sehrengiz 15 - WordPress.com

Transkript

sehrengiz 15 - WordPress.com
METAFİZİK İNKÂRIN
RASYONALTESİ
VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN
1 ŞİİRİ VEYA
NÂZIM'IN EKSİK ÇİVİSİ
mehmet doğan
edebiyat ve düşünce dergisi
KADAVRA METODOLOJİSİ
VE ŞİİRİN ÖLÜMÜ
dr. ali öztürk
BİR ŞAİR, BİR BİLGE, BİR
YÖNETMEN:
ROBERT BRESSON
bülent özdaman
SİNEMA ÖNCESİ SİNEMA
abdullah şahin
KOMÜNİST GELİYOR, KAÇIIIN!
serkan sevinç
BARAN ÇAÇAN:
“Durup durup susan, sessizce
ölen insan
kesin daha güzeldir.”
(söyleşi)
HARF İNKILABININ
GÖTÜRDÜKLERİ -IIburak bir
ŞİİR VE DEVLET –III(KARAC'OĞLAN)
cundullah fidan
EVSİZLER EVİ
M. Mansur Acuner
(söyleşi)
VİCDAN HAREKETİ
Gökçe Değirmen
(söyleşi)
mehmet sami, hatice aydın, nihan gencer, mustafa kadir çelik,
gül tanrıverdi, zehra aktaş, cihat karaman, burak yıldız,
enes malikoğlu, turgay demir, uğur demirkıran, ayfer sümer,
gülhan tuba çelik, betül taştekin, zeki altın, tan doğan,
ismail denizhan, cengiz zorbey, selman emre, muhammet efe,
idris selici, enes diriğ, muhammet çelik
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
-edebiyat ve düşünceSevgili Okurlar
aralık-ocak-şubat
2014-2015
sayı:15
genel yayın yönetmeni:
cihat karaman
yayın ekibi:
mustafa kadir çelik
serkan sevinç
ali yaşkın
muhammet çelik
ön kapaktaki resim:
dilay hut
iletişim:
twitter.com/sehrengizdergi
facebook.com/sehrengiz.dergisi
sehrengizdergisi.wordpress.com
yazışma:
[email protected]
Kim olduğunuza dair hiç bir fikrimiz yok ama yine de
özlüyoruz sizi. Sizden ne haber diye soracak olursanız yok
bişi. Nesnelere bakıp esniyoruz. Yürüyoruz sokakların
kimseye kalmadığı saatlerde. Kendimizi size tavsiye
etmiyoruz, kendimiz diye bir şey var mı o da belli değil
zaten. Tavsiye etmiyoruz, çünkü etrafa tehlike saçan
mutluluklar var cebimizde. Yoo, martılara simit falan da
atmıyoruz, kim dolduruyor sizi böyle? Bilye oynar mısınız?
Gelin gelin, “tabure yokuşlarında”, “palmiye altlarında”,
zulümlerden korunmuş fakat kendine zulmedenlerden
korunamamış sahillerde yürürüz hep beraber. Tuzu kurular
gibi konuşur, nanik yaparız uzak ülkelere.
Her ne kadar mevsim kış da olsa bizim kırılıp toz haline
geldiğimizi söyleyenler karın üstümüzü örteceği
konusunda haklı gözüküyorlar. Şimdi eğer biz taş tozuysak
hangi toprağa karılalım diye düşünmüyoruz. Rüzgârın
savurduğu yerlere gidip otağ kuracak da değiliz. Tek bir şey
sadece: Kar suyuyla beslenecek vakte kadar ayakta
kalabilmek. Her ne kadar aynalara çiçek atıyorsak da, bizi
karanlık pencerelerden uzanıp alanlar da biliyor ki,
vazgeçmeyiz gülümsemekten.
Umudumuz sizsiniz! İyi de kimsiniz siz? Merhaba. Dönüp
gitmeyin, yüzünüz çok güzel.
At gibi gözleriniz.
0 (530) 775 63 78
0 (530) 641 78 84
istanbul
(2)
Çek bi salata.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
tüm bu dışarılar senin
cundullah fidan
o katı duvara tosladım başım dönüyor habire
yoksuzum, ağaçları bildim, çimenleri, çiçekleri
kokusuna bayıldığın sümbülleri
çiftliğin kapısındaki o köpekleri gördüm
duvara renk veren boya bir horozun suskun sesi
bakınca anımsadım ortancaları yol boyu
çocukken ne uzun tutmuşlardı gözlerimi
ortancalardan bir kaç tuğla duvarın orta yerinde
senin de payın öyle azımsanamaz duvarda
her şeyden bir parça gözümün takıldığı
aldım serptim yere senli günlerde
ne kadar hasretliğin varsa içinde damıttım
seni bildim, söyledim de nedir yokluğun
o katı duvara tosladım başım dönüyor habire
(3)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
en Elif'siz şiir
mehmet sami
şimdi şu ipten musallada
yatan afganlı
türkü söylese kalkıp
yine de
hiçbirimiz unutmayız Elif'i
hiçbirimiz
yani ben ve gönlüm
ve ellerim ve gözlerim
ve Elif
şimdi diyorum
şu denizden atlar çıksa
yeleleriyle
dizilseler şuraya
yine de
hiçbirimiz unutmayız Elif'i
hiçbirimiz
yani ben ve gönlüm
ve ellerim ve gözlerim
ve Elif
şimdi şu sarışın kız
hatta bütün sarışın kızlar
hatta bütün zeki sarışın kızlar
gelse dese ki
seviyoruz hepinizi
yine de
hiçbirimiz unutmayız Elif'i
hiçbirimiz
yani ben ve gönlüm
ve ellerim ve gözlerim
ve Elif
ellerim bakıyorum Elif'in elleri
gözlerim bakıyorum Elif'in gözleri
sözlerim Elif'in sözleri
yine de hiçbirimiz
unutmayız Elif'i
hiçbirimiz
yani ben yani Elif
yani Elif'in elleri
yani gözleri
(4)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Metafizik İnkârın Rasyonalitesi ve Kuruyan Kimjongillerin
1 Şiiri veya
Nâzım'ın Eksik Çivisi
mehmet doğan
olarak kabul görmesinde muvaffak oldu. Aslında
Şairler nala benzer; bir çivileri eksik
bu mekanik devrimin en gelişmiş Garb
olduğunda tıngırdayabilirler. Bilinçdışı tarihin bir
memleketlerinde olmasını salık veren sözü edilen
mi-l-adı olarak Kuzey Kore Ağlama Festivali, bizi
fikrin kuramcıları, hiç tahmin etmedikleri bir
şiirle hakikat arasındaki sarkaçta can çekişen
hadise ile karşılaştılar: devrimin proleter çığlığı,
gerçeklere doğru bir yolculuğa sevk edebilir.
zavallı Rus steplerinden ve Çin'in gariban
Kuzey Kore liderinin (Kim Yong-il) ölümü
köylerinden yankılandı. Modern felsefe ve
(irrasyonel şok) dolayısıyla gördüğümüz şeyler,
sosyoloji için ilk “dakka bir gol bir” hadisesi budur.
(en azından sosyoloji ve felsefe ilmi için) modern
II. Cihan Harbi'nin hemen ertesinde,
tarihin bütün buutlarıyla yargılanmasını bir
Garb'ın patinaj içre felsefesi çok pragmatik ve
zorunluluk haline getirmiştir.
sözde iktisadi bir zemine taalluk ettiğine
Aydınlanma zamanlarından beri Garb'ın
inandırılan iki farklı kola ayrıldı; sosyalizm ve
geri kalan dünyaya dayattığı zihnî paradigma,
kapitalizm. Pasifik ötesine geçen güç dengesiyle
insanın “yetersebep / yeterşart / güçbende”
Amerika kapitalist bloğun patronajını devralırken,
olduğu temeline matuftu. Buna göre insan, kendi
Rusya da (o zamanlar SSCB) sosyalist bloğun reisi
ontolojisinin sebep ve mahiyetini bile
olarak tarih sahnesine çıktı (Doğu-Batı). Patronlar
epistemolojisinin zihin kaynaklı raflarından
kendi aralarında belli kaideler etrafında bir
öğrenebilirdi. Tanrıya ve Tanrı adına parsel kapmış
hinterlant çerçevesi belirlediler ve buna göre
mahfillere savaş açacak cesareti olsa insanın,
hemen her ülke bu bloklardan birinin çatısında
daha doğrusu insan şöyle bir gücünün ve
olmakla güvende olabilirdi.
yapabileceklerinin farkına varsa; iş tamamdı.
Tü r k i y e , b i l i n e n v e b i l i n m e y e n
Bu zihnî paradigma, temelde insana
sebeplerden mütevellit Amerikan kulübüne üye
rasyonel-ampirik bir “logos”undan başka bir şeyi
oldu ve bu üyelik yine bilinen ve bilinmeyen
olmadığını söylüyordu. Aslında insan da pekâlâ
sebeplerle bugün de devam etmektedir. Fakat
bunun farkındaydı; fakat bunu dile getirecek
bazı memleketler bu üyelik işini fazlaca ciddiye
cesaret ve bu yetiyi harekete geçirecek sosyo-
aldıklarından kimisi iç savaşlara bile maruz
politik-kültürel zeminden mahrumdu.
bırakılabildi. Kore, bunlardandı mesela. Patlayan
Rasyonalizm, aydınlanma, pozitivizm ve
Kore iç savaşında patronlar kendi mezheplerine
son kertede bilimsel sosyalizm denilen zihniyet
ve meşreplerine yakın olanlara önce silah ve
kalıbı; maddenin, metaın; insanın her türlü
malzeme yardımı sağladı, sonra bizzat savaşa
istihsal ameliyesi ve tüketimi için bir başat unsur
dâhil olarak ve diğer kulüp üyelerini de kavgaya
(5)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
sokmak suretiyle bu işin ne kadar mühim
yılında zindana kondular ve yıllarca orada
olduğunu gösterme fırsatı bulmuş oldular.
b ı ra k ı l d ı l a r. N a z ı m ' ı n n e re d e ys e ş a h s i
II. Cihan Harbi'nin hemen ertesinde Ruslar
diyebileceğimiz kadar ileri giden nefretinin
bizden boğazları alma tehdidinde bulununca
muhatabı olan-olacak Adnan Menderes
Türkiye de gemisini can havliyle NATO paktına
başbakanlığı, bir genel afla Nazım'ı azad etti ve o
demirlemişti. Samimiyetimizi göstermek için de
da Moskova'ya hicret! etti. Arkası yarını
1950'deki Kore Savaşı'na 4500 kişilik bir tugay
biliyorsunuz…!
gönderivermiştik. Neticede 724 şehidimiz oldu,
İşte Nazım Hikmet bu esir askerlerimizin
2068 askerimiz yaralandı ve 234 askerimiz de esir
Kore'de tutuldukları kampı 1952'de ziyaret etmişti
düştü.
ve "General Klark'ın piyade eri Veli oğlu Ahmet"
Birinci cihan harbinden hemen sonra
yeniden şekillenen memleketimiz, ikinci cihan
şiirinin hikâyesi budur. Nâzım, Kore cenneti için
kaleme aldığı şiirde şöyle diyordu:
harbine dek aynı politik kadroların egemenliğinde
kalmıştı. Politik kudret kendi elleriyle Garblaşma
general klarkın piyade eri Veli oğlu Ahmet (1)
faaliyetlerine girişmişti. Türkiye için tek yol
öngörülüyordu: Garb. Ancak Garb'ın yolu ikiye
"hani bahar sabahları vardır Ahmet çıkarsın evden
çatallanmıştı ve Nazım gibi şairler başta olmak
karşında bir müjde gibidir dünya
üzere, memleketin birçok kalem kelâm erbabı bu
işte böyle bir dünyaydı artık kuzey koreli için her sabah
sapağın Rus tarafında durmayı tercih etmişti.
her akşam her gece memleket
Bunda sosyalist evrenin İslâm'ın iktisadi
söz hürriyetindi
mefkûresine olan paralellikleri de tesirli olmuş
toprağı bölüşmüştüler demiryolları
mudur, bilinmez. Fakat Arap coğrafyasında bu
altın gümüş kömür ovada yağmur
yöndeki tesirlerin (Baas gibi) nelere kadir
dağda rüzgâr deniz bulut
olduğunu beraberce görme fırsatımız oldu.
güneş çocuk bahçeleri hastaneler okullar ve fabrikalar
20. Asrın hemen başında şekillenen bu
Garbî ayrılığın ve aykırılığın tam olarak
milletindi bahtiyardılar
kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet"
neresindeydik? Esasen meselenin bizi alakadar
eden bir tarafı yoktu. Dolayısıyla en rasyonel
İnsan gerçekten duygusallaşıyor. Yeni
biçimde şunu ileri sürmek olasıdır: memleket
epikçilere göre neo epik, duyguculara göre lirik,
entelektüelleri arasında vuku bulacak bu türden
senaristlere göre dramatik ve yazıldığı çağın
bir fikri ayrılık, sadece politik ve iktisadi bir
şartları düşünüldüğünde bu şiirin pastoral … bir
yaklaşıma istinat etmelidir. Dolayısıyla nihai
şiir olduğu ileri sürülebilir. Fakat bana kalırsa şiirin
kertede memleket için olmalıdır. Fakat hiç de böyle
belirgin tarafı gerçek ve sürreel bir “trajedi”
olmadı. Tartışma ve çatışma giderek Türkiye'nin
unsurunu havi olmasıdır. Çünkü böylesinde bir
kimin paryası payandası olduğu / olması lazım
idea evrenine kurşun sıkan “Ahmet” bile olsa,
geldiği / olacağı… noktasına gelip dayanmıştı.
affedilebilir değildir. Sonra “Ahmet”'in cehaleti,
Nâzım Hikmet ve arkadaşları (Kemal
bilinçsizliği, ne yaptığının farkında olmazlığı…
Tahir'i de anmalı ama o bu kulvardan pek uzakta,
“trajik” unsurun paralel evrenleri gibi çoğalıp
tartışmanın sakilliğinden pek münezzehti) 1938
gitmede.
(6)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
ıstakoz bulunurmuş. En az 10 kadeh şarap içermiş
ve dijestiv olarak da Hennessy VSOP konyağı
tercih edermiş.”
Biz insanlar için altmış yıl bir ömür, çok
uzun bir vakit. Fakat şiirler için böyle diyemeyiz.
Bazı şiirler zaten ölüdürler, bazıları zamanla ölür;
bazıları ölümsüzdür, bazı şiirlerin de bir ömrü olur.
Bazı şiirlerin ise, ölü veya diri, lahitini veya yerini
daima bilmek lazımdır. Nâzım'ın bu şiiri
bunlardandır. Sebep?
Çünkü şiir bizim evimizdir. Bizler,
vatanımızı ve şiirimizi muhafaza etmek için
gâvurların kendi aralarındaki kavganın bir
cephesinde şairlerini ve bir cephesinde de
askerlerini savaştırmış olanlarız. Şairimizin ve
askerimizin içinde bulunduğu “gaflet!” ne
şairimizin köhnemiş dünya görüşlerinden birine
taraftar olması ne de askerimizin dünya
Trajediye yeterince zaman verdiğinizde
patronlarının emriyle cephelerde bulunmuş
ortaya çıkan komedi görülesidir. Bir şair, Kore
olmasıdır; asıl felaket şairimizle ordumuzun -
cenneti, babadan oğla devreden komünülke,
milletimizin- her ne suretle olursa olsun karşı
ölüm ve ağlama seansları…
karşıya gelmiş olmasıdır. Bizim şairimiz Kore
Bu şiir yazılırken Nâzım'ın evrensel lideri
askerlerimiz için hemen hiç şiir yazmadı. Ama
Stalin hâlâ yaşıyordu (bir yıl sonra ölecek). (2) Yani
Nâzım Kore için yazmıştı. Bu şiirin semeresi Kuzey
“Gün Ortasında Karanlık” da yazılıyordu. Belki
Kore, askerimizin kahramanlığının semeresi ise
Stalinizmin bir diğer kurgusal temsili olan 1984 de,
Güney Kore oldu. İkisi de övünülecek bir şey değil,
Orwell'ca yazılıyordu.
fakat idea mumunun hayat güneşi altında eridiğini
Nâzım'ın büyülü, “yalnız ve güzel”
ve Nâzım'ın eksik çivisini görmezden gelemeyiz.
kalemiyle sözünü ettiği Sovyet Cenneti ve
hinterlandı için acaba Koestler ne düşünüyordu?
..........................................................
Acaba Kravçenko neden oradan “kızıl cehennem”
(1) Şiirin imlâ ve noktalamalarına bendeniz müdahale ettim.
diyerek kaçmıştı? Kim İl-sung, ölüm, Kim Jong-il,
(2) Garb'ın 2 yolu da çıkışsız ve fakat onun Batı yakası en
ölüm, Kim Jong-un; iyi ki ölüm vardı…
azından insan fıtratına bir fırsat sunmuş ve hatta bu sebeple
Nükleer silahları bulunan ve halkının bir
mânevî! baharatları olduğu gerekçesiyle tenkit de edilmiştir.
kısmı açlık ve sefaletle boğuştuğu için BM gıda
Sek rasyonel olduğu ileri sürülen Doğu cephesi ise, bir
programında olan Kuzey Kore'nin ölen diktatörü
mistifikasyon koepsi. Dünyadan başka dünya yok diyorlar,
Kim Jong-il ile bir tren seyahati gerçekleştirmiş
sonra da ölüyorlar. Ölüme ağlamak “ne garip çelişki anne”…
Rus diplomat Pulikovsky'nin dediğine göre; (3)
(3) Barlas, Sabah'taki köşesinde kaleme almıştı…
“Kim Jong-il'in sofrasında her gün mutlaka bir taze
(7)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
bir şair, bir bilge, bir yönetmen:
robert bresson
bülent özdaman
Robert Bresson, Fransız yönetmen…
Kendisine has bir üslûbu ve stili olan bu yönetmen;
sinemayla ilgilenen çoğu insanın adını bile
duyunca saygı göstermesine karşılık, filmlerinin,
sinema eleştirmenleri tarafından dahi çok
bilindiğini söyleyemeyiz. Bresson, sinema
tarihçileri ve eleştirmenleri tarafından minimalist
bir yönetmen olarak tanımlanır. Ama Bresson'un
öyle ya da böyle bir sinema ya da sanat akımına
dâhil olmak gibi bir derdi yoktur. Sadece kendi
gözünden görüneni araya hiçbir bozucu faktör
katmadan aktarmaya çalışır o kadar.
Bu ve daha birçok farklı yönüyle Robert
Bresson bugün Türkiye'de Nuri Bilge Ceylan dahil
olmak üzere birçok yönetmene örnek olmuştur.
Hatta bu yazı da konu edeceğimiz, Au Hasard
Balthazar / Rastgele Baltazar filminin müziğinin Kış
Uykusu filminde kullanıldığını varsayarsak
etkisinin ne denli derin olduğunu düşünebiliriz…
Usta yönetmen sinema tarihinde çoğu
başyapıt sayılacak on dört filme imza atmıştır.
Mesela Andrey Tarkovski Bresson'un 'Bir Taşra
Papazı'nın Güncesi' filmini sinema tarihinin gelmiş
geçmiş en iyi filmi olarak görür…
Bresson filmlerinin en önemli özelliği
ulaşılması zor sadeliğidir. Enver Gülşen'e göre bu
durum: 'Eksilterek çoğalan ve çoğaltan bir
yönetmen' olarak tanımlanıyor. Kadrajına aldığı
doğa ve insanı, bütün fazlalıklarından sıyırıp
ruhsallığa erişen kapıları açar. Bresson'un
kamerasının ucundaki hayat çok sadedir. Bütün
filmlerinde rastlantılar, birbiriyle ilişkisiz gibi
görünen birçok detay, ancak çok dikkatli bakan
(8)
gözlerde bir anlam ifade eder. Zira onun
sinemasındaki hiçbir detay fazlalık olarak yer
almaz. İnsanın kaderi ile rastlantı ve detayların
ilişkisi, filmlerin sadeliği içinde kendisine bir yer
açar.
Oyuncu seçimlerinde profesyonel
olmayan oyuncuları yeğleyen ve oyuncuların
oynadıkları rolde duygusallığa izin vermeyen bir
yönetmendir Bresson. Bu yönüyle Türkiye
sinemasında Nuri Bilge Ceylan ve Zeki
Demirkubuz'un da izdüşümü olduğunu
söyleyebiliriz. Oyuncu Bresson fimlerinde cansız
bir model gibidir. Bresson oyuncularına kendi
tabiriyle 'Model' der. İlk dönem birkaç filmi hariç
hep amatör oyuncular kullanmıştır. Bunu,
filmlerinde ruhsallığı yakalamak için yaptığını
söyler. Oyuncular, duygusal atraksiyonları
yüzünden bu ruhsallığa katılamıyorlar, diyor.
Bresson'a göre filmin ruhsallığı ancak ve ancak
duygusallığın uzağında ve 'üstünde'
gerçekleşebilir. Duygusallık ona göre, ruhsallığın
önüne set vuran bir engel gibidir. Enver Gülşen bu
noktada şabloncu bir sinema mantığı kuran
Hollywood sinemasını örnek gösterir.
Bu konuyu biraz daha derinleştirecek
olursak, Bresson filmlerini izlemeyi kolaylaştıracak
hiçbir kandırma ya da fazlalığa bel bağlamaz.
Duygusallığın, cinselliğin ve diğer tüm 'coşkulu'
görünümlerin, ruhsallığın önüne perde olduğunu
düşünür ve sinemasındaki ana amacın bu
perdeleri kaldırmak olduğunu söyler. Böylelikle,
Bresson sinemasının izleyicisi, kendisine hazır
verilen ve amacı bir estetik ajitasyon yapmak olan
filmlere baktığından farklı bir şekilde bakmak
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
zorundadır onun filmlerine. Çünkü hiçbir şey hazır
verilmez Bresson filmlerinde. İzleyicisinin bakışı
ve o bakışın filmin sürecine katılması çok
önemlidir.
Bresson sinemasında abartı ve gösterişte
bulunmaz. Bresson enteresan bir şekilde kendi
sinemasına bir sansür de uygular. Kamera
hareketlerinde, seste, müzikte ve oyunculuklardaki bu tutumluluk Bresson'un, hayatı nasılsa o
şekilde ve tüm sadeliğiyle kavrama isteğinden
kaynaklanır. Bresson, hayatın ve insanın özündeki
ruhu, ancak duygunun üstüne ve ötesine varılınca
anlaşılabilecek bir ruhsallığı amaçlar. Bu yüzden
ke n d i a m a c ı n a u l a ş m a k ta a ra ç o l a ra k
kullanabilecekleri hariç diğer her şeyi 'sansürler'.
Bu yüzden oyuncular 'duygusuz' birer model
gibidirler.
Enver Gülşen'in yaptığı çok önemli bir tespit
vardır, burada onu zikretmeyi çok önemli
görüyorum:
‘Bresson'un sadeliği birçok açıdan, bizim
geleneğimizde, özellikle Yunus Emre gibi
mutasavvıfların şiirlerindeki sadeliğe benzer.
Bresson'da Koca Yunus gibi erik dalında üzüm
yedirir bizlere. Erik Dalında üzüm ne arar diye
düşünmeyiz. Çünkü onun getirdiği mekân ve
zamanın bütün sadeliği içinde, hayatın tüm kökleri
tek bir ana kökte birleşmektedir. Bresson seyircisi,
bu ana bağlantıyı göremezse ve onun filmlerini
kimi kuramların 'açıklamaları' paralelinde
izlemeye kalkarsa görüp görebileceği, yürürken
ellerini kollarını oynatmayan kimi adam ve
kadınların garip görüntüsü olacaktır ancak.'
Kimi sinema eleştirmenlerinin,
Bresson'un 'minimalist sinema kuramı' böyle
buyurduğu için böyle bir biçim seçtiğini
düşünmeleri ve kendi kategorilerine Bresson'u
sığdırmaya çalışmaları, bağlantıları görebilecek bir
göz ve gönüle sahip olamamalarındandır büyük
oranda.
Bir röportajında, hayatın içindeki basitlik
ve sıradanlıkta, Tanrı'nın adını dahi anmaya gerek
duymadan, O'nun varlığını görmenin öneminden
bahseden Bresson için, tüm filmleri böyle bir
arayışın sembolü mahiyetindedir. Bu yüzden
Bresson söz konusu olduğunda, onun filmlerini,
salt estetik düzeydeki minimalizmiyle değil, bu
minimalizmin sebepleriyle, yani Tanrı'yı
hissetmek ve hissettirmek isteyen bir insanın
çabalarıyla birlikte anlam kazanırlar. Bu anlamda
Bresson, seyircisinden de aynı şeyi talep eder.
Bresson'a kulak verecek olursak :
'Filmlerimi yaparken ne yapacağım
üzerinde çok fazla düşünmem, açıklamaya
kalkmadan sadece bir şeyleri hissetmeye çalışır ve
hissettiğimi yakalamaya çalışırım… Düşünmek çok
korkunç bir düşmandır. Sanat yaparken zekânı
kullanmak yerine, sezgilerini ve kalbini
kullanmalısın!' böyle diyen bir yönetmen için,
seçtiği biçimin bu fikre uygun bir biçim olması
kaçınılmazdır.
Filmlerinde ayrıca dramatik kurguyu çok
önemsemeyen, klasik kamera açıları yerine
mesela insanların ellerine, ayaklarına ve
yaptıklarına odaklanan, genelde hareketsiz, bel
hizası bir çekimi yeğleyen Bresson, bu
özellikleriyle hemen fark edilebilen bir stile
sahiptir. ' Gördüğünü senin gördüğün gibi gören
ilk insan sen ol.' Diyerek hayatın bir kere oluşmuş
bir hâlini aktarmak ister Bresson. Hayatın
tekrarlanamazlığını…
‘Sanat, tekrarlanamaz olanı tekrarlanamaz bir biçimde aktarmak iştiyakı.' Bresson'un
sanatı, izleyicisini sadece onlara görünen hakikat
parçaları aracılığıyla birleşen kökleri keşfe
çıkarmak. Bresson filmlerinde görünenler de
böyledir. Her izleyici, onun filmlerinde ânı ve
sadece kendisinin gördüğü şeyleri hisseder. Çünkü
kendi hayatıyla iç içe geçmiştir film görüntüleri. Bu
yüzden tekrarlanamaz olandan, kendi hayatındaki
tekrarlanamazlara ulaşır seyirci.
Yönetmen hakkında son olarak şunları
söyleyelim:
Bresson, doğa ve hayatın sadeliğini
aktarmaya çalışırken, rastlantıların kader ile
ilişkisine özel önem verir. Bu anlamda Bresson
sinemasın da nesnelerin ve onların, kişilerin
yaptıklarıyla olan ilişkisinin özel bir yeri vardır.
Sinematograf Üzerine Notlar adlı kitabında
herkesin koşuşturup durduğu ama aslında yavaş
olabilen filmlerden ve hiç kimsenin hareket
etmediği ama aslında 'hareketli olan' filmlerden
bahseder. Hareket, dışarıdaki koşuşturmacalarda
değil insanın içinde kopan fırtınalardadır. Bresson,
filmleri normalde yavaş ilerledikleri halde,
insanoğlunun kadim problemlerine eğildikleri için,
beraberlerinde çok yoğun bir içsel düşünceyi ve
hareketi çağırırlar.
Au Hasard Balthazar / Rastgele Baltazar
Bütün Bresson filmleri tek bir filmin
parçaları gibi görünürler. Hangi filmini ele alırsanız
alın, o filmin bitişik olduğu bir başka filmi ve
Bresson'un hayat ve algısında tamamladığı bir yeri
vardır. Bresson'da arayışın, umut beklentisinin
sonuçsuz kalması ve başarısızlıkla noktalanması
başat izleklerden birisidir. Umutları tükendiği ya
da bir amaç, bir ilke için intihar eden gençlerin
arayışındaki başarısızlık ile kutsal kâseyi
bulamayanların başarısızlığı paralel bir şekilde
değerlendirilirse modern insanın kabz halini
(9)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
anlamak için Bresson filmleri bir çıkış noktası
olabilir.
Bresson bir şair ve hakikat peşinde koşan
bir bilgedir. Ve modern insanın arayışının
başarısızlıkla sonuçlanmasından oldukça
müteessirdir.
‘'İnsanlar paraya tapıyorlar. Kimsenin
Tanrı'yı bildiği, düşündüğü yok… Bütün dünya
daha kötüye ve gitgide daha acımasız bir noktaya
gidiyor…'' Bresson gitgide daha acımasız, daha
vurdumduymaz, daha materyalist olan bir dünya
da yaşamaktan acı duymaktadır. Onun filmleri,
materyalist, acımasız ve ruhsallığından arınmış
dünyanın bir tasviridir. Ancak tasvirle yetinmez o.
Bütün bağları çözüp ruhsallığımızla karşı karşıya
bırakabilecek bir imkânı da araştırır filmlerinde.
'Düşünmek korkunç bir düşmandır!' derken kast
ettiği şey insanı, paraya ve materyalizme teslim
eden 'düşünmeyi unutmuş düşünmektir'.
Birçok sinema eleştirmeni ve yönetmeni
tarafından sinemanın gelmiş geçmiş en önemli
birkaç filmi arasında gösterilen “Au Hasard
Balthazar (1966)” filmi için büyük Fransız
yönetmen Jean-Luc Godard “Bir buçuk saatte
dünya” yorumunu yapmıştır. Bir eşeğin başrölü
oynadığı filmde, eşeğin başına gelenlerle benzer
bir kadere yürüyen Marie'nin hayatı anlatılır. Yine
tipik Bresson soru ve sorunlarıyla…
Bresson'un Dostoyevski ile ilişkisi bilinir.
Ancak O, Dostoyevski'yi standart bir yönetmenin
çektiği gibi uyarlamaz. Nasıl ki Yankesici filmi Suç
ve Ceza'nın standart dışı bir uyarlamasıysa,
Rastgele Balthazar da Budala'nın oldukça değişik
bir uyarlası olarak görülebilir.
***Bir çiftlik evinde doğduğunda “vaftiz
edilen” ve Marie ile Jacques'in çocukluk anılarına
eşlik eden eşek “Balthazar”, hayatının geri
kalanında sık sık el değiştirirken aynı zamanda
insanlığın yüzüne tutulan bir ayna işlevi
görmektedir. Her gittiği yerde insanlığın
acımasızlığına ve zulmüne şahit olur Balthazar.
Ancak bu zulümler Gerard gibi gerçekten kötü
insanların zulmü olabildiği gibi, sıradan “iyi”
denebilecek insanların da vurdumduymazlıklarının, çıkarcılıklarının sonucudur çoğunlukla.
Bresson bu filmde de diğer filmlerinde izini
sürdüğü temel kötülüğü araştırır. İnsanoğlu, diğer
insanlara ve canlılara bu kadar acı çektirebilmeyi
hangi temel dürtüyle becerebilmektedir? Bundan
çıkış ve kurtuluş yolu nedir?
Bencilliklerinin peşinde koşan ve bu
bencillikleri yüzünden Balthazar'a ve diğer
insanlara acı çektiren insanlar, tüm insanlığın da
bir prototipi gibidir. Bencillik, insanlığın en büyük
kötülüklerinden birisidir ve bu yüzden başkalarına
(10)
çektirdiğimiz acıları dahi anlayamadığımız ve
belirli bir süre sonra kendilerimize acı çektirmek
olarak yansıyabilecek temel bir kötülüktür. Aynen
Balthazar'da olduğu gibi, bu bencillikler, yapılan
kötülüklerin üstünü örter, hatta bunları kötülük
olarak görmeyecek kadar da kalp körleşmesine yol
açar! Balthazar, bütün bu kötülüklerin, zulümlerin
sessiz bir tanığıdır.
Marie'nin hayatını daha 15 yaşındayken
bir cehenneme çeviren bu tür bir bencillik ve
acımsızlıktır aslında. Hem kötü insanların, hem de
iyi insanların, yaptıkları ve yapmadıkları sonucu
büyük bir felakete sürüklenen Marie ve Balthazar
adeta insanlığın gitmekte olduğu büyük felaketin
sembolleri gibidirler.
Bresson'un diğer önemli filmlerinin
olduğu gibi “Au Hasard Balthazar” filminin de final
sahnesi, çok sade ama bir o kadar da insanlığın
üzerine düşünmesi gereken bir finaldir. Hayatı
boyunca kendisine acılar çektirmiş insanların
zulümlerinin en sonuncusunda vurulduktan sonra
gidip bir koyun sürüsünün şefkatine ve
koruyuculuğuna sığınan ve ölümü o koyun
sürüsünün içinde karşılar. Huzurunu yitirmiş,
acımasızlık ve bencillik içinde bütün erdemlerini
unutmuş insanlık için, kurtuluş umudunu,
Balthazar'ın ölümündeki teslimiyetinde bulur
Bresson.
Balthazar'ın ölüm karşısındaki tutumu bir
ermişinki gibidir. Prens Mişkin'in Hz. İsa'nınkine
benzeyen tevekkülünü bir eşeğe yükler Bresson.
İnsanlıktan umudunu kesmiş gibidir ve tüm
insanlığa bir eşeği örnek gösteriyordur adeta.
Bresson'un Balthazar'ın sığınması için koyun
sürüsünü seçmesi önemlidir. Zira koyun metaforu
rastgele seçilmiş gibi görünmemektedir.
Paradjanov'un Sayat Nova filminde, bir rahibin
ölümü anında içeriye doluşan koyunlar gibidir
Balthazar'ın sığındığı koyunlar. İncil'de çoğu yerde
'kuzu' olarak adlandırılır Hz. İsa. Belki de Bresson,
merhametsizlik, acımasızlık ve materyalizm
karşısına iman ve teslimiyeti çıkarıyordur bu
şekilde.
Dünya sinemasının kendine has, kopya
edilemez büyük bir yönetmeninin sadelik
başyapıtı olan “Au Hasard Balthazar” gerçekten de
90 dakikada insanlık tarihi olarak
değerlendirilebilir.
.......................................
Kaynaklar:
Bresson, Robert (1986). Sinematograf Üzerine Notlar.(çev.
Nilüfer Güngörmüş).İstanbul: Nisan Yayınları
Gülşen, Enver (2011). Hakikatin Sineması.İstanbul. Külliyat
Yayınları
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
kadavra metodolojisi ve şiirin ölümü
dr. ali öztürk
Modern dünya görüşü cesede indirgenmiş
Haldun'un, yaklaşık on beş yıl önce, biz
bilgi üzerinden dünyayı yorumlayıp kurguladı. Canı
henüz üniversite talebesiyken bana sual ettiği
çıkarılmış, ruhu reddedilmiş, hakikati dışlayan
noktaya dönebiliriz:
ontolojik yaklaşımları esas alan bir epistemolojiyi
“Bu kadar edebiyat fakültesi var, ama pek şair
benimsedi, modern dünya görüşü. Esasen bu denli
çıkmıyor, neden?”
hakikatli kullanılan ontoloji kelimesinin özünde
Bu soruya şimdi –daha erken de olsa-
bile “ölü gerçeklik” metaforu vardır. Çünkü modern
cevap vermek istiyorum. Diyorum ki bu
dünya görüşü mekanize olmuş bir evren anlayışına
üniversiteler tamamen yukarıda bu bahsi geçen
dayalı olarak, insan ve tüm beşeri üretimleri de
modern metodolojiyi benimsediler. Buna bağlı
uyarlayarak, bilgiyi geliştirmeyi ve yargıyı
olarak da şiirin bilgisine ilişkin eskilere nazaran çok
sonuçlandırmayı esas aldı.
daha fazla şey biliyoruz. Ama bu teknik bilgi ve
Bu Batı'ya ve onun ürettiklerine bir
yaklaşım, “şiirin kadavrasına operasyon” çekmeye
süreliğine büyük üstünlükler sağladıysa da esasen
benziyor. Ruhu ve estetiği, duyarlılığı ve gizi, sözü
tüm medeniyeti içten içe tahrip eden araçların
ve özü imha edilmiş; parçalanmış, nabzı
serpilmesine de yol açtı. Buna bağlı olarak da her
durdurulmuş bir hâl, bir şiir üzerine enerji sarf
insani gizem, estetik ve sanat tahrip oldu, yok
edilmiştir, kadavradan şiir, bu sebeple şair çıkmaz,
olmadıysa da öldü. Belki sanat daha çok konuşulur
çıkamaz.
ve üzerinde daha çok araştırma yapılır oldu; ama
Hâl böyle olunca bir şiirin hangi dönemde,
bu onun varlığına ivme katamadı ve onun gelişip
hangi saiklarla, hangi tekniklerle yazıldığını; kime
yücelmesini temin edemedi. Böylece eskilerin
ait olduğunu, kullandığı araç ve dil aparatlarını da
miadı doldu ve ortada yeni/büyük bir istihsal da
bilebiliyorsak, belki de şiir tarzlarına göre
yok.
mükemmel bilgisayar programları tasarlamanın
Bu meselenin vuzuha kavuşturulması
zamanı gelmiştir. Gerçekte ise şiiri bilemiyor, ona
bağlamında ele alınması mümkün misallerden biri,
yolculuk edemiyoruz. Çünkü kadavradan çıkan her
belki de en çarpıcı olanı, “şiirin ölümü” teorisidir.
şiir peşinen “cân”sız oluyor.
(11)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
loop back jack
nihan gencer
02.01.2005 12:25:54 zamanı geri çevirme yeteneği varmış
02.01.2005 12:26:21 2. katta tanıştık. Tabii benim 6. katta da dostlarım var.
Orda bi davet vardı katılmam gereken
02.01.2005 12:26:32 loopback jack'i çok sevdim, bırakmak istemedim onu da davet ettim
02.01.2005 12:26:50 ama 2. kattan 6. kata çıkınca biraz basınçtan derisi döküldü
02.01.2005 12:27:21 sonra yemek çok güzel, her yer ışıklarla dolu etrafta uçuşan ışıklar hepsi 6. kattaki
dostlarımın bizim cansız sandığımız canlıları
02.01.2005 12:27:36 loopbackjack burayı çok sevdi kendini burada sevdirmek istedi
02.01.2005 12:27:45 konuştu anlattı anlattı
02.01.2005 12:28:09 anlattıkları güzeldi ama biraz kendini yalanladı
02.01.2005 12:28:45 o anda yandan bir 6. kat dostu soru yöneltti loopbackjacke
"sen kendinle tanıştın mı" diye
02.01.2005 12:28:52 o anda loopback jack panikledi
02.01.2005 12:29:03 bu soruyu hiç beklememişti
02.01.2005 12:29:07 yapılacak tek şey vardı
02.01.2005 12:29:17 ama yapamadı
02.01.2005 12:29:31 loopback jack soruyu soranın kafasını ısırarak parçaladı
02.01.2005 12:29:38 kızgınlığını dizginleyemedi
02.01.2005 12:29:49 sonra ben anı geri sarabilirim dedi
02.01.2005 12:29:55 anı geri sardığını sandı
02.01.2005 12:30:03 6. kata hiç çıkmamıştı
Yağmur kararsızlığını uçurtma uçuyor diye örtsek hem uçurtma üşür, hem uçurum büyür.
Gemileri yakalım da boşluğuna yüzenin ayaklarının altındaki hava kabarsın,
gözler kapalıyken Sevinçse, aşağı bakınca DÛ$
Geçmiş olsun sakınılan göze batmış çöpe ve ayaklar kanamı$ Uçurum yaralarına
(12)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
mustafa kadir çelik
Kim kıvrılsa yanına böğürtlen çıkıntısı
Sana yakın durmalıyım
Yakın durmalıyım sana
Baktıkça daha da güzelleşiyor yüzün
Nedir öksürüğünde sakladığın ovultular
Çağlasın ağıtlar bırak
Çağlayınca yerini bulur
Eteğinde sevinir çocuklar
Sokaklarım seninle avunur
Duruyor mudur hala dilinde iskele çığlıkları
Kamburunda beslediklerin yerli yerinde midir?
Buruşuk yüzlere de gizlenebilir sevinç
Sabahları gülerek uyanırız kal
Baharlanır çocuklarımız
Yüzünde halkım yaşar istersen
Gecikme
Ölürken kucaklanabilecek kadınlar gördüm
(13)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
artislik akıyor paçalarımızdan
muhammet çelik
benim bir mağaram var
sarkıtları sizsiniz dikitleri biz
ve akşam olduğunda
bir bütündür orda kalplerimiz
yutarak birbirini tanrının diktiği elbiseleri yırtarak
yıkılır kocaman bir uğultu olur
girer çıkarız dünyaya sıkışan pencerelerimizden
girer çıkarız züleyhanın baktığı kuyulara
ter kokularıyız birbirimizin, biliriz kimin soluğu kimin boğazında
parmak uçlarıyla birlikte dudakların da ateşlendiği bir harbin ortasında
kim kimi yağmalıyor biliriz
belki bilmeyiz etlerin doğrandığı bayramlarda
meteliksiz yiğitler gelir etyemez poşetleriyle
belki gelir patlatırlar işkembeleri hançerden elleriyle
kokoreç dükkanlarında oturur bekleriz acıları getirin deriz, getirin suları
suları boğanların aşklarından olma bazı acılar ebulehebin elleridir, bilmeyiz
dalaşma havarileriyiz çünkü hepimiz okunaksız yüzleriyiz birbirimizin
gireriz aceleye getirilmiş uzantılarından, sakallarından tutarız kentlerimizi
o kentler ki kapıları mendil satan çocukların aşklarıdır, açılmamıştır
söyle bana, oralar da öyle midir, söylenmemiş sözler gibi inatçı
yeni bir yutkunma mıdır her doğan gün
siz de girer misiniz o kapılardan her sabah
sizi de indirirler mi atlardan, kıskanarak saçlarınızı rüzgârdan
sümükleriniz hep birbirinizin ceketlerinde midir
sizin de ağızdan ağza dolaşan rahimleriniz midir umutlar
çabuk tanrılar var edildi çabuk kadınlar
şizofren balıklar acele ısırıklar
bizim buralarda iki gün üst üste mutlu olmak, fotoğraf çekmeye yeltenmek sayılır askeri bölgeyi
yasaktır, geçmişin aydınlığına çekilmekten korkarız, ölüleri sayarız düğünden döndüğümüzde
bu yüzden öfke ve şehvet iki gerekli şeydir içimizde
ne var ki tetiği çekilmiş silahta kurşun neyse, kesilmiş damarda kan, boşlukta tohum
ölüm haberinden sonra yüzler neyse
ertesi günümüz öyle öksüz ve bir başına, öyle serseri
donumuza kadar alıp gittiğinde kazananlar, biz yürekliyizdir savaşa yeniden
o kendini bilmez ukala tortularımızla, dondurma elimizde haykıracağız:
daha bitmedi, daha bitmedi!
daha törenlere katılacağız hep birlikte
kravatlar gibi sıkarak kendi boğazımızı ellerimizle
pastaya batırılmış yüzlerimizle
uyurgezerler halinde caddelerden meydanlara yürüyüp
ve sanırım intihar temalı marşlar eşliğinde
intihar temalı direklere tırmanacağız
ben daha çok sayıklardım da durdu çenem
bir de baktım ki eklem yerlerimde İngilizce
(14)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
hep birlikte yalnız ve kelepir, kullanılmayan arka odalarıyız mutluluğun
öylece hiçbir yere gidemeyen, tıkanıp kalan, yığıntılardan bir dünya
kusursuz kahramanlarız, haklıyız hep birlikte
haklıca sıkılan ümükleriyiz durağanlığın öfkeden gıcırdayan dişleri
hesabını sorup duruyoruz birbirimize sağ kalan yanlarımızın
bir sağa bir sola dönüyoruz önemliymişçesine yönler
var mıyız yok muyuz belli değil, su muyuz petrol mü
bir yok olma provası olarak mı varız yoksa
şişirilmiş büyük balonlarız belki
batacak iğnemizi bekleyen
biri devrim der demez
diken diken olan tüylerimizle
hep birlikte yalnız ve gönülsüz
bulaşık yıkamaktayız
bilmem yemeği kim yedi ve biz neden bulaşıkhanedeyiz
bizde ilk şiirini yazmanla kanaat önderi olman arasındaki mesafe
yandı ve sevgilim türkçesi olmayan bir şey olmamı istedi benden
öyle ya, dünyada hiçbir şey engellenemez: olmalıdır her şey
bir aile bozulmalıdır asmalıdır baba kendini
yamulmalıdır bir çocuğun o güzel ağzı
bir savaş sürmelidir mesela birçok savaş daha sürmeli
ve domuzlar kadeh kaldırmalıdır: şerefe!
soyunmalıdır insan ama az biraz da tütün basılmış yaralarıyla
kaygan ipekler altından ansiklopediler neşretmelidir
insan böyle demeli, ilham söğüşlemelidir ve daha neler
el etek öpmeler seğirtip şemsiye tutmalar ayetler eşliğinde
peygamber öldürmekle eşdeğer övünçlerimiz veya biz aparmak diyelim buna
biz daha birçok şey demeyi öğrendiğimizde, kaçmayı öğrendiğimizde musluklar bozulunca
su düşmanlarıyla ittifak dâhil, kabul ettiğimizde her şeyi ve onay üstüne onay
ne bulursak yediğimizde ve ellediğimizde dünyanın ellenmemesi gereken yerlerini
her şey olmalıdır dediğimizde, döl fabrikası olmalıdır abanmalıdır ağızlarımız akla
akla akıl vermelidir insan dediğimizde
birazcık canını yakabilir miyim matmazel, birazcık
allah göstermesin, allah göstermelidir birazcık
görmediysen gözlerini çıkar bir daha bak
ellerini savur kurtul ayaklarından, söndür ışıkları bir daha bak
insan kurtulmalıdır karanlığından
kuyudan yusuf çeken adamı düşündünüz mü hiç
kim bilir öptünüz belki de öptünüz mü
her gün yusuf çekiyoruz kuyulardan
ve satıyoruz köle pazarlarında
(15)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
çabuk yoruluyoruz hayal kurarken bile çabuk elbiseler giyip çıkarıyoruz hep aynı elbiseler
karnımda bir şişkinlik bir baş dönmesi derslerde bir yığılma ve haberler
yani elimizden gelmeyenler, müslüman olmanın çağdaş tanımı yani
yüzüme bakma derim bakma üzülürsün yüzüm yüz değil kösele
yüzüm çiğköfte dürüm sigara üstüne sigara dünyayı kurtaramayınca
peçete büyüklüğünde kalbi olanlar dünyayı kurtaramaz, kurtaramayınca
her şey biraz daha hiçbir şey olurken
bakılmaması gereken yerlerine bakıyorum dünyanın
sonra şeytana kanıyorum çabuk çabuk ellerimle
dur diyorum sonra
bir yol var yürümem gereken biliyorum erteliyorum hep ödevler faturalar
fakat bu ödevleri veren kim, bu taksitler nereden
ve daldırmışım ellerimi dünya balına, neden
çıkarıp atamıyorum interneti ciğerlerimden
çok ciddi şeyler bunlar, yeminle
ayıptan ayıpsızlığa umuttan umutsuzluğa ciddi şeyler
bakır renginde ve keten sertliğinde
sen serin ol ben pişerim ey perdelerin içinden sıyrılıp düşen
ey kaşlarını bile okşadığım sevgililer
hiç yaşanmamış anlardan bir koleksiyon belki
şuraya, beceriksizliğinden kurumuş saksıların üstüne hemen
evde dursa huysuzluk eden futbol oynadığını zanneden bir taşa otursa
sade bir sevmek işte, o da bir kuru ekmek
kurumuş eski bir pizza, kauçuktan bir köşe, endişe
ne yediği belirsiz bu adamların
araba süremez, bisikletten düşse yüzemez, yoldan karşıya geçemez küfürbaz eder şoförleri
para ne işe yarar bilmez ama istesen beş kuruş vermez
örselenmiş kirpi tıraşlarıyla birer falsodur iş görüşmeleri
ne gibi sevmiştik insanları
elmanın kurdu sevmesi gibi
(16)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Balat'a Balad
gülhan tuba çelik
soğuk bıçaklar kesti
balat gülüşlerini
eline sığmadı deniz
koştu sular
bazı sabah
aynanın içinde kalıyor gün
kendi gözlerini tutamadan
basamakta eski bir dil
babilde unutulan
ertelenmiş sözlüğün takvimi
asıldı duvara
ve açıldı mevsimin cebi
içinde ağzıkara hattatlar
gölgen pencere için, sesin kış
günü eskiten taburede
yapraklar şarkını söylerken
kırmızı bakışlı bir vazgeçiş
topluyor yorgun eteğini
yabancı herifler üstünden
denizini öptüğüm yağmur
martılarca huysuz, anladım
uykulu ve tedirgin bir mezar
latin alfabesi doğuran, duvarında
'ali ayşeyi sevmiyor'
bazı sabah
aynanın ötesine açılıyor gün
kayboluyor eşik
duyuluyor bütün ölü kelebekler
soğuk bıçaklar geçti
balat gülüşlerinden
etine sığdı deniz
sustu sular
iyi bakın
falcınızdır aynalar
(17)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
sabır hükümleri
zehra aktaş
Uyanır uyanmaz hayata bağırdığımız
O şarkılarda
Bütün çocuklar kar kaplıymış:
içimin tatil şekli !
Acılarıma tuz yetiştirememekten kopsun kıyamet
İş dönüşü kösnül saçlarımın telleri
telgrafın ellerinde
Az kelimelerle özleyedurayım a a annemi
Yorganımın son sayısı çıktı
Pazar günlerinde bile okuldan tiksinme
mesaimdeyim. Hal-i pürmelalimdeyim. Ahkam-ı sabr ile e e evlad olunmak!
Konu olduğum kurşunlar ve
kurban bayramları
havada asılı mahallemi sigara paketim olarak
görüyorum
cama kızlar devriliyor tahsilli
-benim gülünç üniversitelerim
Kederin kız yüzüne çeyiz diye düşmekten
iğneyle nakış
etle tırnak
nasıl yorgunsa öyle
bahtiyarlanırım şimdi
(18)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
sinemanın dünü:
sinema öncesi sinema
abdullah şahin
“Şimdiye kadar sinemanın tek bir [<kesin>]
tanımını bulabilmiş değilim.” (1) Bu sözler
Godard'ın D.W.Griffith ile başlayan sinemanın
kendisiyle bittiğini iddia ettiği Abbas
Kiyarüstemi'ye ait. (2) Bu konuda şüphesiz
Kiyarüstemi ne ilktir ne de son olacaktır. Hiçbir
geleneksel sanattan el almadan, tabir
yerindeyse babasız doğan sinemanın henüz ne
olduğu tam olarak ortaya konulamamıştır.
Sinemanın başladığı nokta olarak ele alınan
Lumiere Kardeşler'in sinema tanımıyla bugünün
sinemacılarından herhangi birinin yaptığı tanım
arasında dağlar kadar fark olabileceği gibi başka
birisiyle birebir paralel olması da ihtimal
dahilindedir. Sinemanın ne'liği mevzusunun
tafsilatlarını şimdilik ileriki yazılara bırakalım.
Sinemanın ilk dönemi ele alınırken ağırlıklı
olarak iki isim zikredilir: Lumiere Kardeşler ve
George Melies. Lumiereler'in çektikleri
ortalama bir dakikalık görüntüler her ne kadar
belgesel nitelikleriyle Melies'in filmlerinden
ayırt edilmiş olsa da filmlerde görünen
karakterler filme alındıklarının bilincinde
olmaları ve ona göre davranmaları itibariyle bu
filmleri tam olarak belgesel olarak ele almamızı
engelliyor. (3) Fabrikadan çıkan işçilerin
davranışlarını bir tarafa bıraksak bile (Sinemanın
Osmanlı'daki pratiğine çok yakın bir şekilde –ki
1896'da ilk film gösterimlerini yapan
Galatasaray'daki meyhaneye giden insanlar bir
baloya gidercesine takıp takıştırmaktaydılar.)
kadın işçilerin kullandıkları giysiler ve bilhassa
şapkaları bu pratiği bir ayin mesabesinde ele
aldıklarını göstermektedir. Aynı zamanda bir
sihirbaz olan Melies'i kendisinden önceki
sinemacılardan ayıran temel nokta kamera ile
sihri birleştirmesi ve imkansızı (İnsan gözünün
zaaflarından yararlanarak) imkanlı hale getirmek
için sinemayı kullanmasıdır. Dolayısıyla
bilimkurgu sinemasının temellerini atar. Sinema
tarihinde sinemanın imkanını göstermesi
dolayısıyla adından övgüyle bahsedilen Melies
aslında ahlaki bir tercih yapmış ve kendince
doğru olan yolu seçerek henüz yatağını
bulamamış sinema ırmağına çok farklı bir yatak
açmıştır.
Meşhur bir hikaye vardır. Lumiere Kardeşler
Grand Cafe'de (1895-Paris) halka açık ilk
gösterimlerini yaptıkları zaman yaşandığına
inanılan bir tür şehir efsanesi... Trenin Gara Girişi
filmini izleyen ilk seyircilerin korku içinde
çığlıklar atarak kaçıştıkları anlatılır. Oysa
Lumiereler'den önce de sinema vardı. Onların
tek farkı Edison'un Kinematoskop isimli
makinesiyle başaramadığı aynı anda birden fazla
insanın filmi izlemesine imkan sağlamalarıydı. (4)
Bunun yanında sinemanın icadından önce
yaklaşık bir asır boyunca insanlar göz
aldatmacasına dayanan görselliklerle içiçeydiler.
Diaroma, panaroma vb. gibi isimlendirilen bu
görsel imajlar başlarda el çizimi resimler
vasıtasıyla göz aldatmacaları yapmaktaydılar,
(19)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
daha sonraları fotoğrafın icadıyla beraber
bunlara fotoğraflarla oluşturulan göz
aldatmacaları da eklenmiştir. Tüm bunların
görsel pratiklerin sinemayla ortak noktası
bunlara bakan/izleyen insanları şaşırtmasıydı.
zikretmek iyi olacaktır. Sinema öncesi dönemi
anlatan Werner Nekes'in 1986 yapımı Film
before film isimli belgesel çalışması ilk filmimiz
olsun.
....................................
Sinema ilk yıllarında (keşfin bugün bilinen
manasının dışında) uzun bir keşif aşaması
geçirmiştir. Bugünkü gibi genellikle bir popüler
kültür aracı olarak çerez niyetine
kullanılmaktaydı. Sinema salonu diye bildiğimiz
mekanların açılması ancak yapımcıların bu işte
para olduğunu görmesiyle oldu. Öncesinde
sirklerde, sihirbaz gösterileri vb. gibi
programlarda iki program arası seyircinin can
sıkıntısını geçiştirmek için kullanılıyordu
filmler.(5) Zaman geçtikçe perdenin büyüsünün
asıl programlardan daha fazla ilgi çektiğini
farkeden yapımcılar tamamen filmler
yayınlamaya dayalı programlar düzenlemeye
başladılar ve sinema endüstrisi diye bir şeyden
söz edilmeye başlandı. Bu noktaya kadar
sinemanın ne olduğu hala belirsizliğini
koruyordu; ta ki David Wark Griffith'in edebi
eserleri sinemaya uyarlamaya başlamasına
kadar. Griffith öncesi filmlerde kamera tek bir
açıdan (sanki tiyatro sahnesini izleyen seyirci
gibi) olayları göstermekteydi. Griffith farklı
açılardan çekimler yaparak bunları bir mantık
çerçevesinde birleştirmek vasıtasıyla hikaye
anlatımına başladı ve gittikçe film süreleri daha
da uzadı. Her ne kadar Griffith yaptığı bu
yenilikten dolayı yere göğe sığdırılamasa da,
henüz yatağını bulamamış bu sinema ırmağını
yazılı eserlerin oluğuna yönlendirdiği için sinema
icadına bir tür engel olmuştur diyebiliriz. Bugün
hala sinemada bakir alanlardan söz edenler
olduğu gibi, sinemanın bizatihi kendisini diğer
sanatlardan ayırmaya çalışanların asıl amaçları
da Griffith'in sinemaya verdiği bu zararı izale
etme çabasıdır.
Şimdilik bu kadar kâfidir diye düşünmekteyim.
Bir sonraki yazımızda sesin icadı öncesinde
sinema ortamını, namı diğer sessiz sinema
dönemini ele almayı planlıyorum. Niyetim
dergimizi bir fikir teatisi zemini olarak kullanmak
ve sonraki yazıları olursa sizlerden gelecek
soruların (kendimce bulabildiğim) cevaplarını
ihtiva edecek bir şekilde oluşturmaktır. Son
olarak her sayı ele aldığımız konu ile alakalı o
konuyu aydınlatacak bir ya da birkaç film ismi
(20)
(1) Jean-Luc Nancy – Filmin Apaçıklığı
(Kiyarüstemi'yle söyleşi) – Küre Yayınları s.95
(2) Godard, Kiyarüstemi'nin Yakın Plan filminden
sonra sarfettiği bu sözlerden daha sonra vazgeçtiğini
beyan ettiğini de eklemek gerek.
(3) Şimdilik yüzeysel gittiğimiz için belgesel bir
sinemanın imkanı meselesine girme imkanımız yok
ama kısaca şu noktaya işaret etmek faydalı olacaktır:
Eline kamera alan bir kişinin “belge” olarak ele alacağı
şahsı/nesneyi/olayı filme alırken kamerayı koyması
için sonsuz nokta/açı vardır ve nihayetinde bir tercih
sonucu kamera belli bir noktaya sabitlenir. Bu
noktadan kayıt alınmaya başlandığı anda öznellik
devreye girer.
(4) Edison'un Kinematoskop'unda aynı anda sadece
tek bir kişi filmi izleyebilmekteydi.
(5) O zamanlarda filmler birkaç dakikadan ibaretti.
* sorularınızı derginin maili olan
[email protected]
adresine gönderebilirsiniz
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
portre
cihat karaman
Sonbahar yağmurlarının şiddetle dövdüğü bir
baktı, hafif bir tebessümden sonra: “bu ne, ne bu
kasabada yaşıyordu. Sabahları bir yağmurlukla
halin, üzerinden tır geçmiş gibi!” Ellerini yüzüne
evden çıkar işe öyle giderdi. Ve yine o mutat
getirdi. Parmakları ile makas alıyor gibi yaptı,
günlerden birinde, yağmur şiddetle evinin
başparmaklarıyla yanaklarını çekince garip bir
çatısını dövüyordu. Tanelerin sesiyle uykusu
ses geldi. Sonra yanaklarını bırakıp ellerini iki
kaçmıştı. Yastıktan başını kaldırdı. Bu sabah diğer
yana açtı, dönüp iki yanağına kuvvetli bir tokat
sabahlara nazaran erken kalkmıştı. Bu, vaktinde
çarptı. Çok fena acımıştı (bu hareketi sabah
yatmaktan mı yoksa yağmurun şiddetinden mi,
mahmurluğundan ayılmak için yapmıştı ama
bilemedi. Sadece kalktı ve gardırobun açık
dozu biraz fazla olmuştu, canı çok acımıştı):
kapısına asılı garip yamalı desenli bornozunu
“Ooof manyaksın be oğlum, ne yapıyorsun, altı
ropdöşambır niyetiyle giydi. Daha sonra
üstü bir dava, kaybedersin kazanırsın, kendini
birbirinden ayrı tersyüz olmuş ve ayaktan
böyle yeme.” (Az önce kendini hırpalayan adam
fırlatılarak çıkartılmış olduğu anlaşılan terliklerini
şimdi aynada kendisine öğüt veriyordu.)
giydi. Odadan çıkmaya yeltenmişti ki yatağının
baş uçundaki saat çalmaya başladı. Saate baktı.
Yüzüne son defa su çarpıp havlu ile kurulandı.
Elinin yakınında olan bir yastığı sinirli bir şekilde
Aynaya baktığında iki yanağında az önceki
çalan saate fırlattı: “Lanet şey, zamanında çalsan
şamarın parmak izleri çıkmıştı. Elini yüzüne
şaşardım zaten, yarım saat erken!” Saat, üzerine
götürdü, kabarmıştı yüzü. Kendi kendine:
atılanla susmuştu. Bulunduğu yerin hemen
“Oğlum iki saat sonra mahkemede hâkim
yakınlarında bir yerde birkaç parçası dağınık
karşısında savuma vereceksin, şu haline bak!”
halde duruyordu. Yanı başındaysa dün giymiş
Dedesi Adalet bakanlığından emekli olmuştu.
olduğu gri kravat duruyordu. Hemen ilerisinde
Babası hukuk fakültesinde öğretim görevlisiydi.
siyah bir çorap, onun yanında halının üzerinde
Kendisi hukuk fakültesi okumuş avukat olmuştu.
büyük bir meyve suyu lekesi, uzağında yılan gibi
Dedesine kalsa bakanlıkta müsteşarlık
kıvrılmış şarj cihazı… Köşede camın yanındaki
bekliyordu, oğlu olamadı, bari torunu olsun
masanın üzerinde açık kalmış kalın kitaplar ve
istiyordu. Bu yüzden hukuk okumuştu. Ve şimdi
soluk vişneçürüğü renginde karton dosya içinde
hatır gönül ilişkileriyle yapılan bir avukatlık vardı
evraklar vardı. Bir de yarım bırakılmış çay…
elinde. Aynaya baktı tekrar, kızarık bir yüz… Kenar
Odadan çıkıp lavaboya gitti, aynada suratına
raftaki kremle yüzünün alevini bir nebze dindirdi.
(21)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Mutfağa doğru yollandı. Çevrede tanınmış olan
ikna etmiş. Babam da onu ikna etmiş,
dedesinin büyük vesikalık portresinin önünden
üniversitede hoca olmuş. Mütevazı bir adammış
geçiyordu. O, kendisi için çok önemli ve saygı
babam. Hal böyle olunca dedem kızmış. Kendi
duyulması gereken karakterde bir insandı. Evde
isteği olmayacaksa hiç kıymeti olmaz malın
yalnız yaşadığından, çoğu zaman onunla
mülkün demiş. Varını yoğunu vakıflara hibe
dertleşir, konuşur, hasbihal ederdi. Morali
etmiş. Benim için arkadaşları onu uyarmış “bak
yerinde olduğu zaman dedesine Tevfik Bey diye
torunun var belki o istediğin gibi olur” demişlerse
seslenir, canı sıkkın olduğundaysa Rıza Bey diye
de kabul etmemiş dedem. Üstelik “benden böyle
söylenirdi. Sıra dostlarına geldiği zamansa,
bir çocuk çıktıysa onu çocuğunu tahmin bile
Ahmet Tevfik Rıza Sultanoğlu diye tanıtırdı onu.
edemezsiniz” deyip hibe etmiş bütün malını. İşte
Şimdi önünden geçiyordu işte... “Ulan Rıza Bey,
bir tek bu bina kalmış ondan geriye. Babam da
yine çanağa ters bastık iyi mi!” diye söylendi eli
zaten o kadar düşkün değildi mala mülke.
hala kabarmış suratında kremli bir halde
Duvardaki porteyi olduğu yerde bırakarak kapıyı
gezinirken. Mutfağa girmişti. Hemen bir tava
dışarıdan kapattı.
çıkardı. Sonra vazgeçti. Dolaba yöneldi, pratik bir
şey aradı, bir domates çıkardı. Tezgâha koydu ve
bıçağı eline aldı. Yok, gene boş verdi, bıçağı
olduğu yere koydu. “Ooo kim hazırlayacak bunu
şimdi. Dışarıdan bir simit alırım daha iyi. O zaman
Portedeki ihtiyar her seferinde gülerdi bu veledin
söylenerek çıkışlarına. Ama hak da verirdi çoğu
zaman o manidar bakışıyla. Çünkü bilirdi
hemen hazırlanmam lazım.” dedi ve mutfaktan
kafasından geçen her hinliği. Çok garip bi poz
çıktı. Hemen odasına geçip üstüne bir şeyler
vermişti bu çerçeveyi dolduran portre. Hani bi
giymek için dolaba baktı, iyi kötü bir şeyler
tarafı çok şaşkın diğer tarafı olacaklardan
uydurup giyindi, aynanın karşısında kendine
haberdar gibi. Saçları taranmış fakat bıyıkları
baktı. Yüzündeki kabarık izi görünce hayıflandı:
dağınık, ayakta dikelmiş, üstünde üniformadan
“Ulan Rıza Bey, ne anormal adammışsın!” diyerek
kendine kızar gibi aynada yansıyan dedesine
kızdı. Dedesine kızmasının sebebi, vakti
zamanında işler yolunda ve kasabanın en varlıklı
bozma bir kaban, kolları geçirilmemiş, iki el de
içerde ve burulmuş vaziyette başparmakları ile
beldeki kemere tutunmuş, dirsekleri kalkık bir
ailesiyken dedesinin tek çocuğu olan babasına
kabadayı gibi, haliyle üzerindeki kaban kabarmış
kızıp malını mülkünü hibe etmesiydi. Dedesine
ve avını yakalayıp kaçan kartalın çırpacağı kanat
göre ne oğlundan ne de torunundan bir hayır
gibi duruyordu. Uzaktan farklı okunurdu bu
gelmezmiş. Adam eski zaman adamı, Almanya
portre, yakından başka. İşte böyle bir şey Ahmet
görmüş, dünyaya bakış tarzı çok farklı. Oğlu
Rıza Tevfik Sultanoğlu.
okumayı seviyordu ama aynı zamanda da çiftçi
olmak istiyordu. Zorla okul okudu bu yüzden. O
da Avrupa görmüştü. Döndüğünde üst düzey bir
karşılama yapmışlardı onun için. Daha sonra
babam kasabadaki eve geçmiş, ağaçları aşılamış,
tarlayı ekmiş, hayvan almış, derken dedemin
gelmesiyle büyük bir arbede yaşanmış. Sonra ben
dünyaya gelmişim. Dedem babamı zor da olsa
(22)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Komünist geliyooor kaçıııın?!..
serkan sevinç
--- Yarın iş var mı?
--- Elbette var.
--- Hayırdır? Ne zamandır resmi tatil günlerde
çalışmaya başladınız?
--- Yarın 1 Mayıs! Komünistlerin bayramı.
Müslümanların değil ki...
--- Hıı… Yani 29 Ekim, 23 Nisan, 1 Ocak yılbaşı vs.
tatil yaptığınız diğer resmi günler Müslümanların
öyle mi?
--- Eee… şeyy… Şimdi şöyle bir durum var. Yani
mesele, asıl mevzu…
Açıklanamayan, açıklanamayacak durumlar…
Sorunun muhatabı aile şirketinin ortak
bireylerinden biri.. İmam-Hatip okullarında
öğrenimini sürdürmüş, zamanında İmam-Hatip
okullarındaki yasağa rağmen taviz vermediği için
yüksek öğrenim isteğini gerçekleştirememiş,
kendini birçok konuda farklı görüşlerinin olduğuna
ikna ederek son on yılın şartlarına ayak uydurmuş
bir insan. Şirketin kurucusu olan babası, birtakım
zorunluluklardan dolayı ilkokul okumayıp, bir süre
Kuran Kursunda okuduktan sonra çocuk yaşta
başladığı iş hayatında zirveye yükselerek
çocuklarına bıraktığı şirketin ardından Doğu
Karadeniz Bölgesi sahilinde yaptırdığı villada
hayatını idame ettiriyor. Kendisi çevresi tarafından
'hoca' olarak takdim edilir ve naçizane görüşüm
kendi 'son derece iyi koşullarıyla' beraber büyük
bir saygı görür.
Toplumun büyük bir kesiminde zor ekonomik
şartlardan dolayı eğitimini öteleyerek ayakta
durma adına küçüklüğünden itibaren erken iş
hayatına giren insanlar mevcut, tabi bir de bu
insanlardan faydalanan patronlar... Bu patronların
toplumun bilgi eksikliğinden faydalanarak üç beş
dini vecibeyi yapmasıyla beraber maddi
koşullarının da iyi olmasının verdiği saygınlık, her
hareketlerinin sorgusuzca kabul görmelerine
neden oluyor. Son zamanlarda ekonomi ve
iletişimde yaşanan gelişmelerin önceki yıllara göre
daha iyi olması insanların daha özgürce
düşünmelerini sağlamış ve bu da sorunlu
zihniyetteki patronların sahasını tehdit etmiş ve
onlara ciddi bir şekilde düşman olmuş durumda.
Zor koşullarda çalışıp, hak ettikleri ücretleri
alamayan işçilerin, inançlarını Hıristiyanlık gibi
sadece ruhani olarak algılamaları sonucu
maalesef devranın böyle dönmesi kaçınılmaz bir
hal aldı. Buna karşılık, işverene, işçilerin hak
ettikleri şartlar ile mevcut şartlar ne zaman
hatırlatılsa, parayı bilgiden önde tutan anlayışla
'para sahibinin' yetkin kişi olarak görülmesi
sonucu ön plana yine onun haklılığı çıkar ve bu
durum işverenin kendisine bu şartları
hatırlatanları azarlamasıyla sonuçlanır. Menfî
şartlar söz konusu olduğunda kafasındaki yarım
birtakım dini bilgilerden yola çıkarak işçileri her
şartta sömüren patron, kendi zararı söz konusu
olduğunda muhatabına pespaye bir şekilde
'komünist, gavur ya da radikal' gibi suçlamalar
y a p a r a k ke n d i n i s a v u n u r. S ö m ü r g e y i
'masumlaştıran' patronlarımız daha çok para
kazanma yolunda istedikleri düzeni
olağanlaştırırken, düzenlerine çomak sokacak
uyarıları da eskilere ait yöntemlerle örtbas etme
çabası içerisinde bulunuyorlar. Ne gariptir ki
yaşadığımız 2000'li yıllarda bile 1940-50
yıllarındaki gibi 'komünist' suçlamalarını yapan
esprili patronlarımız hâlâ yaşıyor. Örneğin, asgari
ücret konusunda 'devletimiz böyle buyurmuş'
diyerek devletine imân eden patron, resmi tatil
günlerinde 'Onlar bizim değil, başkalarının tatili'
diyerek kendince zararını örtmeye çalışır. Aynı
patron, işçisine zaten az olan asgari ücreti ya
geciktirerek ya da hiç vermeyerek üstüne uzun
tatil günlerinde millete nazire yaparcasına şehir
dışı aile tatillerinde 'yaşayamadığı' hayatını
yaşamaya çalışır.
Bu algıların geride kaldığını görmek sanırım dünya
döndükçe imkânsız gibi. Bilhassa birtakım 'dini'
sembollerle elindeki gücü sorumsuzca kullanmak,
yapabildikleri en iyi iştir.
(23)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Baran Çaçan:
“Durup durup susan, sessizce ölen insan
kesin daha güzeldir.”
“Sanalda kan paylaşmak”, “hiçbir savaşta
bulunmamak” ve “çatışma görüntülerini izleyip buna
şaşıran bir geyik bile olamamak” nasıl bir çıkmaza
sokuyor insanı? Bu, “gerçekten de hiçbir şey!” midir?
“Günahı çokça kötülemenin sebebi / onu işlemeye
yeteneksiz oluşun olmasın?” gibi itiraflar seni çok
fazla gerçekçi yapmıyor mu? Ya da “biz sayın
kelimeler eğleşme düşkünleri / hiçbir yere gitmeyen
bir rezil olarak” dizelerini ele alırsak, şiirinin bu
kısımlarına, biraz kendi halkı için yeterince bir şey
yapamayan birinin hayıflanması, biraz da naif bir
özeleşti diyebilir miyiz?
Bazen “söz ”ün çok değersiz olduğunu
hissediyorum. Bazı insanlara “söz” verildi ama işte
namlusu sözün sahibine dönük. Namlusunu
dosdoğru çevirip kınayıcı olan ise kınadığı şeye
bulanıyor. Ve bu gerçekten de hiçbir şeydir. İnsanı
rahatsız eden bir hiçbir şey. Peki hiçbir şey
olduğunu itiraf etmeyenler? Söz'ün verilmediği,
durup durup susan, sessizce ölen insan kesin daha
güzeldir. Çoğu şiirimde “ben” öznesini tokat
m a nya ğ ı ya p a r ke n h e r h a l d e b a ş ka l a r ı
koltuklarının yumuşaklığına dokunup rahatlıyor.
Genel bir ben'den bahsediyorum bazı şiirlerimde.
Günahla ilgili dizeler şiirdeki kurmaca kişiyi çok
gerçekçi yapıyor. Bu dizeleri sadece birey
üzerinden ele almak yetersiz. İnsanların çoğu bir
cehennem övücüsü olmaya başlamış, tüm
(24)
yapamadıklarının verdiği acıyla. Büyük zulümler
işlememiş kendi halinde bir kâfirin cehennemde
yanacak olmasından çoğunluğun duyduğu huzur,
belki de yeteneksiz oluşundan kaynaklı. Biraz
günah işleyebilme gücü ve imkânı olsa kimbilir
durulacaktır, dinginleşecektir.
Günahı övmek de fazla yetenekten olabilir. Bu
elbette çok gerçekçi.
Demek rezillik de şairi naiflikten kurtaramıyor.
Hayıflanmaktan çok daha sert bir şey, hiçbir şey
yapmamak. Çok rahatsız edici. Beni çok rahatsız
ettiğini söyleyerek ya da özeleştiri yaparak
bundan sıyrılamayacağım. Özeleştiri insanı
kurtarmıyor.
Kitabın başındaki Dostoyevski alıntısı “Alçağın biri
alçak olduğunu gerçekten hissediyorsa
alçaklığından avunma payı çıkarmaya hakkı
vardır.” sözü beni biraz teskin eder diye
düşünmüştüm. Özeleştirinin avunulacak tarafı
pek yok gibi.
“Öyle zamanlarda da yazılan şiir / bizi kurtaracak
kadar büyük ve suçsuz değil” demişsin. Genelde
şairlerde gördüğümüz, şiiri ve şairi yüceltme,
dolayısıyla kendine bundan pay çıkarma iken sende
daha farklı bir duruşla karşılaşıyoruz. Bazen şiiri
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
“iflah olmaz bir tatmin kavmi”nin “bomboş bir
hayatın üzerine boşalması” veya “nefsinin bayrağını
her zaman göndere” çekmek olarak görüyorsun.
Sence şiirden büyük ne var?
Şiir insanı olduğundan daha iyi gösteriyor. Yani dil,
iyi kullanılırsa insanın asıl özünden daha büyük
olur. Bir tür büyü ve yanılsama tarafı var şiirin. O
büyü tozları dibe çöktüğünde insanın asıl kalıbı
daha iyi görünebilir. O kalıp gerçekten güzel
olabilir ama makyaj ile daha göz alıcı. Buna
ihtiyacımız var fakat.
Kendi köşesinde sessizce yaşayıp ölen insan
şiirden daha büyük geliyor bana. Onlara (varsa
öyle birileri) büyük saygı duyuyorum. Konuşmak,
yazmak da bazı zamanlarda insanı rahatsız ediyor.
Güzelliği tescillenen veya benimsenen her şey en
son kendini bir yapmacıklıkta ve samimiyetsizlikte
buluyor. Övgünün devamı için kendini daha
abartılı tekrarlayan güzellik, öğrenilmiş güzellik,
ustalaşmış güzellik… Zayıf noktalarımız çok.
Şair kötülüğe komşudur.
Şairler yeryüzünün ihtiraslı, kirli, aşağılık
insanlarının önemli bir kısmı. Ya da tersi. Bu uç
duygular ve durumlar olmasaydı şair de
olamazlardı herhalde. İlk kısmı daha ağır basıyor
bana göre. Şair kötülüğe komşudur. Şairler dünya
nimetleriyle en sert hesaplaşan kişiler. Boğucu
ihtiraslar. Bilgelik devri çoktan bitti ama işte
herkese kendini hor görebilme yeteneği
verilmedi. Bu, dünyanın önemli bir boşluğunu
dolduruyor. Bir taraftan, başkasından sömürülen
sıvılarla özgüven depoları dolduruluyor. Aşağılık
komplekslerinin önüne bir set çekmek için
başkalarının kompleksleri alaycı sözler ve
bakışlarla gösteriliyor. Aşağılık kompleksini iyi
saklayabilen insana bu yüzden özgüvenli insan
diyoruz.
Müthiş temiz, kurtarmış şiirler yazılıyor.
Şiirlerinde kendi hayatlarına dair insani tek bir
zayıflık, bir günah, bir düşkünlük, bir kirlilik, bir
boyun eğiş görünmüyor. Temiz şiir, yani sahte şiir.
Bir de gerçek hayatta sinikken, “halk”a yüksek bir
yerden seslenmek var.
“Death metal söylüyor halkına ihtiyarlar” dediğin bir
şiirde, bir tarafta bir başkan “sonsuzyıl marşı” çalıyor
ve “acıyı kalori olarak kullanıyor mikrofonlar için”,
diğer tarafta “şeyh said'den kalma kırık dökük
atların” koştuğu Kürdistan toprakları… Şiirleri
yazarken kendini, bahsettiğin bu halkın neresinde
hissediyorsun?
Korunaklı kısmında. Kürdistan coğrafyasının
korunaklı kısmında hissediyorum kendimi. Ben
bıçak için değilmişim. Ben onlar kadar bıçkın
değilmişim. Ve artık bu huzursuzluktan
bahsetmek de beni huzursuz ediyor. Ben
Türkiye'de zavallı bir memurum. Bu, kendime
yaptığım kötülüklerden biri.
Kitaptan sonraki şiirlerimde artık bu kadar rahat
bu mevzular üzerine şiir yazamıyorum. Zayıf
bünyeler siyasetin korkunç taraflarını
kaldıramıyor.
Şiirinde Ermeniler, Aleviler, Kürtler, devlet, memur,
kamusal, halk, savaş gibi kelimeler var ama yine de
bu durumu politik şiir diye adlandıramıyoruz. Çünkü
propaganda yoluyla değil göndermeler ve ironilerle
iç dünyanı şiire yansıtıyorsun. Diğer yandan piyasada
bol miktarda keyfi yerinde şiirler mevcutken, senin
yazdıkların derdi olan bir şiir olarak karşımıza çıkıyor.
Son zamanlarda birçok genç şairin kitabı çıkıyor ve
hepsi hakkında uzun uzadıya tanıtım yazıları
yazılıyor. Peki, derdi olan şiirlerin azınlıkta kaldığı
günümüzde, yazdıklarının edebiyat çevrelerinde pek
konuşulmamasını nasıl yorumluyorsun?
Bunun politik şiir diye adlandırılıp
adlandırılmayacağı konusunda bir şey
demeyeceğim. Propaganda ise şairden şiiri
uzaklaştırır. Propaganda yapan şiir mi politik
oluyor? Onu siyasi partiler hunharca yapıyor
zaten. Propagandadan kasıt devrimci ve yüksek
bir ses, bir eda ise utanırım yüksek ve gürül gürül
konuşmaktan. Ben en alttan konuşuyorum. Büyük
halk kitlesi içinde bile doğru dürüst olamamak'tan
bahsediyorum. Tam ortasında olmak ve
aralarındayken boyum da kısa olmasın isterdim.
Keyfi yerinde şiirler yazmıyorum çünkü şiir dert
olmadan bana gelmiyor. Gelsin isterdim; tatlı,
ışıltılı şiirler yazmak isterdim. Derdi, sıkıntıyı da
tatlı tatlı anlatmak isterdim. O yüzden bazı şair
arkadaşların o tatlı-karanlık yeteneklerine
özeniyorum. O yetenek maalesef bende yok.
“Keyfi yerinde şiir” derken kast ettiğin sivri zekâ
ile şımartılmış alaycı şiirse iyi ki ondan uzağım.
Benim şiirim geniş zekâlı bir şiir.
İlk kitaplar hakkında çok fazla “uzun uzadıya
tanıtım yazıları” yazıldığını pek görmedim.
İlgisizliğe alıştırmalı kendini genç şair; yoksa
ilginçlikler yapacaktır.
(25)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Bu sorudan maksat kendi şiirim hakkında bir
özeleştiri yapmaksa şöyle diyebilirim: Dilin yeni
verimlerini çağdaşlarım kadar çok aramıyorum.
Halbuki çağdaşlarımın önemli bir kısmı daha
deneysel bir şiir yazıyor. Dilde yeni imkânlar
arıyor.
Daha berrak bir anlam ve daha berrak bir söz,
benim için daha önemli. Şimdilik.
“Ekmeğin fazla olduğu yerde Allah tüketiliyor / hiç
olmadığı yerde de tüketiliyor” veya “örtüyorum
dindar ve asabi dedelerden / kalma kamalarımı” ya
da “kurganlarında arabeskrep söyleyen vaizlerin sesi
daha bir yayık” gibi dizeler var şiirinde. Ve “unutma:
her acıya bir saniye yavşamalısın en fazla / bu, yeter
kurtulmuşlar'dan olmaya!” dizesiyle sağlam bir ironi
yapıyor ve dindar muhafazakâr toplumu
resmediyorsun belki de. Diğer yandan herkesin
çatlayacak kadar cüretkâr olduğu bir ortamda,
cüretkârlığını “şathiye” olarak nitelemekle bir
anlamda yine “naif”liğini ve metafizik bakışındaki
sınırları koruyorsun. O zaman sence “din” neden
“demir”dir? Tanrının elleri kalbinde yani “İslam'ın
ilerisinde” geziyor, nasıl? Bu anlamda şiirindeki
metafizik arka planı da merak ediyoruz. Din,
kapitalizm ve ulus devlet politikaları arasında sen ve
şiirin ne durumdasınız?
Dindar muhafazakâr çevreler eleştiriye karşı
büyük bir bağışıklık kazandılar. Bu bağışıklığı
kazandıran şey güç. Allah'ın fazla olduğu bu
bünyeyi hangi eleştiri mikrobu sarsabilir ki…
Kutsal korkulukları var onların.
Din müthiş bir tehdit coğrafyası sunuyor bize ve
tersi bir af coğrafyası da. Paradokslar var. Mizacım
ise suçluluğa daha yatkın. O yüzden tehditleri
daha çok hissediyorum. “İslam'ın ilerisi”ne
gitmeden suçluluktan ve tehditlerden
sıyrılamıyorum. “Allah kulunun zannı üzerinedir.”
sözüne davranan insan ruhunun hilesi ve fazla
iyimserlik… Allah bizim nankör, bencil ve kirli
yaratıklar olduğumuza dair bize ders mi vermek
istedi? Onun bize ders vermeye ihtiyacı olduğunu
sanmıyorum. Belki kendimizi tanımamızı istedi.
Benim, dinlerin sınırlarından çıkabilen bir Allah
inancım var. Metafizik bilmiyorum, tasavvufi
şiirleri seviyorum.
Kapitalizm karşıtı olmak için şiirlerde avm
demenin yeterli olduğu bir zamana denk
geldik.
Şiirim kapitalizmin sarmaşıkları içinde, dinin
(26)
çizgisinin silindiği sınırlarda, ulus-devlet
hapishanesinde yazılıyor. Kapitalizm karşıtı olmak
için şiirlerde avm demenin yeterli olduğu bir
zamana denk geldik. İyi etiketleri yakaya
yapıştırmak için ucuz sloganlar kullanılıyor.
Kapitalizmin sarmaşıklarından kurtulamadan bu
konuda özellikle şiirlerde rahat bir şey
söyleyemem herhalde. Kapitalizm büyük balık
mı? Çünkü din de midesinde duruyor. En azından
dini argümanları iyi kullanan Akp iktidarını
düşünürsek. Ulus-devlet politikaları arasında ise
şunu diyebilirim: Özerk Rojava Anayasası çok
güzel.
Biliyoruz ki hepimiz “kemiklere saygı duruşuna
kalkan” öğrenciler olduk sıralarda, sen de bu
sıralardan geçtin muhakkak. Ayrıca “büyürken hep
korkutan bir dindedem” demişsin bir dizende.
Çocukluğunun “yuvarlak anları”, “bir öğrenci trafik
kazası olup ölmüştü lisedeyken” gibi anları veya daha
başka türlü çocukluk anları şiirini besler mi?
Çocukluğundaki dünya ile şu an öğrencin olan
çocukların dünyası arasında değişen nedir sence?
Çocukluk anıları şu andaki hayatımı
karıştırabiliyorsa şiirime giriyor. Çocukluk
anılarının bir nostalji olarak şiirime sızmasına izin
vermemeye çalışıyorum. Çünkü nostalji, bir şair
zaafıdır, zor zamanlarda yükseltilen bir slogandır.
Turgut Uyar klişeye slogan diyor.
Şu anki çocuklar kötülükle daha hızlı ve kolay
karşılaşabiliyorlar. Aşklarla ve uyuşturucularla da.
Kötülük etmeyi de çabuk öğreniyorlar. Mutluluğu
kendi arkadaşlarına karşı bir silah olarak
kullanabiliyorlar. Sosyal medyada sahip oldukları
hesaplarının da etkisiyle bazıları daha gömülecek
bazıları daha yükselecek. Asosyal tipler çoğalacak.
Fireler olacak.
Çocuklardan saygı beklemek devri bitti. Her kibre
misliyle karşılık veriyorlar. Hatta daha fazlasını. Biz
daha “utangaç” ve “mahcup”tuk sanki.
Utangaçlığı ve mahcupluğu şu anda da koruyoruz
anlamına gelmiyor bu.
“Devrim” dâhil tüm kelimelerin “nişanlı” ve
“kocaman” olduğu bir coğrafyada sen neden
“kocaman kelimelerle konuşmuyorsun”, kocaman
kelimelerle konuşanlar kimler? Bu yüzden mi dedin:
“yerlere sürt kayalıklarını kibrin”?
Şehir merkezinde, bilgisayar başında, seni
görmekten sıkılmış bir odada; bankamatik
kartları, faturalar, resmi evraklarla kocaman
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
kopamam. Çok şey söylemek bazen insanı
gerçeklikten ve samimiyetten koparıyor.
Birbirine gönülden bağlı bir topluluk zaten
büyük bir şiirdir.
Elbette yazdıklarım şehirli bir bireyin şiirleri.
Zaten bir cemaat yani topluluk içinde
olduğumuzu kim söyledi? Hepimiz çoktan
dağıldık. Birbirine gönülden bağlı bir topluluk
zaten büyük bir şiirdir. Öyle bir topluluk olsaydı
günümüzdeki gibi şiirler yazılmazdı. Şiirler
bilgelikle dolu olurdu.
“Orda” işaret zamirinin birçok yerde sıkça
tekrarladığını görüyoruz. İşaret ettiğin orası bizim ne
kadar uzağımızda? Zarifoğlu'nun dediği gibi “orası
neresi burası bir adam”?
kelimelerle nasıl konuşulabilir ki? Aldığım nefes,
bir dağ başının nefesi değil.
Kendimi anlamaya ve düzeltmeye çalışıyorum.
Devrim diyorsan yasaların tamamen dışına
çıkmalısın. Bazı yasalar çerçevesinde devrim
yapmaya çalışmak ama iyi bir kariyer getirebilir.
Kimler mi kocaman kelimelerle konuşuyor. Politik
klişeleri süslü ambalajlara koyup satanlar ve
öylece şöhret sahibi olanlar. Sonra şöhretle
yetinmeyip büyük ve derin halk kitlesine öğüt
verme hakkını kendinde bulanlar.
Dursun Göksu bir yazısında şöyle diyor: “Bir süre
sonra fabrikasyon bile olabilecek bir şiir dökümü
çıkabilir karşımıza. Böyle bir sorunla karşılaşabilir
Çaçan.” Sen böyle bir tehlike öngörüyor musun? Yine
aynı yazısında Göksu şöyle demiş: “Şehirli biri vardır
şiirlerinde. Şehirli biri yani bireyci.” Bu bir suçlama
mıdır yoksa yazdıklarının şehirli ve bireyci olduğunu
kabul ediyor musun?
Şiirdeki kaderim hakkında öngörüde bulunamam.
Ama ben şiirde kendimi “kazıcı”lardan sayıyorum.
Ayrıntıcıyım. Birbirine akraba bazı ayrıntıları
bulup çıkarıyorum. O ayrıntılar biterse elbette
yeni bir rezerv arayışına beni iteleyecek mizacım.
Çok şey söyleyebilmek için kendi hayatımdan
Orda, aşağıda. Orası, aşağı. “Dünyanın Alçak
Kısımları”. “Bir dağın çarpıklığını bir sevinç
sanarak” baktığımız her yer orda'dır. Ya da şöyle:
“Orda bir köy var uzakta / O köy sizin köyünüzdür.”
dizelerinden bile uzağı “orda”dır. Şiirlerdeki
“orda” işaret zamirinin neresi olduğu bu zamirin
kullanıldığı şiirlerden kolayca çıkarılabilir.
Başlıklar şiirlerle uyumlu, gayet bütünlüklü şiirler.
Dizeler arası geçişler hiç rahatsız edici değil. Bu
dikkatimizi çekti. Şiirdeki işçiliğe olan inancını merak
ediyoruz. İşçilik süresine ve şiirin bitişine nasıl karar
veriyorsun?
Çok da emek verilmeyen (buna bilinçaltı emeği
diyebiliriz), kendiliğinden gelen o ilk taslak (ilham
mı diyelim buna bilmiyorum), bende küçük bir
taslak oluyor. Gerisine günlerce düşünmek ve kafa
patlatmak kalıyor. Ben şiiri kısa sürede
bitiremiyorum. 3-4 ayımı alıyor bir şiiri bitirmek.
Ve klişe olacak ama şiir hiç bitmiyor; karar
veriliyor bittiğine.
Şiir daha sıcakken, yani daha yeni yazılmışken
bana direkt güzel gelen yerler oluyor. Ama sonra
b u d i ze l e rd e b i r b i t ye n i ğ i o l d u ğ u n u
tecrübelerimden çıkardım. Şiir daha sıcakken
bana güzel gelen yerleri varsa çok büyük ihtimalle
o yerler başka bir şairden etkilenip yazdığım
yerler oluyor. Tabi yazarken bunun farkında
değilim. Sonradan bu yerleri çıkarıyorum.
Yeni yazılan şiir ilk okunduğunda yazarına
yabancılık hissi vermiyorsa başka şairden büyük
bir etkilenme vardır o şiirlerde.
(27)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Harf İnkılâbının Götürdükleri II
burak bir
'Eğer bir ülkede yönetici olsaydım, şüphesiz
öncelikle dili düzeltirdim' der Konfüçyüs. Toplumların
hafızalarını oluşturan dil, onları arzu ettiği ölçüde
yönlendirmek ve yönetmek isteyen yöneticilerin
daima 'önem verilmesi gerekenler' hususunda birinci
sırada yer alır.
Toplumsal hayatta yapılması muhtemel
değişiklikler-yenilikler ve topluma ait olan
özdeğerlerin dönüştürülmesi, bir nevi dilin, sahip
olduğu kelimelerin de değiştirilip- dönüştürülmesi
manasını taşır. Zira halkın, inandığı ve korumacı
davrandığı değerler hususunda, zıttı inkılâplarla
reddiyeye zorunlu tutulması, elde olan tüm
argümanlarla yenilik getiren kesime büyük eleştirileri
de beraberinde getirir.
Burada, 'Yapılacak büyük çaplı sistem
değişikliği yahut kanun ve inkılâplar için neden dil
üzerinde oynanması gerekir?' sorusunun, kendi içinde
taşıdığı iki cevap ortaya çıkıyor; Birincisi, toplumun,
kutsal addetdiği değerler konusunda –haklı olaraksavunmacı davranması ve bu davranışın 'dil' aracıyla
yenilik karşıtı argümanlar geliştirmesinin aynı zamanda
da güçlü eleştiriler getirmesinin, insanları da bu
noktada toplamasının önünü kesmek amacı taşır.
İkinci olarak; 'Yöneticilerin, topluma
indirgemeci-toptancı bir anlayışla getirdiği yeniliklerin
ruhuna müşahhas, onu en iyi şekilde ifade edip,
yayabilecek olan yeni bir iletişim kanalının
oluşturulması; yani dilde form değişikliği yapılarak,
inkılapların topluma daha kolay intişar etmesini
sağlamak' amacı söylenebilir. Bu da yeni nesillerin
farklı kurallar, reformize edilen dil ve yeni bir
müfredatla yetiştirilmesini sağlar. Yani, eski kültürü,
baltalanmış değerleri, başkalaşıma uğratılan toplumu
görmemiş olan 'yeni neslin', itiraz etmesi için de bir
sebep kalmaz! Bu bağlamda da, yeni sisteme karşı
durabilecek olan tek kuşağın kırılma dönemini gören
ve yaşayan insanlardan ibaret kalacağını söylemek
mümkün.
18. yüzyılda başlayan ve takip eden iki yüzyıl
boyunca devam eden kırılma süreci, 1928'in
yaşanacağının bir işaretçisi ve açık delilini
oluşturuyordu şüphesiz…
1923 yılında cumhuriyetin ilan edilmesiyle
birlikte Kemalizm, toplumun kodlarına olan
uyuşmazlığını gidermek adına, ülkenin her alanına ve
ülkede yaşayan her bireye nüfuz etmeliydi, kendini bir
şekilde kabul ettirmeliydi. Toplumun dini
müessesinden, eğitim faaliyetlerine, kılık kıyafetinden,
(28)
kültürel faaliyetlerine hatta lisanına ve harflerine
kadar süngüyle de olsa hayata geçirilmeliydi, öyle de
oldu.
1920'de kabul edilen Misak-ı Milli'yle birlikte
devletin resmi politikası ve halkın tasavvur anlayışı
değiştirilmiş, saltanatın kaldırılmasıyla birlikte padişah
ve sülalesinin sürgün edilmesi, toplumun genelinde
soğuk duş etkisine neden olmuştu. 1924 yılı geldiğinde
ise sadece Türkiye değil, dünyanın dört bir yanındaki
Müslümanlar 1300 yıllık hilafet makamının
kaldırılmasına acı bir şekilde şahit olmuştu.
Bunun yanında Kemalist ideolojinin dayanak
noktası olan sekülerizm; tekke ve zaviyelerin
kaldırılması, şapka kanunu-kılık kıyafette değişiklik,
takvim, saat ve ölçülerde yapılan değişiklikler, tevhid-i
tedrisat kanunu, medreselerin kapatılması, şerri
hukukun kaldırılması gibi kanun ve değişikliklerle
Müslüman topluma darbe üstüne darbe indirdi.
İslam'ın hayat alanının tamamından silinmesi
projesi, eğitimin tekelleşmesi yani sekülerize edilerek
laiklik üzerinden gerçekleştirilmesi harf inkılâbını da
beraberinde getirdi. Türkçenin sadeleştirilmesi, eğitim
öğretim için gerekliliği ve okuma-yazma oranının da bu
yeni devrimle (!) artacağı kılıfıyla 1 Kasım 1928
tarihinde 1353 sayılı 'Yeni Türk Harflerinin Kabul ve
Tatbiki Hakkındaki Kanunu'nun kabul edilmesiyle harf
inkılâbı hayata geçti. Böylelikle 900 yıl boyunca
kullanılan alfabe, yerini Latin alfabesine bıraktı.
Burada tarihe karışan şey sadece Osmanlı
alfabesi değildi. Harf İnkılâbıyla beraber kökleriyle,
yüzlerce yıllık külliyatıyla bağları kesilen toplum, ulus
devletin 'tek tip insan modeli' anlayışıyla birlikte
bireyciliğe adım atarak sahip olduğu 'ümmet'
kavramını da yitirdi.
Zira, kullanılan dil, alfabe ve kelimelerin ifade
ve anlamları, toplumun sahip olduğu kültüründen,
geçmişinden bir ruh taşır. Taşıdığı mana bakımından bir
özelliği, safiliği bulunur. Kur'an ve diğer ilahi metinler
dahi toplumun sahip olduğu dil üzere inmiştir.
Abdurrahman Arslan'ın dediği gibi, 'Her peygamber,
kendisi ile birlikte getirdiği mesajı, kavmine
ulaştırırken, aynı zamanda o kavmin diline ilişkin
kavramları sekülerlikten ayıklayarak tevhidi
oluşturmak için yeniden inşa etmiş olur' der.
Bu durum, kullanılan dil ile yaşanılan din
arasındaki bağın önemini gözler önüne seriyor.
Batılı düşünce/laik yaşam/seküler hayat
uğruna bir gecede toplumu cahil bırakan Kemalizm,
eğitimde yapılan onca kanun değişikliğine rağmen, -
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
eğitime gerektiği şekilde ehemmiyetin verilmemesi ve
gerekli yardımların yapılmaması sonucu- iddia ettiği
gibi eğitimli, okur-yazar değil, tam tersi bir manzarayla
karşılaştı. İnkılâbın olumlanması adına, çarpıtılan okuryazar oranları bir yana, kanunun kabulünden sonraki 7
senelik süreçte okuma yazma öğrenenler toplam
nüfusun ancak yüzde 10'una tekabül ediyordu.
Bu minvalde Ayşe Hür'ün, Derin Tarih
Dergisi'nde kaleme aldığı yazıdaki savunduğu görüş,
inkılâbın iddia ettiği amaç ile ortaya çıkan sonuç
eksenindeki gerçekliği açıklamak adına önemli bir yer
tutuyor. Hür, 'Kemalist modernleşme hamlesinin köşe
taşlarından biri olan 'Harf Devrimi' toplumun genel
kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın
tarihle ilişkisini kesmeye yaradı’
Peki Kemalizm sevdalısı inkılâp savunucuları,
toplumun kaderini ateşe atan bu Kemalist Devrimi
hangi istatistikî değerlerle haklı çıkarıyor, bu
uygulamanın başarılı olduğunu neye dayanarak
savunuyor?
Harf İnkılabı, Mustafa Kemal'in 1 Kasım
1928'de Arap Harfleri'ni kötüleme, Latin harflerini
millileştirme ve övme konulu –sık sık alkışlarla kesilekonuşmasının ardından kabul edildi.
Kazım Karabekir'in, 'İslam Âlemini parçalamak
isteyenlerin ortaya attığı bir fikir' olarak
değerlendirdiği harflerin değişimi talebi aslında
1860'lara kadar uzanıyordu. Alfabenin aynı kalması,
bazı kuralların reforme edilmesinin istemiyle başlayan
ve 1928'e uzanan süreçte, yenilikçi aydınların değişim
talebi önceleri itibar görmedi. 20. yüzyıla gelindiğinde
ise savaş zamanında, askeri raporların gecikebileceği
ve bu durumun savaşın kaderini olumsuz yönde
etkileyebileceği düşüncesiyle, harflerin değişimine
toptan karşı çıkılmamakla beraber bu talep'zamansız'
olarak nitelendirilmişti.
Nihayetinde ise muasır medeniyetler
seviyesini (!) hedefleyen; seküler, modern ve
indirgemeci-toptancı bir anlayışla hareket eden
Kemalizm zincirinin, önemli halkalarından biri olarak
telakki edilen harf inkılabı gerçekleşti.
Peki harf inkılabı hangi gerekçelerle zaruri
kabul edildi, neden gerçekleşmeliydi?
20 yüzyılın başında hortlayan Arap
Düşmanlığı, Doğu'nun gerici olarak nitelendirilmesiizlerinin toplumdan silinmesinin gerekliliği ve alfabeyi
kolaylaştırarak 'cehaletin' ortadan kalkması, harf
değişiminin gerekliliğinin nedenleri olarak ortaya
koyuluyordu.
Çünkü dönemin zihin algısına göre, ortada bir
cehalet vardı; bu cehaletin nedenlerinden biri de Arap
harflerinin zor olmasıydı.
Araştırmacı-Yazar Mehmed Niyazi ise Derin
Tarih'te yer alan makalesinde, okuma yazma
oranlarının düşüklüğünün harflerin zorluğuna
bağlanamayacağını şu satırlarla aktarıyor; 'Biz, okuma-
yazma oranının düşüklüğünü harflerin zorluğuna
bağlayamayız. Okul yoktu, savaşlardan başımızı
kaldıramadık. Son yüzyıla bakarsak; 1897'de Tselya
Harbi, 1911'de Trablusgarp Harbi, 1912-13'te Balkan
Harbi, 1914-18'de Cihan Harbi, 1919-22'de İstiklal
Harbi… Peki ne zaman çocuğunu okutacaksın? Hangi
parayla köylere okul yapacaksın?’
Büyük reform olarak nitelendirilen ve okuma
yazma oranlarının büyük ölçüde arttığı şeklinde
inkılabın başarılı olduğunu kanıtlamak isteyenlere
nazaran, Sevan Nişanyan'ın Yanlış Cumhuriyet
kitabında ortaya koyduğu istatistikler harf inkılabının
acı gerçeğini gözler önüne seriyor; '1927-1935 yılları
arasında okuma yazma bilmeyen 11 milyon 544 bin
kişiden, yalnızca 1 milyon 347 bin kişi okuma yazma
öğrenmiştir.' Kaldı ki, 1950 yılındaki okuma-yazma
oranlarının dahi, 1895'teki okuma yazma oranlarına
yaklaşamamıştı.
'Milli' kılıfıyla pazarlanan Latin harflerinin,
harflerin değişimi sürecisince çokça dillendirildiği gibi
milli bir amaç güdülmediğini, Mustafa Armağan iki
karşılaştırma yaparak açıklıyor; 'Madem bir Türk
alfabesi aranıyordu, neden İsrail'in 2 bin yıl önceki
İbrani hurufatına döndüğü gibi, milli alfabe olan
Göktürk harflerine dönülmedi de, Latin harfleri tercih
edildi?’
Armağan'ın iki harf değişimi üzerinden
sorduğu sorudan da anlaşılacağı gibi amaç, 'Yüce Türk
ulusuna yakışan milli bir alfabe' falan değildi. Zira, İsrail
2 bin yıl öncesine dönerek geçmişi restore etmeyi
tercih ederken, Mustafa Kemal, 1928 yılı geldiğinde
geçmişi yıkmayı tercih etti.
900 yıllık külliyatı ortadan kaldırmayı tercih
eden M. Kemal, 1928'deki Latin darbeden sonra, bir
dizi sıkı önlem almayı da ihmal etmedi. Arapça ve
Farsça'nın okullardan ders olarak kaldırılmasıyla
başlayan yıkım tedbirleri, imam-hatip okullarının
kapatılması ve eski yazının gazete, dergi ve kitaplar
basımında yasaklanmasıyla devam etti.
Eğer iddia edildiği gibi 'Arap harfleri, terakkiye
maniydi, kalkınmanın gerçekleşmesi için de Latin
harfleri gerekliydi' savunması gerçeği yansıtsaydı;
Rusya, İsrail, Japonya ve Çin kalkınma ve ilerlemeyi
sağlayamamış ülkeler sınıfında mı değerlendirilecekti?
Harf İnkılâbı zorbalığının öncül ve ardıl inkılapuygulamalarına bakıldığında amaç ne milli bir alfabeye
duyulan istek ne kalkınmaya duyulan özlem ne de
okur-yazar oranının yükseltilmesiydi…
Modernizmin ilmek ilmek işleneceği yeni bir
ülke, yeni bir ulus tahayyül ediliyordu. Yaşamın her
alanında İslam'dan arındırılmış bir toplumu amaçlayan
zihniyetin asıl isteği ise; Müslüman toplumun, 900 yıllık
İslam külliyatıyla olan bağının kesilmesiydi.
Köklerinden koparılan toplumun -suni ideolojilerin
aşılanabilir kıvama gelmesi için de- okuyamaz,
düşünemez hale getirilmesiydi, başarılı da oldular…
(29)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
şiir ve devlet -III(karac’oğlan)
cundullah fidan
Şiirin devletle ilişkisini Karacaoğlan üzerinden
açıklamaya ve bu sayede devletin halk şiiri içinde
nasıl yer edindiğini görmeye çalışacağım. Bu da
bize halkın devleti nasıl konumlandırdığını
gösterecektir diye umuyorum.
Ömrüm uzun eyle Bari Hüda
Hamd ü sena şükür etmek isterim
Çalışıp kazanıp nefis taamlar
Dişlerim var iken yemek isterim.
Açıldı dehanım söyler zebanlar
Sana muhtaç bunca şahlar gedalar
Al yeşil hırkalar türlü libaslar
Böylece münasip giymek isterim
Bir küheylan at ver istemem eşek
Üstü Kaplan postu tek olsun öşek
Kuş tüyünden yastık yumuşak döşek
Keçeler içinde yatmak isterim
Bir güzel isterim ahu bakışlı
Gerdanı bir karış benli nakışlı
İnci dişli olsun hem kara kaşlı
Boynuna sarılıp yatmak isterim
....
Şiirde Karac'oğla'nın arzusunun dünya nimetlerine
yönelik olduğu oldukça açık ve tüm bu nimetleri en
başta ona ömür ve hayat bahşeden Bari Hüda'dan
talep etmesi ise kaçınılmaz. Haliyle bu türden bir
a r z u n u n d i l e g e l i ş i a n c a k d u a o l a ra k
nitelendirilebilir.
Peki, bunun devletle ilişkisi nerede? Bu sorunun
yanıtı için önce bir sanat eseri olarak halk şiirinin
neyi gösterdiğini belirlememiz gerekiyor. Şu kesin
gösterilen de eserin kendisi. Eserde bir dua ve
arzunun ifadesi var. Yaşama ve dünya nimetlerine
dair bir arzu bu ve onları teker teker sayarak
Karac'oğlan arzusunu en açık dille ifade ediyor. Ve;
Karac'oğlan der ki böyle kalaydım
Zahir batın muradıma ereydim
Ol gün dahi cemalini göreydim
Hakk'ın didarını görmek isterim
(30)
sözleriyle şiirini bitiriyor. Haliyle Karac'oğlan'ın asıl
arzu ettiği Hakkın didarını görmektir ve
göstermektir. Hakkın didarının tüm dünya
nimetleriyle bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz ve
biliyoruz ki (bir kaç kıta öncesinden) "Yedirdin
içirdin hepsi de yalan" mısrasıyla ifade bulan da bu
nimetlerden başkası değil. İşin ilginç tarafı
Karac'oğlan “böyle” kalmak istemektedir. "Böyle"
yani şiiri söylerken onun duasına bir ses olarak
imkan sağlayan o mekanda kalmaktan başka neyi
arzuladığını bize söyleyebilir ki? Nimetleri yalan
olarak nitelendirmesi, üstelik hala böyle kalmayı
arzulaması, bir tezattır. Hatta kıtanın tamamına
baktığımızda bunu pekâlâ görürüz:
Yedirdin içirdin hepsi de yalan
Ahir ömrümüzü ederler talan
Bu sözüm dinleyip nasihat alan
İşidip tutanı duymak isterim
Azrail göğsüme çöktüğü zaman
Öyle bilin halim perişan yaman
Bülbülün kafesten uçtuğu zaman
Cesedimi kabre koymak isterim
Burada da kendi hayatının faniliğini de ardından
vurgulaması öncesinde kendisini dinleyip nasihat
alacak birilerini duyma arzusuyla çelişir
gözükmektedir. Madem tüm bunlar yalan ve yalan
olan şeyin arzusunun izhar ettiği bir ifadeden kim
ne nasihat alabilir ya da almalıdır. Bu durumda
Karac'oğlan almamız gereken nasihatin bu fani ve
yalan olan dünya nimetlerinden aynı şekilde yiyip,
içip faydalanmamız ve buna başkaları için de imkân
sağlamamızdır. Çünkü artık seslendiği Bari Hüda
değil, tam olarak onun sözlerinden nasihat
alabilecek başka fanilerdir.
Haliyle Karac'oğlan şiirinde, dünya nimetleri, bu
nimetlerin faniliği, bu nimetlerin Hakk ile olan
ilişkisini açıklar ve bizim bu nimetlerden
nasiplenerek Hakkın cemalini en azından zahiri
olan kısmını görmemizi ve başkalarının ömrünü de
talan etmememizi ister. Karac'oğlan hem bir
yaşamın işleyiş şeklini gösterir, onun yüzünden
peçesini arzusuyla kaldırır, hem bir nasihat verir.
Şiirde peçesi kaldırılan devletin asli anlamından
başka bir şey değildir, bir döngü (toplum ve bireysel
yaşamın döngüsü) ve nimet olarak devlet.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
hayra hayret hayrat hayır
burak yıldız
fabrikasyon gömleğin altında hesapsız bir beden tekayaküstünde b itki n
viral girmiyorum milenyum çocuğuyuz. burda anlaşalım
bacakomuza birleşen milletlere sıcak su gerek yoksa biliysn
yavşaklaşma meyili olanlara ayrı bi gıcığım ar
sızlanmayın işe yaram.az kırmızı kabloyu kesmeyin eter
varsayımsal meteorem düşünlüyorum ünce olar dersem
düşünce acımaz aksine kan basıncı + bir miktar y.ara
çoğacayip iletişişimimizin esi kısık parlaklığı da +rırsan
eziyet ediyorlar eğlenceyeçin sadomazo değilim
komşun açsa bahçesindeki çimenler daha yeşil
daha emniyette değiliz prozağım azdı bak. az daha unutuyodum
montajlıyoruz şeysi basit bi kurgu aslınca. hiçyok.varhep
hani benim de bodrum katlarındaki teyzelere kumanda pili almışlığım çok
öbürleniyorum-dünyadan saptıkça kendime-sırra kadem atlıyom
sardı yine esraar bak almasın saklı soyunaşalım
trapez kırıl dımtıs cıstak puğulu kark bana küven gark sana puna lark
klostrohobikim senden alıp veremediğim çokoy
çarpıtırım böyle s.özcükleri cuk şöyle otururları
katl(a[nla)dım zırhımı yedek canım da var aduket.
ki saklanırım da olmaz ama sakinleşemem fakat hırslanırım sanki
teslim olmak yok intihardan medet umamam
kırmızı ışıkta yolcu indiren otobüs şoförleri topumuzu kesemez
turizizm tutmadı turistler bağrınca anlamıyo
sazım [ ] sözümü demeye yar.alıp.aran.tez gül tablasında
lanet olasıca pislik seni aşşağlık piç kurusu adi domuz kıç yalayıcısı
bir ad anmışlığım var onu sana aldanıyorum önümarkamyanımyöremebe
ka.andırmıyorumuz ke.estirmiyorumuz ka.aldırmıyorumuz ke.emirmiyorumuz
(31)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
kırda bi yel
mehmet doğan
kör göllere dökmemi istemedin
suyumu ve uyumu leylâk muştumu
ondandır önümde eğildin
kırmızılar güllere varanda
ben toprak olmayı becerebilsem
sürünürdün bana sürülürdün usulca
kuzunu bi gece kurban verdin romaya
kırmızılar şaraba varanda
bi gün belki gelirim çömleğime
ak ak yuyup saçlarını mormor sererim
ki her biri gotik bi aura omuzlarına
kırmızılar çamura varanda
edebsiz putlarını yonttuğun yerler
dokunduğun yerler dokunulduğun gök
gülüşkıran hüznüne habire keman
kırmızılar şaire varanda
kırda bi yel değirmeni çizerim
bir yunak çalakalem bi dudak berisine
o suya kırk defa seni çizerim
kırmızılar kevire varanda
(32)
çorba gazel
mehmet doğan
kalk bana tarhana pişir âhum
sadaka şiirdendir
cinlerarası diyalog başladığında
hani saçların leylî olur koşardı
vâizler banker olduğunda
ağzın nokta olur cim karnını eşerdi
şunların politik sırrıklara divan duran şiiri
idrâk değil âhum idrar haznesine düşerdi
o vakıt gamın gamzen vur sasıya gâvura
seher yediği haltı kuşluk yine aşerdi
o vakıt kalk kilise boylarından kelle getirek
ağu tasta kem bedduâ pişirdi
kalk bana ezogelin pişir sevdiğim
infâk başaktır
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
şeffaf branda
mustafa kadir çelik
Suheyb'in İstanbul'a gelmesine yirmi dakika vardı.
Havaalanından semte geçmesi ise yarım saati
bulurdu. Yaklaşık bir saat beklemeleri gerekiyordu.
Ne yapalım diye düşünürken kendilerini çay
ocağında oturuyorken buldular. Meydanın
başındaki ilk mekânlardan biri olan dayı'nın yeri
serin bir yerdi. Aslında buranın adı Nostalji Cafe'ydi
ama kimse bu ismi kullanmıyordu. Hatta mekanın
sahipleri bile ne zaman sorsak bu ismin oraya
sonradan gelip giden müşteriler tarafında
konulduğunu söyler. Mekân hem kahvehaneçayocağı hem de tarihi bina olduğundan geleneksel
kültürü andıran bir yapıya benziyordu. Yavaş yavaş
soğuyan hava onları kaldırıma attıkları masadan
kaldırtıp içeri geçmeye mecbur bıraktı. Kalabalık
dağılır dağılmaz en köşeye kuruluverdiler.
Oturdukları yerin hemen bitişiğinde bir cafe daha
vardı. Aralarındaki mesafe yarım metre vardı yoktu.
Her iki tarafa oturan herhangi biri aralarındaki şeffaf
brandadan dolayı karşı karşıya derin bir konuşmanın
içerisindeymiş gibi oluyorlardı. O akşam derbi maç
olduğunu bilselerdi orada iki dakika bile
durmazlardı. Çünkü maç olduğu zamanlar
meydanın gürültüsü çekilecek gibi değildi.
Bera: “E madem oturduk bari maça bakalım
arkadaşlar. Serkan zaten geldiğinden beri izliyor.”
Çakırcalı: “Evet ya bence de.”
Hep birlikte karşı cafenin duvara gömülü geniş
ekranlı birkaç led televizyonlarından birine bakmak
için sandalyelerini ters çevirerek arkalarına
döndüler fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. İki
mekânı ayıran şeffaf naylon brandadan rahatsız olan
ama başka da bir çözüm üretemeyen cafenin sahibi
ekranı oradan kaldırtmıştı.
Gıynaş gülerek: “Adam bize resmen defolup gidin
diyo ya la.”
Cundi: “Geçenlerde de renkli perde çektirmişti bu
tarafa biz izlemeyelim diye. Aristoteles zannediyor
kendini pezevenk.”
Burak: “Abi nasıl bir utanmaz heriftir bunlar ya!”
Oğuz: “Şişt. Beyler kızlar karşımıza oturdu. Kızları
izliycez artık. Zaten diğer ekranlar da küçük
gösteriyor.”
Kızlar şeffaf brandadan kendilerine doğru bakan altı
erkeğin karşısına oturup maç izlemeye başladılar.
Ara ara dayı'nın mekânındakilerle göz göze
geldiklerinde birbirlerine bakıp gülüşüyorlardı.
Estetik olsun diye dar kotun üzerine formasıyla aynı
renkleri çağrıştırıcı bir başörtüsü giymiş olan ve
davranışlarıyla kendini fanatik ilan eden kız diğer
arkadaşlarına hafifçe eğilerek:
“Şunlar var ya. Burada hep maçı bedavaya
getiriyorlar. Çayı da ucuzmuş. Maço bunlar kızım.
Yakışıklılar da ama. Anlayamıyorum bunları bir
türlü. Alla ya!”
Söyledikleri pek duyulmuyordu ama mimik ve
hareketleriyle dalga geçtikleri her hallerinden
belliydi. Lahmacun yerken zaman zaman sırtlarını
onlara dönüp “sefiller açsınızdır da siz şimdi” der
gibi dudaklarını yalarken göz teması kurmayı ihmal
etmiyorlardı. Bu durumun farkına varan Gıynaş
arkadaşlarıyla anlaşarak onlarla oyun oynamaya
başlamıştı bile. Boynunu bükmüş, dilini hafif dışarı
çıkarmış melül melül kızın elindeki lahmacuna
bakıyordu. Kızcağız önce ne yapacağını bilemedi.
Ağzı tıka basa doluydu. Daha sonra lahmacunu
“ister misin” der gibi arada hiçbir engel
yokmuşçasına uzatarak kafa hareketiyle “al hadi al”
dedi. Bunu gören diğerleri hep birlikte ayağa
kalkarak “bana da bana da” dediler. İki üç dakikalık
iletişim krizi sonrası kızlar olayın ne olduğunu
çözmüş gibiydiler. İki tarafın müşterileriyse maçı
bırakmış iki grubun aralarında geçen sessiz
sinemanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
Dayının mekânındakiler yeni bir karar aldılar ve
maçın duraksadığı anda hepsi birlikte ayağa kalkarak
'goool' diye bağırmaya başladılar. Ses sadece
bulundukları yerde değil meydanın her yerinde
yankı bulmuştu. Bütün gözler onların üzerindeydi.
Anlamak için baştan aşağı süzmeli bakışlar, öfkeliler,
meczup zannedenler… Ve niye kahkaha attığını
bilmeyen kızlar… Cevap verene kadar kimsenin
üzerlerinden bakışlarını çevirmeyeceğini anladılar
ve yine tek bir ağızdan suçlu bir çocuk edasıyla:
“Şaka yaptııık, şaka yaptıık, şaka, şaka”
diye meydandan çıkarak bu eylemi ülkenin her
yerinde yapmak için antlaşıp dağıldılar.
(33)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
“Evsizler Evi” hakkında Muhammed Mansur Acuner'le..
Devlet, belediye veya özel kuruluşlar evsizlere yeterli
imkân sağlamıyor mu?
Türkiye'de bütün şehirlere yayılı bir evsizlik
problemi yok. Öncelikle bunu belirtmemiz
gerekiyor. Büyük şehirlerde öne çıkan bu probleme
karşı devlet, hava sıcaklığı -4 derece olduğunda 3
günlüğüne evsizleri spor salonlarında misafir
ediyor. Bu bilgiyi haberlerden rahatça elde
edebilirsiniz. Mevcut durumda 'özel' evsizler evi
olmasından ziyade devletin en düşük maliyetlerle
bu işi sahiplenmesi çok daha makul olacaktır.
“Evsizler Evi” nedir, ne tür imkânlar barındırıyor? Hangi
tür evsizlerle ilgileneceksiniz?
Evsizler Evi, yıl boyunca evsizlere kucak açacak bir
Nereden çıktı bu fikir, neden ihtiyaç hissettiniz böyle bir
şey yapmaya, kaç kişisiniz?
Bu fikrin çıkışında üç sebep bulunmaktadır. İstanbul
Evsizler Evi Derneğinin kurucu grubu olarak
birbirimizi 4-5 yıldır tanıyorduk. Arkadaşlarımızdan
Filiz Işıker iki yıl önce İstanbul Şehir Üniversitesinde
'Evsizler' üzerine yüksek lisans yapmaya başladı.
Kendisi arkadaş grubumuzda bu konuyu gündeme
taşıdı. Diğer yandan, kışın soğuk havalarda özellikle
İstanbul'da ölen insanlar ve devlet kurumlarının
sadece -4 derece hava sıcaklığında evsizleri spor
salonlarına toplaması vicdanımıza sığan bir şey
değildi. Bu da bizi böyle bir dernek kurmaya
yöneltti. Dernek yönetim kurulunda yedi kişiyiz.
Tabi ki bağışçılarımızın sayısı çok daha çok.
(34)
evdir. Evimizde şartlar son derece standart ve
yeterlidir. Evimiz 100 metrekare bir bina katında
kiralık olarak bulunuyor. İki öğün yemek belediyeler
tarafından sağlanacak. Duş-wc imkanı mevcut.
Isıtması elektrikle sağlanmaktadır. Mümkün
mertebe muhtaç insanlara kucak açacağız. Öncelikli
olarak bağımlılık yapan maddeleri kullanmayan
insanlara öncelik vermeye çalışacağız. Bir insan
düşünün: Ailesinden bir şekilde ayrılmış ve işinde
iflas etmiş. İşte evsizler evi, bu insanın hayata tekrar
tutunabilmesi için ona bir yıllık fırsat sağlayıp bütün
standart giderlerinin karşılanacağı bir mekândır.
Evsizler evi, belediyenin uygulamalarından farklı
olarak 365 gün boyunca açık olacaktır. Evsizler
Evinde yıllık barınma ihtiyacı, günlük iki öğün yemek
ihtiyacı, kıyafet ihtiyaçları karşılanacaktır.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Bu çalışmanızın İstanbul'daki evsizler için yeterli
Biz bu anlamda güzel bir adım attığımızı
olmayacağı açık, peki başka evler de açılacak mı?
düşünüyorum. Eğer Türkiye'deki insanlar tek
başlarına bir çalışma içine giriyorsalar, onlardan rica
Evsizler evi açmak tamamen sorumluluk alacak
ediyoruz, 3-5 arkadaşlarıyla organize bir çalışmada
insanlar ve nakit akışının düzenli yapılmasına
bulunsunlar.
bağlıdır. Böyle bir çalışma yaparak insanları bu
konuda daha organize davranmaları hususunda
Sizin dışınızda bu çalışmayı yapanlar da var, onlarla
cesaretlendirmek istiyoruz. Çünkü zaten birileri
irtibat halinde misiniz?
ufak tefek yerel şeyler yapıyor. Bu çabalar bir parça
organize edilirse verimli sonuçlar alınıp daha fazla
Şefkat-Der, bu meseleyle uzun zamandır ilgilenen
insanın ihtiyacı karşılanabilir.
bir dernek. Hayrettin Bulan Bey'i yaklaşık olarak bir
yıldır tanıyor ve ona muhabbet besliyoruz. Kendisi
derneğimizin kuruluş aşamasında tecrübelerini
bizimle paylaştı ve işimizi ciddi anlamda
kolaylaştırdı. Kendisine teşekkür ediyoruz ve sürekli
irtibat halinde bulunuyoruz.
***
Evsizler Evi için iletişim bilgileri:
evsizlerevi.org
[email protected]
twitter.com/evsizlerevi
facebook.com/istanbulevsizlerevi
Bu işe giriştiğinizde ne gibi olumsuzluklarla
karşılaştınız?
Kiralık ev bulmak gerçekten zor. Genelde müstakil
ev bulmaya çalıştık. Fakat bu durumda kiraların
yüksekliğiyle yüzleşmek zorunda kaldık. Kalan
kısmına, özellikle kıyafet ve eşya yardımı,
çevrenizdeki insanlar yardımcı oluyor.
Sizin dışınızdaki insanlar bu konuda ne yapabilirler?
İnsan, tek başına yaşaması mümkün olmayan,
organize olarak yaşaması gereken bir varlıktır. Bu
anlamda, evsizler konusunda da organize olunmalı.
(35)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
ütopya için öneriler
enes malikoğlu
I. İmbroz için
Ve kaçarken yerliler
Gereği düşünüldü.
Zarif suçlar işlemiştin
Her acıya bir muadil getirttin
Oracıkta kurdun obanızı
Çulu çaputu serip kurumamış kanın ve tozun üstüne
Öyleyse
Kurarken kentlerini
yanına al
bolca şek bolca şüphe
Kolhoz ve de toprak…
Adları kaldı yalnız: hun!
Kalanlara üzülmediler desem
Gittiler artlarını alarak önlerine: hun!
Acıya illa ölüm katışmaz
Kaçmak acının en korkunç hali: hun!
Dört tilmiz bir mektepte:
Yorgo- belki de ilkinin ismi
Nikolos- belki de ikincisi
Stelyo- olabilir üçüncüsü
Sonuncusu kız: Helena olması muhtemel.
Milliyetçil yerlerimi aldırdım
Sizin olan ne varsa öperek alnıma (1)
öperek alnıma (2)
öperek alnıma (3) koyup teslim ediyorum.
Al ve kabul et! Hun!
(36)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
bir cayma vaktinde söylenen şiir
turgay demir
-sayabilir miyim sokağın karanlığını,
kaç tane eder gölgemden?1.
Sızılarından sevdirir kendini su,
Seninse çağlayandır ya sesin
Yaşatan ve öldüren hep aynı hicaz
Bu fasıl başka fasıl, yüzün hüznümün şirazesidir.
2.
Bak!
yine yüz küsürüncü kez serseri, mayın ve buğdaysın aynı toprakta
dünya durmadan diriliyorsa baharın ırmaklar gibi
buluttan şelaleden
falandan filandan görünmüyorsan
yaşarsan sonra yine gel,
teselliymişçesine sevinelim göğün bir yere gitmeyişine
gözlerimden okursan güneşin hikayesini, tamam artık.
3.
hatırlamışken,
gözlerime destanlar saçılsın
anneyi hatırlatır türküler saçılsın yüzüme benim
vedalara kurulmuş bütün saat kuleleri ve meydanlar
ulusal kanal alt yazıları dahil.
4.
bir gün vardın sen
ben sana koşamıyordum
bilmem kaç milyon defa küçültülmüş şehirler de vardı
ben sana…
şehirler sarmıştı etrafımı sonra.
bir gün vardın sen
üstelik dünya, zulmüyle meşhur
İstanbul bile
güzel macera.
(37)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
bütün yatları yatırcaz
uğur demirkıran
günün yarısı gereksiz şeyleri düşünerek kalan yarısı
bitmiş yoksa soralım mı hocam neden bu kadar
da bu gereksiz şeyleri konuşarak bitiyor topluma
depresifsiniz diye? dövebilirler mi bizi? sormadık..
sıkışmış birisi olarak insanın uzun süreli olarak
saat 02:07 İsa'nın doğumundan 2014 yıl sonra bir
susması gerektiğini savunuyorum lakin gelin görün
de onun öncesinden ve sonrasından sonra..
ki dostlarım insanlar yoğun bir gevezelikle
s o n u ç t a g ü n l e r d e n ç a rş a m b a h o c a m . .
yaşamaya devam ediyor.. bence anneler
unutmuyoruz.. bazen küfür iyi oluyor takma
çocuklarıyla çocuklar da anneleriyle konuşmalı,
kafana..
gerisi boş.. insan susmalıdır, bana inanmıyorsan
ona sor, hadi sor
sevecektik ve mutlu olacaktık her şey çok basitti
aslında diyecek pek de bir şey bulamıyorum
konuşmak yakışıyor bazı insanlara, bunu inkâr
açıkçası o kadar sorun bu kadar sessizlik saçma
edecek değilim ama siz de bana bunların siyasete
geliyor susuyorum sürekli olgunluktan şikayetçi
bulanmış kişiler olduğunu söylemeyin lütfen bunu
insanlar görüyorum ''olgun değil ya, olgun
savunmayın politikacılar susması gerekenlerin ilk
düşünemiyor, birazcık olsun olgunluk'' eh ama
sırasında yer alır bir şarkı dinliyorum çok güzel
sıktınız ya.. kusursuz kadınlar kusursuz erkekler
kimin söylediği ya da nerede söylediği ve ne
hepsinin canı cehenneme.. 6 ay 15 gün 21 saattir
anlattığı konusunda bir fikrim yok ama konuşmak
saçlarımı kestirmedim.. kendimi 24 saatlik
yakışıyor bu insana ben bunu sevdim
ömrünün ilk yarım saatinde intihar etmiş kelebek
gibi hissediyorum.. saat olmuş gece 04:00 falan
ve hala aynı şarkı çalıyor gecede
b e n i m d ü ş ü n d ü k l e r i m e b a k ke n d i m e
biri birine yangın oluyor diğeri ona rüzgar
katlanamıyorum.. başımı soğuk suya sokuyorum
tozlu raflara yaslanmış gibi hissediyorum kendimi
bekliyorum öyle hava sıcak olmasına rağmen
şarkı bitiyor üstümden silkeliyorum hüznü
soğuk suyu sevmiyorum soğuk su belki de sadece
olan oluyor anlıcan
içilmek içindir denizlere büyük ısıtıcılar atılsın biz
sevmiyoruz soğuk suyu modern dünya böyle bir
insan garip akılsız bir varlık hocam (sen üstüne
şeye fırsat veriyor değil mi soğuk sevenleri
alınma) bazen bir hatıra beliriyor gözünde aynı şeyi
umursama.. kafamı kaldırıyorum bir şaşkınlık..
tekrar görüyorsun bitmiyor bir daha görüyorsun..
nefes almak güzel bir şey tatlı bir his.. saçlarımı
tanrı insana hatıraları ve istemediği şeylerle başa
savurup tekrar soğuk suya daldırıyorum kafamı..
çıkabilsin diye iki şeyi daha armağan etmiş: zaman
ne kadar düşünürsem insanlık o kadar kurtulacak..
ve unutmak.. insan güzelleri eziyor hocam bu
çok düşünmeye çalışıyorum ve sonuç olarak hiç bir
yüzden papatyaların üstünden yürüyüp
şey düşünemiyorum.. toparlanmam lazım böyle
yapraklarını yoluyoruz.. sürekli mutsuz takılanlar
olmaz bu işler saçlarımdaki suya dokunmadan
var hocam sürekli dünya başıma yıkıldı havası var
bekliyorum halıya dökülüyor damlalar annem
insanlarda sorunları ne? bir filmde gördükleri
burada olsa kızardı zaten annem olmadığı için
karakterin sevgilileri olmayışı mı ya da
böyle bir şey yapıyorum.. daha önce Pascal acaba
sevgilisinden ayrılmış olması mı kredi kartı limiti mi
kafasını soğuk suya soktu muydu?
(38)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
ruh ve saçlarımdan düşen damlalar ne garip
kendimi Süleymaniye Camisi'nde Nike ayakkabıya
şeyler.. ruh görünmüyor konuşulmuyor ama
secde ederken buldum.
saçlarımın uzun olması benim efendi ya da serseri
(hakkındır gül)
olduğumu ortaya koyuyor.. saç saygıyı peşinde mi
sürüklüyor? saclarımın ucuna saygı çiçekleri
konu başlığı: çekirdek istiyorum mümkünse tuzlu
bağlıyorum.. bir düğünde gelinin annesine veririm
olsun.. bana öyle bakma çocuk şiir falan okumam
belki.. kafamı kuruluyorum acaba Dostoyevski de
ben bu bünyenin bu beynin sana kazandıracağı pek
saçlarını böyle kurulayıp sigara yakıyor muydu öyle
bir şey yok.. kaybeden kişiyim ben evet ben oyum
bir şey yapıyorsa kızarım inşallah yapmamıştır..
d ü ş ü n ü y o r u m b i ze y a l a n s ö y l e y e n l e r i
yapmamış olsun ki bu yazının yazılar içinde bir yeri
düşünüyorum gitmeyecek olanları düşünüyorum
olsun..
gidenleri düşünüyorum.. neler yapıyorum acaba
evet çocuk seni ben öldürdüm.. bana bakma kadın
aşık olmuştum sarhoştum bir elimde adını bile
tecavüzüne ben sebebiyet verdim.. kardeş biraz
merak etmediğim bir kitap diğerinde kısa
ağır konuşmuyor musun? bak ya ülke menfaatini
parlament yürüyordum varoş mahallemizde
baltalıyorsun kes sesini bakayım.. ölmediniz
ceplerimde ufak ufak taşlar vardı bazen çıkarıp
sanırım biraz çabuk ölün ölümünüzü görmek
oynardım insanların görmemesi gerekiyordu ve
unutmamıza sebep olacak
cebimdeki cisimle yaşım uygun olmalıydı bazı
abiler söylemişti.. sarhoştum taşlara ve kalbime
ne olmaz çocuklarmışsınız siz
baktım yerleri cebim değildi ya da sevdiğim kişinin
müslüman mısınız?
kafasına isabet etmeli beni mutlu etmeyecekti bir
iyi iyi alışkınız.
karar verdim: taşları cebime değil kalbime
bak gene birisini kırdım insanları kırıyorum seni de
koydum..
kırdım gece gece kendimi bile kırıyorum bakma
bana öyle
insan ilk gördüğü denize atlamalı kardeşim içinden
geliyorsa.. “aman olur mu öyle şey cebimde para
aa çikolata veriyor bana canım annem kimseye
var telefon var parayı geç telefon var bu telefon kaç
söyleme ben çikolata severim çocuklar duymasın
para biliyor musun sen” dememeli.. insan ilk
ben onlar yerine kendime yeterince küfrediyorum
gördüğü denize rahat hissedecekse atlamalı sonra
zaten kendimi aşağılık hissediyorum sende de
çıkıp “oh be deniz varmış” demeli.. bana çok taş
oluyor mu bu? kaybettim sanırım henüz ne
lazım çünkü çok insan var..
kaybettiğimi bilmiyorum ama sanırım kaybettim..
sana da oluyor mu bazen koşmak istiyor insan
insan bayat çay satan yerlerde “yeter lan bize
koşunca dertlerin geride kalacak sanıyorsun..
içirdiğiniz bayat çaylardan gına geldi bu düzene
olmuyor mu?
son veriyoruz” demelidir insan budur insan ses
çıkarmalıdır insan kötüdür insan iyidir insan
nasıl istersen.
umursamazdır insan yalancıdır insan vardır ve
kıyamete kadar olacaktır (yumruğumu ağzına
evet beyefendi buyrun fişiniz..
yemek ister misin) insan çocuğunu sokağa
yollamalı “git ve dayak ye” demelidir.. daha çok taş
lazım çok fazla konuşan var.. bu ne lan bu ne..
(39)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
neredeydim
ayfer sümer
Kim bilir
Bilinmez bir sokak lambasında yanandım
bu şehrin belki de ben
Sisliydi hava,
Bulanıktı su,
Kirliydi toprak
düş kahveleri
betül taştekin
Biz seninle gece gündüz
Beyazı böldük ikiye.
Sözümüze yazıldık.
Arkasında kaldık bazen
Kalabalık sözlerin...
Bulut çalgısı kendi tellerinden
Duyurdu bana sesini
Kanarken yıllar
Camlar batarken denize
Sahil boyuydu yalnızlık
İleride eylül rüzgârına yüzenler
Biz çok yakındık esmeye.
Çay içerken gördüm seni
Düş kahvelerinde...
(40)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
üç kişilik ölüm marşı
zeki altın
ayağımda geziniyor karınca sürüsü
üç kişilik ölüm marşında toplanınca sagu
yere düşmüş asasını arıyor İsa
mezarda avuçladığım kabir azabıyla
kaç kapısını araladım belki de
inandığım hüzünlü sonbahar yapraklarının
hani geceden serilmişti ya üzerimize
kaderin sırtımızdaki yırtılan örtüsü
oysa sen ne güzel demiştin
ağzında ölüm taşıyan sihirbaz sürüsüne
ifritlerin sözcüleri arasındayken
bir başka kutsallıkla yıkarken saçlarını
unutmuşsun saatin zamana olan yenilgisini
törelerin, ayinlerin ve hüzünlerin
gözlerdeki serinliği kaldı ellerinde.
şimdi nerede tutunduğumuz o ilk asa
merhamet, kurşun sesi
savaşta ezilen kutsal onurumuz
petrol, dolar, altın ve yara...
(41)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Tehdit etmek hala yapılacak bir şey var
demektir. Onları öldürmemin bir anlamı vardı.
Şimdi siz yaptığım şeyin hiç bir önemi
olmadığını söylüyorsunuz. Bu bana kalbimin
kırılmasından çok daha fazla acı veriyor. Neden
beni vurmuyorsunuz.
“The Rover” filminden
(42)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
tan doğan
ö
l
m
e
k
metin demirtaş'a
bir martı süzülecek en mor buluttan en köpüklü maviye
damağına yapışacak bir zerre tuz
ne yüzmek geçecek içinden ne dalmak ve ne çıkmak karaya
birden kucaklayacak yüzyıllar boyu kafaya taktığın
saracak saracak sımsıkı yüreğini usunu
kanaya kanaya kalacaksın kollarında - huzurlu
bağdaş kuracak sol yanağındaki gamzene bir gülücük
ne dağılacak saçların ne de gözlerin kapanacak
hani o hep titreyen ürkek ellerin var ya
yitik tenime tırnak tırnak geçecek:
ağlayacaksın
böyledir köz
ölümden beter
ve o yorgun bedenin o kuşun son tüyünde
o yorgun ruhunla harmanlanacak
son soluğunu kaptırmamak için bir akbabaya
kızılına gizleneceksin - ölümüne
işte son liman son sandal tek kürek
korkacak korkacak korkacaksın
ve bir eylül sabahı bir yaprak serüvenince
bir başka yerde bir başka zaman
-er ya da geçuyuyacaksın
böyledir ürperti böyledir
sen de anlayacaksın
(43)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
kayıp damlalar
ismail denizhan
“Her şeyin uğruna hareket ettiği bir hikâye vardır.
İnsanlar, melekler, kuşlar, küçük karıncalar… Size
anlatacağım hikâye yeryüzünün en ezeli ve en
uzun masalı.”
yok etmeyi. Ne zaman onları yok etmek istese
sular yükseliyor, damla olarak tekrar dünyaya
düşüyormuş. Çünkü suyla tanışan dünya
damlaları seviyor, gitmelerine izin vermiyormuş…
Bu cümleleri ve bu cümlelerin buruşuk, kara tenli
sahibi Servan amcayı hiç unutmadım. Kasabaya
okul açılmasından üç veya dört yıl evveldi.
Yaklaşık otuz küsur yıl olmuş Servan amcanın
atının nalı çıkıp bizim köyde misafir olalı.
Dünyanın da sevdiği bu su damlaları ne zaman
yeryüzüne düşse hemen eşlerini ve arkadaşlarını
bulup onlarla birleşiyor, güneşin kendilerini yok
etme isteğinden habersiz bir şekilde yaşamaya
devam ediyormuş. Dünyadaki damlaları yok
edemeyeceğini anlayan güneş de, suyu
parçalamak istemiş. Dünyanın derinliklerindeki
ateşi ve emrindeki rüzgârı kullanarak başlamış
önce… Dağları yükselten güneş, suların
birlikteliğini bozmuş, emrindeki rüzgârla da
kendisine amade çölleri ortaya çıkarmıştı. Ta ki
bütün suların birleşemeyeceğini düşündüğü
zamana kadar…
Servan amca babamla yaşıt gibi gözükürdü.
Başındaki puşi alnına dökülüyordu.
İlk
gördüğümüzde korkmuştuk ondan. Yemek
yemek için sofraya oturduğumuzda onu izlemeye
başladık. Biz çocuklar, onun ağır ağır yemek
yemesini izlemekten, çorbamızı içmeyi
unutmuştuk. Neden bilmiyorum ama o yemekten
sonra içimde hiçbir korku kalmamıştı Servan
amcaya dair…
Beldeye giden ana yol köyün hemen altında
bulunduğundan, yabancı insanlara alışkındık.
Misafirler için o günlerde her zaman yer
bulunurdu. Üç gün süren sonbahar yağmurunda
onu dayımların evi misafir etmişti. Bütün köy
yağmurla güneşin hikâyesini, gaz lambalarının
altında üç gün boyunca dinledi…
“ İnsanların, hayvanların ve meleklerin anılmadığı
zamanlarda güneş hükmedermiş her şeye. Var
olanların cümlesi ona itaat edermiş. Dünyaysa
onun egemenliğinde olan bir çölmüş. Ama başka
gezegenlere su taşıyan bir yıldız dünyaya çarpmış.
Çarpınca bütün su damlaları dünyaya savruldu.
Bu durum tabi ki güneşin hoşuna gitmemişti.
Ardından güneş, yeryüzüne dağılmış su
damlalarını yok etmek ve tekrar her şeyi eski
haline döndürmek için başlamış dünyayı yakmaya.
Fakat bir türü başaramıyormuş dünyadaki suyu
(44)
Sık sık onları ısıtarak yükseltir ve uzak yerlere
bırakırmış güneş. Yeryüzüne inen damlalar hemen
eşlerini, arkadaşlarını arayıp birleşirmiş. Bu
durum binlerce yıl boyunca böyle devam etmiş, ta
ki damlalardan biri kaybolana kadar…
Kaybolan bu damla, Sevi isimli küçük bir damlanın
eşiymiş. Sevi, yine bir yağmur sonu yeryüzüne
düştüğünde eşini aramış, ama etrafında yokmuş.
Başka damlaların yanına gitmiş, sormuş ama hiç
kimse bu damlayı görmemiş. Nehirlere katılıp
dağları geçip, bütün dünyayı gezmesine rağmen
onu, hiçbir yerde bulamamış. Koca dünya da yalnız
kalan bir tek oymuş.
Güneş bir gün onu tekrar yükselttiğinde bir taşın
üzerine düşmüş. Düştüğü taşın hemen yanında
küçük bir su birikintisi görmüş. Kendini küçük su
birikintisinin içine bırakmaya hazırlanırken suyun
üzerinde bir şey fark etmiş. Kocaman pürüzsüz bir
su damlası adeta dans ediyormuş suyun üstünde.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
Başını havaya kaldırdığında, bunun suyun üzerine
yansıması vuran ay olduğunu görür görmez aya
çarpılmış. Ay'ın, kaybettiği eşinin de içinde olduğu
kocaman bir damla olduğunu düşünmüş. Tüm
gücüyle ona ulaşmaya çalışmış ama yapamamış.
Hemen arkadaşların yanına gidip durumu onlara
anlatıp ayı göstermiş onlara. Ay'ı gören her su
damlası tutulmuş onun parıltılı çehresine. Bütün
su damlaları can atıyormuş, ona dokunmak için…
birbirlerini bulmaya başlamışlar. Sürgün edilen bu
damlalar Sevi'nin liderliğinde çölün içerisinde
birleşmişler. Dışarı çıkarlarsa ne yapacaklarını
düşünmüşler. Yüzyıllarca içerde konuşmuşlar.
Sayıları yılar geçtikçe sürekli artmış içerde. Ama
bir türlü hapsedildikleri topraktan dışarı
çıkamıyorlarmış. Ta ki bir gün çölde annesiyle
yalnız kalan bir bebek topuğunu toprağa vurana
kadar…
Aya ulaşmanın yolunu düşünmeye başlamışlar.
Sevi: “güneş” demiş; “Güneş onu bizden
koparıyor. Güneş ne zaman gelse o kayboluyor.”
Sevi'ye hak veren bir avuç damla Ay'ı
kendilerinden kopartan güneşi yok etmek için ant
içmişler…
Toprakta bir gedik açılmış ve bu su damlaları koca
bir çağlayan olarak dışarı fışkırmışlar. Güneşin en
büyük hâkimiyetinden biri olan çölü böylece sular
ele geçirmiş. Fakat o günden sonra bir avuç asi
damlayı bir daha hiç kimse görmemiş.
Bu bir avuç damla ne zaman yağmur olup yere
düşse hemen etrafındaki damlalara durumu
anlatmaya başlamış, “Güneşin suları ayırdığını,
parçaladığını ve yok etmek istediğini” Bazıları
gülmüş bu asi su damlalarına, “Biz ne yapabiliriz ki
koca güneşe karşı” diye. Birçoğu da korkmuş
güneşi yok etme yeminini duyunca: “Onu
kızdırırsak hepimizi yakar” demiş ve kaçmışlar.
Ama Ay'ı hangi su damlasına göstermişlerse hepsi
hayran kalmış bu eşsiz güzelliğe…
Derken güneş, bu bir avuç asinin planlarından
haberdar olmuş. Bu asi damlaları büyük bir çölün
içine hapsetmiş. Asileri tanıyan diğer damlalar,
onları aramaya koyulmuş ve bu yolculukta
arkadaşlarının anlattıklarını düşünmüşler. Gece
karanlığı her çöktüğünde Ay'a bakıp onların orada
olduğunu düşünmüşler. Ay'a her baktıklarında da
daha fazla seviyorlarmış onu…
Sürekli Ay'ı izlemek isteyen damlalara güneş izin
vermiyor, geldiği gibi suları dağıtıyormuş çok
uzaklara. Bir avuç damlanın Ay'a olan aşkı önce
nehirleri, sonra denizleri ve okyanusları kuşatmış.
Güneş iyice öfkelenmeye başlamış. Emrindeki
rüzgârla Ay'a âşık olan kim varsa çöllerin içine
gömmeye kalkmış. Çöllere sürgün edilen damlalar
Asi damlalarına ulaşabilmek için yeryüzünün tüm
suları güneşle savaşmaya başlamış. Güneş tüm
gücüyle yeryüzünü ısıtıyor onları havalandırıyor
yere çarpıyormuş. Sularsa havadayken şimşekler
çakıp, dünyadaki dağları yıkmaya çalışıyor, Sel
olup kendilerine çekilmiş setleri devirmek için
hücum ediyormuş. Ve sonunda Ayı dünyaya
çekmeyi başarmışlar. Ay onlara yaklaşınca dev
okyanuslar hep beraber kendilerini ona
itiyorlarmış. Yeryüzünün bütün damlaları bir gün
aya dokunacaklarına inanmış ve yemin etmiş. İşte
bu güne kadar bu savaş böyle devam etmiş. Ama
hala o bir avuç su damlasından haber alınmamış.”
Her yağmur yağdığında Servan amcanın bu
hikâyesi gelirdi aklıma. Otuz küsur yıldır Servan
amcayı ve kayıp yağmur damlalarını düşündüm.
Servan amca o damlaları bulmak için düşmüştü
yola. Ona, bunun sadece bir masal olduğunu
söylediklerinde. “En başta dedim ya Herkesin
uğruna yürüdüğü, yaşadığı, savaştığı ve öldüğü bir
hikâye vardır” demişti.
Bugün haberleri izlediğimde öylece kalakaldım.
Televizyondaki kadın “Ay'da su bulundu” diye
seviniyordu. Servan amcaysa ölmüştü, bunu
bilmiyordu…
(45)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
zülfü yâre dokundur
cengiz zorbey
yeni şafak gazetesi'nin internet sitesindeki bir
karikatür muhafazakar bir ailenin din algısını
konu ediniyor. yeni doğan çocukları için ne kadar
akîka kurban edeceklerinde tereddüt eden genç
evliler soluğu imamın yanında alıyor. hocanın
odasından ayrılan müsteftî gencimiz hocanın
zahiri ilmine bir "maşeallah" çekiyor. ne güzel,
bilmediğini bir bilene soruyor! karikatürün ikinci
faslında aynı romantik çiftimiz çayları eşliğinde
okudukları bir kitapta geçen hadis hakkında
konuşuyor. er kişi hadisin manasından biraz
kuşkulanıyor olmalı ki hadis'in “biraz garip gibi”
olduğunu söylüyor hatun kişiye. o da bir "hımm"
çekerek yakışıklı prensini tasdik ediyor. soluğu
yine hocaefendi'nin yanında alıyorlar tabi.
(çaylar muhtemelen soğuyor bu arada) hocamız
ise cevaben hadisin zayıf olduğunu ve dolayısıyla
hadise temkinli yaklaşmaları gerektiğini salık
veriyor. (salık olmadı ama neyse. gereksinim'den
iyidir. ) hoca ikinci kez "maşeallah"a gark oluyor.
varan 3'te ise romantik çiftimiz hayallerindeki
evin ilanını görüyorlar. kredi için hoop tekrar
hocanın yanındalar. “olmaz” diyor hocamız, “bu
faizdir, geri durasız!” çiftimiz ise hocaya
güvenmediklerini ve bu soruyu bir başkasına
daha sormaları gerektiğini söylüyorlar.
aslında karikatürün yaratıcı bir mesaj verdiği
filan yok. pragmatist mütedeyyin müslümana
giydiriyor sadece. herkesin bildiği sıradan şeyler
yani. hiç anlamam ama çizimler filan da hak
getire hani. hoca hocaya benzemiyor bir defa.
menopoza girmiş hemşire sanırsın. kaldı ki
hocaya gitmek diye bir şey mi kaldı kardeşim,
googlemak diye fiil bile türemişken. olmadı
ararsın; sorarsın. olmadı, mail atarsın. (ama chat
yapma) ayrıca hocaya soru sorarken kilisevari
(46)
masalara karşılıklı oturmak da ne oluyor? cık
beğenmedim arkadaş! neyse konu bu değil.
konu, faiz müessesesini dolaylı yoldan eleştiren
bu karikatürün faiz müessesesinin reklamlarına
yer veren bir gazetede yayınlanması da değil.
hakeza hocayı tebrik sadedinde maşallah çeken
figüranların bu duygularını “maşeallah” diyerek
dile getirmeleri de değil. aslında konu bu
olabilirdi, zira sanatçımız burada bildiğin çam
devirmiştir. “neden?”i şu ki "maşeallah" diye bir
fiil-fail cümlesi yok. yani 'mâşe' diye bir fiil yok.
en azından dağarcık'ta yok. lisânu'l-arap'ta var
mı dersin? Bilmem bir bakıver sen.
neyse buraya da takılmayalım şimdi. zira bu furûi
bir mesele bir yerde. asıl mesele şu: bu üç
seanslık karikatürün hadisle alakalı olan ikinci
bölümünde hadis'in anlamından şüphelenen
hazret, hadis'in sübütünun sıhhatine dair olan
endişelerini izhar ederken hadisin “biraz garip”
olabileceğini söylüyor. belli ki karikatüristin
hadis literatürüne dair behresi yok! çünkü bir
defa “garip hadis” zayıf hadis demek değildir.
sonra 'biraz garip' ne demektir yahu! internetten
okuduğun bir habere yorum mu yapıyorsun. ne
demek 'biraz garip'. garip olan kendinsin de
haberin yok artiz!neyse uzatmayalım hadi. ve
"gul garîbun mâ revâ râvin fekat” diyelim,
geçelim. öte yandan bir hadisin sözlük anlamını
garip bularak sıhhatinden şüphe izhar etmek ise
modernist bir kafanın ürünüdür. sanatçı
kardeşimin yerinde olsam bunun yerine genç
çifleri el ele tutuştururdum! sahi diyorum bak,
öyle yapardım. hem tanımadığım yolda yürümek
zorunda kalmaz hem de zorlama bir genç
muhafazakar tipleme ortaya koymazdım.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
tamam, hazret, “ben garip'i terim anlamıyla
değil, sözlük anlamıyla kullandıydım” diyebilir.
hayır diyemez! ayrıca ne var bunda kardeşim,
sanatçı adamın hadis usulü bilmesi mi gerekir?”
de deme! saçmalama yani! tabi ki bilmesi lazım!
konu da bu ya zaten. şimdi asıl söyleyeceğimiz
şeye gelelim ve evvela eserden müessire
çevirelim kadrajı: sanatçıya. şunu teslim
etmeliyiz ki dini kaygıları olan bir kimsenin güzel
sanatlarla iştigal etmesi ne de güzeldir. kaldı ki
mütedeyyin, muhafazakar insanların bu ilgisi
günden güne artmakta. bunu takdir ediyoruz.
iktisadın önündeki istanbul duvarı kalktı nasıl
olsa. sanat ve kültürün önündeki ankara duvarı
da yıkılıyor yavaş yavaş. kemalist kardeşler halay
da biraz yer açacaksınız nâçâr. muhafazakar
insanların sanata gebelik dönemindeyiz zahir.
günahsız bir gebelik dönemi bu. (işte bak
ayşa'bla, iyi'ye iyi diyoruz, güzel'e de güzel iyi
mi!) "neden mütedeyyin insanlar kültür-sanatta
nal topluyorlar"mış. ulan nedeni mi var, adamı
kasabasına, şehrine hapsettin bu güne değin.
sonra kalkmış bize maval okuyorsun. hele dur.
dahası var. sinemada, sanatta, belki biraz
felsefede kıpırdanmalar başladı. yok yok
felsefede başlamadı, şaka. mimaride de öyle.
kubbeyi diyorum bilge mimar, yerden alacağız
almasına da ah şu toki aklı olmasa. (bu hızla
gidersek yeni bir fiil armağan edeceğiz arkadan
gelenlere: tokilemek: “insan kokmayan şehir
inşa etmek” v.s. manasına. beğenmediysen sen
uydur bir tane. ama uydur.)
bu madalyonun bir yüzü. diğer yüzüne gelince.
muhafazakar dünyadaki bu 'ayaklanma' çarpık
bir beden ortaya çıkartacak gibi. muhafazakar bir
entelektüeli dinden ayrı düşünebilmen mümkün
müdür sen söyle. hayır değildir. ameli
boyutundan olmasa da teorik boyuttsn ayrı
düşünemezsin. ve tabi ki medeniyetten de.
(bedri bey kızmasınlar efendim, dinin yerine inşa
ediyor değiliz medeniyeti!) medeniyet dediğin
zaman ise bir ilim anlayışından ve bu ilmin
hikmetle beraber ete kemiğe bürünmesinden
(gelenek) bahsetmek durumundayız. (bir de
gelenekselcilik vardı değil mi. yahu neden hala
kimse muhkem bir reddiye yazmaz ha bu
gelenekselciliğe anlamış değilim. muhkem bir
reddiye dedik, mugalata değil. du bakalım.) şu
halde bir kimse ağzını yaya yaya medeniyet veya
muadili kelime-kavramları kullanıyorsa bu
medeniyetin kodlarına, medeniyeti medeniyet
yapan tecrübelere bî-gâne kalmamalıdır.
kalamaz. bu şu demektir: kendini muhafazakar
bir aidiyyet üzerinden tanımlıyorsan hatta bırak
muhafazakarı bu coğrafyada entelektüel
vadiden hissedar olduğunu söylüyorsan şayet
mesleğin ne olursa olsun (velev ki karikatürist ol)
bir kavramlar silsilesinden haberdar olmak
durumundasın. hayır durumunda değil,
zorundasın. aristo'dan bu yana ilimleri tasnif
etme adeti var bilirsin. bunu yaparken ilimlerin
kronolojik listesini vermek değil adamın derdi.
her ne kadar bu bir tasnif olsa da bir yönüyle
tertip de var yani. İşte bak mar'aşî ne diyor:
tertîbu'-ulûm. (demek ki sadece şair çıkmıyor
maraş'tan) ilimlerin de bir tertibi vardır ve bir
hiyerarşisi kısacası kardeş. (“sümme” diyorum
“yüfîdu't-tertîb” ) daha açık söyleyeyim dur.
şimdi sen medeniyet havariliği yapacaksın ya,
ku d e m â d a n ve ka d i m e s e r l e r i m i zd e n
bahsedeceksin ya hani. yapma diyorum işte.
önce otur tilmiz ol, pantolonun ütüsünü boz hele
bir. yahu bu ne iştir arkadaşım, adamın oğlu üç
tane mütekellimin ismini yanlışsız
söyleyemezken, üç tane kelam kitabını say desen
kafayı kuma gömecekken ehl-i sünnet müdafii
vasfıyla şia'ya giydiriyor. bırak şia'yı ve
argümanlarını tanımayı doğru düzgün maturidîeşarî bir kelam kitabı bile okumadan senin
neyine ehl-i sünnet'i müdafaa ve senin neyine
şia'ya reddiye! ne kelamı akide bile okumadan
akide. zemelkâni kalkıp tokatlasa seni haksız mı
şimdi yani.
(47)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
tabi bu bireysel çıkışların yeşerten ortamlar var
ki asıl onlardan bahsetmek lazım. son
zamanlarda edebiyat merkezli üsler oluştu.
haydi hoşlandığın tarzla söyleyelim: mahfiller.
sosyal medyada aforizma kulesinden vecizeler
yumurtlayarak aklı sıra takipçilerinin aklını alan
kerameti kendinden menkul üç-beş müteşairin
başını çektiği bu tür gruplara dahil olan
muhafazakar gençler bir süre sonra havari
moduna girmeye başlamadalar. ne yapıyor peki
bu hizipler ve bu hiziplerin yancıları kızlar,
oğlanlar. sanat adına, felsefe adına, usul adına,
furû adına ne yapıyorlar bu medeniyet
muştucuları. herif eline almış gazali'nin bilmem
hangi tercüme eserini etrafındaki sözde
üdebâya ahkam kesiyor. yahu gazali kalksa
yüzüne tükürecek şaşkın herif! evvela sen hele
bir anlamaya çalış bakalım bu adam ne diyor
diye. ne usul bilirsin, ne hadis bilirsin, ne fıkıh
bilirsin, ne kelam bilirsin ne mantık bilirsin ne
münazara, ne de felsefe! bu ne cürettir, bu ne
had bilmezliktir. namazda imameti sahih
olmayacak herifler önder olmuşlar iyi mi. biraz
gündemi takip ederek ve biraz da artistlik laflar
twitleyerek kalkmış üç beş tane masum dimağ
üzerinden kendini pazarlamak mı oldu riyaset.
bekri mustafa, ruhuna rahmet! bir başkası ise
sarılmış yedi güzel adama adeta puttan helva
yapmada. fetişizm siyasette mi var sanıyordun
sadece. sana ustad olma demiyorum, üstad yine
ol. ama evvela oku, anla, fehmet.. özetle; bakışı,
anlayışı, kavrayışı estetize etmek bir yana
körelten bu tür hizipler kanaatimce muhafazakar
genç kuşağın önündeki en büyük engeldir. nefse
bir parça hoşluk veren bu tür ortamlar sâlikinin
h ey b e s i n e h i k m e t ye r i n e at göz l ü ğ ü
k o y m a k t a d ı r l a r. s ı ğ l ı k v e c e h a l e t
pompalamaktadırlar. hey güzelim, sana
diyorum, zihnin iğdiş ediliyor farkında değilsin!
tabi enseyi de karartmanın bir anlamı yok. iyi
şiirler de çıkmıyor değil, tıpkı iyi şairler gibi.
çıkıyor çıkmasına ama bir molla kasım gelip de
karşılıksız bir iyilik yapmasa değil mi! bak gitti
(48)
tüm elindeki putların. mahfil düşmanı değiliz
kardeşim. nigar hanım'a hürmet eder, İbnu'lemin'in elini öperim. tamam sustum. kameraya
bakıyor ve mutlu oluyoruz. ne de olsa at
pazarında yakışıklı kızlarımız ve güzel
erkeklerimiz müdakkik nazarlarla ilim tahsil
etmedeler. haklıydın sen sevgilim, bir başkadır
şam'da aşk..
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
yasemin
selman emre
Soğuk bir Akşehir gecesi. Hava kararmış.
Vatandaş evinde dizi nöbeti tutuyor.
İstanbul'dan yeni gelmişim. Benimki ufak bir
kaçamak. Başı var sonu yok. Rutin bir yalnızlık
heyulası içimde büyüyor. Standart yalnızlıkları
bilirsiniz. Düz bir çizgi gibidir. Ben de aynı
durumdayım.
Hikaye yazmak geçiyor aklımdan. Şöyle dünyayı
sallayacak bir senaryosu olsun. Yer yerinden
oynasın falan. “Kendine gel Selo” diyorum, boş
hayaller kumkuması olmak sana yakışmıyor.
Kanallar arasında zap yapma fikri fena değil.
Kumandayı alıyor ve dünyayla tüm bağlarımı
koparmak istiyorum. Aslına bakarsanız
televizyon müptelası bir insan değilimdir. Ayda
yılda bir Kurtlar Vadisi denk gelirse izlerim. Ha bi
de Avrupa Kupası maçlarının maksimum otuz
dakikası. Hepsi bu kadar.
Haber bültenlerinden odaya sızan karamsar
havayı bir anons darmadağın ediyor. Duruyor ve
dikkat kesiliyorum. “Yasemin” diyor sunucu.
Yasemin mi? Evet Yasemin… Hayatımda bir
Yasemin tanıdım. O vakit ilkokulda öğrenciydim.
Doksanların başı olsa gerek. Aynı sırada
otururduk. Uzun ve ipek gibi saçları vardı. Nasıl
başarırdım bilmem, derslerde sessizce saç
tellerine dokunurdum. Hissetmezdi ya da bana
numara çekerdi.
Biliyorum şu an Yasemin'in akıbetini merak
ediyorsunuz. Nerededir ne yapar gerçekten
hiçbir bilgim yok. Lisede kendisiyle bir kez daha
aynı sınıfa düşmüştük. Okulun kuytu bir
köşesinde, öğle arası erkek arkadaşlarımdan
b i r i y l e s e v i ş i r ke n g ö r d ü m o n u . P e k
önemsemedim tabi. İlkokulda saç tellerine
dokunmak haricinde hiçbir duygusal bağımız
olmadı çünkü. Aslında bu vakayı duygu
kategorisine sokmak belki de aşka hakarettir.
Aşka hakaret edilmez değil mi? Bana sorarsanız
aşk hakareti değil ihaneti hakediyor. Bir
dostumun dediği gibi, sonuçta her aşk
tamamlanmış aşktır.
Ha ne diyordum? Yasemin evet… Sunucu
Yasemin dedi. Sonra Tunus dedi, sonra
Muhammed Bouazizi dedi, devrim dedi, isyan
dedi, ateş dedi.
Zeynel Abidin Bin Ali denen kırk yıllık diktatör
İzmir marşı eşliğinde Suudi Arabistan'a kaçarken
arkasından öylece bakıyordum. Bir tufan
geliyordu. Hissediyordum. Hiç kimsenin
beklemediği bir anda ilahi bir el barajın
kapaklarını var gücüyle açmıştı. Artık geriye
dönüş yoktu. Hissediyordum ve o ilahi ele
tutunmak istedim bir an. Zaman durdu. Tunus'ta
Yasemin çiçekleri açıyordu. Gülümsüyordum.
Aklıma Kudüs geliyordu, Gazze geliyordu, ne
yalan söyleyeyim bir de Golan geliyordu. Aradan
birkaç ay geçmişti ki, Mısır'da yeni çiçekler açtı.
Sonra Bingazi tüm devrimci duygularıyla beni
selamladı. O ele tutunmuştum, kalp atışlarım
hızlanıyordu. Çıkardığım derginin kapağına
“Unutma, Allah'ın da bir planı var” yazma
bahtiyarlığına erişirken dilime Suriye dolandı.
Ufak bir kâğıda “Bekle bizi Golan beklemediğin
her yerde” yazdım ve uçak yapıp uzay boşluğuna
fırlattım.
Bu cep hikâyesini 4 yıl sonra yine bir Akşehir
yolunda yazıyorum. Tarih 3 Ekim 2014. Golan'da
muhalifler neredeyse tamamen hâkimiyet
kurmuş. Peki, ben bunu niye yazdım? Maksat
yeşillik olsun. Koyu yeşil.
(49)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
bozukluk
muhammet efe
sıkma canını takma kafana
ay yükseliyor borsa düşüşte
sabahın ilk çocuğu
altın fırladı bozmasaydık keşke
idris selici
koltuğunun altında rübab-ı şikeste
o kadar şanslı ki piç her attığı düşeş be
Ne de güzelsin.
sigara sekiz lira, zıbanadan çıktı artık
İsmin çocuk olmalı…
kestane yine ateşte, yarık
Ellerinde bir incirkuşu
buralardan geçti mi biri, arık
Kanadı onarılmalı.
kavruk, kıvrak ve kıvırcık
Sevinçle koşuyorsun.
tepesinde, belki, yeşil bir sarık
Bakışıyorlar ardından-
sapanlaşan ayrımın sağında
Sokağın seyrek kanatlıları.
kemikleşen et
Zülfün ne de güzel
gibi durmakta
Serpiliyor ardından
sağlamlamakta ama hasta
Yıldızlar dağılıyor
zarlar dönmekte
Gece onarılıyor olmalı.
düşeş be, her attığı piç o kadar şanslı ki
Sabah'ın ilk toprak kokusu
rübab-ı şikeste altın da, koltuğu
Süratle gelen o su,
keşke bozmasaydık fırladı, altın
Yağmur seni bulmuş olmalı.
düşüşte borsa yükseliyor, ay
takma canını sıkma kafana
(50)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
muhammed ali üzen
(51)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
kırmızı
gül tanrıverdi
B u g ü n ke y i fs i z g ü n ü m d e y i m ç a l ı ş m a k
istemiyorum. Masamda bir yığın iş var onlar bana,
ben onlara bakıyorum. Elim kolum kırılmış gibi,
eve gidip dinlenmek istiyorum. İzin almayı
düşünüyorum fakat şimdiye kadar izin
kullanmadım. Şefim aksi bir kadın, kolayına izin
vermez. Bu yüzden cesaretim kırılıyor. Başım
önümde çalışır gibi yapıyorum. Ama yok,
çalışamıyorum içimde garip bir huzursuzluk var
çıkıp gitmek istiyorum. Bütün cesaretimi toplayıp
izin almak için, Şahika hanımın odasına
gidiyorum. Kapıyı çalıp giriyorum kahvesini
yudumluyor. Bana bakıp sert bir şekilde ne
istediğimi soruyor. Zor belâ birkaç kelimeyle izin
istiyorum. Önce uzun uzun bakıyor yüzüme sonra
“tamam izinlisin” diyor.
Neyse ki benden önce biri yetişmedi. Otobüsün
hareket etmesiyle koltuğa savruluyorum.
Yanımdaki kadının omuzuna çarpıyorum. Özür
dileyerek gülümsüyorum, kadın da, “olur böyle
şeyler” deyip gülümsüyor. Etrafıma şöyle bir
bakınıyorum ayakta birçok insan var ama
içlerinden biri gözüme takılıyor. Karşımda ayakta
duran kırmızı mantolu kadın, sarı saçları
mantosunun omuzlarına dökülmüş. Gözlerim ona
takılı kalıyor ama kadının haberi yok dışarıya
bakıyor. Baktıkça kırmızı beni içine çekiyor.
Hayatımda hiç kırmızı bir şey kullanmadım. Oysa
karşımda duran bu kadına, ona ait bir renkmiş gibi
yakışmış. Gözlerim, kırmızıya dalıyor yok dalmıyor
sanki rengin içinde eriyor. Sandıktan çıkan
mektup gibi beni içine çekiyor, baktıkça rengin
içinde kayboluyorum. Birden ilkokula yeni
başladığım günlere gidiyorum.
Odadan çıktığımda, kalbim duracakmış gibi
çarpıyor izin istemek ne zormuş. Derince
soluklanıyorum Şahika Hanım vazgeçmeden
çıkmalıyım. Hemen masamı topluyorum çantamı
aldığım gibi çıkıyorum.
Babam masanın başında oturmuş bana
sesleniyor.
—Oh dünya varmış, temiz hava iyi geldi.
—Leylâ gel bakalım yanıma otur.
Otobüs durağına gidebilmek için üst caddeye
çıkmalıyım. En kestirme yolu seçiyorum iki
apartman arasından açılmış dar sokaktan
geçiyorum. Köşeyi döndüğümde karşı caddede
durak görünüyor öğlen saatinde bile kalabalık.
Karşıdan karşıya geçiyorum. Duraktayım,
kalabalığın arasından otobüsün numarasını rahat
görmek için, kaldırımda beklemeye başlıyorum.
Ne zaman otobüs beklesem gelmez ama
bakıyorum otobüs geliyor.
Benim için de yanına sandalye hazırlamış bekliyor.
Gidiyorum, eliyle “otur” işareti yapıyor. Usulca
oturup babamı seyrediyorum. Öğretmenim gibi
dikdörtgen kartonlar kesiyor. Bana dönüp,
—Şimdi sana yeni fişler hazırlayacağım. Bunların
üzerinde çalışacaksın anlaştık mı?
—Anlaştık baba.
—Çalıştıktan sonra beraber tekrar edeceğiz.
—Şanslı günümdeyim herhalde, kesinlikle şanslı
günümdeyim. Yoksa Şahika Hanım hayatta izin
vermezdi.
—Tamam.
—Güzel. Başlayalım o halde.
Baktım otobüs çok kalabalık değil, tıklım tıklım
olmayınca bir otobüs boş bile geliyor büyük
şehirde yaşayanlara. Oturacak bir yer bulurum
ümidiyle hemen biniyorum ilerlemeye
başlıyorum “boş bir yer var mı?” diye
bakınıyorum.
—Orta kapının ilerisinde var. Biri oturmadan
ulaşmalıyım.
(52)
Babam dolma kalemini çıkarıyor mürekkep
şişesinin kapağını açıyor. Dolma kalemine
mürekkep dolduruyor sonra şişenin kapağını
kapatıp itinayla kenara koyuyor.
Dikdörtgen kesilmiş küçük kartona yazmaya
başlıyor. Onu dikkatle seyrediyorum. Kalemden
çıkan renk beni şaşırtıyor. Öğretmenimi, bu
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
renkte yazarken görmemiştim. Kırmızı mürekkep,
babamın yazısıyla ne kadar güzel görünüyor. Aynı
öğretmenim gibi çok güzel yazıyor. Hayranlıkla
babamı seyrediyorum. Yazmayı bitirip bana
dönüp gülümsüyor.
—Hadi oku bakalım.
—Çok güzel.
—Anlamadım ne güzel?
—Yazın çok güzel baba, kırmızıyla çok güzel
gözüküyor.
Babam gülümsüyor.
—Şimdiden kaytardın bakıyorum.
—Tamam, okuyorum “Ali top at”, oldu mu?
—Oldu aferin, artık yeni fişlerin oldu
arkadaşlarınla beraber çalışırsınız.
—Kırmızı fişler çok güzel. Ben de senin güzel
yazabilecek miyim?
—Tabi yazacaksın.
Dalıp gidiyorum o günlere, oysa hayatım boyunca
babam gibi güzel yazamadım. Bir akşam beni
yanına çağırıp, artık başka evde oturacağını ama
hiçbir zaman beni bırakmayacağını söylediğinde,
çocuk kalbimin duracak gibi olduğunu kimseye
söylemedim.
Pencere önünde gizli gizli gelmesini beklediğimi
de söylemedim. Giderken bana verdiği dolma
kaleme hiç dokunamadım. İçinde kurumuş kırmızı
mürekkebiyle bekleyen dolma kaleme…
Otobüsün fren yapmasıyla kendime geliyorum.
Camdan dışarı baktığımda evime yakın durağı
geçmişim. Ayağa kalkıp kapıya doğru ilerliyorum.
Kırmızı mantolu kadının yanına geldiğimde,
—Oturmak isterseniz yer boşaldı.
Kadın yavaşça ilerleyip kalktığım yere oturuyor.
Düğmeye basarak otobüsün durmasını
bekliyorum durağa gelince kapı açılıyor fakat tam
inecekken parmağıma bir şey batıyor. Aceleden
bakmıyorum indikten sonra bakıyorum ki birkaç
damla kan parmağıma yayılmış. Çantamdan
mendil çıkarıp siliyorum başka zaman olsa mikrop
kapar mı? Diye umursardım ama bugün
umursamıyorum. Gökyüzüne bakıp içime derin
bir nefes çekiyorum fakat düşünceliyim. Hafifçe
yağmur atıştırmaya başlıyor, bugün içimde
kabaran bu sıkıntı işten kaçarcasına çıkışım,
otobüste bu kadına rastlayışım, inerken
parmağımın kanaması sanki uyarı gibi geliyor.
Birden karar veriyorum eve gidince ilk işim
yıllardır sakladığım dolma kalemi çıkarmak ve
artık babamla ve kırmızı renkle olan dargınlığıma
son vermek…
Yağmurun yağmasına aldırış etmeden eve doğru
yürümeye devam ediyorum. Eve vardığımda
çantamı ve paltomu kenara fırlatıp odama
geçiyorum. İyice ıslanmış olmama rağmen üşütüp
hasta olurum kaygısı taşımıyorum. Heyecanla
kitaplığımın alt çekmecesinde yıllardır bakmadan
sakladığım kutuyu çıkarıyorum. Kutu toz içinde
güzelce silip açıyorum. Babamdan gelen
mektuplara ve dolma kaleme bakıyorum.
Dolma kalemi elime aldığımda düşündüğüm tek
şey babama mektup yazmak. Ondan hatıra kalan
bu kalemle, yine ona mektup yazmaya karar
veriyorum. Hemen bir kâğıt çıkarıyorum üst
çekmeceden, bir de kırmızı mürekkebim olsaydı
ne güzel olurdu!
Fakat yok! Siyah mürekkebi doldurup mektubu
yazmaya başlıyorum. Uzunca bir mektup oluyor
yılların verdiği özlemi boşalttığım satırlar kalbimin
hırçın sularını durultuyor.
Mektubu zarfa koyup hazırlandığım sırada uzun
uzun zil çalıyor. Çalıştığım için gündüz kimse
gelmezdi. Kapının deliğinden bakıyorum kimse
görünmüyor. Zil yine çalıyor otomatiğe basıp
kapıyı açıyorum. “Yanlışlıkla basılmış olmalı.”
Tam kapıyı kapatacakken merdivenden birinin
çıktığını görüyorum. Sırtını gördüğüm kişi tanıdık
biri mi? Merdivenler bitip yüzü bana dönünce
otomatik ışık sönüyor. Lambaya doğru el
sallıyorum nihayet yanıyor. Gelen kişiyle yüz yüze
geliyoruz. Yıpranmış bu yüz çok tanıdık. Gözleri
gülüyor…
(53)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
bir eskimeyen istanbul
'Ya abi, ben Sivaslıyım. Geleli iki ay oldu İstanbul'a.
bülent özdaman
Tahtakale'de Milas Hanı'nda kalıyom.
Hemşerilerimin yanında. Yük çekiyom. Sivas'tan
YENİCAMİİ önünde güvercinler insanlarla iç içe…
gelirken birine…' dedi sustu. 'Allahaısmarladık'
Kimi kaygılı, kimi düşünceli, kimi yorgun
dedim.
koşuşturuyor insanlar… Güvercinler pır pır uçup
'Sevdalın mı?'
konuyor kiminin ayak ucuna.
Yüzü aydınlandı. Gözleri doldu. 'He valla
sevdalandığım kız.'
Telâşla yürüyen insanların umurunda değil
Adını sordum.
Yenicamii'nin güvercinleri. Çekilip bir köşeye
'Demem, nene lâzım adı senin!' dedi.
izliyorum, iskeleden böğürüp kalkan yolcu ve araba
'Peki söyleme, madem istemiyorsun.'
vapurlarını, vızır vızır seğirtip koşuşturan insanları…
Sorgular gibi yüzüme baktı.
Bir gürültü, bir telâş ki sormayın. Piyangocular,
'Abi, sen İstanbul'da gazeteci misin yoksa?'
simitçiler, avaz avaz bağıran gezginci satıcılar!..
'Eh sayılırım.'
Başını şöyle göğe kaldırdı, iki elini vurdu birbirine.
İlk bakışta, 'Bu ne curcuna?' diyecek oluyorsunuz,
'Vay anasına vay! Şu şansa bak' dedi.
ama diyemiyorsunuz. Yaşam kaygısının yoğunlaştığı
'Haydi, neydi bu ikinci yem atışın? Söyle artık'
İstanbul'da insanlar, bu kıta kıt kavgayı yapmak
dedim.
zorundalar yaşamak için!..
Anlattı:
Bu manzaranın ardından, küçük bir olaya
'Adım Murat benim, memleketim de Sivas… Ama
odaklandım. Yirmi-yirmibeş yaşlarında sade biri,
köyümü demem. Çıkmasın gazete de adı. Ayıp olur
güvercin yemi satan yaşlı kadının yanında durdu, bir
sonra. Belkim küser duyarsa, dile düşürdün beni
süre gelip geçenleri izledi. Sonra bir tas güvercin
diye. Yavukluma, İstanbul'da çalışmaya gidiyom
yemi aldı, savurdu güvercinlere, 'Bu benim için' dedi
derken yüreğim cız etti valla… Onun da cızladı yüreği
usulca… Bekledi, gelip geçenlerin yüzlerindeki
biliyom. Ama geçim derdi, mecburi abi. Yavukluma;
ifadeleri çözmek ister gibi.
İstanbul'dan bir isteğin var mı? Dedim. O da;
Yaşlı kadına, ' Bir tas daha ver' dedi. Parasını ödedi,
Televizyonda gördüğümüz İstanbul'daki kuşlu camii
aldı yem dolu tası, bekledi kuşların çoğalmasını. Bu
var ya onun önündeki güvercinlere benim için bir tas
arada yanına yaklaştım, ' Merhaba' dedim, irkilir gibi
yem verin mi Murat? dedi. İçim bin parçaya bölündü
oldu, başını indirdi sessizce.
abi, bin parçaya valla!..'
'Kuşları doyuruyorsun' dedim.
Gözlerini kıstı. Haliç üstünde kanat çırpan martılara
'Hıı öyle' dedi.
baktı bir süre, gözleri dolu dolu olmuştu.
'Adak mı?'
'Gençsin, delikanlısın. Bu kadar takma be Murat!'
Elmacık kemikleri kızardı, güldü bıyık altından.
dedim.
'Ne bildin?'
'Dert etmeyecem, kafamdan silecem diyom, ama
'Attım tuttu galiba.'
bir türlü silemiyom be abi…
Gözlerimin içine baktı. Kafasını sağa sola salladı. Zor
Yük taşımadan da zor, bin kat zor bu iş…' dedi.
duyulur bir of çekti:
'Bildin valla!..' Birine söz verdim. Onun için kuşlara
Döndü arkasını, yürüdü, uzaklaşıp kayboldu
yem atıyorum.'
İstanbul'un kalabalığında Sivaslı Murat…
'Nasıl yani?'
(54)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
yanı başı olmayan
muhammet çelik
çünkü ben biraz üzgünüm
haftanın günleri gibi
iliklerimde salgılanıyor zaman
yok oluyorum kırılgan bir pamuk tarlası işçisi sokuşturuluyor gövdeme ütülmüş
çocukluğumdan başlayarak yoruluyor avuçlarım onlar ki daha bahar başlangıçlarında
serin yerlerde bile terleyen hinlikleriyle bazı tehlikeli kavrayışların mayhoş geceleriydi
sarkardı adalelerden azgın kiremitler saçaklarda kar küreyen dedelerin ha düştü ha
düşecek duruşları gibiydim o vakitlerde beni de yazın o anıları olanlar zümresine çok
kayboluyorum şimdilerde kayboldukça belki daha bir alırlar beni o kadrolara bana da
başlarlar başladıkları gibi fiilimsilere o gün her şey bitirilmiş olacaktı oysa açıldı sandık
ve çıktı ortaya bütün bilmeceler ne filler vardı ki babamlar onları kuyruğuyla hortumu
arasında sıkıştırarak arz ediyorlardı yerin merkezine öyle günler de geçti madeni
paralar gibi yatardık minarelerin gölgelerinde çayırlar sulanırdı gözyaşlarıyla değilse
bile başka şeylerle ama mutlaka çiçek adları zikredilerek zülkaraneyn denirdi
belirsizliklere ama beni de şimdi yazar mısınız bir belirginleşme olsun diye size
başvurulabilir mi bu mümkün mü hadi canım ordan bende
yıldızlar kaydı ve din oldu gelen
yıldızlar yerine yerleşti ve ahlak
yıldız kümeleri ve siyaset
politik kaygılar ve yıldızlar
geceye akışlar ve atıl köşelerde duran insanlar
çatısı çalıştığım kütüphanenin
bakınca gördüğüm ne varsa onlar
her şeyler
(55)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
VİCDAN HAREKETİ üzerine
Gökçe Değirmen'le konuştuk...
eder. Yardım edilenlerin yardıma, yardımlaşmaya
ihtiyaçları var. Onlar bize değil biz onlara muhtacız.
Şaşırmadan, şımarmadan, doğru yoldan sapmadan
yardımlaşmayı nasip etsin Allah.
Vicdan hareketi nedir? Bildiğimiz kadarıyla sen tek
başınıza hareket ediyordun, sonra bu faaliyet
kurumlaştı mı?
Yardımlaşma çalışmalarına seni iten ne oldu? Çok
mu önemli bu çalışmalar senin için?
İnsanlığımızın tamamlanmaya ihtiyacı vardır.
Çocukluk yani melaike kadar günahsız olduğumuz
dönem ayrı insanlık dönemimiz ayrı diye
düşünüyorum. İnsanlık dönemini insana en yaraşır
şekilde atlatmak da, alçalıp insanlığın hakkını
verememek de mümkün. İslam, insanlığımızı
yaratılış amacımıza en uygun ve bizim de kalben
hoşnut olacağımız şekilde taçlandırıyor. Herkes
kendinden birçok eksik görür ve bunları kapatmaya
gayret eder, tabi eğer eksik olduğuna yeterince kani
ise. Ben de herkes gibi onlarca eksiğimi fark ettim ve
onları kapatma yoluna gittim. Bu yolda insanlığımın
eksikliğini en iyi tarif edip ona ona göre çözüm sunan
şey İslam oldu. Ve Allah rızası adlı yaşam gailesine
nasıl talip olurum derdi sardı, bizler dertli insanlarız,
başkaları ağlarken gülemeyen, gülümsediğimiz
fotoğrafların fonunda bile hep Neşet baba'nın “ah
yalan dünya” şarkısı çalan insanlarız. İşte bunca dert
bizi geçicilikten kalıcılığa götürüyor. Ben Allah'a
giden binlerce yol olduğuna inandım ve birini
seçtim; bize katılanlar da öyle. Kur'ân “salih amel
işlemek ve iman…” konusuna yönelik mesajlarla
dolu. İnşallah doğru yoldayızdır ve inşallah ilahi rıza
eksenli bu çalışma sağlığımız elverdiğince devam
(56)
Vicdan Hareketi bir ihtiyaç sahibi gördüğünde “Allah
yardım etsin” demekle yetinmeyen, imkân
dâhilindeyse hemen yardım etmeye çalışan, çünkü
zaten Allah'ın yardım için kendisini o kimseyle
karşılaştırdığına inanıp bu memuriyeti vazife edinen
insanların hareketidir. Tek başladığım doğru ama şu
anda onlarca gönüllü paslaşması ile yürütülüyor ve
henüz kurumsal bir kimliğe sahip değiliz; fakat
ilerleyen günler içinde inşallah bu çalışmaları da
nihayete erdireceğiz.
Yardımlaşma çalışmanız hangi alanlarda
yoğunlaşıyor?
Hayat standartları normalin oldukça altında
seyreden yani bildiğimiz yoksul, yetim, yaşlı,
kimsesiz, engelli, mağdur, mazlum herkesi kapsıyor.
Ve ihtiyaç duydukları şey her ne ise onu tedarik
etmeye gayret gösteriyoruz. Mesela bebek bezi,
beşik, bebek arabası, ilaç, erzak, gıda, giyim, soba ve
muhtelif aynî yardımlar. İhtiyaç sahipleri ile yardım
istenen kimseler arasında veren ve alan el değil de
bir gönül bağı inşa ederek, ayrıca ev ziyaretlerinde
sosyolojik tespite veya acımaya değil misafirliğe
gelmiş tanışık eş dost ilişkisi kurulmasına özen
gösteriyor ve buna teşvik ediyoruz.
Suriyeli mülteciler geldikten sonra zorunlu olarak
bu çalışmalarında artış görüldü sanırım,
mültecilerle dayanışma sürecinde neler yaşadın
veya neler hissettin?
Evet, hayli belirgin bir artış görüldü. Bu süreçte
birebir tespit edip şahit olduğumuz onlarca şey için
hakikaten birkaç satırın kâfi gelmeyeceğini tahmin
edersiniz. Ama hâlihazırda devam eden süreçteki
şahitliklerimize belki ışık tutabilecek şeyleri bir iki
cümle ile toparlayabilirim. Bu güne kadarki tüm
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
bildiklerimiz kuru bir ezberden başka bir şey
değilmiş. Sefalet sandıklarımızı, acı sandıklarımızı vs.
bir bir sorguladık. Savaş dediğimiz şeyin insan
maneviyatında yaptığı tahribatın fiziksel tahribattan
çok daha derin olduğu gerçeğini idrak ettik. Her
savaşta olduğu gibi bu savaşta da fatura en çok
kadınlara ve çocuklara çıktı. Biz de ağırlığı kadın ve
çocuklar olmak üzere çok sayıda sığınmacı aile
üzerinde yoğunlaştırıyor ve mağduriyeti süren tüm
aileler gibi onlarda da periyodik iyilik takibini
sürdürmeye çabalıyoruz.
Bayramda çocuklar için topladığın şeyler onlarda
nasıl karşılık buluyor, bayramı hissedebiliyorlar mı?
Bu hemen hemen her çocukta farklı bir karşılık
buluyor diyebiliriz. Ortak heyecansa hepsinde
gözlerin parıldaması ama kiminde daha az kiminde
daha çok. Çünkü her çocuk farklı bir öykünün
kahramanı gibi. Kimi çocuklar bizim toplam
hayatımızda tecrübe etmediğimiz bir acıyla
birdenbire büyümüş ve neredeyse bir yetişkinden
daha olgun bir hale gelmiş. Alınan bayramlık vs. gibi
ihtiyaçlar ne kadar güzel olsa da, ne kadar sevindirse
de, en arka fonda hep biraz burukluk hâkim. Bu
burukluğu en aza indirmek için ise şöyle bir yol
izliyoruz: Mesela çocukların anne babası ile gizli bir
işbirliği içine giriyoruz. İstediğimiz kadar iyi niyetli
olsak bile sonuçta biz dışarıdan gelen insanlarız.
Oysa anneler ve babalar çocukların gerçek
kahramanlarıdır ve dışarıdan gelen bu ablalar abiler
anne babanın alamadığı şeyi alarak o kahramanların
onurunu zedelemektedir. Biz bu inançla hareket
ediyoruz. Çünkü çocuk kahramansız kalmamalıdır.
Ve minnet duymamalıdır bir çocuk o dışarıdan
gelene. Bir mıh izi gibi belleğinde çocuk onunla
büyüyecek, bir zulümdür biraz da bu. Biz o yüzden bu
tip yardımlarda yardım mukabili hediye çekini veya
yardımın kendisini veliye gizli şekilde ulaştırıp,
çocuklarının ihtiyacını kendi imkânıyla karşılıyor
tablosu oluşturuyoruz. Bunun dışında ise
yardımsever abla abilerin de çocuklara gerçek bir
abla abininkine yakın diyaloglar kurmasını sağlıyor
ve bu diyaloglar çerçevesinde ufak tefek hediyelerle
çocukların gönlünün alınmasında bir beis
görmüyoruz. Bütün derdimiz incitmeden yardım
etmek, veren el alan el kompozisyonu oluşturmadan
misafir gibi eş dost veya akraba gibi hal hatır
soruşturaraktan… Tüm çocuklar bir yana, yetimler
bir yana diye düşünüyorum. Onlarla iletişimde
hareketlerimize birkaç misli daha fazla dikkat ediyor
ve bazen gelen yardımlarda yetim ve engelli
çocuklarımızı açıkçası biraz kayırıyoruz. Giyeceğin,
papucun vb. ihtiyacın daha bir güzelini, en güzelini
onlar için ayırıyoruz. Ayrıca ailelerin ihtiyacı
sorulurken, mümkün olduğunca çocukların yanında
yamacında konuşmuyor, kapıda veya varsa başka
odada konuşuyoruz ki çocuklar etkilenmesin. Ve aile
eve buyur eder, çay ikram etmek isterse, her ne
kadar zahmet vermemek taraftarı isek de, o da bize
minnet duygusuyla ezilmesin diye “çok seviniriz”
diyerek kabul ediyoruz. Böylelikle onları daha da
sevindiriyoruz.
Yardımları nasıl topluyorsunuz, insanlar size destek
oluyor mu? Gelen yardımlar yeterli mi?
Her zaman yardım için bir talep gelir, tabi biz
kendimiz karşılamamışsak. Talep geldikten sonra biz
de kaynağın güvenirliğine kani olmuşsak, söz konusu
aileyi rahatsız etmeyecek şekilde ziyaret ediyoruz.
Eğer uzak bir mesafede ise o civardaki eş dost,
tanıdık vasıtasıyla bu görevi tamamlıyoruz. Sonra söz
konusu durumu sosyal medyada duyuruyor ve bu
ailemize yardım etmeye talip var mı diye çağrıda
bulunuyoruz. Yani yardımlar sosyal medya
vasıtasıyla toplanıyor. İnsanlar harikulade destek
oluyor. Allah hepsinden tek tek razı olsun. Her
ailenin ihtiyacı kadar, hatta bazen daha fazla yardım
yetiştiriliyor imdada.
Sizin gibi bireysel veya küçük bir grupla yapılan
çalışmalar, yoksulluğun giderilmesi için ne kadar
yararlı? Veya yeterli mi? Tam olarak ne yapılması
gerekiyor sizce?
Bunu inanın biz de bilmiyoruz. Zaten yoksulluğun
büsbütün giderileceği bir dünya düşleyebilmek için
çok büyüdüm ve yitirdim çokça umudu ardımdaki
yollarda. Tam olarak yapılması gereken diye bir
(57)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
düşüncemiz de yok ama belki herkese yetecek kadar
rızıkla donatılmış bu dünyada o herkeslerden
bazılarının kendi hakkıyla yetinip artık başkalarının
hakkını gasp etmekten vazgeçmesi belki bir çözüm
olabilir. Biraz daha kanaatkârlık, paylaşmak gibi
mefhumlarda aramak gerekiyor sanırım çareyi. Öyle
ki, kimseler kimselerin aslında kendisinden çaldığını
çöplerde, semt pazarlarının akşam toplanma
saatlerinde, yardım derneklerinde aramasın. Ama
bunun için inşa edilmesi gereken bambaşka bir
düzen ve kendini ıslah etmesi gereken bir topluluk
gerekli belki de. Bireyin ıslahı veya ilk çocukluk
yıllarından inşası olmadıkça da bunu toplum bazında
bekleyemeyiz.
Devlet kurumları, belediye ve özel vakıflar bunca
yardım çalışması yaparken ayrıca neden kendiniz
bu işi üstlenme zorunluluğu hissettiniz?
Çok erken gençlik yıllarımdan bu yana sakini
olduğum mahallemde, okulumda, meşgul olduğum
işimde, gönüllüsü olduğum ya da başlattığım yardım
kampanyaları oldu. İhtiyaç sahiplerine yönelik
afetlerdeki yardımlar vs. Ayrıca kimi dernek ve
vakıflara hep birtakım faaliyetlerinde gönüllü
olmaya gayret gösterdim. Ya da yardım icap eden
ailelerin yardımları için çeşitli kurum ve kuruluşlara
başvurdum. Fakat bir yardımın resmiyet kazanması
demek genelde ailenin o yardıma çok geç kavuşması
demek oluyordu çoğu zaman, oysa durumlar hep
acil oluyordu. Hastaya, yetime, yaşlıya ya da
kimsesize prosedürlerden bahsetmek, inanın ona
“ya evet acınız var ve oldukça büyük ama tonlarca
prosedür sizin acınızdan daha büyük bir gerçek”
demeyi başaramadım. Düşünsenize bir insan
onurunu bir kenara koyup bir takım masalar
arkasındaki takım elbiseli insanlar karşısında el
pençe divan durmalar… Bir sürü sorgu sual akabinde
beklenen telefonlar, yol gözlemeler, her gece başı
yastığa bir umutla düşürmeler ve en sonunda da
sanki fakirler için ön görülen en uygun gıdalar imzalı
gibi hep aynı tip erzak kolileriyle gelen bir yardım.
Kaderi olan bulgur, salça, makarna, mercimek.. Oysa
o çocuklar o kolilerin içinde hep çikolata, sucuk,
salam vb. çıkmasını bekliyor. Bu yüzden bizim erzak
yardımımız koli veya poşetlerle değil gıda kartlarıyla
oluyor. Böylece ailenin yerine karar vermemiş ve
onun tercihine saygı göstermiş oluyoruz. Burada
hiçbir derneğe ve vakıfa tek kelime dahi haksızlık
etmek haddimiz değil, her emek saygıyı hak eder.
Belki prosedür çarklarının çok oluşu ve yavaşlığı da
olağan sayılabilir yer yer. Hele ki gönüllülük
(58)
hallerinde. Zira o gönüllülerin de hayat telaşeleri,
maişet dertleri var. Haliyle kalan vakitlerinde bu
işlere tasarruf etmeleriyle bu işleri döndürüyor
olabilirler. Toparlarsak her şeye “Allah yardım etsin”,
“devlet yok mu” veya “dernekelr, vakıflar görmüyor
mu sanki” diyene kadar, mahalleli olarak, halk olarak
birilerine topu atmadan taşın altına elimizi koymak
bizimkisi.
Bu süreçte tanıştığınız ailelerle iletişiminiz devam
ediyor mu? Bu bir çeşit dostluk ilişkisine dönüyor
mu zamanla?
Evet, pek çoğuyla görüşüyoruz. Düğünlerine,
cenazelerine, doğumlarına şahit oluyoruz. Acı tatlı
çok anımız birikiyor. Hemen hemen bütün ailelerde
numaramız mevcut; çaldırmaları veya mesaj
bırakmaları halinde hemen dönüş yapıyoruz
elimizden geldiğince. Az önce de bahsettiğim gibi
veren el alan el ilişkisi değil dostluk ilişkisi kuruyoruz
biz. İşin bu kısmı tam olarak bu işin bel kemiği.
Müslümanlar bu gibi konularda ne kadar duyarlı
sence? Ne düşünüyorsun?
Tecrübelerimizin çoğunda biz bir sürü hassas,
incelikli, yüce gönüllü insana denk geldik. İyi ki de
geldik. Çünkü umut oldu her biri bize, ayrıca bu iş için
cesaret verip yalnız olmadığımıza inandırdılar bizi.
İhtiyaç sahiplerine de umut oldu her bir gönüllü.
“Allah bizi unutmamış” denildi. Sahih bir
müslümanın İslam'daki “paylaşmak” ile ilgili tüm
metinlere hâkim olup hayatında onları icra etmesi,
bu metinleri rafta bırakmayıp pratiğe dökmesi
inanın Müslümanlığı netleştirecek, insanlığı
yüceltecek bir davranıştır. Çünkü paylaşmanın
verdiği mutluluk ve iç huzur hakikaten başka hiçbir
şeyin verdiği mutluluğa benzemiyor.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
mühlet
mehmet sami & hatice aydın
1.
üç yüz yıl mı
yetmez biliyorum
belki doksan yıl
belki yarın
yarın yetecek hepimize
topraktan fışkıracak cesetlerimiz
ete kasa bürünecek
daha yükselirken
ve gözlerimiz açılacak
our eyes
ve kapanmayacak inerken
ve sel sel hesap
belki huzur
belki yüzümüze bakılmadan
II.
keşke su olsaydı hesapsız
bakkaldan en ucuz aldığın suydu
bi çakmak ateşin hakkına
yakacak hakkına olan her şey
kuşun mu hakkına
tutmadığın dili
para amaç değil araçtır
yediğin naneye
kokusuna topraktan fışkıracak olan naneyi
tercih ettin
şimdi ip olacak gideceğin
boynuna ya
ya karşıya
geçtiğin boğazlar kadar da kolay olmayacak
belki yarın
belki huzur
belki yüzümüze bakılmadan
(59)
enes diriğ

Benzer belgeler