Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin Örgütsel Kimliği ve

Transkript

Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin Örgütsel Kimliği ve
DÜNYADAN
Avrupa Sosyal Demokrat
Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
MATTHIAS MICUS
Kasım 2010
Geleneksel büyük partiler derin bir krizin içine girmiş bulunuyor. Sosyal demokratların
halk partileri, kitle partileri ve işçi partileri olarak taşıdıkları özellik artık sadece tarihi
nedenlere ve kendilerine yakıştırdıkları kimliğe dayanıyor.
Çoğu kez tek yönlü bakış açısıyla olumlu olarak nitelendirilen birçok reform girişiminin
aslında daha yakından incelendiğinde bazı sorunlar içerdiği ve farkında olunmadan
bazı yan etkiler yarattığı görülüyor. Buna rağmen uluslararası kıyaslama yapıldığında
Amsterdam’da uygulanan aday belirleme yönteminden ve Steiermark eyaletinde parti
üyelerine yönelik tanıtımlardan İspanya’da parti yandaşlarının harekete geçirilmesine
kadar uzanan ve başarı vaat eden birçok girişimin gerçekleşmiş olduğu dikkat çekiyor.
Partilerin daha önce izlemiş oldukları yolun seçim yenilgisi, üye veya itibar kaybıyla
sonuçlandığı durumlarda parti programının içeriğinde yapılacak bir rota değişikliğinin
tümüyle tehlikesiz olacağı söylenemez. Stratejik ayarların inandırıcı olmaları,
dolayısıyla hemen seçim yenilgisi sonrasında yapılmış zorunlu bir hedef
değişiklikliğinden ziyade daha kapsamlı ve sürdürülebilir nitelik taşımaları gerekir.
Yazarlar Avrupa sosyal demokratları için gerek duyulan ortak bir söylemin gerekliliğini
ve engelleyici nedenleri ortaya koyarak, ortak bir program çalışmasının içeriğine ve
yapılandırılmasına yönelik ana hatları Almanya’nın bakış açısından ele alıyorlar.
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
İçindekiler
1.
Sosyal Demokrasinin Sorunu: Seçmen Kaybı ............................................................................................2
2.
Parti Finansmanı ve Üye Gelişimi................................................................................................................3
3.
Örgütsel Yaşamda Yapısal Tutuculuk ........................................................................................................5
4.
Genç Yönetici Adayları .................................................................................................................................7
5.
Yinelenen Reform Tartışmaları....................................................................................................................8
6.
Deus ex machina: Çapraz Geçişler Sorunsalı .............................................................................................9
7.
Ümit Verici Girişimler: Yerel Örgütler ve Üye Yoklamaları ...................................................................10
8.
Program Çalışmaları: Ekonomi ve Toplum...............................................................................................14
9.
Zorlu İşbirliği: Sendikalar ...........................................................................................................................15
10.
Göçmenler ve “sıradan konular” yeni bir potansiyel mi sunuyor? ......................................................16
11.
Halk partisi konseptine veda mı ediliyor? ...............................................................................................18
12.
Üye Kampanyalarıyla Partiyi Canlandırma Girişimleri ...........................................................................18
13.
Internet: Olanak veya İllüzyon ..................................................................................................................22
14.
Sonuç ............................................................................................................................................................23
1
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
1.Sosyal Demokrasinin Sorunu:
Seçmen Kaybı
Seçim sonuçlarına bakıldığında sosyal demokratların
aslında İspanya, Avusturya ve Norveç’te de ciddi bir
çöküş içinde bulundukları dikkat çekiyor ve
gelişmelerin dramatik boyutu daha da belirginleşiyor:
Danimarka’da Socialdemokratiet Partisi 1945 ve 1973
yılları arasında ülke genelindeki seçimlerde ortalama
yüzde 38 oy oranına sahip bulunurken, son iki
Folketing-seçiminde seçmenlerin sadece dörtte birinin
desteğini kazanabildi (Koole 1992:84). İsveç’te ise
Socialdemokratiska Arbetarepartiet (SAP) en parlak
döneminde salt çoğunluğu elde edecek düzeyde
sonuçlar elde etmeye alışmışken, son seçimlerde oy
oranını yüzde 30’un ancak biraz üzerine çıkarabildi.
Yine de Socialdemokratiska Arbetarepartiet’in, 1970’li
yıllarda Ulusal Meclis seçimlerinde üç kez üst üste salt
çoğunluk elde ederek tüm zamanların en başarılı
sosyal demokrat partisi konumuna gelen, ancak 2008
yılında kullanılan oyların sadece yüzde 29,3’ünü
kazanabilen Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’ne
(SPÖ) kıyasla daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Sosyal demokrat partiler ailesi derin bir krizin içinde
bulunuyor. Daha 90’lı yılların sonunda büyük
çoğunluğu sosyal demokrat hükümet başkanları
tarafından yönetilmekte olan –ancak 10 sene sonra–
2010 yılında sosyal demokrat hükümetlerin 27
ülkeden sadece 5’inde iktidarda kalabildiği tüm AB
üyesi ülkeler için bu teşhisin geçerli olduğunu
söyleyebiliriz. Bazı istisnalara rağmen bu saptama
İspanya, Hollanda ve Avusturya’nın yanı sıra İsveç,
Danimarka ve Norveç gibi İskandinav ülkelerinin
gururlu ve başarıya alışık sosyal demokratları için de
geçerli bulunuyor. Yine de bu altı ülkenin üçünde –
İspanya, Avusturya ve Norveç’te– hükümet başkanları
halen sosyal demokrat partiler tarafından belirleniyor.
1995 yılında bu ülkelerin tümü sosyal demokratlar
tarafından yönetiliyordu (bkz. Ismayr 2009 verileri).
1990 yılından beri Batı Avrupa’daki sosyal demokrat iktidarlar
Đspanya
Avusturya
Hollanda
Đsveç
Danimarka
Norveç
1993
++-
++-
+--
--+
++-
++-
1994
++-
++-
++-
++-
++-
++-
1995
++-
++-
++-
++-
++-
++-
1996
--+
++-
++-
++-
++-
++-
1997
--+
++-
++-
++-
++-
--+
1998
--+
++-
++-
++-
++-
--+
1999
--+
++-
++-
++-
++-
--+
2000
--+
--+
++-
++-
++-
++-
2001
--+
--+
++-
++-
--+
--+
2002
--+
--+
--+
++-
--+
--+
2003
--+
--+
--+
++-
--+
--+
2004
++-
--+
--+
++-
--+
--+
2005
++-
--+
--+
++-
--+
++-
2006
++-
--+
--+
--+
--+
++-
2007
++-
++-
+--
--+
--+
++-
2008
++-
++-
+--
--+
--+
++-
2009
++-
++-
+--
--+
--+
++-
2010
++-
++-
--+
--+
--+
++-
Đktidar ortaklığı/Başbakan/Muhalefet (+/-). Yani: Başbakanın farklı partiden olduğu iktidar ortaklığı (+/-/-),
Muhalefet Partisi (-/-/+), Đktidar Partisi ve Sosyal Demokrat Başbakan (+/+/-)
2
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
Hollanda’da Partij van de Arbeid’ ın (PvdA) uzun
zamandır devam eden erime süreci Temmuz 2010’da
yapılan parlamento seçimlerinde Hıristiyan Demokrat
Parti’nin daha büyük bir yenilgi yaşamış olması
dolayısıyla nispeten göz ardı edildi. Elbette tüm dikkat
sadece rakip parti üzerinde yoğunlaştığında, PvdA’nın
sürekli yeni seçim yenilgileri yaşamakta olduğu ve
gerek Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde edilen
yüzde 12,5 oy oranı ile gerekse Mart 2010’da
gerçekleşen yerel seçimlerde elde edilen yüzde 15,7
ile giderek bir küçük parti konumuna doğru ilerlediği
gerçeği görmezden gelinebiliyor. Son parlamento
seçimlerinde zafer olarak algılanan yüzde 19,6
oranındaki sonuç bile savaş sonrası dönemde alınmış
en kötü ikinci sonuç olup, yüzde 20’lik barajın
aşılması için dahi yeterli olamadı.
Danimarka’da sosyal demokrat partilerin toplam
bütçeleri içinde üye aidatları yüzde 37 paya sahip
bulunurken, bu oran 2008 yılında yüzde 10’un altına
düşmüştür (bkz. Bille 1997 ve 2010). Komşu
İskandinav ülkeleri İsveç ve Norveç’ te ve İspanya’da
da üye aidatları partilerin toplam gelirleri içinde
önemsiz bir paya sahiptir. Sadece Avusturya ve
Hollanda’da partilerin üye aidatlarından sağladıkları
gelir devlet yardımlarından daha fazladır. Üyelerin
parti bütçesindeki payı her iki ülkede de toplam gelirin
üçte biri oranındadır. (bkz. Ucakar 2006:332 vd. ve
PvdA 2007).
Bu gelişmeyi beraberinde getiren nedenlerin başında
devletin siyasi partilere yönelik yardımlarını ciddi
oranda artırmış olması geliyor. Örneğin Danimarka’da
Folketing-seçimlerinde, kullanılan oy başına verilen
devlet yardımı 1987 yılında 5 Danimarka Kronu iken,
bu rakam 2007 yılındaki son seçimlerde 27,50
Danimarka Kronu’na yükseldi (bkz. Bille 1996:157).
Ancak diğer taraftan oy kaybına paralel olarak sosyal
demokrat partilerin üye sayısında da azalma görüldü.
Danimarka’da sosyal demokratların 1950 yılında
290.000 olan üye sayısı, daha sonra hızla
gerileyerek, 80’li yıllarda düşük ama sabit düzeyde
kaldıktan sonra, takip eden yıllarda yeniden
hızlanarak azalmaya devam etti. 2009 yılındaki parti
istatistiklerine göre üye sayısı 50.000 sınırının altına
inmiş, hatta tam olarak 48.236 üyeye gerilemiş
bulunuyor. Hollanda’da PvdA üyelerinde de benzer
gelişme görülüyor. Nitekim Hollanda’da sosyal
demokrat parti üyelerinin sayısı 54.000 dolayında
seyrediyor. Oysa bu rakam 80’li yılların sonunda en
azından iki kat daha fazlaydı.
Sosyal demokrat partiler arasında yegâne istisnayı
İspanya’da Partido Socialista Obrero Español (PSOE)
ve Norveç İşçi Partisi oluşturuyor. Her ikisi de son
seçimlerden zaferle çıkarak, iktidarda kalmayı
başardılar. Elbette Norveç sosyal demokrasisi de 50’li
ve 60’lı yıllarda alıştığı ve 80’li yıllara kadar
sürdürdüğü oy oranlarından çok uzakta bulunuyor.
Partinin bugünkü başarı bilançosu yüzde 10’dan fazla
oy kaybına uğradığı ve yüzde 24,3 ile tarihinin en
düşük oy oranına gerilediği 2001 seçim yenilgisine
dayanıyor. Nitekim 2001 yılında elde edilen düşük oy
oranıyla kıyaslandığında, son seçimlerde elde edilen
yüzde 32,7 (2005) ve yüzde 35,4’lük (2009) sonuçlar
–doğal olarak– başarı olarak nitelendiriliyor.
2. Parti Finansmanı ve Üye Gelişimi
Seçmen pazarında yaşanan kayıpların muhtemel bir
iktidar ortaklığı üzerinde olumsuz etki yaratmasının
şart
olmadığını
görüyoruz.
Nitekim
örneğin
Avusturya’da oy kaybının iktidar ortaklığı üzerinde
doğrudan etkili olmasına izin verilmediği gibi, tarihi bir
seçim yenilgisi dahi başbakanı belirlemek için yeterli
olabiliyor. Hatta seçmen kaybının parti üyeleri lehine
sonuç vermesi dahi mümkün olabiliyor. Burada siyasi
parti finansman sistemini örnek olarak gösterebiliriz:
Seçmen sayısının azalması genellikle seçmen sayısı
esas alınarak belirlenen devlet yardımlarının
azalmasına
ve
dolayısıyla
parti
gelirlerinin
dağılımında değişikliğe neden oluyor. Bu durumda
üye aidatlarının önemi artarak, üyelik daha da güçlü
konuma gelebiliyor. Bu işin teori yönüdür. Gerçekte
ise partilerin toplam gelirleri içinde üye aidatlarının
payı asla artmamış, aksine azalmıştır. 1974 yılında
Ancak diğer İskandinav ülkelerindeki sosyal
demokratların ve Avusturya SPÖ partisinin daha
dramatik durumda olduğunu görüyoruz. İsveç’te
1990/91 yıllarından bugüne kadar üye kaybı üçte iki
veya 160.000 olarak verilirken, Norveç sosyal
demokrat partilerinin üye sayısı 1985 yılından bu
yana üçte iki veya 130.000 azalmış bulunuyor. Ancak
bu rakamlar Avusturya’da yaşanan üye kaybına
kıyasla önemsiz kalıyor. SPÖ bir zamanlar Avrupa’nın
en iyi örgütlenmiş sosyal demokrat partisi olarak
kabul ediliyor ve 1979 yılı itibariyle sekiz milyon
Avusturya vatandaşının 720.000’i sosyal demokrat
partiye üye bulunuyordu. Bugün partiye kayıtlı üye
sayısı 243.000 olarak veriliyor. Dolayısıyla zaman
3
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
içinde partiden kendi isteğiyle veya ölüm nedeniyle
500.000 kişi ayrılmış bulunuyor.1 Yapılan tahminlere
göre, üye kaybının bu şekilde devam etmesi halinde
SPÖ 2018(!) yılında, yani çok yakın bir gelecekte son
üyesini de kaybetmiş olacak.2
Son birkaç on yıl içinde üye sayısında görülen
azalmaya paralel olarak sosyal demokratların
sosyalizasyon deneyimleri, yorum tarzları ve
beklentilere yönelik tutumları da giderek tek bir
kuşağın düşünce kalıpları, dünya görüşü ve
menfaatleri ile kısıtlı kaldı. Halen sosyal demokrat
partiler içinde, 60’lı ve 70’li yılların başlarında
kalabalık gruplar halinde partiye katılan ve “katılım
taburları” (“katılım kohortları”) olarak da nitelendirilen
üyelerin hâkim olduğu görülüyor. Bunlar başlangıçta
katılım çoşkusuyla partinin altını üstüne getirerek,
hışımla kıdemli üyeleri yerinden kaydırmış, daha
sonra gençlerin yükselmesine de engel olmuşlardır.
Halen de ilçe teşkilatlarında kendi aralarında faaliyet
göstermektedirler. Hollanda’da 1999 yılında Partij van
de Arbeid’ın (PvdA) üye yapısına ilişkin olarak yapılan
araştırmaya göre, halen parti üyelerinin yüzde
60’ından fazlası 50 yaşın üzerinde bulunuyor (Koole
ve van Holsteyn, Joop 1999:93 vd.). Özellikle
geçmişte ciddi ölçüde üye kaybına uğrayan partilerde
yaşlı üye oranının çok yüksek olduğu dikkat çekiyor.
1990 yılında Danimarka’da Socialdemokraterneüyelerinin yüzde 65’ini 50 yaş ve üzerindeki üyeler
oluşturuyordu (bkz. Bille 1996:155). Bunun yanı sıra
Anton Pelinka’nın kısa süre önce yaptığı saptamaya
göre, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi SPÖ’nün
siyasi örgütlenme oranının aşırı ölçüde gerilemesinde
ve 80’li ve 90’lı yıllarda yaşanan çöküşte yegâne
nedeni “Kuşak Faktörü” oluşturuyor (bkz. Pelinka
2005:67). Franz Walter de “Avrupa sosyal
demokratlarının ‘Boz Panterler’ benzeri siyasi
formasyonlara dönüşmüş oldukları” yönünde yorumda
bulunuyor (Walter 2010:65).
Bu yöndeki eğilimin üyelik aidatlarının düşürülmesi
suretiyle yavaşlatılması, durdurulması veya aksi yöne
çevrilmesi olanak dışı görünüyor. Nitekim örneğin
Fransız sosyalistlerinin internet bloglarında yüksek
üyelik aidatlarına ilişkin şikayetlerin yer aldığını
görüyor, ancak diğer taraftan çok düşük aidatların
üyeliğin önemini daha da azaltacağına dair yorumlara
da tanık oluyoruz. Sonuç itibariyle Fransa’da Parti
Socialiste (PS) içinde üyelik aidatlarına ilişkin yoğun
tartışmalar yürütülüyor. Bu tartışmaların en önemli
nedenini, partiye yeni katılan üyelerin ilk yıl için bir
kereye özgü sadece 20 Avro ödemeleri, ancak
üyeliğin 13. ayından itibaren yıllık üyelik aidatının
üyenin maaşı esas alınarak –sabit veya artarak
çoğalacak şekilde– yeniden belirlenecek olması ve
dolayısıyla özellikle normal veya üst gelir grubundaki
üyelerin parti aidatlarının aşırı yükselmesi oluşturuyor.
Aidatın artış şekline veya kesin miktarına ilişkin karar
yetkili parti organları tarafından veriliyor. Üyeler ilk
yılın sonunda yeni aidat miktarını kabul etme veya
partiden ayrılma seçeneğiyle karşı karşıya kalıyorlar.
2006 yılında “20 Avro’ya üyelik” kampanyası
çerçevesinde partiye kazandırılan yeni üyelerin yüzde
84’ünün bir yıl sonra partiden ayrılmış oldukları
görülüyor. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, aidat
miktarı kişilerin partiye katılma nedenleriyle bağlantılı
olarak önem taşıyor. “20 Avro’ya üyelik” kampanyası
çerçevesinde partiye üye olanların yüzde 83’ünün
partiye katılma gerekçelerini sosyalist cumhurbaşkanı
adayının belirlenmesinde söz sahibi olabilmek
oluşturuyordu. Adayın belirlenmesinden sonra ana
hedef ve dolayısıyla üyelik gerekçesi de ortadan
kalkmış oldu: Bu nedenle üyelik aidatının miktarının
sadece kısa vadeli veya önemsiz gerekçelerle partiye
katılanlar için belirleyici rol oynamakta olduğunu
söyleyebiliriz.
Bu gelişmelerle eşzamanlı olarak partilerin gençlik
örgütlerinin de giderek erimeye başlamış olduğu
görülüyor. Halen 100.000 üyesiyle yine de İsveç’in en
büyük siyasi partisi olan SAP’nin gençlik örgütü kayıtlı
5.500 üyesiyle partilerin gençlik kolları arasında,
Korsan Partisi’nin genç üyelerinin arkasında, üçüncü
sırada yer alıyor (bkz. Westerberg 2008). Sosyal
demokrat
partilerin
genç
seçkinleri
partiye
kazandırma girişimleri halen ağırlıklı olarak gençlik
kolları
aracılığıyla
yürütüldüğünden,
bunların
güçsüzlüğü ve dermansızlığı ciddi sorun yaratabiliyor.
1 Danimarka için bkz. Beretning 2009:30; Norveç için
Arbeiderpartiets 2009; İsveç için bkz. Wrede ve Ruin 2008.
Avusturya’ya ilişkin rakamlar Renner–Institut çalışanı Dr.
Michael Rosecker tarafından 5.7.2010’da yazarla
gerçekleştirilen görüşme esnasında verildi.
2 Yazar bu bilgiyi Renner–Institut çalışanı Mag. Friedrich GrafGötz‘den temin etti.
4
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
3. Örgütsel Yaşamda Yapısal
Tutuculuk
düzeydeki sağlam temelinden kaynaklanıyor. “Parti
de municipalité”, yani “yerel yönetim partisi” olarak
kazanılmış olan saygınlık Sosyalist Parti’nin belediye,
kanton ve bölge seçimlerinden siyasi rakiplerini büyük
farkla geride bırakarak her zaman en güçlü parti
olarak çıkmasını sağlıyor.4 Siyasi partileri konu alan
araştırmalar, sık dokulu siyasi örgüt yapılarının
seçimlerde başarılı olduğuna ve ülkenin en ücra
köşelerinde dahi temsil edilmenin ve kamuoyu için
görünür olmanın kitleleri harekete geçirecek bir güç
oluşturduğuna ilişkin çeşitli örnekler içeriyor. Ancak
bu saptamalar ağırlıklı olarak büyümekte olan istikrarlı
partiler için geçerli oluyor. Hızla küçülmekte olan
örgütlerde bu tür bir yapısal süreklilik daha ziyade
sorun yaratıyor. Bu durumda kısıtlı personel
nedeniyle dikkat çekici, yaratıcı ve tanıtıma yönelik
etkinlikler gerçekleştirme olanağına sahip olamayan
“mini” ilçe teşkilatlarının sayısı hızla artıyor. Bunlar
etkinliklerini büyük mekanlarda gerçekleştirmek yerine
otellerin veya benzeri tesislerin küçük salonlarını
tercih ederek, partilere ve parti çalışmalarına yönelik
yaygın olumsuz kanıların daha da güçlenmesine
neden oluyorlar.
Gençlik
örgütlerinin şu andaki durumu ana partinin
yakın geleceği hakkında önbilgi vermenin yanı sıra,
tüm gelişmeleri adeta bir teleskop bakışıyla belirgin
hale getiriyor. Ana partilerin örgütsel yaşamının da
ritüelleşmiş ve sıkıcı olduğu ve partiye katılacak yeni
üyeleri korkutucu nitelik taşıdığı belirtiliyor. İlçe
teşkilatlarının “kapalı kapılar arkası kültürü”
neredeyse partilerin itici yaklaşımının sembolü haline
gelmiş bulunuyor. Burada haksız bir genelleştirme
yapıyor olabiliriz. Ancak gerçek olan husus, sosyal
demokrat ilçe teşkilatları veya organları arasında
sadece bazılarının tüzüğe dayalı olarak üstlenmiş
oldukları işlevleri yerine getirdikleri ve üyelere –şayet
başka yollardan ulaşamazlarsa– çoğu kez bilgi
aktarmadıklarıdır. Kaldı ki yerel örgüt faaliyetleri çok
cazip, canlı ve hareketli olarak algılanmakta ve gerek
parti sempatizanlarına gerekse üçüncü kişilere çekici
gelmektedir.
Bunda sosyal demokrasinin yapısal tutuculuğunun da
belirleyici rol oynadığı söylenebilir. Son birkaç on
yılda üye sayılarında büyük düşüş yaşanmış
olmasına rağmen, ilçe teşkilatlarının veya yerel parti
örgütlerinin sayısı büyük ölçüde sabit kalmış, hatta
sayılarında artış bile görülmüştür. 1980 yılında
Avusturya Sosyal Demokrat Partisi 3.445 ilçe
teşkilatında 700.000 üyeye sahip bulunurken, bugün
üye sayısı 250.000’e gerilemiş, ancak ilçe
teşkilatlarının ve yerel parti örgütlerinin sayısı 3.589’a
yükselmiştir (bkz. Müller 1996:330 vd.).3 Ayrıca
bölgesel düzeyde gerçekleştirilen reformlar da parti
yapıları üzerinde ancak sınırlı etki yaratabilmiştir.
Danimarka’da 2007 yılı başında gerçekleştirilen
kapsamlı yerel yönetim reformu sonucunda bağımsız
belediyelerin sayısı 271’den 98’e gerilemiştir. Ancak
Danimarka Sosyal Demokrat Partisi’nin yerel
örgütlerinin sayısı sabit kalmıştır. Nitekim bugün
Danimarka’da Socialdemokratiet 98 belediyede 260
yerel parti örgütüne sahiptir.
Özetlemek gerekirse, sosyal demokrat üye partileri
giderek küçülüyor. Burada yegâne istisnayı, Franco
diktası sonrasında 1976 yılında faaliyet yasağı
kalktığında neredeyse sıfır noktasından başlamak
zorunda kalan ve o günden beri çok hızlı gelişme
göstererek katlanarak büyüyen PSOE oluşturuyor
(bkz. Kennedy 2009). Diğer sosyal demokrat partilerin
ise küçüldüğü, belirli bir kuşakla sınırlı kaldığı ve –
gerek sosyal gerekse kültürel ve entellektüel bakış
açılarından– zenginliğini ve çok renkliliğini yitirmekte
olduğu görülüyor.
Eğitim seferberliğiyle burjuvazi dışındaki sosyal
sınıflara mensup gençlerin de üniversitelere gitmeye
başlamasıyla sosyal demokrat partiler artık salt işçi
partisi olma niteliklerini kaybetmiş oldular. Böylelikle
yeni yetişen hırslı kalifiye gençler –mesleki açıdan–
ekonominin gelişmekte olan hizmet sektöründeki
yüksek ücretli faaliyetleri dolayısıyla, –mekânsal
açıdan– daha gözde semtlere taşınmak suretiyle ve –
sosyal açıdan– yeni temaslar kurmak, yeni arkadaş
grupları edinmek ve farklı günlük yaşam biçimleri
Elbette Fransa örneğini karşıt görüşün baş tanığı
olarak da göstermek mümkün. Ulusal düzeyde uzun
zamandır başarısız olan, 1995 yılından beri
Cumhurbaşkanı, 2002 yılından beri de Başbakan
çıkartamayan Parti Socialiste’in (PS) gücü bölgesel
4 Bu kavramı Avrupa Parlamentosu Milletvekili ve PS’nin Genel
Sekreteri olan Harlem Desir, Daniela Kallinich ile Haziran
2010’da yaptığı bir görüşme esnasında kullanmıştır.
3 Güncel veriler için bkz. SPÖ.
5
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
benimsemek
suretiyle
klasik
işçi
sınıfından
farklılaşmaya başladılar. 1980 yılından itibaren sosyal
demokrat parti aktivistleri ağırlıklı olarak işçi sınıfının
bu yükselen yeni kuşağını, yani yüksek öğretimin
yaygınlaşmasından ve sanayinin eski önemini
kaybetmesinden
yararlanan
gençleri
partiye
kazandırmaya çalıştılar. Böylelikle eski işçi sınıfı ve
yeni oluşan alt sosyal sınıf aynı anda doğal siyasi
bağlaşıklarını kaybetmiş oldu ve “yeni ortacı” sosyal
demokratlardan giderek uzaklaşmaya başladı.
üyelerinin yüzde 75’inin memuriyetten, diğerlerinin ise
akademik çevrelerden geldiğini belirtiyor (alıntı:
Gortzak 2002:30).
Sosyal demokratlar işçi sınıfını kaybetmenin yanı sıra,
orta sınıfı kazanmayı da başaramadılar. Özel sektör
çalışanları arasında ve hızla gelişmekte olan büyük
şehirlerdeki çağdaş, genç ve iyi eğitimli kesimler
içinde de başarı gösteremediler. SPÖ’nün işçi sınıfı
kökenli oyları 1979 ve 1999 yılları arasında yüzde
65’ten yüzde 35’e gerilerken, partinin büyük
şehirlerde de ciddi oy kaybı yaşamakta olduğu dikkat
çekti. Nitekim SPÖ bir zamanlar salt çoğunluğu elde
etmeye alıştığı eski kalesi Graz kentinde dahi son
seçimlerde ancak yüzde 19 oy oranına ulaşabildi.
Aynı şekilde hızla gelişen İsveç modernizminin
sembolü olan başkent Stockholm’ün de SAP için bir
diyasporaya dönüşmüş olduğu görülüyor. Parti 2006
yılındaki Ulusal Meclis seçimlerinde ülke genelinde en
başarısız sonucu Stockholm’de aldı. Avrupa
Parlamentosu
seçimlerinde
ise
başkentte
Muhazakârlar, Liberaller ve Yeşiller’in ardından
dördüncü sıraya geriledi. İsveç SAP partisi de SPÖ ile
aynı kaderi paylaşıyor: SAP de –sürekli destekçileri
olan– emekliler ve İsveç Sendikalar Konfederasyonu
“Landesorganisationen i Sverge (LO)” üyeleri
nezdinde ciddi itibar kaybına uğramış bulunuyor (bkz.
Lönegard 2009).
Hollanda’da 1999 yılında PvdA üyelerinin sadece
yüzde onu kendilerini “işçi sınıfı mensubu” olarak
nitelendiriyordu. Bu süreç İskandinav ülkelerinde
daha da yoğun yaşandı. Danimarka’da 1971 yılında
sosyal
demokratların
yüzde
76’sını
işçiler
oluştururken, bu oran 1990 yılında yüzde 34’e, takip
eden on yıl içinde de yüzde 16’ya geriledi. Aynı yıl
Danimarka nüfusunun yüzde 24’ünü işçi sınıfının
oluşturduğu düşünülürse, işçilerin sosyal demokratlar
içindeki payının ortalama orana bile ulaşamadığı
dikkat çekecektir. Fransa’da Parti Socialiste içindeki
işçilerin marjinalleşme süreci daha da belirgindir.
Fransız toplumu içinde işçilerin oranı yüzde 27,8
olarak verilirken, işçilerin PS üyeleri içindeki oranı
yüzde 5 düzeyinde bulunuyor. Buna karşın üniversite
mezunlarının ve –başta öğretmenler olmak üzere–
kamu sektöründe çalışanların, PS içinde ortalamanın
üzerinde bir oranda temsil edildikleri görülüyor.5
Büyük şehirler çağdaş sosyal demokrasinin sorunları
açısından simgesel nitelik taşıyor. Bir zamanlar
sosyal demokrat hareketin merkezini oluşturan bu
şehirler günümüzde heterojen taraftar grupları
arasında yakınlaşma sağlayamama açısından örnek
oluşturuyorlar. Büyük kentlerde parti yandaşlarının
post-materyalistler ve materyalistler, orta sınıf ve
altsınıf,
aşırı
liberaller
ve
değer
temelli
muhafazakârlar olarak ciddi ve derin biçimde ayrışmış
olması nedeniyle sosyal demokratlar bu gruplar
arasında halk partilerine özgü bütünleşme bağlarını
kurmakta başarılı olamıyorlar. Sosyal demokratların
uzlaşmayan gruplar arasında uzlaşma sağlama
girişimlerinin başarısızlığından, sonuç itibariyle tüm
gruplar memnuniyetsizlik duyuyor. Bu durumda da
sosyal demokrasi çağdaş altsınıflar tarafından aşırı
kurumsal, yüksek kazançlı orta sınıf tarafından aşırı
gelenekçi, iyi eğitimli gruplar tarafından aşırı vasat,
gençler tarafından aşırı konformist ve göçmen kökenli
birçok seçmen tarafından da –spesifik sorunları
karşısında– aşırı duyarsız olmakla eleştiriliyor (bkz.
Noormofidi ve Pölsler 2010).
Sosyal demokrat partiler günümüzde “seçkincilik
eğilimi gösteren” yeni orta sınıfın partisi haline gelmiş
bulunuyor (bkz. Stephan 2000:165). Hatta Norveç’te
artık sosyal demokratlardan “sosyal demokrat devlet
aristokrasisi” olarak söz ediliyor (bkz. Marsdal
2007:81 vd.). Avusturya’da ise 90’lı yıllarda SPÖ’nün
“burjuvalılaşma” süreci yaşamış olduğuna yönelik
saptamalarda bulunuluyor ve parti içinde “yeni bir
sınıfın” iş başına geçmiş olduğu belirtiliyor (Leser
2008:195, Leser 2002:154). Siyaset bilimcilerinin
partilerin
yönetici
kadrolarındaki
profesör
yoğunluğunu kasdederek “Diploma Demokrasisi”
tanımını kullandığı Norveç’te ise bu sürecin daha da
ilerlemiş olması dikkat çekiyor (bkz. Aarts et al.
2007:153). PvdA partisinden Wouter Gortzak kendi
partisine ilişkin olarak alaycı bir tavırla, parlamento
5 Hollanda için bkz. Koole ve van Holsteyn 1999:99;
Danimarka için bkz. Bille 2003; Fransa için bkz. Stephan
2000:165.
6
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
Sonuç olarak sosyal demokratların işçi partisi, halk
partisi veya kitle partisi olarak taşıdıkları özellik
sadece tarihi nedenlere ve kendilerine yakıştırdıkları
kimliğe dayanıyor, ancak günümüz gerçekleriyle hiç
bağdaşmıyor. Daha da kesin söylemek gerekirse:
Sosyal demokrat partiler altın çağlarında “hem öyle,
hem böyle” tanımına uygun partiler olarak hem
sınıfsal parti, hem de halk partisi niteliği taşımakta,
gerek toplumun altsınıflarına, gerekse orta kesimdeki
eğitim, gelir ve statü gruplarına hitap etmekteydiler.
Ancak günümüzde “ne öyle ne de böyle” tanımına
daha uygun hale gelen sosyal demokratlar, bazen
belirli bir grubun, bazen de diğer grubun siyasi
sözcüsü olmalarına rağmen –veya belki de her ikisini
de olmak için çabaladıklarından– ne modernizasyon
mağdurlarının, ne de küreselleşmeden kazançlı
çıkanların desteğini kazanabiliyorlar.
Ancak siyasetin çekirdeğini oluşturan –içgüdü, sivri
dillilik ve anlık zekâ gibi meziyetler– kurslarda
öğretilemeyeceği gibi, iktidar bilincine sahip yeni
kuşak politikacıların parti eğitim merkezleri, hafta
sonu seminerleri ve yönetici kursları çerçevesinde
eğitilmesi de mümkün olamayacaktır. Sosyal
demokrat partiler geçtiğimiz yıllarda ısrarla bunlara
ağırlık vermişlerdir. Her yerde genç politikacı
yetiştirme merkezleri açılmaya başlamış, bunlar
Avusturya’da
örneğin
Salzburg
kentinde
“Zukunftsakademie” (“Gelecek Akademisi”) adı
altında, federal düzeyde ve diğer eyaletlerde ise parti
eğitim okulları olarak faaliyet göstermişlerdir. Bunların
yanı sıra yine Avusturya’da bulunan Renner Enstitüsü
kadınlara yönelik mesleklerin desteklenmesi için bir
eğitim programı yürütmekte ve bir Gençlik Akademisi
kurmuş bulunmaktadır. Hollanda Sosyal Demokrat
Partisi PvdA ise partinin siyasal kimliği doğrultusunda
hafta sonu seminerlerinden ve parti okulunda verilen
derslerden oluşan ikili eğitim uygulamasına dayalı
farklı eğitim kursları düzenlemektedir. Alınan tüm bu
önlemlerin ne denli etkili olduğu ayrı bir tartışma
konusudur.
4. Genç Yönetici Adayları
Sosyal demokrat partilerin yaşadığı hızlı erime süreci
ve taraftar yelpazesinin mesleki ve kültürel açılardan
daralmış olması, sosyal demokrat seçkinleri doğrudan
etkiliyor. Partilerin gençlik kolları halen genç üyelerin
kazanılması açısından önemli bir kaynak oluşturmaya
devam ediyor. Gençlik kolları 70’li yıllarda da aynı
işlevi üstlenmiş bulunuyorlardı. Ancak o tarihlerde
siyasette yükselmek isteyen gençler için eğitim kampı
ve savaş arenası niteliği de taşımaktaydılar. O
yıllarda gençlik kollarında yeni kuşağa ileride
yükselecekleri yöneticilik kadroları için gerekli
donanım kazandırılıyor, çekişmeli geçen kongreler
sözel yeteneklerin, hazırcevaplığın ve hitabet
sanatının gelişmesine destek veriyor, adayların
fazlalığı entrika ve gafil avlama gibi hile sanatlarına
hâkimiyet kazanılmasına yardımcı oluyordu. Bunların
yanı sıra partinin farklı kanatları arasındaki çekişmeler
aktif üyelerin direnç kazanmalarına katkı sağlıyordu.
Günümüzde ise parti içindeki farklı kanatların birer
personel yerleştirme mekanizması haline geldiğini,
geride kalan az sayıdaki genç adayın artık
marjinalleşen
yeni
nesil
içinde
acımasız
mücadelelerden veya eleme süreçlerinden geçmesine
gerek kalmadığını görüyoruz. Muhtemelen sosyal
demokrat partilerin yönetici kadrolarına yükselmek hiç
bugünkü kadar kolay olmamıştı. Girişimci genç nesil
parti içindeki yüksek yaş ortalaması nedeniyle partinin
üst kadroları tarafından koruma altına alındığı, eğitim
kursları çerçevesinde yetiştirildiği ve eğitmenlerin
himayesine verildiği için parti içinde yükselme
olanakları eski yıllara kıyasla çok artmış bulunuyor.
Ancak bu şekilde eğitilmekte olan genç kuşağın farklı
bir siyasi yönelime geçilmesi veya yeni bir siyasi
kültür oluşturulması yönünde parti yönetimine
herhangi bir talepte bulunmadığını görüyoruz. Esas
beklentiler daha hızlı desteklenmek, daha olumlu
kariyer olanaklarına sahip olmak, daha hızlı
yükselebilmek ve gençlerin parti içindeki oranının
yükseltilmesine dayanıyor. Gençler himaye altına
alındıkları için artık kurumsal parti yapısını
sorgulamıyor, önerilerini uslu bir şekilde komiteler
aracılığıyla partiye ulaştırıyor ve toplumsal konulara
ilişkin tartışmaları isteksizce yürütüyorlar. Gençlerin
mevcut yapıların değiştirilmesi veya tamamen
yenilenmesi
yerine
bunların
sürdürülmesini
savundukları, dolayısıyla devrimci bir görüş yerine
faydacı bir yaklaşım sergiledikleri dikkat çekiyor (bkz.
Ortner 2010).
Bunun sonucunda da parlamento dışında faaliyetler
yürütülmesi, dernekler ve sivil toplum örgütleriyle
bağlantı kurulması, yani profesyonel siyasetçi kimliği
dışına da çıkılabilmesi eski önemini yitirmiş
bulunuyor. Dolayısıyla partiye yeni katılan genç
taburların kariyerlerinde siyaset dışı toplumsal yaşam
gerçeklerine, güncel sorun ve taleplere pek eğilmemiş
oldukları görülüyor. Lise ve üniversite eğitimi,
milletvekili yanında staj ve parlamento üyeliğinden
7
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
oluşan dört aşamalı yükseliş sonucunda kısıtlı
deneyime sahip bir siyasi sınıf oluşuyor – veya Bruno
Kreisky’nin genç siyasetçileri tanımladığı gibi
“mesleksiz genç fonksiyonerler” ortaya çıkıyor (alıntı:
Leser 2008:208). Bu nedenle Danimarka’da farklı
kanatları
temsil
eden
güçlü
politikacıların
eksikliğinden yakınılıyor olması ve tarihi bir simge
niteliği taşıyan deneyimli politikacı Svend Auken’in
ölümünün aynı zamanda partinin sol kanadının da
sonunu simgelediğine dair yorumlarda bulunulması,
kulağa hiç şaşırtıcı gelmiyor. Diğer taraftan Norveç
sosyal demokratlarının bir seçkin siyasetçi kastı
kurdukları ve halktan uzaklaşmakta olduklarına
yönelik eleştiriler de şaşkınlık uyandırmıyor (bkz.
Marsdal 2007:81). Özetle, siyasi partilerden artık
karizmatik liderler, güçlü savunucular ve sıradışı
beyinlerin çıkmadığı, bunların yerini –ki genel kanı bu
yönde yoğunlaşıyor– dirençle karşılaştıklarında
aceleci bir teslimiyetçilik
sergileyen
sıradan
profesyonel siyasetçilerin, merkezci müzakere
uzmanlarının ve kararsız anket tüketicilerinin aldığı
görülüyor.
ve siyasi mesajı ısrarla yayabilmek açısından bu
meziyetlere Japonya’da olağanüstü değer veriliyor ve
bunlar en az parti söylemleri kadar önem taşıyor
(Klein 2008:163).
5. Yinelenen Reform Tartışmaları
Kısaca sosyal demokrat partiler hem seçmen hem de
üye kaybediyorlar. Parti örgütlerinin, özellikle de yerel
teşkilatların parti dışındakilere itici gelmesinin yanı
sıra, partideki seçkinlerin belirli mevkilere yönelik
olarak bazen olumlu bazen de olumsuz yönde
beklenmedik kararlar alması da bu kişilerin güven
kaybı yaşamasına neden oluyor. Bu açıdan
bakıldığında sosyal demokrat partiler içinde yine çok
sayıda reform önerisinin gündeme getirilmesi hiç
şaşırtıcı olmuyor. Sosyal demokrat partiler geleneksel
olarak bu tür reform tartışmalarıyla seçim
yenilgilerine, üye ve güven kaybına karşı önlem
almayı amaçlıyorlar. Geçtiğimiz on yıl içinde seçim
yenilgilerine ve iktidar kaybına paralel olarak düzenli
aralıklarla ortaya atılan reform taslakları da aynı
amaçla hazırlanmışlardı. Bunlar çoğu kez sonuçsuz
kalmış, en iyi ihtimalle bazı öneriler parti tüzüklerine
dahil edilmiş, ancak partinin örgütünde herhangi bir
belirgin veya kalıcı değişim gerçekleşmemiştir. Bu
nedenle de onlarca yıldan beri ufak tefek
değişikliklerle hep aynı reform önlemleri üzerinde
tartışılmaktadır. Viyanalı siyaset bilimcisi Karl Ucakar
Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPÖ) yönelik
olarak
şu
saptamayı
yapmakta:
“Parti
içi
demokrasinin güvence altına alınmasını sağlayan
tüzük maddelerinin sadece kağıt üzerinde kaldığını
iddia etmek fazla cüretkâr bir yorum olacaktır. Ancak
mevcut parti içi yapının esas itibariyle, tüzüğün –
sadece şeklen değil– aynı zamanda içeriksel olarak
da
uygulanmasıyla
sağlanabilecek
demokrasi
standartına uygun olduğunu iddia etmek daha da
cüretkâr bir yaklaşımdır.” (Ucakar 2006:331).
Yakın geçmişte sosyal demokrat partilerde de çok sık
lider değişikliği yaşandı. Bu değişiklikler parti içinde
süreklilik sağlayamama sorunu yarattı. Hollanda
Sosyal Demokrat Partisi’nin (PvdA) 2002 yılındaki
parlamento seçimlerinde yaşadığı büyük hezimet
sonrasında önde gelen parti temsilcilerini büyük
şehirlerin geri kalmış bölgelerine göndermek suretiyle
halka yakınlaşmak, kaybolan güveni geri kazanmak
ve 2003 seçimlerinde başarı elde etmek amacıyla
2002 ve 2003 yılı boyunca uyguladığı “PvdA
Semtinizde” kampanyası gibi gelecek vaat eden
önlemler de daha sonra sürdürülmedi ve sonuçsuz
kaldı (bkz. Hippe et al. 2004). Ciddi gerekçelere
dayanmayan politik istifalar siyasetin ağırlığını
yitirmesine,
ciddiyetini
ve
hatta
saygınlığını
kaybetmesine neden oluyor. Tarihi önem taşıyan
görevlerin
pervasızca
bir
kenara
atılması,
kurumsallaşmış siyasi yapının itibarına ve kamuoyu
nezdindeki değerine zarar veriyor. 1888/89 yıllarında
kurulmuş olan SPÖ kuruluşundan 1983 yılına kadar
sadece 5 kez lider değişikliği yaşamışken, son 25 yıl
içinde değişen başkan sayısı 5’e ulaştı. Belki de
Avrupalı
sosyal
demokratların
kendilerine
Japonya’daki kardeş partilerini örnek almaları
gerekiyor. Japonya Sosyal Demokrat Partisi içinde
güvenilirlik ve dirayet en önemli meziyetleri
oluşturuyor. Olumsuz hava koşullarına dayanabilmek,
kelimenin tam anlamıyla karşı rüzgarlara direnebilmek
Parti içi reform girişimlerinin geçmişte sürekli
başarısızlıkla sonuçlanmış olması elbette sosyal
demokrat
partiler
içindeki
kapalı
devrelerin
kırılmasına, partilerin oligarşileşme eğiliminin önüne
geçilmesine,
insider-partileri
olma
yönündeki
gelişmenin durdurulmasına ve vatandaşlarla, yani
toplumla daha yoğun bir diyaloğa girilmesine gerek
duyulmadığı anlamına gelmiyor. Ayrıca bugüne kadar
bazı reform girişimlerinin sonuçsuz kalmış olması bu
yönde başlatılmış olumlu bazı girişimler ve yol
gösterici nitelik taşıyan örnekler olmadığı anlamına da
8
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
gelmiyor. Ancak sosyal demokrasinin topluma
açılması ve bünyesinde daha nitelikli politikacılara yer
vermesi yönündeki gereksinim geçerliliğini koruyor.
veya toplumdaki seçkin kesim tarafından da itibar
gören karizmatik liderlerin ve kişiliklerin etraflarına
yaydıkları çekim gücünün siyasi yaşamın dışında
kalanları dahi etkisine alabildiği durumlarda mümkün
oluyor. Oysa siyasi aktörler farklı sektörlerin önde
gelen kişiliklerini partiye kazandırmak için mücadele
verirken, hem karizmatik liderlerin hem de etrafına
güven yayan bir partinin mevcut olmadığını
görüyoruz. Aksine, parti dışındaki adaylara ümit
bağlanması geleneksel politikacıların olumsuz imajını
daha da kalıcı hale getiriyor. Konrad Paul
Liessmann’ın sözleriyle ifade edecek olursak: “Partiye
dışarıdan katılacak olanların henüz yıpranmamış ve
tükenmemiş kişiler olarak görülmesi, parti içindeki
faaliyetlerin insanları tükettiği ve itibar kaybetmelerine
neden olduğu anlamına geliyor” (alıntı: Wolf 2005:81).
6. Deus ex machina:
Çapraz Geçişler Sorunsalı
Siyasi geçmişi konvansiyonel kalıplara uygun
olmayan adayların partiye kazandırılması parti
içindeki seçkinlerin giderek içe dönük homojen
gruplara dönüşmesine neden oluyor. Başta Fransa
olmak üzere bazı ülkelerde seçkinlerin siyaset, bilim
ve iş dünyası arasında sık sık yer değiştirmeleri doğal
karşılandığından bu konuda tartışma gereği bile
duyulmuyor ve sadece bu kişilerin kendilerine yönelik
beklentileri
yerine
getirip
getiremeyecekleri
sorgulanıyor. Bu tür “çapraz geçişler” konusunda
Avusturya ve SPÖ üzerine kapsamlı araştırmalar
yapılmış olduğunu görüyoruz (bkz. Wolf 2005).
Araştırma sonuçları, önemli ve yüksek maaşlı devlet
görevlerine –bunu hak etmiş olan parti üyeleri yerine–
parti dışından atama yapılabilmesi için güçlü bir parti
yönetimine gerek duyulduğunu gösteriyor. Bu nedenle
parti dışından atanacak kişiler de –en azından siyasi
kariyerlerinin başlangıç aşamasında– patronaj
ilişkisine girmek zorunda kalıyorlar. “Sözde”
bağımsızlıkları
gerçeklerle
uyuşmuyor.
Siyasi
yükselişlerini güçlü bir parti liderine borçlu
olduklarından ve onların istekleri doğrultusunda
hareket
ettiklerinden
alışılagelmiş
profesyonel
politikacılara kıyasla çok daha bağımlı konumda
bulunuyorlar. SPÖ’ de –daha önce pek bilinmeyen bir
fenomen olan– çapraz geçişler ilk kez 90’lı yıllarda
başlatıldı. Ağırlıklı olarak iş dünyasından gelen bu
kişiler köken, davranış biçimleri ve sosyal statü
açısından burjuvalaştırılmış parti yöneticilerine kıyasla
çok daha seçkin konumdaydılar. Bu tür atamalar –
tabii eğer isteniyorsa– partinin eski tabanına
dönmesini kolaylaştırmak yerine daha da zorlaştırdı.
Özellikle revaçta olan iş ve bilim dünyasından
partilere transfer edilen kişilerin uzun vadeli bir siyasi
kariyer açısından gerekli özelliklere sahip olmadıkları
dikkat çekiyor. Eski ana faaliyet alanlarına yönelik
eleştirilere, hele kişiliklerini hedef alan eleştirilere hiç
alışık olmayan, ancak –kamuoyuna yansımayacak
şekilde– belirli icraatlerine yapılacak tarafsız ve
nesnel eleştirilere hoşgörü gösterebilen bu kişiler
siyasi olaylara yönelik eleştirel yorumlar karşısında
genelde aşırı hassasiyet gösteriyorlar. Profesörlerin
ve şirket yöneticilerinin sosyal ilişkileri genelde kendi
çevrelerindeki insanlarla kısıtlı oluyor. Ayrıca bilim ve
iş dünyasında atamalar ve seçimler kooptasyona
dayalı olarak kıdemli yöneticiler tarafından yapılıyor.
Bu nedenle farklı sektörlerden gelen bu kişiler parti
tabanıyla iletişim kurmakta çoğu kez çaresiz kalıyor,
kendilerini yerel parti örgütlerine kabul ettirme ve –
siyasetin vazgeçilmez unsurlarından biri olan–
sıradan
vatandaşların
sorunlarına
anlayışla
yaklaşabilme girişimlerinde çoğu kez isteksiz bir
tutum sergiliyorlar. Ayrıca bilim adamları ve iş
dünyasındaki yöneticiler belirlenen bir hedefe
ulaşmak için katı ve zorlayıcı yöntemler uygulamaya
alışmış
bulunuyorlar;
oysa
müzakereci
demokrasilerde master planlar daha başlangıç
aşamasında yoğun itirazlara neden olabiliyor. Bunun
sonucunda siyaset dünyasına dışarıdan katılmış bu
kişiler çoğu kez kısa süre sonra tekrar geri çekilmeyi
tercih ediyorlar. Çaresiz tavırları ve kısa süre içinde
ortaya koydukları başarısızlık siyasete ve siyasi
partilere yönelik güven bunalımının daha da
şiddetlenmesine neden oluyor. SPÖ’nün partiye
dışarıdan katılanlara ilişkin deneyimlerinin de son
derece olumsuz olduğunu görüyoruz: Nitekim ünlü
Kaldı ki parti görevlerine dışarıdan atama
yapılmasının kolay olduğunu da söyleyemeyiz.
Ekonomi, kültür ve bilim alanlarının önde gelen
kişilikleri siyasete geçmek için kendilerine hayranlık
gösterilmesini ve sarıp sarmalanmayı bekliyorlar.
Ayrıca siyasi yaşama katılmak için hevesli olmaları da
gerekiyor. Bu koşulun sağlanabilmesi ancak önemli
siyasi tartışmaların gündeme geldiği ve bunlara ilişkin
alınacak önemli kararlarda etkin olabilmenin kişiye
tarih kitaplarına konu olmayı vadettiği durumlarda
9
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
7. Ümit Verici Girişimler: Yerel
Örgütler ve Üye Yoklamaları
gazeteci Hans-Peter Martin, Protestan Kilisesi üst
düzey yöneticisi Gertraud Knoll ve Avusturya’nın en
ünlü televizyon sunucularından Josef Broukal
kendilerine yönelik beklentileri yerine getirmekten çok
uzakta kalmış, kısa süre sonra kalıcı yeni hizip
odaklarına, partinin daha da parçalanmasına neden
olacak ayrıştırıcı gruplara ve parti yönetiminin şiddetli
eleştirmenlerine dönüşmüşlerdir.
Avrupa sosyal demokratlarının dikkatlerini yerel
faaliyetler üzerinde yoğunlaştırdıklarını görüyoruz.
Liderler partinin yenilenme sürecini yerel düzeyden
başlatmak istiyorlar. Farklı beldelerdeki toplumsal
gruplarla yeni iletişim ağları kurulması, partiye yeni
üyeler ve yeni seçmen grupları kazandırılması
hedefleniyor. İspanya’da PSOE, partinin yerel
düzeydeki açılımını ve sivil toplum örgütleriyle
yakınlaşma girişimini impulso democrático olarak
tanımlıyor. Diğer sosyal demokrat partiler de farklı
isimler altında benzer girişimler yürütüyorlar: Norveç
Sosyal Demokrat Partisi “Sahil Şeridi Girişimi”
çerçevesinde üst düzey politikacılarını ülkenin en ücra
köşelerine göndererek ev ziyaretleriyle vatandaşlarla
temasa geçiyor. Danimarka sosyal demokratları ise
çok sayıda seçim bölgesinde kampanya haftaları
organize ediyor. Bu kampanyalar çerçevesinde de
vatandaşlarla yüz yüze temas kurulması ve sorunların
dinlenmesi suretiyle partiye sempati kazandırılmaya
çalışılıyor ve aslında PvdA ‘nın “Kızıllar Sokağa
Çıkıyor” (Meer Rood op Straat) sloganı altında
başlatmış olduğu kampanyanın benzeri bir girişim
gerçekleştiriliyor (bkz. PvdA 2006:6). Sosyal
demokrat partiler ailesi içinde yerel düzeyde temsil
edilebilme ve güçlü bağlar oluşturabilme açısından en
iyi örneği İsveç’teki “Halkevleri” uygulaması
oluşturuyor. Yerel düzeyde yaygınlaşmış olan
halkevleri eski işçi hareketinin örgüt, faaliyet ve
hizmetlerini bünyelerinde birleştirmek suretiyle
vatandaşlar için belirgin ve bilinen bir çıkış noktası
oluşturuyorlar. İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin
“Dert Dinleme Partisi” olarak haklı bir itibar kazanmış
olmasında ve böylelikle siyasi partiler sistemi içinde
uzun süre üstün konumda kalmasında halkevleri
belirleyici rol oynadı. Geçtiğimiz yıllarda Hollanda
Sosyalist Partisi “Socialistische Partij (SP)” örneğinde
de görüldüğü gibi, dert dinleyen partiler günümüzde
de ciddi başarılar elde etme olanağına sahip
bulunuyorlar. Nitekim başlangıçta halkın somut
çıkarlarının yerel düzeydeki temsilcisi konumunda
bulunan Hollanda Sosyalist Partisi son iki parlamento
seçiminde kayda değer sonuçlar elde etti.
Belki de PvdA’nın ilk kez 2010 belediye seçimlerinde
Amsterdam’da uygulamış olduğu eleme yöntemi
profesyonel politikacıların ve parti dışından gelenlerin
en güçlü yönlerinin –yani bir tarafta siyasi deneyimin,
diğer tarafta da mesleki uzmanlığın– birleştirilmesi ve
böylelikle partiye her iki özelliğe haiz yeni bir seçkin
sınıfın kazandırılması açısından yeni bir olanak
oluşturuyor. PvdA tarafından başlatılan uygulamada
önce “içeriden” adaylar, yani fraksiyon üyeleri veya
belediye meclisi üyeleri ile “dışardan” adaylar, yani
partiye yeni katılanlar arasında bir ayırım yapıldı.
Daha sonra dışardan adaylar beş aşamalı bir eleme
yöntemine tabi tutuldular. İlk aşamada dışardan
adaylarla karşılıklı görüşmeler gerçekleştirildi ve
adaylar
bir
aday
komisyonu
tarafından
değerlendirmeye alındı. Daha sonra parti dışından
gelen bu adaylara, örneğin bir seçim kampanyası
etkinliğinin planlanmasını ve uygulanmasını konu alan
bir “ödev” verildi. Üçüncü aşamayı oluşturan seçme
görüşmelerinde ise dışardan adayların uygunluğu ve
içten gelen adayların o güne kadar gerçekleştirmiş
oldukları çalışmalar değerlendirildi.
Komisyon bu değerlendirmelere dayalı olarak geçici
bir aday listesi belirledi. Bunu takiben düzenlenen iki
günlük seminer ve görüşmeler sonrasında seçim
komisyonu öneri niteliği taşıyan bir liste hazırlayarak
bunu nihai karar alınması için PvdA Amsterdam üye
meclisine sundu (bkz. PvdA 2010). Adayların
belirlenmesi için Amsterdam’da uygulanan bu
yöntem, toplumda belirli bir konuma gelmiş olmakla
beraber, daha sonra siyasi yaşamda tamamen
başarısız olma riski taşıyan adayların seçilmemesini
güvence altına alıyor (veya en azından bu ihtimali
azaltıyor). Adaylar sadece somut beceri, bilgi ve
performans açısından değil, aynı zamanda sosyal ve
duygusal becerileri, yani başkaları üzerinde etkili
olabilme ve bir gruba dahil olabilme yetenekleri
açısından da değerlendiriliyorlar (bkz. PvdA 2010).
Yerel düzeyde faal olan, doğrudan temaslarda halka
sempatik gelen ve yerel toplum içinde güçlü bağlar
oluşturan “dert dinleme” partilerinin üç koşulu yerine
getirebilmeleri gerekiyor: Öncelikle bu partilerin yerel
düzeyde doğrudan temsil edilebilmeleri ve günlük
10
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
yaşamda varlıklarını gösteriyor olabilmeleri büyük
önem taşıyor. Viyana örneğinde görüldüğü gibi, faal
parti üyelerinin sosyal konut bölgelerine yapacakları
düzenli ziyaretler partinin varlığını göstermesi
açısından çok yararlı oluyor. SPÖ’lü Viyana Belediye
Başkanı Michael Haeupl, bu uygulamadan geri adım
atıldığı 1990 yılında çok yerinde bir saptama
yapmıştı: “İnsanlar karşılarında Call Center değil,
insan görmek istiyorlar.” İkinci önemli hususu ise
bunun için gerekli olan faal ve hareketli parti üyeleri
oluşturuyor. Partinin sıradan üyeleri ciddiye alınmak
ve fikirlerine danışıldığı ve kararlarda etkili olabildikleri
izlenimini edinmek istiyorlar. Dolayısıyla parti
sorumlularının kendileriyle şahsen temas kurması
onlara büyük memnuniyet veriyor. Danimarka sosyal
demokrat partileri yeterince faal olmayan üyelerle
telefonla bağlantı kurmak suretiyle çok başarılı
deneyimler elde ettiler. Kendilerine önem verildiğini
gören ve –örneğin seçim kampanyasında– etkin rol
üstlenmeleri rica edilen her iki üyeden biri destek
vermeye hazır olduğunu ifade etti ve –daha da
önemlisi– telefon edilen her üç üyeden biri gerçekten
katılımda bulundu. Norveç’te ise Det norske
Arbeiderparti (AP) üyeleri başlattıkları bir pilot proje
kapsamında sistematik
olarak ev
ziyaretleri
düzenleyip, insanlarla şahsen temas kurdular ve birer
gül hediye ederek Norveç İşçi Partisi’ne üye olmayı
düşünüp düşünmediklerini sordular. Nitekim ziyaret
edilenlerin yüzde 10’u partiye üye olmayı istediklerini
belirtti. Çoğu da kısa süre sonra parti üyeliğine katıldı.
Yeni üyelere neden daha önce katılmadıkları
sorulduğunda ise, “daha önce bana hiç soran olmadı
ki” yanıtı alındı.
aşamada ortaya çıkıyor. Halen partilerin örgütlenme
gücünün zayıflamakta olduğu, üye sayılarının kısmen
çok hızlı düşüş gösterdiği ve yerel parti örgütlerinin
giderek küçülmekte olduğu görülüyor. Bu koşullar
altında kamuoyunun dikkatini çekebilecek parti
etkinliklerini sürdürebilmek geride kalan üyelerin –
kendilerinden umulmadık, hatta gerçek dışı– çabalar
gösterebilmelerine bağlı bulunuyor.
Parti örgütünün halka yönelik güçlü bir hizmet ağına
sahip olduğu durumlarda “dert dinleme” stratejisinin
özellikle başarılı olduğu görülüyor. Örneğin İsveç
halkevleri birçok yerde kültür merkezleri, gençlik
kulüpleri ve hobi merkezleri olarak faaliyet gösteriyor,
siyasi nitelikleri çoğu kez ilk bakışta belirgin olmuyor
ve siyasi mesajlarını dikkat çekmeden dolaylı olarak
veriyorlar. İsveç’teki “Kiracılar Birliği” de potansiyel
yandaşlarına siyasi nitelik taşımayan somut hizmetler
ve kolaylıklar sunarak onları dolaylı yoldan sosyal
demokratik düşünceye çekmeyi hedefliyor. Yerel
düzeyde etkin olabilmenin ve dert dinleme
stratejileriyle başarıya ulaşabilmenin üçüncü koşulunu
elbette güçlü bir parti örgütü oluşturuyor. Partinin gizli
kaynaklarını harekete geçirmenin yanı sıra günlük
yaşamda da belirgin hale gelebilmesi, üye ve yandaş
sayısının artmasına bağlı bulunuyor. Sorunlar işte bu
Bugüne kadarki deneyimler önseçimler veya parti
başkanı veya başbakan adayı seçimleriyle harekete
geçirilen üye sayısının, sıradan parti faaliyetlerine
kıyasla çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. Nitekim
parti içi etkinliklerde katılım oranı çok düşük düzeyde
kalıyor, üye toplantılarına üyelerin sadece yüzde 10’u
katılıyor.
Avrupa sosyal demokratları son zamanlarda ümitlerini
yerel parti örgütlerinin güçlendirilmesine bağlamış
bulunuyorlar. Zaten bu alanda uzun zamandan beri –
ve halen de– en önemli –ve rakipsiz– ümit kaynağını
belirli konu veya kişilere ilişkin olarak yapılan parti içi
referandumlar, yani kanaat yoklamaları, parti başkanı
veya başbakan adayı seçimleri ve önseçimler
oluşturuyor. Katılımın her zamankinden çok daha
yüksek olması –çoğu kez– eğitim seferberliği ve bilgi
devrimi ile açıklanıyor. Ayrıca yurttaş girişimlerinin ve
derneklerde örgütlü insan sayısının çokluğu da halkın
yoğun bir katılım seferberliği içinde olduğunu
gösteriyor. Ancak bu tür girişimlerin partilerin dışında
kaldığı dikkat çekiyor. Bunun en önemli nedenleri
arasında partilerin çağdışı örgüt yapıları, hiyerarşik
irade oluşumu ve yerel parti örgütlerinin sadece yerel
düzeydeki siyasi ayrıntılarla ilgilenmeleri sayılıyor.
Üye anketleri aracılığıyla partiye yöneltilen en önemli
taleplerin başında, üyelere kararlara daha fazla
katılım olanağı sağlanması geliyor. Bu nedenle
azalan üye sayısı ve partinin üçüncü kişiler için yeterli
çekim gücüne sahip olamaması çıkmazından
kurtulma yolu, parti başkanı veya başbakan adayı
seçimleri veya önseçimler gibi girişimlerde aranıyor.
Hatta Hollanda’da PvdA için yapılan bir araştırma üye
toplantılarına katılım oranının sadece yüzde beş
düzeyinde kaldığını ortaya koydu.6 Buna karşın, on
yıla yakın süredir parti üyeleri tarafından seçilmekte
olan başbakan adayının belirlenmesi için 2002 yılında
6 Bkz. De Jong 2007:23‘de Leiden’deki parti örgütüne ilişkin
rapor.
11
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
yapılan seçimlere üyelerin yaklaşık yüzde 50’si
katılmış bulunuyordu. Fransa’da da PS-üyelerinin
büyük çoğunluğunun parti içi referandumlarda oy
kullanma hakkından yararlandığını görüyoruz. Nitekim
Aralık 2004’te Avrupa Anayasa Antlaşması için
yapılan oylamada PS-üyeleri yüzde 84 ile çok yüksek
katılım sağladılar. Buna karşın Ekim 2009’da parti
örgüt reformuna ilişkin oylamada katılım yüzde 46 ile
ortalamanın çok altında kaldı. Bu düşüş son
zamanlarda kanaat yoklamalarının sayısındaki artışla
da yakından bağlantılı olabilir. Karşılaştırmalı
araştırmalar parti içi referandumların sayısındaki
artışın katılımı olumsuz yönde etkilediğini, ayrıca ülke
kültürünün de katılım oranları üzerinde belirleyici rol
oynadığını gösteriyor. Nitekim genelde katılım
alışkanlığının zayıf olduğu Avusturya’da SPÖ içinde
yapılan kanaat yoklamalarında da nispeten düşük
oranlar elde edildi (Nick 1995).
Fransa’da ise PS merkez yönetimi aday listelerinin
arzu edilen çok renkliliği ve çeşitliliği yansıtacak
şekilde hazırlanması için alt üye birimlerine yönelik
olarak –prim veya ceza bazlı– farklı önlemler almıştır.
Parti içi referandumlar ve orantılı temsil sistemi
arasındaki çelişkinin PvdA aday listelerinde daha da
belirgin hale geldiğini görüyoruz. 2010 yılındaki
parlamento seçimleri için hazırlanan PvdA-aday
listelerinde Hollanda’nın 12 eyaletinin de temsil
edildiği, ayrıca mesleklere yönelik istatistiklerde yer
alan on iki meslek grubunun onuna yer verilmiş
olduğu dikkat çekiyor. Kadın üyelerin de dikkate
alındığı listelerde her beş PvdA adayından birini
göçmenler oluşturuyor, ayrıca adayların yüzde 40’ı
parlamento üyeliğine ilk kez aday gösteriliyor. Elbette
bu listelerin hazırlanışının taban demokrasisine dayalı
olduğu söylenemez. Nitekim listelerin hazırlanış
şeklinin parti içi demokrasiye zarar verdiği defalarca
eleştirilmiş, hatta PvdA’lı eski bakan Marcel van Dam
listelerin oluşturulmasına ilişkin olarak “Güney Kore
koşulları” terimini kullanmıştır. Marcel van Dam
herşeye parti komisyonlarının karar verdiğini, karşı
aday çıkarılmadığını ve listedeki sıralamanın parti
kongresinde değiştirilmesinin de neredeyse imkânsız
olduğunu belirtmişti (van Dam 2010). Çoğulculuğun
hâkim olduğu toplumlarda önseçimlerin zaten pek bir
anlam ifade etmediği görülüyor. Bir ada ülkesi olan
Yeni Zelanda’da, ülkenin iki büyük adasında
yaşayanlar arasında ciddi farklılıklar söz konusu
olduğu için, İşçi Partisi (NZLP) geniş bir alanı
kapsamına almak zorunda kalıyor. Kaldı ki NZLP aynı
zamanda Yeni Zelanda’nın yerli halkını oluşturan
Maoriler’in siyasi temsiciliğini de üstlenmiş bulunuyor.
Bu nedenle Yeni Zelanda’da aday listelerinin
hazırlanmasında çok boyutlu kota uygulaması
gerekliliği hiçbir zaman parti üyelerinin takdirine
bırakılmadı (bkz. Aimer 2006:362).
Katılımın başkanlık ve başbakan adayı seçimlerinde
ve önseçimlerde yüksek olduğu görülüyor. Ancak
parti içinde doğrudan demokrasi bazı riskler de
içeriyor. Üye yoklamaları halk partilerinin asla
vazgeçemeyeceği başarılı kontenjan ve oran
uygulamalarını altüst ediyor. Partiler esasen farklı
kuşaklar, sosyal sınıflar, cinsiyetler, bölgesel kimlikler
ve farklı yaşam biçimleri arasında geniş tabanlı bir
bütünleşme sağlamayı, kısacası parti içinde toplumun
küçük ölçekli bir modelini oluşturmayı amaçlıyorlar.
Bu nedenle farklı kesimlerin temsil hakkının
güvenceye alınması, üyelerin çoğunluğu tarafından
verilecek sürpriz kararlara bağımlı kılınamaz. Resmi
görev üstlenecek veya partiyi temsil yetkisi verilecek
kişilerin seçimi ancak deneyimli ve bilgili parti
yöneticileri
tarafından
yapılabilir
ve
taban
demokrasisinin oluşturacağı bulanık atmosfere
bırakılamaz. Bu nedenle adayların belirlenmesinde
her ne kadar parti tabanının kararlara katılımına izin
verilse de, önseçimlerde bazı kısıtlamalar ve parti
yönetiminin müdahale yetkisi söz konusu olacaktır.
Sosyal demokratik partilerin tümünde kadın üyelerin
de adil bir şekilde temsil edilebilmesinin güvence
altına alınabilmesi için kontenjan uygulamaları
konulmuştur. Ancak çoğu kez parti merkezi müdahale
alanını genişletmektedir. Nitekim Avusturya’da
SPÖ’nün parti yönetimi, kadınlara ayrılan kontenjanın
yanı sıra “merkezi gerekçelere” dayalı olarak
adayların yüzde 20’sini belirleme hakkını saklı
tutmaktadır. Bunun yanı sıra parti tüzüğünde –her ne
kadar bağlayıcı nitelik taşımasa da– gençlerin de
“uygun oranda” dikkate alınması öngörülmüştür.
Ayrıca taban demokrasisine dayalı yöntemler
kutuplaşma eğilimi de içeriyor. Parti içi referandumlar
üyelerin rakip adayları destekleyen taraftar gruplarına
bölünmesine, parti örgütü içinde anlaşmazlık
düzeyinin artmasına, ayrışma eğilimlerinin alt
organlara, yerel parti yönetimlerine ve çalışma
gruplarına da sıçramasına neden olarak, parti
çalışmaları üzerinde felç etkisi yaratıyor. Nitekim
İspanya’da ulusal meclis seçimleri öncesinde partinin
başbakan adayının belirlenmesi için 2002 yılında
yapılan seçimler şiddetli anlaşmazlıklara neden
olmuş, parti başkanı ve partinin başbakan adayı
12
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
arasındaki ezeli düşmanlığa dayalı olarak parti
yönetiminin iki ayrı cepheye ayrılması sonucunu
doğurmuştu. Bu deneyimden sonra PSOE-yönetimi
başbakan adayının belirlenmesine yönelik oylama
uygulamasını tümüyle kaldırdı. PvdA’nın da bu
hususta ısrarlı davrandığı, ama liste başı adayların
(lijstrekker) belirlenmesi için 2002’de başlatılan taban
seçimleri uygulamasında ciddi anlaşmazlıkların ve
parti içinde huzur ve barış ortamı oluşturulması
yönünde taleplerin ortaya çıktığı görüldü. Önseçimler
konusunda Hollanda’da da farklı görüşlerin öne
sürüldüğüne tanık oluyoruz. Kısa süre önce Trouw
gazetesinde, ABD’de önseçimlerin doğru bir siyasi
araç niteliği taşıdığına, zira önseçimlerde başarılı
olacak adayın daha sonraki genel seçimlerde
partideki rakip gruplar tarafından da kesin destek
göreceğine dair mantıklı bir yoruma yer verilmişti.
Oysa Hollanda’nın çok partili sistemi içinde PvdAseçmenlerinin kendi istedikleri adayın kaybetmesi
halinde genel seçimlerde rakip partiler olan SP veya
Partei Democraten 66 (D66) partilerini destekleme
olasılıkları, iki partili Amerikan sistemine kıyasla çok
daha yüksektir. Bu nedenle de Hollanda’da
önseçimler “kesin intihar” olarak nitelendiriliyor (Van
Holsteyn 2009).
gerçekleştirilmiş bulunuyor.
Önseçim
yapılmış
olmasına rağmen parlamentoya yeni adayların
girememiş olduğu, SPÖ fraksiyonuna yeni bir yüzün
katılmadığı dikkat çekiyor. Rainer Nick, yine bilinen
kişilerin temsil edildiğini belirterek, bunları “mantık
adayları” olarak nitelendiriyor (Nick 1995:7). O zaman
ortaya şu soru çıkıyor: Eğer partinin üst düzey
yöneticilerinin önceden müdahalesiyle parti içindeki
en önemli siyasi kanatların temsilcilerinin birbirine
rakip olması engelleniyor, dolayısıyla gerçekçi bir
seçim olanağı ortadan kaldırılıyorsa, o zaman –
Fransız
Sosyalist
Partisi’nin
bir
sonraki
cumhurbaşkanı adayını belirlemek amacıyla yapmayı
planladığı– görünürde son derece iddialı açık
önseçim uygulamasının ne anlamı vardır?
Parti içi referandumlar ve önseçimler herşeyden önce
yöntem tekniğine ilişkin reformlardır; yani yalnızca
irade oluşumu sürecine ilişkin bir yenilik veya
adayların belirlenmesine yönelik düzenleyici bir
değişiklik niteliği taşırlar ve bu nedenle de her derde
deva olacak bir çözüm oluşturmazlar. 90’lı yıllarda
parti içi süreçlerde ve örgüt yapısında bu tür
değişikliklere gidilmesiyle tüm sorunlara çözüm
getirileceği umuluyordu. Partilerin etkin hizmet
kurumları haline dönüştürülmesi, siyasi planlamaların
büyük bölümünün dışardan hizmet veren kuruluşlara
devredilmesi ve potansiyel seçmenler için tüketim
ürünlerine yapılan reklamlara benzer tanıtımlar
gerçekleştirilmesi hedefleniyordu. 20. yüzyılın son on
yılında siyasi teknokratların tercihleri bu yöndeydi.
Ancak siyaset ve siyasi partiler tüketim ürünleri
değildir. Her ne kadar sosyal çevre erozyona uğramış
ve sınıf bilinci kaybolmuş olsa da, belirli bir parti
lehine veya aleyhine verilecek olan karar halen siyasi
inancın ifadesi niteliği taşır. Partilere, belirli bir siyasi
akıma duyulan sempati dolayısıyla oy verilir. Ayrıca
bir siyasi partiyle kalıcı bir bağ oluşturulabilmesi için,
genelde o partinin hedeflediği toplum modeliyle
bütünleşebilmek, yani en azından savunduğu
toplumsal normları kabul etmek ve partinin yöneldiği
hedeflerin desteklenmeye değer olduğuna kanaat
getirmek gerekir.
Sonuç itibariyle parti içi referandumlara yönelik
beklentilerin çoğu kez tamamen gerçekdışı olduğunu
söyleyebiliriz. Bugüne kadar yapılan önseçimler hiçbir
hususta değişiklik sağlayamadı. Bunu en iyi şekilde
SPÖ örneğinde görüyoruz. Rainer Nick 1994
parlamento seçimlerine yönelik aday listeleri için
yapılan önseçimlerin sonuçlarına dayanarak, söz
konusu seçim yönteminin neredeyse tümüyle etkisiz
kalmış olduğunu ve adayların yine parti yönetimi
tarafından belirlendiğini saptamış bulunuyor. Üyelerin
alacağı ortak kararın bağlayıcı nitelik taşıyabilmesi
için şart koşulan katılım oranının çok yüksek
tutulması, bu orana dokuz federal eyaletten sadece
birinde ve bazı beldelerde ulaşılabilmiş olması
nedeniyle üyelerin aldığı kararların büyük bölümü
daha sonra parti yönetimi tarafından revize edilmiş
bulunuyor. Ancak Rainer Nick, üyelerin bağlayıcı
karar alabilmeleri için daha düşük katılım oranları
belirlenmiş olsaydı dahi, listelerde büyük bir farklılık
olmayacağını, zira üyelerin çoğunun üst yönetim
tarafından önlerine konulan aday listelerini aynen
onaylamış olduklarını belirtiyor.
Bu nedenle siyasi söylemin farklılığı, parti
programının yönlendirici içeriği ve belirgin bir değerler
profili sosyal demokrat partilerin vazgeçemeyeceği
unsurları oluşturur. Sosyal demokrat partiler ancak
davranışlarını
inandırıcı
gerekçelere
dayandırabilirlerse kitleleri sürükleyebilecekler ve bir
konuya coşkuyla yaklaşabilir ve kesin bir hedef
Sonuç itibariyle parti içinde yapılan oylama
neticesinde sadece tek bir sıralama değişikliği
13
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
üzerinde yoğunlaşabilirlerse çekicilik kazanacaklardır.
Şayet partiler ne yönde ilerlemek istediklerini
bilmiyorlar, kimler için siyaset yaptıkları, hangi yolu ve
hedefi izledikleri ve hangi bağdaşıklarla işbirliği
yapacakları belirgin olamıyorsa, örgütsel reformlar
hiçbir sonuç getirmeyecektir. Son yıllarda hâkim
eğilimlerin aksine hareket ederek başarılı olan ve
aday listelerinin geleneksel olarak parti yönetimleri
tarafından
belirlendiği
ve
üyelerin
taban
demokrasisine dayalı müdahale haklarının gayet
kısıtlı olduğu İspanyol ve Norveç sosyal demokrat
partilerinin deneyimlerinin de bu saptamayı destekler
nitelik taşıdığı görülüyor (bkz. Méndez Lago 2006).
site sadece talep edilen makalelerin yayınlanması için
kullanılmaya başlandı.7
Sistematik kavramsal düşüncenin son yıllarda
zahmetli ve zorunlu bir görev olarak algılanmakta
olması, parti programlarında herhangi bir içeriksel
veya stratejik değişiklik yapılmadığı anlamına
gelmiyor. Sosyal demokrat partiler 90’lı yıllardan
itibaren “yüksek gelirli” kesime yönelmeye başladılar.
Çağdaşlık ve verimlilik sloganları sosyal statüsünü
yükseltmeye çalışanlara ve eğitimli orta sınıfa yönelik
olarak ortaya atıldı. Fırsat eşitliği vaadi özellikle bu
sosyal sınıfa yönelik olarak dile getirildi. Başarının
kökene ve ailevi koşullara bağlı olmadığı, çalışmanın
karşılıksız kalmayacağı vurgulandı. Gelir dağılımında
adalet –tümüyle reddedilmese de– ikinci derecede
önem taşıyan bir unsur olarak görüldü. Eşitlik ilkesini
herkesin başlangıçta eşit koşullara sahip olmasından
öteye bir anlam taşıdığı –ileride farklı gelişme
gösterecek olsalar dahi–, herkesin bu yolda eşit
şartlara sahip olması gerektiği yönündeki eleştiriler de
dikkate alınmadı ve tamamen bir kenara atıldı.
8. Program Çalışmaları: Ekonomi ve
Toplum
Yeni bir sosyal demokrat proje hazırlanmasına
yönelik çalışmaların geçmişte ihmal edilmiş olmasının
suçu elbette sadece parti yönetimlerine yüklememez.
Sosyal demokrat projenin içeriksel olarak yeniden
konumlanmasını hızlandıracak öneriler oluşturma
açısından üyeler de yeterli çalışmayı göstermediler.
Avrupa sosyal demokrat partilerinde sadece
önseçimler veya başkan ve başbakan adayı seçimleri
gibi, kararlara katılımın zahmetsiz olduğu durumlarda
taban
demokrasi
yüksek
katılım
oranlarına
ulaşılabilmesine destek sağladı. Nitekim bu
seçimlerde yapılması gereken yegâne işlemi oy
pusulasının işaretlenmesi oluşturuyordu. Oysa
içeriksel müdahaleler, mevcut taslakların okunması
ve
değerlendirilmesi
ve
alternatif
öneriler
hazırlanması için daha fazla emek ve zaman
gerekiyor. Bu nedenle siyasi bir hususun içeriğine
ilişkin olarak yapılacak parti içi referandumlarda
katılımın genellikle çok zayıf olduğu dikkat çekiyor.
Fransız Sosyalist Partisi (PS) tarafından oluşturulan
tartışma platformu “Laboratoire des idées”nin (Fikir
Laboratuvarı) kaderi bu konuda önemli bir örnek
oluşturuyor. Söz konusu internet forumu fikir
alışverişinin desteklenmesi için kurulmuş, parti
üyelerinin
bilim
adamları,
entellektüeller
ve
sanatçılarla Sosyalist Parti’nin yeni siyasi vizyonuna
ilişkin fikir alışverişinde bulunabilecekleri bir tartışma
platformu
oluşturulması
hedeflenmişti.
Ancak
beklenilen sonuç elde edilemedi. Nitekim katılım
oranının çok düşük düzeyde kalması nedeniyle
sitenin siyasi tartışma platformu işlevi iptal edilerek,
Kavramsal olarak sadece orta sınıfın yüksek gelirli
kesimine yönelinmiş olması, toplumun orta sınıfın
altında kalan üçte birlik bölümünün sosyal
demokrasiye karşı yabancılaşma sürecini daha da
hızlandırdı. Artık aradaki uçurum o kadar açıldı ki,
sosyal demokratların 2000’li yıllarda iktidardan
muhalefete geçiş döneminde ve özellikle de 2008
yılındaki küresel ekonomik kriz döneminde tekrar
daha gelenekselci söylemlere dönüş yapmaları dahi,
90’lı yıllarda küreselleşme kurbanları ve eğitim
mağdurları nezdinde yitirmiş oldukları güveni geri
kazanmaları için yeterli olamadı. Daha önceleri
kendinden gayet emin bir görüntü çizen SPÖ birden
“gereksinime uygun temel güvence” sağlanması,
finansal işlem vergisi konulması için AB genelinde
halk oylamasına gidilmesi ve “sosyal açıdan adil
vergilendirme”, yani spekülatörlerden ve varlıklı
kesimden daha yüksek vergiler alınması yönünde
çağrıda bulunmaya başladı. Hollanda’da ise PvdA –
2002 yılından itibaren– neoliberal görüş karşıtı olan
Keer het Tij Platformu’nu (bkz. PvdA Partijbestuur
2006:6; Hoove 2004) ve onların başbakan adayı Job
Cohen’i desteklemenin yanı sıra, 2010 seçimlerinde
7 Bu saptama “Laboratoire des idées”nin web sayfasının
aylarca izlenmesi neticesinde ortaya kondu. Ayrıca bkz.
Normand 2009 ve Normand 2009a.
14
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
eşitlikçi eğitim sistemine ve daha güçlü bir kamu
sektörüne sahip olması gereken “onurlu toplumu”
savunmaya başladı (bkz. Job Cohen’in Parti
Kurultayı’nda yaptığı konuşma, Cohen 2010).
ve kitlesel işsizliği ortadan kaldırma gibi ciddi
sorunlara çözüm bulma mücadelesi içine giriyorlar.
Ancak muhalefet partisi konumuna döndüklerinde
tekrar geleneksel bağdaşıkları olan sendikalara
yakınlaşma eğilimi gösteriyorlar. Bu durumda her iki
taraf kendini yeniden, farklı faaliyet alanlarında
değişik görevler üstlenen, ancak ortak ideolojik temel
ve geleceğe yönelik ortak hedefler dolayısıyla
birbirine bağlı olan farklı örgütler olarak görmeye
başlıyor (bkz. Bengtsson 2008). İsveç’te “halk evleri”
örneğinde görüldüğü gibi, sosyal demokratların ve
sendikaların tüm siyasi dalgalanmalara rağmen yerel
düzeyde yoğun işbirliği içinde oldukları durumlarda
ortak kimlik bilinci zaman zaman ortaya çıkan
anlaşmazlıklara rağmen nispeten uzun ömürlü oluyor.
Ancak bu girişimler alt statü gruplarının oy desteğini
geri kazanmak için yeterli olmadı. Aslında sosyal
demokratların huzursuzluğunun sosyal demokrat
partilerin liberal iktisat politikalarına yönelmesinden,
“Yeni Orta” politikasından veya bütünüyle “Üçüncü
Yol” söyleminden kaynaklandığını da söylemek
mümkün. 90’lı yıllarda yaşanan siyasi değişimler
sosyal demokratların sosyal adalete ilişkin hususlarda
halkın geniş kesiminin nezdinde inandırıcılığını
kaybetmesine ve başarısız görülmelerine neden oldu.
Ayrıca sosyal güvence gereksinimi ve işsizlik, adalet
ve toplumsal dayanışma gibi sorunların tekrar
gündeme getirilmesi de sosyal demokratlara herhangi
bir yarar sağlayamadı, zira yakın geçmişte iktisadi
yapıları liberalleştiren, yatırım merkezleri arasındaki
rekabeti kızıştıran, finans piyasalarını kuralsızlaştıran,
bankacı ve üst düzey yöneticilere aşırı yüksek
maaşlar ödenmesine izin veren ve kamu mülkiyetini
özelleştirenler de sosyal demokratlar olmuştu. Kaldı ki
aniden daha gelenekselci bir çizgiye dönüş yapılması
sosyal demokrat partilerin sorunlarını yumuşatmak
yerine bunları daha da derinleştirdi, hatta inandırıcılık
ve sempati eksikliğini daha da artırdı. Değişen sosyal
demokrat söylemlerin orta sınıftaki yeni seçmenleri
kızdırdığı dikkat çekti. Daha önce yaşanan
yabancılaşma sürecinin etkilerinin devam etmekte
olması ve ciddi seçim yenilgileri sonrasında aniden
uygulamaya konulan siyasi manevranın asıl hedefinin
fazla belirgin hale gelmesi sosyal açıdan güçsüz
kesimle yeniden yakınlaşma çabalarının da
başarısızlıkla sonuçlanmasına neden oldu.
Ancak böyle durumlarda da ortaya bazı olumsuz
sonuçlar çıkabiliyor. Nitekim bir zamanlar kardeşlik
ilişkisi kadar yoğun olan bağların çözülme eğilimi
İsveç işçi hareketinin mirasçılarını da etkilemiş
bulunuyor. Her ne kadar son seçimlerde İsveç İşçi
Sendikaları Konfederasyonu (LO) üyelerinin yüzde
52’si SAP partisine oy vermiş olsa da –ve bu rakam
diğer ülkelere kıyasla çok yüksek olsa da– 70’li
yılların ilk yarısında bu oranın yüzde 71 düzeyinde
olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Kıyaslama
yapacak olursak, Danimarka’da sendika üyeleri
arasındaki
oylamalarda
sosyal
demokratların
ortalamanın üzerine çıkamadıkları, sendika üyelerinin
tutumlarının daha ziyade toplumun ortak tavrını
yansıtmakta olduğu görülüyor. Ayrıca İskandinav
ülkelerinde 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başı
arasında LO-üyelerinin SAP partisindeki kolektif
üyelikleri sona erdirilmiş, Avusturya’da ise 2006
yılındaki BAWAG-skandalı dolayısıyla (Bank für
Arbeit und Wirtschaft) Avusturya Sendikalar Birliği
başkanlığı ve buna üye sendikaların başkanlık
görevlerinin SPÖ ulusal meclis üyeliği ile
bağdaşmayacağı
açıklanmıştı.
Farklı
şekilde
tanımlamak gerekirse: Artık sendikalar ve sosyal
demokrasi arasındaki işbirliği duygusal bağdan ziyade
rasyonel hesaplara dayanıyor. Bu nedenle de sosyal
demokratların seçimlerde başarılı olduğu, aynı
zamanda da sendikaların yüksek bir örgütlenme
oranına ulaştığı, dolayısıyla her iki tarafın da
oluşturacakları bir ittifaktan kazançlı çıkacakları
durumlarda ortak tutum alınması yönündeki isteklerin
karşılıklı olarak güçlendiği görülüyor.
9. Zorlu İşbirliği: Sendikalar
Aynı şekilde geçmişte sosyal demokratların
bağdaşıkları olan sendikalarla da eski ilişkilerin
yeniden canlandırılması mümkün olamadı. Gerek
İskandinav ülkelerinde gerekse Hollanda, İspanya ve
Avusturya’da 80’li yıllardan, özellikle de 90’lı yıllardan
itibaren ortak bir gelişme yaşandığına tanık oluyoruz.
Nitekim sosyal demokrat partilerin iktidarda oldukları
dönemlerde
ilişkilerin
soğuduğunu
ve
anlaşmazlıkların arttığını görüyoruz. Sendikalar
devlete müdahale olanağını ve gelir dağılımı eşitliğini
savunurken, iktidardaki sosyal demokratlar kamu
bütçesini dengeleme, kamu borçlarını sınırlandırma
Ancak zaman zaman yüzeye yansıyan görüntüler
sosyal demokrat partiler ve sendikalar arasındaki
15
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
ilişkinin içinde bulunduğu köklü değişim sürecinin
gizlenmesi ve temeldeki güven kaybının saklanması
için yeterli olamıyor. Güven çok kolay kaybolabilmekle
beraber, asla kolay geri kazanılamıyor. Güvenin ne
denli kolay kaybedilebileceğini İspanya ve Norveç
örneklerinde görüyoruz. Bu ülkelerde sosyal
demokratlar –kardeş partilerinden farklı olarak– yeni
sosyal devlet söylemleriyle ciddi destek elde
etmişlerdi. Norveç’te sosyal demokratlar 90’lı yıllarda
“Üçüncü Yol”u isteksiz bir şekilde takip etmiş,
dolayısıyla “Kuzey Modeli”ne dönüşleri ve kapsamlı
kamu hizmetleri sağlanması, yüksek vergiler
konulması ve sendikalarla uyumlu bir işbirliği
gerçekleştirilmesi yönündeki söylemleri inandırıcı ve
gerçekçi bulunmuştu. İspanya’da ise sosyal
demokratların 2000 yılında gerçekleştirdikleri rota
değişikliği çerçevesinde parti başkanı ve parti
yönetiminin büyük bölümü değiştirilmiş, dolayısıyla
içeriksel değişim kapsamlı bir kadro değişikliğini
beraberinde getirmişti (bkz. Field 2009).
partinin –birçok başka etkenin yanı sıra– bu nedenle
seçkinci ve gerçek yaşamdan kopuk olarak
nitelendirildiği ülkelerde, göçmenlerin seçmen olarak
kazanılması çok zorlaşıyor. Ancak diğer taraftan
geniş kapsamlı bir eğitim sisteminin yabancı kökenli
gençlerin
büyük
bölümüne
diploma
olanağı
sağlayabildiği durumlarda sosyal demokrat partiler
aday, devlet memuru ve siyasi temsilci temininde söz
konusu personel havuzundan yararlanabiliyorlar.
Norveç sosyal demokrasisi bu alanda bir prototip
niteliği taşıyor.
Sonuç olarak –daha önce de belirtmiş olduğumuz
gibi– Fransız Sosyalist Partisi dışındaki tüm sosyal
demokrat partiler göçmen kesimden seçim desteği
alma konusunda başarılı oluyorlar. Bu desteğin en
çarpıcı
örneğini
göçmen
politikasına
dayalı
kutuplaşmanın güçlü olduğu Danimarka ve Hollanda
oluşturuyor.
10. Göçmenler ve “sıradan konular”
yeni bir potansiyel mi sunuyor?
Danimarka’da seçimler sadece göçmenler ve bu
sınıfın gençleri arasında yapılacak olsaydı, anket
sonuçlarına göre, önümüzdeki Folketing seçimlerinde
sol partiler 175 sandalyenin 169’unu, sosyal
demokratlar ise tek başına salt çoğunluğu elde
edeceklerdi. Hollanda’da göçmen grupları içinde
yapılan anketler ise PvdA’nın son yıllarda büyük
farkla en güçlü parti konumunda bulunduğunu
gösteriyor. Hollanda’nın kuzeybatı komşusu Federal
Almanya’da da sadece göçmenlere, yani “aloktonlara”
seçme hakkı tanınacak olsaydı, sosyal demokrat
partiler kesinlikle salt çoğunluğu elde edeceklerdi.
İktisadi politikayı toplumsal politikadan ayrı tutmak
gerekiyor. Toplumsal politika alanında sosyal
demokratların büyük bölümü kendilerini ilerici güç ve
insani, ekolojik, çokkültürlü, feminist ve Avrupalı
çıkarların temsilcisi olarak konumlandırıyorlar. Bu
konum en azından göçmen kökenli seçmenler
nezdinde başarılı olmuş bulunuyor. Göçmen
kesimden ve ikinci kuşak göçmenlerden alınan
destek, nispeten liberal bir entegrasyon politikasına
ve aynı zamanda da kişisel temsil olanağına
dayanıyor. Sosyal demokrat partiler genelde
listelerinde yabancı kökenli adayların sayısını
artırmak için gayret gösteriyorlar. Her ne kadar her
zaman orantılı bir temsil sağlanamıyor olsa da, bu
yöndeki çabaların aday listelerine yansıdığı dikkat
çekiyor.
Sosyal demokrat partilerin siyasi stratejilerini göçmen
kökenli seçmen grupları açısından incelediğimizde,
nüfusun bu kesimine yönelik ilginin artışıyla
eşzamanlı olarak bu kesimin seçmenler içindeki
payının yükselmekte olduğu şaşırtıcı gelmiyor. Sosyal
demokratlar göçmenleri micro targeting yöntemiyle
harekete geçiriyorlar. Micro targeting farklı etnik
kimliklere sahip göçmenlere uygun yöntemlerle
yaklaşılması anlamına geliyor. Bu girişimlere örnek
olarak Norveç’te seçim kampanyasında kullanılacak
broşürlerin ve diğer malzemelerin en önemli göçmen
gruplarının anadillerinde hazırlanmasını veya aday
listelerinde özel olarak bazı etnik gruplara kendilerini
temsil olanağı tanınmasını, örneğin Avusturya’da
olduğu gibi SPÖ’nün İslam Cemaati Entegrasyon
Sorumlusu’nu adaylığa davet etmek suretiyle Türk
Göçmen kesim içinde elde edilen olumlu seçim
sonuçlarında farklı etnik çıkar gruplarıyla yerel
düzeyde oluşturulan temaslar ve sendikalarla kurulan
yakın ilişkiler de etkili oluyor. Netice itibariyle göçmen
kökenli seçmenlerin büyük bölümü klasik işçi
mesleklerinde faaliyet gösteriyorlar. Sendikalar sosyal
demokrasinin anahtarları niteliği taşırken, sendika
üyelikleri çoğu kez parti üyeliğinde atılan ilk adımı
oluşturuyor. Fransa örneğindeki gibi, sendikalarla
partiler arasında şeklen bir bağın mevcut olmadığı ve
16
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
kökenli göçmenleri kazanmak istemesini veya etnik
konularda uzmanlaşmış parti örgütleri üzerinden
doğrudan
göçmen
cemiyetlerine
ulaşabilme
girişimlerini sayabiliriz. Nitekim İsveç Göteborg’ta
sosyal demokrat parti bünyesinde Gambialı, Kürt,
Türk ve Somalili Sosyal Demokrat Dernekleri
oluşturulmuş bulunuyor. Micro targeting sayesinde
göçmen kökenli nüfus grupları içindeki sosyal
farklılaşmalara daha iyi yanıt verilebiliyor. Micro
targeting, onları homojen bir göçmen topluluğu olarak
görmek yerine farklı etnik gruplara, alt ve orta sınıf
mensuplarına,
yabancı
kökenli
işçilere
ve
girişimcilere, aynı zamanda da gençlere, kadınlara ve
yaşlılara farklı şekillerde hitap etmek amacıyla
tasarlanmış etkin ve gelişmiş bir strateji niteliği
taşıyor.
Ertel 2001). Buna rağmen Danimarka’da sosyal
demokratlar son on yılda hiçbir seçimde yüzde 30
sınırını geçmeyi başaramadılar.
Bu ikilemin esas nedenini, farklı politikalar arasında
yeterince bağ kurulamaması, siyasi girişimlerin bir
birleştirici noktaya sahip olamaması oluşturuyor.
Sosyal demokrat partilerin heterojen bir grubun
yöneticileri gibi hareket etmeleri gerekiyor. Son
yılların en başarılı seçim kampanyalarında sosyal
adalet ve performansa odaklanma, güvenlik ve
dönüşüm, değişim ve koruma gibi kavramlar arasında
bir bağ kurulmuş olduğunu görüyoruz. Ancak
sonraları savunulan bu kavramların tezat oluşturduğu
ve birlikte savunulmalarının toplumdaki farklı kesim ve
kişilerin çıkarlarına zarar verebileceği görüşünün
hâkimiyet kazandığına ve bunların yeterince
desteklenemeyip uygulamaya geçirilemediğine tanık
olduk. Özellikle tam anlaşılamayan, üstü kapalı veya
yeterince net olmayan her hususu çıkarcılık olarak
nitelendiren genç seçmenlerin büyük çoğunluğu bu
kavramlardan soğutulmuş oldu. Kısaca söylemek
gerekirse, sosyal demokrasi belirgin çelişkileri ortadan
kaldıracak ve tarafları aynı madalyonun iki farklı yüzü
olarak birleştirebilecek konseptlere ve hedeflere
gereksinim duyuyor: Bunlara örnek olarak adalet ve
performans, ekonomi ve çevre koruma, açıklık ve
düzen konseptlerini gösterebiliriz. Bunlar giderek
genişlemekte olan ve value shifters olarak tanımlanan
kesimin taleplerine de yanıt verebilecek nitelikteki
konseptlerdir.
Nitekim
Avusturya’da
yaşayan
göçmenler arasında yapılan anketler ilginç bir şekilde
bu kesimin de huzur ve düzen özlemi içinde
bulunduğunu, çoğunluğun güvenliğe ve kurallara
değer verdiğini, aynı zamanda –yabancılar da dahil
olmak üzere– yasalara karşı gelenlere daha ağır
yaptırımlar uygulanmasını talep ettiğini gösteriyor
(Apfl ve Toth 2010).
Ancak toplumu bir bütün olarak ele aldığımızda elde
edilen başarı bilançosunun gölgede kaldığını
görüyoruz. İspanya’da hak eşitliği, kürtaj yasası,
eşcinsel hakları, ekoloji ve geçmişle yüzleşme gibi
“sıradan” konuların ısrarlı şekilde vurgulanması
toplumda beslenme zemini bulmuş ve büyük yankı
uyandırarak PSOE partisini “ilerici” olarak tanımlanan
toplumsal kesimin muhatabı konumuna getirmiş olsa
da, İsveç’te bu postmateryalist-yeniortacı siyasi
yaklaşım SAP partisinin işçi sınıfı içindeki çekirdek
seçmen kitlesiyle ittifakının dağılmasına neden
olmuştur. Ayrıca bu yaklaşım kentli, genç ve eğitimli
seçmenler arasında pek tutulmamış, daha doğrusu
işçiler ve sendika üyeleri içindeki kayıpları telafi
etmeye yetecek bir destek görememiştir. Kaldı ki –
özellikle göç politikasına ilişkin söylemlerin ciddi
anlaşmazlıklara neden olduğu ülkelerde– sosyal
demokratların çekirdek seçmen tabanı nezdinde
yaşadığı itibar kaybı, göçmen oylarının kazanılmasına
yönelik girişimlerle daha da artmıştır. PvdA’nın
“Aloktonlar Partisi” olarak tanımlandığı Hollanda’da
edinilen deneyimler de bu yöndedir.
Yukarıda tanımlanan ikilem muhtemelen Danimarka
Socialdemokraterne partisinin kardeş partilerle ortak
özelliğini oluşturan kararlı pragmatik yaklaşıma
dayanıyor. İdeolojik yüke alternatif olarak ortaya atılan
pragmatik yaklaşım zaman içinde bir “ideolojisiz
ideoloji” haline, dolayısıyla kaba bir faydacılığa
dönüştü. Pragmatik yaklaşımlarda da, yani tamamen
hedefe kilitli hareket ederken de bir ara verip, o ana
kadar neler elde edilmiş olduğunun ve bundan sonra
yapılmak
istenilenlerin
bir
değerlendirmesi
yapılmalıdır. SPÖ-Başkanı ve Avusturya Başbakanı
Franz Vranitzky’nin, zorunlulukları öne sürerek
Elbette bu gelişmelere bakarak, tam aksi yönde
ilerlenmesi halinde doğrudan başarıya ulaşılabileceği
sonucunu çıkarmak mümkün değildir. Bu yolu birkaç
yıldan beri Danimarka sosyal demokratları izliyor ve
iktisadi ve toplumsal politika alanındaki solcu
yaklaşımlarını kısıtlayıcı bir göç politikası ve katı bir
güvenlik politikası ile birleştiriyorlar. Nitekim dönemin
sosyal demokrat İçişleri Bakanı, sabıkalı yabancıların
ıssız bir adada tecrit edilmesini önererek, 2001
yılındaki Folketing-seçim kampanyasında “KarinAdası” lakabıyla şaibeli bir itibar kazanmıştı (bkz.
17
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
“pragmatik açıdan bakacak olursak, yapılacak hiçbir
şey kalmamıştır” yönündeki ifadesi (alıntı: Menasse
2005:365) aslında pragmatik yaklaşımla çelişkili bir
ifadedir ve kişinin o güne kadar yapmış olduklarını
değerlendirmesine ve gerekirse düzeltmesine engel
olmakta, bir başka deyişle, esneklik yerine
katılaşmaya neden olmaktadır.
geçirilmemiş olmasından kaynaklanmakta (bkz. Mik
2009).
Muhtemelen sosyal demokratların halk partisi olma
yönündeki saplantılarını bir kenara bırakmaları
gerekiyor. Bunun için küçük partileri savunan
methiyeler yazma zorunluluğu içine girmeleri de
gerekmiyor. Catch-all partisi kimliğinden uzaklaşmak,
üye sayısını artırma yönündeki çabaları bir kenara
bırakmak anlamına gelmiyor. Eğer sosyal demokrat
partilerin son 20 sene içinde yaşamış oldukları
kayıpların parti programının yeterince belirgin
olmamasından ve diğer partilere kıyasla bir farklılık
ortaya koyamamasından kaynaklandığı düşünülecek
olursa,
zaten
catch-all
partisi
kimliğinden
kurtulunduğunda, üye sayısı kendiliğinden artış
gösterecektir.
11. Halk partisi konseptine veda mı
ediliyor?
Sosyal demokrasinin gerilemesi muhtemelen daha
derin nedenlere dayanıyor. Norveç’ten İspanya’ya
kadar tüm ülkelerde sosyal demokrasilerin “halk
partisi” konseptine yönelmiş olduğunu görüyoruz.
Sosyal demokrat partiler aslında gerek seçmen yapısı
gerek seçmen kitlesinin boyutu açısından halk partisi
olma koşullarını yerine getirmemekle birlikte, bu
iddiayı
sürdürmekte
ısrarlı
görünüyorlar,
bağdaşmayan hususları bağdaştırmaya çalışıyorlar.
Bunun sonucunda çoğu kez kesin bir konum ortaya
koyamıyor ve –PvdA komisyonunun Hollanda sosyal
demokratlarına ilişkin olarak yaptığı değerlendirmede
ifade edildiği gibi– “biraz birşeyin savunucusu ve biraz
birşeyin karşıtı” bir tavır sergiliyorlar (bkz. PvdA
2009). Sosyal demokrat partiler tehlikeye düşen halk
partisi statülerini tekrar geri kazanma amacıyla her
yöne sinyal verdikleri için, günlük yaşamda çelişkili bir
tablo sergiliyor ve hedef gruplarını hayal kırıklığına
uğratarak, daha büyük kayıplar yaşıyorlar.
12. Üye Kampanyalarıyla Partiyi
Canlandırma Girişimleri
Sosyal
demokrat partiler yeni üyeler kazanmaya
yönelik çalışmaları çerçevesinde bir süredir partiye
girişteki engellerin azaltılması için de çaba
gösteriyorlar. Nitekim belirli sorunsallara ilişkin olarak
başlatılan girişimlere parti dışındakilerin de dahil
edilmesi ve onların da bilgilendirilmesi yoluna
gidiliyor. Bu girişimler esasen birçok avantaj sunuyor.
Bu tür girişimler çalışan çağdaş kesimin değişen
hareketlilik zorunluluğuna da uygun düşüyor. Günün
büyük bölümünü yolda geçiren veya saatler sonra
yorgun bir şekilde evine dönen insanlar kısıtlı zaman,
sabır ve motivasyonlarını kendilerini gerçekten
ilgilendiren konulara yöneltme olanağı elde ediyorlar.
Ayrıca girişimlerin konusunu oluşturan hususlar bu
kişilerin kararlara katılım gereksinimine de yanıt
veriyor. Özellikle genç insanlar artık uzun süreli bir
bağ kurmak yerine, belirli noktalarda, kısıtlı süreler
için ve belirli projelere yönelik olarak faal olmak
istiyorlar. Belirli konuların ele alındığı bu girişimler
ilgilenenlere etkin şekilde katkı sağlama ve
uzmanlıklarını ortaya koyma olanağı sunuyor (bkz.
Walter 2000). Ancak bu girişimlerin başarısı veya
başarısızlığı somut olarak parti yönetimlerinin ve
yöneticilerinin tutumlarına bağlı bulunuyor. Bu tür
girişimlerin
parti
komisyonları
tarafından
desteklenmemesi ve tanıtılmaması, sonuçların
belirgin şekilde partinin irade oluşumu sürecine
yansıtılmaması ve bu paralel yapının işlevinden
sorumlu olanların bölgesel düzeyde oluşturulacak alt
Belki de sosyal demokratların artık –gündüz gözüyle
bakıldığında hiçbir benzerlik göstermedikleri– halk
partisi konseptinden uzaklaşmaları kendi menfaatleri
açısından çok daha yararlı olacak. Bu konuda bazı
Hıristiyan Demokrat partiler tarafından uygulanan
strateji ve konseptler çok iyi örnek oluşturuyor.
Avusturya ÖVP partisi 2002 yılında elde etmiş olduğu
seçim başarısını catch-all-stratejisini bir kenara
bırakarak ortaya daha kesin bir profil koymasına ve
böylelikle de netlik, şeffaflık ve inandırıcılık kazanmış
olmasına
borçludur.
Hollanda’da
Christen
Democratisch Appèl (Hıristiyan Demokrat Çağrı/CDA)
tarafından belediye meclisi seçimleri için hazırlatılan
taslakta toplumun tüm kesimlerine aynı ölçüde
yönelinmesi yerine, sosyal yaşamları arasında
benzerlik
olan
kesimlere
ağırlık
verilmesi
önerilmektedir. Belki de partinin 2010 yılındaki
parlamento seçimlerinde büyük bir yenilgi yaşamış
olması, söz konusu önerilerin asla uygulamaya
18
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
çalışma gruplarına karşı şüpheci bir yaklaşım içinde
bulunması bu girişimlerin sadece kağıt üzerinde
kalmasına ve uygulamaya geçirilememesine neden
oluyor
PSOE Üyeleri (x1.000)
Parti üyeliği yolundaki engellerin azaltılmasının bir
diğer yolunu da, üye adaylarının aidat ödemeksizin
sınırlı katılım olanakları elde edebilecekleri –geçici
deneme üyelikleri gibi– yeni üyelik kategorileri
oluşturuyor. Bu uygulamaya İspanya’da PSOE
partisinin sempatizanlara (simpatizantes) yönelik
açılım girişimlerinde tanık oluyoruz. Simpatizantes
partinin asil üyelerinden (militantes) farklı olarak
üyelik aidatından muaf tutulmakta, ancak parti içi
bilgi akışına dahil edilmekte, eğitim kurslarına ve
seminerlere
katılabilmekte,
“yerel
çalışma
gruplarında” (organizationes sectoriales) etkin
olabilmektedirler. Partiye simpatizantes adı altında
yeni bir üyelik kategorisi kazandırılmasıyla, parti
istatistiklerinde ciddi bir temizlik süreci başlatılmış
olduğunu görüyoruz. Nitekim üyelik aidatını
yatırmamış olan üyeler bu yeni kategoriye
kaydırıldılar. Daha sonra bunların arasından aidatını
yatıranlara tekrar tam üyeliğe yükselme olanağı
verildi. Ayrıca söz konusu uygulama PSOE
üyelerinin sayısının belirgin şekilde artmasını, yani
çok sayıda İspanyol vatandaşının “light üyeliğe”
motive edilmesini sağladı. 1993 ve 2000 yılları
arasında İspanya Sosyal Demokrat Partisi’nin üye
sayısı 50.000, 2000 ve 2010 yılları arasında da
200.000
dolayında
artış
gösterdi.
Partide
sempatizanların çok büyük bir grup oluşturmakta
olduğu, hatta sayılarının tam üyelerin üzerine çıkmış
olduğu dikkat çekiyor. PSOE istatistiklerine göre
2000 yılı başında 200.000 dolayında bulunan
sempatizanların sayısı, on yıl sonra 400.000’e
yaklaştı. Partinin toplam üye sayısı ise 600.000
dolayında bulunuyor (bu konu ve takip eden
hususlar için bkz. Méndez Lago ve Orte 2005).
Sempatizanlar partinin azalan üye sayısını tekrar
yükseltmenin yanı sıra, çeşitli çalışma gruplarına da
yoğun
katılım
gösterdiler.
Dolayısıyla
sempatizanların menfaatlerinin göz ardı edilmesi
veya görmezden gelinmesi imkânsız hale geldi.
Kısmi
üyelik
uygulamasının
başarısında
organizationes sectoriales’in PSOE içindeki irade
oluşumuna sağladığı katkı da önemli rol oynadı.
Belirli bir konu üzerinde yoğunlaşan çalışma grupları
–parti örgütü yapısına uygun olarak– belediye, il,
bölge ve ulusal düzeylerde faaliyet gösteren
birimlere ayrılmış bulunuyorlar. Bunların hepsi söz
konusu parti kurullarında oy hakkına sahip olup,
partinin program çalışmalarına dahil olabiliyorlar.
Ayrıca partiden bağımsız bir yönetim yapısına sahip
olmaları da ne denli ağırlıklı konumda bulunduklarını
gösteriyor.
Parti üyelerinin tam üyeler ve sempatizanlar olarak
sınıflandırılmasına yönelik uygulama Fransa’da da
denenmiş olmakla beraber, asla İspanya’daki kadar
başarılı sonuçlanmadı. Gerek katılım olanaklarının
kısıtlı olması, gerekse kendilerine özgü bir yapıya
sahip olmamaları, bunun yanı sıra söz konusu
“destekçilerin” azınlığa düşerek tam üyelerin
19
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
baskısına maruz kalması bu üyelik kategorisinin
cazibesini kaybetmesine neden oldu. Oysa
İspanya’da simpatizantes grubunun partiyle olan
örgütsel bağı ve program ve strateji açısından parti
yönetimi için taşıdığı önem içiçe geçmiş bulunuyor:
Sempatizanlar İspanya’da sivil toplumun parti
çalışmalarına dahil edilmesi açısından önemli bir rol
üstlenmiş
bulunuyor.
Nitekim
sivil
toplum
örgütlerinin yöneticilerini işbirliğine davet ediyor ve
çalışma gruplarını da (organizaciones sectoriales)
söz konusu işbirliği için uygun bir platform olarak
sunuyorlar.
görmeyi arzu ettiğini, bilinçli ve angaje olmuş,
dolayısıyla sosyal demokrat politikaların oluşumuna
katkıda bulunacak dikbaşlı üyeler yerine tezahürat
yapacak alkış tutucuları tercih ettiğini ifade etmişti.
Üye kampanyalarının başarısız olmasındaki bir
diğer etkeni ise kampanyanın yeterince ön hazırlık
yapılmadan başlatılması ve potansiyel üyelerin
partiye yönelik beklentileri, partinin potansiyel
üyelere ne gibi hizmetler sunması gerektiği,
dolayısıyla üyelerin sadece kazanılması için değil,
aynı zamanda partide kalmalarının sağlanması
yönünde
neler
yapılabileceği
önceden
araştırılmadan,
tamamen
hedefe
yönelik
kampanyalar gerçekleştirilmiş olması oluşturuyor.
Nitekim asıl sorunu üyelerin partide kalıcı
olamamaları oluşturuyor. Üye sayısının kısa süre
için aniden yükseliş göstermesine zaten bu tür
kampanyaların tümünde tanık olabiliyoruz. Norveç
sosyal demokratlarının 2009 yılında uygulamaya
koydukları kampanya neticesinde üye sayısında –bir
önceki yıla kıyasla– 2.000 dolayında artış sağlandı.
Fransa’da Sosyalist Parti’nin (PS) 2006 yılındaki “20
Avro’ya üyelik” kampanyası da başlangıçta çok ümit
verici bir görüntü sergiledi. Bu kampanya ile partiye
birkaç ay içinde 75.000’i aşkın yeni üye katıldı.
Ancak yeni üyelerin yüzde 84’ünün bir yıl sonra
partiden ayrıldığına tanık olduk.
İspanya’da parti içi atamalara ilişkin karar yetkisi
partinin tam üyelerine verilmiş olduğundan, parti
üyeliği halen önemini korumaya devam ediyor ve
aidatların düzenli ödenmesi yarar sağlıyor. Burada
da Fransız sosyalistlerinden farklı bir uygulamanın
söz konusu olduğu dikkat çekiyor. Fransa’da
sempatizanların partinin karar süreçlerine etkisi
kısıtlanmış olmakla birlikte, cumhurbaşkanlığı
seçimi öncesinde sosyalist cumhurbaşkanı adayının
seçimine katılma hakkına sahip bulunuyorlar. Bizim
görüşümüze göre bu uygulama çift yönlü bir sorun
yaratıyor: Sempatizan statüsü parti programının
içeriğine ilişkin hususlarda veya parti içi karar alma
süreçlerinde katılım hakkı tanımadığı için, genelde
siyasi konulara ilgi duyanlar için cazip nitelik
taşımıyor. Nitekim sempatizanlar parti tüzüğünde de
açıkça ifade edildiği gibi “siyasi güce sahip
bulunmayan”
misafir
üye
grupları
olarak
yapılandırılmış bulunuyorlar. Partiyle sistematik
örgütsel bir bağı olmayan sempatizanlara sadece
katılmaları istenen –ki mantıken buna çok nadir
şahit oluyoruz– toplantılarda söz alma ve oy
kullanma hakkı tanınıyor. Ancak atamalara ilişkin
karar yetkisi bugüne kadar –bu araştırma
kapsamında incelenen tüm ülkelerde– sadece tam
üyelere tanınmış bir ayrıcalık olduğundan, partinin
bu konuda gerçekleştireceği muhtemel bir açılım
girişimi sadık yandaşları kızdıracak ve yarardan çok
zarar sağlayacaktır.
Bu da bize salt üye kampanyalarından ziyade,
üyeleri partiye bağlayabilmenin belirleyici nitelik
taşıdığını gösteriyor. İşte bu hususun çoğu kez
ihmal edilmesi, kampanyaların büyük bölümünün
orta vadede başarısızlıkla sonuçlanmasına neden
oluyor. Nitekim SPÖ’nün Steiermark eyaletinde
gerçekleştirmiş olduğu kampanya ile elde ettiği
büyük başarı, kampanyayı planlayanların ileriye
dönük bir yaklaşım izlemiş olmaları, girişimlerini
kapsamlı saha araştırmalarına dayandırmaları ve
yeni üye kazanımının yanı sıra bunların partiyle bağ
oluşturmasına da özen göstermelerine dayanıyor.
Partinin Steiermark eyalet yönetimi 2000 yılında
gerçekleştirdiği
kampanyada
kişilerin
üyelik
motivasyonları, eyalet halkının ilgi alanları ve
SPÖ’den beklentileri hakkında kapsamlı bilgi
topladılar. Yaptıkları araştırmalarda kişilere daha
fazla katılım olanağı ve bilgi verilmesinin en önemli
beklentileri oluşturduğu, daha iyi hizmet alabilme
beklentisinin ise ancak üçüncü sırada yer aldığı
görüldü. Kampanya kapsamında partiye, aralarında
kadınların ve gençlerin de yer aldığı 3.500 yeni üye
kazandırıldı. Ayrıca işletmelerin işçi temsilcileri
Üye
adaylarına
yeterince
katılım
olanağı
verilmemesi, partilerin yeni üyeler kazanmak için
yürüttükleri
klasik
kampanyaların
başarısız
olmasının çoğu kez en önemli nedenini oluşturuyor.
Bazen de üyelerin ne denli önemsiz görüldüğüne
ilişkin açık ifadelere tanık oluyoruz. Nitekim İsveç
SAP-Başkanı Mona Sahlin 2008 yılında yürütülen
üye kampanyasında açıkça, üye yerine supporter
20
Dr. Matthias Micus | Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin
Örgütsel Kimliği ve Reformlar
kurullarının da kampanyanın tasarım çalışmalarına
dahil edilmiş olması nedeniyle, yeni üyeler arasında
çok sayıda işçi ve memur da bulunuyordu.8
kapsamlı müdahale olanaklarına sahip bulunduğu
partilerde arabuculara veya ombudsmanlara pek
rastlanılmadığını görüyoruz. Oysa bir tarafta yerel
ve bölgesel düzeydeki parti örgütlerinin, diğer tarafta
da ulusal düzeydeki örgütlerin birbirinden bağımsız
veya kopuk olarak hareket ettikleri Fransa
örneğinde anlaşmazlıkların çözümü için çeşitli
birimler oluşturulmuş olduğu dikkat çekiyor. Ancak
ulusal ve bölgesel düzeydeki parti örgütlerinin
birbirinden bağımsız hareket etmesi Fransız
Sosyalist Partisi içinde dahili bir gruplaşmaya neden
olmuş, parti tabanından kopuş parti yönetiminin
seçmenlerden uzaklaşmasını beraberinde getirmiş
ve sonuç olarak parti içi iletişimi felce uğratmıştır.
Özetlemek gerekirse, hiyerarşik parti yapısı ve karar
alma yetkisinin parti seçkinlerinin elinde bulunması
tümüyle reddedilecek hususlar değildir.
SPÖ’nün Steiermark kampanyasında parti yönetimi
tarafından verilen destek de olumlu etki yarattı.
Merkeziyetçi parti yapısı avantaj sağlarken, parti
içindeki hiyerarşik karar alma süreçleri reformistlere
güç kazandırdı. Bu süreç –aynı zamanda üye
projesinin de sonlandırılmasına neden olan– parti
genel sekreteri değişikliğine kadar devam etti.
Başka örneklerde merkeziyetçi irade oluşumunun ve
parti yönetiminin giderek güçlenmesinin –özellikle
tabanın daha güçlü bir katılım gerçekleştirmesini,
üyelerin daha faal olmasını ve parti örgütünde
açılıma gidilmesini hedefleyen parti reformları
açısından bakıldığında– çoğu kez sorun yarattığını
görüyoruz. Parti içi referandumları savunan
görüşlere rağmen parti üyeleri, 90’lı yıllardan beri
değişen çevre koşullarına yapısal uyum sağlanması
hususunda veya acil kararlar alınması gerektiği
durumlarda –parti içinde istikrar sağlayan ve destek
oluşturan gruplar olarak görülmüyor– aksine bunları
engelleyici bir faktör olarak nitelendiriliyorlar. Parti
üyeleri medyada fikir önderleri, kamu teşviklerinde
prim ödeyicileri, kamuoyu yoklama kurumları
nezdinde ise toplumsal eğilimlerin sismografları
olarak görülüyor. Bu nedenle de, gerek gösterdikleri
faaliyetlerin gerekse kendilerinin vazgeçilmez nitelik
taşımadıkları
düşünülüyor.
Merkeziyetçilik
yönündeki eğilimlere Danimarka’da parti yönetim
kurullarının küçültülerek birleştirilmesi, Avusturya’da
parti başkanının gizlice seçilmesi ve genelde resmi
kurulların gayri resmi kurullar karşısında önem
yitirmesi örneklerinde tanık oluyoruz. Sosyal
demokrat parti yönetimlerinin hâkimiyeti çoğu kez
parti içi reformlara yönelik yaklaşımı da belirliyor.
Nitekim Hollandalı Bart Tromp reform sürecine
ilişkin eleştirisinde reform sürecinin “parti içi
demokrasinin kaybolmasına” neden olduğunu ve
“demokratik meşrutiyetin” yetersizliğini gösterdiğini
ifade ediyor (alıntı: Depla 1996:195).
Parti üyeliğinin değer kaybetmesi parti yönetimini
gerekçe gösterme zorunluluğundan kurtarıp,
çalışmaları kolaylaştırıyor olsa da aynı zamanda
yandaşların motivasyonunu kaybetmesine ve atıl
konuma geçmesine de neden oluyor. Yakın
geçmişte parti yönetimlerinin bu gerçeği göz ardı
etmiş olduklarını görüyoruz. Nitekim 2000’li yılların
başından beri üyelerin büyük çoğunluğunun zaman
harcamaları
gerektiren
hususlarda
katılımda
bulunmadıklarına, önemli konularda dahi çok düşük
katılım gösterdiklerine ve dolayısıyla program
çalışmalarının hızlanmadığına tanık oluyoruz. Açılım
sadece görüntüde kalmamalıdır. Bu hususa
gerçekten önem verildiği durumlarda sonuç
alınabildiğini görüyoruz. Nitekim PvdA içinde
önceleri Politiek Forum adı altında bugün ise
Politieke Ledenraad adı altında doğrudan parti
yönetimine bağlı olarak çalışan ve dolayısıyla
partinin üst düzey yöneticilerine ulaşma ayrıcalığına
sahip olan program danışma kurulu örneğinde,
açılım yönündeki girişimlerden olumlu sonuç
alındığına tanık oluyoruz. Diğer taraftan Filipinler’de
veya ABD’de sekter bir yapıya sahip Democratic
Socialists of America (DSA) örneğinde olduğu gibi,
görevi sadece şekil ve statü açısından fikir
oluşumuna katkıda bulunmakla kalmayıp, gerçekten
karar süreçlerinde etkili olabilecek güce sahip bir
parti tabanının küçük çaplı sosyal demokrat partilere
özgü bir özellik olduğunu görüyoruz. Medya
demokrasisi içinde iktidar talebi olan sosyal
demokrat partiler için kararlı ve güçlü bir parti
yönetimi belki de vazgeçilmez nitelik taşımakta.
Bazı istisnalara rağmen merkeziyetçi parti
yapılarının ve irade oluşum süreçlerinin parti içi
anlaşmazlıkları azalttığını söyleyebiliriz. Nitekim
yönetimin baskın olduğu ve federal düzeyde
8 Bkz. Graf-Götz et al. 2001, ayrıca 29.07.2010’da Friedrich
Graf-Götz ile yapılan görüşme.
21
13. Internet: Olanak veya İllüzyon
yerel politikalara ilişkin bir best practice veri bankası
oluşturmuş bulunuyor. Projenin amacını yerel politika
alanındaki
deneyimlerin
konulara
göre
sınıflandırılarak biraraya toplanması ve bu bilgilere
ülke genelinde ulaşılabilmesi oluşturuyor. Halka açık
veri bankasında farklı konulara ilişkin araştırma
yapılabiliyor. PSOE yönetiminde olan tüm belediyeler
farklı siyasi konulara ilişkin planlarını söz konusu
iletişim ağına aktarıyorlar. Veri bankasında ayrıca
kısa yorumlara ve daha ayrıntılı bilgi için linklere yer
veriliyor.
Reform yanlısı sosyal demokratların kendi içlerindeki
çelişki ve tutarsızlıklar sadece tabandan gelen reform
taleplerini etkisiz kılmakla kalmayıp, aynı zamanda
internet girişimlerine de engel oluşturuyor. Sosyal
demokrat parti yönetimlerinin taban demokrasisine
yönelik talepler ve otoriter yaklaşımlar arasında gidip
gelmesi internet girişimlerinin inandırıcılığını ve
etkileyici gücünü ortadan kaldırıyor. Bu arada tüm
sosyal demokrat partilerin son birkaç yıldan beri
ısrarla sanal ortama yöneldiklerini ve bu alanda
benzer somut önlemler aldıklarını görüyoruz. Internet
ortamına giriş ilk olarak yerel parti örgütleriyle başladı.
Daha sonra parti içi iletişimin hızlandırılması amacıyla
parti içinde bir Intranet oluşturuldu ve giderek Web
sayfası tasarımları için daha fazla emek verilmeye
başlandı. Artık günümüzde her hırslı parlamenterin
facebook, twitter veya sosyal bloglar gibi iletişim
ağlarında yer almakta olduğunu görüyoruz. Siyasi
partiler de “Web 2.0” teknolojisinden yararlanarak
internet üzerinde tartışma forumları oluşturuyor ve bu
sitelerde ziyaretçilere yorum yapma olanağı
sunuyorlar. ABD örneği ve Barack Obama’nın başarılı
seçim kampanyası bu tür girişimlerin daha da
yaygınlaşmasını sağlamış bulunuyor. Belki de bu
konuda en güçlü örneğe, İşçi Partisi’nin bugün dahi
“My Obama” kampanyasından güç alarak tasarladığı
ve internet sayfasıyla bugüne kadar birçok ödüle hak
kazandığı Norveç’ te görüyoruz.
Genel olarak toplumun, özellikle de genç kuşağın son
yıllarda –azalma yerine– giderek artış eğilimi
göstermekte olan sosyal katılım becerilerine ancak,
aralarında internetin de yer aldığı, zengin katılım
olanaklarıyla yanıt verilebileceği görülüyor. Ayrıca
internet stratejilerinin başarılı olabilmesi için bunların
profesyonel bir yaklaşımla hazırlanması, ana
sayfaların
profesyonel
uzmanlar
tarafından
tasarlanması ve net bir yapıya sahip olmasının büyük
önem taşıdığı görülüyor.
Aynı şekilde dikkat çeken bir diğer hususu da, bugüne
kadar alınan online-önlemlerin veya yaratıcı internet
girişimlerinin üye ve seçmen kaybını engelleyici hiçbir
etki yaratamamış olması oluşturuyor. Bu da internet
alanındaki gelişmelerin daha yoğun bir interaktif
iletişim, daha yüksek ölçüde katılım seferberliği,
yaratıcılık
ve
isteklilik
gerektirmesinden
kaynaklanıyor. İşte bu yöndeki gereksinim partilerin
oligarşileşme
eğilimi,
merkeziyetçi
karar
mekanizmaları ve “Üçüncü Yol” partilerinde hâkim
olan disiplin ve içe dönüklük dogmasıyla çakışıyor.
Parti üyelerini seçim kampanyalarında istenildiği anda
devreye sokulabilen neferler olarak görmek, yerel
aktivistlerin bağımsız girişimlerini küçümsemek,
içeriğe, atamalara veya oluşturulacak ittifaklara
yönelik el altından kararlar alarak daha sonra bunları
otoriter bir yaklaşımla dayatmaya çalışmak, parti
üyelerini herşeye boyun eğen, sadık ve edilgen kişiler
konumuna düşürecek, ancak çaba göstermelerini,
herhangi bir konuda yorum yapmalarını ve tavır
almalarını imkânsız hale getirecektir. Kaldı ki artık
mevcut internet formatları ve parti tarafından
gönderilen elektronik postalar siyasi konuların ciddi
bir şekilde tartışılması yönünde cesaret vermekten
çok uzakta kalmaktadırlar. Parti merkezinin üyeleriyle
oluşturduğu online iletişim ağı düzenlenecek
etkinliklere veya konferanslara ilişkin bildirilerle ve
yüzeysel parti propagandasıyla kısıtlı kalmaktadır.
Internet’in sunduğu olanaklar tartışılamaz. Buna
özellikle geniş yüzölçümlü ülkelerde ve merkez ile
taşranın ciddi tezat oluşturduğu ülkelerde tanık
oluyoruz. Örneğin Fransa’da çalışma grupları veya
belirli bir hedef kitleye veya konuya yönelik faaliyetler
yürüten yerel komiteler geçmişte sadece Paris
bölgesiyle kısıtlı kalıyor, başkent dışında yaşayan
parti
üyelerine
çalışmalara
katılma
olanağı
verilmiyordu. “La Coopol” (La Coopérative Politique)
adı altında oluşturulan iletişim ağı gerek parti
üyelerine gerekse üye olmayan kişilere ilk kez belirli
projelere ilişkin olarak sınırsız fikir alışverişinde
bulunma ve ülkenin en ücra köşesinden bile etkin bir
şekilde katkı sağlama olanağı veriyor.
Partinin yerel örgütleri arasında iletişim ve bilgi
alışverişi sağlanması gibi somut parti faaliyetlerinde
de internetin sunduğu yararlar tartışılamaz. Nitekim
İspanya’da PSOE yerel politikalardan sorumlu bir
koordinatörün denetimi altında bir veri bankası, yani
22
Bunlar üyeleri katılım yönünde desteklemediği gibi,
partiye yakın çevrelerde sempati uyandırmaktan da
uzak kalmakta ve profesyonel internet girişimlerine
yönelik beklentilerin hayal kırıklığıyla sonuçlanmasına
neden olmaktadır.
günlük tanıtım etkinlikleri gerçekleştirmeleri sayesinde
parti olumlu bir imaja kavuşabilecek ve üçüncü
çemberle, yani seçmenlerle bağ oluşturulabilecektir.
Bundan iki sonuç çıkartıyoruz: Birincisi katılımda
bulunmayı düşünenler etkili olabilmek, katkı
sağlayabilmek, karar alabilmek ve bazı şeyleri
değiştirebilmek istiyorlar. Sosyal demokrat partilerin
söz konusu katılım motiflerine inandırıcı bir yanıt
getirememeleri halinde, partinin çöküşünü internet de
engelleyemez. İkinci olarak da aşkın bir hedef
projeksiyonu olmadığı durumlarda veya vizyonun
desteklenmemesi halinde hertürlü teknolojik yenilik
sonuçsuz kalacaktır.
Internet strateji uzmanlarının içinde bulundukları
“Obamania” arka planı bağlamında bu hususu daha
da açık görebiliyoruz: Avusturyalı fikir adamı Robert
Misik “Obama’nın konuşmalarının ütopya niteliği
taşıdığını ve ‘daha iyi bir toplumu’ hedeflediğini”
belirterek, bu hususun da Obama’nın dahiyane bir
şekilde
değerlendirmiş
olduğu
“itici
gücü”
oluşturduğunu ekliyor. Sadece Obama’nın –şüphesiz
yepyeni
kıstaslar
getirmiş
olan–
internet
kampanyasına
hayranlık
duyanlar,
yalnızca
milyonlarca seçmenin bilgisayar programlarıyla kayıt
altına alınmasını sağlayan metodik başarıya
odaklananlar, Obama kampanya ekibinin aslında en
gelişmiş teknolojileri eski tip örgütleşme teknikleriyle
birleştirdiği hususunu ve seçim kampanyasının
aslında tabana dayalı klasik bir “grass-roots”
kampanyasından
ibaret
olduğunu
gözden
kaçıracaklardır. Robert Misik sözlerine şöyle devam
ediyor: “Internet üzerinde iletişim ağı oluşturuldu.
Kampanyaya destek verenler elektronik posta
yağmuruna tutuldu. Buradaki amaç iletişim kuranların
ellerinden gelen her türlü çabayı gösterecek aktivistler
haline dönüştürülmesiydi. Bir hususu unutmamalıyız:
Vizyon sahibi olmayanlara en başarılı ‘spin doctor’
bile can veremeyecek ve en iyi Web sayfası bile yarar
sağlamayacaktır.” Obama’nın yürütmüş olduğu bu
modern kampanyaya dayanarak şu saptamayı
yapmak mümkündür: Siyasi partilerin başarılı
olabilmesi için –şirketlerden farklı olarak– salt
teknolojik yenilikler, hayranlık uyandırıcı bir sunum,
etkileyici bir imaj veya daha güçlü bir pazarlama
yöntemi yeterli olamayacaktır. Siyasi partiler
eşmerkezli çemberler gibidir. En içteki çember, yani
parti yönetiminin güncel siyasi girişimlerini yönetecek
ve siyasete ilişkin somut önlemlere yön verecek kesin
ve kendi içinde tutarlı ilkelere sahip olması gerekir.
İşte geleceğe yön verecek bu hedefler ikinci çemberi,
yani parti üyelerinin motive edilmesini ve harekete
geçirilmesini sağlayacak ve böylelikle çarpıcı bir
seçim kampanyası ve gönüllü bir katılım için gerekli
zemin oluşturmuş olacaktır. Ancak parti üyelerinin –
daha doğrusu fikir önderliği yapacak olanların– olumlu
bir amaca hizmet etme konusunda ikna olmaları
halinde ve buna dayalı olarak kendi aile, dost,
arkadaş veya iş çevrelerinde partiyi destekleyici
14.Sonuç
“Dert dinleme partileri” rüzgarı arkalarına almış
bulunuyor. Bu nedenle yerel parti teşkilatlarının
güçlendirilmesine yönelik girişimlere ağırlık verilmesi
olanak dahilinde görülüyor. Yerel parti teşkilatları
siyasi partilerin halkla somut temas kurabilmelerine
aracılık eden örgüt birimleridir. Yerel düzeyde
gerçekleştirilecek aktif, heyecan verici ve ilginç
etkinliklerle partinin halktan uzaklaştığı yönündeki
izlenim ortadan kaldırılabilecek, sempati yaratılacak
ve yeni hedef gruplarına ulaşılması kolaylaşacaktır.
Nitekim Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ)
Viyana’da –bir zamanlar en güçlü kalelerini
oluşturan– sosyal konut bölgelerinde daha güçlü bir
tanıtım faaliyeti gerçekleştirerek, o bölgelerde son
zamanlarda tehdit edici ölçüde destek kazanmaya
başlamış olan sağ-popülist Avusturya Özgürlükçü
Partisi’ni (FPÖ) gerileterek eski hâkimiyetini yeniden
kazanmayı
başarmıştır.
İsveç’te
halkevleri
uygulamasında,
Danimarka’daki
mobilizasyon
kampanyalarında ve Norveç’te yerel düzeyde
gerçekleştirilen sistematik ev ziyaretleri örneğinde de
“dert dinleme stratejilerinin” içerdiği potansiyeli ve
sağladığı yararları açıkça görebiliyoruz. Elbette
kamuoyunda etkili olabilmek için yerel parti
örgütlerinin asgari bir büyüklüğe ulaşmış olması
gerekiyor. Küçük çaplı yerel teşkilatların sayısının
giderek artmakta olduğu gerçeği, partilerin içe
kapanıklığına ve yerel örgütlerin kapalı kapılar arkası
kültürünün iticiliğine yönelik önyargıları daha da
güçlendirerek sosyal demokratların sorunlarının daha
da artmasına neden oluyor.
Profesyonel politikacılar kamuoyu nezdinde olumsuz
bir itibara sahip bulunuyorlar. Gerçekten de toplumun
23
çok küçük bir kesimini temsil ettikleri ve
özgeçmişlerinin siyaset dışı konularda yeterli
deneyimi yansıtmadığı dikkat çekiyor. Diğer taraftan
başka sektörlerden siyasete çapraz geçiş yapmış
olanların da her türlü pratik deneyimden yoksun
oldukları
ve
siyasi
yaşamın
gereklerine,
zorunluluklarına ve siyasetin mantığına uyum
sağlama konusunda isteksiz veya yetersiz oldukları
için siyaset için uygun olmadıkları görülüyor. Bu da
siyasete yönelik güven kaybının daha da
belirginleşmesine neden oluyor. Buna karşın
PvdA’nın 2010 yılındaki belediye meclisi seçimleri için
ilk kez uygulamaya koyduğu aday seçim yöntemi,
profesyonel politikacıların ve çapraz geçiş yapanların
en güçlü yönlerini, yani siyasi deneyimi mesleki
uzmanlıkla birleştirdiği için, partiye yeni bir seçkin
sınıfın kazandırılması açısından önemli bir olanak
oluşturuyor.
kalıcı olabilmeleri için gerekli önlemlerin ihmal
edilmemesi gerekir. SPÖ’nün Steiermark eyaletindeki
deneyimleri olumsuz yöndeki eğilimlerin önüne
geçilebileceğini göstermiştir. Ayrıca gerek üye
kampanyaları gerekse reform projeleri için geçerli
olacak husus, başarılı girişimlerin kararlılık, süreklilik
ve istikrara dayandığıdır.
Göçmen kökenli seçmenlerin kazanılması açısından
micro targeting yönteminin başarı vaadeden bir
strateji oluşturduğu görülüyor. Micro targeting farklı
göçmen
topluluklarına
uygun
yöntemlerle
yaklaşılmasına olanak vermenin yanı sıra, heterojen
göçmen topluluğu içindeki farklı etnik, sosyal ve
kültürel özelliklere en uygun şekilde yanıt
verilebilmesini sağlıyor. Zaten elde edilen başarılar da
bunu kanıtlıyor: Bu çalışmada ele alınan –Fransa
haricindeki tüm ülkelerde– sosyal demokrat partilerin
genelde göçmen kökenli kesimden, özelde ise Türk
asıllı seçmenlerden ortalamanın üzerinde oy
kazanmış olduğu görülüyor.
Parti içi referandumlar gibi katılım olanakları üyelerin
mobilize
edilmesini
sağlıyor.
Bu
araştırma
kapsamında ele alınan ülkelerin tümünde partinin
başbakan adayının belirlenmesine yönelik seçimlerde
ve kanaat yoklamalarında çok yüksek katılım
oranlarına ulaşılıyor. Bu oranlar geleneksel komite
faaliyetlerine katılım oranlarının çok üzerinde
bulunuyor. Burada Hollanda’yı örnek gösterebiliriz.
Hollanda PdvA partisinde üye meclislerine katılım
oranı sadece yüzde beş dolayında bulunuyor. Buna
karşın, on yıla yakın süredir parti üyeleri tarafından
seçilmekte olan başbakan adayının belirlenmesi için
2002 yılında yapılan seçimlere üyelerin yaklaşık
yüzde 50’si katılmıştı. Elbette burada dikkat edilmesi
gereken bir diğer hususu da katılım oranlarının
yüksek olduğu durumlarda taban demokrasisine
ağırlık
verilmesi
halinde
ortaya
–parti
içi
kutuplaşmalardan
azınlıklıkların
aykırılaşmasına
kadar uzanan– çeşitli tehlikelerin ortaya çıkacağıdır.
Bu nedenle parti başkanının veya partinin başbakan
adayının belirlenmesine yönelik seçimler ve
önseçimler her derde deva çözümler olarak
görülmemelidir.
Sosyal demokratların gerçekleştirecekleri bir siyasi
rota değişikliğinin seçim sonuçlarını olumlu yönde
etkileyebilmesi için, bunların inandırıcı olmaları,
özellikle de bu rota değişikliğinin bir seçim yenilgisi
sonrasında gösterilmiş bir oportünist tepki niteliğinde
olduğu izlenimi yaratmamaları gerekiyor. Aslında
geriye dönüp baktığımızda, sosyal demokratların
“Yeni Orta Sınıf” içindeki yükselen kesime odaklanmış
olmasının kendilerine yarardan çok zarar getirdiğini
görüyoruz. Ayrıca orta sınıftan elde edilen oylar
toplumun üçte birlik alt kesiminde kaybedilen oyları
telafi etmek için yeterli olamadı. Ancak sosyal
demokratlar yine de bu yolda ilerleme konusundaki
ısrarlarını sürdürmeyi ve soldan gelen tüm eleştirilere
karşı –çoğu kez başka alternatif yokmuş gibi–
kendilerini savunmayı tercih ettiler. Bu nedenle yeni
bir yön değişikliğinin beraberinde mutlaka kapsamlı
bir değişimi getirmesi zorunlu hale gelmiştir. Bunun
en iyi örneğini İspanya’da görüyoruz. PSOE 2000
yılında siyasi söylemlerinin içeriğinde ciddi bir
değişikliğe gitmiş, tekrar sendikalarla yakınlaşmış,
genel olarak siyasi yelpazenin soluna kayarak
toplumsal politikasında kentli alternatif alt kültürlerin
sıradan sorunlarına ağırlık vermeye başlamıştır.
PSOE buna paralel olarak siyasi stratejisini
değiştirerek, yerel düzeyden başlayan bir yenilenme
süreci başlatmış ve bilinçli bir şekilde sosyal
girişimlere yönelmiştir. PSOE aynı zamanda personel
politikası alanında da kesin bir değişiklik yaparak
Partiye yeni üyeler kazandırılması için yapılan etkin
tanıtım kampanyalarının çok iyi planlanması ve ciddi
bir temele dayanması gerekir. Kampanyaların
sürdürülebilir bir başarı elde edebilmesi için, bunların
hazırlık aşamasında örneğin fokus gruplarıyla
görüşmeler yapılarak, üye adaylarının partiye yönelik
beklentilerinin ve üyelik motiflerinin belirlenmesi ve
tanıtım faaliyetlerinin yanı sıra bu üyelerin partide
24
yönetim kadrosunu da tamamen yenilediği için
partinin başkalaşım girişimi inandırıcı olmuştur.
Sendikalarla kurulacak yakın işbirliği tüm sosyal
demokrat partiler için halen yararlı olmaya devam
ediyor. Sendika üyeleri halen en önemli seçmen
grubunu oluşturuyor ve sosyal demokrat partilerin
seçim başarısı büyük ölçüde söz konusu potansiyelin
değerlendirilebilmesine bağlı bulunuyor. Sendikalar
aynı zamanda sosyal demokrat partilere, seçim
mücadelesinde
nesnel
ve
fikirsel
destek
sağlanmasından, sendika üyelerine ilişkin verilerin
aktarılmasına kadar uzanan çeşitli hizmetler
sunuyorlar. Nitekim İsveç’te sosyal demokratlar
sendika üyelerini partiye kazandırmak için yürüttükleri
kampanyaları bu tür verilere dayandırmışlardı.
Sendikalarla kurulacak yakın bağ aynı zamanda
örneğin göçmen kökenli seçmenlere yakınlaşma
konusunda da büyük kolaylık sağlıyor. Ancak sosyal
demokratlarla sendikalar arasındaki ilişkilerin tüm
ülkelerde eski sıcaklığını kaybetmeye başladığı dikkat
çekiyor.
Teknolojik yenilikler tek başına farklı hedefleri
birleştirme, geleceğe yönelik hedef belirleme veya
yorum getirme konusunda yeterli olamazlar. Partiler
içindeki farklı aktörler eşmerkezli çemberler gibidir. En
içteki çember, yani parti yönetiminin güncel siyasi
girişimlerini yönetecek ve siyasete ilişkin somut
önlemlere yön verecek kesin ve kendi içinde tutarlı
ilkelere sahip olması gerekir. İşte geleceğe yön
verecek bu hedefler ikinci çemberi, yani parti
üyelerinin motive edilmesini ve harekete geçirilmesini
sağlayacak ve böylelikle çarpıcı bir seçim
kampanyası ve gönüllü bir katılım için gerekli zemin
oluşturmuş olacaktır. Ancak parti üyelerinin –daha
doğrusu fikir önderliği yapacak olanların– olumlu bir
amaca hizmet etme konusunda ikna olmaları halinde
ve buna dayalı olarak kendi aile, dost, arkadaş veya
iş çevrelerinde partiyi destekleyici günlük tanıtım
etkinlikleri gerçekleştirmeleri sayesinde parti olumlu
bir imaja kavuşabilecek ve üçüncü çemberle, yani
seçmenlerle bağ oluşturulabilecektir.
25
Kısaltmalar
AP
Det norske Arbeiderparti
BAWAG
Bank für Arbeit und Wirtschaft AG
CDA
Christen Democratisch Appèl/Christlich-Demokratischer Aufruf
DAS
Democratic Socialists of America
D66
Partei Democraten 66
FPÖ
Freiheitlichen Partei Österreichs
LO
Landsorganisationen i Sverge
NZLP
New Zealand Labour Party
PS
Parti socialiste
PSOE
Partido Socialista Obrero Español
PvdA
Partij van de Arbeid
SAP
Socialdemokratiska Arbetarepartiet
SP
Socialistische Partij
SPÖ
Sozialdemokratische Partei Österreichs
26
Yazar hakkında
Künye
Dr. Matthias Micus Göttingen Demokrasi Araştırmaları
Enstitüsü’nde uzman bilimsel araştırmacı olarak çalışmaktadır.
Friedrich-Ebert-Stiftung
Cihannüma Mahallesi Mehmet Ali Bey Sk. 10/D5
34353 Beşiktaş-Istanbul
Türkiye
Almancadan çeviren : Süheyla Ababay
Tel: +90 212 310 82 37
[email protected]
www.festr.org
Sorumlu : Michael Meier
© FES Türkei, 2010
27

Benzer belgeler