kynik 4 - WordPress.com

Transkript

kynik 4 - WordPress.com
2
İçindekiler
1. Beklemenin yazısı - gezi yazısı, yazı dizisi 4
O. Binbirumut ............................................................................. 5
2. Bütün korkutucu olasılıklar üstüne
Martin Azimşah ....................................................................... 17
3. Varoluşun boşunalığı öğretisi üzerine ek yorumlar
Arthur Schopenhauer Yanlızkurt .............................................. 67
4. Anti-Epikuros ve hizmetkârının şarkısı
Abraham Paşagönlüm .............................................................. 79
5. banu güven ben öldüm
N. Aslıgibi ............................................................................. 105
3
4
Beklemenin
yazısı
gezi yazısı, yazı dizisi 4
İnsan, olur da giderse, zihninde hazır olan bazı imgelerin aşkıyla
olur da gider.. İmgeleri zihnimizde arka arkaya bir albüm gibi
dizmiş, albümün bazı sayfalarını çözümsüzlüklerimizi aşmanın
hayalleriyle bulandırmış, zihnimizi eskinin en güzel ve en elverişli
imgeleri ve yeninin en olasılıklara açık belirsizlikleriyle doldurmuş
halde yola çıkacağız.
5
Bu imgelerin en güzelleri, motorsuzları hür mavilere sürdüğümüz,
yüksek tepelerden maviliklere düştüğümüz, yeri geldiğinde
dalgaları yara yara sessizine daldığımız ve çoğunlukla da ılık bir
rüzgârın yüzümüze kuvvetle çarptığı anlara aittir. Mesela
çadırımızın kapaklarının flap flap vurup içeri dışarı savruldukları
an.. Çünkü çadırımız çift kapılıdır. Bunun sebebi bir tarafta dağ
manzarasını, öbür tarafta deniz manzarasını gözaltında tutarken
üzerimizden rüzgârın geçmesini temin etme arzusudur. Bunun
için sırtımıza keyfimizin çilesini yüklemişizdir. İşte bunlar hep
albümdür. Çileci kontrol listesini bu albümden okur, sırtını bu
kontrol listesine göre donandırır ve belini albümle büker. Başka
çaresi yoktur.
Tabii ki seyahat bir fotoğrafa bakmak gibi değildir. Sanki
fotoğraflar da bizi bir yerlere götürüyor gibilerdir ama belki
güçleri ve güçsüzlükleri aynı yerde, yani sınırlı bilgi sunmalarında
yatar. Bize mekânın derinliğini vermedikleri gibi, bir sahnenin
sağını solunu dolanarak biriktirdiğimiz ek bakışları da sunmazlar.
Sonra bu fotoğraflar bize oranın rüzgârını, kokusunu, insanını,
tehdidini, kedisinin aniden bakışını ve çalılardan fırlayıp bizi
ürküten domuz yavrusunu da pek vermez. Ağacın hışırtısını ve
gölgesini anlatmaz. Sokak arasında bekleyen tekinsiz köpeğin
kıpırdattığı gibi içimizi kıpırdatmaz. Ordayken çektiğimiz açlığı
yaşatmaz, seçeneklerimizle yüzleşme anımızı geri getirmez, bizi
güneşin altına koymaz, bizi sıcaktan terletmez, bizi oranın
yağmurunda ıslatmaz, engebesinde dengemizi şaşırtmaz, suyunun
girdabında yönümüzü kaybettirmez, şelalesinde üşütmez, taşına
kafamızı vurmaz, tozunu gözümüze serpmez, böceğini ağzımıza
atmaz, yapmaz bunları, hiç birini yapmaz. Gitmek zorundayız.
"Bir şahin, yukarıdan izlediğim bir ağaçtan kendini aşağı salıverdi
ve evet süzülmeye başladı. Ben irtifadan şaşkın ve ürkmüş halde,
6
kenarındaki bir taşa oturduğum uçuruma yukarıdan bakarken...
Neden sonra ağzımın açık olduğunu fark ettim."1
Sen bir yere gidemezsin, gitmeyeceksin (ama dert götürür)
İnsan öyle ya da böyle nihai kurtuluş günü için seyahat ettiğinden,
bin yıllık kurtuluştan hemen önceki dervişane dolanıp durmalara
insanın en başta dertlerini götürmesi yerinde olacaktır. Aksi
takdirde dolanış durak bilmez. O yüzden ayaklar sürükler, o
yüzden durulamaz. İnce damarlarımız susuz kaldığında solup
boyun bükeriz ve zayıflarız. Böylesi bir durumda olduğumuz
yerde buruşup yığılacağızdır. Ama yapraklarımız boyunca uzanan
iri damarlarımıza kadar kuruduğumuzda, açık ki, rüzgâr bedenimiz
üzerinde daha da etkili olacaktır. O zaman orda ya da burda
durmak için sebep bulunmaz. Her durağın, öyle işte, bir parça
rahatsız eden bir yanı vardır ve yürümenin sürekliliği
kırılamayacak, seyyah beyaz tuzlara bulanmış halde bir pansiyon
odasında çatlayacaktır. Kuru yaprak olmak budur.
Dertler ise insanı rakı, şarap ve bira eşliğinde güzelce suladıkları
için dip toprağımız yaş, yaprağımız yeşildir. Her durakta
durulacak, her duraktan rakı takviyesi alınacak, her manzara, her
manzarasızlık, her serinlik ve her tozlu sıcaklık, her yapış yapış ter
ve her gofret seyahatteki gerçek anlamını insanın kendi içinde
getirdiği gübresinden, rakısından, derdinden ve solucanından
alarak yeşilimize yeşil katacak, hatta ihtimal o ki, ya o yolculukta
ya dönüşünde belki biz çiçek açıp meyve bile vereceğizdir. Aman
sakın, yolculuğa dertsiz gitmemek gerekmektedir. Yolculuğa dert
götürür.
"Yola çıktım. Dün gece kumsal... Hardasan Dağı’nın arkasında
dolunay, beyaz bulutların arasında yatakta gibi... Önünde de siyah
1
N. Hürgüzel; Birinci tekil şahsın ruh kırılmasından fragmanlar, s22
7
ince tülden bulutlar uçuşuyor... Hava sakinceydi. Biraz dalga..
sonra denizden serin esti. Çantamı kafamın ucuna koydum.
Erkenden kalktım. Güneş yükselmeden yürüdüm. Yaylaya varınca
su kovamı ahşap yalağın ara ara damlayan oluğuna astım... Zayıf
çam gölgesi yamaçtan esen rüzgârla birleşince cennet çam
yapraklarından bir yatağa seriliyor... Belki en hoş an, ne kadar kısa
ve öz tuttumsa da uğurlanma anımdı.. elde saçma bir hediye ile
kumsala yollanmak.. kumsal aydınlıktı, güzel geceydi."2
Kronik-ilerleyici-yol-bağımlılığı
Fakat hayatı kolaylaştırırken zorlaştıran her ilaç ve her zehir ve
tabii söylemeye gerek yok, hayatın da aynı zamanda ta kendisi
gibi, bağımlılık da ilaç da hep daha uzun daha uzun dozlarda
yolculukların hayallerini bir resmin tahta çerçevesine
raptettirmelidir. Yolcuğun, yine söylemeye gerek yok ki, ki zaten
bunların hiç birini söylemeye de gerek olmadığı gibi, çünkü zaten
bunları okuyup hıı diye iç geçirecek olanlar bu yazılanları
kaşlarının çatıldığı çizgiden dudaklarının içine büzüldüğü odağa
kadar bileceklerdir. Velhasıl, söylemeye de gerek olmadığı gibi,
bağımlılığın ilerleyişi, tümyolculukçuluk uhdesi aşkına, yolculuğun
şelale, dere, deniz, göl ve baraj göllerinde vaftiz olmamızla yeni
bir merhaleye bizi taşıyacaktır.
". . . ve sonra ay çıkar çadırın içine doğar, ağzın açık, göğsünde
kalbin hareketli.. buradan hala yaşadığını ve duygularının kalbinde
merkezlendiğini anlamıştın, korkuyla ve meydan okuyarak, orman
hayvanlarının bitmeyen saldırısına karşı sopa ve bıçak da
yakınında, çadırın kapısına çıkarsın, börtü böcektir saldıran,
dışarlarda çok duramayacaksın, sebebi korkmak mı? Ama
biliyorsun hemen alışırsın, sebebi anlamsızlığı değil mi? Orda
yalnız başınasın işte, ne kadar keyif alabileceksin. Yani aya bakarak
2
O. Ayakoşan; Birincinin içindeki kıpırtı, s23
8
ne yapabilirsin? İçip birileriyle konuşabilirdin ama burada kimse
yok, kendi kendine içebilirsin ama işkencehanene alkol katmak
sana fazla bir şey kazandırmayacaktı, bu konuları hallettik
sanıyordum, bunları aşmıştık, sürekli tartışıyoruz ama hep aynı
noktaya geliyoruz, eski konuları açıyorsun yeniden, ne güzel
kendimiz ve işkence bohçamızla artık güzel vakit geçiriyorduk,
geçirmiyor muyduk, sen öyle dedin, beni buralara sen getirdin!?"3
Yerleşikliğin gereği olarak gitmek kapısı
Evvela gitmenin gereksiz güzelliği ve sıkıntıları ve bir derde deva
olmayışları ama yine de asfaltın tuhaf ve açık ferahlığından
bahsetmek gerekmektedir, seyahatin bizim için anlamını ortaya
koyabilmek için... Bir bağımlılık olarak ele alındığında –ki bağımlı
olunan seyahatten çok insanın yerleşik hayatıdır, insan yerleşik
hayatının sıkıntılarıyla baş edebilmek için seyahat kapısını
gözünün görebileceği bir yerde tutmalıdır; mesela masaüstündeki
fotoğrafta, hatta daha da yukarılarda duvarlardaki panolara
iğnelenmiş ve seyahatlerin içi heyecanlı duygularla terk edip gitmiş
olanlarına ait fotoğrafları ya da bir dergiden kesilmiş olan ve
insanın içinde, tam göğüs tahtasının altındaki o noktada kıpırtı
oluşturan rüzgârlı ve kumlu, rüzgârlı olduğunu ise maki
ebadındaki ağacın yana kaykılmış olmasından anlıyoruz, zaten bu
fotoğrafın arka planında, tepelerin arasında, deniz güneşle bir
çizgide kavuşmaktadır, bu çizgi ufuk çizgisidir ve seyahatin ve
yeniliğin en bayağı sembolüdür. Bu fotoğrafı çerçevenin kenarına
iğnelenmiş halde tutmak seyahat bağımlılığından değil, işte
anlattığımız gibi yerleşiklik hastalığınla yaşamayı öğrenmek
zaruretinden kaynaklanır.
3
N.O. Beyazgölge; Kıpırdayan içlerdeki ikincilerle kapışmalar, s29
9
Seyahatin anlamı kadar yetersizliklerinden, tadı kadar
tatsızlığından, çileciyi, keşişi, epiküryeni, kaçağı, maceracıyı,
girişimciyi, sahipleneni ve kaçınganı, hepsini bir arada içerişinden,
hayatını hem sorgulamak, hem yenilemek, hem yenileyememek,
hem sorguladığın hayatı hep yanında taşımak, tüm bu irdelemeleri
yeniden yeniden tetikleyen sıkıntılı yalnız anlara doğru bir gidiş
olduğundan bahsetmek gerekmektedir. Yolculuk bizi tümden
yepyeni bir yere getirmiyordu ve de tabii ki içine yerleşik olduğun
ya da yanında taşıdığın hayatın sorunlarıyla ancak orada, yani
yerinde yüzleşip onları çözmek ya da onlarlan yaşamayı öğrenmek
gerekirdi ama yolculuk yenilik de getiriyordu, bazen tümden yer
değiştirmek gerekiyordu, bunların hayatta açtığı kapılar
eklenmeden yerleşik hayat daha iyi bir şey falan olmuyordu.
İkisinin birbirini beslediği cesur ve girişimci hayatı bırakmamak
gerekiyordu. Çünkü en sonunda, ne kadar uğraşırsan uğraş, ne
kadar sorunlardan kaçarsan kaç, sorunlarınla ne kadar yüzleşirsen
yüzleş, onları ne kadar çözersen çöz, yerleşik hayatın da sırf
zamanın getirdikleri ve götürdükleri yüzünden külliyen
umutsuzlukların içine çökebiliyordu.
". . . sonra çadırın içinde ayın çıkmasını beklersin, büyük bir olayın
olmasını beklersin, yani sen gidersin, yolu yürürsün kan ter içinde,
bedenini sınarsın, düşünürsün, yolun düzenine ve ritmine
ayaklarını uydurur, ihtiyar adımlarıyla sakince ve sırtında
işkencehaneni de taşıyarak tırmanırsın ve sonra suyun kenarında,
ne zaman sıkılacağın sorusu eşliğinde çadırını kurar kampını atar,
gece olmadan etrafı tetkik eder, bir iki açılışa katılır, önlerini
ilikleyerek koşuşturan görevlilerin halini hatrını sorar, onları asla
unutmamış gibi davranırsın. Oysaki sormuştun, "bu kim şu kim"
de ordakiler sana bir güzel anlatmışlardı. Ondan sonra hatırlar gibi
olmuştun, "sen bunu bunu yaparsın". Babasını dedesini de
hatırlarsın, sonra gece çöker, gece çökünce rüzgâr esmeye başlar
serince, bütün gün de esmişti, bu biraz daha serin.. bu akşamı
10
haber veriyor. Yemeklerini yedin, eğlencelik aburcuburla zamanı
geçirmenin vakti geldi şimdi. Otellerde yaptığınla aynı şey.. orda
kapalı kalakalmak.. otellerin kapalılığı.. o beyaz çarşaflı çamdan
yatağa uzanmak ve o beyaz ve titrek floresanla aydınlatılmış
aydınlık beyazı odanın içinde yalnızlığın çöküşünü, düzeltiyorum,
iyi bilinen çöküşünü, iyi bildiğin, düzeltiyorum, iyi geliştirilmiş
yöntemlerle engellemek üzere aburcuburunu çıkardığın an,
yaylada yıldızların ve akşam rüzgârının altında, bu sefer gönenç
olarak adlandırdığın çadır darlığının içinde sanki yine o aynı yalnız
beyaz yatakta bişeyler atıştırıyorsun ve bir kitap çıkardın ve belki
daha da iyi vakit geçirten gezi günlüğünü çıkarttın, yazıyorsun,
bugün çok şeyler düşündün, kendine sabahtan listelemiştin bugün
hangi konuları uzun uzun yürürken kısaca ele almaya çalışacağını,
hangi konularda fikirler üreteceğini... Aklına gelenleri not
etmezsen kaçacaklar ama sen onları yazdın, biraz daha devam
edelim, çalışalım, yalnızlığı verimliliğe tahvil edelim. Neler neler
getirmişsin yanında çok yüklüsün. Sırtındaki işkencehanen mi?
Sevebilir miyim, işkence eder mi? O zaman uzak durayım ama
çok sevimli. Nasıl izin veriyollar, bunların saldırdığı iki insanın
geçen hafta belleri büküldü ve hayatları şaştı. . . ."4
Allah’tan güzel bir öneri: geri sarın, kırıp döktüklerinizi
toparlayın
Hiç bir kararınıza inancınız kalmadıysa, hayatınızı baştan sona
yanlış yaşamışsınız gibi geliyorsa, bir kedi kadar inançlı ve
kendinizden emin geçirdiğiniz yıllar birden ne olduysa naylon
poşet gibi buruşup hışırdamaya başlamışsa, epiy erken bir orta yaş
krizine girip de şapşal şapşal kalakaldıysanız, bir akşam kararlar
sandığınız kaderinizin altında ezilmiş kalakalmışsanız, ehil
olmayan ellerinize bırakılan hayatı heba ettiyseniz, niye hayat bir
4
O. Gaddarınoğlu (ed.); Ben de yazdım! Olayların tanığı terli sırt anlatıyor, s32
11
seferde yaşanıyor? Niye sınanamıyor? Hatalarımı farklı
alternatifler üzerinden yaşasam ve sonra aralarından en güzelini
seçsem, böylece kırıp dökmeden önce en iyi olasılığı
arayabiliyoruz, bu böyle olmadığı için hayatı geri sarmak gerekti.
Sorununuzu biliyoruz, bir şey oldu ve artık "bir hayat işte,
abartacak bir yanı yok" diye yalandan bir rahatlık ve bilmişlikle
geçip gidemiyorsunuz. Yapmadığınız her şey üstünüze çullandı,
hayatınızla ilgili güveniniz yerle yeksan oldu, insanların arasına
karışmanın sonu budur işte, herkes bildiği becerdiği işi yapsın. Bu
eksik ve dolayısıyla belki de, dilim varmıyor ama belki de yanlış
kararlar, yani bu olasılık ortaya çıkmıştı, bunlar yanlış kararlar da
olmuş olabilirdi ve bu şaibeli kararlar yüzünden ve yani bunların
karar olduğunu bile bazen tam olarak anlamamıştınız ama şimdi
sizin geçmeyip de başkalarının geçtiği yolların aralarında fazla da
bağlantı yolları kurmayan alternatifler ürettiğini anlamıştınız,
sonuçta yolu bulamayıp hep aynı dönemeçte aynı yamaçta
küçücük bir conk bayırında siperler arasında sekiz ay geçiren
birlikler gibi ben de orlarda aynı labirentte siperlerimin arasında
olsa olsa bir arpa boyu ilerleyip komşu sipere kadar gitmişken
aldığım kararlara hiç inancımın kalmadığı bir dönemde hep ve hep
tekrar tekrar yanlış üstüne yanlış üstüne yanlış üstüne yanlış
yaptığıma inanmaya başlamışsam, hayatımı baştan başa yanlış
yaşamışım gibi geliyorsa acaba burdan dönmek var mı? Cevapları
yeniden yazıyorum: haklı değilsiniz, hayat her zamanki gibi işte ne
çok iyi ne çok kötü, hayat güzel. Niye büyütüyorsunuz bu kadar,
bir hayat işte, öyle değil mi? Geri sarmak ise mümkün değil, bunu
denerseniz elinizde avucunuzda olan ve –ifadenin bütün gücüyledişinizle tırnağınızla kurduğunuz ve bir kenara ayırdığınız ne varsa
ondan da olacaksınız. Geri saramayacaksınız, ileri doğru açılıp
bitmiş makaranız.. halının içinde bir miktar kuru yaprak, halının
içinde kalacaktınız, nem kalacaktı, kolonileşen güvelerin yanısıra..
12
"Gece dolunay çıktı, çadırın ağzını terse kurmuşum, ya da bunu
düşünmemişim. Hemen kafamı çıkardım, karanlığa alışmış
gözlerim kamaştı. Evet, o kadar parlaktı, etraf aydınlandı. Bir süre
seyrettim. Vadide güzel rüzgâr esiyor; gece gündüz. Çadır bütün
gece tekne gibi sallandı ve seslendi, kapakları flap flap vurup
durdu."5
Turla'da Kebap, Hardasan’da Uttal, Kevreği’de Pete,
Fanfarlı'da Kapatan'ı mideye indirip göbeği şişireceğiz
Bütün gün birer ödev olarak kurduğum bütün güzel öyküleri
kendi kendime anlatıp bitirdim şimdi benden ne istiyorsun? Sana
sadece yorgunluğumun tadını ve bir an önce uyuyacak olmanın ve
kafa fenerinin ışığında okuyacak sürükleyici bir kitap yerine sadece
ertelenmiş sıkıcı ve zor bir kitabının bulunduğunu sana öyle
bağırdıysam biraz da bu yüzden yaşadığın zorlukları anlatmak
istiyorum benimle daha doğru iletişim kurmalısın. Peyki seni
dinliyorum, anlaşılan bununla bir daha hesaplaşmadan buradan
gidemeyeceğiz, bu sorunlu yerden kurtulup ilişkimizi düzlüğe
çıkartamayacağız. Engebeler ve çalılar arasında yolumuzu bir türlü
göremiyoruz, ayaklarımız yüzüldü, oysa yol buradan bir yerden
gidiveriyor.. şuraya gidiyor sanki.. bir labirent.. her yandan daha
kıllı, daha basit ve hayata karşı daha dik kafalı dört ayaklılar
geçmiş gitmişler, senin ayakların yüzüldü, bütün yolları görüp
inceleyebildiğini iddia edeceksin ama kendin için elverişli bir yol
seçemiyorsun, her seçtiğin yol çıkmaz, hepsi acılar ve kan,
donanımın hep yanlış, güneş tepede, canın yanıyor, küfrün bini
bir para.
". . . haydi bak, rüzgârlar akşamı müjdeliyor, ölümü hatırlatan..
güneş daha tümüyle yitmedi, günün en güzel saatleri bunlar, işte
5
P. Kondansatör; Serinleyen hava ve ruhta barış üzerine, s43
13
şimdi denize girip gevşeyeceksin, kulaçlarını güçle atacaksın, bir
menzil belirleyip uzun uzun yüzeceksin. Bu yaptığının ne çok
gereksiz sebebi var ama sorgulamadığında sadece keyif için
yapıyormuşsun gibi ve sorgulamana da gerek yok, çözümlemelerle
akşam yüzüşümüzü gölgelemenin anlamı yok.. Sonra bir an
gölgelik çardaklara uzanacaksın, yarı gölgeli uykuların gelecek,
öğlen güneşinin deseni üzerine vurmuş, kargılar ve otlar.. bir bira
içeceksin, böyle lükslere iznin var, biraz kendine geliyorsun, şimdi
anlat bakalım öykünü, dalgalar yükseldi ve güzel bir gümbürtü,
kolay yorulmayan bir coşku, dalgalı deniz, köşeyi dönen açık
deniz."6
Şüphesiz benim bu seyahatim bir deneyim avcılığından ibaret
değil; bunu kenarında barındırsa da.. Bu seyahat bir gösteri değil;
onu sadece yan ürün olarak sonradan üretiyor ve bu seyahat
kalabalığın dediği değil; ona sadece orda burda maruz kalıyor ve
onlan yan yana hayatta kalmaya çalışıyor. Seyahatten anlaşılanları
bir kenarlarında barındırsa da, bu benimki baştan sona hayatın
kuruluşuyla, varoluşun zeminiyle, gündelik ve sıradan hayatta tüm
diğer ne varsa onların köklerini yaydıkları bir yerle ilgili.
Problemler çözülemiyorsa, olsa olsa sırta fazla batmayacak şekilde
çantaya yerleştirip onları da taşımaya başlıyorsak, onlarla yaşamayı
öğreniyorsak ki seyahatle de yaşamayı öğrenmek gerektiği gibi,
tüm bu karmaşanın ardından bir unutma ve neşene bakma vaazı
vermek ve sırtlara pamuk yastıklar uzatmak da içimden gelmiyor.
"Önce güneş batası oldu, ben fener kulesinin apsisinin kenarında
rüzgârdan saklanarak sıcak şeyler içip tıkınıyorken güneş battı
gitti, sonra hava kararmaya başladı, rüzgâr dindi, gece oldu ama
hava tam kararmadı. Gittim su deposunun üstünde fenerin üç
yana yayılan ışığının arkasından yıldızları seyrettim. Yıldızlar kaydı.
6
O.P. Zamanyolcusu; Birinci tekil şahsın keyfi yerinde, s97
14
Ağzım ne çok açık kalıyor bu aralar.. Işık durmadan dönerken
çalıları ardarda üç kere her tarayışında ben yeniden şaşırmayı
başardım. Sonra ayın bir yerlerden çıkması gerektiğini bildiğimden
Samanyolu'na bakarak tahmin yürüttüm. Yine apsisin altına
gittim. Birden turuncu bir ışık belirmeye başladı. Ay güneş gibi
doğuyor ve hemen ortalığı aydınlatmaya başlıyor, tekrar su
deposunun üstüne gitmeden ayın iyice yükselmesini izledim
apsisin önünden. Uzaktan mütemadi dalga sesi gelmeye devam
ediyor. Sonra özenle hazırladığım şezlonga kuruldum, insanlık
buraya benim için bir şezlong bırakmıştı. Sonra nihayet zamanı
geldi, ters yönden rüzgâr esmeye başladı. Ben de çadıra girdim.
Aklımda güzel şeyler vardı ama hayal kurarken anlattım hepsini." 7
O. Binbirumut
7
S. Lideray; Birinci tekil şahıstan az kullanılmış iyi yolculuklar, s197
15
16
Bütün
korkutucu
olasılıklar
üstüne
17
1. Ellerimle, sabırla, özenle, bir bir
Ve karnımın içindeki bu kurtçuk, bunu önce iki elimle güzelce
yoğurarak kıvam kazanmasını sağlıyorum. Kıvamlı ama şekil
verilebilir bir hamur haline gelince mayalanması için 3-4 ay kadar
karnımda bekletiyorum. Yeterince olgunlaştığında onu bir larva
biçimi alacak şekilde masa üzerinde yuvarlamaya başlıyorum.
Daha sonra alt tarafından avcumun içiyle iki tümsek çıkartıyorum
ve bunların eşit boyda ve simetrik olmasına dikkat ediyorum ve
sonra tümseği silindirik iki çıkıntı olacak şekilde uzatmaya
başlıyorum. Bazı yerlerde boğumlar yapıyorum ve ikinci ana
boğumdan sonra küçük bir çıkıntı daha yapıp elimin ayasıyla
hafifçe altını düzleştirip pide biçimi veriyorum ve sonra
uçlarından aynı şekilde beş minik çıkıntı daha çekiyorum bunları
güzelce biçimlendirdikten sonra marketten aldığım küçük
tırnakları yerlerine yerleştiriyorum. Kalemle detayları ve derinin
üzerindeki ince çizgileri oymadan önce kolları ve kafanın ana
hatlarını vermek üzere ayakları kendi hallerinde beni tekmelemeye
bırakıyorum. Gözlerin geleceği yere parmağımı hafifçe
batırıyorum ve biraz ara verip daha önce hazırlamış olduğum
gözleri almak üzere bahçedeki seraya gidiyorum. Bu kadar basit,
saymaya bir ömrün yetmeyeceği kadar çok sayıdaki o sinir
hücrelerinin her birini ellerimle masada yuvarlayarak uzatıp
bebeğin kafasından bedende uzanacağı yere kadar güzelce
yerleştirmek ve diğer sinirlere on bin noktasından teker teker
tutturmak için biraz zaman harcamanız gerekebilir. Ve işaret
parmağının ucundaki bir noktadan tüm hücrelerini teker teker
ekleye ekleye bir bedeni inşa etmeyi de seçebilirsiniz, ne demek, o
sizin eseriniz, öğretirsiniz, dinletirsiniz, yönetirsiniz, sizsiniz değil
mi ki bunu yapan sizsiniz, keratin ve gerekli diğer maddelerden
oluşturduğunuz hamuru duvardaki bir çengele takıp tekrar tekrar
çekip uzata uzata elde ettiğiniz ve makasla keserek uygun boylara
getirdiğiniz o zayıf ve ince bebek saç tellerini birer birer onun
18
kafacığına yerleştiren sizsiniz, gözlerini yerine yerleştirip yoğun
sinir demetleriyle beyin kabuğuna bağladıktan sonra çeşitli
kalınlıktaki oyma kalemlerinizi elinize alıp bedenindeki her bir
çizgiciği çizen sizsiniz, derisini üstüne geçirmeden önce
karaciğerini, kalbini, midesini, safra kesesini, böbreklerini,
dalağını, ve bağırsaklarını gâh geleneksel yöntemler gâh modern
tıbbın tariflerine göre pişirip yerine yerleştiren, sinirlere, damarlara
ve lenf kanallarına sayısız noktalarından bağlayan sizsiniz.
Akciğerinin her bir alveolünü ağzıyla üfleye üfleye, tek tek şişiren
ve onları yanyana yapıştıran sizsiniz, siz yaptınız, o kadar
hâkimdiniz ki bu olup bitene, market market dolaşıp tüm
hormonları, aminoasitleri, mineralleri ve vitaminleri temin eden ve
akla gelen ve gelmeyen tüm proteinleri güzelce katlayıp yerine
yerleştiren de sizdiniz. O sizin karnınızda büyüyüp sizi olmadı, siz
sizin içinizde büyüyüp sizi olmadı da siz yönettiniz, siz yaptınız,
öyle ya, o tekil siz, o tekil beniniz, o biricik noktasal ve bölünmez
ruhunuzdu her şeyin kontrolünü ele alan ve maharetle bütün bu
süreci yöneten. Dolayısıyla güven içinde yaşamalıydınız, her
noktasına, her detayına, her kararına karıştığınız, hücre hücre,
atom atom kurduğunuz bu biyolojik evrenin patriyarkal yöneticisi
olarak.. Hani diyorum ki, bundan gülünç öykü olamaz ve bundan
gülünç kibir.. İçinizde dünya kendi kendine uyanıyor ve
buradayım diyordu, buradayım ve kontrol bende, buradayım ve
sen bir hiçsin. Sen hiçsin. Yoksa bunu büyük üstat mı söylüyordu?
2. En büyük sevgilere layık olan yazmak eyleminin korkuları
Düşünüyorum ki, oldukça akılcı olmakla beraber ve hatta yeni de
olmamakla beraber, olası ki insanlıkla yaşıttı anlatacağım bu öykü
ve özellikle de bunu daha önce duymamış olanlar bir parça
çekinecekler sanki öykümüzü okumaktan, zira biraz, bir parçacık
da olsa akıllarını alabilecek konulara değineceğimi sanıyorum.
Yeni bir şey öğrenmekten ve bilgi edinmekten çekinmek
19
anlaşılabilir olacak o zaman ve ama korkarım ki, tabii ki sizleri
üzmek, size tatsız hisler vermek ve sizleri gücendirmekten pir
parça çekinsem de ama derdim biraz akıllarınızı da hafifçe
yerinden almak ve bir parçacık kenara kaydırmak olacak. Ama
tabii tam bu noktada, öyle ya, yeterince sert bir öykü yazamaz da
aklınızı alamazsam diye de korkmuyor değilim. Dolayısıyla
başarısız olmak korkusu mu yoksa gücendirme korkusu mu galip
gelecekti, bunun yanıtını aramak gerekir.
Güzel şeyler evet, dünyanın en güzel ve mahmur akşamüstlerinde
buluşmak üzere sizi davet edeceğim, geri çevrilmekten
korkmasam.. Ve alçalmış ve keskinleşmiş akşam ışığı altında
kuvvetli karşıtlıklar yaratarak dikilmiş süssüz duvarlar.. Bir de
Chirico tablosunu aklınıza getirin ve insan cahil görünmekten
korktuğu kadar gösterişçi görünmekten de çekineceği için bu de
Chirico bu cümlede oldukça gerilimli bir varoluş içinde; iki direk
arasına gerilmiş bir telden düştü düşecek, demek istiyorum ki,
yazıdan silindi silinecek ve laf kalabalığı yapmaktan da çekindiğim
için öyküme devam etmek istiyorum. Çünkü dünyanın en güzel
akşamından da daha güzeli var.
Her şeyin daha güzel olabilmesi için gerekli önlemleri alan tanrı
küçük bir çam korusunu yukarıda bahsettiğim akşam ışığı altında
ufka doğru genişleyen sahnenin ortalarına ekliyor ve onun
arkasında, modernitenin ya öncesine ya sonrasına ait, kuşlu sinekli
balıklı bir sulak alan ve en geride ise sulama kanallarınca
işaretlenmemiş yeşil sarı tarım alanları artık oradan ufka kadar hiç
bir sınır tanımadan, insanın içini sonsuzluk ve sınırsızlık
korkusuyla titreştirerek kat kat açılıyor.. De Chirico ise ufka kaçan
bu sınırsızlığı bir duvar ya da bir tepe sırası yardımıyla gizlemek
durumunda kalmıştı. Her neyse efendim, biz hemen konumuza
döneceğiz, bu cümleleri nasılsa, sizi sıkmaktan korkarak, daha
sonra kesip atacağız, eğer sıkılıp da bu harika yazıyı daha
20
başlamadan bırakırsanız başarısızlık korkusu haklı çıkacak ama
içimize yerleşmekteki amacına layık olamayacaktı. Oysa bu korku
güçlüydü ve lüzumsuz irdelemeler yüzünden bir türlü bu yazıya
başlayamama korkusu, hayır bu bir etrafında dolaşma yazısı değil,
dimdirek bazı meseleleri görüşmem gerekiyor sizinle, neyi
anlatıyorum? Anlaşılamama korkusunu.
3. Mezar karanlığından insanlığın en umutlu öykülerine
doğru
Ne kadar güzel bir akşamüstü geçirmekte olduğumu anlatıyorum.
Karşımda adını bilmediğim bazı mor çiçeklerle kaplı bir ağ
rüzgârda sallanıyor ve bir adamın ne kadar mutlu bir adam
olduğunu anlatan bir progressive rock şarkısı da kulaklarımda hafif
hafif dolanıyorsa, kumsala bir fok balığı gelmiş ve jandarma
düdükleri arasında kırk metre boyunca bel hizasını geçmeden
denize doğru uzanan sığlıktaki herkes donunun uzun paçalarını
yukarı çekiştirmek zorunda kalmışsa, çünkü mutedil bir fok
korkusundan muzdariptiler ve üç metrekare yağlıboya, yarım kilo
tiner kokusu, yat verniği, bütün bunlar denizle ilgiliyse, korku,
herhalde bunları kaybetme korkusu, evet güzel şeyleri, mutluluğu
yitirme korkusu bütün sağlıklı akılların haklılığında birleşip
fazlalığını lanetleyecekleri o korku, buradan başlamak istiyorum,
elimizde neler var: akşamüstü, deniz kokusu, zihin açıklığı.
Elimizde böyle büyük bir mutluluk varken acaba nasıl olup da
sizleri bir mezar karanlığına indireceğim? Oraya bizden daha önce
inen milyarlarca kişi oldu, bunu biliyorsunuz. Daha az sayıda
olmakla beraber, geri çıktığı rivayet edilenler de bulunmaktadır.
Mezar, söylemeye gerek yok ki korkunçtur; dar şeyler ve dar yerler
korkusu; tıkanma ve darlanma korkusu; kaşınma ve kaşıtan
böcekler ve mezarda bedenimizi katedecek kurtçuk ve
solucanların korkusu ve karanlık korkusu bizi birden engin, mavi
21
ve yeşil açıklıklardan ve ferahlıklardan alıp karanlık toprağı
düşlemeye itecektir.
Tabii, yerin altına inmek denince, toprağa gömülmekten ziyade,
yerin gizemli derinlerine açılan çatlaklardan, yarıklardan,
mağaralardan, vadilerden ve yerüstündeki su kaynaklarını ve
kuyuları besleyen yeraltı nehirlerinden ilerleyerek aşağıdaki yapılı
çevrelere ve oralara yerleşmiş farklı şahsiyetlerin meclisine
erişmek düşünülmüştür ilk başta. Yerin çatlakları her ne kadar
zeminimizin yekpare güvenini sarsan, hatta onu bir kırıklar atlası
oluşturmak üzere boylu boyunca dağlar ve vadiler ölçeğinde yarıp
parçalayan dehşetli zelzeleleri bize hatırlatsa da, sormak gerekir,
yer yarıldığında, yere boylu boyunca uzanmayı ihmal edip, yerin
yarıldığı yerden dünyanın dibine düşenlerin, ya da böyle büyük
olaylara karışmaksızın, uslu uslu evde oturdukları halde günün
birinde ne tuhaftır ki toprağa törenlerle gömülmek durumunda
kalanların gittiği yer neresidir? Oradan geri dönen olmuş mudur?
Bu çocuksu ama esasında anlamsız soru o kadar karşı konulmaz
bir korkudan kaynaklanır ki, soruya yanıt aramak için gerçekliğe
adeta tecavüz edilerek bir gizemler uzamı oyulup açılır. Bu üzücü
umut kovuğu, insanlığın tarihinde tekrar ve tekrar inatla oyulmuş
ve insanlık aradığı cevaplara müteaddit defalar erişmiştir. Buna
göre gerek İnanna, nam-ı diğer İştar, gerek Dumuzi, nam-ı diğer
Tammuz, gerek onun kız kardeşi Geştinanna ve aşkının peşinden
yerin altına inen âşıklar âşığı talihsiz Orfeus, ki sonuçta "yahu Hades
ve Persefone şimdi neler yapıyorlar acaba" diye meraktan çatladığı
için son bir kez dönüp arkasına bakan ve merak ettiği yeraltı
sakinlerine sonsuza dek kavuşan Örüdise'yi geri getirememiştir ve
"Hades'e eşlik ettiğine göre demek ki Persefone de bir zaman yerin
altına inmiş olmak gerek" derseniz, evet o ve peşinde tarımın ve
bereketin, aklı bir gelip bir giden tanrıçası Demeter, hepsi zaman
22
zaman, ya da dönem dönem, ya da dönüşümlü olarak, o yerin
altından geri gelmeyi başarmışlardır.
Bunların bazıları kalıcı olarak yerüstündeki yaşamlarına
dönmüşlerdir, çünkü daha vadeleri dolmamıştı, bazıları ise
nöbetleşe olarak yerüstüne gelip, kalan vadelerini sevdikleriyle
paylaşma yoluna gitmişlerdir. Ve bir kez bir ölümlünün yerin
altından döndüğü öğrenildiğinde, bu olasılığın adım adım
yayılarak, ilk başlarda geri dönen kutsal kişilikle özdeşleşme
yoluyla, sonra giderek hiç bir inisiasyon aranmaksızın tüm insanları
kapsamasını engellemek mümkün olabilir miydi? Bu hiç adil
olmazdı. Ölümsüzlük insanlar arasında paylaşılmalı, en azından
bizden olan herkes bizimle aynı şartlarda yarışmaya
katılabilmeliydi. Öyle de oldu. İnsanlık yeraltının gizemleriyle
ilgili büyük projesinde, yakaladığı her umut kıvılcımını korumuş,
her yeni buluşu kültürden kültüre hızla yayarak eklemeli bir tavırla
ölümü hafifleten bir inançlar katedrali inşa etmeyi başarmıştı. Bu
büyük bina uygarlık tarihinin en önemli kollektif başarılarından
biri olduğu halde sıklıkla hafife alınmıştı. Oysa sizlerle bu yazı
boyunca danışacağımız gibi, insan olmak fail olmaya eş tutuluyor,
fail olmak ise kaygılarla tarifleniyordu. Bu yüzden de, ucu bucağı
olmayan kaygılar coğrafyasında başımızı sokacak bir sıcak çatının
yerini tespit etmek azami önemde olmuştu hep.
4. Apansız gelenler, alıp götürenler
Uzun uzun yazıyorsun ama hep aynı şeyleri yazıyorsun, hep aynı
şeyleri yazdığın yazışın bile hep aynı, zihnin hep aynı çalışıyor,
kısırlıktan ve yaratıcılığını yitirmekten korksan bunda haklı
olursun ama belki korkaklık korkusu seni engelliyordur. Ne var ki
içi boş yiğitlik de ürkütecektir seni, e ama hayat korkarak
yaşanmaz diyecektin fakat bilip bilmeden yaşanır işte. Sonuçta sen
hayatı yazmayacaktın, konudan tekrar sapmaktan korkacak kişi de
23
sen değilsin yok artık, neyse ki literatürde böyle bir korku yok.
Hayır var: delirme korkusu. Ruh sağlığını hangi gün yitireceksin?
Bir gün apansız gelecekler, akılcağızını alıp gidecekler, konudan
sapmak ne kelime, konuyu hiç yakalayamayacaksın ki bir daha.
Öyle olmasa da o zaman belki paranoyada kaybolacaksın ve o
zaman da konuyu asla kaybedemeyeceksin. O pek önemli ve
tehlikeli konuyu yakaladığın anda ona kilitleneceksin ve tekrar
tekrar o dehşetli konuya dönüp duracaksın.
Gelip akılcağızını götürebileceklerinden şüphelendiğin herkese
karşı önlemler almalısın. Nedensiz ve şiddetli bir korkunun ta
kendisi, korkunun korkusunun ta kendisi, kendi üstüne kapanan
sarmallar çizerek işgâl edecek benliğini. Korkmakta haklı
olabilirsin belki de, çünkü hani geceleri yattığında, ilk defa olmak
üzere çeşitli delirtici düşüncelere nüfuz etmeye başladın. "Bazen
sen uyumadan önce böyle şeyler olur" deyip geçeceksin ama bi
dakka, şimdi mesela, sınırları çok uzakta olan bir uzay varmış onu
anladık, sınırı varsa bile zihnimizde bir görsele karşılık gelmeyecek
kadar büyük ve üstel sayılarla ifade bulan bir mesafe kadar bizden
uzakta olacakmış bu sınır ve bu büyük uzay içinde aslında yerimiz
öylesine, tesadüfî, zar atımı, keyfî.. e o zaman gelip geçici,
kıymetsiz, önemsiz, minik ve öyleyse tekinsiz, tehdit altında,
korumasız olacakmış.
5. Yurdumuz ve ayak bastığımız zemin
Yani belki insanın ebatlarına doğru küçültülmüş bir mekânın
güvenliği ve gönenci içinde, yani aslında tek avuntumuz,
kendimize göre ölçeklenmiş ve anlamlandırılabilir durumdaki o
kurtarıcı mekânın içinde.. ama bir bakıyoruz ki birden onun içinde
kapalı kalmak korkusu hatırımıza geldiğinde –ki bir keresinde
uyanmış nefes alamaz gibi hissedip hava almak istemiş yorganı
24
üzerimizden atamayınca uykunun inandırıcı havası yüzünden
dehşete kapılmıştık..
Burada, yerin üstünde, duvarların yanında, göğün altında,
anlamlarla dolu bir yurtta bulunduğumuz, mütefekkirler
tarafından sıklıkla ifade edilmişti. Yurdumuz burasıydı; bu ne
demek? Bu çağrılmadan imdada yetişen vatanperverlik, şu demek
değil miydi: bu dünya bizim yurdumuzu barındırıyor ve burada
güvende ve rahatlık içinde olabiliriz, belki en azından, büyük
ihtimalle... Düşüncemiz ise, öyle deniyor ki, bilimimiz, aklımız
deniyor, kültürümüz, matematiğimiz, önermelere dayanan
mantığımız ve fiziğimiz ve kimyamız, bunların hepsi deniyor,
bunlar vatan tanımazlar, hani yurt mevcut olsa biz de seveceğiz de
diyorlar, yurt falan yok diyorlar, yurt diyorlar, senin zihninde, sen
de aldandın diyorlar, üzülme diye devam ediyorlar, yurdundan
şüphe ettin diye üzülme, çünkü onun da senin zihninde ve belki
bir takım genlerin hedeflerine uygun biçimde pragmatik hedeflerle
kurulmaktan öte sana minnet borcu bulunmadığı için ve zaten
onun bir aldanma kadar bile bilinci olmadığı için, yurt da zaten
sadece bir zihinde kurulup dağılan bir aldanma olduğu için, o
kısmını derdetme, sen şimdi dön de acınası haline bak demişlerdi.
Sonuç olarak, şunu anlamak istiyordum, yer altımdan kayıp
gidecek miydi? Hayır diyorlardı, eğer depremde yere boylu
boyunca uzanmayı hatırlarsan, onun dışında büyük olasılıkla
ömrühayatında yer altından kayıp gitmeyecekti, sen onun üstünde
kayıp gidebilirdin ama bundan da çok korkacak bir şey olmadığına
göre asıl mesele orada da değildi. Sırf bundan ötürü "melekler ve
cinler keşke karşıma çıksalar da şu hain ve acımasız bilime haddini
bildirsek" demek de saçmaydı biraz doğrusu, yine de en azından
meleklerden ve cinlerden ve benzer varsayımsal faillerden
korkmamak için bir bağlam üretebilmiş olacaktık, eğer o konu o
25
kadar yersiz olmasaydı... Dolayısıyla melekler cinler şeytanlar
cüceler büyücüler bunlardan keyifle korkmaya devam edebilirdik.
6. Klostrofobi ve küçük hayat
Peki, evrene dağılmıyorduk, burada duracaktık belli ki ve evrenin
uzak sınırlarına gitmek değil, belki de gidememekti korkulması
gereken. Küçük bir kısmında yaşayacaktık evrenin, güneş
sistemimiz ve gezegenimiz ve galaksimizin hareketlerinin bileşkesi
sayesinde, evrende küçük çizgisel bir zaman-mekân hattını kısaca
tarayıp, göz açıp kapayana kadar eğrimizi çizecek ve
gidiverecektik.
Yok ama bundan korkmamak için de oldukça eskilerde güzel bir
öykü yazılmıştı ve bu öykü de tarihin bir yerinde bir kere ortaya
çıkmayagörsün hemen insanların zihnine kazınan meme'lerden biri
olduğunu kanıtlamıştı. O yüzden hiç difüzyonist olmaya da gerek
yok, belli ki tarihin farklı yerlerinde, gezegenin kat ettiği farklı
evren bölgelerinde tekrar tekrar icat edilmişti bu anlatı,
kültürlerimize farklı noktalardan sızmıştı ve biz o öyküyü
biliyorduk: Sen ölünce kurtlar seni yiyince ondan sonra sen illa ki,
ister ruhun, ister kanın, ister ben'in, ister etin, ister proteinin, ister
karbon atomların, bir şekilde başka sistemler ve en önemlisi de
başka organizmalar içinde yeniden işe koşulacağın için, yani peki
bu nasıl bir teselli olabiliyordu?
Bedenimin parçalanması korkuların en büyüğüyken ve mesela
kafamın bedenimden ayrılması en dehşet verici düşünce olmuşken
ve bedenimin öldükten sonra bile olsa yakılması her niyeyse beni
bu kadar korkutuyorken, tam olarak aynı anlama gelen bir
dağılma, parçalanma ve her yana saçılma anlatısı bize nasıl teselli
oluyordu? Tam olarak aynı şekilde, farklı farklı hayvan ve
insanların içinde yeniden yer almak ama benliğini yitirmek ne
26
anlamda farklı bir hayvan ve insanda yeniden uyanmak
olabiliyordu? Orda yeniden uyanan şey senin gerçek benliğindi
ama uyandığında orda benliğin olmuyordu, gel de açıkla. Aynı
şekilde, bir adet hücrenden başka hiç bir sürekliliğin olmadığı
halde bir adet çocuk nasıl seni sürdürüyordu? Tabii ki genler, bunu
biliyorum ama düşündüğünüzde, sürekliliği gerçekleştiren, bir adet
hücrenizde taşınan bir miktar kromozom, sitoplazma, bir kaç
endoplazmik retikulum, golgi aygıtı, hücrenin yabancısı mitokondri,
hücre çekirdeğinin zarı, bir miktar protein ve aminoasit anlatabiliyor
muyum, bunlar o kadar önemli idiyse şimdi elimin üzerini
kazıdığımda bunun belki bir kaç yüz katını evrene geri salmıyor
muydum? Bunlar önemli değildi de genlerde taşınan maddesiz kod
önemli idiyse bu maddesiz kodun kurduğu süreklilik nasıl benim
malım oluyordu, hangi insan algısına, hangi süreklilik anlayışına
sığardı bu?
Hiç kuşku yok, bu insan tuhaftı. En saçma şeylerden korkuyor, en
saçma şeylerle de avuntu buluyordu. Hani tümüyle olmasa da ve
kendi açısından belli ki bir bildiği olsa da, aslında büyük ölçüde de
aldanarak yapıyordu ne yapıyorduysa. Yani yaşamak için sürekli
aldanması ve bu aldanmalardan bir anlam dünyası inşa etmesi
gerekiyordu. Hayır haklı da olabilirdi aldanmalarında ama
aldanmaları, yani anlam dünyası, sonuçta sadece onun zihnindeydi
işte. Evet evrenin belki de bir sınırı vardı gerçekten, kim bilir, ama
evrenin sınırı da zihnimin içindeydi her şeye rağmen; gerçekten
varolsa da olmasa da.. Şimdi gel de acımasız indirgemeciliğinde
bilime hak verme.
7. Difüzyon ve agorafobi
Evrenin uzanımıyla kıyaslanmayacak kadar sınırlı bir konuma
hapsedilip bırakılmış olma hissinden bahsediyorduk ve bu da
herhalde bir iki hafta önce geldi ilk. Bu zamanlarda işte,
27
hayatımda ilk defa, o yurtsever düşünürlerin bahsedip durduğu
sıla hasretini hissedip ürküyordum. Zihnimden uzaklaştırmak
durumunda olduğum bu düşüncelerden biri dağılmak ve kendin
kalamamak idiyse –ki bu, sürekli-ölüm anlamına geliyordu ve bir
takım felsefeciler de bunun üzerine uzun uzun yazmışlardı ve "e
peki öyle de olsa, bu önemli midir?" diye soruyorlardı bir de abuk
abuk.
Esasında yanılsamanın gücünden ötürü bunu asla
algılayamadığımız, buna yönelik bir hissimizin olamayacağı iddia
edilse de, bir keresinde dağıldığımı hissettim. Ben-oluşum sanki
güvencesini yitirdi, bu da her şeyimin kaybolmasıyla eş anlamlı
olurdu. Daha doğrusu her şeyim yerinde kalırdı, bir şey
değişmezdi ama onlara sahip çıkacak bir ben olmayacaktım. Buna
müsaade edilemezdi ama belli ki çare de yoktu. Bunun beni
deliliklerin en tatlısına götürebilecek kapı olduğunu hemen
anladım. Bir tarafta ucu bucağı olmayan, karşıdaki tepelerden de
ötesindeden de ötesindeki buluttan da ötesindenin de ötesindeki
ayın da ötesindenin de ötesindeki güneş sistemimizdeki dokuz
gezegen, bir güneş, bir seri asteroid ve yalnız başına soğuk ve
küçük Plüton'un da ötesinde, bize karanlık gecelerde bir yıldız
şelalesi gibi görünen galaksimiz Samanyolu'nun da ötesinde, en
yakın diğer galaksinin de ötesinde, evrenin bir genişleyip bir
daralan sınırlarının da ötesinde...
Karanlık madde izin verir de, organizmalarımızı oluşturmak için
gerekli olan tüm biçimlenmelerin, çarşaf gibi yayılıp düzleşmiş
rüzgârsız deniz gibi düzleşeceğinin varsayıldığı soğuk bir
hareketsizliğe doğru ilerlenirse ve hareketler ve şekillenmeler ve
dalgalanmalar ortadan kalkarsa, geriye fark ve geriye herhangi bir
şey kalmıyordu. Çok boyutlu ama ayrımsız bir yüzeyden ibaret bir
boşluk kalıyordu. O zaman işte ona evrene dağılmak deniyordu,
hani dağılmak değil de yayılmak dense daha doğru olurdu belki
28
ama kaç boyutlu olduğunu bilemediğimiz evrenimizde algımızda
yeri olan metaforları algımızda yeri olan olaylarla birebir
eşleştirmeyi bırakmamak daha iyi olabilirdi, o zaman dağılmaktan
bizi koruyan o kendi ölçeğimizdeki sınırlı mekân neresiydi?
O mekân muhtemelen bu güzel akşamüstünde ufuktaki bulutlara
kadar açılan peyzajdı. Birazdan gökyüzlerini bitişik adalardan
oluşan bir haritaya bölecek olan takımyıldızlara açılan bir gece
olacaktı. Ve sonra, yatağımızın etrafını beyaz duvarlarıyla
sınırlayan aydınlık bir oda olabileceği gibi, mekânı daraltmak için
ışığın başucumuza kadar çekilip kısılmış olduğu, sadece tabut
ebadında bir alanı aydınlatılmış, tam da bedenimize ve onun
hareketlerine göre ergonomik bir duyarlılıkla inşa edilmiş, özetle
evrene dağılmayan bir odanın içindeki bir aydınlık alan olabileceği
gibi, içinde uyanıvereceğimiz, toprağa gömülmüş bir tabut, ya da
içinde kilitli kaldığımız bir buzdolabı, ya da bir morg çekmecesi de
olabilirdi.
8. Evren korkunçtu da okurlar korku vermiyor muydu?
Madem o zaman zihinsel ellerimizi kavuşturalım, meydanın
birindeyiz, bir güruh, sloganlar, nümayiş, başörtülü kızlar ve
kırmızı bayraklı erkekler, birazdan bir olay çıkacak, hayır oradan
uzaklaş, olaydan uzak durmaya çalışıyoruz, ailemiz var, üç
çocuğumuz var, hayır orada kalman lazım, bencillik etmemen
lazım, diğer herkes ve beş çocuğunun, yedi ailenin, onüç vatanının
geleceği için cesur olman lazım. Sorumluluklarının arkasına
saklanarak korkaklığını gizleme çabası da önemli kaygılarımız
arasındaydı. Tekrar tekrar ortaya çıkar, korkaklığımızı mazur
gösterirdi. Korkaklıktan korkuyorduk bu doğru, güzel de
durmayacaktı üzerimizde. Her ne kadar babalarımız erkekliğin
onda dokuzunu bize yerli yerince öğretti idiyse de görüntüde
cesur durmamız gerektiğini de hep daha bir önemle
29
vurgulamışlardı. Bunun pratikte faydaları da bulunuyordu ama
bunlar uğraşacağımız konulara kıyasla minör hususlardı. Önemsiz
konulara dağılıp okurumu kaybetmeyecektiysem de o anda minör
olsa da sık yaşanan otosansür korkusu devreye girmişti. Önemsiz
konulardan uzun uzun bahsetmek fenaydı tabii ve öbür tarafta,
çok önemli konulardan gayet özlü biçimde bahsederken cümleleri
uzatmak onları anlaşılmazlaştırabilir ve okurları gereksiz yere
yorarak onları iteleyebilirdi, korkunun kaygının bini bir paraydı.
Sonuçta, eğer otosansürü doğru uygulayamazsak, önemli bir hususu
kâğıda dökemeyebilir ya da öbür bir yöne gidip de gereksiz yere
kendimizi yaralı bir topuktan açık edebilirdik –ki bu çekişme,
bilindiği gibi edebiyatın en temel şekillendiricileri arasındaydı ve
evet kullanılacak kelimeleri özenle seçerken içimizde aportta
bekleyen ve aport gibi kelimeler belirdiğinde bizi uyaran, "bu
kelime burada iyi durmayacak yeri değil bu metne yakışmaz"
türünden uyarılarla kendini belli eden kaygılar da mevcuttu. Ve
bu kaygıların hepsi diğerlerine nasıl yaklaşacağımızla alakalıydı.
9. Korkuların fiziği ve astrolojisi
Korkuların büyük olanları, derin olanları ve yaşam topoğrafyasına
yoğun dağılanları vardı. Hepsinin yeri ayrıydı. Fakat her korkunun
karşısında, her yöne çekiştiren başka korkular yer alıyordu.
Bunların bir bileşke kuvveti oluşabilseydi, korkuların vektörel bir
toplaması yapılabilseydi, sonuçta fail toplam korkunun aksi yöne
doğru kararlı biçimde akıp gidebilecekti. Oysa hiç de öyle
olmuyor korkudan korkuya kafamız karışmış, şaşkın ve kararsız
bir beklemeyi, kaçmak yerine durup anlamaya çalışmayı tercih
etmek durumunda kalıyorduk.
Demişlerdi ki, insanlar ölür ama bazıları bir kere ölür bazıları
sürekli ölür, ölüp ölüp dirilir. Bunu diyenler haksızdılar, çünkü
30
bazıları değil ama hepsi, hepsi ölüp ölüp diriliyordu. Korkulardan
kaygılardan sıyrılabilen bir tanesi de yoktu ki bu insanların. Haksız
çıkmaktan ya da itirazlara mahal vermekten çekiniyorum diyelim,
ya da basitçe sakınımlı davranmayı kesip bu sefer kendimi
zorlayarak da olsa düzünden yersiz bir metaforik haritalama
gerçekleştireceğim. Madem yönü olan güçlere dayanan ve
sonuçları bir kaç parametreden oluşacak şekilde ortalamalara ve
toplamlara indirgeyen fiziksel metaforumuz işlemiyordu, biz de
meselenin karmaşıklığına daha iyi yaklaşan astrolojik bir metafora
geçmeyi deneyebilirdik.
Gök cisimlerinin gece göğünde yükseliş, alçalış ve ilerleyişleri
sınırlı sayıda elementten türeyen kombinatoryal bir çeşitlenmeyi
mümkün kılıyordu. Andığımız tüm kaygıların Zodyak'a yerleşen
gezegenlere, mesela Güneş ve Ay'a, gevşekçene iliştirilebileceğini
varsayalım. Burada mesela 'tek bacağı olmayan bir kedinin
otomobil karşısındaki korkusu' bizim Güneş'imiz olsun. Bunu
hepimiz iyi kötü biliriz ve isterseniz, aynı şekilde kanımızı
donduran ama daha uzun erimli sebeplerden türeyen korkular da
Ay'ımız olsunlar. Bunlar üç aşağı beş yukarı aynı günün farklı
saatlerinde ve farklı yörüngelerde ve tahmin edilmesi güç ilişkiler
içinde, bağımsız olarak ama yine de aynı kuşakta ortaya çıkıp
kaybolurlar. Gözler göğe kaldırılıp failin zihnine yıldız haritasının
ardından bakıldığında, hâlâ, eş değer iki kaygı arasında kalakalmış
bir fail hayal edebilir miydik? Dedik ya, kaygının, korkunun,
beklentinin, derdin bini bir paraydı; gökteki yıldızlar kadar çok ve
çeşitli... Ve ruhumuz da en az gök atlasları kadar karışık...
10. Rejimlerin ve piyasaların öcüleri
Bu güzel akşamüstünü elimizden alabilecek şeylere bakalım
istiyorum: bardağıma doluveren rakıyı elimden alabilecek gericiler,
üzerine türediğim balkonumu yıkabilecek korumacılar, önümdeki
31
ormanı kesiverecek yatırımcılar ve insan doğasının derinlerinden
gelen eğilimleri dünyanın sunduğu olanaklar ve işleyişlerle
ortaklaştırıp güce, kadına ve çocuğa adanan erkekler ve bunların
aynısını bir parça farklı taktiklerle uygulamak derdindeki kadınlar,
zira dedik ya dünyanın sunduğu olanaklarla derinlerde yatıp faili
yönlendirmek için baskı uygulayan arzuların, zorlamaların ve
kısmen bunların sonucu, kısmen bunların işleyişi, kısmen bunların
rakibi, kısmen bunların ta kendisi olan kaygıların bir ortaklığı
gerekiyordu. Tüm bunlarla birlikte esasında kendi kendine
güzelcene işlediği anlaşılan birikime dayalı ekonominin sıkıntılı
dönemleri ve birden uyanıp beni üst orta sınıf ayrıcalıklarımdan
edebilecek olan devrimin demir yumruğu işçiler. Ondan sonra
diğer fakirler ve köylüler, bir ekonomik kriz ve hassas piyasalar...
Bunlardan daha iyi bildiğimiz, hali vakti yerinde insanların
evlatlarını tanımlayan bir kendini gerçekleştirememe korkusu...
Hadi yoksulun yarın korkusu günbegün yenileniyor ve
yatıştırılıyordu, bugün de aç kalmamıştık ya da bugün aç kalmıştık,
sonuçta bugün geçmişti, e ama bu kendini gerçekleştirme işi öyle
havada, öyle yüzergezer, öyle tanınmamış, daha gerçek korkuların
yanında öyle bir şımarıklık idi ki, zaten aklı başında yöneticiler
sürekli artan bu tarz köpük kademesi kaygıları baskılamaya
yarayacak ele gelir bir korku envanterini kenara koymayı akıl
etmeliydi.
Devlet eliyle üretilip tedavüle yeri geldikçe sürülen komplolar ve
bunların inanılırlıklarını artıran operasyonlar bu türden bir
toplumsal işleve sahipti belki ve bizimki gibi dengesiz toplumları
hep teyakkuzda olan bir ordu-millet düzeninde tutmayı
hedefliyorlardı ve bu kısmen de işe yarıyordu doğrusu. Demek ki
korkular her ne kadar fail düzeyinde işleseler de fail sadece kendi
düzeyinden beslenmiyor, toplumun tümüne yayılmış korku, kaygı
ve anlam alanlarının içinde yüzüyor, kuvvetli çekim alanlarına
32
yaklaştığında korku düzeyi artıyor, bazı korkularla kendi
özelliklerine göre daha şiddetli biçimde rezonansa giriyor ve aynı
anda pek çok toplumsal alanın manyetik etkisinde yaşıyor,
bunların ürettiği denge bulmaz karmaşayı ruhundaki sabitlerle
dengelemek durumunda kalıyordu.
Komplodan da korkmamak, onla barışmak, onlan eğlenmek
mümkündü. Sonuçta bu derin-politikaydı ve meşru görülüyordu.
Mesajlar derimize çarpmaya ve bedenimizin içinden geçmeye ara
vermeyen elektromanyetik dalgalar yoluyla, bir takım yayın
kulelerinden topluma dalga dalga iletilmeye devam edecekti. Ülke
serbest piyasa ekonomisi ve temsili demokrasi çizgisinde
yenileşmeci bakışını korumalıydı, bunun için zaman zaman o,
zaman zaman bu feda edilecekti çünkü bazılarının bakışıyla, hep
beraber ürettiğimiz bu toplum da kendine göre bir tür faildi.
İnsan gibi bir fail değildi ama bir tür fail olarak görülüyordu. Bir
organizma değildi, bu tip metaforlar konuyu anlamamızı
güçleştiriyordu, adı üstünde bir ülkeydi bu. Yatmadan önce bize
şunu anlatıyordu toprak ana ve devlet baba: rejimin korunması
hepimizin yararınaydı, yoksa istikrarsızlık ve belirsizlik hayattan
beklentilerimizin altını oyacak ve kimi kaygılarımızı haklı çıkarır
ve şiddetlendirirken onlara pek çok yenilerini ekleyecek ve
korkularımız somutlaşacaktı; en kötüsü buydu.
Her gece yatmadan önce çaresizliğimizi yutuyorduk. Ekonominin
hassas makro dengelerinden kaynaklanan sistemik bir çaresizlikti
bu. Çünkü o dengeler gözetilmezse bu meret işlemiyordu. Çünkü
çok karmaşıktı ve sadece bir kaç tutamağı vardı. İnsanlık onu bu
bir kaç tutamağından tutup bu karmaşık ve her an dağılıp gitmeye
hazır et yığınını dağılmadan ilerletmek ve mutlu etmek
durumunda kalıyordu.
33
Sonra bir birey olarak etkisizliğimizden gelen çaresizliği
yutuyorduk. İnsanlarla ve onların etkili ağlarıyla birlikte hareket
etmezsek şu dünya üzerinde yapabileceğimiz pek de bir şey yoktu,
bunu da hazmetmek zor oluyordu yatmadan önce, çünkü kişisel
geçimimizden de kaygılanıyorduk ve kendimizi sürdürmeye
mahkûm failler olarak doğuşumuzun, kendimizle ilgili kökensel
kaygılarımızın çaresizliğini bir draje yutuyorduk hayretle. Ondan
sonra da damlalıkla dağıtılan geçim olanaklarına muhtaç
oluşumuzu yutuyorduk. Hangi üretim bandının ürünleri insanların
emeklerinden bir değer artırıp o değeri onlardan söküp almayı
başarıyorsa, o bandın üretimi için çalışma şartına bağlanmıştı bu
geçim.
Tüm bu gündelik korkularla beraber, hassas bünyesi ve mide
bulantısıyla eşikte bekleyen ekonomik krizlere karşı korumasız,
serbest piyasa mekanizmalarına muhtaç olduğumuz, uzak doğuda
bir Japon ev hanımının ütüsünü fişten çekmesi yüzünden
havalanan bir kelebeğin kanatlarını çırparak soframdaki lüks
tüketim mallarını korkutup kaçırması tehlikesinin çaresizliğini
yutarken uyuyakalıyorduk. Bazılarına göre gayet haklı olan şu,
yaşam tarzımızın tehdit altında olduğu yolundaki korku,
kapitalizmden önce de komünizm tarafından dürtükleniyordu.
Yaşam tarzımızın haksızlığı, kaynakların adaletsiz dağıtılmış
olmasından kaynaklanıyordu, hatta öyle ki bazıları onu an be an
başkalarından çalmakta olduğumuza inanıyordu ve bu da insanda
sofradaki tatsız domatesi dişlerken bir ince sızı yaratmıyor değildi,
ama sızı onca parayla alınan lüks domatesin fakirin ucuz
pazarındaki domatesten aslında daha tatsız olduğunu bilmekten
de kaynaklanıyor olabilirdi. Para değil, çok para değil, aşırı
miktarda para idi fakirin eriştiği lezzetten daha fazlasına eriştiren.
Zenginlik buydu ve o çok az kişide vardı. O kadar aşırı miktarda
parası olan efendi de elbette bir gün kölesi tarafından öldürüleceği
ya da köleleştirileceği yolunda bir korku taşıyacaktı. O bir beydi ve
34
öyküleri anlatılıyordu ve o gururlu ve mutluydu. Sonra elindekileri
kaybetti, bunlar yaşanmış felaketlerdir. Elde varsa korkulur.
11. Bağımsızlık ve bağımlılık
Birileri hep el altından bir şeyler karıştırıyor ve hayatımızın ana
hatlarını başkaları yönlendiriyorken, özgür olamama korkusu
kaçınılmaz oluyordu: kullanılma korkusu, ajanlaştırılma korkusu,
dış mihrakların oyuncağı olma korkusu... Bir gün hepimiz 15
dakikalığına andıçlanacak, 10 dakikalığına devlet düşmanı olarak
manşet süsleyecek ve 5 dakikalığına itibarımız iade edilerek
kahramanlaştırılacaktık. Fail kendini yönlendiremiyordu. O,
alanların tutsağı idi. Hayır sadece korkularının tutsağı olsa yine de
kendini anlamlı bir yaşam içinde bir fail olarak görebilecekti;
korkularım, kaygılarım ve ben, fail olmak zaten buydu. Peki ama
bu fail kimdi? Bu fail nasıl bir adamdı yahu? Bu dağınıklık, bu
çoğulluk, bu çoklu, nasıl bir adam olabiliyordu? Tüm bir kültür
dünyasına enlemesine yayılmış ve en alt katmanlarında böceklerle
ve salyangozlarla karşılaştığımız bu zihin, nasıl oluyor da bir adam
oluyordu?
Her zaman bir korku gerekiyordu, kurumların güven sağlayıcı
işlevinin hissedilebilmesi için.. Çünkü anlamak yetmiyordu,
korkular hissettiğimizde bize güven veren kurumlar arıyorduk ve
karşımızda buluyorduk da onları. Kurumlar bizim için yeri
geldiğinde yumuşak bir anne kucağı, yeri geldiğinde demirden bir
baba göğsü oluyordu ve önümüze çıkan şu korkunç felaketleri
uzaklaştırıyordu. Bu yolda kazanılan güven ise geriye içimizde
titreşen bir konformizm tortusu bırakıyordu. Vallahi bıraktım,
tasfiyecilik korkusunu da bıraktım, hepsine eyvallah, seninle
müttefikim ben, zira sadece iki kutup kaldı, bir sen bir de
düşmanlar. Şimdi çok korkuyorum provoke edilmekten. Bi ara
bana uğrasana, çünkü bu aralar milli birlik ve beraberliği sarsacak
35
işler yapacağım diye korkuyorum, her yanım plan içinde. Bugün
muhalefet günü değil, birlik günü, vatanın ana kucağında
birleşeceğiz. Ey düşman! Çek kuklalarını korkuyorum, çok güncel,
oh hayır değil, güncel şeyler yazmaktan çekinmeyi bırakmalıyım
ama değil zaten, yüzyılımıza yayılmış bir yönetim teknolojisi idi
bu. Düşmanlarını ve kendi tarafını belleyip düşmanlarıyla
savaşmayı ve kendi tarafınla dayanışmayı buyuran güçlü bir miniinsan ile işbirliği yapıyordu.
Birleş, savaş ve daha da güçlenirsen fetihlere giriş. Dil temeli
üzerinden, din temeli üzerinden, komşuluk temeli üzerinden
birleş. Olmadı mı? Mezhep üzerinden birleş. Olmadı mı? İçindeki
hainleri avla, hainlere karşı birleş. Söylemeye gerek yok, sözü
geçen insancık'ın gücü korkularımızla işbirliği yapabilmesinden
geliyordu. Sen bana göster yanlışımı, doğruyu sen bilirsin. Beni,
anamı-babamı, kardeşlerimi, milletimi ve bütün inananları
yönlendir, beni ellerine al ve doğru yola yönlendir. O esnada elin
hazır değmişken beni cinsel sapkınlıktan ve sevmediğin diğer
davranışlara sapmaktan da koru. Senin geleneklerin bana bütüncül
bir çözüm sunuyordu hayatta, bir tarafı eksilse diğer tarafları krize
giriyordu, beni krizden koru. Devraldığım tüm ananeyi sistemik
bütünlüğü içinde korut ve uygulat bana ya rabbim, korkuyorum
modern hayattan.. yaşam teknolojim çaresiz kalıyor karşısında da
ondan. Bildiğim hayatlar işlemiyor, geleneklerden uzaklaşmayayım
diyorum, gelenekler iyiydi diyorum, kimliğime yabancılaşmaktan
korkuyorum, korkuların en irrasyoneli ile.
Ama sonra ufuktan başka bir gezegen yükselmeye başlıyor ve
takımyıldızın manası yeniden değişiyor. Gelenekler tarafından
ezilip arzularına ve olanaklarına kavuşamamanın yoğun sıkıntısı
aydınlatıyor bu gezegeni. Harika, yani korkutucu sonu alt etmemiz
harika. Okuyucular, şimdi el ele tutuşalım, beni dinliyor musunuz?
Evet el ele tutuşalım, ben de okumanın bireysel bir eylem
36
olduğunu ama zihinsel ellerimizle evet çok güzel zihinsel elleriniz
var, sadece onları doğru yerde tutalım, ellerimize hâkim olalım,
evet, taciz korkusu.
El ele tutuştuğumuz anda kardeşliğimizi hissedeceğiz ve bütün
kaygıları bir an için bırakamaz mıyız? Masumiyeti, açıklığı,
samimiyeti ve güveni temsil eden kardeşlik kurgusu içinde el ele
tutuşacağız, eşitlikçi, yuvarlak bir zihinsel masada olacak bu.
Hiyerarşiyi zayıflatın, kuvvetleri ayırın, bacakları birleştirin, masa
altından dizleriniz değmesin, yanlış anlaşılmak istemeyiz, tahrik
olmak da istemeyiz, tahrik olamamak da istemeyiz, tahrik
olduğumuzun anlaşılmasını da istemeyiz, ayıpların bir biliminin
son derece bağlamsal işleyeceğini not etmediğimiz sürece bu
karmaşayı anlamak mümkün olmaz, hepsi aynı anda, her yerde,
aynı şekilde gerçekleşmiyordu ama uygunsuzlukların karmaşık bir
coğrafyaya uygun biçimde mevkîlenen bir haritasını
çizegeliyorduk, doğrusu.
12. Uzmanlar uyarıyor
Bir mezarda uyanmayacağımı garanti eden neydi bunu
bilmiyordum. Bu güveni nereden alıyordum? Oysa yer o kadar
tekin değildi. Tatlı tatlı sallanıyordu sanki her an. Yerler mi
sallanıyordu, ben mi sallanıyordum, yoksa hiç bir yer
sallanmıyordu da zihnim mi sallandırıyordu? Önce zihnimin
sağlam olması gerekiyordu ama zihnim yerlerden daha çürüktü,
orası kesin. Canlı canlı yerin dibine giriyoruz şimdi, selametle,
baretini tak tanrıça kardeş, ama fenerini alma, yeraltının
dehşetinden bahsedeceğiz ve belki korku korkusundan muzdarip
biri için rahatlatıcı da olabilirdi, yeraltının karanlığı.
Zifiri karanlığı görmekten söz edilebilir mi? Çaresizce ışık
bekleyen retinamıza çarpan tek bir foton yok. Az sonra seni tatmaya
37
başlayacak olan karıncaların parlak zırhından yansıyacak tek bir
foton yok. Veri azlığından işlevsiz kalmış görsel korteksimiz silik
hayalleri servise sokuyor. Tahta bir kutuda uyandığımızdan
hareketle, toprağın ıslaklığını hissetmiyor olmalıyız. Her nedense,
bu tahta kutunun bir tabut olarak adlandırılması bazı failleri daha
çok ürkütebilmiştir. Sonuçta tahta bir kutunun içinde toprağın
altındayız ve toprağın ıslaklığını olmasa da nemli ve ılık kokusunu
içimize çekiyoruz. Bu havanın sınırlı olduğunu ve kendi
nefesimizle kendimizi zehirlemekte olduğumuzu biliyoruz: canlı
canlı gömülme korkusu.
Bir sabah kalktığımızda tabuttayız, bu çok da olası değil ve bunun
çok olası olmaması önemlidir, ne de olsa saçma korkularımızı
zihnimizden uzak tutmak için onların olasılıklarını kullanabiliriz.
Fakat zihnin içindeki küçük insanlar çoklukla zihnin sözcüsüyle
aynı fikirde değillerdir ve olasılığı düşük korkularımızın bizi
hâkimiyetleri altına alması bizi sıklıkla şaşırtır. Zihnin içindeki
küçük insanları gömüldükleri, kapatıldıkları, bağlandıkları,
gizlendikleri dolaplardan, odalardan, raflardan, kutulardan teker
teker çıkarmak, açığa salmak için ruh hekimlerine koşabiliriz o
zaman. Ne kadar akıllıcadır bu bilinmez, çünkü korku korkusu,
belki canlı canlı gömülme korkusundan daha makuldür.
Canlı gömülmenin bir diğer yolu olan depremden de
bahsedeceğiz, çünkü bu korku, bildiğiniz gibi, gayet makuldür.
Büyük bir gürültü kopmuştu diyorlar, ev titremekle kalmıyor
sallanıyordu diyorlar, sadece ev değil evin içindeki her şey
sallanıyordu diyorlar, ben de yatakla birlikte sallanmakla kalmıyor
yukarı aşağı gidiyordum, adeta tavana çarpacaktım diyorlar, evet
aşağı yukarı sallanıyordum, her seferinde tavana biraz daha
yaklaşıyordum sanki diye anlatıyorlar. Ardından betonun tozu ve
çakılları ve ev eşyalarının artıkları arasına sıkıştığımızda adı tabut
olsun olmasın bizi ezilmekten koruyan ve bize bir parça nefes
38
aralığı açan bir ahşap mobilya parçasına ne kadar da minnettar
olurduk. Belki bir gün lazım olur diye evde bir tabut tutuyorduk?
Belki ölmeyi öyle kafamıza takmıştık ki ev eşyalarımız arasında bir
tabut vardı ve şimdi o tabut yanı başımızda bize bir hayat alanı
açıyordu? O anda içinde olmayı tercih ederdik bu kesin.
Gümbürtünün ardından sadece toz dolu ciğerlerimizin hırıltısını
duyuyoruz. Ve bünyesinde kalan tüm boşluklara sakin sakin
oturmaya devam eden bina bedeninin kesilmeyen çatırtılarını...
Her nefeste ciğerlerime toz daha fazla doluyor, her çatırtıyla
üzerimdeki bir ton ağırlık daha da artıyordu. O tonlarca ağırlık
üzerime parça parça yığılırken her bir parçanın bedenime,
kemiklerime ve kafatasıma çarpışını algılardım ve minik parçalar
da gözlerime, tenime, burnuma, ağzıma erişip tenimi ve
mukozamı dağlarlardı. Düşünecek kadar kendime geldiğimde diri
diri gömüldüğümü ve orada ölümlerin en kötüsünü tecrübe
edeceğimi anlardım.
Ama ölmedin değil mi? Umut var demek ki! İçi ezen çaresizliği
dağıtmak için her aldanmaya varız. Çünkü bu sıra dışı bir
durumdu, evet gerçekçi bir senaryoydu ama bu satırların yazarı
dahi o anı aslında tecrübe etmemişti ve tuhaf biçimde bunu
öğrenmek bile rahatlatıcıydı. Ama şu rahatlatıcı değildi, o anı
yaşayanların çoğu ölümlerin en sıkıntılısını ölmek üzere günlerce
çaresizlik içinde beklemişlerdi. Çünkü kendilerini öldüremiyorlardı
da. Büyük bir hamam taşında dünyanın en havasız ve tozlu
banyosunu yaparcasına, üzerlerindeki amansız ağırlık altında
sıkışmışlardı.
13. Mutlak yalnızlık
Demek istiyorum ki, yine bir gün öylesine yaşar giderken birden
ortalık karardı ve sesleri de kapattılar. Yani belki bir mezara
39
girdiniz? Ama zihniniz sizlen birlikte!? Diyorum ki, biraz da şu
umutlarımıza eğilelim, bize bir miktar mut gerek. Bir parça umut,
o içi ezen karanlık çaresizlikten kafamızı kaldırıp nefes almamızı
sağlamalı. Karanlıkta uyandınız ve zihniniz sizinle, hatta sizsiniz
bu, demek ki hâlâ varsınız. Ama burada yalnızsınız. Öyle
anlaşılıyor ki yalnızsınız.
Diyelim ki karanlıkta değil aydınlıktasınız. Pür bir aydınlık
tarafından kuşatılmış durumdasınız ve zihinsel gözleriniz boş yere
tutunacak ve anlamlandıracak tek bir çizgiyi var olmayan
derinliklerde arıyor. Saf beyazda yani hiçtesiniz ve başka hiç bir
beden zihninize görünmediği gibi hiç bir zihin de zihninize
varlığını hissettirmiyor. İzlenmiyorsunuz hayır, izleniyormuş gibi
bir his var içinizde, yerin kulağı, boşluğun gözleri var gibi.
Kendinizi sakınmak istiyorsunuz ama buradan bir avuntu
çıkaramıyorsunuz, sırf sizin öyle kaygılarınız var diye solipsizmden
kurtulamıyorsunuz; kimse yok. Solipsizm bir kaygı adı olmamakla
beraber hep kaygılanılacak bir duruma işaret ettiği ve hep
reddedilecek bir tutum olduğu hissedilmiştir içten içe, bu işte bir
yanlışlık vardır, insan hep diğerleriyle beraber olmalıdır; bir
dünyada ve ötekilerle beraber.
Aslında insanın kaygıları bu ihtiyacın delilidir. Koşullara yönelik
aşkınsal bir akıl yürütme de, evrimsel bir açıklama da, idealizm de,
realizm de kaygılarımızın önemli bölümünü ötekilerin ve dünyanın
varlığına delil olarak sunabilir. Öyle olmasa kaygılarımız
saçmalaşmayacak mıdır? Öyle olmasa neden birey olarak
kendimizi diğerlerinin yarattığı tehditlerden sakınmak durumunda
hissedelim? Neden içimizde ötekilerin bakışından mürekkep bir
cehennem taşıyalım ve ötekileri bu kadar özleyelim değil mi
efendim? Nasıl olsun da, mesela, toplumun ortak kültürel alanları
zihnimizle rezonansa girsin ve onu işletsinler? Evrende tek başına
40
olma kurgusu, insanın zihinsel yaşantısını saçma göstermek
konusunda rakipsiz bir başarıya sahiptir.
İnsan ve kendisi, bu saçmaydı elbet. Tamam, evet ben ve kendim
vardık ama diğerleri de bulunmalıydı. Ama gözlerimi açtığımda
salt bedensiz bir zihin olarak saf beyazda bulunuyordum ve
benden ve kendimden başka kimse yoktu. Ve zihnimin akışı
dışında hiç bir değişim de yoktu. Sonsuz bir tanımsızlığa
uyanmıştık ve yalnızlık korkusu yetmezmiş gibi sonsuzluk
korkusunun da pençesine düşmemiz an meselesiydi. Gerçi anların
anlamı da kalmıyordu bu aralıksız akışta. Zihnimizdeki bir şarkıyı,
hatırlayabildiğimiz kadarıyla, zihnimizde evirip çevirebilirdik ama
zamanla anılarımız silikleşiyor ve anlamsızlaşıyordu, şarkıyı var
olmayan ağzımızla söyleyip zihinsel kulaklarımızla
dinleyemiyorduk, ancak onun silik bir kopyasını hatırımıza getirip
zihinsel kulaklarımızla duymakla yetiniyorduk ve şarkı her
söylendiğinde dönüşüyor, tur döndükçe aslından uzaklaşıyor ve
giderek kadim bir melodiye doğru geriliyordu. Ve hayallerimizi
taşımıştık buraya kendimizle, hatırladığımız kadarıyla yani... Ve
belki ilk işimiz hayali arkadaşlar yaratmak olacaktı, delirmekten
korkmanın anlamı kalmamıştı çünkü ve belki yeterince delirmeyi
başarırsak en azından yalnızlığımızı hayali arkadaşlarla
giderebilecektik. Ama kaçış olmayacaktı yine de.
Belki de başımıza bu felaket geldikten sonra hissetmeyecektik
artık korku. Sakince bekleyip sonsuz zaman akışı içinde
zihnimizin tümüyle uyuşup düzleşmesini, tüm ayrımlarını
kaybedip bulanmasını, sınırlarına doğru yayılarak hareketsizleşen
bir evren gibi saçılıp durmasını bekleyecektik, sabırla. Ve korku da
ayrımlarını kaybeden zihnimizi terk edecekti bir zaman sonra. Fail
olmayı kesecektik.
41
Benliğimizi yitirmekten korkacak mıydık? Ne de olsa biz oyduk,
sanki özümüz oydu, ta kendimiz bendi sanki. Ama belki de ben
değil de kendi idik, bunu inkâr etmek mümkün değildi. Biz her ne
kadar kendimizi ben olarak görsek de biliyorduk ki kendimize
katılan tüm sistemler de bizdendi, bizdi, bendi. O yüzden fail
kendini noktasal bir ben olarak görmeye eğilimli olsa da, paradoksal
biçimde aynı kendiyi toplumun en uzak uçlarına kadar yayılmış
halde ve karmaşık bir çoklu olarak buluyordu. Şöyle demek
lazımdı: kendini beni olmuyordu da benini kendisi olduruyordu.
Hatta dünya bununla da yetinmiyor, kendimizi her türlü sistem ve
bu sistemin alanı üzerinden işgâl ederek kendimizle bir pazarlığa
giriyordu. Şimdi yapayalnız kaldığımız beyazda dünya
bulunmadığına göre, benin kaygıları sonuç vermediği ve kendi de
kendisini bulanık bir geleceğe doğru ayrımsızlaşma sürecinde
bulduğuna göre, kaygılarımızın önemi kalmayacaktı. Hatta öyle ki,
kaygılarımız da yavaş yavaş ayrımsızlığa dinecekti, dolayısıyla
kendimizle kaygılanmak mümkün olmayacaktı, geleceğimizle,
yaşamımızla, elde edeceklerimizle ilgili kaygılarımız olamayacaktı.
14. Yaratma korkusu
Sınırsızdan korku bütün diğer korkular ve kaygılar gibi, olsa olsa
şu sınırlı dünyamızda biz fani failler için mevcuttu. Ama o kadar
hızlı ilerlemeyelim, henüz zihnimiz ayrımlarını yitirmedi ve
zihnimiz anılarını sahneye sürüp durmaya devam ediyor.
Kendiliğinden yapıyor bunu, anılarını fantezilerle birleştirip silik
de olsa sahneyi doldurmayı başarıyordu. Ancak gel zaman git
zaman neyin hayal neyin anı olduğunu, hangi anının sahici
hangisinin iyicene bozulmaya uğramış olduğunu tespit etmek
zorlaşmaya başlayacaktı. Hani eğer dünyada olsaydık, takıntılı bir
hafıza güvensizliği yerinde olacaktı. Hafızamızın aldatıcılığı ise hiç
de şaşılacak şey değildi, çünkü zaten hafızanın işi bizi
inandırmaktı, gel gör ki bizi inandırdığı kurguların sahici bir
42
kökene dayanıp dayanmadığını sorgulamak için dayanabileceğimiz
tek hakem de yine hafızaydı ve bazı klinik vakalar, biliniyordu ki
bu hakemlik vasfını yitiriyor ve kendi öykülerini sonsuza kadar
çeşitlendirme şansına erişiyorlardı. İşte yaratıcılık buydu, kendini
an be an yeniden icat etmek.
Ha, o zaman ilginç bir soru ortaya çıkıyordu, bu gerçek yaratıcılar
kendilerini her gün yeniden yaratırken acaba o kadar yaratıcı
olmayan biz diğerlerinden ne kadar farklı bir vazife
yürütüyorlardı? Ekseninden kurtulmuş ve an be an yenilenen bir
anlatı ile ekseni etrafında dönüp duran ve daha yavaş dönüşen bir
anlatı arasında ne türden bir fark vardı? Belki bizim durumumuz
sabuklamanın bir haliydi sadece; bir özel durumu? Belki de bu
durum kendimizi içinde bulduğumuz talihsiz beyaz boşluktaki
zihinsel yaşantımıza has da değildi? Belki hafızamızın bahçesini
karıştırıp, orada sahici kökleriyle ilk-elden bağlantısını koruyan hiç
bir şey bulamayacağımızı, hafızamızın beynin kayıt tesislerine
uygun gelecek şekilde dönüştürülmüş bir kayıt olduğunu, her şeyi,
sahici etkileriyle doğrudan bir bağlantısı olduğu iddia edilebilecek
şimdiki zamana ait doğrudan algımızı bile, esasında kurgulayıp
bizi ona inandırmakta olan bir zihnin yaşanması olduğumuzu
anlıyorduk.
Öyle değil mi ki, sahici olmasa da, baştan başa uydurma olduğu
durumda da zihnimize inanmayı başarıyorduk ve belki bizi
aldatmadığı iddia edilen durumda da aslında zihnin yaptığı iş üç
aşağı beş yukarı aldattığı zamandakiyle aynıydı. Sadece, dünyanın
ona sunduğu çokluyu ve hafızasını tutarlı bir eksen kurgulamak
üzere işlemeyi başarıyordu o kadar. Başka nasıl olabilirdi? Çok
katmanlı bir gerçeklikten durmaksızın veri aktaran böyle karmaşık
bir algı çoklusundan, beni tekilliğine inandıracak türde bir öyküler ve
amaçlar anlatısı üreterek, yani bir insan üreterek, yani alnının
akıyla çıkmak zihnin büyük başarısıydı.
43
15. Paranoyak olduğunuz kadar güzelsiniz de
Ancak tüm zihin yaşantısının bir kurgu oluşu ve en nihayetinde
zihnimizin güvenilirliğinin ölçüsünü kendi zihnimizde bulamıyor
oluşumuz obsesif kompulsif karakterin kapıyı kilitleyip kilitlemediği
üzerine kuşkuda kalma ısrarını bir nebze de olsa anlamlı kılıyordu.
Öyle ya, geçmişi iyi bildiğimize dair bu küstahlığı nereden
edinmiştik? Kendimizi bildiğimize dair bu küstahlığı nereden
edinmiştik? Bene dair bu küstahlığı nereden edinmiştik? Yurdunda
olmanın küstahlığını nereden edinmiştik? Dünyaya hazır
olduğumuza nasıl inanmıştık? Kaygılarımıza nasıl kapılmıştık?
Kendimiz için nasıl kaygılanmıştık? Benin burada olduğuna ve bu
metni okuduğuna nasıl güvenmiştik?
Dünyanın inandırıcı kurgusuna dair yaşantıyı temelinden sorgu
konusu yapan entelektüelin hakir görülmesinin de şaşırtıcı bir yanı
yoktu. Sorgulayan haklıydı ama dünyada ondan daha haksız
görünen kimse olamazdı. Doğruyu aramanın ve belki bulmanın
olsa olsa kısmi bir yararı vardı. Üzerinde yaşadığımız dünyada
olup bitenleri yaşadığımız ölçekte anlamak sevimli genlerimizin
kopyalanarak aktarılması için büyük önem arz edebiliyordu.
Gelgelelim, her doğru da yarayışlı değildi. Aynı şekilde, inanmak
değil, sonuç verecek olana inanıyor olmak ve hızlı ve kararlı
hareket etmek de doğruyu aramaktan daha öncelikli gereklerdi; o
yüzden çoğunlukla haklıydık.
O zaman soruyorduk, yeterince değişerek benliğini kaybetmekten
korkmakta da haklı mıydık? Gerçekten beni bir arada tutan ve ben
kılan anılarım mıydı? Kendi benin zeminiydi orasını anlıyorduk ama
ben kendini sürdürebilir miydi? Belki de Hocaların Hocası öyle
demek istemişti, belki diyordu ki, ben kendinin içinde bir gedik,
tam bir olumsuzlama, dolayısıyla hiçliktir. Belki o zaman felsefe
44
çınarı haklıydı bunu yazarken, çünkü demek istemişti ki, ben olsa
olsa bir olumsuzlamadır, zira başka türlü tekil ve bölünmez
olamaz, onu ancak negatif terimlerle tarif edebiliyorduk, ne
olmadığını anlatabiliyorduk ve ne olduğunu anlatma şansımız
yoktu. Ne olduğunu anlatmaya geçtiğimizde kendiden bahsediyor
oluyorduk. Doğru, ben sürekli kendisinden bahsediyordu: ben
şuyum, ben buyum, ben şunu yaptım, oraya gittim, buradan
döndüm, evet sürekli kendini anlatıyordu ama bu anlatıdaki bene
hiç bir şey katılmıyordu, ben noktasal tarifsizliğini ilelebet
sürdürürken benin tüm edimleri ve oluşları kendinin hanesine
yazılıyordu.
16. Hafızanın, bedenin ve uykunun umacıları
Anılarımızla yoğrularak geleceğe ilerleriz değil mi? Dolayısıyla
anılarımız kendilerini tekrar ederken biz yeni bir zamanın
kuruluşu olmalıyızdır. Anı da anı olarak kalmalıdır. Anı bu süreçte
dönüşebilir ve aslında bu belki o kadar da sıkıntılı değildir. Ne de
olsa kendinle aynı kalması gereken bir ben de yoktur. Negatif bir
anlatı olarak o ne vardır ne yoktur; ne kendinden ayrıdır ne de
kendinle aynı. Bu benin nominalizmidir. Belki radikal bir nominalizme
de ilerlemeyeceğizdir, zira bene atfedilebilecek olgular da, öyle
görünüyor ki mevcutturlar ve ben kelimesinin altını kısmen
doldururlar. Onu gerçekliğin zeminine kısmen oturturlar ve belki
tüm kelimelerimiz de bu türden sistemlere işaret ediyorlardır.
Ancak, beni sahici kılan olgular bazen bir kelime kadar, bazen de
hızla kayıp yok olan bir yaşantı kadar gerçekliğe katılırlar. Sonuçta
dönüşegelen anıların anı olarak kalıp kalmamasından elde
edebileceğimiz ya da kaybedeceğimiz pek de bir şey varmış gibi
görünmez. Anılarımızı kaybetme düşüncesi hoşumuza gitmez, her
ne kadar gün boyu kaydettiğimiz tüm o detaylı yaşantıyı ve
tatsızlıkları, mutsuzlukları, iç sıkıntılarını, üzüntüleri ve daha neler
45
neleri unutmak hayatımızı sürdürmek için en gerekli, en önemli
yeti olmuş olsa da. Evet, kötü bile olsa anıları kaybetme düşüncesi
hoşumuza gitmez ve hafıza kaybından, ya da unutkanlıktan, ya da
bunamaktan korkarız. Ama peki ya anılarımız kendi eksenleri
etrafında, fazla da dönüşmeden turlamaya geçerlerse? Ya
anılarımız eskimeksizin bilincimizde asılı kalmaya başlarlarsa?
Durmadan artan ve biriken anıların tıklım tıklım kapladığı bir
dünyaya sıkışıp ezilmeye başlamışsak?
Yani diyorum ki, hani bir hastalığın ya da bir felaketin nereden ne
zaman geleceği hiç belli değildir ya, aynı bir deprem gibi
bekleseniz de bir türlü gelmeyen bu felaketler sebepsiz görünen
korkularımızı haklı çıkaracak şekilde bir gün siz onu hiç
beklemezken geliverirler. Bir gün kalktım ve koltuk altlarım
şişmişti, ya da bir gün baş ağrısıyla hastaneye gittim ve...
Hastalıklarla ilgili yaygın beklentiler ve korkular haklı çıkıvermiştir
işte. Ve hatta belki de bunların sebebi de bu beklenmedik olma
haliymiştir: nerede ne zaman ortaya çıkacakları belli olmadığı için
sanki...
Oysaki, başka bir bakışla, tam olarak da fenalıkların ne zaman
nerede ortaya çıkacakları belli olmadığı için, onları öngörüp
önleyemeyeceğimiz için dünyanın en saçma korkuları bunlar olsa
gerektir. Ruhumuz ise öyle düşünmez. Ve bir sabah kalkarız ve
sanki bu kalkışı daha önce kalkmış gibiyizdir ve evet sanki bu
kalkışı daha önce kalkışımızı da daha önceden hatırlıyoruzdur ve
afallamış halde güne devam etmek isterken her adımımızı
önceden hatırlıyoruzdur, bu günü daha önce sonsuz kere yaşamış
olmalıyızdır. Kıpırtısız kalacağızdır, zihin kendi geçmişinde sınırlı
bir hızla tur dönmektedir. Ama belki de böylesi acınası bir
duruma düşmediniz ve fakat geçmişten gelen bazı anılar
zihninizde yine de tur dönüyorlar.
46
Evet geçmişteler ama bu istemediğiniz anılar sizi tekrar tekrar
rahatsız etmeye devam ediyorlar, anı korkusu oluşuyor
ruhunuzda, o anıyı size hatırlatabilecek tüm tutamaklardan uzak
durmak istiyorsunuz, çünkü bu durumdan kurtulmak
istiyorsunuz, normal hayatınıza evet normal, ah normal
hayatınıza, hayatınızın alışılageldik akışına ama bu normal, ne
demiştik, bu normal, anılarımız sayesinde ve kendimize göre
düzenlediğimiz kadar kendisine göre de uyum sağladığımız
dünyanın düzenli akışı sayesinde, zihnimizin bizim için kurduğu
inandırıcı bir prodüksiyondu ve aslında zihnimiz bu inandırıcı
anlatıyı apansız kaybediveriyordu, akıl sağlığımız her şeyimizdi ve
pamuk ipliğine bağlıydı.
Hassas bir aygıt bu zihin, kafanızı çarpıyorsunuz, tak kapanıyor.
Bir miktar alkol ile yağları eriyiveriyor, daha ağır maddeler
alıyorsunuz dünyanız baştan başa dönüşüyor ve evet
inanıyorsunuz, ona da inanıyorsunuz, gerçek oluyor ve hatta o
gittiğiniz yeni gerçekten asla dönmemek, diğer insanlara göre bir
bulut gibi, size göre kim bilir ne gibi dolanıp durmaya başlamak
olasılığı da mevcut. Diyorsunuz ki, bu sıradan, bu lalettayin, bu
öylesine, bu normal hayat akışı ne de önemliymiş, bu sarhoşluk
hiç bitmeyecek mi, zihnim hiç alçalmayacak mı? Sılaya
kavuşamamak korkusu baş gösteriyor içinizde.
Yorulduk diyorum, biraz dinlenelim, yarın devam edelim yazmaya
ve okumaya ve ama yatağa gitmek istemiyorsunuz. Bir şey bazı
geceler adımlarımızı sıcak ve karanlık yatağımızdan uzaklaştırıyor,
ıvır zıvır şeylerle uğraşıyoruz, belki sabah kalkamayabileceğimizi
seziyoruz. Ölümümüzü kontrol edemeyecek olmamız ona şahit
olma isteğimizi azaltmıyor. Belki de içten içe aslında o anda
duruma müdahale edebileceğimizi umduğumuz, bu kadar önemli
bir ana uyur halde ve çaresiz yakalanmak istemediğimiz için
ölümcül vakanın bize uykuda uğramasını istemiyoruz; o güzel,
47
dost ve yumuşak uykuya atılmış bir iftira gibi bu, asla farkında
olmadığımız, dolayısıyla da telafi edemediğimiz bir kara çalma.
Fakat, diyorum ki, belki de sevgili uykuyla ilgili sıkıntımız daha
incelikli bir kaygıya dayanıyordur. Öyle değil mi ki, uyku ölüme
fena halde benziyor, benzeyen şeyler özdeşleşiyor, ya da en
azından ilişkileniyor, uykuda da ölüme dair bir şeyler var öyle
değil mi?
17. Uzayın tekinsiz sonsuzluğu içinde dünyamızın macerası
Ölüm bize gece uğramadıysa sabaha uyanacağız diye düşünüyoruz
da, peki kim uyanacak? Hay Allah, ben uyanacağım tabii ve ertesi
gün gece olunca bu sefer yıldızlara dalacağım, uzun uzun
baktıktan, baktıkça derinlerine ilerledikten, ilerledikçe daha da
derinleri olduğunu fark ettikten sonra içime alışılageldik
korkulardan biri daha düşecek, bu heyecansız yaz mevsimini gök
cisimlerinden korkarak bir parça tatlandıracağım. Gök küreyi
adalara bölen yıldızlardan ve gezegenlerden korkacağım, onları
gök kürede görmezsem o zaman yine göğün dipsiz ve şekilsiz
derinliğinden ve sonsuzluğundan korkacağım, ne kadar uzaklar,
ne kadar çoklar, hayır tanrısal birer varlık değiller ve hayatı anlamlı
kılmak yerine önemsizleştiriyorlar. Sırtımdan yapıştığım karanlık
çimenlikte altımda duruyor sandığım yerküre birden beni
yukarıdan boşluğa sallandırmaya başlayacak. Bakışlarımı altımda
sonsuzluğa uzanan evrene diktiğimde evrenden de, sonsuzluktan
da, var olmaktan da, var olmamaktan da korkacağım. Yerin bu
evrenin merkezinde olmasının ne kadar yarayışlı olduğunu
anlayacağım. Yer evrenin merkezinde olmadığında her şeyimi
temellendirdiğim, kök saldığım, anlamlarımın zemini, kaya gibi
sağlam, ilk sulardan yükselip hayatı mümkün kılan toprak parçası,
yaşamın ve ölümün simgesi, uzayın bir kenarında önemsiz bir
zerreye dönüşürken, benim her şeyi bilmeye kadir, evrenin
ilkelerine ve var olan her şeyin özüne göz dikmiş bilgiç aklım bu
48
zerre ile en yakınındaki diğer zerre arasındaki mesafeyi kavramayı
bile başaramıyor olacak.
Bir gün karanlık bir kumsalda sırtüstü yattığımda sayılarının
çokluğunu bile kavramayı başaramadığım yıldızların her birinin ne
kadar uzak olduğunu, oraya asla gidemeyeceğimi, oraya kimsenin
gidemeyeceğini, sürekli oraya gitmekte olduğumuzu ama asla
varamadığımızı, orada ne olduğunu bilmediğimizi, sonra bir gün
cömertçe renklendirilmiş astronomi fotoğraflarındaki bulutları
meydana getirirken bir piksellik alan bile kaplamayan bu
yıldızlardan birinin dünyacığımızı ezici kütlesinin merkezine doğru
helezonlar çizen bir güzergaha zahmetsizce hapsedip bir anda
paramparça edebilecek olduğunu, bilinmezliklerle dolu, yerlerini
bile son ana kadar bilemediğimiz ve en önemsiz bir tanesinin
yörüngesinin hiç beklemediğimiz bir anda evrende çizmekte
olduğumuz eğri ile ve tam da biz oradayken kesişmeye karar
verebileceğini düşüneceğim.
Bilinmezlikler, anlaşılmazlıklar ve bildiğimiz ve bilmediğimiz
tehlikelerle dolu olan bu evrende hayatımızı kolayından işkenceye
çevirebilecek, hatta apansız yok edebilecek olan ve değer
verdiğimiz her şeyi elimizden duygusuzca alabilecek olan bütün
bu şeyler ne kadar akıldışı ve olasılık dışı görünseler de en
gündelik korkularımızdan daha haksız değillerdi.
Olasılıklar, demek istiyorum, evrende gözlemleyemediğimiz bir
karşı madde ya da bilinmeyen bir parçacık akıntısının birden
bütün insanlığı bir kanser dalgasına savurarak içimizden geçip
gitmeyeceğini bize söyleten tek şey bunun sık gerçekleşmemesi ise
bu içimizin rahat olmasını sağlayacak bir güvence değil. Zira, "işte
şimdi her an olabilir" demekle eşdeğerdi bu. Bilmiyorduk,
olasıydı, olmaması için hiçbir sebep yoktu ve olması için pek çok
sebep vardı. Çünkü evrende anlayamadığımız bu kadar çok şey
49
varken ve anlayabildiğimiz fazla da bir şey yokken, bir
kedininkinden daha derinlikli olmayan bir dünyevî kavrayışın ve
bir kedininkinden pek de farkı olmayan bir güvenlik ve tekinsizlik
algısının bizi tüm bu bilinmeyene karşı iyicene donattığını
düşünmek saçmaydı.
18. Sen kocaman bir kedisin biliyor musun
Doğru, kedinin kendine güveni, en az bir insanınki kadar, olup
bitmiş her şeye, canlıların ortaya çıktığı günden beri biriktirilen
tüm bir biyolojik geçmişe ve bu geçmişin düzenlilik ve
sabitlerinden devşirilmiş kadim bir bilgiye dayanıyordu. Ama
memelilerin tüm biyolojik geçmişi ise evrenin tarihine kıyasla
fazlasıyla gençti ve bildiğiniz gibi, bir zamanlar dev sürüngenler de
dünyalarına güveniyor ve sevgili güneşin yumuşak parmakları
altında mutlulukla çayırları arşınlıyorlardı. Hani birden dev bir
yanardağ patlayacak, gökyüzü kararacak, okyanuslarda sinsice
depolanmış bulunan karbonmonoksit gökyüzüne salınacak,
ısındıkça ısınan atmosferimiz zincirleme tepkimeleri harekete
geçirecek, bir güneş patlaması kendisi için küçük dünya için büyük
bir alev diliyle ülkemizi yalayıverecek, ölüverecektik. Bizimle
birlikte, hayatımızı yatırdığımız, kendileriyle hayatı anlamlı
gördüğümüz herkes, kadın, erkek, çocuk, kedi, kanarya, herkes
ölüverecekti.
Dünyada bir milyon kişiden sadece birinde görülen bir hastalık
diğer dokuzyüzdoksandokuzbindokuzyüzdoksandokuz kişide
görülmese de o talihsiz bir kişide görülüyordu işte. Birimiz o
kişiydik. Yani evet sizden ve sevdiklerinizden uzak olsun,
biliyoruz olasılık dereceleri önemlidir ve sağlıklı ruhlar olasılığı
düşük tehlikeleri anımsadıklarında olsa olsa bir anlığına ürperir ve
hayatlarına devam ederler; gerçek kaygılar, gerçekleşme olasılığı
yüksek olan ve hayat öykümüzü kalın hatlarla dokuyagelen dertler
50
ve arzular mevcuttur. Bunlar failimizi ite çeke yaşam yolunda
yürütmeye devam eder.
Gerçekleşme olasılığı yüksek olmayan tehlikeleri gerçekçi kaygılar
düzeyinde yaşayan kişilere birer fobi eşleştirilir. Öyle değil-mi-ki
ardımızda tüm biyolojik yaşamın biriktirdiği ve rafine ettiği bir
bilgi birikimi var, kendimize güvenmemiz de makuldür, akıldışı
korkuları ciddiye almayan kibrimizde.. Tam bu anda içimizdeki
tedbirli harekete geçer ve evrenin bizi sırf bu kibrimiz yüzünden
cezalandırabileceğini zihnimize fısıldar. Akla gelebilecek en saçma
korkudur bu. Gelgelelim, o en makul biz, o en haklı biçimde
kendine güvenen biz, tam da arkamıza aldığımız biyolojik
geçmişimizin içimize yerleştirdiği bu tür tedirginlikleri en makul
korkularımız kadar yerinde korkularmışçasına takip eder dururuz.
Çünkü küçük amaçlarımız ve bunları gerçekleştirmek üzere küçük
planlarımız vardır ve bunlar tam olarak anlayamadığımız
sebeplerle engellenebiliyorlardır. Bir ya da iki, veya beş, olmadı on
milyon yıl önce iki ayakları üzerine dikelmekle kalmayıp serbest
kalan elleriyle, bir kaç milyon yıl daha uğraşmak pahasına, ateşi
yakmayı başaran ve ateş başında sohbete dalan atalarımız da
farkındalardı bu engellerin ve onlar da en az bizim kadar iyi
biliyorlardı, küçük planlarımızda bizi kimin engellediğini. İçimizde
bir animist dolanıyordu, evrende açığa çıkan her sistem ve her
olay bir fail olabilir ve bize yardım edebileceği kadar önümüze
engeller de yığabilirdi. Bilmiyorduk, dikkatli olmalıydık, kulağımızı
çekip tahtaya vurmalı, belirli konfigürasyonları önemli anlarda
yeniden oluşturmalı, ağaçlara ipler bağlayıp zihnimizden
cezalandırılmamıza yol açabilecek kibir, boş kendine güven ve
başkasının kötülüğünü istemek gibi düşünceleri çıkarmalı, çok
harika bir insansak ya da başımıza güzel bir şey geldiyse
giysilerimizin bir yerine mavi bir boncuk takmalıydık. Ne olur ne
olmazdı. Hiç bir şeyle ilgili de kesin konuşmamak gerekiyordu,
51
çünkü bu da evrenin göze görünmeyen faillerinin hoşuna
gitmeyebiliyordu ve bu korkuya da bir isim vermişlerdi. Hiç bir
şeyin uğurunu kaçırmamak gerekiyordu. Bir trafik kazasının, bir
sel felaketinin, bir savaş ilanının, bir siyasi darbenin, bir elektirik
kesintisinin, bir hastalığın, bir kalp krizinin, bir beyin
kanamasının, bir alerji atağının ne zaman gelivereceği belli
olmuyordu. Bugün bolluk içinde yaşarken yarın kursağımıza
lokma girmiyordu. O yüzden yiyip içtiklerimizden bir payı
tanrılara adıyor, sadaka veriyor ve şarabımızın ilk yudumunu yere
döküyorduk.
19. Plan yapmayın plan
Kesin planlardan, büyüklenen sözlerden, geleceğine boşuna
güvenmekten korkmak olasılıklardan korkmaktı. Küçük ve büyük
olasılıkların farkında olmayı da biyolojik geçmişimize borçluyduk.
Ve ne kadar korksak haklıyız. Ne geleceğin nasıl koşullar
getireceğini biliyoruz, ne de kendi müstakbel isteklerimizi
öngörebiliyoruz. Kendimiz de değişiyor, hatta değişmeden
edemiyor, aynı ırmağa bir daha girdiğinde ne kendisi aynı, ne tenini
ıslatan sular, ne de suları taşıyan ırmak.
Bugün Allah'tan korkuyordum ama yarın kafir olabilirdim. Kendi
değişimimden korkmam son derece makul ve haklıydı. Bu
değişimi engellemek için gelecekteki kendimi yönlendirmeyi
başarmam gerekiyordu, fakat tam da bu çaba yüzünden dinden
çıkacak ve "ne güzel değiştim, ne güzel oldum!" diyecektim.
Geçmişteki kendim dişlerini gıcırdatıyor ve hayıflanıyordu. Tuhaf,
en çok kendimizden korksak ve beden-zihnimizde taşıdığımız
kendimizin ellerine sıkı sıkı sarılsak yeridir.
Fakat, şu "artık ondan da kuşku edemem artık" diyesi olduğum
şimdiki anın kıvamlı sürekliliğinde, tam şu anda yani, yine
52
inançlarıma aykırı hareketler gösteriverebiliyordum ve şaşkınlık
içinde "nerden çıktı şimdi bu?" diye kendime soruyor, kendimi bu
beklenmedik ürünün kaynağını bulmak üzere yoklamaya
başlıyordum. Sadece art zamanlı değildi bu kendinden korkmak
hali, bende benden içre bilinçdışı vardı ve orada kaç kişi
olduğumuzu bilmiyorduk.
Yine Hocaların Hocası demişti ki, insanın kendinden korkmasıdır
vertigo; kendini uçurumdan atıvermekten korkmasıdır. Fail demişti,
mutlak olarak özgür olduğu için, kendi özgürlüğünden de ne
kadar korksa yeridir, çünkü düşünürseniz, kendini kendi de tutup
bağlayamayacaktı, mutlak olarak özgür olsa.. Belki Hocaların
Hocası'nı bu hususta da yüzeysel yorumlamamak gerekiyordu,
belki de şöyle demek istemişti: ben mevcut olmadığı için, bu
esnada kendi ise tam bir eş zamanlı ve art zamanlı çoğulluk arz
ettiği için, fail bir çatışma alanıydı. Çatışma hep mevcuttu da, bu
süreç aslında bir müzakere olarak da görülebilirdi. Bazen belirli bir
arzu failin beden-zihninde açığa çıktığında, hazırda bekleyen bir
korku da beride uyanıyor, o arzuya yönelik bir plan yapıldığında
ise derinde kalmış bir travma tetiklenebiliyordu. Ya da mesela
belirli bir olay anlaşıldığında bu benin kurgusal bütünlüğünü tehdit
eder hale geliyor ve zihnin bir kısmı onu baskılamaya çalışırken
başka bir kısmı onu tekrar tekrar açığa çıkarıyor, bu çatışma hali
açığa çıkan tatsızlığı zihne iyiden iyiye yerleştiriyor ve ruh bir
çatışma olarak yaşanmaya başlanıyordu.
Hadi biz kendimize güvenemiyorduk da, ya diğerlerine ne
demeliydi? O diğerlerinin bizden özerk oluşlarını
çocukluğumuzun erken bir travması olarak tecrübe ediyor ve
geride bırakmaya çalışıyorduk. Belki hepsi değil ama en azından
bazıları bizim istediğimiz gibi davranıyor olsaydılar, hayat adeta
bir bayram yerine dönmeyecek miydi? Ama davranmıyorlardı işte,
53
hepsinin ayrı dertleri oluyordu ve onlar da en az bizim kadar
çoğuldular.
Bakın bu bilinmezlik kabusa çeviriyor, özellikle aşkı, biliyorsunuz.
Sadece aşk da değil, sevdiklerimizin inançlarımıza aykırı
hareketleri, o söz dinlemezlikleri, o inatları, ona kaç kere dedim,
onu uyardım, böyle yapma ve ona bana ihanet ederse onu
öldüreceğimi söyledim, çünkü çaresizdim, zaptedilmez olanı
zaptetmeye çalışıyordum, çaresizlik beni çılgına çeviriyordu,
bugünü, geleceği, kendimi, başkasını, çoğulluğu ve karmaşık
dönüşümleri yüzünden ele avuca sığmayanı ve tahmin
edilemeyeni egemenliğim altına almak durumundaydım, çünkü
ruhumda dev bir arzu uyanmıştı, dev bir saplantı. Ve dev bir
saplantının içime saldığı korkular en az onun kadar irileşiyordu.
20. Ve eğer bunlar olağansa...
Ciğerimizi yakan ise sadece aşkın içimize saldığı korkular değildi.
Yeşil ağaçlar arasında ve çiçekli çayırlarda baharın nemli ve baygın
kokularını ciğerinize tatlılıkla çekerek yürüdüğünüz bir akşamüstü,
mutlu nefesinizi hafifçe verdikten sonra, bir önceki kadar mutlu
olmasını beklediğiniz yeni nefesinizi içinize çekerken, o güzel
havaya doyamadığınızı, güzel hava alamadığınızı, hava
almadığınızı, sanki tıkandığınızı ve etraftaki herkesin de
tıkandığını ve ölmediğinizi ama zehirlenmekte olduğunuzu hayal
edebilirsiniz. Önce bir elma kokusu geliyor diyorlardı, daha sonra
nefesiniz kalmıyordu işte o kadar. Havada elma kokusu vardı ve
hava korkusu bile bu dünyada saçma bir korku değildi. Havada
kömür kokusu oluyordu ve tıkanıyordunuz, havada koku
olmuyordu ama yine de karbonmonoksitten zehirleniyordunuz.
Havada hava oluyordu ama hava olmuyordu, oksijensizlikten
tıkanıyordunuz. Havada hava oluyordu, hava ılık ve güzel
oluyordu ama içinde polenler oluyordu ve yine nefessiz
54
kalıyordunuz. O esnada yaprakları sıyırarak gelen ışık huzmesinin
içinde yüzen ve sayısı belki yıldızlar kadar çok olan zerreleri
görüyordunuz, içinize çekiyordunuz ve gördüğünüz ve
görmediğiniz her şeyi içinize çekiyordunuz, bu kadar basitti işte,
bu kadar hassastı ve bu oluyordu yani, yaşanıyordu, sürekli
yaşanıyordu, habersiz ölüyordunuz uyurken, haberli ölüyordunuz
ama hızla habersizleşiyordunuz ya da haberler gelmeye devam
ediyordu ama öksürüyordunuz, öksürüyordunuz,
öksürüyordunuz, ciğerleriniz sökülüyordu, ya da havayı içinize
çekiyordunuz, çekiyordunuz, çekiyordunuz, göğsünüz şişiyordu,
ama geri inmiyordu, havayı çekiyordunuz ama ciğerinize
gelmiyordu, öylece tıknefes yaşayıp gidiyordunuz.
Bu da mı saçma acaba? Yangın çıkıyordu, bahar geliyordu, savaş
sürüyordu, rüzgâr bacadan içeri girmeye karar veriyordu, odanız
havalanmıyordu, ya da bağışıklık sisteminiz çöküyordu ve pusuda
bekleyen bir alerji açığa çıkıyordu ya da apansız bir akciğer
hastalığına yakalanıyordunuz, belki bir virüs sebep oluyordu buna,
belki de genetik mirasınız. Havanız az kalıyordu, şişiyordunuz,
sönüyordunuz, bir balon gibi inip çıkıyordunuz, tuhaf bir
makinaydınız ve çok hassastınız. Kalbinize incecik bir demir
sokuyorlardı ve ölüyordunuz, derinizde incecik bir kesik
açıyorlardı ve ölüyordunuz, iki omurunuz birbiri üzerinden bir
santim kayıyordu ve ölüyordunuz, vücudunuz bir kaç derece
ısınıyordu ve ölüyordunuz, kan şekeriniz biraz düşüyor ya da
yükseliyordu ve ölüyordunuz, kanınıza algılayamadığınız kadar
küçük, küçüklüğünü algılayamadığınız kadar az miktarda bir
madde karışıyor ve evet, ölüyordunuz.
Hiçbir tehlikeye açık olmadığınızı varsaydığınız gizli odaların
güvenine saklanmanıza yol açan agorafobi de esasında
korkularınızın ilacı olamıyordu, orada unutulup ölüyordunuz,
birilerinin dışarıdan size ihtiyaçlarınızı sağlamaya devam etmesi
55
gerekiyordu ve dışarıdan gelen her öğe, kız kulesine varmayı
başaran azimli yılan gibi, tehlikeler barındırıyordu İzole
olamıyordunuz. Kendinizi gelecekte uyanmak üzere dondurmak
çare olmuyordu çünkü bunu yapmak için kanınızı tümüyle
boşaltıyor, bedeninizi yeşil bir sıvıyla dolduruyor, hatta iç
organlarınızı alıp atıyor ya da bedeninizi atıp sadece beyninizi
koruyorlardı ve söylemeye gerek yok, aslında ölüyordunuz.
Korktuğunuz şey her ne idiyse, belki o sizi bulmuyordu ama
korkulmaya değer bir şeyler gelip sizi buluyordu işte. Nereye
kaçabilirdiniz? Belki bir tabuta sıkışıp kalmamıştınız ama tabuttan
esasında çok da geniş olmayan tehditkâr bir varoluşa sıkışıp
kalmıştınız ve bizi en fazla dehşete düşüren çirkin çaresizlik
üzerinize yapışıp kalıyordu. Çaresizliğin en fena türü ise, en ufak
umut kırıntısı bırakmayan, kaderin kaçınılmazlığını idrak ettiğimiz
o iç donduran anlardı. Bir tehlike karşısındayken bir şekilde
kurtulacağımıza inanmak delirmekten kurtulmak için zaruriydi
belki. İnsanın öleceğine inandığı bir anda birden sükunet içinde
kaderini beklemeye geçtiğini, bunun bir nevi yorgunluk ya da
huzur hali olarak yaşandığını gören ya da bunu bizzat
yaşayanlarımız belki olmuştu ama kurtuluş ümidi olmayanı
izlemek ve ölüme gidişin o çaresizliğini hayal etmek yine de
dehşet vericiydi.
21. Gelecek ve kumar
Fakat ne kadar ürkek olsa o kadar buna hakkı olan savunmasız
insan, sadece savunmasız olmakla kalmayan, sayısını azaltamadığı
arzularını ve ihtiyaçlarını kovalamak üzere risk almak zorunda
olan insan... Açlık, tokluk, huzur, barınma ve ek olarak bunların
zaten sağlandığı şımarık çağımızda herşeyden önce güvenilir
ötekiler, entelektüel tatmin, tatmin, tatmin.. bunların
doyurulmasını nasıl sağlama alabilirdik? Bütün ihtiyaçlarımızı bize
56
gelecek getirecekti. Gelecekte olacak en tekinsiz olasılıkları anlayıp
kendimizi geleceğe, geleceği kendimize uydurmalıydık, nedenleri
anlamalı, olacakları öngörmeli ve olasılıkları kontrol etmeliydik.
Varlığımız bir takım ezeli ve ebedi ilkelerden türüyor olsaydı belki
de geleceğin bilinemezliklerinden korkmak da anlamsızlaşacak ve
varoluşun akıp gidişine güven duymak için sağlam bir
dayanağımız olacaktı. Ama biz de az değildik hani, bu tozdan ve
topraktan varlığımızı, bu dünyevî etimizi ve yıldız tozundan ve
gök kürenin ebedi dönüşünden zerre pay almamış zihnimizi
toprak beğenmeyip tükürse, "doğru, haklısın" diyecektik de
aklımıza "e ama toprak, ben sendenim sen benden" demek
gelmeyecekti. Toprağa istediğimizi söyleyebilirdik zira çözüm
değişmiyordu: tevekkül, çaresi tevekküldü işte.
Aramızdan inançsız olanların uygulayacağı tavır da tevekkülden
farklı olmayacaktı. Allah'a güvenmekle, yani o her şeye kâdir olup,
ara sıra üzerimize felaketler göndermek, bizi öldürmek, bize
eziyetler etmek, ya da güzellikler yaşatmak arasında hızlı geçişler
yapmakta sakınca görmeyen bir Allah'a güvenmekle, doğanın
koruyuculuğuna güvenmek arasında, pratikte büyük bir fark var
mıydı? Eğer doğa tekinsizse bu Allah'ın tekinsizliğindendi. Doğa
ya da tanrı, tevekkül tavrı aynı kalıyordu.
Kötü şeyler olur, biliyoruz. Beni ve kendimi birbirine yakın tutan
şey neydiyse onları bir arada tutmaya devam etmesini garanti
altına alan ne var, onu görmemiştik. Birden uzaya dağılıp
gidebilmemiz için pek çok sebep varken bunu engelleyecek ilahî
ilke neydi bunu bilmiyorduk. Apansız akılcığımızı yitirmekten bizi
esirgeyen hangi iyilik perisiydi, tanımamıştık. Evrenin merkezi,
ayaklarımın altındaki toprak, yurdum, bir gün, Ay yörüngesinden
kopup yeryüzüne yaklaştığı gün, hâlâ ayaklarımın altında durup
beni evrenden saklayacak mıydı? Hayır, yapmayacaktı bunu. Beni
57
bırakacaktı, salacaktı beni. Ay ve Dünya arasında havada yüzmeye
başlayacaktım ve evrenin boşluğuna nefessiz süzülüp gitmeden
önce geriye dönüp sitemkâr bir bakışla diyecektim ki, "alacağın
olsun Dünya".
Aynı şekilde, zihnimi düşünen kavramlar öylesine uçucu, anlık ve
değişime açıktı ki, bu geçici anlam dünyamın hangi noktası
zihnimin merkezini tutuyordu bilemiyordum. Ben deseniz, var mı
yok mu bilemiyordum; kendi deseniz, zihin evrenimin her yanına
saçılmıştı. Zihnimin merkezinden de saçılmış, kaybolmuştum.
Anılarıma diyordum ki, el ele tutuşun, birinizi hatırlayınca
diğerinize, oradan da bir diğerine geçip hiç durmadan aranızda
dolaşarak kendimi koruyacağım, birbirimize tutunup zihnimin
boşluğunda bir takım yıldız olacağız, ben olamasak da süreğen bir
kendi olabileceğiz diyordum ama biliyordum ki şu hasbelkader
birikmiş eski fotoğraflar da olmasa, sevdiklerimin yüzlerini,
zihnimi en fazla meşgul etmiş olan şu sevgili yüzleri bile
hatırlayabilecek değildim ve anılarım zihnimin derinliklerinden her
çağrılışlarında ve ne ironiktir, onları daha çok düşündükçe
dönüşüp duruyorlardı.
Zihnim, içindeki her şeyin kayarak yer değiştirmekte olduğu, asla
bir merkeze sahip olmamış ve olmayacak olan uçsuz bucaksız bir
dönüşümler deniziydi. Bu yaşadığım gündelikliğin, bu inandığım
yerli yerindeliğin sürmesini sağlama almak bir yana, bu yerli
yerinde olmanın, bu yurdunda olmanın, bu insanlar arasında her
zamanki gibi yaşamanın kendisini sahici kılan bir şey de yoktu ki.
Sıradan bir çay bahçesinde, sıradan bir bardağın içindeki sıradan
çayı yudumlarken birden hafiflediğimizi hissediyorduysak ve
karşımıza on kilometre ileriden sağa saparsak kara deliğe
varabileceğimizi anlatan bir tabela çıkıyorduysa, kendimizi o
muazzam çekim alanına doğru ilerledikçe incelen atmosferimizle
58
birlikte hafifçe kayarken buluyorduysak, bu sahici bir olay
olabilirdi. Çünkü bu gerçekten de zihnimizin dünyayı gündelikliği
içinde yaşamasından farklı olmayacaktı, delirmemiştik ya da
delirmiştik, farklı değildi.
22. Korkuların envanteri
Bir asansörde bile soğuk terler dökenlerimiz ve bu hissi saçma ve
katlanılmaz bulanlarımız ya şuna ne diyecekti: evrenin şu
köşeciğinde hapsolup kalmış durumda değil miydik? Bu kısıtlı ve
evrenin hayal edilemez ebadı içinde sözü edilmeye değmeyecek
kısalıktaki kavisçiğimizde hapis kalmıştık ve aslında
kıpırdayamıyorduk ve bu kapalı kalmanın kozmik biçimiydi. Fakat
daha kötüsü, eğer içinden küçük bir yay çizerek geçmekte
bulunduğumuz köşeciğinde evren, alttan alta sezmekte
olduğumuz her zamanki güvenilmezliğiyle, bir zaman-mekan
boşluğu üretmeye yönelmiş idiyse, bu asılsız bir korku da
olabilirdi, düpedüz bir hakikat de. Çünkü bir zaman-mekan
boşluğundan geçmenin sonucu neydi onu da bilmiyorduk. Belki
kendini işte o büyük boşlukta bulmaktı, mümkün olabilecek en
büyük açık alanda ve mümkün olabilecek en büyük açık alan
korkusunu yaşayan zihnimizle, tabii bahsetmiştik, agorafobiden
bahsetmiştik, afallatıcı apeyrofobiden de bahsetmiştik, içimizi
titreten akrofobiden, dehşet içindeki tafofobiden bahsettiğimiz gibi,
sıkıntılı klostrofobiden, dolayısıyla stenofobiden ve nüktofobiden, sıkıcı
isolofobiden ve şu lalettayin tanatofobiden bahsetmiştik ve iç
burkucu somniofobiyi anlatmıştık, kinetofobiden, kronofobiden,
teleofobiden, neofobiden ve metatesiofobiden bahsetmiştik.
Yazmıştık bunlar hakkında, şüpheci elöterofobi, paranoyak otofobi,
tutucu heresifobi birbiri ardına konu edilmişti. Mnemofobi, amnezifobi,
dementofobi, manyafobi ve agateofobi, ne ironiktir ki, bağlantılı
görünmüştü bize. Kometofobi, siderofobi, spasefobi gibi kozmik
59
korkular tümüyle sebepsiz değildi ve bu distikifobi için de haydi
haydi geçerliydi. Teofobi ve demonofobi belalar değil olsa olsa
fobofobiye karşı bir teselli arayışının işaretleriydi.
Bahsetmiştik evet, nefessiz aerofobiden, ancinofobiden ve amatofobiden;
müzofobi ve akarofobiden.. Bedenimizi sakınmak isterken
yakalandığımız basilofobi, kanserofobi, patofobi, toksofobi, ya da kısaca
pantofobiden. Ama mesela literatürde yine haklı biçimde adı
bulunan kabızlık korkusundan, balık korkusundan, oturma
korkusundan, sebzelerden korkmaktan, sol yanından korkmaktan,
göbek deliğinden korkmaktan, peynir korkusundan, beşerî
ilişkilere dair korkulardan, kararlar almaktan korkmaktan, gülünç
olmaktan korkmaktan ve en önemlisi her şeyden korkmaktan
bahsetmemiştik ve daha öte bahsetmeyeceğiz de.
Daha bahsetmediğimiz adı konulmuş ve konulmamış sayısız
korkular yaşanıyordu, öyleki insanlar dünyanın şurasında ve
burasında, hayatlarının şurasında ve burasında bu korkular
listesini taşıp kaynayan, çoğalan bir yaratıcılık ırmağınla besledikçe
besliyorlar, en ufağından en büyüğüne, en elle tutulurundan en
belirsizine, en incesinden en kabasına, en sevimlisinden en
dehşetlisine korkulmaya değer her olguyu, sistemi, olasılığı, olayı,
nesneyi, faili saklandığı yerden bulup çıkarıyor ve ondan korkmayı
başarıyorlardı.
Doğru, meslek insanları, yani konunun uzmanları bunlara bizim
gibi kolayından fobi deyip geçmiyorlardı. Doğru, bir şeyden
korkmakta haklı bir yan varsa ya da korku hayatı sakatlayan, aşırı,
ya da tuhaf bir hal almadığı sürece, klinik bir vaka olarak ele
alınmıyor, o korku da adıyla sanıyla literatürde yer bulamıyordu.
Ama görüyorduk ki, neyin korkulmaya değer, neyin de
korkulmaya değmez olduğu yönündeki antik bilgeliğimiz, mesela
ben ve kendinin ölümsüz birlik ve bütünlüğünü temin ettiği anda
60
olduğu gibi, esasında tümüyle yanılıyor da olabiliyor, ya da
kesinlikle dehşet verici ve kaçınılmaz olduğu için en yerinde korku
olan ölüm korkusu, en haklı olduğu anda masabaşı oyunlarıyla bir
hastalık olarak anılıp, kendisini açığa çıkaran bilgeyi suçlu duruma
düşürebiliyordu.
23. İnsan Sorge'de gerek
Bir başka Ulu Çınar da demişti ki, bizim orada bulunma tarzımız
kaygıyı içeriyor. Bize göre şöyle demek istemişti: kaygının
korkudan ve sakınmadan kaynaklanan biçimleri kadar, hevesten,
arayıştan, hırstan, arzudan kaynaklanan türleri de var. Bunların
bazıları aklî görünmeseler de, hiç biri de o aklî olmayan
kaygılardan daha aklî olamıyor, insanın aklı bedeninde o kadim
bilgi birikimini en tuhaf biçimlerde açığa çıkarıyor ama bunların
hepsi, dedik ya, bir birikime dayanıyor, arzularımız, evet
arzularımız da, ama her şeyden önce, en başta, kaygılarımız,
dertlerimiz, sıkıntılarımız, arayışlarımız bizi belki kendi ve benin bir
birliği kılmıyor ama sanki öyleymişiz gibi, kendi ve benimizi bir fail
olarak ve bütünlük içinde anlamamızı gerektiriyor, her ne kadar
bunların tüm bu çoğulluğu başka türlü bir öyküyü çağırsa da, biz
yine de faile özgü tekilliğimize sahip çıkmayı yeğliyorduk.
İnsanlığın ve beden-zihnimizin bugüne kadarki birikimi, bize
anlamsız görünen bazı korkuların o kadar da düşük olasılıklara
dayanmadığını kaygılarımız üzerinden anlatmaya çalışıyor, bizi
genlerimizin ve katıldığımız daha üst ölçekli sistemlerin amaçları
doğrultusunda kendimizi sakınmaya ve bazı hedefleri
gerçekleştirmeye yönlendirmeye çalışıyordu. Beden-zihnimiz bu
bilgi birikimini ve bizi olduran sistemlerin amaçlarını
motivasyonlarımız, yani kaygılarımız, korkularımız, arzularımız,
dertlerimiz, amaçlarımız üzerinden açığa seriyor, biz de olup
bitenleri izlerken hayretten hayrete ilerliyor, bir türlü anlam
61
veremediğimiz bu işleyişlere insanlığın akıldışılığı, bilinçdışılığı,
dengesizliği, hastalıklılığı ve türlü küçültücü diğer şeyleri olarak
yaklaşmayı tercih ediyorduk.
Ben bendim, ben de kendimdim, ben aklımdım ve fail aklına göre
hareket ediyordu; öyle ya! Ama zihnimizde açığa çıkan ise
bambaşka bir öyküydü. Ulu Çınar bunu vurgulamak istemişti.
Orada, yani zihinde açığa çıkmayı yeterince irdelemeden neden
söz ettiğimizi bile bilemiyorduk. Kaygı bizim fail olmamızın diğer
adıydı. Motivasyon, kaygı, korku, bunlar fail olmamızın türleri,
yolları, biçimleriydi.
Bize bağlı olmayan tüm işleyişlerden ne kadar korksak haklıydık
ve hiç bir şey bize bağlı değildi zira bizi bize bağlayan bir bizden
de söz edemiyorduk. Bilemediğimiz, hakim olamadığımız
varlıklardan, dolayısıyla kendimizden de ne kadar korksak azdı ve
aptalcasına bir kibirle hâkimi olduğumuza inandığımız bu yerin ne
kadar parçasıydıysak o kadar da yabancısıydık ve kontrol
edemediğimiz tüm güçlerin insafına kalmıştık. Çaresizliğin en
yoğun formuydu bu yaşadığımız. Fakat ne olacaktı çaresiz olsak?
Hayatımız varoluş sebebini mi yitirecekti? Hedeflerine mi
ulaşamamış olacak, başarısız olacağımız mı anlaşılacaktı?
Oysa dünyaya yönelik reddiye, bene ve kendine yönelik kaygı
haritasının fiilî olarak dönüştürülmesini gerektiriyordu ve
reddedilmemesi gereken hiç bir şey yoktu. Reddedilmesi gereken
herhangi bir şey de yoktu ve aynı şekilde, savunulması ve
benimsenmesi gereken herhangi bir şey de yoktu. Dünyaya dair
her şey mevcuttu da, bunların hiç biri gerekli ya da gereksiz
olmadığı gibi, ilahî ya da kozmik olarak doğru ya da yanlış da
değildi. Ancak, hayır, Hocaların Hocası da haklı değildi: her noktada
özgür değildik. Bu olsa olsa bazı düşün geleneklerinin o bölünmez
62
ve mekânsız ruhunla, ya da abartılmış, üslupçu bir diyalektikle
savunulabilir olurdu.
Hayır, her ne kadar ben olarak yaşadığım şey değil idiysem de,
varlığın içine açılmış bir hiçlik gediği de değildim. Negatif anlamda
belirlenmemişliğim değildim, aksine, beden-zihnimde son derece
karmaşık sistemlerin son derece karmaşık sonuçları yaşanıyordu.
Bu karmaşayı basitlikle değil, ancak karmaşıklıkla açıklayabilirdik.
Hesaplama metaforunun bize öğrettiği bu olmuştu. Artık beni, bir
mekanizm ile karşıtlık içinde postüle edilen, mekânsız olduğu halde
sınırsız yaratıcılık sergileyen basit ve ölümsüz bir ruh üzerinden
düşünme lüksümüz yoktu. Her ne kadar işin hâlâ başında olsak da
yavaş yavaş anlamaya başladığımız gibi, ben gerçekten de fail ile
ortamının bir arada ürettiği son derece karmaşık bir sistemler
çoklusunun bir kısmıydı. İnsanın dünyevîliği ve bağlamsallığından
yola çıkarak insanın benine başat önem atfetmek, hele hele onu bir
bilinmez, başka bir evrenin bir parçası, bir hiç, bir mutlak özgürlük
olarak resmetmek düzünden saçmaydı. Zira basit, nasıl bu kadar
karmaşık olabilecekti ki? Ve belirlenemeyenin bu kadar tutarlı
biçimde nasıl belirlenebildiğini açıklamak için nafile bir çaba,
Hocaların Hocası'nın tüm yapıtını belirlememiş miydi?
24. Saçma eylem planı
Bir takım sistemlerin parçası olarak oluşagelen ve dağılagelen ben
yaşantısı karmaşasının sadece bir köşeciği de saçma eylem planıydı.
Bu eylem planı kendisinden çok daha güçlü olan tüm diğer eylem
planlarının arasında kendine bir yer açmış, müttefiklerini artırmak,
onu kalıcı ve etkili kılacak hayvanî mekanizmaları kendine
destekçi olarak listesine yazmak için sakin bir çaba içindeydi.
63
Ben yaşantısının da onayladığı gibi, saçma eylem planının haklı
göründüğü bazı bakış noktaları vardı. Kendisi için hiç bir şey
istemiyordu sözde ama diyordu ki, "tüm bu diğer hevesler ve
kaygılar da en az benim kadar haksızdırlar". Zihnin senatosunda
bu çığlık yankılandığında, zihnin ortaklaşan aklı ona hak veriyor,
bazı kendini sürdürme kaygıları hafifçe ve rahatsızca kıpırdanıp
harekete geçiyor, zihnin geri kalanı bu çığlığın tüm kendiyi
etkileyecek bir delilik edemeyeceği üzerine tekinsiz de olsa bir
güvence kazanıyor, sonra gündelik kaygılar faile yeniden hâkim
olmayı başarıyordu.
Saçma eylem planının müttefikleri de vardı, mesela doğruculuk.
Karakter araştırmalarında tutarlı biçimde tekrar tekrar ortaya
çıktığı gibi, insan doğasını tariflemek için oldukça elverişli bir
eksen sunuyordu doğruculuk. İnsan doğası evet mevcuttu ama özcü
bir anlam taşımıyordu bu mevcudiyet. Mesela "insan
doğrucudur" diyemiyorduk. Zaten bunu kimse söylememişti.
Tabii, "insan doğrucu olmalıdır" da diyemiyorduk -ki bunu ideal
bir insan doğası üzerinden savunanlar olmuştu. Onun yerine ama
şunu söylemek durumundaydık: "insanların büyük çoğunluğunu
bir doğruculuk, vicdanlılık ve sorumluluk hissi ile, karşı uçta yer alan
bir rahatlık, kaygısızlık ve dertsizlik hissi arasına, bu iki ucun
tariflediği bir eksen üzerine yerleştirmek gerekiyordu. Belki bir
timsah için doğruculuk ve kaygısızlık anlamlı bir tanımlama
olmayacaktı. Hani ona kaygısız diyebileceğimiz anlar olabilse de,
nasıl ve ne zaman, bir timsahın bir diğerinden daha doğrucu ya da
vicdanlı olduğunu söyleyebilecektik ki?
Timsahı sahte gözyaşları dökmekle suçlamak büyük bir haksızlıktı
elbette ve zaten kimse bunu hedeflememişti, derdimiz insanları
anlatmaktı. Çünkü insanlar için böyle ayrımlar yapılabiliyordu ve
insan yaşantısında bu durum önemli davranış farkları
yaratabiliyordu. Dahası bu tip özellikler insanların davranışlarında
64
tutarlı biçimde tekrarlanan örüntüler ortaya çıkartıyorlardı. İşte
can çıksa da insandan çıkmayan huy buydu. Doğrucu, saçma
eylem söyleminde haklı yanlar olduğunu hissediyordu.
Saçma eylem planının açığa çıkabilmesi için, doğruculuğun yanında,
hafıza da gerekiyordu. Yoksa saçma bir kere ortaya çıkıp geçecekti.
Sadece bugünde yaşıyor olsaydık ve geçmişin kayıtları kadar
gelecek kaygısı da faili tarifliyor olmasaydı, eylem plansızı
anlamsızlaşacak, yitip gidecekti. Saçma sadece fail ile anlam
kazanıyor, bedensel gücünü ve sağlığını korumak, elverişsiz doğa
koşullarına maruz kalmamak, tekinsiz ötekilerden uzak dururken
değer verilen ötekiler ile birlikte olmak, network'ünü genişletmek,
toplumsal mevkini ve etkini yukarı taşımak, hayatını kazanmak,
birikimlerini artırmak, geleceğini garantiye almak, çocuklarına
daha güzel yarınlar bırakmak, başarılar kazanmak ve başarı çıtanı
yükseltmek türünden gündelik kaygı ve arayışların saçmalığını ve
boşunalığını kulağımıza fısıldayıp duran eylem plansızı esasında tam
da kaygı sayesinde açığa çıkıyordu. Aslında saçma eylem planına
karşıt görünen ama aynı zamanda onun yaşamasının temel sebebi
olan da faillik kurgusu ve failin kaygılarından başkası olmadığı
için, kısmî eylem plansızı kaygılar mevcut olduğu sürece mevcut
olabiliyordu. Tekrarlamak gerekmese de, kısmî saçma eylem plansız
planı, anlamını, mevcudiyetini ve gücünü kaygıların varlığından
alıyordu.
Martin Azimşah
65
66
Varoluşun boşunalığı
öğretisi üzerine ek
yorumlar
1
§ 142
Bu boşluk, ifadesini varoluşun tüm biçiminde bulur; zamanın ve
mekânın, bireyin her ikisi açısından da sonlu olan doğasıyla
karşıtlık içindeki sonsuz doğasında; gerçekliğin yegâne varoluş
tarzı olarak geçici ve geçmekte olan şimdiki anda; her şeyin
bağımlılığı ve göreliliğinde; varlık olmaksızın sürekli oluşta; tatmin
olmaksızın sürekli arzuda; gayret ve heveslerin sürekli kesintiye
uğrayışında—ki bunlar hayatın akışını oluştururlar, ta ki böylesi
bir engelin üstesinden gelinsin. Zaman ve her şeyin uçucu doğası
burada ve buradan dolayı, sadece bu mücadelenin boşluğunun—
kendinde-şey olarak yok olamaz olan—yaşam-istencine ifşa
olduğu biçimdir. Zaman odur ki, onun sayesinde ellerimizdeki her
şey her an hiçliğe varır ve böylece tüm hakikî değerini kaybeder.
Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler, Cilt 2, Bölüm XI
(Akademik amaçlarla kullanmayınız).
1
67
§ 143
Olmuş olan, artık yoktur; ancak hiç olmamış olan kadar vardır.
Fakat var olan her şey, bir sonraki anda çoktan olup bitmiş olarak
görülür. Ve bu yüzden, en önemsiz şimdiki zaman, en önemli
geçmiş zaman üzerinde bir gerçeklik avantajına sahiptir; bu sayede
ilkinin ikincisiyle ilişkisi bir şeyin hiç bir şeyle kurduğu ilişkidir.
Ne şaşırtıcıdır ki, bir adam, sayısız yılın varolmayışının ardından,
bir anda varoluverir ve kısa bir zaman sonra yeniden aynı
uzunlukta bir varolmayışa geçmek durumundadır. Yürek bunun
asla doğru olamayacağını söyler ve bu türden düşüncelerden
dolayı, en kaba ve kültürsüz zihinde bile zamanın fikirselliğine
[ideality] dönük bir sezgi doğmalıdır. Fakat bu, mekânın
fikirselliğiyle beraber, tüm gerçek metafiziğin anahtarıdır; çünkü
bu, doğada bulunandan oldukça farklı bir şeyler düzeninin yolunu
serer. Kant bu yüzden o kadar büyüktür.
Hayatımızdaki tüm olaylarla ilgili olarak, sadece bir an için var
denebilir; ondan sonra ebediyen vardı dememiz gerekir. Her gece
bir gün daha fakirizdir. Belki kısa zamanımızın böylece tükenip
gitmesinin görüntüsü bizi delirtecekti, eğer varlığımızın gerçek
derinliklerinde gizlice emin olmasaydık, ebediyetin tüketilemez
baharının bize ait olduğundan ve bundan dolayı hayat müddetini
daima yenileyebileceğimizden.
Şüphesiz, yukarıda anılan mülahazalara şu kuramı dayandırabiliriz:
şimdiki anın tadını çıkarabilmek ve bunu hayatımızın amacı
kılmak en büyük bilgeliktir zira geri kalan her şey sadece
düşüncenin oyunuyken sadece şimdi gerçektir. Fakat aynı şekilde
bunu en büyük çılgınlık olarak da adlandırabilirdik; zira bir
sonraki anda artık varolmayan ve bir rüya gibi bütünüyle
kaybolan, hiç bir zaman ciddi bir çabayı hak etmez.
68
§ 144
Varoluşumuzu destekleyecek hiç bir temel yoktur; hep uçucu olan
ve kaybolup giden şimdi dışında. Bu yüzden daimî hareket özsel
olarak onun biçimidir; her zaman özlediğimiz o süredurumun hiç
bir olasılığı olmaksızın. Tepeden aşağı koşmakta olan ve durmaya
çalışırsa kaçınılmaz olarak düşecek olan ve ayaklarını atmayı ancak
koşmaya devam ettiği sürece sürdürebilen bir adamı andırırız; ya
da bir parmak ucunda dengede tutulan bir çubuk gibiyizdir; ya da
eğer ileri doğru dayanılmaz biçimde atılmayı keserse güneşinin
içinde düşecek olan gezegen gibi. Bu yüzden yerinde duramamak
varoluşun asıl biçimidir.
Sabitliğin hiç bir türünün bulunmadığı, hiç bir sürekli durumun
mümkün olmadığı, fakat her şeyin bitimsiz bir döngü ve değişimle
meşgul olduğu, herkesin aceleyle bir cambaz ipinin üstünde
ilerleyerek ve hareket ederek ayakta kaldığı böylesi bir dünyada
mutluluk düşünülebilir bile değildir. Platon'un 'daimî oluş ve asla
varolmama'sının ortaya çıkan tek şey olduğu yerde ikamet
edemez. İlk olarak, kimse mutlu değildir, fakat herkes tüm hayatı
boyunca nadiren ve olsa olsa insanı hayal kırıklığına uğratmak
üzere erişilen sözde bir mutluluk için uğraşır. Kural olarak,
sonunda herkes limana yelkenler ve direkler yitmiş halde erişir;
fakat artık sadece kaçıcı, uçucu bir şimdiden ibaret olmuş olan ve
şimdi artık kapanmış ve bitmiş olan bir hayatta mutlu olmuş olup
olmadığı önemsizdir.
Ancak, bizim için şaşırtıcı olması gereken, insan ve hayvan
dünyalarında o aşırı miktardaki, çeşitli ve dinginlik tanımayan
hareketin nasıl üretildiğini ve belki bir parça sıkıntı tarafından
desteklenen iki basit eğilim, açlık ve cinsel dürtü tarafından nasıl
sürdürüldüğünü ve bunların çok-renkli kukla gösterisini harekete
69
geçiren böylesi karmaşık bir makinaya nasıl primum mobile2
verebildiklerini görmektir.
Şimdi, eğer konuya daha yakından bakarsak, ilk olarak kimyasal
güçler tarafından her an saldırıya uğrayan ve en sonunda imha
edilen inorganiğin varoluşunu görürüz. Diğer yandan, organiğin
varoluşu ancak, aralıksız akış ve sonuç olarak dışarıdan destek
gereksinen maddenin sürekli değişimi ile olanaklı kılınır. Bu
yüzden kendinde organik yaşam, daha şimdiden elde dengelenen
çubuğu andırmaktadır ve her zaman hareket halinde olmalıdır; ve
dolayısıyla bu, daimî bir ihtiyaç, hep tekrar eden bir istek ve
bitimsiz bir beladır. Ne var ki bilinç ancak bu organik yaşam
yoluyla mümkündür. Bundan dolayı, tüm bunlar sonlu varoluştur ki
bunun tersi sonsuz olarak kavranabilecekti; dışarıdan hiç bir
saldırıya açık olmayan, ya da dışarıdan hiç bir yardıma ihtiyaç
duymayan olarak ve böylece άεί ώσαύτως όν,3 olarak, ebedî
hareketsizlik ve dinginlik içinde, οΰτε γιγνόμενον, οΰτε άπολλύμενον,4
değişimsiz, zamansız, çokluk ve çeşitlilik barındırmayan, negatif
bilgisi Platon'un felsefesinin ana konusu olan. Böylesi, yaşamistencini inkârın yolunu açtığı varoluş olmalıdır.
§ 145
Hayatımızın sahneleri, yakınında durduğumuzda bir etki
üretmeyen ama onları güzel bulacaksak bir mesafeden bakılması
gereken kaba mozaik resimler gibidir. Bu yüzden, istekle
arzulanan bir şeyi elde etmek onun ne kadar boş ve esassız
olduğunu keşfetmekle eşdeğerdir ve eğer her zaman daha iyi
şeylerin beklentisi içinde yaşıyorsak, sıklıkla aynı anda pişmanlık
ve geçmişe özlem duyarız. Diğer taraftan, şimdiki zaman yalnız
2
[İlk itki, ilksel harekete geçirici.]
[Daima değişmeden kalan.]
4
[Ne varlığa gelmekte ne yok olmakta olan.]
3
70
bir süreliğine kabul edilir, hiçe sayılır ve sadece amaca giden yol
olarak görülür. Bu yüzden, adamların çoğu hayatlarının sonunda
geçmişe baktıklarında, baştanbaşa ad interim5 yaşamış olduklarını
görecektirler; takdir edilmeden ve keyfi sürülmeden ellerinden
kaymasına izin verdikleri esas şeyin tam da beklentisi içinde
yaşadıkları kendi hayatları olduğunu görerek şaşıracaklardır.
Böylece, bir adamın hayatının gidişatı, bir kural olarak, öyledir ki,
umut tarafından aldatılmış halde ölümün kollarına doğru dans
etmektedir.
Ek olarak, bireysel istencin her tatminin taze bir arzu
doyuruşundan kaynaklanan doyurulamazlığı vardır ve ebediyen
doyumsuz özlemi daima sürer. Ancak aslında, kendinde ele
alındığında istencin her şeyin ait olduğu dünyaların efendisi olması
olgusundan dolayıdır ki, hiç bir parça ona tatmin veremezdi, ama
ancak sonsuz olan bütün verebilirdi. Bu arada, dünyanın bu
efendisinin kendi bireysel fenomeninden ne kadar az şey elde
ettiğini düşündüğümüzde bu sempatimizi uyandırmalıdır;
genellikle ancak bireysel bedeni sürdürmeye yetecek kadar. Bireyin
derin keder ve mutsuzluğu bundan kaynaklanır.
§ 146
Mevcut entelektüel acziyet döneminde, her tür düşüklüğe hürmet
üzerinden ayırt edilen ve kendini en uygun biçimde gösterişçi
olduğu kadar kakafonik de olan ev yapımı Jetztzeit6 kelimesiyle
tarifleyen—sanki ordaki 'şimdi', Şimdi κατ' έξοχήν,7 tüm geçmiş
'şimdi'ler sırf onun üretimi için varolmuş—böylesi bir dönemde,
çok-tanrıcılar bile hayatın, onların deyimiyle, 'kendi içinde bir
amaç' olduğunu söyleyecek kadar yüzsüzleşebiliyorlar. Eğer bizim
5
[Geçici olarak, arada.]
[Şimdi-zaman.]
7 ["Par excellence": en mükemmel.]
6
71
bu varoluşumuz nihai hedef ve dünyanın amacı olsaydı, biz ya da
bir başkası tarafından şimdiye kadar ortaya serilmiş olanların en
salakçası olurdu.
Yaşam kendisini ilksel olarak bir görev olarak sunar, yani kendi
geçimini sağlamak, de gagner sa vie.8 Bu sorun çözüldüğünde bir
külfet kazanılmış olur ve buradan ikinci sorun ortaya çıkar, can
sıkıntısını savmak için elimizde olanı nasıl elden çıkaracağımız. Bu
musibet, güvenceye alınan her yaşamın üzerine avını gözleyen bir
alıcı kuş gibi atılır. Bu yüzden, ilk sorun bir şey edinmek iken
ikincisi, elde edildikten sonra onun kendini hissettirmesini
önlemektir, aksi takdirde o bir külfettir.
Eğer insanlığın tüm dünyasını bir bakışta anlamayı denersek her
yerde aralıksız bir mücadele görürüz; yaşam ve varoluş için,
herhangi bir anda gözdağı veren ve saldırıya geçen her türden
tehlikeler ve musibetler karşısında bedensel ve zihinsel güçlerin
son raddede sarf edildiği devasa bir müsabaka. Eğer sonra da tüm
bunların karşılığı olan ödülü gözden geçirirsek, yani varoluş ve
yaşamın kendisini, bazı acısız varoluş aralıkları buluruz ki bunlar
derhal sıkıntının saldırısına uğrayıp hızlıca yeni bir dert tarafından
sona erdirilirler.
İhtiyaç ve isteğin arkasında sıkıntı hemen bulunacaktır ki bu bazı
daha zeki hayvanlara bile saldırır. Bu yaşamın hiç bir hakiki içkin
kıymetinin bulunmadığı ama yalnızca istek ve yanılsama tarafından
hareket halinde tutulduğu gerçeğinin bir sonucudur. Fakat bu
durakladığı anda, varoluşun tüm çoraklığı ve boşluğu görünür hale
gelir.
İnsan varoluşunun bir tür hata olması gereği, adamın ihtiyaç ve
isteklerin bir somutlaşması olmasına dair basit gözlem üzerinden
8
[Geçimini sağlamak, kazanmak.]
72
yeterince açıktır. Bunların tatmini güçtür ve üstelik adama, içinde
hala can sıkıntısına terk edildiği acısız bir durum dışında hiç bir
şey sağlamazlar. Bu, o zaman, varoluşun kendinde bir değeri
olmadığının pozitif bir kanıtıdır, zira can sıkıntısı tam da onun
boşluğunun hissidir. Bu yüzden, kendisine yönelik özlemin gerçek
özümüzü ve varoluşumuzu oluşturduğu yaşam olumlu bir değere
sahip olsaydı ve bu kendinde gerçek bir içkin kıymet olsaydı hiç
bir can sıkıntısı mevcut olamazdı. Tam aksine, kendinde salt
varoluş kalplerimizi zorunlu olarak dolduracak ve bizi tatmin
edecekti. Şimdi varoluşumuzdan bir keyif almıyoruz, uzaklık ve
engeller hedefin tatmin edici olacağını düşündürdüğü bir durumda
bir şey için çaba sarf etmek dışında ki bu yanılsama hedefe
ulaşıldığında kaybolur; ya da ayrıca kutular içindeki izleyiciler gibi,
ona dışarıdan kafa yormak için yaşamın gerçekten dışına
çıktığımız saf bir entelektüel meşguliyet dışında. Duyusal haz bile
sürekli bir çabalamadan oluşuyor ve hedefine erişildiğinde
kesiliyor. Şimdi, ne zaman bir şey için çabalamıyoruz ya da
entelektüel bir meşguliyet içinde değiliz ama yeniden varoluşun
kendisine fırlatılmışız, onun kıymetsizliği ve boşluğu bize geri
getirilir; ve sıkıntıdan kastedilen budur. Tuhaf ve sıradışı olanın
peşinden koşmaya yönelik içkin ve silinemez eğilimimiz bile
şeylerin öylesine bıktırıcı olan doğal gidişatının kesintiye
uğramasından ne kadar mutlu olduğumuzu gösterir. Mühim
insanların lüks ve eğlencelerindeki görkem ve şaşaa dahi esasında
sadece varoluşumuzun özsel sefaletinin ötesine geçmeye yönelik
boş bir girişimdir. Zira değerli metaller, inciler, tüyler, kırmızı
kadife, çok sayıda mum, dansçılar, maskelerin takılması ve
çıkarılması ve diğerleri en nihayetinde nedir ki? Bugüne kadar hiç
bir adam şimdiki zamanda kendini tümüyle mutlu hissetmemiştir,
zira öyle olsa kendinden geçerdi.
73
§147
Kendini insan organizmasının aşırı derecede ustaca ve karmaşık
mekanizmasında ortaya koyan yaşam-istencinin en mükemmel
görüngüsü ufalanıp toza karışmalıdır ve bu yüzden onun tüm özü
ve çabaları sonuçta yokoluşa sunulmuştur. Tüm bunlar, o istencin
tüm çabalamasının özsel olarak boş ve boşa olduğunun her
zaman hakiki ve samimi olan doğa tarafından çocuksu biçimde
ifade edilmesidir. Eğer kendinde değerli olan bir şeyler olsaydık,
koşulsuz ve mutlak olabilecek bir şeyler, bunun hedefi
varolmamak olmazdı. Bunun hissedilmesi Goethe'nin güzel
şarkısının da altında yatar:
Antik kulenin yukarılarında
Kahramanın soylu ruhu dikilir.
Ölüm zorunluluğu, adamın bir kendinde-şey, dolayısıyla bir όντως
όν9 değil, salt bir görüngü olması olgusundan çıkarsanabilir. Eğer
öyle olsaydı, yitip gidemezdi. Fakat bu tür görüngülerin
kökündeki kendinde-şeyin kendini sadece onlarda açığa
serebilmesi kendi doğasının bir sonucudur.
Başlangıcımız ve sonumuz arasında ne büyük bir fark vardır! İlki
arzunun coşkunluğunda ve duyusal hazzın esrimesinde; ikincisi
tüm organların yokoluşu ve cesetlerin küflü kokusunda. Doğuştan
ölüme giden yol esenlik ve hayattan keyif almak açısından her
zaman yokuş aşağıdır; saadet içinde hayal kuran çocukluk, hafif
yürekli gençlik, zahmetli erkeklik, nahif ve sıklıkla acınası yaşlılık,
son hastalığın işkencesi ve nihayet ölüm ızdırabı. Varoluş tam
olarak sonuçları gittikçe daha aşikâr olup duran yanlış bir adımmış
gibi görünmez mi?
9
[Gerçekten varolan (Platon'a referansla).]
74
Eğer onu bir desegaño, bir yanılsama olarak ele alırsak, yaşamın en
kesin görünümüne sahip olacağız; her şey buna yeterince açık
biçimde işaret ediyor.
§147a
Yaşamımız mikroskopik bir doğaya sahiptir; zaman ve mekânın
güçlü mercekleri tarafından ayrı düşürüldüğünü gördüğümüz
bölünemez bir noktadır ve bu yüzden hatırı sayılır biçimde
büyütülmüştür.
Zaman, devamlılık ve sürme yoluyla şeylerin ve bizim tümüyle
beyhude varoluşumuza bir gerçeklik görünüşü vermek için
beynimizde yer alan bir düzenektir.
Geçmişte bazı haz ve talih fırsatlarının elimizden kaçmasına izin
vermiş olmamızdan dolayı pişman olmak ve üzülmek ne kadar
aptalcadır! Zira elimizde fazladan ne olacaktı şimdi? Sadece bir
anının buruşmuş mumyası. Fakat bu bahtımıza gerçekte düşmüş
olan her şeyde aynıdır. Bu nedenle, zaman biçimi, tüm dünyevi
hazların boşluğunu bize geri getirmek üzere güzelce hesaplanmış
aracın kesinlikle ta kendisidir.
Bizim ve tüm hayvanların varoluşu yerinde sıkı duran ve sabit
kalan bir şey değildir, en azından zamansal olarak; tam aksine,
yalnızca sadece sürekli dalgalanma ve değişim üzerinden devam
eden bir existentia fluxa'dır ve bir girdapla kıyaslanabilir. Bedenin
biçiminin bir süreliğine güvenilmez bir varoluşa sahip olduğu
doğrudur ama sadece maddenin sürekli değişmesi koşuluyla; eskisi
boşaltılırken yenisi asimile edilir. Bu nedenle, tüm o varlıkların
herhangi bir zamandaki başat uğraşı bu içe-akışa uygun olan
maddeyi temin etmektir. Aynı zamanda farkındadırlar ki,
kendilerininki gibi bir varoluş, anılan yolda ancak bir süreliğine
sürdürülebilecektir ve böylece ölüm yaklaştığında, onu
75
kendilerinin yerini alacak başka bir varlığa taşımaya çalışırlar. Bu
çabalama özbilinçte cinsel dürtü olarak belirir ve kendini diğer
şeylerin bilincinde ve böylece nesnel sezgisel algıda, cinsel
organlar biçiminde açığa serer. Bu dürtüyü bir inci gerdanlığın
ipiyle kıyaslayabiliriz, hızlıca birbirini takip eden o bireyler ise
incilere karşılık düşer. Eğer imgelemimizde bu silsileyi
hızlandırırsak ve daima hem tüm dizide ve hem de bireylerde
sadece biçimin kalıcı olduğunu ama töz ya da maddenin sürekli
değişim içinde olduğunu görürsek, o zaman farkına varırız ki
sadece sözde bir varoluşumuz vardır. Bu yorum aynı zamanda
Platon'un sadece Idea'ların varolduğuna ve onlara karşılık gelen
şeylerin gölgeye benzer bir doğaya sahip olduğuna dair
doktrininin temelidir.
Kendinde-şey'lerden farklı olarak salt görüngü olduğumuz şu olgu
tarafından resmedilir ve örneklenir: varoluşumuzun conditio sine
qua non'u10 maddenin daimî dışa atılma ve eklenmesidir ki buna
yönelik ihtiyaç beslenme biçiminde sürekli yinelenir. Zira bu
yönden, duman, alev, ya da bir su püskürmesi tarafından ortaya
çıkarılan ve tedarik kesildiği anda kaybolan ya da kesilen
görüngüleri andırırız.
Ayrıca şu da söylenebilir ki, yaşam-istenci kendini mutlak olarak hiç
haline gelen görüngülerde ortaya koyar. Fakat bu hiç,
görüngülerle birlikte, yaşam-istencinin içinde kalır ve onun
zeminine dayanır. Tabii bu belirsizdir ve anlaşılması kolay değildir.
Eğer dünyanın gidişatı üzerine büyük ölçekli tefekkürden ve
özellikle insan kuşaklarının hızla birbirini takip edişlerini ve gelgeç
sahte-varoluşlarını göz önüne almaktan bakışımızı kurtarır ve
insan yaşamının detaylarına göz atarsak, diyelim ki komedi tarafından
sunulduğu gibi, o zaman bunun şimdi bıraktığı izlenim bir
10
[Gerek şart, olmazsa olmaz koşul.]
76
mikroskoptan bakılan ve infusoria11 ile kaynaşan bir su
damlasınınki gibidir; ya da başka türlü görülebilir olan ve zorlu
etkinlikleri ve çekişmeleri bizi güldüren minik bir peynir akarı
yığınınınki gibi. Zira en dar mekânda olduğu gibi, en kısa zaman
aralığında da, büyük ve ciddi etkinlik gülünç bir etki üretir.
Arthur Schopenhauer Yanlızkurt
11
[Mikroorganizmalar.]
77
78
Anti-Epikuros ve
hizmetkârının
şarkısı
1
0.
AE - Hizmetkâr, sözümü dinle ve bana itaat et!
H - Evet beyim evet, sözünü dinleyeceğim ve sana itaat edeceğim.
Çünkü sen bilgesin ve nasıl yaşanacağını bilirsin. Hizmetkârın
nasıl yaşayacağını da bilgenin nasıl yaşayacağını da bilirsin. Çünkü
sen onun neden öyle yaşayacağını da bilirsin. Dinleyeceğim seni
ve öğreneceğim nasıl yaşayacağımı. Ve ama dinlemesem de zaten,
öyle yaşayacaktım ve dinlesem de yaşantımı değiştirecek değilim,
çünkü sen bilirsin, nasıl yaşayacağımı ve bu neden.
1
Aslı için bkz. "Efendi ve uşağı arasında kötümser bir diyalog" (Aka metni,
M.Ö. ~1000).
79
AE - Bana savaş arabamı getir ve sen de bin onun üstüne.
Kralımızdan emir geldi. Saraya süreceğim atlarımı. Gideceğiz
davete seninle birlikte. Kralımızı dinleyeceğiz ve o ne diyorsa
yerine getireceğiz.
H - Sür beyim sür, kralın sarayına gideceksin ve ülkenin hizmetine
koşacaksın. Bilgelerin bilgesi kral sana minnettar olacak. Bütün
dileklerin senin için gerçekleştirilecek. Çünkü o senin nasıl
yaşayacağını söyleyecek ve sen de o öyle söylese de söylemese de
dediklerini yapacaksın.
AE - Hayır hizmetçi, vazgeçtim. Sürmeyeceğim atlarımı saraya
doğru. Bilmez kral benim için neyin en iyi en doğru olduğunu. O
söyleyecek ama ben yapmayacağım. Çünkü ben bilirim, nasıl
yaşayacağımı ve neden.
H - Sürme beyim, sürme saraya doğru. Kadirbilmez kral seni bir
ülkeye yollayacaktı belki; bilmediğin, ilgilenmediğin. Bir emir
verecekti belki senin için felaket olan, yakalatacaktı seni
düşmanlarına kendi çıkarları için, gündüz gece çile çektirecekti
sana ve ömrün tükenecekti zindanlarda. Bu olabilir miydi senin
için en iyisi, söyle; ve seninle her yere giden çaresiz hizmetkârın
için?
AE - Neyleyim uşak ruhum itaatkar, hem emir veririm hem
alırım, dayanamam kral emrettiğinde. Titrer giderim kendi
çıkarıma olmayacağını bilsem bile, yaparım uysalca denilenleri,
uyarım üstlerime, başkaldıramam ve fırsat buldum mu, kendim
üst olur astlarıma emreder kullanırım onları. Bunda da vardır
karmaşık, uzun vadeli çıkarlar; çatışmasından doğan, failler
80
çoklusunun. Fail ben değilmişim ne gam, bana emreden de değil
nasıl olsa. Hep bir topluluğuz biz insan, hem de toplulukların
parçası. Tek başına bir fail, ben, ne büyük yalan imiş. İnsan bir
buket ve insanlardan bir buket de var. Birbirine bağlanmış failleri
toplarsan insan yapar. İnsan ise diğer insanlara bağlanmış ve
buketlenir ayrışır, buketlenir ayrışır. Ben'in yaşantısının üstünde ve
altında, içiçe geçmiş failler ve ağları, ben bu ağın ürünü ve hem de
hizmetkârıyım. Etrafını kuşatan ve içinden yöneten tüm bu fail ve
ağlar, kişi denen buketi, bağlarından yakalar ve her yöne çekiştirir.
Ben fail değil ise, kişi efendi olsa da, evrene uşaktır o, insan
hizmette gerek.
1.
AE - Uşak! Git bana bir testi su getir, ellerimi yıkayacağım ve
ardından bana yemek getir, yemek yiyeceğim.
H - Evet beyim evet. İtaat edeceğim ve sana yemeklerin en
sağlıklısını getireceğim.
AE - Hizmetkârlarımın emeği hanemize bolluk taşıyor. Mahsuller
ambarlar dolusu, ekmeğimiz tepeleme yığılmış ve taze, bahçede
dolaşan kazlar, mevsimin olgun meyveleri, bir hayvanın yağlı eti
ve lezzetleri birleştirip ağzımı sulandıran aşçıların ustalığı...
H - Ye beyim ye lezzetli yemeğini, yemektir kalbin mutluluğa
açılışı. Hazla yenen yemeğe ve yeni yıkanmış beyaz ellere güneş
gelir, ışığını verir.
81
AE - Hayır uşak vazgeçtim. Yemeyeceğim yemek, iyice acıkana
kadar bekleyeceğim. Ne zaman istersem yerim, yemeye yerim ya,
yedikçe de yerim. Ve yedikçe midem genişler ve yerim daha da.
Sonra yeni yemekler ve lezzetler gelir ve alıştıkça yerim. Yedim,
yedim, yedim ve can geldiği yerden terkettiği gitti yağlanmış hasta
bedenimi son bir nefes olup. Ben gidemiyordum zira artık
tuğladan yatağımı terkedip bir adım bile ileriye.
H - Yeme beyim yeme, acıkmak ve yemek, susamak ve içmek,
bunlar her ölümlünün başına gelir. Her türden bol yemekler seni
ayrıcalıklı kıldı bu doğru ve herkes gördü senin zenginliğini ve
sana özendi. Ama insan zayıflıkta gerek ve zayıflık zayıflığın
düşmanı beyim. Yedikçe yedin ve yedikçe daha fazla, yemenin
hazlarına gözünü diktin ve zayıftın tutamadın boğazını, canın bir
nefes oldu uçtu gitti, şişman, yağlı ve lezzetli bedeninden, en
keyifli çağında, dev bir sünger gibi emmişken, dünyanın tüm
yemeklerinden, en ince lezzetleri.
AE - İşte bu yüzden uşak, tutmalıyım şimdi nefsimi.
H - Ambarların yiyecek dolu ve aşçıların ustadır. Nasıl tutasın
efendi!? Nasıl tutasın nefsini?
AE - Bir ömür sürecek demek, verdiğim savaş en tatlı arzularıma
karşı. Hem ödülüm, hem cezam, hem şevkim, hem kırbacım, hem
tehlike, hem ülkü, hem en yakın dostum, hem en büyük
düşmanım. Arzularım, zayıflıklarım, iradem ve fail ben, bir
mücadeledir nefs insana. İnsan içindeki savaştan inşa edilmiş,
savaşta gerek. Ben kendi'ye karşı ve kendi kendi içinde.
82
2.
AE - Öğreneceğim, öğreteceğim hizmetkâr, bana öğretilenleri
aktaracağım. Borcum bu benim sonraki kuşaklara.. Gelenekleri
sürdüreceğim, büyüklerim bende nasıl sürdürdüyse. Kitaplarımı
ve kara tahtayı hazırla, çocukları önüme getir, öğreteceğim.
H - Öğret beyim öğret sen, bu yüzden öğrenmedin miydi zaten?
Getireceğim huzuruna toparlayıp çocukları, alıp tozlu tebeşiri kara
tahtaya sürteceğim izninle. İzleyecekler ve çizgilerin sihrine
kapılacaklar. Değişecekler efendi.
AE - İyi ama uşak niye öğreteceğim? Hayatta kolaylıklar,
rahatlıklar sağlayacak dediler bilgi. Yayıldıkça artacak ve hayatı
kolaylaştıracak, doğanın güçlerine karşı zırhımız, miğferimiz,
mızrağımız olacaktı. Gel gör ki bir tepeyi aşınca başka tepe, sonra
bir başkası görünür oluyor. Tepelerin arasında ilerliyoruz ve her
tepenin ardında yeni yamaç, her tepenin yamacında dertli ruhlar,
zırhlarının yükü altında ezilmiş ve çökmüş sıkıntılı bedenler...
Hayatın tepeleri yükseliyor durmamacasına. Yükseğinden aşınca
bildiğin en yüksek tepenin, aramaya başlıyorsun daha yükseğini
nedense. Ve geriye baktığımızda, kum tepelerine gömülmüş
zırhlar ve kılıçlar batan güneşte ışıldıyor. Zırhlarımızı cilalayıp
parlattığımız için ve tepeleri eskitip aşındığımız için hayat daha
güzel oldu mu hizmetkâr?
H - Eminim olmuştur beyim. Sen bu zırhı parlattın ve bilgeliğin
dünyaya refah getirdi.
AE - Olmuştur uşak, olmuştur elbette, zırhımın armasında
yığınlar için rahatlığın ve refahın, barışın ve huzurun dağılımları
83
okunuyor. Geriye dönüp bakınca ve ortalamalara vurunca,
diyorsun ki bir büyük aile olarak biz insanlık, ilerlemişiz işte
basbayağı. Ama işte tepeler de çoğalmışlar ve yükselmişlerdir de.
Bir de şunu eklersen bu denilene: kendisi ve yakınları için,
ayrıcalık arar insan, daha fazlasını ister. Artmaya devam ettikçe
kendi beklentileri, ya da eşinin dostunun istekleri, artmaya devam
ettikçe, bulamaz tatmin kişi. Yenilenir iştihası, devam edebilsin
diye haz; yenilenir, hırsını yeniden yüklenir, arzusu bitmez
tükenmez ve huzura ermez insan. Öyle genel bir yasa ki bu,
oradan baktığında kum hep aynı kum, tepe hep aynı tepedir ve
insan tepenin yamacında gerek.
3.
AE - Hizmetkâr, dinle beni ve bana itaat et!
H - Edeceğim efendi, itaat edeceğim elbet. Sen ki zırhını
yüzdoksanyedi tepenin kumullarında aşındırdın, kılıcını ışıl ışıl
işlettin ve yamaçlarda tükendin. Dinleyeceğim seni ve itaat
edeceğim.
AE - Daha iyi anlamaktan bahsedeceğim sana bugün kara
tahtanın başında. Yaz uşak, dersimiz anlamanın önemi.
H - Yazıyorum efendi, elden geldiğince, ilahi sembollerini, göz
kamaştıran...
AE - Ama anlamıyorsun uşak.
H - Anlayamıyorum beyim.
84
AE- Anlayamıyorsun uşak.
H- Çünkü her şeyi anlayamayacağını anlamak.
AE- Her şeyi anlayamayacağını anlamak uşak.
H- Anlasam da ne olacak?
AE - Ne olacak uşak her şeyi anlasam ne olacak?
H - Sen efendi kalacaksın ben uşak, sen çaresiz kalacaksın ben
ahmak, sen dertli olacaksın ben dertli, anlasan ne olacak
anlamasan ne olacak?
AE - Tebeşirceğizinle söylediklerimi yaz uşak. Ve sen de
dertlerinin inceliklerini anlamanın dünyasına adım at. Böylece
daha nazik endişelerin olacak ve kibarca ifade edeceksin onları.
H - Anlat efendi, anlat bana, anlamak ve değiştirmek istiyorum
dünyayı, dünyayı olmasa da en azından içersini zihnimin.
AE - Değiştir uşak değiştir, anlatacağım sana kibarca, bir hoca
gibi nazikçe ve elimden gelirse, değiştireceğim dünyanı.
H - Değiştir efendi değiştir ama yakındır anlaman
değiştiremeyeceğini, sen şimdi değiştirsen de, değişen tekrar
değişir, güç güçtür, nehir nehirdir; bilgiyi güç kullanır ve nehir
kendi yolunda akar.
AE - O zaman uşak ben de, korurum yakınlarımı kötüye
kullanılan güçten. Edinip çıkar sağlayan ve ezen bilgiyi, eyleme
geçerim ve düşmanlarımın içine korku salarım. Artık benim de
85
ülküm ilerlemek ve diğerlerini geçmektir uşak, çünkü cemaatimiz
için bilgi güçten doğar, güç de bilgiden.
H - Ülkün güçtür efendi. Ve yaymadın mı gücü insanlığa adil,
ilelebet bir taraf diğerine zulüm eder. Değil mi ki bilgi kötüye
kullanılan güçtür?
AE - Öyleyse uşak, tamam, savaş yakındır. Zaman
kaybetmeyeceğim okumak ve öğrenmekle. Düşmanımı gafil
avlamak üzere derhal eyleme geçip kılıcımla keseceğim kalemleri:
Sa-fı-mı be-lir-le-yim, sa-fım bu şim-di be-nim, mem-le-ket-te savaş var, gi-de-yim sa-vaş-ma-ya.
H - Geç efendim geç eyleme ve sen de katıl adaletsizlere. Ham
adam önüne düşeni öğüten bir dişli ve akıntı aşağı salmazsan
salını, ya batar gidersin ya da yerinde sayarsın. Senin gücün
başkasının felaketi, senin başarın başkasının mutsuzluğu, senin
çıkışın başkasının inişi: Al be-yim si-la-hı-nı. Ku-şan ok ve ya-yını, düş-ma-nı-na kor-ku sal, sa-vun da va-ta-nı-nı.
AE - Savaşmayacağım uşak! Savaşın suçunu kirini yükleneceğiz
de, inandığımız değerlerin gölgesinde, bilecek miyiz kim ne
karıştırıyor? Sultanların ve toplulukların büyük planları var. Sen ise
bu oyunda, olsa olsa bir piyon.. Kazandın, öldürdün ve çaldın. Ya
o öldürdüğün düşmanın sevenleri ve ona muhtaç olanlar? Başka
çocuklardan çalıp kendi çocuklarına kanlı bir gelecek kursan,
onlar da devran dönüp senden hesap sormaz mı? Diyorum ki
uşağım, gelemez bu şekilde bu devran bir dengeye. Dengeye
gelmeyen devran, hepimiz için huzursuzluk ve tehlike. Savmak
86
için, karanlıkta sessizce hazırlanan bir intikamı, kurutacak mısın
düşmanının kökünü, söyle?
H - Çok yaşa sen efendi! Kimler isterse gitsin, çalsın çırpsın
öldürsün, bizler adil ve özgür bir ülke kuracağız. Dünyada tarlalar,
dereler, ekinler, hayvanlar ve madenler var. Kaynaklar var ama
bak, yetmiyor ki herkese. Böylesi bir dünyada, refah hırsızlık
demek. Hatta sen öylece dursan, durmak günah işlemek.
Muhtaçlar beklerdi hep seni de yanlarına. Sen beni bekliyordun,
ezilenlerse seni.
AE - Beklemez ahmak uşak, kimse beni beklemez, herkes kendi
butundan asılır bu dünyada. Bu gerçeği de en iyi muhtaçlar
biliyordu. Kurtarıcı yalandı ve güvenmezlerdi bana. Ben de sorsan
onları anlamıyordum zaten, onlar için kendimi adadım desem de
demesem de. Onlar da beni değil, güçlüyü ve haini, alçağı ve
çirkini anlıyorlardı en iyi. Kendileri de hain ve alçaktılar zira.
Fırsatını bulsalar deşerlerdi sırtımı, evimi yağmalarlar, yıkarlar ve
el koyarlar. Evime saldıran komşum, diyecekti ki bana, ben içimde
böyleydim, yalnız ne ben bilirdim, ne sen bilirdin bunu. Koşullar
belirince, sınav günü bugündür, insanların pek çoğu, geçemezler
sınavı. Sınav haine fırsattır ve fırsat alçağın yancağzında bekler.
Fırsatın suç ortaklığında namuslu komşular, bir günde alçak
haramilere dönüşüverir. Adaleti savunan ve komşusunu koruyan,
ne verebilir ki onlara? Yağmanın kapılarını açacak mıydı önlerine?
Kadını, parayı, gücü sunacak mıydı onlara? İnsan adalete inanır,
doğru, sever hukuku, ülküm adalettir der, gereğinde savunur.
Gelgelelim insanın içinde hain vardır. Alçak, hırsız, fırsatçı bir cin
bekler sınavı, taşlar oynar oynamaz, yerlerinden bir anda, cin
87
dümene geçer ve saldırır komşuya. İnsan adil doğru bu ama
fırsatçıdır da. İnsan hem davalarda, hem yağmalarda gerek.
4.
H - Efendi, talimatlarını ilet bana. Doğru yolun yolcusuyum.
Vazifemi yapıp, rolümü oynayacak ve çekip gideceğim hayattan.
Genel ahlak istesin hele benden, yaparım insan ne yapmalıysa.
AE - Uşak ipimin ucunu al götür, ilerideki taşa bağla o zaman.
Ben de buradaki ağaca bendeki ucunu bağladım mı doğru yolun
çizilmiş olur.
H - Dönmeyeceğim yolumdan, sözümden, tavrımdan bir daha.
Yaşayacağım kütük gibi dosdoğru ve çok kaba
AE - Evet uşak yaşayacaksın, kütük gibi dosdoğru ve sana çizilen
yol üzerinde.
H - Hayır efendi, hayır. Yolda çamur, engebe, bok var. Sapacağım
yoldan zaman zaman ipimi koparıp. Sapıp geri döneceğim ama.
AE - Dön uşak dön. Sap uşak sap.
H - Hayır efendi hayır! Dönmeyeceğim, sapmayacağım,
çizmeyeceğim, gitmeyeceğim. Gideceğim, sapacağım, yürüyüp
döneceğim.
AE - Sen dönenip dururken yolunun etrafında, ben başarılar
kazanacağım, nam salacağım uşak. Fırlattığım ağların her biri
dünyayı yedi adımda dolanacak.
88
H - Fırlat beyim, ser ağlarını, yakala beşeri, bağlan dünyaya!
AE - Satın alacağım uşak, dünyada insan için ne varsa.
Edineceğim uşak, evler ve evler dolusu.
H - Al beyim ne alabildinse. Dükkân dükkân gez, acenteler dolaş,
ajanslara danış. Ev al, araba al, şampuan al, deterjan al, restorana
git, farklı mekânlarda takıl, şarap iç, tatil yap! Deterjan yetmez
doğal deterjan, ev partisi yetmez seks partisi, şarap yetmez kokain,
sergi kataloğu yetmez, resim kolleksiyonu, tatil yetmez motoryat..
al beyim, doyur arzularını. Evin sensin depon sen, kasan sensin
bankan sen.
AE - Uşak düşmanlarımı korkutacağım, dostlarımı kıskanacağım,
akranlarıma haset edeceğim.
H - Et beyim et. Korkut, kıskan, tarumar et ve beter olsunlar.
Derunundan çağlar bitmez tükenmez bu duygular. Hırslısın!
Kendin, yakınların ve itibarın için. Ne yaptın bugün? Kıskandın,
korkuttun ve berbat ettin.
AE - Hayır uşak hayır, kıskandığım dertliydi, korkuttuğum
suçsuzdu ve haset ettiğim numaracı. Ayna oldular bana: dertli
bendim, numaracı bendim, suçsuz yine ben. Korkuttular,
kıskandılar ve tarumar ettiler. Bencillik ötekini araç kılar ve
herkesi derde sokar. Ama gel de isteme, kendin için iyiyi. İyiyi
istersen de başlar yine fesatlık. Hayır istersin sen de, dostun için
iyiyi, genişler hep çemberler, kainata dilersin. Fakat sende yoksa
da, dostunda varsa ondan, düşmanından da beter, dizginlenmez
kıskançlık. De ki o zaman sen de, insan bencillikte gerek.
89
5.
AE - Basit şeyler yapacağım o zaman, kalbimin istediğini.. Bir
kadın alacağım, onu eve kapatacağım ve işlerimi gördüreceğim.
H - Kapat efendim kapat ama gider aldatır. İnsanın o kanatlı
kalbini hangi odaya kapatacaksın?
AE - Kadını kapatmayacağım ben de! Ne kendimi ne kadını..
Ruhumu özgür bırakacağım ve özgür kadınlarla olacağım.
H - Yap beyim dediğini, biri gider biri gelir, acılarla bağlanır,
acılarla ayrı düşersin, bir türlü bağlanamaz, bir türlü ayrılamazsın.
Seversin sevilmezsin, sevmezsin bunalırsın, seversin seversin de,
bir türlü kavuşmazsın. Bir türlü edinemez bir türlü kopamazsın.
Aşkta sevgide sekste, bir damla mutluluk varsa, bir kova
mutsuzluk var. Diyelim ki her şeyi bir dengeye oturttun, mutlu
mesut bir evde, güzel bir hayat kurdun, anda başlar bıkkınlık,
kurgular ve kuşkular, bu muydu acep diye, hayattan muradım
benim? Yoksa var mıydı daha heyecanlı, daha büyük, daha sarışın,
daha akıllı, var mıydı daha aşık, var mıydı daha güçlü? Bu muydu
hayattan muradım, bu bunalmış ve bıkkın ilişki neymiş, gözler
dışarılarda, ayaklar eşiklerde, pat diye terkedilir, ortada kalıverirsin,
o yıllarca kurulmuş yıkıntınla başbaşa.
AE - Tamam anladık uşak, yormam ben de ruhumu. Günümü
gün edeceğim, meslekten hanımlarla.
H - Yap beyim sen öyle yap, gününü gün et, eğlen; şehvetini
geliştir. Sakatlık ve hastalık, hem bedensel hem ruhsal, kapından
ve çükünden, eksilmeyecek ama.. Ve zaten sen bu yolda, mutluluk
90
da bulmazsın. Hangisini verir ki bir meslek erbabı sana: bağlılık,
samimiyet, mukabele ve muhabbetten?
AE - Evleneceğim uşak, organizasyon şirketlerinden teklif, nikâh
dairesinden tarih al, ahbaplara haber sal, en ince ve samimi
davetiyelerle.
H - Edeyim-beyim-düğün, organize-edeyim. En-yakın-sevdiklerin,
gelsin-altın-taksınlar. Gerdan-kırıp-sahnede, bir-görünsün-insinler
ve-özel-davetliler, salınsınlar-geçsinler.
AE - Düğünümüz-mükemmel, olacak-yol-yok-başka, ve-konukomşuya-da, olmayacağız-rezil.
H - Meysure-Hanımların, oğlu-ve-Kaysure'nin, Feysure-veŞeysure, Zeysure-ve-Geysure, Teysure-hanımların, oğlununçektikleri, o mutsuz-sıkıntının, bir-damlacığı-bile, dökülmeyeceksenin, şakağından-gururlu. Saçacaksın-elmastan, gurur-pırıltıları,
görecek-herkes-orda, başarı-ve-serveti.
AE - Hayır uşak hayır ben, evlenmeyeceğim. Kaçacağım son
anda, düğünden ve bir ömür, soracağım kendime: o gün
kaçsaydım eğer, eğer kaçsaydım eğer, sonra bir ömür boyu,
diyeceğim ki kendime, o gün kaçmadım diye, kaçmadım ya ben
diye ve sonra diyeceğim ki, iyi ki kaçmadığım da, kaçmadığım
sayede ve sonra diyeceğim ki, amaan kaçsamdı da ne, kaçmasamdı
ne oldu? Ömür boyu eşeklik ve alacaklı toplumun, tüm kukla
kollarıma, iplikler asıvermesi.. Evlensemdi de neydi,
evlenmesemdi ya ne? Yine aynı örümcek ağından kukla ipi,
görsem hep ordaymış ki?
91
H - İster-evlen-ya-da-sen, evlenmesen-de-beyim, evlilik-güzelderim, evlilik-düzen-beyim. Sorumluluk-mutluluk, sorgulamadâimî, insan-azapta-gerek, insan-eşit-endişe.
AE - Belki-işte-o-yüzden, ölmem-lazım-hizmetkâr? Çözümsüzsedertlerim, kaz-derinden-bir-mezar.
H - Öl-öyleyse-beyim-sen, içinden-geldiyse-öl, iple-jiletle-düşüp,
dilediğin-gibi-öl!
AE - Hep biriktirir dururum, gücü, parayı, dostları.. bağlantıları,
becerileri, bilgiyi.. Ama bunları biriktirdiğim kadar da, hayal
kırıklıklarını ve çaresizlikleri ve üzüntüleri ve yorgunlukları ve
yılgınlıkları yığmışımdır bir kenara. Ve kazandığım kadar da dost
kaybetmişimdir hayatın yasası gereği. Olanak ağacının dalları
budanmıştır, iner çıkar dururum aynı üç beş dalın damarları
içinde.. Sürtünmesiz akmaya başlarım bu dünyada. Ve ama
dalların uçlarına vardığımda, o her şeye açık tarifsiz esneklik biter,
gücün azamisiyle aynı anda, güçsüzlüklerim katılaşmıştır. Artık
yerine getiremem, yaşamın biçtiği görevi. Ve yitirmişimdir, yeniyi
deneyip çeşitlilik üretme kabiliyetimi de.. İçimdeki failler benimle
yeni ülkeler keşfedemez artık. Rekabetçi uzamı baştan başa
dolduramazlar benle. Kısası: yeni gerekir. Yeninin esnekliği, o
belirlenmemiş olan, durmadan ilerlediğim ve damarlar olarak
katılaştığım hayatta, benim kaldığım yerden yeni dallar açacak,
uzayda önceden geçilmemiş durumları üretecek ve ağaç
büyüyecektir. Üst ölçekte, alt ölçekte ve ara ölçeklerde failler ve
yaşamın kendisi sürebilecektir.
92
H - Ölsen-de-ölmesen-de, hizmetçisin-yaşama. O-ise-kör-vesağır, senin-inançlarına.
AE - Uşak karar verdim ben, çocuk doğurulacak. Çocuk iyi pek
şapşal, aksi huysuz bencil pis, salak muhtaç oyuncu, ve talepkar
iyice. Dolduracak o donuk, yaşlılığımı benim, kendi hayat gücü ve
toyluğundan pay verip. Yaşlılığında sana, meşgale ve umuttur,
varis olur servete, hem sebep kazanmaya, sebep yaşamaya ve
kavgaya da bahane; tüm düşmelere sebep, sıkıntı ve çileye. Tüm
çirkinlikler gelip, ona dayanır bir gün, ona atfedilir hep, çocukların
var düşün! O gün berbat işleri, işte ondan yaptım ben, ben
kötüyüm neyleyim, çocuk var der geçerim.
H - Geliyorsa içinden, yap beyim çocuğunu, patır patır dökülsün,
parke ve halılara, konu komşu akraba, doluşsun şen evlere, çevirin
etrafını, izleyip durun onu.
AE - Hayır uşak vazgeçtim, yapmam ben nankör çocuk. Kendi
karakteri var, dinlemez hiç sözümü. Sen bir ömür kurarsın, yer
bitirir serveti, dönüp teşekkür demez, bencil olur çocuklar.
Bırakmayacağım varis, yiyeceğim serveti, orospular, partiler,
hazlar ve eğlenceler, zenginlik ve macera, ahmaklık ve kumarla,
yiyeceğim son kalan, hayatımı içimden.
H - Eh o zaman efendi, daha bir incelikli, ipincelmiş zevkleri,
arayacaksın demek. Çünkü ona erişmek, zordur ve içinde hep, bir
eziklik kalacak, incelerek yitmez ki... İnceliklere bir kez, değer
vermeyegör sen, hep daha ince vardır ve senden daha ince, birileri
gelip de, senin inceliğini, hor görüp ezecektir. İstediğin kadar çok,
deneyim avla ama sonunda tüketirsin, yetmez olur onlar da.
93
AE - Yiyeceğim en ince ve en bol ve en çeşitli.
H - Ye beyim.
AE - Yemeyeyim.
H - Yeme beyim.
AE - Yiyeceğim.
H- Can boğazdan gelmez mi? Ye efendim ye canım, boğazdan
gelen o can, aynı yerden gitmez mi?
AE - Sağlıklı yiyeceğim, zeytinyağlılar, otlar.
H - Ye beyim öküzlerle, ot ye, sap ye, saman ye.
AE - Nefes alacağım saf, yiyecek içeceğim, egzersiz sonrasında,
daha çok yiyeceğim, ki akşam daha ince, yemekler ve çeşitli,
lezzetler tadacağım, ki bu inceliğimle, herkesin üzerinde, zarif ve
görgülü bir, izlenim bırakayım. Kendine yetenler ki, erdemi
hedeflerdi, hayır elde çok olsa, sefahatti sonları. Zahit sufi çileci,
fazlasını aramaz, çünkü düşüvermezse, olgun meyva gibi o, onu
elde etmek de, ayrı sıkıntı, ondan. Ne kadar incelirse, incelsin dibi
yok ki, basit hazdan öteye, bitimsiz yol gidiyor. O yolun
menziliyse, gerçek haz değil ama gösteriş ve yapmacık, zahit bunu
biliyor.
H - Sen üret başkası yer, devlet için savaş öl, değer verilen her şey,
dönüp durur tersine. Gidelim kumara biz, fiş uzatsın görevli, gün
bugündür hayatı, yaşa zaman yitirme.
94
AE - Gitmeyeceğiz uşak, zor kazanılmış para, kolay gider
kumarda, cami yaptıracağım, aç doyurup soğukta.
H - Yaptır beyim sevaba, girersin berekettir, herkes de
sebeplensin, servetinden yediğin.
AE - Yaptırmıyorum cami, var her yanda yeterli, yetimlere dağıtıp,
insan büyütelim mi?
H - Cami kalbinde senin, yetimler dua etsin, yavrular büyüsünler,
bana da ver bir parça.
AE - Bilmiyorum hizmetkâr, dertlensem o muhtaçla, büyürse bu
dünyada, olur bir zalim o da. Dünyada iyilik var da, kötülük
arasına saçılmış görünmüyor, insan hem hainlikten, hem şefkatten
pay almış. Yetimler büyüyecek, güzellik görecekler ama işte onlar
da pay alacak kötüden, alçaklıktan yağmadan, zayıflıktan
düşüşten.. Bir insan daha eğer, bu dünyada büyüse, dünyada
iyilikler güzellikler artmaz ki. Ben burda bir gün daha, kalsam da
iyilikler artmayacak ey uşak, gitsek ya biz beraber?
H - Dünyanın hedefi ne, iyiliği değilse? Gidelim biz efendi, ama
hangi ülkeye?
AE - Bir hedefi vardıysa, adalet değildi bu, mutluluk da değildi,
özgürlük hele nerde? Öyle olsaydı eğer, insanlar tüm bunları,
araçsallaştırmazlar, her fırsatta ayaklar altında ezmezlerdi.
Savunduklarını duy, duy ama sen inanma, gösteriştir çoğunda,
bekle gör sınavları, sınavdan geçmedikçe, inanma ahlakçıya,
ülkücüye, sofuya.. Çünkü insan bildiğim, sözde melek gibidir,
inanır kendi de hep, kendine övgüsüne. Gel gör ki aynı insan, tün
95
gün iyi söyleyen, döner tersini yapar, şaşkın şaşkın kalırsın. İnsan
söylemde melek, eylemde fırsatçıdır, söz işe yaramasa, anda atar
bırakır. Anlayacağın uşak, böyledir beşeriyet, bak işte budur insan,
dalga dümende gerek.
6.
AE - Savaş, yakınındakiler için, ganimet al ve güçlen. Savaşma,
düşmanların seni öldürsünler, kolunu ayağını parmağını yesinler,
çocuklarını köle yapıp, kurukafana gülsünler. Eh sen de bir
kenarda dur güvenli, topla kırıntıları. Yok, yalanma o kadar, değer
mi hiç alçalma. Evlen, bir huzur düzen. Evlenme, sıkıntı dert.
Kemiklerim çıkarır anıların tadını. Peyki yoksam ben burda,
olacaktan bana ne? Öleceksem sonuçta, bugünün anlamı ne?
Yeter artık sonuçsuz, sormak sorgulamak yok! Artık bitti sorular,
böyle gelmiş böylece, olacak olacaklar. Bir bardak su içerim ve
sonra mala vurup, kakam gelince sıçar, çişim gelince işer, uyurum
ve uyanıp yeniden su içerim, bünyemin düzenini korurum öyle
gider.
H – Yap bunları beyim, dilediğince yaşa, hayatın keyfini sür, içine
dönüp bakma.
AE - Yaşamak bir kütük gibi katı ve bir orman kadar
düşünmeksiz. Bedenim güvende kalacak, başımı bir damın altında
tutacağım, hırsızlardan korunacak, ailemi geçindireceğim, rızkım
kesilmeyecek, ailem dert çekmeyecek, mutlu mesut etrafıma
toplanacaklar, doğru düzgün insanlar olacağız ve çevremiz de öyle
olacak, bize ait olan evimizde afiyet ve sağlık içinde mutlu olup
96
gideceğiz. Gün sonunda koynuna gireceğim sevdiğimin, sıcaklığı
ve şefkati için..
H - Çok yaşa beyim emi, beni de al yanına, ayırma hiç konaktan,
huzurundan da pay ver.
AE - Ahbaplarım olacak, saygı sevgi içinde, derdime koşacaklar,
iyi günde yanımda..
H - Derdini arkadaşına, döküp destek almanın ihtiyacı gerçektir.
Dikkat et beyim emi, arkadaşlık sessizce çözülüp bittiğinde, geriye
kalan olma, çünkü yol değiştiren, savurur dostlarını.. Mutlu olan
arkadaş, mutsuzun dertlerine, güler ister istemez, paylaşamaz
dertleri. Ve de bakıp avunur, derdi küçükmüş diye..
AE - Sokağa çıkacağım saygı uyandırarak, itibarım yüksekte,
herkes bana saygılı, güvenle yere basacağım arkamı sağlama alıp,
başarıyla yürüyeceğim hayatın sıkıntı ve sınavlarınla yüzleşerek. Ve
o sıkıntılar karşısında, saygıdeğer cemiyetimiz, saygıdeğer
takımımız, saygıdeğer ülkemiz ve vatandaşlarımız, birbirimizi
saygı ve şeref ile ağırlayacağız.
H - İtibar, başarı, ün, çevre, etki.. Bunlar sana lazımdır, banaysa
bunlardan ne.
AE - Beslen çalış, ye dövüş, oyna çiftleş, sev çoğal; yetmez ama
bunlar da... Bir basamak yukarda, işime odaklanıp, daha önce
kimsenin anlamadığını anlayıp, kimsenin yazmadığını yazacağım,
kimsenin akıl etmediğini düşünüp, dünyaya yenilikler saçacağım.
Aklıma esiverecek, birden herkesi şaşırtacağım ve bir tat olacak bu
herkes için. Pek çok zorluk çıkacak, odaklanıp çözeceğim ve
97
kendime bir hayat inşa edeceğim, hayallerimin peşinde,
arayacağım kaderimi ve diğer seyyahları yanımda yöremde
bulduğumda birbirimizi anlamaya çalışacağız, açık olacak ve kabul
edeceğiz olup biteni ve herkesi, yaşamı kucaklayacağız.
H - Bana sorarsan ise, kaç, korun saklan beyim, sağlığına dikkat
et, yat beyim aşağı yat.
AE - Yatma uşak yatma hiç, çalış dinlen çalış git. Çalışma
anlamsızsa dinlenme olaysız mı, şişkinlik çökelince, karnımı
ağrıtarak, atılacağım iyi şeyler yapmak için ortaya. Atılacağım
hayatın içine, insanlara yardımcı olmak için. Hep başkalarına.
H - Atıl efendim, atıl.
AE - Hazırlan uşak, karışacağız seninle toplumseverliğe.
H - Katılalım efendim ulu efendim, uşaklara kayış bağlayan
uşaklara, tarlaları sürdüren ve yular vuran uşaklara, işte senin gibi
bir insan, ancak yapar büyük işler ve faydalı olur diğerlerine. İyilik
senin elinde, çünkü zalim sensin ve adil olmayan.
AE - Sokağa çık eyleme gel, uşak yerin safımız, eylemler,
etkinlikler, kampanya ve projeler. Sen de katıl bu büyük
insansever gruba, hayırlardan sebeplen ve mutlu ol katkı
vermekten.
H - Aman beyim kimseye beğendiremezsin hizmeti, maraz doğar
iyilikten, inanmazlar niyetlerinin güzelliğine. Hem nereden
bileceksin sen, başkasının derdini, birininkini bilsen, onun
beğendiğini bu sevmez, buna lazım olan şuna zarar..
98
AE - Yapmayacağım bunları uşak. İnsanlar nankör, iyilik yap
denize at. Bir tek, hayvanseverlik, o en yakın dostumuz için.
H - Bir köpek kadar çakal, çıkarcı ve köylü kurnazı bir de kedi
var, hani insanlardan ne yönde üstün ola bu dostlar?
AE - Doğa temiz mi sandın, berbat ettik çevreyi, hamisi
olmadığım tek canlı ve tek taş kalmamacasıya, kendimi
adayacağım ezilen ve baskı görene, kirlenen ve hor görülene,
ötekilere, hemencecik yakınımda olmayanlara ve hatta hiç
görmediklerime, soyut fikirler ve mefkureler adına adanacağım
uşak, seni de davet edeceğim ülküme.
H - Dikkat et beyim yine, herkesi birden edemezsin memnun, üç
beş kişiye yaransan iyi.. O da döner gelir akrabanı, konu komşunu,
çoluk çocuğunu kayırmakla eşitlenir. Daha da ötesi değildir.
AE - Bu ihtiyaçlar merdiveninde üst basamaklara tırmandıkça,
itkilerin daha beter kapışırlar birbirleriyle. Dertlerini incelttikçe,
satırların dolaylanır, uzak metinlerden anlarsın kendini, kalem
oynatır ve içindeki tarafların savaşını kağıtlara aktarmaya başlarsın.
Alt basamaklar bir aşılmayagörsün yukarı doğru, artık
memnuniyet zor zenaattir. Hayatı pürüzsüz yürütemezsin,
yaşamsal hezeyanların bitmez, kimseyi de memnun edemezsin ve
hatta iyilikten maraz doğar. İyiliğin küçüğü, hem yaparken hem
görürken, herşeyin dengelisi, ortalama bir oran. O da yine döner
de, gelir başladığın yere, bencil, çıkarcı, nepotist bir dünyaya
eşitlenir. Hani yayacaktın diğergamlıkla çıkarlarını dünyaya,
kendisiz olacaktın? Görürsün ki kendisizliğin dokusu kendidir. Ve
diğergamlıktaki başarın bencilinkinden öte değil.
99
7.
AE - Müsabakalara gireceğim uşak silahlarımı hazırla. Mücadele
edeceğim görülmedik devlerle ve canavarlarla ve kurnaz ve
hilebaz cinlerle. Ve başaracağım, gönlümün arzu ettiğini
kazanmayı.
H - Getirdim beyim silahlarını, kurnazlığını, hırsını, kararlılığını.
Kazan beyim kazan, arzu ettiğini gönlünün.
AE - Rekabet değil midir adamın derisine yayılan desen? Rekabet
değil midir kadının etinde gizlenen doku? Kendim için, ailem için,
sülalem, kabilem, ahbaplarım için, bölgem kentim ülkem için ve
sınıfım, hobi grubum, kulübüm için ve cemiyetim, mezunlar
derneğim ve apartman meclisim için, şirketim, takımım, mangam
için.. Ve gireceğim rekabete, dünyam için. Doğayı, canlıları,
hastalıkları, uzaylıları ve görülmedik tanrıları altedeceğim.
H - Müsabakalar başlıyor efendi, sen konuşurken durmadı
rakiplerin, sür atını düşmanının üstüne, vur palanı, korku sal, nam
sal. Düşmanını öldür! Ve ihmal etme onun kardeşlerini ve
çocuklarını da. Zafer senin olacak fakat, sakın sen yine de,
düşmanının intikamından.
AE - İçimde büyük mücadelelerin şevki var sevgili uşakları,
tehlikeye atılmak isteyen, ödüllere kavuşmak isteyen bir girişimci.
Kendine en derinimde yer bulmuş ve oradan sökülüp atılamayan,
uslanmayan bir müsabık. Fırsat kolluyor rakiplerinle alttan alta,
açıktan açığa, ya da kalleşçe çatışmak için. İçimdeki bu oyuncu,
tarihime yayılmış ve kalelerimi inşa etmiş, uçak gemilerimi, uzay
gemilerimi inşa etmiş, sınırlarımı inşa etmiş, olimpiyatlarımı inşa
100
etmiş; şöhreti icat etmiş, gücü icat etmiş, itibarı icat etmiş.
Rekabet denen kurumda benlen ilgili bir şey var, bende de
rekabetlen ilgili bir şey.
H - Ak ve uzun sakallı, gür sakallı bilge efendim. Eğer köklerde
tutunan bir ilke yoluyla anlayacak olsaydım söylediklerini, insanı
rekabet yarattı derdim, tanrı değil. Rekabet yaşamın enerjisi,
makinesi, itici gücü iken, gerçeğin katmanlarıyla ilgili sorular
sorman beklenir bana. Aşağıya yayılan bir tabakanın, yukarıya
yayılan bir tabakayı, kesin midir, belirlediği? Doğru değil midir, ya
da, görünür olanların, yukarıdaki bir tabakada, sonra dönüp her
nasılsa, aşağıda salınan kuyruklarını ısırdıkları? Ya da sorarım
üzerimde duran efendim sana, varabilmiş miydik, bahsettiğim
tabakaların en dibine ya da zirvesine? Çoğalıp duruyor muydu
yoksa, tabaka tabaka üstüne ve tabaka tabaka altına sonsuza
kadar, hem aşağı hem yukarı yönde? Yoksa acaba, vardı da bir
hata, dünyayı börekleştiren bu bakışta, hata vardı da, esasında,
tüm katmanlar kadayıf gibi, içiçe gömülmüş olarak mı
anlaşılmalıydı? Bir kademede adına rekabet denen bir makina
vardı, tüm diğer kademelerden etkilenecek ve gerisin geri onları
etkileyecek şekilde. Eşitlikçi dönüşümcüler, indirgeyip insanı ve
göremeyip devcileyin makinayı ve duyamayıp gümbürtülü
makinayı, piramidin en üstüne topyekûn, taşımak istediler
yığınları. Yaşamakla kalmayan, mutlu olan ve eğlenen, kendini
gerçekleştiren, bir insanlığı kuracaklardı. Efendiler ise, daha bir
bilge idiler, çünkü devlerin sırtına oturtulmuşlardı, ebeveynleri
tarafından... Şu çağlayarak akan hayatı, yönetmekten kaynaklanan,
gerçekçi bilgelikleri, hassas kılmıştı onları, sebeplere ve sonuçlara,
101
dümenlere ve akışlara. Çünkü yanılsan kaybediyordun ve efendilik
dünyasının her bir neferi, kazanmanı bekliyordu bir efendi gibi
senin de. Bir deneyim değil, kontrollü bir deneydi efendinin
hayatı, insanlığın tüm tecrübesine vurulmuş bir eğer üstünde,
yönetiyordun ve araştırıyordun, daha önce ayak basılmamış
toprakları. Efendi kazanmazsa kaybetmeliydi ve
ödüllendirilmeliydi kazanan bilgelik. Ne var ki, kazanmanın
kültürü bir testi su gibi yüklenmişti insandan yapılma bir şenlik
piramidinin sırtına. Testi çatlamış ve başarı sızdırıyor ve damla
damla ıslatıyordu yükü sırtlanmış garipleri. Başarı kültürünün
nemi, yavaşça sızıyordu, her gün daha da aşağı kademelerine
insanlığın. Gün geldi, tüm bir kültür kazanmayı övmeye başladı.
Piramidin minik ucundaki istisna, insanlık tarihi boyunca istisna
olarak kalmış o minik nokta, artık tüm genel geçer kurallar ve
modellerin yerini almıştı. Daha güzel, daha zengin, daha başarılı
olmak bekleniyordu, insanoğlunun en sıradan yavrularından artık.
Eskinin sıradan örnek insanı ideal örneklere bırakıyordu yerini.
İnsan artık insan-ötesi olmak gerek; güzel, akıllı, başarılı, zengin,
direngen, güçlü, ahenkli, duygusal ve diğergam. Sen artık her şey
olabilirdin ve bu yüzden de olmak zorundaydın. Ben, uşak, her
şey olabilirdim ve olmak da zorundaydım. Çünkü olabilirdim, her
şeyi olabilirdim. İstisnanın işgal ettiği tüm seviyeleri, her türden
istisnanın işgal ettiği bütün ama bütün seviyeleri, aynı anda,
topyekûn, tekmili birden işgal edebilirdim. Ve edemediysem eğer,
ben bir başarısızlıktım. Verimli olmanın ve bu sayede başarılı
olmanın ve bu sayede mutlu olmanın yollarını anlatmaya
başlamıştın sen de bana. Senden öğrenecektim elbet, kendimi
gerçekleştirmenin yollarını ve sen bana öğrettikçe, daha verimli,
102
daha başarılı, daha zengin, daha güzel, daha üretken, daha zeki ve
daha yaratıcı olup, daha incelikle, daha eğlenceli, daha sevimli,
daha gösterişli olup, ama aynı anda daha mütevazı, dah diğergam,
daha hayırsever ve daha sorumlu olup ve aynı zamanda daha
bireyci, daha bencil ve daha kendine dönük ve daha kendine
güvenli olup ve aynı zamanda daha iyi anababa, daha iyi evlat,
daha iyi yurttaş ve daha iyi bir takım çalışanı olup ve aynı
zamanda daha yırtıcı, daha savaşçı, daha mücadeleci ve daha
azimli olup ve aynı zamanda olmam gerekenlerin listesi
tükenmemecesine uzanırken ben bunların hepsi olup bir zahmet,
çünkü bunları olamayanın vay halineydi de ondan. İşte efendi,
saçma eylem planını dayatan, hem içten gelen ve bizi olan, hem
dıştan dayatılan ve oluşumuzu etkileyen, nefes aldırmayan ve ara
vermeyen, zamanı sıkışık ve her bir anı değerli, hayat adını
verdikleri mücadele, öğret bana öğretecektin ya, bilmiyor muyum
ben, insan dertte ve kaygıda, sıkıntıda ve endişede, acıda ve
üzüntüde gerek.
Abraham Paşagönlüm
103
104
banu güven ben öldüm
sizi banu, beklemeye devam ediyorum, bir umudum var, hayır
umutvarlığım var demek istedim umut var mı yok mu bilmiyoruz,
biz her gün kostümümüzü sırtımıza uygun biçimde geçirip
gitmemiz gereken noktaya gidiyoruz, sabırla tevekkülle bekliyoruz
ama geleceği bir telefonla ihbar edildiği halde bir okurumdan
gelen dokunaklı intihar mektubu bir türlü gelmiyor, bu nasıl
oluyor, o yüzden ben yazıyorum sana bugün aşkımı banu bizi
ayırıyollar, ayırıyollar ama bizi ayıramazlar bizi, bizi nasıl ayırırlar,
bize nasıl gelmezler, bütün güzel umutvarlıkların sadece
umutvarlık olduğunu önemle vurgularlar, suretinde tekrar tekrar
zuhur eden aşkından bu kadar yorulduğumu bilsen acaba yine
böyle umursamazca mı davranırdın? bu kadar sabırlı ve
soğukkanlı mı olurdun yine? olurdun değil mi banu yayın akışı
değil mi, özür dilerim öyle demek istemedim, daha yumuşak daha
samimi olmak istedim, ters davranmak istemedim yayın akışı çok
güzel, harika, herşeyin harika demek istedim, uf bu kadar
yorulacağımı bildiğim halde, asla sabırlı olmadığımı kendimi her
dakika ve saatbaşı sıkım sıkım sıkacağımı bildiğim halde zira bu
sefer bu sefer hata yapmamak bu sefer seni yakalamak, bu son
şansımdı niye anlamıyorsun niye bu kadar basit mi yani,
neredesin? neredesin banu duymuyorum, tamam ben altını
yakarım yemeğe gel bak ne güzel şeyler yapacağız senlen yemek
yerken terleyeceğiz, sonra pilav tanelerini çatalımızla bastırıp
bastırıp bitirince sıkkın sıkkın gastelere bakıp sonra aynı saçma
işimize döneceğiz akşam çağıracağım geleceksin fasulye yerken
105
terleyeceksin, balkondan diğer ailelerin hayatlarına sıkılacağız
böylece kendi hayatımızı sıkılacağız ben niye yine yeşil çimenlerin
üzerine yattım ve gözlerimi gökyüzüne diktim, bir melek gelecekti
oraya koyduğum bir göksel şiir, gülümsüyordu, onun da dişetleri
var, hepinizin var, allahsızlar, gülüyorsunuz, zekisiniz, ve yerici,
seviyorum sizi, siz neyle dalga geçiyorduysanız ben de onunla
dalga geçecektim niye bırakmıyorsunuz söyleneceklerin en
güzellerini daha söylememiştim, saklamıştım, zamanı vardı, en
güzellerini davranmam için niye fırsat vermiyorsunuz her
seferinde sanıyorum ki artık göklerin kapıları açıldı oradan
yükseleceğim sanıyorum her seferinde kurtulacağım sanıyorum
yerle ilgili herşey bitecek ben de şiir olacağım hayatımda ona
yakışmayan herşeyin yitip yokolacağını biliyorum o yüzden
öldürmeliyim, kendimdeki tozu öldürmeliyim alerjim var
tıkanıyorum nefes alamıyorum halılara yıllardır cömertçe akıttığım
kahır kanlarından beslenen gözle görülmez tasa yaratıkları
ciğerlerimin en gizemli ve keşfedilmemiş mağaralarını mavi ve ışıl
ışıl florasan bir sıvı ile doldurmuş, orda su dalgalanıyor küçük
dalgalar, dalgaların olduğu tarafa bakıyorum, kendimi
öldürmeliyim zira insan olduğum sürece huzur bulmayacağımı
biliyorum, ev arkadaşım uzak diyarlara gitti bunu sana ölmeden
önceki son intihar mektubumda bildirmiştim, kendisi aşkı uğruna
gidebileceği en uzak ülkeye gitti ve gelmeyi reddediyor, artık
tümüyle yalnızım, bazı akşamlar seni beklerken içim eziliyor banu
o kadar yalnız hissediyorum ki, öldürecek sadece ben varım o
yüzden kendi kanlarımı akıtmalıyım bütün kızıl kanım akıp da
varlığım topraktan boşanınca geriye asil mavi kanım kalacak, o
zaman artık seni sevmekten kurtulacağız, insan olmayacağız, acı
çekmeyeceğiz, umut etmeyeceğiz, beklemeyeceğiz, biz bu yüzden
mutfaktan bıçağı aldık, ev arkadaşımla aynı anda, bu evde birlikte
beklediğim bütün varlıklar koro halinde ama en keskin bıçağımız
bile boynumuza vurduğumuzda boynumuzu kesmemişti, etrafa
bütün gözlerimizle baktık ama kurban kuzusu yoktu, sadece
106
süleymancık vardı, onu yakalayıp öldürmeye çalıştım yemin
ediyorum kızma banu başaracağım ama buzdolabının altına
kaçınca en büyük kavanozu alıp ben mübarek kalın cam boğazımı
kağıt gibi bir çırpıda kesiverip karo mozaiklerin üç yıldır
silinmemiş milimetrekareye 197 dünyevi varlık düşen her damlayla
büyük ağıt kardeşleri için haykırışlar kir, deri, kıl, cam kırığı,
börülce tanesi, kurumuş pilav, ezilmiş fasulye, karpuz çekirdekleri
hep bir ağızdan haykırdılar, ölme seni seviyoruz, ama biz sizi
sevmiyoruz, ordan bize el sallasan hemen geleceğim banu, bir
görünüp bir kayboluyorsun. ben yoruldum. yorulmadım.
N. Aslıgibi
107
KYNIK
(istendiği gibi çoğaltılır)
http://kynik.kynik.googlepages.com
https://kynik.wordpress.com
http://kynik.blogspot.com.tr/
[email protected]

Benzer belgeler