyrü Sülûk Risâlesi, Çev. Mustafa Çiçekler, der. Sadık Yalsızuçanlar, İstanbul, 2006, s. 24. Feriduddin Attar, Evliyâ Tezkireleri, Çev. Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007. Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, nşr. S. Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982, s. 268; Çiftçi, s. 16, 69. Çiftçi, s. 110. Abdülhay b. Muhammed Leknevî, er-Ref' ve't-Tekmil fi'l-Cerh ve't-Ta'dil, thk. Abdülfettah Ebû Gudde, Mektebetü'l-Matbuâti'l-İslamiyye, Haleb, 1968, s. 260, 263. Çiftçi, s. 280, 32; Kantarcı, s. 11. Sem’ânî, İbn Mansur, El-Ensâb, I- II, Dâru’l-Cinân, Beyrut, 1988, II/ 347. Çiftçi, s. 32; Kantarcı, s. 12. Attâr, s. 592, 593; Çiftçi, s. 33-34. Çiftçi, s. 34. Çiftçi, s. 55. Herkesin sayıp sevdiği Ebu’l-Hasan’ı, hanımı hiç önemsemez. Ziyarete gelen kişilere kötüler. Ayrıntılı bilgi için bkz. Attar, s. 597; Kantarcı, s.12; Çiftçi, s. 49-58, 145, 283-284. Bu durum atasözlerimizde geçen “Ev danası öküz olmaz” sözündeki psikolojiyi yansıtmaktadır. Attar, s. 630; Çiftçi, s. 247, 253-254. Attar, s. 612. Attar, s. 599; manevî şeyhi Bâyezid anlatır: İbrahim (a.s.), eşi Sara’dan Allah’a şikâyet edince ‘yaşamak için Sara ile idare et’ buyurdu; ‘Sara’yı boşa’ buyurmadı. Çiftçi, s. 269; Kantarcı, s. 65. Attar, s. 620; Çiftçi, s. 31. 94 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 Görünen o ki, eğitimci bir sûfî olarak “Şeyhin müritlerine karşı güler yüzlü olması, müridin yanlışlarını tenhada söylemek gerektiği, zengin-fakir mürid ayrımının yapılmaması, mürid sayısında kemiyet değil keyfiyetin önemli olduğu, müridlerini kendi öz evlatları gibi sevmesi gerektiği”22 gibi düşünceleri, onun sevilmesini sağlayan sebeplerdendir. Harakânî, incinse de incitmez.23 Çünkü “Bir mümini incitmeden sabahtan akşama varan bir kimse, o gün akşama kadar Peygamber’le (s.a.s.) yaşamış olur. Eğer mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini kabul etmez.”24 Bütün bunlar yüce değerlerdir. Ama üzerinden bin yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, bilen/tanıyan herkes tarafından sayılmaya /sevilmeye yeterli midir? Bu işin sırrı nedir? Bunu, Ebu’l-Hasan Harakânî’nin yaşadığı hayatı ve söylediği sözleri izleyerek belirleyeceğiz. Belki de Harakânî’nin bu kadar çok sevilmesinin en başta gelen sebebi, onun insanları seviyor olmasıdır denilebilir. Nitekim bir duasında: Allah’ım, eğer bu dünyada, senin yaratıklarına karşı benden daha şefkatli bir kimse bulunursa, o vakit ben kendimden utanç duyarım25 der. Bu mertebeye ulaşması kolay olmamıştır. Yukarda belirttiğimiz gibi, elini, dilini, gözünü, gönlünü düzeltebilmek için 40 yıl didinmiştir. Tasavvuf’ta fenâ fillah26 olarak bilinen seviyenin anlatımından sonra, kendi ifadesiyle: “Öyle bir yere ulaştım ki, fikir; hikmet, dosdoğru yol ve halka karşı şefkat haline geldi. Onun yaratıklarına karşı, kendimden başka müşfik birini görmedim. O zaman dedim ki, keşke bütün halkın yerine ben ölsem de halk ölüm yüzü görmese! Keşke bütün halkın hesabı benden sorulsa da kıyamet günü onların hesap vermeleri gerekmese! Keşke tüm halkın azabını bana çektirse de onların cehennemin yüzünü görmeleri gerekmese!”27 Der. Yaşadığı tarihte, bulunduğu coğrafyada insanları gözlemler ve der ki: “Dünyada âlimlik ve kulluk taslayan niceleri var. Fakat sana faydalı olan, her gün akşama kadar halkın beğendiği, her gece sabaha kadar da Hakk’ın beğendiği işte olmaktır.”28 Bu yüzden Hakk’ın rızasını kazanmanın yolunu, yukarıda 22 23 24 25 26 27 28 Harakânî, s. 82-83. Attar, s. 628, 631. Attar, s. 628. Çiftçi, s. 247. “Kulun, beşeri vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp İlahî vasıflarla donanmasıdır.” Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı, İstanbul, 2012, s. 134. Attar, s. 606. Harakânî, s. 81. Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 95 geçtiği gibi, halka karşı şefkat olarak gösterir. “Harakânî için insaniyetçi düşünür; öğretisine de insaniyetçilik demek istiyoruz. İnsaniyet sözcüğünden türetilen bu deyimler, hümanizm ve hümanist deyimlerinden hem daha kapsamlı, hem de Harakânî’ye ve öğretisine daha uygundur.”29 Harakânî, insanlar tarafından bu kadar çok sevilmenin sırrını nasıl bulmuştur? Şimdi bu sorunun cevabını bir hadîs-i şerif yardımıyla bulmaya çalışacağız. 1- DÜNYAYA SAHİPKEN DÜNYALIKTAN UZAK DURMAK Ahiret inancı, nazariyede ahireti tercih etmeyi gerektirse de, pratikte o kadar kolay değildir. Bu yüzden takvâ sahibi müminler tarif edilirken “yakîn” 30 sahibi olarak nitelenir. Dünyalık elde etmeden dünyalığa boş vermek önemli değildir; ama dünyalığa sahipken dünyalık şeylerden uzak durmak, erdemdir. Yani yoksul iken varlığı önemsememek her kişinin; varlıklı iken dünyalığı önemsememek ise er kişinin kârıdır. Harakânî, ‘hedeflerin en güzeline kilitlenen kişilerden biridir. Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre “Kadınlara, çocuklara, altın ve gümüş cinsinden birikmiş hazinelere, soylu atlara, sığırlara ve arazilere yönelik dünya zevkleri insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bütün bunlar dünya hayatında tadılabilir ama ‘hedeflerin en güzeli’ Allah katında olanıdır.”31 Harakânî, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeker: “Her gece akşam namazında Allah’ın huzurunda nefis muhasebesi yapmazsam o gece rahat edemem.”32 der. “Harakânî’nin Münâcâtı”33 diye bilinen dua, aslında insanoğlunun hayat hikâyesidir. Burada dile getirilenlerin hepsi Ebu’l-Hasan’dan çok insanoğlunun Yazoğlu, Ruhattin, “Ebu’l-Hasan Harakânî’de Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, Ebu’l-Hasan Harakânî, Harakanî Vakfı Yay., Kalkan Matbaacılık, Ankara, 2012, s. 25-26. 30 Bakara, 2/4; tasavvufta yakîn, ‘şüpheye düşmeyecek’ derecede bilgi sahibi olmak demektir. İlme’l-yakîn, delille elde edilen bilgidir. Ayne’l-yakîn, keşif ve ilhamla elde edilen bilgidir. Hakka’l-yakîn, apapaçık bilgi olup müşahede ile elde edilir. Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergâh, İstanbul, 1991, s. 219-220; ayrıca bkz. Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 386. 31 Âli-İmrân, 3/14. 32 Attar, s. 603. 33“ Allahım! Beni vücuda getirdiğinde aç mideyi bana yoldaş ettin, doğunca açlıktan ağlıyordum. Kundağa koyduklarında rahatladığımı sandım; elimi ayağımı bağlayarak beni yordular. Akıllanıp konuşunca rahatlarım dedim beni bir öğretmene verdiler. Terbiye sopasıyla anamdan emdiğimi burnumdan getirdiler; korkar oldum. Onu aşınca şehvetin azgınlığına musallat ettin. Zina korkusuyla bir kadınla evlenince çocuklar verdin, onların yiyeceği /giyeceği endişesiyle 29 96 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 hayatıyla örtüşen şeylerdir. Ebu’l-Hasan, dinin emirlerine o kadar bağlıdır ki bir kadınla evlenmesini bile, zina korkusuna bağlamaktadır.34 Bu makalede kullanacağımız hadisin anahtar kelimesi olan zühd (”)زهد “Özellikle dinde, her şeyde zahid adam zahide kadın denildiğinde ikisi de, arzusu az olandır.”35 Darimî’den (ö.225/869) rivayetle İmran, bir gün Hasan Basri’ye (ö.110/728) bir konuda ‘Fukahâ böyle diyor’ dediğimde bana: ‘Vay sana! Sen hiç fakîh gördün mü? Fakîh, dünya konusunda zahid/isteksiz ahiret konusunda istekli, dinin buyruklarında basiretli, Rabbına kulluğa devam edendir’ cevabını verdi. 36 Gazalî’den (ö.505/1111) rivayette ise ‘Fakihler senin fetvalarına karşı çıkıyorlar?’ diyen birine “Sen hiç fakih gördün mü? Fakih dediğin dünyayı arkada bırakıp ahirete yönelen zahid, dinini görüp gözeten, Rabbine ibadete devam eden, Müslümanların hak, hukukuna dokunmayan, onların malını yemekten kaçınan, halka öğüt veren, samimi kimsedir.’ cevabını verdi. Ancak ‘dinin meselelerini ezberleyen/ bilen ve fetva verenden bahsetmedi” dedikten sonra fıkhın fetvalarla ilgisi olduğunu ancak eskilerin fıkha ‘ahiret ilmi’ dediklerini ekler.37 Nitekim Ali el-Kârî (ö.1014/1605) Taberânî (ö.360/970) geçen 38(‘ = ) َوي ُْل ِه ُمهُ ُر ْشدَهOna iyiyi, güzeli, doğruyu buldurur’ rivayeti bunu destekler’ demiştir.39Arapça da soğuk ve ilgisiz davranmak, rağbet etmemek, yüz çevirmek anlamlarına gelmektedir. Tasavvufta ise ahirete yönelmek için dünyadan el-etek çekmek, elde olan mala gönülde yer vermemek gibi anlamlar taşır.40 34 35 36 37 38 39 40 ömrümü bitirdin. Onu aşınca ihtiyarlıkla organlarımı hasta ettin. Ölünce rahatlarım dedim; ölüm meleğine tutsak ettin. Karanlık bir mezara konunca sorgucu melekler geldiler. Allah’ın, ‘Milletin kimdir?’ sorusundan kurtulunca beni tekrar dirilttin. Pişmanlık defterimi elime verdin, oku dedin. Allah’ım, benim kitabım, bu söylediklerimdir. Bunlar yüzünden sana gereğince ibadet edemedim. Beni bağışlamaktan seni alıkoyan nedir?”, Çiftçi, s. 319-320. Çiftçi, s. 319. Halil b. Ahmed, Ebû Abdurrahman Halil b. Ahmed b. Amr Ferahidî, Kitâbü'l-Ayn, thk. Mehdi Mahzumî- İbrâhim Samerraî, Mektebetü’l-Hilal, I-VIII, y.y. t.y. IV/12. Darimî, es-Sünen, Mukaddime 29 (I/76); Gazalî, Ebu Hamid, İhya’u Ulumi’d–Din, Daru’lMarife, I-IV, Beyrut, t.y., I/32. Gazali, Ebu Hamid, İhya’u Ulumi’d-Din, Daru’l-Marife, I-IV, Beyrut, t.y., I/32. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, XIX/340; Ayrıca yukarda ikinci birleşik metin olarak verdiğimiz İbn Ebî Şeybe (el-Kitâbü'l-Musannef, VI/240, VII/165) ve Bezzâr (Müsned, V/117) rivayetleri de aynıdır. Ali el-Kârî, Ebü'l-Hasan, Nureddin Ali b. Sultan Muhammed, Mirkatü’l-Mefatîh Şerhu Mişkâti’l- Mesâbîh, Dârü’l-Fikr, I-IX, Beyrut, 2002, I/283. Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 397. Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 97 Acaba Harakânî bu zühdün neresindedir? Anlatıldığına göre, “Küçücük bir bağı vardı. Burasını bir kere belledi, gümüş çıktı, bir kere daha belledi, altın çıktı, bir defa daha belleyince inci ve mücevherat çıktı. Bunun üzerine dedi ki: “Ya Rab! Beni bununla avutma. Ben dünyayla senden yüz çevirmem!”41 Bu olayı sembolik anlatım olarak benimsesek bile bu hâdiseye uygun düşen bir başka sözünde der ki: “Gözümü meşgul etmek için yeryüzünün bütün hazinelerini önüme serdiler. ‘Buna, böyle şeylere kananlar aldansın’ dedim.”42 Dünya-ahiret konusunda Harakânî’nin felsefesi şu sözünde ifadesini bulur: “Dünya peşinde koştuğun sürece dünya senin padişahındır, ondan yüz çevirince sen ona sultan olursun.”43 Dünyayı terk etmek, gündeminin birinci maddesi gibidir. Müritlerini eğitirken bu hususla alâka kurabilmek için, hemen her şeyi vesile edinir. Meselâ, seyr u sulûk denilen tarikat yolunun esaslarına baktığımızda, mürid olmanın şartı, “malını kurban etmek” ile başlamaktadır. Var olan malını üçe bölen mürid, kurban eti dağıtır gibi, onun bir kısmını ailesine, bir kısmını yakın akrabaya, bir kısmını da şeyhin huzuruna getirmelidir.44 Dervişliğin ‘hırka giyme’ aşamasında, hırkayı bir ‘adam’ gibi düşünür. Onun imanı, namazı, guslü ve kıblesi vardır. Hırkanın guslü ise ‘dünyayı terk’ kavramıdır.45 Yani “Zühd” denilen kavramdır. Yolun Esaslarını anlatırken ‘seccâde = ( ’)سجادةkelimesinin Arapça aslında beş harf (sin-cim-elif-dal-yuvarlak te) olduğunu söyledikten sonra dördüncü harf olan “d = dal = ” دharfinin anlamının Dünyayı gözden çıkar; onu üç talakla boşa demek olduğunu söyler.46 Konu yine zühd kavramına getirilmektedir. Tarikatın hükümleri kaçtır? Sorusunun cevabı ‘altı’dır; bunların üçüncüsü ‘zühd’, yani dünyalıktan el çekmek; dördüncüsü ‘takvâ’, yani olabildiğince yasaklardan kaçıp buyrukları yapmak, beşincisi ‘kanaat’47, yani açgözlülük etmemektir. Bütün bunlar dünyalığa boş vermenin, yani zühdün çeşitli yöntemleridir. 41 42 43 44 45 46 47 Attar, s. 593. Attar, s. 608. Attar, s. 622. Harakânî, s. 26. Harakânî, s. 38. Harakânî, s. 42. Harakânî, s. 46. 98 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 Tarikatın gerekleri kaçtır? Sorusunun cevabı, ‘beş’tir; bunların dördüncüsü ‘dünyayı terk etmek’tir.48 Dervişlik dünyasında özel bir yeri olan ‘Kalender = ( ’)قلندرkelimesinin her harfinin (kaf-lam-nun-dal-ra) sembolik bir anlamı vardır; “d = dal= ”دharfinin anlamı “dünyayı boşamak”49 demektir. Dünyaya sahip olduğu halde dünyalıktan uzak durur. Kendi ifadesiyle, “Öyle bir kudretim var ki, eğer siyah bir abanın Rum dîbası olmasını istesem öyle olur. Şükürler olsun aşkın ve mukaddes Allah’a ki, hakiki hal hem de öyledir. Yani gönlümü dünya ve âhiretten alıyor, Allah’a götürüyorum (bu gücümü ancak bu işte kullanıyorum.)”50 der. Harakânî, sıra dışı bir insan olup, dini yaşama konusunda herkese benzemez. Nitekim bir yakarışında, “Kullarından bazısı namazı ve orucu, bazısı haccı ve gazayı, bazısı ilmi ve seccadeyi seviyor. Yalnızca senin için yaşayıp seni sevdiğim için, bana kapıyı aç.”51 Diye dua eder. Tekkesinin kapısında yazılı olduğu söylenen “Her kim bu eve gelirse ekmeğini verin ve adını/dinini sormayın; zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de layıktır”52 cümlesinde, içinde bulunduğumuz XXI. asırda bile ulaşılamamış olan derin bir insan sevgisi mevcuttur. II- İNSANLARIN SAHİP OLMAK İSTEDİĞİ ŞEYLERE SAHİPKEN ONLARDAN UZAK DURMAYI TERCİH ETMEK Harakânî’nin ahireti dünyaya tercih edişi53 dünyalığı olmadığından değil, yaşadığı hayat tarzının gereğidir. “İnsanlar Allah ve ekmek diyor. Bazısı önce ekmek ve sonra Allah diyor. Bense ekmek değil Allah, su değil Allah, hiç bir şey değil yalnızca Allah diyorum.”54 sözü onun hayat felsefesini dile getirir. “Dervişlik nedir?” sorusuna, “Civanmertlik, üç çeşmeli bir deryadır: Biri cömertlik, ikincisi şefkat, üçüncüsü de halktan doymuş olup Hakk’a muhtaç olmak.”55 Cevabını vermiştir. 48 49 50 51 52 53 54 55 Harakânî, s. 47. Harakânî, s. 48. Attar, s. 602. Attar, s. 616; Çiftçi, s. 45. Kantarcı, 15; Çiftçi, s. 21; Bu sözün anlamını ‘tanrı misafiri’ ile ilgili sözlerinin içinde bulmak mümkündür. Bkz. Çiftçi, s. 251. Duhâ, 93/4. Attar, s. 614. Attar, s. 622; Kantarcı, s. 33; Çiftçi, s. 220. Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 99 Dünyalığa sahip olduğu halde dünyaya boş vermek anlamında cömert olmak, en önemli erdemlerden biridir. Cömertliğin tersi olan cimrilikten de kaçınmayı önerir: “Allah dört şeyle kula hitap eder: Beden, kalp, mal ve dil. Bedeni hizmete ve dili zikre versen bile, kalbini ona verip malla cömertlik yapmadıkça bu yolda mesafe alamazsın.”56 Müritlerine, Yolun Esasları’nı anlatırken, saçtan kesilen üç telden üçüncüsünün sembolik anlamı, nefisteki cimriliğin atılmasıdır. “Cimrilik dalı kesilir, yerine hakikat tohumu ekilir.” der.57 Yani boşluk bırakılmaz. Yolun Esasları’ndan biri de kuşak bağlamak olup, tasavvufta sağlam durmayı ifade eder. Kuşak, beş veya yedi defa dolandırıldıktan sonra bağlanır. Birinci dolandırma, cimrilik bağını gönülden çıkarıp atma ve cömertliği yerleştirmenin sembolik anlatımıdır.58 Ona göre, müminin organlarından birinin daima Allah’la meşgul olması gerekir. Elin görevi de cömertlik olmalıdır.59 Tasavvufta önemli prensiplerden biri de ‘fakr’dır.60 “Rasûl, fakr’ı seçmişti. Biz de fakrı tercih ettik. O, cömertti.” diye başlayan konuşmasında fakr’dan ne anladığının ipuçlarını verir.61 Yolun Esasları’nda, fakrın kıymetli bir mücevher olduğunu söyler. Fakr’ın üç nişanı hakkında, “Güneş gibi şefkatli, deniz gibi cömert, toprak gibi mütevazı olmaktır.” der. Bu yetmez, “ölmüş bir nefis, diri bir gönül ve Allah’ı anmakla genişlemiş zaman” şeklinde üç alâmetinden daha bahseder. Ayrıca baştaki kılları tıraş etmenin de fakrın alâmetlerinden biri olduğunu ekler. Sonra der ki, “Fakr’ın yolu dörttür: 1- Şeriat yolu: 200 dirhemin beşini Allah yolunda harcar. 2- Tarikat yolu: 200 dirhemin beşini kendine, gerisini Allah yolunda harcar. 3- Hakikat yolu: Sahip olduğu her şeyi Allah yolunda harcar. 4- Marifet yolu: Dünyaya dair ne varsa, aklına bile getirmez.”62 Onun idarecilerden uzak durmak için gayret gösterdiğini görürüz. “Devlet adamlarını görmeksizin bin fersah yol kat ettiğin gün iyi kâr etmiş sayılırsın” 63 56 Attar, s. 631. Harakânî, s. 34; Çiftçi, s. 180-181. 58 Harakânî, s. 39. 59 Kantarcı, s. 43; Çiftçi, s. 240. 60“ Fakr, yoksulluk demektir. Tasavvufta dervişin, hiçbir şeye sahip olmadığının; her şeyin mâlikinin Allah olduğunun bilincinde olmasıdır. Kendisini Allah’a muhtaç, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını bilmek manevî fakirliktir. Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 131. 61 Attar, s. 622. 62 Harakânî, s. 47-50. 63 Attar, s. 624. 57 100 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 der. Ebu’l-Hasan’a, zamanın sultanı Gazneli Mahmut, Harakan yakınlarından geçerken kendisini karşılaması için haber gönderir. İşi sağlama bağlamak için de gönderdiği kişiye, “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.”64 ayetini okumasını öğütler. O da haberciye: “Ebu’l-Hasan ‘Allah’a itaat edin.’ fermanıyla öyle meşguldür ki, seninle ilgilenecek hali yoktur.” cevabını götürmesini söyler. Sultan Mahmut bundan etkilenerek şeyhin ayağına gider. Ziyaret sırasında şeyhin önüne bir kese altın koyar. Şeyh, arpa ekmeği getirtir ve Sultan’a sunar, ancak sertlikten dolayı lokma boğazından geçmez. “Bu gün arpa ekmeği senin boğazında kaldığı gibi, kıyamette de senin altınların benim boğazımda kalır.” diyerek bağışı kabul etmez.65 O, “İçinizde, ‘Alsa da tekkede dervişlere harcasaydı.’ diyenleri duyar gibiyim. Çünkü onlardan biri de benim.” der. Nitekim Sultan Mahmud’un da içinden öyle dediği rivayet edilir.66 O bizim düşündüğümüzü yapsaydı, sıradan biri olurdu; Ebu’l-Hasan Harakânî olmazdı. Sultan Mahmud’un isteği üzerine, ona verdiği 4 öğütten ikisi, cömert olmak ve Allah’ın yarattıklarına şefkat göstermektir.67 Tekkenin şeyhi olarak, biz onun hakkında yeme-içme konusunda normal bir insan için tasarladığımız şeyleri düşünebiliriz. Ancak gerçek öyle değildir. O, kendisini anlatırken der ki, “Bütün mahlûkat Ebu Hasan’ın68 kapısına sığınıyor. Oysa Ebu Hasan’ın kendisinde, bir ayak koyacak kadar yer yoktur.69 Kırk yıl var ki, misafir için olanın dışında ne yemek pişirmişizdir, ne de herhangi bir şey yapmışızdır. Misafir için pişen yemekten asalak olarak faydalanırdık.”70 Onun sıradan biri olmayıp, sıra dışı bir şeyh olduğunu şu sözlerinden anlayabiliyoruz: “Sabahleyin kalkan âlim ilminin artmasını, zâhid zühdünün fazlalaşmasını ister. Ebu Hasan ise bir kardeşinin kalbini neşelendirmenin derdindedir.”71 O, ümmetin derdini kendine dert edinmiştir: “Tâ Türkistan’dan Şam’ın kapısına kadar olan alandaki kimselerden birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır. Türkistan’dan Suriye’ye kadar olan yerlerde birisinin ayağı taşa çarpsa onun acısını ben duyarım. Bir kalpte üzüntü olsa o 64 65 66 67 68 69 70 71 Nisâ, 4/59. Attar, s. 598; Çiftçi, s. 299-300, 32; 149; Kantarcı, s.82-84. Sem’ânî, II/347. Attar, s. 599. Ebu’l-Hasan’ adının bazı yerlerde ‘Ebu Hasan’ yazılması iktibas yapılan ‘metine uyma’ kaygısından kaynaklanmaktadır. Attar, s. 622. Attar, s. 637. Attar, s. 611; Çiftçi, s. 20, 193. Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 101 kalp benim kalbimdir.”72 Çünkü ümmeti olduğu Hz. Peygamber, Müslümanlar arasındaki yardımlaşma, dayanışma ve birbirine tutunmayı, vücûdun organları arasındaki uyum ve dayanışmaya benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: “Mü’minlerin birbirini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat etmedeki durumu, bir beden gibidir; vücûdun bir organı rahatsızlanınca bedenin öteki organları da uykusuzluk ve ateşle ona katılırlar.”73 Burada Müslümanlar, birlik, sevgi, dayanışma bakımından birbirlerine muhtaç oldukları, birbirlerine karşı duyarsız kalamayacakları konusunda bedenin biyolojik yapısına benzetilmiştir. Hastalanan bir insanın aslında bir organı rahatsız olduğu halde, bütün vücudu bu organın rahatsızlığından etkilenir. Müslüman toplumun yapısı da öyle olmalıdır. Burada bilinen bir olgudan bilinmeyene; insan vücudundan toplumun sosyal yapısına gönderme yapılmıştır. Çünkü herkes şahsî deneyimi ile bunu bilmektedir. Harakânî’nin İslâm ümmetine bakış açısını, “Tâ Türkistan’dan Şam’ın kapısına kadar” ifadesinden yakalıyoruz. O bir yandan memleketin o günkü coğrafî sınırını çizer,74 bir yandan da, M. Âkif’in (ö: 1936) diliyle söyleyecek olursak, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu / Gelir de adl-i İlahî sorar Ömer’den onu”75 diyen Hz. Ömer’in sorumluluk duygusunu dile getirir. III- O, BAŞKOMUTANI MUHAMMED (s.a.s.) OLAN KERVANIN NEFERİDİR Harakânî Kur’an-ı Kerim’i, Hz. Peygamber’i ve sahabesini örnek alır. “İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hakk, sonu Mustafa’dır, arkasında da sahabe var.”76 Der. Böyle söylerken, biz öncelikle onun Hz. Peygamber’in 72 73 74 75 76 Attar, s. 604; Çiftçi, s. 21. Buharî, Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s Sahîhu’l-Muhtasar, thk. Dr. M. Dîb el-Boga, Daru İbn Kesir, (I-VI), Beyrut, 1987, V/2238, No: 5665; Müslim, Birr 66, No: 2586; Sahih-i Müslim, Daru İhya-i Turasi’l-Arabî, thk. M. Fuâd Abdulbâkî, I-V, Beyrut, ts., IV/1999; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Müessesetu Kurtuba, I-VI, el Kahire, ts., IV/270. Râmehurmuzî, Ebu’l-Hasen b. Abdurrahman, Emsâlü’l-Hadisi’l Merviyye ani’n Nebiy (s.a.s.), thk. A. Abdulfettah Temmâm, Müessesetu’l-Kütübi’s-Sekafî, Beyrut, 1989, I/82; Taberî, Camiu’l-Beyan fi Te’vîli’l-Kur’an, Muhammed b. Cerir, thk. A. M. Şakir, Müessetü’r-Risale, I-XXIV, Beyrut, 2000, II/300. (Taberi sonrası kaynaklar, makalenin hadis branşına ait olmayışı nedeniyle kaldırılmıştır.) Türkçe’de de, ülkemizi anlatırken Edirne’den Kars’a kadar dendiği gibi. M. Akif Ersoy, Safahât, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1987, s. 97. Attar, s. 622. 102 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 izinden nasıl gittiğini görürüz. Sahabenin hayatı ise o modelin çeşitli yansımalarıdır. Harakânî, Hakk’ın kulu ve Muhammed Ümmeti’nden biri olarak der ki: “İlahi! Her koşulda senin ve Resûl’ün bendesi, halkının hizmetçisiyim.”77 Kur’an ve sünnete son derece bağlıdır. Nûru’l-Ulûm’da geçen seçme sözlerinden hareket ettiğimizde de gördüğümüz gibi, Harakânî rol-model olan bir insân-ı kâmildir. “İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hakk, sonu Mustafa’dır, arkasında da sahabe var. Allah’ın bana ihsan ettiği şu makama yeryüzündeki halk için de, göklerdeki melekler için de yol yoktur. Eğer bu makamda Muhammed Mustafa’nın şeriatından başka bir şey görecek olsam, derhal gerisin geri dönerim. Çünkü ben başkomutanı Muhammed olmayan bir kervanda bulunmam!”78 der. Yine, “İlahi! Öyle bir fırka var ki, kıyamet günü şehit olarak diriltileceklerdir. Çünkü senin yolunda öldürülmüşlerdir. Bense senin şevk kılıcınla öldürülmüş bir şehid olarak diriltileceğim”79 derken kastettiği ölüm, bize göre, savaştaki şahadet olmayıp, tasavvuftaki “ölmeden önce ölmek” kavramının ifade ettiği ölümdür. Manevî şeyhi Bayezid’in (ö.234/848) Bistam’daki kabrinden üstte olmamak için, mezarının 30 arşın derinlikte kazılmasını vasiyet eder.80 Bu edep, daha sonra yaşayacak olan Ahmed Yesevî’de (ö.1160), 63 yaşından sonra, Hz. Peygamber o kadar yaşadığı için, mezar gibi bir hücreye inerek hayatını sürdürme olarak ortaya çıkar. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz; onlar diridirler fakat siz bilemezsiniz”81 buyrulan ve “Rableri indinde rızıklanan”82 bu kimselerin dereceleri Peygamberler ve Sıddık’lardan sonra gelmektedir.83 Çünkü canları ve malları Cennet karşılığında satın alınmıştır.84 Yine bunun ötesinde Ebu’l-Hasan demiştir ki, “Yeryüzünde gezen nice kimse vardır ki, ölüdür. Yer altında yatan nice kimse vardır ki, diridir!”85 Bunlar, Allah’ın has kullarıdır. 77 78 79 80 81 82 83 84 85 Attar, s. 616. Attar, s. 605. Attar, s. 617. Attar, s. 639. Bakara, 2/154. Âli-İmran, 3/169. Nisâ, 4/69. Tevbe, 9/111. Attar, s. 631; Çiftçi, s. 239. Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 103 “Haberiniz olsun, Allah'ın velileri vardır. Onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.”86 Demir ve kurşunun alaşımından çeliğin meydana geldiği gibi, ashab da iman ve ameli birleştirerek çelik iradeli insanlar haline gelmişlerdir. Fetihler nedeniyle Arap yarımadasının dışına çıkmışlar, cephede şehit düşmüşler, o beldeye gömülmüşler ve oranın ‘manevî tapu’su haline gelmişlerdir. Harakânî’nin Kur’an-ı Kerim’i, Hz. Peygamber’i ve ashabını örnek aldığını söylemiştik. “İçinde bulunduğumuz kafilenin başı Hakk, sonu Mustafa’dır, arkasında da sahabe var” derken, biz öncelikle onun Hz. Peygamber’in izinden nasıl gittiğini görürüz. Sonra sahabenin 80’li yaşlarda Kostantinapolis surları önünde şehit düşen sahâbî Eyüp Sultan’ı (ö.52/672) hatırlarız.87 Sadece Türkiye topraklarında birçok sahabî vardır. Şairin ifadesiyle: “Önden giden bu atlar / Seni gördüler kalbim / Sahabe atlar bunlar / Dünyanın beklediği / Önden giden atlılar”88 dediği önden giden atlılardır onlar. Avrupa’da elçiyken birisi Yahya Kemal’e (ö.1958) “Türkiye’nin nüfusu kaç?” diye sorunca “80 milyon” cevabını vermiştir. Memleketimizin o zamanki nüfusu 15 milyon kadar olduğundan; soran kişinin şaşırdığını gören Yahya Kemal ‘Biz ölülerimizle birlikte yaşarız’ demiştir.89 ‘Biz, ölülerimizle yaşarız’ diyen Yahya Kemal, sahabî Eyüp Sultan’ın 780 yıl sonra bulunan mezarını, 1922 yılında Akşemseddin’in (ö.1459) ağzıyla tasvir eder.90 Akşemseddin tarafından 1453 baharında bulunan sahâbî mezarı, geciken hatta kaldırılması düşünülen kuşatmanın Bizans’a son darbeyi vurmasını sağlar. Komutandan erine, sahâbî Eyüp Sultan’a olan sevgi seli, surları yıkıp geçer. 1453 yılında yaşanan bu olayın 1579 yılında, Kars Kalesi’nin Lala Mustafa Paşa eliyle imarı sırasında, tekrarlandığını görürüz.91 Harakânî hakkında anlatılan 86 87 88 89 90 91 Yunus, 10/62 Hz. Peygamber’den sonra sahabeyi izlemesiyle, müridi Hâce Abdullah el-Ensarî’nin (ö.1089) Eyüp Sultan’ın soyundan olması ve şeyhin davranışının sahabe Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin davranışına benzerliği arasında ilgi kurulabilir. Bkz. Çiftçi, s. 100. Osman Sarı, Şiirler, İz yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 32. http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=6312&tip=hab, erişim tarihi: 26.01.2014 Bkz. Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul, 1974, s. 127-132. Gelibolulu Mustafa Âlî, Gelibolu’lu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbar’ında II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet Devirleri, çev. Faris Çerçi, II-III, Kayseri, 2000, II/ 335. 104 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 şu menkıbeyi92 aktarmak ve buna bir yorum katmak istiyoruz: Toprağa verdikleri gece muazzam bir kar yağdı. Ertesi gün başının ucuna büyük bir beyaz taşın dikildiğini ve orada aslan izinden başka bir şey bulunmadığını görünce bu taşın aslan tarafından getirildiğini anladılar. Bazıları, aslanın mezarını tavaf ettiğini söylediler.93 Şehit oluşu, aşure günü, yani 10 Muharrem 425/ 5 Aralık 1033 tarihine denk düşmektedir94 ki, bu tarihte kar yağmış olması mevsim şartlarına da uygun düşmektedir. Bu cümleler bize göre ‘sembolik’ bir anlatımdır. Yağan kar ve beyaz taş şeyhi, aslan daha sonra buraları fethedip mezarını bulan İslâm mücahitlerini, tavaf da o günden bu güne mezarının ziyaret yeri olmasını anlatmaktadır. Nitekim Gelibolulu Mustafa Âlî (ö.1600), Kars Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa eliyle imarı sırasında, yine manevî bir işaretle Harakânî’nin mezarının bulunuşunu 1593-1599 yılları arasında yazdığı eserinde anlatır. Bu anlatımda da öyle bir manevî özellik ve güzellik vardır, ama dili Yahya Kemal’in dili gibi sade değildir. Harakânî’nin mezarının da benzer şekilde bulunuşu, komutandan askere ve Kars halkı nezdinde büyük bir sevince sebep olur.95 Bu da onun ne kadar çok sevildiğinin bir göstergesidir. Uzaktan bakınca dağlar küçük gözükür. Ama yaklaşınca bir tepesini görür ve dağın tamamını göremezsiniz. Ebu’l-Hasan Harakânî de, onu tanımak için yaklaşanlara, bir yönüyle bile o kadar büyük gözükmektedir ki, dağın tamamını görmek mümkün olmamaktadır. Biz sadece, yüzyıllar sonrasında bile, yani şahadetinin üzerinden 980 sene geçmesine rağmen Harakânî Hazretlerinin neden bu kadar sevildiği? Sorusunun cevabını, yine kendi hayatından hareketle anlatmaya çalıştık. Kardeşinin kalbini neşelendirmenin derdinde96 olan Harakânî üzerine doktora tezi hazırlayan Hasan Çiftçi’nin şu değerlendirmesine biz de katılıyoruz: “Harakânî’nin tasavvuf anlayışında, sırf kendi nefsini düşünerek onun üzerinde yoğunlaşma olgusu yoktur. Harakânî, evrensel (nafiz) aşkı ilan eden ve kendi 92 93 94 95 96 Velilerin örnek hal ve hareketlerinin, yaşama şekillerinin anlatıldığı; söz ve tavsiyelerinin nakledildiği eserlere menkibe/menâkıb denir. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 243. Attar, s. 639. http://193.255.138.2/takvim.asp?takvim=2&gun=10&ay=1&yil=425, erişim tarihi: 26.01.2014. Gelibolulu Mustafa Âlî, II / 335. Attar, s. 611; Çiftçi, s. 193. Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 105 varlık amacının ‘insanlığa hizmet’ olduğunu algılayan, parmakla sayılabilir sûfîlerden biriydi.”97 Esasen Hakkın sevgili kulu98 olması onun sevilmesinin temel nedenidir. Merhum Elmalı’nın (ö.1942): Sen sevdirmezsen ben sevdiremem / Sevdir bize hep sevdiklerini / Yerdir bize hep yerdiklerini / Yâr et bize erdirdiklerini / Sevdin de habîbini kâinâta sevdirdin99 dediği gibi, Allah kulunu sevince kullarına sevdirir. Harakânî de onlardan biridir. O, Alvarlı Efe’nin (ö.1956) ifadesiyle, “Kars’a Hakk’ın en büyük ihsanı’dır.”100 Karslılar da bunun altında kalmamışlardır. Türbesinin bitişik olduğu caminin adını Evliyâ Camii koymuşlardır. Oraya uğrayan herkesin kafasındaki evliya, Harakânî olmaktadır. Ziyaret yeri olan bu mekân, Harakânî’nin halkın gönlünde taht kurmasına vesile olmaktadır. Bir insanın en gerçekçi eseri, yaşamış olduğu hayatıdır. Bu eserin kıymeti, tarihin karanlıklarına gömülmeyip çağları aştığında belli olur. Bir insanı değerlendirirken gerçek hayatına bakılmayıp da uyup uymadığı, gereğini yapıp yapmadığı belli olmayan salt sözlerine mi bakılacaktır? Biz yaşadığı hayatından yani gerçek eserinden hareketle bu sûfînin yüzyıllar sonrasında, neden hâlâ sevildiğinin formülünü yakalamaya çalıştık. O formülün, izinden gittiği, ordusunda nefer olarak bulunmaktan şeref duyduğu komutanın sözlerinde bulunduğunu anlatmaya çalıştık.101 Bakıyoruz da, Kars’a gelmeden onu duyan, Kars’a gelince onu tanıyan herkes, görmeden onu seviyor. Bir insan neden bu kadar çok sevilmekte, yani neden hâlâ gönüllerde yaşamaktadır? Bu sorunun cevabı ‘sevgi’ kelimesinde, sevginin sırrı da bir sözde gizlidir. Harakânî, sevginin formülünü ‘başkomutanım’ dediği Hz. Peygamber’in o kutlu sözünden almıştır: Sahabeden biri Hz. Peygamber’e gelir ve der ki: “Ey Allah’ın Elçisi! Bana öyle bir amel/iş göster ki, yaptığım zaman hem Allah hem de insanlar beni 97 98 99 100 101 Çiftçi, s. 193. Yunus, 10/64. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, (I-X), İstanbul, t.y., I/ 7. Hâce Muhammed Lutfî, Hulâsât-ül Hakâyık/Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî, nşr. el-Hâcı S. Mazlumoğlu, İstanbul 1974, s. 361. Bir makalede edebî cümleler kurarak anlatımı güzelleştirmek, edebiyat türü olan şiiri kullanmak, yazıya sohbet havası katmak, okuyucunun zevkle okumasını sağlamak bazılarınca ‘akademik dil/ uslup’ sayılmıyorsa, ‘balığı kılçığıyla yemekten daha zor’ olan, sadece akademisyenlerin meslekî zorunluluk sonucu okuduğu yazılarla yan yana konulup hangisinin talep edildiğinin araştırılması da bir tez konusu olabilir. Ancak ilgili akademisyenin ilk katıldığı sempozyum veya panelde çevresine bakmasının da alacağı cevaba yardımcı olacağını düşünüyoruz. 106 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 sevsin.” O da şöyle buyurur: “Dünyadan uzak dur ki Allah seni sevsin; insanların değer verdiği şeylerden uzak dur ki insanlar seni sevsin.”102 SONUÇ Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî İran’ın Horasan bölgesinde/ Türkistan’da doğmuş, büyümüş ve yetişmiş bir sûfîdir. Bâyezid-i Bestamî’nin manevi irşadıyla yetiştiği rivayet edilmektedir. Harakân’da tekkesini kurmuş, müridlerini yetiştirmiştir. Kendinden rivayet edilen eserleri ve Attar’ın yazdıkları sayesinde hakkında bilgi edindiğimiz Harakânî, dünyaya rağmen dünyaya aldırış etmeyen bir sûfîdir. Kur’an-ı Kerim’i, Allah’ın Elçisi’ni (s.a.s.) ve sahabeyi örnek alan Harakânî, ömrünün sonlarında dervişleriyle birlikte Kars’a kadar gelmiş; İslam’ın yayılması için mücadele vermiş ve şehit düşmüştür. Onun tekke geleneğine bağlı olarak sonradan yazılan Seyr u Sulûk adlı eserinde eğitim anlayışını bulduğumuz Harakânî, dünyayı terk ederek Allah’ın sevgisine; insanların dünyada sevdiği dünyalıkları terk ederek de insanların sevgisine mazhar olmuştur. “Büyük adamlar, büyük dağlara benzer” demiştik. Kars Kalesi de öyledir. Yahniler Dağı’nda şehit düşmüş ve Kars Kalesi’nin eteklerinde gömülmüş olan Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî, halkın gönlünde ve dilinde Evliyâ kavramıyla özdeşleştiği için, halk tarafından türbesinin bitişiğindeki camiye Harakânî Camii değil de, Evliya Camii adı verilmiştir. Harakânî’nin makalede adı geçen eserleri olsa da, en gerçek eseri olan hayatından hareketle bunları dile getirmiş olmak, objektif olmanın göstergesi sayılmalıdır. İşte o hayatın ana fikri olarak sûfî Harakânî’nin, sevginin formülünü Allah Elçisi’nin (s.a.s.) şu hadisinden aldığını düşünüyoruz: “Dünyadan uzak dur ki Allah seni sevsin; insanların değer verdiği şeylerden uzak dur ki insanlar seni sevsin.” 102 İbn Mâce, Abdulah b. Muhammed, Kitabu’z-Zühd, 1; Daru’r-Risaleti’l-Alemiyye, thk. Ş. Arnavut, I-V, 2009, V/225, No: 4102; Hâkim en-Nisaburî, el-Mustedrek ale’s-Sahihayn, thk. M. Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (I-IV), Beyrut, 1990, IV/313, No: 7959; Ebû Nuaym el-Isbehanî, Ahmed b. Abdullah, Hılyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfıya, thk. M. Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1423, Beyrut, VII/155; Beyhakî, Ahmed b. elHuseyn, Şuabu’l-İman, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1424, VII/ 3401; (Beyhakî sonrası kaynaklar, makalenin hadis branşına ait olmayışı nedeniyle kaldırılmıştır.) Mustafa IŞIK / Harakani Quarterly 1-2014, 91-108 | 107 KAYNAKLAR Ahmed b. Hanbel, Müsned, Müessesetu Kurtuba, I-VI, Kahire, t.y. Ali el-Kârî, Ebü'l-Hasan, Nureddin Ali b. Sultan Muhammed, Mirkatü’l-Mefatîh Şerhu Mişkâti’l- Mesâbîh, Dârü’l-Fikr, I-IX, Beyrut, 2002. Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin, Şuabu’l-İman, thk. M. Said Besyûnî Zağlûl, Daru’lKütübi’l-İlmî, I-VII, Beyrut, 1410. Beyhakî, Ebubekir, Ahmed b. Hüseyin, Sünenu’l-Beyhakî el-Kübrâ, thk. M. Abdulkadir Atâ, I-X, Dâru’l-Bâz, Mekke, 1994. Bezzâr, Ebu Bekr, Ahmed b. Amr, Müsned, Medine, 1988-2009. Buharî, Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahîh, I-VI, Çağrı yay., İstanbul, 1992. Darimî, Ebû Abdillah b. Abdirrahman et-Temimî, es-Sünen, Çağrı Yayınevi, III, İstanbul, 1992. Ebû Nuaym el-Isbehanî, Ahmed b. Abdullah, Hılyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’lAsfıya, thk. M. Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, I-X, Beyrut; 1423. Ebu’l-Hasan Harakânî, Seyrü Sülûk Risâlesi, çev. Mustafa Çiçekler, derleyen. Sadık Yalsızuçanlar, İstanbul, 2006. Feriduddin Attâr, Evliyâ Tezkireleri, çev. Süleymen Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007. Gazalî, Ebu Hamid, İhya’u Ulumi’d–Din, Daru’l-Marife, I-IV, Beyrut, t.y. Gelibolu’lu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbar’ında II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet Devirleri, Terc. Faris Çerçi, II-III, Kayseri, 2000. Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr, II-III, nşr. Faris Çerçi, Erciyes Üniv. Yayınları, Kayseri 2000. Hâkim en-Nisaburî, el-Mustedrek ale’s-Sahihayn, thk. M. Abdulkadir Atâ, Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, I-IV, Beyrut, 1990. Halil b. Ahmed, Ebû Abdurrahman Halil b. Ahmed b. Amr Ferahidî, Kitâbü'lAyn, thk. Mehdi Mahzumî- İbrâhim Samerraî, Mektebetü’l-Hilal, I-VIII, y.y. t.y. Hasan Çiftçi, Şeyh Ebû’l-Hasan Harakânî I, Kars: Şehit Ebû’l-Hasan Harakânî Derneği Yayınları, Kars, 2004. Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, nşr. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982. 108 | Mustafa IŞIK / Harakani Dergisi 1-2014, 91-108 İbn Mâce, Abdulah b. Muhammed, Sünen, Daru’r-Risaleti’l-Alemiyye, thk. Ş. Arnavut, I-V, 2009. Komisyon, Türk Atasözleri ve Deyimleri, MEB., I-II, İstanbul, 1971. Leknevî, Abdülhay b. Muhammed 1886; er-Ref' ve't-Tekmil fi'l-Cerh ve't-Ta'dil, thk. Abdülfettah Ebû Gudde, Mektebetü'l-Matbuati'l-İslamiyye, Haleb, 1968. M. Akif Ersoy, Safahât, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, I-X, İstanbul, t.y. M. Lutfî Hâce, Hulâsat-ül Hakâyık (Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî), nşr. elHâcı S. Mazlumoğlu, İstanbul, 1974. Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî, Sahih-i Müslim, Daru İhya-i-Turasi’l-Arabî, thk. M. Fuâd Abdulbâkî, I-V, Beyrut, t.y. Osman Sarı, Şiirler, İz Yay., İstanbul, 1995. Râmehurmuzî, Ebu’l-Hasen b. Abdurrahman, Emsâlü’l-Hadisi’l-Merviyye ani’nNebiy (s.a.s.), thk. A. Abdulfettah Temmâm, Müessesetu’l-Kütübi’s-Sekafiyye, Beyrut, 1989. Ruhattin Yazoğlu, “Ebu’l-Hasan Harakânî’de Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, Ebu’l-Hasan Harakânî, Harakânî Vakfı Yay., Kalkan Matbaacılık, Ankara, 2012. Sem’ânî, İbn Mansur, el-Ensâb, I-II, Dâru’l-Cinân, Beyrut, 1988. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı, İstanbul, 2012. Şenol Kantarcı, Nûru’l-Ûlum, Ebû’l-Hasan Harakânî Derneği, Kars, 1997. Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, thk. A. Abdulmecid es-Silefî, Mektebetü İbn Teymiyye, I-XXV, Kahire, 1994. Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan fi Te’vîli’l-Kur’an, thk. Ahmed M. Şakir, Müesseetü’r-Risale, I-XXIV, Beyrut, 2000. Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul, 1974. Yavuz Selim Uzgur, Anadolu’nun Kalbi: Harakânî, haz. Sadık Yalsızuçanlar, İstanbul, 2012. İnt. Adresleri: http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=6312&tip=hab, erişim tarihi: 26.01.2014. http://193.255.138.2/takvim.asp?takvim=2&gun=10&ay=1&yil=425, tarihi: 26.01.2014. erişim Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 109-120 EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ’DE CİVANMERTLİK PROGRAMI EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ’NİN SELÇUKLU DEVLET FELSEFESİNDEKİ CİHANŞUMUL YAŞATMA ANLAYIŞINA ETKİSİ Tülay BERBEROĞLU Özet Harakânî Hazretleri’nin adalet, şefkat ve vahdete dayalı bir yaklaşımı vardır. Bu, kültürel çoğulluğa imkân veren bir şeydir: Peygamberimiz (sav) zamanındaki gibi. O’nun yaşadığı yerde adalet, huzur ve barış hâkimdir. İman; emniyettir, güvendir. Selçuklu medeniyeti, ötekini yok ederek kendini var kılmayan, kendini ötekiyle birlikte var kılmayı amaçlayan bir yaklaşıma dayanmaktadır. Harakânî Hazretleri Tuğrul ve Çağrı Beyleri batıya ve doğuya, Anadolu’ya yönlendirmiş, kendisi de savaşarak şehit olmuştur. Kars’ta sırlanmış; böylece Sultan Alparslan’ın Anadolu yolunu önceden açarak zemini hazırlamıştır. Bu zemin, farklılıkların esenlik içinde yaşayabildikleri zenginlikte bir medeniyetin uç vereceği bir zemin olmuştur. Selçuklu medeniyeti, İlhanlı, Bizans ve Sasani kültüründen çok şey almıştır. Bunu edebiyatta, düşünce hayatında, mimaride, hayatın birçok alanında görebilmek mümkün. Hatta günlük hayatın içerisinde bile görebiliyoruz. Selçuklu medeniyeti genel olarak Türk İslam medeniyeti şüphesiz yok eden değil, yaşatan bir medeniyettir. Batı medeniyeti ise daha çok ötekileri yok sayma ve yok etme üzerine kurulu bir medeniyettir. Rahmetli Aliya İzzet Begoviç de bu mevzuya önemli vurgular yapmışlardır. Bugün dünyanın her tarafında bu medeniyetin izleri ortaya çıkmaktadır. Anadolu’da da aynı etkileşimler olmuştur. Günümüzde kendilerini yeni yeni kimlik ve iddia edilen aidiyetlerle yeniden kurmacılık felsefesi ışığında inşa etmeye çalışanlar veya çalıştırılanlar içinde durum aynıdır. Çünkü Bütün insanlık âlemine armağan edilen bu yüksek medeniyetin yansımaları insanı rengine, temeline ve inancına bakmadan en merkezi değer seviyesine yükseltmiştir. 110 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120 Tüm bu insani değer ve insan odaklı hizmetlerin kaynağı Ebu’l-Hasan Harakânî ve onunla beraber o ulvî yol sahipleri olmuştur. Çünkü onların dilleriyle ortaya koydukları kalplerinde ve gönüllerinde olanlardır. Tabii bu, kendi bünyesine farklı unsurları alarak yeni bir terkip yapma şeklinde olmuştur. Selçuklu medeniyetinin bu refleksi, Harakânî Hazretleri gibi ariflerin irfanından gelmektedir. İrfan ehli, Hakk’ın yarattığı her şeye karşı bir saygı hisseder. Haksızlığa, zulme ve adaletsizliğe karşı çıkarlar; fakat farklı görüş ve inanışlara karşı son derece saygılı ve mütehammildirler. Ebu’l-Hasan Harakânî bir sözlerinde şöyle ifade ederler: “Eğer sen insan âşığı olmak, insan dostu olmak istiyorsan bütün ihtilaflardan soyunman lazım. Hatta din ihtilafı da bunun içerisindedir.” Anahtar Kelimeler: İrfan, vahdet, hoşgörü, cihanşümul ve Selçuklu Devleti GİRİŞ “Allah’ım bütün varlıklarda Sen’in gibi tecelli etmek için Sen’le olmak istiyorum veya herhangi bir iz bırakmadan Sen’de kaybolmak.” diyen bir arifin izine basarak İslam irfanının, Anadolu mayasının, bu aziz toprakları mayalayan bilgelerin, eserlerinin etkilerinin dünyasına dalmak; aştan geçerek mağfirete ulaşmanın göz kamaştırıcı bir örneği üzerinden hareket etmek; nihayet Anadolu kapılarının Hakikat’e açılış sürecinde Harakânî’yi araştırmak, bugüne ilişkin ve geleceğe dair düşünceler devşirebilmek için bu aziz bilgenin dünyasına doğru bir yürüyüşe çıkarak hayatını, irfanını ve sözlerini hatırlamaya çalışalım. (Uzgur, 2012, s.1) Efendimizin soyundan gelen ve İslam irfanının yıldızlarından Bayezid-i Bistami’nin, ‘Bizim gibi bir gülün açması için, bir gül bahçesinin üzerinden yüz senenin geçmesi lazım gelir’ ifadesiyle haber verdiği Harakânî Hazretleri’nin kutlu ve feyizli yolu bugüne değin açık kaldı ve tasarrufu devam etti. O, mevcut ve egemen düşünceleri bir anda yok ederek, kendi kozmik diliyle bizi kuşatıverir. Kamil insanın nitelikleri onda kusursuz biçimde yansır. Herkes Harakânî Hazretleri’nin sözlerinden, sohbetlerinden, irfanından maneviyatından, ruhaniyetinden, ondan almış oldukları ilimden dolayı Ebu’lHasan Harakânî’ye bir makam izafe etmiştir. Ama bir makamı yoktur. Çünkü buyuruyor ki: “Hiç kimse beni övemez, yeremez, çünkü benim insanların anladığı manada belli bir sıfatım, belli bir makamım yok.” “Benim sözlerim kutsiyet Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 111 deryasından süzülüp gelmektedir. Kim bu sözlerimle kendimi övdüğümü anlarsa o zelil olur. Kim ki bu sözlerle Allah’ı övdüğümü anlarsa onu da aziz ederler.” Harakânî Hazretleri’nin irfanında öyle muazzam bir yol var ki, tamamen Allah ile kul arasındaki perdeleri kaldırıyor. Hangi sözüne, hangi sohbetine bakarsanız bakın, o kulun aklıyla, ilmiyle, ameliyle, hizmetiyle olacak olan tüm engelleri ortadan kaldırıyor. Kulu bir anda Hakk’a bağlıyor. Ama yine vasıtalı olarak yani arifin vasıtası ile bağlıyor. Şöyle ki: “Kim civanmertlerin sohbetine devam ederse Hakk’ın sohbetine devam etmiştir. Kim Hakk’ın sohbetine devam ederse civanmertleri dost edinmiştir.” Harakânî’nin halifelerinden birisi olan Ensarî: “O gayb âleminden konuşur.” diyor. “Onun sözlerini herkes anlayamaz.” Onun sözlerini anlatmak için mutlaka bir yoruma, tefsire ihtiyaç var. “Akıl kendi kökenini bilemez. Benim bulunduğum yere akıl ulaşamaz.” diyor bir yerde. Başka bir yerde ise: “Sevgilim sana her şeyi vereceğim dedi. Bende alıp vermenin yabancılar arasında olduğunu söyleyerek karşılık verdim.” Tabi bu sözlerin anlaşılabilmesi için, söylendiği o ruh halinin, o mertebenin tadılmış olması lazımdır. Hani Hz. Pir’e, “Aşk nedir?” diyorlar. “Ben ol da bil” buyuruyor. Ebu’l-Hasan Harakânî’de himmetin her türlüsü vardır. Ne istersen iste bi-iznillah zuhur eder. Onun yanına gidenler, sohbetinde oturanlar, ruhaniyetine yönelenler saadete ulaşmışlardır. Çünkü buyuruyor ki: “Beni seven Hakk’ı sevmiştir. Hakk’ı seven ise civanmertlerin sohbetine aralıksız devam eder. Siz Allah ile oturun. Allah ile oturamıyorsanız, Allah ile oturanlarla oturun ve onlarla sohbet edin.” Ebu’l-Hasan Harakânî, sadece tasavvufi irfan geleneğinin en büyük damarı olan Nakşibendî geleneği beslemez, o ana damarın ana kaynağı olduğu kadar bütün tasavvuf kollarına da can verir. İrfan sahibinin kim olduğuna ilişkin bir soruya verdiği cevapta olduğu gibi Harakânî Hazretleri, yerel ve tarihsel bir düşünme biçimini aşar, tümüyle evrensel bir irfanın kalbinden konuşur: ‘İrfan sahibi, yiyecek toplama isteğiyle yuvadan ayrılan ve onu bulamayan, yuva yapıp şaşkınlık içinde kaldığında, yolunu bulamayan ve evine gitmek istediği halde gücü olmayan kuşa benzeyendir.’ “Kimin ki içinde bir dert, bir aşk, bir Allah özlemi varsa, bir ruh Allah’ı istiyorsa, onun sahibi benim. Ona mutlaka o fakr hırkasını giydireceğim.” diyor. Hatta: “Beni görsün görmesin, ziyaret etsin ya da etmesin, beni duysun duymasın, benim irfanımdan beslenir. Uzaklık yakınlık mevzu bahis değildir.” diyor. “Yeter ki içinde Hak iştiyakı, Allah özlemi olsun, Allah’ı istesin ona ben yetişirim.” 112 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120 Harakânî Hazretleri’nin tasarrufunun kıyamete kadar devam etmesi bu manadadır. Harakânî Hazretleri’nin irfanı, Selçuklu medeniyetinin bilgelik zeminini de beslemiştir. Bunu Hazret’in öğretilerine yakından baktığımız zaman daha net görüyoruz. Hazret’in adalet şefkat ve vahdete dayalı, irfani bir yaklaşımı vardır. “Eğer yeryüzünde irfanın resmi yapılabilseydi, yeryüzündeki bütün aydınlık, onun yanında karanlık görünürdü.” (Yalsızuçanlar, 2012, s.130) Dergâhından yetişen büyük takipçiler, mana âleminde feyiz verdiği bilgeler, Hindistan’dan İran’a, Anadolu’dan Balkanlar’a, Kafkas coğrafyasından Batı’nın çeşitli kentlerine bu irfani öğretiyi taşımışlardır. Anadolu’da gelişip büyüyen Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin manevi zemininde de Harakânî Hazretleri’nin etkilerini görmek mümkündür. Gazneli Mahmud’tan İbn-i Sina’ya birçok ilim ve devlet adamının yolu dergâhına uğramıştır. Dinin evrensel bir hidayet çağrısı ve medeniyetin kurucu öğesi olarak anlaşılmasını sağlayanların da başta gelenidir. Bu sahilsiz ummana dalan yolcular, bir kılavuzun çekip çevirmesiyle hem üç büyük sorunun cevabını bulurlar hem de yaşadığı iklime Resulullah’ın gül kokusunu estirirler. ‘Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?’ “Bütün bir felsefe, ölüm üzerinde düşünmekten ibarettir.” diyen filozofun da, “varlığın sesini bulmaya koyulmuş” olan Heidegger’in de, “Kimse varlıktaki gizliliği bilmez.” diyen şairin de asıl aradığı Harakânî irfanıdır. Kamil insan olarak Şeyh Harakânî, yaşadığı ülkenin kalbidir ve insan medeniyetinin de besleyici ana damarıdır. Ebu’l-Hasan Harakânî, irfan bakımından Selçuklu medeniyetini besleyen bir arif. İbn-i Sina da bu arifin irfanından nasiplenenlerdendir. İbn-i Sina, Harakânî Hazretlerini ziyaretine gittiğinde, Hazret çamur karmış, duvar yapıyor. Hazret duvarın üstünde… İbn-i Sina da yanına geliyor, selam veriyor. O arada çekiç Hazretin elinden aşağıya düşüyor. İbn-i Sina çekici alıp Hazret’e vermek için eğiliyor o esnada çekiç kendiliğinden kalkıp Hazret’in eline ulaşıyor. Bunu tabi o anda anlamıyor. Sohbet ediyorlar. Talebeleri de var yanında. Hazret’in misafiri oluyor. Sonra ayrılırken Hazretin talebelerinden biri soruyor: “Efendim ne buldunuz, Harakânî Hazretlerinden ne öğrendiniz?” İbn-i Sina cevap olarak: “Benim bildiklerimi o görüyor, onun gördüklerini ben biliyorum.”diyor. (Uzgur, 2012, s.78,79) Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 113 Hz. Mevlana’yı, Gazneli Mahmud’u, İbn-i Sina’yı, Yusuf Hemadânî’yi, Kuşeyri’yi, Ahmed Yesevi’yi ve onlardan gelen bilgelik silsilelerini, Nakşibendiye’den Halvetiyye’ye pek çok irfani damarı Harakânî Hazretleri, etkilemiş, beslemiş ve yönlendirmiştir. İrfanıyla, Selçuklu Sultanları Tuğrul ve Çağrı Beyleri etkilemiştir. Ebu’l-Hasan Harakânî’nin “çoklukta birlik” öğretisi Selçuklu medeniyetinin zeminini beslemiştir. (Uzgur, 2012, s.1) Sultan Gazneli Mahmud bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harakân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harakân'a, Ebu'l-Hasan Harakânî Hazretlerinin huzuruna göndermiş ve Şeyh Hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh Hazretleri buna karşılık, bir özür beyan ederek gitmek istemediler. Durum Gazneli Mahmud’a bildirilince; "Haydi kalkınız! Zira o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini Kadı İyâd'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kadı İyâd'ın yanında Ebu'l-Hasan Harakânî'nin evine girdi. Mahmud Gaznevî selam verince, Ebu'lHasan Hazretleri selamını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmud Gaznevî, Ebu'lHasan Harakânî'ye; "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Ebu'lHasan, Sultan Mahmud'a; "Madem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım." dedi. Soruya o anda cevap vermediler. Mahmud Gaznevî, Ebu’l-Hasan Harakânî'ye; "Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zat idi?" diye sordu. Ebu’l-Hasan Harakânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir veli idi ki, onu görenler hidayete kavuşurdu. Allah u Teâlâ’nın razı olduğu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmud bu cevabı beğenmedi ve; "Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidayete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidayete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi. O, Resulullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihanın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allah u Teâlâ’nın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd'i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebu’l-Hasan; "Ebu Cehl ve Ebu Leheb gibi inkâr edenler, Allah u Teâlâ’nın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan Hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebu Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu Sultan Mahmud Han bu cevabı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmud; "Bana nasihat ediniz." deyince Ebu’l-Hasan Harakânî; "Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemaatle kıl, cömert ol, Allah u Teâlâ’nın yarattıklarına şefkat göster." dedi. Sultan Mahmud; "Bana dua buyurun." deyince, Ebu’l-Hasan Harakânî; "Ey Mahmud, akıbetin makbul olsun." dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmud, Ebu’l-Hasan Harakânî'nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık 114 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120 Ebu’l-Hasan, sultanın önüne arpa ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebu’l-Hasan Hazretleri; "Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz dünyayla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız." dedi. Sultan, Ebu’l-Hasan'ın paraları almasını çok istedi ise de, kabul etmeyince, ondan bir hatıra istedi. Ebu’l-Hasan Hazretleri ona hırkasını verdi. Sultan Mahmud giderken, Ebu’l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmud; “Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştiniz, fakat şimdi ayağa kalkıyorsunuz, o hâl niye idi? Bu ikram nedir?" diye sordu.”Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri; “Buraya padişahlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik, devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum.” dedi. Sultan Mahmud, sonra gazaya gitmek üzere Harakân'dan ayrıldı. Sevmenât'a geldi. İçine mağlup olma korkusu düştü. Kur’an’dan ayetler okuyor, niyazda bulunuyordu. Birden atından inip, bir köşede Ebu’l-Hasan Hazretlerinin hırkasını eline alıp: "Ya İlâhî! Şu hırkanın sahibinin yüzü suyu hürmetine, şu kâfirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim." diye dua eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde bir şey göremeyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmud, rüyasında Ebu’l-Hasan Harakânî hazretlerini gördü. Ebu’l-Hasan Harakânî, Sultan Mahmud'a; ”Ey sultan, madem bizi aracı kıldın, neden Ya Rabbi bütün Hint ve Rum’u Müslüman eyle, deyip de muzafferiyeti sadece o alanda sınırladın?” Tabii seyr u sülûk görünce üstadının o yüksek ahlakını tanıyınca, ne kadar erdemli biri olduğunu anladıkça âşık olurlar. Sürekli huzurunda olmak, yanına gitmek isterler. Devlet işlerinin aksamasından endişe eden üstatları da onları frenlemeye çalışır. Birçok arif, yönetici konumunda olan dervişlerine, “Evladım senin sülûkun adaletledir, senin melik olman salik olmaktan yeğdir” demiştir. Bunlar arasında Sultan Beyazid, IV. Murat hatta Sultan Fatih gibi kudretli melikler vardır. Harakânî Hazretleri huzuruyla müşerref olan sultanlara benzer bir şekilde davranmıştır. Onların görüşlerinin genişlemesine katkıda bulunmuş, onları yönlendirmiştir. Ama diğer dervişler gibi davranmalarına izin vermemiştir. Çünkü maddi mülkün yönetimini onlar yürütmüşlerdir. Hak dostlarının dünya ile, Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 115 siyasetle, yönetimle, sarayla ilişkileri olmamıştır. Yöneticilerin daha adil olması için yol gösterici olmuşlardır. Onlar dünyayı terk etmişlerdir. Gönüllerinde ne dünya ne de ahiret vardır. Onların gönülleri sadece Hak ile doludur. Sultan Alparslan, Kars topraklarında Bizanslıları yenmiştir. Anadolu’nun kapısı olan Kars’ın manevi himayesini Hazrete bağlar. Ebu’l Hasan Harakânî, irfan bakımından Selçuklu medeniyetini besleyen bir arif. Selçuklu komutanlarını, sultanlarını, Anadolu’ya yönlendirmiştir. Ve ayrıca Gazneli Mahmud’un şeyhi, hocasıdır. Gazneli Mahmud padişahlığı bile bırakmak istemiş Harakânî Hazretlerini görünce, ona mürit olmuş, nasihatlerini almış. Fakat Harakânî Hazretleri, bütün ariflerin yaptığı gibi, onu devlet hizmetinde daim olmaya yöneltmiştir. Tarihimizde böylesi kâmil insanlara bağlanan çok sayıda yönetici vardır. Sultanlar, padişahlar arasında derviş olanlar vardır. Esasen, bütün adil hükümdarların gerisinde daima bir Hak dostu vardır. Harakânî, Gazneli Mahmud’a “Allah seni sultan etti, geride duramazsın, senin görevin var, ümmete hizmet edeceksin, bu din-i mübin-i İslam’a, devlete, millete hizmetlerin olacak” demiştir. Onu Hindistan tarafına yönlendirmiştir. Ona nasihatlerde bulunmuş, sohbet etmiştir. Gazneli Mahmud’dan sonra tahta oğlu Mesud geçiyor, ancak halka, Müslümanlara ve ilim ehline karşı adil davranmıyor. Hatta bir hastalığından bahsediliyor. Hekimler çare bulamıyorlar. Sonra Harakânî Hazretlerine haber gönderiyorlar. Babası gibi manevi büyüklere teslim olamıyor. Sonra Buhara (Özbekistan)’dan Selçuklu geliyor. Tuğrul ve Çağrı Bey ve Hazret, “Bunlar buraya geldiklerinde ‘Biz Allah için gazaya çıkanlardanız, yiyecek bir şeyimizde yok’ diye Harakânî Hazretleri’ne haber gönderiyorlar. Biz onlara yardımcı olduk ve buraya geldiklerinde yastıkları atlarının eğeri, yorganları da atlarının çullarıydı. Allah için gazaya çıkmışlardı. Bunların derdi dünya sultanlığı değildi. Böyle olunca birisine Irak mülkünü, birine de Horasan mülkünü bağışladık” diyor. Çünkü Allah kâmil olanın eline tasarruf vermiştir. Kâmilin duasını da derhal kabul eder. Hak “Ol!” dedi mi olur. Kamil insanın gönlünden geçen gerçekleşir, duası makbul olur, himmeti ulaşır. Böylece zahiri idareyi, tedbiri Selçukluların eline vermiş oluyorlar. Manevi emir Harakânî Hazretlerinin elinde olduğu için, Tuğrul Bey’i batıya yönlendiriyor. Çağrı Bey’i Kafkasya’ya yönlendiriyor. (Miladi 1018-1023 yılları arasında) 116 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120 Yeni bir yapılanmanın olduğu bir dönem, kritik bir süreç. Anadolu’da sıkıntılar var, Orta Asya‘da sorunlar var, sıkışmış bir toplum var. Çok karmaşık bir etnik ve dini yapı var. Bu arada mutasavvıflar, âlimler, dervişler çalışıyorlar. Allah için görevlerini sürdürüyorlar ve bunların zahirleri ve manevi tedbirleri de Harakânî Hazretleri’nin elinde bulunuyor. Harakânî Hazretleri bir taraftan devlet ricali ile sohbet ediyor, onları yönlendiriyor, bir taraftan âlimlerle, bir taraftan da mutasavvıflarla, gayrimüslimlerle… Böyle böyle Anadolu’ya bir kapı açılıyor. Çağrı Bey üç bin kişilik kuvvetiyle beraber Kafkasya seferine çıkıyor. Rey (İran)’den geçerken Harakânî Hazretleri de o kuvvetin manevi önderi olarak dâhil oluyor. Daha sonra Kars’a geliyor ve Çağrı Bey’i geri gönderiyor. Van tarafına bir keşif hareketi yapıyorlar. Bu akınlar zaman zaman devam ediyor. Harakânî Hazretleri gelip Kars’a yerleşiyor. 1033’e kadar İslamiyet’i yayıyor. Talebelerinin arasında Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, İranlılar var. Onun irfanına, güzel ahlakına, irşad edici sözlerine, kutlu nazarına farklı kesimden insanlar koşuyorlar. Bütün insanlar onun kapısında birleşiyor ve oradan bizlere şöyle sesleniyor: "Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin inancını sormayın; zira Allah'ın katında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan'ın sofrasında ekmek yemeğe layıktır." Hak dostu, Allah’ın sevgisini gönüllere ulaştırmak için uğraşıyor. Ama bunu da iki türlü yapıyor: Öncelikle insanın karnını doyuruyor, çıplaklığını gideriyor, sıkıntısını giderdikten sonra da ruhuna kapıyı açıyor ve bedeninden ruhuna, ruhundan bedenine, nefsinden ruhuna, ruhundan nefsine böyle bir alış verişe getiriyor insanı. Hal böyle olunca, burada bir korku yok, çekinme yok. Selçuklu, sadeliği, muhabbeti, insanı sevmeyi, insanın ruhuna yücelik ulaştırmayı, tevazu, hürmeti, halka hizmeti, kendisine görev biliyor. Bunu da arifin irfanından alıyor. Zahiri idareciler, sultanlar, vezirler, valiler arifin sohbetinde yetiştikleri için bu irfanla yapıyorlar. Onlarda bir taraftan halka hizmet ediyorlar. Diğer taraftan da nefislerini ıslah ediyorlar. Ebu’l-Hasan Harakânî bir sözlerinde: “Hakiki bir insan bütün varlıklara karşı cömert ve naziktir ve bütün ihtiyaçlarını Yaradan’a açar ondan başkasına el açmaz” diyor. Bu anlamda mesela Nuru’l-Ulum da ki sözlerine ve sohbetlerine, kendisini ziyaret eden veya dervişlerine yaptığı sohbetlere baktığımızda muazzam bir düşünce zenginliği, bir münazara, ilim ve irfan genişliği, derinliği görüyoruz. Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 117 Hazretten sonraki yıllarda Selçuklu coğrafyasındaki münazara ve tefekkür ortamının ne kadar zengin olduğunu Hazret’in irfanına bağlamak gerekir. O dönemdeki düşünce özgürlüğü ve tartışma özgürlüğü bugünkü bazı modern toplumlarda henüz yok. Sonrasında zaten bizim coğrafyamızdan Muhyiddin-i Arabi, Konevi, Abdülkerim Cili, Hz. Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli gibi büyük erenlerin zuhur ettiğini görüyoruz. Onlar da Osmanlı medeniyetine zemin hazırlamışlar. Manevi büyükler, insana hizmeti, onların gönüllerine irfan ulaştırmayı en büyük kulluk sayarlar. Harakânî Hazretleri bir sözünde: “Küçük bir tevazu çokça ilim ve sadelikten daha evladır” der. Yine kendi sözüyle söylersek, “Gönüllerindeki sahip oldukları hazineyle kıyaslanınca, bu dünya ve ahiret dünyevi olduğundan âşıkların bunlara karşı hiçbir istekleri yoktur.” (Uzgur, 2012, s. 87,88,89,90) Kars Muharebelerine bir takım dervişleriyle katılmış, Kars hududu Yahnılar Dağı’nda ağır yaralanarak sağ bacağından ve sol pazısından fazla yara alarak kan kaybıyla şehit olmuştur. Şeyh hazretlerinin şahadetinden önce keşfine göre nasihati şöyledir: “Kabrimi derin kazın. Cesedim Beyazid’in mübarek bedeninden aşağı bulunsun.” Bu vasiyeti üzerine bir buçuk arşın fazla derin olarak kabri şerifleri eşilmiş ve Kağızman Kapı içinde iç kaleye doğru yirmi iki adım mesafede; etrafındaki zevat da yüce şeyhin emirleri üzerine bu gün hâli hazır Evliya Camii bahçesinin doğu cephesindeki eski tabutlukların yeri olan mahalde defnedilmiştir. Attar Hazretler, “Ebû’l-Hasan Harakânî’nin kabri üzerine kim elini sürerek Cenabı Haktan, maksudunun hâsıl olmasını yalvararak isterse Allah u Teâlâ’nın yardımı ile duanın kabul edildiği tecrübe edilmiştir” der. Kars’ın düşman istilâlarından bir türlü kurtulamamasından dolayı zamanla üzeri toprak ve kül yığınları ile örtülen kabri şerifleri kaybolmuş uzun yıllar belirsiz halde kalmıştır. III. Sultan Murat devrinde, Kars Osmanlılara geçtiği zaman İranlılar tarafından yıkılıp tahrip edilen Kars Kalesi burçlarının tamiri için Lala Mustafa Paşa tamirine memur edilir. Paşa kalenin tamirine başladığı sıralarda, askerlerden Hafız Osman isminde ehli hâl bir zat, yüce şeyhi rüyasında görür. Der ki: Oğlum Hafız Osman, uzun müddetten beri toprak altında yatmaktayım, Paşana söyle kabrimi açığa çıkarsın, okunacak Fatihalardan nasip dar olayım. Bu hal üzerine Hafız Osman uykudan uyanır. Gördüğü bu rüyaya bir türlü mana veremez. 118 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120 Paşaya da bir türlü cesaret edip söyleyemez. Ertesi gece aynı rüyayı tekrar görür, yine Paşaya cesaret edip söyleyemez. Üçüncü gece de yüce şeyhi aynen görür, bu defa O zat der ki: Yavrum Hafız Osman, gördüğün rüyalar (sadık) doğru rüyalardır. Yalnız makamımın nerede olduğunu evvelki rüyalarında söylememiş olduğum içindir ki seni tereddütte bırakmış oldum. Bunun için de Paşaya söylemeye cesaret edemedin. Şimdi dikkat et, tarif ediyorum. Yarın hemen Paşaya çık ve söyle. Kars Kaleiçi Mahallesi’nde Kağızman Kapısı’na girdiğinde yirmi iki adım gün batı tarafına gidersin, son adımın altında benim tabutum bulunur. Üzerimdeki toprak ve kül yığınlarını temizledikten sonra, halis topraktan üç arşın eşiniz. Sandukam meydana çıkar. Tekrar Kars kalesine doğru on sekiz adım götürür orada da üç arşın derinliğinde halis topraktan kabrimi eşer oraya defnedersiniz. Bana bir tekke olmak üzere başucumda da bir cami inşa edersiniz. Hafız Osman manevi bir vazifenin verilmesi heyecanıyla uykudan sıçrayarak uyanır. Paşaya rüyasını arz etmek için saray yolunu tutar. Selam ve ihtiram gösterdikten sonra görmüş olduğu rüyayı paşaya bütün teferruatıyla anlatır. Paşa da bütün dikkat ve heyecanla dinlediği samimi askerini kucaklar. “Bu mübarek rüyayı askerî, mülkî ve bütün Kars halkına ilân edip, işe başlayacağım” der. Hazreti, rüyada tarif ettiği şekilde defnederler. Paşa bu sırada tabutun açılıp yüzünün gösterilmesini arzu eder. Paşanın bu istirhamı karşısında ulema müsaade eder, tabutun kapağı açılır. Açıldığında, tabuttan güzel bir koku etrafı sarar. Bu koku hazirunu mest eder. Ruhani etkinin altında kalan topluluk hislenip ağlaşırlar. Mevlâ’ya açılan kalpler, coşkun bu tezahürat içinde tabutun içinde yatan zatı görür görmez kendilerini mana âleminin sonsuz sahillerinde hissederler. Böylece ruhani aşk ve şevk ile tekbir, selâm ve salâtlarla kubbeyi çınlatırlar. Açılan tabutun içinde orta boylu, köserek sakallı sarışın bu zatın ter u taze yattığı görülür. Hatta hırkası, başının Mevlevi külâhı bile çürümemiş. Sağ bacağı ile sol pazısının yaralarına bağlı mendillerden kan damlamakta olduğu görülür. Ruhani işaret neticesi kabrini izhar ettirmiştir. Bu ölçü tartıya gelmeyen manevi şevki erenler tadar. Kelime, cümle bu sahada cılız kalır. İfade edemez. “Siz onlara ölü demeyiniz onlar diridir.” Tülay BERBEROĞLU / Harakani Quarterly 1-2014, 109-120 | 119 Ebû’l-Hasan Harakânî Hazretlerinin türbesi yanındaki kubbeli III. Sultan Murad Camii bozulup harap olduğundan 1617 yılında Sadrazam Mehmet Paşa’nın Kars’ı yeniden şenlendirip, top ve asker yollayarak burayı yeniden canlandırması üzerine on iki yıldan beri tedirgin olan Kars ahalisi de gelip, eski evlerinin imarını yaparak şenlendirirler. (Çiçekler, 2006 s.21) SONUÇ Zahiri sultan daima batındaki sultanın emrindedir. Eğer himmeti olursa onu gerçekten sultan eder, zulme düşmekten kurtarır. Vahdetin zahiri, zahiri sultanın hükmü altındadır. Batını, batini sultanlık hükmü altındadır. Batından zahire kuvveden fiile gelen zuhuratı zahiri sultanlar icra ederler. Zahirden batına giden, dönen yani kesretten vahdete, vahdetten kesrete bu şuhudu idrak eden sultanlarda ariflerdir ki onlar zahiride yönlendirirler. Bu, Peygamber Efendimizden gelen bir irfandır. Eğer zahiri sultan kalbi ilimlere vakıf ise, mutlaka ardında bir arif, manevi bir sultan vardır. Âlemin kalbi âdem, âdemin kalbi ise insan-ı kâmildir. Harakânî Hazretleri için kullanılan “şehri yar” ifadesi de bunu ima etmektedir. O âlemin kalbini, bilincini oluşturan zattır. (Uzgur, 2012, s.26,27,28,29,30,81,82,83) Bir sözlerinde: “Yaratan’ın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez” buyuruyor. O bütün âlemin sızısını gönlünde taşıyabilecek kadar yüce bir irfana sahiptir. Sözlerinin birinde bizlere şöyle seslenir: “Türkistan’dan Şam’a kadar olan o sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir.” (Uzgur, 2012, s.9) Karslı olup da Harakânî Hazretleri’ni bilmeyen, duymayan ve sevmeyen yoktur. Dünyanın neresinden olursa olsun tasavvuf çevrelerine mensup olan insanlar, Ebu’l-Hasan Harakânî’yi bilirler. Hazret meşhur bir sufi, meşhur bir âlimdir. Peygamberimizden gelen cehri ve hafi kolların kendisinde birleştiği bir evliyadır. Bu yüzden doğuda ve batıda Hindistan’dan tutun İran’a, İran’dan Anadolu’ya Orta Asya’ya hatta Avrupa’nın içlerine kadar Harakânî Hazretleri’ni insanlar biliyorlar. Sözlerinden, irfanından, menkıbelerinden, insan sevgisinden; araştırmacılar, yazarlar, düşünürler, fikir insanları, mutasavvıflar, şeyhler, âlimler etkilenmiştir. (Uzgur, 2012, s.18) 120 | Tülay BERBEROĞLU / Harakani Dergisi 1-2014, 109-120 Farklı kavim ve dinlerin, adalet ve sevgi temelinde bir arada, esenlik içinde yaşamasını sağlayan bu öğretiye bugün fazlasıyla muhtacız. Özgür ve barışçıl bir dünyanın kurulmasında Harakânî Hazretleri gibi yaşamı ve öğretileri bize ışık olacaktır. Hayatı akademiyemizde giderek daha çok araştırılacak, bu büyük bilgenin engin irfanı, ülkemizin ve dünyanın sorunlarının aşılmasında bir referans olacaktır. Vahdet algısının ve ahlakının yaygınlaşması, varlığı bir vücut olarak gören ve her şeye karşı Ebu’l-Hasan Harakânî gibi sonsuz bir sevgi ve merhamet duyan, adalet duygusu gelişmiş, ruhu özgürleşmiş, benliğin zindanından kurtulmuş insanlar artacaktır. (Uzgur, 2012,s.8) Hak, âlem ile kendini izhar etmektedir. Birlik idraki insanda derinleşirse, insan âlemde zerreden küreye her şeyde bizatihi Hakk’ı görmeye başlar. Harakânî Hazretleri, bizleri bu vahdet şuuruna taşır. Tabi bunun için Hakk’a teslim olmak gerekir. Teslimiyeti şair Sezai Karakoç şöyle tarif ediyor: “Allah’a teslim olan, eşyayı teslim alır.” Bu esenliktir tabi. Nefsin Hakk’a tam teslimiyeti… Harakânî Hazretleri, ise bunu şöyle ifade ediyor: “Teslim olmayı seç ki yuvaya yolculuğun kısa sürsün.” (Uzgur, 2012, s.16,17) Bu hizmet, Hak için Hak ile yapılmaktadır. Bu hizmet her türlü ihtilaftan arınmıştır. Allah’ın zatında himaye edilmektedir. En alt derecesinin ölçüsü şudur: Buyurmuş ki: “Bir mümini ziyaret maksadıyla mağripten maşrığa yalın ayak olarak gitmiş olan, yine dünyayı bir lokma yapıp kardeşinin ağzına koysan fazla bir hizmet yapmış sayılmazsın.” “Kim ki Allah için olursa Allah da onun için olur. Onlar için korku ve endişe yoktur.” (Uzgur, 2012, s.17) Harakânî Hazretleri’nin her biri ayrı bir derya olan ama aynı yeri işaret eden vahdet dolu sözlerinden biriyle sizleri selamlıyorum. “Bu aşkı tatmak için, okyanusta bir balık ol...” (Uzgur, 2012, s.8) KAYNAKÇA 1. Çiçekler, Prof. Dr.Mustafa. (2006) Sey-i Süluk Risalesi. İstanbul: Sufi Kitap. 2. Uzgur, Yavuz Selim. (2012) Anadolu’nun Kalbi: Harakânî. Yayına Hazırlayan: Sadık Yalsızuçanlar. İstanbul: Sufi Kitap. 3. Yalsızuçanlar, Sadık. (2012) Cam ve Elmas. İstanbul: Timaş Yayınları. 4. Aliya İzzetbegoviç, (2012) Doğu ve Batı Arasında İslam. Bursa. Yarın Yayınları Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 121-140 SULTAN SENCER’İN TASAVVUFA OLAN İLGİSİ Ali İPEK Özet Büyük Selçuklu Tahtının son sahibi Sultan Sencer, çocuk yaşta Horasan Melikliğine tayin edildi. Bölgenin idare merkezi Merv şehrine yerleşen Sultan Sencer, burada zengin bir ilmî ortamla karşılaştı. Uzun bir idarecilik dönemini bu ortamda geçiren Sultan Sencer, Ehl-i Sünnete olan bağlılığı, Hadis’e düşkünlüğünün yanında Tasavvufa da büyük bir alaka gösteriyordu. Bu çerçevede Horasan’da dönemin önde gelen Şeyhlerinden Yusuf Hemedanî ile irtibat kuran Sultan, ilmî mahfillere katılmayı, din bilginleriyle birlikte olmayı da ihmal etmiyordu. Bu durum Onun Tasavvufî bir dinî hayat sürdürmesinin yolunu açmıştı. Anahtar Kelimeler: Horasan, Merv, Tasavvuf, Sencer. THE INTEREST OF SULTAN SENCER TO SUFISM Abstract Prince Sencer, who was the last sultan of Great Seljuk throne, was appointed to kingship of Khorasan in his chidhood years. Prince Sencer placed in Merv city, the headquarter of region, and encountered a rich scientific environment. While Sultan Sencer was experiencing administration for a long time, he showed an interest in Sufism along with his loyalty to Sunni Islam and his indulgence to hadith. In this context, Sultan did not neglect being together with religious scholars and attending the scholarship meetings by getting in touch with Yusuf Hemedani one of the leading sheiks of that period. This case enabled him to maintain a sort of sufistic and religious life. Key Words: Khorasan, Merv, Sufism. Sencer. 122 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 GİRİŞ Sencer Horasan Yolunda Selçuklu devletine ikinci imparatorluk dönemini yaşatan Sultan Sencer, babası Melikşah’ın Suriye seferi sırasında Sincar’da dünyaya geldi (479/1086). Sultan Melikşah vefat ettiği zaman (1092), Sencer on yaşında bulunuyordu.1 Daha bu yaşta siyasî sıkıntıların arasında kalan Sencer, kardeşi Berkyaruk tarafından Atabeg Kumaç’ın beraberliğinde Horasan’da bağımsızlığını ilan eden amcası Arslan Argun’un üzerine gönderildi. Arslan Argun’un kölesi tarafından öldürüldüğü haberi üzerine Selçuklu ordusunu Damegan’da durduran Sultan Beryaruk, bu sefer de Sencer’i Melik unvanıyla Horasan’ı yönetmekle görevlendirdi.2 Merv şehrine yerleşerek,3 1097/98 yılında Horasan gibi önemli bir bölgede Meliklik görevine başlayan Sencer, henüz 12 yaşında bulunuyordu.4 Meliklik döneminde “Nasıruddin” unvanını kullanan Sencer, kardeşi Muhammed Tapar’ın saltanatı zamanında (498-511/1105-1118) da bu görevini 1 2 3 4 İbnü’l-Esîr, İzzeddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Târîh, nşr. CJ. Tornberg, Beyrut 1979, X, 593; Yakut el-Hamevî, Şihabuddin Ebû Abdullah, Mu’cemu’l-Buldan, Beyrut 1995, III, 262; Ravendî, Muhammed b. Ali b. Süleyman, Râhatu’s-Sudûr ve Âyetu’s-Sürûr, çev. Ahmet Ateş, TTK yay., Ankara 1999, I, 18l; Cüzcanî,Minhacüddin Osman b. Muhammed, Tabakat-ı Nâsırî, nşr. Abdülhay Habîbî, Kâbul 1328, s. 303; Raşîd al-Dîn Fazlullah b. İmâdüddevle Ebü’l-Hayr Ali, Camî al-Tavarîh, yay. Haz. Ahmet Ateş, TTK yay., Ankara 1999, II, 102; Mîrhand, Muhammed b. Seyyid Burhaneddin, Târîh-i Ravzâtu’s-Safâ, Tebriz 1339, IV, 319. İbnü’l-Esîr, X, 265; İbn Hellikân, Ebû’l-Abbas Şemseddin Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr, Vefeyâtu’l-A’yan ve İnbau Ebnai’z-Zaman, Tahkîk, İhsan Abbas, Beyrut, t.y. II, 428; Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, TTK, Ankara 1990, s. 9. Merv şehri ile ilgili geniş bilgi için bk. Ya’kubî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. el- Vazıh el-Kâtib, Kitâbu’l-Buldân, nşr. M. J. De Goeje, Brill 1892, 279; İstahrî, Ebû İshak İbrahim b. Muhammed, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, nşr. M. Cabir, Kahire 1961, s. 145-148; İbnü’l-Fakîh, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed el-Hemedânî, Kitâbu’l-Buldân, nşr. M.J. De Goeje, Brill 1885, s. 319; Makdisî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ebî Bekir, Ahsenü’t-Tekasım fî Ma’rifeti’l-Ekâlim, nşr. M. J. De Goeje, Leiden 1906, s. 311; Hamdullah b. Ebî Bekr b. Muhammed b. Nasr, Müstevfii Kazvinî, Nüzhetü’l-Kulûb, ed. Muhammed Debîr Sıyakî, Tahran 1958, s. 193. Yakut, V, 114; Kazvinî, Zekeriyya b. Muhammed, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd,, Beyrut 1969, s. 457; Reşîdüddiîn, II, 96; Barthold, W., Tezkire-i Coğrafya-yı Tarih- i İran, Farsça. çev. Hamza Serdâdver, Tahran 1308, s.96; Turan, Osman, Selçuklu Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Boğaziçi yay., 4. baskı., İstanbul 1993, s. 236. Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 123 sürdürerek 20 yılını Horasan yönetiminde geçirdi.5 Anlaşılan tecrübeli ve sağlam bir kadro ile işe başlayan Melik Sencer, kısa zamanda Horasan’a hâkim olarak Selçuklu devleti’nin doğusundaki idarî düzeni, huzuru ve sükuneti sağlamış oldu. Bu bakımdan Berkyaruk ve Muhammed Tapar’ın saltanatları döneminde bu bölge ile ilgili herhangi bir sıkıntıya maruz kalmadıkları görülüyor.6 Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine (511/1118), oğlu veliaht Mahmud sultan ilan edildi. Ancak Melik Sencer, Sâve’de meydana gelen savaşta (11 Ağustos 1119) yeğeni Mahmud’u yenilgiye uğratarak, Büyük Selçuklu Sultanı oldu. Sultan Sencer, Mahmud’u cezalandırmak yerine, Selçuklu hâkimiyetinin batısına düşen yerlerin idaresini kendisine bırakarak, Irak Selçukluları’nın temelini atmış (1119), bir bakıma da Horasan’dan ayrılmak istemediğinin işaretini vermiş oluyordu.7 Selçuklu devleti, Sultan Sencer döneminde eski satvet ve haşmetine yeniden kavuştu. Hâkimiyetin doğu-batı sınırları, doğu toplumlarının istilasına karşı koruma altına alınarak Türk-İslâm dünyasının emniyeti sağlandı. Tüm doğu ve batı ülkeleri Selçuklu hükümranlığına alındı.8 Bu durumda Sultan Sencer’in Horasan, Gazne ve Maverâünnehir Sultanı unvanıyla Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Azerbaycan, Arran, Ermeniye, Diyar-ı Bekir, Diyar-ı Rabiâ, Musul, Şam ve Hicaz’da (Harameyn-i Şerîfeyn), Cuma ve Bayram hutbelerinde adına yer veriliyordu.9 Bu dönem öncelikle Horasan, Maverâünnehir ve Irak’ın mamur duruma getirildiği kaydediliyor.10 Böylece Sultan Sencer, kırk yıl süren saltanatı zamanında Sultanu’l-A’zam, Muizzüddîn, 5 6 7 8 9 10 Ravendî, I, 181; Aksarayî, Kerimeddin Mahmud Selçuklu Devleti Tarihi (Müsameratü’lAhbar), çev. M. Nuri Gencosman, Ankara 1943, s. 117; Reşîdüddin, II, 102; Mîrhand, IV, 319. İbnü’l-Esîr, X, 506; Bundarî, Zubdat al-Nusra ve Nuhbet al-Usra, çev. K. Burslan, Horasan ve Irak Selçukluları Tarihi, İstanbul 1943, s. 238; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 238. Bu konularla ilgili bk. İbnü’l-Esîr, X, 548-553; İbn Hellikân, II, 428; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 238 vd.; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. V, İkinci İmparatorluk Devri, TTK., Ankara 1991, s. 5-26 vd.; Erdoğan Merçil, SelçuklularMakaleler-, Bilge Kültür Sanat yay., İstanbul 2001, s.292. İbnü’l-Esîr, XI, 222; Cüzcanîn, Tabakât, I, 304; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 238-241. İbnü’l-Esîr, XI, 222; İbn Hellikân, II, 427; Ravendî,, I, 167; Mîrhand, Ravzât,, IV, 310 vd.; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s.238-241; Köprülü, M. Fuad, Türk Târîh-i Dînisi, Dâru’lFünûn Matbaası, İstanbul 1341, s. 308. İbnü’l-Esîr, X, 549; Markizî, Takiyuddîn Ahmed b. Ali, Kitâbu’s-Sülûk Li Ma’rifeti Düveli’lMülûk, nşr. M. Mustafa Ziyâde, Kahire 1934, I, 34; İbn Hellikân, II, 427; Mîrhand, Ravzât, IV, 310 vd. 124 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 İslâm Padişahı, Dünya Sultani gibi unvanları bihakkın taşıyan bir cihan hükümdarı oldu. Sultan Sencer sadece dünya saltanatıyla yetinmeyip, “Muizzüddîn”11 unvanının hakkını vererek, ilim, marifet ve dinî hayat alanlarında da hükümranlığına yakışır icraat ve faaliyetlerde bulundu. İslâm dininin inanç ve yaşantısında Ehl-i Sünnet yolunu takip eden Sultan Sencer’in bu anlayıştaki ilim ehlini desteklemesi, Batınîler gibi fırkalara karşı amansız mücadele vermesi, bunun bir örneğini oluşturur.12 Bu çerçevede Horasan, Sencer döneminde siyasetin merkezi olduğu gibi, Ravendî’nin ifadesiyle, “ İlmin ocağı, faziletlilerin de kaynağı”13 durumuna gelmiş bulunuyordu. Horasan’da İlmî Ortam İran’ın doğusunda genişçe bir alanı oluşturan Horasan,14 Hz. Ömer zamanında (13-23/634-644) başlayan ve Hz. Osman döneminde (23-35/644-656) bölgede yoğunlaşan fetih hareketleriyle İslâm hâkimiyetine alındı.15 Hz. Osman dönemi Basra Valisi Abdullah b. Amir b. Kureyz başta olmak üzere, Abdullah b. Hazim es-Sülemî, Ahnef b. Kays, Hatim b. en-Nu’man el-Bahilî, el-Esved b. Külsüm el-Adevî ve Kays b. el-Heysem es-Sülemî komutasındaki Sahabî, Tabiîn ve bunları takip edenlerden oluşan İslâm orduları, bölgede yerleşim alanlarının fetihlerinde bulunmuş, Horasan’ın geleceğinin temellerini atmışlardı.16 11 12 13 14 15 16 İbnü’l-Esîr, X, 549; İbn Hellikân, II, 427. Bk. İbnü’l-Esîr, X, 531, 647; Ravendî, I, 167; Cüzcanî, Tabakât, I, 304; Mîrhand, Ravzât, IV, 311; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 240. Râhatu’s-Sudûr, I, 167. Anonim, Hudûdu’l-Âlem Mine’l-Maşriki ila’l-Mağrib, nşr. Menuçehr Stude, Tahran 1340, s. 101; G. L. Strange, Buldanu’l-Hilafeti’ş-Şarkıyye, Arapça çev. Beşir Fransıs-Gorgis Avvad, Bağdat 1954, s. 432; M. A. Shaban, “Khorasan of the Time of the Arabic Conques” , İran And İslam, Edinburg 1971, s. 479. Bu konuda geniş bilgi için bk. Taberî, V, 124, 157, 160, 304; Ya’kubî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. el-Vazıh el-Kâtib, Târîhu’l-Ya’kubî, Necef 1358, II, 167; Belâzurî, Ahmed b. Yahya, Fütûhu’l-Buldân, nşr. A.Enis et-Tabba’-Ö. Enis et-Tabba’, Beyrut 1987, 567-574; İbnü’l-Esîr, III, 33, 123-127; Zehebî, Şemsüddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman Kaymaz et-Türkmanî, Târîhu’l-İslâm ve Tabakâtu’l-Meşâhir ve’l-A’lâm, Kahire 1368, II, 83-83; Zeynî Dehlân, Ahmed b. Zeynî, el-Fütûhâtu’l-İslâmiyye Ba’de Muziyyi’l-Fütûhâti’n-Nebeviyye Kahire t.y. I, 133. Ayrıca bk. A. İpek, Hz. Osman Dönemi İran Fetihleri, İstanbul 1993 (Marmara Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü, basılmamış Yüksek Lisans Tezi). Taberî, V, 265; Belâzurî, Fütûh, s. 567; İbnü’l-Esîr, III, 33, 123-127; M.A. Shaban, The Abbasid Revolution, Cambridge 1970, s. 13-16; S.A. Hasan, “ The Expansion of Islamic İnto Central Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 125 Fetih sonrası hilâfet hâkimiyetine alınan merkezlere yerleştirilen yahut antlaşma gereği İslâm dinine davet, ezan ve diğer hizmetlerle görevlendirilen17 bu ilk dönem Müslümanları da, atılan temelleri yükseltmenin gayretini göstermişlerdi. Ayrıca bu dönem hem fetihlerde bulunmak, İslâm dininin tebliği, tanıtımı görevini yerine getirmek ve hem de sorumluluk alanlarındaki idareyi yürütmek üzere gönderilen ordu komutanı emirlerin ilim ehli, fıkhı iyi bilen kimseler olmaları,18 ilim ve fikir hareketleri noktasında Horasan’ın geleceği açısından önem arz ediyordu. Horasan fetihleriyle tanınan Ahnef b. Kays etTemimî bunun bir örneğini oluşturuyor. Basra valisi Abdullah b. Amir tarafından Merv’e görevlendirilen Ahnef b. Kays, Tabiîn’in büyüklerindendi. Ahnef, geniş bir ilme, ileri derecede bir hilme, yumuşak tabiata sahipti.19 Dinî hayatındaki ciddiyeti, takvasıyla da bilinen Ahnef, Emevî halifesi I. Muaviye döneminde (4160/661-680) sayılır fukahadan biriydi.20 Abdullah b. Hazim, el-Hakem b. Amr el-Gıfarî,21 Hatim b. en-Nu’man el-Bahilî ve Umeyr (Emîn) b. Ahmer el-Yeşkürî de aynı dönem Horasan fetihlerinde bulunan Ahnef benzeri komutanlardı.22 Bununla beraber Müslüman nüfusun Horasan’a en yoğun bir şekilde iskânı, Halife I. Muâviye’nin Basra valisi Ziyad b. Ebî Süfyan zamanında yaşandı. Ziyad, önce el-Hakem b. Amr el-Gıfarî’yi Horasan’a görevlendirdi.23 Sahabî olan bu Emir’in24 Merv’de vefatı üzerine (50/670), er-Rebi b. Ziyad elHarisî’yi aynı göreve getiren Ziyad, Kûfe ve Basra halklarından 50 bin kişiyi 17 18 19 20 21 22 23 24 Asia and The Early Turco-Arab Contacts”, Islamic Cultur, Haydarabad-Dekkan 1970, vol: XLIV, no, I, , s. 165-176. Es-Sem’ânî, Abdülkerim b. Muhammed b. Mansur et-Temimî, el-Ensâb, Beyrut 1408/1988, V, 265; S.A. Hasan, “The Expansion”, Islamic Cultur, XLIV, no,l, s. 4. Bk. İbnü’l-Esîr, III, 33. Bk. İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1957, V, 46; İbnü’l-Cevzî, Cemâleddin Ebî’l-Ferec, Sıfatu’s-Safve, nşr. Mehmed Fahûrî-M. Revvâs Kal’acî, Beyrut 1406/1986, III, 198; İbn Kesîr, Imâduddin Ebu’l-Fidâ Ömer, el-Bidâye ve’n-Nihaye, Beyrut 1978, IV, 326; Mahmud Şît Hattâb, Kâdetu Fethi Bilâdi Faris, Beyrut 1974, s. 217-246. M. Şît Hattâb, s. 235, 240. Bu iki şahıs da Sahabîdir. bk. İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 326; Askalanî, el-İsâbe, I, 346; Yakut, V, 115. Taberî, V, 265, 306; Belâzurî, Fütûh, s. 576; İbnü’l-Esîr, III, 101-102; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 326: Gerdizî, Ebû Saîd Abdulhay b. Dahhâk b. Mahmûd, Zeynü’l-Ahbâr, nşr. Abdulhay Habîbî, y.y., 1347, s. 102. Taberî, IV, 141. Halîfe b. Hayyât el-Usfurî, Târîh, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut 1414/1992, s. 159; Belâzurî, Fütûh, s.576; Askalanî, el-İsâbe, I, 346. 126 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 aileleriyle birlikte iskân edilmek üzere Horasan’a gönderdi.25 Çoğunluğunu Ezd ve Temîm kabilelerinin oluşturduğu anlaşılan26 bu kadar sayıda Müslüman nüfus, Horasan için bir zenginlik ve geleceğine yönelik bir enginlik demekti. Dolayısıyla, içlerinde Sahabîlerin de bulunduğu birçok ilim erbabı Tabiîn ve bunları takip eden ilk dönem Müslümanları, Horasan’da bundan sonra yetişecek Tasavvuf erbabının öncüleri, hocaları olmuşlardı. Nitekim Horasan bundan sonra ilim, irfan merkezi durumuna gelmiş oldu.27 Atâ b. Ebî Müslim el-Belhî (öl. 135/752-53), Muhammed b. Yusuf Ma’dan el-İsfahanî (öl. 184/800), Ebû Ubeyd b. el-Kasım b. Sellâm (öl. 223/83738), Yahya b. Yahya en-Nisabûrî (öl. 226/840-41), İshak b. İbrahim Raheveyh (öl. 238/852-54), Ebû Ubeydullah Muhammed b. Yusuf el-Bennâ (öl. 286/899) gibi İslâmî ilimlerin her alanında yüzlerce ilmî şahsiyetler yetişti.28 Şakîk el-Belhî (öl. 174/790), Fudayl b. Iyaz (öl. 187/802-3), Hatim el-Asamm (öl. 237/851-52), Bayezîd el-Bistamî (öl. 261/874-75), Hamdun el-Kassâr (Ebû Salih Hamdun b. Ahmed el-Ammâra, öl. 271/884-85) gibi marifet erbabı da, İslâmî fetihler sonrası Horasan’da dikilen Tasavvuf fidelerinin ilk meyvelerini oluşturdular.29 Müteakip dönemler Horasan’da bilhassa Tasavvuf ve fikir hareketleri gelişme arz etmiş ve IX-XI. Asırlarda ise ileri bir safhaya ulaşmıştı.30 Herat, Nişapur ve Belh’in yanı sıra Merv şehri (Merv-i Şahicân) de bu hareketlerin en çok yaşandığı bir merkezdi .31 Ebû Ali ed-Dekkâk (öl.412/1021), Hz. Osman’ın 25 26 27 28 29 30 31 Taberî, IV, 141; Belâzurî, Fütûh, s. 577; S.A. Hasan, “The Expansion”, Islamic Cultur, XLIV, no:3, (1970), s. 166. Bk. Ya’kubî, Târîh, II, 276; Barthold, Tezkire, s. 83. Bk. Yakut, V, 112; Makdisî, Ahsen, s. 294; Kazvinî, Âsâr, s. 361-62. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 81, 83, 115-116, 122, 130, 150-166; En-Nisâburî, el-Hâkim b. Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. Hamdûye b. Nuaym, Târîh-i Nişâpûr, telhis. Ahmed b. Muhammed b. el-Hasan b. Ahmed, nşr. Behmen Kerîmî, Tahran t.y., s. 131. Ebû Nuaym el-Isbahanî, Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, Beyrut t.y., VIII, 74, 84; İbnü’l-Cevzî, Sıfat, II, 237, IV, 107,123,159-163; Bursalı Mehmed Tahir b. Rifat, Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri, Necm-i İstikbal Matbaası, İstanbul 1327, s. 9-12. Bu konularla ilgili ayrıca bk. Seyf b. Muhammed b. Ya’kub el-Herevî, Târîhnâme-i Herat, nşr. M. Zübeyr es-Sıddıkî, Kalküta 1943sayfa numarası ; en-Nisâbûrî, Târîh-i Nîşapur, sayfa numarası eklenecek……….; Ebû Nuaym el-Isbahanî, Ahmed b. Abdullah, Kitabu Ahbâri Isbahan, Leiden/Brıll 1931 sayfa numarası eklenecek. Bk. F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 304; Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi, Boğaziçi yay., 6. bask., İstanbul 1993,I, 198; Öztürk, Mürsel, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Kültür Bak.Yay., Ankara 2001, s.41-42. Kazvinî, Âsâr, s. 361; Makdisî, Ahsen, 311;İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 115, 129, 134, 166. Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 127 soyundan Ebû Bekr el-Hirî (Ahmed b. el-Hüseyin, öl.421/1030), Ebû Said b. Ebu’l-Hayr (öl. 440/1048), İmam el-Kuşeyrî ( Ebu’l-Kasım Abdülkerim b. Havazin, (öl. 465/1072-73) ve Ebû Ali el-Farmadî (öl. 477/1084-85) bu dönemin tanınmış Tasavvuf erbabından birkaçıdır.32 Fetih sonrası Merv’e yerleşen el-Hakem Amr el-Gıfarî, Bureyd b. elHusayb el-Eslemî (Abdullah b. Nadle) gibi Sahabîler,33 buradaki ilmî hareketin, zahidane dinî hayatın öncüleri olmuşlardı. Nitekim, Abdullah b. Mübarek (öl. 181/797) ve İmam Ahmed b. Muhammed b. Hanbel (öl. 241/855) bu şehirde müteakip dönem yetişen ilmî şahsiyetlerdi.34 Daha sonraki asırlarda bu merkezden yüzlerce “Mervezî” yahut “Mervî” nisbesiyle tanınmış ilim ehli ve Tasavvuf öncülerinin çıktığı görülüyor.35 Dolayısıyla böyle bir Horasan devralan Selçuklular, kendilerinin de ilme olan düşkünlükleri, ilmî şahsiyetlere karşı duydukları saygı, onları koruma, kollama, yetişmelerinin önünü açma, destek olma siyasetleri,36 bu duruma daha bir hareketlilik kazandırmış oldu. Sultan Sencer de daha çocuk yaşta Melik unvanıyla geldiği Merv şehrinde, yukarda bahsi geçen zengin bir ilmî ortama, sufiyane bir hayat yaşantısına şahit olmuştu. Bu bakımdan Sultan Sencer’in saltanatı elde ettiği zaman, idare merkezini değiştirmemesinde, uzun zaman yaşadığı, alıştığı ve hazzına vardığı bu ortamdan ayrılmak istememesinin de etkili olduğu anlaşılıyor.37 32 33 34 35 36 37 Abdü’l-Gafir el-Farisî, el-Hafız Ebu’l-Hasan b. İsmail, el-Halkatu’l-Ulâ Min Târîh Nîsâbûr elMüntahab Mine’s_Siyak, intihâb, el-Hafız Ebû İshak İbrahim b. Muhammed b. el-Ezher esSarîfînî, idâd, Muhammed Kâzım el-Mahmûdî, Kum hk 1403 /1362 hş., s. 286; İbnü’l-Esîr, X, 98, 209; İbn Hellikân, III, 205-208; es-es-Sübkî, Tâcuddin Ebî Nasr Abdulvahhab b. Ali b. Abdi’l-Kâfî, Tabakâtu’ş-Şafiîyyeti’l-Kübrâ, tahkîk, M. Muhammed et-Tanahî-A. Muhammed el-Hulv, t., V, 306; Kazvînî, Âsâr, s. 360; Abdurrahman b. Ahmed Câmî, Nefehâtü’l-Üns Min Hadarâti’l-Kuds, nşr. Mehdî Mehdî Pûr, y.y, 1337, s. 368; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 224. Taberî, VI, 141; Belâzurî, Fütûh, s. 576; Askalanî, el-İsâbe, I, 146, 346; Yakut, V, 115; Kazvinî, Âsâr, s. 456; İbnü’l-Fakîh, Buldân, s. 316. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 134; Yakut, V, 141; Hâkim en-Nîsâburî, Târîh-i Nişapur, s. 13l; İbnü’lFakîh, Buldân, s. 320; İbn Hellikân, I, 199-200; Bursalı, Türkler, s. 18. Konuyla ilgili bk. Abdu’l-Gafir, Târîh-i Nîsâbûr, 65,77,268,378,676; İbnü’l-Esîr, XI, 103; İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 147-149; es-Sübkî, Tabakât, V, 110, 310; İbn Hellikân, III, 209-210; Bursalı, Türkler, s. 18,19,44. Bk. F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 213. Bk. Yakut, V, 141. 128 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 Selçuklu ailesinde doğru ve sağlam itikat âdeta cibilli bir hal arz eder.38 Başta ailenin atası Selçuk Bey olarak güzel ahlâk, dürüst iman, halka karşı adaletli olmak, ihsanda bulunmak, din bilginlerine saygı göstermek, âlimlere, tasavvuf erbabına bol imkânlar sağlamak, onların duâlarını almak, gönüllerini kazanmak, Selçuklu ailesinin şiârı olarak görülüyor.39 Selçuklu ailesi içinde Sultan Sencer’in bu vasıflarda daha ileri bir safhada olduğu anlaşılıyor. Bu hususta Merv’deki ilim ve marifet ehlinin etkili olduğu muhakkaktır. Çünkü Sultan Sencer, küçük yaştan itibaren zamanının belki önemli bir kısmını, kendilerine karşı ilgi duyduğu, saygı ve yakınlık gösterdiği din âlimleri, zahit ve velî meşrep şahsiyetlerle geçiriyordu.40 Bu durum Sultan Sencer’in Tasavvuf’a olan temayülünü artırmış ve zahidane bir dinî hayat sürmesinin yolunu açmış olmalı.41 Mamafih başta Tuğrul ve Alp Arslan olmak üzere, bütün Selçuklu ailesi şeyhlere karşı büyük bir hürmet ve iltifat göstermişlerdi.42 Bu çerçevede Meliklik döneminde bir Tasavvuf öncüsüne intisap etmek arayışında olduğu anlaşılan Sultan Sencer, bu alanda önemli bir yere sahip olan İmam Gazali’ye (öl. 505/1111) saygı gösteriyor, bunun yanı sıra bilhassa Yusuf Hemedanî dikkatini çekiyordu.43 Çünkü Hz. Peygamber’in sünnetine bağlılığıyla tanınan Hemedanî, Selçuklu ailesinin din ve mezhep anlayışına uygun olarak, İmam A’zam’a son derece bağlı ve Hanefi Mezhebinin sıkı takipçisi idi.44 Sultan Sencer’in dikkatini çeken ve dinî hayatında örnek almak istediği Ebû Ya’kub Yusuf b. Eyyüb b. Yusuf b. el-Hasan b. Vehere el-Hemedanî (öl. 38 39 40 41 42 43 44 Aksarayî, s. 17 Bu hususlarla ilgili bk. Bundarî, s. 25, 39, 47; Ravendî, I, 85, 97, 123; İbnü’l-Adîm, Kemâleddin Ebu’l-Kasım Ömer, Buğyetu’t-Taleb Fî Târîhi Haleb, nşr. Ali Sevim, TTK. Ankara 1976, s. 17; Aksarayî, s. 10, 17, 105, 116; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 341. Ravendî, I, 167; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 313. Ayrıca bk. M. Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, Kütüphâne-i Sudî, İstanbul 1341, s. 221. Sultan Sencer’in kültür seviyesi hususunda bk. O. Turan, Selçuklular Tarihi Hakkında Araştırmalar ve Tenkitler, Sultan Sencer’in Kültür Seviyesi Meselesi, İslâm Medeniyeti Dergisi, Yıl:3, Sayı: 31, İstanbul Mayıs 1973, s. 33-37. Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ yay., 9. baskı., Ankara 2003, s. 92, not, 22. F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 313. F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92; amlf. Türk Tarih-i Dînisi, s. 313. Sultan Sener’in Şafiî ilim ehline karşı duyduğu saygı ve dinî riyasetle görevlendirmesiyle ilgili bk. Müntecebüddin Bedi’ Atabek el-Cüveynî, Atebetü’l-Ketebe, nşr. M. Kazvinî-A. İkbal, Şirket-i Sihami, (Tahran) 1950. Ali b. Hüseyin, Reşehât Aynü’l-Hayât, çev. Mehmed b. Mehmed Şerîf el-Abbasî, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1279, s. 15; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 89. Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 129 535/1140-1141), küçük yaşta Bağdat’a gelerek Nizamiye Medresesi Müderrisi Ebû İshak eş-Şirazî’den (İbrahim b. Ali b. Yusuf, ( öl. 476/1038) ders aldı. Kısa zamanda akranlarının önüne geçen Hemedanî, hocasının takdirini kazandı.45 Yusuf Hemedanî Bağdat, Isfahan, Semerkand gibi merkezleri dolaşarak Hadis hıfzetti ve bunların çoğunu yazarak bir arada topladı.46 İslâmî ilimlerde büyük bir vukufiyet kazanan Hemedanî, bir müddet Buhara ve Semerkand’ta tedrisat ve irşad faaliyetlerinde bulundu.47 Daha sonra tedrisat ve zahirî ilimlerle iştigali bırakan Yusuf Hemedanî, kendini züht, ibadet, riyazet ve mücahedeye verdi.48 Yusuf Hemedanî, zamanının Horasan Şeyhlerinin başta gelenlerinden Ebû Ali Farmedî et-Tûsî’ye (öl. 474/1081) intisap etti.49 Tasavvufta İmam Gazalî’nin de hocası olan Ebû Ali Farmedî,50 Ebu’l-Kasım Gürganî-i Tûsî ve Hasan elHarakanî gibi meşhur Tasavvuf öncülerinden ders almıştı.51 Vezir Nizâmü’lMülk’ün son derece saygı gösterdiği Farmedî, kendisine has usulle Tarikatta güzel bir yol izlediği kaydediliyor.52 Dolayısıyla Sufiyane dinî hayatında da önemli şahsiyetlerden ders alan Yusuf Hemedanî, aralarında Hasan Endakî (öl. 552/1157), Abdullah Berkî (öl. 555/1160-61), Hoca Ahmed Yesevî (öl. 562/1166) ve Abdülkadir Geylanî’nin (öl. 562/1166) de bulunduğu önemli şahsiyetler yetiştirdi.53 Hemedanî’nin Merv’deki (Merve’r-Rûd) Hankâhına gelen yüzlerce insan, onun yaşantısı ve nasihatlerinden istifade ediyorlardı.54 Bu zamanının sayılır allamesi, öğrencilerine dönemin Horasan Şeyhlerinin genel şiârı olan Hz. Peygamber (a.s) ve Ashabının yolundan gitmeleri tavsiyesinde bulunuyordu.55 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Camî, Nefehât, s. 375. Camî, Nefehât, s. 375; İbn Hellikân, V, 78. Reşehât, s. 15; İbn Hellikân, V, 78; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 88, not, 9. İbnü’l-Esîr, XI, 80; İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Camî, Nefehât, s. 375; İbn Hellikân, V, 78. Reşehât, s. 15; Camî, Nefehât, s. 375; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 89. Sübkî, Tabakât, VI, 309 Abdu’l-Gafir, Târîhu Nîsabûr, s. 628; Sübkî, Tabakât, V, 306; Camî, Nefehât, s. 378; Hoca Muhammed Pârsa, Risâle-i Kudsiye, trcm. Abdullah Salahi-i Uşşakî, Matbaa-i Ahmed İhsan, İstanbul 1323, s.13-14. Abdu’l-Gafir, Târîhu Nîsabûr, s. 628; İbnü’l-Esîr, X, 209; Camî, Nefehât, s. 368; Sübkî, Tabakât, V, 306; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 382. Reşehât, s. 15-17; eş-Şa’ranî, Abdulvahhâb, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Mısır t.y., I, 116-117; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 94. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Şa’ranî, Tabakât, I, 116-17; İbn Hellikân, V, 79. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 125; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92. 130 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 Yusuf Hemedanî’nin ilmî şahsiyeti, zühdü, ibadeti, Sünnet ve Ashabın yolunda oluşu gibi hayat tarzının farkında olan Sultan Sencer, kendisiyle daha yakın bir irtibat kurma kararına vardığı anlaşılıyor. Bu sırada henüz Meliklik dönemini yaşayan Sultan Sencer, 504/1110 tarihinde Semerkand’ta bulunan Yusuf Hemedanî’ye bir mektup göndererek Onun yaşantısının inceliklerini öğrenmek istemişti.56 Cevap olarak önce bir şey yazdırmak istemeyen Hemedanî, öğrencilerinin ısrarı üzerine, “Bizde, Şer’i Nebevîye uygun ne gördü iseniz yazın” tavsiyesinde bulundu.57 Nelerin yazıldığı hususunda bir bilgiye sahip değiliz. Ancak bunların Sultan Sencer’in zahidâne bir hayat tarzı benimsemesinde ve Tasavvuf erbabının vasıflarından bir çoğunu taşımasında etkilerinin olduğu muhakkak.58 SENCER BEY’de TASAVVUFÎ VASIFLAR a. Sünnete Olan Bağlılığı Dinî akideleri ve amelî uygulamalarında Ehl-i Sünnet yolunu benimseyen Selçuklu ailesi, bu anlayışı siyasetlerinin esası olarak kabul etmiş, onun yaşanması, yaşatılması ve müdafaası için azamî gayret göstermişlerdi.59 Selçuklu Sultanları dinî yaşantılarını bu anlayışa göre yerine getiriyor ve buna büyük bir itina gösteriyorlardı.60 Bunlar arasında, erken yaştan itibaren Horasan’da ilmî bir muhitte kalan Sultan Sencer’in zahidane dinî hayatı dikkat çekiyor. O, işlerinde Sünnet yolunu takip ediyor,, siyasetini adaletle yürütmüyordu.61 Onun Hadise ve Sünnete olan bağlılığı, Yusuf Hemedanî’nin vasıflarını hatırlatıyor.62 Ona göre Tarikatta manevî mertebe kazanmanın en kısa, en sağlam ve en hatasız yol Sünnete ittiba olarak gösteriliyor63 Buna göre Kitap ve Sünnet ölçü olarak 56 57 58 59 60 61 62 63 F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92. Aynı yer. Aynı yer. Bk. . O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk İslâm, s. 316 vd.; F. Köprülü, Türk TârIh-i Dînisi, s. 271, 287. Ravendî, I, 85, 97; Bundarî, s. 39; Aksarayî, s. 17. Cüzcanî, Tabakât, I, 304. Bk. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 125; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92; Mehmed Şerafeddin (Yaltkaya), “Sencer ve Gazalî”, Dâru’l-Fünûn İlahiyât Fakültesi Mecmuası, Yıl: l, Sayı: l, 39-57, İstanbul 1341/1925, s. 39; Köymen, M. Altay, “Sencer”, İslâm Ansiklopedisi, MEB, X, 486-493, İstanbul 1983, X, 493. Bk. İmam Rabbanî, Ahmed b. Abdü’l-Ahed, el-Farukî es-Serhendî, Mektubat, Arapça. M. Murad el-Menzilevî el-Mekkî, İstanbul 1969, I, 62,131. Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 131 alınıyor, bunların dışına çıkmalar makbul görülmiyor ve kurtuluşun da ancak bu yolda olduğuna dikkat çekiliyor.64 Ehl-i Sünnet yolunda dinine bağlılığıyla tanınan Sultan Sencer’in,65 Müslüman toplumun bu anlayışa göre yenilenmesine çaba harcaması, İslâm ahkâmının revaç bulması, yaygınlaşması ve her tarafta canlılık arz etmesi yönündeki gayretleri, hem saltanatının gereği ve hem de tasavvuf öncülerinin tavsiye ettikleri vasıflar arasında bulunuyordu.66 Sultan Sencer’in batınîlere karşı verdiği amansız mücadeleler, onun bu yöndeki gayretinin bir örneğini oluşturur.67 b. İbadete Düşkünlüğü Kendini ibadete vermek, devamlı bu halde bulunmak, Tasavvuf erbabının en önemli vasıflarından biri olarak görülüyor.68 İslâm dininde Namaz, ibadetlerin en başta olanı ve ilk akla gelenidir. Başta Hz. Peygamber (a.s.), Ashabı ve bunları takip edenler olarak ilim erbabı, Tasavvuf ehlinin en çok meşgul oldukları ibadetin Namaz olduğu bilinen bir husustur. Çünkü Namaz, ibadetlerin en ekmeli, camii ve hulasası sayılıyor.69 Kul, Cenab-ı Hakkın Ulûhiyeti, Saltanatı karşısında aczini ve fakrını Namazla huzura durarak ilan ve ifade ediyor. Sünnete ittibaı esas alan Tarikatların ortak vasıfları olan zikrin en güzel ifadesi Namazla yerine getiriliyor.70 Her ibadeti içinde bulunduran Namaz, insana yekîn ve ilahî marifet kazandırıyor.71 Bu ise insana haz, şevk, ferahlık, kalp ve ruhuna sekînet getiriyor.72 Sultan Sencer’in de bu manaları kendinde hazmeder bir şekilde, arifane bir kavrayışla ibadetinin müdavimi olduğu anlaşılıyor.73 Mîrhand’ın konuyla ilgili kaydı, Sultan Sencer’in bu durumunu ispat eder mahiyettedir. Bu müellifin 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye, s. 57. İmam Rabbanî, Mektubât, I, 383. O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 248. Bk. Cüzcanî, Tabakât, I, 304; Mîrhand, Ravzât, IV, 310; İmam Rabbanî, Mektubât, I, 143. İbnü’l-Esîr, X, 531, 647; Mîrhand, Ravzât, IV, 310; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 240, 322; amlf. Cihan Hâkimiyeti, I, 200. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, II, 467. Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye, s. 51. Bk. Aynî, Tasavvuf Tarihi, s. 192; Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye, s. 37. Mekkî, Ebû Talib Muhammed b. Ali b. Atiye el-Harisî, Kûtu’l-Kulûb fî Muâmeleti’l-Mahbûb ve Vasfi Tarîki’l-Mürîd ilâ Makami’t-Tevhîd, Mısır 1961, I, 221; Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye, s. 51. Kuşeyrî, Abdülkerim b. Havâzin Ebu’l-Kasım, Kuşeyrî Risâlesi, Haz. Süleyman Uludağ, Dergah yay. İstanbul 1981, s. 489. Bk. Mîrhand, Ravzât, IV, 311; M. Şerafeddin, “Sencer”, İlâhiyat Mecmuası, I, 40. 132 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 anlattığına göre, Sultan’ın annesi Seferiyye Hatun Merv’de vefat ettiğinde (515/1121), cenaze namazı kılınacağı zaman Sultan Sencer, farz namazlarını kazaya bırakmayan birinin kıldırmasını istemiş, ancak böyle biri çıkmayınca kendisi öne çıkarak bu görevi yerine getirmişti.74 Buna göre Sultan Sencer, namazını kazaya bırakmayan bir Sultan ve kendilerini ibadete veren tasavvuf erbabıyla ortak vasfı taşıyan arif bir şahsiyetti. c. Zühd ve Takvâ Sahibi Oluşu Marifet ehli şahsiyetlerin vasıflarından bir olan Zühd, yani dünyaya iltifat etmemek, kesben olmasa da kalben onu terk etmek; mala, ziynete, görkemli yaşantıya değer vermemek, azla iktifa etmek gibi hallerin,75 Sultan Sencer’in yaşantısında da yer bulduğu anlaşılıyor.76 Çünkü O, dünyaya fani güzüyle bakıyor,77 azla yetiniyor, kendisinde olanları başkalarıyla paylaşma anlayışını taşıyordu.78 Tasavvuf erbabına göre Zühd, bir manada iktisat demek.79 Bu ise Sultan Sencer’in hayatında önemli bir yer tutuyor. Sultan, yemek hususunda80 ve bilhassa işlerinden arta kalan zamanını ilmî mahfillerde değerlendirerek81 israftan sakındığı gibi, giysisinde de iktisadı tercih ettiğini, yani bu konuda da zahidane bir yol izlediğini görüyoruz. O, giysilerine fazla önem vermiyor, görkemli giysiler yerine daha sade olanları tercih ediyordu.82 Cenab-ı Hakkın hoşlanmadığı şeylerden uzak durma demek olan “Vara”,83 Zühdün ilk adımını oluşturuyor.84 İbadetlerin esası, itaatin temeli sayılan85 ve Tasavvuf erbabının en çok üzerinde durduğu Takvâ, muharrematı terk etmek, şüpheli olanlardan sakınmak, helâl olanlarda iktisadı benimsemek gibi daha 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 Aynı yerler. Ayrıca bk. İbnü’l-Esîr, X, 593. Bk. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, II, 368; . Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 492; M. Şerafeddin, “Sencer”, İlâhiyat Mec. I, 40, 57. Bu ise Tasavvuf’taki Fenâ Fillah ve Terk-i Terk anlayışını hatırlatıyor. Bk. Hoca Pârsa, Risâle-i Kudsiyye,s.82. Bundarî, s. 247. Kuşeyrî, Risâle, s. 253. Bundarî, s. 247. Ravendî, I, 167. Bk. Ravendî, I, 167. Haris el-Muhasibî, Ebû Abdullah, er-Riâye Li Hukukillah, Tah. A. Kadir Ahmed Atâ, y.y. 1970, s. 40-45. Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 399. Haris el-Muhasibî, Riâye, s. 40-45. Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 133 birçok manalara geliyor.86 Bir manasıyla da Allah’tan korkmak, O’ndan utanmak, O’nun emirlerine boyun eğmek olan takvâ, velayet mertebesine ulaşanların vasfı sayıyor,,87 Allah katında “Emîn” makamı kazandırıyor..88 Yekîn sahibi olmanın, “Rıza” mertebesine varmanın yolu da takvâdan geçiyor.89Yaşanan bu hal, hem marifet ilmini kazandırıyor ve hem de “Allah’tan en çok korkanların ilim ehli olduğunu”90 gösteriyor. Bu hal ve manaların Sultan Sencer’in yaşantısında yer bulduğunu, o’nun yakîni anlamda Allah korkusu taşıdığını, “(O), Allah’tan korkar”91 kaydından anlamamız mümkündür.. Sultan’ın ilahî emir ve yasaklar çerçevesinde İslâm ahkâmına tazelik kazandırması da,92 takvâ yolunda yürüyüşünün bir emaresi olmalı. Anlaşılan Sultan, şahsî hayatını, devlet idaresi, millet yönetimi, her bir muameleyi İslâm ahlâkı ve Tasavvuf erbabının tavsiye ettiği takvâ üzerine yürütüyordu.. ç. Cömertliği Cömertliğin, diğer adıyla sahavetin İslâm ahlâkı ve sosyal hayatta önemli bir yere sahip olduğu bilinen bir husustur. Cenab-ı Hakkın “Rahman” sıfatı, bir manasıyla iyi-kötü ayırımı yapmaksızın herkese ihsanda bulunmayı ifade ediyor..93 Hz. Peygamber (a.s) ve Sahabîleri bunun en güzel örneğini vermişlerdir.94 Bu güzel haslet, açılan bu yolu takip eden marifet ehlinin de vazgeçilmez vasıflarından biri olarak görülüyor.95 Abdullah b. Mübarek, irfan mektebi Horasan örneğinde bunlardan biri olarak gösterilebilir. Onun, her yıl fakirlere yüz bin dirhem infakta bulunduğuna yer veriliyor.96 Yusuf Hemedanî’nin hocası Ebû Ali Farmedî de, öğrencilerine bol ihsanda bulunuyor, kendisini ziyarete gelenlere, kimsesizlere kapısını açık tutuyordu.97 Sultan 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 Haris el-Muhasibî, Râiye, 40-45,49; Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 284. Kur’an, 4/13 Kur’an, 44/51 Bk. Haris el-Muhasibî, Râiye, s. 49; Kuşeyrî, Risâle, s. 283-84. Kur’an, 35/28 Ravendî, I, 167 Cüzcanî, Tabakât, I, 304. Ebû Nuaym, Hilye, X, 233. Bk. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 129. Bk. Kuşeyrî, Risâle, s. 285. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 141. Sübkî, V, 306. 134 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 Sencer’in büyük hürmet gösterdiği Yusuf Hemedanî de, Merv’deki hankâhında belki yüzlerce insanı ağırlıyordu.98 Cömertlik, Selçuklu Sultanlarının da ortak özelliklerinden biri. Başta Tuğrul Bey olmak üzere, Selçuklu ailesi ilim ehline, din büyüklerine, şeyhlere, düşünürlere ve sanat erbabına büyük miktarda ihsanda bulunuyorlardı..99 Halk ve fakir insanlar da bundan ayrı tutulmuyor, onlar da her fırsatta sultanların ihsanlarına mahzar oluyorlardı.100 Büyük Selçuklu tahtının son sahibi Sultan Sencer de, hem aileden gelen saltanat teamülü ve hem de aralarında bulunduğu, sohbetlerine katıldığı ilimmarifet ehlinin101 bu konudaki yaşantılarıyla hemhal olması nedeniyle,102 ihsanı bol Sultan olarak tanın..103 İlim ehli, Tasavvuf erbabı ve Şairlerin Sultanın hususî ihsanına mahzar oldukları biliniyor.104 Nitekim Semerkand’ta bulunan Yusuf Hemedanî’ye mektup gönderen Sultan, bunun yanında Hemedanî’nin öğrencilerine de 50.000 altın bağışta bulunmuştur.105 Cömertliğin her türlüsüne başvuran Sultan Sencer, aralıksız beş gün süreyle dağıttığı mal varlığı Onun bu vasfını göstermesi bakımından önem arz eder. İbn Hellikân’ın kaydına göre Sultan, bu zaman içerisinde zaruri ihtiyaç maddeleri, hilatler ve dönemin değerli sayılan malı Atlar vs. dışında, aynî olarak bağışladıkları 700 bin dinar olduğuna yer veriliyor.106 İnsanlara ikramda bulunmak, iyilik yapmaktan zevk duyan Sultan Sencer,107 hazinesinde hırs gösterircesine mal biriktirmeyi değil, onları yerinde harcamayı, ihsanda bulunmayı tercih ettiği görülüyor. Sultanın hazinedarının bu konudaki ifadeleri, bunun şahidi mahiyetindedir. Hazinede önemli miktarda mal birikiminin oluşması üzerine Hazinedar, bir gün Sultan’a, hazinelerinde bin atlas kumaşın biriktiğini kendisine göstermek istedi. Ancak Sultan susmayı tercih ederek herhangi bir şey söylemedi. Onun bu halinden mevcut durumdan memnun 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79. Bundarî, s. 25,47; Aksarayî, s. 116; O. Turan, Cihan, I, 178. Bundarî, s. 47; Aksarayî, s. 116. Ravendî, I, 167; M. Şerafeddin, “Sencer”, İlâhiyat Mec. I, 39. Aynî, Tasavvuf Tarihi, s. 221. İbnü’l-Esîr, XI, 222; İbn Hellikân, II, 427; Bundarî, s. 124,246; Mîrhand, Ravzât, IV, 310. Bk. Bundarî, s. 246; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm, s. 248. F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92. İbn Hellikân, II, 427. Bundarî, s. 246. Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 135 kaldığı sanmıştım. Bunun üzerine hazinede olanların tamamını ortaya çıkararak sergiledim ve kendisine “mal varlığına bakmayacak mısın? Size bahşedilen bu kadar nimete karşılık Allah’a şükretmeyecek misiniz” dedim. Bunun üzerine Sultan, Allah’a hamd, övgüde bulunarak “Benim gibisi hakkında mal üstüne mal biriktirmiş konuşulması yakışık almaz.” Sultan bunun akabinde Emirlerin huzura girmelerine izin vererek, bu kadar değerli kumaşları onlar arasında paylaştırmışt.108 Bu durum, Sultan Sencer’in saltanatına yakışır bir yaklaşımını ve cömertlikte de tasavvufî bir hayat tarzı benimsediğinin örneğini yansıtıyor. d. Şefkat ve Merhameti Şefkat ve merhamet, Tasavvuf literatüründe Sıddîkların vasıflarından biri sayılıyor.109 Tarikat öncülerinden Seyyid Ahmed er-Rufaî (öl. 578/1182)110 de bu konuda, “Allah’ın rahmetine yaklaştıran, rızasını kazanmayı sağlayan vasıflardan birinin de yaratılanlara şefkat göstermek” olduğunu ifade etmiştir.111 Hz. Peygamber (a.s.), sahabîleri ve bunları takip eden büyük şahsiyetler, bu vasıfların da en güzel örneği ve öncüleridirler. Hukukullah’a riayet, mahlûkata şefkat, güzel ahlakın da temelini oluşturuyor. Bu bakımdan başta insan olarak, her var olana karşı şefkat ve merhametle yaklaşmak, yumuşak huylu, kibar sözlü olmak güzel ahlakı oluşturan vasıflar arasında görülüyor.112 Sultan Sencer’in beğeni ile izlediği Yusuf Hemedanî ve bunun hocası Ebû Ali Farmedî, kendi zamanlarında şafkat ve merhamette örnek olmuşlardı.113 Bu çerçevede Sultan Sencer’in Tasavvufa olan temayülünün izlerini, onun azami şefkat ve merhametli oluşunda da görüyoruz. Onun şefkat ve merhameti bazen muztar olanların, sıkıntıya düşenlerin ellerinden tutmakla kendini gösteriyor.. 114 Sultan, müşfikliğini bazen de ihsanı, hakkaniyeti ve dürüstlüğüyle yansıtıyor.115 Sultan Sencer’in, kendisini gücendirenleri görmezlikten gelmesi, zararı dokunanlara bile iyilikte bulunması Onun şefkat ve merhametinin ayrı bir tezahürüdür.116 Ümerası tarafından kendisine karşı işlenen büyük kabahatleri bile 108 109 110 111 112 113 114 115 116 İbn Hellikân, II, 427. Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 78. Hayatıyla ilgili bk. İbn Hellikân, I, 171-172; Ziriklî, Hayreddin, el-A’lâm, Beyrut 1990, I, 174. Bk. Sübkî, VI, 25. Bk. Sübkî, II, 282. Sübkî, V, 306; Camî, Nefehât, s. 368. Bundarî, s. 246. Ravendî, I, 164; Bundarî, s. 246; Mîrhand, Ravzât, IV, 310. Bk. Bundarî, s. 124. 136 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 affetmesi, Sultanın hem siyasetine, saltanatına yakışır bir davranış hem de şefkat ve merhametin bu derecesinin ancak ilim-marifet sahibi şahsiyetlerde görülen bir meziyet olduğunu göstermişti.117 Sultan’ın reayasına, halkına olan düşkünlüğü, onlara yumuşaklıkla yaklaşması, merhametle muamele etmesi,118 adını dünyaya duyurmuş bir Cihan Hâkimine119 layık bir davranış, sûfiyane de bir hal arz ediyor.120 Şefkat ve merhametin, Sultan Sencer’in yüzünün güzelliğine de yansıdığı121 ve alnında da hissedildiğine yer veriliyor.122 Bu arada marifet ehlinin yüzlerinin nuranî, sözlerinin rahmanî, tabiatlarının zarif ve ruhlarının inceliği123 Sultan Sencer için de söz konusu olduğu görülüyor.124 SONUÇ Horasan, ilk İslâmî fetihler sonrasında ilmin merkezi, faziletlilerin kaynağı durumuna gelmiş. Belh, Isfahan, Herat, Merv ve benzeri şehirlerden, adını dünyaya duyurmuş ilmî şahsiyetler çıktı. Bu coğrafyada İslâmî ilimlerin her bir dalında olduğu gibi, Tasavvuf alanında da zenginleşme yaşanarak, çok sayıda Tasavvuf öncüleri yetişti. Bu durum, ilmin koruyucuları olan Selçuklular döneminde daha bir hız kazanarak zirveye ulaştı. Horasan’ın önemli ilim merkezlerinden biri olan Merv şehri, aynı zamanda öteden beri bölgedeki yönetimin yürütüldüğü yerdi. Selçuklu ailesinden buraya ilk gelen Çağrı Bey, son yerleşen ise Sultan Sencer oldu. Daha çocuk yaşta “Melik” unvanıyla Merv’e yerleşen Sultan Sencer, burada gelişmiş bir ilmî ortamla karşılaştı. Ömrünün yirmi yılını Meliklik, kırk yılını da Selçuklu Sultanı olarak bu şehirde geçiren Sencer, zamanının bir bölümünü ilim ve tasavvuf erbabıyla geçiriyordu. Dönemin önde gelen Horasan Şeyhlerinden Yusuf Hemedanî ile de irtibat kuran Sultan Sencer’in Tasavvufî bir yol izlediği görülüyor. 117 118 119 120 121 122 123 124 Aynı yer. Bk. İbnü’l-Esîr, XI, 222; Mîrhand, Ravzât, IV, 319 Mîrhand, Ravzât, IV, 310. Sultan Sencer’in reayasına olan düşkünlüğü, Hz. Peygamber’in (a.s.), Kur’an’da yerini bulan Mü’minlere olan düşkünlüğünü hatırlatıyor, bk. Tevbe, 128. Bundarî, I, 167. Mîrhand, Ravzât, Iv, 319. Aynî, Tasavvuf Tarihi, s. 221. Bk. Mîrhand, Ravzât, IV, 319. Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 137 Sultan’ın Ehl-i Sünnet anlayışı istikametinde dinî emirleri yerine getirmesi, ibadete düşkünlüğü, takvası, İslâm dininin revaç bulması için gayret göstermesi, cömertliği, şefkat ve merhametli oluşu, tebaasına azamî itina göstermesi, Onun, Tasavvufî yaşantısının öne çıkanlarını oluşturuyor. KAYNAKÇA Ali b. Hüseyin, Reşehât Aynü’l-Hayât, çev. Mehmed b. Mehmed Şerîf el-Abbasî, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1279. Abdurrahman b. Ahmed Câmî, Nefehâtü’l-Üns Min Hadarâti’l-Kuds, nşr. Mehdî Pûr, y.y, 1337. Abdu’l-Gafir el-Farisî, el-Hafız Ebu’l-Hasan b. İsmail, el-Halkatu’l-Ûlâ Min Târîhi Nîsâbûr el-Muntahab Mine’s-Siyâk, İntihâb, el-Hafız Ebû İshak İbrahim b. Muhammed b. el-Ezher es-Sarîfînî, İ’dâd. Muhammed Kâzım el-Mahmudî, Kum hş.1362/1403 hk. Askalanî, Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Ali, Kitâbu’l-İsâbe fî Temyîzi’sSahâbe, Beyrut 1328. Anonim, Hudûdu’l-Âlem Mine’l-Maşriki İlâ’l-Mağrib, nşr. Menuçehr Stude, Tahran 1340. Avfî, Muhammed, Lübâbü’l-Elbâb, nşr. S. Nefisî, Tahran 1335. Avfî, Muhammed, Cevâmiu’l-Hikayât, ve Levâmiu’r-Riâyât, nşr. E. Banu Mussafâ-M. Mussafâ, y.y. 1353. Aynî, Mehmed Ali, Tasavvuf Tarihi, Kütüphane-i Sûdî, İstanbul 1341. Barthold, W., Tezkire-i Coğrafya-yı Tarih- i İran, Farsça çev. Hamza Serdâdver, Tahran 1308. Belâzurî, Ahmed b. Yahya, Fütûhu’l-Buldân, nşr. A.Enis et-Tabba’- Ö. Enis etTabba’, Beyrut 1987. Bundarî, Zubdat al-Nusra ve Nuhbet al-Usra, çev. K. Burslan, Horasan ve Irak Selçukluları Tarihi, İstanbul 1943. Bursalı Mehmed Tahir b Rifat, Türklerin Ulûm ve Fununa Hizmetleri, Necm-i İstikbal Matbaası, İstanbul 1327. 138 | Ali İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 121-140 Cüveynî, Müntecebüddin Bedi’ Atabek, Atabetü’l-Ketebe, nşr. M. Kazvinî-A. İkbal, Şirket-i Sihami, (Tahran) 1950. Cüzcanîn, Minhacüddin Ebû Ömer Osman, Tabakat-ı Nâsırî, nşr. Abdülhay Habibî, Kâbul 1328. Dehlan, Ahmed b. Zeynî, el-Fütûhâtu’l-İslâmiyye Ba’de Müziyyi’l-Fütûhâti’nNebeviyye, Kahire t.y. Ebû Nuaym el-İsfahanî, Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakatu’lAsfiya, Beyrut, t.y. Ebû Nuaym el-Isfahanî, Ahmed b. Abdullah, Kitâbu Ahbâri Isbahan, Leiden 1931. Gerdizî, Ebû Saîd Abdülhay b. Dahhâk b. Mahmûd, Zeynü’l-Ahbâr, nşr. Abdülhay Habîbî, y.y. 1347. Gulamrıza Rızâî, Dânişverân-ı Horasan, Şirket-i Çaphâne-i Horasan, y.y., 1336. Halîfe b. Hayyât el-Usfurî, Târîh, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut 1414/1992. Handmîr, Gıyaseddin b. Humâmüddin el-Hüseynî, Habîbü’s-Siyer, nşr. Muhammed Debîr Siyakî, Tahran 1353. Haris el-Muhasibî, Ebû Abdullah, er-Riâye Li Hukûkillah, Tahk. Abdülkadir Ahmed Atâ, Dârü’l-Kütüb el-Hedîse, y.y. 1970. Herevî, Seyf b. Muhammed b. Ya’kub, Târîhnâme-i Herat, tashih, Muhammed Zübeyr es-Sıddîkî, Kalküta 1943. Hoca Muhammed Pârsa, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, trc. Abdullah Salahi-i Uşşakî, Matbaa-i Ahmed İhsan, İstanbul 1323. Hüseynî, Sadruddîn Ebû’l-Hasan Ali b. Nasır b. Ali, Ahbâru’d-Devleti’sSelçukiyye, çev. Necati Lügal, TTK., Ankara 1999. El-Isfahanî, Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakâtu’lAsfiya, Beyrut t.y. İbn el-Belhî, Farsnâme, ed. G. Le Strange-R.A. Nicholson, Gibb Memurial, London 1921. İbn Hellikân, Ebû’l-Abbas Şemseddin Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr, Vefeyâtu’l-A’yan ve İnbau Ebnai’z-Zaman, Tahkîk, İhsan Abbas, Beyrut, t.y. Ali İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 121-140 | 139 İbn Havkal, Ebû’l-Kasım en-Nusaybî, Kitâbu Sureti’l-Arz, Beyrut t.y. İbn Kesîr, İmâdüddin Ebu’l-Fidâ Ömer, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut 1978. İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1957-60. İbnü’l-Adîm, Kemâleddin Ebu’l-Kasım Ömer, Buğyetu’t-Taleb fî Târîhi Haleb, nşr.Ali Sevim, TTK. Ankara 1976. İbnü’l-Cevzî, Cemâleddin Ebî’l-Ferec, Sıfatu’s-Safve, nşr. Mehmed Fahûrî-M. Revvâs Kal’acî, Beyrut 1406/1986. İbnü’l-Esîr, İzzeddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Târîh, nşr. CJ. Tornberg, Beyrut 1979. İbnü’l-Fakîh, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed el-Hemedânî, Kitâbu’l-Buldân, nşr. M.J. De Goeje, Brill 1885. İbnü’l-İmâd, Abdulhay el-Hanbelî, Şezeratü’z-Zeheb fî Ahbâri Men Zeheb, Beyrut t.y. İmam Rabbânî, Ahmed b. Abdülahed el-Farukî es-Serhendî, Mektubât, Arapça. M. Murad el-Menzilevî el-Mekkî, İstanbul 1969. İstahrî, Ebû İshak İbrahim b. Muhammed, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, nşr. M. Cabir, Kahire 1961. Kâtib Çelebî, Keşfü’z-Zunûn An Esami’l-Kütübi Ve’l-Fünûn, nşr. M. ŞerafeddinKilisli Rifat Bilge, İstanbul 1360/1941. Kazvinî, Zekeriyya b. Muhammed, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd,, Beyrut 1969. Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ yay., 9. bask., Ankara 2003. Köprülü, M. Fuad, Türk Târîh-i Dînisi, Dâru’l-Fünûn Matbaası, İstanbul 1341. Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 141-156 HUCURÂT SÛRESİNİN İŞARET ETTİĞİ TEMEL İNSANÎ VE AHLÂKÎ İLKELER Muammer İPEK Özet Kur’an-ı Kerîm; bâtılın, olumsuzluğun, akla ve mantığa uymayan hiçbir şeyin bulunmadığı, tam tersine başından sonuna kadar öğüt ve nasîhatlerin, edep-ahlâk ve nezâket kurallarının bulunduğu, kalplerdeki manevî hastalıklara şifâ ve nûr olan yüce Allah’ın gönderdiği mukaddes bir kitaptır. Söz konusu Hucurât sûresi, Müslümanları kötü huy ve alışkanlıkları terk etmeye davet eden temel ahlâkî öğütler içeren sûrelerden birisidir. Dolayısıyla sûre, her meslekten ve her kademeden insanlara; dünya ve âhiret yaşantısına yönelik ibretler, tecrübeler, öğüt ve nasihatler içermektedir. Özellikle de eğitim-öğretimle meşgûl olan eğitimcilerin bu mübarek sûre ile tanışmaları, onu okuyup anlamaları ve muhtevası doğrultusunda eğitim-öğretimlerinde kendilerine rehber edinmelerinde yarar vardır. Anahtar Kelimeler Kur’an, Hucurât Sûresi, âyet, âdâb-ı muâşeret, kötü huy, gıybet, kardeş eti yemek. "BASIC HUMANITARIAN AND MORAL PRINCIPLES SIGNIFIED IN SÛRA AL-HUJURÂT" Abstract The Holy Quran is a book sent by God that never contains any false contrary to mind and logic. However, it includes, from beginning to end, advices, rules of decency, morality and courtesy, and is a healing and light for the diseases of heart. The Surah al-Hujurât is a surah of morality and decency that invites Muslims to leave bad manners and habits. Therefore, this surah addressees to mankind from every profession and every stage and contains lessons, experiences, advice for our lives in this world and the hereafter. Especially it is beneficial if the educators are acquainted with this blessed surah, read and understand and take its contents as their guide in education. Key Words: The Quran, Sûrah al-Hujurât, verse, etiquette, bad habit, presumption, to eat dead brother’s meat. 142 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156 GİRİŞ Hz. Peygamber’in evi, Arapça’da hucre ( )حجرةçoğulu ( )حجراتkelimesiyle ifade edilen dokuz odadan oluşmakta idi. Dördüncü âyette bu kelime geçtiği için sûreye Hucurât ismi verilmiştir. Hucurât sûresi, Medine’de Hicret’in IX. yılında nâzil olmuştur. Sûrede, Müslümanların Allah’a ve Resûl’üne karşı riâyet etmeleri gereken edep, kendi aralarında ve başkalarıyla ilişkilerinde takınmaları gereken ahlâkî tavır konularında buyruk ve tavsiyelere yer verilmiş, mü’minler arasında çıkacak ihtilâfların çözüm yolları açıklanmıştır. Bu sûrede mü’minler, güzel ahlâk kurallarına yönlendirilmektedir. Riâyet edilmesi gereken edep ve ahlâk kuralları ya Allah ya Resûl’ü ya da başkalarıyla ilgilidir. Başkaları ya imân, ibâdet ve güzel ahlâk yolunu tutanlardır ya da yoldan sapanlardır (fâsıklardır). Doğru yolda olanlar da ya bir arada bulunurlar veya ayrı yerlerde.1 Üzerinde duracağımız husûs “insani ve ahlâki ilkeler” olduğundan konunun tefsir, hadis ve siyer boyutları bu makalenin alanı dışındadır. Bu sûre, kısa olmasına rağmen yüce ve büyük bir sûredir. Ebedî terbiye hakîkatlerini ve üstün medenî esasları kapsar. Hattâ bazı müfessirler, bu sûreye “Ahlâk Sûresi” adını da vermişlerdir.2 Baştan sona kadar nasîhatler, hikmetli 1 2 Hayreddin Karaman, Mustafa Çağrıcı vd. Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, DİB, Yay., Ankara 2008, c.V, ss. 84-85. Ayrıca bkz: Şahin Güven, Erdemli Toplumun İnşası (Hucurât Sûresi Tefsiri), Düşün Yayıncılık, İstanbul 2012, s.52. Ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz: Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Feza Yayıncılık ve Gazetecilik, İstanbul 1992, c. 7, ss. 191-196. Hicret kavramı, kullanıldığı yere göre; Terk etme, ayrılma, ilgiyi kesme, bir yerden bir yere göçme, taşınma, ayrılma, göçme anlamlarında kullanılmaktadır. Buradaki anlamı; Hz. Peygamber’in ve sahabelerinin İslâm’ı gereği gibi yaşamak, diğer insanlara Allah’ın emirlerini duyurmak ve müşriklerin işkencelerinden kurtulmak amacıyla Mekke’den Medine’ye M.S. 622 tarihinde yapmış oldukları göç. Hicret ile ilgili olarak ayrıca bkz: Enfâl, 8/72. M.Ali Sabûnî, Safvetü’t-Tefasîr, terc: Sadreddin Gümüş, Nedim Yılmaz, Ensar Neşriyat, İstanbul 1993, c.VI, ss.135-136. Ahlâk, Arapça’da ‘seciye, tabiat, huy’ gibi manâlara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur. Başta hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda hulk ve ahlak terimleri genellikle iyi ve kötü huyları, fazilet ve rezîletleri ifade etmek üzere kullanılmış; özellikle iyi huylar ve fazîletli davranışlar hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlâk, mekârimü’l-ahlâk, el-ahlâku’l-hasene, el-ahlâku’lhamîde, kötü huylar ve fenâ hareketler ise sûu’l-huluk, el-ahlâku’z-zemîme, elahlâku’s-seyyie gibi terimlerle karşılanmıştır. Bekir Topaloğlu vd. İslam Ansiklopedisi, TDV. Yay. İstanbul 1989,” Ahlak maddesi (Mustafa Çağrıcı), c.2, ss.114; Ayrıca bkz: Ahmet Nedim Serinsu vd. Dinî Terimler Sözlüğü, M.E.B. Yay. Ankara 2009, Ahlâk maddesi, s.9. Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 143 sözler ve ibretlerden ibârettir. Bu sûrenin bizlere sunmuş olduğu temel ve ahlâkî ilkeleri şu şekilde sıralamak mümkündür: a) Hz. Peygamber’e karşı edepli olmanın gerekliliği, b) Fâsıkın haberine araştırmadan inanmamak, c) Müminlerin arasını düzeltmek, d) İnsanlarla alay etmemek, kaş-göz işaretleri ile dalga geçmemek ve kötü lakaplarla çağırmamak, e) Zandan sakınmak, gizlilikleri araştırmak ve gıybet, f) Takvâlı olmak, g) İmân ve İslâm arasındaki fark. Söz konusu maddeleri aşağıdaki detaylandırmada yarar görüyoruz: a) Hz. Peygamber’e Karşı Edepli Olmanın Gerekliliği Bu hususla alâkalı âyet-i kerîme meâlen şöyledir: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.”3 Rivâyete göre, esirler konusunda şefâat maksadıyla bedevî Benî Temîm kabilesinden 70 kişilik bir heyet Hz. Peygamber ile görüşmek üzere Hicret’in IX. senesinde gelmişler, Peygamber’imiz o vakit, Hz. Âişe’nin odasında Kaylûle 4 uykusunda idi. Odasının arka tarafından kendisine: “Ey Muhammed çık dışarı yanımıza gel!” diye yüksek sesle bağırdılar ve onu bağırtılarıyla rahatsız ettiler. Bu olay üzerine sûrenin ilk âyetleri indi.5 3 4 5 Hucurât, 49/2. Hz. Peygamber’e itaat ve O’na karşı edepli davranmanın gerekliliği ile alakalı olarak bkz: Sabri Hizmetli, İslam Tarihi “Hz. Peygamber’e İtaat Gereklidir”, Yeni Çizgi Yayınları, Ankara 1995, s. 309. Kaylûle, gündüz istirahati veya gündüzün evvelinde, kuşluk vaktinde yapılan istirahat. Türkçe’de; şekerleme, kestirme denilen ve kişinin, uykusunu almak, biraz uyuyup uykuya olan ihtiyacını gidermek için bir ağaç gölgesinde veya bir sedire uzanarak uyuması anlamına gelen “Kaylûle” sözüne, gerek Resûlüllah (s.a.s.), gerekse O’nun ashabının hayatlarında çokça rastlamaktayız. Bkz: Duran Kömürcü vd. Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, İstanbul 2000, Kaylûle maddesi. c.IV, s.282. Ali Salih eş-Şukayri, “ed-Dûrûsü’l-Mûstevhâtü min sûreti’l-Hucurâti”, Al-Tarbiyah Al-Islamiyah dergisi, S. 11, Baghdad/Al-Mansour 2013, s.19. Başka bir rivâyete göre, Benî Temîm isimli bedevî kabilesi Hz. Peygamber’i görmek, tanımak ve buna göre bir ilişki kararı almak üzere Medine’ye gelmişti. Peygamber efendimiz her öğleden sonra yaptıkları gibi bir süre dinlenmek (Kaylûle yapmak) üzere odalarına çekilmişlerdi. Kabile mensupları, kendilerine bu durum bildirildiği halde Resûlullah’ın evinin önünde, kaba bir şekilde “Muhammed, Muhammed!” diye bağırmaya başladılar. Bu 144 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156 Bahis konusu Temîm kabilesinin sergilemiş olduğu davranış ve tutum karşısında onları ve benzeri davranışlarda bulunabilecek kişileri îkâz ve nasîhat anlamında inen âyetler şu ahlâk kuralını açıklar ve ortaya koyar ki o da sahâbelerin, Hz. Peygamber’le konuştuklarında O’nun yüce makamına ve şerefli mevkiine saygı göstermek için seslerini alçaltmalarıdır. Çünkü O, sıradan insanlar gibi olmayıp aksine Allah’ın Resûlü’dür. Müminlere gereken, onunla konuştukları zaman, ona karşı saygı ve hürmetle birlikte edeple davranmalarıdır.6 Kur’an’ın insanı eğitme konusundaki genel prensipleri incelendiğinde, bunların sevgi ve şefkât duygularının hâkim olduğu bir çerçeveye oturtulduğu görülür. Sevgi, İslâm’ın temel bir ilkesidir. Sevgi duygusu Kur’an’da sınır tanımaz ifadelerle yüceltilmiştir. İnsanın zevklerine hitâb eden, kendisine hoş gelen kişileri sevmesi aslında, başkasını sevmesinden çok kendisini sevmesidir. Hâlbuki Kur’an’ın bu konudaki ölçüsü, insanın kendisini sevmeyeni, kendisine sevimsiz geleni sevmesidir. 7 Bu husûsta Yüce Allah meâlen şöyle buyurmaktadır: “İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz”8 Sevginin bu şekilde tasvîr ve tavsiye edilmesi, onun zirvesinin idealize edilerek ortaya konması, gerek dinî tebliğde, gerekse insanı eğitmede çok temel bir ilke olduğunu çağrıştırmaktadır. Bundan dolayı eğitimin her alanında sevgi ve sevgi ortamı bir ilke olarak düşünülmelidir.9 Hz. Peygamber’imiz, çevresindekilerin hangi birinden olursa olsun, olumsuz ve nâkıs davranışta bulunan kişilere karşı da merhametle, yumuşaklıkla mukâbelede bulunurdu. Nitekim Peygamber’imizin bu tutum ve davranışı ile alâkalı âyet-i kerîmede meâlen yüce Allah: “Sen onlara sırf Allah’ın lutf ettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi”10 ifadesiyle O’na, O’nun şahsında 6 7 8 9 10 davranışları hem edebe aykırı idi hem de onu rahatsız etmişti. Ama eğitim ve idrâk seviyeleri henüz yaptıklarının kabalığını, yersizliğini anlayacak ölçüde değildi. Ayrıntılı bilgi ve değerlendirme için bkz: Karaman, Çağrıcı vd. a.g.e. c. V, Ankara 2008, ss. 87-88. Sabûnî, a.g.e. c.VI, s.135. Abdurrahman Dodurgalı, Ailede Din Eğitimi, Timaş Yayınları, İstanbul 2010, s. 49. Âl-i İmran, 3/119. Dodurgalı, a.g.e. s. 49. Âl-i İmrân, 3/159. Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 145 ümmetine aynı tutum ve davranışları sergilemeyi öğüt ve emir buyurmuştur.11 Kısacası yaradılanları Yaradan’dan ötürü sevmek konuyu özetlemektedir. b) Fâsık’ın Haberine İnanmamak Yüce Allah, bu sûrede: “Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmış/günaha batmış (fâsık)’ın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın”12 meâlindeki âyetin güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri, doğruluğunu araştırmadan kabul etmenin uygun olmadığı yönündeki manâsı ve hükmü geneldir, her zaman ve her mekânda geçerlidir. Sosyal ve hukukî hayatın düzenli yürümesi, haksızlık ve huzursuzlukların önüne geçilmesi bakımından çok önemli olan bu talîmâtın vahy edilmesi ibretli bir olay üzerine olmuştur.13 Âyetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete geçilmemesidir. Yüce Allah, eşsiz önder Hz. Peygamber’in şahsında bizlere böylesi durumlarda doğruluğuna güvenilmeyen kişi veya kişilere inanmamamız gerektiğini tavsiye etmektedir. c) Müminlerin Arasını Düzeltmek Bu sûrenin verdiği derslerin belki de en önemlilerinden biri, 10. âyette meâlen ifade edilen, “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz”14 buyruğudur. Müfessir Sabûnî (M.1930), bu âyet hakkında özetle şu mütâlaada bulunmaktadır: Müminler sadece birbirlerinin kardeşleridir. İmân bağı onları birleştirmiştir. Aralarında düşmanlık, kin, buğz ve savaş olması onlara yakışmaz. Kardeşlik sadece müminler arasındadır. Bir mümin ile bir kâfir arasında kardeşlik olmaz. Âyette, İslâm kardeşliğinin, soy kardeşliğinden daha kuvvetli olduğuna işaret vardır. Öyle ki İslâm kardeşliği olmayınca, soy kardeşliğine itibar edilmez. O halde, mümin kardeşlerinizin arasını düzeltin. Aralarında ayrılık çıkmasına ve 11 12 13 14 Edep ve ahlakla ilgili detaylı bilgi için bkz: Abdurrahman Şeref, Ahlâk İlmi, Osmanlıca’dan günümüz Türkçesine aktaranlar: Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, Elis Yayınları, Ankara 2012; Hayranî Altıntaş, İslam Ahlâkı (Ders Notları), A.Ü.İ.F. Ankara 1996. Hucurât, 49/6. Konu ile alâkalı geniş bilgi ve âyetin nüzûl sebebi olan olayın detayları için bkz. Karaman, Çağrıcı vd. a.g.e. c.V, ss. 89-90. Sâbûnî, a.g.e.,., c. 6, ss.139-144. Ayrıca bkz: Yazır, a.g.e. c.7, s.201. 146 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156 kinin etkili olmasına fırsat vermeyin. Allah’ın emirlerine sarılarak ve nehiylerinden kaçınarak O’ndan korkun ki rahmet sizi kuşatsın, cennete ve rızasına nâil olmakla mutlu olasınız.15 Görüldüğü üzere, müminler hem bütün insan kardeşlerinden hem de imân kardeşlerinden sorumludurlar. Dünyada haksızlığın engellenmesine, din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin uygulanmasına katkıda bulunmak; ülkede ise bunlara ek olarak mümin kardeşler arasındaki anlaşmazlıkları adâletle çözüme kavuşturmak, haksızlıkta ısrar edenlere karşı haklının yanında yer almakla yükümlüdürler. Bu âyet, ikinci yükümlülüğe bunun dayanağı olan kardeşliğin altını çizerek dikkat çekmektedir.16 Bu âyetin muhtevâsındaki emir ve nasîhatler, toplumsal barış, huzur ve sükûnetin sağlanması açısından çok önemlidir. d- İnsanlarla Alay Etmemek, Kaş-göz İşaretleri İle Dalga Geçmemek ve Kötü Lakaplarla Çağırmamak Bireysel ve toplumsal hayatın en önemli sorun alanlarından olan bu husûsta yüce Allah’ın emirleri meâlen şöyledir: “Ey iman edenler! Erkekler diğer erkeklerle alay etmesinler; onlar kendilerinden daha iyi olabilirler. Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler; alay edilen kadınlar edenlerden daha iyi olabilirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinize kötü ad takmayın. İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne kötüdür.”17 Önceki âyetlerde, müminlerin kardeş olduğu ilan edildikten sonra birinin diğerini karalaması, kişinin kendini karalaması gibidir. Karalamanın Arapça karşılığı “Lemz’dir. Bu da “el ve dil ile, kaş göz işaretleriyle bir kimseyi karalamak, küçük düşürmek, şeref ve haysiyyetine leke sürmektir.”18 15 16 17 18 Sâbûnî, a.g.e.,., s.144. Ahlâk ile ilgili detaylı bilgi için bkz: Abdurrahman Şeref, Ahlâk İlmi, a.g.e. ss.35-38. Konu ile alakalı açıklama ve değerlendirme için bkz: Karaman, Çağrıcı vd. a.g.e. c. V, s. 93. Ayrıca bkz: İmam Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn, terc. Mehmed Emre, Bedir Yayınevi, İstanbul 1974, ss.209-212. Hucurât, 49/11. Konu ile alakalı olarak bkz: Altıntaş, a.g.e. ss. 112-120. Konu ile alâkalı açıklama ve değerlendirme için bkz: Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e. c.V, ss. 94-95. Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 147 Yüce Allah bu konuyu başlı başına Hümeze adlı sûrede vurgulamış ve meâlen şöyle buyurmuştur: “Arkadan çekiştiren, ayıp-kusur arayan, servet toplamış ve onu sayıp durmuş olan herkesin vay haline! O, malının kendisini sonsuzca yaşatacağını zanneder.” 19 Âyette geçen hümeze kelimesi, “birini arkasından çekiştirmek, kaş-göz, el-kol işaretleriyle onunla alay etmek, aşağılamak” manâlarına gelen hemz kökünden türemiş bir sıfat olup “insanları arkadan çekiştirmeyi, şeref ve haysiyyetlerini yaralamayı alışkanlık haline getiren, bundan zevk alan kimse” demektir. Lümeze kelimesi de, ayıp-kusur arayan, benzer davranışları arkadan değil, kişinin yüzüne karşı gösteren kimseyi ifade eder. Âyetlerin meâllerinden de anlaşıldığı gibi, İslâm dini, insan şahsiyyetinin ve onurunun korunmasına son derece önem verdiği için Kur’an bu tür davranışları kınamakta ve böyle davranışlar sergileyenlerin âhirette ateşle cezalandırılacağını haber vermektedir. 20 Örnekleri çoğaltılabilecek kötü alışkanlık ve huylardan bir başkası ise, yine insanları onların hoşlanmadıkları, kendilerini küçük düşüren, üzen “kör, topal, kambur, cüce, vs.” gibi yaradılışlarından gelen niteliklerinden hareketle, hoş olmayan lakaplarla anmak aklımıza gelenlerden bir kaçıdır. e) Zandan Sakınmak, Gizlilikleri Araştırmak ve Gıybet Bu sûrenin 12. âyetinde üç kötü huy ve alışkanlık ele alınmış, etkili bir üslûpla bunlar yasaklanmıştır. Gerçek bilgi ve kanıta değil, tahmine dayalı hüküm (zan), insanların gizliliklerini araştırmak (tecessüs) ve insanları arkalarından çekiştirmek (gıybet).21 Söz konusu üç kötü huy ve alışkanlığa değinen âyet-i kerime meâlen şöyledir: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan 19 20 21 Hümeze, 104/1-3. Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e., s. 686; Hz. Peygamber’in örnek ahlakı ile alakalı olarak bkz: Abdullah Aydın, Tam Peygamberler Tarihi, Aydın Yayınevi, İstanbul 1979, ss.60-70 ve ss.494-498; Ali Yardım, Peygamberimizin Şemâili, Erkam Yayınları, İstanbul 1998, ss. 391-415. Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e. c.V, s. 686. Lemz ve Lâkap ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz: Yazır, a.g.e. c.7, ss. 205-208. Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e. c.V, s. 96. 148 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156 tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri açıkça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.”22 Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmede yüce Allah, kişilik haklarını ihlâl eden bu gibi davranışlardan sakınılmasını emretmektedir. Bunlar: kötü zanda bulunmak, insanların gizliliklerini araştırmak ve gıybet etmektir. Her üçü, kişilik haklarını ihlâl eden, toplumun huzur ve güvenini sarsan davranışlardır. Her üçü de kişi ve toplum hayatında tedavisi çok zor yaralar açan birer hastalıktır. Özellikle gıybet çok çirkin bir davranıştır. Bu çirkinliği yüce Allah, ölen bir insanın etini yemeye benzetmiştir. Ölü bir insanın etini yemek ne kadar çirkin ise gıybet de o kadar çirkin bir davranıştır. Bu benzetme müminleri bu davranıştan alıkoymaya ve gıybet günahının büyüklüğünü beyân etmeye yöneliktir.23 Gerçeklik ihtimâli yüzde ellinin üzerinde bulunmakla beraber kesin olmayan bilgi ve hükme ‘’zan’’ denir. Başkalarını suçlamak, aleyhlerinde olacak bir karar almak ve davranışta bulunmak söz konusu olduğunda zanna dayanılamaz, zan şeklindeki bilgi dayanak ve delil kılınamaz. Çünkü insanlar hakkında sahip olunan zan ve tahminlerin bir çoğu isabetsiz olmakta, beklenildiğinin ve sanıldığının aksi gerçekleşmektedir.24 Bu kötü huylarla alakalı Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Zanna kapılmaktan sakınınız, zan en asılsız haber ve bilgi türüdür. Kulak kabartmayınız, gizlilikleri araştırmayınız, başkalarını kıskanmayınız, öfkenize kapılmayınız, birbirinize sırtınızı dönmeyiniz. Bir Allah’ın kulları! Kardeşler olunuz.”25 Yine Peygamber’imiz: “Birisinin arkasından söylediklerimiz doğru ise, onda bu kötü nitelik varsa yine de yasak olan gıybet gerçekleşir mi” sorusuna; “Söylediğiniz onda varsa gıybet etmiş olursunuz, yoksa yaptığınız iftira olur”26 şeklinde cevap vermiştir. Hucurât, 49/12. Zannın haram oluşu ile alâkalı Hadis-i şerîf ve açıklaması için bkz: Müslim, Tahrîmü’z-Zan ve’t-Tecessüs…c.VIII, s.118; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Bilmen Basımevi (Bilmen Yayınevi), İstanbul 1970, ss. 461-493. 23 İsmail Karagöz vd. Komisyon, Kürsüden Öğütler “52 Konuda Vaaz Örnekleri”, DİB. Yay., 670, İlmî Eserler: 111, 2. Baskı, Ankara 2007, ss. 526-527. Gıybet terimi ile ilgili açıklama için ayrıca bkz: Ahmet Nedim Serinsu vd. Dinî Terimler Sözlüğü, M.E.B. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü Yay. 4602, Ankara 2009, s. 106. 24 Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e.,., c.V, s.96. 25 Müslim, Birr, 28; İslam ahlâkı ile alakalı olarak ayrıca bkz: Bilmen, a.g.e. ss.461-493. 26 Müslim, Birr,70; Müslim, Tahrîmü’l-Ğiybeti, c.VIII, s.142. 22 Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 149 Yüce Allah, kötü zan ile ilgili bir başka âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır: “Allah hakkında kötü zan besleyen erkeğiyle kadınıyla münafıkları ve müşrikleri de cezalandırsın. Kötülük ve belâ çemberi asıl onların boyunlarına geçmiştir. Allah onlara gazap etmiş, kendilerini lânetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir varış yeridir!”27 f) Takvâlı Olmak Yüce Allah, rahmetinin ve hikmetinin gereği, insanları, dil ve renk olarak uluslar ve kabileler şeklinde yaratmıştır. Sebebini ise, teârüf (tanışma) olarak beyân etmiştir. Bu husûs, evrensel barışın en temel ilkesidir. İnsanlıkta aslolan, deri ve dil değil, takvâdır. Ahlâk ve edep sûresi diyebileceğimiz Hucurât Sûresinin 13. âyetinde bu meseleye dikkat çekilmektedir. Konu ile ilgili şu rivâyet kaynaklarımızda yer almaktadır: Mekke’nin fethedildiği gün Peygamber Efendimiz’in emri üzerine Hz. Bilâl, Kâbe’nin damına çıkarak Ezân-ı Muhammedî’yi okumuş ve bazı müşrîkler ona yönelik olarak: “Muhammed şu kara kargadan başka birisini bulamadı mı?” diyerek Hz. Bilâl’i tahkîr etmişlerdi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur: “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Hem de sizi şubeler ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz ki, Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır.”28 Bu âyet-i kerîmede yüce Allah insanları kabîle ve aşîretlere ayırdığının hikmet ve sırrını, birbiriyle tanışmak ve yardımlaşmak hakîkatına bina ediyor. Katında makbûliyetin, ırk ve kabîleye bağlılık değil, ancak takvâ ile olduğunu beyân buyuruyor. Âyet-i kerîmenin sonunda Allah şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki, Allah katında en şerefliniz, takva cihetinde en ileri olanınızdır” 29 Bu ilâhi fermândan anlaşılan hakîkat şu ki, insanların birbirlerine karşı üstünlükleri, soy ve sop yahut kuru bir iddia ile değil, ancak takvâ iledir. İnsanların en şereflileri de yüce Allah’ın bütün yasaklarından şiddetle kaçınan müttekîler, yani takvâ sahipleridir.30 Hz. Peygamber bu husûsta meâlen: "Allah'a karşı muttaki olunuz. Beş vakit namazınızı kılınız. Ramazan orucunuzu tutunuz. Mallarınızın zekâtını 27 Fetih, 48/6. Hucurât, 49/13. Ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz: Yazır, a.g.e. c.7, ss. 212-213. 29 Hucurât, 49/13. 30 Takva ve Mütteki ile ilgili Yüce Allah’ın âyetlerinden bazılarını aşağıya alıyoruz: (Bakara, 2/1-4; Enfâl, 8/29; Nisa, 4/131; Şu’ara, 26/10-11; Şuarâ, 26/106; Şuarâ, 26/124; Şu’arâ, 26/161; Şu’arâ, 26/177; Sâffât, 37/123-124; Yunus, 10/62-64; Âl-i İmrân, 3/133; Mâide, 5/27; Talâk, 65/2-3). 28 150 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156 veriniz. (Sizden olan) yöneticilerinize itaat ediniz! Böylece Rabbinizin cennetine girersiniz." 31 buyurmaktadır. Netice itibariyle tüm problemlerin çözümü, takvâ sahibi olmaktan yani Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle düzenlenen bir hayat tarzından geçmektedir. Söz konusu bilincin makâmı da kalptir. Dolayısıyla insanın dünyada huzurlu bir hayat sürdürebilmesi ve âhiret yurduna hazırlıklı gidebilmesi, ancak gönül dünyasını tezyîn edecek takvâsıyla gerçekleşebilir.32 Peygamber Efendimiz de bu âyet-i kerimeyi tebyînen vedâ hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Arabın Arap olmayana takvadan başka üstünlüğü yoktur.”33 g- İmân ve İslâm Arasındaki Fark Bu sûrenin 14. âyeti, imân ile İslâm arasındaki farkı ele almaktadır. Âyeti kerîme meâlen; “Bedevîler iman ettik dediler. Şunu söyle : ‘Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz. Bununla beraber Allah’a ve Resûlüne itaat ederseniz O, yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”34 İslâm, sözlükte, “itâat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kılmak” anlamlarına gelir. Terim olarak, “Yüce Allah’a itâat etmek, Hz. Peygamber’in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdîk edip dil ile söyleyerek inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile kabul edip benimsediğini göstermek” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de imân ile İslâm, bazan aynı bazan farklı anlamda kullanılmıştır. İmân ile İslâm, aynı anlamda kullanılırsa bu durumda İslâm kelimesi, İslâm’ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm’ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek manasına gelir. İslâm çok geniş bir kavramdır ve teslîmiyyet demektir. 35 31 32 33 34 35 Tirmizî, Cum'a, 80. http://www.elestiriyoruz.com/peygamberimizden/takva-ile-ilgili hadisler/#ixzz2r30PP6Ka (Alıntı tarihi: 21.01.2014). Müslim, Hac, 18, I. 889. İman. Hucurât, 49/14. Konu ile alakalı olarak bkz: Nevevî, a.g.e. ss. 287-294. Karaman vd. İlmihal-I, (İSAM) TDV.Yayınları, İstanbul 1998, s.75. Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 151 Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirilen dinin adıdır. Bu dine imân eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimselere de Müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük manâsında “boyun eğmek, teslim olmak” da vardır. Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak yaşayan Arap kabîleleri Hz. Peygamber’e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak için kendisine boyun eğiyor, teslîm oluyorlardı. Bu davranışlarını “imân etmiş olmak için” yeterli saymaları kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu âyet inmiştir.36 Bazı ilim ehline göre, her mümin Müslümandır, fakat her Müslüman mümin değildir.37 Buna da namazı delîl olarak gösterirler. Zira namaz, hem dil, hem kalp ve hem de bütün vücut uzuvlarıyla yapılan ibâdettir. Bununla beraber Bakara Sûresinin 14. âyetinde ifâde edildiği üzere münâfıklar: “imân edenlerle karşılaşınca ‘inandık’ derler, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise “Biz sizinleyiz, biz yalnızca alay etmekteyiz” derler. Âyetin ifâdesine göre biz de Müslümanız ve ettik diyenler, imânın üç şartından ikisini yani dil ile ikrâr ve beden ile ameli yerine getirmiş oluyorlardı. Çünkü onlar da oruç tutuyor, namaz kılıyorlar, cihâda katılıyorlar, fakat kalplerinden inanarak yapmıyorlardı. Dolayısıyla bunlara münâfık diyoruz. Çünkü dış görünüş itibariyle Müslüman, içleri küfür ve iki yüzlülüktür.38 Velhasıl imân, varoluşsal bir durumdur. Mekânı kalp olduğu için dille ifâde edilemez. Dolayısıyla imân zahirî değil batınî bir yapıya sahiptir. Bir kişi, Müslüman olduğunu diliyle açıklayabilir. Fakat onun mümin olduğu anlamına gelmez. Çünkü imânın yeri kalptir. Tarif ve ifâde etmek mümkün değildir. 39 İmânın, bir kalp işi, kalbin tasdîki olduğunu gösteren âyet ve hadislerden bazıları şunlardır: 36 37 38 39 Bkz: Karaman, Çağrıcı, vd. a.g.e. c.V, s.100. Her müminin Müslüman olduğu, fakat her Müslümanın mümin olmadığı ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz: Müslim, Kitabü’l-İman, c.I, ss.144-171’deki Hadis-i şerifler ve açıklamaları. Ayrıca bkz: Duran Kömürcü vd. Şamil İslam Ansiklopedisi, a.g.e. Mümin maddesi, (Mahmut Rıfat Kademoğlu) c.6, ss.9-10, Müslim maddesi (Ahmet Güç), c.6, ss.85-88; Bilmen, a.g.e. ss. 8-17; Karaman vd. İlmihal-I, (İSAM) TDV.Yayınları, İstanbul 1998, ss. Ayrıntılı bilgi ve değerlendirme için bkz: eş-Şükayrî, a.g.e. s.23. Konuya ilişkin açıklama için bkz: Güven, a.g.e. s. 314. 152 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156 “Ey Peygamber, kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenlerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin…” 40 “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar…” 41 “ Allah, cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da bakın kalbinde hardal tanesi kadar imânı olan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın diyecektir.”42 SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Bilindiği gibi eğitimin amacı ve başarısı insanın fıtratı doğrultusunda kemale ermesine yardımcı olmaktır. Buna bir yönüyle de insanî ve ahlâkî değerler eğitimi diyebiliriz. Bu husûs tarih boyunca bütün sistemlerin amacı olmuştur. Kaynağını vahiyden alan İslâm medeniyeti de bu yöndeki atılımlarında Kur’an ve sünnetteki ilke ve uygulamaları esas almıştır. Bu cümleden olarak çalışmamızın ana konusunu oluşturan Hucurât sûresi bağlamında “temel ahlaki ve insani ilkeler”, edebî terbiye hakîkatlerini ve üstün medenî esasları kapsamaktadır. Yüce Allah’ın bu sûre vasıtasıyla yerleştirmeyi istediği kurallardan biri genelde beşerî ilişkiler, özelde ise öğretici-öğrenici ve büyük-küçük münâsebetlerinde uyulması gereken edeptir. Bu evrensel ilke, sûrede sahabePeygamber ilişkisi örneğinde ortaya konmaktadır. Burada öne çıkarılan husûs, sahâbenin Hz. Peygamber ile konuştuklarında O’nun yüce makamına ve şerefli mevkiine saygı göstermek için seslerini alçaltmalarıdır. Gerçi Hz. Peygamber’imiz, kendi şahsına yapılan kaba hareket ve davranışlar karşısında asla alınganlık göstermeyen, kızmayan, son derece hoşgörülü bir mizaca sahip örnek bir kişiliğe sahipti. Fakat kanaatimizce burada verilmek istenen mesaj; sözünü ettiğimiz edeb yanında Allah’ın hoşnutluğuna ve sevgisine mazhar olabilmenin yolu, peygamberimize itaat, hürmet, saygı ve sevgiden geçer. Söz konusu ilke doğrultusunda insanî görev ve sorumlulukları yerine getirecek olanların, özelikle de gençliğin din, millet, vatan gibi değerlere bağlı 40 41 Mâide, 5/41. En’âm, 6/125. Buhârî, “Îmân”, 15; Müslim, “Îmân”, 82. (Karaman vd. İlmihal-I, (İSAM) TDV.Yayınları, İstanbul 1998, ss. 68-69) naklen. Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 153 olması; öğretmenlerin ise liyâkatli, edepli, vicdânlı ve imânlı olması gerektiğine milli şâirimiz M. Âkif Ersoy şöyle temas etmiştir: “Muallimim” diyen olmak gerekli imanlı Edebli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.43 Âkif’in nitelediği öğretmen tasavvurunun ötesinde Hz. Peygamber, güzel öğretmenlik vasıflarını taşıyan en iyi, en şefkâtli, en sevilen, en hoşgörülü, en ideal bir öğretmendi. Zîrâ O’nun ahlâkı, Kur’an ahlâkı idi. Kur’an’ın dışında boş sözler söylemez, sözleri ibret ve hikmetlerle dolu idi.44 Hz. Peygamber nübüvvetin bir gereği olan “talîm”i gerçekleştirmek için bütün devirlerin en çok sevilen, en etkili ve en başarılı eğitimcisi olmuştur. O, kendi ifadesiyle “Muallim olarak…” ve “En güzel ahlâkı tamamlamak için” görevlendirilmiş, “Hepiniz çobansınız, hepiniz maiyetinizdekinden sorumlusunuz” sözü ile eğitim-öğretime son derece önem atfeden büyük ve örnek insandır. Allah’ın Okulu’ndan aldığı ilmiyle âmil olup o doğrultuda hareket ediyor idi. Nitekim O’nun evindeki hucurat/odalar başka bir ifâde ile eğitim yerleri, Allah’ın övgüsüne mazhar olmuş, topluma ahlâk ve edep eğitimi vermiştir. Yine Hz. Peygamber’in açmış olduğu Nebevi Suffe Okulu, önemli görevler icra ediyordu. O, sadece çocukların değil, büyüklerin de öğretmeniydi. İslâm’ın güzelliklerini, hakkı ve hakîkati anlatıyordu. O, bahsi geçen okulda hem gönüllere hem beyinlere hükmetti. Kalplerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi oldu. Okuma-yazma bilmeyen ve okulu, gazetesi, kitabı, televizyonu olmayan, öğrenme kültürü bulunmayan bir topluma öğretmenlik yaptı. Ümmî bir toplumu 23 sene gibi kısa sürede dünyanın en medenî, en adâletli toplumuna dönüştürdü.45 43 44 45 Safahat, Huzur Yayıncılık, İstanbul 1989, s. 281. Hz. Peygamber’e 10 yıl hizmet eden Hz. Enes’in peygamberimizin örnek ahlâkına ilişkin açıklamaları için bkz: Müslim, c.VIII, ss. 68-70 . Hz. Peygamber’in örnek kişiliği ve en ideal öğretmen modeli oluşu ile alâkalı ayrıntılı bilgi için bkz: Ali Erkan Kavaklı, “En Sevilen Öğretmen Hz. Muhammed” Nesil Yayınları, Yenibosna-İstanbul 2006, ss.11-20. Din ve Eğitim ile ilgili geniş bilgi için bkz: Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Yeni Çizgi Yayınları, Ankara 1995. Ümmî bir topluma peygamber olarak gönderilen ümmî peygamber Hz. Muhammed’in Mekke ve Medine dönemi eğitim-öğretim faaliyetleriyle ilgili geniş bilgi için bkz: M. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı yayınları Nu.6, İstanbul 1989, ss. 81-93. 154 | Muammer İPEK / Harakani Dergisi 1-2014, 141-156 Bu bağlamda şu söylenebilir ki, gerçek din eğitim-öğretimi ve iyi terbiye faaliyeti gerçekleştirebilmek için kanaatimizce Kur’an desteğine bir zarûret vardır. Eğitim-öğretimde Kur’an ve sünnet yani Hz. Peygamber’in günlük hayattaki hareket tarzı örnek alınmalıdır. Zîrâ Kur’an-ı Kerîm, hikmetler, ibretler, özellikle ele aldığımız Hucurât Sûresi örneğinde olduğu gibi önemli âdâb-ı muâşeret ve ahlâk kuralları içermektedir. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki eğitim-öğretim hayatımızda böyle sûrelerin âyetlerini tematikleştirerek, tedricî olarak öğrencilerimize aktarmalıyız. KAYNAKÇA Altıntaş, Hayranî, İslam Ahlâkı (Ders Notları), A.Ü.İ.F. Ankara, 1996. Aydın, Abdullah, Tam Peygamberler Tarihi, Aydın Yayınevi, İstanbul, 1979. Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri,M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı yayınları Nu.6, İstanbul 1989, ss. 81-93. Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Yeni Çizgi Yayınları, Ankara 1995. Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, Bilmen Basımevi (Bilmen Yayınevi), İstanbul, 1970. Dodurgalı, Abdurrahman, Ailede Din Eğitimi, Timaş Yayınları, İstanbul 2010. Ersoy, M. Âkif, Safahat, Huzur Yayıncılık, İstanbul 1989,. eş-Şukayri, Ali Salih “ed-Dûrûsü’l-Mûstevhâtü min sûreti’l-Hucurâti”, etTarbiyatu’l-Islamiyya, S. 11, Baghdad/Al-Mansour, 2013. Güven, Şahin, Erdemli Toplumun İnşası ( Hucurât Sûresi Tefsiri), Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2012. Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi “Hz. Peygamber’e İtaat Gereklidir”, Yeni Çizgi Yayınları, Ankara 1995. http://www.elestiriyoruz.com/peygamberimizden/takva-ile-ilgili hadisler/#ixzz2r30PP6Ka (Alıntı tarihi: 21.01.2014). İmam Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn, terc. Mehmed Emre, Bedir Yayınevi, İstanbul 1974. Karagöz, İsmail. vd. Komisyon, Kürsüden Öğütler “52 Konuda Vaaz Örnekleri”, DİB. Yay., 670, İlmî Eserler: 111, 2. Baskı, Ankara 2007. Muammer İPEK / Harakani Quarterly 1-2014, 141-156 | 155 Karaman, Hayreddin. Çağrıcı, Mustafa vd. Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, DİB, Yay., Ankara, 2008, c.V. Karaman vd. İlmihal-I, (İSAM) TDV.Yayınları, İstanbul 1998. Kavaklı, Ali Erkan, En Sevilen Öğretmen Hz. Muhammed, Nesil Yayınları, Yenibosna-İstanbul 2006. Kömürcü, Duran vd. Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, İstanbul 2000. Kur’ân-ı Kerîm Sabûnî, M. Ali, Safvetü’t-Tefasîr, terc: Sadreddin Gümüş, Nedim Yılmaz, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1993, c.VI. Serinsu, Ahmet Nedim vd. Dinî Terimler Sözlüğü, M.E.B. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü Yay. 4602, Ankara 2009. Şeref, Abdurrahman, Ahlâk İlmi, Osmanlıcadan günümüz Türkçesine aktaranlar: Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, Elis Yayınları, Ankara 2012. Topaloğlu, Bekir vd. İslam Ansiklopedisi, TDV. Yay. İstanbul, 1989, c.1. Yardım, Ali, Peygamberimizin Şemâili, Erkam Yayınları, İstanbul 1998. Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Feza Yayıncılık ve Gazetecilik, İstanbul 1992. Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 157-172 MEVLANANIN MESNEVİDE YERALAN EBU’L-HASAN EL HARAKÂNÎ (Hz) HAKKINDAKİ İKİ MENKIBEDEN EĞİTİM İÇİN ÇIKARILAN DERSLER Sırrı AKBABA1 Özet Bu çalışmada önce Ebu’l-Hasan El Harakânî’nin civanmertlikle ilgili sözleri başlıklar halinde sınıflandırılmıştır. İkinci olarak bir hadisin Mevlana tarafından açıklamasına yer verilmiştir. Son olarak ta Ebu’lHasan Harakânî’ye ait iki menkıbeden eğitim için çıkarılan dersler ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Civanmertlik, Eğitim, Menkıbe Abstract In this study Firstly, sayings about courage belong to Hasan-ı Harakânî are classified under headings. Secondly, Mevlana’s explanation of a hadith is presented. Finally, didactic recommendations are deduced from two narratives about Hasan-ı Harakânî written by Mevlana. Key words: courage,education,narrative 1 *Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi 158 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172 GİRİŞ Mana eğitiminin gerçekleştiği tasavvuf yolundan ve bu yolun yolcularından yararlanırken, maddi unsurun her alanda zirveye çıktığı günümüzde eğitim için çıkarımlarda bulunmanın güçlüğünü ifade etmekte yarar görüyorum. Birbirine zıt olan mana ile maddeyi tekliğe giden yolda bir potada eriten mutasavvıfların algılayışı ile sıradan bizlerin bu iki farklılığı algılayışımızın aynı olamayacağını bilerek; manayı madde boyutunda anlatacağım için yapacağım tüm indirgemelerden ve yanlışlıklardan dolayı affetme makamının sahibi Yüce Allah (cc)tan ve onun sevdiği kullarından bağışlanmamı dileyerek konuya başlamak istiyorum. CİVANMERTLİK Civanmert: Mert yaradılışlı, yüce gönüllü yiğit demektir. Bu yiğitler Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretlerinin sözlerinden hareketle şu şekilde sınıflandırılabilir: 1. Civanmertler işleri ağır, yükleri hüzün olan yiğitlerdir: “Civanmertlerin kalbinde öyle bir yük vardır ki, eğer bu yükü bir mahlûka koysalar yok olur. Bu yükü taşıyabilmeleri için kendi evliyasını kendisi koruyor. Yoksa damarları ve kemikleri hurdahaş olur.” “Hak Teâlâ eşyayı halk arasında bölüştürmüştür. Civanmertlerin hissesi için hüzün ayırmış ve onlarda bunu kabullenmiştir.” “İş kendilerinden el çekmedikçe civanmertler işten el çekmezler.” 2. Civanmertlerin hüznü amaçlıdır: “Civanmertlerin derdi iki âleme sığmayan bir üzüntüdür. Bu üzüntü zikretmek istediklerinde Ona yaraşır biçimde Onu anamama üzüntüsüdür.” “Ola ki kalbimize bir şey doğar da enbiya ve evliyanın tattığı cinsten bir şey tadarız, diyen civanmertlerin gözü Allah’ın gaybındadır.” 3. Civanmertlerin açığa vurulmayan sırları vardır: “Hak Teâlâ civanmertlerin sırrını ne bu dünyada ne de öteki dünyada açığa vurur ve bu sırrı kendileri de açığa vurmazlar”. 4. Civanmertlik büyüklük, civanmertler de büyük insanlardır: “Bir civanmert çölün kenarına varıp şöyle bir baktı, sonra geri dönüp, ‘Ben buraya sığmam.’ dedi. O ben olduğum için demek istedi.” 5. Civanmertlerin de gıdası vardır: “Civanmertler için yenecek ve içilecek şey Allah sevgisidir.” Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 159 6. Civanmertliğin analizi yapılabilir: “Civanmertlik üç çeşmeli bir deryadır: Biri cömertlik, ikincisi şefkat, üçüncüsü de halktan doymuş olup Hakka muhtaç olmak.” 7. Âlim ile civanmert arasında fark vardır: “Şu zahiri ilmin bir zahiri var, bir de bâtıni. Bâtıni olanında bâtıni vardır. Zahir ve zahirin zahiri olan ilim âlimlerin anlattıkları şeydir. Bâtıni ilmi civanmertler yine civanmertlere anlatırlar. Bâtınin de bâtıni olan ilim civanmert ile Allah u Teâlâ arasında bir sırdır ki, halk için ona yol yoktur.” 8. Civanmertleri inkâr eden kendine yazık etmiştir: “Şayet civanmertleri inkâr varsa, yer ve gök dahi yardımcı olsa tâatın hiçbir değeri olmaz.” 9. Civanmertlere Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretlerinden öğütler: “Allah’ın arşı sırtımıza konulmuştur. Ey civanmertler! Yük ağırdır, çabalayın ve yiğitçe davranın!” “Allah u Teâlâ herkese kendinden bir şey açmıştır; ama zatını yani kendini hiç kimseye açmamıştır. Civanmertler! Gidin ve Allah’la mert olun, yoksa size zatından bir şey açmaz.” “Onun şevkiyle bir kimsenin kalbi yanar da kül olursa, muhabbet rüzgârı çıkıp bu külü kaldırır, yer ve gök bununla dolar. Görmek istediğini orada görebilir, işitmek istediğini orada işitebilir, tatmak istediğini orada tadabilirsin. Mücerretlik ve civanmertlik burada gerek!” “Yaratıkların bazısı Kâbe’yi, bazısı semadaki Beytü’l-Ma’muru bazısı arşın çevresini tavaf ediyorlar. Civanmertlerin tavafı ise Onun vahdetindedir.” “Ey civanmertler! Uyanık olun! Onu hırka ve seccadeyle göremezsiniz. Bu iddiayla ortaya çıkanı ezerler. Nasıl istiyorsan öyle ol. Civanmertlik nefse ve cana sahip olmamaktır. Kıyamet günü halkın hasmı halkken, bizim hasmımız Allah’tır. Hısım O olunca da dava asla halledilmez. O bizi sıkı yakalamıştır, bizse onu daha sıkı!” BİR HADİSİ MEVLANANIN AÇIKLAMASI Allah yolunun yolcuları, bu yola çıkarken, yolda yürürken ve hedefe ulaşırken bir eğiticiye ihtiyaç duymuşlardır. Hedefe ulaştıktan sonra da kendileri eğitimci makamına geçerek başkalarını eğitmeye başlamışlardır. Böylece hem öğrenci hem de öğretmen olmuşlardır. Buna birkaç örnek verecek olursak: Hasan Harakânî (Hz) Bayezid-i Bistami’nin, Hoca Ahmet Yesevi(Hz), 160 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172 Arslan Baba ve Yusuf Hemedani’nin, Mansur Ata, Hacı Bektaşi Veli ve Abdulhaluk Gücdüvani (Hz), Hoca Ahmet Yesevi’nin ve Mevlana, Şemsi Tebrizi’nin öğrencisi olmuşlardır. Hem eğitilen hem de eğiten konumunda bulunmuş olan burada ismi verilen ve verilmeyen mana eğitmenlerinden öğrenebileceğimiz ve eğitimde kullanabileceğimiz çok şeyler olduğu bilinmelidir. İçe dıştan (manaya maddeden) daha çok önem veren, insanlığa hizmeti çok büyük olan, Hak dostu ulu kişilerin eserlerinin kaynağını Kuran-ı Kerim ve insanlığa sonsuz hizmeti olan Peygamberimizin hadisleri oluşturmaktadır. Bu sebeple önce Peygamber Efendimize ait olduğu rivayet edilen bir hadisi, Mevlana’nın açıklamasıyla başlamanın doğru olacağını varsaydık: “Mustafa Aleyhisselâm ‘Ulu Tanrı Melekleri yarattı, onlara akıl verdi. Hayvanları yarattı, onlara şehvet verdi. İnsanoğullarını yarattı, onlara hem akıl verdi, hem şehvet. Kimin aklı şehvetinden üstün olursa meleklerden daha yücedir. Kimin şehveti aklından üstünse hayvanlardan aşağıdır.’ dedi.” Bu hadisi, Mevlana şöyle tefsir etmektedir: “Ulu Tanrı halkı üç çeşit yarattı. Bir bölüğü tamamı ile akıldan, bilgiden ve cömertlikten ibaret. Bunlar meleklerdir. Secdeden başka bir şey bilmezler! Yaradılışlarında hırs ve heva yoktur. Mutlak nurdur onlar, Tanrı aşkıyla dirilmişlerdir. Bir bölüğüyse bilgisizdir. Hayvan gibi ot otlamakla semirirler. Onlar ahırdan ottan başka bir şey görmezler. Kötülükten de gafildirler, yücelikten de iyilikten de! Üçüncü bölükse Ademoğullarıdır, insanlardır. Bunlar yarı yaradılışları bakımından melektirler, yarı yaradılışları bakımından eşek! Eşek olan yarıları aşağılığa meyleder, öbür yarıları da akla meyleder! İlk iki bölük savaştan çekişten anlamaz, istirahat ve huzur içindedir. Fakat bu bölük, yani insan, ikisine de aykırıdır, yani azap içindedir. Bu insanda sınama yüzünden bölüklere ayrılmıştır. Hepsi insan şeklindedir ama üç kısımdır: Bir kısmı mutlak varlık olan Tanrıya dalmış, kızgınlıktan heva ve hevesten, dedikodudan kurtulmuşlardır. Riyazattan da kurtulmuşlardır, zahitlikten ve savaştan da. San- ki onlar, insanoğlundan doğmamışlardır. İkinci kısmı eşeklere katılmış olanlardır. Bunlar kızgınlığın da kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir. Bunlardaki Cebraillik, meleklik sıfatı gitmiştir. Çünkü o ev dardı, o sıfat da büyük, sığamadı geçip gitti! Canı olmayan adam ölür. Canında bu sıfat bulunmayan kişi de eşek olur. Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 161 Onun örüp dokuduğu hile ve şeytanlık, başka bir hayvanda zuhur edemez. Altın sırmalı elbiseler dokur. Hendese (Geometri) bilgisinin en ince noktalarını bilir yahut nücum (astroloji), tıp ve felsefe bilgilerini elde eder! Çünkü onun ancak bu dünya ile alakası vardır. Yedinci kat göğe çıkmaya yolu yoktur. Tanrı yolunun, Tanrı durağının bilgisini anca gönül sahibi yahut da gönül sahibinin gönlü bilir! Fakat uyanıklık geldi de hayvani uyku kalmadı mı duygusunun aksi ve aykırı olduğunu levhden okur anlar! “ Uykuya dalan kişinin uyandığı zaman rüyada gördüklerinin aksini görmesi gibi.” Mevlana, bu ikinci uyandırılması gereken insan türünü de açıkladıktan sonra “Hülasa o aşağılık kişi aşağılık alemindedir. Onu bırak, ‘Ben batanları sevmem.’ de.” diyerek bu sözlerine iki ayet-i kerime ile şöyle destek bulur: “Kalplerinde hastalık olanlara gelince, Kuran onların gönüllerindeki pisliği artırır.” ve “ Tanrı Kur’an da ki misallerle çoğunu azdırır çoğunu da doğru yola götürür.” Mevlana derki “Çünkü hayvani ruha sahip olan kişinin huylarını değiştirmeye, nefsiyle savaşa girişmeye, aşağılıktan kurtulmaya istidadı vardı ama o istidadı fevt etti! Hâlbuki hayvanda bu istidat yoktur. Hayvanlıktaki özrü apaçıktır. İnsandan yol gösteren bu istidat gitti mi ne yerse yesin eşek beynidir! Aklı artıran bir ilaç olan beladür yese afyon kesilir. Kalp illeti ve akılsızlığı artar.” Bu cümleleriyle Mevlana, acele ederek doğuştan var olan insani yeteneği yitirmeden müdahale edilmesi gerektiğini, aksi takdirde eğitilmesinin imkânsız olacağına eğitimcilerin dikkatlerini çekmektedir. Çağdaş psikoloji bilimi bu durumu “kritik dönem” kavramıyla açıklamaktadır. Bu kritik gelişim dönemi geldiğinde, o döneme ait olan ödev aksatılmadan yapılmalıdır. Bu ödev ya da görevin o gelişim döneminde yapılmaması daha sonra telafisi imkânsız hale gelebilmektedir. Mevlana eğitim sürecine girmiş olan insanı da şu şekilde bizlere tanıtmaktadır: “İnsanların bir bölüğüyse savaştadır. Yarı hayvan, doğru yolu bulma bakımından yarı insandır! Gece gündüz savaşta, çekiştedir bunlar. Sonu yani insanlığı, önü yani hayvanlığıyla savaşır durur. Aklın nefisle savaşı Mecnunun devesiyle savaşına benzer. Mecnunun sevdası Leylâ’yadır, devesinin sevdası yavrusuna. Nitekim Mecnun da “devenin sevdası ardındakinedir benim sevdam önümdekine. İkimiz de sevdalıyız ama sevdalarımız aykırı!’ demiştir. Mecnun bir an bile kendisinden geçti mi deve hemen geri döner yavrusu için geri 162 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172 giderdi. Bunu anlayan Mecnun ‘Bu yol vuslata erişmek için iki adımdan ibaret, hâlbuki ben senin hilenle tam altmış yıldır bu iki adımlık yolda kalakaldım.’ diyerek kendini devenin sırtından atıverdi. Kendini atarken ezilip, kırılan ayağını bağlayan Mecnun ‘Top olurum da onun cevgânının (cirit oyununda topu sürükleyen ucu eğri sopa) önüne düşer yuvarlanarak giderim!’ dedi. İşte güzel sözlü Hâkim, tenden inmeyen atlıya bu yüzden lanet etmiştir. Tenden aşağı inip ayrılmayan can, yol azıtır gider. Top ol da doğruluk yanına yat, aşk cevgânıyla yuvarlanarak git! Çünkü bu yolculuk binekten indikten sonra Tanrı çekişiyle olur. Halbuki önceki gidişimiz deveyleydi! Bu çekilip gitme alelade çekilip gitme değildir. Bunu Ahmed’in lütfu meydana getirdi vesselam.” diyerek sözünü tamamlayan Mevlana, nefsimizle mücadeleyi eğitim için şart koşuyor ancak burada savaşı kazanmanın ve özellikle de zaferi devam ettirmenin Allah (cc) ve Peygamberin (sav) lütfu olduğunu da özellikle vurguluyor. Erenlerin “nefis savaşı” dedikleri “kendini gerçekleştirme” günümüz eğitim bilimlerinde artık kabul edilmektedir. Nitekim eskiden saldırganlığın boşaltılması gerektiğini öğütleyen eğitim anlayışının yanlış olduğu ve bunun yerine saldırganlığın bireysel olarak denetim altına alınmasının asıl çözüm olduğu deneylerle ispatlanmıştır. HARAKÂNÎYE ÇIKARILANLAR AİT İKİ MENKIBEDEN EĞİTİM İÇİN Mevlana(Hz), kendisinin söylediği her ne varsa Harakâni’ (Hz) ye ait olduğunu vurgulamış olması nedeniyle yukarıda Mevlana’nın Mesnevisiyle başlamayı ve onunla devam etmeyi uygun bulduk. Aşağıda yazılan Ebu’l-Hasan el-Harakânî’ (Hz) ye ait iki menkıbe Mevlana’nın Mesnevisinin 4. ve 6. Ciltlerinden alınmıştır. Bu menkıbelerde bizlere sunulan eğitici mesajlar çıkarılmaya çalışılmıştır: “Bu beden doktorları pek bilgilidirler. Senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler! İdrara bakıp ahvalini anlar; fakat sen hastalığını o tarzda bilemez teşhis edemezsin. Sonra nabızdan, benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar. Âlemdeki Tanrı doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da halini anlamazlar senin? … Beden doktorları hastalığı teşhis için idrara vesaireye muhtaçtır. Fakat kâmiller, Tanrı doktorları uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler! Hatta sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile görürler! Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 163 1. MENKIBE: Bayezid’in Ebu’l-Hasan’ın halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın mı? Bir gün o takva sultanı dervişleriyle sahradan geçerken, ansızın ona Rey civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi. Orada iştiyaklı bir feryat çekti, rüzgârdan koku aldı. Âşıkçasına bir kokladı, âdete ruhu rüzgârdan bir şarap tatmaktaydı. Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır. O havanın soğukluğundan meydana gelir. Yoksa testinin içinden dışarı su sızmaz! Koku getiren rüzgâr, onu su haline getirmiştir. İşte onun gibi su da Bayezid’e şarap haline gelmişti!” Eğitimcinin öğrencisini sevmesi, kokusunu duyması, onun eğitimi için her türlü fedakârlığa katlanacağının bir göstergesidir. Biz bunu, sınıf öğretmenlerinin tayinleri çıkıp da bir başka yere gidecekleri zaman boş sınıfa girerek öğrencilerinin sınıfa sinmiş olan kokularını duyduğunda gözyaşlarına hakîm olamadığına benzetebiliriz. Mevlana anlamamız için somutlaştırarak testinin dışındaki “ter gibi su” benzetmesini yapmıştır ve bunu yaparken eğitimcilere anlamayı kolaylaştırmak için somut örnekler vermemiz gerektiğine de dikkatleri çekmiştir. Hele eğitimci soyut ve öteler âleminden söz ettiğinde, her öğrencinin anlamasının zorlaşacağı da bilinmeli ve kolaylaştırmak için gereken yapılmalıdır. Mevlana eğitimciye ait olan bu vasıfları bize tanıttıktan sonra devam ediyor: “Bayezid’de sarhoşluk eseri görülünce bir mürit ona gelip sordu: ‘Beş duyuyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir? Yüzün gâh kızarmakta, gâh sararmakta, gâh ağarmakta bu ne hal bu ne müjde? Koklayıp duruyorsun ama görünürde gül yok, şüphesiz bu gaip âleminden bir haber, bir mektup gelmekte. Her an Yakup gibi sana da bir Yusuf’tan şifa kokusu erişmekte.’ Bize de o testiden bir katre dök. Bize de o gül bahçesinden bir kokucuk anlat! Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er. Bizim dudağımız kuru, sen bu şarabı yalnızca içiyorsun! Ey çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin şaraptan bize de bir yudumcuk sun! Bu zamanda meclisin beyi sensin, senden başkası değil. Bize de bak! Bu şarap gizlice içilir mi ki? Şarap muhakkak adamı rezil rüsva eder! Kokusunu gizlesen bile sarhoş gözlerini ne yapacaksın ki? Zaten bu koku, âlemde yüz binlerce perde altında gizlenebilecek bir koku değil ki! O keskin kokuyla ova da nedir ki? O koku dokuz feleği bile geçti! Bu 164 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172 şarabın bulunduğu testinin başını balçıkla örtme. Zaten bu öyle bir açıkta şarap ki örtülmesine imkân yok. Ey sırlar bilen sır söyleyici, seni avlayanı lütfen söyle!” Mevlana burada talep edenin yani talebenin yalvarışına dikkatleri çekerek günümüzde “motivasyon” diye isimlendirilen bilginin peşine öğrencinin gönülden isteyerek koşmasının eğitim için zorunlu olduğunu vurgulamaktadır. Bununla birlikte motivasyonun da eğitimcinin hallerinden öğrencinin yaptığı çıkarımlardan kaynaklandığını göstermiştir. Nitekim daha biz ortaokulda iken bir hocamızın Tarih dersi anlatırken duygulanarak ağlaması, bizlerde tarihe karşı bir duyarlılık oluşturmuştu. “Bayezid dedi ki ‘Bu taraftan bir dostun kokusu gelmekte. Bu köyden bir padişah geliyor! Bunca yıldan sonra bir padişah doğacak. Otağını göklere kuracak! Yüzü Tanrının gül bahçelerinin tesiriyle gül rengine dönecek. Makam ve rütbe bakımından benden üstün olacak! Dediler ki adı ne? Bayezid, Ebu’l-Hasan dedi. Onun şeklini, kaşının çenesinin ne şekilde olduğunu anlattı. Boyunu rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü bir bir anlattı. Ten şekli ten gibi iğretidir. Ona pek gönül verme. O bir anda gelir geçer! Tabii ruhun şekli, hali de fanidir. O can şeklini, sıfatını isteki gökyüzündedir! Onun bedeni yeryüzündeki mum gibidir. Nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir! Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir. Gülün suretini latife yollu burnunun altından görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur. Uyuyan adam Aden de bir azaba uğradığını görür ama aksi ter halinde bedeninde görünür! Gömlek Mısır’da bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o ülkenin kokusuyla dolmuştur. Tarihçiler bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar. Adeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler. Tam o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu. Devlet satrancını oynadı. Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebu’l-Hasan dünyaya geldi. O padişah, Ebu’l-Hasan ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. Çünkü onun önünde giden levhi mahfuzdur. Neden mahfuzdur o levh? Hatadan! Bu ne yıldız bilgisidir, ne remil (fal), ne deruva. Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya. Tanrı vahyidir! Sofiler bunu halktan gizlemek için gönül vahyi Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 165 demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farz et. Gönül zaten onun nazargâhıdır. Gönül ona agâh olunca nasıl hata eder? Ey mümin sen Tanrı nuruyla bakar, görürsün. Hatadan, yanılmadan eminsin! Ebu’l-Hasan, Bayezid’in buyurduğu gibi zuhur etti ve bunu adamlarından duydu. Bayezid, Hasan benim dervişim ve ümmetim olur. Her sabah benim mezarımda benden ders alır demişti. Kendisi de dedi ki: Ben de şeyhi rüyamda gördüm, ruhundan bu sözü duydum. Her sabah onun mezarına yüz tutar, ta kuşluk çağına kadar huzurunda dururdu. Ya bir şeyhin huzuruna gider gibi o mezarın başına gelir yahut da sözsüz müşkülleri hallolurdu. Nihayet yine bir gün kutlulukla o mezarın başına geldi. Yeni kar yağmıştı mezarlar karla örtülmüştü. Mezarın üstünde kat kat karların bayrak gibi yüceldiğini, kubbe kubbe yığıldığını görünce gamlandı. O diri şeyhin mezarından ses geldi: ‘Ben buradayım bana gel.’ diye. ‘Seni çağırıp duruyorum. Kendine gel. Sesime koş, bu yana seğirt! Alem karla dolsa da sen benden yüz çevirme!’ o gün Ebu’l-Hasan’ın hali düzeldi. Önce duymuş olduğu şaşılacak şeyler, o gün kendisinde zuhur etti.” Mevlana, burada öğrencinin eğitim yolunda giderken yorulabileceğini, yılabileceğini ancak eğitimcinin bunu bilerek öğrencisine cesaret vermesi gerektiğini vurgulamıştır. Ebu’l-Hasan’ın (Hz) cismen görmediği şeyhinin mezarına her gün sürekli gidişinin ödülünü almış olması sebatın, eğitilmedeki rolünü göstermesi bakımından önemli ve manidar bulunmuştur. 2. MENKIBE: “Bir derviş Ebu’l-Hüseyn-i Harkan’ın şöhretini duyup Tarkan Şehrinden yola çıkmıştı. Dağlar aştı, uzun ovalar geçti. Şeyhi görmek için özü doğru olarak Tanrıya yalvarıp yakararak bunca yol aldı. Yolda gördüğü cefalar, çektiği eziyetler anlatılmaya değer ama ben kısa kesiyorum. O genç yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu, öğrenip kapısına geldi. Yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin karısı kapıdan başını çıkardı. Ey kerim sahibi ne istiyorsun? dedi. Derviş, ziyaret için geldim, deyince, kadın kahkahayla gülüp dedi ki: Sakalına bak yahu. Hele şu yolculuğa şu uğradığın derde bak. Yerinde yurdunda işin yok muydu da beyhude yere yollara düştün? Bir ahmağı görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın? 166 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172 Yahut da şeytan sana bir boyunduruk urdu, vesveseler verdi, sana bu yolculuk kapısını açtı. Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, mırıldandı durdu. Onların hepsini söyleyemem ben.” ifadesiyle Mevlana, büyük bir eğitimciden söz ederken terbiyeyi elden bırakmamak gerektiğini; Başkasının söylemiş olduğu küfürleri dahi söyleyemeyecek kadar saygılı olduğunu, bizlere örnek olacak şekilde göstermiştir. Hâlbuki aynı Mevlana, eğitim için müstehcen olayları yeri geldiğinde anlatmaktan da kaçınmamıştır. “Kadının sayısız gülmesinden hikâyeler söylemesinden derviş pek dertlendi, dertlere uğradı. Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: Bütün bunlarla beraber o adı tatlı padişah nerede? Söyle bana! Kadın dedi ki: O bomboş riyakâr bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır. Yol azıtanlara kementlik eder. Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüzbinlerce kişi azgınlıktan ona düşmüştür. Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen senin için daha hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa. Onun işi gücü laftır. Kâse yalayıcı, hazır sofraya oturucu bir heriftir. Fakat davulunun sesi etrafa yayılmış her nasılsa. Bu kavim İsrailoğullarına benzer, öküze taparlar. Böyle bir öküze el vurup dururlar işte. Bu hazır sofraya oturan adama kapılan, geceleyin bir leştir, gündüzün işsiz güçsüz bir adam. Bunlar yüzlerce bilgiyi yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir riyaya kapılmışlardır. İşte ha! Bu. Nerde Musa’nın suyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını dökse. Yazık! Şeriatı, Tanrıdan ürküp, sakınmayı ardına atmış. Nerde Ömer? Gelse de şiddetle doğruluğu emretse! Bunlar her kötü şeyi mübah biliyorlar. Bu ibahilik (her şeyi mübah sayan) bunlardan yayıldı, fesatçı kalleşe de ruhsat oldu adeta! Nerde peygamberle sahabesinin yolu? Nerde namaz, nerde teşbih, nerde onların edepleri?” Mevlana, haksızlık karşısında susulmaması gerektiğini, hele bu haksız eleştiri ulu bir erene yapılıyorsa gereken cevabın verilmesinin zorunlu olduğunu aşağıdaki örnekten hareketle öğütlemektedir: “Genç, yeter diye bağırdı. Apaydın günde bekçinin ne lüzumu var? Erlerin nuru doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrete kalıp secde ettiler. Tanrı güneşi hamel burcundan (Kuzu burcu; Güneş 21 Martta bu burca girer, gece ve gündüz eşit olur) doğdu da bu güneş utancından perde ardına girdi. Senin gibi bir şeytanın saçmaları nerden beni bu kapının tokmağından döndürecek? Ben bulut gibi bir yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 167 tozla çevirebilsin. Öküz bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir fakat o nur olmadı mı kıble küfürdür, puttur. Heva ve hevesten gelen ibahilik sapıklıktır, azgınlıktır fakat Tanrıdan gelen ibahilik yüceliktir. O hesaba sığmaz nurun doğup parladığı yerde küfür iman kesildi, şeytan Müslüman oldu. O yücelik mazharıdır. Tanrı sevgilisidir. Bütün ileri meleklerden öncülük kapmıştır. Melekten Adem’e secde etmeleri, ondan ileri olmalarındandır. Deri daima içe secde eder. A koca karı sen Tanrı mumunu üflüyorsun, ama hem sen yanıyorsun hem başın, ey ağzı kokmuş! Bir köpeğin ağzından deniz pislenir mi? Güneş üflemekle söner mi? Eğer görünüşe göre hüküm veriyorsan bu aydınlıktan daha aydın, daha görünür ne var söyle. Zahirden olanların hepsi, bu zuhurun karşısında noksanın, kusurun en ilerisindedir. Kim Tanrı mumunu üflerse o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar. Senin gibi birçok yarasalar rüya görürler ama bu âlem güneşten yetim kalır mı? Ruh denizinde öyle kuvvetli dalgalar olur ki Nuh tufanından yüzlerce defa üstündür. Fakat Kenan’ın gözünde kıl bitmiştir de o yüzden Nuh’u da bırakmıştır, gemiyi de. Dağa tırmanmaya kalkışmıştır. Fakat derhal yarım bir dalga, dağı da aşağılıkların ta dibine atmıştır, Kenan’ı da.” Mevlana, haksızlığa susmadığı gibi, hak yolda giderken karşılaşılan engele takılıp kalmamanın da şart olduğunu, yola devam etmenin lüzumunu şöyle anlatır: “Ay nurunu saçar köpek havlar durur. Hiç köpek ayı kendisine ortak edinebilir mi? Ay ışığıyla geceleyin yol alanlar, köpek havlamasıyla yollarından kalırlar mı? Cüzü külle doğru ok gibi gider. Kokuşuk koca karının ardına düşer mi hiç?” Algı noksanlığından kaynaklı göremeyenlerin görme ihtimali olanları yoldan çıkarmaması ya da yanlış algılamalara yol açmaması için de Mevlana, gönül gözünden süzülüp gelen yemişlerle okuyanların gözünü açmaya çalışmaktadır: “Şeriatın canı da ariftir, takvanın canı da. Marifet geçmiş zamanlardaki zahitliğin mahsulüdür. Zahitlik ekmeye çalışmaktır, marifette o ekinin bitmesidir. Şu halde çalışmak ve inanmak bedene benzer, bu ekmenin canı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir. Doğruluğu emretmekte odur, doğruluk da o. Sırları açan odur, açılan sırlar da o. Bugünümüzün de padişahıdır, yarınımızın da. Deri daima latif içe kuldur. 168 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172 Şeyh, “Ben Tanrıyım.” dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı. Kulun varlığı Tanrı varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a Çıfıt! Gözün varsa açta bak. La dedikten sonra artık ne kalır? O göğe aya tüküren dudağın, boğazın, ağzın kesilseydi keşke! Şüphe yok ki o tükürük, göğe çıkmaz, döner, senin suratına gelir! Ebu Leheb’in ruhuna kıyamete kadar “Elleri kurusun.” bedduası geldiği gibi, o tükürük de kıyamete kadar Tanrıdan senin suratına gelir. Davulu var, bayrağı var, ülkesi var. Böyle bir padişaha hazır sofraya oturur diyen köpektir. Gökler onun ayına kuldur. Doğu da ondan ekmek dilemektedir, Batı da. Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım.” hadisi yazılı olan zat, bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara layık inciler meydana gelmezdi. O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı. Rızıklarda onun rızkını yemektedir, meyveler da onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir. Kendine gel bu işteki düğüm, tersine düğümlenmiştir. Sana sadaka verene sen sadaka ver! Ey yoksul zengine sadaka ver. Bütün altınlar, bütün ipekli kumaşlar, yokluktadır, yoksuldadır. Senin gibi bir kötü, o makbul ruha eş olmuş, Nuh’un nikâhındaki kâfir gibi adeta. Bu yurda mensup olmasaydın şimdi seni paramparça ederdim. O Nuh’u da senden halas ederdim, ben de kısasa uğrar, Şeyh’in yolunda ölmek şerefiyle yücelirdim. Fakat zamanın padişahlar padişahının evinde bu çeşit küstahlıkta bulunamam. Yürü dua etki bu yurdun köpeğisin, yoksa şimdi yapacağımı yapardım sana. Ondan sonra derviş, herkese sormakta, Şeyhi her tarafta araştırmadaydı. Birisi dedi ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti. O zülfikâr düşünceli ve ateşli derviş Şeyh’in havasına uyup ormanın yolunu tuttu. Şeytan aklına ayı tozla örten bir gizli vesvese vermekteydi. Bu din şeyhi neden böyle bir kadını evinde tutuyor, onunla düşüp kalkıyor? Zıt nasıl olurda zıddıyla beraber bulunur? Halkın imamı olan bir zat nerde, maymun nerede? diyordu. Sonra yine ateş gibi dönüyor, Lâ havle okuyor, ona itirazım küfürdür, kindir diyordu. Ben kim oluyorum ki Tanrının işlerine karışıyorum? Nefsimden neden böyle Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 169 şüpheler, kınamalar geliyor? Derken nefsi yine saldırıyor, bu yüzden gönlünden kuyumcular potasından çıkar gibi duman tütüyordu. Şeytan’la diyordu Cebrail’in ne münasebeti var ki onunla konuşsun, düşüp kalksın, beraber yatsın, uyusun! Azer, nasıl olurda Halil’le geçinebilir? Yol kesen, nasıl olurda kılavuzla beraber bulunur?” Mevlana, dervişin bu iç savaşını sunarken; doğru yolda yürüyen her insanın yanlış düşüncelerle birlikte bulunduğunu ve bu düşünceleriyle mücadele etmesi gerektiğini de eğitim için şart koşmaktadır. Ona göre asıl olan bu düşüncelere yenik düşmemektir. Doğru yolda mücadele edene Allah yardımcı olur elbet: “O, bu düşüncedeyken ünlü şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi. Kükremiş aslan odununu çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne binmişti. Kamçısı da bir yılandı. Yücelikle yılanı bir kamçı gibi eline almıştı. İyice bil ki her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner. O görünür, bu görünmez ama can gözünden gizli değildir. Onların altında yüzbinlerce aslan vardır, odun çeker durur. Gaip gözü onu görür. Fakat adam olmayan da görsün diye Tanrı onları bir bir baş gözüne de gösterir. O padişah dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı dinleme. O ulu şeyh gönlünün nuruyla dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne güzel bir delildir. O hünerli zat dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından geçenleri bir bir söyledi. Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat kadını kınaması hususunda da ağzını açıp dedi ki: O tahammül nefis havasından değildir. Bu zan senin nefsinin havasıdır, orada durma! Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim aslan benim yükümü çeker miydi hiç?” Harakânî Hazretlerinin sabrının mahsulünü nasıl aldığını bu sözlerle bize gösteren Mevlana, okuyucuya sabrı telkin ve tavsiye etmekle kalmıyor, Allah(cc) yolunun sadık yolcuları için bu sabrın nasıl aşka dönüştüğünü de Hasan Harakânî’nin aşağıdaki sözleriyle bizlere sunuyor: “Ben de Tanrı yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve köpürmüş bir deveyim. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması, yermesini düşüneyim. Bizim geri kalanımız da onun buyruğudur, ileri gidenimiz de. Canımız yüz üstü koşarak onu aramadadır. Bizim tekliğimiz, çiftliğimiz hava ve hevesten değildir. Canımız mühre gibi Tanrı elindedir. O ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu renk aşkından, koku sevdasından değildir. Bu kaza ve kader bizim dersimizin talebeleridir. 170 | Sırrı AKBABA / Harakani Dergisi 1-2014, 157-172 Artık savaşımızın debdebesi nereye varır bir düşün. Nereye mi varır? Yere bile yol almayan bir yere. Işığı, gözleri alan Tanrı ayına ancak! O nur, bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun nurudur. Dedikoduyu, senin, için aşağılattım ibret al da kötü huylu arkadaşla arkadaş ol uzlaş. “Sabır sıkıntının anahtarıdır.” sırrına ermek için gülerek hoşlanarak onun derdini çek. Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna ulaşırsın. Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu çeşit yılanlardan nice ıstıraplara uğradılar. Yarlıgayan Tanrının muradı hükmü ta ezelden tecelli ve zuhur etmekti. Zıddı olmadıkça bir şey görünemez. O misli olmayan padişahınsa zıddı yoktur.” Bugün psikolojik danışma yaklaşımlarından Gestalt Terapi, danışma anında dedikoduyu yasaklayarak insanları sağlığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Kötülerin sıkıntılarına dedikodu yapmadan sabırla katlanmanın, insanı nasıl olgunlaştırdığını gösteren güzel bir örnektir. İslam dininin ve Harakânî (Hz) gibi din yolunun ulu yolcularının yüzyıllar öncesindeki vurgusu da budur. SONUÇ: Eğitim her yaş için geçerli olsa da geleceği hedefleyen uzak görüşlü eğitimciler bu konuda gençlere daha fazla önem vermişlerdir. Harakânî’ (Hz)nin “civanmertlik” kavramı bu bağlamda manidar bulunmuştur. Erenlerin feyz aldıkları temel iki kaynaktan biri Kuran-ı Kerim, diğeri de Peygamber Efendimizin hadisleridir. Bu nedenle ayet ve hadislerden eğitim amaçlı yararlanırken Mevlana, Yunus, Harakânî… gibi alperenlerin yorumlarından hareket edildiğinde; eğitilenlerin daha doğru yönlendirileceğine inanmak gerekir. Bu cümleden hareketle yukarıda verilen bir hadis, Mevlana’nın açıklamasından yararlanılarak sunulmuştur. Son yıllarda eğitimde nitelik niceliğin gerisine düşmüştür. Bunun nedenlerinden biri maddeye manadan daha fazla önem veren küreselleşme politikalarıdır. Türk-İslam geleneğindeki alperenlik müessesesinin mana eğitimi önemli bir boşluğu dolduracak, özden yoksun madde eğitiminin tamamlayıcısı konumuna gelecek ve belki de onu gelecekte iflas etmekten kurtaracaktır. Bu nedenle kültürümüzdeki yıldızları dünyaya tanıtmak ve özellikle de eğitimde bu cevherlerimizden yararlanmak hem gereklidir hem de küresel kasırga içerisinde yok olmadan, kültürümüzün geleceğe kalması adına oldukça önemlidir. Bu Sırrı AKBABA / Harakani Quarterly 1-2014, 157-172 | 171 nedenle yukarıda Harakânî’ (Hz)ye ait iki menkıbeden eğitim için dersler çıkarılmaya çalışılmıştır. Araştırmacılar tarafından bu tür çalışmaların geliştirilerek devam ettirilmesinin yararı hem kültürümüz için hem de dünya insanlığı için ölçülemeyecek kadar büyüktür. Önemli Tarihler: Abdulbaki Gölpınarlı, bizlere iki tarih bilgisi vermiştir: Bayezid-i Bistami(Hz)nin Hicri 261 (876)Tarihinde vefat ettiğini (Mesnevi Cilt:1, sayfa:353), , Ebu’l-Hasan Harkânî’ (Hz) nin de Hicri 425 (1033) Tarihinde vefat ettiğini yazmıştır (Mesnevi Cilt:4, sayfa:325). Dr. Hayati Bice, Hoca Ahmed Yesevi’ (Hz)nin 1166 Tarihinde vefat ettiğini yazmıştır. Yararlanılan Kaynaklar: 1.Çiftci, hasan. Ebu’l-Hasan Harakânî, (RA) l. Hayatı ve Eserleri Kalkan Matbaacılık Ankara, 2004. 2.Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet. Hazırlayan: Dr. Hayati Bice. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Ankara, 2010. 3. Mevlana, Mesnevi,1. 4. ve 6. Cilt. Çev: Veled İzbudak. Gözden Geçiren: Abdulbaki Gölpınarlı. Milli Eğitim Bakanlığı yayınları, İstanbul,1995. 4.Türkçe Sözlük Türk Dil Kurumu. Ankara,1988. 5. Attar Feridüddin, Tezkiretü'l-Evliya. Kabalcı Yayınları, İstanbul,2007. Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 173-186 AŞK VE İRFAN SULTANI EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ Fatma ATICI1 Özet Âlemin kalbi âdem, âdemin kalbi insan-ı kâmildir. Efendimizin kutlu soyundan gelen, on iki tarikin kendisinde birleştiği, hem aşk hem de gaza şehidi olan, müthiş bir ihata ve kuşatıcılığın zuhur ettiği irfanında herkesin kendisi için bir şey bulabildiği, Hz. Mevlana’nın “Biz, ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî’den aldığımızdır.” dediği, Mesnevi’de mübarek kelamlarından ve menkıbelerinden bahsettiği, Alvarlı Muhammed Lütfi Efe’nin “Ümmetin medarıiftiharı” diye nitelendirdiği vahdet bahçesinin en nadide bülbüllerindendir Harakânî Efendimiz. "Bütün varlıklar bendedir ama hiçbir yerde kendime ait bir iz bulamadım" diyen, Hak'ta gaybubet etmiş, aynı cemin bülbülü olan bir başka bilgenin ifadesi ile "Hem Hakk'a ulaşmış hem de Hak olmuş" bir insan-ı kâmil, Ebu'l-Hasan Harakânî'yi kendi idrakimizin sınırları içerisinden anlamak ve anlatmak ne kadar mümkündür bilemiyorum. “Allah’ın hakkında bildiklerim pek çoktur, bilmediklerim ise daha çoktur. Açığa vurduklarım ise anlaşılabilenlerdir.” buyuran hazretin irfan dünyasının izini yine kendi mübarek kelamlarında ve aynı hakikat pınarından çağlayan bilgelerin sözlerinde sürmeye çalışacağız. Anahtar Kelimeler: Aşk, İrfan, Derviş, Fütüvvet, Fakr, Sufi, Harakânî 1 [email protected] 174 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186 GİRİŞ Âlemin kalbi âdem, âdemin kalbi insan-ı kâmildir. Efendimizin kutlu soyundan gelen, on iki tarikin kendisinde birleştiği, hem aşk hem de gaza şehidi olan, müthiş bir ihata ve kuşatıcılığın zuhur ettiği irfanında herkesin kendisi için bir şey bulabildiği, Hz. Mevlana’nın “Biz, ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî’den aldığımızdır”(Uzgur, 2012, s.142) dediği, Mesnevi’de mübarek kelamlarından ve menkıbelerinden bahsettiği, Alvarlı Muhammed Lütfi Efe’nin “Ümmetin medarıiftiharı” diye nitelendirdiği vahdet bahçesinin en nadide bülbüllerindendir Harakânî Efendimiz. "Bütün varlıklar bendedir ama hiçbir yerde kendime ait bir iz bulamadım"(Uzgur, 2012, s.16) diyen, Hak'ta gaybubet (kaybolma, yokluk) etmiş, aynı cemin bülbülü olan bir başka bilgenin ifadesi ile "Hem Hakk'a ulaşmış hem de Hak olmuş" bir insan-ı kâmil, Ebu'lHasan Harakânî'yi kendi idrakimizin sınırları içerisinden anlamak ve anlatmak ne kadar mümkündür bilemiyorum. “Allah’ın hakkında bildiklerim pek çoktur, bilmediklerim ise daha çoktur. Açığa vurduklarım ise anlaşılabilenlerdir.”(Uzgur, 2012, s.139) buyuran hazretin irfan dünyasının izini yine kendi mübarek kelamlarında ve aynı hakikat pınarından çağlayan bilgelerin sözlerinde sürmeye çalışacağız. Niyaz-ı Mısrî’nin: “Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile Hep Hak oldu cümle âlem şehr ü bazar kalmadı”(Mısrî, 2013, s.587) dizelerinde buyurduğu gibi Harakânî Efendimiz, İbnü’l Arabî’nin ‘kıyısız’ dediği mutlak birlik denizine dalmıştır ve oradan konuşmaktadır. Onlar konuşulamayan hakkında susarlar, susmaları da birer konuşmadır, hikmettir ve irşad edicidir. Kendisine bir gün sufilerin adımlarından sordular. Buyurdu ki: - İlk adım, Allah (c.c.) deyip başka bir şey dememeleridir, ikinci adım ünsiyettir (yakınlık) ve üçüncüsü yanmadır. (Çiftçi, 2004, s.231) Bu manada bir diğer ulu sultan Aziz Mahmud Hüdayî: “Ehl-i dünya dünyada, ehl-i ukba ukbada Her biri bir sevdada, bana Allah’ım gerek”(Tatcı, Yıldız, 2008, s.68) diyerek Hak yolcusuna rehberlik etmektedir. Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 175 Yol nerede başlar, ilk adım nedir? İstemektir.(Yalsızuçanlar, 2012, s. 41) Kimin kapısında bir yıl beklersen, sonunda bir gün o kapı açılır ve neden beklediğin sorulur. “O’nun kapısında elli yıl bekle, sana ben kefil olurum.”(Yalsızuçanlar, 2012, s. 76) diyor hazret. “Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur."(Uzgur, 2012, s.75) buyurmuştur. “O, bir insana bağışta bulunmak isteyince, Kendisi dışında ne varsa kalbinden çıkarır. O zaman kul şaşkına döner, çünkü sermayesi geri alınmıştır. Bu şaşkınlık hali bir zaman devam ettikten sonra içinde bir istek belirir. Ve ‘Sen’i istiyorum’ der. Bundan büyük bir armağan olmaz.”(Yalsızuçanlar, 2012, s. 30) demektedir Harakânî Efendimiz. İlk önce, Allah var, başka bir şey yok deyip sonra onunla dost olmaya çalışmalıdır. Sonra yanmaya başlar insan. Harakânlı bilge bir gün bir dervişe sormuş: 'Hızırla dost olmak ister misin?' 'İsterim' demiş adam. 'Kaç yaşındasın?' 'Elli yedi.' 'Elli yedi yıl boyunca yediğin ekmeğini geri ver Allah'ın, O'nun rızkını yediğin halde Hızır'la arkadaş olman doğru değildir.' Dost isterseniz Allah yeter. O dost ise her şey dosttur."(Yalsızuçanlar, 2012, s. 72) "Ere aşk gerek önden, ondan dervişe benzer."(Tatcı, 2013, s. 169) diyor Yunus Emre. “Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer”(Tatcı, 2013, s. 169) Bu yolda aşkın imameti olmadan yürünmez. Mısrî Sultan’ın: “Vasl-ı Hak olmağa eylersen heves Aşka ulaş gayrıdan gönlünü kes”(Mısrî, 2013, s. 365) buyurduğu gibi, kişinin vasılı Hak olması, erdemli bir insan olması için ilk şart aşktır. Allah'a âşık olanlar bu aşkla yanıp benliklerini yok ederler. Aşk, bu manada yıkıcıdır, yakıcıdır. Yeniden yapmak için ilkin yıkar. Şöyle diyor: "O'na varlığını takdim ettiğin zaman, O sana hayat bahşeder." Hz. Pir Mevlana Efendimiz: “Hamdım, piştim, yandım” buyurmuş. İnsan benlik davasıyla insan olamaz. Önce benliği aşkla yakmak gerekir. Hak iştiyakı insanı yakıp kül etmelidir. Kül de benliktir. O dahi yok olmalıdır. Elbette bu çok sancılı bir süreçtir. Harakânî Hazretleri, "Okyanusun dibinde tutuşmuş birisi, nasıl sükûnet içinde olabilir ki?"(Uzgur, 2012, s.78) diyor. Seyyid Nesimi ise o yangının gül kokan bahçesinden şöyle seslenir: “Aşk ehli ölmez, yerde çürümez Yanmayan bilmez, ateş-i aşka.” 176 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186 Yine Harakânî Efendimiz buyuruyor ki; “Yaratan’ın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez.”(Uzgur, 2012, s.87) Zira onun bütün ilgisi, iştiyakı Hakk’a yönelmiştir. O’na ulaşıncaya kadar her yer gurbet, her şey yabancıdır. Hakk'ı arayan insanın, O'na vasıl olmak, ölmeden evvel ölmek, benliğinde Hakk'ı görmek, bulmak isteyen kişinin hâli böyledir. İbnü’l Arabî’nin “Biz ondan sudur ettik” dediği, İbn-i Sina’nın varlığın temel nedeni olarak ifade ettiği “aşk” hakikat yolcusunun biricik sermayesidir. Varlığın nedeni ve başlangıcı olduğu gibi, yokluğunda olmazsa olmazıdır, ilk şartıdır. Nîst bad( Yok olmaya bak) diyor Hz. Pir Mevlana, yani fenaya, hiçliğe soyun. Efendimiz, "Fakr (Yokluk) benim iftiharımdır." buyurmuştur. Fakr, Hak'ta yok olup O'nunla var olmaktır. İbnü’l Arabî, “Var oluşun yok oluşundadır.” diyerek mutlak varlığı Hak’ta yok olmaya bağlarken Hz. Mevlana bunu bir başka ifade ile "Bizim varlığımız da yokluktur." diyerek dile getirmiştir. Harakânî Efendimizin bir ismi de “Hüccetü’l-Fakr’dır. Yani fakrın önderi, rehberi… Fakir, Hakk’ın gayrından arınmış, gönlünde Hak’tan gayrı hiçbir şey kalmamış kimsedir. Büyükler onun fakrıyla iftihar ederler. Bir başka anlamı ile fakirlik, her şeye sahip olunduğu halde, hiçbir şeyin esiri olmamaktır. Hz. Mevlana, Mesnevi’de: Mal ve mülkü gönlünden çıkarmış olduğu için, Süleyman (a.s.)’ın kendisine fakir dediğini zikreder. Bir kuds-i hadiste Cenabı Hak: “Beni arayan beni bulur. Beni bulan beni bilir. Beni bilen beni tanır. Beni tanıyan bana âşık olur. Ben, bana âşık olana âşık olurum. Ben âşık olduğumu öldürürüm. Öldürdüğümün diyeti bana farz olur. Onun diyeti bizatihi benim.” demektedir. Yine bir Ayet-i Kerime’de mealen: “Allah nefislerinizi satın almak istiyor.” buyrulmuştur.(Allah’a borç veriniz.) Allah’ın nefislerimizi satın almasından maksat benliğimizi Hakk’a kurban etmektir. Bunun için mutlak bir teslimiyet gerekir. “Teslim olmayı seç ki yuvaya yolculuğun kısa sürsün.”(Uzgur, 2012, s.17) diyor büyük bilge. Bu sebeple âşıklar mutlak bir teslimiyet ile rıza lokmasını yer ve başlarına gelen her şeyi severler. “Ferhad bugün ben oldum varlık dağını deldim Şirin’ime varmağa her canibim yol oldu”(Mısrî, 2013, s.588) diyen Mısrî Sultan gibi varlık dağını delip geçenlerin yolu hangi yöne giderlerse gitsinler Hakk’a çıkar. "Bir yılanın derisini terk edişi gibi ben de benliğimden kendimi Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 177 soyutladım."(Uzgur, 2012, s.39) diyor Harakânî Efendimiz. Allah’la insan arasında benlikten gayrisinin duramayacağı hakikatinden ötürü fakr ehli, dünyaya benliği silmeye gelmiştir. Onlar "ben" demez. Bunun için tam bir teslimiyet ile benliği infak etmek gerekir. Harakânî’ye: "Hakk'ı nerede gördün?" diye sordular. Dedi ki: "Kendimi görmediğim yerde."(Uzgur, 2012, s.15) Bu, evde ev sahibinden başkasının olmadığı mutlak yokluktur. “Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyar kalmadı.”(Mısrî, 2013, s.587) diyor Niyaz-ı Mısrî. Harakânî Hazretleri fakrın kırk mertebesini dört temel üzerine kurmuştur: İslam, iman, ihsan ve ikan (yakînî ilim). İslam, nefsin Hakk’a teslim olmasıdır, iman emin olmaktır, ihsan Hakk’ı görüyormuş gibi ibadet yapmaktır. İkan ise sağlam bir bilme, kesinliğinde şüphe olmayan kat’i bilgi, yani yakinî ilimdir. "Allah'ım bütün varlıklarda Sen'in gibi tecelli etmek için Sen'le olmak istiyorum veya herhangi bir iz bırakmadan Sen'de kaybolmak."(Uzgur, 2012, s.15) demektedir hazret. Hak idraki nefiste olur. Kişi Hakk’ı nefsinde, dolayısıyla bütün âlemde idrak eder. Sadece cemalde değil, celalde de idrak gerekir. Celalde idrak, melâmet tecrübesi gerektirir.(Uzgur, 2012, s.78) İnsan-ı hakiki olabilmek için, o bela çölünden mutlaka geçilir. “Yine Mısrî’nin dilinden: “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu Nefsini sen bilmeden Sübhân’ı arzularsın Taşra üfürmek ile yalınlanır mı hiç ocak Yönün Hakk’a dönmeden ihsanı arzularsın”(Mısrî, 2013, s.524) “La süpürgesiyle yolu temizlemeden illa sarayına varılmaz” şeklindeki sufi deyişinde olduğu gibi bu yol, Allah’tan başka her şeyden kalben uzaklaşmayı öğütler. “Bu yol soyutlanma, tam muhtaçlık ve idrak mahallini kevnî ilgilerden, ilimlerden bütünüyle boşaltarak Hakka yönelmekten ibarettir.”(Demirli, 2005, s. 102) Salikin önce “nüzul”(aşağı inme) sonra “uruc”(yükselme) olarak adlandırılan bu yolculuğu meşakkatli bir kalp tasfiyesini gerektirir. Dünya ile ilgili alakalar salikin önündeki en büyük engeldir. Sufiler dünyayı “senin ile Allah arasındaki perde” olarak tanımlarlar. Yolcu, kalbine nakşettiği dünyaya dair yazıları silmelidir ki o perde aralansın. Harakânlı bilge, Yunus’un “gönülsüz gerek” dediği dervişi: “Ölü bir beden, yok olan bir kalp, yanık bir candır.” ifadeleriyle tanımlıyor. Cüneyd-i Bağdadî ise dervişi şöyle anlatır: “Hakk’ın kendisini kendi nefsinde giderip (yok edip, öldürüp) kendinde ebediyen Hay(diri) kıldığı kişidir.” 178 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186 Bir diğer ifade ile “Mürid Hakk’ın zatının sıfatıdır.”(Uzgur, 2012, s.15) Harakânî Efendimize sordular: “Derviş nasıl olur?” Dedi ki: “Cübbe ve seccadeyle, görenek ve adetle olmaz, yok olmakla olur.” Dedi ki: “Derviş; gündüzün güneşe, geceleyin ay ve yıldıza ihtiyacı olmayandır. Dervişlik varlığa ihtiyacı olmayan yokluktur.”(Harakanî, 2006, s.79) Derviş, içinde endişesi olmayan, konuştuğu halde konuşulmayan, gördüğü halde görülmeyen (fark ettiği halde fark edilmeyen), duyduğu halde duyulmayan, yediği halde yediğinden lezzet almayan, hareket ve sakinliği bulunmayan, sıkıntısı ve mutluluğu olmayan kişidir; işte derviş budur. (Harakânî, 2006, s. 103) Sordular: “Garip kimdir?” Dedi ki: “Vücudu bu dünyada gurbette olan kimse garip sayılmaz; aksine garip, gönlü teninde garip olan ve başı gönlünde garip olan kimsedir.”(Harakânî, 2006, s.104) Buyurdu ki: “Allah’ım gariplerin benim tekkemde ölmelerine müsaade etme, zira Ebu’l-Hasan’ın tekkesinde bir garip öldü, derlerse; ben o garibin ölümüne tahammül edecek güce sahip değilim.” Varlıklara karşı merhameti olmayan kişinin Allah sevgisini kalbinde taşıyamayacağı hakikatini ve varlığı kuşatan rahmetin tecellilerini hazretin pek çok sözünde görmek mümkündür. Bunlardan birisi de şudur: "Her kim bu kapıya, bu dergâha gelirse ekmeğini verin, suyunu verin, hizmetini yapın, ona hürmet edin ama inancını sormayın."(Uzgur, 2012, s.58) Bu Rahmaniyettir. “Allah'ın ruh bahşettiği, aziz kıldığı bir kimseyi sen bir lokma ekmekten mahrum edersen bu zulüm olur.”(Uzgur, 2012, s.58) demektedir. Yine Hazret’in Hz. Ebubekir’den duyduğumuz, “Allah’ım vücudumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım başka kimseye yer kalmasın.” ifadesindeki gibi bir merhamet abidesi olan şu sözünü hatırlayalım: Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 179 "Keşke bütün yaratılmışların yerine ben ölseydim de onlar ölümü tatmasaydı." (Harakânî, 2006, s.127) O, "Benim takipçim feleğin şefkatidir (varlığı kuşatan rahmettir).” buyurmuştur. Harakânî Efendimiz’e “Civanmertlik nedir, cömertlik nedir?” diye sormuşlar. Buyurmuş ki: “Civanmertlik üç çeşmeli bir deryadır, üç nehirden beslenir. Birisi cömertliktir. Allah’a karşı benliğinden, varlığından vazgeçeceksin, “Ben yokum.” diyeceksin. “Ben yokum.” diye diye O, varlığı sana arz eder. İbnü’l Arabî, “Sadakaların en büyüğü insanın bizatihi kendisini tasadduk etmesidir.” buyuruyor. İkincisi de, ruhuna karşı şefkatli olacaksın, hep nefsin arzularını yerine getirerek ruhunu üzmeyeceksin. Üçüncüsü de halktan doymuş bir nefis, yani Hakk’a ulaşmış, halktan hiçbir talebi olmayan, talebi hep Allah’tan olan. Cömertlik ise akıl ve görüştür. Cömertliğin ölçüsü şudur, kul enaniyetinden, benliğinden, tutkularından, arzu ve isteklerinden ne kadar sıyrılıyor? Aklını bu yönde ne kadar kullanıyor.” “Cennet ya da cehennemin var olmadığını söylemiyorum ancak onlar sadece olgulardır. Burada sevgin ile olduğum yerde hiçbir olgu yok.” buyurmuş. Onlar zahirde görünen ve var sanılanları yokluk deryasına atmışlardır. "Kulluğu herkes yapar sevgilim, o değil benim derdim. Ben ondaki emelden kurtulmak istiyorum."(Yalsızuçanlar, 2012, s.87) diyen hazret gibi “Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onları bana seni gerek seni”(Tatcı, 2013, s. 525) diyen Yunus’un da bütün hakikat yolcularının da maksudu Allah’tır. Arifler dünyayı, "Allahtan gafil olmaya sebep olan her şey" olarak tanımladıklarından dolayı Allah'tan başka her şeyden vazgeçip Hakk'a teslim olarak vahdet şuuruna ulaşırlar. Birlik idraki ile insan âlemde her şeyde bizatihi Hakk'ı görmeye başlar. Hak her şeyde zuhur eder. Herkeste, bütün mevcudatta, bütün mahlûkatta… Kâmil o zuhuratı anlayandır. "Haktan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhan imiş."(Mısrî, 2013, s.449) diyor Niyaz-ı Mısrî. Zira şairin de (R.M. Ekrem) dediği gibi: “Bir kitâbullâh-ı a’zamdır serâser kâinat Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar.” 180 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186 Nefsini bilen, benliğini silen, varlığın aslını anlayan ve vahdete ulaşan için Zat-ı Hak aşikâr olur. Gördüğü, duyduğu, konuştuğu Hak’tır artık. Beyazıd-ı Bistamî bu hali şöyle ifade etmiştir: “Ben tam otuz seneden beri Allah’la konuşuyor, Allah’ı dinliyorum. İnsanlarsa kendileriyle konuştuğumu ve kendilerini dinlediğimi zannediyorlar.”(Ankaravî, 2011, s.113) Varlık birdir. Vücut bir olduğundan yani varlığı tam bir birlik algısı içinden gördüğü için -ki bu ehadiyet düzeyidir; yani Hakk'ın mutlak tekliği- Hak tecelli etmektedir. Vahdet algısı ve ahlakını kuşanmış, varlığı bir vücut olarak gören, sonsuz merhamet ve şefkat sahibi bilgelerden Harakânî: "Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benimdir."(Uzgur, 2012, s.9) Cümle varlık bir vücut demektedir. Bu sebeple Hazret’i ziyaret eden herkesin mutlaka yüreğinde hüzünle döneceği söylenmiştir. (Seyyit Nizam’dan) Bu vahdet ahlakı nebevi bir ahlaktır. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Ümmetimden bir kimse, bir sıkıntıya düşünce ben de aynı sıkıntıyı çekerim, ta ki o kurtuluncaya kadar." Yenişehirli Avnî: “Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik, Biz âleme bir yâr için ah etmeye geldik.” diyor. Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Asırlar önce hüznü böyle tanımlamıştır büyük filozof Kindî (öl. 866). İnsanoğlu en çok acı, keder ve ıstıraplar neticesinde çaresiz kaldığı zamanlarda Cenabı Allah’ı hatırlayıp O’na yakın olmaya çalışır. Hz. Mevlana, kıblemizi Zatına çevirmek isteyen yaratıcımızın merhametinin nişanı olarak ötelerden çok değerli elçiler gönderdiğini ve bunların; acı, keder, ıstırap ve bela olduğunu söylemektedir. Divan-ı Kebir’de şöyle diyor: “Gönüle gamdan kederden bir peygamber gelince, ötelerden Cebrail de gönüle iner. Düşünce, Meryem gibi yüzlerce İsa’ya gebe kalır.”(Artıran, 2013, s. 234) Fethi Gemuhluoğlu’nun: “Sebepsiz yere hüzünleniyorsanız, bilin ki Allah'a yakınlaşmışsınızdır.” sözündeki, hüznün insanı dönüştüren ve kemale erdiren hakikatini Asaf Halet Çelebi’nin: “Sebepsiz hüzün hocamdı Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 181 Loş odalar mektebinde” dizelerinde de görmek mümkündür. İnsanoğlu dünyaya fırlatıldığı andan itibaren bir özlem ve arayış içindedir. Her adımda bir kopuş ve ayrılış kaçınılmazdır. Cennetten ayrılış, ana rahminden ayrılış, varoluşunu sürdürebilmesi için dünyaya gelmek zorunda olanın yaşayacağı ayrılıklar bitmez. Neye alıştıysa ondan ayrılmak zorundadır insan. Hep gurbette olduğu duygusu, aslına dönme ve kavuşma arzusu, hakikati arayışı, varoluşun hüznü, onun yüzünü dünyadan Hakk’a çevirmesi için Yaratıcı tarafından kalbine nakşedilmiştir. Derviş sinemacı olarak nitelendirilen Andrey Tarkovski: “Neşe bir tek çocuklara ve delilere yakışır” derken, “Aklın zekâtının hüzün” olduğu hakikatini hatırlatır gibidir. Akıl eden bir kalp ve idrak sahibi insanın sinesini yaralayan, içini sızlatan şeylere karşı kör olması mümkün olmadığından hüzünden azade olması düşünülemez. İnsan ıstırapları ve kalp sızıları ile insandır. Şairin deyimiyle, “Hüzün ki en çok yakışandır bize...(Hilmi Yavuz) “Âşıkların kalp sızısı bu dünyanın da diğer dünyanın da ötesindedir. Çünkü onlar sevgiliyi layık olduğu şekilde hamdı sena etmeye çalışırlar.”(Uzgur, 2012, s.91) Dervişlerin hüznü O’nun istediği gibi temiz olamamanın verdiği hüzündür.” diyen Harakânî’de hüznün ifadesini bir kaç mertebede görüyoruz. Hakk’ın yakınlığından uzağa düşme hüznü.” “Biz hüzün ve neşe bilmeyiz, kabz u bast bilmeyiz.” diyor Hazret. Hüzün ve neşeyi kabz ve bast olarak anlamamak gerekir. Yolun başındakiler için günah ve sevap vardır. Ortadakilere ise kabz ve bast vardır. Fakra ulaşmışlarda ise hüzün vardır. Bu öyle sanıyoruz ki “Ben hüznün peygamberiyim” mealindeki hadiste anlatılan haldir. (Uzgur, 2012, s.114) Niyaz-ı Mısrî’de bu hal şöyle dile gelmiştir: “Gerçi Allâh'a ibâdet de güzel Zühd ü takvâ vü kanâat da güzel Halvet ehline kerâmet de güzel Âdem isen semme vechullâh'ı bul Kanda baksan ol güzel Allâh'ı bul”(Mısrî, 2013, s.476) Dedi ki: “Gam ve keder isteyin… Gam ve keder isteyin ki; gözyaşı doğsun. Allah ağlayanları sever.”(Harakânî, 2006, s.80) Nerede niyaz varsa orada Allah vardır.(Uzgur, 2012, s.47) Yüce Rabbimiz: “Ben kalbi kırıklarla beraberim” 182 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186 buyuruyor. Yolu gam ve kedere uğramayan arif yoktur ve onlar için, her zaman hüzün zamanıdır. Niyaz-ı Mısrî âşıkların hüznünü şöyle ifade eder: “Çün sana gönlüm mübtela düşdü Derd ü gam bana aşina düştü”(Mısrî, 2013, s.596). Bir başka yerde ise insanın kedersiz olamayacağına işaretle: “Gamsız olan adamı sanma anı âdemî Hayvandan ol edaldir kaldı dalâl içinde”(Mısrî, 2013, s.559) demiştir. “Kim ki Allah’ı yalnızlıkta bulur; bu onun O’nu sevdiğinin göstergesidir ancak kim ki kalabalıklar ortasında Allah’ın varlığını müşahede eder o Allah tarafından seviliyordur.” Tasavvufta “halvet der encümen” ifadesine karşılık gelen bu halde kişi zahirde de batında da Hak ile beraberdir. El ne ile meşgul olursa olsun gönül yardadır. Bu hal sevilenin de seven olduğunun ispatı gibidir. Bu hakikatin ışığında tenhada ya da kalabalıkta bize şahdamarımızdan daha yakın olanla hemhal olmuş, seven ve sevilen bir büyük peygamber Hz. Yakup’un “Ben derdimi ve hüznümü yalnız Allah’a arz ederim.” diye niyazda bulunduğunu biliyoruz. Bu kutlu ahlakın temsilcilerinden Alvarlı Efe Hazretleri de: “Âşık-ı sadık olanın dûd-i âhı gizlidir”(Alvarlı Efe, diyerek iltica edilecek merciinin yine ve yalnızca Allah olduğunu hatırlatır gibidir. “Ah bu aşkın eseri her kime uğrar ise Derdine sabretmeyen yolda kalagan olur.”(Tatcı, 2012, s. 203) diyen Yunus âşıklığın müşkül hallerine sabretmeyenin eremeyeceğini hatırlatırken Fuzulî yanmakta şifa bulanların dilinden: kemale “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır” diyerek dermanın helakine sebep olacağını söyler. Çünkü Mısrî Sultan gibi derdin dermanın ta kendisi olduğunu bilmektedir. "Yeryüzünde yolculuk edenin ayağı, gökte yolculuk yapanın ise kalbi su toplar."(Uzgur, 2012, s.71) Kimileri ayakla, kimileri gönülle, kimileri ise ruhla seyahat ederler. Azığı hüzün olan yolculuk, sıkıntının ve acziyetin bereketi ile Hakk’a varır. Bu yolculuk Allah’tan yine Allah’adır. Hz. Mevlana’nın babası Sultanü'l-Ulema Şeyh Bahaeddin Veled hac yolculuğu esnasında Bağdat Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 183 yakınlarında kendilerine nerden gelip nereye gittiklerini soran muhafızlara şu manidar cevabı verir: "Allah'tan geldik, Allah'a gidiyoruz.” “Akla mağrur olma Eflatun-ı vakt olsan dahi Bir edib-i kâmil gördükde tıfl-ı mektep ol!” Platon kadar âlim olsan, zamanın allâmesi haline gelsen bile sana taşradan başka bir şey öğretemeyecek olan akıl ile boşuna âlimim diye övünme de bir arifin dizinin dibine mektep çocuğu gibi otur, diyor Nefî. Ruhlar âleminden “ihbitu” (inin) emriyle şahadet âlemine gelmiş olan insanın, çeşitli seyirlerden geçerek hakikatine ulaşması ve vahdet eğitimiyle erdemli bir insan haline gelebilmesi için bir kâmil mürşide teslim olması gerekir. Kâmillerde beşer denilen balçığı hakiki bir insan hâline getiren manevi bir ilim vardır. Ona hakikat-i Muhammediye denir. Muhammedi yaparlar insanı. Bunun ilk şartı da terbiyeyi kabul etmektir. Derviş adeta “Niyet ettim burnumu sürttürmeye.” diyerek yola koyulmalıdır. Yunus’un dervişleri doğan, şah balaban, şahin gibi terbiye edilebilen kuşlara benzetmesi de bu hikmetle ilintili okunabilir. Aynı zamanda doğmakla da ilgili olan doğan benzetmesinde olduğu gibi dervişi sembolize eden bu kuşlar avcı kuşlardır. Dervişler ise hikmet avcısıdır. “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa onu alır.” Hakikat yoluna adım atmış olan müridin başka bir deyişle salikin mürşide itaat etmesi şarttır. Tasavvufta şeyhin rolü, dinde peygamberin rolüne benzer. Sufilere göre, Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın olayı, mürit ile mürşidin açık bir örneğidir. Mesnevi'de hazret ile ilgili geçen "Şehr-i Yar" tabiri "zahir ve batın tasarrufu elinde olan" anlamına gelmektedir. O'nun tasarrufu ile ilgili müjdeli söyleyişlerinden biri de şu şekildedir: "Uzaklık yakınlık mevzubahis değildir. Yeter ki içinde Hak iştiyakı, Allah özlemi olsun, Allah'ı istesin, ona ben yetişirim."(Uzgur, 2012, s.49) İçinde bir dert, bir aşk, bir Allah özlemi olan, ruhu Allah'ı isteyenin sahibi benim, demektedir. "Yeryüzünde yürüyen birçoğu vardır ki ölüdürler ve bedenleri uzun zaman önce gömülmüş olanlar vardır ki hayattadırlar."(Uzgur, 2012, s.141) O'nun ve onun gibi velilerin tasarrufu ve manevi eğitimi kıyamete kadar devam edecektir. “Âlim sabah kalkar, ilmini artırmak için uğraşır, abid ibadetini artırmak için uğraşır, zahid zühdünü, tacir ticaretini artırmak için uğraşır. Ebu’l-Hasan da bir kardeşinin gönlüne yücelik ulaştırmak için uğraşır.”(Uzgur, 2012, s.91) Bir kardeşinin gönlünü rahatlatmak için, ona Allah’ın muhabbetini yetiştirmek için uğraşır. “Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim” diyor Yunus. Hak 184 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186 dostları Allah’ın bakacağı yer olan gönlü temizlemeye ve irfan ile mayalamaya çalışırlar. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Bedende bir uzuv vardır ki, o salim olursa bütün vücut salim olur. O uzuv, kalptir.” Rivayete göre Hacı Bayram Veli’nin müritlerinden olan Yazıcızade Mehmed, daha sonra tasavvuf dünyasında meşhur olmuş “Muhammediye” isimli eserini pirine gösterdiği vakit, Hz. Pir ona hitaben: “Mehmed, bunu yazacağına bir sine hâkk etseydin daha iyiydi” demiştir. Tasavvufi anlayışta “sine hâkk etmek” kağıt yerine insan gönlüne silinmez yazılar kazımaktır.(Aynî, 1986, s. 104) Aynı hadise başka bir kaynakta şöyle aktarılır: Hacı Bayram Veli, Gelibolu’ya geldiğinde Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye”nin ön tasarımını sohbet sırasında Hacı Bayram Veli’ye açınca Hacı Bayram Veli kendisine “Yaz yaz, fakat yazmadan önce bir sîne hâkk et” demiştir.( Altınok, 1995, s. 122) Harakânî Hazretlerinde varlık amacı halka hizmettir. Halka hizmet Hakk’a hizmettir. Fütüvvet ahlakının en kâmil halini yine hazrette görüyoruz. Fütüvvet, kişinin nefsinden çok başkasını öncelemesidir. O şöyle buyurmuştur: "Fütüvvet ehli cennete giden yolda değil, Allah'a giden yoldadır."(Uzgur, 2012, s.22) Allah’a giden yol kendini O’na tasadduk etmekten geçer. Bu da tıpkı Allah’ı sevdiği gibi O’nun yarattıklarını da sevmekle ve onlara hizmet etmekle olur. Peygamber Efendimiz: “Sizden birinin bir kardeşinin sıkıntısını gidermek üzere teşebbüste bulunması, benim şu mescidimde bir sene itikâfta kalmasından hayırlıdır.” demiştir. “Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber Efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allah onun o günkü ibadetlerini kabul etmez.” buyuruyor Harakânî. “İncitmemek ve incinmemek.” Kenan Rıfai’nin “Tasavvuf nedir?” sorusuna verdiği cevaptır. Yani tasavvufi ahlakının özüdür. "Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım ancak her zaman benimle olansın."(Uzgur, 2012, s.57) buyuran Harakânî Efendimiz; Rahman’ın ahlâkı ile ahlâklanmak istiyorsanız kırmayın, kırılmayın. Kırılacak olsanız bile insanlardan yüz çevirmeyin, der gibidir. Fatma ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 173-186 | 185 SONUÇ Harakânî Efendimiz, İbnü’l Arabî’nin ‘kıyısız’ dediği mutlak birlik denizine dalmıştır ve oradan konuşmaktadır. Onlar konuşulamayan hakkında susarlar, susmaları da birer konuşmadır, hikmettir ve irşad edicidir. "Yeryüzünde yürüyen birçoğu vardır ki ölüdürler ve bedenleri uzun zaman önce gömülmüş olanlar vardır ki hayattadırlar." O'nun ve onun gibi velilerin tasarrufu ve manevi eğitimi kıyamete kadar devam edecektir. “Allah’ı sevmek garip, yabancı bir yerde arkadaşa sahip olmak gibidir, oraya seyahat ettiğin zaman kendini daha az yabancı bulacaksın” diyen Harakânî Efendimizin irfanı, insanın özüyle barışması ve hakikatine ulaşmasına vesile olacak kutlu yollardan biridir. Bu yolculuk Allah’tan yine Allah’adır ve hepimiz O’nun birliğinde seyahat eden yolcularız. KAYNAKÇA Altınok, Baki Yaşa. (1995). Hacı Bayram Veli Bayramîlik Melamîler ve Melamîlik. Oba Kitabevi. Ankaravî, İsmail. (2011). Minhâcu’l-Fukarâ. Hazırlayan: Saadettin Ekici, Meral Kuzu, İstanbul: İnsan Kitap. Artıran, Hayat Nur. (2013). Aşk Bir Davaya Benzer. İstanbul: Sufi Kitap. Aynî, Mehmed Ali. (1986). Hacı Bayram Veli, İstanbul: Akabe Yayınları. Çiftçi, Hasan. (2004). Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Harakânî (Hayatı, Eserleri). Kars: Şehit Ebu’l-Hasan Harakânî Derneği. Demirli, Ekrem. (2005). Sadreddin Konevi’de Bilgi ve Varlık. İstanbul: İz Yayınları. Ebu’l-Hasan Harakânî. (2006). Seyr ü Sülûk Risalesi, Hazırlayan: Sadık Yalsızuçanlar. İstanbul: Sufi Kitap. 186 | Fatma ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 173-186 Tatcı, Dr. Mustafa, Yıldız, Dr. Musa. (2008). Azîz Mahmûd Hûdâyî Dîvân-ı İlâhîyât. İstanbul: H Yayınları. Tatcı, Dr. Mustafa. 2013. Niyâzî-i Mısrî Halvetî Dîvân-ı İlâhîyât. İstanbul: H Yayınları. Tatcı, Dr. Mustafa. 2012. Yûnus Emre Dîvân-ı İlâhîyât. İstanbul: Kapı Yayınları. Uzgur, Yavuz Selim. (2012). Anadolu’nun Kalbi: Harakânî. Yayına Hazırlayan: Sadık Yalsızuçanlar. İstanbul: Sufi Kitap. Yalsızuçanlar, Sadık. (2012). Cam ve Elmas. İstanbul: Timaş Yayınları. Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 187-194 İŞİTİN EY YÂRENLER Mustafa TATÇI İnsanlık tarihinin en güzel değerlerinden biri olan Yunus Emre hakkında bugüne kadar pek çok şey yazılıp söylendi. Yaşadığı çağı olduğu kadar bütün çağları etkileyen ilâhilerin sahibi; bütün bunalım felsefelerini gereksiz ve geçersiz kılan bu hakikat kaynağı olan zat kimdir? Bu güzel gönüllü ve erdemli insan, bu kemâlin şahikalarında dolaşan garip Hak âşığı kimin nesidir? Bu sorunun cevabı, yine Yunus'ta, Yunus'un menakıbında ve kendi şiirlerinde gizlidir. * 1240-1320 yılları arasında yaşayan Yunus Emre, manevî hayatıyla, her biri fena tecellilerinin tecrübelerini aksettiren ilâhîleriyle ve bu nutk-ı şeriflerinde vaz‘ ettiği değerler sistemiyle Türk-İslâm kültürü açısından fevkalâde önemli bir şahsiyettir. Önemlidir, zira o, yanlış bilinenleri yıkıp yeniden inşa eden bütün inkılâpçılar gibi divanında fikirleriyle zihinlerde, gönüllerde ve dilde yeniliklere imza atmış bir erendir. İnsanı yeniden inşa etmek! Zamanı ana getirmek, insanlığın fikirlerini, hayallerini ve rüyalarını tekâmül ettirmek, insanlığı süflîden alıp ulvîye taşımak, onu hakka, hakikate hazırlamak, kulluk bilinciyle donatıp Allah’a lâyık hâle getirmek! Esasen peygamberlerin ve onların izinden giden kâmillerin misyonu da insanlığa mirası da budur. Bu miras, putların ve putlaştırdıklarımızın kırılıp insanın hakikatte yeniden inşa edilmesi şeklinde özetleyebileceğimiz değerler manzumesidir. Başka bir şey değil! 188 | Mustafa ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 187-194 Yunus yeni değerler ortaya koyan büyük bir inkılâpçıdır. Burada mevzuumuz olan Yunus Emre de bazı değerleri yerinden söküp yerine yeni değerler koyan büyük bir inkılâpçıdır. Bu bakımdan onun kimliğini ve tesirlerini merak edenlere şöyle bir tanımlama yapmak mümkündür: Yunus, önceki gelenlerin sonuncusu, sonraki gelenlerin ilkidir. Bu ne demektir? Evet, hiç şüphesiz, Yunus, kendinden öncekiler gibi yaşadı, kendinden öncekiler gibi bir insan-ı kâmilin, bir mürşid-i hakikînin eğitiminden geçti, fakat o, “İlk adım Yunus idi adımı âşık takdım/Terk etdim ud u edeb şöyle haber bırakdım.” diyerek, aşk ile sülûk ederek vardığı nihaî noktada eski Yunus’u ve adıyla beraber nefsi benliğini tarihe gömdü. “Adın değiştirmeyenler bu yola gelmediler!” dedi ve adını değiştirdi. Önceki Yunus’u sildi, yeni bir Yunus olarak karşımıza çıktı. “İki kere doğmayan insanların hakikatte ölü olduğunu!” biliyordu. İkinci kere doğdu ve bize turfandan haberler getirdi! Değişmek lâzımdı! Değişmek lâzımdı, zira, sülûk değişmek ve dönüşmek demekti. Önceki bilgilerinin taklidî olduğunu anladı ve “Şeriat tarikat yoldur varana marifet hakikat andan içeri” deyip de hakikate yöneldi. Irmaktan ve gölden geçti de ummana daldı. O biliyordu ki, zinde iken ölmek, unsurlar âleminde tamamlanmak, asıl olana yönelmek ve sonunda içindeki ben ile tanış-biliş olmak gerekiyordu. Küfür benliğini suya attı, miskinlik dediği yokluk ummanına gark olup “Allah’a el sundu: Adı sanı uşatdım Küfrümü suya atdım Miskînliğe el katdım Allah görelim neyler Yunus halkı Hakk’a Türkçe davet etti. Yunus, “benden benliğim gitti.” deyip kendini fenada, nefsini Hak’ta ispat etmekle kalmadı, halka dönüp insanlığın da Hakk’a ve hakikate dönmesi gerektiğini söyledi. Yol tecrübelerini söze döktü. Anam, babam, dedelerim ve ninelerim medrese Müslüman’ı değil, gönül Müslüman’ıydı. Arapçadan anlamıyorlar, Rabçadan anlıyorlardı. Yunus Arapça bilmeyen bu gönül Müslümanlarına da hakikati Türkçe anlattı. Yunus bu ümmîleri halktan Hakk’a, Mustafa ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 187-194 | 189 taklitten tahkike davet ederken kendi dilleriyle “oku” gönderdi. Onlar da anladılar ve iyi birer “okucu” ve “okuyucu” oldular, gönül kitabından Türkçe okuyup sadede geldiler. Hâsılı, Yunus, hakikati Arapça veya Farsça söyleyen önceki gelenlerin sonuncusu, sonraki gelenlerin de ilki oldu. İmdi, neden Yunus? Zira, o bizim aşk ve mana dilimizin kurucusudur da ondan! Biz Yunus’la dilimizi öğrendik. O bize, sevmeyi, sevgi yoluyla Hakk’a ulaşacağımızı kendi dilimizle öğretti; O bizim aşk ve mana dilimiz oldu! Annemizden öğrendiğimiz dile mana elbisesi giydirdi. Çocukça konuştuğumuz, henüz emekleyen dilimiz “ana dilimiz” oldu. Kendisi aşkın rengine boyananın lisanının da aşkın rengine boyanacağını biliyordu. Nitekim o, gönlü ile beraber dilini de Hakk’ın rengine boyadı. Kendi içini yakaladığı makamda Türkçenin de içini yakaladı. Anadili Türkçeyi Hakk’ın ve hakikatin dili hâline getirdi. Sonra döndü, gönlüyle birlikte vahiy onun kalemiyle gökten yere Türkçe indi; Türkçenin Cibrîl'i oldu. Evde, sokakta ve pazarda konuşulan sözler onun kalemiyle göklere kanatlandı. “Dil hikmetin yoludur!” diye bayrak açtı, önümüzden gitti. Arkasından gelenlerin de üslûbu oldu, Yunus! Erenler ondan sonra hakikati Türkçe anlatır oldular. Niyâzî-i Mısrî bu sebeple “Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir!” yahut “Niyâzî’nin dilinden Yunus durur söyleyen!” dedi. İzine basanlar biliyordu ki, Yunus göklere kanatlandıktan sonra sulak bahçelerde yetişen “şeker kamışı” gibi şeker (=hakikat) yüklüydü. Yahut Tapduk’un kovanında ballar balını bulmuştu. Sözleri, özünden süzülüp gelen süzme bal, tortusuz yağ gibiydi. Dilindeki bu letafet ve nükte yükünün şeker, bal yahut yağ (=Hak sırları) oluşundandı. Nâdânın anlamadığı bir nükte de şu idi ki, bu aşk ve mana dilimizin kurucusu olan zat, ümmî idi. Evet, bu kelimede hiçbir mecaz söz konusu değildi. O bir ümmî idi. “Medreseler müderrisinin okumadığı aşk dersini” okudu ve gönlünü dil eyledi. Kendisi aradan çıkmış, “Yaradan” kalmıştı; dilinden dökülen sözler Hakk’a aitti. Bu sebeple nefesinden kaleme dökülen her söz “ilâhî=Allah’a ait” oldu. Ve yine bu sebeple o, dilimizin gönlü, gönlümüzün dili oldu. Bu özelliğini şöyle ifade etti: Ol dost bana ümmî demiş hem adımı Yunus komuş 190 | Mustafa ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 187-194 Dilim şeker gövdem kamış bu söyleyen nemdir benim Yunus bize sevmeyi öğretti! O bize sadece dil öğretmekle kalmadı, sevgiyi de öğretti. Biz, Cenâb-ı Hakk’ın sevilince bilineceğini “Ol dost ile benim işim ölüp dahı bitmeyiser/ Bu niçe ola kim bite çün gönülde dost sevile” diyen aşk müderrisi Yunus’tan öğrendik. Tıpkı “Dinle neyden” buyuran gönül mimarı Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi, Yunus da, “İşitin ey yârenler!” diyerek bizi aşka davet etti: Karanuluk sürülür âlem münevver olur Karanuluk yerine nûr ile gündüz gelir dedi ve sevgiyle içimizi ve dışımızı saran âlemlerin münevver olacağını söyledi; karanlık dünyamıza ışık oldu. Bir saba meltemi gibi içimize girdi, can kulağımızı açıp, bilmediğimiz, görmediğimiz illerden haberler getirdi. Onun bize verdiği haberle, kulağımız duydu, can gözümüz açıldı gönlümüz şad oldu. Varlığı “Dağlar ile taşlar ile seherlerde kuşlar ile” bir bütün olarak kucaklamak gerektiğini; “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir.” düşüncesini biz ondan öğrendik. Hak’tan ayruk ne vardır, kalma güman (şüphe) içinde” diyen Yunus bizi, karıncaya ulu (=Hak) nazarla bakmayı öğretti. O “Miskin Yunus gözün aç bak iki cihan dopdolu Hak!” diye Türkçe anlatmasaydı, anam, babam, atalarım ve dahi bütün Türkçe konuşanlar “eşyanın Hak ile kaim olduğunu” anlamayacaklardı. “Düşmüş idim o kaldırdı, varlığın bize bildirdi.” diyen Yunus düşüp de doğrulanlardandı. Düşenin nasıl doğrulacağını, kendinin Hak’ta ve hakikatte nasıl uyanacağını biliyordu. “Yâ elim al kaldır beni/Yâ aslına erdir beni.” diye niyaz ede ede kapıdan içeri girmişti. Tecrübeliydi. Dönüp, düşenlerin dostu oldu. İçeriden içeri nasıl menzil alacağını bilmeyen yolcuların, düşkünlerin yahut düşüp de yerinden kalkamayanların elinden tuttu. Sevdi, sevdirdi, sev (!) dedi. Kendisinin sevgiyle nasıl eğitildiğini, yontulduğunu, dost ile dost olduğunu anlattı. “Canım seni seveliden benim hâlim hâle döner.” dedi, bizim de hâllerimizin hakka ve hakikate tahvil edilmesi gerektiğini anlattı. Bir eşik bulup yaslanmak gerektiğini söyledi. O eşiğin, yani Hakk’a açılan kapının Tapduk Sultan olduğunu bildirdi. “Evliyadır Hak kapısı, Yunus durur kapıcısı!” diye Mustafa ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 187-194 | 191 eşiğe durdu, gelene gidene Tapduk Sultan’ın, aşk ve muhabbet makamının adresini verdi. Sonra dönüp bize mahrem sırlarını açtı, kendisinin Tapduk'un tapusunda nasıl adam olduğunu, bir Tapduk bulup nasıl adam olmamız gerektiğini anlattı! İnsana bir Tapduk, bir Rab gerektiğini bildirdi. Yunus bize iki denizi birleştirenlerle yüz yüze gelmemizi sağladı! Gönlümüzle tanıştırdı! Nefsimizle barıştırdı. Toprağa, karıncaya, insana, eşyaya, Hak nazarıyla bakmamız gerektiğini anlattı. Yunus bize bilmeyi öğretti! Gelenler bildi gördü, buldu. Gelmeyenler ise ne bildi, ne gördü, ne de buldu. Gelemediler zira aşktan eser duymamışlardı. Onlara ölümlü olduklarını hatırlattı: Ne gelmeğin gelmek durur ne bilmeğin bilmek durur Son menzilin ölmek durur duymadın aşktan bir eser Kapıya kadar gelip de direnenlere, taşrada gezenlere, seyran edemeyenlere hayıflandı. “Hakikat var, şeriattan içeri!” dediyse de pek duyan olmadı. “Gözsüze fısıldadı, sağır sözü işitti!” Gözlü kulaklı muhteremler kapıda kalakaldılar. Hayfâ (!) dedi şunları söyledi: Bular geldi tapuya şeriat tutdu durur İçerü girübeni ne varın bilmediler! Kendisi mes’eleyi çoktan çözmüştü, çözmek için çırpınanlara yol gösteriyordu: Mâşûka halvetinin yedi kapısı vardır Ol kapıdan içeri seyran kılasım gelir O içeri girenlerdendi. Bilgileri bu seyran ile derlediği dürlerden ibaretti. Taklit değil, tahkikti. Bizim de tahkike dönmemiz gerektiğini, ilimden irfana; suretten manaya geçmemizi istiyordu. “Hakikatin manasın şerh ile bilmediler!” diye ikaz ediyor temelsiz bilgilerimizi havuza atıyordu. Gözü çobanda gönlü yabanda, adı Müslüman gönlü keşişleri nefsini bilmeye çağırıyordu. “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir!” diyerek, gerçek ilmin nefsimizi bilmek olduğunu öğretiyordu. Suyu kendi nefsimizin kuyusundan çıkaracağımızı, Leylâ'nın da, Şîrîn'in de içimizde olduğunu bildiriyordu. Gönül testimizin kemâl sahiplerinin ağızlarından akan çeşmelerden hemen şimdi doldurulması 192 | Mustafa ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 187-194 gerektiğini, “Bin yıl dahi durursa kendisinin dolmayacağını”, dünün ve yarının olmadığını bildiriyordu. Zamanı, “yağmaya vererek” ana getirmemizi öğütlüyor; “dem, bu demdir” diyerek dudağımızı akan bir çeşmeye dayamamız, ledün pınarlarından kana kana yudumlamamız gerektiğini söylüyordu. O, bize dinimizin sevgi ve bilgi; varlığın da Hak ve hakikat olduğunu öğretiyordu! Nitekim öğretti de! Yunus bize yol öğretti! O, dünya ambarındaki buğdayı elinin tersiyle itip gönül mahzenindeki hazineye talip oldu. “Bana seni gerek seni!” demesini bildi ve gönlünü yola çevirdi. Bizim gibi yolda yürümeyi bilmeyenlere dönüp yol tarif etti. Bize yol yordam öğretti. “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar”, diye ikaz etti, sevgi ve sabırla yolların nasıl aşıldığını bizatihi gösterdi. Yolları yola, çokları bire indirmeyi biz onun tarifiyle öğrendik: Âşık gönlünde çok yol var o yolda bin dürlü hâl var Kimse bu yolu anlamaz küfr ü îmân satmayınca diyerek Yunus’la birlikte küfür ve imanı bire dönüştürdük. Onun verdiği haber ve adresle şaşırmadık! Bütün derdimiz var olmak içindi. “Kimde varlık var ise gitmez gönül darlığı!” diye ikaz etti, varlığımızdan soyunduk. Yolda yokluğa uğradık. Vehimden kurtulduk, kendi gerçeği ortaya çıktı. Benliğimiz bize döndü; suretimiz öze döndü. “Ben bir âletim arada!” sözüyle irkilip, vücudu, vahide verdik. Verdiği ilhamla sazımız dile geldi. “Diledi göre yüzün işide kendi sözün” kavlince kendinden kendine söz oldu konuştu; göz oldu görüştü. Varlık defterinden benliğimizi onun tavsiyeleriyle sildik ve kendimizi onunla bildik. Yunus bir haber verir işidenler şâd olur Gence uğrasam diyen izlesin eren izin kavlince bu söze kulak verip işitenler, erenler izini izledi, şad oldu, hazineye kavuştu. Her biri bir Yunus oldu. Mustafa ATICI / Harakani Quarterly 1-2014, 187-194 | 193 Yunus bize Allah’ı öğretti! Yunus bize, “Aslım Hak'tır şek değil” diyerek varlığın özüyle tanıştırdı. Durduğu yerin “Tûr”, gönlü tecelliye mazhar olmayanların işinin zor olduğunu öğretti. Bu sonsuz tecellinin “Hak” olduğunu; “Hak'tan başka bir nesnenin olmadığını” söyleyerek bizi ikilik med-cezrinden kurtardı. Yaradan'ı orada, burada değil, içimizde aramayı öğretti. Nereye dönersek Onun vechini göreceğimizi, parmağımızın değdiği havanın, aldığımız nefesin, hülasa varlığı bir derya gibi saranın “O” olduğunu öğretti. “Sen ve ben” denen yerde “Allah'ın olmadığını: “Gir gönüle bulasın Tûr/Sen ben demek defterin dür” diyerek Cenabı Hakk'ın kâmillerin gönlünde tecelli ettiğini anlattı. “Her davadan geçen kişinin Hak'tan yana uçacağını” müjdeledi. “Hak doludur iki cihan!” diyerek görünen ve görünmeyen her şeyin Onun eseri olduğunu bildirdi. Yunus Emre vücut birliğini Türkçe anlattı. Ve biz “Hak’tan ayrı ne vardır?” diyen Yunus’la varlık ve eşyanın mahiyetini anladık. Varlığa dışarıdan -anlamadan- bakarken onun sözleriyle içerden bakmayı öğrendik. Dünyevî sıkıntılarla daralan gönlümüz onun zaman ve mekân üstü irşadıyla genişledi. Bin bir ihtiras, şehvet ve kin çamuruyla yoğrulmuş tabiatımızla çırpınıp duruyorduk. “Bu bendeki ben” diyenin “O” olduğunu öğretti, gönül darlığından kurtulduk. Ondan aldığımız küçücük bir ilhamla göklere kanatlandık. Yunus bizi teferruattan kurtardı. İnsanın, nefsinden Allah'a –kendinden kendine- yolculuk yapabilmesi için tek bir şeye ihtiyacı olduğunu söyledi: Aşk! “Ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü!” “Biz sevdik âşık olduk, sevildik maşûk olduk!” dedi kestirmeden gitti. Âşıkın sonunun maşûk olduğunu öğretti. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, noksanlıklarından kurtulup tamamlanmış bir varlık hâline gelmesi için aşktan başlaması gerektiğini söyledi. Aşksızları aşka davet etti. Hemen bir karıncaya ulu nazarla işe başlanabileceğini, aşksız olanların yabanda (=dağda) yırtıcı bir hayvan mesabesinde kalacağını söyledi. Aşksızlara benim sözüm Benzer kaya yankısına 194 | Mustafa ATICI / Harakani Dergisi 1-2014, 187-194 Bir zerre aşkı olmayan Belli bilin yabandadır Nihayet: "İşitin ey yârenler" diyerek çok haberler verdi Yunus. Yunus bir haber verir işidenler şad olur Gence uğrasam diyen izlesin eren izin kavlince bu söze kulak verip işitenler, erenler izini izledi, şad oldu, hazineye kavuştu. Harakani Dergisi Harakani Quarterly Sayı Number 1, 2014, 195-200 CAM ve ELMAS Samet AKSOY ’Bir yılanın derisini terk edişi gibi ben de benliğimden kendimi soyutladım.’’ Ebu’l-Hasan Harakânî, Sadık Yalsızuçanlar, Cam ve Elmas, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012. Özet Bu çalışmada Sadık Yalsızuçanlar tarafından kaleme alınan ‘’Cam ve Elmas’’ adlı eser tanıtılmaktadır. Yazar, Anadolu’ya gelen ilk alperenlerden olan Ebu’l-Hasan Harakânî’nin hayatından bazı kesitleri romanın başkişisinin bakış açısından okurlara sunmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kars, Harakanlı, Şeyh, Dergâh. Giriş Türk kültüründe yaşadıkları süre zarfında şahsi tavır ve ahlâki faziletleri ile toplumun teveccühünü kazanan, bir takım fiilleri ile son derece hürmet ve minnettarlık uyandıran şahsiyetlere sıklıkla rastlamak mümkündür. Halk bu gibi şahsiyetlerin ölümlerinden sonra etraflarında oluşan bir kült ekseninde onları kolektif bir şuurla kendi değer hükümlerinin timsâli olarak görmüştür. Şüphesiz sûfilik geleneği içinde önemli bir halka olmasına rağmen çok fazla tanınmayıp mahallî bir çizginin sınırları içinde kalan bir sima olarak karşımıza çıkan Ebu’lHasan Harakânî’nin hayatını ve tasavvufî kimliğini ele alan biyografik veya akademik nitelikli çalışmalar da yok değildir. Bunlardan en önemlisi 11-13 Ekim 2012 yılında Kafkas Üniversitesi Ebu’l-Hasan Harakânî Uygulama ve Araştırma Kafkas Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi 196 | Samet AKSOY / Harakani Dergisi 1-2014, 195-200 Merkezi tarafından düzenlenen 1. Uluslararası Harakânî Sempozyumu’dur. Bu sempozyumda birçok değerli akademisyen, Harakânî’yi bilimsel bir platformda inceleyip sunumlar yapmışlardır. Ayrıca Doç. Dr. Hasan Çiftçi ve Seyyid Ebu’lHasan Harakânî Vakfı başkanı Yavuz Selim Uzgur tarafından yapılan nitelikli çalışmalar da mevcuttur. Zikrettiğimiz incelemelerden farklı olarak tanıtımını yapacağımız ‘’Cam ve Elmas’’ adlı eserinde Yalsızuçanlar, tasavvufî gelenekte kişinin mistik erginlenme süreci anlamına gelen seyr ü sülûk bağlamında Hasan Harakânî’nin görüşlerini, menkabeleri çerçevesinde ele alarak bir roman tadında okuyucu ile buluşturmuştur. Eserin içeriğine geçmeden önce yazarın ele alacağı konunun ipuçlarını veren kitabın kapak tasarımındaki renklerin sembolik anlamlarına değinmek faydalı olacaktır. İslâm kültüründe önemli bir yeri olan yeşil renk, çoğu zaman Hz. Peygamber ve onun ehl-i beyti ile özdeşleştirilmiş bir renk olarak karşımıza çıkar. Zira peygamberin kullandığı beyaz, siyah ve yeşil olmak üzere üç sancağından biridir. Yeşil, temel itibariyle tabiatta ağaçların ve bitkilerin sembolü olup gençlik, yeniden doğuş, canlılık ve hayat belirtisi gibi anlamlar ile yüklüdür. Ayrıca din, iman ve ebediyet simgesidir. Eserin konusu bağlamında inceleyecek olursak yeşil renk, seyr ü sülûk yolunda kişinin kendi özünde saklı olan tevhid sırrını kavrayabilmek için kötü sıfatlarından fena bulup ilâhi sıfatlarla donanması ve yeni bir kimlikle benliğini inşa etmesidir. Tıpkı tabiatın her yıl baharla yeniden yeşillenmesi ki bu durum yeniden dirilme olarak yorumlanır, tasavvuf yoluna giren bir mürid de tıpkı tabiat gibi yeniden dirilir. Zaten asıl olan sürekli bir “terk” halini içselleştirebilmek ve pratiğe dökebilmektir. Kırmızı renk ise heyecan, kudret ve akıncılık sembolüdür. Marifetin rengi de olan kırmızı, Allah’ı tanıyabilmek için önce O’nun varlık âlemindeki tecellilerinin farkına varıp bunun bilgisine sahip olmak anlamına gelmektedir. Türkler tarafından beylik renkli olarak kullanılan sarı, kırmızı ve yeşil renklerinden biri olan kırmızı, Türk inanç ve düşünüş sisteminde yer alan katmanlı evren tasarımı için oldukça önemli yer tutar. Türkler âlemi gök, yer ve yer altı şeklinde üç katman olarak düşünürler. Yerin merkezini sarı renk tutarken yeri yeşil ve göğü de kırmızı renk tutar. Özellikle güneşin batış ve doğuş anlarındaki kızıllık göğü tutan kırmızı renk inancında oldukça önemlidir. Hatta bu inanç temelli olarak Türkmenler “kızıl başlık” kullanmışlardır. Ayrıca kırmızı veya kızıl renk Hz. Ali’nin renkleridir. Yolunun düştüğü yerlerden okuyucularına yaşamdan çeşitli öyküler vermesini seven Sadık Yalsızuçanlar, bir program için gittiği Kars’tan bir eser yazma fikri ile dönmüştür. Çoğu eserinin fikri muhtevasını tasavvufi öğelerin Samet AKSOY / Harakani Quarterly 1-2014, 195-200 | 197 teşkil ettiği yazar, bunun bir örneği olarak son ve dördüncü baskısı 2012 yılında Timaş Yayınevi’nden çıkan roman türü bir eser olan ‘’Cam ve Elmas’’ ı vücuda getirmiştir. Yazar, eserine, Harakânî’yi tanımasında pay sahibi olan Yavuz Selim Uzgur’a, kendisini onunla tanıştıran Nuri Işık’a ve oğlu Ali’ye ithafen başlamaktadır. Eser, Harakânlı bilgenin ilâhi aşk yoluna nasıl sülûk ettiği hakkında bir öykü ile başlar. Daha sonra romanın başkişisi olacak kameraman kendi manevi durumunu Harakânlı ile karşılaştırır ve kendi ruhî durumundan rahatsız oluşunu, bu karşılaştırma bağlamında romanın sonraki bölümlerinde sık sık dile getirir. Roman, 77 bölüm ve 192 sayfadan meydana gelmektedir. Bazı bölümlerin oldukça kısa bir şekilde oluşturulduğu eserin genel olarak uzun olmayan cümle yapısının olması dikkat çekiyor. Kitabın ismini oluşturan ‘’cam’’ ve ‘’elmas’’ sözcüklerinin eserin muhtevası hakkında ipuçları verebilecek gizli anlamlarla yüklendiklerini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Buna göre camın, kahraman başkişiyi; elmasın ise Harakânî’yi temsil eden sözcükler olduğu görülür. Eserin asıl olay örgüsü, Harakânî’nin hayatını bir belgesel film oluşturmak için Kars’a giden bir set ekibinin kameramanının bakış açısından okurlara yansıtılmasıdır. Yazarın dilinden konuşturulan kahraman anlatıcı ya da başkişi, ekip olarak Kars’a geliş sebeplerini, çekimler esnasında yaşadıkları iletişim problemini, şehre ve onun kültürüne yabancılık çektiklerini anlatmaya başlar. Mekâna bakış açısındaki yansıtma tekniğini realist bir çizgide uygulayan yazar, Kars’ın mekân olarak tasvir edilişini kameramanın içinde bulunduğu psikolojik durumuna göre aktarır. Zira mekân sadece etrafı duvarlarla çevrili bir yer değil, “peteklerinin binlerce gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tutan” (Bachelard 2008, 43) bir yerdir ve “varlık daima bir zemin arayışının ve ontolojik açıdan sağlam temel ihtiyacının ürünü olmuştur. Hatta her nesnenin espriti ancak uzama oturtulduktan sonra varlık kazanmıştır (Balkaya 2013, 882). Bu nedenle romanda mekân temelli aktarımlar ve dikkatler oldukça yoğun bir şekilde işlenmiştir. Yazarın, eserde ismini belirtmediği kameraman, çekimler bittikten sonra otel odasına çekilip kendisi ile baş başa kalınca içinde sebebini anlayamadığı bir huzursuzlukla şehrin ürpertici havasını sezdirmeye çalışır. “Hava kararmış. Tuhaf bir sessizlik çöküyor kente. Bundan kurtulamıyorum, ıssız her şey. İçimdeki boşluk mu, içine düştüğüm tenhalık mı, anlayamadığım o iğrenç, sinsi melankoli mi, canımı fena halde yakan o sarmal yutmaya başlıyor yine… (Cam ve Elmas, s.19)”. Şehrin içindeki olumsuz manada değerlendirilebilecek olan çeşitli çevre görünümleri, salt bir şekilde yansıtılma gayretinden çok film ekibinin yabancılıklarını vurgulama özellikle de kendilerini benlik olarak arayışlarının işlevsel bir biçimde yansıtılması amacıyla okuyucuya 198 | Samet AKSOY / Harakani Dergisi 1-2014, 195-200 sunulmuştur. Bir sûfi filminin çekimini kendi kamerasının objektifinden bizlere yansıtan eserin başkişisi, çekim yaparken aslında insanlık adına kendi ruhunun yansımalarını aktarmaktadır. Çekim ekibi, Harakânî Hazretleri’nin hayatını belgesel şeklinde oluşturmak için geldikleri Kars’ta Harakânlı’nın manevi mirasının temsilcilerinden biri olan Evliya Camii dergâhının şeyhi ile görüşürler. Yazar, başkişinin ruhsal manada benliğinin kuşatıcı baskısından kurtulma çabalarını verdikten hemen sonraki bölümlerde şeyhe, başkişinin kendini bu durumdan kurtarma çaresine uygun olarak Harakânlı’nın bir menkabesini anlattırma görevini vermiştir. Set arkadaşlarından farklı olarak kendisini şeyhin ruhunu teskin edici atmosferine bırakan kameraman, şeyhin Harakânî’ye dair anlattıklarından ziyadesiyle etkilenmekle birlikte bir yandan da bu anlatılanlara zihninin ne kadar yabancı olduğunu fark eder ve bu durumdan kurtulmanın yollarını bilhassa çekimlerin bitiminde otel odasında yalnız kalınca aramaya başlar. Romanda yer yer kullanılan iç monolog tekniği ile yazar okuyucuyu kameramanın iç dünyası ile karşı karşıya getirmiştir. Bu tekniğe uygun olarak kameramanın ve diğer kişilerin duygu ve düşünceleri doğal bir akışla verilmeye çalışılmıştır. Eserde tasavvufi derinliği haiz özlü sözler bulunmakla birlikte sade ve anlaşılır bir dille Harakânî’ye ait çeşitli menkabeler şeyhin dilinden okuyucuya sunulmaktadır. Roman kahramanı, bir yandan Allah yoluna ulaşmak için kendi içinde bir herc ü merc yaşadığını ifade ederken bir yandan da kendisini dünyaya bağlayan bağlardan kopamadığını, örneğin çekime ara verdikleri zamanlarda internet cafeye giderek maillere bakıp kızını ve boşandığı eşini çok özlediğini dile getirir. “Ne zaman görebileceğim kızımı? Seni görebilecek miyim? Seni görmeyince de acıyor içim, görünce de… (Cam ve Elmas, s.53).’’ Yazarın, Harakânî’den yüz yıla yakın bir zaman önce yaşamış olan ilk sûfilerden Bâyezîdi Bistâmî ile Harakânî’yi çağdaş göstermesi dikkat çekiyor. Bu durum, tasavvufta sufilerin birbirleri ile çağdaş olsun olmasın zaman ve mekân olarak birbirlerinden haberdar olması, zaman açısından belirli kalıplara yerleştirilememesi geleneğine uygun olarak verilmiş olabileceğini akla getiriyor. Ayrıca eserin tümüne hâkim bir tem olarak Harakânî’nin manevi derecesinin üstünlüğünü gösterme amacıyla diğer sûfiler ve bilge şahsiyetler üzerindeki manevi nüfuzu, Harakânî’nin ümmî olduğu halde irfanının ne kadar yüksek olduğu anlatılmıştır. Zaman bakımından geriye dönüşlerin olduğunun göze çarptığı romanda geçmiş zaman, Harakânî ekseninde şimdiki zaman örgüsü ile anlamlandırılmıştır. Her ne kadar menkabeler olağanüstü motiflerle yüklü olsalar da insanların sosyo-kültürel değer yargılarını aksettirmesi bakımından önemli tarihi durumlara da tanıklık ederler. Eserde Harakânî Hazretleri’nin menkabeleri anlatılırken önemli tarihi Samet AKSOY / Harakani Quarterly 1-2014, 195-200 | 199 simalar da göze çarpar. Gazneli Mahmut, İbn-i Sina, Sultan III. Murat, Lala Mustafa Paşa vb. Kameramanın benlik arayışlarını aydınlatmak için bazı bölümlerde şeyhin tanık bakış açısı kullanılmıştır. Anlatının bu kısımlarında şeyhin gözlemlerinden faydalanıldığı görülmektedir. Eserde Ebu’l-Hasan Harakânî’nin hayatına günümüzün penceresinden bakılır; yazar, başkişiye sanki geçmişte yaşanan bazı önemli hadiseleri bizzat görmüş ve onların içinde bulunmuş gibi olayları ayrıntıları ile anlattırma vazifesi yüklemiştir. Örneğin İslâm tarihinde önemli bir yeri olan ve 680 yılında vuku bulan Kerbelâ Hadisesi’ni detaylı bir şekilde kameramana anlattırır. ‘’Cam ve Elmas’’ romanında set ekibinin belgesel çekimlerine ara verdikleri zaman farklı mekânlarda yemek için mola verdikleri ve bu esnada Kars halkı ile tanışma fırsatı bulduklarına dair bölümler roman kişilerinin diyalogları ile yansıtılmaktadır. Bu bölümlerde çekim ekibinin şehir halkı ile aynı koda sahip olamamaktan doğan değer farklılıkları konuşma dilinin canlılığı içinde bazı halk âşıklarının isimlerine de yer verilmesi şeklinde dile getirilmiştir. Roman, Harakânî’nin serüveninin nasıl filizlendiği ile başladığı gibi yine Harakânî’nin öyküsü ile bitirilmekte, eserin yazılma amacına uygun olarak başkişiye kendisini Harakânî ile özdeşleştirdiği bir hâtime söyleme imkânı verilmektedir. Günümüzün okurlarından tasavvufa ilgisi bulunanların sıkılmadan okuyabilecekleri bir yapıt olan ‘’Cam ve Elmas’’ı ilgi çekici kılan nokta, dergâh şeyhinin hayatı anlamlandırmada Harakânî’den manen aldığı tasavvufî terbiye ile örüntülü olan bilgece lafızları ve kişileri etkileyebilme gücüdür. Kaynaklar Sadık Yalsızuçanlar, Cam ve Elmas, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012. Elif Öksüz, ‘’Cam ve Elmas’’ Romanı’nda İletişim/sizlik ve Yabancılaşma Temaları” Volume 6/3 Summer 2011, p.1697-1704. Nevruz ve Renkler, Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Sadık Tural – Elmas Kılıç, Ankara, 1996. Gaston Bachelard, Uzamın Poetikası, (Çev. Alp Tümertekin), İthaki Yay. İstanbul, 2008. Âdem Balkaya,“ Mekân Poetikası Bağlamında Âşık Kahvehaneleri Ve Âşık Üzerinde Kimi Fonksiyonları”, Türkoloji Araştırmaları, Turkish Studies, Volume 8/1 Winter 2013, p.881-889.