2014 Ağustos Sayısı

Transkript

2014 Ağustos Sayısı
ISSN 1304-1517
Yıl : Ağustos 2014
Sayı : 136
Fiyat: 8 TL.
Aylık Kadın
Dergisi
Kadın Yazarların Yeni Türkiye’si
Gaziantep B. B. Başkanı Fatma Şahin
Röportaj
İslam Dünyasında
Yaşanan Hadiseler Üzerine
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Filistin Neyi Temsil Ediyor?
Ahmet Taşgetiren
Filistin Sorunu’nun Kısa Kronolojisi
Gülfem Kıraç Keleş
Doğu Türkistan
Gezi
1
11. Yıl
2
11. Yıl
3
11. Yıl
4
11. Yıl
5
11. Yıl
6
11. Yıl
ABONE
BANKA H. NO :
Vakıflar Bankası 1050 00158007293648413
TR470001500158007293648413
Posta Çeki: 11324174
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın
Yönetmeni
Canan Yayıncılık Ltd. Şti. Adına
Zahide Ceylan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Zahide Ceylan
Editör
İrem Özal
Kurucular Kurulu
Halise Çiftci, Zahide Ceylan,
Güzin Canan, Taciser İçyer,
Nilgün Karabulut,
Ayşenur Gün, Sema Karabulut
Yayın Kurulu
Mer­ve Çe­ti­nel, Ümmügülsüm Tat, Zeynep
Zelan, Vildan Özcan, Figen Koç, Zeh­ra
Yıl­dı­ran, Hacer Ünal, Hümeyra Tekalan
Teoman, Latife Özbek, Büşra Karaduman,
Hatice Ergin, La­le Er­soy, Elif San­lı,
Zehra Bayraktar, Gaye Ergezen, İrem Özal
Hatice Bilici, Ayşe Uyar, Esra Aydınbaş
İstanbul Sorumlusu
Betül Şatır
05055239075
Bursa Sorumlusu
Zeh­ra B ay­rak­tar­
0506 535 72 65
Konya Sorumlusu
Didem Küçükkök
Tel: 0506 445 55 09
Yönetim Yeri
Ufuk Üniversitesi Cad. No: 24/17
Çukuarambar Çankaya
Ankara
Tel: 0312 4739833
[email protected]
Grafik Tasarım
Tel: 0 312 384 00 85
www.mimdijitalbaski.com
ISSN 1304-1517
Yerel Süreli Aylık Dergi
Kurum ve kuruluşlar için
kargo dahil fiyatı 13 TL’dir.
Bu dergi basın meslek
ilkelerine uymayı kabul eder.
Sevgili Turuncu okurları,
Umutlarımız, hayallerimiz, dileklerimiz vardı bizim.
Öyle ağaca bağlayıp kabul olsun cinsinden değil.
Hayalını kurduğumuz, iğne ile kazdığımız kuyumuz,
karınca misali taşıdığımız suyumuz, bir var olabilme
hedefimiz vardı bizim…
Doğduğumuz anda yok sayılan bir nesildik
biz… Sınıfı en düşük bir neslin torunları olarak
dünya ya geldik. Dört kuşak bir arada yetiştik.
Yer sofrasında yemek yedik, sofra duaları ettik,
mahallenin camı hocasına kuran kursuna gittik,
devlet okullarında okuduk, siyah onluk giydik, günde
bir simit yedik yok sayılan bir neslin çocuklarıydık
biz… Öğretmenlerimiz vardı bizim; devrimci, bizi
sınıflandıran, kollara ayıran sonra da en aşağı kolu
bize uygun bulan, devrimci hocalarımız… Bizim
kolumuz hep temizlik kolları, devrimci çağdaşların
çocukları sınıf başkan, sağlık kolu, kitaplık kolu
falan filan…
Bir neslin yok edilme hikâyeleri ile büyüdük biz…
Hilafet devrimi, Şapka devrimi, Harf devrimi bunları
dinledik biz. Bir gece de nasıl cahil olunur, nasıl
sarıklılar direklerde sallandırılır, nasıl büyükannemin
çarşafı yırtılır, nasıl kuranı kerimler saklanır bunlarla
büyüdük biz …
Ve büyüyorduk biz sessizce…
Okullara alınmadık. Kapılardan kovulduk.
Başörtülerimizin adı irtica, kafalarımız gerici ve ne
kadar aşağılıktık biz. Bir kompleksin kıskacında
nasılda yoğurdular bizi. Nasıl kaybolan nesil bir
gece de cahil kaldıysa, bizler de var olan okulların
kapısında bekletilirken cahil kaldık. Kayıp bir neslin
kayıp çocuklarıydık biz.
Ve büyüdük biz… Biraz hırsla, biraz kırgınlıkla ama
büyüdük biz…
Ve bugün yıl 2014… Cumhurbaşkanımızı kendi
irademizle seçtik biz …
Hayalini kurduğumuz, iğne ile kazdığımız kuyumuz,
karınca misali taşıdığımız suyumuz, bir var
olabilme, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.’
diyebilme hedefimiz vardı bizim…
Sağılacakla kalın...
lan
Zahide Cey
16
Röportaj
Fatma Şahin
38
İsrail
Ahmet Fidan
Türklerin Gazze’ye Gelişi
Bülent Arı
32
46
Dijital Dünyada
İnsan Olmak
Doç. Dr.
Sinan Canan
20
8
11. Yıl
Çatışmayı Anlama ve Çatışma Yönetimi
Aygül Fazlıoğlu / Sosyolog
Sosyal Restorasyon ve Aile . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Seçim Kritiği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Kadın Köşe Yazarlarına Sorduk . . . . . . . . . . . . . . . 12
Röportaj / Fatma Şahin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
Çatışmayı Anlama ve Çatışma Yönetimi . . . . . . . 20
İslam Dünyasında Yaşanan Hadiseler Üzerine 24
Filistin Neyi Temsil Ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
48
Filistin Sorununun Kısa Kronolojisi
Gülfem Kıraç Keleş
Bu Çuvalı Flistinlilerin Başına Kim Geçirdi? . . . . 30
Türklerin Gazze’ye Gelişi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
Röportaj / Tahir Sarıkaya . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34
İsrail . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38
Ah Fidan Rabia . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41
Zevkperst Kulların Boykot Sorunsalı . . . . . . . . . . 42
Psikolojik Savaş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
Dijital Dünyada İnsan Olmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
Filistin Sorununun Kısa Kronolojisi . . . . . . . . . . . . 48
Ben Kendime Ağlıyorum . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 52
Gazze Açık Hava Hapishanesi Bombalanıyor . . 55
Gazze’de Feryat . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58
Müslümanca Duruş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60
34
Röportaj
Tahir Sarıkaya
Hayatta Kalırlarsa Eğer . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64
Doğu Türkistan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66
Gerçek Kurgudan Daha Tuhaftır . . . . . . . . . . . . . . 74
Sevgi Zulmü Yener . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 78
Amerikan Hapisanesinde Geçen Bir Ömür . . . . 80
Mutlu değil misiniz? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 82
Öldürmeyen Allah . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 84
Meyveden Yağa, Yağdan Medeniyete . . . . . . . . . 86
Ben Kendime Ağlıyorum
Mine İzgi
52
Gezi
Doğu Türkistan
66
11. Yıl
Yeni Şeyler Söylemek Lazım…
SOSYAL RESTORASYON ve AİLE
Ayşe Keşir
Ekonomik olarak her geçen gün daha da
büyüyor ve güçleniyoruz… Refah düzeyimiz
artıyor, hem bölgede hem de dünyada söz
sahibi bir ülke oluyoruz. Diğer yandan, dünya
ve özellikle gelişmiş ülkeler ise; çocuk, gençlik
ve hatta yaşlılık dönemlerine ait çıkan tüm yeni
sorunlar için yeni yeni çözümler arıyor. Bütün
bunlarla birlikte, ekonomik büyümenin devamı
olarak, Türkiye için özellikle sosyal yaşama ve
sorunlarına dair “ yeni şeyler” ortaya koyma
vakti gelmiş ve hatta geçmektedir.
Bu, kadim bir tartışmadır.
Bu aziz millet, genetik mirasından getirdiği
tüm zenginlikle, bir ayağı gelenek, inançlarıyla birlikte köklerine sıkı sıkı bağlı, diğer ayağı
ile de dünyayı dolaşarak, “şimdi yeni şeyler
söylemek lazım cancağazım” diyecek güç ve
kudrettedir. Türkiye, Yeni Türkiye olacak ise,
başta sosyal hayata dair soru ve sorunlara,
diğer yaklaşım ve tecrübeleri, yenilikleri de göz
önünde bulundurarak kendi özgün yaklaşım ve
modellerini geliştirmek zorundadır. Bu, beklenti içinde olan diğer ülkeler için de önemli bir rol
model olacaktır.
Kadın ve aileye zaman içinde öyle anlamlar
yüklendi ki, bu iki kelime bir anlamda farklı
ideolojilerin sembolleri haline geldi. Kadını
kutsarken aileyi, aileyi kutsarken kadını yok
mu sayacağız? Ya da mutlaka birini kutsamak,
seçim yapmak zorunda mı kalacağız?
Sosyal yaşama ait sorunları ve çözümleri, bize
dayatılan kodlarla konuşmaktan vazgeçmeli,
kendi özgün model ve kavramlarımızla kendi
“sosyal restorasyon”umuzu gerçekleştirmeliyiz.
Başta aile kurumu olmak üzere, eğitim, sanat,
kültür, şehircilik, yerel yönetimler, spor, medya… vb tüm alanlarda, popülizmden uzak, yeni
ve özgün şeyler söylemeye ihtiyacımız var.
Kadına yönelik şiddet...
KADİM TARTIŞMA
Sosyal yaşamın temelinde aile kurumu olduğundan “sosyal restorasyon” dendiğinde
hemen tüm ideolojiler, aileye gözlerini dikerler.
Aile ve aile içindeki soru ve sorunları, diğer
tüm tecrübe ve yaklaşımları yok sayarcasına
yaklaşır ve tanımlarlar. Oysa aileye ve beraberinde sosyal yaşama ait soru ve sorunları, çözüm bekleyen yeni durumları, ne eskinin katı
tutum ve davranışları ile ne de bize dışarıdan
dayatılan, aileyi küçümseyici hatta yok sayıcı
bir üslup ve yöntemle çözebiliriz.
10
11. Yıl
Aristo mantığı ile ve tutucu bir yaklaşımla eski
ve yeni sürekli kavga eder olmuştur. Üstelik
eskinin tutuculuğunu konuşanlar, yeninin
tutuculuğunu ise görmezden gelirler. Köklerimiz, tecrübelerimiz, değerlerimiz kadar
yeniliğe, yeni ufuklara ihtiyacımız olduğu gibi
yenilenmek kadar tecrübelerimizi biriktirmeye
ve aktarmaya da ihtiyacımız vardır.
AİLEYE İADE-İ İTİBAR ZAMANI
Şiddetin Yakıcılığı
Şiddet öyle yakıcı, yok edici bir kelime ki,
yanına konduğu her kelime ve kavramında yok
edip içini boşaltıveriyor.
Aile içi şiddet...
Töre ve namus cinayeti...
Kadın, aile ve töre kavramları neredeyse cinayet ve şiddetle özdeşleşti. Gençler aile kurmaktan korkar oldu, folklorik zenginliğin de ifadesi
olan törenin, bizzat kendisi cinayete kurban
gitti. Belki de tüm bu tartışmaların temelinde
“ben” ve “biz” in kavgası yatmakta... Kim bilir?
Ya Aristo mantığı ile “siyah ve beyaz” düşünmeye alışmışız, kodlanmışız. Ya “ben”in hakları
için çarpışacağız, ya da “biz”in hakları için. Bu
uzun, çok uzun bir tartışmanın konusudur
aslında...
Kadın ve aile konusunda kamplara bölündük.
Bazılarına göre; kadın hakları için mücadele
ediyorsanız, “ben” den yanasınız, “biz”i temsil
eden aileyi ikincilleştirirsiniz...
Bir başkasına göre ise; ailenin önemine vurgu
yapıyorsanız, “kadının adı yoktur”.
“Hem” , “hem de” demeyi unuttuğumuzdan seçim yapmaya zorlandık...
zaman çözüm üretemesek, hatta anlamasak da
dinlemek, dert ortağı olmaktır aile olmak...
Hem kariyer, hem çocuk yapan, mutfakta soğan
kavurmaktan imtina etmeyen, hem mesleki başarıyı yakalayan, hem de yuvasında anne ve eş olan
o kadar çok kadın var ki...
Zaman zaman fikir ayrılıklarına düşsek de, bir
masada yemek yemek, zile basınca birinin mutlaka
kapıyı açacağını bilmektir aile olmak... Pazar sabahı kahvaltıda yumurta tokuşturmak, TV kumandası için kapışmak, hasta olana ilacını getirmek,
“ayaktayken bir çay da bana koy” diyebilmektir aile
olmak... Kardeşinin kıyafetini ödünç almak, küçük
sırlarını paylaşmak…
Veya çocuğunun beslenmesini hazırlayıp sabah
okula bırakmaktan, sofra kurmaktan gocunmayan
o kadar çok erkek...
Aile olmak, yuva sahibi olmak, eş veya ebeveyn
olmak aslında bir tek kadın veya erkeğin görevi
olarak tanımlanamaz.
Yani, tek başına birinin üzerine yıkılamaz aile
olmanın tüm sorumluluğu...
Güçlü bir ailede erkek, kadın, çocuk her bir bireyin
ayrı ayrı tanımlanmış hem hakları, hem de görevleri vardır. Zamana ve sosyal çevreye göre bazı
görevler esner veya daralabilir; bu ayrı bir tartışma konusudur... Fakat aslolan, ailenin, birilerinin
sadece verici, diğerlerinin ise sadece alıcı olduğu
bir kurum olmamasıdır. Bir başka tartışmanın
konusu olmakla birlikte; kadın ve erkeğin aile
içindeki dengesini konuşurken, özellikle şehirlerde
“çocuk erkil” aileye doğru gittiğimizi görmezden de
gelemeyiz.
İhtiyaç analizimiz değişince aile olmaktan vaz mı
geçeceğiz?
Yeni kavramlar ve kodlarla konuşmalıyız artık...
Evlilik ve aile olmayı, nesnel ihtiyaçları karşılama üzerinden tanımlayarak yapıyoruz en büyük
hatayı... İçinde sadece başlangıçta dahi olsa bir
tutam aşk, empati, insaf, vicdan, muhabbet, güven,
sorumluluk… hasılı insanlık yoksa her evlilikle yuva
kurulmuyor maalesef...
Her Evlilik Aile Değildir
“Kendimiz için istediğimizi diğeri için de istemedikçe” her evliliği aile yapamayız.
Kimin bulaşık yıkayacağı, çocuğu kimin okula
bırakacağı kadar basit bir görev listesi bizi aile
yapmaya yetmez... Kişilikleri, yaşları, cinsiyetleri ne
olursa olsun, her bir sağlam parçanın oluşturduğu
yeni sağlam bütünün adıdır aile... Aynı zamanda,
yaralı ve/veya zayıf parçasını da dayanışma ve
tolerans ile güçlendirmeyi bilmektir… Kendimize
değer biçmeden evvel diğerine değer vermeyi öğrenmektir... Kadın ve erkek ile çocukların görev
sorumluluk eğrisi her zaman aynı eşit değildir
kuşkusuz. Hatta zaman ve şartlara göre farklılık, çeşitlilik de arz edebilir.
Gece tuvalete kalktığında tüm odaları dolaşıp çocukların üstünü tek tek örtmektir aile olmak...
“Merak edip beklemesinler” diye gecikeceğini
yüksünmeden arayıp haber vermek, bireysel keyifler kadar birlikte yapılanlardan haz almaktır aile
olmak...
Özlemektir, karşısındakinin gözyaşını silmek, konuşmasa, anlatmasa da O’nu anlamak, gözlerinden
okumaktır aile olmak...
Sorun çözme becerisini birlikte geliştirmek, sağlıkta olduğu kadar hastalıkta da bir ve birlikte olmaktır aile olmak...
Araya yollar, şehirler girse de ayrı olmamaktır
aile olmak...
Haklarımızı kutsarken, görevlerimizi de unutmamaktır aile olmak...
Aslında aile olmak o kadar çok şeydir ki, satırlar ve
sayfalarla anlatmaya çalışmak beyhude olur. Sadece iş bölümüne indirgemek, görev çetelesi tutmak,
aile olmaya hakaret etmektir...
Eğer sosyal restorasyondan
aile kurumu nasibini alacaksa, kadim doğrulara
sıkı sıkı sarılan, yeni
durum ve ihtiyaçları
gören, özgün bir
üslup ve yöntem
kullanmalıyız.
Bas dayayacak omuzdur aile olmak... Her
11
11. Yıl
Betül Şatır
Seçimler açıklandı, sonuç tüm Türkiye’ye
hayırlar getirsin. Son aylarda ülkemizde yaşanılan enteresan bir seçim coşkusu var. Yerel
seçimlerin ardından çok geçmeden Cumhurbaşkanlığı seçimleri kapımızı çaldı. Gündemler üstünde hepimizi meşgul eden bir
adrenalin oldu. Sıcağa rağmen oruca rağmen
tatillere rağmen çay, fındık pamuk harman
mevsiminde kucaklarımıza yuvarlanan bir
süreç. Coşkusu azalmadan dolan boşalan
meydanlar, tarafların vaatleri, cemaat liderlerinin destek açıklamaları, değişen Türkiye’nin
daha fazla kalkınma çabaları, kimi zaman
centilmen kimi zaman görmek istemediğimiz
üsluplarla aktı gitti seçim ve öncesi süreç.
Bayraklardan müziklerden reklamlardan
istişareli gündemlerden sonra herkesin sakin
bir yaza geçiş yapacağını umuyorum.
Seçimlerin galibi Recep Tayyip Erdoğan oldu.
Hamleleri önceden kestirilemeyen karizmatik
bir lider. Biraz sonra ne yapacağının bilinmemesi Türk siyasetini de daima zinde tutuyor.
Onu destekleyen ve desteklemeyen herkesin
tek bir kanaati var. Siyasetin en güçlü ve başarılı figürü. Kararlı ve kendinden emin. Her
akşam Türkiye’nin tüm bilirkişileri harıl harıl
şimdi ne olacakların tahminlerini yürütmeye
çalışıyorlar. Aday olacak mı olmayacak mı?
Başbakan kim olacak? Ak parti bölünecek
mi? Hiç bitmeyen bulmacanın şifrelerini çözmeye uğraşıyorlar tartışma programlarında.
12
11. Yıl
Neyse seçim sonuçlandı yüzdeler açıklandı. Çok büyük bir sürpriz yok. Oy vermenin
vebalini sorumluluğunu en çok tekrarlayan
kimselerin oy kullanmama kararından başka
bana sürpriz gelen bir şey yok. Milyonların
reklam bütçelerine ayrılmasının, ev ev kapı
kapı dolaşıp ikna toplantıları düzenlenmesinin, ele geçen yüzde oranlarını büyük oranda
değiştirmediğini görmüş olduk… Zaten sağ
partiler tarih sahnelerinden çoktan silindiler.
Destekledikleri partilerin tatmin edemediği
Ilımlı sağ partilerden Ak partiye geçen ve
Erbakan hocanın davasının bir uzantısı olarak
görenlerin toplamından oluşan bir Ak parti
kitlesi var. Aynı yıllar önce olduğu gibi. Buna
yapılan onca hizmeti inkâr etmeye insafı el
vermeyen kararsız kesimi de eklemeliyiz.
Sanat camiasından bazı kimseleri bu gruba
dâhil edebiliriz.
En çok da Kürt asıllı bazı sıra dışı gurupların
ağzıyla kuş tutsa bile hizmet edenden yana
olmayacağını büyük oranda göstermiş oldu
grafikler. Belki de seçimin içerisinde Cumhurbaşkanlığına oynayan bir adayları olması
değişik bir büyüye kapılmalarına neden oldu,
bilemiyoruz. Demokrasinin geldiği boyut
aslında en çok da Demirtaş’ın aday olmasıyla ispatlanmış oldu. Bu bir zamanların
Türkiye’sinde hayali bile mümkün olmayan
bir şeydi. Saadet partisinin oy kullanmama
kararı bana çok kibirli ve kardeşlik hukukunu
hiçe sayıcı geldi. Paralel yapının öfkesi de böyle
bir şey değil mi zaten. Orada olmaya biz layıktık. Biz kalkınmalıydık. Biz yemeliydik. Biz aday
olmalıydık. Sen bizim elimizin kirisin vs… Benzer
bir refleks göstermelerine şaşırdım ve üzüldüm.
Paralel tiplerin refleksine benzer bir ekâbir tepki
onlara hiç yakışmadı doğrusu.
Bir sürü kavramlar ve latifeler devşirdik milletçe bu süreçte. Her vesileyi bir mizah rüzgârına
çevirme hızımız var ne zamandır. Çatı esprileriyle, eski-yeni Türkiye aforizmalarıyla, isimlerle
sloganlarla vaatlerin reklam spotlarına yansıyan
cümleleriyle, balkon ve köşk capsleriyle neşelerimize neşe kattık. Güldük eğlendik geçti gitti. İç
içe aile bağları kuvvetli bayramlarda düğünlerde
tebrikleşen görüşen insanlar olarak başarmamız
gereken bir şey var. Değer verdiklerimizi siyaset yoluyla kırmayalım. Siyaset yol alırken bizim
akrabalıklarımız tanışıklıklarımız durduğu yerde
duracak. Birbirimize bakacak yüzümüz olsun derim ben âcizane. Sandıkta yapılan eylem her şey
için yeterlidir. Başka polemiğe cevaba gerek yok.
Kabullenmek ya da iradeyi koymak arasında saygı
dolu bir tercih yaparak bu dosyayı kapatabilmeliyiz. İşimize bakmalıyız. Önümüzde gelecek günlerin güzelliğine enerji harcamalıyız. Vatan millet
sevgisi bunu gerektirir.
CHP ve MHP’nin sonuçları konuşurken başarısızlığı hiç kendine değdirmeden muhalefetlerini
sürdürme gayretlerine şahit oluyoruz. Suçu
milletin aptallığında aradıkça geride kalacaklarını
müşahade etmek tuhaf bir tat bırakıyor ağızda.
Ne gülebiliyor ne ağlayabiliyor insan. İstifa etmeyi
hayalinden bile geçirmeyen ve araştırma şirketlerini kabahatli bulan liderler, suçu birbirlerinin ya
da tatilde olan elit seçmenlerinin üzerine atıyorlar. Katılım oranlarının en fazla olduğu bölgelerde
hezimet senaryoları yazıyorlar. Tabi tatil yapmaya
müstehak tek kesim onları seçenler. Keşke öyle
olsaydı da biz de bu gün zevkperest bir muhafazakâr kesim sıkıntısı çekmiyor olsaydık.
Ak parti ne yapıyor peki, tüm adamlarını toplamış
neden 58 yüzdesine ulaşamadıkları konusunda
özeleştiriler yapıyor. Hangi illerde ve ilçelerde zayıf düştüklerini inceleyip kendilerine yapıcı dersler
çıkarıyor. ‘Her başarı ter kokar’ demişti Hüseyin
Çelik. Taban şımarmalara doyamazken onlar yeni
stratejiler peşindeler. Allah çalışana muhakkak
verecek olandır.
Ama belirtmeden geçilmeyecek bir şey var.
Başbakan! Yani Cumhurbaşkanı balkonda herkesin kazandığını söyledi. Kimse tedirgin olmasın
dedi. Bu gelen tepkiler tedirginlik mi kıskançlık
mı hırs mı tahammülsüzlük mü bilmiyorum.
Gördüğüm şu ki Ak Parti başarısını kutlarken bu
konuda istemeden fazlasıyla teminat verdi zaten.
Zira başarıyı kimi taraftarları namazla secdeyle
şükürle kutlarken kimi taraftarları da darbukayla
göbek atarak kutladı. Secdedekiler göbek atanlara
göbek atanlar secdedekilere saygı duysun yeter.
Bütün çeşitliliğimizle yönetileceğiz. Güzel günlere
Türkiye…
13
11. Yıl
Kadın köşe yazarlarına
Yeni Türkiye’yi,
seçimleri,
Erdoğan’ı
k
u
d
r
o
s
İki soru yönelttiğimiz yazarlar, bakın gündeme dair neler söyledi?
1- Halk neden “Erdoğan” dedi? Sizce en belirleyici etken neydi?
Ekonomi, dış politika, sosyal politikalar, paralel yapı ile mücadele vb...
2- Erdoğan’dan yeni dönemde ne bekliyorsunuz?
Sizce, Yeni Türkiye’nin öncelikleri neler olmalı?
Fadime Özkan
Star Gazetesi Yazarı
“Türkiye
normalleşmek istiyor.”
• 12 yıl boyunca yapılan her seçimde Türkiye, Erdoğan ve Ak Parti dedi zaten ve halk 10 Ağustos’ta da
değişimin istikrarı sürsün istedi. Türkiye’de giderek
büyüyen yeni bir orta sınıf var ve bu sınıfın siyasetten talepleri çok net. Demokrasi eksikliği giderilsin,
vesayet sistemi tasfiye edilsin, hak ve özgürlükler
teminat alına alınsın, farklı toplum kesimlerine karşı
uygulanan baskılar kalsın, bu arada da çocuklarız
bizden daha iyi okullarda okusun daha müreffeh ve
huzurlu bir ülkede özgüvenle yaşasın gibi gayet rasyonel talepleri var. Bunu temin ettiği, kimlik siyaseti
değil hizmet siyaseti yürüttüğü için destekledi toplum
Ak Parti’yi. Kendi hayatlarına birebir dokunuşunu gördüler Erdoğan liderliğindeki hükümetlerin, sağlık alanında, eğitim yardımlarında, özürlülerin bakımında...
Yıllanmış korkuların buharlaştığı, kangrene dönmüş
meselelerin hal yoluna girdiğini gördü. Ayrıca verilen
oylarda diğer vesayet yapılarının tasfiyesine verdiği
destek gibi son vesayet girişimi olan paralel yapıyla
hukuk içinde mücadele için de oy verdi seçmen bir
kez daha. Türkiye normalleşmek istiyor ve bu yoldaki
yürüyüşünü 1960 darbesiyle açılan vesayet parantezini 10 Ağustosta kapatarak önemli bir virajı daha
14
aldı. Bu toplum ne yaptığını gayet iyi biliyor.
“Siyasi iktidarla uyumlu, müzakereci, kolaylaştırıcı
toplumun tamamını kucaklayıcı bir liderlik bekliyorum.”
• İcracı Cumhurbaşkanı nasıl olacak? Daha önce
tecrübe etmediğimiz bir dönemi yaşayacağız. İdari
sistemde bir değişiklik zaruri görünüyor, bu nasıl bir
takvimle ne zaman olacak göreceğiz. Ama ben siyasi
iktidarla uyumlu, müzakereci, kolaylaştırıcı toplumun
tamamını kucaklayıcı bir liderlik bekliyorum. Çokluk
içinde birlikten bahsetmişti seçilmiş cumhurbaşkanı sıfatıyla Erdoğan. Yeni paydamızı da Türkiyelilik
olarak tanımlamıştı. Bu kavram sorunları çözerken
anahtar işlevi görecek. Bu mayanın tutması için çaba
göstermesini bekliyorum yeni cumhurbaşkanının.
Ayrıca Türkiye’nin önünde hal yoluna giren sorunların
çözümlerinin aynı kararlılıkla sürdürülmesini bekliyorum, çözüm süreci, paralelle mücadele, yeni anayasa yapımı gibi... Cumhurbaşkanı Erdoğan da seçim
kampanyalarında olduğu gibi seçilmesinin hemen
arkasında yaptığı konuşmalarda bu konularda…
Halime Kökçe
Star Gazetesi Yazarı
“Gezi ve 17 Aralık
sürecindeki tavrı da
Erdoğan’ın liderliğinin
pekiştirdi.”
• “Erdoğan verdiği sözü tutan bir lider olarak temayüz etti. İnsanlar, “bu adam yapar” diye düşünüyor.
Ayrıca Erdoğan’a yönelik yoğun karşı kampanya da
bence ismi etrafındaki kenetlenmeye sebep oldu.
Bildik memnuniyetsiz ve müzmin muhalif mecralar
bu adamı taşlıyorsa demek bu memleket hayrına
çalışıyor kanaati oluştu. Pek tabii 12 yıllık hizmet
siyaseti de “Neden Erdoğan” sorusunun en önemli
cevaplarından biri. Bir başka sebep de bence Erdoğan’ın vicdanı öne çıkaran dış politika vizyonunu öne
çıkarması ve bunun temsilciliğini yapması oldu. Dünya sistemini o sistemin önemli bir aktörü olmasına
rağmen eleştirebilen bir lider olarak Erdoğan, farklı
bir liderlik sergiledi. Demokratikleşmenin derinleştirilmesi, vesayetin geriletilmesi Erdoğan’ın kararlı
ve dik duruşu sayesinde mümkün olabildi. Bu da çok
önemli bir başka etken. Gezi ve 17 Aralık sürecindeki
tavrı da Erdoğan’ın liderliğinin pekiştirdi. Şahsına ve
H. Hümeyra Şahin
Tarihçi - Yazar
Akşam Gazetesi
hükümete yönelik darbe ve yıpratma girişimlerini,
uluslararası güçlerle de destekli olduğu anlaşılan bu
önemli saldırı dalgasını göğüslemeyi başarabildi. Bu
başarı Erdoğan’ın zaten güçlü olan liderliğini daha da
güçlü olarak bir üst seviyeye çıkardı.
• Seçmen artık vermiş olduğu oya ve desteğe ihanet
etmeyen siyasiler istiyor. Seçim meydanlarında verdiği sözü daha sonra unutmayan, darbecilere, vesayet
güçlerine karşı boyun eğmeyen siyasetçi görmek istiyor karşısında. Erdoğan bunu başardı. Paralel yapıyla
mücadele, çözüm sürecinin devamı gibi Türkiye’nin
barış ve huzuru ve ulusal güvenliğini tehdit eden her
türlü yapıyla mücadele edebilecek bir lider Erdoğan.
Bu iradeyi destekleyerek barış sürecine ve paralel
yapıyla mücadeleye de destek verdiğini göstermek
istedi.
“Erdoğan’ın milletle kurduğu
kalbi bir bağ var.”
• Erdoğan tercihinin en önemli sebebi,
Erdoğan’ın şahsına duyulan güven ve 12
yıllık icraatları. Gayret, samimiyet, inanç ve
sebat, keskin bir siyasal akılla birleşince de
kaçınılmaz olarak tercih sebebi oluyor. Erdoğan’ın milletle kurduğu kalbi bir bağ var
ve bu bağ reel politikanın tüm aşamalarında devreye giriyor. Halk 12 yıllık icraatın
hata ve eksiklerini dahi bu güven duygusu
içinde zaman zaman görmemeyi tercih
ediyor. Erdoğan sosyolojiyi dönüştürme
gücünü de buradan alıyor. Reel politik açısından bakıldığında ise, ekonomik istikrar
çok önemli bir parametre. Keza sosyal
politikalar insanların gündelik hayatına
etki eden hususlar. Çözüm süreci ise bütün
bu dinamiklerin diri tuttuğu bir konu...
“Dünya 5’ten büyüktür”
• Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin akışını değiştiren bir lider. Yeni dönemde
bu değişimin kurumsallaşmasını
bekliyorum. Bunların başında da
sivil bir anayasanın yapılması geliyor.
Sivil anayasa demek, pek çok konuyu
kapsayan sistem sorunlarının halli, demek. Öte yandan Türkiye’deki vesayetlerle mücadelesini küresel ölçeğe taşımasını
önemli buluyorum. ‘Dünya 5’ten büyüktür’ sloganının dillendirilmesi küresel vicdanı harekete geçirmesi bakımından çok
değerli. Bu dönemde ayrıca acil ve zor meselelerle geçen
12 yıllık siyaset hayatının ‘kreması’ denebilecek konularda,
kültür-sanat gibi alanlarda daha çok destek bekliyorum.
15
Nihal Bengisu Karaca
Habertürk Gazetesi Yazarı
“Kadınlar Erdoğan’ı seviyor, çünkü...
Adil ve hiçbir zümrenin
malı olmayan bir ‘devlet’in
inşaası için halk Erdoğan
dedi.”
• Yapılan hizmetin ve Türkiye’nin on iki yılda geldiği
sürecin Erdoğan’a verilen oyda büyük bir etkisi
var. Ekonomi her zaman en birincil etken. Türkiyelilerin sahip olduğu kültürel, dini, tarihi bağlar
üzerindeki sultanın kalkması, oligarşik bürokrasinin
tanımladığı ve milletin bir türlü benimsemediği
sun’i değerler yerine, sahici değerlerin ve hassasiyetlerin özgürce savunulabilir hale gelmesi önemli.
Milletin özgün dokusu içinden yetişmiş kimselerin
artık taklit etmeden, başkası imiş gibi yapmadan
da makbul vatandaş sayılabilir hale gelmesi, Erdoğan’ın içerdeki oligarklara karşı verdiği mücadelenin sonucu. Bu sayede başörtülü kadınlar
özgürleşebiliyor, on yıllardır ikinci sınıf vatandaş
muamelesi görmelerinin yaraların sarabiliyor.
Kürtler dillerini konuşabiliyor kültürlerini utanmadan ve sakıncalı yaftası yemeden savunabilecekleri
bir zemin kazanabiliyor. Gayrimüslim azınlıklara ait
kiliseler onarılıyor, vakıfların malları iade ediliyor.
Kimlikleri bastırarak varolagelmiş Türkiye Cumhuriyeti tarihi makro demokratikleşme bağlamında
ciddi adımlar atıyor, esneklik kazanıyor. Bunların
da halkın Erdoğan demesinde etkisi büyük. Elbette
sorunlar olmamış değil, bu dönem büyük kazanımlar elde edilirken ciddi yol kazalarına da sahne
oluyor. Yargıdaki ve emniyetteki bir örgütlenmenin
neden olduğu haksızlıklar, giriştikleri dostmodern
darbenin herkesçe görünür olmasına imkan tanıdı.
Millet artık kendi iradesinin çalınmasına müsaade
etmiyor, o bakımdan Erdoğan’ın kağıt üzerinde yasal görünen ilişki –yetki biçimlerinin arkasında milli
iradeyi rehin almaya çalışan bu türden yapılara
tolerans göstermemesi kendisine rağbetin artmasına da neden olmuş durumda. Millet kendisini
yöneteni seçtiğini zannedip, iradesine bürokratik
yollardan haciz konmasından bıktı, o yüzden bu
‘paralel yapı’ meselesine şiddetle tepki verdi.
Yolsuzluk rüşvet hukuksuzluk olasılığına onay vermedi, amacı hukuk olmayanların, hukuk sopasıyla
siyaseti tanzim etme küstahlığına tepki verdi. Bu
tepkiyi Erdoğan’ın yanında durarak gösterdi.
16
11. Yıl
Ayrıca Kadınların
neden Erdoğan’ı
desteklediğine de
dikkat etmek gerekir.
Mütedeyyin camiada
kadının hem laiklik ile ilgili
baskılardan kurtulması, hem
de kendi camiasının, cemaatinin, mahallesinin baskılarından kurtulmasında Erdoğan’ın özgürleştirici
ideallerinin ve getirdiği yeni pratiklerin büyük katkısı
var. Ak Parti’yi Müslüman mahallesinde olabilecek
ölçülerde bir kadın hareketine dönüştürdü Erdoğan.
Yetmez ama evet yani, bunu başardı ve hiç küçümsenemeyecek bir devrim yaptı bu alanda.
“Türkiye’nin vaat edildiği gibi kanatlanmasını
bekliyorum.”
• TBMM’nin noterlik gibi çalışan, salt onay makamı
gibi davranan, ülkeyi dış dünyada temsil etmekle
ve rektör atamakla yetinen bir Cumhurbaşkanı
olmasını beklemiyorum Erdoğan’dan. Şu sözün
karşılığını bekliyorum, ne demişlerdir hatırlayın:
Başbakanı da Cumhurbaşkanı da halk tarafından
seçilip yetkilendirmiş bir Türkiye, uçar.
Türkiye’nin vaadedildiği gibi kanatlanmasını bekliyorum. Ama bunun fiili durum yaratarak değil,
gerekli yasal düzenlemelerin yapılması yoluyla,
doğru bir şekilde ilerleyerek gerçekleştirilmesini
istiyorum.
Barış sürecinin devamını ve devletin milletin
güvenine yakışır ölçekte adaletin ve hukukun
tecessüm ettiği bir alan olmasının sağlanması en
büyük temennim. Devlet, vatandaşların dini etnik
grup –cemaat bağları nedeniyle giremedikleri bir
yer olmamalı, ama hiçbir zümrenin kendi çıkarını
gerçekleştirmek için araçsallaştırdığı bir aygıta da
dönüşmemeli. Bu dengenin sağlanabildiği, toplumdaki melezliğin aynı oranda kamusal alanda
ve devlet kadrolarında yansıtılabildiği ama nihai
ölçünün liyakat ve başarı olduğu bir devlet mekanizmasının tesisi gerekiyor, Türkiye’de her kesimin
kendisini mutlu ve güvende hissetmesinin yolu bu
dengenin oluşturulabilmesine bağlı. İnşallah bu kez
olur.
Sibel Eraslan
Star Gazetesi Yazarı
“Erdoğan’ın hikayesi
hepimizin küçük
hikayelerine yakın,
tanıdık, bildik bir
hikaye.”
• Erdoğan’ın 1994’te İstanbul deneyimi
ile başlayıp sonraki zamanlarında da süren
‘’hizmet’’ eksenli çalışkan ve kompetanlığı
öne alan siyaseti kadınlar için çok önemli.
Çocuklarının geleceğini, şehirlerinin yarınını
düşünen anneler devleti “çatık kaş’’ olarak
değil, kolay ulaşılabilen ve sorun çözen
olarak görmek istiyorlar... Evet ekonomi
demokratikleşme sağlam irade, itibarlı dış
politika gibi artılar da önemli ama kadınlar
sahiciliği çok daha önemli olduğunu düşünüyorlar. Erdoğan’ın bir hikayesi var. Ve
hepimizin küçük hikayelerine yakın, tanıdık,
bildik bir hikaye bu. Erdoğan içimizden birisi
dedirtebilecek kadar gerçek, samimi bir dil.
Öfkesinde bile strateji kurmayan, mesafe
inşa etmeyen bir siyasi... Devletin yüzünü insanlaştırdı Erdoğan. Vesayetin insansız halini
yıktı ve yerine dokunabileceğiniz
derdinizi itirazınızı yapabileceğiniz bir tarz getirdi devlet adına.
Umut ilk kez edebiyat veya
romantizm olmaktan çıkıp siyasetin sürdürülebilir bir yapısalı
haline dönüştü. Erdoğan kadınlara yeniden hayal kurabilirsiniz
dedi. Bir rüyanız olabilir çocuklarınız adına dedi. Anneler ağlamasın çocuklar ölmesin dedi ve
kadınlar buna inandı. bunu des-
tekledi. ve çözüm sürecine bu kadar içten
ve sade bir cümleyle köprü kurdu Erdoğan.
Kadınların evlerinin bir ferdi gibi evlatları,
ağabeyleri kardeşleri gibi Erdoğan... İsmiyle
hitap edilebilen tek siyasi figür. İnsanlar ama
özellikle kadınlar onu kendilerine bu kadar
yakın ve samimi buluyorlar işte…
• Kendi ifadesiyle yeni, büyük, öncü Türkiye. Refahın toplumsal dayanışmanın insan
onurunun önemli aşamalarını tamamlamış
bahtı açık bir ülke...
17
11. Yıl
Röportaj
“YENİ TÜRKİYE’YE
TORUNLARIMIZ İÇİN MECBURUZ.”
Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgesinin
ilk kadın
milletvekili, ilk
kadın bakanı ve
Türkiye’nin ilk
kadın Büyükşehir
belediye
başkanlarından
biri…
Aslında sayarken
dahi yorulduğumuz
pek çok vasıf…
Bu ay konuğumuz
Sayın Fatma Şahin.
Kendisi ile hem
Ankara’yı, hem
Gaziantep’i, hem
dünü, hem de
bugünü ve yarının
Türkiye’sini
konuştuk.
18
11. Yıl
Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı
Fatma Şahin
T- Siyaset öncesi hayatınızı kısmen biliyoruz.
Biraz okuyucularımızla paylaşır mısınız?
F.Ş.- İşçi bir babanın, ev hanımı bir annenin ilk
çocuğuyum. Liseyi bitirip İTÜ Kimya mühendisliğini kazandığımda, o günkü şartlarda okumak hele
İstanbul’da okumak benim, ailem ve çevrem için
büyük bir hayaldi. Devlet yurdu ve imkanları olmasa okuyamazdım. Çünkü iki kardeşim daha vardı
ve onlar da eğitim çağındaydı. Okulu derece ile
bitirdim. Bitirdiğim gün valizimi aldım Gaziantep’e
döndüm. Hemen iş bulmam lazımdı çünkü kız kardeşim de üniversite okuyacaktı. Eve valizi bıraktım
hiç oturmadan doğru İş ve İşçi Bulma Kurumuna gittim. İşi buldum ve akşam eve öyle geldim.
Beklemek, oyalanmak gibi bir lüksümüz yoktu o
zamanlar. Özel sektörde 15 yıl fabrika mühendisi
ve yönetici olarak çalıştım.
T- Peki siyaset nasıl girdi hayatınıza, ya da siz
siyasete nasıl girdiniz?
“Siyaset, şikayet ettiğimiz şeylere çözüm bulma
sanatı.”
T- Siz siyasetin hemen her kademesinde görev
yaptınız. Milletvekili, komisyon başkanlığı, Genel
Merkez Kadın Kolları Başkanlığı, Bakanlık ve
şimdi de Büyükşehir Belediye Başkanlığı… Teşkilatçı bir yapınız olduğunu da biliyoruz. Görev
yaptığınız hangi kademe, size daha çok heyecan
ve motivasyon sağladı.
“İnsana, insanın yüreğine dokunabildiğim her
kulvarı çok seviyorum “
F.Ş.- Ak Parti benim için bir okul gibi oldu aslında.
Daha seçim bile ortada yokken, kurucusu olarak
çalıştığımız günler, milletvekili olarak herhangi bir
köye giden bir hizmet veya bakan iken özellikle
dezavantajlı kesimlere yapılan hizmetler, hepsi
benim için tek tek kıymetli. Ben insana, insanın
yüreğine dokunabildiğim her kulvarı çok seviyorum
galiba motivasyonumu da artıran daha çok bu
nokta oluyor. Ayrıca ben her bir görevimde Sayın
Başbakanımız başta olmak üzere büyüklerimizden
çok şey öğrendim. Siyasetin uzun soluk gerektiren
bir maraton olduğunu, takım çalışmasının ne kadar
önemli olduğunu hep yaşayarak öğrendik.
F.Ş.- 2000’li yılların başında Türkiye değişim sancıları çektiğine hepimiz şahit olduk. Anayasa kitapçığı fırlatma, ekonomik
krizler, erken seçim,
o günlerin neredeyse
rutini gibiydi. Ak Parti
kurulunca eşim ve ben
Gaziantep’te kurucular
arasındaydık. Parti yeni
biz siyasette yeniyiz.
Ama özellikle yeni
neslin, çocuklarımızın
geleceği için bir iddiamız varsa, siyasetin
içinde olmamız gerektiğini biliyorduk. Çünkü
siyaset, şikayet ettiğimiz
şeylere çözüm bulma
sanatı bana göre…
19
11. Yıl
T- Gaziantep’i konuşalım biraz, bir kadın olarak,
yerel siyasetin, Ankara’da siyaset yapmaktan
farklı olan yanları neler?
“Kadına ulaştığınız zaman, topluma ulaşabiliyorsunuz.”
F.Ş.- Bugün yerel yönetimler hem kalkınmanın hem
de demokrasinin temel aktörü bana göre. Çünkü
güçlü, iyi yönetilen yerel yönetimlerde ekonomik
bir kalkınmadan, büyümeden bahsedilebilir. Yereli
güçlendiren şey, katılımcı belediyecilik anlayışıdır
aslında. İşte bu noktada kadının önemi yadsınamayacak kadar büyük. Toplumun en temel yapı taşı
ailedir. Aileyi çekip çeviren, düzene koyan kadındır,
annedir. Siyasete, topluma bir kadın elinin, bir anne
elinin değmesini, toplumun değişmesini sağlıyor
bence. Çünkü kadına ulaştığınız zaman, topluma
ulaşabiliyorsunuz.
Kadın, yaşadığı toplumu değiştirebilme gücüne
sahip... Kadınların desteklemediği, onların omuz
vermediği hiçbir değişim ve dönüşüm başarıya ulaşamıyor. Yerel yönetimlerin güçlenmesi için katılımcı
demokrasiyi sağlamak adına yerelde kadını güçlendirerek Türkiye’nin demokrasisinin de güçlenmesini
sağlayabiliriz.
Yerel siyasetin kurumsallaşması ve güçlenmesi ulusal siyasetin güçlenmesi ile doğru orantılıdır. Yerel
20
yönetimler demokrasinin tabandan tavana yapılanmasını sağlayacak, demokratik toplumu oluşturacaktır.
Bundan dolayı kadınların siyasal hayata katılımı,
siyasal olayları izlemek ve bilgi edinmekten, siyasal
eylemlerde bulunmaya, oy vermeye, adaylığa ve
siyasal karar mekanizmalarında yer almaya kadar
uzanan değişik biçim ve boyutlarda kendilerini göstermeleri çok önemli. Bu açıdan kadınların sosyalleşmesi, ekonominin içerisinde yer alması, üreten
Türkiye’nin bir parçası olması, kamusal ve özel
alanda olmaları gerekiyor.
T- Belediyecilik biraz da erkek işi olarak algılanmıyor mu?
“Başarılı çalışmalara imza atan bir kadınının, erkek
siyasetçiler tarafından yadsınması mümkün değil.”
F.Ş.- Bugün belediyeciliğin erkek işi olduğu anlayışında zihinsel bir dönüşüm yaşandı aslında. Hem
erkekler hem de kadınlar açısından. Önceki seçimlerden de yakinen biliyorum. Başbakanımız, Genel
Başkanımız, özellikle meclis üyelikleri listelerinde her
dört kişiden birinin kadın olması yönünde çok çok
titiz davrandı. Meclis üyeliklerinde bu sayıları aksi
halde yakalayamazdık.
Artık siyaset eril tahakkümünün egemen olduğu
bir alan değil. Bu iş bir liyakat ve ehliyet meselesi
olarak görülmeye başlandı. Gerçekten çalışan, kendisini ispat eden, başarılı çalışmalara imza atan bir
kadınının erkek siyasetçiler tarafından yadsınması
mümkün değil. Benim Türkiye’nin ve Gaziantep’in
ilk kadın Büyükşehir Belediye Başkanı olmam Türkiye’de yaşanan değişimin en güzel göstergesidir.
Anadolu kadını, benim şahsımda kendini gördü. Bir
Anadolu kızının azimle çalışarak gelebileceği yeri
gördü. Kadınlarımızın, kızlarımız kendilerinde var
olan gücü fark etti. Bu değişim bizim hızımızı kesemez. Aksine bizi daha çok teşvik eder. Bu yolda nasıl
daha çok çalışmamız gerektiğini gösterir. Bu umudun devam edebilmesi için daha çok çalışmalıyız.
T- 30 Mart seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı
seçimleri sonrası Yeni Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz? Çünkü hem Ak Parti’nin hem de Sayın
Erdoğan’ın son dönemlerde önemli bir argümanı
bu Yeni Türkiye söylemi…
“Yeni Türkiye’ye torunlarımız için mecburuz.”
büyük darbe aldı. Biz hem ekonomide hem sağlık
da hem de ulaştırmadaki pek çok hamlemizi bu vesayetçi anlayışa rağmen gerçekleştirdik. Ve milletimiz de bunu gördü. Girilen tüm seçimlerden birinci
parti olarak çıkılmasının açıklaması bu, bana göre…
Millet hizmet istiyor, dik duruş istiyor ve kendine
güven istiyor, hem yöneticisinde hem de kendisinde. Ülke kalkındıkça vatandaşımızın, özellikle yurt
dışında yaşayan vatandaşlarımız, bunu ifade ediyor,
özgüveni artıyor.
Özellikle bölge ülkeleri, Afrika, İslam ülkeleri ve Türk
Cumhuriyetlerinin gözleri üzerimizde… Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası bölge ülkelerden gelen
tepkiler bir bakınız. Onların dahi Yeni Türkiye’den
beklentileri var, umutları var. Kalkınma hamlesini
gerçekleştiren ülkemizde artık bir medeniyet projesine ihtiyaç var. Yine söylüyorum hem vatandaşlarımız hem de bölge için.
Yeni Türkiye demek, ekonomideki ivmesini devam
ettiren, kalkınan, dik duran aynı zamanda örnek bir
medeniyet projesi gerçekleştirebilen, vesayetçi anlayışı tamamen yok etmiş Türkiye demektir. Buna,
torunlarımız için mecburuz.
F.Ş.- Türkiye’de Ak Parti’nin varlığı, Sayın Başbakanımızın kararlı ve dik duruşu ile vesayetçi anlayış
21
ÇATIŞMAYI ANLAMA
VE ÇATIŞMA YÖNETİMİ
Sosyolojide topluma yönelik tanımlama ve açıklamaların
içindeki temel kavramlardan biri de çatışma kavramıdır.
Bazı sosyologlar toplumu uyumlu parçaların birbirleri ile
uyum içinde bir bütün olduğunu, bazıları da toplumu çatışmaların var olduğu ve yaşandığı bir durumda olduğunu ileri
sürerler. Çatışma yaşamın doğal ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Gerçek şu ki, çatışma yaşamın bir olgusudur. Bazen
yıkıcıdır, bazen de yapıcıdır. Çatışma olmasa büyüme ve
ilerleme gerçekleşmez. Çoğu kez çatışmanın sebebi iletişim
eksikliğidir. Çatışmadan kaçınmak ne mümkündür, ne de
arzu edilen bir durumdur.
Çatışmayı yapıcı ya da yıkıcı kılan, bizim onu NASIL ele aldığımız ve NASIL yönettiğimizdir. İnsanlar için, sesini duyurabilmek, anlaşılmak ve paylaşmak temel bir ihtiyaçtır.
Çatışma yaklaşımını benimseyen ve çatışma kuramcılarından günümüzde en çok bilineni kuşkusuz Dahrendorf’tur.
Dahrendorf’a göre; “çatışma ve çelişki toplumun temel
niteliği olup her zaman ve her yerde mevcuttur. Toplumlar
her an değişmelerle karşı karşıyadır. Değişme her zaman
söz konusudur ve toplumu meydana getiren öğelerin tümü
önce toplumun çözülmesine, sonra yeniden bütünleşmesine hizmet eder, katkı sunar”. Dahrendorf çatışmayı tüm
toplumla ilişkilendirmektedir. Çatışma, kişisel gelişmeye ve
toplumsal değişime olumlu bir etki yapmaktadır. Eğer çatışma, sorunların incelenmesine ve yeni cözümler üretilmesine
yol açmasaydı, ne bireylerde, ne de toplumda herhangi bir
değişim, gelişme ve dönüşüm gerçekleşmezdi.
Toplum, birçok öğeden meydana gelmiştir. Toplumdaki
bireylerin beklentileri, potansıyelleri, ihtiyaclari, sevdikleri ve
sevmedikleri, fikirleri ve istekleri birbirlerinden farklı olmaları nedeniyle, gereksinimleri ve gözettiği çıkarları da farklı
olmaktadır. Birbirlerine yakın olan bireyler, birlikte yaşayan
veya çalışanlar çatışmaya en yatkın olan bireylerdir.
Toplumsal yapının temelinde insan ilişkileri vardır. İşte bir
toplumu meydana getiren bütün birim ve öğeler birbiriyle
devamlı bir etkileşim halindedir. Her bir öğe, ötekilerini etkiler ve onlar tarafından etkilenir. Bu etkileşme ve etkilenme
zorunlu bir ahengi ve çatışmayı belirlemez. Bazı durumlarda bazı öğeler arasında çatışma olabilir, kiracı ve ev sahibi
arasında olduğu gibi. Bazı durumlarda da ahenk olabilir, kent
yönetimi ile kente yaşayanlar arasında olduğu gibi. Toplumsal değişimin ve farklılığın dinamiği ya da mekanizması bu
22
11. Yıl
Aygül Fazlıoğlu
Sosyolog
Eğer çatışma, sorunların
incelenmesine ve yeni
cözümler üretilmesine yol
açmasaydı, ne bireylerde,
ne de toplumda herhangi bir
değişim, gelişme ve dönüşüm
gerçekleşmezdi.
BİZ ve ÖTEKİ diye farklılıkları
pekiştirmek yerine, farklılıkları tanımalı,
kabul etmeli ve bunlar arasında
yüzeysel anlaşma ya da uzlaşmanın
ötesinde birliktelikler aranmalı, EMPATİ
kurmalı, farklı toplumlar arasında
köprü kurarak, ön yargıların, yanlış
yorumlamaların ve anlamaların,
kutuplaşmaların üstesinden gelmeliyiz.
“Ben ü Sen”i görmeliyiz.
etkileşim sürecinde yaşanır. Öte yandan, hangi
öğelerin ne zaman ve ne şekilde, hangi öğeleri
hangi ölçüde etkilediği, öteki öğeler üzerinde
nasıl bir etki bıraktığının anlaşılması toplumsal
değişimin, toplum düzeyindeki oluşumun haritasını ortaya koyar. Doğal olarak da bu harita farklı niteliklere sahip toplumlardaki farklı yapıları,
özellikleri ortaya çıkarmaktadır. Nasıl ki renkleri
harmanlayıp bir araya getirdiğimizde bize bir
anlam ifade ediyor ise; aynı ebru sanatı gibi,
tek bir renkten oluşmuyor. Ya da öyle bir mimari, öyle bir halı düşünün ki tek bir motifle ortaya
çıkartılmış olsun, ikinci bir unsur barındırmasın.
Toplumsal yapı dediğinizde de mutlaka farklılıklar olacaktır. Etkileşimin varlığı bütün toplumların, bütün değişme aşamalarında toplumsal
bütünlüklerin korunmalarına yol açmaktadır.
Toplumsal bütünlük, toplumun çeşitli kurum ve
öğeleri arasındaki ilişkinin devamıdır. Bu ilişki
ahenkli ya da çatışmalı bir şekilde devam ettiği
sürece toplumsal bütünlük var demektir.
Tarihsel süreç içinde bireyler, yaşadıkları sosyal gruptaki dokunun yansıttığı farklı roller ya
da kimlikler çerçevesinde toplumsal ilişkiler
kurup, bu ilişkilerdeki çatışma durumunu yaşayabilmektedir. Toplum birbirinden çok farklı
sosyal gruplardan oluşmaktadır. Bu farklı sosyal
yapıların her birinde farklı değerler ön plana
çıkmaktadır. Örneğin bir sosyal grupta baskın
olan değer ekonomik amaç ve çıkarlar olurken,
bir başka sosyal grupta ise temel hak ve özgürlükler öncelik olabilmektedir. Çünkü toplumsal
ilişkilerin temelini güç oluşturmakta ve toplum
tarafından belirlenmemiş ama insanların hepsinde ortak bazı temel çıkarlar söz konusudur.
Dolayısıyla farklı sosyal grupların ortak bir takım
genel kabulleri olsa da kendi değerlerini ön
plana çırkartabilmektedir.
Her toplumun her medeniyetin değişik dönemlerinde kendilerine özgü “biz” ve “öteki”
algılamaları ve düşünceleri olmuştur. İnsanın
her zaman kendine ben kazandırması dolayısyla kendini farklı olarak görmesi kaçınılmazdır.
Ancak bu kendisinden olmayan her şeye öteki
gözü ile bakması anlamına gelmemelidir. Son
yıllarda özellikle iç dinamiklerin etkisiyle İstanbul’da ya da herhangi bir büyük şehrimizde
bir apartmana girdiğimizde bir katta Tokatlı,
bir katta Sivaslı, bir başka katta Diyarbakırlı ve
Samsunlunun yaşadığını görebilmekteyiz. Herkesin farklı gelir, eğitim düzeyi, tüketim alışkanlıkları, düşünce, inanç, etnik ve kültürel kimliklerinden kaynaklan farklılıkları kabul etmeliyiz.
23
11. Yıl
Aksi durumda bu farklılıkların öne çıkarılması ve
bu niteliklere göre ayrıştırılması bu nüfus gruplarının her hangi bir çatışmanın potansiyel taraftarı
olarak ortaya çıkmasına neden olabilir.
Belki burada bu farklılıklar içinde bizim duruşumuz nedir, ne olmalıdır, EMPATİ nasıl kurmalıyız?
Bu sorulara cevap vermeliyiz. Sürekli değişen ve
gelişen toplumsal hayat nedeniyle insanların ve
toplumların sorunları ve ihtiyaçlarında da farklılaşmalar görülmektedir. Her insan farklı fiziki,
maddî yaratılışa sahiptir. Aynı şekilde her toplum
dili, tarihi, örf ve adetleri gibi unsurların etkisiyle
birbirinden farklı kültüre sahiptir. Bu farklılıklar
insanın ve toplumun her türlü maddî ve manevî
kültürüne ve eylemlerine yansımaktadır. Ancak
bu farklılıklar nedeniyle her insanın, her toplumun
tamamen ayrışmaları içerdiği anlamına gelmemelidir. Çünkü İnsanların ve toplumların “ortak akıl”
diyebileceğimiz ortak kabulleri bulunmaktadır. İşte
bizi biz yapan bu ortak akıldır. Aynı topluluğa ait
bireyler arasında, aynı sınıfa mensup olma durumu çatışmanın yoğunluğunu azaltmaktadır. Çünkü
farklı kültürler çatışmasıyla karşılaştırıldığında,
daha fazla karşılıklı bağımlılık yaşanmakta ve sık
iletişim halinde olmaktadırlar. Hepimizin ortak
amacı; farklı renkleri görerek, birbirimizin farklı
lezzetlerini tadarak, farklı çiçeklerini koklayarak,
farklı şarkılarını söyleyerek, dostluğumuzu büyüterek, toplum olarak, insan olarak birlikte gelişmek,
katılımcı, harmanlayıcı ve eşitlikçi bir dünya içinde
yaşamaktır.
Osmanlı döneminde hemen her şehirde gördüğümüz farklı etnik ve kültürel yapıdaki insanların
birlikte yaşama düşüncesini çok somut örnekleri
olarak, cumbalı Müslüman Türk evleriyle, Rum
evlerinin ya da Süryani evleri ile Türk evlerinin ya
da Ermeni evlerinin aynı mahallede sırt sırta, yan
yana durmasında görürüz. Manisa’nın eski Kula
sokaklarını, İstanbul’un Heybeli ve Büyükada’sını,
Mardin’in abbaralarını Antakya’nın sokaklarını dolaştığınızda iç içe yaşayan insanlara bizzat şahitlik
ederiz. Aynı toprağın üzerinde, aynı havayı soluyup, duvarı olmayan bitişik bahçelerde oynayan,
aynı meyveleri yiyen, mevsiminde aşureyi paylaşan, aynı pazardan alışveriş yapıp, aynı sokakları,
aynı çeşmeleri kullanıp benzer kültürel ürünler
ortaya çıkaran ve ortak ritüellere birlikte katılan
insanlara rastlarız. Kimimiz Ramazan ayında,
bazılarımız Muharrem ayında, bazıları da Şubat’ta
24
oruç tutarız. Cenazemiz olduğunda onlar evlerimize gelip başsağlığı dilerken ve/veya camiye gelip
yanımızda olduğunu hissettirirken, biz de onları
cenazesi için kiliselerine gideriz. BİZ ve ÖTEKİ diye
farklılıkları pekiştirmek yerine, farklılıkları tanımalı,
kabul etmeli ve bunlar arasında yüzeysel anlaşma
ya da uzlaşmanın ötesinde birliktelikler aranmalı,
EMPATİ kurmalı, farklı toplumlar arasında köprü
kurarak, ön yargıların, yanlış yorumlamaların ve
anlamaların, kutuplaşmaların üstesinden gelmeliyiz. “Ben ü Sen”i görmeliyiz.
M. Luther King’in söylediği gibi “Kuşlar gibi uçmasını öğrendik, balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama
kardeşçe yaşamasını unuttuk.” Barış içinde birlikte
var olmak ancak başkalarını sayarak birlikteliği
aramakla mümkündür. Bunun yolu da tek bir
bakış açısını ve hayat tarzını herkes için iyi diyerek
evrenselleştirmek yerine, farklılıkları koruyarak,
bireyleri ve hayat tarzlarını bir arada, çatışmaya
dönüştürmeden yaşamasını sağlamak, empati
kurmaktır.
Çatışmayı yönetmenin birçok biçimi vardır. Bunların hepsinin bazı yararları ve bazı sınırları olabilir.
Bunu bilmek ve hangisinin ne zaman yararlı, ne
zaman zararlı olacağını farketmek önemlidir. Çoğu
çatışma, bireyin ve/veya toplumun EMNİYET,
AİDİYET, KENDİNE SAYGI VE BAŞKALARINDAN SAYGI ve DOYUM (KENDİNİ – TAMAMLAMA) ihtiyaçlarını karşılamaya çalışması yüzünden
çıkmaktadır. Dolaysıyla çatışmayı anlamak ve bu
mücadeleyi iktidar mücadelesi olmaktan çıkarmak
için orta yol aranmalıdır. Çünkü her iki taraf da
kısmen tatmin eden bir çözüm için bir şeyden vazgeçmelidir. Anlasmazlık, incelemeye ve anlamaya
çalışılmalıdır. Çünkü yeni fikirler üretmek ve her iki
tarafı da tatmin edecek bir çözüm bulunmalıdır.
Uçu açık ve yargı içermeyen sorular kullanılmalıdır. Çünkü insanlar kendilerini savunmak veya
haklı çıkarmak zorunda hissetmemelidir. Tarafların
dedikleri (hem duygular, hem de olgular) yeniden
kaliba dokülmelidr. Çünkü tarafların birbirlerini
olumsuz sozler kullanmadan ve kimseyi suçlamadan anlamaları sağlanmalıdır. Farklılıklar zenginlik
olarak görülmelidir. Çünkü ”öteki”lerin yaşamın
bir yansıması olduğu anlatılmalıdır.
Tebessüm Çarşısı binlerce
kişiye umut oldu
Darda kalana, yoksula kısacası
ihtiyacı olan herkese el uzatan
Pursaklar Belediyesi Tebessüm Çarşısı, 10 yılda binlerce
kişiye umut oldu. Çoluk çocuk
genç ihtiyar herkesin yüzünü
güldürdü.
Pursaklar Belediyesi’nin Sosyal
Yardım Müdürlüğü bünyesinde
bulanan Tebessüm Çarşısı, 10
yıldır “Burada para geçmez. Bir
tebessüm yeter” sloganıyla hizmet ediyor. Pursaklar Belediye
Başkanı Selçuk Çetin’in göreve
gelmesiyle başlatılan uygulama
kapsamında ilçe genelindeki
ihtiyaç sahiplerinin yüzü güldü.
Yıl içerisinde farklı projelerle
halkın tebessümünü sağlayan
müdürlük, birçok kampanya ile
binlerce kişiye ulaştı.
İhtiyaç sahipleri tespit ediliyor
Tebessüm Çarşısı yetkilileri,
ihtiyaç sahiplerini gerek Kaymakamlık gerekse diğer kamu
kurumlarından araştırarak
tespit ediyor. Böylelikle gerçek
ihtiyaç sahiplerine ulaşılarak
Pursaklar’da herkesin tebessüm etmesi sağlanıyor. Ramazan ayında olduğu gibi yılın
diğer aylarında da ihtiyaç sahiplerinin taleplerini karşılayan
Tebessüm Çarşısı bu hizmetiyle
halkın takdirini kazanıyor.
Her yıl Ramazan ayında yaklaşık 2 bin aile gıda yardımı
alırken, binlerce kişiye de Ramazan ve Kurban Bayramlarında “bayramlık
kıyafet” hediye ediliyor. Mobilya, beyaz eşya, “Hoş Geldin Küçük Hemşerim”
kampanyası, sünnet ziyaretleri, kitap yardımı, tekerlekli sandalye, işsizler için
kurulan iççi bankası gibi alanlarda binlerce kişiye hizmet veriliyor.
İhtiyaç sahipleri birbiriyle karşılaşmıyor
Tebessüm Çarşısı’nın en çok dikkat ettiği konuların başında ise ailelerin birbirini görmemesi geliyor. Yetkililer, düzenledikleri randevu sistemi ile ailelerin Tebessüm Çarşısı’na geldiklerinde birbirlerini görüp üzülmemesi için titiz
davranıyor. Evleri uzak olanlara ise müdürlük personeli tarafından yardımlar
iletiliyor.
10 yılda sünnet olan 3 bin çocuğa bisiklet hediye edildi
Tebessüm Çarşısı kapsamında yürütülen kampanyalardan biri de Sünnet
Çocuklarını Ziyaret. Bu kapsamda her yıl sünnet olan 300’ün üstünde çocuğu Pursaklar Belediye Başkanı Selçuk Çetin, Ramazan ayında bizzat ziyaret
ederek bisiklet hediye ediyor. 10 yıldır devam eden bu uygulama kapsamında Başkan Selçuk Çetin, şu ana kadar sünnet olan yaklaşık 3 bin çocuğa
bisiklet, diğer aile fertlerine de değişik hediyeler verdi, hemşerileriyle birebir
görüştü.
Tebessüm Çarşısı’nın
hizmetlerini değerlendiren
Pursaklar Belediye Başkanı
Selçuk Çetin, “Hemşerilerimizi
memnun etmek, onların
tebessümünü sağlamaktan
daha güzel bir şey olamaz.
Bizler bu makamlara hizmet
etmek için talip olduk. Çok
şükür Pursaklar’ı Ankara’nın
en gözde ilçesi haline getirdik.
Ve en önemlisi de Pursaklar’ı
yaşanabilir ilçeler arasında en
üst sıraya taşıdık.” dedi.
25
İslam Dünyasında
Yaşanan Hadiseler Üzerine
Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Müslümanların referans
değerleri olmalıdır.
İslam’a göre
mazlumun da zalimin de
dinine ve mezhebine
bakılmaz.
26
11. Yıl
Gönül coğrafyamızda son zamanlarda yaşanan acı hadiseler bizleri
hüzne ve üzüntüye boğmuştur.
İsrail’in insafsız ve zalim saldırılarıyla Gazze’ye yağan bombalar
masum insanların yuvalarını
başlarına yıkmış, annelerin gözyaşları hiç dinmemiştir. Parçalanmış
İslam dünyasının düştüğü halden
güç devşirenler, yıllardır uyguladıkları ambargolarla açık cezaevine
çevirdikleri Gazze’ye basit bahanelerle bombalar yağdırmakta, çocuk,
kadın ve yaşlı ayırt etmeksizin
masum insanları katletmektedir.
Genel olarak Filistin ve özel olarak
Gazze halkına yönelik saldırılar,
yaşanan zor ve trajik koşullar Müslüman halklar ve dünya kamuoyu
açısından dayanılmaz bir boyuta
ulaşmıştır.
Bundan belki de daha acısı bazı
İslam beldelerinde yaşanan
krizler, siyasi ve askeri gerilimler,
mezhep ve meşrep kavgalarıdır.
Müslüman Müslüman’ı katletmekte, vuran “Allahüekber” derken ölen
“la ilahe illallah” diyerek ölmekte,
bu manzara hepimizi derinden
üzmekte ve endişelendirmektedir.
Bugün Irak’ta, Suriye’de, Libya’da,
Nijerya’da ve benzeri yerlerde
yaşanan adam öldürmeler, intihar
saldırıları, masum kız çocuklarını
kaçırmalar, camileri bombalamalar,
kutsal mekânları tahrip etmeler
ve milyonları yerlerinden yurtlarından etmeler sadece buradaki
insanları etkilemekle kalmamakta,
evrensel ölçekte İslam algısını
tahrip etmekte, tüm dünyadaki Müslümanların başlarını öne
eğmektedir. Bu durum bilhassa
Müslümanların azınlıkta yaşadığı
bölgelerde toplumsal dışlanmaya
ve ötekileştirilmeye neden olmakta,
Müslümanları bulundukları coğrafyalarda korku, dışlanma ve şiddet
tehdidi altında yaşamayla karşı
karşıya bırakmaktadır. Maalesef
İslamofobiyi oluşturmak isteyen
endüstri, İslam dünyasındaki ça-
tışmaları ve yaşanan manzaraları
iddialarına delil olarak göstermekte, Müslümanlar aleyhine acımasız
bir propaganda yaparak yürekler
İslam’a dair korku salmaya devam
etmektedir. Bu açılardan bakıldığında diyebiliriz ki, bugün İslam’ın
cahil müntesiplerinin din-i mübin-i
İslam’a verdiği zarar azılı düşmanların verdiği zararı fersah fersah
geçmiş bulunmaktadır.
Batı medeniyeti İslam topraklarında yaşanan şiddet ve zulmün
sebeplerini okumakta zorlanmaktadır. Bu vahşetin sebeplerini İslam
dininin ve mezheplerin tarihsel
köklerinde aramakta, İslamî referansları sorgulamakta ve önyargıyla yorumlayarak yanlış sonuçlara
ulaşabilmektedir. Oysa bunlar dinden ve dinî mezheplerden kaynaklanmadığı gibi bu vahşetin köklerini
asr-ı saadette, Hz. Peygamber’in
hadislerinde, Hz. Osman’ın katliyle
başlayan fitne döneminin akabinde
yaşanan mezhep ihtilaflarında aramak da beyhudedir. Yaşanan bütün
bu hadiseler, modern zamanların
işgal ve sömürgelerinden sonra
istibdatların gölgesinde, yoksulluk,
cehalet ve esaretin ürünü olarak
gelişen yaralı bilinçlerin ve ölümcül
kimliklerin kin, öfke, ihtiras ve intikamlarını din ve mezhep görüntüsü
altında meşrulaştırmaya çalışmasından başka bir şey değildir.
Meydana gelen elim olayların
sebeplerini dışarıda aramak en
kolay açıklama yoludur. Suçu diğer
mezhebin yaptıklarında aramak,
hadiseleri İslam muhaliflerine, dış
düşmanlara, şer güçlere, emperyalistlere, siyonistlere bağlamak
da kolaycılıktır. Gerçek sorumluluk
idrakinde olanlar, ilk önce kendi
tarafına bakmalı, yanlışlığı öncelikle
kendinde aramalı ve buna göre
tahlil yaparak sonuca varmaya
çalışmalıdır. Ayrıca hiç kimse bir
başkasını İslam’ı kendisinin anladığı
gibi algılayıp yaşamadığından ötürü
tekfir etmemeli, Müslüman bir baş-
ka Müslüman’ı müşrik görerek onunla savaş halinde
olmamalıdır. Böyle bir çatışma durumu, İslam’ın en
ulvi kavramlarından olan cihat ile beraber anılamaz.
Toplumda kaos ve kargaşa çıkartma, insanları topluca öldürme, camileri bombalama, katliam yapmanın
adı terördür ve terör cihat olarak kabul edilemez.
İslam’ın cihat anlayışında asla terör ile özdeşleşen
yöntemler kabul edilemez ve uygulanamaz. Bitkisiyle,
hayvanıyla yeryüzündeki tüm canlılara merhamet
etmemizi, sevgiyle yaklaşmamızı emreden İslam’ın,
suçlu suçsuz demeden intihar saldırıları türünden
toplu imha yöntemleriyle kan akıtılmasını teşvik
etmesi veya buna onay vermesi düşünülemez. Cihat,
terörün, vahşetin ve öldürmenin değil, diriltici bir
gayretin, hayat veren bir mücadelenin adıdır. Bugün,
Müslümanların topyekûn başvuracağı en büyük cihat,
cehalete, taassuba, fitne ve tefrikaya karşı yapacakları cihattır. Hiç kimse, zulme karşı cihat iddiasıyla
başkaca mazlumiyetlerin yaşanmasını meşru görmemeli; hiçbir âlim, zulmü meşrulaştırmak adına ilmini
ve fetvasını kana bulamamalıdır.
Bir insanın yaşaması, her türlü makam, mevki ve
saltanattan çok daha değerlidir. Zulme, sömürüye,
işgale, savaşa, baskıya, menfaate, korsanlığa, silaha
ve güce dayalı egemen anlayıştan kurtularak adalete,
dayanışmaya, bağımsızlığa, barışa, özgürlüğe, dostluğa, bilgeliğe, hukuka ve ahlaka dayalı değerler biz
Müslümanların referans değerleri olmalıdır. İslam’a
göre mazlumun da zalimin de dinine ve mezhebine
bakılmaz.
Müslüman toplumlar olarak köklü bir medeniyete ve
zengin tarihî tecrübelere sahibiz. Bugün, tarihimizde
de birkaç defa yaşanmış olan büyük bir fetret döneminden geçmekteyiz. Bu fetret döneminin getirdiği
ıstıraplar umutsuzluğa yol açmamalıdır. Bu dönem
arızidir, geçecektir; ümmetin huzur bulacağı, istikrar ve istikamet yoluna gireceği günler inşallah
uzakta değildir. Hikmet ve aklıselim Allah’ın izniyle
galip gelecektir. Kim hangi siyasal mühendislik veya
çıkar hesapları içerisinde olursa olsun, çabaları boşunadır. Çünkü bu medeniyet havzasının kodlarında
çatışma kültürü değil dayanışma kültürü, bir arada
yaşama ahlakı ve hukuku vardır. Bütün bu hadiseler
karşısında asıl olan, hiçbir zaman zalimlerin ve katillerin safında yer almamaktır. Asıl olan, Nemrutlara
karşı daima İbrahim’in (as) yanında olmak ve Firavunlaşmış ruhlara karşı daima Musa’nın (as) tarafında
yer almaktır.
Hiçbir Müslüman, bölgemizde yaşanan sıkıntılar
karşısında sessiz kalamaz. Başkanlığımız da Ramazan
ayından on gün kadar önce tüm İslam ülkelerini sorunun çözümü için ortak hareket etmeye davet amacıyla yedi dilde “Sağduyu, Barış ve Kardeşlik Çağrısı”
yapmış ve bu çağrımız olumlu yankılar uyandırmıştır.
10 maddeden oluşan çağrının hemen akabinde
dünyanın birçok ülkesinden yüz elliyi aşkın bilgin,
kanaat önderi ve gazetecinin iştirakiyle Başkanlığımızın ev sahipliğinde İstanbul’da “Dünya İslam Bilginleri
Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi” adıyla bir forum
düzenlenmiştir. Toplantıda sadece karar almakla
yetinilmemiş, yedi asil ve üç yedek olmak üzere on
kişilik “Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu
İnisiyatifi Daimi Temas Grubu” oluşturulmuştur. Bu
grup hükümetler, parlamentolar, uluslararası kurum
ve kuruluşlar, dinî müesseseler, kamuoyu oluşumunda etkin olan teşekküller, bilimsel ve akademik
çevreler nezdinde temaslarda bulunacak olup İslam
Coğrafyasında kalıcı bir barışın sağlanması için
atılması gereken adımları içeren bir öneri paketini
ilgili çevrelere iletecektir. Aynı zamanda İslam dünyasındaki ulusal ve uluslararası faaliyette bulunan
teşekküllerin katılım ve desteği için de bu delegasyon
çağrıda bulunacaktır.
Mübarek Ramazan ayında bölgemizde yaşanan
vahşet ve katliamları durdurma adına Başkanlığımızın üstlendiği inisiyatif bütün Müslüman ülkelere bir
umut olmuştur. Bizim milletimizin tarihte olduğu gibi
bugün de mazlum ve mağdur milletler için bir umut
olduğunu unutmamamız; birliğimizi, dirliğimizi, ahengimizi, kardeşliğimizi, tesanüdümüzü daima ayakta
tutmamız gerekmektedir. Nitekim bu Ramazan’da da
hastanelerin yaralılarla dolup taştığı, ölenlerin çoğunun çocuk, kadın ve yaşlılardan oluştuğu, şehirlerin
enkaz yığınına dönüştüğü, binlerce insanın barınma,
açlık, susuzluk problemi yaşadığı İslam beldelerine
ulaşabilmek amacıyla yurt içinde ve yurt dışında
yardım kampanyası gerçekleştirilmiştir.
Umudumuz odur ki, acılar nihayete erecek, bir türlü
istikrara kavuşamayan Müslüman coğrafyasında
kardeşlik, dayanışma ve barış ortamı yeniden tesis
edilecektir. Gerek fert gerekse millet olarak bütün
varlığımızla inanıyoruz ki, İslâm ülkeleri yine ve yeniden ilim, medeniyet, huzur ve adalet diyarı olacaktır.
27
11. Yıl
Filistin neyi temsil ediyor?
Allah Rasûlü -sallellahu aleyhi ve sellem- “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz”
buyurmuştu değil mi? Evet, nasılsak öyle de yönetiliyoruz. O halde,
1.5 milyar civarındaki dünya İslam nüfusu nasıl bir görünüm sergiliyor
ki, Filistin yarası, ya da benzeri acılar, onun bedeli olarak müslüman
hayalinin birer parçası halinde bulunuyor?
Ahmet Taşgetiren
Bu noktada yapılacak ilk tespit, bugün dünyanın hiçbir yerinde İslam’ın,
müslümanın hayatında kendi ölçüleri içinde belirleyici bir durumda
olmamasıdır. Bunu, farklı sistem yapıları içinde yaşamak zorunda olan
dünya Müslümanlarının İslam’la ilişkilerinde ortaya çıkan açı farklarını
gözleyerek daha net görebiliriz. Bunun ibadet hayatından dünyaya
bakışa kadar her alanda, Müslümanı kısıtladığı muhakkaktır.
İslam’ın belirleyici olup olmaması, Filistin ve benzeri yaralar için
çok mu önemlidir? Evet çok önemlidir. Çünkü bugünün müslümanı,
atomize hale getirilmiş müslümandır, ümmet bütünlüğünü kaybetmiş
müslümandır. Hatta cemaat bütünlüğünü. Dünyanın herhangi bir
yerindeki müslüman için değil Filistin’deki yaraya el uzatmak, yanı
başındaki müslümanın acısıyla ilgilenmek bile tamamen “ferdî” bir
değerlendirme meselesidir. Oysa İslam öyle düşünmüyor. Şura Süresi
39. âyette, “O mü’minler ki haklarına, yurtlarına tecavüz edildiği zaman
yardımlaşarak öç alırlar.” buyuruluyor. Demek İslam, müslümanı
müslümana karşı sorumlu kılıyor. Kılıyor ama bu sorumluluk nasıl
icra edilecek? İslam çağırdığı zaman kaç kişi kendisini “hayat”ın
bağlayıcılığından kurtararak koşabiliyor? Filistin’deki, Afganistan,
Eritre, Azerbaycan’daki Türkistan’daki bütün bu yerler müslümanların
büyük kütleler halinde bulundukları yerlerdir-Müslümanların İslam’ı
yaşayabilme kaygıları bizleri ne kadar ilgilendiriyor? Ya da çok çok
ilgilensek “ferdî” olarak ne yapabilirdik? Demek İslâmın belirleyiciliğinin
yok edilmesi, temelde ümmet gücünü ortadan kaldırıyor.
“Biz nasılız?” sorusunun bir cevabı, “çarpık harita” kavramında ifade
edilebilir. Bugünün müslümanları “çarpık harita”nın sınırladığı bir
çerçeveye mahkum edilmişlerdir. Ne demek bu?
Şu demek ki, 1.5 milyarlık nüfusu, siyasî ünitelere bölen haritalar,
İslam’a düşman güçlü ülkelerin kaleminden çıkmıştır ve onların
politikalarını yansıtmaktadır. 20. Asrın başında, İslam’ın merkezî gücü
28
11. Yıl
dize getirildiğinde, İslam toplumlarını, bugün
bulundukları coğrafi statüye sokan, kimini
bölen, kimini birleştiren, kimine mandayı,
kimine esareti, kimine de muvazaalı bir
bağımsızlığı öngören politika, İslam’ın
cihanşümul politikası değildir. İslam
düşmanlarının politikasıdır. İngilizlerin,
Abdülhamid’in hilafet politikasına nasıl
öfkelendiğini, müslümanların birliğinden
nasıl tedirgin olduklarını biliyoruz. İşte, 1.
Cihan Harbi sonrasında Osmanlı Devletinin
şemsiyesi öyle bir delinmiştir ki İngiltere,
hilafet politikasının acısını, müslümanları
parça parça ederek çıkarmıştır. Her kabileye
bir devlet politikası, sadece İslam’ın büyük
gücünü yok etmeye yönelik bir hareketti.
Bunda da muvaffak oldular. Yalnız İngilizler
değil, bütün Avrupa’nın politikası buydu.
Rusya’nın politikası da öyle. Diyelim
ki, Türkiye ile İran ve Araplar arasında
kavim farklılığı vardı. İslam açısından bu
farklılıkların problem haline getirilmesi
de tartışılabilir. Ancak, diyelim ki, bu, farklı
devletlere zemin olacak bir özellik olarak
telakki edilsin. Peki bir Arap kavminden şu
kadar devlet çıkarmak neyin nesi idi?
Koca Türkistan, bölük pörçük edilmiş.
Hepsi aynı soydan, hepsi aynı dinden
insanlar arasında farklı ünitelere
bölecek ayrılıklar icad edilmiş, ancak
bunlar, bir tek sömürgecinin idaresinde
birleştirilebilmişlerdir.
tümü kavmî kaygılarca beslenmektedir. Bunu
da, başta, haritayı çarpık çizenler özellikle
hesaplamışlardır. Ta ki, müslümanlar arasındaki
sürtüşmeler biteviye devam etsin. Olaya bu
yönüyle bakıldığında Ortadoğu’da ve 1.5 milyar
müslümanın yaşadığı topraklarda görülmesi
gereken hesabın sadece Filistin gibi kanayan
yaralar olmadığı sonucuna varabiliriz. Belki
taaa, Osmanlı’nın son günlerinden, yani
İslam toplumlarının haritalarının çizildiği
günden itibaren, İslam’ın nihaî ideallerini göz
önünde bulundurarak yeni bir muhasebenin
yapılması gerekir. Bu muhasebenin, özellikle
müslüman aydınlar, fikir adamları tarafından
yapılmasıdır en önce gerekli olan... Realitenin
bütün olumsuzluğuna rağmen, müslüman
münevverlerde oluşacak fikrî aydınlıklar,
geleceğin dünyasını etkileyecektir.
Belki yukarıdaki sebeplerin bir sonucu olarak
bugün, kaynayan bir dünya halindedir İslam
toplumları... Düşünce hareketleri, sistem
arayışları, bağımsızlık çabaları ve ülkeler arası
ihtilaflarla İslam alemi, müthiş bir hareketlilik
yaşamaktadır. Bu hareketlilikten güzel doğumlar
da beklenebilir, hilkat garibeleri de... Bir
anafor görüntüsü veren mevcut durum, İslam
dünyasını şu anda zaaf içinde gösteriyor. Acaba
yarınlarda farklı oluşumlar mümkün olabilir mi?
Bu hareketliliğin içinde bizce o da saklı...
Sonra her İslam ülkesinin birbiriyle bir toprak
hesabı var. Aşağı yukarı bir asırdır, birbiriyle
boğuşuyorlar. Oysa daha dün, Osmanlı
delikanlısı, o topraklar için şehid düşmüş.
Sırf İslam toprağı olduğu için. Sırf müslüman
kanını savunmak için. Yemen’deki, Akka’daki,
Trablus’taki şehid kanında kavmî bir kaygı
yoktu. Ama şimdi verilen toprak kavgalarının
29
11. Yıl
Sistem arayışları ve bağımsızlık hareketleri,
İslam dünyası için beklenen bir gelişmeydi. Bir
kimlik sorgulaması biçiminde gelişen bu çaba
kaçınılmazdı.. Siyasî hürriyetini kazanamayan
İslam toplumu, kimlik şuuruna erdikçe esareti
tepecek, bağımsızlığı arayacak; siyasî hürriyetine
sahip ancak İslam dışı bir çerçeve içindeki
müslümanlar ise, kimlik şuurunu kazandıkça
sistem arayışına girecekti. Şimdi aşağı yukarı
bütün İslam ülkelerinde, İslam’ın bağlayıcılığını
arayan bir bağımsızlık hareketi ya da sistem
sorgulaması vardır. Bu, eğer İslam’ın aklı selimi
çizgisinde büyürse, geleceğe güzel birikimler
bırakabilir.
İslam dünyasının en büyük problemi, ülkeler
arası ihtilaflardır. Bugün kaç İslam ülkesinin
birbiriyle ihtilaf halinde bulunduğu incelense,
gerçekten acı sonuçlar ortaya çıkacaktır. Bu
kavgaların arkasında, İslam yoktur. İslamî kaygı
yoktur. İslamî politika yoktur. Müslümanca bir
basiret de yoktur. Bu kavgalar bizim kavgamız
değildir. Herkes, arkasındaki süper gücü
devreden çıkarmalı ve imanlarıyla konuşur
hale gelmelidir. Bu ihtilaflar, bizim dünyamızın,
belki Filistin’den de büyük yarasıdır. Biz Filistin
yarasını şehit kanlarıyla sarabiliriz. Ama
müslüman ülkeler arası ihtilafların açtığı yaraları
asırlar bile sarmıyor.
Bu yazıya şu soruyla da girilebilirdi:
-Acaba süper güçler nasıl bir İslam dünyası
istiyor?
Bu sorunun cevabı da, sanıyoruz yukarıdaki
değerlendirmeler şeklinde olurdu. Bunun
anlamı şudur: Bugünkü İslam dünyası,
müslümanların şekillendirdiği bir dünya değildir.
Siyasî sınırlarıyla, sistemleriyle, tamamen
süper güçlerin politikasına uygun olarak
30
11. Yıl
şekillenmiş bir dünyadır. Sık sık, Lozan’ın
Ortadoğu’da kurduğu dengeden ve bu dengenin
kalıcılığından söz edilir. Hatta bazı politikacılar,
Lozan’ın bu özelliğini bir öğünme vesilesi gibi
değerlendirirler. Oysa durum hiç de öyle değildir.
Lozan dengesi denen hadise, süper güçlerin
İslam ülkelerine biçtiği modelden ibarettir.
Bugün bu modeli topyekün yaşıyoruz. Filistin’in
acısı da o modelin içindedir, Müslüman ülkeler
arasındaki derin kavgalar da... Bizim liberal
kapitalizmimiz de, Suriye’nin Baas sosyalizmi
de...
‘Böyle İslam dünyasına böyle Filistin...’ ifadesi
doğru. Ancak bu, gerçeğin bir boyutu, İslam
dünyasında, süper güçlerin modelini aşan
duyguların ülke ülke dal-budak saldığını,
İslam imanının sınırların ötelerinde birbiriyle
buluştuğunu, kucaklaştığını, bunun geleceğe çok
önemli sesler ilettiğini de belirtmemiz gerekiyor.
“Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Her
zorluk iki kolaylık arasındadır.” Filistin’e ağıt
yerine, o sebeple Filistinli mücahidin şahsında
bütün İslam dünyasında gelişen cihad ruhu için
neşideler yazmak lazım.
Yıllar geçiyor ki Ya Muhammed
Aylar bize hep Muharrem oldu.
Allah için, ey Nebiyy-i masûm,
İslamı bırakma böyle bîkes,
İslamı bırakma böyle mazlum..
M. Akif ERSOY, Safahat, s. 231
31
11. Yıl
FİLİSTİNLİLERİN
BU ÇUVALI
BAŞINA KİM GEÇİRDİ?
Her şey bugünde dünyanın en güçlü ailesi olan
Rothschild ailesinden İngiltere’deki Yahudilerin
lideri olan Walter Rothschild’in (İngiltere ve İrlanda Siyonist Federasyonu Lideri) İngiltere Dışişleri
Bakanı Arthur J. Balfour’u ve İngiltere hükümetini etkisi altına alarak, İngiltere Hükümetince
“Balfour Beyannamesi” yani Yahudilerin Filistin
topraklarını ele geçirip orada Yahudi Devleti
kurma amaçlarını ilan ettikleri resmi belgenin
yayınlanması ile resmi olarak gün ışığına çıkıyor.
İngiltere’de yaşayan Yahudilerin uzun süredir
Filistin topraklarında bir büyük Yahudi devleti
kurmak için gizliden çalışmaları vardır. Bu çalışmaların başını Baron Walter Rothschild çekmektedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde dağınık olarak
yaşayan Yahudi Diasporası da bu emellerini
maddi manevi desteklemektedir. Bu çalışmalarını
İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur J. Balfour’un 2
Kasım 1917’de İngiltere Hükümetince deklere
edilen Balfour Beyannamesi ile resmi bir nitelik
kazanır. Bu beyanname İngiltere Hükümetinin Filistin topraklarında Yahudilere bir Devlet kurmaları için destek vereceğini resmen ilan etmektedir.
Bu beyanname 9 Kasım 1917 de basılır ve daha
sonra 1. Dünya Savaşının sonunda Sevr Anlaşmasının bir parçası olarak Osmanlı Devletine Filistin
Şartnamesi olarak imzalatılır.
Savaşın hemen ardından dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudiler akın akın Filistin’e göç etmeye
başlarlar. Amaçları ileriki tarihlerde kuracakları
Yahudi Devleti için “Biz zaten orada yaşıyorduk.”
demektir. Zaten 1.Dünya Savaşının sonunda Filistin halkının bu yeni gelen Yahudilerin gelmesini
önleyecek resmi veya askeri bir güçleri de yoktur,
çünkü Filistin savaş sonunda İngilizlerin yönetimi
altına girmiştir. İngilizler Belfour Beyannamesinde taahhüt ettikleri gibi her geçen yıl daha fazla
Yahudi’yi gemilere doldurarak Filistin’e getirip
bırakıyorlardı. Bu sırada Yahudi Diasporasının bir
kısmı da Amerika’ya göçüyorlardı. Her geçen yıl
Amerika’da da ekonomik ve politik güçlerini de
arttırıyorlardı.
Alev İşcen
32
11. Yıl
Bu göçler 2.Dünya Savaşından sonra Nazilerin
Yahudilere yaptıkları soykırımla iyice arttı. Dünya
Savaşından sonra Filistinli halk Yahudilerle çatışmaya başladılar. Bu durum Filistin’de ciddi asayiş
problemine dönüştü. Fakat 2.Dünya Savaşında
zayıflayan İngiltere’nin Filistin’de asayişi sağlayacak maddi gücü yoktu. Yaklaşık yüz bin kişilik bir
polis ve jandarma bulundurması gerekiyordu. Bu
yüzden Amerika Yahudi Diasporasının tek umudu
haline geldi. O sırada Amerika’da Başkan Harry
Truman’dır. Başkan seçilmeden önce Yahudi
ortağı Edward Jacobson’a Yahudilerin seçimlere
maddi destek ve oy vermeleri karşılığında Filistin’de Yahudi Devletini kuracağına söz vermiştir.
Harry Truman Amerika’nın Başkanı seçilince
Jacobson Başkan Truman’a sözünü tutması için
ciddi bir baskı kurar. Kendisi ve Yahudi Diasporasından adamları devamı Beyaz Saray’a gelirler.
Siyonistler yufka kalpli olan Truman’a Almanya’da
Nazilerin yapığı soykırımı kullanarak manevi baskı
oluştururlar. Bu sırada Filistin 1948 yılında İngiltere’den Birleşmiş Milletlerin kontrolüne geçer.
Fakat petrol yataklarından uzaklaşmayı da İngiltere hiç istemiyordur. Orta Doğudaki menfaatlerini
sürdürebilmek için yeni dostu 2.Dünya Savaşındaki kurtarıcısı Amerika Birleşik Devletlerinin parası
ve gücünü arkasına alıp Filistin’e yerleştirdiği
Yahudilerin vasıtasıyla Yahudi devletini kurup
Orta Doğudaki çıkarlarını korumayı amaçlıyordur.
İşte bu sebepten İngiltere Dışişleri Bakanlığı da
Harry Truman’a baskı yapıyordu. Fakat Siyonistlerin önlerine hesapta olmayan bir engel çıkar, bu
kişi Amerikan Dışişleri Bakanı efsanevi General
Marshall’dır. General Marshall ve bütün Dışişleri
Bakanlığı yetkilileri Yahudi Devletinin Filistin’de
kurulmasına şiddetle karşı çıkarlar. Bunun
sebebi Petrol kaynaklarının üzerinde oturan
Arap Devletleri ile Amerika Birleşik Devletlerinin
arasının açılmasını istemedikleri içindir. Marshall
Truman’a söyle der: “Bir tarafta 30 Milyon Arap
diğer tarafta 600.000 Yahudi, ikisi bir savaş yapsa
Arapların kazanacağı kesin, matematik ortada!”
Bu görüşe Amerikan Savunma Bakanı Forrestal, Dışişleri Bakan Yardımcısı Lovett, C. Bohlen
gibi kabinedeki diğer Bakanlar da karşıdır. Harry
Truman yalnızdır! Harry Truman Filistin’de Yahudi
Birliği ve İngiltere’nin istediği gibi iki ayrı devlet
kurulmasını isterken, Dışişleri Bakanı, General
Marshall, Savunma Bakanı, Forrestal, yardımcıları, ve bakanlık yetkilileri ise Birleşmiş Milletlerin
sorumluluğuna geçen Filistin’in garantörünün
Amerika Birleşik Devletleri olmasını savunuyorlar ve bu konuda Amerika temsilcisi Dean Rusk
ve ekibi yoğun çabalar harcıyorlardı Birleşmiş
Milletlerde.
Fakat İngilizler Filistin’in yönetimini 14 Mayıs
1948’de gece yarısı 12’de bırakınca, Filistin’deki
Yahudiler gece yarısını bir geçe Yahudi Birliği Başkanı David Ben Gurion liderliğinde Yahudi Devleti
“İsrail”in kurulduğunu dünyaya ilan ederler.
Ben Gurion’un İsrail’in Başbakanı seçildiği haberi
Beyaz Saraya gelir. Başkan Truman, Beyaz Saraya
kendisine destek olması için İçişleri Danışmanı olan
Siyonistlerin temsilcisi Clifford’i çağırır, Bakan General
Marshall’a ve Forrestal’a Lovette karşı yanında toplantıya girip destek vermesini ister. General Marshall
Siyonist, Clifford’i görünce, “Bu adamın bu toplantıda ne işi var? O Dışişleri Danışmanı değil, İçişleri
Danışmanı!’ der. Başkan “Ben İstiyorum onun için.”
der. Tartışma başlar, Bakanlar ne derse desin Başkan
Truman Yahudi Devletini tanıyacağız görüşündedir.
Clifford Arapların Orta Doğuda demokrasi kuramayacaklarını halbuki Yahudilerin Filistin’de İsrail Devletini
demokrasi olarak kuracaklarını böylece demokrasiyi
Orta Doğuya Amerika’nın getirmiş olacağını, ayrıca
Tevrat’taki ayetin de Tanrının buyruğu olarak yerine
getirilmesi gerektiğini vurgular. Bu sebepten de Hristiyan Amerika’nın Yahudilere devlet kurmakta yardım
etmesinin inançları gereği olduğunu savunuyordu. Çok
dindar olan Harry Truman’ı böyle diyerek te avlıyordu.
Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nin artık dünyanın
yeni lideri olarak Orta Doğuyu kontrol edebilmesi için
Arapların hakimiyetindeki bölgede dost bir İsrail Devleti’nin kurulmasının stratejik açıdan önemine dikkat
çekiyordu. Saatlerce tartışmanın sonunda General
Marshall çok sinirlenerek Başkan Truman’a “Eğer sen
İsrail Devletini tanırsan seçimlerde ben sana karşı oy
kullanırım.” dedi. Bu tartışmalar Beyaz Saray’da devam ederken İsrail halen Amerika’dan ses çıkmamasına kızmaya başladı. Ve Beyaz Saraya tanıyın diye baskı
yapıyordu. Saat
5 sıralarında iki
bakan Marshall ve
Forestall köşeye
sıkışmıştı. Başkan
kararlıydı, ya istifa
edecekler veya
İsrail’i Amerika’nın
tanımasına “okey”
diyeceklerdi. Kararlarını verdiler
ve “okey” dediler.
Bunun üzerine
Siyonist Cliffor
zaten önceden
Başkan Truman’ın
okuması için
hazırladığı metni
Beyaz Saray’dan
basın açıklaması
ile dünyaya ilan
ettiler. Haber
Birleşmiş Milletlere vardığında
Amerikan temsilcisi Dean Rusk’in
haberi yoktu. İlk
önce kötü bir şaka
zannetti Birleşmiş Milletlerdeki temsilciler, çünkü Rusk
Amerika’nın Filistin’de Birleşmiş Milletler adına yönetici olmasını kabul ettirmeye çabalıyordu o sırada.
Sonra haberin doğru olduğunu öğrendiklerinde herkes
şok oldu. Tam bu anda Filistinliler, Araplar, bütün
Müslüman Dünyası kaybediyor, Yahudi Diasporası yani
Siyonistler ve temsilcileri Clifford kazanıyor, Amerikan
Başkanı Harry Truman yeni kurulan İsrail Devleti’nin
ebesi oluyordu.
Eğer Başkan Truman böyle davranmasa idi ne olurdu?
İsrail Devleti asla Filistin’de başarılı olamaz hemen
yıkılırdı. Arap - İsrail Savaşında Amerika’nın verdiği
bedava son sistem silahlar ve para desteği olmadan
İsrail savaşı kazanamazdı. Gelecekte yapacağı üç
savaşı da kazanamazdı! Filistinliler ve Araplar Yahudileri denize dökerlerdi. O günden bugüne kadar İslam
Dünyasının göbeğinde İsrail; bir koca çıban, huzursuzluk kaynağı olmayacaktı.
Sonuç itibari ile Filistinlilerin başına bu çorabı
1917’den 1948’e kadar bir örümceğin ağını örmesi
gibi İngilizler ve Siyonistler beraberce örüp ikinci Dünya Savaşının galibi Amerika Birleşik Devletleri olunca
onu kullanarak Israil Devletini Arap Dünyasının kalbi
olan Kudüs’e kurmuşlardır. 1948’den bugüne kadar da
Amerika Israil’e trilyonlarca dolar nakit para ve silah
yardımı yaparak sunî teneffüs ile yaşatmayı başarmıştır. Mısır’a sus payı olarak her yıl nakit para yardımı
yaparken, İsrail Devleti’ni tanıyan Türkiye’ye de nakit
para ve eskiyen silahlarını vermiştir. İsrail öz evlat,
Mısır kıymetli üvey
evlat, Türkiye her
daim bastırılması
gereken, kafasını
suyun üzerine
çıkartamaması
için elinden geleni
ardına koymadığı
kıymetsiz üvey
evladı olmuştur
Amerika’nın. Hele
şimdilerde ekonomisi, istikrarı,
başarıları ile Orta
Doğuda aktif bir
oyuncu haline
gelen Türkiye, Filistin’deki Hamas’ı
desteklediğinden
beri İsrail’in en
sevmediği ülke
konumundadır.
Dolayısı ile Amerika’nın kontrolünden çıkan Türkiye,
Amerika açısından
büyük kaygı oluşturmaktadır.
33
11. Yıl
Bülent Arı
34
11. Yıl
Tarihimizde yaşanmış, millet olarak hafızalarımızda iz bırakmış önemli olayları bizlere
hatırlatan bol miktarda hatıra mevcuttur.
Yavuz Sultan Selim’in ünlü veziri “ Devlete bir can borcumuz vardır, ölmek ne gün
içindir? Elimiz kılıç tutuncaya dek. Vuruşarak
Rütbe-i Şehadeti ihraz eylemek isteriz..”
diyen Vezir-i azam Sinan Paşa’nın Han
Yunus Zaferi ile kazanılan Filistin tam 400 yıl
sonra Türk askerinin kendisinden kat be kat
üstün Britanya ordusuna ve onlara yardım
eden“bağımsız büyük Arab Devleti” vaadiyle
kandırılan yerli isyancılara karşı yürütülen
çok sayıda muharebede gösterdiği cansiperane çarpışmalar ve fedakârane gayretlerine
rağmen diğer bölgeler gibi trajik bir biçimde
elden çıkıp gitmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın başında İngilizler,
Basra’yı işgal ettiler. Altıncı Orduy-ı Hümayun, gittikçe büyüyen İngiliz- Hind ordusuna
karşı Irak’ı müdafaa etti. Selman-ı Pak’da
İngilizler’i yenen Osmanlılar, Kutül-Amare’de bir İngiliz tümeninin tamamını (13.000
asker), 5 generali ve bütün silahlarıyla esir
aldılar. (29 Nisan 1916) Böylece 1915’de Çanakkale’de doğrudan Osmanlının kalbini ele
geçirmeye çalışan İngilizler ummadıkları bir
yenilgi aldılar. Osmanlının zayıfladığı tespiti
onları yanıltmıştır.
Ancak bu başarının ardından buradaki Türk
kuvvetlerin mühim bir kısmı Ruslara karşı
İran’a kaydırıldı. Bölgedeki yerli Yahudi casusların durumu İngilizlere haber vermeleri
neticesinde yeni takviye birlikleri ile hazırlanan İngilizlerin tekrar saldırıları sonunda
Bağdat düştü. (11 Mart 1917)
1917 yılında Rusya’da meydana gelen Bolşevik ihtilalı neticesinde Rusların savaştan
çekilmesi müttefik kuvvetlerine bir darbe
daha vurmuştur. Savaş Avrupa’da da almanlar lehine gelişmiştir. Bunun üzerine ABD İngilizlerin yardımına koşar. Yeni silah ve askeri
destek sayesinde bu defa ittifak devletleri
taarruza geçer. 1917 yılı sonbaharında işte
bu değişen dengeler üzerine İngilizler büyük
bir kuvveti doğuya kaydırırlar. Çünkü Osmanlı
toprakları hem Hindistan yolunun güvenliği
için hem de sanayide kullanım değeri gide-
rek artan petrolün ele geçirilmesi amacıyla
daha fazla önem kazanmıştır.
Osmanlı genelkurmayı bu stratejik önemin
farkında olarak hem ırak hem Filistin cephesinde taarruz halindedir. Nevar ki 1915 ve
1916 yılında Mısır’da Osmanlı hâkimiyetini
yeniden sağlamak ve Süveyş kanalını ele geçirerek İngiltere’nin Hindistan yolunu kesmek
amacıyla girişilen iki kanal harekâtı başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun yüzünden bu savaşın
ağırlık noktası Filistin ve Suriye’ye kaydırılır.
Bunun üzerine Mekke şerifi Emir Hüseyin ile
anlaşan ve onlara Suriye-Irak ve Hicazı içine
alan müstakil bir Arap Devleti kurma vaadinde bulunan İngilizler aynı zamanda Siyonistlere Filistin de bir devlet kurmaları sözünü
vermişti. Böylece İsrail’in kurulması için
zemin hazırlanarak Filistin meselesi olarak
bilinen olayların zemini hazırlanmıştı.
Birinci Gazze Savaşı: Şerif Hüseyin ayaklanmasının bastırılması
için 4. Ordudan bir kısım birlikler hicaza gönderildi. Ordunun geri kalan kısmı ise Gazze,
Şeria ve Birusseba hattında savunmaya
çekildi. 1917 baharında İngilizler Gazze’ye
saldırdı. 1. ve 2. Gazze savaşları yapıldı.
İngilizler Türklerin kahramanca savunması
karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Takviyelerini arttırmaya başlayan İngilizlerin
Filistin cephesinde toplanmaları üzerine
cemal paşanın uyarısıyla yıldırım ordularının
Irak cephesinde kullanılmasından vazgeçilerek Filistin ve Suriye cephesinde kullanılması
kararlaştırıldı.
Filistin cephesini Dördüncü, Yedinci, Sekizinci Ordular’ın oluşturduğu Yıldırım Orduları
Grubu savunmaya geçti. İlk karşı taarruz,
Gazze nin güneyindeki Türk siperlerine bir
İngiliz tümeninin saldırısıyla başlamıştır.
Daha doğudan Gazze vadisini geçen İngiliz
birlikleri Gazze deki Türk birliklerini kuşatmış
oldu. İngiliz generali Alen Bee, 27 Ekim 1917
sabahı Gazze’nin bombardımanıyla taarruza
geçmiştir. Dehşetengiz bir hücum olan 1.
Gazze muharebesi Filistin’de bulunan Çanakkale alayının direnişiyle püskürtülür. Hasta,
yoksul ve yorgun 30 bin kişilik Türk ordusu,
gelişmiş silah ve mühimmatla donanımlı 110
bin kişilik İngiliz ordusunu püskürtür. İngilizler çekilir.
Gerçektende Çanakkale’den gelen alayın etkisi büyük
olur. Çanakkale alayının varlığını haber alan İngilizler psikolojik olarak etkilenmiştir. Gazze Kentindeki
Osmanlı savunmasının kilit noktası, güneydeki 84 rakımlı tepe idi. Tepeye yönelen İngiliz taarruzu, tepeyi
almış idi, ardından Osmanlı karşı taarruzuyla yeniden
aynı tepe Türklerin eline geçmiştir.
Kente yönelik İngiliz taarruzları güney-doğudan,
doğudan ve kuzeyden tertiplenmiş, kent gün boyu
kanlı sokak çatışmalarına sahne olmuştur. Gazze de
İngiliz kuşatması tamamlandığında, kenti savunan
birliklerle Tellüşeria’daki Türk komuta merkezi arasındaki temas da kesilmişti. Bu andan itibaren Gazze
yle ilgili tüm bilgi, 6 keşif uçağından oluşan Türk hava
unsurlarınca sağlanmıştır. 300. Paşa Teyyare Bölüğü nün pilotları, tüm savaş boyunca keşif uçuşlarını
sürdürmüştür.
Çevredeki Türk birlikleri öğleden sonra Gazze yönünde yürüyüşe geçmişlerdir. Bir grup kuzey-doğudan,
diğer grup ise güneyden Gazzeye ilerlemiştir. 27
Mart sabahı her iki grup da Gazze deki İngiliz kuşatmasına taarruz etmiştir. Hemen ardından kentin
güney kesiminde savunmada olan Türk birlikleri 84
rakımlı tepeye süngü hücumuna girişip tepeyi işgal
ettiler. Saat 11:00 dolaylarında İngiliz kuşatması
yarılmıştı. 28 Mart sabahı tüm İngiliz birlikleri geri
çekilmişti. Savaş alanlarında kalan 1.500 ingiliz ölüsü,
Türkler tarafından gömüldü. Böylece Birinci Gazze
Muharebesi İngilizler açısından tam bir fiyaskoyla
sonuçlanmıştır.
İkinci Gazze Savaşı: Britanya güçlerinin Gazze- Beer Şeba hattındaki Türk
direnişini kırmaya yönelik ikinci girişimidir. Birinci
Gazze Savaşı Britanya güçlerinin başındaki General
Charles Dobell in askerlerini zafer kazanabilecek
bir konumdayken geri çekmesi nedeniyle fiyaskoyla
sonuçlanmıştı. İlk zaferin verdiği cesaretle Osmanlı
kuvvetleri Gazze-Beer Şeba hattında kalmaya karar
vermişlerdi. Bu nedenle Britanyalılar ikinci defa
saldırmaya hazırlandıkları sırada Gazze deki savunma hattı öncekinden de daha kuvvetliydi. Muharebe
Britanya açısından yine bozgunla sonuçlandı ve Ocak
1916’dan beri Mısır ve Filistin deki harekâtı yürüten General Archibald Murray nin Mısır Sefer Gücü
kumandanlığı görevinden alınmasına yol açtı.
Üçüncü Gazze Savaşı:
Savaş hazırlıklarını tamamlayan İngilizler 24 Ekim
1917’de 138 bin askerle taarruza başladılar. General Edmund Allenby nin kumandanlığında Britanya
güçleri Türklerin Gazze-Bir Seba savunma hattını
kırmıştır. Muharebenin kaderini belirleyen gelişme
ise Avustralya’dan gelen atlı birliklerin ilk gün Beer
Şeba yı ele geçirmiş olmalarıdır.
8 Mart 1917’de İngiliz kuvvetleri Gazze de saldırıya
geçerek stratejik Han Yunus mevkiini işgal etti. 6
Kasım 1917’deki Üçüncü Gazze savaşı nda kesin bir
üstünlük elde eden İngilizler, 17 Kasımda Yafa’yı (bugünkü Tel-Aviv), 9 Aralıkta da Kudüs’ü ele geçirdiler.
21 Şubat 1918 de Eriha düştü.
Her şeye rağmen Türk ordusu Kudüs’ten savaşarak
çekilmişti.
Toprakları üzerinde yaşayan Milliyetler, dinler, mezhepler mozaiğinden müteşekkil toplulukları bir arada
tutmasını başarmasını bilen Osmanlının bölgeden
gidişi, hiç dinmeyecek savaşların, kan, gözyaşı ve
kargaşanın da başlangıcı oldu. Nitekim Kudüs’ün
elimizden çıkışı tarihin akışını tamamen değiştirmiştir. Tarihin en önemli olaylarından biri olan Türklerin
Kudüs ve Hicaz’dan çekilişi ise destan gibidir ve
sayısız hazin hatıralarla doludur.
35
Röportaj
Beyaz Tv
ekranlarının
enerjik sabah
haberleri
sunucusu
Tahir Sarıkaya
ile programının
detaylarından
yeni döndüğü
Gazze’de
yaşadıklarına
kadar dikkatle
okuyacağınızı
bir röportaj
yaptık…
Zahide Ceylan
İrem Özal
36
Tahir Sarıkaya
Beyaz Tv ekranlarında her sabah Uyan Türkiyem programını sunuyorsunuz.
Programın detaylarına girmeden önce bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Örneğin kaç yıldır mesleğin içerisindesiniz?
Ben yaklaşık 12 yıldır medya sektöründeyim. İhlas Haber Ajansı’nda başladım,
kendimi orada çok iyi yetiştirdim. Bir gazeteci bir yerde başlayacaksa, bir yere
gelmek istiyorsa kesinlikte ajans tecrübesi edinmeli, ajans mutfağından geçmelidir. Aslında ben çok büyük bir riske girdim ve yaklaşık 2buçuk yıl önce 8 yıllık
çalıştığım yerden istifa ettim. Atv’nin Ana Haber sunucusu Cem Öğretir’den 8 ay
sunuculuk eğitimi aldım. Ankara’da eğitim aldım, Prompter eğitimi aldım. Ardından da Beyaz Tv’de programımıza başladık.
Programa biraz hareketli başladık. Ayşen Gruda’yla tartışmamız oldu, Zekeriya
Beyaz ile bir tartışmamız oldu. Baya ses getiren haberlere imza attık ve böyle bir
programın olduğunu tüm Türkiye’ye tanıttık.
Ülkemizde 90lı yıllarda sabah programları çok daha
magazinel boyutlardaydı. Şimdi ise halk siyasete,
gidişata, dünyaya dair sözler duymayı daha çok
önemsiyor sanırım. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tükiye’de tek partilik sistemden sonra siyasete biraz
daha çok önem veriyoruz. Herkes sabah kalktığında
bir haber açıyor, bir televizyona bakıyor. Çoğu kişi
akşamları Ana Haber bültenini izlemese de her sabah
işe giderken “Dün gece ben uyurken dünyada neler
olmuş? Türkiye’de neler olmuş?” diye merak ediyor.
Bizim kitlemiz de o kitle.
Programınızın hazırlanışı ve içeriği hakkında biraz
bilgi verebilir misiniz?
Bu dönem biz sabahları biraz daha mizah programı
yapacağız. Sabah 6:45’de yayınımız başlıyor. 6:45’den
8’e kadar haber sunacağız. 8’den sonra olayı biraz
daha mizaha dökeceğiz. Çünkü 8‘den sonra genellikle
kadınlar evde oluyorlar ve onlar izliyorlar. Kadınlar işe
gidiyor, çocuklar okula gidiyor bu nedenle 8‘den sonra
bayanlar hitap etmek istiyoruz. Tabi insanlar artık
bıktı, Türkiye’de bir çok haber kanalı var her yerde
aynı haber. Değişen hiçbir şey yok. Dünya’de ne varsa,
Türkiye’de ne varsa bütün kanallar veriyor. Biz insanları bu zor dönemden kurtarıp daha renkli bir hayata
taşımak istiyoruz, “renkli haber” yapmak istiyoruz.
Çok güzel, değişik projelerimiz var biz tutacağına da
inanıyoruz. Artık Beyaz Tv’de sabah haberleri mizah
programı olacak.
Özellikle sabah saatlerinde insanlar ekranda biraz
daha samimiyet bekliyor. Sizin hitabetinizde uyandırma görevini üstleniyor sanırım.
Haklısınız, bana da sesimin enerji verdiğini söylüyorlar. Mesela bana soruyorlar kaçta uyanıyorsun diye.
Sabah haberlerini sunmak için gece 3:30da uyanıyorum. Akşam 9’da uyuyorum. Hiçbir özel hayatımız
yok. 4-4:30 gibi kanalda oluyorum, ekibim zaten gece
12’de gelmiş haberlerin hazırlıklarını yapmış oluyorlar.
Mesela çok fazla ölüm haberlerini girmiyorum. Çünkü
sabah sabah insanlardan çok ağır tepkiler alabiliyoruz.
Adam açıyor televiyonu, güne güzel başlamak istiyor.
Bir bakıyorsunuz çocuk annesini öldürmüş, abi eşini
öldürmüş, kadın kocasını öldürmüş… Bu tür haberleri
çok fazla girmemeye gayret gösteriyoruz.
Stüdyodan gelen acı haberleri yayınlamak dahi
ağır gelecekken siz Gazze’ye gittiniz. Biraz oradaki
atmosferden bahseder misiniz? Ekrandan gördüğümüzden çok farklı olsa gerek.
Gazze, sizin Türkiye’de izlediğiniz gibi değil. Yıllardır bu
savaşa oradaki insanlar çok alışmış. Hepimizi yaratan
Allah’tır. Ben o sokaklarda gezerken daha birinci gün,
bir saat olmamış ben Gazze’ye gideli ordaki insanlar
hiç korkmuyorlar. “Allah bizim canımızı alırsa alır.”
diyorlar. Ben de kadere inanıyorum, ama ben çok
kortkum, batılı bütüm gazeteciler korktuk acaba bizim
başımıza bomba düşecek mi diye. Belki de ölüm onlar
için daha kolay olmuş olmasından dolayıdır.
Canlı yayında sunucu olmak her şeye hazırlıklı olmayı gerektiriyor. Son dakika haberleriyle bölünmesi,
yayına bağlananlar, sosyal medyadan gelen eleştiriler, hepsini birbiriyle uyumlu halde kontrol etmek
büyük bir sorumluluk.
Aslında çok kolay. Bizim en büyük destekçimiz halk.
Ben programa başladığım zaman bana hiç kimse bir
şey göndermesin şevkimiz kırılır ister istemez. Mesela
bir gün biri aradı ben Şanlıurfa’dan arıyorun Hatay’da
çok büyük savaş çıkacakmış, elimde de 80binTL
param var dolar alsam mı? Dövizin çıkacağı söyleniyormuş dedi. Yani halk bizi soruyor, bu da doğal olarak
bizim çok hoşumuza gidiyor.
Olayı şuraya da bağlamak istiyorum. Bir spiker, ana
haber bülteni için değil sabah program yapanlar,
proptera bağlı kalmamalı. Ben programımda 5 ay
prompter kullandım ve bıraktım. Çünkü halk doğaçlamayı daha çok seviyor ve kendi gibi görüyor
doğaçlama konuşan insanı. Propterdan olunca biraz
daha resmi oluyor. 1980li, 90lı yıllarda TRT spikerleri
prompterdan okurdu, öyle biliyorduk biz. Ama herzaman söylüyorum promptera bağlı kalınmamalı. Ben
de kullanmıyorum, bu yıl hiç kullanmayıp doğaçlama
olarak konuşacağım.
37
11. Yıl
Öyle ki çocuklar savaşa alışmış. Mesela bir anımı anlatmak istiyorum: Şifa Hastanesine gittim 7-8 yaşlarında
bir kızçocuğunun söylediklerini Arapça tercümanımız
çevirdi bizlere. Kızın sözleri bizi çok etkiledi. Nasıl
yaralandığını sorduğumuzda “Buradan İsrail’e çağrıda
bulunuyorum. İstedikleri kadar bombalasınlar! Ben
şehit bile düşebilirim, bizim topraklarımızı alamazlar,
alamayacaklar.” dedi. Biz hepimiz ağlamya başladık. 8
yaşında bir kız çocuğuna bu cümleyi söyleten ne acaba!
Biz bu kadar uzaktan etkilenirken bizlerle aynı haberleri izlerken umursamaz durabilenler var. Oradayken
de kayıtsız kalabiliyor mu insanlar bu duruma?
Türkiye’den göründüğü gibi değil tabi orası. İsmini vermeyeyim bir gazetenin muhabiri de bizimle oradaydı.
“Ben Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmiyorum, AK Parti’ye
de Recep Tayyip Erdoğan’a da hiç oy vermedim ama
burada insanları gördükten sonra Tayyip Erdoğan’ın
Hamas politikasını destekliyorum.” dedi. “Türkiye Hamasa destek vermeli. Ben Sosyal Demokrat bir insanım
ama Hamas burada olmalı. Hamas Radikal Dinci bana
zıt ama bu insanlar 90lı yıllarda İsrail askerlerine taş
atıyorları şimdi bir roketleri var bu insanların. En büyük
gururları roket.” dedi.
Hastane, okul, cami demeden bombalayan, hatta çocuk, kadın demeden keyfince tutuklayan ülkeler basın
yayın bürolarını ve muhabirleri de hedef alıyor. Sizin
başınızdan böyle bir olay geçti mi?
Biz oradayken yalnızca bir defa böyle bir şey oldu.
Bizim kaldığımız yer sahilde, Gazze’nin en batısındayız
biz. Denizle aramızda 3-5 metre var. Sahilde 8 adet
otel var ve otellerde sadece yabancı basın konaklıyor.
İsrail Savunma Bakanlığına yazı yazıldı, burası basının
kaldığı yerdir buraya bomba atmayın denildi. Bomba
atılmadı fakat bizim döneceğimiz gece çok büyük bir
ses bombası atıldı. Taciz bombasıydı. Artık bunu nereye
çekerseniz çekin. Basına aklınızı başınıza alın, düz-
gün haberler yapın mesajı verdiler. Tam denizin içine
attılar bombayı. Oradaki basın olarak bizlerde bir taciz
bombası olarak algıladık bunu. Dünyada İsrail ya da
BM, Netenyahu ya da her nekadar İsrail kendi hakkını
savunuyor dese de, oraya gelen yüzlerce gazeteci oradaki ölen masum insanların, masum çocukların neden
öldürüldüğünü çok iyi görüyorlar ve anlatıyorlar da
dünya ülkelerine.
Bosna’nın işgali sırasında ablukayı kaldıramasa bile
Türkiye’den gelen duaların onlar için öneminin anlatılamayacağını söylemişlerdi. Gazze’de Türkiye’nin
çabaları karşılığını bulaniliyor mu?
Tabi ki oldu. Hemen anlatayım bir gün lobide bir Arap
Türk olduğumuzu duyunca yanımıza geldi. Tercümanımız bize söylediklerini şöyel aktardı; Tayyip Erdoğan’ın
ayakkabısı çoğu Arap ülkelerinden daha değerlidir.
Türkiye ve Katar’dan başka dostları yok. Mısır’a çok
kızgınlar, çoğu Arap; İsrail, Mısır’dan daha dost diyor.
Peki İsrail’de Türklere karşı tutum nasıl?
Telaviv’de sokaklarda Türkleri çok seviyorlar. Netenyahu ve Tayyip Erdoğan’ın kavgası var, halkların bir
kavgası yok diyorlar.
Sizi orada etkileyen bir çok şey olmuştur tabi ki. Fakat en çok etkileyen neydi
diye sonrsam?
Çok fazla ceset gördüm. Bir bomba
düşüyordu hemen arabalar atlayıp
olay yerinde gidiyorduk. Ama hiç birinin fotoğrafını çekemedim. İnsanın için
kaldırmıyor. Beni en çok etkileyenlerden
olaylardan biri Şifa Hastanesinde gözüne
şarapnel parçası gelmiş 3 yaşındaki bir
kızın annesinin “Kız çocuğun yoksa al onu
Türkiye’ye götür.” demesiydi.
Oralara gidip dualarımızla yanlarında
olduğumuzu Müslüman kardeşlerimize
hissettirdiğiniz ve yaşadıklarınızı bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
38
39
Ahmet Fidan
Hicrî bin dört yüz otuz beş / Milâdî
2014 Ramazan ayını, gelecek
nesiller, kanlı harflerle yazılmış
olarak tarih sayfalarında okuyacaklardır. Rahmet mevsimi
Ramazanın başlangıcından beri
kanla sadece Müslüman kanı
emerek hayat bulan Siyonizm
ayakta kalabilmek için Filistin’de
kana doymadı kan içmeye devam
etmektedir.
Müslümanlar Ramazan ayının
rahmet ve bereketini sadece kendilerine ait saymamakta ve tüm
insanlığı, kâinatı kuşattığına inanmaktadırlar. Gerçek böyle iken
Siyanist İsrail devleti, o rahmet ve
bereket ayını Filistin’de yaşayan
Müslümanlar kan gölüne çevirdi.
Bir konunun altını çizmekte yarar
var. Milletimiz cereyan eden olayları değerlendirirken günü birlik
düşünmektedir. O sebeple doğru
sonuca varmakta zorlanmaktadır.
Ramazan ayı süresince Gazze’de
cereyan eden Siyonist vahşetinin sanki bugün ortaya çıkmış
ve sadece mazlum ve mağdur
Filistinlileri ilgilendiren bir olay gibi
algılanmaktadır.
Gazze katliamı tarihin derinliklerine giden bir sürecin devamı.
Kanla beslenen İsrail’in Filistin’de
ortaya çıkışının kanlı bir geçmişi
bulunmaktadır. Bu kanlı geçmişin iyi bilinmesi ve yeni nesillerin
zihinlerine nakşedilmesi gerekmektedir. 2014 Gazze Katliamının geçmişi Türkiye’yi yakından
ilgilendirmektedir. Bu ülkede
yaşayan hiç kimse hadiseye sırtını
dönemez.
40
11. Yıl
Siyonizm ve amacının net ve doğru anlaşılması
için öncelikle kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi
ve bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Yahudi eşkıyası gizli ve açık niyet ve amacı kalkınmış, lider
ve ileri Türkiye’yi yok etmek ve İsrail Bayrağı’nın
altında ve üstünde bulunan çizgilerin anlamını
kavrayabilmekten geçmektedir.
mışlar, çünkü İsrailli görevliler (!) tarafından kaçırıldığı ve Yunan adalarından birinde esir olarak
tutulduğu duyumları alıyorlarmış... Katledilme
şekline ve teknenin içinde rastlanılan kan lekelerine dâir -aslını tahkik imkânı olmayan- birçok
şâyia daha varsa da kesin olan şudur ki bugüne
kadar cesedi bulunamamıştır.
Firat ve Nil arasını Arzı Mevut/ Vadedilmiş topraklar kabul eden Siyonizm söz konusu amacına
tevhid akidesinden habersiz yaşayan Müslümanlar sayesinde adım adım yaklaşmaktadır. Mısırda
işbaşına getirilen Sisi Yahudi asıllı olup, öncelikli
amacı Siyonizm’e hizmet etmektir. Yani Nil’i temsil eden çizgi tamam.
Siyonizm ve Türkiye, Siyonist lider Theodor
Herzl’in (öl. 1904) yayımladığı ünlü hâtıratın
(günlüğün), Osmanlı Türkiyesi ile ilgili bölümlerinin çevirisidir. Kutluay, doğrudan Türkiye’yle
alâkası olmayan bölümleri özetlemekle yetinmiş,
ilgili kısımları ise gayet açık ve temiz bir dille
Türkçe’ye çevirmiştir. İçerdiği bilgilerin rahatsızlıklara yol açabileceği endişesiyle uzun süre
sansüre tâbi tutulan ve eksik yayımlanan hâtırat,
1950’li yıllarda tamamlanmış, Kutluay da çevirisini bu tamamlanmış nüshadan hareketle gerçekleştirmiştir.
Sırada Fırat bulunmaktadır. Ortak çatı namzedi Fırat için devreye sokuldu. Sözün burasında
Cumhuriyet döneminde Siyonizm konusunda
bir isimden ve o ismin bir kitabından söz etmek
yararlı olacaktır.
Yeni nesiller sözünü edeceğim ismi bilmiyorlar.
Ansiklopedilerde de yer verilmemiş. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden
Rahmetli Doç. Dr. Yaşar Kutluay ve hayatına mal
olan “Siyonizm ve Türkiye” adlı kitabı.
Kendisi Ankara İlahiyat Fakültesi’nin ilk mezunlarından. 1948-1949 döneminde Fakülte’ye kaydını
yaptırdı, 1952’de okulunu birincilikle bitirdi,
İslâm Mezhepleri Tarihi’ne asistan olarak kaydını
yaptırıp 1954’de doktora tezini verdi, 1964’de ise
doçent oldu.
Arapça, Farsça, İngilizce, İtalyanca, İbranice gibi
birçok dile vâkıf olan Kutluay, hem 1960 İhtilali’nin ertesinde -askerlerin talimatıyla- Diyanet
İşleri Başkanlığı’na 8-9 ay gibi kısa bir sürede
hazırlattırılan Kur’an-ı Kerîm tercümesine emeği
geçen, hem de İbranice öğrenmeleri amacıyla
o yıllarda İsrail’e gönderilen iki kişiden biriydi.
(Diğeri Hüseyin Atay’dır.)
Tercüme ve telif olmak üzere ciddi eserlere imzasını atmış olan Kutluay’ın vefatının üzerindeki
karanlık hâlâ aydınlanamamıştır.
1965’de İslâm ve Yahudi Mezhepleri, 1967’de ise
Siyonizm ve Türkiye adlı eserlerini yayımlayan
yazar 1969’da dinlenmek için Silifke’ye gitmiş,
fakat 12 Aralık günü bir motorla çıktığı balık avı
esnasında esrarengiz bir biçimde kaybolmuştu.
Yakınları uzun bir süre döneceği umuduyla yaşa-
Bu eserin Cumhuriyet tarihi açısından başlıca
değeri, uzun yıllar Yahudilik ve Siyonizm hakkında
piyasa kitaplarınca oluşturulan ve propaganda
broşürleri seviyesini aşmayan bildik söyleme
karşılık bu meseleyi akademik düzleme taşımış
olmasıdır; bir diğer deyişle, siyonizm tarihinin
en önemli belgelerinden birini tercüme etmekle
Kutluay, bu sorunun ele alınış düzeyini yükseltmiştir.
Peki devamı gelmiş midir? Hayır! Kutluay’ın âkibeti gibi uğraştığı konu da uzun yıllar karanlıkta
kalmış, Türk efkâr-ı umûmiyesi bu hususta ciddi
bilgi kaynaklarından mahrum olduğu için, piyasa,
yine piyasa yazarlarının eline düşmüştür.
1990’lı yıllarda Türkiye-İsrail ilişkilerinin yakınlaşmasıyla İsrail’e birçok araştırmacı (ilahiyatçı)
gönderilmiş ve fakat bunların çalışmaları daha
çok Yahudi İlahiyatına münhasır kalmış, meselenin siyasî boyutları yine eskiden olduğu gibi
geriye itilmiştir.
Siyonizm nedir? Ebedi ve ezeli bu düşmanın gerçek niyeti ve amacı ne anlam taşımaktadır?
Siyon, Ahd-i Atîk’te Kral Dâvûd tarafından fethedilip krallığın merkezi yapılan Kudüs şehri için
kullanılmış bir isimdir (II. Samuel, 5/7). Zamanla
kapsamı bütün İsrail topraklarını ifade edecek
şekilde genişlemiştir. Siyon kelimesine dayanan
siyonizmise yahudi halkının “tarihî yurtlarına
dönüşü” mânasında Filistin’de Yahudi devleti kur-
41
11. Yıl
mayı hedefleyen siyasî hareketi belirtir. XIX. yüzyıl
sonlarında Doğu Avrupa yahudileri içinde ortaya
çıkan, ardından bütün dünya yahudileri arasında
yayılansiyonizmin siyasî, sosyalist, kültürel, revizyonist ve dinî-mesîhî olmak üzere çeşitli açılımları ortaya çıkmış, aynı zamanda karşıtları arasında
günümüze kadar uzanan süreçte anti-siyonist,
a-siyonist ve post-siyonist diye isimlendirilen
gruplaşmalar doğmuştur.
Hareketin Doğuş Süreci
Batı Avrupa’da Fransız İhtilâli sonrasında farklı
dinden olanların yasa önünde eşitliği fikri yayılmaya başlayınca bu coğrafyadaki yahudiler
siyasî-idarî-kültürel haklar elde ederek bulundukları toplumlara entegre oldular. Doğu Avrupa’da
ve özellikle Çarlık Rusyası’ndaki Yahudiler içinse
gerek devlet temelli baskılar gerekse hıristiyan
toplum temelli çatışmalar artış gösterdi; bu sebeple bölgedeki yahudilerde tarihteki ilk temelli
göç düşüncesi ve teşkilâtlanması filizlendi. Bu
bağlamda ortaya çıkan Hovevei (Hibbat) Siyon
(siyon severler) adlı grup, artan Rus baskısı karşısında Yahudilerin Filistin’e göç edip yerleşmesi
fikrini seslendirmekle kalmayıp siyonizmin doğuşundan önce Filistin’e ilk önemli Yahudi göçünü
gerçekleştirerek dalgalar halinde devam edecek
olan sistemli göç (aliyah) için örnek oluşturdu.
Bu dönemde yahudiler arasında ağırlıklı göç
hareketi Batı’ya ve Amerika’ya yönelse de siyon
severler hareketinin siyasî siyonizmin doğuşuna
öncülük etmedeki rolü önemlidir. Zira sistemli
bir siyasî hareket olarak siyonizmin kurucusu
bilinen Theodore Herzl’in tarih sahnesine çıktığı
1890’larda Avrupa’da ve diğer yerlerde Hibbat
Siyon hızla şubeler açarak yahudiler arasında yayıldı; hareketin Avusturyalı önderlerinden Nathan
Birnbaum ilk defa siyonizm terimini ortaya attı.
Dolayısıyla Herzl, siyonizmin teorisini kurup teşkilâtlandırırken kendi hareketini üzerine kuracağı
bir öncü hareketi ve belli ölçüde siyasî bilinçlenmeye ulaşmış bir kitleyi hazır buldu.
Herzl’i Yahudi davasına eğilmeye ve Yahudilere ait bir devlet fikrini işlediği Der Judenstaat
(1896) isimli kitabını yazmaya sevkeden olay
Paris’te tanınmış bir gazetenin muhabiri sıfatıyla
izlediği, bir Yahudi yüzbaşının casusluk suçlamasıyla yargılanıp mahkûm edildiği Dreyfuss
Davası’dır. Bu davada o günlerin Avrupasında
gittikçe yayılan yahudi aleyhtarlığını gözlemleyen
Herzl, Yahudilerin genellikle dışlanmış azınlıklar
42
11. Yıl
olarak yaşadıkları ülkelerin toplumlarıyla kaynaşamayacağı düşüncesinden hareketle söz konusu
kitabını kaleme aldı. Kitap, Yahudiler arasında
farklı tepkilerle karşılansa da çok geçmeden
yahudilerin başta Avrupa olmak üzere diyasporadan “kutsal topraklar”a dönüşü ve Filistin’de bir
yahudi yurdu kurma hedefiyle kurumsallaşacak
olan siyonist hareket için bir işaret taşı oldu.
Söz konusu kurumsallaşma kapsamında Dünya
Siyonist Teşkilâtı, Herzl’in çabaları ve önderliğinde 29 Ağustos 1897’de Basel’de toplanan ilk
Dünya Siyonist Kongresi ile kuruldu. Tartışmalar
sonunda kararlaştırılan Basel Programı hareketin
resmî çerçevesini şöyle çizdi:
Siyonizm, Yahudi halkı için Filistin’de kamu hukukunun güvencesi altında bir yurt kurulmasını
amaçlamaktadır. Bunun için kongre Filistin’de Yahudi çiftçi, esnaf ve tüccarının anlamlı bir şekilde
yerleştirilmesine, her ülkenin yöresel yasalarına
uygun biçimde Mûsevîler’in birleştirilmesi ve
örgütlenmesine, yahudi ulusal duygularının ve
bilincinin kuvvetlendirilmesine, siyonizmin amacına erişebilme yolunda ilgili hükümetlerin onayını
almak için hazırlık çalışmalarına girişilmesine
karar vermiştir (Öke, s. 38).
Herzl’in hâtıratında bu kongreyle ilgili söyledikleri
önemlidir: “Ben Basel’de Yahudi devletini tesis
ettim. Bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün
dünyada bir kahkaha tûfanı kopar. Fakat bundan
beş sene, belki elli sene sonra muhakkak herkes
bunun böyle olduğunu anlayacaktır” (Vital, The
Origins of Zionism, s. 396).
Dünya Siyonist Teşkilâtı, kapsayıcı kurumsal
yapısı ve düzenli kongreleri yoluyla, programını
çizdiği siyonist hareketi özgün hedefine götürecek olan Filistin’e sürekli göçü düzenleme ve
siyasî, iktisadî, yerleşimci faaliyetleri yürütme
yolunda en temel organ olma niteliğini o günden
itibaren korudu.
Yahudi’nin genelde Müslümanlara, özelde Türkiye’ye bakışı kin, düşmanlık ve kandan beslenmektedir. Yahudi bu gerçeği her fırsatta hayata
geçirmektedir. Bizde ise demokrasi, insan hakları
mavraları ile yeni nesiller yetiştirilmektedir. Dost
dost, düşman düşman olarak tanınması gerekmektedir. En azından ticari hayatımızı yakından
ilgilendiren ve bir elimi cebimizdeki Siyonist
mallarına tavır koyalım ve içimizdeki kini asla
köreltmeyelim. Çünkü bugün Gazze yarın Türkiye.
Çok uzak bir ihtimal görünmüyor.
Ah...
Fidan Rabia
Ey Filistin... Yürek yangınım benim.
Rahmetli anneanneciğimin bir sözü
vardı. Evlatlarından ayrı olduğunda güzel bir sofrada ağırlansa,
yemeğe başlarken ‘’Ya
karnım ambar olsa, ya
oğul uşağım yanımda
olsa’’ derdi. Bir sözü de
‘’gülerim oynarım ama
sevdiklerim aklımdan
çıkmaz’’ dı.
İşte aynen öyle hissediyorum. Tatil yapıyorum sözde
ama aklımda hep Filistinli,
Mısırlı, Türkmenistan, Kırım,
Arakanlı kardeşlerim. Yerken,
içerken, gülerken hep aklımda.
Lokmalarımı boğazımda düğümleniyor, gülüşlerim dudaklarımda
donuyor. Annelik var ya serde.
Orada yaşanan mezalim, ölen, yetim kalan yavrular geliyor gözümün
önüne. Hiç bir şeyden keyif alamıyorum. Eminim çoğu anneler böyle
hissediyor. Yaralı, kolu bacağı kopmuş
bebeler gözümün önünde her daim.
Elden bir şey gelmemesi ne acı. Dua dua
yanlarındayız ama başka bir şey yapamamanın acısı eziyor yüreğimi. Sade Filistin mi?
Dünyanın her yerinde zulüm gören Müslüman kardeşlerim. Hangi birinize dayansın
ki bu yürek. O kadar gücüm olsa ki hepsinin
imdadına yetişebilsem. Nasıl rahat edebilir ki
insan. Nasıl zevk alabilir dünyadan. Biliyorum
ki şer bildiğimiz şeylerde hayır, hayır bildiklerimiz de şer vardır bizler için. Mevla bu
çekilen acıları hayırlara tedbirleri eylesin.
Bir tatil beldesinde çay bahçesinde yazıyorum bu satırları. Etrafımda insanlar ne kadar
da kör sağır. Televizyon haberleri izliyorum.
Filistin, Gazze, Mısır, Türkmenistan’dan kötü
haberler veriliyor. Yan masada oturmakta
olan bir kaç hanım homurdanmaya başladılar. Ve sonunda garson çocuğa söyleyip
kanalı değiştirttiler. Biri ‘’Ay biz tatilde de
bunları dinlemek zorunda mıyız! Bir müzik
kanalı açar mısın
oğlum.’’ dedi. Garson çaresiz dediklerini yapınca pek
bir memnun oldular.
Hareketli müziğin
ritmine uyarak eğlenmeye koyuldular.
Ya Rab ne biçim bir
toplum olduk. Acaba
bütün bu yaşanan katliamlar kıyımlar bizim
bu duyarsızlığımızın
cezası mı diye düşündüm ister istemez.
Plajlar, çay bahçeleri,
restoranlar lebaleb insan dolu. Kimi sigarasını
tüttürüyor keyifle, kimi
çayını kahvesini yudumluyor. Burhaniye Ören mevkiinde normal nüfus beş kat
artmış. Yaz tatili için gelenlerle. Öğle namazı için gittiğim
camiinde yedi erkek beş bayan olarak namazımızı eda ettik. Mayo ile camiin önüne gelip
pantolonunu bahçede giyen namaza giren
beylere bakıp kaldım. Namazı kılar kılmaz
yine aynı yerde pantolonunu sıyırıp denize
koşmaları çok komik geldi.. Neyse hiç değilse
namazlarını terk etmiyorlar dedim. Tesbihatı
dahi bekleyemiyorlar. “Olsun be! O da olur
inşaallah...” diyorum. Allah bu millete acısın.
Hidayet nasip etsin.
Sosyal medyada bir fotoğrafa rastlıyorum.
14 Ağustos Dünya Rabia gününüz umutlu
olsun diye iki eli ile Rabia işareti yapmış bir
Güzin Canan
çocuk. Bu kadar işte. Başka bir şey keşke
gelebilse elimizden. Ah fidan Rabia. Nasıl da
yanmıştık sana be kızım. Yasinler Fatihalar
yolladık peşin sıra. Şehitsin sen. Makamın
çok yüce. Umarım şefaatinden nasiplenenlerden olabiliriz.
43
Dikkat! Bu yazıyı kan tutanların okuması tavsiye edilmez!
Zevkperst Kulların
Boykot Sorunsalı
Betül Şatır
44
11. Yıl
Sürekli ölüm sürersin kirpiklerine daha
dolgun gözükmesi için. Bardaklara
ölüm doldurursun, serinleyemezsin
yaz akşamlarında. Külahlara yığılan
ölüm soğukluğudur, yalarsın ama tat
alamazsın. Helal mi? Sakın! Yoksa
domuz eti mi? diye çekinerek yediğin
fastfoodlarda kardeşlerinin etlerini
çiğnersin umarsızca… Şampuanlar
sana kan kokar saçlarını kepeklerinden arındırırken. Duş jeliyle fani bedenini şımartırken ‘mazlum teri’aroması
bütün gün seninle gezecektir. Böceklere yem olacak vücudunu besler ve
süslersin vebal dolu malzemelerle. Deodorantlar sürersin gözyaşı kokan. Bir
de başını örtersin, kardeşlerinin kefen
örtüsüdür aslında o renk cümbüşü. O
eşsiz tasarım o canlı renkler Filistin’de
bir zeytin ağacının yeşilinden, yeni
öldürülmüş bir bebek kanının kırmızısından, ağıt yakan bir kadının misvaklanmış dişlerinin beyazından, tepesine
bomba düşmüş bir okulun sıralarının
kahverengisinden esinlenilmiş harika
bir eşarptır! Öyle mi? Seni ne kadar
da şık gösterir bohem davetlerde. Şık
gözükmek, insan gözükmenin önüne
geçmişse demek ki. Ne kadar hoş
olursun açık büfe kahvaltılarda israf
ederken. Güneş cildine zarar vermesin
değil mi? En az elli faktör olsun bronzlaştırıcı kremin. Bombaların kızıllığında yanan halkların birkaç saniye yasını
tutarsın kim bilir?
Yüzüne sürdüğün hiçbir gençleştirici krem
seni masum göstermeyecek, ne yazık. Eğer
onurlu bir duruşa sahip değilsen. Kullandığın
hiçbir kozmetik seni sevimli yapmayacak. Zalimlerle ortaklık kurmuşsan, piyasada en çok
beyazlatan deterjan sadece çamaşırlarını beyazlatacak, kalbinin karasını değil. Çocuğunun
poposunun pişik olmaması için alacağın ultra
hassas bez, acılarını anlatamayacak kadar küçük çocukların alınlarından sızan kana fayda
vermeyecek. Evet, artık senin şımartmalara
doyamadığın bebeğin hiç sızdırmayacak ve
deliksiz uyuyacak. Ama başka coğrafyalarda
çocuklar delik deşik olacak katkılarınla. Bizim
deliksiz uykularımıza inat. Saçlarına kullandığın renkler seni daha modern ve genç gösterecek belki ama vicdanında oluşan tahribat
ve yorgunluk omuzlarını hep aşağı düşürecek.
Sen nemlendireceksin yüzünü en gözde
ürünlerle ama gözlerin nemlenmeyecekse
acıların karşısında, bakımlı ellerin, pürüzsüz
cildin, gözaltında gittikçe azalan kırışıklıklarınla muhteşem bir insan olmanın yanından bile
geçemeyeceksin. Kusursuz bir ceset olacaksın belki ama kusurlu hasarlı ruhun güzelliğini
ne yaparsan yap yansıtamayacak.
Ben bu tuşlara basarken, sen bu yazıları
okurken ve birileri çılgınca alışverişler yapar-
ken, çocuklarımız dondurmalarını yalarken,
hesapsız içilen kolaların sonunda ‘ohh’ lar
çekilirken her saniye birileri ölüyor.
Bizler bir zamanlar restoranda yemek yemenin ‘haram’ olduğuna içtihat etmiş hocaların
talebeleriyiz. -Bir yerlerde masumlar onca
zulümlerin altında inlerken ve gözetilmesi gereken bunca fukara varken- Sahillerde konfor
avcılığı yapan, tatil hayalleri peşinde koşan
zavallı öğrencileriz… Çok büyük veballerle
verilmesi çok zor hesaplarla ahirete doğru
gidiyoruz. Zevkperest kullarıyız Rahman’ın.
İftar vakitlerinde bulgur pilavının üzerine
yığılan masumların kanları var hepimizin
ellerinde. Ve bu lekeyi hiçbir temizleme jeli
geçiremeyecek. Ve kararmış kalplerimizi
sevimsizleşmiş yüzlerimizi hiçbir kozmetik
malzemesi güzelleştiremeyecek. Elimizde ki
teknolojik aletlerle yapılan yer bildirimlerimiz
hiçbir zaman cennete iğne ekleyemeyecek.
Lezzetleri acılaştıran, ağızların tadını kaçıran Gazze’yi ve dahi Doğu Türkistan’ı ve dahi
Irak’ı ve dahi Patani’yi ve dahi Suriye’yi çokça
hatırlayınız. Asla unutmayınız.
Boykot evet! Bulgur pilavı ile ayrana talim
edecek kadar Boykot!
45
11. Yıl
Psikolojik
SavAS
Dünya tarihinde savaşların ayrı bir yeri vardır. Tarihleri, yapıldıkları yer, sebepleri, sonuçları, dünya düzenine etkileri, çağ açıp çağ
kapama itibariyle önemleri, dünya haritasını nasıl değiştirdikleri, en
önemli olan belki de savaşların isimleri… Savaşlar önceden fethetmek, topraklarını genişletmek, yayılmak, gücü iktidarı ele geçirmek
için gerçekleşirdi. Sebebi, sonucu, ismi net olmayan günümüzün fiziksel ve psikolojik savaşları yayılma ve genişlemeden ziyade yok etme
amacıyla yapılıyor. Biz binlerce insanın savaşla ya da diğer bir ifade
ile zulümle yok edildiğini düşünsek de savaşlar gerçekte yaşayanların
insanlığını hedef alıyor.
Dünya haritasını bilmem ama insan ruhunda vicdan merhamet ve
duyarlılık sınırlarının, koordinatlarının, haritasının değiştiği kesin...
Bomba, kurşun ve savaş dehşetinin çocuk masumiyetiyle kesiştiği
kabus kadar korkunç, bir fotoğraf bir haber videosu kadar gerçek
zamanlar yaşıyoruz. Yağmur yerine bomba yağıyor Orta Doğu’ya.
Babalar, anneler, yaşlılar, gençler, nişanlılar, evliler, çocuklar hatta
kırkı çıkmamış bebekler can veriyor zalimin zulmü altında. Atılan
bombalar masumları öldürüyor. Ancak yaşanan acı, dünyadaki tüm
Müslümanların yüreğini bombalıyor. Savaşın dehşetine rağmen
acıda, duada bile birleşemeyen insanlar aslında insanlık mefhumuna
açılan bu psikolojik savaşın kurbanı oluyor.
Emel Nermin Temel
Yürüyebiliyoruz, düşünebiliyoruz, yiyebiliyoruz, içebiliyoruz, gördüğümüz savaş görüntülerine günlerce üzülsek, dualarımızı savaş
altındaki masumlara göndersek bile acaba gerçekte neyi ne kadar
yaşabiliyor gerçekte olması gereken duyarlılığı ve söylemi eylemle
desteklemeyi ne kadar başarabiliyoruz. Sanal alemde süslü sözlerle paylaştığımız acımızı duaya dönüştüğümüz dilekleri gösterişten
uzaklaştırıp samimiyetle kararak kendi vicdanımızla baş başa kaldığımızda neyi ne için ne oranda hissettiğimizi ve gerçekte hissettiğimiz şeyleri ne kadar doğru ifade ile dış dünyaya yansıtabildiğimizi
kendimize ne kadar söyleyebiliyoruz. Özce gerçekte kendimize bile
samimiyetimizi ne oranda gösterebiliyoruz.
Ülkemizde fiziksel bir savaş yok ancak deprem değil sel değil kasırga değil en büyük felaketi yaşıyoruz: Kitlesel kişilik erozyonu...
Samimiyetsizlik kaosu, eleştiri bombardımanı, gerçekten
söylenmesi dile getirilmesi gerekenleri yutma, kendimize ve topluma karşı dürüst olmama, büyük
acılarda bile karşı kitlelerin birbirine laf
atması, hakaret edebilmek için acıları
bile malzeme yapabilmesi... Sapla
saman daha ne kadar karışabilir ki... Bütün bunların
ötesinde Ciddi bir sorunumuz var: Aynaya doğru
gözle bakamıyoruz. Belki
de kendi gözlerimizle doğru
aynaya bakamıyoruz. Kıyasıya
eleştirdiklerimizin kendi bünyemizde fazlasıyla olması büyük
gaf. Gün geçtikte genişleyen kitlesel bir enaniyetin içindeyiz.
Zamanımızı enerjimizi sosyal paylaşım sitelerinde siyasi konularda
46
11. Yıl
ayrışmayı nasıl oluşturup birbirimizi hangi sözlerle
ezeceğimizi düşündüğümüz şu toplumsal ortamda
ne kadar umutlu konuşabilirim ki… Vücudu parçalara ayrılarak ölen bebekleri, sokakta yanı başında
kardeşini, arkadaşını, bomba ya da kurşun etkisiyle parçalara ayrılarak öldüğünü gören çocuğun
gözlerindeki korkuyu gördüğüm halde; durum bu
kadar vahimken dua etmek yerine bu konuda hangi tarafın ne söylediğinin daha önemli olduğunu
masaya yatıran, böylesine acı bir durum üzerinden
bile kendi siyasi düşüncelerini ateşli ateşli paylaşıp
kendi benliklerini tatmin etme noktasında olan
insanların varlığını belki de çokluğunu gördüğüm
halde ne kadar umutlu konuşabilirim ki…
Suriye’de kimyasal saldırıda ölen bebeklerin,
çocukların, insanların görüntüleri silinmedi hafızamızdan. Binlerce insan hem de Ramazan gibi
mübarek bir ayın içerisinde vahşet görüntüleriyle
şehit olmaya yürüdü Filistin’de. Ortadoğu’da birçok
noktaya bomba yağdığı gibi IŞİD huzursuzluğu
cabası… Myanmar, Doğu Türkistan… Savaşta ölmek
kadar bu ortamda yaşamaya çalışmak da mesele…
Hamile kadınların hedef alınmasının Filistin terörünün önünde duracağına inanan insanlığı tartışılır
bir kadın milletvekilinin insafsızlığı… Diğer tarafta
evladının kanlı cesedine sarılıp öpen kan kokusunu
içine çeken annelerin çaresizliği ve acısı vardı. Sonra soykırımın yanı sıra soyu kirletme uğruna zalim
askerlerin tecavüzüne uğrayan kadınlar. Belki de
ölmek kolaydı öyle bir ortamda yaşamaktansa…
Sadece Müslümanlara yapılan zülüm değil mesele.
Haksız yere her insana yapılan zulmün karşısında
durmak sağlam bir yürek, kuvvetli bir iman, sarsılmaz bir insanlık, temiz bir vicdan sürekli devam
eden dua ve eyleme dönüşen söylem gerektirmez
mi?
Günümüzün en büyük sorunlarından biri gerçekten
vicdanımızla dinleyebilmeyi gerçekleştirememek;
anlamak için uğraşmamak. Bilakis her zaman
konuşan ve haklı olan taraf olmak.
“Sevdiklerinizle siyaset yapmayın. Siyaset dostlukları zedeler. Siyasetçiler yoluna devam eder; siz
dostlarınızı kaybetmekle kalırsınız.”
diyen Aristo ne de doğru ifade etmiş.
Fiziksel savaşlardaki dehşetten ders alıp psikolojik
savaşın insan kişiliğinde bıraktığı bölücülük virüsünden kendimizi korumalıyız. Çevresinde yaşanan
tüm savaşlara rağmen güzel ülkemiz bunca zaman
savaştan uzak durabilmeyi başardı. Ancak ülkemizde geçmişten bugüne hiç bitmeyen psikolojik
savaş bireylerin iç dünyalarını bombalayarak ruh
ülkesinde viraneye dönmüş şehirler bıraktı geri-
ye. Yıllardır uygulanan böl parçala yut tekniği ile
günümüze kadar gelen psikolojik savaş, kişilerin
şiddet olgusunu fiziksel düzeyden söylemlerine
çekerek kendi sahip oldukları düşünceleri savunmak ve haklı olmak adına kendileri ile aynı düşüncede olmayan insanlara hakaret etmek boyutuna
vardırdı. Hakaret ve kaba üslup bireylerin birbirini
anlamaları yerine birbirlerini nasıl nerden vurabilir
aşağılayabilir hor görebilir gibi bir iletişim algısını
yaygınlaştırdı. Öyle ki bu durumu eleştirenlerin bile
eleştirdikleri hataya kendilerinin düştükleri trajikomik bir kaos ortamı, toplumsal bir yapı söz konusu.
Elbette toplumsal hareketlilik olmalı; düşünce
üretilebilmeli, kişiler birbirleriyle paylaşıp toplumu
ve ülkelerini geliştirme yönünde olumlu katkılar sağlayabilmelidir. Ancak aynı ailede yaşayan
bireylerin her gün gündemdeki konuları konuşurken kavga ettikleri bir devinim ve hareketlilik
elbette ki ileriye değil geriye götürür. Yaradan
Hucurat Suresi’nin 10. ve 11. ayetlerine insanlara
sesleniyor: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan
korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. Ey iman
edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin,
belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da
kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha
hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi)
yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra
fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tövbe etmezse, işte
onlar, zalim olanların ta kendileridir.”
Dünyadaki savaşlara dur diyebilmek için önce
yüreklerimizdeki savaşı bitirmeliyiz. Yoksa biz
kardeşlerimizin dinini imanını doğrularını sorgular,
değerlerine hakaret ederken dünyadaki zulme
karşı durmak şöyle dursun fiziksel anlamda yanı
başımızda bombalar patlayınca kadar kendimize,
çevremize topluma yansıyan psikolojik şiddetin zulmünü ve dünyada bebeklerin bile canına
kastetmekten utanmayan zalimlerin zulmünün
sesini işitemeyeceğiz. Cenab-ı Allah Enam Suresi
45. ayette “De ki: Düşündünüz mü hiç; size Allah’ın
azabı apansız ya da açıktan geliverirse, zulme
sapan kavimden başkası mı yıkıma uğrayacak?”
diyor. İyi düşünmek ve zulmü yok etmeye çalışırken
zulme sapan olmamak gerek.
Kelebek etkisi kanunu ile ağzımızdan çıkan doğru
ya da yanlış bir sözün belki yanı başımızda belki de
bizden kilometrelerce uzakta patlayan bir bombaya dönüşebileceğini unutmayalım. Öyleyse kelimeleri toplamalı, cümlelerden ordular kurmalı. İnmeli
doğru anlamın meydanına. Cehalete ilim bombaları, nefrete sevgi okları atmalı... Olacaksa bir savaş
bilgi, iyilik ve sevginin zaferi için yapılmalı...
47
Dijital DUnyada
insan Olmak - 1
Şimdiki gençler pek hatırlamayacaktır muhtemelen, ama
bir zamanlar (yirmi-otuz yıl
önce?) bazı araştırma merkezlerinde geliştirilen teknolojik
alet-edevata dair haberler
aldığımızda, tabir yerindeyse,
adeta dudağımız uçuklardı.
Mesela, 1980’lerin sonlarında, o zamanlar sıkı takipçisi
olduğum Bilim ve Teknik
Ansiklopedisi fasiküllerinden
birinde adına ileride “Compact
Disc” denecek olan “lazerli” bir
veri depolama (o ne demekse?) sistemi hakkında bir yazı
okumuştum ve yazının girişinde de manikürlü bir bayan eli,
üzerinde gökkuşağının tüm
renklerini yansıtan bir CD prototipi tutuyordu. O 256 renkli
fotoğrafa otobüs durağında hayran hayran bakarken,
“acaba...” dedim kendi kendime, “biz bunları görebilecek
miyiz?”. Neredeyse bu büyülü andan on yıl sonra, çekmecelerimi dolduran müzik, film ve oyun CD’lerinden
gına getirmiş haldeydim ve bu gün, gelişen bir çok yeni
depolama teknolojisinin kullanıcılarından birisi olarak, o
renkli diskleri artık neredeyse görmek bile istemiyorum!
Analog (sürekli) verilerden, dijital (sayısal) verilere geçişimiz çok hızlı oldu ve bu gün dijital veri akışı dört bir
yanımızı kuşatmış durumda. Artık televizyonlar, sinema
salonları ve müzik konserleri dahi demode olma yolunda
hızla ilerlerken, evdeki akıllı televizyonlardan, bilgisayarlardan, tabletlerden veya cep telefonlarından kolayca
ulaşılabilen içeriklerin çağı başladı. Günümüzde artık
bir parçayı dinlemek için albüm satın almanıza gerek
yok; istediğiniz parçayı, yolda seyir halindeyken bir kaç
parmak dokunuşu ile satın alabilir ve anında keyfini sürmeye başlayabilirsiniz. Yollarda gezinirken size internete
bağlanma olanağı sunan GPRS/3G/4G gibi teknolojiler
sayesinde (şimdilik biraz maliyetli de olsa) istediğiniz
içeriğe anında erişme hürriyetine sahipsiniz. Aklınıza
takılan bir çok sorunun cevabını, her an cebinizde yahut
çantanızda taşıdığınız “Ulu Bilge Google”a danışmak gibi
bir lüksünüz var. İnsanlığın internete yansıyan hali hazırdaki tüm bilgisini endeksleyen Google ve benzeri arama
motorları, hepimize bilgiye ulaşmak anlamında sınırsız
görünen bir gelecek vadediyor.
Peki acaba beynimiz buna hazır mı? İnsan beyni, bu ka-
48
dar çeşitli, renkli ve hızlı veri ile başa çıkabilecek donanımlara sahip mi? Bu konu son yıllarında en önemli merak unsurlarından birisi ve henüz “dijital çağda doğmuş”
çocukların yaşlılık dönemlerini gözlemleme şansımız
olmadığından, dijital veri bombardımanının uzun dönem
etkileri hakkında çok fazla isabetli tahminler yürütecek
durumda değiliz. Fakat beyin ve insan fizyolojisi üzerinde yapılan bazı çalışmalar, bizi dijital kanalların kullanımı
konusunda uyaran, önemli sonuçlar ortaya koyuyorlar.
Oyunlar, e-postalar, mesajlaşmalar, sosyal ağlar ve biz
Yukarıda sıraladığımız teknolojik imkanların “güzel”
şeyler olduğuna dair şüphe duymamız için ilk bakışta bir
neden gözükmüyor. Fakat her güzel ve keyifli şey, özellikle yatkınlığı olan beyinler için “bağımlılık” potansiyeli
taşır. İnternet ve dijital ortamların sunduğu kolaylıklar
da sıklıkla sosyal yalıtıma ve temel zihin yeteneklerinin
zayıflamasına yol açan bazı olumsuzluklar gösteriyor.
Bilgisayar oyunları
İnsanı adeta kendisine
yapıştıran ve bağımlılık
yapan bilgisayar oyunlarının olumsuz etkileri
konusunda neredeyse
herkes hemfikir; fakat az
bilinen olumlu etkileri de
var: Görsel alanın çevre
bölümlerine ilişkin dikkati
artırıyor, karar verme
süreçlerini hızlandırıyor, özellikle beynin ön
(frontal) bölgesinde anlık
karara vermeye dair yeni
devrelerin oluşmasını
kolaylaştırıyor ve gerçek
hayatta da başta el becerileri olmak üzere, bazı
becerilerin gelişmesine
doğrudan katkı sağlayabiliyor. Elbette bu etkiler,
oyunların tipine, oynama
süresine ve kişinin bağımlılık geliştirme yatkınlığına göre büyük oranda
değişebiliyor. Dolayısıyla yine her zaman olduğu gibi,
bilgisayar oyunlarının etkilerini “toptancı” bir yaklaşımla
değerlendirmek yerine, bireye özel yaklaşımlarla ele
almak çok daha faydalı sonuçlar doğuracaktır.
E-posta ve sosyal ağ programları
Anında haberleşmenin büyüsüne kapılmamak çok zor.
Fakat aynı ortamda bulunan iki arkadaşın, iki farklı
cihaz kullanarak başkaları ile yazışmaları ve birbirleri
ile iletişim kurmaya gerek bile görmemeleri, bu gün
kafelerde ve toplu yerlerde sıklıkla gördüğümüz bir
garabet. Böyle manzaralar artmaya başladığında,
internetin sağladığı kolaylıkların gerçek hayatı baltaladığı sonucuna kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
İnternet üzerinden mesajlaşma, bedensel işaretlerden
büyük oranda yoksun olduğundan yüzeysel ve uçucu
bir karakter taşıyor. Bu yüzden “duygusal açıdan”
düşük risk taşıyor ve beynimizin çok düşük bir faaliyet düzeyinde çalışması, böyle bir iletişim için yeterli
oluyor. Fakat bu tarz bir iletişime ağırlık vermeye
başladığımızda, özellikle gençlerde, bedensel sinyalleri
ve beden dilini okumak konusundaki becerilerde hızla
bir gerileme görülüyor. Bu da gerçek sosyal ilişkilerde
başarısızlık ve tatminsizlikle birlikte, sanal iletişimin
daha çok tercih edilmesine neden olabiliyor.
Zihnimizin bedensel işaretlere olan ilgisi, internette de
şaşırtıcı bir bulgu ile karşımıza çıkıyor. Yapılan beyin
tarama çalışmaları sonucunda, internet iletişiminde
temel duyguları belirtmek için kullandığımız “gülücük”
(emoticon) işaretlerinin, beynimizde “yüz ifadelerini
ve sözsüz iletişimi algılamakta” kullandığımız “inferior
frontal girus” bölgesini çalıştırdığını gösteriyor. Yani
beynimiz, doğuştan programlı olduğu üzere, bilgisayar karakterlerinden
bile bedensel
işaretler çıkartmayı başarabiliyor. Sanırım
bu çalışma
basit gülücük
işaretlerinin
nasıl bu kadar
hızla yayıldığını
ve popüler hale
geldiğini daha
iyi anlamamızı
sağlıyor.
Facebook hesabınıza girdiğinizde sayfanın
üst kısmındaki
kırmızı renkli
bildirimler sizi
heyecanlandırır
mı? Bilimsel
çalışmalar
böyle olduğunu gösteriyor.
Bildiğimiz gibi bir çok bağımlılığın altında, beynin iç-ön
kısmında bulunan akkumbens çekirdeği ve hipotalamus arasındaki dopamin salgılayan hücrelerin büyük
rolü var. Keyif ve ödül duygusu hissedildiğinde salgılanan dopamin, bu salgıya neden olan fiilin daha çok
işlenmesini sağlamak üzere insanı o etkene bağımlı
hale getirebiliyor. Benzer bir düzenek sosyal medyaya olan bağımlılığı da açıklayabilir. Zira, Facebook
sayfasındaki bildirimler ve “beğenme”ler, kullanıcıların
beyninde fazladan dopamin salgılanmasına neden
olarak, insanların Facebook kullanımına bağımlı hale
gelmesini kolaylaştırıyor. Aynı şeyin, örneğin Twitter’daki “retweet” veya “favori” bildirimleri için de
geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kısacası tek
bir tıklama yaparak takip ettiğiniz kişilerin beyin kimyaları ile böylesine etkili bir biçimde oynayabiliyorsunuz. Özellikle de çocuklarımız, internetin bu cezbedici
etkisi karşısında büyük oranda savunmasızlar.
Uzun vadeli olası etkiler
Dijital dünyanın uzun dönemde zihnimizin işleyişine
nasıl bir etki yapacağını henüz çok iyi bilemiyoruz.
Zira “dijital dünyaya doğan” çocuklar henüz gençlik
dönemlerindeler. Fakat beynimizin ve zihin çalışma
sistemlerimizin bu dijital dünyaya uyum sağlamak
üzere sürekli bir değişim geçirmesi kaçınılmaz.
Sinirbilimlerinin son bulguları açısından baktığımızda
benim gözüme en tehlikeli görünen uzun vadeli sorun,
internet ve dijital ortamlarla büyüyen nesillerin uzun
vadeli plan ve hedefler konusunda ciddi sıkıntılar yaşayabileceği gerçeği. Sinir sisteminin işlevsel anatomisinden bildiklerimize göre, kısa süreli ihtiyaç ve geçici
tatminler, beynimizin derinliklerinde yer alan “limbik
sistem” adlı bölüm tarafından kontrol edilirken, uzun
vadeli hedeflere yönelik olarak anlık tatminlerin ertelenmesini sağlayan devreler beynimizin ön (frontal) ve
üst-yan (parietal) bölgelerinde bulunur. Yine hepimizin
bildiği gibi, limbik sistem yaşamsal açıdan doğduğumuz aylardan itibaren aktif olduğundan ve frontal-parietal bölgelerin yaşamla olgunlaşması gerektiğinden,
çocuklar genellikle uzun vadeli planlar yapamaz ve
anlık itkilerle yaşarlar. Fakat yetişkin bireyler olurken
beynimizde gerçekleşen en önemli değişikliklerden
birisi, frontal-parietal üst kontrol merkezlerinin gelişmesi ve bu devrelerin anlık “limbik” etkileri bastırma yeteneği kazanmasıdır. Bu sayede ileriye dönük
planlar yapabilen, hazları erteleyebilen ve büyük işle
başarmak üzere aylar, belki yıllar boyunca çalışabilen
adanmış insanlar haline dönüşebiliriz. Fakat davranış çalışmaları maalesef internet ve dijital ortam
kullanımının artmasıyla frontal korteks gelişiminin
zayıfladığını bizlere göstermekte. Bunun uzun vadeli
sonuçları ise oldukça iç sıkıcıdır: İtkisel ve anlık yaşayan, uzun vadeli planlar yapamayan, yoğunlaşma ve
dikkat sorunları ile boğuşan ve sosyal iletişimde ciddi
yetersizliklerden muzdarip bir nesil ortaya çıkması söz
konusudur. Elbette bunun önüne geçmek için yapılabilecek bir çok şey, alınabilecek bir çok önlem var; fakat
bu tehlikenin bir an önce farkına varmamız ve bu
uyarıları ciddiye almamız gerekiyor.
Kaynaklar:
1- http://www.idefix.com/kitap/modern-beynin-evrimi-e-beyin-gary-small/
tanim.asp?sid=E21DH6YVIB1BGMYDW3G0
2- http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1002/ecj.10311/abstract
3- http://thecerebralcortex.wordpress.com/2012/01/03/facebook-and-the-dopaminergic-response/
Daha fazlası için: www.nbeyin.com
49
11. Yıl
FİLİSTİN SORUNUNUN
KISA KRONOLOJİSİ
Hazırlayan
Gülfem Kıraç Keleş
Yahudi Devletinin Temelleri Atılıyor
(Basel Kongresi 27 Ağustos 1897)
1.Siyonist Hareketin mimarı Avusturya-Macaristan
gazeteci Theodor Herzl’dir. 1895 yılında yayımlanan “Yahudi Devleti” (Der Judenstaat) adlı
kitabı ile Hıristiyan Avrupa tarafından yüzyıllardır
dışlanan Yahudiler’in homojen bir Yahudi devleti
kurma hakkı olduğu düşüncesinin teorik alt yapısını oluşturdu.
2.Siyonist hareket; Siyon’a yani 1900 yıl önce
Roma tarafından sürüldükleri kutsal toprak diye
addettikleri Kudüs’e geri dönmeyi ve Süleyman
tapınağını yeniden inşa etmeyi amaçlamaktaydı.
3. Herzl Filistin’de bir devletin kurulması için
gerekli olan uluslar arası alanda mücadele edecek
bir Yahudi Cemiyetinin kurulmasını sağlamış ve
ardından Yahudilerin Filistin’e göçlerini ve orada yerleşmelerini sağlayacak ekonomik desteğin oluşması için girişimlerde bulunmuştur. Bu
çerçevede Yahudi Ulusal Fonu (ki bu şirket Filistin
Bölgesinde Yahudilere torak alımını sağlamıştır),
ve İngiliz-Filistin Bankası (Yahudi işletmelerine ve
çiftçilere kredi vermiştir.) gibi kurumların kurulması sağlanmıştır.
4.27 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde Birinci Siyonist Kongresi toplanmış, “Shekel” adı verilen bir çeşit vergiyi veren her Musevi
bu meclise üye olmuştur. Siyonist hareketin amaçlarının ve yöntemi ortaya konulduğu bu kongrede
Yahudi Devletinin manevi temelleri oluşturuldu.
I. Dünya Savaşı ve Filistin’de
İngiliz Mandası (1917-1948)
1.I. Dünya Savaşının ardından 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile
Osmanlı İmparatorluğunun Filistin Bölgesindeki hakimiyeti sonlanmıştır. Bölge Fransa ve Britanya’nın
hakimiyeti altına girmiştir.
2.1920 tarihinde Milletler Cemiyeti bölgeyi İngiliz
Mandasına terk etti.
3.II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar Bölgede
yönetimi elinde tutan İngiliz Manda yönetimi Filistin
topraklarına Yahudi göçünün önünü açarken Yahudi
Devletinin siyasi temellerinin de atılmasını sağlamıştır.
4.Balfour Deklarasyonu: 2 Kasım 1917’de yıl İngiliz
Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour’un İngiltere’deki Yahudi teşkilatları federasyonu başkanı
Lionel Walter Rothschild’e gönderdiği bir mektupla
bölge Yahudi yerleşimine açık hale getirilmiştir.
Balfour olarak da bilinen bu mektupla Yahudilerin
Filistin topraklarında bir milli devlet kurmaları resmiyete dökülmüştür. Bildiri Fransa, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından kabul edilmiştir.
5. Bu dönemde bölgeye 25.000 Yahudi göç etmiştir.
50
11. Yıl
6. 1935 yılına gelindiğinde Filistin’de Yahudi nüfusu
neredeyse Arap nüfusuyla eşit durumdaydı. 1939
yılında Almanya ile savaşın eşiğine gelen İngiltere
Arapların desteğini kaybetmemek için (uygulamada
hiçbir önemi olmayan) Beyaz Kağıt adlı bir siyasi
açıklama yaparak bölgede iki toplumlu bağımsız bir
Filistin Devleti kurulacağını duyurdu. Ancak İngiltere
Yahudi toplumu üzerindeki desteğini geri çekmediği
gibi Yahudi göçünü de engellemedi.
7.II. Dünya Savaşının başlaması ile bölgeye Yahudi
göçü daha da artarak devam etti.
8.Bu süreçte Filistin halkı bazı topraklarını Yahudi
şirketlerine satarken bazıları da Yahudi çete ve örgütler tarafından yurtlarından edildiler. Filistin halkı
mülteci konumuna düşmeye başladı, diğer komşu
ülkelere sığındılar. (Ürdün, Suriye, Mısır, Lübnan
gibi)
9.14 Mayıs 1948’de Milletler Cemiyeti İngiltere ve
Amerika’nın yönlendirmeleri ile bir Yahudi devleti
olan İsrail’in kuruluşunu ilan etti. Filistinliler 15
Mayıs gününü “El Nakba” yani “Felaket” günü olarak
adlandırdılar.
Arap-İsrail Savaşları
1. 1.Arap –İsrail Savaşı 1948-1949; İsrail Devletinin ilanının ardından Mısır, Ürdün,
Suriye ve Irak’ın oluşturduğu Arap Birliği İsrail
Devletine savaş açtı. Arap Birliği ülkeleri savaşı
kaybetti ardından Filistin topraklarının büyük
bir bölümü İsrail Devleti’ne bırakıldı. Birleşmiş
Milletler tarafından çizilen İsrail sınırları daha
da genişledi.
2. Süveyş Krizi; Bir Arap milliyetçi olan Mısır
Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır (Fransa ve
İngiltere başta olmak üzere) Batılı Devletlerin
kontrolünde olan Süveyş Kanalını millileştirdiğini açıkladı. Ardından Fransa, İngiltere ve
ABD’nin desteğini alan İsrail Mısır’a savaş açtı.
İsrail kuvvetleri Sina Yarımadasına kadar girdi,
ardından yapılan anlaşma uyarınca, Birleşmiş
Milletler (Milletler Cemiyeti) Mısır-İsrail sınırına
birçok ülkenin katılımıyla oluşan barış gücünü
yerleştirdi. Savaş sonucunda topraklarını genişleten İsrail’e Tiran Boğazı açılmış oldu.
3. 1967 Altı Gün Savaşları: İsrail ile Mısır,
Ürdün ve Suriye devletleri tarafından oluşturulan ve Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas
ve Cezayir devletleri tarafından desteklenen
ittifak arasında başlayan ve İsrail’in başarısıyla
sonuçlanan savaştır. İsrail savaşın ardından
Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golon
Tepeleri’ni ve Filistin’den Gazze Şeridi ile
Batı Şeria’yı topraklarına kattı. Böylece İsrail
Filistinlileri tam anlamıyla İsrail yetkine soktu.
Daha sonra Sina Yarımadasından çıktığını
ilan etse de İsrail günümüzde yaşanan bir çok
sorunun temelini oluşturan toprak ilhaklarına
devam etti.
4. 1973 Yum Kippur Savaşı; Mısır, Suriye ve
İsrail devletleri arasında gerçekleşmiştir. Yahudilerin kutsal günü olan Yom Kippur gününde
başlayan savaşın amacı İsrail tarafından işgal
edilen Arap topraklarının geri alınmasıdır. Savaş sonrası yapılan Camp David’de gizli gerçekleştirilen görüşmelerin ardından bir anlaşma
yapılmış İsrail Sina Yarımadasından çekmiş
ve Mısır İsrail’i resmi olarak tanımıştır. İki ülke
arasında ticari ilişki başlamıştır. Barış sürecine
desteklerinden ötürü Menaham Begin (dönemin İsrail Başbakanı) ile Enver Sedat’a 1978’de
Nobel Barış Ödülü verilmiştir.
5.Yukarda bahsi geçen hiçbir savaş doğrudan
Filistin halkının özgürlüğünü ve dolayısıyla
bağımsız bir Filistin Devleti kurulması amacıyla
gerçekleştirilmemiştir.
6. Kaybedilen her savaş aslında Filistin sorununu daha da derinleştirmiş ve Filistinliler
kendi toprakları üzerinde haklarını kaybederek
mülteci durumuna düşmüşlerdir.
7.Bu durum Filistin halkının kendi içinde örgütlenmesine sebep olmuş ve farklı düşünceler
çerçevesinde örgütlü mücadeleler başlamıştır.
51
11. Yıl
Filistinliler
‘İsrail Devleti’ne Karşı
Örgütleniyor
1. El-Fetih (Kuruluş 1959) Yaser Arafat’ın önderliğinde kuruldu. Arap sosyalizmi ve milliyetçiliği
ideolojisine sahip olan örgüt Filistin sorununun
sadece silahla çözülebileceğine inanıyordu ve
tüm silahlı militanları bünyesine kabul ediyordu.
Örgütün lideri Yaser Arafat artık Filistin halkının
mücadelesinin bölgedeki Arap devletlerinin siyasi
çıkarlarından kurtarılacağını söylemiştir. İlk büro
Cezayir’de kuruldu.
2. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ); Filistin’in bölgede ulusal varlığını sürdürmek ve demokratik,
laik ve ulusal bir Filistin devleti kurmak amacıyla
kurulmuş çeşitli siyasal ve askeri kuruluşların
tümünün oluşturduğu bir örgüttür. (El-Fetih’i de
bünyesine alan şemsiye kuruluştur.)
3. El-Fetih’in lideri Yaser Arafat 1969’da örgütün
başına getirilmiştir.
4. Yaser Arafat’ın çalışmaları sonucu örgüte
“sürgün hükümeti” niteliği kazandırıldı.
5. FKÖ 1974 tarihinde Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve Birleşmiş Milletler tarafından Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak tanındı.
6.İsrail Devletini tanıdı.
7.İsrail ve diğer ülkelerle yapılan anlaşmalarda
muhatap olarak kabul edilen tek örgüttür.
8.1987’de başlayan I. İntifada adı verilen sivil
ayaklanmanın yönlendirmesini yapan örgüt, ilk
defa silahsız bir mücadele örneği sergilemiştir.
9.1988 tarihinde Cezayir’de toplanarak bağımsız
Filistin Devleti’ni ilan etmiştir.
10.Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS); 1987
tarihinde Şeyh Ahmet Yasin, Abdülaziz el Randisi ve Muhammed Taha tarafından I.İntifada’nın
ardından kurulmuştur.
11.HAMAS kelimesi Arapça Harakat al-Muqawama al-Islamiya (İslami Direniş Hareketi)’nin ilk
harflerinden oluşuyor.“Hamas” aynı zamanda
Arapçada “hamiyet” ve “şevk” anlamına gelmektedir.
12. Mısır’da ki Müslüman Kardeşler örgütünün
bir kanadıdır.
13. İsrail devletini tanımamaktadır.
14.Amacı İsrail’i 1967 sınırlarına çekmek, Batı
Şeria ve Gazze Şeridi’ni de içine alan bölgede
bağımsız İslami bir devlet kurmaktır.
15. İsrail Filistin halkı üzerinde HAMAS’ın etkisinin
arttığını gördüğü için daha laik ve kendine yakın
bulduğu FKÖ’yü tanıdı ve onunla anlaşmalar
yaptı.
16.25 Ocak 2006’da yapılan seçimlerde Haman
132 sandalyenin 76’sını alarak Filistin halkının
kendisine duyduğu güveni pekiştirmeye başladı.
52
11. Yıl
Filistin Halkının Bağımsızlık Mücadelesi
1. I. İntifada FKÖ’nün Beyrut’tan çıkarılması ve
Sabra-Şatilla Katliamlarının ardından Aralık 1987’de
Gazze Şeridi’nde başladı.
ne bırakıldı.
2. İntifada; başından savma ya da başkaldırı anlamına gelmektedir.
11. 1996’da Benjamin Netenyahu başbakan oldu,
İsrail-FKÖ anlaşmasına rağmen Netanyahu Filistin
Devleti fikrine karşı çıktı.
3. Gazze İslam Üniversitesi Öğrenci Meclisi tarafından
ilk organizasyon yapıldı, bu öğrenciler HAMAS örgütü
üyeleri idi. HAMAS dünyaya sesini duyurmaya başladı.
4. Ayaklanma Batı Şeria’ya da yayıldı.
5. İsrail Devleti’nin ağır silahları karşısında Filistin
halkı taş ve sapanla mücadele etti. Bu süreç içinde
sivil itaatsizlik eylemleri yapıldı; vergi verilmedi, İsrail
ürünleri boykot edildi, grevler düzenlendi,
6. HAMAS içinde İzzettin Kassam Birlikleri adı altında
silahlı bir kanat oluşturuldu.
7. Ağır sivil kayıplarının yaşandığı bu ayaklanma
1993 yılında yapılan Oslo İlkeler Anlaşması ile son
buldu.
8. FKÖ bağımsız İsrail Devletini tanıdı. Anlaşmaya
göre Filistin Ulusal Yönetimi kuruldu, Filistin polis
gücü oluşturuldu.
9. Batı Şeria ve Gazze’deki toprak bütünlüğü bozuldu,
bölge kantonlara ayrıldı. Haremü Şerif İsrail kontrolü-
10. İsrail 1948’de çizilen sınırlara hiçbir zaman çekilmedi.
12. II. İntifada, El Aksa İntifadası olarak ta bilinir, 28
Eylül 2000 tarihinde Ariel Şaron’un Kudüs’teki El-Aksa Camii’ne provakatif ziyaret sonrası başladı.
13. Amaç bağımsız bir devlet kurmak ve işgale son
vermekti.
14. 2005 yılına kadar devam eden İkinci intifada ile
birlikte İsrail’in uyguladığı tecrit politikası daha da
arttı.
15. Temmuz 2014’de İsrail Hamas’ın İsrailli 4 genci
kaçırarak öldürdüğü gerekçesi ile “Koruyucu Hat
Operasyonu” adını verdiği bir askeri harekat başlattı.
Ağır silahlarla karadan ve havadan Gazze Şeridi’ni
bombalamaya başladı.
16. İki binden fazla insan ölürken ölenlerin çoğu
çocuklar ve kadınlardan oluşmaktadır.
17. Devam eden harekat sonucu Filistin’in tüm alt
yapısı yok edildi.
Filistin Direnişine
Desteğin Sembolü “Mavi Marmara”
1. İnsani Yardım Vakfı’nın
organizasyonu ile İsrail ablukasındaki Gazze’ye yardım
malzemeleri götürmek üzere bir grup gemi ile birlikte
yola çıktı. Geminin adı Mavi
Marmara idi.
bütün dünyada büyük yankı uyandırdı.
5. Olay sonrasında dünyanın birçok
ülkesinden İsrail’e tepki yağdı.
6. Türkiye, vatandaşlarına yapılan
bu kanlı saldırının ardından İsrail ile
ilişkilerini “ikinci katip düzeyine” indirdi
ve İsrail’e “özür”, “tazminat” ve “Gazze
ablukasının kaldırılması” şartını öne
sürdü.
7. İsrail 2013’te Türk Devletinden
özür diledi.
2. 31 Mayıs 2010 tarihinde
Gazze’ye yakın uluslararası
sularda İsrail Ordusunun
gemiye asker çıkarması
üzerine organizasyon amacına ulaşamadı.
3. Olayda 10 kişi öldü, özellikle 19 yaşındaki Furkan
Doğan dünya kamuoyunun
dikkatini çekerek Mavi Marmara’nın bir sembolü oldu.
4. Saldırının, uluslararası
sularda sivil, silahsız ve
insani amaçlarla yola çıkan
bir gemiye yapılmış olması
53
11. Yıl
“Utanıyoruz Allah’ım!
Nemlenmemiş bir gözle,
yara almamış bir bedenle,
Varmaya utanıyoruz!
Ahde vefa gösteremedik,
gösteremedik Allah’ım!
Bunu biliyoruz...”
Mine İzgi
54
11. Yıl
Gayri ihtiyari kendini tutamayıp, gözyaşlarının yanaklarından kalbine doğru yol bularak akmasına mani
olamadı. Bu gözyaşları mahzun bir çift gözden çıkıyor,
yine mahzun bir kalbin derin labirentlerine sızıyordu.
Tıpkı yeryüzünde buharlaşarak yükselen ve bulutlardan tekrar yeryüzüne inen yağmur misali...
Bulutlar taşıdığı buhar için bir depo vazifesi görür.
Fakat taşıdığı yük, depoya sığmayacak hale gelirse,
bu yükten bir kısmını mecburi olarak boşaltır. Kalpler
de öyledir... Hâdiselerin bıraktığı acı izlere bir zaman
sabredilir; dişler sıkılır, dudaklar ısırılır, boğazda
barikatlar kurulur. Fakat bir an gelir ki, bunların hiçbiri
kâr etmez. Sağa-sola başvuran yaşlar bir çıkış yeri bulamayınca gözlerden fışkırır... Ben de şimdi ağlıyorum.
Hem de hıçkıra hıçkıra... Çaresizliğime, yanlışlarıma,
duyarsızlığıma ve bana ulaşmasını dahi hayal bile
etmekten korktuğum durumdaki kardeşlerimi unuttuğuma, hafızamın zayıflığına, yaşadıklarımın anlamsızlığına, irademi parselleyenlere ses çıkarmayışıma
ağlıyorum. Evet, ben kendi halime ağlıyorum...
Biliyorum, Filistin’deki kardeşlerim, yaşadıklarının karşılığını Hak’tan fazlasıyla alacaktır. Ama ben... Onlar
bu yaşadıklarıyla, imanlarını pekiştiriyorlar, fakat ben...
Onlar çileye seve seve talipler, ya ben...
Çile onların tadı-tuzu... Çile onların yaşam tarzı. Aynen
Peygamberlerimizin yaşam tarzı olduğu gibi... Evet,
Peygamberlerin çileleri... Ateşte yanmaktan, kurban olarak kesilmek üzereyken bırakılmaya kadar...
Kuyulara atılmaktan, esir olarak kervanlara satılmaya
ve zindanlara atılmaya kadar... Balık karnında kalmaya, testereyle kesilmeye kadar giden çileler... İşte bu
çilelerle kavîleşen imanlar. Kolay iman belki inkâra
dönüşebilir, benim ki gibi... Ama çile çekilerek ulaşılan
inanç, inkârların acımasız fırtınasına dayanıklıdır. Sayısız depremler görmüş, sel baskınlarına uğramış, taş
taş üstüne kalmayacak fırtınalar yaşamış bir kale mi,
yoksa her türlü tehlikelerden muhafaza edilen villa mı
daha iyidir?...
Filistinli kardeşlerim, o sağlam kale gibi dimdik ayakta
dururken, benim kaypaklığıma, zayıflığıma ve güçsüzlüğüme ağlıyorum. İrademi kullanamayışıma ağlıyorum. “İrade; çatallı bir yol ağzında, yapabildiği şuurlu
tercihlerin ifadesidir”diyen Arvasî’nin bu tarifine
uyamadığım için ağlıyorum...
Belki de Nasreddin Hoca gibi iğneyi, kaybettiğimiz
samanlıkta değil de aydınlıkta arıyoruz. Bekli de
yanlışlarımızı, yanlış yerlerde ve yanlış şekillerde
düzeltmeye çalışıyoruz. Beynimizdeki hormonları
fazlalaştıramamakta, genetik haritamızın yanlış kodlanmasında ya da hücrelerimizin bir yerindeki düğmelerin kapalı oluşunda arıyoruz. Fakat asıl yanlışı,
irademizde aramayı unutuyoruz. Ve bütün çözümün
de orada olduğunu... İşte ben, unuttuklarıma ve unutkanlığıma ağlıyorum...
Çünkü bu filmi biz, çok uzun zamandır izliyoruz. Onlar
öldürmeye doymazken, biz ölmeye doymadık. Onlar
zulmetmeye doymazken, biz de zulme uğramaya
doymadık. Yaşamı ve unutmayı eş anlamlı kıldık hayat
lügatlarımızda. Soyulmuş evlere döndük de, soyulduğumuzu anlamadık. En değerli eşyalarımız, kutsallarımız, saadetimiz, sevincimiz çalındı ve sadece dört
duvarı kalan eve döndük de, halâ nelerimizi çaldırdığımızı tescilleyemedik. Çalınan mallarımızı tespit edip,
onları nerede arayacağımızı da unuttuk.
Kutsal topraklarda, Allah’ın düşmanlarının masum
yavruların gözyaşı yerine kanlarını akıttığını, silahsız
masumların, katil yahudilerce öldürülmesi “terörizm”
olarak değil, “önleyici savunma” olarak adlandırılmasını, 40 günlük bebek Sarah’ın öldürülmesini, savunmasız Filistinli çocuk Ramis’in babasının gözleri önünde
katledilmesini, “Uridu Ebîi” diye haykıran Filistinli
küçük kızın acı feryatlarını ve daha neler neleri gördü
de bu gözlerimiz... Unutmanın acısını ne yazık ki çok
pahalıya ödüyoruz... İşte bu gerçeği geç anladığım
için ağlıyorum... Bunları, aklımın en önemli bölümüne
kotlayamadığıma ağlıyorum...
Halbuki dedem hep bana, “Yaşadıklarını asla unutma
yavrum, bir şey yapamazsan bile, öfkeni biriktir ve
zamanı gelince, o öfkeyle kalkan yumruğunu, zulmün
sırtına, bir daha kalkmayacak şekilde indir,” derdi.
Ama ben ne yaptım? Her şeyi unuttum! Kudüs’ün
önemini, Mirac’ın canlı şahidi ve Müslümanların ilk
kıblesi Mescid-i Aksa’yı, Kudüs’ün ilk fatihi Hz. Ömer’i,
adil hükümdar Selahaddin Eyyubi’yi ve yakın tarihte
yaşananları bana anlatan dedemi...
Neler anlatmıştı dedem;
“İngilizler, yerlerine yahudileri bırakarak 1947’de
Filistin’den çekilmeye başladılar. Bunun hemen
arkasından, yahudiler kendi devletlerini kurabilmek
için bir çatışma başlattılar. Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu 1947’de Filistin topraklarının Araplarla Yahudiler arasında paylaştırılmasına dair bir karar aldı.
181 sayılı bu karar, Filistin topraklarının %55’ini ve
verimli kısımlarını Yahudilere, genellikle verimsiz ve
çölden ibaret %45’ini de Araplara veriyordu. 14 Mayıs
1948’de İsrail devletinin kuruluş deklarasyonunu yayınladılar. İsrail’in kuruluşu ve bu kuruluşun 181 sayılı
BM Genel Kurulu kararına dayandırılmasıyla 960 bin
Filistinli arap evsiz, mülteci durumuna sokuldu.
Filistinlilere yapılan zulüm ve işkencelerin yanı sıra İsrail’in henüz 50 yılı doldurmuş olan ömründe 6 büyük
savaş vardır. Bunların birincisi, 1948’de İsrail’in kuruluşuyla birlikte patlak veren savaş, ikincisi 1956’da bu
ülkenin Fransa ve İngiltere’nin desteğiyle Mısır’a karşı
açtığı savaş, üçüncüsü 1967’de ABD desteğinde Mısır,
Suriye ve Ürdün’e karşı gerçekleştirilen savaş, dördüncüsü 1968’de Ürdün’e saldırı, beşincisi 1973’te
İsrail tarafından başlatılan Arap – İsrail savaşı, altıncısı da, senin yaşındakilerin de çok iyi hatırlayacağı
ve tarihe Lübnan katliamı olarak geçen 1982’deki
Lübnan işgalidir. Bu ülkenin tek taraflı olarak komşularına karşı saldırıları da eklenince, İsrail’in, savaşsız
bir gününün geçmediği söylenebilir...”
55
11. Yıl
Evet, bunları hep dedemden öğrenmekle beraber, Suriye
ve Mısır’da bulunduğum dönemlerde yakından yaşama
imkanım da oldu. Ama dedemin anlattıklarını da, kendi yaşadıklarımı da hep unuttum. Eğer unutmasaydım,
yurda döndüğümde, duyarsız ve kayıtsızlığımı sürdürebilir
miydim?.. Gördüğüm hataları düzeltmez miydim?.. Dinin
ve aklın kötü gördüğü şeyleri insanların işlemelerine
engel olmanın gereklerini yapmaz mıydım?.. Abdullah bin
Mübarek’ten rivayet olunan bir hadisi şerif yanlışımı ne
kadar da açık olarak göstermekte... Peygamber Efendimiz
(sav) buyuruyorlar ki: “Seyahate çıkmış bir kavim gemiye
binerek, yer için aralarında kur’a çekerler. Herkes yerlerine yerleştikten sonra içlerinden biri, elindeki balta ile
bulunduğu yeri deler. Arkadaşları, “yYhu ne yapıyorsun?”
dedikleri zaman: “Sizin ne vazifeniz?.. Benim kendi yerim
değil mi? İstediğimi yaparım. Siz ancak kendi yerinize karışabilirsiniz.” sözleriyle mukâbelede bulunur. Şimdi gemi
ahâlisinin tamamı üzerine bu boş kafalının elinden baltayı
almak aklen gerekli iken, “Adam sen de, nemize lazım. Yeri
değil mi? Ne yaparsa yapsın.,” deyip, haline terk ederler.
Aradan çok geçmeden hepsi birden denize gark olup
giderler. Sonumuzun böyle bir gaflete düçâr olmasından
korktuğum için ağlıyorum...
Evet ben, tüm Filistinli kardeşlerimin bize verdiği dersleri
iyi anlayamayışımıza ağlıyorum. Ben onların kırılan kollarına, kesilen ayaklarına, çıkarılan gözlerine değil; benim dua
için bile kalkmayan ellerime, onlara yardım için yürümeyen ayaklarıma, onların yaşadıklarını görmeyen gözlerime,
feryatlarını duymayan kulaklarıma ağlıyorum. Ben kendime ağlıyorum...
İsrail, dünyada işkenceyi kanunlaştıran tek rejim. İsrail
işgal yönetiminin çıkarmış olduğu kanunlara göre, iç istihbarat örgütü ŞABAK (Shin-Bet) elemanları, özellikle İslamî
Hareket mensubu Filistinlileri bilgi vermeye zorlamak için
işkenceye tabi tutabiliyorlar. Kanun, Şabak elemanlarına
böyle bir hak verince onlar da bu haklarını(!) sınırsız bir
şekilde kullanıyorlar. Bu işkencelere rağmen, dininden,
imanından bir şey kaybetmeyen Filistinli kardeşimin direncine rağmen, benim rahat içindeyken bile, inancıma ihanet
edişime ağlıyorum...
Onlar işkence altında bile inançlarının gereğini yaparken,
benim inançsızlık denizinde yüzmeme ağlıyorum. Ben,
kendime ağlıyorum...
Filistinli annelerin, biricik yavrularını ölüme seve seve
göndermesine rağmen, benim, çocuğumun üzerine konan
tozdan bile sakınıp, her türlü tehlikeden onu korumak
için kendimi fedadan bile sakınmadığımı düşünüp de, asıl
anneliğin ne olduğunu anlamayışıma ağlıyorum... O anne,
şehadet şerbeti içen yavrusunu güllerle Hakk’a uğurlarken,
benim, dünyevi düşüncelerim ve kaygılarımdan dolayı biricik yavrumun, gerçek dünyasını ihmal edişime ağlıyorum...
Ben, kendime ağlıyorum...
Bundan sonra, düne bakıp kendimi arayacağım, bugünde
kendimi bulacağım ve yarın, hayatın ötesine cesurca adım
atacağım. Artık biliyorum, her insan bir tarihtir ve başka
hiç kimsenin tarihi ile aynı değildir. İşte bu da benim tarihim, onu unutmayacağım.
56
11. Yıl
BİZ VE ONLAR
Biz, muhabbet fedaileri,
Onlar, husumet uşakları.
Bizim şarkılarımızda barış, muhabbet,
Onlarınkinde savaş, kin ve nefret.
Bizim bahçemizde güller, sümbüller,
Onlarınkinde zakkum ve dikenler.
Bizim çabamız îmar etmek ve sevmek,
Onlarınki yıkmak, yakmak, yok etmek.
Bizim elimizde beyaz güvercinler,
Onlarınkinde bomba, silah ve mermiler.
Bizim dilimizde dua ve sevgi,
Onlarınkinde beddua, küfür ve öfke.
Bizim şehrimizde huzur ve saadet,
Onlarınkinde kargaşa ve sefalet.
Bizim evimizde sevgi ve saygı,
Onlarınkinde nedâmet ve gözyaşı.
Bizim yaşantımızda birlik ve bütünlük,
Onlarınkinde kuyu kazma ve ayrılık.
Bizim fikrimizde önce can, sonra canan,
Onlarınkinde önce ben, önce ben.
Bizim yönümüz gerçek olan Hakk’a,
Onlarınki Batıla, yanlışa, sağa, sola...
GAZZE
AÇIK HAVA
HAPİSHANESİ
BOMBALANIYOR
İsrail devleti Gazze’yi bombalamaya başladığından beri tanıdığım Baptist bir papaz olan Moris ile hergün iki medeni insan gibi tartışyoruz. O
Yahudi-Hristiyan görüşüne göre İsrail’i savunurken ben de Müslüman
olarak Filistin halkının haklarını savunuyorum. Tahmin edeceğiniz üzere
oldukça kapsamlı, zor bir meseleyi tartışıyoruz. Sizleri de bu tartışmaya
davet ediyor, ikimizinde argumanlarını dinlemenizi ve kim haklı karar
vermenizi rica ediyorum.
Şevval Ay
Moris diyor ki; bu topraklarda Yahudilerin devlet kurmaya hakları var
çünkü İngiltere bu toprakları 1948’de Yahudilere verdi.
Ben de soruyorum; İngiltere Filistin topraklarını Filistin halkının rızası
olmadan nasıl Yahudilere verebilir? Yani İngiltere kim oluyor da veriyor
başkasının topraklarını Yahudilere? Madem Yahudilerin bir ülke kurmasını İngiltere Devleti istiyordu, niçin İngiltere’den bir toprak vermiyor da
Filistin’i veriyor?
Moris’e göre Yahudilere yurtsuz olduklarından dolayı iyi niyetleri ile yurt
kurmak istemiş İngiliz hükümeti. Oysa işin aslı hiç de böyle değil. İngiltere Orta Doğudaki hakimiyetini devam ettirebilmek için bunu yaptı.
Petrolün Hayfa’dan Akdenize taşınması boru hattını bedavadan kullanmaya devam etmesi, Süveyş Kanalı hakimiyetini sürdürmek, Mısır’ın
önünü kesmek, olduğu yerde tutabilmek için Yahudi Devletini orada
kurdurdu. Bu sebepten dolayı Yahudiler Filistin topraklarında işgalci bir
ulustur.
Moris yine der ki; Filistin toprakları iki bin yıl önce Yahudilerin yurdu idi.
Bu sebeple O topraklar Yahudilere aittir.
Ben de soruyorum; eğer sen haklıysan iki bin sene önce Kuzey Amerika
Kıtası Kızılderililerin ana vatanı idi. Şimdi Amerika’lılar bu topraklardan
gitsin yerine Kızılderili Devleti kurulsun. Türklerin ana vatanı da Orta
Asya idi, biz de gidip Çinlileri Orta Asya’dan sürelim yerine Türk Cumhuriyetini kuralım. Her millet binlerce yıl önce yaşadığı ve terk ettiği
topraklara geri dönüyor ise! Bunu Amerika’nın ve Türkiye’nin yapması
nasıl kabul edilemez bir durum ise Yahudilerin de Filistin topraklarına
binlerce yıl sonra bizim diye çıkıp orduları ile gelip işgal etmesi o kadar
kabul edilemez bir durumdur. Yani İsrail işgalcidir!
Bu defa Moris der ki; bizim kutsal kitabımızın Tevrat- Eski Ahit kısmında
ki “Yasanın tekrarı 1:8 der ki: Bu toprakları size verdim. Gidin, atalarınıza, İbrahim’e, İshak’a, Yakup’a ve soylarına ant içerek söz verdiğim
toprakları mülk edinin.”
Ben de diyorum ki; sizin gibi dinine bağlı Hristiyanları Yahudiler İsrail
Devletini savunmanız için Tevrat’ın binlerce yıl önce geçerli olan (ki
gerçekten Tanrı böyle bir ayet indirmiş miydi bizce meçul olan) bir ayeti
ile kandırıp haksız işgallerinin maddi ve manevi savunucusu yapıyorlar.
Bu ayet bugün için geçerli değildir. Artık Filistin de bu ayetin muhatabı
olan uluslar yaşamıyor. Onların üzerinden binlerce yıl geçti, halen nasıl
57
11. Yıl
bu ayetin hükmü ile Yahudi zulümüne yandaş olur
arka çıkarsınız Hristiyan Amerikalı olarak? Ana
yurda geriye dönme diye bir hak zaten olamaz.
O zaman ki Yahudiler ölüp yok oldular bugünkü
Yahudiler dünyanın her köşesinden gelmiş bambaşka insanlar. O zamanki Yahudilerin devamı
oldukları iddasındalar.
terorist Filistinliler. Halbuki gerçek Terörist İsrail,
kurbanı Filistin. Filistinlilerin bu esaretten kurtulmak için savaşmaya hakları yok mu? Kimler kazar
yer altı tünellerini? Hapishanedeki mahkumlar!
Tabii ölmemek için tüneller kazıp ihtiyaçlarını bir
parçada olsa oradan sağlayacaklar. Bebeğine
içirecek süt yok, sütten vazgectim su yok.
Hem eğer sen davanda haklı isen 1948’den beri
Filistinden Yahudilerin sürdüğü Filistinlilerin ana
vatana geri dönme hakkını versin İsrail. Bu mevzuyu İsrail tartışmaya dahi açmıyor, asla kabul
etmiyor. Yani çifte standart!
Roketlere gelince, gayet iptidai bir su borusundan
oluşuyor ve sadece birkaç yüz metreye gidiyor
ve kimseyi de öldüremiyor. Binlerce roket atıldı
da binlerce İsrailli mi öldü? Filistin halkının ordusu yok! Hiç olmadı da. Ama karşısında dünyanın
en güçlü ordusu, en akıllı roketleri, hatta atom
bombası, hidrojen bombası, tankları, donanması,
hava kuvvetleri binlerce askerleri, üstüne üsttelik
yetmezmiş gibi kimse Filistinlileri İsrail zulmünden
kurtarmaya yeltenmesin diye, Amerika Birleşik
Devletlerinin Altıncı Filosu uçak gemileri ile her
daim kuzu postuna sarınmış azılı kurt olan İsraili
korumak için bekliyor. Sen de kalkmış bana yıkılan
enkazdan çıkma su borusundan yapılmış en iptidai
roket benzeri bir şeyin İsrail’in güvenliğini tehdit
ettiğini söylüyorsun. Yani iki tarafın askeri güçleri
eşit değil!
Moris der ki; İsrail güvenliğini sağlıyabilmek için
bu bombardımanı yapmaya hakkı vardır. Şimdiye kadar iki bine yakın füze atılmıştır Gazze’den
İsrail’e.
Ayrca bak bir sürü de İsrail’in içine kadar giden
tüneller bulundu buna ne diyeceksin?
Gazze dünyanın en kalabalık toprak parçasıdır.
363 kilometrekare de iki milyon insan hapishane
şartlarında yaşamaya mahkum edilmiştir, İsrail tarafından. Gazze İsrail’in toplama kampıdır,
açık hava hapishanesidir. En başta Filistinlilerin
özgürlükleri ellerinden alınıp, Gazze’ye hapsedildiler, yiyecek, su, ilaç, her türlü malzeme girişini
yasakladılar. Ellerindeki medya ile bütün dünyaya
tam tersi bir fotoğraf sergiliyorlar. Zavallı İsrail,
58
11. Yıl
Suyu kesen, hapisanede iki milyon İsrailli’yi açlığa
mahkum eden, canı istediğinde alıp işkence eden,
sokak ortasında sivil halkı, çocukları katleden
Filistinliler değil!
İsrail 1948’de Filistinlilere saldırıp evlerinden
attılar, katlettiler. Ama İsrail okul kitaplarında
çocuklarına Araplar saldırdı, biz savaştık onları
yendik, onlar kaçtı ganimetin üzerine biz oturduk
diye beyin yıkıyorlar.
1967’de İsrail ordusu generalleri Araplara saldırıp
tümünü katletmeyi istiyordu. Genç dinamik, kin,
nefret dolu İsrail generalleri İsrail Başkanına ve
Başbakanına söyle dediler: “Biz Filistinli Araplara
şimdi saldırırsak Mısır şu anda zayıf olduğundan
savaşmaya hazır değil, onun için kesin savaşı biz
kazanır bütün Filistin topraklarını İsrail topraklarına çevirebiliriz.” Hükümetleri de saldırmalarına
izin verdi. Altı günde önce Gazze’yi ele geçirdiler,
doğuda Batı Şeria’yı Ürdün Nehrine kadar ele
geçirdiler, kuzeydeki Golan tepelerini; verimli
Galile ovalarını almak, su kaynaklarına erişmek ve
stratejik olarak hakim tepe olduğundan Suriye’ye
karşı askeri üstünlük kurmak için aldılar. Artık
İsrail haritasını yeniden çizebilirlerdi. Yeni İsrail
haritasında Filistin toprağı yoktu! İsraili doğu sınırı
Ürdün Nehri, Batı sınırı Akdeniz, Güney sınırı Süveyş Kanalı, kuzey sınırı Golan tepelerinin arkası
olmuştu.
Bugün İsrail’in kendi bastığı haritalarda Batı Şeria
ve Gazze, İsrail olarak görünmektedir. Altı günde
on beş binden fazla Filistinliyi katlettiler, karşılğında sadece yedi yüz İsrail askeri öldü. Ele geçirdikleri Filistin topraklarındaki kasaba ve mahallelerin
isimlerini İbraniceye çevirdiler, öldürdükleri Filistinli insanların evlerine Yahudileri yerleştirdiler.
Bugün hiçbir Filistinli geri gidip babasının, dedesinin evini Batı Şeria’da, Kudüs’te, Betlehem’de,
nerede olursa olsun geri isteme hakkına sahip
değil. 1967 savaşında katlettikleri Filistinlilerin
cesetleri günlerce öylece yerde kaldı, Filistinlilerin
cesetlerini köpekler, vahşi hayvanlar yedi.
Müslüman dünyasının merkezi olmaktan çıkartmaktır. 1967’den sonra iki devletli çözüm diye
Filistin Kurtuluş Örgütü ile Yaser Arafat başkanlığında görüşmelere başlamak Müslüman dünyasını oyalayarak Batı Şeria’ya iyice yerleşmekti
amaçları, sahnelenmiş bir oyundu bu. 1993’te
Amerikan Başkanı Clinton PLO ve İsrail Hükümeti arasında Kemp David’de görüşmeler yaptı
biz Müslümanlar umut ile iki devletli bir çözüm
bekliyorduk saf saf, Clinton görüşmeler sonunda
anlaşmaya varılamadığını, İsrailin çok fedakarlık
yaptığını ama Yaser Arafat’ın yeterince fedakarlık
yapmadığını ve Yaser Arafat’ın yüzünden barış
anlaşmaşının yapılamadığını duyurdu. Yine bir
oyun sergilemişlerdi bizlere. Suçu da Filistinlilere
atmışlardı alışılagelmiş olarak. Zaten daha sonra
Yaser Arafat’ın evinin etrafını İsrail ordusu sardı
ve günlerce orada hapis tuttu, ta ki ölünceye dek.
Moris der ki, Filistinliler intihar saldırısı yapıyor,
onların hakkında ne diyeceksin? Suçsuz günahsız
İsraillieri pazarın ortasında kendilerini havaya
uçurarak katlediyorlar. Buna senin dininde izin var
mı?
Tabii ki pazar yerinde genç Filistinlilerin bellerine
bomba bağlayıp hem kendilerini hem diğer sivil
Yahudileri öldürmelerine taraf olamam. Fakat
bu gencecik Filistinlileri bu kadar ümitsizliğe,
çıkmaza, çaresizliğe sevk eden zalim İsrail devleti
suçludur bu intihar eylemlerinde. Yoksa hangi
genç beline bomba bağlayıp kendini imha eder?
Yılların haksız İsrail zulümüdür sorumlu tutulması
gereken. 1916’dan beri Filistin halkına sistematik
işkence uygulamıştır Yahudiler, insanda sağlam
psikoloji mi kalır, sağlıklı muhakeme mi?
Şimdi asla bir metrekare dahi toprağı Filistinlilere
verme arzusu olmayan İsrail devleti 1967’den
beri Filistin topraklarına yeni Yahudi kentleri inşa
etmiş, milyonlarca Yahudi göçmeni İsrail’e bedava
ev bahçe vererek Filistin topraklarına yerleştirmiş,
büyük otoyollar, iş yerleri inşa etmiştir. Koca bir
yalandır İsrail’in iki devletli bir barış anlaşması
istediği. Bu yalan ile elli atmış yıldır dünya kamuoyunu oyalayarak Batı Şeria’ya daha da çok
yerleşebilmektir amaçları.
Bu intihar saldırılarının durmasi için Filistin
halkının özgürlügüne kavuşması gerekmektedir.
Gazze’deki Batı Şeria’daki aşılmaz utanç duvarları sökülmeli, insan hakları iade edilmelidir.
Kölelik kanunları Güney Afrika’da olduğu gibi yok
edilmeli, İsrail diktatörlükten kurtarılıp gerçek
bir demokrasiye kavuşturulmalıdır. Filistinlilere
yaptığı soykırım, hava bombardımanı, ev eve girip
herkesi katletmeleri son bulmalıdır. Bunlar savaş
suçlarıdır. Milasoviç gibi, Netanyahu, generalleri
ve hükümet yetkilileri tutuklanmalı, savaş suçlusu olarak mahkemeye çıkartılmalıdır. Yeter artık
yaptıkları zulüm, katliam, soykırım, sürgün!
Ayrıca 1967’den beri bölgede Arap ve Müslüman
olan her şeyi yıkmış yok etmişlerdir. Amaçları
Filistin’den Müslüman kültürünü yok edip Arap ve
Bebek katilleri adaletin önüne çıkartılmalı, oyun
olmayan gerçek bir uluslararası mahkemede layık
oldukları cezaya çarptırılmalıdırlar.
59
GAZZE’de Feryat...
işte hediyem
Necati Çavdar
Gazze can derdinde feryatlar yürek dağlıyor
Mazlum çaresiz, kendi yanıp, kendi ağlıyor
Ümmet; birbirini yiyip tefrikaya dalıyor
Başsız, paramparça, çıkış yolu arıyor
Zalimler; kimi para saçıyor, kimi korku salıyor
Zırhlara bürünmüş tüm gücüyle ablukaya alıyor
Tarih tekerrür etmiş, sanki hendek savaşı
Zalim, meydan okuyor, insanlığa karşı
Siyonist çok şımardı, çok seldi
Kendini aleme bin bela bildi
Cümlemize, kutsallarımıza hakaret edip saldırıyor
İmkânlarımızı, sayıp nimetlerimizle alay ediyor
Nüfusumuza bakıp, nitelikliliğimize gülüyor
Yönetimler esir, halklar çaresizce bekleşip seyrediyor
Küfür, hizmetçilerini;
Başımıza birer kahraman diye sunuyor.
Hendek Harbi’ndeki
Medine gibi Gazze; kuşatmada, yanıyor
Hendek kuşatmasındayız…
Kahramanlar gönder, Ya Rab…!
Yürekler paralıyor, can dağlıyor;
Mescid-i Aksa’dan yükselen feryat
Zalim; serbest…
Mazlum; bağlanmış
Umurunda değil ahlar…
Vicdan dağlanmış
Tek başına terk edilmiş,
Mazlum pek zorda
Yönetimler pısırık,
Tüm insanlık darda
….
İnsanla değil tüm kâinatla savaşıyor
Pervasız… Sanki bütün cihanı test ediyor…
…..
Kuzu postuna sarılmış kuduz kurt misali
Saldırıyor ağzında salya, sözde barış(!) timsali
Güçün maşaları; zalime taziyeye koşuyor
Utanmıyor mazluma; “Kınama” geçiyor
……
Şartsız “Teslim olun” diyor zulmün elçileri
İmanla direniyor, Aksa’nın yılmaz bekçileri
Dünyayı ele geçiren küresel eşkıya destekli zalimlere
Donanımlı Küffara karşı Gazze çocukları, Ali misali...
Mübarek Ramazan, Cennetle satıyor canları…
Bebek, genç, yaşlı iman için akıyor kanları
….
Dün destan yazdı Çanakkale’de “Bedrin aslanları”
60
11. Yıl
Cihana gösterildi vahdetin güvencesi
Hey hat…
Hükümranlık kuşatmada…
Gövdeyi lime lime edilip kesildi baş
Beyin darmadağın, göz çıkarıldı yarıldı kaş
Mülk; santim santim parçalandı, alem perişan
Ortaya saçıldı o an sanki kitabın tüm hecesi
Mazlum; sahipsiz. Zalime gündüz, garibin gecesi
….
Ümididir “Esir” Aksanın “Kilitlenen” Ayasofya
Vahdet çizgisi; Kabe, Aksa ve Ayasofya
Haramiler yol kesip, dilim dilim dildiler
Kendileri birleşirken, milleti bölük bölük böldüler
BİZİ AFFET
YA RABB!
Ümmet, başsız, Küffar elinde oyuncak…
Mazlum yardım arıyor, gelse kalkacak
Saldırıyor durmadan koymuyor taş üstünde taş
Can veriyor; korkmadan çoğu daha ham traş
Parçalanıyor masumlar ne kol kalmış, ne baş
Söndürür mü ki ateşi, gözden akan iki damla yaş..?
Her yer toz duman, duyulmuyor mazlum sesi
Yakıyor yürekleri, son verilen bebek nefesi
Vicdanlar kanasa da cihanın çıkmıyor sesi
Mazlumun tepesinde bi de maşa, zalim Sisi
Güçlü yanında saf tutmuş fırıldaklar
Korkuyor, siniyor tüm münafıklar
Güçlerini boşa harçıyor kimi saflar
Peygamber kabrini bombalıyor, ahmaklar
Yağ peşinde uluslararası zavallı vakvaklar
Zalim, ufak direnişe çıldırıp söndürüyor ocak
Ödlek ve korkak, bir nefes üf desen uçacak
Ufacık birliğe tahammülü yok, her an kaçacak
Adeti o...Vahdeti görse; çıngı çıngı aleme saçılacak
Ya Rab..!
Coğrafya, param parça
Ümmet bölük bölük
Kalkamıyor sanki lök
Yürekler, mahzun..
Türkistan’da ah var..
Afgan’da yangın
Irak, Suriye ateş içinde
Peygamberlere mesken kutlu Kenan diyarı
Çağın zalimlerince tutsak, can çekişiyor…
Analar feryatta, ataların parçalanıyor yüreği
…………..
Ümmet, aciz
Mazlum yaralı
İnsanlık sukun
Ezanlar mahsun
Kandiller, cılız.
Mabetler esir
Zalimler cesur…
Bakınıyor, can veren mücahit gelen var mı diye
Aranıyor, mazlumlar halimiz soran olmuyor, niye..?
….
Biz gelmiyor, gelemiyoruz
Ebabillerini gönder
Şu Kadir Gecesi’ndeki “iş” aşkına
Esir Aksa şahit… Miraç’da olanlar hürmetine
Kudüs önüne yetişir, Adalet timsali bir Ömer
Ya Ali misali bir Er… Ya da Salahattin gönder
Küfrün planlarını tümüyle tersine dönder
………….
Ümmet, aynı gün oruç tutup bayram etmiyor
Kardeşin derdiyle dertlenip ona yetmiyor
Filistinli masum gencin kanı, bebenin son nefesi
İhtiyar dedenin şahadeti, hamile ananın çığlığı
Bir mukaddes dava ki bedeli; Şehit canı…
……….
Katilin; kesmek, doğramak en belirgin sanatı
Masum çığlığı milletlerin vicdanını kanattı
Süleyman duvarına yamandı terörist
Zevali yakın, mabede işedi Siyonist
Sanma ki bu devran hep böyle döner
Yeniden çizilir harita her şey aslına döner
Siner zalim.. Durur ahlar, gözyaşı diner
Sermayesi para, desise, aleme; tuzak
Yolu yol değil İbrahim yolundan uzak
Siyonistin planı, yalanı; Arz-ı Mevud
Zulme razı olmaz ne Süleyman ne Davud
Siyonist, meydana çıksa ödü patlıyor
Duvarlar çekip kendini, hapsediyor
“Açıkça çıkıp” toplu halde savaşamıyor
Allah, tek tek vasfını saymış, ilan ediyor
”Tahkim edilmiş yerlerde/
duvar arkasından harp ederler”
Diye hali, Furkan’da çoktan açıkça resmediyor.
“Etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa”
Hedefte taşı, toprağı, her canlı masum
Hiçbir kural tanımıyor, edepsiz zalim
Sadece insanla değil savaşı Allah’a mı yoksa?
Sırlar içinde sırlar, sırları bürür
Akılla çözülmez, işler o ana, yürür
Evliya diye öne çıkanlar, aynı camiye gitmiyor
Liderler; güce gerdan kırıp, halkın isteğine gitmiyor
Elbete bilginler üstü Bileni bilir
Her şeye gücü yeten Kadiri, görür
Kimileri, ilahi ikazı bırakıp birilerini dost ediyor
Mazlum yüzüstü, doğrudan zorbanın yanına gidiyor
Dert bir değil… Yıllar varki başlayan bitmiyor
Söner mi sanırsınız vahyin ışığı
Varken can feda onca dava aşığı
Ne kadar sürecek zillet, bu hal..?
Parça parça edip kuşatılar Hilal’i
Esaretteyim, halim harap, ne diyem?
Yeşermesin diye budadılar Çınar’ı
Sustu dil, kurudu göz pınarı
Ya Resül…
21. asır, aylardan Ramazan
Bu gün Kadir, indi kurtarıcı Kur’an
Miraç diyarı Aksa’ya için doğranıyor can
Ümmet; çaresiz… Duada, umarlar; rızan..
Bu asırda
Bu ay
Bu gün
Bu saatte
Divan’e der:
Yüzüm yok, çaresizim başka ne diyem
İkbal misali işte sana bir tek hediyem..!!!
Bu dava kalır; sahipsiz öksüz; sanma
Mevla; unutmaz… Erteler, amma
Kibirli zalim… Güçlü sanır… azarda azar
İnsan unutur Hak, unutmaz, yazar
Kin denizini kabartıp, yürekler sızlar
Kanla kendini boğacak mezarını kazar
Zulüm artınca zalimin zevali tez gelir
Unutma ki, Şem’ûne’l-Gâzî’ler var
Belki Hak’ın biçtiği müdeti var
Elbet zalime olur, yer yüzü dar
Yakın olur, Hakkın vaat ettiği zafer
Direnip sabretseniz, mutlak kazanacaksınız
Kalsanız da, Şehit olsanız da kazanacaksınız.
Dayanın güvenin yegâne kudret Allah’ın
Vaadi, yakındır tek yardımcınız Allah’ın...
61
11. Yıl
Müslümanca Duruş
Yapay acılar çeken modern zaman
müslümanlığımızın kulağını çeken
üstadlardan yoksunuz. Tabiri caiz ise
yitik bir nesiliz biz. Nuri Pakdil’in “Klas
Duruş”undan nasibimizi alamadık.
Rasim Özdenören’in “Müslümanca
Yaşamak” kitabını günlerce yanımızda
dolaştıramadık. Vampir, büyücü,
kurtadam, cadı, hobbit, elf, cüce gibi
mistik hikayelerin kurgularında kaybolduk.
İlmihal okumak, fıkıh bilgilerini öğrenip bizi
içten dışa kuşatan İslamiyetin esaslarını
öğrenmek yerine olmayan dünyaların
hülyasında gezindik. Yaşadığımız şehrin
büyüklerinden dua almak yerine stres
atmak için sinemalarda, adrenalin
yükselten parklarda zaman geçirdik.
Önüne sınavlar dizilerek dizginleri okula
bağlanmış çocuklarız biz. Tabiri caiz ise
toplu sınavlar nesliyiz biz. Dinlediğimiz
kadarıyla anne babalarımızın çektiği
sıkıntıların, tarih kitaplarından okumanın
yerine dizilerden izlediğimiz darbeli
dönemlerin tozu var yalnız üstümüzde.
Kırklı yaşlarındakilerin canhıraş şekilde
ettiği şükürlerin yanına ekledikleri
“Allah bir daha göstermesin!” dualarını
anlayamayız. Klişeleşmiş cümlelere
saplanıp kalmışız; sürekli kınıyoruz, kabul
edilemez diyoruz, bu kadarı da fazla,
bir dur demek lazım diyoruz, demekle
kalıyoruz.
İrem Özal
62
11. Yıl
Kendimizi donatamadığımız
Müslümanlığın, televizyon programlarında
yaşam felsefesi, iyi niyet formülü olarak
yayılmasını izliyoruz. Tabiri caiz ise ekran
nesliyiz biz. İçi boş hikayeleri değiştiğimiz
menkıbelerin verdiği derslerden
sınıfta kaldık. Umudunu bize bağlamış
büyüklerimizin kendi hayatlarında ayakta
durabilmek için edindiği tüm bilgiler
bir tuş uzağımızda ama aklımızda hiç
yerleri yok. Cumaları namaza gitmekten,
kandillerde mevlüd dinlemekten öteye
giden hiçbir ibadetin günlük hayatımızdaki
yeri sabit değil. İslamiyet denizinden
kovulmuş karada alabora oluyoruz.
Kutsal mekanlarımız müze oluyor,
camekanlar arkasından bakıyoruz
“kutsal”ımıza. Tabiri caiz ise kültür nesliyiz
biz. Kültür turları düzenleniyor Yemen’e,
Halep’e, Endülüs’e, Hindistan’a ve işgal
altındaki ilk mescidimiz Aksa’ya; Kudüs’e…
Gezelim görelim programlarında
öğreniyoruz devasa kapıların
mermerlerine işlenen duaları. Biz bizi
tanımazken yabancı kültürler tanımaya
heves ediyoruz. Etrafımızdaki kalabalıklara
baka baka geziniyoruz İslamiyetin
köklerini saklayan diyarları. Hiç aklımıza
gelmiyor özümüzle aramıza çektiğimiz
camekanların kutsalımızı korumaktan
ziyade bizi uzak tutmaya yaradığı.
Kendini eleştirmek kolay…
Şu yazdıklarımı okuyan herkes hafiften
vahlanarak onaylayacaktır. Özeleştirimizi
yaptığımıza göre artık hayatımıza geri
dönebiliriz. Hiçbir değişiklik yapmaya
ihtiyaç duymadan söylene söylene
yaşıyoruz. Kendimizi temize çekip sonra
da köşeye çekiliyoruz. Oysa apaçık bir
yükseliş var dünyada. Ruhları sıkışan
zalimlerin bomba olarak etrafa saçtığı
bir öfke var. Tohumları, o okumaya
erindiğimiz tarih sayfalarında atılmış,
Türkiye’yi girdaplara sokup çıkaran,
her başını doğrulttuğunda ayağına taş
koyan bir öfke. Şimdi önündeki taşları
temizlerken kaybolan değil o taşlarla
yükselen bir Türkiye var. Hatta başını öyle
bir kaldırdı ki artık etrafına bakabiliyor.
El uzatılmasını bekleyenlere bakıp başını
çevirmek yerine kucak açıyor.
Peki onlarca yıldır yükselen zalimler Müslümanları
mazlum hale sokarken kendi girdaplarıyla uğraşan
bizler şimdi ne yapıyoruz? Neyi farklı yapıyoruz?
Biz, bizden öncekilerin anlattığı yaşanmışlıkların
tozundan silkelenmek için çırpınırken, mazlumların
kanları sıçrıyor üstümüze. Bizden sonrakilere
bıraktığımız şeyin tozdan daha ağır olacağından
korkmuyor muyuz? “Hesap günü var!” “Zalimler
için yaşasın cehennem!” diye slogan atıyoruz.
Yüreğimiz soğuyor mu? İçimizde bizi baltalayan
bir his var. Yaşayışımızı hissiyatımıza göre
şekillendirmediğimiz için bizi cezalandıran bir ruh
var.
Hesap günü yalnızca zalimler için dehşetli değil. Biz
Müslümanların onlardan çok daha fazla korkması
gerekiyor. Biz “bilmiyordum” diyemeyeceğiz, “bana
kimse öğretmedi” diye yakınamayacğız. Elimizin
altında her şey, gözümüzün önünde. Zalimle
karşılaşanların imtihanı çok çetin olduğu halde
onlar İslamiyetten vazgeçmezken, zulme uğrayan
Müslüman kardeşini gören bizler imtihanımızı
nasıl vereceğiz? Onlar “Bizim için üzülmeyin!
Nefesimizin sonuna kadar Hakkı söyleyeceğiz,
ölürsek de şehit olarak Rabbimize kavuşacağız!”
derken, “hacı dede”lerimiz lal olmuş dillerimizi
yanmaktan kurtaracak mı hesap günü?
Hangimizin başı Gazze’de elinde kendi boyu
kadar tüfek olan İsrail askerine çıkışan çocuklar
kadar dik? Hangimiz elleri bağlanıp suya atılan
Uygur Türkü çocukları kadar cesaretle haykırıyor
müslümanlığını? Hangimiz her an yenisi bulunacak
diye korku ve ümidi kursağında bekleten Bosnalılar
kadar savunabiliyoruz teslimiyeti? Hangimiz
Somali’de bir yudum su için üç gün yürüyen teyze
kadar sadığız namazımıza?
Yitik bir nesliz biz tabiri caiz ise...
Görüp ibret almayan, görüp karşı durmayan,
görüp feryad etmeyen, görüpte yalnız suçlamakla
yetinen yitik bir nesliz. Onurumuzla itiraz etmeyi
beceremeyip holiganlığa döküyoruz. Neden? Çünkü
biz kendimizi İslamiyetle donatmak yerine bizi
sindirmeye çalışanlarla uyumlu olmaya çalıştık. Biz,
kendimizi Ehli Sünnet itikadı üzerine yetiştirmek
yerine “dedem hacı” gösterişleriyle yetindik.
Biz, kendimizi esen yelden sakınırken zalimler
saldırmak için ilim başlığında bahaneler topladı.
Toprağımızdan, adetlerimizden, aile düzenimizden,
yaşam şartlarımızdan yani şah damarımızdan etti
bizi. Onca kurgulanmış, çoğu umduklarından daha
yüksek başarı sağlamış zehirlere rağmen, hala
içimizde sürüklenip gitmeye direnen bir his var.
İşte biz yitikliğimizden sıyrılırsak, ancak bu hisle
sıyrılacağız. Ancak aklımıza yatmayan düzenin
dışına çıkabildiğimiz an, suretimizdeki çarpıklığın
farkına varacağız.
63
11. Yıl
Peki ya “Müslümanca Duruş” ne demek?
Bize Türk adetleriyle harmanlanarak
aktarılmış, ayıp olur diye öğretilmiş, günü
atlatmak için okutulmuş her İslami bilginin
özüne dönmek demek. Yani aslımızla
suretimizi kavuşturmak demek. Edebiyatımızın
gözler dolduran, yürekleri sızlatan yürekli şairi
Mehmet Akif’in, hasreti acıtan, her cümlesi
güç katan kalemi Necip Fazıl’ın ahını yerde
bırakmamak demek. Akif İnan’ın dizelerinden
Kudüs’e uzanan eli tutmak demek. Selahaddin
Eyyübi’nin, Abdülhamit Han Hazretleri’nin
mirasını sahiplenmek demek. İçten dışa
ömrümüzün her nefesini kuşatan İslamiyetle
sarmalanmak demek.
Önce her adımda Bismillahirrahmanirrahim
demeyi öğreneceğiz yeniden. Abdestin
farzlarından başlayacağız fıkıh bilgilerini
öğrenmeye. Yunus Emre’nin ilahilerindeki
manayı onlarca sene dümdüz kestiği
odunlardan öğreneceğiz. Bir hadisi şerifin
müjdesine kavuşabilmek için bedeninin
yaşını dinlemeyip İstanbul suralarına dayanan
Eyüp Sultan Hazretleri’nin şevkini bulacağız
içimizde. Bey ve Şira yani alışveriş bilgilerindeki
İslami inceliği katacağız her işimize. Kerahat
vakti mahmurluğundan, sabah namazını
kaçırmaktan, İslami değerleri hiçe sayan işleri
övmekten, gıybet etmekten, yemeği pişirirken
Liilafi okumayı unutmaktan, komşu hakkını
umursamamaktan, her işe omuz çekmekten
kurtulacağız.
Sonra en başta bizi baltalayan, aklımızı
kurcalayan her şeye tekrar bakacağız. Zaten
arındığımız zehir berrak sudaki balçık gibi
kendini gösterecektir. Olduğumuz yerden
ona bağırmak, onu suçlamak yerine gireceğiz
suya. Tüm müslümanlık bu balçıktan arınana
kadar temizlemeye, temizleyene el vermeye,
suyu berrak tutmaya devam edeceğiz.
Kalbimizle buğz ettiğimiz, sloganlar atıp
evimize döndüğümüz, söylenip söylenip
değiştirmediğimiz her şeyin karşısına
dikileceğiz.
Kendimizle yüzleşebilirsek Gazze’de elindeki
bayram harçlığıyla şehadete kavuşan
64
11. Yıl
çocuğun yüzüne bakmaya cesaretimiz olur.
Kendimizle yüzleşebilirsek açlıkla sınanan
beldelerde çocuklarına orucu öğretmeye
çalışan annelerin sırtında bir el de biz olabiliriz.
Kendimizle yüzleşirsek bizimle uyumlu
görünüp sonra çarpık fikirlerini empoze
eden, “hoşgörü”yü bize öğretmeye kalkanlara
karşı durabiliriz. Müslümanca Duruş’u ancak
kendimizle yüzleşirsek sahiplenebiliriz.
Eleştirdiğimiz benliğimizle sindiğimiz
duvarların ardından değil karşısına dikilerek
hesap sorarsak ancak Müslümanca Duruş
sahibi olabiliriz.
Dünyadaki Müslümanlara el uzatmak ancak
onların işgal altındaki vakarlı duruşlarını aynı
şekilde cevaplayabilirsek mümkün. Yoksa Arap
Baharı ile Rabia meydanından özgürlük için
nöbet tutan Mısırlı kardeşlerimizin düştüğü
zindanları yıkamayız. Yoksa Hanzala’nın
enkazlardan sıyrılmış bir geleceği olacağına
düşünemeyiz. Yoksa yoksul halklara yardım
ederek ancak yoksulluklarını sürdürmelerini
sağlamış oluruz. Yoksa Elhamdülillah
Müslümanım derken, Müslümanlığı ezmeye
çalışanlara karşı duramadım da demiş oluruz.
Yoksa mizanda günahlarımız tartılırken, Allah
muhafaza, bir yetimin gözyaşı ile zalimlerin
zümresine yazılır adımız.
Kusurlu olan insandır, İslamiyet değil. Fakat
Müslüman kusurlarını secde ile örter,
sadaka ile saklar. Müslüman baştan başa
edeptir. Edep perdesi yırtılmışların vahşet
fotoğraflarına bakabilmesi, üçüncü sayfa
haberlerini rahatça okuyabilmesi, katletmeyi,
hırsızlığı, iftirayı hoşgörmesinde abes bir
şey yoktur. Müslüman dediğinizin bunlardan
gönlü incinir. Gönlü incinmiş Müslüman da
ancak Hz. Ömer gibi hiddetle karşı durur.
Müslümanca Duruş sahabe efendilerimizin
halleriyle hallenmekle olur. Biz yitik bir nesiliz,
ancak kulağımız çekilipte biz kendimizle
yüzleşince İslam coğrafyası huzur bulur.
Hesap günü boynumuzu eğip mazlum kalmak
istemiyorsak, bugün mazlum olan Müslüman
kardeşimizin yanında Müslümanca Duruş
sergilemeliyiz. Yoksa vay halimize…
65
HAYATTA
KALIRLARSA EĞER…
”Savaşın içerisinde geçen bir çocukluk ya da
ergenlik dönemi geleceğe nasıl bir Ümmet profili çıkaracak ?“
Günümüzde yaşanan savaşların, terör saldırılarının ve politik çatışmaların masum kurbanları
çocuklar... Sürekli hayatta kalma mücadelesi
veren, her gün bomba seslerinin içerisinde
uyanan, yakınlarının acılarını paylaşan, bire bir
savaşın, kan ve gözyaşının o soğuk yüzü ile defalarca karşı karşıya kalan Ümmetin Çocukları...
Dünya’nın hangi noktasında olursa olsun, oyun
oynaması ve hayal kurması gerekirken büyüklerin acımasız oyun bozan saldırılarına maruz
kalan, an be an solan, minicik sırtlarına ezilesi
yükler yüklenen, kamburlaşan belini her an dik
tutma mücadelesi veren, dimdik yürekli Ümmetin Çocukları…
Ölümün o soğuk nefesi ile defalarca karşılaşan
ve defalarca ölüme meydan okurcasına dirilen
bir davanın çocukları, Ümmetin Çocukları...
Yani Ümmetin Geleceği, dinin sahiplenenleri,
İslam’ı yarınlara taşıyacak olan, gözümüzün
nuru, umudumuz, yarınlarımız Ümmetin Çocukları...
Bu can havlinin içerisinde düşünemediğimiz,
gözümüzden kaçan bir nokta olduğunu fark
ettim. Savaşın içerisinde geçen bir çocukluk ya
da ergenlik geleceğe nasıl bir Ümmet profili
çıkaracak? Oldukça vahim bir tablo ile yüz yüze
kalınca derinden irkildim…
Hatice Bilici
66
11. Yıl
Bu şiddet eylemlerinin çocuklar üzerinde yarattığı travmatik etkiler, onların fiziksel, psikolojik
ve ahlaki gelişimleri üzerinde kalıcı zararlar
bırakmakta. Çocuk ve ergenlerin travmatik
deneyimler karşısında gösterdikleri tepkiler
genel anlamda benzerlik gösterse de bu tepkilerin ortaya çıkış biçimleri, içinde bulunulan
gelişim dönemleri açısından farklılaşabilir. Bu
nedenle, savaş travmasının ardından yürütülen
psiko-sosyal girişimler çocukların gelişimsel
özellikleri dikkate alınarak planlanmalıdır.
Bu çocuklar savaşlar bittikten sonra, her şey
düzelmiş görünse de, savaşın izlerini hayat
boyu taşırlar. Yaşamları süresince uzman bir
çalışma ile destek alamazlarsa belki yetişkinlikleri boyunca, korkular, rüyalar, kabuslar, yaşadıkları olayların tekrar tekrar hatırlanması, ileri
boyutta depresyon gibi olumsuzluklarla hayata
devam etmek durumunda kalacaklar.
Ümmetin Umudu çocuklar…
Hayatta kalmayı başarsalar bile onları savaşın gölgesinde, depresyona itilmiş, korkularla
süslenmiş, kabuslara yenik düşmüş bir hayat
bekliyor. Elbette şu anda hayatta kalma mücadelesi içerisindeyken yarını düşünmeleri onlar
için imkansız. Bizlerin ve sivil toplum örgütlerinin Ümmetin geleceği için savaş çocuklarının
yarınlarını düşünmemiz gerekiyor. Savaş sona
erdiğinde bu çocuklar için profesyonel ekipler
tarafından destek sağlanmalı, bu konuda sivil
toplum kuruluşları ile birlikte herkes elini taşın
altına koymalı ve Ümmetin Geleceği çocuklara
sahip çıkmalıdır.
Zira yarınlara depresif bir bakışla yürüyen, öfke
ve intikam duygusu ile sürekli hata yapmaya
meyilli, kendine ve çevresine zarar verebilecek
potansiyeli olan bir nesil kapıda. Maneviyatı
güçlendirilmiş, profesyonel destek almış, ayakları üzerinde dimdik duran, öfkesine ve davasına sahip çıkabilecek, savaşın izlerini taşısa da
yenik düşmemiş çocuklar, yani yarının büyükleri, yani “Ümmetin Geleceği” çocuklar ruhsal
açıdan da sağlıklı ve yarına hazır olmalılar.
Ekmek, su, giysi vermek kadar önemli onlara
sahip çıkmak. Onlara çocuklarımız, yarınlarımız, geleceğimiz, Ümmetin Çocukları deyip
sahip çıkmak... Dua edelim elbette buğz edelim
her zerremizle ama harekete geçmek için geç
kalmayalım.
Ümmetin çocuklarına sahip çıkalım…
Savaş yetişkinlerde olduğu gibi çocuklarda da ciddi bir travmadır. Bu nedenle her
yaştan insan travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterir. Belirtiler yaşa,
bulunduğu ortama, travmanın şiddetine,
çevre faktörüne göre değişir ancak ortak
tepki özgüven kaybı ve öfkedir.
Eğer hala eğitim alabilecekleri, gidebildikleri bir okulları varsa Okul Dönemi çocuklarda okul başarısızlığı ve okul fobisi gelişir,
akademik başarısızlık, uyum problemleri,
sosyal ilişkilerde bozulma, nedeni belli
olmayan ağrılar ve depresyon görülebilir. Hayal dünyasında yaşayan bu dönem
çocuklarının hayallerine dolayısıyla oyunlarına yansır savaş…
Okul Öncesi çağda olan çocuklar
yoğun korunma güdüsü ile hareket
ederler. Bu dönem çocuklarında,
savaş gibi büyük bir travma ile yüz
yüze gelme, ailelerine iyice bağlanma, onlardan ayrılmak istememe,
uyumama, yalnızlık korkusu gibi sonuçlar doğurur. Yakınlarını savaşta
kaybeden çocuklarda içe kapanma,
ilişki kurmama, sosyalleşme de ciddi
problemler gelişir. Kabuslar görür
ve maalesef bu kabuslar hayat boyu
onun peşini kolay kolay bırakmaz.
Zaten zor koşullarda atlatılan Ergenlik Döneminde savaş ortamında kalmak zorunda olan çocukların işi daha da zorlaşmaktadır. Bunalımları artabilmekte, hayata ve geleceğe dair umutlarını
yitirebilmekteler. Kaybedecek bir şeyleri olmadığı kanısı ile hareket
ederken kendine ve çevresine zarar verebilecek noktaya ulaşmaları
mümkün olabilir. Henüz bir kimlik oluşturma mücadelesinde olan
ergenler, savaş yaşantısı nedeniyle hazır olmadıkları bir yetişkin
rolü üstlenmeye zorlanabilir ve bunun sonucunda kimlik karmaşası
yaşayabilirler. Bura da inancın ve imanın ne kadar güçlü olduğu ve
savaşa bir dava için mücadele verildiği düşüncesi ile yaklaşmaları
kurtarıcı önem taşımaktadır.
67
11. Yıl
Güneşin Doğduğu Yer:
DOĞU TÜRKİSTAN
Mehmet Sılay
68
11. Yıl
Bundan kırk yıl önce siyah-beyaz televizyonda İpek Yolu üzerine
hazırlanmış bir belgesel izlemiştim. Kaşgar şehrinin en büyük
caminde bayram namazı kılınmıştı. Namazdan sonra caminin
abidevi cümle kapısının üzerine çıkan davul-zurna ekibi neşeli
bir yerel hava çalmaya başladı. Hoşumuza gitmişti ama asıl bizi
şaşırtan bu geniş cümle kapısından çıkan başta imam olmak
üzere küçük-büyük, genç-ihtiyar herkes bir sağa bir sola dönerek oynamaya başladı. Gülüşerek birbirimize “bakın, bakın!”
deyip televizyon ekranını gösteriyorduk.
Oyun, davul-zurna eşliğinde kollarını açarak iki yana dönmeden
ibaretti. Bizdeki Mevlevi semazenlerinin tamamlanmamış ilk
hareketlerine benziyordu. Mekân caminin önüydü ve taş döşeli
geniş bir meydandı. Bayram Müslümanların en mutlu günleriydi. Biz memlekette bayram namazını kıldıktan ve iki tarafa
selam verdikten sonra ilk yaptığımız cemaatten yanımızdaki
Müslümanın elini sıkarak bayramlaşmak olurdu. Sonra da sıraya girerek mihraba doğru camiye gelmiş olan müftü, vaiz, imam
ve uzayan sıradaki herkesle “bayramınız mübarek olsun!” deyip
teker-teker ellerini sıkarak bayramlaşırdık. Ancak bayram ruhuna uygun olarak, sevincini, mutluluk ve memnuniyetini vücut
hareketiyle dışa vurmaktan daha normal ne olabilirdi.
O gün Kaşgar’da ve bayram neşesi içinde olan Müslümanların
arasında olmaya o kadar özenmiş ve imrenmiştim ki: Allah bu
gönülden isteğimi makbul dua olarak kabul buyurmuş. Kırk yıl
sonra o camide on bin kişiyle birlikte mü’minlerin bayramı olan
bir Cuma namazını kılmayı bize nasip ediyordu.
Binlerce Müslüman birlikte mihraptan giriş kapısına kadar, sofa
olduğu gibi ve kilimlerin serili olduğu, kenarlarından suların
çağıldadığı geniş namazgâh dış kapıya kadar doluydu. Kalecikli
Mehmet Doğan’la birlikte elimize geçen kilimi beton üzerine
serdik, ayakkabıları kenara topladık ve böyle mahşeri kalabalığın arasında kendimize yer bulabildiğimiz için Allah’a şükrettik.
Sonuna yetişebildiğimiz vaaz Uygur Türkçesiyle verildi. Azeri şivesinden sonra en kolay anlaşabileceğimiz ve Anadolu Türkçesine en yakın Uygur şivesi. Müezzin ezanı Bilal Habeşi gibi makam
gözetmeden dümdüz okuyor. Hatip cemaate hutbeyi yalnız ayet
ve hadisler okuyarak veriyor. Arabistan’da neredeyse bir saat
süren hutbe, Kaşgar’ın bu en muhteşem camiinde on dakika
sürüyor. Kurban ve Ramazan Bayram namazları hariç on sekiz
yaşına kadar reşit olsa dahi camileri girmesi yasak. Din bilgisi
eğitimi kesinlikle yasak. Kur’an kursu Çocuklarına evinde dahi
Kur’an öğretmeye kalkan baba ihbar edildiği an cezalandırılıyor.
O bir devrim karşıtıdır ve bilinmeyen bir çalışma-toplama kampına götürülür. Hangi kampta olduğu, evine geri gelip-gelmeyeceği veya ne zaman geleceğini aileden kimse bilmez.
Dış kapıya yakın bazı kadın ve erkeklerin kapağı açık su şişeleriyle duruyor ve yanından geçen bazı Müslümanlar da şişeye
doğru üflüyorlar. Dualı su niyetiyle evdeki hastalara götürülüyor.
Bizim Ataköy Zuhurat baba kabrinde yapıldığı gibi. Temel din
kültürü olmayan veya alamayan kesimlerde böyle uçuk inanış
ve batıl davranışlar oluyor. Yıllar önce televizyonda gördüğümüz
meydana çıkıyoruz. Dönüp İydgah camisinin büyük kapısına ve
namazdan çıkan cemaate bakıyoruz. Allah’a hamd ediyor ve
meydanda hatıra fotoğrafları çektiriyoruz.
Meydanın sınırları içinde ve ana yol kenarında üç otobüs dolusu
polisin muhtemel bir eyleme karşı namaz dağılıncaya kadar
beklediklerini görüyoruz. Asırlardır süren baskılara rağmen,
İslam mülkünün tapu senedi olan camiler böyle müminlerle
dolduğu sürece Kur’an ahkâmı Şarki Türkistan’da kıyamete
kadar var olacaktır.
UYGURLARI TANIYALIM?
Asya’nın geniş düzlüklerinde göçebe olarak yaşayan Uygurların vatanı Doğu Türkistan’dır. Uygurlar,
Turani boylar içinde ilk önce yerleşik hayata geçen,
şehirler kurup, şehirde diğer topluluklarla birlikte
yaşama pratiğini başlatmışlar. Çinlilerle en yakın sınır
komşusu olan Uygurlar, Çin baskı ve işkencelerinden
korunmak için bir araya toplanmaya başlamışlar. Devamlı Çin baskısı onları birlikte yaşamaya ve şehir ve
kasabalar kurmaya zorlamış. Hayvancılığın yanında
toprağı da işleyerek tarıma başlamışlar. Mimariyle
birlikte sosyal ve kültürel hayat hızla gelişmiş. On
sekiz harften oluşan ilk alfabelerini, tahtadan yaptıkları klişelerle kağıt baskılar üzerine yazılan kitapları
Türkistan’da okunmuş. Eğitime önem vermişler. İlim
ve düşüncede asıl İslam’a ve İslami harflere geçtikten sonra atılım yapabilmişler. Dilde ve düşüncede
bin yıl önce yaşamış Uygur Müslümanlarından geriye
kalan eserler dünya klasikleri arasına girmiş.
Hazar Denizinin kuzeyindeki Karaim Yahudileri
İbrani değil Turani kökenlidir. Keza yine Turanilerden
Bulgarlar, Macarlar ve Gökoğuzlar (Gagavuzlar) Ortodoks Hristiyanlığı benimsemişler. Uygurlar başlangıçta Mani (Maniehizm) ile Budizm arasında gidip
gelmişler. Maniehizm’de reenkarnasyon-Tenasuh
yani ölümden sonra başka birinin bedeninde doğma,
yeniden dirilme inancı esastır. Bu batıl inancın tortusu Anadoluda ( ağaçlara, çalılara çaput bağlama vs.)
günümüze kadar şaman alışkanlıkları içinde uzanabilmiştir. 768 den 807 yılına kadar Uygur Kağanı ile
Çin imparatoru birlikte bu dini yaymak için şehirlere
Mani mabetleri inşa etmişler. Ancak Maniahizm diğer
dinlere karşı sert bir tavrı vardı. Diğer inançlara karşı
tahammülsüzlüğüyle toplumsal kabul görmedi.
Yün kumaş, pamuklu bez, keçe, halı ve ipek kumaşlar
Uygur tezgâhlarında dokunurdu. Uygurların Talas
savaşından sonra İslam’la tanışmaları tam bir devrim niteliğindedir. Dilde, sanatta ve düşüncede kalıcı
eserler bırakmışlar. Çince, Farsça ve Arapça’dan yeni
ve klasik eserleri Uygur lehçesine çevirmeye başlamışlar. Bugün Uygur lehçesi İslami harflerle-Arap
harfleriyle yazılır. Talas zaferinden sonra iç dinamiklerin sevkiyle Turaniler Batıya doğru göçmeye başladılar. Türkler içinde yalnız Uygurlar Batıya yönelmeyip, Doğu Türkistan’da yaşamayı tercih etmişler. Çin
Seddini aşarak yağma ve talan için büyük ordularla
üzerlerine gelen Han Çinlileri Hıtaylara karşı daha
fazla mukavemet edememişler. Bu arada hiçbir Türk
veya İslam ordusu da yardım maksadıyla Çin üzerine
yürümemiş. Emir Timur’un 1403 yılında ve yarım
kalan seferi hariç Çin üzerine yürümek kimsenin ilgisini çekmedi. Müslüman Uygurlarla birlikte yaşayan
Kırgız, Kazak, Özbek, Tacik, Türkmen ve Moğol Müslümanları da asırlardır kaderlerine ve Komünist Çin’in
insafına terk ediliyordu. Bugün hepsi de İşgal altında
fakat din ve kültürlerini korumaya özen göstererek
varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Okumayı seven,
çalışkan ve gayretleriyle göze çarpan Uygurlar, kendi
edebiyatlarını da geliştirdiler.
Asırlarca bağımsız devletleriyle yaşayan Uygurlar en
son 1944 yılında kurdukları bağımsız Doğu Türkistan
Cumhuriyeti 1949 yılında Mao’nun iktidarıyla birlikte
Çin Halk Cumhuriyeti’nin işgali altına girmiş. Bugün
Uygurlar, Çin baskısı altında dinlerini yeterince yaşayamadıkları ve dini gelenek, eğitim ve kültürlerini
özgürce sürdüremediklerinden şikâyet etmekteler.
ASYA’NIN KALBİNDEKİ ŞEHİR: URUMÇİ
Emre, Ediz ve Altuğ beyler bizden önce Yeşilköy
havaalanına gelmişler. Kucaklaşıyoruz. Yolculuklarda
öncelik yol arkadaşlarıdır sonra yol. Kalecikli Doğan
bize Arap atasözünü hatırlatıyor “Evvel refik bade tarik!” Gidişimiz Urumçi ve Kaşgar’da açılan bir Uluslararası Fuara rastlıyor. Ev sahibi programı hazırlamış,
bize uymak kalıyor.
Çin Havayolları uçağına “Bismillah”la biniyoruz.
İstanbul ile Urumçi arasında beş saat fark var. Gece
yarısı uçağımız kalkıyor. Sıcak bir gün ortasında yani
öğlene doğru Asya’nın kalbindeki şehir Urumçi’ye
ulaşıyoruz.
Tarihi açıdan Urumçi, aslında bir garnizon şehir. Çin
ordularının Batıya açılan kapısı. Geniş bir ova üzerinde kurulmuş sulak bir yerleşim yeri. Bizim Konya
gibi yokuşu ve tepeleri olmayan düz caddelerde bol
miktarda akaryakıtla değil akü ile çalışan binlerce
motosiklet, mobiller ve bisiklet trafiği var. Gürültü ve
hava kirliliği yok denecek kadar az. Bugün Doğu Türkistan’ın başkenti olan Urumçi, asırlarca Çin ordularının dinlenme, eğitim ve ikmal merkezi olmuş. Diğer
tarafta Urumçi göçebe Uygurların yerleşim alanıdır.
Bu şehre asırlar boyu Çin ipeğini Avrupa’ya taşıyan,
İpek yolunun kuzey güzergâhı üzerinde doğal bir
ulaşım merkezi görevi verilmiş.
Günümüzde Urumçi, coğrafi konumunun kazandırdığı üstünlük ve avantajıyla siyasi başkent yapılmış.
Kara, hava ve demiryolu ulaşım yollarının kesiştiği
stratejik önemi olan bir şehir. Yarıya yakını Müslüman olan üç milyonluk Urumçi, Şincan’ın en kalabalık
şehri. Pasaport kontrolü ve kriminal incelemelere taş
çıkartan arama, yoklama ve x-ray sistemden geçtikten sonra gümrükten çıkabildik. Zor bir memlekete
geldiğimiz kesindi. Yüksek tavanlı oldukça geniş
69
11. Yıl
salonlu ve büyük bir havaalanındaydık. Dış hatlarda
en uzağı İstanbul olan çoğu yakın Bişkek, Almatı,
Karaçi gibi komşu ülke şehirlerinden gelen uçaklardan başka göremedik. Tabelalarda gördüğümüz
Arap alfabesinin burada kullanılması bizi sevindirdi.
Türkistan’da İslami yazının Uygur lehçesiyle yazılması
bir kolaylıktı ayrıca bizim için.
Kapıda bizi üç kişi bekliyordu. Genç bir Çinli hanımefendi elini uzattı:
-Hoş geldiniz! Ben Dong Fangyuan, tercümanınızım.
-Hoş bulduk dedi Emre bey ve bizleri takdim etti.
-Dong soyadım, Fangyuan da adım. Ama siz bana
Seçil diyebilirsiniz!
Bu adı bana Ankara’da bulunduğum iki yıl boyunca
Tömer’de Türkçe öğretmenim verdi.
Bu arkadaş da kameramanımız Şin Şav Len. Kendisi Müslüman asıl adı Ebubekr. Siz ona Ebubekir de
diyebilirsiniz, Bu da şoförümüz! Üçü de bize sempatik
geldiler.
Minibüsümüz otele doğru yola çıktı. Emre beyle
aramızda Çinceye aşina olan Ediz beyler tercümana
sorular sorarak sohbeti ilerlettiler.
-Fangyuan’ın anlamı, güzel kokulu bitki yani kekik gibi
bir şeydir.
Nihaav: Merhaba
Haav: Güzel
Hıınhaav: Çok güzel
Şiyeşiye: Teşekkür ederim
Nidamın zi: adınız nedir?
Dubuçi: Affedersiniz
Ve otel yolunda öğrendiğimiz son kelime de:
Cu nii have kav: Afiyet olsun
70
11. Yıl
Ayaküstü not alıp kullanmaya başladığımız bu kadar
Çince bize yeterli geldi. Kalabalık yollardan ve yoğun
trafiğin içinden sıyrılıp bir otel önüne geldik. Eşyalarımızla birlikte inip içeriye girdik. Bizi asıl gurubun başı
olan omuzunda çantasıyla tipik bir Uygur, Veli bey
bekliyordu. Kucaklaştık. Biz onu oda bizi anlıyordu.
Şive ve fonetik farklılıklarda da tercüman Seçil hanım
araya giriyordu. Bavullarımızı odalara bırakıp programı uygulamak üzere tekrar aşağıya iniyoruz.
HIIIN HAAV-ŞİYEŞİYE
Memlekete hediye olarak, Hotan ipeği ve atlas başörtülerle Hotan’dan çıkarılan yeşim taşından bilezikler
alalım istedik. Emre Beyle birlikte kapısı meydana
bakan meşhur bir Çin bankasına giriyoruz. Niyetimiz
iki yüz Euro ve yüz dolar verip yerine Çin parası Yen
almaktı.
Merhum Turgut Özal’dan önce Türkiye’de üzerinde
yabancı para bulunan vatandaş cezaya çarpılırdı,
hatta hapis yatardı. Şimdi Sakarya meydanında
para bozduranlar dolaşırlar, ayaküstü dövizi verir ve
anında paranızı alırsınız. Çin’de tam kırtasiyesi bol bir
bürokratik işleme tabiymiş.
-Nihaaav! Merhaba diyoruz.
Yarım ağız ve yüzümüze de bakmadan,
-Nihaav! Diyor.
Değiştireceğimiz dövizi gösteriyoruz.
-Haav!-Güzel diyor.
-Şiye şiye-Teşekkür ederim.
Meğer Çin muamelatta daha betermiş. Para bozduracağız onlar önce pasaportumuzu istiyorlar. Veznedar hanım başka bir görevliyi çağırıyor fotokopileri
alınıyor pasaportlarımızın. Biz kuzu gibi bekliyoruz.
Memure asık suratlı bir hanım. Çok ciddi bir bürokratik işlemi yavaş çekim sürdürüyor. Cam altından bize
her yüzlük için üçer
sayfa uzatılıyor. Boş
yerleri dolduruyor ve
sağ köşesine imzalarımızı atıyoruz. Tekrar
umut ve sıkıntıyla
bekliyoruz.
Biz işlemlerin nihayet
tamamlandığını Yenlerimizi alıp çıkacağımızı
sanırken Bölümün
müdürü geliyor. Mührünü çıkarıyor ve bizim
doldurduğumuz evrakları inceledikten sonra
mühürlüyor. Kasanın
önüne çağırıyorlar.
Veznedar verdiğimiz
yabancı paraları son
bir kere daha inceliyor.
Nihayet Yenleri yavaş
yavaş sayıp cam altındaki çukurluktan bize
uzatıyor.
Tam bir saatte yüz dolar gibi küçük bir para uzun bir
işlemden geçtikten sonra karşılığı Yen olarak bize
uzatılıyordu.
Derin bir nefes alıyoruz. İllellah diyoruz ikimiz de.
Serbest zamanımız heba oluyor. Yine de usulen
teşekkür edip ayrılırken bizi uzun uzun bekleten şerefsiz veznedar alay eder gibi el sallıyor ve teşekkür
ediyor:
-Şiyeşiye! Şiyeşiye!
-Şiyeşiye diyoruz. Hem de sülalenizi Şiyeşiye!
Yanlış anlaşılmasın, doğru tercüme edelim. Adamın
tüm ailesinin ayrı ayrı hatırını soruyor ve ona hasseten teşekkür ediyoruz.
BALASAGUNLU YUSUF
Türk-İslam Kültür Tarihinin ilk eserlerinden Kutadgubilik kitabının yazarı. Kutadgubilik, “Kutlu veya Mutlu
olma bilgisi, Mutluluğun sanatı veya Mutluluğun
Kitabı demektir.
Yusuf Has Hacip, Kırgızistan’ın Balasagun
şehrinde doğmuş. Temel eğitimini burada almış. 1077 tarihinde ve 60 yaşında
Kaşgar’da vefat etti. Çağın ilim ve kültür
dili olan Arapça ve Farsçayı öğrenmiş. İyi
bir eğitim görmüş. Eserin ilk el yazması
nüshası Uygurcadır. Eser mesnevi tarzında
kaleme alınmış. 6645 beyitlik eser bir ilktir.
İlk oluşuyla fevkalade önemlidir. O günden
beri Türkçe yazan yazarların piri Yusuf Has
Hacip’tir.
Doğu Türkistan’ın 1949 yılındaki işgalinden
sonra Mao Kültür Devrimi’nde Kaşgar şehir
merkezinde cami ve medreselerden önce,
kazma-kürek ilk yıkılan Yusuf Has Hacib’in
Kabirgah’ı olmuştur. Kitabın önsözünde
bizlere verdiği dersi yeniden paylaşalım:
“Doğan ölür. Ondan eser olarak Söz kalır.
Sözünü iyi söyle ölümsüz olursun!”
Ondan günümüze nice İmparatorlar, hükümdarlar, cihangirler, Karun gibi zenginler,
güçlüler gelip geçti dünyadan. Hiçbirinin adı hatırlanmıyor. Ama şüphesiz Kutadgubilik dolusu iyi sözleriyle Balasagunlu Yusuf kıyamete kadar yaşayacak.
Çünkü yazılan her eser, önce yazıldığı Dil’e hizmet
eder, sonra da Din’e hizmet eder. Hangi dalda olursa
olsun maksat Kutadgubilik’ten alacağımız derse
uygun olmalıdır.
Eşsiz bir siyasetname ve nasihatname olan Kutadgubilik adlı eserin defalarca Arapça ve Türkçe baskıları
yapılmış. 1077 tarihinde ve 60 yaşında Kaşgar’da vefat etmiş. Eski Kaşgar şehir merkezinde bulunan anıt
mezarını ziyaret ediyoruz. Rehberimiz Kabirgah’a
geldik diyor. Huzuruna giriyor, ruhuna bir aşr-ı şerif
ve birer Fatiha ikram ediyoruz. Tarihi süreçte Yusuf
Has Hacib’in mezarı Çin istilasında ve depremlerde
defalarca tahrip olmuş. Her seferinde de Uygur Müslümanları Yusuf Has Hacib’e sahip çıkarak mezarını
yeniden inşa etmişler. 1990 yılında da meydana gelen Kaşgar depreminde duvarları çatlamıştı. Fayansla döşeli mezarı, dış kapıda kalkanlı-sopalı askerler
bekliyorlar. İki yanda salkımların sıralandığı asma
ağaçları gölgesinde yürüyerek türbeden çıkıyoruz.
İYDGAH CAMİİNDE
Daha önce merak saikıyla gelip yoklamıştık. Cemaat
henüz gelmeye başlamıştı. Mihrabın ve minberin
bulunduğu iç bölüme kadar hazırlanan namazgâh müminleri bekliyordu. Kenarında gölge veren
ağaçların yükseldiği arklar ve dar hendeklerden sular
çağıldıyor ve tepemizde kuş sesleri. Kısa süren çarşı
gezisinden sonra tekrar geldiğimizde neredeyse
İydgah Camii’ne girmekte zorlanıyoruz. Kalabalık
içinde grup dağılıyor. Doğanla birlikte içerilere doğru
ısrarla yürümeye başlıyoruz. Aranıyoruz. Güneş çok
sert ve yakıcı. Saçakların altına yaklaşırken önümüzde ince-uzun bir kilim görüyoruz. Bir ucundan biz
diğer tarafından Uygur Müslümanlar tuttular. Beton
seki üzerine ve safın sonuna serdik. Gölgeye gelecek
şekilde saf olduk ve iki rekat da Tahiyyetul Mescid’inde kıldık.
Hatip Kur’andan ayetler okuyarak açıklamalar yapıyordu. Eğer biraz da yavaş konuşsa cızırtılı mikrofona
rağmen onu daha rahat anlayabileceğiz. Arkamızda
bir saf daha oluşuyor.
İmamın Euzubesmele çekince ayet, kale ya Resulullah deyince de hadis okuyacağı anlaşılıyordu. Kimse
diğeriyle konuşmuyordu. Bakışlarımızla Müslümanlarla selamlaşabiliyor ve müminlerin bayramı olan
Cumalarını tebrik ediyorduk.
Hutbe kısa sürüyor. Hatip bizim alışık olduğumuz İslam dünyasındaki gelişmelere değinmiyor. Ne Suriye
iç savaşı, ne Irak ve Afganistan işgali ne de Sudan ve
Somali’deki açlık konuşulmuyor. Elbette kendi vatanı
işgal altında olan bir imam diğer kardeş İslam ülkelerinin İstiklali için ne konuşabilir? Üstelik camideki
ajanlar konuştururlar mı adamı?
Yasak olduğu için camide babasının elinden tutup
getirdiği bir tek çocuk göremiyoruz. 18 yaşını doldurduktan sonra Müslüman Uygur çocuğu camiye
girebilir.
71
11. Yıl
Dış kapıda kapağı açık şişelere namazdan çıkan
Müslümanların bazıları uzaktan üflüyorlar. O sular
muhtemelen evde yatan hastalara okunmuş su olarak şifa niyetine içirilecek.
İydgah Camii’nin önündeki meydan, heybetli dış kapı
ve dağılan Müslümanları bir noktadan seyretmeye
başladık. Yol kenarında da üç polis arabası güvenlik(!)
maksadıyla namaz sonlanıncaya kadar bekliyor. En
az on bin kişiyle İydgah Camii’nde tarihi bir Cuma
namazı kılmışız.
KAŞGARLI MAHMUD’UN HUZURUNDA
Türkistan’da erken dönem, İslam edebiyatının ilk
ürünlerinden mütefekkir Yusuf Has Hacib’in Kutadgubilik eseri Uygurca, Arapça, Farsça ve İngilizce
defalarca yayınlandı.
Türk dilinin ilk sözlüğünü hazırlayan Kaşgarlı Mahmud’a karşı hizmetleri dolayısıyla özel bir muhabbet
besliyoruz yüreğimizde. Kaşgarlı Mahmut, yıllardır
sözlük üzerinde çalışan Mehmet Doğan için başka bir
anlam taşıyor.
Biri el yazması olan “Divanı Lugat-t-Türk” İstanbul’da
ve Milet Kütüphanesinde koruma altında, kendisinin
haber verdiği diğer kitabı “Kitabu Cevahiru’n Nahv
fi Lügat-üt- Türk” yani Türk Dilinin Nahiv Cevherler.
Bu Türkçenin ilk gramer kitabıdır ve fakat kaybolmuştur, günümüze kadar ulaşamamıştır.
Kırgızistan sınırı istikametinde yola koyuluyoruz.
Yol boyunca sulak vadiler ekili alanlarla dolu. Te-
72
11. Yıl
pelere çıkıldıkça çölleşme başlıyor. Kaşgar şehir
merkezine takriben 50 kilometre mesafede bir köye
giriyoruz. Köyün adı Opal. Kaşgarlı’’nın doğduğu ve
defnedildiği yer.
Kaşgarlı Mahmut Karahanlı Devleti hanedanından
bir aileye mensup. Devrin en mükemmel eğitimini
veren Saciye ve Hamidiye medreselerinde tahsil görmüş, zeki ve gayretli bir insan. Bütün Türk beldelerini
dolaşarak 1072-1074 yılları arasında tamamladı.
Bakımlı asfalt yoldan yeşillikler içinde, sulak ve engebeli bir yamaca yaklaşıyoruz. Biz resmi heyetiz ya,
telefonla haber verilen görevli Çinli hanım müdür bizi
karşılıyor. Abidevi bir taş kapıdan bahçeye giriyoruz.
Kaşgarlı Mahmud’un beyaz mermerden bir heykeli.
Önünde fotoğraf çektiriyoruz. Bir merdivenin önüne
gelip duruyoruz.
-Efendim şimdi 97 basamak yüksekliğinde bir merdivenle yukarı doğru çıkacağız. Kaşgarlı Mahmud’un
Kabri yukarıda. Basamak sayısının da bir anlamı
varmış meğer. Kaşgarlı 97 yıl yaşamış. Yapılan 97
basamaklı merdivenle huzuruna çıkıyoruz. Türbesi,
kendi eseri olan Mahmudiye Medresesi, cami, müze,
iri gövdeli yaşlı ağaçlar ve soğuk suların coşkuyla
aktığı çeşme ile tam bir külliye. Kaşgarlı Mahmut
külliyesi 1986 yılında koruma altına alınmış. En son
da 2006 yılında devlet eliyle yapılmış. Komünist Çin
bu avantajla İslam ülkelerine açılıyor. Kabirgahına
yakın, çevresi kuşatılmış ortada tek kökten çıkan
ve zeminden itibaren kalın dallara ayrılan yaşlı bir
ağaç, menkıbeye göre Kaşgarlı Mahmud’un Opal’a ilk
dönüş yılında ve 89 yaşındayken yere sapladığı asası
veya bastonu imiş. Yerel tanımlamayla bu ağacın adına; “Hayhay Tirek” diyorlar.
Mezarı başında önce Yasin-i şerif, sonra da birer
Fatiha okuyoruz. Uygur geleneğinde erkeğin mezarı
iki kademe olurmuş. “Nasıl geldiyse öyle gider” anlamında mezarlar beşiğe benzetilirmiş. Baş kısmında
Kaşgarlı Mahmud’un doğum ve ölüm tarihleri yazılı:
(1008-1105). Mehmet Doğan Bey Türk dilinin pirinin
mezarı başında kısa bir konuşma yapıyor.
Babası Muhammed Hüseyin, anası Bibi Rabia.
Karahanlı Devlet hanedanına mensup bir aileden geliyor. İyi bir eğitim görmüş. 1057 yılında gerçekleşen
bir saray darbesiyle babası ve yakınları zehirlenerek
öldürülmüş. O da canını kurtarmak için Kaşgar’ı terk
etmiş ve yeni çevrelerde kendini bir ilmi araştırmacı
olarak tanıtarak bütün aşiret ve obaları dolaşmış.
Günlük konuşma dilinden gramere kadar kaynağında bulduğu her belgeyi, sözü, deyimi, anlamlarıyla
yazmış.
Menkıbeye göre Kaşgarlı Mahmut, yıllarca devamlı
gezdi ve yazdı. 1072’den 1074’ kadar Divan-ı Lügatüt-Türk kitabını tamamladı. İlk nüsha ilim ve kültür
dili olan Arapça olarak yazılmış. Kaşgarlı Mahmut,
Abbasi Hilafet merkezinde Halife Ebul Kasım Abdullah’a kitabı hediye etti. “Türklerin saltanatı çok
uzun sürecek, Araplar Türkçe öğrenmeli!” diyordu.
Çok iddialıydı: “Türkçenin Arapça ile koşu atları gibi
yarış edebileceğini, Türkçenin zenginliğini, duygu ve
düşünceleri anlatmaya en uygun dil olduğunu ispata
kalkmış. Kendisi Türkçenin bütün lehçelerini-şivelerini öğrenmiş. Arapça ve Farsça açıklaması ve başka
dillere aktarması onun için kolay olmuş.
Divanı Lugat-üt Türk, yalnız bir sözlük değil aynı
zamanda Türk dilinin tarihi, coğrafyası ve folklorunu
aydınlatan bir ansiklopedidir. Onun yaşadığı dönem,
zor ve aydınlık bir zamandı. Abbasi Hilafetine İslamın
yayılmasına ve Dünya İslam birliğine büyük hizmetleri olan Karahanlılara ve Büyük Selçuklu Devletinin en
güçlü dönemine rastlamaktadır.
Kaşgarlı Mahmut, 1041 yılında Müslüman Türklerle
Budist ve Müşrik Türkler arasındaki savaşı heyecanla
anlatır. Müslüman gazileri övmekten bitiremez. Kitabın Kaşgarlı Mahmut tarafından 1073-1077 yılları
arasında yazıldığı ve sonra Halifeye takdim edildiği
de rivayet etmektedir.
Araplara Türkçe öğretmeye kalkan bir iddiası vardı
Kaşgarlı Mahmud’un. Bu yüzden kitabı Arapça olarak
kaleme almış. 7500 sözcüğün Arapça karşılığı verilmiş. Bu eserle Türkolojinin temelleri atılmış. Eseri
on bin kelime bulunduran çok kapsamlı bir kitaptı.
İslam’dan önceki Türklerin de sözlü edebiyatını aydınlattı. Ayrıca Uygurların hayatını da anlatıyordu. Yani
folklorik bir eser niteliğindeydi. İslam âlemi Türkçeyi
ve Türk kültürünü Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has
Hacip sayesinde tanıdı. 1080 yılında Kaşgara döndü
ve Opal’da Mahmudiye Medresesini kurarak öğrenci
okutmaya ve ilim adamı yetiştirmeye başladı. Binlerce öğrenci yetiştirdi.
2008 yılı, Unesco tarafından “Kaşgarlı Mahmut”
yılı ilan edildi ve başkent Pekin’de bir Uluslararası
konferans yapıldı. Kitabında bir dünya haritası çizmiş.
Mezarının karşısında koca bir toprak yığını: işte
Mahmudiye Medresesi. Çevre çok sayıda yıpranmış,
yıkılmış toprak yığınlarına dönüşmüş mezarlarla
dolu. Moğollar Bağdat’ta kütüphaneleri talan etti ve
bütün kitapları yaktılar. Kaşgarlının kitabının dünyada
bir tek nüshası kalmıştı.
Divan-ı Lügat-üt-Türk, bin yıl tarihin nisyan karanlığına gömüldü. Ancak 1914 yılında Ali Emiri Kaşgarlı’nın kitabını sahaflarda bir kadından satın aldı. Kitap
Şam’da çoğaltıldı. Divanı Lügat-üt-Türk Kitabı büyük
bir tevafukla İstanbul’da bulunmasaydı ne Kaşgar
ne de Kaşgarlı bilinmeyecekti. Hatta belki bizlerin
Kaşgar’ı görme arzumuz da olmayacaktı. Bugün
Kaşgar, yazılı ilk Türk tarihinin ortaya çıktığı şehir
olma onurunu taşıyor. Kaşgarlı yalnız bir dil uzmanı
değil aynı zamanda folklor araştırmacısı ve bir harita
uzmanıdır.
Allah ona uzun bir ömür verdi. Vefat ettiğinde Medresesinin yanında uzayıp giden Mahmudiye Mezarlığına defnedildi. Eskiyen yapı dökülmeye başlayınca
asırlar içinde günümüze kadar türbe dört defa tamir
edilmiş.
Ahşap ve yüksek tavanlı bir odada uzun boylu bir insan yüksekliğinde sandukasını saygıyla ziyaret ediyor
ve ruh-u şerifine Fatihalar ikram ediyoruz. Mehmet
Doğan Bey onun manevi huzurunda, rahmet ve şükran dolu kısa bir konuşma yapıyor. Külliyeyi gezmeye
başlıyoruz.
Yanda Kur’an okuma-Hatim indirme odası, yanında
da Kaşgarlı Mahmud’un kitapları, makaleleri, el yazması ve basma Kur’anı Kerimler ve madeni para, süs
eşyaları ve Kaşgarlı’nın bir yerli ressam tarafından
çizilen temsili bir resmi. Mutlaka imkânlar zorlanmalı, Çin büyükelçiliğiyle görüşüp Kaşgar’a turlar ve
kültür gezileri düzenlenmelidir.
KARAHANLILAR ve SATUK BUĞRA HAN
Karahanlılar, Doğu Türkistan toprakları üzerinde tam
dört asır egemen olmuş bir Türk devletidir. (8401212) Daha doğrusu bizim için önemli olan, İslam’la
şereflendikten sonra aldığı adıyla Abdulkerim Satuk
Buğra Han. Buğra, deve aygırı demektir.
Hükümdar olan Budist amcasıyla giriştiği mücadelede Fergana savaşıyla onu mağlup etmiş ve devletin
başına geçmiş.
Kırgızistan
topraklarında
bulunan Balasagun’u zaptetmiş
ve başkenti
de Kaşgara
taşımış. Organik Hayatı
(902-955) yılları
arasındadır.
Yani 53 yıl
yaşamış fakat
tarihi misyonu
ve İslam Dinine
hizmetleriyle
unutulmayacak
73
ve Abdulkerim Satuk Buğra Han da diğer iki
mütefekkir ve yazarlar gibi kıyamete kadar
yaşayacak.
Hayatı boyunca halkını İslam’a ısındırarak
yeni Hak dinin yayılması için yoğun biçimde
çalışmalarını sürdürmüş. Arap seyyah ve bilgin İbni Fadlan’ın yazdığına göre Onun telkiniyle bir günde İki yüz bin çadırlı Türkmen
İslam dinine girmiş. Karahanlılar Devletinin
üçüncü Müslüman Hükümdarıdır. Kaşgar
Başkentli Karahanlılar da ilk Müslüman Türk
Devleti olarak tarihe geçmiş. Devletin bütün
vatandaşları da İslam dinini kabul etmişler.
Abdulkerim Satuk Buğra Han, Topyekun
İslam’la şereflenen milleti tarafından çok
sevilmiş. Adına kasideler destanlar yazılmış. Tezkire-i Satuk Buğra Han bir destan
türüdür. İslami dönemin ilk destanıdır. Bu
destanda milli tarih ile İslam inanışları ve
akideleri menkıbevi şekilde birleştirilmiş. Karahanlılar Uygur alfabesini benimsemiş ve
Türkçeyi de resmi dil olarak kabul etmişler.
Kaşgar’daki son günümüzde otelden ayrılıp
ve bavullarımızla birlikte vasıtaya yerleşiyoruz. İki tarafı da yüksek kavak ve dalları
kayısı yüklü meyve ağaçları arasından yola
koyuluyoruz. Yol geniş beton-asfalt ve hava
sıcak. Şehrin çıkışında sağımızda eski bir
Budist mezarlığı, yamacı aşarken solda
geniş bir alanı işgal eden ve havayı kirleten
çimento fabrikası. Oto yolda polis kontrolü
yapılıyor. Bizim özel ve resmi misafir olduğumuz bilgisi ile polis noktasında hiç durdurulmadan ve kontrol edilmeden geçiyoruz.
ARTUÇ-ARDIÇ İLÇESİ
Ülkede şehirlerarası yollarda sıkı denetim
var. Otoban yeni yapımı başlatılmış. Artuç
Çin Halk Cumhuriyetinde tek Otonom Kırgız
İlçesi. Merkezde 53 bin, ama çevresiyle
birlikte 540 bin nüfuslu.
Abdulkerim Satuk Buğra Han’ı ziyarete
giderken bir otonom Kırgız köyüne varıyoruz. On yıl önce yapılmış büyük bir ev. Geniş
bir salon. Evin sahibi olarak resmini gösterdikleri Kırgız hayvancılık yapıyor. 7 bin Yen
harcayarak ortasında büyük bir havuzun
bulunduğu salon inşa edilmiş. Keza avluda
verniklenerek parlatılmış iri ağaç kökleri
modern heykel olarak sergileniyor.
Bahçeler arasından Abdulkerim Satuk
Buğra Hanın türbesine yaklaşıyoruz. Kapı
girişinde büyük bir bakır kazan. Kazanda
yıllarca Kaşgar pilavı pişer, fakirlere ve misafirlere dağıtılırmış. Geniş bir avlu yanında
seramik kaplamalı çifte minareli bir cami.
Burası Şincan’da ilk İslami eğitimin modern
metotlarla başlatıldığı mekân olmuş. Temiz
ve bakımlı bir türbe. Girişte siyah bazalt-vol-
74
kanik ve yassı bir taşa merakla dokunuyor
ve okşuyoruz. Rehber Abdulkerim Satuk
Buğra Hanın bu taşı zikir ve Kur’an kıraatinden sonra yastık olarak kullandığını anlatıyor.
Biz tam aşr-ı şerife başladığımızda türbede
görevli bir Uygur Hoca, nefes almak için
bıraktığımız yerden ayeti alıyor tamamlıyor
ve “Sadakallahulazim” diyor. Birlikte bu mücahit İslam kahramanının ruhuna Fatihalar
ikram ediyoruz.
SON SÖZ
Mazlum ve mahzun Müslüman Uygur
diyarından ayrılışımız hazin oluyor. Necip
Fazıl’ın “Öz yurdunda garip, öz vatanında
parya!” tarifi sanki Uygur Müslümanları için
söylenmiş.
Çin hala Dünyaya kapalı bir toplum. İnsan
tabiatına aykırı olan Komünizm ideoloji’si dünyada bitti ama Mao ve kızıl yıldız
sembolleriyle sert uygulama Şincan-Şarki
Türkistan’da devam ediyor.
Sorumluluk Dışişlerimizde!
Dış Türklerle ilgili masamız ne yapıyor?
Stratejiler üreten Enstitümüz ne halde?
Türkiye’de resmi ideoloji de “Çin’de yaşayan
Müslüman Uygurları Türkiye ile Çin arasında
yaşayan bir dostluk köprüsü olarak görüyor.
Şincan-Doğu Türkistan Çinin bir parçasıdır
ve Çin Halk Cumhuriyetinin toprak bütünlüğü önemlidir” Diyor. Siyasal ve diplomatik
bir üslup kullanıyor. Şarki Türkistan Uygurların vatanıdır. 1949 yılından beri fiili işgal
altındadır. Bağımsızlık istekleri üç defa
büyük katliamlarla bastırılmıştır.
Konu hakkında T.C. Dış işlerinin resmi görüşü:
“Türkiye’nin de üyesi olduğu Birleşmiş
Milletlerin beş daimi üyesinden biri de
Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Onlarla siyasi ve
ticari ilişkilerin geliştirilmesi yararımızadır.
Uygurların amacı aşan eylem ve gösterileri bayrak yakma ve polise ait arabaları
devirme Müslüman Uygurların da yararına
hizmet etmemektedir. Çin ile ilişkilerimizin
zedelenmemesine özen göstermeliyiz.”
El İnsaf!
“Çin’deki İnsan Hakları konusu Çin ile yakın
ekonomik, ticari ve askeri ilişkileri olan
İKÖ-İslam Kalkınma Örgütü üyeler resmi bir
tepki göstermediler. Sadece gazete ve televizyon haberi niteliğinde olayların üzerinde
durulmuştur. Avrupa parlamentosu da 10
Nisan 1997 günü de örneği ilişikte sunulan
“Doğu Türkistan’da İnsan Haklarının Durumu” başlıklı bir kararı kabul etmiştir.” Daha
ne yapsın be kardeşim! Helal olsun!
75
“GERÇEK,
KURGUDAN
DAHA TUHAFTIR”
Ayşegül Yıldırım Kara
Gerçeğe dair
Kanada’da yaşayan ikiz kardeşler Jeanne ve Simon’un
oldukça sıradan hayatları. Batılı
insanların rutini olduğu üzere,
sancısız ve zahmetsiz süren
yaşamlarını değiştirense, annelerinin ölümü. Ölümün ardından
ortaya çıkan bir vasiyet ve bu
vasiyet ile son derece sert, hazmı zor bir gerçeğe açılan kapı…
Vasiyete göre annelerinin dileği; ölü zannettikleri babalarını
ve varlığından habersiz oldukları erkek kardeşlerini bulmaları.
Bunun üzerine çıkılan uzun bir
yolculuk. Rota, Ortadoğu’nun
efsunlu olduğu kadar kanla beslenenler için son derece mümbit toprakları… Kayıp babaları
ve ağabeylerini ararken annelerinin hayatına dair öğrendikleri
gerçekler, annenin hayatından
kesitler. O gün ya da bugün,
100 yıl önce ya da 500 yıl. Değişen bir şey yok. Bu coğrafyanın kaderi, zamandan azade bir
şekilde halkların kaderi olmuş.
Çekilen acılar, işkenceler, göçler,
ölümler, kayıplar, sebepler,
sonuçlar… Arayışlarını yılmadan
sürdüren iki kardeşin de sonunda vardığı netice, 1 artı 1’in bu
topraklarda yine 1 edebileceği
gerçeği. Bu çok acıtan gerçek,
keskinliğiyle herkesi paramparça ediyor. Demir bir leblebi gibi
boğazda sıkışıp kalıyor.
76
Ortadoğu’nun kendine has yapısı içinde Hristiyanı, Yahudisi,
Sünnisi, Şiisi, Dürzisi, Yezidisi, dindarı, komünisti, milliyetçisi,
liberali, radikali kendi hak ve hukuk mücadelesini verirken
yukardan ipleri çeken ellerin farkında oluyorlar ya da olmuyorlar. Bu ellerin varlığı Ortadoğu’yu, Ortadoğu halkları için
cehennem çukurlarından bir çukura dönüştürüyor. Hayatlar tıpkı Dennis Villeneuve’nin “Incendies” filminde olduğu
gibi kurgunun kaldıramayacağı noktalara savruluyor. Her
hikâye bir ağıt, her hikâye bir tragedyaya dönüşüyor. Savaş
dediğimiz şeyin sadece atılan bombalar, parçalanmış cesetler, oluk oluk akan kan olmadığını söylüyor. Her savaşın
bir hikâyesi oluyor. Savaşın içinde yaşayamaya çalışan
herkesin, insan havsalasını alt üst eden de bir hikâyesi...
“Gerçek, kurgudan daha tuhaftır.” diyen Edgar Allan
Poe’nun bu coğrafya söz konusu olduğunda kendine bir kez
daha hak verip, gururlanması gerekiyor. Hiçbir kurgu, hiçbir
hayal gücü bu coğrafyanın gerçeğinin üzerine çıkamıyor…
77
“GERÇEK,
KURGUDAN
DAHA TUHAFTIR”
Umuda dair
Sıradan insanların sıra dışı hayatlar yaşadığı sıradan bir köy…
Bir yanda işinde gücünde olan
adamlar, dükkânlarını işletenler,
tarlasıyla bağıyla bostanıyla uğraşanlar, diğer yanda çocuklarının peşinde helak olan, günlük
ev işleriyle cebelleşen kadınlar. Öte taraftaysa toz toprak
içinde oynayan çocuklar, düşen,
kalkan, ağlayan, koşmaktan kan
ter içinde kalan… Yeri geliyor
birbirlerine yardım istiyorlar,
yeri geliyor kafa kafaya verip
dedikodu ediyor, arkadaşlarını çekiştiriyorlar, yeri geliyor
kahkahalarla gülüyor, yeri
geliyor birbirlerini kızdırıp, seyrine çıkıyorlar. Birbirlerine çok
benziyorlar, tepkileri, refleksleri,
gelenekleri kısaca her şeyleriyle
o köyün halkı, o hayatın paydaşı
bu insanlar.
Onları ayıran tek bir nokta var.
Dini ritüelleri. Bir grup Pazar
günü süslenip püslenip gidiyor
dini merasimlerine, diğer grup
her Cuma tutuyor caminin yolunu. Bir grup Hz. İsa ve Meryem
heykelleri önünde el bağlıyor,
diğer grup Rabbine secde etmek için başını yere koyuyor.
Binlerce yıllık kadim bir kültürün temsilcisi bu insanlar. Hz.
İbrahim’in iki oğlu Hz. İshak
ve Hz. İsmail’den ve dahi Hz.
İsa’dan bu yana, aynı toprakları
paylaşıyorlar, paylaşmak için
mücadele ediyorlar, bazen bunu
beceremeyip savaşıyorlar. Bunca sıradanlığın içinde sıra dışı
78
11. Yıl
hayat yaşamalarının sebebi işte bu. Aynı toprağın
insanları olarak onca benzerliklerinin yanı sıra,
bir arada yaşamamak için bir o kadar bahaneleri
var ki, her an kavgaya, düşmanlığa teşneler. Her
şey sıradanlığın güvenirliliğine sığınmışken küçük
bir kıvılcımla alevlenen ayrışma ve kutuplaşma
ile sarsılıp, topraklarını vahşet, kan ve gözyaşının
sulamasına izin veriyorlar. Kardeşin kardeşi kırmasına, kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden hayatların
soldurulmasına ses çıkaramıyorlar. Din, mezhep,
etnik köken gibi sebepler sıralanan savaşları kutsuyor, oynanan oyunların farkına varamıyorlar.
Bu köyde de Hristiyanlar ve Müslümanlar birlikte
yaşamayı tam da becerecekken tekere çomak
sokanlar, hoyratlıkları ve kabalıklarıyla ne yazık ki
erkekler. Şehirlerdeki karışıklığın haberini aldıkça
diğer dinden komşusuna kin bileyen erkekler...
Onları birada tutabilmek, yeni acılar ve kayıplar
yaşamamak için girmedikleri kılık, kurmadıkları
plan kalmayanlarsa Hristiyan ve Müslüman kadınlar... Pamuk ipliğine bağlı o barışın bozulmaması
için evladını feda eden bir Hristiyan anne ve yine
barışın devamı için eşine dininden vazgeçeceği
tehdidi savuran bir Müslüman kadın. Olağanüstü
çabalarıyla erkeklerini çatışmaya ve savaşa sokmamayı beceren bu basiret sahibi güçlü kadınlar
da yine doğunun ortasından…
Erkeklerin öldükçe ve öldürdükçe güçlenen nefretleri, kadınlarda eşleri, evlatları, babaları öldükçe
vicdana dönüşüyor. Nadine Labaki’nin 2011 yılı
yapımı “Et maintenant on va où?” filmi işte bu
hikâyeyi anlatıyor. Alışık olduğumuz o kaosun içinde azim, sebat ve ferasetle nefes alınabileceğini
vurgulayan, kadın sağduyusu ve annelik vicdanını
konjonktürün, teamüllerin, her türlü siyasi ve dini
çekişmenin üstüne koyan Ortadoğulu acı çeken
kadınların hikâyesi “Peki, şimdi nereye?”… Gidecek, kaçacak yeri olmayanların, bir arada yaşamaya mecbur olanların hayatını seriyor önümüze.
Kendi zayıf bedenleriyle kadim coğrafyanın gerçeğine başkaldırıyorlar ve bunu da başarıyorlar…
Umuda dair bir filizle…
Bu iki film, Ortadoğu hakkında hiçbir şey bilmeyen
insanların dahi kanını dondurmaya yeten öğeler
barındırıyor. Sadece kurgusal bu görüntüleri seyrederek, hem bu coğrafya hem de bu coğrafyanın
insanları hakkında fikir sahibi olmayı mümkün
kılıyor. Bu halkların hayatında acının dokunmadığı tek bir an kalmazken, her şeye rağmen insan
umudunu yitirmek istemiyor.
Bu coğrafya acının, gözyaşının, kanın sebil olduğu, bir artı birin rasyonel bir şekilde iki etmeyip
mantıksal düşünce kalıplarının zorlandığı, üzerine
oynanan oyunlarda ikiyüzlülüğün, riyakârlığın, sinsiliğin hâkim olduğu, çaresizliğin yaşattığı öfkenin
boğazımızda düğümlendiği bir coğrafya…
Her gün, hala, şimdi dahi, kuş gibi vurulan yüzlerce
çocuk, aşağılamanın en travmatik yolu, tecavüz
edilen yüzlerce kadın, binlerce evsiz, binlerce
sahipsiz, yetim. En sağlam tragedyalardan dahi
daha trajik. Filistin, Gazze, Suriye, Irak, Lübnan,
Libya, Doğu Türkistan, Myanmar, Patani… Bir elin
parmakları saymaya yetmiyor,
say say bitmiyor…
Çok iç karartıcı bir yazı olsun
istemiyordum, içinde umut da
olsun istiyordum, hani Allah’tan
hiç kesmediğimiz umut... Lakin
biraz iç karartan bir yazı oldu.
Ne yapalım, olsun varsın, kalbimizin kararmasından iyidir.
79
“
Elif Nisa
80
”
Sevgi
Zulmü
Yener
Allah dünyayı sevgi üzerine kurmuş ama insanların büyük bir kesiminin sevgiyi yaşamak bir yana,
sevgiden söz ettiğini işitiyor musunuz? Dünya
adeta bir nefret topu haline gelmiş. Ekmek
parası, hayat şartları gibi sebeplerle insanlar, küreselleşen dünyada oradan oraya savruluyorlar.
Genelde tartışıyorlar; ailede tartışma, toplumda
tartışma, ülke genelinde tartışma, ülkeler arası
tartışma. Saldırı, fitne, etrafa nefret saçma, hep
nefret dolu, hep kin dolu cümleler, hep siyaset,
hep öfke. Oysa kin ve nefret yerine sevgi olmalı.
Ama insanların dilleri kilitlenmiş, konuşamıyorlar... Olmuyor; aşkı, sevgiyi, şefkat ve merhameti
anlatamıyorlar. Allah, niyetlerine binaen onlara
sevgiden bahsetmeyi nasip etmiyor.
Ahir Zaman’ın en büyük belâsı sevgisizliktir.
Bugün insanların yitirdiği en önemli duygu budur;
ruhları boşalmıştır insanların ve bu en büyük nimetin kaybıdır. İnsanlar sevgiyi yaşamadıkları için
Allah huzuru, dostluğu ve kardeşliği yaşamaya da
izin vermiyor. Yeryüzünü bugünkü kaos ortamına getiren; kin, nefret ve sevgisizliktir. En yakın
örnek Filistin’de yaşananlar. Sevgisizlik, kırk yıldır
o bölgeyi harabe haline getirdi. Tıpkı insanların
kalpleri gibi…
Sevgi, dostluk ve kardeşlik esas alınsaydı, Filistin
böyle parça parça olmazdı. Adım adım erimezdi.
Aynı şekilde kinle, nefretle, düşmanlıkla, kavga
ve savaşla devam edilirse, Filistin gözlerimizin
önünde iyice yok olacak.
Aynı peygamberin soyundan iki ayrı halk. Yaşadıkları topraklarda, amaçları hep sevgiyi yaymak
olan peygamberlerin izleri var; halâ soğumamış.
Ve Allah’ın arzı çok geniş, herkese yetecek yer
var. Ancak herkesin gözü, bir diğerinin sınırında.
Sebep; sevgisizlik. İnsan sevgi ve şefkatle yaklaşabilse, karşılığında da sevgi ve şefkat görür oysa.
Her iki kesimde de vicdanlı insanlar sevgiye, barışa çağrıda bulunuyorlar ancak sesleri cılız çıkıyor;
sayıları az. Gerçek anlamda Allah sevgisi yaşanmadığında vicdanlar ölüyor; şefkat, merhamet,
sabır olmuyor, mutluluk olmuyor. Materyalist
kafayla sevgisizliğin, bencilliğin acısı en şiddetli
şekilde yaşanıyor.
Bir olan Allah’a iman eden, samimi, vicdanlı ve
sağduyulu Hıristiyan, Musevi ve Müslümanların
sorumluluğu kötülüklerle mücadeledir; kötülere
karşı birlik olmak, yardımlaşmaktır. Sevgi, saygı,
şefkat, merhamet, anlayış, hoşgörü ve iş birliği
prensipleri temeli üzerinde yükselen birliktelik,
yeryüzündeki zulme tek çözümdür. Anlaşmazlıklar ve problemler baskı ve şiddet yoluyla çözülemez. Aksi görüşte olup, baskıcı ve despot uygulamalarıyla insanlara zulmeden kişi, grup ya da
devletler, zulümlerini meşrulaştırmaya çalışırken,
güzel ahlâklı insanların iş birliği yap-a-maması
insanlığı kayba götürür.
Çatışmaya, kavgaya ve savaşlara sürükleyen
sebeplerin ortadan kalkmasına vesile olmak
için birlik olmak zorunludur. Birbirimizi sevmemiz zorunludur. Mazlumu korumak zorunludur.
Farklılıklar renktir, çatışma sebebi değildir. Bir
olan ‘kelime’de birleşelim, beraberliğimizi o ortak
inanç üzerine kuralım. Tevrat da, İncil de, Kur’an
da “Öldürmeyeceksin!” der çünkü.
Dileklerim ütopya gibi gelebilir belki. Ama Allah
sebeplerden münezzehtir; kendi öngörümüzle en
imkânsız gördüğümüz ‘şey’i, O, sebeplere bağlı
olmadan yaratmaya kadirdir. Sebeplere bağlı yaşayan bizleriz. Sebeplere takılmamak, sebeplere
sadece sarılmak doğru olandır.
“Göz açıp-kapama süresi” kadar kısacık şu dünya
hayatında her şey istediğimiz gibi de olsa, tümünün sonu gelecek, vakit geldiğinde ölüm tadılacak. Eğitim mekânı olan dünyada en güzel ahlâkı,
en derin sevgiyi yaşamaya, ahlâkımızı güzelleştirmeye, anlayışımızı derinleştirmeye, dolayısıyla
cennet ehlinin özelliklerine dünyadayken sahip
olmaya çalışalım. Gerçek sevgi vefa, sadakat,
fedakârlık ve samimiyet gerektirir. Kin, nefret
ve düşmanlık nefse kolay gelir. Sussun nefsimiz,
vicdanımız daha geveze olsun; biz onu dinleyelim.
Sevgi sanattır; o sanatı öğrenelim ve en önemlisi
yaşayalım.
“Bütün kâinatın mayası muhabbettir.” diyor
Üstad. Dünyaya sevgi hâkim olmalı; kin ve nefret
değil. Allah dünyayı sevgi üzerine yarattı. Biz
kullarından istediği de sevgi. Sevginin en önemli yanı, her yanda olması; Allah’ın Vedud ismi,
kâinatın her santimetrekaresinde tecelli ediyor
çünkü. O sevgi kalpte yoksa, dünyanın da bir
anlamı yoktur.
Ne zaman ki şefkat kötülüklere savaş açar,
merhamet zulmü kovar, sevgi zulmü yener; o
zaman dünyanın tüm pisliklerinden arınır, gerçek
dostluk, huzur ve barışı tadarız. “Elim büyür mü
anne?” diye soruyordu yaralı bir Filistinli çocuk.
Elin büyümez belki çocuğum ama istenirse
kalpler büyür; ‘yumruk’ büyüklüğündeki o kalbe,
kâinat kadasevgi sığar.
81
11. Yıl
Amerikan Hapishanesinde
geçen bir ömür
Fatma Kalkan
Bazıları
uçarak
İslamiyet’e
gelir bu
hanım gibi,
bazıları
yürüyerek
gelir, bazıları
koşarak gelir,
bazıları da
emekleyerek
gelir.
Herkesin
istidadı başka
başkadır.
82
17 sene önce camideki hanımların
şehirdeki Federal hapishaneye
mahkumlara İslamiyet’i öğretmek
için gönüllü olarak gittiklerini
duyduğumda çok heyecanlandım.
Giden hanımlardan bir tanesine bu programa dahil edilmeyi
arzuladığımı bildirdim. Gelecek
toplantıya beni de davet ettiler.
Beş kişilik bir dava ekibiydi ve
hepsi hanımlardan oluşuyordu
çünkü bu şehirdeki hapishanede
sadece kadın mahkumlar vardı. Yılda bir kaç kere gönüllüler
için eğitim semineri verildiğini
bunlardan ilkine gidebileceğimi
öğrendim. Gerekli formu doldurup
seminere katıldım. Hapishanenin
kurallarını mahkumlara neyi verip
veremeyeceğimizi, olası bir rehin
alma durumunda nasıl davranmamız gerektiği, hapishaneye
izinsiz hiçbir şey sokamayacağımız
gibi mahkûmların bizi kullanarak dışarıya bir şey göndermeye
çalışabileceklerini bunları da asla
dışarı çıkartmamamızı seminerde
öğrettiler. Nerede görev yapacaksak direk olarak o binaya gidip
başka hiçbir yere gitmeye hakkımız olmadığını, kendi adresimizi,
telefon numaramızı kişisel hiçbir
bilgiyi mahkumlara kendi güvenliğimiz açısından vermememiz
gerektiğini iyice tembih ettiler.
Her odada telefon olduğunu acil
bir durumda hemen telefonla gardiyanları çağırmayı da öğrettiler.
Sonra seminere değişik dinlerden
katılan bütün gönüllüleri parmak
izlerini almak, resimlerini çekmek
için başka bir binaya götürdüler.
Yaklaşık kırk kişilik bir gruptuk,
bu sebeple bu işlem için epeyce
bekledik. Sonra bütün bu toplanan
bilgiler FBI ya güvenlik araştırması
için gönderildi. Aylar aylar geçiyor halen içeriye giriş için gerekli
kimlik belgesi ve numarası gelmiyordu. Diğer hanımlar izinleri
olduğu için gidebiliyor sadece ben
gidemiyordum hapishaneye. Nihayet yaklaşık altı ay sonra güvenlik
soruşturmamın bittiği ve içeri
giriş kartımın geldiğini öğrendim.
İlk bir yıl deneyimli bir arkadaşla
beraber gidip geldim. İyice dava
nasıl yapılır öğrendikten sonra ilk
kez yalnız gittiğimde çok heyecanlıydım. Ekipteki arkadaşlar ile
görev dağılımı yapmıştık. Zenci
olan gazeteci arkadaşımız sadece
onlarla dertleşecekti, beyaz arkadaşım Kuranı Kerim’i öğretecekti,
bir diğer zenci arkadaşımız Peygamber Efendimizin ve sahabelerin hayatını öğretecekti, bana da
Arapçası Akîda olan Allah’a iman
nasıl olur, imanın esasları nelerdir,
öğretme görevi verildi. Diğer bir
arkadaş ta Namaz kılmayı ve diğer
ibadetleri öğretiyordu.
Gelen sisterların (kızkardeşler) sayısı her yıl değişir. Bazen yirmi kişiye kadar sınıfın çıktığını gördük,
tabii bu ikiz kulelerin yıkılmasından önce idi daha sonra İslamiyet’i
karalama kampanyası ile dinimize
ilgi duyan mahkumların sayısı
azaldı ve bizim bütün mahkûmlara erişmemiz engellendi. Fakat hiç
bir zaman insanların İslamiyet’e
teveccühü sona ermedi. 9/11’in
olduğu hafta bile bir bey Müslüman olup Kelime-i Şehadet getirip
Müslüman olmuştu. Yine aynı yıl
Kadir gecesinde hapishanede Kadir Gecesinin anlamını ve önemini
yaklaşık 30 kişilik bir gruba anlatıyordum. Herkes etrafımda halka
olmuş büyük bir dikkatle saatlerce
beni dinliyordu. İçlerinden birisi ise
başında balıkçı beresi üzerindeki
parkasına bürünmüş yere adeta
uzanmış benim dibimde idi öyle
kıvrılmış idi ki uyuduğunu zannediyordum. Bazen dönüp bana
yaslandığı da oluyordu. Sonra
saat gece yarısı olduğunda bana
verilen saat doldu. Yerde kıvrılmış
parkasına sarılmış hanım yavaşça
doğruldu ve bana dedi ki; “Ben senin anlattığın her şeye iman ediyor ve Müslüman oluyorum. Beni İslamiyet’e sok, hem de simdi.” Şok
olmuştum! Çünkü onun beni dinlediğinden
bile emin değildim. Bu düşüncemdem utandım. Herkes çok heyecanlanmıştı. Oracıkta
Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oldu.
Bazıları uçarak İslamiyet’e gelir bu hanım
gibi, bazıları yürüyerek gelir, bazıları koşarak
gelir, bazıları da emekleyerek gelir. Herkesin
istidadı başka başkadır. Bize düşen Üstad
Said-i Nursi Hazretlerinin sözünü aklımızdan
çıkartmamaktır, Üstad der ki: Davaya en
büyük ihanet aceleciliktir! Onun için biz Peygamber Efendimizin tebliğ misyonunu devam
ettirenler olarak asla aceleci olmayız. Bazen
bir insana tebliğ yapmak yıllar sürer. Bıkmamak usanmamak lazımdır. Peygamber Efendimiz de
aynı kapıya defalarca gitmiştir. Biz de aynı insana
defalarca hal dili ile, sabır ile, davete devam ederiz. Hidayetin Allah’tan (cc) olduğunu asla hatırdan
çıkartmayız.
Bu yıllarda artık yalnızım ekipteki arkadaşlarım
taşındı, yerine yenileri gelmedi malesef, onun için
İslamiyet’in her yönünü öğretme görevi bu fakire
düşüyor. Alt yapım Genetik Mühendisi olduğu için
yıllarca üniversitede araştırmacı olarak çalıştığım
anlattığım her şeyi basite indirgeyip, tahtada yazarak, çizerek, örnekler vererek, soru- cevap şeklinde
anlatmayı tercih ediyorum. Böylece birden fazla
duyu organı, akıl ile birlikte çalışıyor ve öğrettiklerim daha kalıcı oluyor. Ezbere öğretime karşıyım.
Tefekkür ile İslamiyet öğretilmeli.
Size öğrencim olan bir hanım mahkumun hikayesini
anlatayım. Dona, ellili yaşlarda idi, oğlu, gelini, kendisi tutuklanmış Amerika’nın değişik uçlarındaki üç
ayrı eyalete cezalarını çekmek için gönderilmişlerdi.
Dona bir an önce çıkmak, bakıcı ailelere verilmiş
12-14 yaşlarındaki torunlarını yanına almak istiyordu. Çünkü onun cezası oğlu ve gelininden daha
azdı. 1,5 yıla mahkum olmuştu. Hayatımda böyle
sünger gibi anlattıklarımı emen bir insan ile karşılaşmamıştım. Soruyor, hapishanedeki kütüphaneye
camiden bağışladığımız kitapları çalışıyor, anlamadığı yerleri gittiğimde soruyordu. Namaza hemen
başladı, ahlakı zaten çok güzeldi, üstelik suçsuzdu.
Oğlu yüzünden hapse düşmüştü. Büyük bir sevk ile
İslamiyet’i kana kana içiyordu. O İslamiyet’e uçarak
girenlerdendi. 8 ayda mükemmel bir Müslümana
dönüştü. Cenabı Allah’ın her işi muhteşemdir! Aynı
aylarda oğlu da Müslüman olmuştu. Bir gün gelini
de derse gelmez mi! Rabbim onu onca hapishane
içinden Dona’nın olduğu hapishane ye sevk etmişti.
Yani bütün aile bir yıl kadar kısa bir sürede İslamiyet
ile şereflendi. Hapishaneden çıkınca planladığı gibi
iki torunu yanına aldı. Ve İslamiyet’i onlara da öğretmeye başladı. Pastaneci idi ama o konuda iş bulamayınca eyaletler arası yolcu taşıyan Greyhound
Otobüs şirketine şoför olarak girdi. Greyhound’daki
müdürleri başının örtüsünü açması için baskı yapmaya başladılar. Dona o kadar muhtaç bir halde idi
ki bu iş onun için çok çok önemliydi. Fakat başının
örtüsünü açmaya yanaşmadı. Nihayet Greyhound
Dona’yı işten attı. Dona beş kuruşsuz, iki torunu ile
ortada kalakaldı. Fakat bu muhteşem kadın pes etmedi. CAIR denen Müslumanların haklarını bedava
savunan avukat kurumuna durumu bildirdi. CAIR
aracılığı ile Amerika’nın en büyük Otobüs şirketini
dini haklar konusunda ayrımcılık yaptıklarını söyleyerek mahkemeye verdi. Aylar süren mahkeme
sonunda Dona’nın dini hakkı olan başörtüsünün
engellenemeyeceği kararını verdi ve Greyhound’u
tazminat vermeye ayrıca Dona’yı yeniden başının
örtüsü ile işe almaya mahkum etti. Cenabı Allah bu
çok muhtaç olduğu halde yine de Rabbinin emrini
uygulamaktan vazgeçmeyen kulunun imdadına
yetişti. Hapishanede Müslüman olan ve İslamiyet’i
1 yıl gibi kısa bir sürede hazmedip uygulayan bir
harikulade Müslüman olmuştu Dona.
Amerikan hapishanelerinde binlerce mahkum her
yıl Müslüman olmakta ve Müslümanlığın şartlarını derhal yerine getirmeye başlamakta. Onların
arasında asla kendinizi mahkumların yanında gibi
hissetmezsiniz. Camide arkadaşlarınızın yanında
gibi rahat hisseder onlara karşı öyle kalbiniz ısınır
ki tarif edemem. Bu da Rabbimizin bize büyük bir
lütfudur. Bayramlarda hapishanede olur, onlarla
birlikte Bayram yemeği yersiniz onların ailesi olursunuz. Her hafta yolunuzu gözlerler. Çoğu zaman
bana ayrılan saat bittiğinde hapishaneden çıkmaz
istemez gönlüm ayaklarım geri geri gider. Bırakıp
gitmek istemezsiniz kardeşinizi orada. Kıldığınız,
kıldırdığınız en güzel namazlar hapishanede olur.
Hiçbir şey dikkatinizi dağıtamaz orada! Rabbinizin
inayeti iner üzerinize, siz vermeye gitmişsinizdir
ama alan olursunuz, ruhunuz bütün kirlerden yıkanır arınır tertemiz olur evinize dönersiniz. Hayatta
hiçbir yerde olmayı hapishanedeki sınıfınızda olmaya tercih etmezsiniz!
83
Mutlu değil misiniz?
Galiba sebebini biliyorum…
Mutsuzluğun en önemli
nedeni kanaatsizlik…
Neye sahip olursanız
olun kanaat etmeyi
bilmiyorsanız mutlu
olamıyorsunuz.
Ayşe Uyar
84
Bu Ramazan iftara yakın bir saatte, yakın bir arkadaşım aradı. “Yemekler yaptım ihtiyaç sahibi olduğunu düşündüğüm bir aileye iftar açmaya gidicem,
müsaitsen bana eşlik eder misin?” dedi. O gün
benimde vaktim vardı, beraber gittik. Çok uzak bir
mahallede ikimizin de daha önceden tanındığı aileye iftara yemeğine kendi kendimizi davet etmiş olduk. Habersizce çaldık kapılarını. Bizi görünce çok
şaşırdılar, iftara on beş dakika kalmıştı. Kapıda bizi
görünce büyük heyecan yaşadılar hemen buyur
ettiler. Dış kapıdan girince ayakkabı çıkarılan küçük
bir alan vardı sonra tahta kapıyı ince bir gıcırtıyla
açtık zemini siyah beton dökülmüş salona girdik.
Bu salona üç kapı daha açılıyordu; birisi mutfak
diğer ikisi de oda. Beton zemin, ortada tüyleri
tamamen dökülmüş bir Isparta halısıyla kapatılmış,
kenarlar da el örgüsü paspaslarla desteklenmiş.
Bir kenarda çocukluğumdan hatırladığım bir somya var, üstünde halı yastıklar ve kanaviçe işlenmiş
bir yaygı var. Somya bölümüne hayranlıkla bakıyorum ve farkında olmadan dilimden kelimeler
dökülüyor; “Ne kadar güzel görünüyor, somyalar
hala var mıydı?”
Evin hanımı açıklıyor; kızlardan küçük olan orda
yatıyormuş kanepeler rahat olmuyormuş. Bu somyanın üstünde yün yatak varmış, senede iki defa
çırpıp güneşlendiriyorlarmış o sebepten somya
kullanıyorlarmış.
Mutfağa yakın köşede fırınlı bir soba var. Gözlerimize inanamadık hepsimizin evinde klimalar çalışıyordu ama bu evde soba yanıyordu ama ilginç olan
ev çok sıcak değildi. Yine evin hanımı mahcup bir
ses tonuyla açıkladı; evde tüp bitmiş, yemekleri sobada pişirmişler. “Ama sıcak olmamış.” Dedim. Ev
zaten toprak zeminde olduğu için serin oluyormuş,
pencereler küçük olduğu için de nem kokuyormuş
bu yüzden soba zaman zaman yanınca iyi olurmuş.
Yerde bir sofra serili, onun üstünde anemin de
hamur açarken kullandığı yuvarlak tahtaya benzeyen bir tahta var. Koca bir tabak salata koymuşlar,
sobanın üstünde hala pişmeye devam eden bulgur
pilavı var, sobanın fırın bölümünden de patates ve
soğan çıkardılar. Bu arada iftar da çok yaklaştı, az
sonra ezan sesi duyuldu, ortaya büyük bir tabağa
bulgur pilavını döktüler ve büyük bir huzurla ilk
lokmalar alındı.
Bu arada arkadaşım da yaptığı yemekleri sofraya
koydu ama onlar utandıklarından bizim yemeklerin sadece tadına bakabildiler. Bizse şu ana kadar
yediğimiz en lezzetli bulgur pilavı ve fırında pişen
patatesi bulunca, başka şey yiyemedik....
Evin hanımı yine duruma açıklık getirdi; yazın
birkaç ay Yozgat’ın Çekerek ilcesine bağlı köylerine
gidip, bulgurlarını kendileri yapıyorlarmış. Kışlık
patates, soğan, tereyağı, yufka ekmek gibi yiyeceklerini yapıp getiriyorlarmış...
Bu Ramazan içinde yaptığımız en huzurlu iftarımızı bu evde yapıyoruz Allaha ısmarladık diyip
helallik istendikten sonra yola koyuluyoruz. Hiç
konuşmadan yakındaki camiye teravih namazı için
yürüyoruz ama galiba ikimizde aynı şeyi düşünüyoruz. Mutlu olabilmek için onca uğraş sonucu elde
ettiğimiz makamlar, mallar, mülkler mutlu olmaya
yetiyor muydu? Sahip olduklarımızı kaybetmeme
telaşı tadımızı mı kaçırıyor acaba?
Ama bazen fakir olup ta çok mutsuz olanlarda var.
Demek ki fakir yada zengin olmak sağlıklı yada
hasta olmak değil mevzu; bulunduğu duruma razı
olmak, gayret etmek ama hırs yapmamak. Eğer
hayatımızda rahatsız olduğumuz bir durum varsa;
“Çok gayret ettim, çok uğraştım, dua da ettim
demek ki benim için bu hayırdır.” diyebilmek.
Galiba mutluluk sahip olduklarımızla alakalı değil.
Anne babalarımızı, evlatlarımızı, eşimizi, işverenimizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, velhasıl içinde
bulunmak durumunda olduğumuz hayatımızı
olduğu gibi kabul etmekten geçiyor mutlu olmak.
Her şeyle ve herkesle sürekli kavga etmek sadece
mutsuzluk getiriyor ve çözümden gittikçe uzaklaştırıyor.
Hadi sizde bizim gibi yapın, hayata şu ana kadar
baktığınız pencereyi kapatın öteki pencereyi açın.
Farklı taraftan bakınca olayların zorlukları kolaylaşabiliyor mu? Yine mi olmadı! Demek ki yanlış pencere, onu da kapatın, başka pencere açın. En doğru
bakış noktasını bulacaksınız, eminim. Ha gayret…
85
Deli Kızın Bohçası
Latife Özbek
ÖLDÜRMEYEN ALLAH...
40 yıldır kalp hastası olan annemi; Kansızlığının sebebini araştırmak için Mersin’den Ankara’ya getirdim
ve dokuz aydır birlikteyiz. Bir üniversite hastanesinin
kardiyoloji, dahiliye, hematoloji, Nefroloji servislerini defalarca dolaştı. Ne hikmetse hiç bir doktor
tansiyona bakmak, kalp dinlemek gibi herhangi bir
münasebetli davranışta bulunmadı. Uzaktan eğitim
gibi ,annem de göz yordamıyla muayenelerden geçti,
kansızlığına çare yerine, tüp tüp kanı alındı. Yürüyerek
geldiği hastaneden nerdeyse zekaret çıktı. Beş yıldızlı
otele gittiğini mi zannediyordu bilemiyorum ama
haftalarca süren yoğun bakım günlerinden sonra “
İnsan bulunduğu yerden memnun kalmalı, ben yoğun
bakımdan hiç memnun kalmadım.” diyerek, yoğun
bakım günlerine yeni bir felsefi yorum getirdi.
Ameliyattan çıkan ama yoğun bakımdan servise
çıkamayan hastaların hırıltılı son nefeslerine şahit
olması, annemin zaten var olan ölüm korkusunu iyice
depreştirdi. İstasyon karşısında ki evinin penceresinden geçen trenleri seyreder gibi, annem de hayata
tutunamayıp, öbür tarafa gidenleri izledi. Kalp kapak
değişim ameliyatı önerilen annem, ölüm korkusuyla
ameliyatı kabul etmeyince , kalp pili takılarak taburcu
edildi. Böylece 112 ile acil serviste sabahlamalarımız
sona erdi. Pil takılınca “Deve gücü, tazı hızında” olacağını zanneden annem, hala kaplumbağa kıvamında
olduğunu ve nefes almasında gelişme olmadığını fark
edince, ameliyat için hep beraber hastane aramaya
başladık.
İnsan kendi karar veriyormuş gibi görünse de ilahi bir
güç senin yerine karar veriyor ve yönlendiriyor. Bir
gün Memorial hastanesinin önünden geçerken ‘’Bu
hastaneyi beğendim, burada ameliyat olabilirim.’’ dedi
.Memorial hastanesinde Prof. Dr. Cem Yorgancıoğlu’ndan randevu aldık. Bir kaç muayene ve tahlilden
sonra, ameliyatta neler yapılacağını anlattı. Annem
her seferinde “Ama diğer hastanede öyle değil, böyle
yapacaklardı” deyince. Cem bey dayanamayıp “İsterseniz orada ameliyat olun.” dedi de annem sustu. 13
Mayıs’a ameliyat günü alındı.
Ameliyatta öleceğinden emin olan annem, öbür
dünyada en büyük azabın, ezberlediği surelerin
unutulmasından olduğunu nerden duyduysa, ameliyat
öncesi kendini ezberlere adadı. Eğer Hak’kın rahmetine kavuşursa yapmamızı istediği bir şeyler olup
olmadığın sorduğumuzda, annemin “Benim adıma şu
hayrı yapın, şu kadar parayı zekat olarak dağıtın, şunlardan helallik isteyin.” demesini beklerken, taziyeye
gelenlere, eti malzemesi bol lahmacun yaptırmamızı
ve bol yeşillikle ikram etmemizi istedi. Lahmacunun
lezzeti, maydanozun, rokanın bolluğuyla bir süre daha
gündemde kalmanın hesabını yapmış olmalı.
86
Annem 12 Mayıs’ta hastaneye yattı, 13 Mayıs’ta ameliyata alındı. Uzun süren bir ameliyattan sonra yoğun
bakıma alındığını öğrenince huzur içinde eve geldik.
Gece kanaması durmayan annemi tekrar ameliyata
almışlar, yeniden göğüs kafesi açılmış, kanamanın yeri
tespit edilemeyince, yeniden iğne ardı dikilmiş.
Yoğun bakımdan servise getirileceğini duyunca çoluk
çocuk odasında toplandık. Ameliyattan sağ çıkamayacağından emin olan anneme “Aramıza hoş geldin.”
diyerek sevindirecektik. Annem iyi görünüyordu, 55 kg
olarak girdiği ameliyattan bir hafta içinde 70 kg olarak
çıkınca, ödemden yüzü doğal botoksla 15 yas gençleşmiş, gözler şişkinliğin içinde kaybolmuş, tatlı bir
Japon kıvamındaydı ama bizleri ilk defa görüyormuşçasına boş boş bakıyordu. Gaipten haber verecekmiş
gibi el işaretiyle beni yanına çağırdı. O kadar kişi
arasından beni seçmesi haklı olarak gururlandırdı.
Zar zor “Konuşmayacağını” söyledi, ameliyat sonrası
toparlanması için makul bulduk ama durum bizim
tahminimizden çok farklı çıktı.
Vizite gelen doktorların sorularına, konuşmama
kararından dolayı başını sallayarak cevap vermesi
işleri iyice zorlaştırdı. Kardeşim iyice bunalmış olmalı
ki “Doktorluğu bırakıp veterinerliğe başladık.” dedi.
Annemin hiç konuşmaması, her gelene korkuyla bakması, devamlı kapıyı kitlememizi istemesi bizi çok
endişelendirdi. Bir aksam konuşturmak için değişik
metotlardan sonra “Allah de anne” dedim. Birden dili
çözüldü, yoğun bakımda okuduğu sureleri, çektiği tesbihleri ,başına geldiğini zannettiği olayları anlatmaya
başladı. Böylece konuşmama nedenlerini ve korkularını öğrendik.
Uzun sure uyutulan ve yoğun bakımda kalan anneme karabasanlar gelmiş, hayalle gerçeği karıştırması
nedeniyle çok sıkıntılı bir hafta geçirmiş. Bir doktor tarafından tacize uğramış. Benim banka hesap cüzdanını
hastanede doktor ve hemşirelere göstermem sonucu,
kararlaştıkları fiyatın 10 katını talep etmeleri, annemin olmayan şuurunu iyice bulandırmış. İnsan neye
çok değer verirse imtihanı ondan olurmuş, annem de
yoğun bakımda namus ve parayla imtihan olmuş.
İyice konuşmayı ilerletip ameliyatın bütün safhalarını
gördüğünü, her gün kalp kapağının birini tamir ettiklerini, ameliyatın üç gün sürdüğünü söyleyince endişelerimiz iyice katmerlendi.
En fazla bir haftada taburcu olan hastaların arkasından el sallamaktan yorulduk. Annem gözle görülmeyen mikro iyileşme gösteriyordu. 25 günün sonunda
yürütmeye başladık. Uzaya astronot gönderiyormuş
gibi tam teçhizatlı yürütüyorduk. Sondası, serum askısı,
sık sık ihtiyaç duyduğu oksijen cihazı ve beş adımda bir
oturduğu sandalyesi… Israrlarımızla 38. günün sonunda nihayet taburcu olduk. Oksijen üreten cihaz aldık,
annem oksijen bağımlısıydı artık. Baliciler gibi devamlı
oksijen çekiyordu. Yatak odasında her şeyden tecrit,
bir ayımızı doldurunca, ilk kontrollerini yaptırmak için
hastaneye gittik. Sonuçları yüz güldürünce , bizlere Dikili yolları göründü. Annem yolda oksijensiz kalmaktan
çok korkuyordu, araba çakmaklığına takılarak çalışan
jeneratör almak istedi. Oksijene ihtiyacı olduğunda ilk
benzincide durup oksijene bağlayacağım söyleyince
rahatladı.
Bizleri Dikili’ye götürecek olan yakınımız bir Cuma
aksamı geldi. Annem, dört yastığı, (dokuz aydır oturur
şekilde uyuyabiliyor) pikesi, oksijen cihazı, oturması
için simiti, kedimiz Minnoş ve taşıma sepeti, valizler ve
devasa bir çantada örmek için yünler. Her şey tıka basa
kondu arabaya, benim terapi yün yumaklarımı doldurduğum torbaya sıra gelince yer kalmadı. Sıkıntılı, gergin anlarım da yünden bir şeyler örerek rahatladığım
için arabanın arka koltuğunun sol tarafında ki ayak
konacak yere zorla sıkıştırdım. Önde kızım, kucağında
kedi taşıma çantası, arka sağda dört yastıkla oturur
şekilde yatan ve en ağır uyku ilacı içirdiğim annem ve
uzattığı ayaklarının altında sol kenara sığışmıs ben.
Annem bunalıp oksijen istemesin diye klima en
soğukta çalışıyor, Annemin ayakları vakit geçtikçe
tuğlalaşıyor, ağırlığından bacaklarım uyuşuyor. Kedi
çantanın içinde acı acı miyavlıyor, annem “Sus be iyice
azdın” diyor. Evi toplamaya çalışırken nasıl terlediysem ,arabaya binince klimadan dondum. Bulduğum bir
gömleği belime sardım. Annemin hırkasını dizlerime
örttüm, ayaklarımı yün yumaklarının bulunduğu torbanın içine soktum. Yumuşacık yumaklar ayaklarımı
şefkatle sardılarsa da, bademciklerim şişti, sistit oldum.
Önde kızımın kucağında ki çantada korkudan ağlar
gibi miyavlayan Minnoş ve buna ağlayan kızım… En
sonunda dayanamayıp kediyi serbest bıraktı. İpi kopmuş uçurtma gibi Minnoş arabanın içinde bir öne bir
arkaya koşuşturmaya başladı. Her geçiş de arabayı
kullanan dostumuzun ensesine pati atıp taciz etti. Aşırı
yağış, yoğun hafta sonu trafiği, Minnoş’un deli dana
gibi sağa sola saldırması...Polatlı’ya geldiğimizde kediyi
bir kasabın önüne bırakmama ramak kalmıştı. Arabayı
kullanan dostumuz da “Ananı da, kedini de al da git!”
demeyi içinden defalarca geçirdiğinden eminim. En
sonunda annem ilacın etkisiyle sızıp kaldı. Minnoş’ da
koşuşturup miyavlamaktan yorgun düştü de, ciddi iki
sorun kendiliğinden çözüldü.
Sabaha salimen Dikili’ye geldik.
Annem 700 kilometrelik yolu oksijene bağlanmadan
gelince, çok da ihtiyacı olmadığını anladı. Üç haftadır
annem hiç oksijene bağlanmadı. Sorunun fizyolojik
değil psikolojik olduğunu anladı çok şükür.
Şimdilerde annem tuvalet haricinde simitli koltuğundan kalkmıyor, gak deyince kahvaltı, guk deyince
yemeği, ilaçları önüne geliyor.
Kız kardeşim bugün, “Artık seni günlük hayata hazırlamamız lazım.” dedi. El melekelerini geliştirmek için
önüne gömlek koydu, düğmelerini iliklesin, geri açsın,
tığ ve yün verdi zincir çeksin diye. Ama annem televizyon kumandasından başka bir şey almadı eline. Her
sabah TV8’ de “Aramızda kalsın” adlı magazin programının müptelası oldu. Kim kimle seviyeli! beraberlik
yaşıyor, kim şık, kim rüküş...İbadetlerine dört elle sarılmasını beklerken, tam bir magazin kumkuması oldu.
Ağır ve riskli ameliyatlar kişilik değişmesine neden oluyormuş. Hemşirenin biri ,beş vakit camide namaz kılan
dedesinin, namazı terk ettiğini söylemişti. Çok şükür
annem teyemmümle aldığı abdestle farzından namazlarını kılıyor hatta kıldığını unutup yeniden kılıyor.
Bu arada 86 yaşında ki babam, erkek kardeşimle dokuz aydır Mersin’ de Survivor hayatı yaşıyor. Annemin
eve gelip kendisine yemek yapmasını dört gözle bekliyor. Annemin kendine ait çok özel ihtiyaçları dışında bir
şey yapamayacağından henüz haberi yok.
Dokuz aydır kız kardeşim de dahil, hayatımızı, evimizi
annemize göre ayarladık. Uzun süre özel ihtiyaçlarını
biz karşıladık, yirmi dört saat yanından ayrılmadık, hala
da beraber yatıyorum. Yemekleri tamamen tuzsuz
yapıyoruz, artık biz de alıştık tuzsuz yemeğe.
Doktor ancak altı ayda kendini toparlar dedi, üç ayı
geçti.
Rabbimin verdiği sabırla, azimle bu günlere geldik.
Allah inancı, ana baba hakkı...
Ama artık iyileşmek için biraz caba göster Anneciğim…
87
Meyveden Yaga
Yagdan Medeniyete
Vildan Karaağaç
Zeytinyağı denince aklınıza ilk ne geliyor? Küçük, kayık bir tabağın
içindeki o muhteşem renkli sıvıya, taze ekmeği bandırıp ağzınıza
atmak mı? Zeytinin, domatesin, salatanın, yoğurdun üstüne gezdirilip
en güzel eşlikçisi olan sirke ile ittifakı mı? Daha ileriye gidelim…Akdeniz
gelmiyor mu aklınıza? Göz alabildiğince uzanan plajlar, deniz, güneş, kum…
Bir bahçe sofrası ya da, ailece toplanılmış, mor salkımlı çiçeklerin arasında,
karpuzdan önce yenen, dolmalar, fasulyeler…Tatil geliyor elbette aklınıza, sorumlulukların bir süre geride bırakılması, basit hayatlar, basit yemekler, öğleden sonra
birazcık kestirmeler. İşte zeytinyağı sadece bir besin maddesi değil aynı zamanda neredeyse kırk bin yıllık bir medeniyetin çocuğudur.
Ege Denizi’ndeki Santorini Adası’nda yapılan kazıların neticesinde 39 bin yıllık zeytin yaprağı
fosillerine ulaşılmıştır. Diğer tarafa, doğuya uzanırsak Kuzey Afrika’daki Sahra mıntıkasında
M.Ö. 12.000. yıla ait zeytin ağacı bulgularına bakarak, eski insanların da ağızlarının tadını
bildiğini düşünebiliriz. Ancak, ilk zeytin hasadını hangi medeniyetin, ne zaman yaptığını maalesef tam olarak bilmiyoruz, yoksa ona teşekkürlerimizi iletmek gerçekten önemli bir vazife
olacaktı.
Anadolu’nun Tarihinde Zeytinyağı
Giritliler, zeytinyağının, Anadolu’ya gelmesinde ve Anadoludaki kavimler arasında yaygınlaşmasında en önemli rolü üstlenmişlerdir. Ege’nin bu tarafındaki ve Akdenizdeki zeytin
üretimini yadsıyarak, bu medeniyeti batılı algılamak çok yanlış olacaktır. Homeros’un garbın
kültürü üzerindeki baskın ağırlığı nedeniyle, zeytin üretimi ve ürünleri sanki sadece Antik
Yunan’da başlamış ve onun mirasçısı olarak sadece batının devam ettirdiği bir kültür gibi
görülmektedir. Ancak tarihi iyi bilenler Helen Medeniyetinin sadece karşı Ege kıyılarını değil
Anadolu’yu da kapsadığını yadsıyamazlar.
Akdeniz ve Ege insanı için zeytin ve zeytinyağı sadece bir geçim aracı değildir. Zeytini yetiştirmek ve ondan yağı çıkartarak üretimi devam ettirmenin her aşamasında önemli bir bilinç
yatar. Toprak insanı etkiler, insan toprağa saygı duyar ve onu sahiplenir. Bu karşılıklı etkileşim, belki bilim adamları tarafından ispatlanamaz ama, önemli bir simbiyotik ilişki oluşmasını sağlar. Toprağın verdiği meyveye insan ruhunu katarken, o meyvenin tadı, ekşiliği, acısı, kıvamı, yararı, o toprağın inanının hamuruna sirayet eder. Bu yüzden Akdeniz ve Ege insanını
sadece zeytin ve ürünlerinin yetiştirilmesi ve üretimine bakarak anlayabiliriz.
Nasıl Yapılır?
Zeytin ağacının oldukça narin bir yapısı vardır. Çok yavaş ve ilgi isteyerek büyümesine
rağmen ömrü oldukça uzundur. Ortalama olarak 300-400 yıl yaşayabilen bu ağaçların üç
bin yaşında olanlarına da rastlamak işten değildir. Asırlık varlıklarından dolayı bu gümüşi
yapraklı ağaçlara mitolojide ve botanikte “ölümsüz ağaç” denilmektedir.
Zeytin ağaçlarının kökleri oldukça güçlüdür ve toprağın derinliklerine kadar ulaşabilir. Yazları
sıcak, kışları ılıman geçen iklimleri seven doğanın yeşil inci tanelerinden yağ çıkarma işlemi
Ortadoğu’da halen, altı bin yıl önceki haliyle yapılmaktadır. Zeytinler silkeleme yoluyla toplandıktan sonra ezilerek hamur haline getirilir ve daha sonra bu hamurlar sıkılarak soğuk
presten geçirilir. Ortaya çıkan zeytin meyvesinin karasuyu ve yağı birbirinden ayrılarak işlem
sonuçlandırılır.
88
11. Yıl
Zeytinin cinsine göre ortaya çıkan tat, uzmanlar tarafından, taze, yakıcı, acı, meyvemsi, tatlı,
kekremsi, küflü, rutubetli vb gibi pek çok farklı parametreye göre değerlendirilir ve kalitesi
tescillenir. Misafirleriniz için yapacağınız zeytinyağlı yemekleri ise, parmaklarını yemelerine
göre siz, kolayca sınıflandırabilirsiniz. Bunun için size bir kaç tane tarif hazırladık.
ı
d
l
ı
y
a
b
m
a
im
Malzemeler:
ı Çam Fıstığı
1 Kahve Fincan
es
at
5 Adet Dom
ker
5 Adet Kesme Şe
n
ğa
4 Adet Kuru So
ş Üzümü
Ku
ı
an
1 Kahve Finc
on
Yarım Adet Lim
aydanoz
M
et
m
De
Yarım
n
6 Adet Patlıca
k
12 Diş Sarımsa
rabiber
Ka
ne
Ta
et
10 Ad
z
Tu
2 Tatlı kaşığı
r
3 Adet Yeşil Bibe
Zeytinyağı
ı
an
nc
Fi
e
4 Kahv
olacak şei iki santimetre
liğ
rin
de
e,
rin
bi
ve her
irken biz içini
Yapılışı
ar orada dinlen
kilde soyuyoruz
nl
şe
ca
ak
tlı
ac
pa
ol
ız
a
ım
ac
rleri ve
attığ
ımızı al
nları, sonra bibe
zlu suyun içine
tu
ğa
Önce patlıcanlar
ız
so
ım
ce
ığ
ön
ad
e
ırl
in
iç
az
yağın
ltıp üstüne
ıyoruz. H
ını sağladığımız
esi tavaya boşa
as
at
kilde yarıklar aç
m
rm
do
za
iz
kı
im
re
iğ
sü
r kavurdundeled
vada bir
-25 dakika kada
lım. Bu sırada re
hazırlayalım. Ta
20
ra
.
vu
lim
ka
ye
ka
le
ki
ek
da
imiz patlıcandar tuzu
atıp 5-6
tepsisine dizdiğ
rini ve yeteri ka
çam fıstıklarını
ın
le
fır
üm
da
üz
ın
ş
as
ku
nr
ri,
so
kadar pişirabibe
e kızarttığımız ve
fırında 30 dakika
ed
kesme şekeri, ka
ış
er
nc
nm
la
te
r
ar
bi
ay
ile
ye
rece
kletebiliriz.
can yağ
kaplayıp, 200 de
dakika daha be
ğumuz içi, iki fin
5
ile
-1
o
ly
10
fo
r
i
bi
rin
da
ze
ın
alım. Ü
kızarması için fır
ların içine doldur
kartıp, üstünün
çı
u
oy
ly
fo
,
iz
en
relim. Dilers
ı
s
a
m
l
o
d
r
e
ib
b
ı
l
ğ
a
y
zeytin
Malzemeler:
u
1 Demet Dere Ot
Dolmalık Fıstık
ı
şığ
Ka
a
rb
Ço
1
ık Yeşil Biber
12 Adet Dolmal
Karabiber
1 Çorba Kaşığı
yon
1 Tatlı kaşığı Kim
ızı Toz Biber
rm
Kı
ı
1 Tatlı kaşığ
n
1 Kg Kuru Soğa
ş Üzümü
Ku
ı
şığ
Ka
a
rb
2 Ço
ç
rin
Pi
2 Su bardağı
lça
Sa
ı
şığ
Ka
1 Çorba
z Şeker
1 Tatlı kaşığı To
nibahar
1 Tatlı kaşığı Ye
ytinyağı
Ze
ı
ağ
2 Su bard
le üst kısımlater el maharetiy
is
a,
kl
ça
bı
r
te
is
biz soğannra
Yapılışı
zel yıkayalım. So
sularını akıtırken
e
gü
r
ird
bi
i
vg
iz
ke
r,
rim
rle
rle
be
ğımız pirinci,
lim. Bibe
Önce dolmalık bi
cak suyla yıkadı
Sı
mları temizleye
.
hu
lım
to
ra
ki
vu
de
ka
in
r
iç
rin
kada
zümünü,
rını alıp, biberle
a pembeleşene
yla, salçayı, kuşü
nd
sı
ğı
ra
sı
ya
a
in
yt
nr
ze
So
.
ıp
ay
ralım
bir kaç dakika
ları küp küp doğr
olana kadar kavu
ımız dereotunu
ığ
ne
tt
ta
ka
ne
n
ta
so
ve
En
.
lim
iğimiz biberleatalım
soğanlara ekleye
ın tepsisine dizd
zu pirincin içine
fır
tu
r
ve
Bi
.
rı
lım
tla
ra
ka
ra
ha
ba
leyip önceden
maya bı
dolmalık fıstığı,
ak şekilde su ek
ac
eşten alıp soğu
at
ay
i
m
ey
aş
er
nu
nc
yu
te
a
nr
rını yemeyerin bo
kavurduktan so
lenizin parmakla
doldurup, biberle
ai
le
ve
ey
in
m
iz
ze
in
al
er
m
irl
iç
isaf
ü,
rin dörtte üçün
kika pişirelim. M
lik fırında 30 da
ce
re
de
0
18
ış
ısıtılm
bilirsiniz.
olup servis yapa
ceğinden emin
89
11. Yıl
90
11. Yıl
91
11. Yıl
92
11. Yıl

Benzer belgeler