Sınırlar hep var olsa da ben onları aşmaya
Transkript
Sınırlar hep var olsa da ben onları aşmaya
25 SÖYLEŞİ IstanbulArtNews Mart, 2016 Sayı: 29 “Sınırlar hep var olsa da ben onları aşmaya çalışıyorum” Ergin Çavuşoğlu’nun Rampa’da 10 Mart-7 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek üçüncü kişisel sergisi, “Hangi Güneş Seyre Daldı Son Rüyanı?” başlığını taşıyor. Sanatçı bu sergisinde sınırları, kimlikleri, mekansızlığı ve sanatı sorgulamaya devam ediyor. GÜLER İNCE [email protected] Seyahat, hareket ve göç kavramlarına yönelik ilgisini yapıtlarına sürekli yansıtan Ergin Çavuşoğlu, 10 Mart’ta Rampa’da açılan üçüncü kişisel sergisinde de bu kavramları kullanmaya devam ediyor. Sanatçı, işlerinde sadece insanların değil objelerin ve fikirlerin devinimine de değiniyor. Mekansızlığı, liminal olma halini karanlık, su, gemi, zıtlıkların arasındaki boşluk gibi kavramlarla veriyor. Sanatçının şiirsel ve edebi dilinin yanı sıra Duchampvari yaklaşımlarını da görebileceğimiz “Hangi Güneş Seyre Daldı Son Rüyanı?” video, heykel, resim, fotoğraf gibi farklı malzemelerden oluşan çok katmanlı bir sergi. Sergi metninde de yazdığı üzere, seyirciyi Dadaist bir ilahiye davet ediyor. Ergin Çavuşoğlu ile yeni sergisi vesilesiyle bir araya geldik ve sanat, sınır, kimlik, edebiyatı kapsayan geniş bir yelpazede sergisini ve yeni projelerini konuştuk. doğru bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk esnasında üçüncü eşi Elisa için “Arcanum 17” adlı bir kitap yazar. Arcanum 17, aslında Tarot destesinin XVII. kartıdır ve yıldızı simgeler. Bu yolculukta Percé Rock’ı görür; kitabında bu taşın mükemmel görüntüsünden bahseder ve oranları hesaplanırsa altın orana ulaşılabileceğini söyler. Yıllar önce bu kitabı okuyup etkilenmiştim ve Kanadalı bir matematikçi olan eniştemden bu taşın oranlarını hesaplamasını istedim. Tabii öyle bir oran çıkmadı ortaya ama ben bunu bir heykele dönüştürdüm. Bu, iki metrelik bir heykel ve taşın küçültülmüş birebir kopyası. Burada taşın da bir hazır nesne gibi sanat eseri olabileceğini vurguladım. Tüm bunların yanında birkaç fotoğraf ve resim serisi de yer alıyor sergide. Hem sanatsal anlamda aşırı işlenmiş ve bir şekilde tarihle bir hesaplaşmayı sağlayan resimler hem de ready made’ler... Bu anlamda resim, fotoğraf, heykel ve video enstalasyonlardan oluşan çok katmanlı bir sergi bu. Her ne kadar iş- bilinci gerektiren işler. Bu işlerde sanata yönelik yaptığım eleştirileri bazen oyuncular aracılığıyla diyaloglarla veriyorum. Yaptığım her videonun anlatım dilinin birbirinden farklı olmasına çalışıyorum. Bunun için farklı kameralar, ışıklar, teknikler kullanıyorum. Çünkü yaptığım sinema değil, bir sanat ürünü ve her sanat eserinin de kendi anlatım dili olmalı. Bazı fikirler film olur, bazıları heykel, bazıları ise resim olur. Ben böyle yaklaşıyorum. Video işleriniz oldukça sinematografik. Sinema eğitimi aldınız mı? Sinemanın daha çok montaj gibi teknik boyutları üzerine kurslara gittim ve bir yıl ders aldım. Aslında film de olsa, resim de olsa sanata yaklaşımım hep aynı. Yaptığım işi en iyi şekilde anlamak, araştırmak, eğitimini almak. Mesela yüksek lisans tezimi fotoğraf üzerine yazdım. Fotoğraf okumamış olsam da yüksek lisans süresince fotoğrafla yakından ilgilendim. Resimdeki titizliğimi fotoğrafa da yansıttım. Filme ilgi daha çok hikaye anlatmaya başladım ve sinemaya yaklaştım. İşlerinizde edebiyatın ve rüyaların etkisi nedir? Özellikle son 10 yılda işlerim edebiyatla epey alakalı oldu. Hikaye anlatma kaygısının da bunda etkisi var. Klasik resim eğitimi aldığım için resim yaptığım dönemde de kafamda belirlenen temaları dramatize etmek için figüratif, keskin işler yapıyordum. Aynı durum şimdiki işlerimde de var. Edebiyat malzemelerini daha çok içeriğini belirlemek için kullanıyorum ama onlardan tamamıyla bir senaryo yazmıyorum. İmajın hikayesini anlatabilmek için görüntünün yeterli olmadığı noktalarda edebiyata başvuruyorum. İç mekan-dış mekan, kent-kır, denizkara, gece-gündüz gibi ya da kendi ve öteki gibi zıtlıklar üzerinden kurguladığınız işleriniz var? Neden bu kadar zıtlık? Ben resmi bıraktım ama ressam gibi Yeni serginiz ismi oldukça ilginç, “Hangi Güneş Seyre Daldı Son Rüyanı?”. Serginizin ismine ve kavramsal çerçevesine dair neler söylersiniz? Benim sergi ve sanat eseri yapma yaklaşımım aynı, yani serginin kendisini de bir sanat eseri gibi görmek gerektiğini düşünüyorum. Serginin genelinin belli bir hikaye anlatabilmesi gerekiyor. İşlerin aralarındaki ilişkiler ve bağlamlar da bu yüzden çok önemli. Gilles Deleuze’ün de söylediği gibi “Her konu, her konsept kendi içerisinde bir dil gerektirir.” Felsefede, sanatta ya da edebiyatta kullanılan bir fikir, artık aynı fikir değildir. Her birinde değişir. Her işin kendi ifade dili vardır. Bu serginin ana teması her işin içinde ayrı ayrı yer alıyor. Baudelaire, “Şarap ve Esrar Üzerine” adlı kitabında “Hangi Güneş Seyre Daldı Onun Son Rüyasını?” diye bir soru sorar. Sergi ismini buradan alıyor. Sergide iki büyük video enstalasyon yer alacak. Biri 2014’te Çanakkale Bienali için yaptığım “Lundy, Louis, Barge ve Troy” adlı iki ekranlı bir video enstalasyon. Çanakkale’de 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nda batan İngiliz, Anzak gemilerinin sualtı çekimlerinden oluşan bir iş. Diğer video enstalasyon ise Türkiye’de daha önce gösterilmemiş olan “Sessiz Süzülüş”. Bu işte de Tolstoy’un “İtiraflar” adlı kitabından yola çıktım. Bu kitap, Tolstoy’un 54-55 yaşlarında kendiyle ilgili sorular sorduğu, yaşamın ve hayatın anlamını sorguladığı bir dönemde yazdığı otobiyografik nitelikte bir kitap. Kitaptaki bazı bölümler, filmin senaryosunda geçiyor. Yani kitaptan okumalar yer alıyor filmde. Hikayedeki karakterlerden birisi halıcı ve Hereke’ye halıları araştırmak için gidiyor. Orada onun kendi ahlaki değerlerini sorguladığını görüyoruz. Böylelikle serginin genelinde yaşam, ölüm, kişisel hesaplaşmalar, sanatsal sorgulamalar, mekansızlık gibi kavramlar ele alınıyor. Sanatsal üretimlerinizde video enstalasyon, fotoğraf, resim, heykel gibi birçok farklı biçim kullanıyorsunuz. Bu serginizde ağırlıklı olarak hangi tür işlerinizi göreceğiz? Son dönemde yaptığım sergilerde, özellikle son beş, altı yıl içinde, sanat yaşamım boyunca kullandığım resim, heykel, fotoğraf, video gibi tüm ifade biçimlerini bir arada sergiliyorum. Tabii bu bana bir nevi özgürlük sağlıyor. Bu sergide bahsettiğim video işler, galerinin iki ucunda yer alıyor. Orta bölümde ise diğer işler var. Ben sergiyi tiyatro sahnesi gibi ele almayı seviyorum. Seyircinin tiyatro içindeymiş gibi işin bir parçası olmasını istiyorum. Yani duvarda asılı, sadece bakılacak işler olmamalı; espas olmalı ve seyirci onların arasında dolaşmalı. Bu sergi yine video ağırlıklı ama büyük çaplı heykeller de yer alıyor. Bronzdan yapılmış iki heykelden biri, gerçek insan saçıyla birbirine bağlanmış olan iki elden oluşuyor. Bu işin çıkış noktası Federico García Lorca’nın Roman müziğini inceleyip araştırdığı “Gypsy Ballads (Romancero Gitano)” kitabı. Bunların içinde rastladığım bir şarkının sözleri bu heykelin konseptini belirledi, “Ölürsem siyah saçlarınla ellerimi bağla”. Bu şiirsel öz, diğer işlerle de bağlantılı. Ama tabii tüm işler o kadar ağır değil. Diğer heykel ise ailemize ait 18. yüzyıla tarihlenen antik bir sehpa, ancak üstü Duchamp’ın “Fountain”ı gibi, yani bir lavabo. Bu bir hazır nesne ve Duchamp’dan uzun zaman önce yapılmış ama çok sanatsal görünen bir obje. Ben bu objenin bronz ve alüminyumdan dökümünü yaptım ve onu sergiliyorum. Tüm bu heykellerin merkezinde ise daha büyük bir iş var. Heykelin ismi “Percé Rock”. Percé Rock, oldukça ilginç ve büyük bir taş. Kanada, Québec’te sahile çok yakın bir noktada denizin içinde duruyor. Benim bu taşla ilgilenmemin ana nedeniyse André Breton. Breton, 1944’te New York’tan kuzeye, Kanada Gaspé Peninsula’ya Ergin Çavuşoğlu, “Black Tresses (Duende)”, Bronz, insan saçı, 24x15x10cm, Prodüksiyon görüntüsü, 2016, Sanatçının ve Rampa İstanbul’un izniyle ler arasında tematik bağlantılar varsa da anlatım dilleri farklı. Videoyu çalışmalarınızda sık kullanmanız anlatım olanaklarının daha güçlü olmasından mı kaynaklanıyor? Ayrıca videoyu bir gözetleme aracı gibi kullanma nedeninizden bahsedebilir misiniz? Videoyu bir ifade biçimi olarak yaklaşık 15 yıldır kullanıyorum. Video sanatımdaki son aşama oldu ve bunu kullanma nedenim daha çok demokratik bir araç olmasından kaynaklı. Bir fikri, konsepti belirli bir zaman aralığı içinde filmle, videoyla daha rahat anlatabiliyorum. Her ne kadar resmin sınırlılığını aşmak için farklı tarzlar denenmiş olsa da resim daha zor; çünkü çok eski bir geçmişi, kendisiyle sürekli bir hesaplaşma durumu var. Fakat video, hikaye anlatımı gibi bir süreç gerektiren tüm konuları aktarmaya müsaade ediyor. İlk yaptığım videolarda bir süreç anlatımı yoktu; izleyiciye zaman hissi vermeyen, başlangıcı ve sonu olmayan çalışmalardı. Ben bunlara hareketli görüntüler ya da hareketli resimler diyorum. Başlangıcı ve sonu olmadığı için de sinema dilinin dışındaydı. Son dönemdeki işler çok değişti. Klasik hikayeleri, oyuncuları var; belirli bir sinema duymaya başladığım zaman onun için de aynı titizliği hissettim. Böylece teknik konular dışında da kurslara gitmeye başladım. Sinema okumama gerek yoktu, çünkü amacım sinemacı olmak değildi. Ben sanatta film nasıl olur, ona yoğunlaştım. Sokakta gördüğüm çok basit bir olayın benim sanat anlayışıma göre bir sanatsallığı varsa, onu hiç müdahale etmeden, gerçek hayattan alıp montajlayıp bir sanat eserine dönüştürebilirim. İki yıl boyunca bu tarz videolar çalıştım. Günlük yaşamdan kareleri, kişilere kamerayı göstermeden, oyunculuk olmadan, gözetlemeci bir şekilde çektim. O zamanlar belgesel tarzı beklentime çok daha yakındı. Hatta o dönem üniversitede belgesel film bölümünde sanat dersi veriyordum. İki taraflı bir ilişkiydi ve ben de onlardan belgeselin nasıl yapıldığını öğreniyordum. Kurguyu gerçek hayatta gördüğüm için tekrar bunların kurgulanması gereksiz geliyordu. Bir dönem sonra ise yaptığım işlerde yavaş yavaş bir hikaye anlatmaya başladım. Aslında bütün sanat yaşamımda süreç bu şekilde işledi. Resmin sınırlarını görünce fotoğrafa geçtim, fotoğrafın sınırlarını görünce de filme, videoya geçtim. Tabii videonun sınırlarını görmeye başlayınca düşünmeyi hiç bırakmadım. Ayrıca jeopolitik, toplumsal nedenler de var. Ben Bulgaristan’da azınlık olarak büyüyüp Tükiye’ye geldim, sonra Londra’ya geçtim. Farklı kültürler arasında kalmanın da etkisi olabilir. Aslında zıtlıkların arasında ne olduğunu anlamaya, anlatmaya çalışıyorum. Örneğin “Aşağıya Doğru Dar Geçitler” işini İstanbul’da, Boğaz’da çektim. Boğaz aslında ne Asya’da ne Avrupa’da, ne batıda ne doğuda; kendi içinde bir sınır, mekansız bir mekandır. Bir göç hikayesi olan “Liminal Crossing” de Bulgaristan ve Türkiye arasındaki tampon bölgede çekildi; herhangi bir yere ait olmayan, bir aralık alanda. Aslında birçok işimde bu ‘arada’ mekanları işliyorum. Resimle karşılaştırırsak mesela, bir resim yaparken renkleri karıştırırsanız ara renklere girersiniz. Başka bir derinlik oluşur. Beni ilgilendiren mekansızlık düşüncesini yaratan bu ara tonlardır. Karanlık sularda yüzen hayalet gemiler, deniz fenerleri, helikopter ışıkları, gece sokakta dans edenler gibi tekinsiz manzaralara sahip işlerinizle uyandırmak istediğiniz etki nedir? Bir dönem yaptığım video işlere bakarsanız tümü karanlıkta çekilmiş. Ka- ranlık, mekanı ortadan kaldıran, mekansızlığı, yersizyurtsuzluğu yaratan bir öğe ve bu beni çok ilgilendiriyor. Rüyalara daha yakın bir gerçek ortaya koyuyor. Örneğin “Aşağıya Doğru Dar Geçitler”de beni gemilerin kendisi değil silueti ilgilendiriyordu. Bu aslında tiyatronun anlatım diline daha yakın bir düşünce. Gereksiz ayrıntılardan arındırıp konuya, ana duyguya, düşünceye odaklanmayı sağlıyor. Tabii gemi, fener gibi öğeler aynı zamanda göç, hareket halinde olma, dünyayı hareket halinde algılama gibi düşüncelerin de bir yansıması. Sınır sizin için önemli bir tema. Bugün sınırlara dair yapılan tartışmalar işlerinize nasıl yansıyor? Ben Bulgaristan’da kültürel, politik, sosyal yaşamın sınırlandırıldığı bir ortamda büyüdüm. Bir şehirden başka bir şehire giderken dahi bildirim yapmanız gerekiyordu. Sanırım sınırlardan kurtulma isteği o zamanlar başladı. Sınırları nasıl aşarım ya da nasıl yok edebilirim? Benim için önemli olan sınırları aşmak değil, sınırların arasındaki mekana ulaşmaktı; çünkü tek sınırsız mekan sınırın kendisiydi, öyle düşünüyordum. Biz de kendi içimizde, sosyal, siyasal ilişkilerimizde, günlük hayatımızda sınırlar sürekli oluşturuyoruz. Bunların nasıl ortadan kaldırılabileceğini, sanatın sınırlarını sorguluyorum. Sınırlar ve göç gibi kavramlarla politik, sosyal konular işlediğim düşünülüyor. Tabii ki bunlar da var ama öncelik bu değil. Sanatın şiirsel, felsefi, sosyal, politik birçok düzeyi olmalı. Yaptığım videolarda her ne kadar sosyopolitik kimi temalar çokça görülse de adı üstünde bunlar temadır. Benim için önemli olan kullandığım malzemenin sanatla ilişkisini ortaya koymaktır. Politik sanat nedir diye çok sorulur. Ben hep şunu derim “politik sanatla değil sanatın politikasıyla ilgilenmek lazım”. Politik sanat geçicidir, bugün aktüel olan bir konu yarın olmayabilir. Açıkçası politik sanat beni çok ilgilendirmiyor. Bunun nedeni belki de Bulgaristan’da aldığım eğitimdir. Orada sanat bir propaganda aracı olarak kullanılıyordu, ki bunu bir önceki sergimde, “Adaptasyon-Sinefikasyon”da da işledim. Sinefikasiyon Lenin’in önerdiği, propagandanın yayılmasını sağlayan bir sistem. Bence bu günümüzde de var. Şimdi dünyanın her yerinde bienaller yapılıyor ve bu alanda da bir globalleşme durumu var. Kişisel hikayenizdeki göç olgusunun yaşamınıza etkisi nedir? Üç farklı ülkede yaşamış olmam ve her birinde bir nevi azınlık statüsünde görünmem, bana kimliksizlik nedir sorusunu sordurdu. Gittiğiniz her yerde isminiz, diliniz, aksanınız, renginiz size bir kimlik verilir. Ben bunları mümkün olduğunca ortadan kaldırmaya çalıştım. Günlük hayatta insanlar arasındaki sınırları ya da politik, siyasi, coğrafi, kültürel sınırları nasıl aşabiliriz’i sorguladım. Bunlar tamamıyla aşılamaz ama hiç değilse konuşulup tartışılabilir. O açıdan kendime yeni bir kimlik oluşturmayı değil, üç kimliği bir araya getirmeyi seçtim. Kendimi özellikle bir yere bağlı görmemeye çalıştım. Her ne kadar buradaysam (Londra’da) o kadar da İstanbul’dayım. Belki Bulgaristan’dan tamamen kopmuştum ama son birkaç yılda orada doğmuş büyümüş bir sanatçı olduğum için beni tekrar keşfettiler ve orada da birkaç sergi açtım. Ama dediğim gibi, mümkün olduğunca kendimi burada ya da orada hissetmek istemiyorum. Gittiğim her yerde kendimi evimde hissetmek istiyorum. Çünkü geçmişimde, özellikle de çocukluğumda ve gençliğimde kimliğin yan etkilerini gördüm. Herhalde işlerimdeki sınır, sınırsızlık kavramları göçle, hareket halinde olmakla ilgili. Sınırlar hep var olsa da ben onları mümkün olduğu kadar aşmaya çalışıyorum. İşlerinizde gemileri bu kadar sık kullanıyor olmanız da bununla mı ilgili? Michel Foucault’nun ortaya koyduğu ama aynı zamanda çok spekülatif de olan bir kavram var, heterotopia. Daha sonra Foucault’nun kendisi de neredeyse tamamen vazgeçiyor bu kavramdan ama sanatçılar hâlâ sıkça kullanıyorlar. Foucault heterotopik mekanlardan bahseder, yani hiçbir yere bağlı olmayan mekanlar. Bunlardan en önemlisi gemidir. Gemi, bağımsız suların içinde olduğu zaman hiçbir ülkeye hiçbir yere ait olmayan bir mekandır. Sonuçta belki işin özü burada. Ben de kendimi öyle düşünüyor ve öyle görmek istiyorum. Hepimiz ayrı birer bireyiz ve belli kültürlerle bağımız var ama ben bunların faktör olmasından kaçınmaya çalışıyorum. Belirli kültürel, etnik ya da politik faktör bağlamlarından kurtulmak istiyorum. Sanata yaklaşımım da aynı; sadece ressam, heykeltıraş, video sanatçısı olarak görülmek istemiyorum. Orada da bir sınırsızlık, bir boşluk, bir bağımsızlık oluşturmaya çalışıyorum.