buradan
Transkript
buradan
SĐNOPE’NĐN BEDENĐNDE… YĐNE YOL GÖRÜNDÜ GURBETE... Türkiye`nin en kuzey ucuna dokunmak düşüncesi, aklıma düşeli birkaç yıl kadar oluyor. Karadeniz`in büyülü dehlizini bilip de ondan uzak kalmaya dayanmak zor. Đstanbul`dan tam mânâsıyla apar topar ayrılma koşullarını yerine getirir getirmez gece yarısı düştük yola. Ekip, sağlam. Yıllar önce çocukların daha üç beş yaşlarında olduğu dönemlerde Saklıkent`te, Kelebekler Vadisi`nde keçi gibi tırmandığı test edilmiş kişilerden oluşan bir kadro. Hedeflerden birisi de Erfelek Tatlıca Takım Şelâleleri olunca yanımıza biri kapalı, biri açık olmak üzere ayakkabılar almak önemli. Hem de Karadeniz`e giderken çantadan eksik olmaması gereken Kâzım Koyuncu ve Fuat Saka albümlerini unutmamak kadar. Karadeniz`e yaklaştıkça deme gelip onların türkülerini dinleyeceğiz mutlaka, ama şimdi Barış Manço`dan 'Yine yol göründü gurbete' şarkısını mırıldanmanın tam sırası. Yanımıza alınacak malzemeler unutulsa da, oradan yenileri bulunabilirdi elbette işin aslı. O nedenle yola çıkmadan önce mutlaka çantama özenle yerleştirmem gereken sözler vardı asıl. 'Gittiğin yerlerde gönül gözün yine hep açık olsun. Gönlüne takılan koyaklara, koruluklara, yol kenarındaki kulübelere, gökyüzünün en güzel göründüğü yerlere, bulutlara gönüldaşlarımın da selâmı var deyiver '*(R. T.) demişti bir gönül dostum. Öyle güzel bir selâmdı ki bu, içinde kapsadığı isimleri benim doldurmam gerekiyordu. Tatile altı kişi çıkıyorduk ama belli ki; göründüğünden çok daha fazla kişi olacaktık. Ve öylesi değerliydi ki aynı zamanda; bu güzel selâmı en çok hak eden yerleri tespit etme oyununu doğal bir şekilde başlatıyordu benim için. Gözümün bu noktaları görür görmez kendiliğinden tanıyacağını biliyordum. Gerçekten de Gerede`den Ilgaz`a doğru döner dönmez birisi tepesinde basmış da, inatla toprağa akmaya direnmiş gibi yayvan edasıyla yol kenarında duran bir ağaç 'merhaba' dedi. Ve kendisinin az ötesinde duran arkadaşına doğru yönelmiş ellerini gösterdi bize. Bu durumda ilk selâmı ikisine kardeş payı edip bölüştürüverdim oracıkta. Bir de kulübe bulmalıydım, selâmını kucağına bırakıvermek için. Bir süre sonra onu da tanıdı, içimdeki ses. Tam söyledim diyerek yanından ayrılıyordum ki; üzerine yazılı cümleyi okudu gözlerim. 'Bu sevda bitmez'. Bu sevda, hangi sevda acaba? Değişip dönüşürken, bin bir kılığa girerken içimizde, hangisiydi bizi hiç terk etmeyecek olan sevda? O sırada Kâzım Koyuncu sesleniverdi türküsünün içinden: 'Böyle sevda mu olur?' Gülümsedim. Yanıt buydu. Sevda, sevda gibi olmalıydı. Hangisi olduğu değil, nasıl taşındığıydı önemli olan. 'Girsun yerin dibına' diyordu ya sözünün devamında Kâzım, mayası tutmayan sevdalar için. Birden kendimi elimde bir kazma kürek; yerin dibinde yalancı sevdaları keşfe çıkmış hayal ettim ben de. Ne çok öykü vardı, kim bilir yerin dibinde? Belki bundan sonra girecek olanlara ayrılmış toprak bölümler... Yerin dibine de girecek olsa, mahsuscuktan bile olsa sevda güzeldi. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsındı. ALLAH BELÂMIZI VERMESĐN... Derken Ilgaz Dağı, göründü gözümüzün yol uçlarında tüm gizemiyle. Çam ormanları giriverdi önümüzde uzanan görüntüye. Ilgaz`dan kıvrılınca kaldırım taşlarıyla döşenmiş yola girdik. Taşların her renk değiştirdiği yerde taşlı bölümün bitip, asfaltın yeniden başladığını zannedip yanılıyorduk. Saatlerdir yoldaydık. Artık, güzel bir mola yeri bulmak 1/9 iyi fikirdi. Ağaçların kenarında kurulmuş bir mekânda sabahın altısında bir adam gümbür gümbür bağırıyordu, mikrofondan: 'Allah belanı versin, Allah seni kahretsin...' Yok yok, şarkı formatında da olsa, bu bedduaya bilerek daha fazla maruz kalamazdık. Siparişlerimizi iptal edip arabamıza yöneldik. Böyle konuşabilmenin şarkı sözlerinde başka bir açılıma yol açtığı konuşulup durulmuştu günlerdir televizyon programlarında.Batıdaki örnekleri hatırlatılıp küfürlü konuşmanın şarkı sözlerinde giderek daha fazla kendine yer bulmasının kaçınılmaz olduğunu söyleyen uzmanları anımsadık ister istemez. Öyle mi olacaktı bizde de? Batıda Eminem`in söyledikleri gibi küfürlü sözlerle bezeli şarkı örnekleri, temelini zenci kültüründen almıştı. Ve orada bunun zeminini oluşturan başka yaşanmışlıklar vardı. Şimdi çıkış noktasında popüler kültür dayatısı olarak fışkıran bir çeşitlenme vardı ve bunu batıya bakarak tahlil etmeye kalkışmak, ne kadar uygun düşerdi bize? Bizdeki arabesk kültür, buna mı denk geliyordu? YA NÜKLEER BACALARI TÜTECEK, YA BĐZĐMKĐLER... Bunları düşünmeden bir yolculuk yapıp 'tatildeyiz işte, boş ver' demek bizim gibi insanlar için zor. Aynı Sinop`a varır varmaz neredeyse her dükkân üzerinde göreceğimiz Nükleer Santrâle karşı verilen savaşıma duyarsız kalamayacağımız gibi. Sinop halkı istemiyor doğal olarak nükleer santrâlin orada kurulmasını.Tüm sokaklar buna karşı yapılan şenlik, panel, söyleşi gibi farklı formattaki etkinliklerin afişleri ile dolu. 'Nükleer çözüm mü, gizli ölüm mü' diye yazıyordu bir duvarın üstünde. Başka bir binada kocaman bir afişte şu sözler: 'Sinop`u seviyorum, Nükleer istemiyorum' Başka bir afişte ise şöyle: 'Ya Nükleer bacaları tütecek, ya bizimkiler'. Buradaki halkla dayanışmak için gelen yedi üniversiteli gençten üçünü Karadeniz`in çekip aldığını öğrendik afişlerin bir tanesinden de. Dehliz işini yapmıştı, ama yanlış bir adreste. Ölüm adres sormuyordu. O gece Sinop`un içinde kaldık. Tatil havasına girecek halimiz kalmamıştı. Gece şehri gezmeye çıktık. Sinop, büyük bir kalenin içinde kurulmuş bir kent. Öyle ki, bu kalenin tarihçesi dört bin yıl öncelere dayanıyor. Şehrin iki tarafı deniz. Bir taraf esen rüzgâra göre sakin olurken, diğer tarafı dalgalı oluyor. Sinop`ta yaşanan nükleer dalgasına rağmen Türkiye`nin kalanı nasıl dalgasızsa; işte öyle. DE BOYNA, DE BOYNA GĐDĐN... Aynı zamanda ünlü düşünür Diyojen'in kenti olan Sinop ile tanışmaya devam ediyoruz. Yiyecek olarak ilk akla gelen ceviz ve kuru üzüm ile yapılan bir börek çeşidi olan, nokul. Kıymalısı, bildiğimiz böreğe benziyor. Sinop`ta uğradığımız pek çok yerde, çalışanların acemiliği, bu kişilerin kısa dönemlik olduğuna açıklama gibi. Akşamları çay bahçelerindeki canlı müzikten söz ediliyor. Sahile yakın kısımda gemi maketleri satan dükkânlar var. Öğrendiğimize göre tekne sanatı, Sinop Cezaevi`nden çıkan iki mahkûmun gemi modelleri yapması ve sonra bunu çıraklarına öğretmesi ile başlamış. Ancak bu gemilerdeki tüm kaptanlar aynı model. Ve gördüğümüz, ağzında purosu, başındaki şapkası ile yabancı bir kaptan. Kültürümüzü anlatan ögeler yerine başka bir kültürün kaptan modeli süslüyor yani gemi maketlerimizi. Bunun sebebini sorduğumuzda ise verilen yanıt şu: `Kalıp öyle...` Bu açıklama, yeterli anlaşılan onlar için. Ertesi gün Sinop`un Korucuk mevkii`nde güzel bir eve yerleşeceğiz. Devlet Su Đşleri`nin güzel bir tesisi var sahilde. Ona yakın bir bölgede evimiz. Yolda o bölgeyi bulmak için oraları bilmediğimizden yolu uzatmış olsak da, bu yanlışlığa çok memnun oluyoruz sonra. Yol sormak için yanında durduğumuz dayıyla nasıl tanışacaktık yoksa. Kendisine DSĐ`yi 2/9 sorduğumuzda; eliyle gideceğimiz yönü işaret ederek 'De boyna, de boyna gidin, sola sapın' diyor. O kadar yetkin bir tarif ki bu, elimizle koymuş gibi buluyoruz tesisi. Sinop`un belli ki aramızdaki rumuzu, bundan böyle; 'de boyna'. Aslında biraz önce söz etmedim, bir arkadaşımızın yakını olan hoş, canlı, kıpır kıpır hayat dolu bir kadın karşılamıştı bizi Sinop`ta. Bir yeri sevmenin önce insanla ilgili olduğunu gösteren böylesi hoş bir karşılanma, insanı rahatlatıyordu. Eve yerleştikten sonra gittiğimiz DSĐ plajı, gerçekten çok bakımlı ve güzel bir yer. SĐNOPE`NĐN BEDENĐNDE... Ertesi gün bizi oraya çeken bölgeyle yakınlaşmak için erkenden kalktık. Baraj çalışmaları sürdüğü için iyice uzatılmış yollardan geçtikten sonra, Erfelek`in on beş kilometre ötesindeki Tatlıca şelalelerindeyiz. Görkemli bir tanesi karşıladı ilkin bizi. Söylendiğine göre +5 civarında seyreden ısısı ile kucak açan suyun cazibesine o anda sadece birimiz kapıldı aramızdan. Ama onun bu girişi, kılçık düşürdü içimize. Şelâleleri tek tek geçtikçe, arada bir karşımıza çıkan minik 'Meşür ayrancı' tabelaları bize yol gösteren önemli bir iz. Ve bazı bölgelerden sarkan eskimiş ipler elbette. Ama asıl gösterge suyun kendisi. Ondan ayrılmadığınız müddetçe seki şeklinde birbirine dökülen şelâlelerden kopmayacağınız kesin. Toplam irili ufaklı yirmi sekiz şelâle deniyordu bu bölgeyi tanıtan broşürlerde, biz en heybetlilerini saydık, on dört etti toplamda. Sinope, mitolojiye göre, ırmak tanrısı Osopos`un mutlu bir hayat yaşayan güzeller güzeli kızı. Güzelliğiyle Zeus`un da aklını başında alınca, Sinope kendisine dokunmamasını istemiş ondan. Bunun karşılığında Zeus, onu bu topraklara bırakmış. Ben de su perisinin bedeni içindeymişiz de, o bedendeki bir akıntıda gidiyor olduğumuzu düşlüyorum burada. Yolumuza çıkan su semenderi, Sinope`nin akvaryum hücresini mi temsil ediyor acaba? Girişteki larvalar da bu durumda, alyuvarları... Yolun başında içimize kaçan kılçık, güneşin de suya arkadaşlık ettiği bir anda, şelâlenin birinde ortaya çıkıveriyor. Soyunup giysilerimizin altına önceden sakladığımız mayolarımız da suyla buluşmak için gerekli ekipmanı hazır etmiş durumda. Suyun içinde durulur gibi değil. Girdiğiniz anda geri dönmeyi düşünmeye başlıyorsunuz. Suların döküldüğü yere kadar yüzmek, mümkün değil gibi. Oraya kadar gidersem geri dönemeyeceğim hissi yaratacak kadar bir kalp çarpıntısı ve tüm derinizde gittikçe artan bir yanma hissi oluşturuyor suyun soğukluğu. Öte yandan içinden çıktığınız anda, sizi koynuna yeniden davet eden bir cazibe. Suyun biriktiği yerin az ötesinde şekillenen derede su, sanki az önce tepelerden dökülen kendisi değilmiş gibi sakin akıyor. Đçindeki çakıl taşları, acaba ağustos güneşinde nasıl parlıyorlar? Bunu düşünüyorum. Ellerimi buz gibi suya daldırınca yüreğimde hissettiğim kokusunu içime çekerek, az ilerde fiyakayla bize göz kırpan dev bir ağaca bakıyorum. Sanki etrafındaki tüm toprağı yemiş de, yenileri için her bir kökünü ahtapotun kollarıymışcasına ileri uzatmış gibi. Belli ki bu ağaç, yılanlarla kucak kucağa burada. Ağacın koynunda olduğunu düşündüğümde söylenenin tersine sıcacık geliyor gözüme, yılanlar. Başlıyorum sevdiğim bir şiiri mırıldanmaya: 'Ah küçük yeşil tırtıl / sana söylemedim mi / yağmuru ilk ağaçlar haber alır / ben onlardan duyarım '** (N: A.) En iyisi bu dev ağaca bırakmalı; heybemdeki selâmların bir bölümünü de. Yorgun argın bir şekilde su kaynağına vardığımızda gerçekten de bizi karşılayan bir 'meşür ayrancı amca' var. Ne kadar meşhurdur bilemem, ama o noktaya her gelebilene şifa olduğu kesin. Öte yandan düşünüldüğünde amca, bulmuş işin kolayını. Gözleme yapmak gibi yan dallara sapmadan, en az emekle en çok hizmeti üretiyor. Odun ateşinde 3/9 pişirilmiş çay, kaynaktan alınan suyla yapılmış ayran, ve oracığa kurduğu kuzineli sobada pişirdiği patatesler dünyanın en tatlı yemeği o anda. Ve yapının doğayı bozmadan kurulmuş olması da ayrıca takdirimizi kazandı. Yalnız tabelâdaki 'ayran içmeyenin kaynanası ölsün' yazısı, bu ülkede olduğumuzun, az ileriye astığı Türk bayrağından daha fazla göstergesi gibi sanki. Biraz sonra bizim gibi orayı görünce 'gerçekten de varmış böyle bir ayrancı' gibi bir sevinçli ifadeyle amcaya bakan üç gencin ayranı içer içmez beyinleri açılıyor olmalı. Ki; hemen yanına kendileri de rakip tesis açacakmış edasında, fizibilite soruları sormaya başlıyorlar çaktırmadan. Vergi verip vermediğine kadar tüm bilgiye itinayla ulaşmaya çalışıyorlar. Yok yok, bu güzel yer kesin Türkiye`de. HĐÇ BU KADAR RAHAT ACI ÇEKMEMĐŞTĐM... O noktaya ulaşana kadar sularla cilveleşerek, özellikle eski değirmenden sonra, yer yer dikliği on metrelere kadar varan tırmanışlar yaparken farkında olmadan o kadar yükseğe çıkıyorsunuz ki; iniş ciddi bir enerji gerektiriyor. Sonradan izlediğimiz rotanın uzunluğunun iki kilometre olduğunu öğreniyoruz. Geri dönüş, ağaçların arasında başka bir parkurdan. Yan tarafında ağaçlar olmasa yüksekliğinden ürküp bu kadar rahat yürüyemeyeceğiniz ince bir keçi yolundan şimdi fren yapa yapa hızla iniyorsunuz. Öyle ki; beden için tırmanmaktan daha yorucu bir durum bu. Bu hıza rağmen kırk beş dakika sürdü inişimiz. Bu arada oğlumun söylediği cümle, hafızamda yerini aldı: 'Hiç bu kadar rahat acı çekmemiştim.' Daha önce Erikli, Maşukiye, Saklıkent, Kelebekler Vadisi gibi farklı parkurları görmüştük. Ancak şelâlelerin birbirini izlediği bu yolun şimdiye dek tanıştığımız en güzel parkur olduğunu düşünüyoruz. Çünkü burada Karadeniz`de olmanın etkisiyle suyu sarmalayan yeşil, alabildiğine cömert. Ve sık sık karşımıza çıkan devrilmiş koca gövdeli ağaçlar, buradan baharda geçen suyun şiddetini anlatmakta oldukça yetkin. Gidişte ve dönüşte arabayla içinden geçtiğimiz Erfelek ilçesi, küçük bir yer olmasına karşın oldukça gelişmiş görünüyor. Sık sık rastladığımız okullar ve renkli kaydıraklarla kurulmuş çocuk oyun alanları, insanlarının giyinişindeki modernlik dikkatimizi çekti. Dönüş yolunda yan yana durduğu için birbirine eklenerek iyice büyüyen dev mısır tarlalarını unutmayacağımı söylüyorum. Arkadaşım çok daha irilerinin Adapazarı`nda olduğunu hatırlatıyor. Đçimden Adapazarı`ndaki o tarlalarla mümkün olan en kısa sürede buluşmak için söz kesiyorum. ÖLÜM GEÇĐYOR HAYATIN ĐÇĐNDEN... Ertesi günkü istikâmet, Gerze. Ama yolda rüzgâr durumuna göre plân değiştirerek Sinop`un Akliman, Hamsilos koyu gibi bölgelerini gezmek için daha uygun görünüyor gözümüze hava koşulları. Akliman, Sinop`taki gençlerin birkaç gün önce içinde kaybolduğu deniz. Her sene yaklaşık on can alan yer. Cesetlerin sadece ikisi bulunmuştu o gün. Ve yolda giderken bu gençleri taşıyan cenaze arabasına ve arkasındaki konvoya rastlıyoruz. Ölüm geçiyor hayatın içinden. Yapacak bir şey yok artık. Gözümden ince bir yaş süzmenin onlara bir faydası yoksa da o yaş, yanağımda yolunu buluyor sessizce. Akliman`dan uzaklaşmak isteği bizi doğruca Hamsilos koyuna götürüyor. Gerçekten güzel bir yer. Denizden ayrılmış koca bir havuz gibi, sakin şarkılar söyleyen bir Karadeniz 4/9 parçası. Đlersindeki Abalı köyüne kara yoluyla ulaşım, kapatılmış o noktadan. Yol bitti derler de inanmazsınız ya. O koyda birden yol bitiyor işte. Balık olup yüzmek gerek, devâmı için. Deniz çok çarpıcı, çekici... Ancak bizim çocuklar, 'bu kadar yosunda yüzemeyiz biz' deyiverince hızla çıkıyor yeni hedefin kararı; Ayancık. Ayancık`a gitmek yolun uzaklığı ve içinde olduğumuz saat göz önüne alınırsa pek de parlak fikir değil aslında. Ama 'kim korkar hain kurttan' diyerek yola düşüyoruz. Espriyi tamamlayacak şekilde o yolda bir tilki göreceğimizi bilsek elbet bu sözlere bile gerek kalmazdı. Asfaltın üzerindeki orta çizgiyi takip ederek koşan hayvanı önce köpek sanıyoruz, ama pek de benzemiyor doğrusu. Sık atılmış koşar adımlarla giden şeyin yakınına vardığımızda bize doğru yüzünü dönüveriyor, yan taraftaki ağaçların arasında gözden kaybolmadan önce. Koro şeklinde sevinçli bir cümle çıkıyor hepimizden birden: 'Bu bir tilki! ...' Ayancık yolu gerçekten hoş. Ağaçların arasında kıvrılarak giden yollar, hangimize tat vermez ki... Çocuklar, yolda gördüğümüz minik kulübe şeklinde duran bir mescidin yanına konduruluvermiş minâresiyle, câmi maketini andıran yapıya şaşkınlıkla bakıyorlar. Ayancık, girişten itibaren bir sanayi bölgesine geldiğinizi anlayacağınız kadar fabrika görüntüsüyle karşılıyor bizi. Đlçeyi geçtikten sonra kaygan zemin uyarıları ile dolu yolları aşıp bir plaja varıyoruz: Çamurlu Plajı. Burası bana Amasra yakınlarındaki Çakraz`ı anımsattı. Orada yeşille mavinin öpüştüğünü düşünmüştüm. Burada ise ilgimi çekmeyecek gibi olmayan bir şey var; dümdüz taşlarla dolu deniz kenarı. Öyle ki, her birisi üzerine rengarenk resimler yapmak arzusunu kamçılıyor insanda. Çakıl taşları üzerine sevdiklerinin ismini yazan bir dostumu anımsıyorum. Bu taşlara da ondan bir selam bırakıveriyorum usulca. Ve yanıma en güzellerinden seçerek on, on beş tane iri taş alıyorum. Döndüğümde, üzerlerine yapabildiğim en güzel resimleri yapıp dostlarıma armağan edeceğim. Buralarda gezmek güzel ama Ayancık`a vardığımızda akşam olmak üzere olduğunu da hesaba katınca bir daha hiçbir yere gitmeyip DSĐ plajında bedenimizle güneşin suyunu içmenin en iyisi olduğunda fikir birliğine varıyoruz. Giderken de dikkatimizi çekmişti, dönüşte Gemelit Koyu'ndaki Mohikan kampına uğramak, ilginç olabilir. Afişinde, insanda merak uyandıran bir hâl var. Deniz kenarına kurulu Kızılderili çadırları ve ilginç heykelcikleri, muhteşem doğası ile tüm yolu kendisi için gelmeyi bile göze aldırabilecek güzellikte bir yer burası. Akşam güneş battıktan sonra oluşan alaca görüntüde, kamp sahibinin ikramı ve muhabbeti ile taçlandırılmış çaylar, hepimize çok iyi geliyor doğrusu. NAYLA MISIN SEN? Ertesi gün kararlıyız ya. Sadece evimizin olduğu yer olan Korucuk`ta olacağız diye. Đşte bu, o gün için güzel bir karar. Ancak denize yüzünü, güneşe bedenini verip öylece yatmak, arada yüzüp açıktaki dubadan denize atlamak bizim için çok da yeterli değil anlaşılan. 'Rahat battı' derler ya. 'Ne yapsak' şeklinde cümleler sesli sesli kurulmasa da, bakışmalardan anlaşılıyor. O yüzden birimizin öylesine başlattığı kumla oynama işi, on yaştan başlayıp elli ile biten grubumuzun kendini sahilde hummalı bir şato inşaatına başlamış bulmasına yetiyor. Đşi büyüttükçe büyütüyoruz. Öyle ki; şato inşaatı, bitiyor önce. Sonra hemen onun yanında manastır. Daha sonra da onların çevresinde, peyzaj çalışmaları. Gün bitiyor, biz hâlâ kendimizden geçmiş bir şekilde uğraşıyoruz. Đnsanların yavaş yavaş gitmesiyle sakinleşen ve gülümseyen bir kucak gibi dinginleş-tir-en denizin koynu, anne kucağı gibi sıcacık şimdi. 5/9 Gerze`ye gidiş yolundaki Lala köyüne ertesi gün için köy kahvaltısına davet edilmek, içimize yol kıvılcımı kaçırıyor yeniden. Son anda gideceğimiz evdeki birisinin rahatsızlanması, kahvaltıya gitmemizi engellese de kendimizi yola çıkmış buluyoruz. Gerze, Sinop`a kırk kilometre uzaklıkta hoş bir sahil ilçesi. Bahçe içinde çiçekleri olan insanlar oturuyor orada. Öncelerde burada ekilen tütün, fabrikanın kapanmasıyla yok olunca geriye mısır, buğday ve hamsi kalmış geçim kaynağı olarak. Ama genç nüfusun azalmasına yetmiş bu gelişme. Bu durumun doksanlı yıllarda Paşabahçe'nin fabrikasının kapanması üzerine geldiği de düşünüldüğünde, konu daha iyi anlaşılıyor. Gerze`den yıllar sonra hatırlayacağım iki görüntü, eminim inşaat içinde duran iki tekne ve deniz manzaralı umumi tuvaletteki yere serili kilim olacak. Denize gireceğiniz pek uygun bir plâjı yok şimdilik. Plâj için düşünülmüş bölümdeki minik ağaçlar büyüdüğünde olabilir belki. Yine de şöyle bir ıslanıyoruz orada da. Đlerdeki ağaçların arasındaki minik bir derme çatma yapı, yere bitişik olmasına rağmen bana naylaları anımsattı. Nayla, bilirsiniz Rize'de köy evlerinin yakınında, yerden yukarda kurulan küçük ahşap yapılardır. Merdiveni seyyar olduğu için görünen hâlleriyle pek gizemli dururlar. Burası da güzel bir selâmı hak etti, doğrusu. Dönüş günü geldi çattı. Sinop Cezaevini görmek, bugün için planlanmıştı. Ama önce vedalaşacağımız birisi var. Tatlı karşılayıcımızla hiç konuşamadık içimizden geldiği gibi, burada olduğumuz günler boyunca. Şimdi biz bunun sıkıntısını çekerken o ise, 'hiç ilgilenemedim sizlerle' diyor. Kendine yontarak değil, karşısındakinin cephesinden bakmayı bilmek güzel şey. 'Tatlı karşılayıcımız', bu kez rol değiştirip 'tatlı uğurlayıcı' oluverip; yine aynı masada, yine aynı sevecenlikle konuşuyor bizlerle. 'Sinop'taki Su perisi bu mu yoksa?' diye aklımdan geçiyor bir an. MUTLU KADINLAR, MUTLU AŞKLAR NEREDE? Evet, Sinop Tarihi Cezaevi... Şu anda anlıyorum ki; anlatması, benim için en zor olacak olan bölüm. Aslında o konuya geçmeden önce söylemek istediğim bir şey var. Bu yazıyı yazma sebeplerimden birisi şuydu aslında: Çok sevdiğim bir dostum, bana Sinop`a doğru yola çıktığımı bile bilmeden şöyle demişti: 'Yok yok Aynur, bu böyle olmayacak. En iyisi mi, sen dorukları anlat. (Şimdi biz kimi bulup soralım kuşların kanatlarında taşıdığı kaf masallarını) En yükseğe çıktığında gördüklerini anlat bize / Bizim göremediğimiz o açıdan / Mutlu kadınlar, mutlu aşklar nerede / Mutlu atlar... Soluk alınca içinde biraz fazla tut / Bize martıyı anlat / Đstiridye gibi huzurla ölmeyi / Sonra kayalarla konuştuklarını / Rüzgârın şarkılarını güneşe nasıl söylediğini / E-ri-şe-me-di-ğin dağlara sevgini anlat Aynur (Đçinden geçen trenlere el sallayan kızın nasıl büyüdüğünü) Karda ayak izini / Karıncaların Yok yok böyle olmayacak / Yağmurda doldurduğun mine-yi (Mine; şişe, kim bilir; aşk) / Anlat... Bir şarkı söyle bize / John Lennon`dan Ve biz kapatalım gözlerimizi / Hayallere buradan...'*** (T. K.) Đşte bu sözleri, önce bir kağıda yazıp, Sinop`tan döndüğümde ne yapacağımı kesin olarak bilmenin verdiği huzurla çantamda selâmların olduğu bölümün içine yerleştirmiştim. Ve şimdi, 'nasıl anlatsam ki o hüznü, duvarlara sinmiş o acıyı; nasıl anlatsam ki yetersiz kalmasın' diye düşündüğüm bölüme geldim işte. Belki yapım yılı gibi teknik bilgiler 6/9 vererek konuya başlamak daha kolay olabilir benim için. 'Tarihi Sinop Cezaevi, 1214`de Selçuklular tarafından alınıp, 1215`de yapılmaya başlanmış. 1999`da Kültür bakanlığı`na devredilmiş' diyerek başlayayım söze. Đdari işlerin yapıldığı küçük bina ile başlıyoruz ziyaretimize. Pencereden görünen çiçeklere bakarak konuşan ziyaretçi bir hanım o bölümü mahkûmlara ait zannederek 'Böyle güzel hapishane mi olur hiç?' deyiveriyor. Anlaşılan benim ziyaretim, düşündüğümden de ağır geçecek. Depoları, yerdeki paslı boru görüntülerini hızlı geçeyim. Müşahade odaları, suçlunun asıl kalacağı bölüme geçene kadar tutulduğu bölüm. Burada görünen o ki; hiç bir ısıtma yok. Hele dipteki iki tanesinde diğerlerinde olan minik pencere bölümleri bile yok. Lavabo ve tuvalet barındıran rutubetli, ikiye bir buçuk gibi ölçülerdeki karanlık, ürkünç odacıklar, bir koridorda yan yana dizilmiş. Çocuk ıslah evine geçiyoruz oradan. Đki katlı binada koğuş sistemi var. Ön cephedeki iki oda, kale duvarları ardından denizi görüyor. Penceredeki parmaklıklara dokundum. Daha önce oraya dokunmuş ellerin parmak izini parmaklarıma geçirmek ister gibi. Dokunuşumu yıllar sonra bile olsa ellerinde duysalar gibi bir dilekle. Duvardaki derin çatlağa dayadım sonra kulaklarımı. Dinledim. Đçine kaçmış cümleleri duyabilir miyim gibi bir sabırla dinledim. Dinlediğim çatlağın az aşağısında 'Filiz' ve 'Kenan' isimleri yazıyordu. Sonradan gelen ziyaretçiler de kendi isimlerini ve yanısıra bir çok gereksiz şeyi duvarlara yazmışlar ama kazınmış olanların eskiye ait olduğu seçiliyor. Kenan`ın sesini dinledim ben o çatlakta, Filiz`inden bahsederken yorgun gözleriyle. Bahçeye iniyoruz. Mahkûmları taşıyan otobüsün yıkık dökük kalıntısı var. Yere yapışmış tekerlekleriyle, küçük pencereleriyle duran bu otobüsün aynasının yerinde olmadığını o an algılamıyorum. ÇĐfte emniyet olsun diye peşpeşe konulmuş iki kapıdan geçerek vardığımız, sonraki bölüm, zindan. Ben yıllar önce yerin yedi yüz metre altına indiğimde karanlığın en koyusunu maden ocağında bulacağımı düşünmüştüm. Oysa yerin üstündeydi siyahın en mutsuzu. Kaybolmak duygusu, kalın taş duvarların içinde, burada yaşanmıştı. Zindana sonradan eklendiği anlaşılan köşedeki tuvaletin ise bir deliğinin olup olmadığı belli değil. Sonraki bölüm, ziyaretçilerle mahkûmların görüşme yapması için ayrılmış. Đki tane tel kafes arasındaki cam yüzünden hayal meyal birbirini seçecek insanlar. Kim bilir tek bir anın bile yıllara bedel olduğu ne duygular yaşandı o kafeslerin içinde. Kadınlar koğuşunda sıra. Dev bir incir ağacı var o bölüme giden aralıkta. Đşte benim de tam o noktada aklıma geliyor Octavio Paz`ın 'Kutsal Đncir Ağacı' isimli şiiri ve şiir altına eklediği not. Bu nota göre, Đncir ağacı varlığını; kuş, sincap, maymun, yarasa gibi hayvanların bazı ağaçların yüksekliklerinde bıraktıkları dışkılarından tohumlanarak başlatırmış. Đncir, kökleri üzerinde bulunduğu bitkiye tutunup o ağacın gövdesini tamamen kaplıyormuş. Asıl gövdenin bu sahte kabuğun içinde kalarak yavaş yavaş öldüğü bir süreçte, oluşturuyormuş kendini. Bu yüzden de bu ağaca 'boğucu ağaç' deniyormuş. Çatlak ve yarıklara yerleşen kökleri sayesinde yakınındaki bina ve duvarlar için tehlike oluştururlarmış. Bu incirinse buradaki yapıları oynatması mümkün gibi görünmüyor tüm devliğine rağmen. Boğucu ağaç, bulunduğu konum itibariyle tam tersine 'nefes veren' modelinde sanki. Eminim, gölgesiyle bilge bir dost gibi kucak açmıştır gelip geçenlere. Ben, incirin dibinde az ötedeki salkım söğüte bakarak düşüncelerime dalmış otururken, oradan hızlı adımlarla 7/9 geçen ziyaretçilerden birisi incir ağacından dolayı orucu hatırlıyor. Kafası, o anda tutmadığı oruçların hesap dökümünde. 'Đyi ki gördüm, şu inciri' diyor, yanındakine. Ve sırasıyla üç kısımdan oluşan mahpushane bölümüne geçiyoruz. Tuğlalarla kapatılmış olan kapılar, girebildiklerimizden daha fazla merakımızı uyandırıyor. Mozaikten dökülmüş merdiven tırabzanlarının üstü kaymak gibi olmuş kendisine değen ellerin etkisiyle. O tırabzana bir selâm bırakılabilirdi ama, selâma bile cansız olmasına rağmen kıyamıyorum oralarda öksüz bırakmak için. Çıkardığım gibi, hızla çantama geri koyuyorum yine. Đkinci kısımda kocaman bir avlu var. Ürperten bir yalnızlık hissi veriyor insana bu boş haliyle. MAHPUSHANE AVLUSUNDA ĐHTĐYAR BĐR DUT... Üçüncü kısımdaki duvara idare tarafından Einstein`ın bir sözü yazılmış: 'Hatasız insan yoktur. Đnsanlık hatasını kabûl ve tamir etmekle ölçülür.' Bu söz, burada oldukça ironik bir açıklama giyinmiş belli ki. Bu bölümün bahçesinde de bir incir ve dut ağacı var. 'Mahpushane avlusunda ihtiyar bir dut' dendiği dizedeki dut, acaba bu mu? Mırıldanmaya başlıyorum şarkıyı: 'Mahpushane kapısı gülüm bir elvan geçit / Gelene açılır gülüm, gidene kilit / Mahpushane duvarında bir çift güvercin / Bugün efkârlıyım / Yarime haber verin '****(E. T.) Sabahattin Ali`ye de 'Aldırma gönül aldırma' diye söyleten bu mekân, kaç şarkıya, kaç şiire, kaç ağıda konu oldu kim bilir? Dördüncü kısım, disiplin hücreleri. Đşte bu bölüm, gördüklerim içinde bir sıralama yapmam gerekirse, zindandan sonra insanın yüreğini titreten yerlerden birisi. Kapkara ve belli ki farelerin içinde cirit attığı bu odalar insanı gerçekten istenilen disipline göre şekillendirebilecek kıvamda. O bölümün sonunda da, dev bir ağaç var. Öyle ki; yanımızdan geçenlerin iştahını kabartıyor. 'Ahh... Şunun dibinde gardiyanı da kafaya alıp bir mangal yapacaksın ki, gel keyfim gel. Valla tam piknik yapılacak yer' diyorlar. O anda birden bizim 'tatlı uğurlayıcı' aklıma geliyor. 'Paşa tabyalarına bar yaptılar, kalenin üst katını ise kafe. Bu gidişle, Cezaevi de para üretme çiftliği haline gelmekten kurtulamayacak görünüyor' şeklindeki sözleri daha doğrusu. Yok, buna dayanamam. Gerçek olmamalı. Đnsanların acısı üzerinde yükselen kahkahalar, cıstak sesleri. Günümüzde pek çok şeyin içi boşaltılıyor. Burası olsun nasibini almamalı bu çarktan. Çıkışta mutlaka kjontrol etmeli, bu bilginin doğru olup olmadığını. Sinop Ceaevi`nde yıllarca gardiyanlık yapmış olan Pala, daha sonra hapishanenin boşaltılması ile orasının tam karşısına kendi mekânını açmış. Yola çıkacağımız için onunla konuşmaya zamanımız kalmayacak gibi görünüyor ama çıkışta mutlaka nakledilmiş mahkûmların ürettiği ve geliri onlara gidecek olan ürünlere bir göz atmalı. Ben ve kardeşim avludaki otobüsün artık bu dükkânda duran aynası yardımıyla iki kolye beğeniyoruz kendimize. Ve orada geçen konuşmalarda kesin olmamakla birlikte buraya yapılacak tesisin haberi doğrulanıyor. Yüzme havuzlu bir otel projesi varmış dillerde. Havuz olmaya en uygun yer olarak büyük ihtimalle, o geniş avlu düşünülüyordur. Alkadraz hapishanesinde Al Capone resimli anahtarlıklar satan, onun yattığı bölümü pazarlayan zihniyetin yansımaları buraya doğru yola çıkmış geliyor anlaşılan. Sabahattin Ali`den Burhan Felek`e kadar ne çok para edecek acı var, bu hapishanede. BĐR BARDAK LĐMONATANIN HATIRI... Bunları düşüne düşüne çıkıyoruz yola. Kimse pek birbiriyle konuşmuyor. Ilgaz dağları ancak bizi kendimize getirir diye düşünsek de Kastamonu sonrası daldığımız bir yol bizi dosdoğru Karabük istikametine yöneltmiş bile. Bu kadar yaklaşmışken Safranbolu’ ya hal 8/9 hatır sormadan devam etmek olmaz yola. Üç sene önce gündüz halini gördüğüm bu yer gece sanki büyülü bir havaya bürünmüş. Bir yerin gece görüntüsünü yaşamadan orayı tanıdım dememeli galiba. Üç sene önce lokum almak için girdiğimizde, bize limonata ikram etmiş olan dükkânı aramaya başlıyoruz. Ne demişler; 'Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var.' Limonatanın hatırı da üç seneden aşağı olmamalı bu hesaba göre. Bu kez de gazozlarla ağırlıyorlar bizi. Hatır borcumuzu verdiğimiz gibi geri alarak yola yeniden koyuluyoruz. Kastamonu`yu gezmekle başlattığımız yerleşim yerlerini gezme uygulamasını Safranbolu’ da da sürdürüyoruz. Karabük`e girmeden teğet geçmek olmaz şimdi. Aniden birkaç ay önce parktaki bir heykele orada yaşamış şair ve yazarların isimlerinin yazılmış olduğunu anımsıyorum. Ancak parkın ismini hatırlayamadığım için birkaç park bulup bakıyoruz hangisi diye. Bulmak çok zor bu yöntemle, vazgeçiyoruz. Konuyu sorduğumuz kişilerin ise konudan haberleri bile yok. Đlçeden çıkıldığında oldukça uzun zaman Karabük Demir Çelik Đşletmeleri`nin gecenin siyahında parlayan alevi, başka bir pencere. Đçinde emeğin yoğunlaştığı hiç durmayan bir ateş. Ve kocaman bir fabrika. Gerçekten etkileyici, onun yanında böylesi uzun süre yol almak. Yolun devamı ise farklı değil, diğer yolculuklardan. 'Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânı' derler. Đşte dükkândayız biz de sonunda. Aynur Özbek Uluç 22-07-2006 / 22-08-2006 • • • • Yolcuya- Ramazan Topoğlu ** Ah Küçük Yeşil Tırtıl- Nilgün Aras *** Anlat- Temel Kurt **** Mahpushane Çeşmesi- Erol Toy Not: Bu yazının Erfelek, Gerze ve Ayancık ile ilgili bölümleri Cumhuriyet Gazetesi Dört Mevsim Gezi Eki’nde (01 ve 11 Kasım 2006) yayımlanmıştır. 9/9