kynik 4 - WordPress.com
Transkript
kynik 4 - WordPress.com
2 İçindekiler 1. Beklemenin yazısı - gezi yazısı, yazı dizisi 4 O. Binbirumut ............................................................................. 5 2. Bütün korkutucu olasılıklar üstüne Martin Azimşah ....................................................................... 17 3. Varoluşun boşunalığı öğretisi üzerine ek yorumlar Arthur Schopenhauer Yanlızkurt .............................................. 67 4. Anti-Epikuros ve hizmetkârının şarkısı Abraham Paşagönlüm .............................................................. 79 5. banu güven ben öldüm N. Aslıgibi ............................................................................. 105 3 4 Beklemenin yazısı gezi yazısı, yazı dizisi 4 İnsan, olur da giderse, zihninde hazır olan bazı imgelerin aşkıyla olur da gider.. İmgeleri zihnimizde arka arkaya bir albüm gibi dizmiş, albümün bazı sayfalarını çözümsüzlüklerimizi aşmanın hayalleriyle bulandırmış, zihnimizi eskinin en güzel ve en elverişli imgeleri ve yeninin en olasılıklara açık belirsizlikleriyle doldurmuş halde yola çıkacağız. 5 Bu imgelerin en güzelleri, motorsuzları hür mavilere sürdüğümüz, yüksek tepelerden maviliklere düştüğümüz, yeri geldiğinde dalgaları yara yara sessizine daldığımız ve çoğunlukla da ılık bir rüzgârın yüzümüze kuvvetle çarptığı anlara aittir. Mesela çadırımızın kapaklarının flap flap vurup içeri dışarı savruldukları an.. Çünkü çadırımız çift kapılıdır. Bunun sebebi bir tarafta dağ manzarasını, öbür tarafta deniz manzarasını gözaltında tutarken üzerimizden rüzgârın geçmesini temin etme arzusudur. Bunun için sırtımıza keyfimizin çilesini yüklemişizdir. İşte bunlar hep albümdür. Çileci kontrol listesini bu albümden okur, sırtını bu kontrol listesine göre donandırır ve belini albümle büker. Başka çaresi yoktur. Tabii ki seyahat bir fotoğrafa bakmak gibi değildir. Sanki fotoğraflar da bizi bir yerlere götürüyor gibilerdir ama belki güçleri ve güçsüzlükleri aynı yerde, yani sınırlı bilgi sunmalarında yatar. Bize mekânın derinliğini vermedikleri gibi, bir sahnenin sağını solunu dolanarak biriktirdiğimiz ek bakışları da sunmazlar. Sonra bu fotoğraflar bize oranın rüzgârını, kokusunu, insanını, tehdidini, kedisinin aniden bakışını ve çalılardan fırlayıp bizi ürküten domuz yavrusunu da pek vermez. Ağacın hışırtısını ve gölgesini anlatmaz. Sokak arasında bekleyen tekinsiz köpeğin kıpırdattığı gibi içimizi kıpırdatmaz. Ordayken çektiğimiz açlığı yaşatmaz, seçeneklerimizle yüzleşme anımızı geri getirmez, bizi güneşin altına koymaz, bizi sıcaktan terletmez, bizi oranın yağmurunda ıslatmaz, engebesinde dengemizi şaşırtmaz, suyunun girdabında yönümüzü kaybettirmez, şelalesinde üşütmez, taşına kafamızı vurmaz, tozunu gözümüze serpmez, böceğini ağzımıza atmaz, yapmaz bunları, hiç birini yapmaz. Gitmek zorundayız. "Bir şahin, yukarıdan izlediğim bir ağaçtan kendini aşağı salıverdi ve evet süzülmeye başladı. Ben irtifadan şaşkın ve ürkmüş halde, 6 kenarındaki bir taşa oturduğum uçuruma yukarıdan bakarken... Neden sonra ağzımın açık olduğunu fark ettim."1 Sen bir yere gidemezsin, gitmeyeceksin (ama dert götürür) İnsan öyle ya da böyle nihai kurtuluş günü için seyahat ettiğinden, bin yıllık kurtuluştan hemen önceki dervişane dolanıp durmalara insanın en başta dertlerini götürmesi yerinde olacaktır. Aksi takdirde dolanış durak bilmez. O yüzden ayaklar sürükler, o yüzden durulamaz. İnce damarlarımız susuz kaldığında solup boyun bükeriz ve zayıflarız. Böylesi bir durumda olduğumuz yerde buruşup yığılacağızdır. Ama yapraklarımız boyunca uzanan iri damarlarımıza kadar kuruduğumuzda, açık ki, rüzgâr bedenimiz üzerinde daha da etkili olacaktır. O zaman orda ya da burda durmak için sebep bulunmaz. Her durağın, öyle işte, bir parça rahatsız eden bir yanı vardır ve yürümenin sürekliliği kırılamayacak, seyyah beyaz tuzlara bulanmış halde bir pansiyon odasında çatlayacaktır. Kuru yaprak olmak budur. Dertler ise insanı rakı, şarap ve bira eşliğinde güzelce suladıkları için dip toprağımız yaş, yaprağımız yeşildir. Her durakta durulacak, her duraktan rakı takviyesi alınacak, her manzara, her manzarasızlık, her serinlik ve her tozlu sıcaklık, her yapış yapış ter ve her gofret seyahatteki gerçek anlamını insanın kendi içinde getirdiği gübresinden, rakısından, derdinden ve solucanından alarak yeşilimize yeşil katacak, hatta ihtimal o ki, ya o yolculukta ya dönüşünde belki biz çiçek açıp meyve bile vereceğizdir. Aman sakın, yolculuğa dertsiz gitmemek gerekmektedir. Yolculuğa dert götürür. "Yola çıktım. Dün gece kumsal... Hardasan Dağı’nın arkasında dolunay, beyaz bulutların arasında yatakta gibi... Önünde de siyah 1 N. Hürgüzel; Birinci tekil şahsın ruh kırılmasından fragmanlar, s22 7 ince tülden bulutlar uçuşuyor... Hava sakinceydi. Biraz dalga.. sonra denizden serin esti. Çantamı kafamın ucuna koydum. Erkenden kalktım. Güneş yükselmeden yürüdüm. Yaylaya varınca su kovamı ahşap yalağın ara ara damlayan oluğuna astım... Zayıf çam gölgesi yamaçtan esen rüzgârla birleşince cennet çam yapraklarından bir yatağa seriliyor... Belki en hoş an, ne kadar kısa ve öz tuttumsa da uğurlanma anımdı.. elde saçma bir hediye ile kumsala yollanmak.. kumsal aydınlıktı, güzel geceydi."2 Kronik-ilerleyici-yol-bağımlılığı Fakat hayatı kolaylaştırırken zorlaştıran her ilaç ve her zehir ve tabii söylemeye gerek yok, hayatın da aynı zamanda ta kendisi gibi, bağımlılık da ilaç da hep daha uzun daha uzun dozlarda yolculukların hayallerini bir resmin tahta çerçevesine raptettirmelidir. Yolcuğun, yine söylemeye gerek yok ki, ki zaten bunların hiç birini söylemeye de gerek olmadığı gibi, çünkü zaten bunları okuyup hıı diye iç geçirecek olanlar bu yazılanları kaşlarının çatıldığı çizgiden dudaklarının içine büzüldüğü odağa kadar bileceklerdir. Velhasıl, söylemeye de gerek olmadığı gibi, bağımlılığın ilerleyişi, tümyolculukçuluk uhdesi aşkına, yolculuğun şelale, dere, deniz, göl ve baraj göllerinde vaftiz olmamızla yeni bir merhaleye bizi taşıyacaktır. ". . . ve sonra ay çıkar çadırın içine doğar, ağzın açık, göğsünde kalbin hareketli.. buradan hala yaşadığını ve duygularının kalbinde merkezlendiğini anlamıştın, korkuyla ve meydan okuyarak, orman hayvanlarının bitmeyen saldırısına karşı sopa ve bıçak da yakınında, çadırın kapısına çıkarsın, börtü böcektir saldıran, dışarlarda çok duramayacaksın, sebebi korkmak mı? Ama biliyorsun hemen alışırsın, sebebi anlamsızlığı değil mi? Orda yalnız başınasın işte, ne kadar keyif alabileceksin. Yani aya bakarak 2 O. Ayakoşan; Birincinin içindeki kıpırtı, s23 8 ne yapabilirsin? İçip birileriyle konuşabilirdin ama burada kimse yok, kendi kendine içebilirsin ama işkencehanene alkol katmak sana fazla bir şey kazandırmayacaktı, bu konuları hallettik sanıyordum, bunları aşmıştık, sürekli tartışıyoruz ama hep aynı noktaya geliyoruz, eski konuları açıyorsun yeniden, ne güzel kendimiz ve işkence bohçamızla artık güzel vakit geçiriyorduk, geçirmiyor muyduk, sen öyle dedin, beni buralara sen getirdin!?"3 Yerleşikliğin gereği olarak gitmek kapısı Evvela gitmenin gereksiz güzelliği ve sıkıntıları ve bir derde deva olmayışları ama yine de asfaltın tuhaf ve açık ferahlığından bahsetmek gerekmektedir, seyahatin bizim için anlamını ortaya koyabilmek için... Bir bağımlılık olarak ele alındığında –ki bağımlı olunan seyahatten çok insanın yerleşik hayatıdır, insan yerleşik hayatının sıkıntılarıyla baş edebilmek için seyahat kapısını gözünün görebileceği bir yerde tutmalıdır; mesela masaüstündeki fotoğrafta, hatta daha da yukarılarda duvarlardaki panolara iğnelenmiş ve seyahatlerin içi heyecanlı duygularla terk edip gitmiş olanlarına ait fotoğrafları ya da bir dergiden kesilmiş olan ve insanın içinde, tam göğüs tahtasının altındaki o noktada kıpırtı oluşturan rüzgârlı ve kumlu, rüzgârlı olduğunu ise maki ebadındaki ağacın yana kaykılmış olmasından anlıyoruz, zaten bu fotoğrafın arka planında, tepelerin arasında, deniz güneşle bir çizgide kavuşmaktadır, bu çizgi ufuk çizgisidir ve seyahatin ve yeniliğin en bayağı sembolüdür. Bu fotoğrafı çerçevenin kenarına iğnelenmiş halde tutmak seyahat bağımlılığından değil, işte anlattığımız gibi yerleşiklik hastalığınla yaşamayı öğrenmek zaruretinden kaynaklanır. 3 N.O. Beyazgölge; Kıpırdayan içlerdeki ikincilerle kapışmalar, s29 9 Seyahatin anlamı kadar yetersizliklerinden, tadı kadar tatsızlığından, çileciyi, keşişi, epiküryeni, kaçağı, maceracıyı, girişimciyi, sahipleneni ve kaçınganı, hepsini bir arada içerişinden, hayatını hem sorgulamak, hem yenilemek, hem yenileyememek, hem sorguladığın hayatı hep yanında taşımak, tüm bu irdelemeleri yeniden yeniden tetikleyen sıkıntılı yalnız anlara doğru bir gidiş olduğundan bahsetmek gerekmektedir. Yolculuk bizi tümden yepyeni bir yere getirmiyordu ve de tabii ki içine yerleşik olduğun ya da yanında taşıdığın hayatın sorunlarıyla ancak orada, yani yerinde yüzleşip onları çözmek ya da onlarlan yaşamayı öğrenmek gerekirdi ama yolculuk yenilik de getiriyordu, bazen tümden yer değiştirmek gerekiyordu, bunların hayatta açtığı kapılar eklenmeden yerleşik hayat daha iyi bir şey falan olmuyordu. İkisinin birbirini beslediği cesur ve girişimci hayatı bırakmamak gerekiyordu. Çünkü en sonunda, ne kadar uğraşırsan uğraş, ne kadar sorunlardan kaçarsan kaç, sorunlarınla ne kadar yüzleşirsen yüzleş, onları ne kadar çözersen çöz, yerleşik hayatın da sırf zamanın getirdikleri ve götürdükleri yüzünden külliyen umutsuzlukların içine çökebiliyordu. ". . . sonra çadırın içinde ayın çıkmasını beklersin, büyük bir olayın olmasını beklersin, yani sen gidersin, yolu yürürsün kan ter içinde, bedenini sınarsın, düşünürsün, yolun düzenine ve ritmine ayaklarını uydurur, ihtiyar adımlarıyla sakince ve sırtında işkencehaneni de taşıyarak tırmanırsın ve sonra suyun kenarında, ne zaman sıkılacağın sorusu eşliğinde çadırını kurar kampını atar, gece olmadan etrafı tetkik eder, bir iki açılışa katılır, önlerini ilikleyerek koşuşturan görevlilerin halini hatrını sorar, onları asla unutmamış gibi davranırsın. Oysaki sormuştun, "bu kim şu kim" de ordakiler sana bir güzel anlatmışlardı. Ondan sonra hatırlar gibi olmuştun, "sen bunu bunu yaparsın". Babasını dedesini de hatırlarsın, sonra gece çöker, gece çökünce rüzgâr esmeye başlar serince, bütün gün de esmişti, bu biraz daha serin.. bu akşamı 10 haber veriyor. Yemeklerini yedin, eğlencelik aburcuburla zamanı geçirmenin vakti geldi şimdi. Otellerde yaptığınla aynı şey.. orda kapalı kalakalmak.. otellerin kapalılığı.. o beyaz çarşaflı çamdan yatağa uzanmak ve o beyaz ve titrek floresanla aydınlatılmış aydınlık beyazı odanın içinde yalnızlığın çöküşünü, düzeltiyorum, iyi bilinen çöküşünü, iyi bildiğin, düzeltiyorum, iyi geliştirilmiş yöntemlerle engellemek üzere aburcuburunu çıkardığın an, yaylada yıldızların ve akşam rüzgârının altında, bu sefer gönenç olarak adlandırdığın çadır darlığının içinde sanki yine o aynı yalnız beyaz yatakta bişeyler atıştırıyorsun ve bir kitap çıkardın ve belki daha da iyi vakit geçirten gezi günlüğünü çıkarttın, yazıyorsun, bugün çok şeyler düşündün, kendine sabahtan listelemiştin bugün hangi konuları uzun uzun yürürken kısaca ele almaya çalışacağını, hangi konularda fikirler üreteceğini... Aklına gelenleri not etmezsen kaçacaklar ama sen onları yazdın, biraz daha devam edelim, çalışalım, yalnızlığı verimliliğe tahvil edelim. Neler neler getirmişsin yanında çok yüklüsün. Sırtındaki işkencehanen mi? Sevebilir miyim, işkence eder mi? O zaman uzak durayım ama çok sevimli. Nasıl izin veriyollar, bunların saldırdığı iki insanın geçen hafta belleri büküldü ve hayatları şaştı. . . ."4 Allah’tan güzel bir öneri: geri sarın, kırıp döktüklerinizi toparlayın Hiç bir kararınıza inancınız kalmadıysa, hayatınızı baştan sona yanlış yaşamışsınız gibi geliyorsa, bir kedi kadar inançlı ve kendinizden emin geçirdiğiniz yıllar birden ne olduysa naylon poşet gibi buruşup hışırdamaya başlamışsa, epiy erken bir orta yaş krizine girip de şapşal şapşal kalakaldıysanız, bir akşam kararlar sandığınız kaderinizin altında ezilmiş kalakalmışsanız, ehil olmayan ellerinize bırakılan hayatı heba ettiyseniz, niye hayat bir 4 O. Gaddarınoğlu (ed.); Ben de yazdım! Olayların tanığı terli sırt anlatıyor, s32 11 seferde yaşanıyor? Niye sınanamıyor? Hatalarımı farklı alternatifler üzerinden yaşasam ve sonra aralarından en güzelini seçsem, böylece kırıp dökmeden önce en iyi olasılığı arayabiliyoruz, bu böyle olmadığı için hayatı geri sarmak gerekti. Sorununuzu biliyoruz, bir şey oldu ve artık "bir hayat işte, abartacak bir yanı yok" diye yalandan bir rahatlık ve bilmişlikle geçip gidemiyorsunuz. Yapmadığınız her şey üstünüze çullandı, hayatınızla ilgili güveniniz yerle yeksan oldu, insanların arasına karışmanın sonu budur işte, herkes bildiği becerdiği işi yapsın. Bu eksik ve dolayısıyla belki de, dilim varmıyor ama belki de yanlış kararlar, yani bu olasılık ortaya çıkmıştı, bunlar yanlış kararlar da olmuş olabilirdi ve bu şaibeli kararlar yüzünden ve yani bunların karar olduğunu bile bazen tam olarak anlamamıştınız ama şimdi sizin geçmeyip de başkalarının geçtiği yolların aralarında fazla da bağlantı yolları kurmayan alternatifler ürettiğini anlamıştınız, sonuçta yolu bulamayıp hep aynı dönemeçte aynı yamaçta küçücük bir conk bayırında siperler arasında sekiz ay geçiren birlikler gibi ben de orlarda aynı labirentte siperlerimin arasında olsa olsa bir arpa boyu ilerleyip komşu sipere kadar gitmişken aldığım kararlara hiç inancımın kalmadığı bir dönemde hep ve hep tekrar tekrar yanlış üstüne yanlış üstüne yanlış üstüne yanlış yaptığıma inanmaya başlamışsam, hayatımı baştan başa yanlış yaşamışım gibi geliyorsa acaba burdan dönmek var mı? Cevapları yeniden yazıyorum: haklı değilsiniz, hayat her zamanki gibi işte ne çok iyi ne çok kötü, hayat güzel. Niye büyütüyorsunuz bu kadar, bir hayat işte, öyle değil mi? Geri sarmak ise mümkün değil, bunu denerseniz elinizde avucunuzda olan ve –ifadenin bütün gücüyledişinizle tırnağınızla kurduğunuz ve bir kenara ayırdığınız ne varsa ondan da olacaksınız. Geri saramayacaksınız, ileri doğru açılıp bitmiş makaranız.. halının içinde bir miktar kuru yaprak, halının içinde kalacaktınız, nem kalacaktı, kolonileşen güvelerin yanısıra.. 12 "Gece dolunay çıktı, çadırın ağzını terse kurmuşum, ya da bunu düşünmemişim. Hemen kafamı çıkardım, karanlığa alışmış gözlerim kamaştı. Evet, o kadar parlaktı, etraf aydınlandı. Bir süre seyrettim. Vadide güzel rüzgâr esiyor; gece gündüz. Çadır bütün gece tekne gibi sallandı ve seslendi, kapakları flap flap vurup durdu."5 Turla'da Kebap, Hardasan’da Uttal, Kevreği’de Pete, Fanfarlı'da Kapatan'ı mideye indirip göbeği şişireceğiz Bütün gün birer ödev olarak kurduğum bütün güzel öyküleri kendi kendime anlatıp bitirdim şimdi benden ne istiyorsun? Sana sadece yorgunluğumun tadını ve bir an önce uyuyacak olmanın ve kafa fenerinin ışığında okuyacak sürükleyici bir kitap yerine sadece ertelenmiş sıkıcı ve zor bir kitabının bulunduğunu sana öyle bağırdıysam biraz da bu yüzden yaşadığın zorlukları anlatmak istiyorum benimle daha doğru iletişim kurmalısın. Peyki seni dinliyorum, anlaşılan bununla bir daha hesaplaşmadan buradan gidemeyeceğiz, bu sorunlu yerden kurtulup ilişkimizi düzlüğe çıkartamayacağız. Engebeler ve çalılar arasında yolumuzu bir türlü göremiyoruz, ayaklarımız yüzüldü, oysa yol buradan bir yerden gidiveriyor.. şuraya gidiyor sanki.. bir labirent.. her yandan daha kıllı, daha basit ve hayata karşı daha dik kafalı dört ayaklılar geçmiş gitmişler, senin ayakların yüzüldü, bütün yolları görüp inceleyebildiğini iddia edeceksin ama kendin için elverişli bir yol seçemiyorsun, her seçtiğin yol çıkmaz, hepsi acılar ve kan, donanımın hep yanlış, güneş tepede, canın yanıyor, küfrün bini bir para. ". . . haydi bak, rüzgârlar akşamı müjdeliyor, ölümü hatırlatan.. güneş daha tümüyle yitmedi, günün en güzel saatleri bunlar, işte 5 P. Kondansatör; Serinleyen hava ve ruhta barış üzerine, s43 13 şimdi denize girip gevşeyeceksin, kulaçlarını güçle atacaksın, bir menzil belirleyip uzun uzun yüzeceksin. Bu yaptığının ne çok gereksiz sebebi var ama sorgulamadığında sadece keyif için yapıyormuşsun gibi ve sorgulamana da gerek yok, çözümlemelerle akşam yüzüşümüzü gölgelemenin anlamı yok.. Sonra bir an gölgelik çardaklara uzanacaksın, yarı gölgeli uykuların gelecek, öğlen güneşinin deseni üzerine vurmuş, kargılar ve otlar.. bir bira içeceksin, böyle lükslere iznin var, biraz kendine geliyorsun, şimdi anlat bakalım öykünü, dalgalar yükseldi ve güzel bir gümbürtü, kolay yorulmayan bir coşku, dalgalı deniz, köşeyi dönen açık deniz."6 Şüphesiz benim bu seyahatim bir deneyim avcılığından ibaret değil; bunu kenarında barındırsa da.. Bu seyahat bir gösteri değil; onu sadece yan ürün olarak sonradan üretiyor ve bu seyahat kalabalığın dediği değil; ona sadece orda burda maruz kalıyor ve onlan yan yana hayatta kalmaya çalışıyor. Seyahatten anlaşılanları bir kenarlarında barındırsa da, bu benimki baştan sona hayatın kuruluşuyla, varoluşun zeminiyle, gündelik ve sıradan hayatta tüm diğer ne varsa onların köklerini yaydıkları bir yerle ilgili. Problemler çözülemiyorsa, olsa olsa sırta fazla batmayacak şekilde çantaya yerleştirip onları da taşımaya başlıyorsak, onlarla yaşamayı öğreniyorsak ki seyahatle de yaşamayı öğrenmek gerektiği gibi, tüm bu karmaşanın ardından bir unutma ve neşene bakma vaazı vermek ve sırtlara pamuk yastıklar uzatmak da içimden gelmiyor. "Önce güneş batası oldu, ben fener kulesinin apsisinin kenarında rüzgârdan saklanarak sıcak şeyler içip tıkınıyorken güneş battı gitti, sonra hava kararmaya başladı, rüzgâr dindi, gece oldu ama hava tam kararmadı. Gittim su deposunun üstünde fenerin üç yana yayılan ışığının arkasından yıldızları seyrettim. Yıldızlar kaydı. 6 O.P. Zamanyolcusu; Birinci tekil şahsın keyfi yerinde, s97 14 Ağzım ne çok açık kalıyor bu aralar.. Işık durmadan dönerken çalıları ardarda üç kere her tarayışında ben yeniden şaşırmayı başardım. Sonra ayın bir yerlerden çıkması gerektiğini bildiğimden Samanyolu'na bakarak tahmin yürüttüm. Yine apsisin altına gittim. Birden turuncu bir ışık belirmeye başladı. Ay güneş gibi doğuyor ve hemen ortalığı aydınlatmaya başlıyor, tekrar su deposunun üstüne gitmeden ayın iyice yükselmesini izledim apsisin önünden. Uzaktan mütemadi dalga sesi gelmeye devam ediyor. Sonra özenle hazırladığım şezlonga kuruldum, insanlık buraya benim için bir şezlong bırakmıştı. Sonra nihayet zamanı geldi, ters yönden rüzgâr esmeye başladı. Ben de çadıra girdim. Aklımda güzel şeyler vardı ama hayal kurarken anlattım hepsini." 7 O. Binbirumut 7 S. Lideray; Birinci tekil şahıstan az kullanılmış iyi yolculuklar, s197 15 16 Bütün korkutucu olasılıklar üstüne 17 1. Ellerimle, sabırla, özenle, bir bir Ve karnımın içindeki bu kurtçuk, bunu önce iki elimle güzelce yoğurarak kıvam kazanmasını sağlıyorum. Kıvamlı ama şekil verilebilir bir hamur haline gelince mayalanması için 3-4 ay kadar karnımda bekletiyorum. Yeterince olgunlaştığında onu bir larva biçimi alacak şekilde masa üzerinde yuvarlamaya başlıyorum. Daha sonra alt tarafından avcumun içiyle iki tümsek çıkartıyorum ve bunların eşit boyda ve simetrik olmasına dikkat ediyorum ve sonra tümseği silindirik iki çıkıntı olacak şekilde uzatmaya başlıyorum. Bazı yerlerde boğumlar yapıyorum ve ikinci ana boğumdan sonra küçük bir çıkıntı daha yapıp elimin ayasıyla hafifçe altını düzleştirip pide biçimi veriyorum ve sonra uçlarından aynı şekilde beş minik çıkıntı daha çekiyorum bunları güzelce biçimlendirdikten sonra marketten aldığım küçük tırnakları yerlerine yerleştiriyorum. Kalemle detayları ve derinin üzerindeki ince çizgileri oymadan önce kolları ve kafanın ana hatlarını vermek üzere ayakları kendi hallerinde beni tekmelemeye bırakıyorum. Gözlerin geleceği yere parmağımı hafifçe batırıyorum ve biraz ara verip daha önce hazırlamış olduğum gözleri almak üzere bahçedeki seraya gidiyorum. Bu kadar basit, saymaya bir ömrün yetmeyeceği kadar çok sayıdaki o sinir hücrelerinin her birini ellerimle masada yuvarlayarak uzatıp bebeğin kafasından bedende uzanacağı yere kadar güzelce yerleştirmek ve diğer sinirlere on bin noktasından teker teker tutturmak için biraz zaman harcamanız gerekebilir. Ve işaret parmağının ucundaki bir noktadan tüm hücrelerini teker teker ekleye ekleye bir bedeni inşa etmeyi de seçebilirsiniz, ne demek, o sizin eseriniz, öğretirsiniz, dinletirsiniz, yönetirsiniz, sizsiniz değil mi ki bunu yapan sizsiniz, keratin ve gerekli diğer maddelerden oluşturduğunuz hamuru duvardaki bir çengele takıp tekrar tekrar çekip uzata uzata elde ettiğiniz ve makasla keserek uygun boylara getirdiğiniz o zayıf ve ince bebek saç tellerini birer birer onun 18 kafacığına yerleştiren sizsiniz, gözlerini yerine yerleştirip yoğun sinir demetleriyle beyin kabuğuna bağladıktan sonra çeşitli kalınlıktaki oyma kalemlerinizi elinize alıp bedenindeki her bir çizgiciği çizen sizsiniz, derisini üstüne geçirmeden önce karaciğerini, kalbini, midesini, safra kesesini, böbreklerini, dalağını, ve bağırsaklarını gâh geleneksel yöntemler gâh modern tıbbın tariflerine göre pişirip yerine yerleştiren, sinirlere, damarlara ve lenf kanallarına sayısız noktalarından bağlayan sizsiniz. Akciğerinin her bir alveolünü ağzıyla üfleye üfleye, tek tek şişiren ve onları yanyana yapıştıran sizsiniz, siz yaptınız, o kadar hâkimdiniz ki bu olup bitene, market market dolaşıp tüm hormonları, aminoasitleri, mineralleri ve vitaminleri temin eden ve akla gelen ve gelmeyen tüm proteinleri güzelce katlayıp yerine yerleştiren de sizdiniz. O sizin karnınızda büyüyüp sizi olmadı, siz sizin içinizde büyüyüp sizi olmadı da siz yönettiniz, siz yaptınız, öyle ya, o tekil siz, o tekil beniniz, o biricik noktasal ve bölünmez ruhunuzdu her şeyin kontrolünü ele alan ve maharetle bütün bu süreci yöneten. Dolayısıyla güven içinde yaşamalıydınız, her noktasına, her detayına, her kararına karıştığınız, hücre hücre, atom atom kurduğunuz bu biyolojik evrenin patriyarkal yöneticisi olarak.. Hani diyorum ki, bundan gülünç öykü olamaz ve bundan gülünç kibir.. İçinizde dünya kendi kendine uyanıyor ve buradayım diyordu, buradayım ve kontrol bende, buradayım ve sen bir hiçsin. Sen hiçsin. Yoksa bunu büyük üstat mı söylüyordu? 2. En büyük sevgilere layık olan yazmak eyleminin korkuları Düşünüyorum ki, oldukça akılcı olmakla beraber ve hatta yeni de olmamakla beraber, olası ki insanlıkla yaşıttı anlatacağım bu öykü ve özellikle de bunu daha önce duymamış olanlar bir parça çekinecekler sanki öykümüzü okumaktan, zira biraz, bir parçacık da olsa akıllarını alabilecek konulara değineceğimi sanıyorum. Yeni bir şey öğrenmekten ve bilgi edinmekten çekinmek 19 anlaşılabilir olacak o zaman ve ama korkarım ki, tabii ki sizleri üzmek, size tatsız hisler vermek ve sizleri gücendirmekten pir parça çekinsem de ama derdim biraz akıllarınızı da hafifçe yerinden almak ve bir parçacık kenara kaydırmak olacak. Ama tabii tam bu noktada, öyle ya, yeterince sert bir öykü yazamaz da aklınızı alamazsam diye de korkmuyor değilim. Dolayısıyla başarısız olmak korkusu mu yoksa gücendirme korkusu mu galip gelecekti, bunun yanıtını aramak gerekir. Güzel şeyler evet, dünyanın en güzel ve mahmur akşamüstlerinde buluşmak üzere sizi davet edeceğim, geri çevrilmekten korkmasam.. Ve alçalmış ve keskinleşmiş akşam ışığı altında kuvvetli karşıtlıklar yaratarak dikilmiş süssüz duvarlar.. Bir de Chirico tablosunu aklınıza getirin ve insan cahil görünmekten korktuğu kadar gösterişçi görünmekten de çekineceği için bu de Chirico bu cümlede oldukça gerilimli bir varoluş içinde; iki direk arasına gerilmiş bir telden düştü düşecek, demek istiyorum ki, yazıdan silindi silinecek ve laf kalabalığı yapmaktan da çekindiğim için öyküme devam etmek istiyorum. Çünkü dünyanın en güzel akşamından da daha güzeli var. Her şeyin daha güzel olabilmesi için gerekli önlemleri alan tanrı küçük bir çam korusunu yukarıda bahsettiğim akşam ışığı altında ufka doğru genişleyen sahnenin ortalarına ekliyor ve onun arkasında, modernitenin ya öncesine ya sonrasına ait, kuşlu sinekli balıklı bir sulak alan ve en geride ise sulama kanallarınca işaretlenmemiş yeşil sarı tarım alanları artık oradan ufka kadar hiç bir sınır tanımadan, insanın içini sonsuzluk ve sınırsızlık korkusuyla titreştirerek kat kat açılıyor.. De Chirico ise ufka kaçan bu sınırsızlığı bir duvar ya da bir tepe sırası yardımıyla gizlemek durumunda kalmıştı. Her neyse efendim, biz hemen konumuza döneceğiz, bu cümleleri nasılsa, sizi sıkmaktan korkarak, daha sonra kesip atacağız, eğer sıkılıp da bu harika yazıyı daha 20 başlamadan bırakırsanız başarısızlık korkusu haklı çıkacak ama içimize yerleşmekteki amacına layık olamayacaktı. Oysa bu korku güçlüydü ve lüzumsuz irdelemeler yüzünden bir türlü bu yazıya başlayamama korkusu, hayır bu bir etrafında dolaşma yazısı değil, dimdirek bazı meseleleri görüşmem gerekiyor sizinle, neyi anlatıyorum? Anlaşılamama korkusunu. 3. Mezar karanlığından insanlığın en umutlu öykülerine doğru Ne kadar güzel bir akşamüstü geçirmekte olduğumu anlatıyorum. Karşımda adını bilmediğim bazı mor çiçeklerle kaplı bir ağ rüzgârda sallanıyor ve bir adamın ne kadar mutlu bir adam olduğunu anlatan bir progressive rock şarkısı da kulaklarımda hafif hafif dolanıyorsa, kumsala bir fok balığı gelmiş ve jandarma düdükleri arasında kırk metre boyunca bel hizasını geçmeden denize doğru uzanan sığlıktaki herkes donunun uzun paçalarını yukarı çekiştirmek zorunda kalmışsa, çünkü mutedil bir fok korkusundan muzdariptiler ve üç metrekare yağlıboya, yarım kilo tiner kokusu, yat verniği, bütün bunlar denizle ilgiliyse, korku, herhalde bunları kaybetme korkusu, evet güzel şeyleri, mutluluğu yitirme korkusu bütün sağlıklı akılların haklılığında birleşip fazlalığını lanetleyecekleri o korku, buradan başlamak istiyorum, elimizde neler var: akşamüstü, deniz kokusu, zihin açıklığı. Elimizde böyle büyük bir mutluluk varken acaba nasıl olup da sizleri bir mezar karanlığına indireceğim? Oraya bizden daha önce inen milyarlarca kişi oldu, bunu biliyorsunuz. Daha az sayıda olmakla beraber, geri çıktığı rivayet edilenler de bulunmaktadır. Mezar, söylemeye gerek yok ki korkunçtur; dar şeyler ve dar yerler korkusu; tıkanma ve darlanma korkusu; kaşınma ve kaşıtan böcekler ve mezarda bedenimizi katedecek kurtçuk ve solucanların korkusu ve karanlık korkusu bizi birden engin, mavi 21 ve yeşil açıklıklardan ve ferahlıklardan alıp karanlık toprağı düşlemeye itecektir. Tabii, yerin altına inmek denince, toprağa gömülmekten ziyade, yerin gizemli derinlerine açılan çatlaklardan, yarıklardan, mağaralardan, vadilerden ve yerüstündeki su kaynaklarını ve kuyuları besleyen yeraltı nehirlerinden ilerleyerek aşağıdaki yapılı çevrelere ve oralara yerleşmiş farklı şahsiyetlerin meclisine erişmek düşünülmüştür ilk başta. Yerin çatlakları her ne kadar zeminimizin yekpare güvenini sarsan, hatta onu bir kırıklar atlası oluşturmak üzere boylu boyunca dağlar ve vadiler ölçeğinde yarıp parçalayan dehşetli zelzeleleri bize hatırlatsa da, sormak gerekir, yer yarıldığında, yere boylu boyunca uzanmayı ihmal edip, yerin yarıldığı yerden dünyanın dibine düşenlerin, ya da böyle büyük olaylara karışmaksızın, uslu uslu evde oturdukları halde günün birinde ne tuhaftır ki toprağa törenlerle gömülmek durumunda kalanların gittiği yer neresidir? Oradan geri dönen olmuş mudur? Bu çocuksu ama esasında anlamsız soru o kadar karşı konulmaz bir korkudan kaynaklanır ki, soruya yanıt aramak için gerçekliğe adeta tecavüz edilerek bir gizemler uzamı oyulup açılır. Bu üzücü umut kovuğu, insanlığın tarihinde tekrar ve tekrar inatla oyulmuş ve insanlık aradığı cevaplara müteaddit defalar erişmiştir. Buna göre gerek İnanna, nam-ı diğer İştar, gerek Dumuzi, nam-ı diğer Tammuz, gerek onun kız kardeşi Geştinanna ve aşkının peşinden yerin altına inen âşıklar âşığı talihsiz Orfeus, ki sonuçta "yahu Hades ve Persefone şimdi neler yapıyorlar acaba" diye meraktan çatladığı için son bir kez dönüp arkasına bakan ve merak ettiği yeraltı sakinlerine sonsuza dek kavuşan Örüdise'yi geri getirememiştir ve "Hades'e eşlik ettiğine göre demek ki Persefone de bir zaman yerin altına inmiş olmak gerek" derseniz, evet o ve peşinde tarımın ve bereketin, aklı bir gelip bir giden tanrıçası Demeter, hepsi zaman 22 zaman, ya da dönem dönem, ya da dönüşümlü olarak, o yerin altından geri gelmeyi başarmışlardır. Bunların bazıları kalıcı olarak yerüstündeki yaşamlarına dönmüşlerdir, çünkü daha vadeleri dolmamıştı, bazıları ise nöbetleşe olarak yerüstüne gelip, kalan vadelerini sevdikleriyle paylaşma yoluna gitmişlerdir. Ve bir kez bir ölümlünün yerin altından döndüğü öğrenildiğinde, bu olasılığın adım adım yayılarak, ilk başlarda geri dönen kutsal kişilikle özdeşleşme yoluyla, sonra giderek hiç bir inisiasyon aranmaksızın tüm insanları kapsamasını engellemek mümkün olabilir miydi? Bu hiç adil olmazdı. Ölümsüzlük insanlar arasında paylaşılmalı, en azından bizden olan herkes bizimle aynı şartlarda yarışmaya katılabilmeliydi. Öyle de oldu. İnsanlık yeraltının gizemleriyle ilgili büyük projesinde, yakaladığı her umut kıvılcımını korumuş, her yeni buluşu kültürden kültüre hızla yayarak eklemeli bir tavırla ölümü hafifleten bir inançlar katedrali inşa etmeyi başarmıştı. Bu büyük bina uygarlık tarihinin en önemli kollektif başarılarından biri olduğu halde sıklıkla hafife alınmıştı. Oysa sizlerle bu yazı boyunca danışacağımız gibi, insan olmak fail olmaya eş tutuluyor, fail olmak ise kaygılarla tarifleniyordu. Bu yüzden de, ucu bucağı olmayan kaygılar coğrafyasında başımızı sokacak bir sıcak çatının yerini tespit etmek azami önemde olmuştu hep. 4. Apansız gelenler, alıp götürenler Uzun uzun yazıyorsun ama hep aynı şeyleri yazıyorsun, hep aynı şeyleri yazdığın yazışın bile hep aynı, zihnin hep aynı çalışıyor, kısırlıktan ve yaratıcılığını yitirmekten korksan bunda haklı olursun ama belki korkaklık korkusu seni engelliyordur. Ne var ki içi boş yiğitlik de ürkütecektir seni, e ama hayat korkarak yaşanmaz diyecektin fakat bilip bilmeden yaşanır işte. Sonuçta sen hayatı yazmayacaktın, konudan tekrar sapmaktan korkacak kişi de 23 sen değilsin yok artık, neyse ki literatürde böyle bir korku yok. Hayır var: delirme korkusu. Ruh sağlığını hangi gün yitireceksin? Bir gün apansız gelecekler, akılcağızını alıp gidecekler, konudan sapmak ne kelime, konuyu hiç yakalayamayacaksın ki bir daha. Öyle olmasa da o zaman belki paranoyada kaybolacaksın ve o zaman da konuyu asla kaybedemeyeceksin. O pek önemli ve tehlikeli konuyu yakaladığın anda ona kilitleneceksin ve tekrar tekrar o dehşetli konuya dönüp duracaksın. Gelip akılcağızını götürebileceklerinden şüphelendiğin herkese karşı önlemler almalısın. Nedensiz ve şiddetli bir korkunun ta kendisi, korkunun korkusunun ta kendisi, kendi üstüne kapanan sarmallar çizerek işgâl edecek benliğini. Korkmakta haklı olabilirsin belki de, çünkü hani geceleri yattığında, ilk defa olmak üzere çeşitli delirtici düşüncelere nüfuz etmeye başladın. "Bazen sen uyumadan önce böyle şeyler olur" deyip geçeceksin ama bi dakka, şimdi mesela, sınırları çok uzakta olan bir uzay varmış onu anladık, sınırı varsa bile zihnimizde bir görsele karşılık gelmeyecek kadar büyük ve üstel sayılarla ifade bulan bir mesafe kadar bizden uzakta olacakmış bu sınır ve bu büyük uzay içinde aslında yerimiz öylesine, tesadüfî, zar atımı, keyfî.. e o zaman gelip geçici, kıymetsiz, önemsiz, minik ve öyleyse tekinsiz, tehdit altında, korumasız olacakmış. 5. Yurdumuz ve ayak bastığımız zemin Yani belki insanın ebatlarına doğru küçültülmüş bir mekânın güvenliği ve gönenci içinde, yani aslında tek avuntumuz, kendimize göre ölçeklenmiş ve anlamlandırılabilir durumdaki o kurtarıcı mekânın içinde.. ama bir bakıyoruz ki birden onun içinde kapalı kalmak korkusu hatırımıza geldiğinde –ki bir keresinde uyanmış nefes alamaz gibi hissedip hava almak istemiş yorganı 24 üzerimizden atamayınca uykunun inandırıcı havası yüzünden dehşete kapılmıştık.. Burada, yerin üstünde, duvarların yanında, göğün altında, anlamlarla dolu bir yurtta bulunduğumuz, mütefekkirler tarafından sıklıkla ifade edilmişti. Yurdumuz burasıydı; bu ne demek? Bu çağrılmadan imdada yetişen vatanperverlik, şu demek değil miydi: bu dünya bizim yurdumuzu barındırıyor ve burada güvende ve rahatlık içinde olabiliriz, belki en azından, büyük ihtimalle... Düşüncemiz ise, öyle deniyor ki, bilimimiz, aklımız deniyor, kültürümüz, matematiğimiz, önermelere dayanan mantığımız ve fiziğimiz ve kimyamız, bunların hepsi deniyor, bunlar vatan tanımazlar, hani yurt mevcut olsa biz de seveceğiz de diyorlar, yurt falan yok diyorlar, yurt diyorlar, senin zihninde, sen de aldandın diyorlar, üzülme diye devam ediyorlar, yurdundan şüphe ettin diye üzülme, çünkü onun da senin zihninde ve belki bir takım genlerin hedeflerine uygun biçimde pragmatik hedeflerle kurulmaktan öte sana minnet borcu bulunmadığı için ve zaten onun bir aldanma kadar bile bilinci olmadığı için, yurt da zaten sadece bir zihinde kurulup dağılan bir aldanma olduğu için, o kısmını derdetme, sen şimdi dön de acınası haline bak demişlerdi. Sonuç olarak, şunu anlamak istiyordum, yer altımdan kayıp gidecek miydi? Hayır diyorlardı, eğer depremde yere boylu boyunca uzanmayı hatırlarsan, onun dışında büyük olasılıkla ömrühayatında yer altından kayıp gitmeyecekti, sen onun üstünde kayıp gidebilirdin ama bundan da çok korkacak bir şey olmadığına göre asıl mesele orada da değildi. Sırf bundan ötürü "melekler ve cinler keşke karşıma çıksalar da şu hain ve acımasız bilime haddini bildirsek" demek de saçmaydı biraz doğrusu, yine de en azından meleklerden ve cinlerden ve benzer varsayımsal faillerden korkmamak için bir bağlam üretebilmiş olacaktık, eğer o konu o 25 kadar yersiz olmasaydı... Dolayısıyla melekler cinler şeytanlar cüceler büyücüler bunlardan keyifle korkmaya devam edebilirdik. 6. Klostrofobi ve küçük hayat Peki, evrene dağılmıyorduk, burada duracaktık belli ki ve evrenin uzak sınırlarına gitmek değil, belki de gidememekti korkulması gereken. Küçük bir kısmında yaşayacaktık evrenin, güneş sistemimiz ve gezegenimiz ve galaksimizin hareketlerinin bileşkesi sayesinde, evrende küçük çizgisel bir zaman-mekân hattını kısaca tarayıp, göz açıp kapayana kadar eğrimizi çizecek ve gidiverecektik. Yok ama bundan korkmamak için de oldukça eskilerde güzel bir öykü yazılmıştı ve bu öykü de tarihin bir yerinde bir kere ortaya çıkmayagörsün hemen insanların zihnine kazınan meme'lerden biri olduğunu kanıtlamıştı. O yüzden hiç difüzyonist olmaya da gerek yok, belli ki tarihin farklı yerlerinde, gezegenin kat ettiği farklı evren bölgelerinde tekrar tekrar icat edilmişti bu anlatı, kültürlerimize farklı noktalardan sızmıştı ve biz o öyküyü biliyorduk: Sen ölünce kurtlar seni yiyince ondan sonra sen illa ki, ister ruhun, ister kanın, ister ben'in, ister etin, ister proteinin, ister karbon atomların, bir şekilde başka sistemler ve en önemlisi de başka organizmalar içinde yeniden işe koşulacağın için, yani peki bu nasıl bir teselli olabiliyordu? Bedenimin parçalanması korkuların en büyüğüyken ve mesela kafamın bedenimden ayrılması en dehşet verici düşünce olmuşken ve bedenimin öldükten sonra bile olsa yakılması her niyeyse beni bu kadar korkutuyorken, tam olarak aynı anlama gelen bir dağılma, parçalanma ve her yana saçılma anlatısı bize nasıl teselli oluyordu? Tam olarak aynı şekilde, farklı farklı hayvan ve insanların içinde yeniden yer almak ama benliğini yitirmek ne 26 anlamda farklı bir hayvan ve insanda yeniden uyanmak olabiliyordu? Orda yeniden uyanan şey senin gerçek benliğindi ama uyandığında orda benliğin olmuyordu, gel de açıkla. Aynı şekilde, bir adet hücrenden başka hiç bir sürekliliğin olmadığı halde bir adet çocuk nasıl seni sürdürüyordu? Tabii ki genler, bunu biliyorum ama düşündüğünüzde, sürekliliği gerçekleştiren, bir adet hücrenizde taşınan bir miktar kromozom, sitoplazma, bir kaç endoplazmik retikulum, golgi aygıtı, hücrenin yabancısı mitokondri, hücre çekirdeğinin zarı, bir miktar protein ve aminoasit anlatabiliyor muyum, bunlar o kadar önemli idiyse şimdi elimin üzerini kazıdığımda bunun belki bir kaç yüz katını evrene geri salmıyor muydum? Bunlar önemli değildi de genlerde taşınan maddesiz kod önemli idiyse bu maddesiz kodun kurduğu süreklilik nasıl benim malım oluyordu, hangi insan algısına, hangi süreklilik anlayışına sığardı bu? Hiç kuşku yok, bu insan tuhaftı. En saçma şeylerden korkuyor, en saçma şeylerle de avuntu buluyordu. Hani tümüyle olmasa da ve kendi açısından belli ki bir bildiği olsa da, aslında büyük ölçüde de aldanarak yapıyordu ne yapıyorduysa. Yani yaşamak için sürekli aldanması ve bu aldanmalardan bir anlam dünyası inşa etmesi gerekiyordu. Hayır haklı da olabilirdi aldanmalarında ama aldanmaları, yani anlam dünyası, sonuçta sadece onun zihnindeydi işte. Evet evrenin belki de bir sınırı vardı gerçekten, kim bilir, ama evrenin sınırı da zihnimin içindeydi her şeye rağmen; gerçekten varolsa da olmasa da.. Şimdi gel de acımasız indirgemeciliğinde bilime hak verme. 7. Difüzyon ve agorafobi Evrenin uzanımıyla kıyaslanmayacak kadar sınırlı bir konuma hapsedilip bırakılmış olma hissinden bahsediyorduk ve bu da herhalde bir iki hafta önce geldi ilk. Bu zamanlarda işte, 27 hayatımda ilk defa, o yurtsever düşünürlerin bahsedip durduğu sıla hasretini hissedip ürküyordum. Zihnimden uzaklaştırmak durumunda olduğum bu düşüncelerden biri dağılmak ve kendin kalamamak idiyse –ki bu, sürekli-ölüm anlamına geliyordu ve bir takım felsefeciler de bunun üzerine uzun uzun yazmışlardı ve "e peki öyle de olsa, bu önemli midir?" diye soruyorlardı bir de abuk abuk. Esasında yanılsamanın gücünden ötürü bunu asla algılayamadığımız, buna yönelik bir hissimizin olamayacağı iddia edilse de, bir keresinde dağıldığımı hissettim. Ben-oluşum sanki güvencesini yitirdi, bu da her şeyimin kaybolmasıyla eş anlamlı olurdu. Daha doğrusu her şeyim yerinde kalırdı, bir şey değişmezdi ama onlara sahip çıkacak bir ben olmayacaktım. Buna müsaade edilemezdi ama belli ki çare de yoktu. Bunun beni deliliklerin en tatlısına götürebilecek kapı olduğunu hemen anladım. Bir tarafta ucu bucağı olmayan, karşıdaki tepelerden de ötesindeden de ötesindeki buluttan da ötesindenin de ötesindeki ayın da ötesindenin de ötesindeki güneş sistemimizdeki dokuz gezegen, bir güneş, bir seri asteroid ve yalnız başına soğuk ve küçük Plüton'un da ötesinde, bize karanlık gecelerde bir yıldız şelalesi gibi görünen galaksimiz Samanyolu'nun da ötesinde, en yakın diğer galaksinin de ötesinde, evrenin bir genişleyip bir daralan sınırlarının da ötesinde... Karanlık madde izin verir de, organizmalarımızı oluşturmak için gerekli olan tüm biçimlenmelerin, çarşaf gibi yayılıp düzleşmiş rüzgârsız deniz gibi düzleşeceğinin varsayıldığı soğuk bir hareketsizliğe doğru ilerlenirse ve hareketler ve şekillenmeler ve dalgalanmalar ortadan kalkarsa, geriye fark ve geriye herhangi bir şey kalmıyordu. Çok boyutlu ama ayrımsız bir yüzeyden ibaret bir boşluk kalıyordu. O zaman işte ona evrene dağılmak deniyordu, hani dağılmak değil de yayılmak dense daha doğru olurdu belki 28 ama kaç boyutlu olduğunu bilemediğimiz evrenimizde algımızda yeri olan metaforları algımızda yeri olan olaylarla birebir eşleştirmeyi bırakmamak daha iyi olabilirdi, o zaman dağılmaktan bizi koruyan o kendi ölçeğimizdeki sınırlı mekân neresiydi? O mekân muhtemelen bu güzel akşamüstünde ufuktaki bulutlara kadar açılan peyzajdı. Birazdan gökyüzlerini bitişik adalardan oluşan bir haritaya bölecek olan takımyıldızlara açılan bir gece olacaktı. Ve sonra, yatağımızın etrafını beyaz duvarlarıyla sınırlayan aydınlık bir oda olabileceği gibi, mekânı daraltmak için ışığın başucumuza kadar çekilip kısılmış olduğu, sadece tabut ebadında bir alanı aydınlatılmış, tam da bedenimize ve onun hareketlerine göre ergonomik bir duyarlılıkla inşa edilmiş, özetle evrene dağılmayan bir odanın içindeki bir aydınlık alan olabileceği gibi, içinde uyanıvereceğimiz, toprağa gömülmüş bir tabut, ya da içinde kilitli kaldığımız bir buzdolabı, ya da bir morg çekmecesi de olabilirdi. 8. Evren korkunçtu da okurlar korku vermiyor muydu? Madem o zaman zihinsel ellerimizi kavuşturalım, meydanın birindeyiz, bir güruh, sloganlar, nümayiş, başörtülü kızlar ve kırmızı bayraklı erkekler, birazdan bir olay çıkacak, hayır oradan uzaklaş, olaydan uzak durmaya çalışıyoruz, ailemiz var, üç çocuğumuz var, hayır orada kalman lazım, bencillik etmemen lazım, diğer herkes ve beş çocuğunun, yedi ailenin, onüç vatanının geleceği için cesur olman lazım. Sorumluluklarının arkasına saklanarak korkaklığını gizleme çabası da önemli kaygılarımız arasındaydı. Tekrar tekrar ortaya çıkar, korkaklığımızı mazur gösterirdi. Korkaklıktan korkuyorduk bu doğru, güzel de durmayacaktı üzerimizde. Her ne kadar babalarımız erkekliğin onda dokuzunu bize yerli yerince öğretti idiyse de görüntüde cesur durmamız gerektiğini de hep daha bir önemle 29 vurgulamışlardı. Bunun pratikte faydaları da bulunuyordu ama bunlar uğraşacağımız konulara kıyasla minör hususlardı. Önemsiz konulara dağılıp okurumu kaybetmeyecektiysem de o anda minör olsa da sık yaşanan otosansür korkusu devreye girmişti. Önemsiz konulardan uzun uzun bahsetmek fenaydı tabii ve öbür tarafta, çok önemli konulardan gayet özlü biçimde bahsederken cümleleri uzatmak onları anlaşılmazlaştırabilir ve okurları gereksiz yere yorarak onları iteleyebilirdi, korkunun kaygının bini bir paraydı. Sonuçta, eğer otosansürü doğru uygulayamazsak, önemli bir hususu kâğıda dökemeyebilir ya da öbür bir yöne gidip de gereksiz yere kendimizi yaralı bir topuktan açık edebilirdik –ki bu çekişme, bilindiği gibi edebiyatın en temel şekillendiricileri arasındaydı ve evet kullanılacak kelimeleri özenle seçerken içimizde aportta bekleyen ve aport gibi kelimeler belirdiğinde bizi uyaran, "bu kelime burada iyi durmayacak yeri değil bu metne yakışmaz" türünden uyarılarla kendini belli eden kaygılar da mevcuttu. Ve bu kaygıların hepsi diğerlerine nasıl yaklaşacağımızla alakalıydı. 9. Korkuların fiziği ve astrolojisi Korkuların büyük olanları, derin olanları ve yaşam topoğrafyasına yoğun dağılanları vardı. Hepsinin yeri ayrıydı. Fakat her korkunun karşısında, her yöne çekiştiren başka korkular yer alıyordu. Bunların bir bileşke kuvveti oluşabilseydi, korkuların vektörel bir toplaması yapılabilseydi, sonuçta fail toplam korkunun aksi yöne doğru kararlı biçimde akıp gidebilecekti. Oysa hiç de öyle olmuyor korkudan korkuya kafamız karışmış, şaşkın ve kararsız bir beklemeyi, kaçmak yerine durup anlamaya çalışmayı tercih etmek durumunda kalıyorduk. Demişlerdi ki, insanlar ölür ama bazıları bir kere ölür bazıları sürekli ölür, ölüp ölüp dirilir. Bunu diyenler haksızdılar, çünkü 30 bazıları değil ama hepsi, hepsi ölüp ölüp diriliyordu. Korkulardan kaygılardan sıyrılabilen bir tanesi de yoktu ki bu insanların. Haksız çıkmaktan ya da itirazlara mahal vermekten çekiniyorum diyelim, ya da basitçe sakınımlı davranmayı kesip bu sefer kendimi zorlayarak da olsa düzünden yersiz bir metaforik haritalama gerçekleştireceğim. Madem yönü olan güçlere dayanan ve sonuçları bir kaç parametreden oluşacak şekilde ortalamalara ve toplamlara indirgeyen fiziksel metaforumuz işlemiyordu, biz de meselenin karmaşıklığına daha iyi yaklaşan astrolojik bir metafora geçmeyi deneyebilirdik. Gök cisimlerinin gece göğünde yükseliş, alçalış ve ilerleyişleri sınırlı sayıda elementten türeyen kombinatoryal bir çeşitlenmeyi mümkün kılıyordu. Andığımız tüm kaygıların Zodyak'a yerleşen gezegenlere, mesela Güneş ve Ay'a, gevşekçene iliştirilebileceğini varsayalım. Burada mesela 'tek bacağı olmayan bir kedinin otomobil karşısındaki korkusu' bizim Güneş'imiz olsun. Bunu hepimiz iyi kötü biliriz ve isterseniz, aynı şekilde kanımızı donduran ama daha uzun erimli sebeplerden türeyen korkular da Ay'ımız olsunlar. Bunlar üç aşağı beş yukarı aynı günün farklı saatlerinde ve farklı yörüngelerde ve tahmin edilmesi güç ilişkiler içinde, bağımsız olarak ama yine de aynı kuşakta ortaya çıkıp kaybolurlar. Gözler göğe kaldırılıp failin zihnine yıldız haritasının ardından bakıldığında, hâlâ, eş değer iki kaygı arasında kalakalmış bir fail hayal edebilir miydik? Dedik ya, kaygının, korkunun, beklentinin, derdin bini bir paraydı; gökteki yıldızlar kadar çok ve çeşitli... Ve ruhumuz da en az gök atlasları kadar karışık... 10. Rejimlerin ve piyasaların öcüleri Bu güzel akşamüstünü elimizden alabilecek şeylere bakalım istiyorum: bardağıma doluveren rakıyı elimden alabilecek gericiler, üzerine türediğim balkonumu yıkabilecek korumacılar, önümdeki 31 ormanı kesiverecek yatırımcılar ve insan doğasının derinlerinden gelen eğilimleri dünyanın sunduğu olanaklar ve işleyişlerle ortaklaştırıp güce, kadına ve çocuğa adanan erkekler ve bunların aynısını bir parça farklı taktiklerle uygulamak derdindeki kadınlar, zira dedik ya dünyanın sunduğu olanaklarla derinlerde yatıp faili yönlendirmek için baskı uygulayan arzuların, zorlamaların ve kısmen bunların sonucu, kısmen bunların işleyişi, kısmen bunların rakibi, kısmen bunların ta kendisi olan kaygıların bir ortaklığı gerekiyordu. Tüm bunlarla birlikte esasında kendi kendine güzelcene işlediği anlaşılan birikime dayalı ekonominin sıkıntılı dönemleri ve birden uyanıp beni üst orta sınıf ayrıcalıklarımdan edebilecek olan devrimin demir yumruğu işçiler. Ondan sonra diğer fakirler ve köylüler, bir ekonomik kriz ve hassas piyasalar... Bunlardan daha iyi bildiğimiz, hali vakti yerinde insanların evlatlarını tanımlayan bir kendini gerçekleştirememe korkusu... Hadi yoksulun yarın korkusu günbegün yenileniyor ve yatıştırılıyordu, bugün de aç kalmamıştık ya da bugün aç kalmıştık, sonuçta bugün geçmişti, e ama bu kendini gerçekleştirme işi öyle havada, öyle yüzergezer, öyle tanınmamış, daha gerçek korkuların yanında öyle bir şımarıklık idi ki, zaten aklı başında yöneticiler sürekli artan bu tarz köpük kademesi kaygıları baskılamaya yarayacak ele gelir bir korku envanterini kenara koymayı akıl etmeliydi. Devlet eliyle üretilip tedavüle yeri geldikçe sürülen komplolar ve bunların inanılırlıklarını artıran operasyonlar bu türden bir toplumsal işleve sahipti belki ve bizimki gibi dengesiz toplumları hep teyakkuzda olan bir ordu-millet düzeninde tutmayı hedefliyorlardı ve bu kısmen de işe yarıyordu doğrusu. Demek ki korkular her ne kadar fail düzeyinde işleseler de fail sadece kendi düzeyinden beslenmiyor, toplumun tümüne yayılmış korku, kaygı ve anlam alanlarının içinde yüzüyor, kuvvetli çekim alanlarına 32 yaklaştığında korku düzeyi artıyor, bazı korkularla kendi özelliklerine göre daha şiddetli biçimde rezonansa giriyor ve aynı anda pek çok toplumsal alanın manyetik etkisinde yaşıyor, bunların ürettiği denge bulmaz karmaşayı ruhundaki sabitlerle dengelemek durumunda kalıyordu. Komplodan da korkmamak, onla barışmak, onlan eğlenmek mümkündü. Sonuçta bu derin-politikaydı ve meşru görülüyordu. Mesajlar derimize çarpmaya ve bedenimizin içinden geçmeye ara vermeyen elektromanyetik dalgalar yoluyla, bir takım yayın kulelerinden topluma dalga dalga iletilmeye devam edecekti. Ülke serbest piyasa ekonomisi ve temsili demokrasi çizgisinde yenileşmeci bakışını korumalıydı, bunun için zaman zaman o, zaman zaman bu feda edilecekti çünkü bazılarının bakışıyla, hep beraber ürettiğimiz bu toplum da kendine göre bir tür faildi. İnsan gibi bir fail değildi ama bir tür fail olarak görülüyordu. Bir organizma değildi, bu tip metaforlar konuyu anlamamızı güçleştiriyordu, adı üstünde bir ülkeydi bu. Yatmadan önce bize şunu anlatıyordu toprak ana ve devlet baba: rejimin korunması hepimizin yararınaydı, yoksa istikrarsızlık ve belirsizlik hayattan beklentilerimizin altını oyacak ve kimi kaygılarımızı haklı çıkarır ve şiddetlendirirken onlara pek çok yenilerini ekleyecek ve korkularımız somutlaşacaktı; en kötüsü buydu. Her gece yatmadan önce çaresizliğimizi yutuyorduk. Ekonominin hassas makro dengelerinden kaynaklanan sistemik bir çaresizlikti bu. Çünkü o dengeler gözetilmezse bu meret işlemiyordu. Çünkü çok karmaşıktı ve sadece bir kaç tutamağı vardı. İnsanlık onu bu bir kaç tutamağından tutup bu karmaşık ve her an dağılıp gitmeye hazır et yığınını dağılmadan ilerletmek ve mutlu etmek durumunda kalıyordu. 33 Sonra bir birey olarak etkisizliğimizden gelen çaresizliği yutuyorduk. İnsanlarla ve onların etkili ağlarıyla birlikte hareket etmezsek şu dünya üzerinde yapabileceğimiz pek de bir şey yoktu, bunu da hazmetmek zor oluyordu yatmadan önce, çünkü kişisel geçimimizden de kaygılanıyorduk ve kendimizi sürdürmeye mahkûm failler olarak doğuşumuzun, kendimizle ilgili kökensel kaygılarımızın çaresizliğini bir draje yutuyorduk hayretle. Ondan sonra da damlalıkla dağıtılan geçim olanaklarına muhtaç oluşumuzu yutuyorduk. Hangi üretim bandının ürünleri insanların emeklerinden bir değer artırıp o değeri onlardan söküp almayı başarıyorsa, o bandın üretimi için çalışma şartına bağlanmıştı bu geçim. Tüm bu gündelik korkularla beraber, hassas bünyesi ve mide bulantısıyla eşikte bekleyen ekonomik krizlere karşı korumasız, serbest piyasa mekanizmalarına muhtaç olduğumuz, uzak doğuda bir Japon ev hanımının ütüsünü fişten çekmesi yüzünden havalanan bir kelebeğin kanatlarını çırparak soframdaki lüks tüketim mallarını korkutup kaçırması tehlikesinin çaresizliğini yutarken uyuyakalıyorduk. Bazılarına göre gayet haklı olan şu, yaşam tarzımızın tehdit altında olduğu yolundaki korku, kapitalizmden önce de komünizm tarafından dürtükleniyordu. Yaşam tarzımızın haksızlığı, kaynakların adaletsiz dağıtılmış olmasından kaynaklanıyordu, hatta öyle ki bazıları onu an be an başkalarından çalmakta olduğumuza inanıyordu ve bu da insanda sofradaki tatsız domatesi dişlerken bir ince sızı yaratmıyor değildi, ama sızı onca parayla alınan lüks domatesin fakirin ucuz pazarındaki domatesten aslında daha tatsız olduğunu bilmekten de kaynaklanıyor olabilirdi. Para değil, çok para değil, aşırı miktarda para idi fakirin eriştiği lezzetten daha fazlasına eriştiren. Zenginlik buydu ve o çok az kişide vardı. O kadar aşırı miktarda parası olan efendi de elbette bir gün kölesi tarafından öldürüleceği ya da köleleştirileceği yolunda bir korku taşıyacaktı. O bir beydi ve 34 öyküleri anlatılıyordu ve o gururlu ve mutluydu. Sonra elindekileri kaybetti, bunlar yaşanmış felaketlerdir. Elde varsa korkulur. 11. Bağımsızlık ve bağımlılık Birileri hep el altından bir şeyler karıştırıyor ve hayatımızın ana hatlarını başkaları yönlendiriyorken, özgür olamama korkusu kaçınılmaz oluyordu: kullanılma korkusu, ajanlaştırılma korkusu, dış mihrakların oyuncağı olma korkusu... Bir gün hepimiz 15 dakikalığına andıçlanacak, 10 dakikalığına devlet düşmanı olarak manşet süsleyecek ve 5 dakikalığına itibarımız iade edilerek kahramanlaştırılacaktık. Fail kendini yönlendiremiyordu. O, alanların tutsağı idi. Hayır sadece korkularının tutsağı olsa yine de kendini anlamlı bir yaşam içinde bir fail olarak görebilecekti; korkularım, kaygılarım ve ben, fail olmak zaten buydu. Peki ama bu fail kimdi? Bu fail nasıl bir adamdı yahu? Bu dağınıklık, bu çoğulluk, bu çoklu, nasıl bir adam olabiliyordu? Tüm bir kültür dünyasına enlemesine yayılmış ve en alt katmanlarında böceklerle ve salyangozlarla karşılaştığımız bu zihin, nasıl oluyor da bir adam oluyordu? Her zaman bir korku gerekiyordu, kurumların güven sağlayıcı işlevinin hissedilebilmesi için.. Çünkü anlamak yetmiyordu, korkular hissettiğimizde bize güven veren kurumlar arıyorduk ve karşımızda buluyorduk da onları. Kurumlar bizim için yeri geldiğinde yumuşak bir anne kucağı, yeri geldiğinde demirden bir baba göğsü oluyordu ve önümüze çıkan şu korkunç felaketleri uzaklaştırıyordu. Bu yolda kazanılan güven ise geriye içimizde titreşen bir konformizm tortusu bırakıyordu. Vallahi bıraktım, tasfiyecilik korkusunu da bıraktım, hepsine eyvallah, seninle müttefikim ben, zira sadece iki kutup kaldı, bir sen bir de düşmanlar. Şimdi çok korkuyorum provoke edilmekten. Bi ara bana uğrasana, çünkü bu aralar milli birlik ve beraberliği sarsacak 35 işler yapacağım diye korkuyorum, her yanım plan içinde. Bugün muhalefet günü değil, birlik günü, vatanın ana kucağında birleşeceğiz. Ey düşman! Çek kuklalarını korkuyorum, çok güncel, oh hayır değil, güncel şeyler yazmaktan çekinmeyi bırakmalıyım ama değil zaten, yüzyılımıza yayılmış bir yönetim teknolojisi idi bu. Düşmanlarını ve kendi tarafını belleyip düşmanlarıyla savaşmayı ve kendi tarafınla dayanışmayı buyuran güçlü bir miniinsan ile işbirliği yapıyordu. Birleş, savaş ve daha da güçlenirsen fetihlere giriş. Dil temeli üzerinden, din temeli üzerinden, komşuluk temeli üzerinden birleş. Olmadı mı? Mezhep üzerinden birleş. Olmadı mı? İçindeki hainleri avla, hainlere karşı birleş. Söylemeye gerek yok, sözü geçen insancık'ın gücü korkularımızla işbirliği yapabilmesinden geliyordu. Sen bana göster yanlışımı, doğruyu sen bilirsin. Beni, anamı-babamı, kardeşlerimi, milletimi ve bütün inananları yönlendir, beni ellerine al ve doğru yola yönlendir. O esnada elin hazır değmişken beni cinsel sapkınlıktan ve sevmediğin diğer davranışlara sapmaktan da koru. Senin geleneklerin bana bütüncül bir çözüm sunuyordu hayatta, bir tarafı eksilse diğer tarafları krize giriyordu, beni krizden koru. Devraldığım tüm ananeyi sistemik bütünlüğü içinde korut ve uygulat bana ya rabbim, korkuyorum modern hayattan.. yaşam teknolojim çaresiz kalıyor karşısında da ondan. Bildiğim hayatlar işlemiyor, geleneklerden uzaklaşmayayım diyorum, gelenekler iyiydi diyorum, kimliğime yabancılaşmaktan korkuyorum, korkuların en irrasyoneli ile. Ama sonra ufuktan başka bir gezegen yükselmeye başlıyor ve takımyıldızın manası yeniden değişiyor. Gelenekler tarafından ezilip arzularına ve olanaklarına kavuşamamanın yoğun sıkıntısı aydınlatıyor bu gezegeni. Harika, yani korkutucu sonu alt etmemiz harika. Okuyucular, şimdi el ele tutuşalım, beni dinliyor musunuz? Evet el ele tutuşalım, ben de okumanın bireysel bir eylem 36 olduğunu ama zihinsel ellerimizle evet çok güzel zihinsel elleriniz var, sadece onları doğru yerde tutalım, ellerimize hâkim olalım, evet, taciz korkusu. El ele tutuştuğumuz anda kardeşliğimizi hissedeceğiz ve bütün kaygıları bir an için bırakamaz mıyız? Masumiyeti, açıklığı, samimiyeti ve güveni temsil eden kardeşlik kurgusu içinde el ele tutuşacağız, eşitlikçi, yuvarlak bir zihinsel masada olacak bu. Hiyerarşiyi zayıflatın, kuvvetleri ayırın, bacakları birleştirin, masa altından dizleriniz değmesin, yanlış anlaşılmak istemeyiz, tahrik olmak da istemeyiz, tahrik olamamak da istemeyiz, tahrik olduğumuzun anlaşılmasını da istemeyiz, ayıpların bir biliminin son derece bağlamsal işleyeceğini not etmediğimiz sürece bu karmaşayı anlamak mümkün olmaz, hepsi aynı anda, her yerde, aynı şekilde gerçekleşmiyordu ama uygunsuzlukların karmaşık bir coğrafyaya uygun biçimde mevkîlenen bir haritasını çizegeliyorduk, doğrusu. 12. Uzmanlar uyarıyor Bir mezarda uyanmayacağımı garanti eden neydi bunu bilmiyordum. Bu güveni nereden alıyordum? Oysa yer o kadar tekin değildi. Tatlı tatlı sallanıyordu sanki her an. Yerler mi sallanıyordu, ben mi sallanıyordum, yoksa hiç bir yer sallanmıyordu da zihnim mi sallandırıyordu? Önce zihnimin sağlam olması gerekiyordu ama zihnim yerlerden daha çürüktü, orası kesin. Canlı canlı yerin dibine giriyoruz şimdi, selametle, baretini tak tanrıça kardeş, ama fenerini alma, yeraltının dehşetinden bahsedeceğiz ve belki korku korkusundan muzdarip biri için rahatlatıcı da olabilirdi, yeraltının karanlığı. Zifiri karanlığı görmekten söz edilebilir mi? Çaresizce ışık bekleyen retinamıza çarpan tek bir foton yok. Az sonra seni tatmaya 37 başlayacak olan karıncaların parlak zırhından yansıyacak tek bir foton yok. Veri azlığından işlevsiz kalmış görsel korteksimiz silik hayalleri servise sokuyor. Tahta bir kutuda uyandığımızdan hareketle, toprağın ıslaklığını hissetmiyor olmalıyız. Her nedense, bu tahta kutunun bir tabut olarak adlandırılması bazı failleri daha çok ürkütebilmiştir. Sonuçta tahta bir kutunun içinde toprağın altındayız ve toprağın ıslaklığını olmasa da nemli ve ılık kokusunu içimize çekiyoruz. Bu havanın sınırlı olduğunu ve kendi nefesimizle kendimizi zehirlemekte olduğumuzu biliyoruz: canlı canlı gömülme korkusu. Bir sabah kalktığımızda tabuttayız, bu çok da olası değil ve bunun çok olası olmaması önemlidir, ne de olsa saçma korkularımızı zihnimizden uzak tutmak için onların olasılıklarını kullanabiliriz. Fakat zihnin içindeki küçük insanlar çoklukla zihnin sözcüsüyle aynı fikirde değillerdir ve olasılığı düşük korkularımızın bizi hâkimiyetleri altına alması bizi sıklıkla şaşırtır. Zihnin içindeki küçük insanları gömüldükleri, kapatıldıkları, bağlandıkları, gizlendikleri dolaplardan, odalardan, raflardan, kutulardan teker teker çıkarmak, açığa salmak için ruh hekimlerine koşabiliriz o zaman. Ne kadar akıllıcadır bu bilinmez, çünkü korku korkusu, belki canlı canlı gömülme korkusundan daha makuldür. Canlı gömülmenin bir diğer yolu olan depremden de bahsedeceğiz, çünkü bu korku, bildiğiniz gibi, gayet makuldür. Büyük bir gürültü kopmuştu diyorlar, ev titremekle kalmıyor sallanıyordu diyorlar, sadece ev değil evin içindeki her şey sallanıyordu diyorlar, ben de yatakla birlikte sallanmakla kalmıyor yukarı aşağı gidiyordum, adeta tavana çarpacaktım diyorlar, evet aşağı yukarı sallanıyordum, her seferinde tavana biraz daha yaklaşıyordum sanki diye anlatıyorlar. Ardından betonun tozu ve çakılları ve ev eşyalarının artıkları arasına sıkıştığımızda adı tabut olsun olmasın bizi ezilmekten koruyan ve bize bir parça nefes 38 aralığı açan bir ahşap mobilya parçasına ne kadar da minnettar olurduk. Belki bir gün lazım olur diye evde bir tabut tutuyorduk? Belki ölmeyi öyle kafamıza takmıştık ki ev eşyalarımız arasında bir tabut vardı ve şimdi o tabut yanı başımızda bize bir hayat alanı açıyordu? O anda içinde olmayı tercih ederdik bu kesin. Gümbürtünün ardından sadece toz dolu ciğerlerimizin hırıltısını duyuyoruz. Ve bünyesinde kalan tüm boşluklara sakin sakin oturmaya devam eden bina bedeninin kesilmeyen çatırtılarını... Her nefeste ciğerlerime toz daha fazla doluyor, her çatırtıyla üzerimdeki bir ton ağırlık daha da artıyordu. O tonlarca ağırlık üzerime parça parça yığılırken her bir parçanın bedenime, kemiklerime ve kafatasıma çarpışını algılardım ve minik parçalar da gözlerime, tenime, burnuma, ağzıma erişip tenimi ve mukozamı dağlarlardı. Düşünecek kadar kendime geldiğimde diri diri gömüldüğümü ve orada ölümlerin en kötüsünü tecrübe edeceğimi anlardım. Ama ölmedin değil mi? Umut var demek ki! İçi ezen çaresizliği dağıtmak için her aldanmaya varız. Çünkü bu sıra dışı bir durumdu, evet gerçekçi bir senaryoydu ama bu satırların yazarı dahi o anı aslında tecrübe etmemişti ve tuhaf biçimde bunu öğrenmek bile rahatlatıcıydı. Ama şu rahatlatıcı değildi, o anı yaşayanların çoğu ölümlerin en sıkıntılısını ölmek üzere günlerce çaresizlik içinde beklemişlerdi. Çünkü kendilerini öldüremiyorlardı da. Büyük bir hamam taşında dünyanın en havasız ve tozlu banyosunu yaparcasına, üzerlerindeki amansız ağırlık altında sıkışmışlardı. 13. Mutlak yalnızlık Demek istiyorum ki, yine bir gün öylesine yaşar giderken birden ortalık karardı ve sesleri de kapattılar. Yani belki bir mezara 39 girdiniz? Ama zihniniz sizlen birlikte!? Diyorum ki, biraz da şu umutlarımıza eğilelim, bize bir miktar mut gerek. Bir parça umut, o içi ezen karanlık çaresizlikten kafamızı kaldırıp nefes almamızı sağlamalı. Karanlıkta uyandınız ve zihniniz sizinle, hatta sizsiniz bu, demek ki hâlâ varsınız. Ama burada yalnızsınız. Öyle anlaşılıyor ki yalnızsınız. Diyelim ki karanlıkta değil aydınlıktasınız. Pür bir aydınlık tarafından kuşatılmış durumdasınız ve zihinsel gözleriniz boş yere tutunacak ve anlamlandıracak tek bir çizgiyi var olmayan derinliklerde arıyor. Saf beyazda yani hiçtesiniz ve başka hiç bir beden zihninize görünmediği gibi hiç bir zihin de zihninize varlığını hissettirmiyor. İzlenmiyorsunuz hayır, izleniyormuş gibi bir his var içinizde, yerin kulağı, boşluğun gözleri var gibi. Kendinizi sakınmak istiyorsunuz ama buradan bir avuntu çıkaramıyorsunuz, sırf sizin öyle kaygılarınız var diye solipsizmden kurtulamıyorsunuz; kimse yok. Solipsizm bir kaygı adı olmamakla beraber hep kaygılanılacak bir duruma işaret ettiği ve hep reddedilecek bir tutum olduğu hissedilmiştir içten içe, bu işte bir yanlışlık vardır, insan hep diğerleriyle beraber olmalıdır; bir dünyada ve ötekilerle beraber. Aslında insanın kaygıları bu ihtiyacın delilidir. Koşullara yönelik aşkınsal bir akıl yürütme de, evrimsel bir açıklama da, idealizm de, realizm de kaygılarımızın önemli bölümünü ötekilerin ve dünyanın varlığına delil olarak sunabilir. Öyle olmasa kaygılarımız saçmalaşmayacak mıdır? Öyle olmasa neden birey olarak kendimizi diğerlerinin yarattığı tehditlerden sakınmak durumunda hissedelim? Neden içimizde ötekilerin bakışından mürekkep bir cehennem taşıyalım ve ötekileri bu kadar özleyelim değil mi efendim? Nasıl olsun da, mesela, toplumun ortak kültürel alanları zihnimizle rezonansa girsin ve onu işletsinler? Evrende tek başına 40 olma kurgusu, insanın zihinsel yaşantısını saçma göstermek konusunda rakipsiz bir başarıya sahiptir. İnsan ve kendisi, bu saçmaydı elbet. Tamam, evet ben ve kendim vardık ama diğerleri de bulunmalıydı. Ama gözlerimi açtığımda salt bedensiz bir zihin olarak saf beyazda bulunuyordum ve benden ve kendimden başka kimse yoktu. Ve zihnimin akışı dışında hiç bir değişim de yoktu. Sonsuz bir tanımsızlığa uyanmıştık ve yalnızlık korkusu yetmezmiş gibi sonsuzluk korkusunun da pençesine düşmemiz an meselesiydi. Gerçi anların anlamı da kalmıyordu bu aralıksız akışta. Zihnimizdeki bir şarkıyı, hatırlayabildiğimiz kadarıyla, zihnimizde evirip çevirebilirdik ama zamanla anılarımız silikleşiyor ve anlamsızlaşıyordu, şarkıyı var olmayan ağzımızla söyleyip zihinsel kulaklarımızla dinleyemiyorduk, ancak onun silik bir kopyasını hatırımıza getirip zihinsel kulaklarımızla duymakla yetiniyorduk ve şarkı her söylendiğinde dönüşüyor, tur döndükçe aslından uzaklaşıyor ve giderek kadim bir melodiye doğru geriliyordu. Ve hayallerimizi taşımıştık buraya kendimizle, hatırladığımız kadarıyla yani... Ve belki ilk işimiz hayali arkadaşlar yaratmak olacaktı, delirmekten korkmanın anlamı kalmamıştı çünkü ve belki yeterince delirmeyi başarırsak en azından yalnızlığımızı hayali arkadaşlarla giderebilecektik. Ama kaçış olmayacaktı yine de. Belki de başımıza bu felaket geldikten sonra hissetmeyecektik artık korku. Sakince bekleyip sonsuz zaman akışı içinde zihnimizin tümüyle uyuşup düzleşmesini, tüm ayrımlarını kaybedip bulanmasını, sınırlarına doğru yayılarak hareketsizleşen bir evren gibi saçılıp durmasını bekleyecektik, sabırla. Ve korku da ayrımlarını kaybeden zihnimizi terk edecekti bir zaman sonra. Fail olmayı kesecektik. 41 Benliğimizi yitirmekten korkacak mıydık? Ne de olsa biz oyduk, sanki özümüz oydu, ta kendimiz bendi sanki. Ama belki de ben değil de kendi idik, bunu inkâr etmek mümkün değildi. Biz her ne kadar kendimizi ben olarak görsek de biliyorduk ki kendimize katılan tüm sistemler de bizdendi, bizdi, bendi. O yüzden fail kendini noktasal bir ben olarak görmeye eğilimli olsa da, paradoksal biçimde aynı kendiyi toplumun en uzak uçlarına kadar yayılmış halde ve karmaşık bir çoklu olarak buluyordu. Şöyle demek lazımdı: kendini beni olmuyordu da benini kendisi olduruyordu. Hatta dünya bununla da yetinmiyor, kendimizi her türlü sistem ve bu sistemin alanı üzerinden işgâl ederek kendimizle bir pazarlığa giriyordu. Şimdi yapayalnız kaldığımız beyazda dünya bulunmadığına göre, benin kaygıları sonuç vermediği ve kendi de kendisini bulanık bir geleceğe doğru ayrımsızlaşma sürecinde bulduğuna göre, kaygılarımızın önemi kalmayacaktı. Hatta öyle ki, kaygılarımız da yavaş yavaş ayrımsızlığa dinecekti, dolayısıyla kendimizle kaygılanmak mümkün olmayacaktı, geleceğimizle, yaşamımızla, elde edeceklerimizle ilgili kaygılarımız olamayacaktı. 14. Yaratma korkusu Sınırsızdan korku bütün diğer korkular ve kaygılar gibi, olsa olsa şu sınırlı dünyamızda biz fani failler için mevcuttu. Ama o kadar hızlı ilerlemeyelim, henüz zihnimiz ayrımlarını yitirmedi ve zihnimiz anılarını sahneye sürüp durmaya devam ediyor. Kendiliğinden yapıyor bunu, anılarını fantezilerle birleştirip silik de olsa sahneyi doldurmayı başarıyordu. Ancak gel zaman git zaman neyin hayal neyin anı olduğunu, hangi anının sahici hangisinin iyicene bozulmaya uğramış olduğunu tespit etmek zorlaşmaya başlayacaktı. Hani eğer dünyada olsaydık, takıntılı bir hafıza güvensizliği yerinde olacaktı. Hafızamızın aldatıcılığı ise hiç de şaşılacak şey değildi, çünkü zaten hafızanın işi bizi inandırmaktı, gel gör ki bizi inandırdığı kurguların sahici bir 42 kökene dayanıp dayanmadığını sorgulamak için dayanabileceğimiz tek hakem de yine hafızaydı ve bazı klinik vakalar, biliniyordu ki bu hakemlik vasfını yitiriyor ve kendi öykülerini sonsuza kadar çeşitlendirme şansına erişiyorlardı. İşte yaratıcılık buydu, kendini an be an yeniden icat etmek. Ha, o zaman ilginç bir soru ortaya çıkıyordu, bu gerçek yaratıcılar kendilerini her gün yeniden yaratırken acaba o kadar yaratıcı olmayan biz diğerlerinden ne kadar farklı bir vazife yürütüyorlardı? Ekseninden kurtulmuş ve an be an yenilenen bir anlatı ile ekseni etrafında dönüp duran ve daha yavaş dönüşen bir anlatı arasında ne türden bir fark vardı? Belki bizim durumumuz sabuklamanın bir haliydi sadece; bir özel durumu? Belki de bu durum kendimizi içinde bulduğumuz talihsiz beyaz boşluktaki zihinsel yaşantımıza has da değildi? Belki hafızamızın bahçesini karıştırıp, orada sahici kökleriyle ilk-elden bağlantısını koruyan hiç bir şey bulamayacağımızı, hafızamızın beynin kayıt tesislerine uygun gelecek şekilde dönüştürülmüş bir kayıt olduğunu, her şeyi, sahici etkileriyle doğrudan bir bağlantısı olduğu iddia edilebilecek şimdiki zamana ait doğrudan algımızı bile, esasında kurgulayıp bizi ona inandırmakta olan bir zihnin yaşanması olduğumuzu anlıyorduk. Öyle değil mi ki, sahici olmasa da, baştan başa uydurma olduğu durumda da zihnimize inanmayı başarıyorduk ve belki bizi aldatmadığı iddia edilen durumda da aslında zihnin yaptığı iş üç aşağı beş yukarı aldattığı zamandakiyle aynıydı. Sadece, dünyanın ona sunduğu çokluyu ve hafızasını tutarlı bir eksen kurgulamak üzere işlemeyi başarıyordu o kadar. Başka nasıl olabilirdi? Çok katmanlı bir gerçeklikten durmaksızın veri aktaran böyle karmaşık bir algı çoklusundan, beni tekilliğine inandıracak türde bir öyküler ve amaçlar anlatısı üreterek, yani bir insan üreterek, yani alnının akıyla çıkmak zihnin büyük başarısıydı. 43 15. Paranoyak olduğunuz kadar güzelsiniz de Ancak tüm zihin yaşantısının bir kurgu oluşu ve en nihayetinde zihnimizin güvenilirliğinin ölçüsünü kendi zihnimizde bulamıyor oluşumuz obsesif kompulsif karakterin kapıyı kilitleyip kilitlemediği üzerine kuşkuda kalma ısrarını bir nebze de olsa anlamlı kılıyordu. Öyle ya, geçmişi iyi bildiğimize dair bu küstahlığı nereden edinmiştik? Kendimizi bildiğimize dair bu küstahlığı nereden edinmiştik? Bene dair bu küstahlığı nereden edinmiştik? Yurdunda olmanın küstahlığını nereden edinmiştik? Dünyaya hazır olduğumuza nasıl inanmıştık? Kaygılarımıza nasıl kapılmıştık? Kendimiz için nasıl kaygılanmıştık? Benin burada olduğuna ve bu metni okuduğuna nasıl güvenmiştik? Dünyanın inandırıcı kurgusuna dair yaşantıyı temelinden sorgu konusu yapan entelektüelin hakir görülmesinin de şaşırtıcı bir yanı yoktu. Sorgulayan haklıydı ama dünyada ondan daha haksız görünen kimse olamazdı. Doğruyu aramanın ve belki bulmanın olsa olsa kısmi bir yararı vardı. Üzerinde yaşadığımız dünyada olup bitenleri yaşadığımız ölçekte anlamak sevimli genlerimizin kopyalanarak aktarılması için büyük önem arz edebiliyordu. Gelgelelim, her doğru da yarayışlı değildi. Aynı şekilde, inanmak değil, sonuç verecek olana inanıyor olmak ve hızlı ve kararlı hareket etmek de doğruyu aramaktan daha öncelikli gereklerdi; o yüzden çoğunlukla haklıydık. O zaman soruyorduk, yeterince değişerek benliğini kaybetmekten korkmakta da haklı mıydık? Gerçekten beni bir arada tutan ve ben kılan anılarım mıydı? Kendi benin zeminiydi orasını anlıyorduk ama ben kendini sürdürebilir miydi? Belki de Hocaların Hocası öyle demek istemişti, belki diyordu ki, ben kendinin içinde bir gedik, tam bir olumsuzlama, dolayısıyla hiçliktir. Belki o zaman felsefe 44 çınarı haklıydı bunu yazarken, çünkü demek istemişti ki, ben olsa olsa bir olumsuzlamadır, zira başka türlü tekil ve bölünmez olamaz, onu ancak negatif terimlerle tarif edebiliyorduk, ne olmadığını anlatabiliyorduk ve ne olduğunu anlatma şansımız yoktu. Ne olduğunu anlatmaya geçtiğimizde kendiden bahsediyor oluyorduk. Doğru, ben sürekli kendisinden bahsediyordu: ben şuyum, ben buyum, ben şunu yaptım, oraya gittim, buradan döndüm, evet sürekli kendini anlatıyordu ama bu anlatıdaki bene hiç bir şey katılmıyordu, ben noktasal tarifsizliğini ilelebet sürdürürken benin tüm edimleri ve oluşları kendinin hanesine yazılıyordu. 16. Hafızanın, bedenin ve uykunun umacıları Anılarımızla yoğrularak geleceğe ilerleriz değil mi? Dolayısıyla anılarımız kendilerini tekrar ederken biz yeni bir zamanın kuruluşu olmalıyızdır. Anı da anı olarak kalmalıdır. Anı bu süreçte dönüşebilir ve aslında bu belki o kadar da sıkıntılı değildir. Ne de olsa kendinle aynı kalması gereken bir ben de yoktur. Negatif bir anlatı olarak o ne vardır ne yoktur; ne kendinden ayrıdır ne de kendinle aynı. Bu benin nominalizmidir. Belki radikal bir nominalizme de ilerlemeyeceğizdir, zira bene atfedilebilecek olgular da, öyle görünüyor ki mevcutturlar ve ben kelimesinin altını kısmen doldururlar. Onu gerçekliğin zeminine kısmen oturturlar ve belki tüm kelimelerimiz de bu türden sistemlere işaret ediyorlardır. Ancak, beni sahici kılan olgular bazen bir kelime kadar, bazen de hızla kayıp yok olan bir yaşantı kadar gerçekliğe katılırlar. Sonuçta dönüşegelen anıların anı olarak kalıp kalmamasından elde edebileceğimiz ya da kaybedeceğimiz pek de bir şey varmış gibi görünmez. Anılarımızı kaybetme düşüncesi hoşumuza gitmez, her ne kadar gün boyu kaydettiğimiz tüm o detaylı yaşantıyı ve tatsızlıkları, mutsuzlukları, iç sıkıntılarını, üzüntüleri ve daha neler 45 neleri unutmak hayatımızı sürdürmek için en gerekli, en önemli yeti olmuş olsa da. Evet, kötü bile olsa anıları kaybetme düşüncesi hoşumuza gitmez ve hafıza kaybından, ya da unutkanlıktan, ya da bunamaktan korkarız. Ama peki ya anılarımız kendi eksenleri etrafında, fazla da dönüşmeden turlamaya geçerlerse? Ya anılarımız eskimeksizin bilincimizde asılı kalmaya başlarlarsa? Durmadan artan ve biriken anıların tıklım tıklım kapladığı bir dünyaya sıkışıp ezilmeye başlamışsak? Yani diyorum ki, hani bir hastalığın ya da bir felaketin nereden ne zaman geleceği hiç belli değildir ya, aynı bir deprem gibi bekleseniz de bir türlü gelmeyen bu felaketler sebepsiz görünen korkularımızı haklı çıkaracak şekilde bir gün siz onu hiç beklemezken geliverirler. Bir gün kalktım ve koltuk altlarım şişmişti, ya da bir gün baş ağrısıyla hastaneye gittim ve... Hastalıklarla ilgili yaygın beklentiler ve korkular haklı çıkıvermiştir işte. Ve hatta belki de bunların sebebi de bu beklenmedik olma haliymiştir: nerede ne zaman ortaya çıkacakları belli olmadığı için sanki... Oysaki, başka bir bakışla, tam olarak da fenalıkların ne zaman nerede ortaya çıkacakları belli olmadığı için, onları öngörüp önleyemeyeceğimiz için dünyanın en saçma korkuları bunlar olsa gerektir. Ruhumuz ise öyle düşünmez. Ve bir sabah kalkarız ve sanki bu kalkışı daha önce kalkmış gibiyizdir ve evet sanki bu kalkışı daha önce kalkışımızı da daha önceden hatırlıyoruzdur ve afallamış halde güne devam etmek isterken her adımımızı önceden hatırlıyoruzdur, bu günü daha önce sonsuz kere yaşamış olmalıyızdır. Kıpırtısız kalacağızdır, zihin kendi geçmişinde sınırlı bir hızla tur dönmektedir. Ama belki de böylesi acınası bir duruma düşmediniz ve fakat geçmişten gelen bazı anılar zihninizde yine de tur dönüyorlar. 46 Evet geçmişteler ama bu istemediğiniz anılar sizi tekrar tekrar rahatsız etmeye devam ediyorlar, anı korkusu oluşuyor ruhunuzda, o anıyı size hatırlatabilecek tüm tutamaklardan uzak durmak istiyorsunuz, çünkü bu durumdan kurtulmak istiyorsunuz, normal hayatınıza evet normal, ah normal hayatınıza, hayatınızın alışılageldik akışına ama bu normal, ne demiştik, bu normal, anılarımız sayesinde ve kendimize göre düzenlediğimiz kadar kendisine göre de uyum sağladığımız dünyanın düzenli akışı sayesinde, zihnimizin bizim için kurduğu inandırıcı bir prodüksiyondu ve aslında zihnimiz bu inandırıcı anlatıyı apansız kaybediveriyordu, akıl sağlığımız her şeyimizdi ve pamuk ipliğine bağlıydı. Hassas bir aygıt bu zihin, kafanızı çarpıyorsunuz, tak kapanıyor. Bir miktar alkol ile yağları eriyiveriyor, daha ağır maddeler alıyorsunuz dünyanız baştan başa dönüşüyor ve evet inanıyorsunuz, ona da inanıyorsunuz, gerçek oluyor ve hatta o gittiğiniz yeni gerçekten asla dönmemek, diğer insanlara göre bir bulut gibi, size göre kim bilir ne gibi dolanıp durmaya başlamak olasılığı da mevcut. Diyorsunuz ki, bu sıradan, bu lalettayin, bu öylesine, bu normal hayat akışı ne de önemliymiş, bu sarhoşluk hiç bitmeyecek mi, zihnim hiç alçalmayacak mı? Sılaya kavuşamamak korkusu baş gösteriyor içinizde. Yorulduk diyorum, biraz dinlenelim, yarın devam edelim yazmaya ve okumaya ve ama yatağa gitmek istemiyorsunuz. Bir şey bazı geceler adımlarımızı sıcak ve karanlık yatağımızdan uzaklaştırıyor, ıvır zıvır şeylerle uğraşıyoruz, belki sabah kalkamayabileceğimizi seziyoruz. Ölümümüzü kontrol edemeyecek olmamız ona şahit olma isteğimizi azaltmıyor. Belki de içten içe aslında o anda duruma müdahale edebileceğimizi umduğumuz, bu kadar önemli bir ana uyur halde ve çaresiz yakalanmak istemediğimiz için ölümcül vakanın bize uykuda uğramasını istemiyoruz; o güzel, 47 dost ve yumuşak uykuya atılmış bir iftira gibi bu, asla farkında olmadığımız, dolayısıyla da telafi edemediğimiz bir kara çalma. Fakat, diyorum ki, belki de sevgili uykuyla ilgili sıkıntımız daha incelikli bir kaygıya dayanıyordur. Öyle değil mi ki, uyku ölüme fena halde benziyor, benzeyen şeyler özdeşleşiyor, ya da en azından ilişkileniyor, uykuda da ölüme dair bir şeyler var öyle değil mi? 17. Uzayın tekinsiz sonsuzluğu içinde dünyamızın macerası Ölüm bize gece uğramadıysa sabaha uyanacağız diye düşünüyoruz da, peki kim uyanacak? Hay Allah, ben uyanacağım tabii ve ertesi gün gece olunca bu sefer yıldızlara dalacağım, uzun uzun baktıktan, baktıkça derinlerine ilerledikten, ilerledikçe daha da derinleri olduğunu fark ettikten sonra içime alışılageldik korkulardan biri daha düşecek, bu heyecansız yaz mevsimini gök cisimlerinden korkarak bir parça tatlandıracağım. Gök küreyi adalara bölen yıldızlardan ve gezegenlerden korkacağım, onları gök kürede görmezsem o zaman yine göğün dipsiz ve şekilsiz derinliğinden ve sonsuzluğundan korkacağım, ne kadar uzaklar, ne kadar çoklar, hayır tanrısal birer varlık değiller ve hayatı anlamlı kılmak yerine önemsizleştiriyorlar. Sırtımdan yapıştığım karanlık çimenlikte altımda duruyor sandığım yerküre birden beni yukarıdan boşluğa sallandırmaya başlayacak. Bakışlarımı altımda sonsuzluğa uzanan evrene diktiğimde evrenden de, sonsuzluktan da, var olmaktan da, var olmamaktan da korkacağım. Yerin bu evrenin merkezinde olmasının ne kadar yarayışlı olduğunu anlayacağım. Yer evrenin merkezinde olmadığında her şeyimi temellendirdiğim, kök saldığım, anlamlarımın zemini, kaya gibi sağlam, ilk sulardan yükselip hayatı mümkün kılan toprak parçası, yaşamın ve ölümün simgesi, uzayın bir kenarında önemsiz bir zerreye dönüşürken, benim her şeyi bilmeye kadir, evrenin ilkelerine ve var olan her şeyin özüne göz dikmiş bilgiç aklım bu 48 zerre ile en yakınındaki diğer zerre arasındaki mesafeyi kavramayı bile başaramıyor olacak. Bir gün karanlık bir kumsalda sırtüstü yattığımda sayılarının çokluğunu bile kavramayı başaramadığım yıldızların her birinin ne kadar uzak olduğunu, oraya asla gidemeyeceğimi, oraya kimsenin gidemeyeceğini, sürekli oraya gitmekte olduğumuzu ama asla varamadığımızı, orada ne olduğunu bilmediğimizi, sonra bir gün cömertçe renklendirilmiş astronomi fotoğraflarındaki bulutları meydana getirirken bir piksellik alan bile kaplamayan bu yıldızlardan birinin dünyacığımızı ezici kütlesinin merkezine doğru helezonlar çizen bir güzergaha zahmetsizce hapsedip bir anda paramparça edebilecek olduğunu, bilinmezliklerle dolu, yerlerini bile son ana kadar bilemediğimiz ve en önemsiz bir tanesinin yörüngesinin hiç beklemediğimiz bir anda evrende çizmekte olduğumuz eğri ile ve tam da biz oradayken kesişmeye karar verebileceğini düşüneceğim. Bilinmezlikler, anlaşılmazlıklar ve bildiğimiz ve bilmediğimiz tehlikelerle dolu olan bu evrende hayatımızı kolayından işkenceye çevirebilecek, hatta apansız yok edebilecek olan ve değer verdiğimiz her şeyi elimizden duygusuzca alabilecek olan bütün bu şeyler ne kadar akıldışı ve olasılık dışı görünseler de en gündelik korkularımızdan daha haksız değillerdi. Olasılıklar, demek istiyorum, evrende gözlemleyemediğimiz bir karşı madde ya da bilinmeyen bir parçacık akıntısının birden bütün insanlığı bir kanser dalgasına savurarak içimizden geçip gitmeyeceğini bize söyleten tek şey bunun sık gerçekleşmemesi ise bu içimizin rahat olmasını sağlayacak bir güvence değil. Zira, "işte şimdi her an olabilir" demekle eşdeğerdi bu. Bilmiyorduk, olasıydı, olmaması için hiçbir sebep yoktu ve olması için pek çok sebep vardı. Çünkü evrende anlayamadığımız bu kadar çok şey 49 varken ve anlayabildiğimiz fazla da bir şey yokken, bir kedininkinden daha derinlikli olmayan bir dünyevî kavrayışın ve bir kedininkinden pek de farkı olmayan bir güvenlik ve tekinsizlik algısının bizi tüm bu bilinmeyene karşı iyicene donattığını düşünmek saçmaydı. 18. Sen kocaman bir kedisin biliyor musun Doğru, kedinin kendine güveni, en az bir insanınki kadar, olup bitmiş her şeye, canlıların ortaya çıktığı günden beri biriktirilen tüm bir biyolojik geçmişe ve bu geçmişin düzenlilik ve sabitlerinden devşirilmiş kadim bir bilgiye dayanıyordu. Ama memelilerin tüm biyolojik geçmişi ise evrenin tarihine kıyasla fazlasıyla gençti ve bildiğiniz gibi, bir zamanlar dev sürüngenler de dünyalarına güveniyor ve sevgili güneşin yumuşak parmakları altında mutlulukla çayırları arşınlıyorlardı. Hani birden dev bir yanardağ patlayacak, gökyüzü kararacak, okyanuslarda sinsice depolanmış bulunan karbonmonoksit gökyüzüne salınacak, ısındıkça ısınan atmosferimiz zincirleme tepkimeleri harekete geçirecek, bir güneş patlaması kendisi için küçük dünya için büyük bir alev diliyle ülkemizi yalayıverecek, ölüverecektik. Bizimle birlikte, hayatımızı yatırdığımız, kendileriyle hayatı anlamlı gördüğümüz herkes, kadın, erkek, çocuk, kedi, kanarya, herkes ölüverecekti. Dünyada bir milyon kişiden sadece birinde görülen bir hastalık diğer dokuzyüzdoksandokuzbindokuzyüzdoksandokuz kişide görülmese de o talihsiz bir kişide görülüyordu işte. Birimiz o kişiydik. Yani evet sizden ve sevdiklerinizden uzak olsun, biliyoruz olasılık dereceleri önemlidir ve sağlıklı ruhlar olasılığı düşük tehlikeleri anımsadıklarında olsa olsa bir anlığına ürperir ve hayatlarına devam ederler; gerçek kaygılar, gerçekleşme olasılığı yüksek olan ve hayat öykümüzü kalın hatlarla dokuyagelen dertler 50 ve arzular mevcuttur. Bunlar failimizi ite çeke yaşam yolunda yürütmeye devam eder. Gerçekleşme olasılığı yüksek olmayan tehlikeleri gerçekçi kaygılar düzeyinde yaşayan kişilere birer fobi eşleştirilir. Öyle değil-mi-ki ardımızda tüm biyolojik yaşamın biriktirdiği ve rafine ettiği bir bilgi birikimi var, kendimize güvenmemiz de makuldür, akıldışı korkuları ciddiye almayan kibrimizde.. Tam bu anda içimizdeki tedbirli harekete geçer ve evrenin bizi sırf bu kibrimiz yüzünden cezalandırabileceğini zihnimize fısıldar. Akla gelebilecek en saçma korkudur bu. Gelgelelim, o en makul biz, o en haklı biçimde kendine güvenen biz, tam da arkamıza aldığımız biyolojik geçmişimizin içimize yerleştirdiği bu tür tedirginlikleri en makul korkularımız kadar yerinde korkularmışçasına takip eder dururuz. Çünkü küçük amaçlarımız ve bunları gerçekleştirmek üzere küçük planlarımız vardır ve bunlar tam olarak anlayamadığımız sebeplerle engellenebiliyorlardır. Bir ya da iki, veya beş, olmadı on milyon yıl önce iki ayakları üzerine dikelmekle kalmayıp serbest kalan elleriyle, bir kaç milyon yıl daha uğraşmak pahasına, ateşi yakmayı başaran ve ateş başında sohbete dalan atalarımız da farkındalardı bu engellerin ve onlar da en az bizim kadar iyi biliyorlardı, küçük planlarımızda bizi kimin engellediğini. İçimizde bir animist dolanıyordu, evrende açığa çıkan her sistem ve her olay bir fail olabilir ve bize yardım edebileceği kadar önümüze engeller de yığabilirdi. Bilmiyorduk, dikkatli olmalıydık, kulağımızı çekip tahtaya vurmalı, belirli konfigürasyonları önemli anlarda yeniden oluşturmalı, ağaçlara ipler bağlayıp zihnimizden cezalandırılmamıza yol açabilecek kibir, boş kendine güven ve başkasının kötülüğünü istemek gibi düşünceleri çıkarmalı, çok harika bir insansak ya da başımıza güzel bir şey geldiyse giysilerimizin bir yerine mavi bir boncuk takmalıydık. Ne olur ne olmazdı. Hiç bir şeyle ilgili de kesin konuşmamak gerekiyordu, 51 çünkü bu da evrenin göze görünmeyen faillerinin hoşuna gitmeyebiliyordu ve bu korkuya da bir isim vermişlerdi. Hiç bir şeyin uğurunu kaçırmamak gerekiyordu. Bir trafik kazasının, bir sel felaketinin, bir savaş ilanının, bir siyasi darbenin, bir elektirik kesintisinin, bir hastalığın, bir kalp krizinin, bir beyin kanamasının, bir alerji atağının ne zaman gelivereceği belli olmuyordu. Bugün bolluk içinde yaşarken yarın kursağımıza lokma girmiyordu. O yüzden yiyip içtiklerimizden bir payı tanrılara adıyor, sadaka veriyor ve şarabımızın ilk yudumunu yere döküyorduk. 19. Plan yapmayın plan Kesin planlardan, büyüklenen sözlerden, geleceğine boşuna güvenmekten korkmak olasılıklardan korkmaktı. Küçük ve büyük olasılıkların farkında olmayı da biyolojik geçmişimize borçluyduk. Ve ne kadar korksak haklıyız. Ne geleceğin nasıl koşullar getireceğini biliyoruz, ne de kendi müstakbel isteklerimizi öngörebiliyoruz. Kendimiz de değişiyor, hatta değişmeden edemiyor, aynı ırmağa bir daha girdiğinde ne kendisi aynı, ne tenini ıslatan sular, ne de suları taşıyan ırmak. Bugün Allah'tan korkuyordum ama yarın kafir olabilirdim. Kendi değişimimden korkmam son derece makul ve haklıydı. Bu değişimi engellemek için gelecekteki kendimi yönlendirmeyi başarmam gerekiyordu, fakat tam da bu çaba yüzünden dinden çıkacak ve "ne güzel değiştim, ne güzel oldum!" diyecektim. Geçmişteki kendim dişlerini gıcırdatıyor ve hayıflanıyordu. Tuhaf, en çok kendimizden korksak ve beden-zihnimizde taşıdığımız kendimizin ellerine sıkı sıkı sarılsak yeridir. Fakat, şu "artık ondan da kuşku edemem artık" diyesi olduğum şimdiki anın kıvamlı sürekliliğinde, tam şu anda yani, yine 52 inançlarıma aykırı hareketler gösteriverebiliyordum ve şaşkınlık içinde "nerden çıktı şimdi bu?" diye kendime soruyor, kendimi bu beklenmedik ürünün kaynağını bulmak üzere yoklamaya başlıyordum. Sadece art zamanlı değildi bu kendinden korkmak hali, bende benden içre bilinçdışı vardı ve orada kaç kişi olduğumuzu bilmiyorduk. Yine Hocaların Hocası demişti ki, insanın kendinden korkmasıdır vertigo; kendini uçurumdan atıvermekten korkmasıdır. Fail demişti, mutlak olarak özgür olduğu için, kendi özgürlüğünden de ne kadar korksa yeridir, çünkü düşünürseniz, kendini kendi de tutup bağlayamayacaktı, mutlak olarak özgür olsa.. Belki Hocaların Hocası'nı bu hususta da yüzeysel yorumlamamak gerekiyordu, belki de şöyle demek istemişti: ben mevcut olmadığı için, bu esnada kendi ise tam bir eş zamanlı ve art zamanlı çoğulluk arz ettiği için, fail bir çatışma alanıydı. Çatışma hep mevcuttu da, bu süreç aslında bir müzakere olarak da görülebilirdi. Bazen belirli bir arzu failin beden-zihninde açığa çıktığında, hazırda bekleyen bir korku da beride uyanıyor, o arzuya yönelik bir plan yapıldığında ise derinde kalmış bir travma tetiklenebiliyordu. Ya da mesela belirli bir olay anlaşıldığında bu benin kurgusal bütünlüğünü tehdit eder hale geliyor ve zihnin bir kısmı onu baskılamaya çalışırken başka bir kısmı onu tekrar tekrar açığa çıkarıyor, bu çatışma hali açığa çıkan tatsızlığı zihne iyiden iyiye yerleştiriyor ve ruh bir çatışma olarak yaşanmaya başlanıyordu. Hadi biz kendimize güvenemiyorduk da, ya diğerlerine ne demeliydi? O diğerlerinin bizden özerk oluşlarını çocukluğumuzun erken bir travması olarak tecrübe ediyor ve geride bırakmaya çalışıyorduk. Belki hepsi değil ama en azından bazıları bizim istediğimiz gibi davranıyor olsaydılar, hayat adeta bir bayram yerine dönmeyecek miydi? Ama davranmıyorlardı işte, 53 hepsinin ayrı dertleri oluyordu ve onlar da en az bizim kadar çoğuldular. Bakın bu bilinmezlik kabusa çeviriyor, özellikle aşkı, biliyorsunuz. Sadece aşk da değil, sevdiklerimizin inançlarımıza aykırı hareketleri, o söz dinlemezlikleri, o inatları, ona kaç kere dedim, onu uyardım, böyle yapma ve ona bana ihanet ederse onu öldüreceğimi söyledim, çünkü çaresizdim, zaptedilmez olanı zaptetmeye çalışıyordum, çaresizlik beni çılgına çeviriyordu, bugünü, geleceği, kendimi, başkasını, çoğulluğu ve karmaşık dönüşümleri yüzünden ele avuca sığmayanı ve tahmin edilemeyeni egemenliğim altına almak durumundaydım, çünkü ruhumda dev bir arzu uyanmıştı, dev bir saplantı. Ve dev bir saplantının içime saldığı korkular en az onun kadar irileşiyordu. 20. Ve eğer bunlar olağansa... Ciğerimizi yakan ise sadece aşkın içimize saldığı korkular değildi. Yeşil ağaçlar arasında ve çiçekli çayırlarda baharın nemli ve baygın kokularını ciğerinize tatlılıkla çekerek yürüdüğünüz bir akşamüstü, mutlu nefesinizi hafifçe verdikten sonra, bir önceki kadar mutlu olmasını beklediğiniz yeni nefesinizi içinize çekerken, o güzel havaya doyamadığınızı, güzel hava alamadığınızı, hava almadığınızı, sanki tıkandığınızı ve etraftaki herkesin de tıkandığını ve ölmediğinizi ama zehirlenmekte olduğunuzu hayal edebilirsiniz. Önce bir elma kokusu geliyor diyorlardı, daha sonra nefesiniz kalmıyordu işte o kadar. Havada elma kokusu vardı ve hava korkusu bile bu dünyada saçma bir korku değildi. Havada kömür kokusu oluyordu ve tıkanıyordunuz, havada koku olmuyordu ama yine de karbonmonoksitten zehirleniyordunuz. Havada hava oluyordu ama hava olmuyordu, oksijensizlikten tıkanıyordunuz. Havada hava oluyordu, hava ılık ve güzel oluyordu ama içinde polenler oluyordu ve yine nefessiz 54 kalıyordunuz. O esnada yaprakları sıyırarak gelen ışık huzmesinin içinde yüzen ve sayısı belki yıldızlar kadar çok olan zerreleri görüyordunuz, içinize çekiyordunuz ve gördüğünüz ve görmediğiniz her şeyi içinize çekiyordunuz, bu kadar basitti işte, bu kadar hassastı ve bu oluyordu yani, yaşanıyordu, sürekli yaşanıyordu, habersiz ölüyordunuz uyurken, haberli ölüyordunuz ama hızla habersizleşiyordunuz ya da haberler gelmeye devam ediyordu ama öksürüyordunuz, öksürüyordunuz, öksürüyordunuz, ciğerleriniz sökülüyordu, ya da havayı içinize çekiyordunuz, çekiyordunuz, çekiyordunuz, göğsünüz şişiyordu, ama geri inmiyordu, havayı çekiyordunuz ama ciğerinize gelmiyordu, öylece tıknefes yaşayıp gidiyordunuz. Bu da mı saçma acaba? Yangın çıkıyordu, bahar geliyordu, savaş sürüyordu, rüzgâr bacadan içeri girmeye karar veriyordu, odanız havalanmıyordu, ya da bağışıklık sisteminiz çöküyordu ve pusuda bekleyen bir alerji açığa çıkıyordu ya da apansız bir akciğer hastalığına yakalanıyordunuz, belki bir virüs sebep oluyordu buna, belki de genetik mirasınız. Havanız az kalıyordu, şişiyordunuz, sönüyordunuz, bir balon gibi inip çıkıyordunuz, tuhaf bir makinaydınız ve çok hassastınız. Kalbinize incecik bir demir sokuyorlardı ve ölüyordunuz, derinizde incecik bir kesik açıyorlardı ve ölüyordunuz, iki omurunuz birbiri üzerinden bir santim kayıyordu ve ölüyordunuz, vücudunuz bir kaç derece ısınıyordu ve ölüyordunuz, kan şekeriniz biraz düşüyor ya da yükseliyordu ve ölüyordunuz, kanınıza algılayamadığınız kadar küçük, küçüklüğünü algılayamadığınız kadar az miktarda bir madde karışıyor ve evet, ölüyordunuz. Hiçbir tehlikeye açık olmadığınızı varsaydığınız gizli odaların güvenine saklanmanıza yol açan agorafobi de esasında korkularınızın ilacı olamıyordu, orada unutulup ölüyordunuz, birilerinin dışarıdan size ihtiyaçlarınızı sağlamaya devam etmesi 55 gerekiyordu ve dışarıdan gelen her öğe, kız kulesine varmayı başaran azimli yılan gibi, tehlikeler barındırıyordu İzole olamıyordunuz. Kendinizi gelecekte uyanmak üzere dondurmak çare olmuyordu çünkü bunu yapmak için kanınızı tümüyle boşaltıyor, bedeninizi yeşil bir sıvıyla dolduruyor, hatta iç organlarınızı alıp atıyor ya da bedeninizi atıp sadece beyninizi koruyorlardı ve söylemeye gerek yok, aslında ölüyordunuz. Korktuğunuz şey her ne idiyse, belki o sizi bulmuyordu ama korkulmaya değer bir şeyler gelip sizi buluyordu işte. Nereye kaçabilirdiniz? Belki bir tabuta sıkışıp kalmamıştınız ama tabuttan esasında çok da geniş olmayan tehditkâr bir varoluşa sıkışıp kalmıştınız ve bizi en fazla dehşete düşüren çirkin çaresizlik üzerinize yapışıp kalıyordu. Çaresizliğin en fena türü ise, en ufak umut kırıntısı bırakmayan, kaderin kaçınılmazlığını idrak ettiğimiz o iç donduran anlardı. Bir tehlike karşısındayken bir şekilde kurtulacağımıza inanmak delirmekten kurtulmak için zaruriydi belki. İnsanın öleceğine inandığı bir anda birden sükunet içinde kaderini beklemeye geçtiğini, bunun bir nevi yorgunluk ya da huzur hali olarak yaşandığını gören ya da bunu bizzat yaşayanlarımız belki olmuştu ama kurtuluş ümidi olmayanı izlemek ve ölüme gidişin o çaresizliğini hayal etmek yine de dehşet vericiydi. 21. Gelecek ve kumar Fakat ne kadar ürkek olsa o kadar buna hakkı olan savunmasız insan, sadece savunmasız olmakla kalmayan, sayısını azaltamadığı arzularını ve ihtiyaçlarını kovalamak üzere risk almak zorunda olan insan... Açlık, tokluk, huzur, barınma ve ek olarak bunların zaten sağlandığı şımarık çağımızda herşeyden önce güvenilir ötekiler, entelektüel tatmin, tatmin, tatmin.. bunların doyurulmasını nasıl sağlama alabilirdik? Bütün ihtiyaçlarımızı bize 56 gelecek getirecekti. Gelecekte olacak en tekinsiz olasılıkları anlayıp kendimizi geleceğe, geleceği kendimize uydurmalıydık, nedenleri anlamalı, olacakları öngörmeli ve olasılıkları kontrol etmeliydik. Varlığımız bir takım ezeli ve ebedi ilkelerden türüyor olsaydı belki de geleceğin bilinemezliklerinden korkmak da anlamsızlaşacak ve varoluşun akıp gidişine güven duymak için sağlam bir dayanağımız olacaktı. Ama biz de az değildik hani, bu tozdan ve topraktan varlığımızı, bu dünyevî etimizi ve yıldız tozundan ve gök kürenin ebedi dönüşünden zerre pay almamış zihnimizi toprak beğenmeyip tükürse, "doğru, haklısın" diyecektik de aklımıza "e ama toprak, ben sendenim sen benden" demek gelmeyecekti. Toprağa istediğimizi söyleyebilirdik zira çözüm değişmiyordu: tevekkül, çaresi tevekküldü işte. Aramızdan inançsız olanların uygulayacağı tavır da tevekkülden farklı olmayacaktı. Allah'a güvenmekle, yani o her şeye kâdir olup, ara sıra üzerimize felaketler göndermek, bizi öldürmek, bize eziyetler etmek, ya da güzellikler yaşatmak arasında hızlı geçişler yapmakta sakınca görmeyen bir Allah'a güvenmekle, doğanın koruyuculuğuna güvenmek arasında, pratikte büyük bir fark var mıydı? Eğer doğa tekinsizse bu Allah'ın tekinsizliğindendi. Doğa ya da tanrı, tevekkül tavrı aynı kalıyordu. Kötü şeyler olur, biliyoruz. Beni ve kendimi birbirine yakın tutan şey neydiyse onları bir arada tutmaya devam etmesini garanti altına alan ne var, onu görmemiştik. Birden uzaya dağılıp gidebilmemiz için pek çok sebep varken bunu engelleyecek ilahî ilke neydi bunu bilmiyorduk. Apansız akılcığımızı yitirmekten bizi esirgeyen hangi iyilik perisiydi, tanımamıştık. Evrenin merkezi, ayaklarımın altındaki toprak, yurdum, bir gün, Ay yörüngesinden kopup yeryüzüne yaklaştığı gün, hâlâ ayaklarımın altında durup beni evrenden saklayacak mıydı? Hayır, yapmayacaktı bunu. Beni 57 bırakacaktı, salacaktı beni. Ay ve Dünya arasında havada yüzmeye başlayacaktım ve evrenin boşluğuna nefessiz süzülüp gitmeden önce geriye dönüp sitemkâr bir bakışla diyecektim ki, "alacağın olsun Dünya". Aynı şekilde, zihnimi düşünen kavramlar öylesine uçucu, anlık ve değişime açıktı ki, bu geçici anlam dünyamın hangi noktası zihnimin merkezini tutuyordu bilemiyordum. Ben deseniz, var mı yok mu bilemiyordum; kendi deseniz, zihin evrenimin her yanına saçılmıştı. Zihnimin merkezinden de saçılmış, kaybolmuştum. Anılarıma diyordum ki, el ele tutuşun, birinizi hatırlayınca diğerinize, oradan da bir diğerine geçip hiç durmadan aranızda dolaşarak kendimi koruyacağım, birbirimize tutunup zihnimin boşluğunda bir takım yıldız olacağız, ben olamasak da süreğen bir kendi olabileceğiz diyordum ama biliyordum ki şu hasbelkader birikmiş eski fotoğraflar da olmasa, sevdiklerimin yüzlerini, zihnimi en fazla meşgul etmiş olan şu sevgili yüzleri bile hatırlayabilecek değildim ve anılarım zihnimin derinliklerinden her çağrılışlarında ve ne ironiktir, onları daha çok düşündükçe dönüşüp duruyorlardı. Zihnim, içindeki her şeyin kayarak yer değiştirmekte olduğu, asla bir merkeze sahip olmamış ve olmayacak olan uçsuz bucaksız bir dönüşümler deniziydi. Bu yaşadığım gündelikliğin, bu inandığım yerli yerindeliğin sürmesini sağlama almak bir yana, bu yerli yerinde olmanın, bu yurdunda olmanın, bu insanlar arasında her zamanki gibi yaşamanın kendisini sahici kılan bir şey de yoktu ki. Sıradan bir çay bahçesinde, sıradan bir bardağın içindeki sıradan çayı yudumlarken birden hafiflediğimizi hissediyorduysak ve karşımıza on kilometre ileriden sağa saparsak kara deliğe varabileceğimizi anlatan bir tabela çıkıyorduysa, kendimizi o muazzam çekim alanına doğru ilerledikçe incelen atmosferimizle 58 birlikte hafifçe kayarken buluyorduysak, bu sahici bir olay olabilirdi. Çünkü bu gerçekten de zihnimizin dünyayı gündelikliği içinde yaşamasından farklı olmayacaktı, delirmemiştik ya da delirmiştik, farklı değildi. 22. Korkuların envanteri Bir asansörde bile soğuk terler dökenlerimiz ve bu hissi saçma ve katlanılmaz bulanlarımız ya şuna ne diyecekti: evrenin şu köşeciğinde hapsolup kalmış durumda değil miydik? Bu kısıtlı ve evrenin hayal edilemez ebadı içinde sözü edilmeye değmeyecek kısalıktaki kavisçiğimizde hapis kalmıştık ve aslında kıpırdayamıyorduk ve bu kapalı kalmanın kozmik biçimiydi. Fakat daha kötüsü, eğer içinden küçük bir yay çizerek geçmekte bulunduğumuz köşeciğinde evren, alttan alta sezmekte olduğumuz her zamanki güvenilmezliğiyle, bir zaman-mekan boşluğu üretmeye yönelmiş idiyse, bu asılsız bir korku da olabilirdi, düpedüz bir hakikat de. Çünkü bir zaman-mekan boşluğundan geçmenin sonucu neydi onu da bilmiyorduk. Belki kendini işte o büyük boşlukta bulmaktı, mümkün olabilecek en büyük açık alanda ve mümkün olabilecek en büyük açık alan korkusunu yaşayan zihnimizle, tabii bahsetmiştik, agorafobiden bahsetmiştik, afallatıcı apeyrofobiden de bahsetmiştik, içimizi titreten akrofobiden, dehşet içindeki tafofobiden bahsettiğimiz gibi, sıkıntılı klostrofobiden, dolayısıyla stenofobiden ve nüktofobiden, sıkıcı isolofobiden ve şu lalettayin tanatofobiden bahsetmiştik ve iç burkucu somniofobiyi anlatmıştık, kinetofobiden, kronofobiden, teleofobiden, neofobiden ve metatesiofobiden bahsetmiştik. Yazmıştık bunlar hakkında, şüpheci elöterofobi, paranoyak otofobi, tutucu heresifobi birbiri ardına konu edilmişti. Mnemofobi, amnezifobi, dementofobi, manyafobi ve agateofobi, ne ironiktir ki, bağlantılı görünmüştü bize. Kometofobi, siderofobi, spasefobi gibi kozmik 59 korkular tümüyle sebepsiz değildi ve bu distikifobi için de haydi haydi geçerliydi. Teofobi ve demonofobi belalar değil olsa olsa fobofobiye karşı bir teselli arayışının işaretleriydi. Bahsetmiştik evet, nefessiz aerofobiden, ancinofobiden ve amatofobiden; müzofobi ve akarofobiden.. Bedenimizi sakınmak isterken yakalandığımız basilofobi, kanserofobi, patofobi, toksofobi, ya da kısaca pantofobiden. Ama mesela literatürde yine haklı biçimde adı bulunan kabızlık korkusundan, balık korkusundan, oturma korkusundan, sebzelerden korkmaktan, sol yanından korkmaktan, göbek deliğinden korkmaktan, peynir korkusundan, beşerî ilişkilere dair korkulardan, kararlar almaktan korkmaktan, gülünç olmaktan korkmaktan ve en önemlisi her şeyden korkmaktan bahsetmemiştik ve daha öte bahsetmeyeceğiz de. Daha bahsetmediğimiz adı konulmuş ve konulmamış sayısız korkular yaşanıyordu, öyleki insanlar dünyanın şurasında ve burasında, hayatlarının şurasında ve burasında bu korkular listesini taşıp kaynayan, çoğalan bir yaratıcılık ırmağınla besledikçe besliyorlar, en ufağından en büyüğüne, en elle tutulurundan en belirsizine, en incesinden en kabasına, en sevimlisinden en dehşetlisine korkulmaya değer her olguyu, sistemi, olasılığı, olayı, nesneyi, faili saklandığı yerden bulup çıkarıyor ve ondan korkmayı başarıyorlardı. Doğru, meslek insanları, yani konunun uzmanları bunlara bizim gibi kolayından fobi deyip geçmiyorlardı. Doğru, bir şeyden korkmakta haklı bir yan varsa ya da korku hayatı sakatlayan, aşırı, ya da tuhaf bir hal almadığı sürece, klinik bir vaka olarak ele alınmıyor, o korku da adıyla sanıyla literatürde yer bulamıyordu. Ama görüyorduk ki, neyin korkulmaya değer, neyin de korkulmaya değmez olduğu yönündeki antik bilgeliğimiz, mesela ben ve kendinin ölümsüz birlik ve bütünlüğünü temin ettiği anda 60 olduğu gibi, esasında tümüyle yanılıyor da olabiliyor, ya da kesinlikle dehşet verici ve kaçınılmaz olduğu için en yerinde korku olan ölüm korkusu, en haklı olduğu anda masabaşı oyunlarıyla bir hastalık olarak anılıp, kendisini açığa çıkaran bilgeyi suçlu duruma düşürebiliyordu. 23. İnsan Sorge'de gerek Bir başka Ulu Çınar da demişti ki, bizim orada bulunma tarzımız kaygıyı içeriyor. Bize göre şöyle demek istemişti: kaygının korkudan ve sakınmadan kaynaklanan biçimleri kadar, hevesten, arayıştan, hırstan, arzudan kaynaklanan türleri de var. Bunların bazıları aklî görünmeseler de, hiç biri de o aklî olmayan kaygılardan daha aklî olamıyor, insanın aklı bedeninde o kadim bilgi birikimini en tuhaf biçimlerde açığa çıkarıyor ama bunların hepsi, dedik ya, bir birikime dayanıyor, arzularımız, evet arzularımız da, ama her şeyden önce, en başta, kaygılarımız, dertlerimiz, sıkıntılarımız, arayışlarımız bizi belki kendi ve benin bir birliği kılmıyor ama sanki öyleymişiz gibi, kendi ve benimizi bir fail olarak ve bütünlük içinde anlamamızı gerektiriyor, her ne kadar bunların tüm bu çoğulluğu başka türlü bir öyküyü çağırsa da, biz yine de faile özgü tekilliğimize sahip çıkmayı yeğliyorduk. İnsanlığın ve beden-zihnimizin bugüne kadarki birikimi, bize anlamsız görünen bazı korkuların o kadar da düşük olasılıklara dayanmadığını kaygılarımız üzerinden anlatmaya çalışıyor, bizi genlerimizin ve katıldığımız daha üst ölçekli sistemlerin amaçları doğrultusunda kendimizi sakınmaya ve bazı hedefleri gerçekleştirmeye yönlendirmeye çalışıyordu. Beden-zihnimiz bu bilgi birikimini ve bizi olduran sistemlerin amaçlarını motivasyonlarımız, yani kaygılarımız, korkularımız, arzularımız, dertlerimiz, amaçlarımız üzerinden açığa seriyor, biz de olup bitenleri izlerken hayretten hayrete ilerliyor, bir türlü anlam 61 veremediğimiz bu işleyişlere insanlığın akıldışılığı, bilinçdışılığı, dengesizliği, hastalıklılığı ve türlü küçültücü diğer şeyleri olarak yaklaşmayı tercih ediyorduk. Ben bendim, ben de kendimdim, ben aklımdım ve fail aklına göre hareket ediyordu; öyle ya! Ama zihnimizde açığa çıkan ise bambaşka bir öyküydü. Ulu Çınar bunu vurgulamak istemişti. Orada, yani zihinde açığa çıkmayı yeterince irdelemeden neden söz ettiğimizi bile bilemiyorduk. Kaygı bizim fail olmamızın diğer adıydı. Motivasyon, kaygı, korku, bunlar fail olmamızın türleri, yolları, biçimleriydi. Bize bağlı olmayan tüm işleyişlerden ne kadar korksak haklıydık ve hiç bir şey bize bağlı değildi zira bizi bize bağlayan bir bizden de söz edemiyorduk. Bilemediğimiz, hakim olamadığımız varlıklardan, dolayısıyla kendimizden de ne kadar korksak azdı ve aptalcasına bir kibirle hâkimi olduğumuza inandığımız bu yerin ne kadar parçasıydıysak o kadar da yabancısıydık ve kontrol edemediğimiz tüm güçlerin insafına kalmıştık. Çaresizliğin en yoğun formuydu bu yaşadığımız. Fakat ne olacaktı çaresiz olsak? Hayatımız varoluş sebebini mi yitirecekti? Hedeflerine mi ulaşamamış olacak, başarısız olacağımız mı anlaşılacaktı? Oysa dünyaya yönelik reddiye, bene ve kendine yönelik kaygı haritasının fiilî olarak dönüştürülmesini gerektiriyordu ve reddedilmemesi gereken hiç bir şey yoktu. Reddedilmesi gereken herhangi bir şey de yoktu ve aynı şekilde, savunulması ve benimsenmesi gereken herhangi bir şey de yoktu. Dünyaya dair her şey mevcuttu da, bunların hiç biri gerekli ya da gereksiz olmadığı gibi, ilahî ya da kozmik olarak doğru ya da yanlış da değildi. Ancak, hayır, Hocaların Hocası da haklı değildi: her noktada özgür değildik. Bu olsa olsa bazı düşün geleneklerinin o bölünmez 62 ve mekânsız ruhunla, ya da abartılmış, üslupçu bir diyalektikle savunulabilir olurdu. Hayır, her ne kadar ben olarak yaşadığım şey değil idiysem de, varlığın içine açılmış bir hiçlik gediği de değildim. Negatif anlamda belirlenmemişliğim değildim, aksine, beden-zihnimde son derece karmaşık sistemlerin son derece karmaşık sonuçları yaşanıyordu. Bu karmaşayı basitlikle değil, ancak karmaşıklıkla açıklayabilirdik. Hesaplama metaforunun bize öğrettiği bu olmuştu. Artık beni, bir mekanizm ile karşıtlık içinde postüle edilen, mekânsız olduğu halde sınırsız yaratıcılık sergileyen basit ve ölümsüz bir ruh üzerinden düşünme lüksümüz yoktu. Her ne kadar işin hâlâ başında olsak da yavaş yavaş anlamaya başladığımız gibi, ben gerçekten de fail ile ortamının bir arada ürettiği son derece karmaşık bir sistemler çoklusunun bir kısmıydı. İnsanın dünyevîliği ve bağlamsallığından yola çıkarak insanın benine başat önem atfetmek, hele hele onu bir bilinmez, başka bir evrenin bir parçası, bir hiç, bir mutlak özgürlük olarak resmetmek düzünden saçmaydı. Zira basit, nasıl bu kadar karmaşık olabilecekti ki? Ve belirlenemeyenin bu kadar tutarlı biçimde nasıl belirlenebildiğini açıklamak için nafile bir çaba, Hocaların Hocası'nın tüm yapıtını belirlememiş miydi? 24. Saçma eylem planı Bir takım sistemlerin parçası olarak oluşagelen ve dağılagelen ben yaşantısı karmaşasının sadece bir köşeciği de saçma eylem planıydı. Bu eylem planı kendisinden çok daha güçlü olan tüm diğer eylem planlarının arasında kendine bir yer açmış, müttefiklerini artırmak, onu kalıcı ve etkili kılacak hayvanî mekanizmaları kendine destekçi olarak listesine yazmak için sakin bir çaba içindeydi. 63 Ben yaşantısının da onayladığı gibi, saçma eylem planının haklı göründüğü bazı bakış noktaları vardı. Kendisi için hiç bir şey istemiyordu sözde ama diyordu ki, "tüm bu diğer hevesler ve kaygılar da en az benim kadar haksızdırlar". Zihnin senatosunda bu çığlık yankılandığında, zihnin ortaklaşan aklı ona hak veriyor, bazı kendini sürdürme kaygıları hafifçe ve rahatsızca kıpırdanıp harekete geçiyor, zihnin geri kalanı bu çığlığın tüm kendiyi etkileyecek bir delilik edemeyeceği üzerine tekinsiz de olsa bir güvence kazanıyor, sonra gündelik kaygılar faile yeniden hâkim olmayı başarıyordu. Saçma eylem planının müttefikleri de vardı, mesela doğruculuk. Karakter araştırmalarında tutarlı biçimde tekrar tekrar ortaya çıktığı gibi, insan doğasını tariflemek için oldukça elverişli bir eksen sunuyordu doğruculuk. İnsan doğası evet mevcuttu ama özcü bir anlam taşımıyordu bu mevcudiyet. Mesela "insan doğrucudur" diyemiyorduk. Zaten bunu kimse söylememişti. Tabii, "insan doğrucu olmalıdır" da diyemiyorduk -ki bunu ideal bir insan doğası üzerinden savunanlar olmuştu. Onun yerine ama şunu söylemek durumundaydık: "insanların büyük çoğunluğunu bir doğruculuk, vicdanlılık ve sorumluluk hissi ile, karşı uçta yer alan bir rahatlık, kaygısızlık ve dertsizlik hissi arasına, bu iki ucun tariflediği bir eksen üzerine yerleştirmek gerekiyordu. Belki bir timsah için doğruculuk ve kaygısızlık anlamlı bir tanımlama olmayacaktı. Hani ona kaygısız diyebileceğimiz anlar olabilse de, nasıl ve ne zaman, bir timsahın bir diğerinden daha doğrucu ya da vicdanlı olduğunu söyleyebilecektik ki? Timsahı sahte gözyaşları dökmekle suçlamak büyük bir haksızlıktı elbette ve zaten kimse bunu hedeflememişti, derdimiz insanları anlatmaktı. Çünkü insanlar için böyle ayrımlar yapılabiliyordu ve insan yaşantısında bu durum önemli davranış farkları yaratabiliyordu. Dahası bu tip özellikler insanların davranışlarında 64 tutarlı biçimde tekrarlanan örüntüler ortaya çıkartıyorlardı. İşte can çıksa da insandan çıkmayan huy buydu. Doğrucu, saçma eylem söyleminde haklı yanlar olduğunu hissediyordu. Saçma eylem planının açığa çıkabilmesi için, doğruculuğun yanında, hafıza da gerekiyordu. Yoksa saçma bir kere ortaya çıkıp geçecekti. Sadece bugünde yaşıyor olsaydık ve geçmişin kayıtları kadar gelecek kaygısı da faili tarifliyor olmasaydı, eylem plansızı anlamsızlaşacak, yitip gidecekti. Saçma sadece fail ile anlam kazanıyor, bedensel gücünü ve sağlığını korumak, elverişsiz doğa koşullarına maruz kalmamak, tekinsiz ötekilerden uzak dururken değer verilen ötekiler ile birlikte olmak, network'ünü genişletmek, toplumsal mevkini ve etkini yukarı taşımak, hayatını kazanmak, birikimlerini artırmak, geleceğini garantiye almak, çocuklarına daha güzel yarınlar bırakmak, başarılar kazanmak ve başarı çıtanı yükseltmek türünden gündelik kaygı ve arayışların saçmalığını ve boşunalığını kulağımıza fısıldayıp duran eylem plansızı esasında tam da kaygı sayesinde açığa çıkıyordu. Aslında saçma eylem planına karşıt görünen ama aynı zamanda onun yaşamasının temel sebebi olan da faillik kurgusu ve failin kaygılarından başkası olmadığı için, kısmî eylem plansızı kaygılar mevcut olduğu sürece mevcut olabiliyordu. Tekrarlamak gerekmese de, kısmî saçma eylem plansız planı, anlamını, mevcudiyetini ve gücünü kaygıların varlığından alıyordu. Martin Azimşah 65 66 Varoluşun boşunalığı öğretisi üzerine ek yorumlar 1 § 142 Bu boşluk, ifadesini varoluşun tüm biçiminde bulur; zamanın ve mekânın, bireyin her ikisi açısından da sonlu olan doğasıyla karşıtlık içindeki sonsuz doğasında; gerçekliğin yegâne varoluş tarzı olarak geçici ve geçmekte olan şimdiki anda; her şeyin bağımlılığı ve göreliliğinde; varlık olmaksızın sürekli oluşta; tatmin olmaksızın sürekli arzuda; gayret ve heveslerin sürekli kesintiye uğrayışında—ki bunlar hayatın akışını oluştururlar, ta ki böylesi bir engelin üstesinden gelinsin. Zaman ve her şeyin uçucu doğası burada ve buradan dolayı, sadece bu mücadelenin boşluğunun— kendinde-şey olarak yok olamaz olan—yaşam-istencine ifşa olduğu biçimdir. Zaman odur ki, onun sayesinde ellerimizdeki her şey her an hiçliğe varır ve böylece tüm hakikî değerini kaybeder. Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler, Cilt 2, Bölüm XI (Akademik amaçlarla kullanmayınız). 1 67 § 143 Olmuş olan, artık yoktur; ancak hiç olmamış olan kadar vardır. Fakat var olan her şey, bir sonraki anda çoktan olup bitmiş olarak görülür. Ve bu yüzden, en önemsiz şimdiki zaman, en önemli geçmiş zaman üzerinde bir gerçeklik avantajına sahiptir; bu sayede ilkinin ikincisiyle ilişkisi bir şeyin hiç bir şeyle kurduğu ilişkidir. Ne şaşırtıcıdır ki, bir adam, sayısız yılın varolmayışının ardından, bir anda varoluverir ve kısa bir zaman sonra yeniden aynı uzunlukta bir varolmayışa geçmek durumundadır. Yürek bunun asla doğru olamayacağını söyler ve bu türden düşüncelerden dolayı, en kaba ve kültürsüz zihinde bile zamanın fikirselliğine [ideality] dönük bir sezgi doğmalıdır. Fakat bu, mekânın fikirselliğiyle beraber, tüm gerçek metafiziğin anahtarıdır; çünkü bu, doğada bulunandan oldukça farklı bir şeyler düzeninin yolunu serer. Kant bu yüzden o kadar büyüktür. Hayatımızdaki tüm olaylarla ilgili olarak, sadece bir an için var denebilir; ondan sonra ebediyen vardı dememiz gerekir. Her gece bir gün daha fakirizdir. Belki kısa zamanımızın böylece tükenip gitmesinin görüntüsü bizi delirtecekti, eğer varlığımızın gerçek derinliklerinde gizlice emin olmasaydık, ebediyetin tüketilemez baharının bize ait olduğundan ve bundan dolayı hayat müddetini daima yenileyebileceğimizden. Şüphesiz, yukarıda anılan mülahazalara şu kuramı dayandırabiliriz: şimdiki anın tadını çıkarabilmek ve bunu hayatımızın amacı kılmak en büyük bilgeliktir zira geri kalan her şey sadece düşüncenin oyunuyken sadece şimdi gerçektir. Fakat aynı şekilde bunu en büyük çılgınlık olarak da adlandırabilirdik; zira bir sonraki anda artık varolmayan ve bir rüya gibi bütünüyle kaybolan, hiç bir zaman ciddi bir çabayı hak etmez. 68 § 144 Varoluşumuzu destekleyecek hiç bir temel yoktur; hep uçucu olan ve kaybolup giden şimdi dışında. Bu yüzden daimî hareket özsel olarak onun biçimidir; her zaman özlediğimiz o süredurumun hiç bir olasılığı olmaksızın. Tepeden aşağı koşmakta olan ve durmaya çalışırsa kaçınılmaz olarak düşecek olan ve ayaklarını atmayı ancak koşmaya devam ettiği sürece sürdürebilen bir adamı andırırız; ya da bir parmak ucunda dengede tutulan bir çubuk gibiyizdir; ya da eğer ileri doğru dayanılmaz biçimde atılmayı keserse güneşinin içinde düşecek olan gezegen gibi. Bu yüzden yerinde duramamak varoluşun asıl biçimidir. Sabitliğin hiç bir türünün bulunmadığı, hiç bir sürekli durumun mümkün olmadığı, fakat her şeyin bitimsiz bir döngü ve değişimle meşgul olduğu, herkesin aceleyle bir cambaz ipinin üstünde ilerleyerek ve hareket ederek ayakta kaldığı böylesi bir dünyada mutluluk düşünülebilir bile değildir. Platon'un 'daimî oluş ve asla varolmama'sının ortaya çıkan tek şey olduğu yerde ikamet edemez. İlk olarak, kimse mutlu değildir, fakat herkes tüm hayatı boyunca nadiren ve olsa olsa insanı hayal kırıklığına uğratmak üzere erişilen sözde bir mutluluk için uğraşır. Kural olarak, sonunda herkes limana yelkenler ve direkler yitmiş halde erişir; fakat artık sadece kaçıcı, uçucu bir şimdiden ibaret olmuş olan ve şimdi artık kapanmış ve bitmiş olan bir hayatta mutlu olmuş olup olmadığı önemsizdir. Ancak, bizim için şaşırtıcı olması gereken, insan ve hayvan dünyalarında o aşırı miktardaki, çeşitli ve dinginlik tanımayan hareketin nasıl üretildiğini ve belki bir parça sıkıntı tarafından desteklenen iki basit eğilim, açlık ve cinsel dürtü tarafından nasıl sürdürüldüğünü ve bunların çok-renkli kukla gösterisini harekete 69 geçiren böylesi karmaşık bir makinaya nasıl primum mobile2 verebildiklerini görmektir. Şimdi, eğer konuya daha yakından bakarsak, ilk olarak kimyasal güçler tarafından her an saldırıya uğrayan ve en sonunda imha edilen inorganiğin varoluşunu görürüz. Diğer yandan, organiğin varoluşu ancak, aralıksız akış ve sonuç olarak dışarıdan destek gereksinen maddenin sürekli değişimi ile olanaklı kılınır. Bu yüzden kendinde organik yaşam, daha şimdiden elde dengelenen çubuğu andırmaktadır ve her zaman hareket halinde olmalıdır; ve dolayısıyla bu, daimî bir ihtiyaç, hep tekrar eden bir istek ve bitimsiz bir beladır. Ne var ki bilinç ancak bu organik yaşam yoluyla mümkündür. Bundan dolayı, tüm bunlar sonlu varoluştur ki bunun tersi sonsuz olarak kavranabilecekti; dışarıdan hiç bir saldırıya açık olmayan, ya da dışarıdan hiç bir yardıma ihtiyaç duymayan olarak ve böylece άεί ώσαύτως όν,3 olarak, ebedî hareketsizlik ve dinginlik içinde, οΰτε γιγνόμενον, οΰτε άπολλύμενον,4 değişimsiz, zamansız, çokluk ve çeşitlilik barındırmayan, negatif bilgisi Platon'un felsefesinin ana konusu olan. Böylesi, yaşamistencini inkârın yolunu açtığı varoluş olmalıdır. § 145 Hayatımızın sahneleri, yakınında durduğumuzda bir etki üretmeyen ama onları güzel bulacaksak bir mesafeden bakılması gereken kaba mozaik resimler gibidir. Bu yüzden, istekle arzulanan bir şeyi elde etmek onun ne kadar boş ve esassız olduğunu keşfetmekle eşdeğerdir ve eğer her zaman daha iyi şeylerin beklentisi içinde yaşıyorsak, sıklıkla aynı anda pişmanlık ve geçmişe özlem duyarız. Diğer taraftan, şimdiki zaman yalnız 2 [İlk itki, ilksel harekete geçirici.] [Daima değişmeden kalan.] 4 [Ne varlığa gelmekte ne yok olmakta olan.] 3 70 bir süreliğine kabul edilir, hiçe sayılır ve sadece amaca giden yol olarak görülür. Bu yüzden, adamların çoğu hayatlarının sonunda geçmişe baktıklarında, baştanbaşa ad interim5 yaşamış olduklarını görecektirler; takdir edilmeden ve keyfi sürülmeden ellerinden kaymasına izin verdikleri esas şeyin tam da beklentisi içinde yaşadıkları kendi hayatları olduğunu görerek şaşıracaklardır. Böylece, bir adamın hayatının gidişatı, bir kural olarak, öyledir ki, umut tarafından aldatılmış halde ölümün kollarına doğru dans etmektedir. Ek olarak, bireysel istencin her tatminin taze bir arzu doyuruşundan kaynaklanan doyurulamazlığı vardır ve ebediyen doyumsuz özlemi daima sürer. Ancak aslında, kendinde ele alındığında istencin her şeyin ait olduğu dünyaların efendisi olması olgusundan dolayıdır ki, hiç bir parça ona tatmin veremezdi, ama ancak sonsuz olan bütün verebilirdi. Bu arada, dünyanın bu efendisinin kendi bireysel fenomeninden ne kadar az şey elde ettiğini düşündüğümüzde bu sempatimizi uyandırmalıdır; genellikle ancak bireysel bedeni sürdürmeye yetecek kadar. Bireyin derin keder ve mutsuzluğu bundan kaynaklanır. § 146 Mevcut entelektüel acziyet döneminde, her tür düşüklüğe hürmet üzerinden ayırt edilen ve kendini en uygun biçimde gösterişçi olduğu kadar kakafonik de olan ev yapımı Jetztzeit6 kelimesiyle tarifleyen—sanki ordaki 'şimdi', Şimdi κατ' έξοχήν,7 tüm geçmiş 'şimdi'ler sırf onun üretimi için varolmuş—böylesi bir dönemde, çok-tanrıcılar bile hayatın, onların deyimiyle, 'kendi içinde bir amaç' olduğunu söyleyecek kadar yüzsüzleşebiliyorlar. Eğer bizim 5 [Geçici olarak, arada.] [Şimdi-zaman.] 7 ["Par excellence": en mükemmel.] 6 71 bu varoluşumuz nihai hedef ve dünyanın amacı olsaydı, biz ya da bir başkası tarafından şimdiye kadar ortaya serilmiş olanların en salakçası olurdu. Yaşam kendisini ilksel olarak bir görev olarak sunar, yani kendi geçimini sağlamak, de gagner sa vie.8 Bu sorun çözüldüğünde bir külfet kazanılmış olur ve buradan ikinci sorun ortaya çıkar, can sıkıntısını savmak için elimizde olanı nasıl elden çıkaracağımız. Bu musibet, güvenceye alınan her yaşamın üzerine avını gözleyen bir alıcı kuş gibi atılır. Bu yüzden, ilk sorun bir şey edinmek iken ikincisi, elde edildikten sonra onun kendini hissettirmesini önlemektir, aksi takdirde o bir külfettir. Eğer insanlığın tüm dünyasını bir bakışta anlamayı denersek her yerde aralıksız bir mücadele görürüz; yaşam ve varoluş için, herhangi bir anda gözdağı veren ve saldırıya geçen her türden tehlikeler ve musibetler karşısında bedensel ve zihinsel güçlerin son raddede sarf edildiği devasa bir müsabaka. Eğer sonra da tüm bunların karşılığı olan ödülü gözden geçirirsek, yani varoluş ve yaşamın kendisini, bazı acısız varoluş aralıkları buluruz ki bunlar derhal sıkıntının saldırısına uğrayıp hızlıca yeni bir dert tarafından sona erdirilirler. İhtiyaç ve isteğin arkasında sıkıntı hemen bulunacaktır ki bu bazı daha zeki hayvanlara bile saldırır. Bu yaşamın hiç bir hakiki içkin kıymetinin bulunmadığı ama yalnızca istek ve yanılsama tarafından hareket halinde tutulduğu gerçeğinin bir sonucudur. Fakat bu durakladığı anda, varoluşun tüm çoraklığı ve boşluğu görünür hale gelir. İnsan varoluşunun bir tür hata olması gereği, adamın ihtiyaç ve isteklerin bir somutlaşması olmasına dair basit gözlem üzerinden 8 [Geçimini sağlamak, kazanmak.] 72 yeterince açıktır. Bunların tatmini güçtür ve üstelik adama, içinde hala can sıkıntısına terk edildiği acısız bir durum dışında hiç bir şey sağlamazlar. Bu, o zaman, varoluşun kendinde bir değeri olmadığının pozitif bir kanıtıdır, zira can sıkıntısı tam da onun boşluğunun hissidir. Bu yüzden, kendisine yönelik özlemin gerçek özümüzü ve varoluşumuzu oluşturduğu yaşam olumlu bir değere sahip olsaydı ve bu kendinde gerçek bir içkin kıymet olsaydı hiç bir can sıkıntısı mevcut olamazdı. Tam aksine, kendinde salt varoluş kalplerimizi zorunlu olarak dolduracak ve bizi tatmin edecekti. Şimdi varoluşumuzdan bir keyif almıyoruz, uzaklık ve engeller hedefin tatmin edici olacağını düşündürdüğü bir durumda bir şey için çaba sarf etmek dışında ki bu yanılsama hedefe ulaşıldığında kaybolur; ya da ayrıca kutular içindeki izleyiciler gibi, ona dışarıdan kafa yormak için yaşamın gerçekten dışına çıktığımız saf bir entelektüel meşguliyet dışında. Duyusal haz bile sürekli bir çabalamadan oluşuyor ve hedefine erişildiğinde kesiliyor. Şimdi, ne zaman bir şey için çabalamıyoruz ya da entelektüel bir meşguliyet içinde değiliz ama yeniden varoluşun kendisine fırlatılmışız, onun kıymetsizliği ve boşluğu bize geri getirilir; ve sıkıntıdan kastedilen budur. Tuhaf ve sıradışı olanın peşinden koşmaya yönelik içkin ve silinemez eğilimimiz bile şeylerin öylesine bıktırıcı olan doğal gidişatının kesintiye uğramasından ne kadar mutlu olduğumuzu gösterir. Mühim insanların lüks ve eğlencelerindeki görkem ve şaşaa dahi esasında sadece varoluşumuzun özsel sefaletinin ötesine geçmeye yönelik boş bir girişimdir. Zira değerli metaller, inciler, tüyler, kırmızı kadife, çok sayıda mum, dansçılar, maskelerin takılması ve çıkarılması ve diğerleri en nihayetinde nedir ki? Bugüne kadar hiç bir adam şimdiki zamanda kendini tümüyle mutlu hissetmemiştir, zira öyle olsa kendinden geçerdi. 73 §147 Kendini insan organizmasının aşırı derecede ustaca ve karmaşık mekanizmasında ortaya koyan yaşam-istencinin en mükemmel görüngüsü ufalanıp toza karışmalıdır ve bu yüzden onun tüm özü ve çabaları sonuçta yokoluşa sunulmuştur. Tüm bunlar, o istencin tüm çabalamasının özsel olarak boş ve boşa olduğunun her zaman hakiki ve samimi olan doğa tarafından çocuksu biçimde ifade edilmesidir. Eğer kendinde değerli olan bir şeyler olsaydık, koşulsuz ve mutlak olabilecek bir şeyler, bunun hedefi varolmamak olmazdı. Bunun hissedilmesi Goethe'nin güzel şarkısının da altında yatar: Antik kulenin yukarılarında Kahramanın soylu ruhu dikilir. Ölüm zorunluluğu, adamın bir kendinde-şey, dolayısıyla bir όντως όν9 değil, salt bir görüngü olması olgusundan çıkarsanabilir. Eğer öyle olsaydı, yitip gidemezdi. Fakat bu tür görüngülerin kökündeki kendinde-şeyin kendini sadece onlarda açığa serebilmesi kendi doğasının bir sonucudur. Başlangıcımız ve sonumuz arasında ne büyük bir fark vardır! İlki arzunun coşkunluğunda ve duyusal hazzın esrimesinde; ikincisi tüm organların yokoluşu ve cesetlerin küflü kokusunda. Doğuştan ölüme giden yol esenlik ve hayattan keyif almak açısından her zaman yokuş aşağıdır; saadet içinde hayal kuran çocukluk, hafif yürekli gençlik, zahmetli erkeklik, nahif ve sıklıkla acınası yaşlılık, son hastalığın işkencesi ve nihayet ölüm ızdırabı. Varoluş tam olarak sonuçları gittikçe daha aşikâr olup duran yanlış bir adımmış gibi görünmez mi? 9 [Gerçekten varolan (Platon'a referansla).] 74 Eğer onu bir desegaño, bir yanılsama olarak ele alırsak, yaşamın en kesin görünümüne sahip olacağız; her şey buna yeterince açık biçimde işaret ediyor. §147a Yaşamımız mikroskopik bir doğaya sahiptir; zaman ve mekânın güçlü mercekleri tarafından ayrı düşürüldüğünü gördüğümüz bölünemez bir noktadır ve bu yüzden hatırı sayılır biçimde büyütülmüştür. Zaman, devamlılık ve sürme yoluyla şeylerin ve bizim tümüyle beyhude varoluşumuza bir gerçeklik görünüşü vermek için beynimizde yer alan bir düzenektir. Geçmişte bazı haz ve talih fırsatlarının elimizden kaçmasına izin vermiş olmamızdan dolayı pişman olmak ve üzülmek ne kadar aptalcadır! Zira elimizde fazladan ne olacaktı şimdi? Sadece bir anının buruşmuş mumyası. Fakat bu bahtımıza gerçekte düşmüş olan her şeyde aynıdır. Bu nedenle, zaman biçimi, tüm dünyevi hazların boşluğunu bize geri getirmek üzere güzelce hesaplanmış aracın kesinlikle ta kendisidir. Bizim ve tüm hayvanların varoluşu yerinde sıkı duran ve sabit kalan bir şey değildir, en azından zamansal olarak; tam aksine, yalnızca sadece sürekli dalgalanma ve değişim üzerinden devam eden bir existentia fluxa'dır ve bir girdapla kıyaslanabilir. Bedenin biçiminin bir süreliğine güvenilmez bir varoluşa sahip olduğu doğrudur ama sadece maddenin sürekli değişmesi koşuluyla; eskisi boşaltılırken yenisi asimile edilir. Bu nedenle, tüm o varlıkların herhangi bir zamandaki başat uğraşı bu içe-akışa uygun olan maddeyi temin etmektir. Aynı zamanda farkındadırlar ki, kendilerininki gibi bir varoluş, anılan yolda ancak bir süreliğine sürdürülebilecektir ve böylece ölüm yaklaştığında, onu 75 kendilerinin yerini alacak başka bir varlığa taşımaya çalışırlar. Bu çabalama özbilinçte cinsel dürtü olarak belirir ve kendini diğer şeylerin bilincinde ve böylece nesnel sezgisel algıda, cinsel organlar biçiminde açığa serer. Bu dürtüyü bir inci gerdanlığın ipiyle kıyaslayabiliriz, hızlıca birbirini takip eden o bireyler ise incilere karşılık düşer. Eğer imgelemimizde bu silsileyi hızlandırırsak ve daima hem tüm dizide ve hem de bireylerde sadece biçimin kalıcı olduğunu ama töz ya da maddenin sürekli değişim içinde olduğunu görürsek, o zaman farkına varırız ki sadece sözde bir varoluşumuz vardır. Bu yorum aynı zamanda Platon'un sadece Idea'ların varolduğuna ve onlara karşılık gelen şeylerin gölgeye benzer bir doğaya sahip olduğuna dair doktrininin temelidir. Kendinde-şey'lerden farklı olarak salt görüngü olduğumuz şu olgu tarafından resmedilir ve örneklenir: varoluşumuzun conditio sine qua non'u10 maddenin daimî dışa atılma ve eklenmesidir ki buna yönelik ihtiyaç beslenme biçiminde sürekli yinelenir. Zira bu yönden, duman, alev, ya da bir su püskürmesi tarafından ortaya çıkarılan ve tedarik kesildiği anda kaybolan ya da kesilen görüngüleri andırırız. Ayrıca şu da söylenebilir ki, yaşam-istenci kendini mutlak olarak hiç haline gelen görüngülerde ortaya koyar. Fakat bu hiç, görüngülerle birlikte, yaşam-istencinin içinde kalır ve onun zeminine dayanır. Tabii bu belirsizdir ve anlaşılması kolay değildir. Eğer dünyanın gidişatı üzerine büyük ölçekli tefekkürden ve özellikle insan kuşaklarının hızla birbirini takip edişlerini ve gelgeç sahte-varoluşlarını göz önüne almaktan bakışımızı kurtarır ve insan yaşamının detaylarına göz atarsak, diyelim ki komedi tarafından sunulduğu gibi, o zaman bunun şimdi bıraktığı izlenim bir 10 [Gerek şart, olmazsa olmaz koşul.] 76 mikroskoptan bakılan ve infusoria11 ile kaynaşan bir su damlasınınki gibidir; ya da başka türlü görülebilir olan ve zorlu etkinlikleri ve çekişmeleri bizi güldüren minik bir peynir akarı yığınınınki gibi. Zira en dar mekânda olduğu gibi, en kısa zaman aralığında da, büyük ve ciddi etkinlik gülünç bir etki üretir. Arthur Schopenhauer Yanlızkurt 11 [Mikroorganizmalar.] 77 78 Anti-Epikuros ve hizmetkârının şarkısı 1 0. AE - Hizmetkâr, sözümü dinle ve bana itaat et! H - Evet beyim evet, sözünü dinleyeceğim ve sana itaat edeceğim. Çünkü sen bilgesin ve nasıl yaşanacağını bilirsin. Hizmetkârın nasıl yaşayacağını da bilgenin nasıl yaşayacağını da bilirsin. Çünkü sen onun neden öyle yaşayacağını da bilirsin. Dinleyeceğim seni ve öğreneceğim nasıl yaşayacağımı. Ve ama dinlemesem de zaten, öyle yaşayacaktım ve dinlesem de yaşantımı değiştirecek değilim, çünkü sen bilirsin, nasıl yaşayacağımı ve bu neden. 1 Aslı için bkz. "Efendi ve uşağı arasında kötümser bir diyalog" (Aka metni, M.Ö. ~1000). 79 AE - Bana savaş arabamı getir ve sen de bin onun üstüne. Kralımızdan emir geldi. Saraya süreceğim atlarımı. Gideceğiz davete seninle birlikte. Kralımızı dinleyeceğiz ve o ne diyorsa yerine getireceğiz. H - Sür beyim sür, kralın sarayına gideceksin ve ülkenin hizmetine koşacaksın. Bilgelerin bilgesi kral sana minnettar olacak. Bütün dileklerin senin için gerçekleştirilecek. Çünkü o senin nasıl yaşayacağını söyleyecek ve sen de o öyle söylese de söylemese de dediklerini yapacaksın. AE - Hayır hizmetçi, vazgeçtim. Sürmeyeceğim atlarımı saraya doğru. Bilmez kral benim için neyin en iyi en doğru olduğunu. O söyleyecek ama ben yapmayacağım. Çünkü ben bilirim, nasıl yaşayacağımı ve neden. H - Sürme beyim, sürme saraya doğru. Kadirbilmez kral seni bir ülkeye yollayacaktı belki; bilmediğin, ilgilenmediğin. Bir emir verecekti belki senin için felaket olan, yakalatacaktı seni düşmanlarına kendi çıkarları için, gündüz gece çile çektirecekti sana ve ömrün tükenecekti zindanlarda. Bu olabilir miydi senin için en iyisi, söyle; ve seninle her yere giden çaresiz hizmetkârın için? AE - Neyleyim uşak ruhum itaatkar, hem emir veririm hem alırım, dayanamam kral emrettiğinde. Titrer giderim kendi çıkarıma olmayacağını bilsem bile, yaparım uysalca denilenleri, uyarım üstlerime, başkaldıramam ve fırsat buldum mu, kendim üst olur astlarıma emreder kullanırım onları. Bunda da vardır karmaşık, uzun vadeli çıkarlar; çatışmasından doğan, failler 80 çoklusunun. Fail ben değilmişim ne gam, bana emreden de değil nasıl olsa. Hep bir topluluğuz biz insan, hem de toplulukların parçası. Tek başına bir fail, ben, ne büyük yalan imiş. İnsan bir buket ve insanlardan bir buket de var. Birbirine bağlanmış failleri toplarsan insan yapar. İnsan ise diğer insanlara bağlanmış ve buketlenir ayrışır, buketlenir ayrışır. Ben'in yaşantısının üstünde ve altında, içiçe geçmiş failler ve ağları, ben bu ağın ürünü ve hem de hizmetkârıyım. Etrafını kuşatan ve içinden yöneten tüm bu fail ve ağlar, kişi denen buketi, bağlarından yakalar ve her yöne çekiştirir. Ben fail değil ise, kişi efendi olsa da, evrene uşaktır o, insan hizmette gerek. 1. AE - Uşak! Git bana bir testi su getir, ellerimi yıkayacağım ve ardından bana yemek getir, yemek yiyeceğim. H - Evet beyim evet. İtaat edeceğim ve sana yemeklerin en sağlıklısını getireceğim. AE - Hizmetkârlarımın emeği hanemize bolluk taşıyor. Mahsuller ambarlar dolusu, ekmeğimiz tepeleme yığılmış ve taze, bahçede dolaşan kazlar, mevsimin olgun meyveleri, bir hayvanın yağlı eti ve lezzetleri birleştirip ağzımı sulandıran aşçıların ustalığı... H - Ye beyim ye lezzetli yemeğini, yemektir kalbin mutluluğa açılışı. Hazla yenen yemeğe ve yeni yıkanmış beyaz ellere güneş gelir, ışığını verir. 81 AE - Hayır uşak vazgeçtim. Yemeyeceğim yemek, iyice acıkana kadar bekleyeceğim. Ne zaman istersem yerim, yemeye yerim ya, yedikçe de yerim. Ve yedikçe midem genişler ve yerim daha da. Sonra yeni yemekler ve lezzetler gelir ve alıştıkça yerim. Yedim, yedim, yedim ve can geldiği yerden terkettiği gitti yağlanmış hasta bedenimi son bir nefes olup. Ben gidemiyordum zira artık tuğladan yatağımı terkedip bir adım bile ileriye. H - Yeme beyim yeme, acıkmak ve yemek, susamak ve içmek, bunlar her ölümlünün başına gelir. Her türden bol yemekler seni ayrıcalıklı kıldı bu doğru ve herkes gördü senin zenginliğini ve sana özendi. Ama insan zayıflıkta gerek ve zayıflık zayıflığın düşmanı beyim. Yedikçe yedin ve yedikçe daha fazla, yemenin hazlarına gözünü diktin ve zayıftın tutamadın boğazını, canın bir nefes oldu uçtu gitti, şişman, yağlı ve lezzetli bedeninden, en keyifli çağında, dev bir sünger gibi emmişken, dünyanın tüm yemeklerinden, en ince lezzetleri. AE - İşte bu yüzden uşak, tutmalıyım şimdi nefsimi. H - Ambarların yiyecek dolu ve aşçıların ustadır. Nasıl tutasın efendi!? Nasıl tutasın nefsini? AE - Bir ömür sürecek demek, verdiğim savaş en tatlı arzularıma karşı. Hem ödülüm, hem cezam, hem şevkim, hem kırbacım, hem tehlike, hem ülkü, hem en yakın dostum, hem en büyük düşmanım. Arzularım, zayıflıklarım, iradem ve fail ben, bir mücadeledir nefs insana. İnsan içindeki savaştan inşa edilmiş, savaşta gerek. Ben kendi'ye karşı ve kendi kendi içinde. 82 2. AE - Öğreneceğim, öğreteceğim hizmetkâr, bana öğretilenleri aktaracağım. Borcum bu benim sonraki kuşaklara.. Gelenekleri sürdüreceğim, büyüklerim bende nasıl sürdürdüyse. Kitaplarımı ve kara tahtayı hazırla, çocukları önüme getir, öğreteceğim. H - Öğret beyim öğret sen, bu yüzden öğrenmedin miydi zaten? Getireceğim huzuruna toparlayıp çocukları, alıp tozlu tebeşiri kara tahtaya sürteceğim izninle. İzleyecekler ve çizgilerin sihrine kapılacaklar. Değişecekler efendi. AE - İyi ama uşak niye öğreteceğim? Hayatta kolaylıklar, rahatlıklar sağlayacak dediler bilgi. Yayıldıkça artacak ve hayatı kolaylaştıracak, doğanın güçlerine karşı zırhımız, miğferimiz, mızrağımız olacaktı. Gel gör ki bir tepeyi aşınca başka tepe, sonra bir başkası görünür oluyor. Tepelerin arasında ilerliyoruz ve her tepenin ardında yeni yamaç, her tepenin yamacında dertli ruhlar, zırhlarının yükü altında ezilmiş ve çökmüş sıkıntılı bedenler... Hayatın tepeleri yükseliyor durmamacasına. Yükseğinden aşınca bildiğin en yüksek tepenin, aramaya başlıyorsun daha yükseğini nedense. Ve geriye baktığımızda, kum tepelerine gömülmüş zırhlar ve kılıçlar batan güneşte ışıldıyor. Zırhlarımızı cilalayıp parlattığımız için ve tepeleri eskitip aşındığımız için hayat daha güzel oldu mu hizmetkâr? H - Eminim olmuştur beyim. Sen bu zırhı parlattın ve bilgeliğin dünyaya refah getirdi. AE - Olmuştur uşak, olmuştur elbette, zırhımın armasında yığınlar için rahatlığın ve refahın, barışın ve huzurun dağılımları 83 okunuyor. Geriye dönüp bakınca ve ortalamalara vurunca, diyorsun ki bir büyük aile olarak biz insanlık, ilerlemişiz işte basbayağı. Ama işte tepeler de çoğalmışlar ve yükselmişlerdir de. Bir de şunu eklersen bu denilene: kendisi ve yakınları için, ayrıcalık arar insan, daha fazlasını ister. Artmaya devam ettikçe kendi beklentileri, ya da eşinin dostunun istekleri, artmaya devam ettikçe, bulamaz tatmin kişi. Yenilenir iştihası, devam edebilsin diye haz; yenilenir, hırsını yeniden yüklenir, arzusu bitmez tükenmez ve huzura ermez insan. Öyle genel bir yasa ki bu, oradan baktığında kum hep aynı kum, tepe hep aynı tepedir ve insan tepenin yamacında gerek. 3. AE - Hizmetkâr, dinle beni ve bana itaat et! H - Edeceğim efendi, itaat edeceğim elbet. Sen ki zırhını yüzdoksanyedi tepenin kumullarında aşındırdın, kılıcını ışıl ışıl işlettin ve yamaçlarda tükendin. Dinleyeceğim seni ve itaat edeceğim. AE - Daha iyi anlamaktan bahsedeceğim sana bugün kara tahtanın başında. Yaz uşak, dersimiz anlamanın önemi. H - Yazıyorum efendi, elden geldiğince, ilahi sembollerini, göz kamaştıran... AE - Ama anlamıyorsun uşak. H - Anlayamıyorum beyim. 84 AE- Anlayamıyorsun uşak. H- Çünkü her şeyi anlayamayacağını anlamak. AE- Her şeyi anlayamayacağını anlamak uşak. H- Anlasam da ne olacak? AE - Ne olacak uşak her şeyi anlasam ne olacak? H - Sen efendi kalacaksın ben uşak, sen çaresiz kalacaksın ben ahmak, sen dertli olacaksın ben dertli, anlasan ne olacak anlamasan ne olacak? AE - Tebeşirceğizinle söylediklerimi yaz uşak. Ve sen de dertlerinin inceliklerini anlamanın dünyasına adım at. Böylece daha nazik endişelerin olacak ve kibarca ifade edeceksin onları. H - Anlat efendi, anlat bana, anlamak ve değiştirmek istiyorum dünyayı, dünyayı olmasa da en azından içersini zihnimin. AE - Değiştir uşak değiştir, anlatacağım sana kibarca, bir hoca gibi nazikçe ve elimden gelirse, değiştireceğim dünyanı. H - Değiştir efendi değiştir ama yakındır anlaman değiştiremeyeceğini, sen şimdi değiştirsen de, değişen tekrar değişir, güç güçtür, nehir nehirdir; bilgiyi güç kullanır ve nehir kendi yolunda akar. AE - O zaman uşak ben de, korurum yakınlarımı kötüye kullanılan güçten. Edinip çıkar sağlayan ve ezen bilgiyi, eyleme geçerim ve düşmanlarımın içine korku salarım. Artık benim de 85 ülküm ilerlemek ve diğerlerini geçmektir uşak, çünkü cemaatimiz için bilgi güçten doğar, güç de bilgiden. H - Ülkün güçtür efendi. Ve yaymadın mı gücü insanlığa adil, ilelebet bir taraf diğerine zulüm eder. Değil mi ki bilgi kötüye kullanılan güçtür? AE - Öyleyse uşak, tamam, savaş yakındır. Zaman kaybetmeyeceğim okumak ve öğrenmekle. Düşmanımı gafil avlamak üzere derhal eyleme geçip kılıcımla keseceğim kalemleri: Sa-fı-mı be-lir-le-yim, sa-fım bu şim-di be-nim, mem-le-ket-te savaş var, gi-de-yim sa-vaş-ma-ya. H - Geç efendim geç eyleme ve sen de katıl adaletsizlere. Ham adam önüne düşeni öğüten bir dişli ve akıntı aşağı salmazsan salını, ya batar gidersin ya da yerinde sayarsın. Senin gücün başkasının felaketi, senin başarın başkasının mutsuzluğu, senin çıkışın başkasının inişi: Al be-yim si-la-hı-nı. Ku-şan ok ve ya-yını, düş-ma-nı-na kor-ku sal, sa-vun da va-ta-nı-nı. AE - Savaşmayacağım uşak! Savaşın suçunu kirini yükleneceğiz de, inandığımız değerlerin gölgesinde, bilecek miyiz kim ne karıştırıyor? Sultanların ve toplulukların büyük planları var. Sen ise bu oyunda, olsa olsa bir piyon.. Kazandın, öldürdün ve çaldın. Ya o öldürdüğün düşmanın sevenleri ve ona muhtaç olanlar? Başka çocuklardan çalıp kendi çocuklarına kanlı bir gelecek kursan, onlar da devran dönüp senden hesap sormaz mı? Diyorum ki uşağım, gelemez bu şekilde bu devran bir dengeye. Dengeye gelmeyen devran, hepimiz için huzursuzluk ve tehlike. Savmak 86 için, karanlıkta sessizce hazırlanan bir intikamı, kurutacak mısın düşmanının kökünü, söyle? H - Çok yaşa sen efendi! Kimler isterse gitsin, çalsın çırpsın öldürsün, bizler adil ve özgür bir ülke kuracağız. Dünyada tarlalar, dereler, ekinler, hayvanlar ve madenler var. Kaynaklar var ama bak, yetmiyor ki herkese. Böylesi bir dünyada, refah hırsızlık demek. Hatta sen öylece dursan, durmak günah işlemek. Muhtaçlar beklerdi hep seni de yanlarına. Sen beni bekliyordun, ezilenlerse seni. AE - Beklemez ahmak uşak, kimse beni beklemez, herkes kendi butundan asılır bu dünyada. Bu gerçeği de en iyi muhtaçlar biliyordu. Kurtarıcı yalandı ve güvenmezlerdi bana. Ben de sorsan onları anlamıyordum zaten, onlar için kendimi adadım desem de demesem de. Onlar da beni değil, güçlüyü ve haini, alçağı ve çirkini anlıyorlardı en iyi. Kendileri de hain ve alçaktılar zira. Fırsatını bulsalar deşerlerdi sırtımı, evimi yağmalarlar, yıkarlar ve el koyarlar. Evime saldıran komşum, diyecekti ki bana, ben içimde böyleydim, yalnız ne ben bilirdim, ne sen bilirdin bunu. Koşullar belirince, sınav günü bugündür, insanların pek çoğu, geçemezler sınavı. Sınav haine fırsattır ve fırsat alçağın yancağzında bekler. Fırsatın suç ortaklığında namuslu komşular, bir günde alçak haramilere dönüşüverir. Adaleti savunan ve komşusunu koruyan, ne verebilir ki onlara? Yağmanın kapılarını açacak mıydı önlerine? Kadını, parayı, gücü sunacak mıydı onlara? İnsan adalete inanır, doğru, sever hukuku, ülküm adalettir der, gereğinde savunur. Gelgelelim insanın içinde hain vardır. Alçak, hırsız, fırsatçı bir cin bekler sınavı, taşlar oynar oynamaz, yerlerinden bir anda, cin 87 dümene geçer ve saldırır komşuya. İnsan adil doğru bu ama fırsatçıdır da. İnsan hem davalarda, hem yağmalarda gerek. 4. H - Efendi, talimatlarını ilet bana. Doğru yolun yolcusuyum. Vazifemi yapıp, rolümü oynayacak ve çekip gideceğim hayattan. Genel ahlak istesin hele benden, yaparım insan ne yapmalıysa. AE - Uşak ipimin ucunu al götür, ilerideki taşa bağla o zaman. Ben de buradaki ağaca bendeki ucunu bağladım mı doğru yolun çizilmiş olur. H - Dönmeyeceğim yolumdan, sözümden, tavrımdan bir daha. Yaşayacağım kütük gibi dosdoğru ve çok kaba AE - Evet uşak yaşayacaksın, kütük gibi dosdoğru ve sana çizilen yol üzerinde. H - Hayır efendi, hayır. Yolda çamur, engebe, bok var. Sapacağım yoldan zaman zaman ipimi koparıp. Sapıp geri döneceğim ama. AE - Dön uşak dön. Sap uşak sap. H - Hayır efendi hayır! Dönmeyeceğim, sapmayacağım, çizmeyeceğim, gitmeyeceğim. Gideceğim, sapacağım, yürüyüp döneceğim. AE - Sen dönenip dururken yolunun etrafında, ben başarılar kazanacağım, nam salacağım uşak. Fırlattığım ağların her biri dünyayı yedi adımda dolanacak. 88 H - Fırlat beyim, ser ağlarını, yakala beşeri, bağlan dünyaya! AE - Satın alacağım uşak, dünyada insan için ne varsa. Edineceğim uşak, evler ve evler dolusu. H - Al beyim ne alabildinse. Dükkân dükkân gez, acenteler dolaş, ajanslara danış. Ev al, araba al, şampuan al, deterjan al, restorana git, farklı mekânlarda takıl, şarap iç, tatil yap! Deterjan yetmez doğal deterjan, ev partisi yetmez seks partisi, şarap yetmez kokain, sergi kataloğu yetmez, resim kolleksiyonu, tatil yetmez motoryat.. al beyim, doyur arzularını. Evin sensin depon sen, kasan sensin bankan sen. AE - Uşak düşmanlarımı korkutacağım, dostlarımı kıskanacağım, akranlarıma haset edeceğim. H - Et beyim et. Korkut, kıskan, tarumar et ve beter olsunlar. Derunundan çağlar bitmez tükenmez bu duygular. Hırslısın! Kendin, yakınların ve itibarın için. Ne yaptın bugün? Kıskandın, korkuttun ve berbat ettin. AE - Hayır uşak hayır, kıskandığım dertliydi, korkuttuğum suçsuzdu ve haset ettiğim numaracı. Ayna oldular bana: dertli bendim, numaracı bendim, suçsuz yine ben. Korkuttular, kıskandılar ve tarumar ettiler. Bencillik ötekini araç kılar ve herkesi derde sokar. Ama gel de isteme, kendin için iyiyi. İyiyi istersen de başlar yine fesatlık. Hayır istersin sen de, dostun için iyiyi, genişler hep çemberler, kainata dilersin. Fakat sende yoksa da, dostunda varsa ondan, düşmanından da beter, dizginlenmez kıskançlık. De ki o zaman sen de, insan bencillikte gerek. 89 5. AE - Basit şeyler yapacağım o zaman, kalbimin istediğini.. Bir kadın alacağım, onu eve kapatacağım ve işlerimi gördüreceğim. H - Kapat efendim kapat ama gider aldatır. İnsanın o kanatlı kalbini hangi odaya kapatacaksın? AE - Kadını kapatmayacağım ben de! Ne kendimi ne kadını.. Ruhumu özgür bırakacağım ve özgür kadınlarla olacağım. H - Yap beyim dediğini, biri gider biri gelir, acılarla bağlanır, acılarla ayrı düşersin, bir türlü bağlanamaz, bir türlü ayrılamazsın. Seversin sevilmezsin, sevmezsin bunalırsın, seversin seversin de, bir türlü kavuşmazsın. Bir türlü edinemez bir türlü kopamazsın. Aşkta sevgide sekste, bir damla mutluluk varsa, bir kova mutsuzluk var. Diyelim ki her şeyi bir dengeye oturttun, mutlu mesut bir evde, güzel bir hayat kurdun, anda başlar bıkkınlık, kurgular ve kuşkular, bu muydu acep diye, hayattan muradım benim? Yoksa var mıydı daha heyecanlı, daha büyük, daha sarışın, daha akıllı, var mıydı daha aşık, var mıydı daha güçlü? Bu muydu hayattan muradım, bu bunalmış ve bıkkın ilişki neymiş, gözler dışarılarda, ayaklar eşiklerde, pat diye terkedilir, ortada kalıverirsin, o yıllarca kurulmuş yıkıntınla başbaşa. AE - Tamam anladık uşak, yormam ben de ruhumu. Günümü gün edeceğim, meslekten hanımlarla. H - Yap beyim sen öyle yap, gününü gün et, eğlen; şehvetini geliştir. Sakatlık ve hastalık, hem bedensel hem ruhsal, kapından ve çükünden, eksilmeyecek ama.. Ve zaten sen bu yolda, mutluluk 90 da bulmazsın. Hangisini verir ki bir meslek erbabı sana: bağlılık, samimiyet, mukabele ve muhabbetten? AE - Evleneceğim uşak, organizasyon şirketlerinden teklif, nikâh dairesinden tarih al, ahbaplara haber sal, en ince ve samimi davetiyelerle. H - Edeyim-beyim-düğün, organize-edeyim. En-yakın-sevdiklerin, gelsin-altın-taksınlar. Gerdan-kırıp-sahnede, bir-görünsün-insinler ve-özel-davetliler, salınsınlar-geçsinler. AE - Düğünümüz-mükemmel, olacak-yol-yok-başka, ve-konukomşuya-da, olmayacağız-rezil. H - Meysure-Hanımların, oğlu-ve-Kaysure'nin, Feysure-veŞeysure, Zeysure-ve-Geysure, Teysure-hanımların, oğlununçektikleri, o mutsuz-sıkıntının, bir-damlacığı-bile, dökülmeyeceksenin, şakağından-gururlu. Saçacaksın-elmastan, gurur-pırıltıları, görecek-herkes-orda, başarı-ve-serveti. AE - Hayır uşak hayır ben, evlenmeyeceğim. Kaçacağım son anda, düğünden ve bir ömür, soracağım kendime: o gün kaçsaydım eğer, eğer kaçsaydım eğer, sonra bir ömür boyu, diyeceğim ki kendime, o gün kaçmadım diye, kaçmadım ya ben diye ve sonra diyeceğim ki, iyi ki kaçmadığım da, kaçmadığım sayede ve sonra diyeceğim ki, amaan kaçsamdı da ne, kaçmasamdı ne oldu? Ömür boyu eşeklik ve alacaklı toplumun, tüm kukla kollarıma, iplikler asıvermesi.. Evlensemdi de neydi, evlenmesemdi ya ne? Yine aynı örümcek ağından kukla ipi, görsem hep ordaymış ki? 91 H - İster-evlen-ya-da-sen, evlenmesen-de-beyim, evlilik-güzelderim, evlilik-düzen-beyim. Sorumluluk-mutluluk, sorgulamadâimî, insan-azapta-gerek, insan-eşit-endişe. AE - Belki-işte-o-yüzden, ölmem-lazım-hizmetkâr? Çözümsüzsedertlerim, kaz-derinden-bir-mezar. H - Öl-öyleyse-beyim-sen, içinden-geldiyse-öl, iple-jiletle-düşüp, dilediğin-gibi-öl! AE - Hep biriktirir dururum, gücü, parayı, dostları.. bağlantıları, becerileri, bilgiyi.. Ama bunları biriktirdiğim kadar da, hayal kırıklıklarını ve çaresizlikleri ve üzüntüleri ve yorgunlukları ve yılgınlıkları yığmışımdır bir kenara. Ve kazandığım kadar da dost kaybetmişimdir hayatın yasası gereği. Olanak ağacının dalları budanmıştır, iner çıkar dururum aynı üç beş dalın damarları içinde.. Sürtünmesiz akmaya başlarım bu dünyada. Ve ama dalların uçlarına vardığımda, o her şeye açık tarifsiz esneklik biter, gücün azamisiyle aynı anda, güçsüzlüklerim katılaşmıştır. Artık yerine getiremem, yaşamın biçtiği görevi. Ve yitirmişimdir, yeniyi deneyip çeşitlilik üretme kabiliyetimi de.. İçimdeki failler benimle yeni ülkeler keşfedemez artık. Rekabetçi uzamı baştan başa dolduramazlar benle. Kısası: yeni gerekir. Yeninin esnekliği, o belirlenmemiş olan, durmadan ilerlediğim ve damarlar olarak katılaştığım hayatta, benim kaldığım yerden yeni dallar açacak, uzayda önceden geçilmemiş durumları üretecek ve ağaç büyüyecektir. Üst ölçekte, alt ölçekte ve ara ölçeklerde failler ve yaşamın kendisi sürebilecektir. 92 H - Ölsen-de-ölmesen-de, hizmetçisin-yaşama. O-ise-kör-vesağır, senin-inançlarına. AE - Uşak karar verdim ben, çocuk doğurulacak. Çocuk iyi pek şapşal, aksi huysuz bencil pis, salak muhtaç oyuncu, ve talepkar iyice. Dolduracak o donuk, yaşlılığımı benim, kendi hayat gücü ve toyluğundan pay verip. Yaşlılığında sana, meşgale ve umuttur, varis olur servete, hem sebep kazanmaya, sebep yaşamaya ve kavgaya da bahane; tüm düşmelere sebep, sıkıntı ve çileye. Tüm çirkinlikler gelip, ona dayanır bir gün, ona atfedilir hep, çocukların var düşün! O gün berbat işleri, işte ondan yaptım ben, ben kötüyüm neyleyim, çocuk var der geçerim. H - Geliyorsa içinden, yap beyim çocuğunu, patır patır dökülsün, parke ve halılara, konu komşu akraba, doluşsun şen evlere, çevirin etrafını, izleyip durun onu. AE - Hayır uşak vazgeçtim, yapmam ben nankör çocuk. Kendi karakteri var, dinlemez hiç sözümü. Sen bir ömür kurarsın, yer bitirir serveti, dönüp teşekkür demez, bencil olur çocuklar. Bırakmayacağım varis, yiyeceğim serveti, orospular, partiler, hazlar ve eğlenceler, zenginlik ve macera, ahmaklık ve kumarla, yiyeceğim son kalan, hayatımı içimden. H - Eh o zaman efendi, daha bir incelikli, ipincelmiş zevkleri, arayacaksın demek. Çünkü ona erişmek, zordur ve içinde hep, bir eziklik kalacak, incelerek yitmez ki... İnceliklere bir kez, değer vermeyegör sen, hep daha ince vardır ve senden daha ince, birileri gelip de, senin inceliğini, hor görüp ezecektir. İstediğin kadar çok, deneyim avla ama sonunda tüketirsin, yetmez olur onlar da. 93 AE - Yiyeceğim en ince ve en bol ve en çeşitli. H - Ye beyim. AE - Yemeyeyim. H - Yeme beyim. AE - Yiyeceğim. H- Can boğazdan gelmez mi? Ye efendim ye canım, boğazdan gelen o can, aynı yerden gitmez mi? AE - Sağlıklı yiyeceğim, zeytinyağlılar, otlar. H - Ye beyim öküzlerle, ot ye, sap ye, saman ye. AE - Nefes alacağım saf, yiyecek içeceğim, egzersiz sonrasında, daha çok yiyeceğim, ki akşam daha ince, yemekler ve çeşitli, lezzetler tadacağım, ki bu inceliğimle, herkesin üzerinde, zarif ve görgülü bir, izlenim bırakayım. Kendine yetenler ki, erdemi hedeflerdi, hayır elde çok olsa, sefahatti sonları. Zahit sufi çileci, fazlasını aramaz, çünkü düşüvermezse, olgun meyva gibi o, onu elde etmek de, ayrı sıkıntı, ondan. Ne kadar incelirse, incelsin dibi yok ki, basit hazdan öteye, bitimsiz yol gidiyor. O yolun menziliyse, gerçek haz değil ama gösteriş ve yapmacık, zahit bunu biliyor. H - Sen üret başkası yer, devlet için savaş öl, değer verilen her şey, dönüp durur tersine. Gidelim kumara biz, fiş uzatsın görevli, gün bugündür hayatı, yaşa zaman yitirme. 94 AE - Gitmeyeceğiz uşak, zor kazanılmış para, kolay gider kumarda, cami yaptıracağım, aç doyurup soğukta. H - Yaptır beyim sevaba, girersin berekettir, herkes de sebeplensin, servetinden yediğin. AE - Yaptırmıyorum cami, var her yanda yeterli, yetimlere dağıtıp, insan büyütelim mi? H - Cami kalbinde senin, yetimler dua etsin, yavrular büyüsünler, bana da ver bir parça. AE - Bilmiyorum hizmetkâr, dertlensem o muhtaçla, büyürse bu dünyada, olur bir zalim o da. Dünyada iyilik var da, kötülük arasına saçılmış görünmüyor, insan hem hainlikten, hem şefkatten pay almış. Yetimler büyüyecek, güzellik görecekler ama işte onlar da pay alacak kötüden, alçaklıktan yağmadan, zayıflıktan düşüşten.. Bir insan daha eğer, bu dünyada büyüse, dünyada iyilikler güzellikler artmaz ki. Ben burda bir gün daha, kalsam da iyilikler artmayacak ey uşak, gitsek ya biz beraber? H - Dünyanın hedefi ne, iyiliği değilse? Gidelim biz efendi, ama hangi ülkeye? AE - Bir hedefi vardıysa, adalet değildi bu, mutluluk da değildi, özgürlük hele nerde? Öyle olsaydı eğer, insanlar tüm bunları, araçsallaştırmazlar, her fırsatta ayaklar altında ezmezlerdi. Savunduklarını duy, duy ama sen inanma, gösteriştir çoğunda, bekle gör sınavları, sınavdan geçmedikçe, inanma ahlakçıya, ülkücüye, sofuya.. Çünkü insan bildiğim, sözde melek gibidir, inanır kendi de hep, kendine övgüsüne. Gel gör ki aynı insan, tün 95 gün iyi söyleyen, döner tersini yapar, şaşkın şaşkın kalırsın. İnsan söylemde melek, eylemde fırsatçıdır, söz işe yaramasa, anda atar bırakır. Anlayacağın uşak, böyledir beşeriyet, bak işte budur insan, dalga dümende gerek. 6. AE - Savaş, yakınındakiler için, ganimet al ve güçlen. Savaşma, düşmanların seni öldürsünler, kolunu ayağını parmağını yesinler, çocuklarını köle yapıp, kurukafana gülsünler. Eh sen de bir kenarda dur güvenli, topla kırıntıları. Yok, yalanma o kadar, değer mi hiç alçalma. Evlen, bir huzur düzen. Evlenme, sıkıntı dert. Kemiklerim çıkarır anıların tadını. Peyki yoksam ben burda, olacaktan bana ne? Öleceksem sonuçta, bugünün anlamı ne? Yeter artık sonuçsuz, sormak sorgulamak yok! Artık bitti sorular, böyle gelmiş böylece, olacak olacaklar. Bir bardak su içerim ve sonra mala vurup, kakam gelince sıçar, çişim gelince işer, uyurum ve uyanıp yeniden su içerim, bünyemin düzenini korurum öyle gider. H – Yap bunları beyim, dilediğince yaşa, hayatın keyfini sür, içine dönüp bakma. AE - Yaşamak bir kütük gibi katı ve bir orman kadar düşünmeksiz. Bedenim güvende kalacak, başımı bir damın altında tutacağım, hırsızlardan korunacak, ailemi geçindireceğim, rızkım kesilmeyecek, ailem dert çekmeyecek, mutlu mesut etrafıma toplanacaklar, doğru düzgün insanlar olacağız ve çevremiz de öyle olacak, bize ait olan evimizde afiyet ve sağlık içinde mutlu olup 96 gideceğiz. Gün sonunda koynuna gireceğim sevdiğimin, sıcaklığı ve şefkati için.. H - Çok yaşa beyim emi, beni de al yanına, ayırma hiç konaktan, huzurundan da pay ver. AE - Ahbaplarım olacak, saygı sevgi içinde, derdime koşacaklar, iyi günde yanımda.. H - Derdini arkadaşına, döküp destek almanın ihtiyacı gerçektir. Dikkat et beyim emi, arkadaşlık sessizce çözülüp bittiğinde, geriye kalan olma, çünkü yol değiştiren, savurur dostlarını.. Mutlu olan arkadaş, mutsuzun dertlerine, güler ister istemez, paylaşamaz dertleri. Ve de bakıp avunur, derdi küçükmüş diye.. AE - Sokağa çıkacağım saygı uyandırarak, itibarım yüksekte, herkes bana saygılı, güvenle yere basacağım arkamı sağlama alıp, başarıyla yürüyeceğim hayatın sıkıntı ve sınavlarınla yüzleşerek. Ve o sıkıntılar karşısında, saygıdeğer cemiyetimiz, saygıdeğer takımımız, saygıdeğer ülkemiz ve vatandaşlarımız, birbirimizi saygı ve şeref ile ağırlayacağız. H - İtibar, başarı, ün, çevre, etki.. Bunlar sana lazımdır, banaysa bunlardan ne. AE - Beslen çalış, ye dövüş, oyna çiftleş, sev çoğal; yetmez ama bunlar da... Bir basamak yukarda, işime odaklanıp, daha önce kimsenin anlamadığını anlayıp, kimsenin yazmadığını yazacağım, kimsenin akıl etmediğini düşünüp, dünyaya yenilikler saçacağım. Aklıma esiverecek, birden herkesi şaşırtacağım ve bir tat olacak bu herkes için. Pek çok zorluk çıkacak, odaklanıp çözeceğim ve 97 kendime bir hayat inşa edeceğim, hayallerimin peşinde, arayacağım kaderimi ve diğer seyyahları yanımda yöremde bulduğumda birbirimizi anlamaya çalışacağız, açık olacak ve kabul edeceğiz olup biteni ve herkesi, yaşamı kucaklayacağız. H - Bana sorarsan ise, kaç, korun saklan beyim, sağlığına dikkat et, yat beyim aşağı yat. AE - Yatma uşak yatma hiç, çalış dinlen çalış git. Çalışma anlamsızsa dinlenme olaysız mı, şişkinlik çökelince, karnımı ağrıtarak, atılacağım iyi şeyler yapmak için ortaya. Atılacağım hayatın içine, insanlara yardımcı olmak için. Hep başkalarına. H - Atıl efendim, atıl. AE - Hazırlan uşak, karışacağız seninle toplumseverliğe. H - Katılalım efendim ulu efendim, uşaklara kayış bağlayan uşaklara, tarlaları sürdüren ve yular vuran uşaklara, işte senin gibi bir insan, ancak yapar büyük işler ve faydalı olur diğerlerine. İyilik senin elinde, çünkü zalim sensin ve adil olmayan. AE - Sokağa çık eyleme gel, uşak yerin safımız, eylemler, etkinlikler, kampanya ve projeler. Sen de katıl bu büyük insansever gruba, hayırlardan sebeplen ve mutlu ol katkı vermekten. H - Aman beyim kimseye beğendiremezsin hizmeti, maraz doğar iyilikten, inanmazlar niyetlerinin güzelliğine. Hem nereden bileceksin sen, başkasının derdini, birininkini bilsen, onun beğendiğini bu sevmez, buna lazım olan şuna zarar.. 98 AE - Yapmayacağım bunları uşak. İnsanlar nankör, iyilik yap denize at. Bir tek, hayvanseverlik, o en yakın dostumuz için. H - Bir köpek kadar çakal, çıkarcı ve köylü kurnazı bir de kedi var, hani insanlardan ne yönde üstün ola bu dostlar? AE - Doğa temiz mi sandın, berbat ettik çevreyi, hamisi olmadığım tek canlı ve tek taş kalmamacasıya, kendimi adayacağım ezilen ve baskı görene, kirlenen ve hor görülene, ötekilere, hemencecik yakınımda olmayanlara ve hatta hiç görmediklerime, soyut fikirler ve mefkureler adına adanacağım uşak, seni de davet edeceğim ülküme. H - Dikkat et beyim yine, herkesi birden edemezsin memnun, üç beş kişiye yaransan iyi.. O da döner gelir akrabanı, konu komşunu, çoluk çocuğunu kayırmakla eşitlenir. Daha da ötesi değildir. AE - Bu ihtiyaçlar merdiveninde üst basamaklara tırmandıkça, itkilerin daha beter kapışırlar birbirleriyle. Dertlerini incelttikçe, satırların dolaylanır, uzak metinlerden anlarsın kendini, kalem oynatır ve içindeki tarafların savaşını kağıtlara aktarmaya başlarsın. Alt basamaklar bir aşılmayagörsün yukarı doğru, artık memnuniyet zor zenaattir. Hayatı pürüzsüz yürütemezsin, yaşamsal hezeyanların bitmez, kimseyi de memnun edemezsin ve hatta iyilikten maraz doğar. İyiliğin küçüğü, hem yaparken hem görürken, herşeyin dengelisi, ortalama bir oran. O da yine döner de, gelir başladığın yere, bencil, çıkarcı, nepotist bir dünyaya eşitlenir. Hani yayacaktın diğergamlıkla çıkarlarını dünyaya, kendisiz olacaktın? Görürsün ki kendisizliğin dokusu kendidir. Ve diğergamlıktaki başarın bencilinkinden öte değil. 99 7. AE - Müsabakalara gireceğim uşak silahlarımı hazırla. Mücadele edeceğim görülmedik devlerle ve canavarlarla ve kurnaz ve hilebaz cinlerle. Ve başaracağım, gönlümün arzu ettiğini kazanmayı. H - Getirdim beyim silahlarını, kurnazlığını, hırsını, kararlılığını. Kazan beyim kazan, arzu ettiğini gönlünün. AE - Rekabet değil midir adamın derisine yayılan desen? Rekabet değil midir kadının etinde gizlenen doku? Kendim için, ailem için, sülalem, kabilem, ahbaplarım için, bölgem kentim ülkem için ve sınıfım, hobi grubum, kulübüm için ve cemiyetim, mezunlar derneğim ve apartman meclisim için, şirketim, takımım, mangam için.. Ve gireceğim rekabete, dünyam için. Doğayı, canlıları, hastalıkları, uzaylıları ve görülmedik tanrıları altedeceğim. H - Müsabakalar başlıyor efendi, sen konuşurken durmadı rakiplerin, sür atını düşmanının üstüne, vur palanı, korku sal, nam sal. Düşmanını öldür! Ve ihmal etme onun kardeşlerini ve çocuklarını da. Zafer senin olacak fakat, sakın sen yine de, düşmanının intikamından. AE - İçimde büyük mücadelelerin şevki var sevgili uşakları, tehlikeye atılmak isteyen, ödüllere kavuşmak isteyen bir girişimci. Kendine en derinimde yer bulmuş ve oradan sökülüp atılamayan, uslanmayan bir müsabık. Fırsat kolluyor rakiplerinle alttan alta, açıktan açığa, ya da kalleşçe çatışmak için. İçimdeki bu oyuncu, tarihime yayılmış ve kalelerimi inşa etmiş, uçak gemilerimi, uzay gemilerimi inşa etmiş, sınırlarımı inşa etmiş, olimpiyatlarımı inşa 100 etmiş; şöhreti icat etmiş, gücü icat etmiş, itibarı icat etmiş. Rekabet denen kurumda benlen ilgili bir şey var, bende de rekabetlen ilgili bir şey. H - Ak ve uzun sakallı, gür sakallı bilge efendim. Eğer köklerde tutunan bir ilke yoluyla anlayacak olsaydım söylediklerini, insanı rekabet yarattı derdim, tanrı değil. Rekabet yaşamın enerjisi, makinesi, itici gücü iken, gerçeğin katmanlarıyla ilgili sorular sorman beklenir bana. Aşağıya yayılan bir tabakanın, yukarıya yayılan bir tabakayı, kesin midir, belirlediği? Doğru değil midir, ya da, görünür olanların, yukarıdaki bir tabakada, sonra dönüp her nasılsa, aşağıda salınan kuyruklarını ısırdıkları? Ya da sorarım üzerimde duran efendim sana, varabilmiş miydik, bahsettiğim tabakaların en dibine ya da zirvesine? Çoğalıp duruyor muydu yoksa, tabaka tabaka üstüne ve tabaka tabaka altına sonsuza kadar, hem aşağı hem yukarı yönde? Yoksa acaba, vardı da bir hata, dünyayı börekleştiren bu bakışta, hata vardı da, esasında, tüm katmanlar kadayıf gibi, içiçe gömülmüş olarak mı anlaşılmalıydı? Bir kademede adına rekabet denen bir makina vardı, tüm diğer kademelerden etkilenecek ve gerisin geri onları etkileyecek şekilde. Eşitlikçi dönüşümcüler, indirgeyip insanı ve göremeyip devcileyin makinayı ve duyamayıp gümbürtülü makinayı, piramidin en üstüne topyekûn, taşımak istediler yığınları. Yaşamakla kalmayan, mutlu olan ve eğlenen, kendini gerçekleştiren, bir insanlığı kuracaklardı. Efendiler ise, daha bir bilge idiler, çünkü devlerin sırtına oturtulmuşlardı, ebeveynleri tarafından... Şu çağlayarak akan hayatı, yönetmekten kaynaklanan, gerçekçi bilgelikleri, hassas kılmıştı onları, sebeplere ve sonuçlara, 101 dümenlere ve akışlara. Çünkü yanılsan kaybediyordun ve efendilik dünyasının her bir neferi, kazanmanı bekliyordu bir efendi gibi senin de. Bir deneyim değil, kontrollü bir deneydi efendinin hayatı, insanlığın tüm tecrübesine vurulmuş bir eğer üstünde, yönetiyordun ve araştırıyordun, daha önce ayak basılmamış toprakları. Efendi kazanmazsa kaybetmeliydi ve ödüllendirilmeliydi kazanan bilgelik. Ne var ki, kazanmanın kültürü bir testi su gibi yüklenmişti insandan yapılma bir şenlik piramidinin sırtına. Testi çatlamış ve başarı sızdırıyor ve damla damla ıslatıyordu yükü sırtlanmış garipleri. Başarı kültürünün nemi, yavaşça sızıyordu, her gün daha da aşağı kademelerine insanlığın. Gün geldi, tüm bir kültür kazanmayı övmeye başladı. Piramidin minik ucundaki istisna, insanlık tarihi boyunca istisna olarak kalmış o minik nokta, artık tüm genel geçer kurallar ve modellerin yerini almıştı. Daha güzel, daha zengin, daha başarılı olmak bekleniyordu, insanoğlunun en sıradan yavrularından artık. Eskinin sıradan örnek insanı ideal örneklere bırakıyordu yerini. İnsan artık insan-ötesi olmak gerek; güzel, akıllı, başarılı, zengin, direngen, güçlü, ahenkli, duygusal ve diğergam. Sen artık her şey olabilirdin ve bu yüzden de olmak zorundaydın. Ben, uşak, her şey olabilirdim ve olmak da zorundaydım. Çünkü olabilirdim, her şeyi olabilirdim. İstisnanın işgal ettiği tüm seviyeleri, her türden istisnanın işgal ettiği bütün ama bütün seviyeleri, aynı anda, topyekûn, tekmili birden işgal edebilirdim. Ve edemediysem eğer, ben bir başarısızlıktım. Verimli olmanın ve bu sayede başarılı olmanın ve bu sayede mutlu olmanın yollarını anlatmaya başlamıştın sen de bana. Senden öğrenecektim elbet, kendimi gerçekleştirmenin yollarını ve sen bana öğrettikçe, daha verimli, 102 daha başarılı, daha zengin, daha güzel, daha üretken, daha zeki ve daha yaratıcı olup, daha incelikle, daha eğlenceli, daha sevimli, daha gösterişli olup, ama aynı anda daha mütevazı, dah diğergam, daha hayırsever ve daha sorumlu olup ve aynı zamanda daha bireyci, daha bencil ve daha kendine dönük ve daha kendine güvenli olup ve aynı zamanda daha iyi anababa, daha iyi evlat, daha iyi yurttaş ve daha iyi bir takım çalışanı olup ve aynı zamanda daha yırtıcı, daha savaşçı, daha mücadeleci ve daha azimli olup ve aynı zamanda olmam gerekenlerin listesi tükenmemecesine uzanırken ben bunların hepsi olup bir zahmet, çünkü bunları olamayanın vay halineydi de ondan. İşte efendi, saçma eylem planını dayatan, hem içten gelen ve bizi olan, hem dıştan dayatılan ve oluşumuzu etkileyen, nefes aldırmayan ve ara vermeyen, zamanı sıkışık ve her bir anı değerli, hayat adını verdikleri mücadele, öğret bana öğretecektin ya, bilmiyor muyum ben, insan dertte ve kaygıda, sıkıntıda ve endişede, acıda ve üzüntüde gerek. Abraham Paşagönlüm 103 104 banu güven ben öldüm sizi banu, beklemeye devam ediyorum, bir umudum var, hayır umutvarlığım var demek istedim umut var mı yok mu bilmiyoruz, biz her gün kostümümüzü sırtımıza uygun biçimde geçirip gitmemiz gereken noktaya gidiyoruz, sabırla tevekkülle bekliyoruz ama geleceği bir telefonla ihbar edildiği halde bir okurumdan gelen dokunaklı intihar mektubu bir türlü gelmiyor, bu nasıl oluyor, o yüzden ben yazıyorum sana bugün aşkımı banu bizi ayırıyollar, ayırıyollar ama bizi ayıramazlar bizi, bizi nasıl ayırırlar, bize nasıl gelmezler, bütün güzel umutvarlıkların sadece umutvarlık olduğunu önemle vurgularlar, suretinde tekrar tekrar zuhur eden aşkından bu kadar yorulduğumu bilsen acaba yine böyle umursamazca mı davranırdın? bu kadar sabırlı ve soğukkanlı mı olurdun yine? olurdun değil mi banu yayın akışı değil mi, özür dilerim öyle demek istemedim, daha yumuşak daha samimi olmak istedim, ters davranmak istemedim yayın akışı çok güzel, harika, herşeyin harika demek istedim, uf bu kadar yorulacağımı bildiğim halde, asla sabırlı olmadığımı kendimi her dakika ve saatbaşı sıkım sıkım sıkacağımı bildiğim halde zira bu sefer bu sefer hata yapmamak bu sefer seni yakalamak, bu son şansımdı niye anlamıyorsun niye bu kadar basit mi yani, neredesin? neredesin banu duymuyorum, tamam ben altını yakarım yemeğe gel bak ne güzel şeyler yapacağız senlen yemek yerken terleyeceğiz, sonra pilav tanelerini çatalımızla bastırıp bastırıp bitirince sıkkın sıkkın gastelere bakıp sonra aynı saçma işimize döneceğiz akşam çağıracağım geleceksin fasulye yerken 105 terleyeceksin, balkondan diğer ailelerin hayatlarına sıkılacağız böylece kendi hayatımızı sıkılacağız ben niye yine yeşil çimenlerin üzerine yattım ve gözlerimi gökyüzüne diktim, bir melek gelecekti oraya koyduğum bir göksel şiir, gülümsüyordu, onun da dişetleri var, hepinizin var, allahsızlar, gülüyorsunuz, zekisiniz, ve yerici, seviyorum sizi, siz neyle dalga geçiyorduysanız ben de onunla dalga geçecektim niye bırakmıyorsunuz söyleneceklerin en güzellerini daha söylememiştim, saklamıştım, zamanı vardı, en güzellerini davranmam için niye fırsat vermiyorsunuz her seferinde sanıyorum ki artık göklerin kapıları açıldı oradan yükseleceğim sanıyorum her seferinde kurtulacağım sanıyorum yerle ilgili herşey bitecek ben de şiir olacağım hayatımda ona yakışmayan herşeyin yitip yokolacağını biliyorum o yüzden öldürmeliyim, kendimdeki tozu öldürmeliyim alerjim var tıkanıyorum nefes alamıyorum halılara yıllardır cömertçe akıttığım kahır kanlarından beslenen gözle görülmez tasa yaratıkları ciğerlerimin en gizemli ve keşfedilmemiş mağaralarını mavi ve ışıl ışıl florasan bir sıvı ile doldurmuş, orda su dalgalanıyor küçük dalgalar, dalgaların olduğu tarafa bakıyorum, kendimi öldürmeliyim zira insan olduğum sürece huzur bulmayacağımı biliyorum, ev arkadaşım uzak diyarlara gitti bunu sana ölmeden önceki son intihar mektubumda bildirmiştim, kendisi aşkı uğruna gidebileceği en uzak ülkeye gitti ve gelmeyi reddediyor, artık tümüyle yalnızım, bazı akşamlar seni beklerken içim eziliyor banu o kadar yalnız hissediyorum ki, öldürecek sadece ben varım o yüzden kendi kanlarımı akıtmalıyım bütün kızıl kanım akıp da varlığım topraktan boşanınca geriye asil mavi kanım kalacak, o zaman artık seni sevmekten kurtulacağız, insan olmayacağız, acı çekmeyeceğiz, umut etmeyeceğiz, beklemeyeceğiz, biz bu yüzden mutfaktan bıçağı aldık, ev arkadaşımla aynı anda, bu evde birlikte beklediğim bütün varlıklar koro halinde ama en keskin bıçağımız bile boynumuza vurduğumuzda boynumuzu kesmemişti, etrafa bütün gözlerimizle baktık ama kurban kuzusu yoktu, sadece 106 süleymancık vardı, onu yakalayıp öldürmeye çalıştım yemin ediyorum kızma banu başaracağım ama buzdolabının altına kaçınca en büyük kavanozu alıp ben mübarek kalın cam boğazımı kağıt gibi bir çırpıda kesiverip karo mozaiklerin üç yıldır silinmemiş milimetrekareye 197 dünyevi varlık düşen her damlayla büyük ağıt kardeşleri için haykırışlar kir, deri, kıl, cam kırığı, börülce tanesi, kurumuş pilav, ezilmiş fasulye, karpuz çekirdekleri hep bir ağızdan haykırdılar, ölme seni seviyoruz, ama biz sizi sevmiyoruz, ordan bize el sallasan hemen geleceğim banu, bir görünüp bir kayboluyorsun. ben yoruldum. yorulmadım. N. Aslıgibi 107 KYNIK (istendiği gibi çoğaltılır) http://kynik.kynik.googlepages.com https://kynik.wordpress.com http://kynik.blogspot.com.tr/ [email protected]