TüRkiyE`nin Dağılan koalisyonu

Transkript

TüRkiyE`nin Dağılan koalisyonu
Özgür Sigorta
S REÇANAL Z
SAYI: 7 . KASIM – ARALIK 2013 . 7tl
Hakikat Her Şeyi Kuşatır
Aracılık Hizmetleri A.Ş.
Zorunlu Trafik Sigortası
Kasko Sigortası
Sağlık Sigortası
Zorunlu Deprem Sigortası - Dask
İşyeri Sigortası
Konut Sigortası
Diğer Hizmetler
Türkiye’nin
Dağılan
Koalisyonu
Adres:
Kısıklı Mah. Alemdağ,
Cad. Yanyol Sok. No:1/1
ÜSKÜDAR- İSTANBUL
Telefon:
0216 335 52 36
İktisatta Çokluk ve Çoğulculuk DOSYA: Türk Dış Politikası
EDİTÖR’DEN
MURAT SOFUOĞLU
[email protected]
Süreç Analiz 7. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında…
Dünyanın özellikle Ortadoğu aktörlerinin ilişkileri
bakımından yeni bir kurguya yönelmeye başladığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Suriye’deki savaşın tüm bölgeye yayılma riskinin arttığı
bir zamanda Amerikan Obama yönetiminin P5+1
üzerinden İran’ın nükleer silahları ile ilgili bir
anlaşmaya ulaşmak için harekete geçmesinin en
azından bölgesel tansiyonu düşürmek bakımından
sonuçları olacağı ortadadır. Ancak bu girişim yalnızca 1979 İran Devrimi ile kopan Amerika-İran
ilişkilerinin iyileşmesine dönük atılmış bir adım
olmanın ötesinde bölgesel güç dengelerinin yeniden dizaynını da gerekli kılmaktadır.
Belki de dünyanın ilk İslamcı hareketi diyebileceğimiz ve XVIII. Yüzyılda Arabistan yarımadasında
doğmuş olan Vahhabi-Selefiliğin siyasi temsilcisi olması sıfatını taşıyan Suudi Arabistan ile bir
bakıma hem Mısır’ın kolonyalizasyonuna hem de
Osmanlı Hilafeti’nin lağvedilmesinden ortaya çıkmış olan rahatsızlıklara bir tepki olarak ortaya
çıkmış olan İhvan-i Müslümin arasında süregelen
halefiyet savaşları denklemine 1979 Devrimi ile
Şii İran’ın girmesi ile Ortadoğu’daki güç, halefiyet ve mezhep mücadeleleri çok daha komplike
bir hal almıştır.
Bu sürece Arabistan yarımadasının ilk militarist bedevi cihatçı savaşçıları diyebileceğimiz
İhvan’ı –Mısır’ın İhvan’ı ile karıştırmayalım- kimi
açılardan hatırlatan El Kaide’nin 1990lı yıllarda
katılması ile İslamcı hareketler arasındaki İslam
Hilafeti ve siyasal İslam merkezli tartışmaların
tansiyonu artarken iki ana İslam akımı olan ŞiiSünni mücadeleleri de bu yeni müdahaleden halefiyet mücadelesinin şekillenmesi istikametinde
nasibini almıştır. Esasında bu çok yönlü mücadele
dinamikleri Tunus’tan esmeye başlamış olan Arap
Baharı rüzgarlarının Suriye’de bir fırtınaya ve nihayetinde iç savaşa dönüşmesi neticesinde kendilerini beraberce ama karşılıklı çok yönlü çekişmeler altında ortaya koyabilecek zeminin koşullarını
bulabildiler.
Suriye’de Vahhabi Arabistan ve Körfez ülkelerinin
yoğun desteği halindeki Selefi cihatçılar –kimi El
Kaide bağlantılı olmak üzere- ile silahlı mücadeleyi bir yöntem olarak reddeden ancak Suriye’de
ortaya çıkmış olan fevkalade şartlar altında silaha sarılan İhvan-i Müslümin hareketi ile birlikte
devrimci Şii İran’ın ve keza Lübnan’ın Şii hareketi
olan Hizbullah’ın desteği altındaki Esad rejimi ile
kıyasıya bir savaşa girişmiş vaziyetteydi. Bu hal
Mısır’da iktidara gelen merkez İhvan’ın sekülerliberal-milliyetçi güçlerin ordu çatısı altında ve
Arabistan-Selefi destekli bir darbe ile yıkılmasına
kadar devam etti. (İhvan’ın Suriye’de Esad’ı devirememesinin Mısır darbesinin psikolojik oluşumuna ne ölçüde katkı yaptığı ise başka bir soru
işaretidir.)
Mısır darbesi Suriye muhalefetinin kendi iç insicamını bozup dış temsil koalisyonuna da ağır
bir darbe indirdi. Suriye muhalefeti parçalanma
trendine girerken göreceli olarak Esad’a karşı bir
ortak cephe oluşturmuş olan Selefi-İhvan hattında da ağır bir yarık açıldı. Bu gelişmelerin Suriye
iç savaşı bakımından kümülatif sonucu ise Şii İran
destekli Esad rejiminin ömrünün uzaması kadar
Ortadoğu’da İran tesirinin çok daha gözle görünür
bir hale gelmesi oldu.
kasım-aralık 2013
1
EDİTÖR’DEN
İran rejimini kendisinin en büyük düşmanı sayan İsrail’in Netanyahu hükümeti
Amerika’nın İran hamlesini kendisine karşı bir hareket olarak algılamakta
Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin çoğu ile müşterek bir yaklaşım içindedir.
Amerika’nın İran’la geliştireceği bir müzakere süreci bir yandan İsrail’in İran’ı
vurma senaryolarını zayıflatırken diğer yandan Suriye’deki muhalefetin de
parçalanma sürecini hızlandırmaktadır.
Bu noktaya kadar bir bakıma hem İhvan hem de
Arabistan ile birlikte Suriye’de Esad’a karşı mücadele eden ve Mısır’da İhvan hükümetini destekleyen Sünni İslamcı Milli Görüş hareketinin
kimi açılardan halefi olan Türkiye’deki AK Parti
yönetimi bu gelişmeler karşısında beklenmedik
bir jeopolitik sıkışma ile muhatap olmak zorunda
kaldı. Mısır’da Türkiye hükümeti karşıtı bir darbe
hükümeti, Irak ve Suriye’de ise Türkiye’ye dost
olmayan İran destekli rejimler iktidarda olduğu
bir tablo ile Türkiye karşı karşıyaydı. Şii Hilali ve
Bereketli Hilal havzası Türkiye’ye dost olmayan
rejimlerle donanmıştı.
Bu çerçevenin tamamlandığı bir zamanda Obama
yönetiminin İran Açılımı’nın başlayışına tanık
olduk. Ancak sözümüzün başlangıcında ifade ettiğimiz gibi bu açılım –Türkiye’nin kendi açılım
projeleri gibi- yeni bir güç dengesini ve mülahazasını gerekli kılmaktadır. İran rejimini kendisinin en büyük düşmanı sayan İsrail’in Netanyahu
hükümeti Amerika’nın İran hamlesini kendisine
karşı bir hareket olarak algılamakta Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin çoğu ile müşterek bir
yaklaşım içindedir. Amerika’nın İran’la geliştireceği bir müzakere süreci bir yandan İsrail’in İran’ı
vurma senaryolarını zayıflatırken diğer yandan
Suriye’deki muhalefetin de parçalanma sürecini
hızlandırmaktadır.
Bu nokta-i nazardan bakıldığında Arabistan-İsrail hattının Mısır ve Suriye’de izleyeceği politika
kuşkusuz Obama yönetiminin İran açılımının da
akıbetini ciddi ölçüde etkileyecektir. Peki Türkiye
ne yapacaktır? Türkiye’nin İran ile olduğu kadar
İran’ın etkili olduğu bölge ülkeleri ile ilişkileri-
2
kasım-aralık 2013
ni geliştirmesinde büyük fayda vardır. Bu bakımdan Dışişleri Bakanımızın bölge ziyaretleri çok
yerindedir. Bu ziyaretlere ek olarak Mısır’ın demokratikleşmesi ve Suriye’nin normalleşmesi için
Mısır-Arabistan-Körfez hattında yoğun bir diplo-
Türkiye bütün bu işleri yaparak bir yandan bölgedeki Alevi-Sünni
gerginliğinin azalmasına yardımcı olurken diğer yandan bölgede ve kendi
ülkesinde yükselen Kürt realitesi ile nasıl sağlıklı, rasyonel, gerçek ve
samimi ilişkiler geliştirebileceğine de tekrar ama soğukkanlı bir hissiyatla
yaklaşabilme imkanını bulabilir.
masi faaliyetine ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Türkiye’nin ülke olarak Bereketli Hilal havzasının
tarihi koşullarına ve ticari zengin kültürüne uygun olarak ekonomik insiyatifler geliştirmesinin
de tam zamanıdır.
Türkiye bütün bu işleri yaparak bir yandan bölgedeki Alevi-Sünni gerginliğinin azalmasına
yardımcı olurken diğer yandan bölgede ve kendi
ülkesinde yükselen Kürt realitesi ile nasıl sağlıklı, rasyonel, gerçek ve samimi ilişkiler geliştirebileceğine de tekrar ama soğukkanlı bir hissiyatla
yaklaşabilme imkanını bulabilir. Kuşkusuz bunları
yaparken Batı ile özellikle AB ile ilişkilerimizi de
tekrar yoluna koyma yollarını araştırmalıyız.
Türkiye bütün bunları yapmaya çalışırken kendi
iç politik denklemi bakımından önemli sonuçlar
doğuracak bir seçim dönemine de giriyor. Dış
gerginliklerimize paralel ve onların belli bir ölçüde izdüşümü olarak kendi iç gerginliklerimiz
de hususiyetle Alevi-Sünni ve laik-dindar hatlarında canlılığını koruyor ve “Çözüm Süreci”nin
en azından Türk-Kürt hattını belli bir çerçevede
tuttuğunu gözlemliyoruz. Ve nihayet Türkiye’nin
dindar-muhafazakar hareketleri arasında tarihen
görülmemiş düzeyde bir kırılmayı da yaşadığımız
bir evreye girmiş vaziyetteyiz.
Umarız bu seçim dönemi tüm bu aktif ve pasif
haldeki gerginliklerimizin ve kırılganlıklarımızın
test edilmek zorunda olduğu bir döneme bizleri
şahit etmez. Aksi halde Türkiye siyasi sisteminin
ciddi ve çok yönlü bir siyasi krizle karşılaşması
kaçınılmaz hale gelebilir.
Dualarımız ülkesini, bölgesini ve insanlığını düşünen her akıl ve o aklın selameti için atan her
kalp ile beraber olacak.
Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle…
Hakikat her şeyi kuşatır.
kasım-aralık 2013
3
KÜNYE
YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad.
No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul
Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45
SÜREÇ ANALİZ
“HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR”
SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ
ADINA İMTİYAZ SAHİBİ
MURAT SOFUOĞLU
YAYIN TÜRÜ YEREL YAYIN
SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN
ISSN 21-47-6945
EDİTÖRLER: Bilal Uyar, Hakan Aydın, Hüseyin Aksu,
Kamuran Yavuz, Mehmet Yavuz, Serdar Yeşiltay,
Şafii Çelik, Şükran Beklim
BASKI VE CİLT:
Öz Çıpa Fotokopi Merkezi,
Aktepe İş Hanı No:10/B
Cağaloğlu-Eminönü/İstanbul
Tel: 0212 512 4745
TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMALMEDYA (AYSEL KAZICI)
[email protected]
4
kasım-aralık 2013
28
32
38
51
İÇİNDEKİLER
06
11
Orta Sınıf Devrimi
Francis Fukuyama
“ABD’deki Kürtler ve
Nashville Şehri”
Hasan Şahin
14
28
48
51
Yasemin Acar
38
Alevilik Üzerine
Kronolojik Bir
Haritalandırma
Denemesi
55
41
Afrika Boynuzu’ndan
Perspektifler
Clara Rivas Alonso
Çok Partili Hayatın
Pek Bilinmeyeni:
Milli Kalkınma
Partisi
Gülmelek Alev
58
Demokratikleşmenin
Lazcası
Mehmet Alaca
TEK PARTİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-İRAN
İLİŞKİLERİNDE Kürt
Aşiretleri
Mehmet Yavuz
Alaattin Ayhan
32
İktisatta Çokluk ve
Çoğulculuk
Gökhan Övenç
Reklamlar ve Mesajlar
Şarkiyatçılık &
Garbiyatçılık
Kasım-Aralık 2013
için Finansal
Tahminler
Deniz Akgüner
Türkiye’nin
Dış Politikası
Söyleşi: Alaattin Ayhan & Mehmet Yavuz
24
46
‘O Ses’in mezkûr
meçhul kazananı
Gülsünay Uysal
60
63
Hüznü Bahar
Gülsüm Karayiğit
A4-ANTRAKT
Şükran Beklim
kasım-aralık 2013
5
ÇEVİRİ
Francis Fukuyama
Çeviren: Müşerref Nil Tonkul
[email protected]
Orta Sınıf Devrimi
Ekonomistler ve iktisat
analistleri orta sınıf statüsünü
parasal ifadelerle tanımlama
temayülü gösteriyorlar;
insanlar eğer ki ülkelerinin gelir
dağılımının ortasına düşüyorsa
veya başka bir deyişle yoksulluk
geçim seviyesinin üstüne çıkan
ailelerin ortaya çıkardığı
tüketimin mutlak seviyesini
aşıyorsa orta sınıf olarak
etiketleniyorlar.
Tüm dünyada, Fukuyama’nın öne sürdüğü, bugünün siyasi kargaşası ortak temaya sahip: müreffeh
ve eğitimlilerin artan beklentilerini karşılamakta
başarısız olan hükümetler.
Geçtiğimiz on yıl içinde, Türkiye ve Brezilya üstün ekonomik performans açısından geniş bir üne
sahip oldu. Piyasada uluslararası düzeyde artan
etkileriyle ortaya çıktılar. Fakat son üç ay içinde,
hükümetlerinin performanslarından derin hoşnutsuzluğu gösteren kitlesel gösterilerle bu iki ülke
de zarar gördü. Bu ülkelerde neler oluyor ve daha
fazla ülke benzer ayaklanmalar yaşayacak mı?
Türkiye ve Brezilya’daki son olayların yanı sıra
2011 Arap Baharı ve Çin’de devam eden protestoları içeren bu konu yeni küresel orta sınıfın yükselişi ile birbirine bağlıdır. Her yerde ortaya çıkan
6
kasım-aralık 2013
modern orta sınıf siyasi karışıklığa neden olur
fakat kendi kendine kalıcı siyasi değişiklik getirmesi ise çok nadiren ortaya çıkan bir durumdur.
İstanbul veya Rio de Janeiro sokaklarında son
zamanlarda gördüğümüz hiçbir şey bu olayların
istisna oluşunu telkin etmez.
Öncelikle Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi Türkiye
ve Brezilya’da siyasi protestolar yoksullar tarafından değil gelir ve eğitim seviyesi ortalamanın
üzerinde olan genç insanlar tarafından başlatıldı.
Onlar teknoloji meraklısı ve bilgileri yaymak, gösterileri organize etmek için Twitter ve Facebook
gibi sosyal medya türlerini kullanıyorlar. Düzenli
demokratik seçimlerin yapıldığı ülkelerde yaşasalar bile, siyasi iktidardan yabancılaşmış hissediyorlar.
Türkiye olayında, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın her türlü politikasındaki gelişmelere
ve otoriter tavrına karşı durmaktalar. Brezilya’da
ise insanlar, kamu için sağlık ve eğitim gibi temel
servisleri bile sağlayamazken Dünya Kupası, Rio
Olimpiyatları gibi göz boyayıcı projeler ortaya koyan kökleşmiş ve yozlaşmış olan siyasi elite itiraz
etmekteler. 1970ler boyunca askeri rejim tarafından hapsedilen ve ilerici Brezilya İşçi Partisi lideri sol kanat aktivisti Brezilya’nın başkanı Dilma
Rousseff onlar için yeterli değildi. Onların gözünde bu parti son zamanlarda oy satın alma skandalıyla afişe olan yanlış sistemin karnında emilmiş
ve şimdi etkisiz ve tepkisiz hükümet probleminin
bir parçası olmuş durumda.
Son on yıldır iş dünyası ortaya çıkan “küresel orta
sınıf” ile cızırtılanmakta. 2008’de Goldman Sachs
tarafından yapılan bir rapor bu grubun gelirinin
yıllık $6.000 ile $30.000 arasında değiştiğini ve
tahminen 2030’a kadar iki milyar insanı içine alan
bir büyüklüğe ulaşabileceğini kaydetti. Avrupa
Birliği Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü tarafından yapılan 2012 kayıtlarında, orta sınıfın daha
geniş tanımını kullanarak bu gruptaki insanların
sayısının 2009’da 1.8 milyardan 2020 de 3.2 milyara ve 2030 da 4.9 milyara kadar büyüyebileceği
tahmininde bulunuldu (8.3 milyar olarak yansıtılan küresel nüfus tahmini üzerinden bu değerlendirmeler yapıldı). Bu büyüme kütlesi özellikle
Çin ve Hindistan’da olmak üzere Asya’da gerçekleşecektir. Fakat dünyanın her bir bölgesi bu yeni
akıma katılacak, Afrika Gelişim Bankası’nın 300
milyon insandan fazla olarak değerlendirdiği orta
sınıfı içeren Afrika da bu bölgelere dâhil olacak.
Bu orta sınıfın ortaya çıkma olasılığına şirketlerin
ağzının suyu akıyor çünkü bu yeni tüketicilerin
geniş bir havuzunu gösterir. Ekonomistler ve iktisat analistleri orta sınıf statüsünü parasal ifadelerle tanımlama temayülü gösteriyorlar; insanlar
eğer ki ülkelerinin gelir dağılımının ortasına düşüyorsa veya başka bir deyişle yoksulluk geçim
seviyesinin üstüne çıkan ailelerin ortaya çıkardığı
tüketimin mutlak seviyesini aşıyorsa orta sınıf
olarak etiketleniyorlar.
Fakat orta sınıf statüsü daha çok eğitim, meslek
ve sahip olunan mevduatlar ile daha iyi tanımlanabilir ki bunlar siyasi davranışı tahminde çok
daha kesinlik arzeder. En son Pew araştırmalar ve
Michigan Üniversitesi dünya değerler araştırmasından elde edilen verileri içeren çapraz ulusal
çalışmalar gösteriyor ki yüksek eğitim seviyesi insanların demokrasiye, bireysel özgürlüğe ve diğer
yaşam tarzlarına toleransa verdiği yüksek değer
ile ilişki içerisinde. Orta sınıf insanı kendi ailesi
için sadece güvenlik istemiyor aynı zamanda kendileri için farklı seçimler ve fırsatlar talep ediyor.
Liseyi tamamlayanlar veya birkaç yıllık üniversite
eğitimi almış olanlar dünyanın diğer yerlerinde
olanlarla ilgili çok daha fazla bilinçli ve teknoloji yoluyla yurtdışındaki benzer sosyal sınıflardaki
insanlarla bağlantı içindeler.
Ev veya apartman gibi kalıcı varlığa sahip aileler
hükümetin kendilerinden bir şeyler alabileceği
varlıklara sahip olduklarından siyasette daha çok
büyük hisse sahibi olmak için nedenlere da sahiplerdir. Orta sınıflar vergilerini ödemeye meyilli
olduğundan dolayı hükümeti sorumlu yapmakta direkt çıkara sahipler. Daha da önemlisi yeni
yeni orta sınıf statüsüne varmış olanlar son siyaset bilimci Samuel Huntington’ın “boşluk” –ki
bu alan bu sınıfın ekonomik ve sosyal gelişmeler
için sürekli artan beklentileri karşısında toplumun
başarısız olduğu bir sahaya işaret eder- olarak adlandırdığı eylem alanı için daha fazla mahmuzlanmışlardır. Yoksullar günden güne hayatta kalmak
için savaş verirken, hayal kırıklığına uğramış orta
sınıf insanlarının kendi önlerini açmak için siyasal aktivizme bağlanma yolunu seçmeleri daha
ihtimal dahilindedir.
Bu dinamik, on binlerce iyi eğitimli genç insanların neden olduğu rejimi değiştirmeye yönelik
ayaklanmalarla ortaya çıkan Arap Baharı’nda gün
gibi ortadaydı. Hem Tunus hem Mısır geçen nesilde üniversite mezunu geniş bir topluluk üretti. Fakat Zeynel El Abidine Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in
otoriter hükümetleri ekonomik imkânların ağır
bir şekilde siyasi bağlantılara bağlı olduğu klasik yozlaşmış kapitalist rejimlerle yönetiliyordu.
Hiçbir ülke, genç insanların geniş destekçilerine
iş imkânı sağlamak için ekonomik olarak yeterince hızlı büyüme gerçekleştiremedi. Sonuç siyasi
devrimdi.
kasım-aralık 2013
7
ÇEVİRİ
Bunların hiçbiri yeni bir olgu değil. Fransız, Bolşevik ve Çin devrimleri en temel rotası köylüler,
işçiler ve yoksullardan etkilenmiş olsa bile memnuniyetsiz orta sınıf insanları tarafından gerçekleştirildi. 1848 “Halkların Bahar Vakti” tüm Avrupa kıtasının devrim ile ateş aldığını gördü. Bu ise
geçmiş on yılda Avrupa’daki orta sınıf büyümesinin direkt sonucuydu.
Protestolar, ayaklanmalar ve devrimler yeni yeni
orta sınıf üyesi olan insanlar tarafından gerçekleştirilirken, aynı sınıf uzun dönem siyasi değişiklikler getirmeyi seyrek olarak başarmıştır. Çünkü
gelişmekte olan ülkelerdeki orta sınıf, nadiren
toplumdaki azınlıktan daha fazlasını temsil eder
ve kendi içinde ayrılıklara sahiptir. Onlar toplumun içindeki diğer parçalarla birlikte koalisyon
formunu alamadıkça, hareketleri çok az olarak
köklü siyasal değişiklik üretir.
Böylelikle Tunus’ta veya Tahrir Meydanı’ndaki
genç protestocular kendi diktatörlerinin düşmesini başarmakla birlikte ulusal seçimlerde yarışabilme yeteneğine sahip olan örgütlü siyasi partiler
aracılığıyla süreci takip etmekte başarısız olmuşlardır. Özellikle öğrenciler geniş siyasi koalisyon
oluşturmak için nasıl köylülerle ve işçi sınıfıyla
iletişime geçileceği konusunda bilgisizdirler. Tam
tersi olarak da, Tunus’ta En Nahda, Mısır’da Müslüman Kardeşler gibi İslamist partiler kırsal alanda sosyal temele sahipler. Yıllarca gerçekleşen siyasi zulüm boyunca onlar az eğitimli yandaşlarını
örgütlemekte ustalaştılar. Bunun sonucu ise otoriter rejimlerin düşmesinden sonra gerçekleşen ilk
seçimlerdeki onların başarısıdır.
Benzer bir kader Türkiye’deki protestocuları bekliyor. Başbakan Erdoğan ülkenin kentsel alanının
dışında popüler olmaya devam etmektedir ve muhaliflerine karşı durmak için Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin üyelerini seferber etmekte tereddütte
kalmadı. Ayrıca Türkiye’nin orta sınıfı kendi içinde
bölündü. Ülkenin geçen on yıl içerisindeki göze
çarpan ekonomik büyümesi Erdoğan’ın AKP’si tarafından desteklenen yeni, dindar ve son derece
girişimci orta sınıf tarafından yükseltildi.
Bu sosyal grup sıkı çalışıyor ve kendi para tasarrufunu sağlıyor. Sosyolog Max Weber’in kapitalist
8
kasım-aralık 2013
Fransız, Bolşevik ve
Çin devrimleri en temel
rotası köylüler, işçiler ve
yoksullardan etkilenmiş olsa
bile memnuniyetsiz orta
sınıf insanları tarafından
gerçekleştirildi. 1848
“Halkların Bahar Vakti” tüm
Avrupa kıtasının devrim ile ateş
aldığını gördü.
gelişmeler için temel olduğunu iddia ettiği ilk
modern Avrupa’daki Püriten Hıristiyanlık ile ilgili
değerlerin çoğunu bu grup sergiliyor. Bu realiteye
karşın Türkiye’deki kent protestocuları daha seküler kaldı ve Amerika ile Avrupa’daki emsallerinin
modernist değerleriyle daha ilişkili bir yapı ortaya
koydular. Türkiye’deki muhalifler yalnızca otoriter
güdülü bir başbakanın baskısı ile yüz yüze kalmıyor ama diğer toplumsal tabakalarla ilişkiler geliştirme zorluklarını da yaşıyor; ki benzer sorunlar
Rusya, Ukrayna ve bir başka yerde benzer hareketlerle mağdur edilmiş diğer sosyal grupların da
kafasını karıştırıyor.
Brezilya’da ise durum daha farklıdır. Orada protestocular Başkan Rousseff’in yönetiminden sert
bir baskıyla karşı karşıya değiller. Bunun yerine,
Brezilya’da sorun sistemin köklü ve bozulmuş
görevlilerinin uzun vadede yerlerinin korunmasından kaçınılmasını sağlamak olacak. Orta sınıf
statüsü bireyin otomatik olarak demokrasiyi ya da
düzgün iktidarı destekliyor olacağı anlamına gelmiyor. Aslında, Brezilya’nın eski orta sınıfının geniş bir parçası himaye siyasetine ve ekonominin
devlet kontrolüne bağlı olduğu devlet sektöründe
istihdam edilmekteydiler. Buradaki orta sınıf ve
Çin ile Tayland gibi Asya ülkelerinde, kendi ekonomik geleceklerini güvence altına almanın en iyi
yolu bu gibi göründüğünde otoriter hükümetleri
arkalamaktan çekinmediler.
Brezilya’nın son ekonomik büyümesi özel sektör
çatısı altında daha girişimci ve farklı bir orta sınıf
üretti. Fakat bu grup kendi ekonomik çıkarlarını
iki yönden her birinde takip edebilecek durumda.
Bir yandan, bu girişimci azınlık orta sınıf koalisyonunun merkezi olarak hizmet edebilir. Bu orta
sınıf bir bütün olarak Brezilya’nın siyasi sistemini reforme eden, yozlaşmış politikacıları sorumlu
tutmak için aksiyonu zorlayan ve adam kayırma
temelli siyaseti mümkün kılan kuralları değiştirmeyi planlayan bir koalisyon olabilir. Bu esasında ABD’nin “İlerici Dönemi”nde de ne olduğudur.
Geniş orta sınıf hareketi sivil hizmet reformuna
destek sağlamak ve 19. Yüzyıl patronaj sistemine
son vermek için yeterli toplumsal mobilizasyonu
sağladığı için başarılı olmuştur. Alternatif olarak
kent orta sınıfının üyeleri kimlik siyaseti gibi
dikkat bozan meselelerle enerjilerini dağıtabilir
ya da içerdekilerin oyununu oynamayı öğrenmiş
insanlara büyük ödüller sunan sistem tarafından
ayrı ayrı satın alınabilirler.
Protestoların ardından Brezilya’nın reformist
adımlar atacağının garantisi yok. Çoğu liderlere
bağlı olacak. Başkan Rousseff daha iddialı bir sistemik reform başlatmak için ayaklanmaları fırsat
olarak kullanabileceği büyük bir imkana sahip.
Şimdiye kadar kendi parti ve siyasi koalisyonlarının sınırlarıyla kısıtlandığı için eski sisteme karşı
kendi siyasetini zorlamakta ne kadar ileri gidebileceği konusunda çok dikkatli oldu. Fakat sadece, bir memuriyet peşindeki vatandaş tarafından
gerçekleştirilen 1881 Başkan James A. Garfield
suikastı nasıl ABD’ de geniş kapsamlı devlet reformlarına sebep olduysa Brezilya’da bugün protestoları kendi istikametini çok farklı bir rotaya
kaydırmak için sebep olarak kullanabilir.
1970lerden beri süren küresel ekonomik büyüme
-küresel ekonomik üretimi dört katına çıkararakdünyadaki sosyal çatının yapısını yeniledi. “Yükselen piyasa” olarak adlandırılan ülkelerdeki orta
sınıflar öncekilerden daha geniş ve zengin, daha
eğitimli ve teknolojik olarak daha birbirlerinden
haberdar konumdalar.
Bu hal orta sınıf nüfusu yüz milyonlara ulaşan ve
muhtemelen toplam nüfusun üçte birini oluşturmakta olan Çin için büyük anlamlara sahip. Bu
insanlar Çin twitterı olan Sina Weibo ile iletişime
geçen ve parti elitleri ile hükümetin kibir ve hilesinden şikâyetçi olan kesimdir. Onlar daha özgür
bir toplum istiyorlar; ama onların kısa vadede tek
kişilik tek seçenekli demokrasiyi isteyip istemedikleri tam anlamıyla henüz açık değil.
Bu grup önümüzdeki on yılda Çin’in bir ülke olarak ortadan yüksek gelirliler statüsüne geçme
mücadelesi içinde daha belirgin bir baskı altına
girecek. Son iki yıldır Çin’de ekonomik büyüme
oranı yavaşlamaya başladı ve ülkenin ekonomisi
olgunlaştıkça kaçınılmaz bir şekilde daha ılımlı
bir seviyeye avdet edecektir. 1978’den beri rejimin yarattığı endüstriyel iş üretme biçimi artık
bu toplumun isteklerine hizmet edemeyecek. Çin
her yıl 6-7 milyon civarı yeni üniversite mezunu
insan çıkarıyor ki onların iş imkânı mavi yaka-
Başbakan Erdoğan ülkenin
kentsel alanının dışında popüler
olmaya devam etmektedir ve
muhaliflerine karşı durmak için
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
üyelerini seferber etmekte
tereddütte kalmadı. Ayrıca
Türkiye’nin orta sınıfı kendi
içinde bölündü. Ülkenin geçen
on yıl içerisindeki göze çarpan
ekonomik büyümesi Erdoğan’ın
AKP’si tarafından desteklenen
yeni, dindar ve son derece
girişimci orta sınıf tarafından
yükseltildi.
kasım-aralık 2013
9
ÇEVİRİ
lı bir sınıfa ait ebeveynlerinden daha düşük bir
vaziyette. Eğer ki artan beklentiler ile hayal kırıklığı yaratan gerçeklikler arasında tehdit edici
bir boşluk varsa gelecek birkaç yıl içerisinde bu
vaziyet ülkenin istikrarı için büyük etkiler ortaya
çıkaracak şekilde kendini gösterecektir.
Çin’de olduğu gibi gelişen dünyanın diğer parçalarında da yeni orta sınıfın ortaya çıkması Carnegie Endowment için çalışan Moises Naim tarafından “iktidarın sona ermesi” olarak tanımlanan bir
olgunun önemini artırıyor. Orta sınıflar demokratik veya otoriter rejimlerde olsun iktidarın kötüye kullanılmasına karşı mücadele için ön saflarda
bulunmaktadır. Onlar için sorun, geliştirdikleri
protesto hareketlerini yeni kurumlar veya politikalar şeklinde ifadesini bulan köklü bir siyasal
değişime dönüştürebilmektir. Latin Amerika’da
Şili, demokratik siyasal sistemlerinin etkililiği ve
ekonomik büyümeye ilişkin üstün performansı ile
bir yıldızdır. Yine de, son yıllarda ülkenin kamu
eğitim sisteminin başarısızlığına dikkat çeken
lise öğrencileri tarafından yapılan protestolarda
bir patlama görülmüştür.
Yeni orta sınıf sadece otoriter rejimler veya yeni
demokrasiler için sorun oluşturmuyor. Hiçbir ku-
10
kasım-aralık 2013
rulu demokrasi, kendi yapısını basitçe kamuoyu yoklamalarında iyi sonuçlar alan liderlere ve
yapılan seçimlere sahip olma ününe dayandırarak işlerin yolunda gideceğine inandırmaması
gerekir. Teknolojinin güçlendirdiği orta sınıf
birçok yönüyle politikacılarından daha talepkar
olacak.
ABD ve Avrupa düşük oranda büyüme ve sürekli
işsizlik ile karşı karşıya kalmış durumda ve İspanya’daki gibi ülkelerde gençlerin nüfusa oranı %50
ye ulaşmış durumda. Bu zengin dünyada, eski
nesil ayrıca kendi süper borçlarını gençlere miras
bırakarak onları başarısızlığa sürükledi. ABD’ de
ve Avrupa’daki hiçbir politikacı İstanbul ve Sao
Paulo sokaklarındaki olaylara ilgisizlikle ve bana
ne psikolojisi ile bakmamalı. “Burada olmaz” diye
düşünmek büyük bir hata olur.
*Francis Fukuyama: Francis Fukuyama
Stanford Üniversitesi Freeman Spogli
Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde
kıdemli uzman ve “Siyasi Düzenin Kökenleri:
İnsanöncesi Zamanlardan Fransız Devrimine”
başlıklı kitabın yazarıdır.
(WSJ, Francis Fukuyama, Middle Class Revolution, 28 Haziran 2013)
HARİCİYE
Hasan Şahin
“ABD’deki Kürtler
ve Nashville Şehri”
Aileler sıklıkla başka şehirlerden
daha iyi yaşam koşulları olduğu
gerekçesiyle, ailesine veya
arkadaşına yakın olmak için ya
da büyüyen Kürt topluluğuna
katılmak için Nashville’e
taşınmıştır. Bugün Nashville’de
yaşayan Kürtlerin nüfusunu
tam olarak bilinmemektedir
ama bazı tahminler 11.000’den
yüksek bazılarıysa 8.000’den az
olduğunu ifade etmektedir.
ABD’ye ilk Kürt göçleri yüz yılı bulsa da, Nashville
ve Tennessee’ye direkt olarak yoğun Kürt mülteci
göçü dalgalar biçiminde olmuştur. Kürtler her göç
dalgasında farklı coğrafi bölgeler ve farklı sosyal
çevrelerden aşiret bağlantıları ve dini inaçlar vasıtasıyla gelmiştir. Bu göç dalgalarıyla birbirinden
farklı çatışmalardan ve sorunlardan kaçan birçok Kürt ABD’de Tennessee eyaletinin Nashville
şehrine yerleşmiştir. Ayrıca ABD içindeki birçok
Kürt de farklı bölgelerden Nashville’e geçmiştir.
Aileler sıklıkla başka şehirlerden daha iyi yaşam
koşulları olduğu gerekçesiyle, ailesine veya ar-
kadaşına yakın olmak için ya da büyüyen Kürt
topluluğuna katılmak için Nashville’e taşınmıştır.
Bugün Nashville’de yaşayan Kürtlerin nüfusunu
tam olarak bilinmemektedir ama bazı tahminler
11.000’den yüksek bazılarıysa 8.000’den az olduğunu ifade etmektedir.1
Kürtler İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren özerk bir Kürt bölgesi kurmak için çeşitli hareketlerle mücadele etmişlerdir. 1961’de başlayıp 14
yıl süren çabaları, ABD ve İran tarafından desteklenmiş ve 1975’de mevcut destek sona ermiştir.
Bu destek İran Şahı ile Saddam arasında yapılan
antlaşmalar2 nedeniyle geri çekilmiştir. Kürtlerin
önde gelenlerinden Mele Mustafa Barzani ile bir
kısım Kürt de 1974 yılında Saddam ile yaşanan
savaştan dolayı önce İran’a sonra ABD’ye gelerek
Virginia eyaletine yerleşmiştir.3 Kürt mültecilerin
ABD/Nashville’e ilk yoğun göç dalgası ise 1976
yılında gerçekleşmiştir. 1976 yılında gerçekleşen
mülteci dalgası, Irak’ta Kürtlerin yaşadığı bölgenin özerkliği için Kürt gruplar ile Saddam Hüseyin
yönetimindeki Irak arasındaki çatışmadan kaçan
Kürtlerden oluşmaktadır. Yüz binlerce Kürt çıkan
savaştan kaçmış ve sonunda bazıları ABD’ye gelmek için kabul edilmiştir. 1976’da Nashville’e gelen Kürtlerin bazılarının Kürt askeri yapılanması
içindeki yetkileri saklı tutulmuş ve daha sonra
peşmerge tarafından çağrılmıştır.
kasım-aralık 2013
11
HARİCİYE
Saddam’ın Irak Kürt bölgesine
yaptığı kimyasal saldırılarda
yaklaşık 4,500 Kürt köyü harap
olmuş ve tahminen 180.000
Kürt ölmüştür. 1987-1989
boyunca onbinlerce Kürt Türkiye
ve İran’a kaçmıştır. Birçok Kürt
yıllarca bu ülkelerdeki mülteci
kamplarında kalmış ve birkaç
bini 1991’de Körfez Savaşı sona
erince ABD’ye yerleştirilmiştir.
Nashville’e 1977’de Iraklı Kürtlerin gelişi devam
ederken, onlara 1979 yılında İran’daki Humeyni
liderliğinde gerçekleştirilen Şii İslam devriminden
ve başarısız olunan özerk Kürt hareketi girişiminden dolayı İranlı Kürtler de katılmıştır. Nashville’deki Kürt toplumu 1990’ların ortalarına kadar
nispeten küçük kalmıştır.4
Nashville’e en büyük Kürt göç dalgası Saddam’ın
1987-1988’de uyguladığı soykırımın sonucu olarak gerçekleşmiştir. Saddam’ın Irak Kürt bölgesine
yaptığı kimyasal saldırılarda yaklaşık 4,500 Kürt
12
kasım-aralık 2013
köyü harap olmuş ve tahminen 180.000 Kürt ölmüştür. 1987-1989 boyunca onbinlerce Kürt Türkiye ve İran’a kaçmıştır. Birçok Kürt yıllarca bu
ülkelerdeki mülteci kamplarında kalmış ve birkaç
bini 1991’de Körfez Savaşı sona erince ABD’ye
yerleştirilmiştir.5
Nashville’e son belirgin Kürt mülteci göç dalgası 1996 ve 1997 yıllarında yaşanmıştır. Irak Kürt
bölgesinin iki büyük siyasi partisi KDP (Kürdistan
Demokratik Parti) ve KYB (Kürdistan Yurtseverler
Birliği) arasında çok ciddi bir iç savaş yaşanmıştır. Bu iç savaşta KYB İran’dan destek alırken, KDP
ise Saddam kuvvetlerinden destek alma arayışına
girmiştir. KDP’nin destek talebi üzerine Irak’ın
Kürt bölgesine giren Saddam güçleri, Saddam
yönetimine karşı savaşmakla suçlanan kişileri
hedef almıştır. ABD kurumlarının mensupları ise
Irak Kürt bölgesinden çekilmiş ve ABD’ye destek
sağlamış kişiler de Saddam tehlikesi altında kalmışlardır. ABD hükümetinin talebi doğrultusunda
Uluslararası Göç Örgütü, Irak Kürt bölgesinde bir
tahliye çalışması gerçekleştirmiştir.6 Bu grup yüksek eğitimli Kürt liderlerini temsil ederken ve bu
gruptan çoğu kişi de ABD ile ilişkiliydi. 1996’da
yaklaşık iki bin Kürt bir gecede Türkiye’e kaçmış
ve batı Pasifik’teki Guam’a ABD silahlı kuvvetleri
tarafından taşınmıştır. ABD’de de yerleşim yerleri
düzenlenirken, onlar üç ila altı ay arasında Guam
askeri üssünde yaşamışlardır. Bu mültecilerin
çoğu Nashville’e yerleştirilmiş ve ‘Guam Kürtleri’
olarak adlandırılmıştır.7
Nashville Halk Televizyonu’nun 2008 yılında “Kapı
Komşuları” (Küçük Kürdistan, Amerika) adlı belgeseli yayınladıktan sonra Nashville özellikle
Kürtlerin ABD’deki yeni uğrak mekânı olarak bilinmeye başlamıştır.8
Tennessee eyaletinin orta bölgesindeki Nashville
şehrinin bazı kısımları yabancıları bünyesine çok
fazla kattığı için bu bölgeler, göçmenlerin göçtükleri yerin ismiyle anılmaktadır. Bazı kısımları
ülkedeki en kalabalık Kürt nüfusuna ev sahipliği
yapmaktadır ve “küçük Kürdistan” olarak anılmaktadır. Nashville Halk Televizyonu’nda yapımcı olan
Will Pedigo, Nasvhville’deki Kürtlerin ABD’deki
Kürt diasporasının önemli bir kısmını teşkil et-
HARİCİYE
ABD hükümetinin talebi
doğrultusunda Uluslararası
Göç Örgütü, Irak Kürt
bölgesinde bir tahliye çalışması
gerçekleştirmiştir. Bu grup
yüksek eğitimli Kürt liderlerini
temsil ederken ve bu gruptan
çoğu kişi de ABD ile ilişkiliydi.
tiğini belirtmekte ve buradaki Kürt topluluğunun
Kuzey Amerika’daki Kürt merkezini oluşturduğunu
belirtmektedir. 9
Göç dalgalarının Kürtlerin yaşadığı bölgeler arasındaki farklı bölgelerden olması nedeniyle göçen
gruplar arasında geçmiş, aşiret ve dini inançlar
bakımından farklılıklar oluştuğu gözlemlenmektedir. Nashville’e göç eden Kürt toplulukların her
biri farklı durumlardan kaçtıkları için her biri
kendi göç yoluculuklarını farklı yorumlamaktadır.
Ayrıca Kürtlerin çoğu Sünni İslamı benimsemiş
olsa da, Şii Müslüman, Yahudi, Aleviler, Yezidiler
vs farklı sufi ve tasavvufi tarikatlar ve inançlar
benimsemiş dini azınlıklar da mevcuttur.10
ABD’deki Kürtlerin çalıştıkları iş sektörlerinin başında servis endüstrisi (restorant, hizmet sektörü), taksicilik, benzin istasyonları, büyük galerilerde hediyelik eşya satan iş yerleri gelmektedir.
Bunların dışında, iş sahibi, doktor, akademisyen
vs. çok sayıda Kürt de vardır.11
dipnotlar
1
2
“Four Waves of Resettlement”, Erişim Tarihi: 22.08.2013
http://www.wnpt.org/productions/nextdoorneighbors/kurds/fourwaves.html
Dip Not: Cezayir Antlaşması: 1975 yılının başlarında İran ve Irak arasındaki ilişkiler neredeyse kopma noktasında olup, iki ülke savaşın
eşiğine gelmiştir. Bu dönemde iki ülke arasında bir savaş kaçınılmaz görünürken İran ve Irak, 1975 yılında Cezayir’de toplanan OPEC zirvesinde imzaladıkları “Cezayir Antlaşması” ile sorunlarını çözüme kavuşturmuş ve İran, Irak’ın kuzeyindeki Kürtlere verdiği desteği geri çekmiştir. Cezayir Protokolünün imzalanmasından bir gün sonra Irak ordusu, ülkedeki Kürtlerin üzerine yürümeye başlamıştır. İran’dan yardımın
kesilmesinden dolayı Kürtler, Irak orduları karşısında ağır yenilgilere uğrayan Kürtlerin ayaklanmaları sona erdirilmiştir. (Türel Yılmaz, “ABD
ve Iraklı Kürtler,” 17 Kasım 2011, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?id=2897, Erişim Tarihi: 20.06.2013)
3 Halil Dalkılıç, “Kürtler yüzyıldır Amerika’da”
http://yeniozgurpolitika.info/index.php?rupel=nuce&id=7693, Erişim Tarihi: 20.07.2013
4 “Four Waves of Resettlement” a.g.m.
5 “Four Waves of Resettlement” a.g.m.
6 Hero Karimi, “The Kurdish Immigrant Experience and a Growing American Community”
Kurdish Herald Vol. 2 Issue 1, February 2010
http://www.kurdishherald.com/issue/v002/001/article04.php, Erişim Tarihi: 07.08.2013
7 “Four Waves of Resettlement” a.g.m.
8 Hero Karimi, a.g.m.
9 Hero Karimi, a.g.m.
10 Hero Karimi, a.g.m.
11 Halil Dalkılıç, a.g.m.
kasım-aralık 2013
13
SÖYLEŞİ Alaattin Ayhan & Mehmet Yavuz
TEK SORU İKİ CEVAP
[email protected]
[email protected]
Gencer Özcan ve Beril Dedeoğlu ile söyleşi
Türkiye’nin
Dış Politikası
Süreç Analiz olarak bu
sayımızın konusunu
son yıllarda Türk dış
politikasında meydana
gelen değişimleri, hesap
hatalarını analiz etmek
için seçtik. Ortadoğu
çerçevesinde Türk dış
politikasını anlamak
üzere İstanbul Bilgi
Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölüm Başkanı
Prof. Dr. Gencer Özcan ve
Galatasaray Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölüm
Başkanı Prof. Dr. Beril
Dedeoğlu ile röportajımızı
gerçekleştirdik.
14
kasım-aralık 2013
Nasıl “komşularla sıfır sorun” politikasından bütün komşularla sorunlu hale geldik?
“Değerli yalnızlık” söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gencer Özcan: Komşularla sıfır sorun politikasına adlandırması dışında bir itirazım yoktur.
Bir ülkenin komşularıyla sorunsuz ilişkiler geliştirme çabası ancak saygı duyulabilir. Dolayısıyla
bazı noktalar, adlandırma sorunları, kavramsallaştırma sorunları, uygulamada yaşanan bir takım sorunlar bir kenara bırakılacak olursak, 2010
senesine kadar olan politikayı genel anlamıyla
olumlu bulmamak için bir neden göremiyorum.
Ancak 2010’dan itibaren hızla Türkiye’nin bütün komşularıyla, hem birincil kuşak hem ikincil kuşak komşularıyla, çevre ülkelerle peşi sıra
sorunlar yaşamasını esas itibariyle çevremizi,
bölgemizi, dünyayı başkalarının gözüyle görmeyi
becerememek ile ilgili olduğunu düşünüyorum,
karşı karşıya bulunduğumuz sorunları. Onun da
kabaca iki tane nedeni var, birincisi dünyayı sürekli kendi önceliklerimiz doğrultusunda okuyup,
çevremizdeki ülkelerin, o ülkeleri yönetenlerin,
o ülkede siyasi erki elinde bulunduran başka
önceliklerinin olabileceğini göz ardı ediyoruz.
Bunu yaparken de ister istemez iki varsayımla
davranıyoruz. İki varsayımdan bir tanesi, kendi
gücümüzü abartmak. Kendimizi çok güçlü görüyoruz. Bununla çok simetrik olarak da başkalarını küçümsüyoruz. Kendi gücümüzü abarttığımız
zaman kendimizde bölgesel gelişmelere yönlendirebilecek bir kapasitenin olduğunu ve bu kapasitenin herhangi bir engellemenin kolaylıkla
üstesinden gelebileceğini vaaz ediyoruz, söylüyoruz. Bu da kuşkusuz tepkilere neden oluyor.
Bölgede bulunan diğer güçlerin komşularımız
arasında bulunan çok önemli ülkelerin güçlerinin küçümsenmesi anlamına gelen bu yaklaşım
ister istemez hayatın gerçekleriyle karşı karşıya
geldiği zaman tıkanıklıklara yol açıyor. Ve esas
itibariyle yaşadığımız, son üç sene boyunca yaşadığımız sorunların temeldeki nedenlerinin bu
iç içe geçmiş iki yanlış varsayımla ilgili olduğunu düşünüyorum. Burada biraz gözden kaçtığını
düşündüğüm önemli bir gelişmeye de değinmek
gerekiyor. Bölgede son üç yılın komşularla sıfır
sorun politikasının çökmeye başladığı dönemdeki en önemli bölgesel gelişmesi aslında ABD’nin
Irak’taki işgalinin sonlandırması ve Amerikan
güçlerinin Irak’tan ayrılmasıyla ilgili olduğunu
düşünüyorum. Bunun bölgede yarattığı dengeler
ve bunun yol açtığı yeni oluşumlar ister istemez
Türkiye’nin konumunu, Türkiye dış politikasının
önceliklerini, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlar karşısında yapabileceklerini sınırlandırıcı bir etki yarattı. Çok basit bir örnekle açıklamaya çalışayım, ABD’nin askeri gücü Irak’ta
bulunduğu süre içerisinde ne Suriye’nin ne de
Arap Baharı’nın yanlış
okunması Türk dış politikası
üzerinde olumsuz etkiler
yarattı. Türkiye öncelikle
herkes gibi şaşkınlığa uğradı.
Ondan sonra bir takım
politikalar geliştirmeye
başladı. Bazı yerlerde bir
ölçüde başarılı oldu, bazı
yerlerde de kaçınılmaz bir
şekilde başarısız oldu. Şimdi
öncelikle Arap Baharı kavramı
çok sorunlu bir kavram.
İran’ın Türkiye’nin taleplerine karşı bir meydan
okumaya girişeceği düşünülemezdi. Zaten böyle
de olmadı. Bu bakımdan ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle birlikte sorunlar yaşamaya başladı. Özellikle İran, Irak ve Suriye ile sorunlar yaşamamamızı bu şekilde anlamlandırmamız gerektiğini
düşünüyorum. Dolaysıyla yine en başa dönülmek
gerekirse; yanlış okumalar yapmak, bölgedeki
dinamikleri yanlış okumak gibi denilebilecek bir
sorunumuz var. O sorun nedeniyle de bu hale
geldik. Değerli yalnızlık söylemini anlamlı bulmuyorum. İçinde bulunulan durumu, gerek dış
çevremizde gerek bölgemizde meydana gelen gelişmelere anlamlıdır. Bu gelişmelerin gerçekleriykasım-aralık 2013
15
TEK SORU İKİ CEVAP
le uyumlu bir politika gerçekleştirmekten, yeni
açılımlar-arayışlar içerisine girmek konusunda
eksik davrandık, hatalı davrandık ve bunun sonucunda da yalnız kaldık. Bu yalnızlığın değerli
yalnızlık güzel yalnızlık şeklinde adlandırılması
bana çok anlamlı gelmiyor açıkçası.
Şunu da bilmemiz gerekiyor, değerden söz etmekten gerekiyorsa bu değerin kendi kendimize
atfettiğimiz değer değil başkalarının bize atfettiği değer olması gerekir. Çok merak ediyorum,
acaba bu içine düştüğümüz yalnızlığı, hangi komşumuz, komşumuzda bulunan hangi siyasi iktidar,
çok değerli bir yalnızlığa düştünüz sizi kutlarım,
diye değerlendiriyor, kıymetlendiriyor. Biz kendi
kendimize bir kıymet veriyoruz. “Değerli yalnızlık” söyleminin herhangi bir anlamının olduğunu
düşünmüyorum.
Beril Dedeoğlu: Öncelikle bütün komşularla
sorunla hale gelmedik. Sadece bu komşulardan
bir tanesiyle ciddi anlamda sorunlar yaşadık.
Irakla ilgili de Irak’ın bütünüyle ilgili değil ama
yarım kısmıyla geçmişe oranla daha iyi ilişkiler
sürdürdüğümüzü söyleyebiliriz. Bununla birlikte
Türkiye’nin daha sert, kavgaya tutuşmaya hazır bir
tutum takındığını görüyoruz. Bunun Türkiye’den
kaynaklandığını düşünmüyorum, yakın çevresindeki olaylardan siyasal ve sosyal olarak zarar
16
kasım-aralık 2013
görmesi biraz Türkiye’yi komşulara karşı sınırlarını zorlayacak bir pozisyona sürdüğünü söyleyebilirim. Ama bu son dönem Türk dış politikasında
iki evre var. Birincisi, az önce bahsettiğim biraz
daha çatışmacı dönem yaşadığı izlemini ki buna
her boyutuyla katılmıyorum. İkinci dönem ki şuan
ikinci dönemdeyiz farklı kesimlerle yeniden güven
tamir etmeye yönelik. Örneğin İran’la bir bağlantı kurulması, PYD’ye eskisi kadar sert bir muhalif
güç destekçiliği dilinden uzaklaşılmasında olduğu
gibi. Dolayısıyla şimdiki dönemin sonunda hala
küs mü olacağız onu bilmiyorum. Değerli yalnızlık
ise Türkiye’nin kendine atfettiği bir durum değil.
İbrahim Kalın’ın yalnızlaştırılma eleştirisine karşı,
yani eğer gerçekten yalnızlaştıysak bu da değerlidir anlamında verdiği bir cevap. Bunu sanki Türkiye ya da Hükümet kendine böyle bir pay biçmiş
gibi kullanıldı oysaki vermeye çalıştığı anlam değerlerimize dayalı dış politika sürdürüyoruz eğer
bu yalnızlığa sebep olarak görülüyor ise o zaman
tamam bu da değerlidir.
Arap Baharının bölge politikaları bağlamında Türkiye’nin dış politikası üzerinde
nasıl etkileri oldu?
Gencer Özcan: Biraz önce sorduğunuz soruya
verdiğim cevapla ilgili olarak Arap Baharı’nın yan-
lış okunması Türk dış politikası üzerinde olumsuz
etkiler yarattı. Türkiye öncelikle herkes gibi şaşkınlığa uğradı. Ondan sonra bir takım politikalar
geliştirmeye başladı. Bazı yerlerde bir ölçüde başarılı oldu, bazı yerlerde de kaçınılmaz bir şekilde
başarısız oldu. Şimdi öncelikle Arap Baharı kavramı çok sorunlu bir kavram. Arap Baharı denilince
sanki tüm Arapları ilgilendiren ve sadece Arapları
ilgilendiren bir gelişmeden bahsediyormuş gibi
oluyoruz. Oysa evet Araplar ve Araplık diye bir
şey olmakla beraber karşımızda bulunan Ortadoğu gerçeği bir ulus devlet sistemini işaret ediyor.
Karşı karşıya bulunduğumuz şey bir ölçüde Araplık
olarak tanımlanabilir ama bunlar Arap’tır ve Arap
baharı yaşanıyor dediğimiz andan itibaren aslında yerdeki gerçekleri görmekten uzaklaşıyoruz.
Çünkü her ne kadar bir Arap genelinden bahsediliyor olsa bile esas olan Arap ulus devletleri ve bu
Arap ulus devletleri kurulduğundan bugüne farklı
sosyal ekonomik ve siyasal dinamiklerin etkisiyle
farklı girişimler bizim eşitsiz değişim dediğimiz,
gelişim dediğimiz bir süreç yaşadı. Dolayısıyla
Libya’da yaşanalar, Tunus’ta yaşananlar, Mısır’da
yaşananlar ve Suriye’de yaşananlar hep birbirinden farklı bir şekilde gerçekleşti. Dolayısıyla bu
kavramı öncelikle sorunlu bulduğumu belirterek
girmek istiyorum. Dolayısıyla genel bir Arap baharının Türkiye üzerindeki etkilerinden ziyade,
Arap isyanlarının, Arap ülkelerinde meydana gelen isyanların Türkiye dış politikası üzerindeki tek
tek etkileri üzerinde konuşmak daha anlamlı olur
diye düşünüyorum. Bu ülkelerde meydana gelen
‘Baharlar’ Türkiye dış politikası üzerinde çok
farklı etkiler yarattı. Ayrıca da tabi Tunus ta olup
bitenlerin Türkiye üzerindeki etkisi ile Suriye’de
olup bitenlerin, Yemen’de olup bitenlerin Türkiye
üzerinde etkisi bence karşılaştırılamayacak ölçüde
birbirinden farklı. Dolayısıyla bu sorular üzerinde
tek tek gitmek lazım. Türkiye’nin siyasi iktidarı
zorlayan ve değiştirmeye çalışan, demokratikleştirmeye çalışan hareketlerin arkasında olması,
desteklemesi bence son derece önemlidir. Ama
bu genel tutumun Suriye’ye geldiğimizde terkedildiğini görüyoruz. İlk sorunuza yanıt verirken
kullandığım yanlış okuma deyimi Suriye’de yanlış
varsayımlar yapılmasına neden oldu. Ve bu yanlış varsayımlar sonucunda da Suriye’de de belki
Arap baharının Türkiye
üzerindeki etkilerinden ziyade,
Arap isyanlarının, Arap
ülkelerinde meydana gelen
isyanların Türkiye dış politikası
üzerindeki tek tek etkileri
üzerinde konuşmak daha
anlamlı olur diye düşünüyorum.
Bu ülkelerde meydana gelen
‘Baharlar’ Türkiye dış politikası
üzerinde çok farklı etkiler
yarattı.
demokratik bir açılımın öncüsü olabilecek gösteriler bambaşka bir yöne kaydı ve başka ülkelerin
değişmesine yol açan gelişmeler Suriye’de bölgesel bir vekalet savaşının Suriye’yi esir almasına
neden oldu. Maalesef bu yanlış varsayımlarımız
nedeniyle, yanlış hesap hatalarımız nedeniyle biz
bu gelişmelerin tarafı olduk. Savaşan taraflardan
birinin tarafı olduk. Kendi gücümüzü abartmak ve
başkalarını küçümsemek şeklinde altını çizdiğim
iki nokta Suriye’de kendini çok net bir şekilde
gösterdi. Hatırlayacaksınız bu konu Türkiye’de
tartışma konusu olmaya başladığında mecliste yapılan bir görüşme sırasında sayın dışişleri bakanı,
“Biz Ortadoğu’daki değişimin öncüsü ve sözcüsü
olacağız” dedi. Eğer karşımızda ulus devlet sistemi varsa öncülük ve sözcülük bence sorunlu bir
kavrama dönüşüyor. İkincisi de, öncülük ve sözcülük her şeyden önce size birisinin sözcülük ve
öncülük etme hakkını tanımasıyla başlar. Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin egemenliği altında olmayan insanlar üzerinde, Türkiye Cumhuriyetinde siyasal iktidarı elinde tutan insanların öncülük ve
sözcülük iddiasında bulunması bu oyunun kurallarının bütünüyle terkedilmesi anlamına geliyor. Bu
da çok yanlış sonuçlara neden olacak bir yaklaşım
ve oldu da nitekim. Çünkü Türkiye’nin elinde Suriye’deki değişime öncülük ya da sözcülük edecek bir yetki yok. Yani bu yetkiyi Türkiye kendi
kendisine veriyor ve dolayısıyla kendinden başka
kimseyi de tanımıyor. Maalesef bulunduğumuz yer
kasım-aralık 2013
17
TEK SORU İKİ CEVAP
Ben Türkiye’nin bölgede
özellikle de bölgenin önemli bir
kaotik bir ortamda bulunduğu
isyanlar çağı diyebileceğimiz
bir dönemde başta İsrail
olmak üzere İran olmak üzere
herhangi bir ülkeyle gerilimli
bir ilişkiye girme lüksüne sahip
olmadığını düşünüyorum. Biz
önemli ve büyük bir ülkeyiz.
Dış politikamız Ortadoğu’da Arap Baharı
süreçleri çerçevesinde her bir ülke için
gitgide belirginleşen sekülarist-İslamcı
kutuplaşmasından nasıl etkileniyor?
nekleridir. Şimdi özellikle Suriye’de ve Mısır’da
Tunus’ta da aynı şey var, yaşanan bu kutuplaşma
tabi ister istemez Türkiye’yi de etkiliyor. Özellikle
de Türkiye’nin bu konuda bu kutuplaşmayı aşacak politikalar izlememesi nedeniyle, taraf olması
nedeniyle Türkiye gelişmelerin 2011 senesinin
başlarında ilk olaylar başladığında, belli bir süre
zarfında da demokratik hak ve özgürlüklerin yerleşmesi bu gösterilerin ülkelerde siyasal değişimlere yol açması doğrultusunda doğru bir yaklaşım
içerisindeydi. Fakat olayların özellikle Suriye’de
bambaşka bir yöne gitmesiyle birlikte Türkiye
giderek o tartışmalara dışardan ve yukardan bakabilmek imkanını ve böylelikle daha fazla etkili
olabilmek imkanını kaybedip içerdeki çatışan taraflardan birkaçıyla özdeşleşip birkaçıyla da karşıt
konumlara girdi. Bu tabii ister istemez Türkiye’yi
kutuplaşmaların ve çekişmelerin muhatabı haline getirdi. Türkiye gibi büyük bir ülkenin bölgede imparatorluk geçmişine sahip bir ülkenin çok
özenli davranması gereken bir konuda beklenmedik ölçüde iddialı davranması öncülük-sözcülük
söylemlerine girmesi nedeniyle maalesef bırakınız etkili olmayı Türkiye’yi gelişmelerden çok fazla etkilenen bir duruma getirdi ve getirecek gibi
gözüküyor.
Gencer Özcan: Tabi ki olumsuz etkileniyor.
Birincisi, iç ve dış politika arasındaki ayrımlara
ben inanmıyorum. Dış politika yaparken aslında
içerde politika yapıyorsunuz, içerde bir şeyler
yaptığınız zaman da dışarda politikalar yapmış
oluyorsunuz. İşte model tartışmaları olsun, öncülük sözcülük politikaları olsun bunun açık ör-
Beril Dedeoğlu: Olumsuz etkilendi, şöyle ki
bu sekülaristlerin kendi rızaları ve çabalarıyla iktidar mücadelesi vermedikleri bir ortam yaşandı.
Laik yaşam tarzı sürdürenler ya da işte gayri müslimler yukardan aşağıya yapılandırılacak yöntemleri tercih eden birer faaliyete girdiler. Yani taban hareketinin yeniden örgütlenip yeniden güç
bu açıdan tam bir ders kitabı örneği olarak okutulacak bir niteliğe kavuştu.
Beril Dedeoğlu: Ortadoğu ülkelerine açılmak,
farklı toplumsal kesimlerle iş yapmak, o geçişkenliği sağlamak için atılmış adımların yararlı olduğunu düşünüyorum. Fakat farklılıkların içinden
tercih yapıldığı zaman ki Türkiye maalesef böyle
tercihlerde bulundu. Yani belirli kesimlerle öncelikli olarak bir ilişki kurdu. Başlangıç için bu anlaşılırdı hatta bunun çeşitlendirilmesi bekleniyordu. Zira Ortadoğu da Türkiye gibi bir devlet belirli
bir kesime ağırlığını verdiği zaman diğer kesimler
tahrik olur. Onları tahrik etmek yerine kazanmak
mümkündü. Şimdi şimdi ona başlanıyor.
18
kasım-aralık 2013
kazanmasını sağlamak yerine dış partnerler veya
askeri partnerler yoluyla yukarıdan aşağıya bir yapılanmaya girdiler. Dolayısıyla Türkiye tabandan
gelseydi bunlara karşı çıkacak değildi. Türkiye’nin
karşı çıkışı işte laik ya da seküler kesimlerin varlığı değil. Tabiki böyle bir politika güdülmesi dahi
söz konusu olamaz. Karşı çıktığı bunun dışardan veya askeri güçle yapılıyor olması. Peki, bu
Türkiye’yi nasıl etkiledi. Şöyle etkiledi karşı çıkmakta haklı fakat desteklediği kesimlerin bertaraf olmasına yol açtı. Buda Türkiye’yi bir sonraki
dönemde şahsi muhatapları olacakmış gibi davranan Türkiye’nin bir anda siyasi muhataplarının
muhalefette hatta marjinal, kenara itilmiş olması
söz konusu oldu. Bu dış politika da kendine ön
aldıracak, alan açacak kesim ortadan kalkı verince şimdi yeni muhatap arayışlarına ya da daha
önce diyalog kurmuş kesimlerin üstünden bu işi
yapmak zorunda kaldı. Her tarafla eşit mesafede
olmazsan böyle kontrpiyede kalırsın.
Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’nin mezhepsel
içerikli bir taraf olma güdümü ile hareket
ettiğini ya da sekülarist (Baas rejimi)
- İslamcı (Müslüman Kardeşler ve Selefi
gruplar) karşılaşmasından politikasının
etkilendiğini düşünüyor musunuz? Son
Cenevre müzakere sürecindeki performansımızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Gencer Özcan: Başta Türkiye’nin mezhepsel bir politika izlediğini söyleyebilmek çok güç
ancak bölgedeki diğer güçler, ben onları Suriye
devrimini çalan Suriye’deki demokratik güçlerin
taleplerini rafa kaldıran devrimi çalan güçler olarak adlandırıyorum. Başta İran ve Rusya olmak
üzere, Esad rejiminin bu demokratik hak ve talepleri engellemesi, kanlı bir şekilde bastırması
için Esad rejimini destekleyen grupların bu konuda ilk adımı attıklarını ama Türkiye’nin ortaya
çıkacak bir kutuplaşma engelleyecek politikalar
uygulamadığını ve kısa süre içerisinde çatışan
taraflardan bir ya da birkaçını desteklemek suretiyle bu ayrışmanın parçası haline geldiğini
görüyoruz. Ama biraz önce söylediğim gibi bunların hepsi Suriye politikası başında yapılmış üç
büyük hesap hatalarından kaynaklanıyor. Birincisi Suriye rejiminin gücü yanlış hesaplanmıştır,
ikincisi kendi gücümüz yanlış hesaplanmıştır ve
üçüncüsü bölgedeki diğer aktörlerin gücü yanlış
hesaplanmıştır. Bu üç tane büyük hesap hatasından sonra hükümet açısından doğru bir politikanın yahut da hükümetin kendi amaçlarını
gerçekleştirebilecek bir politikanın başarılı olma
ihtimali sıfırdı ve şuanda da hala öyle gözüküyor.
kasım-aralık 2013
19
TEK SORU İKİ CEVAP
Beril Dedeoğlu: Şimdi Suriye politikası ile
ilgili Türkiye’nin tuttuğu tavrın çok da olumlu
bulmuyorum şöyle ki muhalefeti tutabilir, destekleyebilir ama bunu bağıra bağıra yapmasaydı
çok daha iyi olurdu. Nedeni de gayet açık, başlangıçta Suriye krizi sırasında Türkiye tek değildi
muhalefeti destekleyen. Dünya güçleriyle birlikte
davrandı sonra baktı ki dünya güçleri bu muhalefet denen kesim işte kendilerini iktidarda görmek
istemedikleri türe dâhil oluyor ve geri çekiliverdiler. Yok işte Rusya’yla kafa kafaya gelmemek
için İran’ı çok tahrik etmemek için ya da İsrail’i
çok sevindirmemek için öyle deyim bir dizi sebeple muhalefeti bu kadar keskin şekilde desteklenmesinden vazgeçildi. Ama Türkiye sınırdaş
ve angajman zaten Türkiye üstünden yapılmıştı.
Yani sadece Türkiye’nin iradesi değildi bu irade.
Hepsi geri çekilince Türkiye nasıl o angajmanı bir
anda kessin. Böyle bir şey olamaz. Bu birincisi
Türkiye’nin böyle ortada kalıp, keskin bir şekilde
değişmesinin. Bir diğer mesele şöyle bir yanlış
anlama var batıda ve maalesef Türkiye kamuoyu
da bunu yaptı.
Türkiye muhalif kesimleri desteklerken her
muhalif kesimi desteklemedi. Tam tersine ElKaide ve El-Nusra gibi örgütlerin muhalefeti
ele geçirmemesi için kendine farklı muhataplar
seçti. Tam tersine bir tür İhvan gibi ya da belki bir Ak Parti modeli gibi yeniden yapılanacak
bir oluşumu desteklemek istedi. Bu arada Kürt-
20
kasım-aralık 2013
lerle El-Nusra arasında bir çatışma ortamında
Türkiye’nin her iki tarafı destekleme imkânı olamazdı. Ve seçim yapmak zorunda kalmamak için
çünkü bu seçim Türkiye’de de yaklaşan seçimleri çok etkileyecek bir sürece sahip. Dolayısıyla
Türkiye hakikaten ortada kalmış oldu. Ama bu
ortada kalışları kendi seçimlerinin yanlışlığından değil yaptığı tercihin çok keskin bir şekilde
dünya kamuoyuna duyurulmasından kaynaklandı. Ayrıca esnek davranamadı. Dolayısıyla ben
Türkiye’nin bir Sünnilik üzerinden siyaset yürüttüğünü çok düşünmüyorum. Bir dönem önce
aynı Esad’la işbirliği yapılması için adımlar atıldı. Onun Alevi kesim tarafından desteklenmesi,
Türkiye açısından önemli değildi.
Serbest ticaret bölgesi kurulsaydı tüccar olan
Alevilerle işbirliği yapılacaktı. Dolayısıyla Türkiye
açısında muhatabı Sünni’dir Alevidir bu çok fark
eden bir şey değil. Türkiye için önemli olan bir
otoriter rejim yıkılmaya yüz tutarken muhtemel
iktidara gelecek kesimi destekleme siyaseti. Baktığınız zamanda muhalefette de Sünni kesim çoğunlukta olduğuna göre doğal olarak onları destekleyecek. Ama bunun dünya kamuoyuna duyurulması, takdim edilmesi konusunda Türkiye biraz
beceriksiz davrandı ve Sünnileşmeyle ilişkilendirilen bir dış politikaya mahkûm bir dille suçlandı.
İşte bunları taktiksel hatalar olarak görüyorum.
Sorun işin dünya kamuoyuna iyi anlatılamaması
ve dış partnerlerin çoğaltılmamasıyla ilgilidir. Sa-
dece İslam ülkeleriyle bunun devam ettirildiğinin
hissi, bunun çeşitlendirilmesi gerekirdi. Belki Japonlarda istiyordu muhalefetin iktidara gelmesini
belki Almanya da istiyor niye bunlar Türkiye’yle
birlikmiş gibi presente edilmedi. Almanya’nın işine gelmezdi belki ama Türkiye bunu yapabilirdi.
Dolayısıyla buralarda zafiyet olduğunu düşünüyorum. Cenevre’de tarafların sayısının çoğalması
yönünde Türkiye’nin önerileri hep vardı bu bir
kere sağlandı diye düşünüyorum. Türkiye düzenlenmesi açısından pek etkili olamadı ama tarafların kimler olabileceği konusundaki müzakerelerde
etkili olduğunu düşünüyorum.
Türkiye-Mısır ilişkilerinin istikameti ile
ilgili neler düşünüyorsunuz?
Gencer Özcan: Bu konuda da Türkiye Mısır’daki kutuplaşmaların tarafı olmayı tercih etti.
Böyle yapmak durumunda değildi. Biraz daha
mesafeli olup o ülkenin iç dinamiklerini anlayabilmek ve o iç dinamiklerinin ortaya koyacağı sonuçlara biraz daha mesafeli olabilirdi. Şuan
itibariyle o mesafe duygusuna biraz daha sahip
bir politikaya yöneldiğini görüyoruz. Özellikle
Mursi’nin devrilmesi ve ardından gelen gelişmelere hükümetin gösterdiği tepkinin çok verimli sonuçlara ne Mısır halkı açısında ne de Türkiye’nin
bölgedeki etkisi, ağırlığı ve çıkarlara açısından
çok verimli bir politika olduğunu düşünmüyorum.
Mursi’nin tekrar iktidara gelme ihtimali her geçen gün azalıyor. Şimdi bu yeni ve Türkiye’nin
istemediği bir gerçek anlamına geliyor. Bu gerçekle Türkiye şimdi yüzleşiyor ve geri adım atıyor. Çünkü şuan Sisi’nin arkasında uluslararası
ittifak var. Bu ittifakın arkasında da çok ilginç
bir koalisyon oluşmuş durumda. Koalisyonun bir
tarafında ABD, bir tarafında Suudi Arabistan var,
öteki tarafında da İsrail ve körfez ülkeleri var.
Türkiye bu ittifakla mücadele etmek gibi bir gücünün ve enerjisinin olduğunu düşünmüyorum.
Daha doğrusu böyle bir politikanın sürdürülebilir
olduğunu düşünmüyorum. Zaten sürdürülemiyor.
Küçük bir örnek vereyim, Türkiye’nin bugünkü ihracatı (hem Uzakdoğu’ya olan ihracatından hem
de Ortadoğu’ya olan ihracatından bahsediyorum)
Şimdi Suriye politikası
ile ilgili Türkiye’nin
tuttuğu tavrın çok da
olumlu bulmuyorum şöyle
ki muhalefeti tutabilir,
destekleyebilir ama bunu
bağıra bağıra yapmasaydı
çok daha iyi olurdu. Nedeni
de gayet açık, başlangıçta
Suriye krizi sırasında Türkiye
tek değildi muhalefeti
destekleyen.
esas itibariyle iki ülke üzerinden gidiyor, Mısır ve
İsrail. Bu ülkelerle olan ilişkilerin daha da fazla
gerilmesi Türkiye’nin bu değerli olduğu iddia edilen yalnızlığını gerçekten çok kötü bir noktaya
götürebilir.
Beril Dedeoğlu: Kolay bir durum değil bu.
Çünkü şöyle bir şey var. Bütün dünya bu darbe
yönetimini tanımış vaziyette ve bunları siyasi
muhatap olarak görüyor. Bunlar darbe yaptılar,
ne kadar kötü yaptılar deseniz bile sonuç itibariyle ülkenin siyasi muhatabı konumuna geldiler. Ve
Türk iş adamlarının yeniden bölgeye yatırımları
olacak. Bir kere yaptıkları yatırımların karşılığını
alacaklar. Bir şekilde bu siyasi kişilerle muhatap
olunacak. En doğru muamelenin beğenmediğiniz
bir iktidarla bile ilişki sürdürülmesini sağlamaktır
ki o kendi halkına defalarca defalarca zülüm etse
de. Reddettiğiniz zaman zaten o sizi dinlemeyecektir ama eğer bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi kurulursa sizden gelecek uyarıya mecburen dikkate
alacaktır. Sanıyorum başlangıçtaki o sert çıkıştan geri adım atılmış, o ilişkiyi yeniden kurma
derdinde hükümet. Ama bunun iç kamuoyundaki
karşılığı çok sevimli bulunmayacağını tahmin ediyorum. Muhalefet, bakın darbecilerle iş yapıyorlar
diye seçimlerde kullanabilir. Oysaki burada amaç
darbecilerle iş yapmak değil darbeye engel olacak
bir bağın kurulmasıdır. Benim tahminim çok komu
oyunun gözünde olmaksızın bu ilişki kurulmaya
başlanmıştır.
kasım-aralık 2013
21
TEK SORU İKİ CEVAP
Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği ile ilgili neler düşünüyorsunuz?
Gencer Özcan: Bu soruya son üç yıla, 2010
sonrası döneme bakarak cevap verdiğimiz zaman
iyimser bir cevap vermek mümkün değil. Ben
Türkiye’nin bölgede özellikle de bölgenin önemli bir kaotik bir ortamda bulunduğu isyanlar çağı
diyebileceğimiz bir dönemde başta İsrail olmak
üzere İran olmak üzere herhangi bir ülkeyle gerilimli bir ilişkiye girme lüksüne sahip olmadığını
düşünüyorum. Biz önemli ve büyük bir ülkeyiz.
Hekesle sudan sebeplerle ya da başka sebeplerle
kendi yarattığımız ya da başkalarının yarattığı bir
takım sebeplerle savaşmak, didişmek ve gerilim
yaşamak gibi bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum. Gelişmeler de bunu gösteriyor. Dolayısyla
Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerinin geçmişte
izlenen bir takım yanlışlıklar yüzünden bence
tıkanıklık yaşadığını düşünüyorum. Tabi burda
sadece Türkiye’yi eleştirmek, yanlış yaptığını söylemek hiçbir şekilde mümkün değil. Veyahut da
bu açıklamanın İsrail’in bölgede izlemekte olduğu gerek Filistinlilere gerekse İranlılara karşı izlemiş olduğu politikaların meşrulaştırılması gibi
bir sakıncası var bu söylediklerimin. Hayır böyle
bir şey için söylemiyorum, kuşkusuz Mavi Marmara olayında esas suçlu İsrail’dir ve bu konuda hiç
bir şüphe yoktur. Fakat Türkiye’nin Mavi Marmara
gibi bir işin içine girmemesi gerekiyordu. Ondan
sonra Mavi Marmara gerilimini yarattığı sonuçlar Türkiye’nin Ortadoğu’da, bugün yaşadığımız
olaylar açısından baktığımız zaman yalnızlığına
Özellikle Mursi’nin devrilmesi
ve ardından gelen gelişmelere
hükümetin gösterdiği tepkinin
çok verimli sonuçlara ne Mısır
halkı açısında ne de Türkiye’nin
bölgedeki etkisi, ağırlığı
ve çıkarlara açısından çok
verimli bir politika olduğunu
düşünmüyorum. Mursi’nin
tekrar iktidara gelme ihtimali
her geçen gün azalıyor.
22
kasım-aralık 2013
katkı yapan bir şey haline geldiğini görüyoruz.
Türkiye’nin İsrail’le iyi ilişkiler içerisinde olması
Türkiye’den çok Arapların işine yarayan bir şeydir.
Bu gerçek çok soğuk ve sevimsiz bir gerçek ama
gerçeğin ta kendisi.
Beril Dedeoğlu: Kaçınılmaz olarak iyi geçinmek zorundadırlar. Ama az önce söylediğim gibi
bu iyi geçinme halinin sadece stratejik çıkarlarla devam ederse bu Türkiye-İran, Türkiye-Mısır,
Türkiye-Suriye yani bunlar bölgede iki devlettir
bunlar iş de yaparlar aş da yaparlar. Türkiye’ye
yakışan sıkışmış olan devletlerin açılış kapısı olmayı sağlamasıdır. Suriye’ye Allah selamet
versin. Bölgede ciddi sıkıntılar var. Uluslararası sisteme yeniden dâhil olacak kapı bulmakla
ilgili bu sıkıntı, bölge ülkeleri çevrelenmiş durumdalar. Türkiye’ye yakışan kapasitesi var, gücü
var, çekim merkezi var, kapıyı aralayan devlet
olması lazım. Buna gücü vardır ve de bir tür moderatör devlet olabilmektir. Ve İsrail’in yeniden
dünyayla sağlıklı ilişki kurması, yeniden normalleşmesi, Filistin konusunda daha ılımlıların söz
alabileceği bir ortamın kurulması, İsrail’in daha
fazla Küreselleşmesi lazım. Yani devlet olarak
kişilerin küreselleşmesi yetmiyor. Bunun Türkiye
üzerinden olabilmesi sağlanırsa bu avantajlı bir
durumdur. Aynı şey Mısır için Suriye için Kürdistan için neyse hepsi için geçerli. Bu durumda da
Türkiye tüm devletlere ve mezheplere eşit yakınlıkta olmalıdır, uzaklıkta değil. Şu yapılıyordur, Dış işleri Sünnilere yakın davranıyordur, genelkurmay başka gruba yakın davranıyordur bir
başka kurum bir başka gruba veya devlete yakın
olabilir eğer bir program dâhilinde ise. Eğer bir
program ve politika dâhilindeyse aynı kurumların aynı davranışları sergilenmesi denmez. Eğer
bu yapılırsa Türkiye- İsrail ilişkileri daha az maliyetli olacağını düşünüyorum.
Yüzümüzü AB’den Doğuya çevirdiğimiz iddiaları ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Batı
dünyası ile ilişkilerimiz geçmiş hükümet
dönemleri ile karşılaştırıldığında nasıl bir
konuşlanma içinde olduğunu düşünüyorsunuz?
Kürtlerle El-Nusra arasında bir
çatışma ortamında Türkiye’nin
her iki tarafı destekleme imkânı
olamazdı. Ve seçim yapmak
zorunda kalmamak için çünkü
bu seçim Türkiye’de de yaklaşan
seçimleri çok etkileyecek bir
sürece sahip. Dolayısıyla
Türkiye hakikaten ortada
kalmış oldu.
Gencer Özcan: Söylem bazında böyle şeyler
var. Şimdi bu tür ifadelere baktığımız zaman bu
ifadelerin temel oluşturabilecek olguları gözden
geçirmemiz gerekiyor. Doğuya nasıl yüzümüzü
döndük yani bu konuda hep bir tartışma var. Bu
tartışma özellikle Türkiye’nin İran’la nükleer konuda arabuluculuk rolü üstlendiği ve Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nde ABD’ye karşı İran’ı
destekleyen oylar kullandığı dönemde çok fazla
gündeme getirilen eksen kayması tartışmaları. Bu
tartışmalar hep var, böyle tartışmayı yapabilmek
için unsurlara bakmak lazım. Yani ekonomik olarak mı döndük, ait olduğumuz kurumlardan ayrıldık mı ya da bu kurumlarla çok yapısal kronik
sorunlarımız mı var? ABD ile olan ilişkilerimizde
bunalım mı yaşıyoruz gibi daha spesifik konulara
baktığımız zaman evet biz batıdan kopuyoruz galiba diyebileceğimiz bir resimle karşılaşmıyoruz.
Ama bir Şangay beşlisiyle, Ortadoğu konusunda
batının izlediği politikalarla ilgili ABD’nin Filistin
ve Suriye politikalarıyla ilgili söylem düzeyinde
bir eleştirel ton var. O tonun da ne kadar temelli
ve inandırıcı bir politika ve anlayışa hitap ettiğini söylemek mümkün değil. Genel olarak son
10 yıla baktığımız zaman ABD ile AK Parti Hükümeti arasında ilişkilere baktığımız zaman iki
ülke arasındaki ilişkinin altın çağını yaşadığını
düşünüyorum. AB ile ilgili olarak da tabi bir noktanın akılda tutulması lazım. AB bugün özellikle
Ortadoğu’da uluslararası planda aktörlük yapabilen bir güç olmaktan, kendi iç sorunları nedeniyle çok fazla uzaklaşmış durumdadır. Etkili bir
aktörlük sergileyebildiğini söylemek çok güçtür.
Yakın bir gelecekte de bunu görmeyeceğiz. Yine
ABD’nin bir şekilde önderlik ettiği girişimler olacak. ABD Ortadoğu ile 50’li yıllardan itibaren sergilediği yakın angajman içerisinde olmayacak.
Giderek daha düşük profilli bir ABD göreceğiz
Ortadoğu’da. Artık ABD dış politika yahut ta küresel politikadaki enerjisini Ortadoğu’da harcamak
istemiyor, bu çok net bir şey. Türkiye’nin de Ortadoğu politikalarını ABD ile uyumlu halde yürütmek durumunda olduğunu bence bu gerçeğin
ışığında planlaması gerekiyor.
Beril Dedeoğlu: Batıdan kastedilen Amerika ise Amerika Birleşik Devletleri’yle ilişkiler
eskisi gibi aynen devam ediyor. Eğer kastedilen
Avrupa’ysa hükümetin ikinci dönemi Avrupa siyasetini yönetmeyen ve kavga etmeyi tercih eden
bir tavır olduğunu söylemekte yarar var. Ama
ne yapalım onlar da böyle denebilir o ayrı ama
Türkiye’nin İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın
dünya politikasına yeterince ilgi göstermiyor,
Avrupa siyasetini okumuyor. Bu yüzünü doğuya
çevirdiği için olmuyor, biri diğerine tercih değil
tam tersine her ikisine aynı oranda açılabilir. Ben
batıyı, Avrupa’yı bırakayım Ortadoğu’ya daha çok
bakayım deme lüksü yok. Avrupa ya bakıyor ise
diğer ülkeler nezdinde anlam ifade ediyor. Avrupa
açısından da Türkiye Ortadoğu’yla iyi ilişkiler geliştirdiği ölçüde Avrupa için bir anlam ifade edecektir. Ama bu yüz çevirme, kopmak, örgütlerden
ayrılmak sözlerine bakarak bunun yaşama geçmiş
olduğu düşünülmesin. Öyle bir kopma yok ama bir
dili kaybetme, diyaloğu kaybetme var.
kasım-aralık 2013
23
Yasemin Acar
UZDÜŞÜM
[email protected]
Reklamlar ve Mesajlar
Biz medya kaynaklarının
destekleyicileri ile ilgili daha
şuurlu olduk ve televizyon
istasyonlarına ve gazetelere
sahip olan insanların kendi
perspektiflerini bizim
gördüğümüz, duyduğumuz ve
okuduğumuz şeylere enjekte
edebileceklerini fark ettik.
“Biz dediğimiz için inan”:
Biz ve onlar bağlamında bilginin tüketimi
Siyasetin artan kutuplaştırıcılığıyla bilgiyi tüketme biçimlerimizde açık bir değişiklik oldu.
Özellikle son yıllarda habere sahip olma hissiyatı
ortaya çıktı. Demek istediğim şey “bizim” için ve
“onlar” için haber kanalları var. “Objektif olarak
doğru” düşünülenin yerine tarafgirliğin gönüllü
bir kabulü duygusu hakim oluyor. Bu süreç açık
bir şekilde yanlış ve kolaylıkla reddedilebilecek
olan bilginin sunumuna imkan veriyor; ama bu
hal tüketiciler tarafından reddedilmiyor. Gördüklerinin hakiki olduğuna inananlar buna karşı çıkan argümanları araştırmayacaklardır. Dolayısıyla
“bizim” için varolan haberler onları takip etmeye
o kadar alıştırıyor ki bizi yalnızca duymak istediğimiz şeylerle beslemeye başlıyor.
Bunları söyledikten sonra bilginin tüketimindeki
bazı değişiklikleri oluşturan son bir şok olan Gezi
24
kasım-aralık 2013
Parkı protestolarının ana akım haber medyası tarafından ele alınma biçimine geçebiliriz. Bu vaka
halinde insanlar pencerelerinden dışarı bakabilir
ve ondan sonra haber ekranına bakabilir ve ikisi
arasındaki açık farklılığı görebilecekleri bir örnek
söz konusuydu. Bu hadiseler için sokaklarda olan
insanlar ile onların ana akım kanallarda ele alınma tarzı bütünüyle farklıydı. Pek çok insan için bu
hal “bizim” medya “biz”e karşı gibi görülen büyük
bir şoktu. Bazıları için bu “bizim” ne olduğumuzla
ilgili anlamının bile değişiminin başlangıcıydı.
Bu değişiklikle televizyonlardaki reklamlarda sunulanların içeriği hatta bir zamanlar objektiflik
kalesi olarak bilinen haber medyasının kaynakları
ile ilgili olarak da daha büyük bir dikkat ve bilinç
hissi oluşmaya başladı. O halde bizim medyaya
inanıp inanmamakla ilgili olarak hayret ettiren
şey nedir? Biz medya kaynaklarının destekleyicileri ile ilgili daha şuurlu olduk ve televizyon istasyonlarına ve gazetelere sahip olan insanların
kendi perspektiflerini bizim gördüğümüz, duyduğumuz ve okuduğumuz şeylere enjekte edebileceklerini fark ettik. Bu durumu fark etmekle kendi
istikametimize tarafgir gibi görünen medyayı seçmeye başladık. Zaman içinde biz kendi farkındalığımızı kendi seçilmişlik tarafgirliğimize yönlendirebilir ve “bizim” medyayı “gerçek” olarak ve
“onlar”ın medyasını da “sahte” olarak görmeyi
bile seçebiliriz.
Ben medyada iki önemli ikna noktasını ortaya çıkarmak istiyorum. İlk olarak ben medya mesajlarının genel amacını tartışacağım. Bizi bir mesaja
“ikna” etmek için hangi teknikler kullanılmaktadır? Hayatlarımızın ve anlayışlarımızın hangi kısımları hedef kitleyi ikna etmek için kullanılmaktadır? Daha sonra bizim yalın medya tüketicileri
olmaktan kendimizi nasıl bazı medya organları ile
özdeşleştirdiğimize geçiş yaptığımızı tartışmaya
geçeceğim. Hangi noktada bilgi kaynaklarını “bizimki” olarak görüyoruz ve bu durum (diğerleri ile
mukayese edildiğinde) bu kaynaklara güvenme ve
inanma gönüllüğünü nasıl etkiliyor?
***
Pek çok medya mesajının hedefi kendi kitlesini
birşeye inandırma ya da birşeyi yapmasına ikna
etmektir. Haber anlatımları kullandıkları bazı
tekniklerle bizim hikayenin doğru olduğuna inanmamızı sağlamaya temayül gösterirler. Kendi seyircilerini ikna etmeye özellikle uğraş gösteren
medya mesajları reklamlarda, halkla ilişkilerde
(PR) ve savunmalarda kendini, gösterir. Ticari
reklamlar bir ürün ya da hizmeti satın almaya
bizi ikna etmeye çalışır. Halkla ilişkiler bir şirketin, hükümetin ya da organizasyonun poztif bir
imajı üzerinden bize “satış yapar.” Siyasetçiler ve
müdafaa grupları seyircileri reklamlar, konuşmalar, bültenler ve hatta bilgiyi sunmak için kullandıkları kelimelerin tercihi üzerinden takipçileri
kendilerini desteklemeye ya da oy vermeye ikna
etmeye çalışırlar. Kullanılan bu tekniklere “ikna
dili” denmektedir.
Ürün reklamları anlamak için en kolay olanlarıdır. Bir üürn var ve tüketici bunu satın almalıdır.
Siyasi retorik daha hissi meseleleri gündeme getirme temayülündedir ve analiz edilmesi zordur;
çünkü ayrıca bu mesajları bize sunan kaynaklarca
süzgeçten geçirilmekte ya da edisyona uğramaktadır. Ve bildiğimiz gibi siyasi retoriğin kapsayıcı
sonuçları vardır (uluslararası ve ulusal siyaseti, iç
ve dış çatışmaları, ekonomiyi, işsizliği ve daha
fazlasını şekillendiren hükümet gücünün yeni
kaynakları olabilmesi itibariyle).
Kullanılabilecek pek çok mümkün metot olmakla
beraber burada yalnızca bazılarını belirteceğim.
Medya bir ürün, hizmet ya da fikri hedef kitlenin
güzellik, güvenlik, samimiyet, başarı, zenginlik
gibi daha önce beğendiği birşeyle ilişkilendirme-
ye çalışacaktır. Ne alacağını açıkça ortaya koyan
açıklamalar yerine alaka ima edilecektir. İyi bir
reklam güçlü bir hissi mukabele yaratabilir ve işlem halindeki bir marka ile bu hissin rabıtalanmasını sağlayabilir ki bu hal duygusal transfer
Sigarayı
filitreli
iç, senin
dişçin olarak
Viceroys’u
tavsiye
ediyorum.
olarak bilinmektedir. Reklamlarda güzel mankenler kullanmak bu kavramın genişletilmiş hali olup
reklamı yapanlar mezkur ürünü kullanma yoluyla
bizim de onlar gibi olabileceğimizi ima ederler.
kasım-aralık 2013
25
UZDÜŞÜM
Paul Hikayeleri:
Ryan tekrar tekrar
yalan söylüyor.
Reklamlarda kullanılan bir başka yöntem uzmanlara yer verilmesidir. Uzmanlar güvenilebilir ve
objektif kaynaklar olduğu gerekçesiyle kullanılırlar. Bilim adamları, doktorlar, profesörler ve
diğer profesyoneller satılacak ne olursa buna güvenilirlik kazandırabilmek için kullanılırlar. Aynı
zamanda “sıradan” insanlar da ürünün durumuna
bağlı olarak uzman olarak düşünülebilirler. Misal
olarak bir anne hususi bir bebek ürününü ya da
bir inşaat işçisi ezilmiş kaslara yapılacak bir tedavi usulünü tavsiye edebilir; çünkü onlarda kendi
durumlarının uzmanları olarak sayılırlar. Uzmanlar
kullanmakla bağlantılı olarak bilim teçhizatı da
(tablolar, grafikler, istatistikler) birşeyi “ispatlamak” için kullanılmaktadır. Bütün bunlara karşın
bunlar kolaylıkla yanlış okunabilir. “Rakamlar yalan söylemez” ifadesi önemlidir; rakamlar yalan
söylemese de onların sunulma biçimi yalanlara
neden olabilir.
Siyasi retorikteki çok yaygın bir teknik olumsuz
bir gelecek kehaneti yapan korkutma temayüllü
argümantasyondur. Bu teknik korku ve suçlama
yollarını kullanır ve hedef kitlenin karşı çıkacağı
bir şeye doğru ilk adımın atılacağını iddia ederek
26
kasım-aralık 2013
insanları kendi yoluna çekmeye çalışır. Bu iddia
orijinal fikrin meziyetlerini ihmal eder ve bunun
yerine sonuçlanabileceğine odaklanır. Siyasi retorikte ayrıca yaygın olan bir başka teknik üzüm
yemek yerine bağcıyı dövmedir (ad hominem); bu
teknikte bir iddiaya cevap vermek yerine muhalife
saldırmak esastır. Bu yaklaşımdaki inanç elçi ile
ilgili bir şey yanlışsa mesajın kendisinin de yanlış
olduğudur.
Bize söylenene uymamız için kullanılan bazı anlatım biçimleri de oldukça yaygındır. Reklamcılıkta
kullanıldığı gibi (örneğin; aile ve beklentilerle
ilgili kavramlar ve geleneğin rolü) siyasetçiler ve
haberciler de belli bir hissiyata temas etmek için
kimi kelimeler ve ifadeler kullanıyorlar ki bunlar
o hususi halet-i ruhiyeyi uyandırıyorlar. Terörizm,
özgürlük, inanç, güven, vatanserverlik gibi kavramlar bireyler ve grupların karakterleri ve daha
fazlasını tesir altına almak için bağlantılar yaratmak ve genişletmek için kullanılmaktadır.
Bu teknikler çok yaygın olmasına ve reklamcılıkta yıllardır kullanılmasına rağmen şimdilerde her
geçen gün daha fazla olarak hükümet liderleri ve
medya kaynakları tarafından kullanılmaktadır. Ga-
Reklamcılar, politikacılar veya haber spikerleri bizim hoşlandığımız
şekilde konuştuklarında biz onları kendi grubumuzun bir parçası
olarak görmeye başlıyoruz. Onları “bizden biri” olarak düşünürsek o
zaman biz onları daha olumlu bir yaklaşımda görmeye meylediyoruz ve
muhtemelen onların bize söylediklerine inanıyoruz.
zeteler ve televizyonlar özel bir mesajı yaymak
isteyenler tarafından satın alındıkça onlar daha
fazla kendi özel kaynaklarına hedef kitlerini çakılı
tutmak ve diğerlerini araştırmalarını engellemek
isteyen reklamcıların tekniklerini kullanıyorlar.
***
Reklamcılar, politikacılar veya haber spikerleri bizim hoşlandığımız şekilde konuştuklarında
biz onları kendi grubumuzun bir parçası olarak
görmeye başlıyoruz. Onları “bizden biri” olarak
düşünürsek o zaman biz onları daha olumlu bir
yaklaşımda görmeye meylediyoruz ve muhtemelen
onların bize söylediklerine inanıyoruz. Biz bilgiyi
sunan kişiyle, bilgiyi temin eden televizyon istasyonuyla, hatta televizyon istasyonunun arkasındaki şirketle kendimizi özdeşleştirebiliriz. Kaynak
bizim grubumuzdan görüldüğünde biz daha yüksek ihtimal onların bize söylediğine diğer bilgi
kaynaklarını araştırmaksızın inanmaya temayül
göstereceğiz.
Güçlü bir mesaj dışarıdan değil grup içinden olmaya atfedildiğinde insanlar mesajın içeriğine
odaklanmaya meyilliler ve düşüncenin ne olduğunu öğrenmeye dikkat kesiliyorlar. Buna kar-
şın, mesaj dışarıdan bir gruba atfedilmişse hiçbir
şekilde değerlendirilmiyor. Alakasız mesajlar ise
mesajın n e olduğu ya da doğruluğu değerlendirilmeksizin eğer bir grup içi üyeden geliyorsa değerlendirmeye alınmaktadır. Buradaki nokta grup
içi düşünülen bir kaynağın ve ifadenin güvenilirliğinin kabul edilmesidir.
Bu bizi “bizim” medyanın daha fazla “bizi” temsil etmediğinin farkedilmesine geri getiriyor. Bu
farkediş pek çok kişi için grup içi ve grup dışı statülerde bir değişiklik meydana getirdi. Zamanında grup içi algılanan bir haber medyası grup dışı
olurken bizim gözlerimizde kaynağımızın güvenilirliği de değişti. Grup statüsü ile beraber mesajın
içeriğini anlama biçimimiz de değişti. Bilginin
kaynağı üzerine olan seçimlerimiz de değişmeye
başladı. Bu tür değişiklikler “iyi” ya da “kötü”
diye etiketlenemez. Fakat onlar bizim bilgiyi
seçme ve değerlendirme biçimlerimizi anlamak
için kullanılabilir. Bu tür bilgiyle biz gerçek ya
da düşünce olarak neyi aldığımızla ve belki daha
önemlisi “biz” ve “onlar” temsili olarak görmeyi
seçtiğimiz şeylerin kim ve ne olduğu ile ilgili olarak daha sorumlu olmaya teşebbüs edebiliriz.
kasım-aralık 2013
27
Alaattin Ayhan
CIVAK
[email protected]
Zıtlıkların Düşmanlığı:
Şarkiyatçılık &
Garbiyatçılık
Edward W. Said’e ve belli
başlı eleştirmenlere göre Batı,
yarattığı Doğu üzerinden
kendini tanımlamaktadır.
Bu tanımlama Doğu’yu
aşağılayarak gerçekleşir.
“James Balfour ve Cromer
Earl de bu öteden beri
gelene uyup çeşitli terimler
kullandılar. Şarklı mantıksızdır
(günahkardır), çocuksudur,
“farklıdır”dır; buna karşılık
Avrupalı aklı başında, erdemli,
olgun, “normal”dir.”
28
İnsaoğlu varoluşundan bu yana doğayı, madde-
Şarkiyatçılık kavramının sözlük anlamı: “Doğu’ya
leri, kendisini hep zıtlıklar üzerinden varetti. Bu
ait olan ya da Doğu’yu hatırlatan her şeydir”. 19.
kimi zaman dünyayı algılamak için çok iyi bir me-
yüzyılda gelişen bir bilim dalı olan Şarkiyatçılık,
tod olurken kimi zaman da kendi topluluğundan
Fransızca “Orientalisme” kelimesinden türemiştir.
olmayanlar üzerinden kendini yaratırken karşı ta-
Daha genel bir anlamla Şarkiyatçılık: “Doğu ülke-
rarafı şeytanlaşrırmıştır/düşmanlaştırmıştır. Şar-
lerinin din, dil, tarih ve medeniyetlerini araştıran
liyatçılık ve Garbiyatçılık da bu zıtlıkların üzücü
ilim dalıdır”.1 Şarkiyatçı (orientaliste) kelimesine
örnekleridir.
gelince genel olarak, Doğu dilleri ve Doğu Bilim-
kasım-aralık 2013
leri uzmanı anlamında olup Doğu (Şark) topluluklarının tarihini,dinini, dilini, edebiyatını, kültürünü ve diğer bazı noktalarını araştıran bilim
adamı anlamında kullanılmaktadır.2 Şarkiyatçılık
bir entelektüel tavır olarak sadece belirli bir kesim batılıya özgü değildir. Şarkiyatçı yaklaşımı
benimsemeyen Batılılar olduğu gibi, onu benimseyen doğulular da vardır.3
Bir zamanlar Doğu imparatorları tarafından fethedilmeye çalışılan Batı artık kendisini Doğu’nun
kurtarıcısı olarak görmeye başlamıştır. Hindistan,
Çin, Osmanlı İmparatorluğu, Arap Yarımadası farklı farklı malzemeleri aynı sonuçları çıkarabilmeleri
için şarkiyatçıya sunuyordu. Avrupa’da bir ilim
düzeyinde Şarkiyatçılık ile uğraşılır olmuştu. Diğer taraftan gelişmeler aktarılırken Konfüçyus’un
belirlediği felsefi yaklaşımlar, İbni Haldun’un tarihsel yöntemi ya da İbni Sina’nın araştırmalarının vardığı sonuçlar gibi Doğu’nun üretimleri yok
sayılmakta ve tekrar keşfedilmekteydi. “Şarkiyatçılık ilmi” yok sayılanlarla geri ve mistik olanın
açıklanmasıyla ilgiliydi.
Edward W. Said’e ve belli başlı eleştirmenlere göre
Batı, yarattığı Doğu üzerinden kendini tanımla-
maktadır. Bu tanımlama Doğu’yu aşağılayarak
gerçekleşir. “James Balfour ve Cromer Earl de bu
öteden beri gelene uyup çeşitli terimler kullandılar. Şarklı mantıksızdır (günahkardır), çocuksudur,
“farklıdır”dır; buna karşılık Avrupalı aklı başında,
erdemli, olgun, “normal”dir.”4 Said, Şarkiyatçılığın nesnel bir bilgi olmadığını; Batı sömürgeciliğinin Doğu üzerinde hegemonya geliştirmek
amacıyla oluşturulduğunu vurgular. “Tüm olumlu
değerlerin taşıyıcısı olan Batı” Şarkiyatçılar tarafından, olumsuzluklarla boğuşan Doğu’yu kurtaracak güç biçiminde tanımlanır. “Şarkiyatçılığın
özü Batı’nın üstünlüğü ile Şark’ın aşağılığı arasındaki silinmez ayrılık ise, Şarkiyatçılığın gelişimi
ve sonraki tarihiyle bu ayrılığı derinleştirdiğini,
keskinleştirdiğini görmeye hazır olmamız gerekiyor.”5
Batı bilimi ya da garbiyatçılık olarak Türkçe’ye
çevrilebilecek olan oksidentalizm, şarkiyatçılık/Oryantalizm terimlerinin karşıt anlamlısıdır. Sözlük
anlamı olarak occidental kök kelimesinden türeyen kavram, Batılı, Batı’ya ait anlamlarını içerir.6
“İnanç-ibadet,örf-âdet, tarih, coğrafya, iktisat,
siyaset ve sosyo-kültürel olmak üzere bütün yönleriyle Batı’yı araştıran ilim dalı veya Doğu’nun
kasım-aralık 2013
29
CIVAK
1 Eylül’de “intikam alınan
semboller de “böyle” bir şehirde
bulunuyordu: “New York,
Amerikan İmparatorluğu’nun
başkentiydi; bütün ırk, millet
ve inançların bir arada olduğu
küresel kapitalizmin hizmetinde
çalışanların doluştuğu İkiz
Kuleler, ‘kutsal savaşçıların’
nefret ettiği en büyük modern
İnsan Şehri’nin temsilcisiydi.”
Batı’yı edebî, entelektüel-akademik yazının konusu haline getirme çabası olarak tarif edilebilir.
Batı-dışı toplumların oryantalizminaksine kendi
Batı’sını oluşturma ve modernliği Batı’nın tekelinden kurtarıp kendimodernliğini tesis etme gayretidir.7 Bu çerçevede ilk defa Japon düşünürler
bu kavramı ortaya atmıştır. Özellikle Amerika’ya
karşı kullanılmıştır. Tabi daha sonra bu düşmanın yanına Avrupa da eklenmiştir. İlginçtir, Japon
düşünürlerin yarattığı bu kavramın içine zamanla
Japonya da içine girmiştir.
30
kasım-aralık 2013
Şarkiyatçılıkta “Doğu’yu adam etmek” en önde gelen amaçtır. Garbiyatçılık ise, Şarkiyatçılığın ortaya koyduğu önyargılı bakış açısına karşı, genel
anlamda Batı’yı, ama özellikle Avrupa’yı eleştiren
hatta bir yerden sonra kötüleyen ve basmakalıplara dayanan görüşler toplamına verilen addır.
Modernlik ile Batı’yı, özellikle de Avrupa’yı özdeşleştirip, bunun Doğu’nun manevi kültürünün
parçalayıcısı olduğunu söylemek, Garbiyatçılığı
ateşli biçimde savunan ve benimseyenlerin hemen girmeyi tercih ettiği yoldur. Buradaki tutamak “Batı pop kültürünü, küresel kapitalizmi,
ABD dış politikasını, büyük şehirleri ya da cinsel
serbestliği bahane ederek Batı’ya savaş açma arzusudur.” 8 Diğer bir deyişle, bunları kullanarak
taraftar edinmek ve böylelikle kendi savaşımını
güçlendirmek ana amaçtır.
Ian Buruma ve Avishai Margalit, pek çok “izm” gibi
Garbiyatçılığın (Oksidentalizmin) da Avrupa’da
doğduğunu savunur. Bugün Garbiyatçılığın çağdaş biçimleri Amerika’ya yoğunlaştığından “antiAmerikanizmin, belirli Amerikan politikalarının,
İsrail ya da çokuluslu şirketler ile IMF ve küreselleşmenin doğal sonucu olarak” algılanmakta ve
nitelenmektedir.”9
Garbiyatçılık tüm bunlar göz önüne alındığında,
tam anlamıyla anti-Amerikanizm midir? Buruma
ve Margalit’in bu soruya yanıtı olumsuzdur. Garbiyatçılık, kendi karşıtı olan ve kendisini savunduğu Şarkiyatçılık gibi insancıllığın içinden insanı
silmiştir; o da Şarkiyatçılık gibi bağnaz ve indirgemecidir. Kısacası arı bir ötekileştirmeyi kurar ve
işletir; buradan güç kazanmaya çabalar.
Buruma ve Margalit’in “Garbiyatçılık damarı”
dediği şey de böylece kendini açığa vurur. “Bu
damar, köksüzlük imgesiyle (...) şehire; bilim ve
akılcılıkta kendini gösteren Batı düşüncesine,
burjuvaya ve saf inanca dünyada yer açabilmek
için kafası ezilmesi gereken kafirlere düşmanlıktır.”10 Bu uğurda mücadele etmek aynı zamanda
kutsal bir görev olarak anlaşılır.
Garbiyatçılık için Batı şehri pek de olumlu anlamlar taşımaz: “Şehir dev bir pazaryeri olarak algılandığından, her şey ve herkes satılıktır; oteller,
genelevler ve büyük marketler iyi hayat düşleri
satar. Para, insanlara içinde doğmuş oldukları bir
hayat tarzıyla davranabilme olanağı verir. Şehirlilerin hepsi yalancı görüntüsü yansıtır.” Garbiyatçılar, şehir, kapitalizm ve Batılı makine uygarlığını “doymak bilmez bir otomat olan ruhsuz bir
orospu” şeklinde tanımlar.11
1 Eylül’de “intikam alınan semboller de “böyle”
bir şehirde bulunuyordu: “New York, Amerikan
İmparatorluğu’nun başkentiydi; bütün ırk, millet
ve inançların bir arada olduğu küresel kapitalizmin hizmetinde çalışanların doluştuğu İkiz Kuleler, ‘kutsal savaşçıların’ nefret ettiği en büyük
modern İnsan Şehri’nin temsilcisiydi.”12
Şehir bir bakıma ayartıcı havanın hüküm sürdüğü
yerdir ve iğrenç şehvetleri kolayca tetikleyebilir.
Burada vurgulanan saldırganlığın doğal sonucu öç
almadır ve kendisinden öç alınacak olan da şehir
insanlarıdır. Şehir insanlarına insanca davranmamak gerekir, çünkü onlar ruhlarını kaybetmiştir.13
Buruma ve Margalit’e göre “politik ve dinsel ya da
onların karışımı” pek çok yıkıcı “devrim”, “şehirden etkilenmemiş şehirlilerin fikri olarak şehirde
doğmuştur.
Şarkiyatçılık üzerinden Doğu’yu adam etmeye
çalışan Batı kendi eliyle düşmanını yaratmıştır.
Zıtlıkların düşmanlığı bu tarihsellik ve sosyolojik üzerine bina edilmişken dünya barışının tesis
edilmesi için çalışacak olan biz gelecek nesillerin
işi çok zor olacaktır.
dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, “Oryantal”, cilt 9, Meydan Yayınevi, İstanbul s. 625 ; ayrıca bkz. S.,Germaner; Z. İnankur,
Oryantalizm ve Türkiye, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayınları, İstanbul, s. 9.
Selahattin Sönmezsoy, Kurân ve Oryantalistler, Fecr Yayınları, Ankara, 1998, s. 25.
Recep Şentürk, “Oryantalizm ve Sosyal Teori”, Oryantalizmi Yeniden Okumak Batı’da İslam Çalışmaları Sempozyumu, (11-12 Mayıs 2002
Adapazarı), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s.43.
Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınlar, İstanbul, s.49
Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınlar, İstanbul, s.51
Necmettin Arıkan, Golden Dictionary, Altın Kitapları Yayınevi, s. 410
Ali Şükrü Çoruk, “Oryantalizm Üzerine Notlar”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi / C. 9, S. 2, Aralık
2007, s. 199.
Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s. 12
Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s.14
Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s. 16
Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s.22
Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s.24
Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s.41
kasım-aralık 2013
31
Süreç Analiz
Alevilik
32
kasım-aralık 2013
kasım-aralık 2013
33
SüreçAnaliz
Alevilik Üzerine
Kronolojik Bir
Haritalandırma
Denemesi
*
Türkiye’nin ‘Çözüm Süreci’ni geliştirdiği bir zamanda başta III. Köprü’ye Yavuz Sultan Selim
ismi verilmesi ve Gezi Parkı hadiseleri olmak üzere 2013 Mayıs sonundaki bazı gelişmeler
kompleks bir karakter arzeden Alevilik sorununun tekrar Türkiye gündeminde kritik bir mesele
olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Bu noktada Alevi meselesinin kronolojik bir haritalandırılması çalışmasının Süreç Analiz okuyucularının mevcut durumu daha net görmesine ve
analiz kabiliyetini arttırmasına yardımcı olabileceğini düşündük.
34
kasım-aralık 2013
• Anadolu Müslümanlığı: Anadolu coğrafyası
heterodoks inançların yoğun yaşandığı bir
zenginliği içeriyor. Bu bağlamda İslamiyet’in
özellikle Bizans’ın ana ordusunun 1071’de
Malazgirt’te yenilgiye uğramasını müteakip
Anadolu büyük ölçüde Türk ve Müslüman göçlerine açık hale geldiği için Ahmet Yesevi gibi
bir takım tasavvuf ağırlıklı Müslüman sufiler
tarafından Anadolu’ya taşındığını görüyoruz.
Bu süreçler dahilinde sufi yorumlu bir İslam
Anadolu’nun diğer inançları ile karışarak yeni
kurulan beyliklerin havzalarında hayat buluyor. Ahilik gibi güçlü lonca gelenekleri de bu
çerçevede ortaya çıkıyor.
• Yukarıda nispeten anlatılmaya çalışılan Anadolu
İslamiyeti tam olarak Sünni diye tanımlanabilecek katı şeriat kurallarının uygulandığı bir
forma sahip gözükmüyor. Ancak Şii formlu bir
on iki imamcılıkta Anadolu’daki İslamiyeti tanımlamaya uygun düşmüyor.
• Bu noktada 16. yüzyıl başlarında Anadolu coğrafyasının Balkan ve İran coğrafyaları arasında Osmanlı-Safevi siyasi karşıtlığı ve Şii-Sünni
teolojik dikotomisinin ürettiği bir tansiyonun
sıkıştırdığı bir dilemma ile karşılaştığını gözlemliyoruz.
• Safeviliğin Yükselişi: Bu çerçevede on iki
imamcı bir Şiiliği benimseyen Safevi hanedanının İran’da Akkoyunlu siyasi yapısı içinden
yükseldiğine şahit oluyoruz. Akkoyunlularla
akrabalık ilişkilerine sahip -Şah İsmail’in annesi Alemşah Begün Akkoyunlu hükümdarı
Uzun Hasan’ın kızıdır- Safevi ailesi ise garip
bir şekilde temelde Şii bir doktrini benimsemiş bir karaktere sahip değildir. Aile çok geniş bir mürit ordusuna sahiptir ve Anadolu’da
Antalya’dan Manisa Akhisar’a Sivas’tan Konya
altına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya tesirleri sözkonusudur. Şah İsmail’in dedesi Şeyh
Cüneyd bu yaygınlaşmada kritik bir rol oynuyor. Ancak Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar
zamanında ne tarihçilerin ne de ilahiyatçıların tam anlayamadığı bir değişiklik ile Şeyh
Haydar on iki imamcı bir Şiiliği benimsediğine
dair işaretler veriyor. Örneğin kendisini takip
eden müritlerine hala Sünni diyebileceğimiz
bir tarikat formunda kalma tavrını sürdüren
diğer Safevi ailesi takipçilerinden ayırt etmek
için kızıl başlıklar giymelerini istemesi gibi.
Kızılbaş terimi bu şekilde ortaya çıkıyor. Bunun karşısında eski yolu sürdüren diğer Safevi
kolu ise Karabaşlar olarak isimlendiriliyor.
• Şah İsmail: Şah Haydar’ın öldürülmesini müteakip Şah İsmail Akkoyunlu siyasi yapısındaki çatlamalardan da faydalanarak İran’da
hükümdarlığını ilan eder ve Anadolu’da önceden ailesinin sahip olduğu manevi nüfuzu
da kullanarak oniki imamcı bir propagandaya
başlar. Bu zamana kadar Sünni forma yakın
belki “Alevilik” diye tanımlanabilecek Anadolu heterodoks İslam yapısı Şah İsmail’in Şiiliği
karşısında bir dilemma ile karşılaşır. Şah İsmail ile işbirliği halinde Osmanlı yönetiminin
baskısına maruz kalacaklar ya da teolojik bir
karar vererek kendi inançlarından taviz vererek daha Sünni bir formda yer alacaklar. Aynı
kasım-aralık 2013
35
SüreçAnaliz
sorun tersinden İran Sünnileri için geçerlidir.
Bu arada İran’ı tam olarak Şii bir karaktere bir
Türk hükümdarı Şah İsmail büründürür.
• Anadolu’da Şah İsmail’in ve Safeviliğin gücü artar; Osmanlı yönetimi durumdan rahatsızdır.
Şahin kanat Yavuz ile iktidara gelir. Güvercinlerin padişahı II. Beyazıt indirilir. Yavuz Alevileri takibata alır. Yüzbinlerce insan takibat
altında kalır. Pek çok Alevi öldürülür. Yavuz Şii
olan Timur ile Ankara’da yaşanan ilk felaketin
tekrarlanmasına müsaade etmek istemez ve
derhal Safevilere karşı harekete geçer.
• Garip bir tesadüf: Ankara Savaşı’nda Osmanlı
saflarından Timur’un tarafına geçerek muharebenin Osmanlılar aleyhine sonuçlanmasında
kritik rol oynayan Kara Tatarlar İran’a Timur
tarafından getirildiğinde Safevi ailesinin hizmetine verilir. Köleleşmekten Safevi ailesinin
himmeti sayesinde kurtulan Kara Tatarlar Safevi ailesinin silahlı mürit ordusuna dönüşecektir. Şimdi bir yüzyıl sonrasında Osmanlı’nın
karşısına aynı Kara Tatarların temelinde siyasi-askeri bir hanedana dönüşen Safeviler çıkacaktır. Dahası Safeviler Akkoyunlu-Osmanlı
karşıtlığının da semerelerini Akkoyunlular
lehine devşirmek arzusundadırlar. Dolayısıyla
çatışma yalnızca teolojik değil aynı zamanda
siyasaldır. Artık savaş kaçınılmazdır.
• Çaldıran Savaşı (1514): Osmanlılar Safevileri
ağır bir yenilgiye uğratır. Safevi başkent Tebriz işgal edilir. Ancak Halk Osmanlı yönetimini
kabul etmez.
• Bektaşi Çözümü: Aşağı yukarı günümüz Türkİran sınırını çizen 1638 Kasrişirin anlaşmasına
kadar karşılıklı mücadele sürer. Anadolu Alevileri Osmanlılar ve İran Sünnileri Safeviler
tarafından takibata ve kovuşturmaya uğrar.
Ancak anlaşma sonrası artık Safevi desteğine
sahip olamayacak Osmanlı Alevileri bir dönüm
noktasına gelirler. Bu noktada Osmanlı siyasası devreye girer ve Bektaşilik temelli bir çözüm önerir. Tüm Osmanlı Alevileri Ankara’daki
Bektaşi tekkesi merkezine bağlatılarak Osmanlı coğrafyasında siyasi muhatabını bulmuş
olur. Osmanlı coğrafyasındaki Alevi dedeler
36
kasım-aralık 2013
Ankara’daki büyük Bektaşi şeyhinden aldıkları
icazetnamelerle Osmanlı karşısında meşruiyetlerini kazanmış olurlar. Bazı problemler sürse
de Alevilik Bektaşi bir çözüme kavuşturulmuştur.
• Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılması (1826): Vakayı Hayriye Aleviler açısından pek hayırlı bir
vaka değildir. Bektaşi olan Yeniçerilik modern
ordu kurma arzusunda olan Osmanlı padişahı
II. Mahmut tarafından kaldırılırken Bektaşi
tekkeleri de kapatılacaktır. Bazı Bektaşi dedeler acımasız işkencelerle öldürülür. Alevilik
tekrar yeraltına çekilmek zorunda kalır. Boşlukta kalan Alevi-Bektaşi topluluklar devlet
nezdinde muhatap bulamayacak haldedir. Sorun büyümektedir.
• Cumhuriyet ve Alevilik: İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin bir bakıma ürünü olan Cumhuriyet Osmanlı zamanında muhalefette olan
kimi unsurlarla ittifak ederek kurulmuştur.
Mustafa Kemal’in Alevi dedelerle kısa sürede
olsa işbirliği yapacaktır. Garip bir şekilde yeni
Cumhuriyet’in başkenti Bektaşiliğin merkezi
Ankara’dır.
• Dersim İsyanı (1937-1938): Ayrıntıları hala
tam günışığına çıkartılamayan bazı nedenler
Dersim-Tunceli civarında yaşayan Alevileri isyana sürükler. Rivayete göre bölgedeki bazı
köyler baskına uğramış ve halkın namusunu
zedeleyecek kimi muameleler gerçekleşmiştir. Kanlı çatışmalar sonrası isyan bastırılır.
Alevilik tekrar kanayan bir yaraya dönüşür.
Diğer yandan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile
Cumhuriyet yönetimi altında da Bektaşilik de
diğer Sünni forma yakın tarikatlar gibi açıkça
örgütlenemeyecektir.
• Aleviler ve Türk Siyaseti: Alevilik önemli bir
oranda 1950li yıllarda DP ve Menderes’i destekler. 1960lı ve 1970li yıllarda ise muhalif
Marksist-Komünist akımlar muhalif Aleviliği
etkisi altına alır. 1980 askeri darbesi ile radikal kırılmalar yaşanır ve Avrupa’da ciddi bir
Alevi diasporası oluşur. Şimdi klasik Alevilik
ile Diasporanın daha Marksist tonlarının etkisi
altındaki yeni Alevilik rekabeti vardır. Alevi-
ler Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) bünyesinde
temsil edilemediklerini düşünmekte ve kendilerine sistem içinde yer talep etmektedirler.
2002’de İslamcı köklere sahip AKP iktidara
gelmiş ve Alevilere açılım getirecek kimi girişimleri başlatmıştır. AKP yönetiminin Alevi
diasporası ile yakın ilişkiler içinde olduğu
gözlemlenmektedir. Diaspora içinde Aleviliği
yeni bir din olarak tanınmasını isteyen unsurlar da mevcuttur.
• Aleviler 9 Kasım 2008’de Sıhhiye-Ankara’da büyük bir gösteri düzenlerler. DİB’nın ve zorunlu
din derslerinin kaldırılmasını isteyen Aleviler
ayrımcılığa son verilmesini isterler. Türkiye’deki kimi kesimler tarafından sekülarizmle
sorunlu görülen ve bu gerekçelerle hakkında
kapatma davası açılan ve kapatılması Anayasa
Mahkemesi’nce reddedilen AKP Alevilerin talepleri bağlamında açılım isteği içinde olduğunu ifade etmektedir.
• 2011 Mart ayında Suriye’ye sıçrayan Arap Baharı rüzgarları Türkiye’nin Alevi kökenli Esad
ailesinin yönettiği Suriye rejimi ile olan iyi
ilişkilerini son derece kötü etkiler. AK Parti
hükümetine yakın kaynaklar ve bazı yetkililer
Esad’ın mezhebi ile ilgili kimi iğneleyici açıklamalar yaptıkları gözlemlenir. Türkiye-İran
ilişkileri de mezkur politikadan nasibini alır.
2011 ve 2012 boyunca AK Parti hükümetinin
uyguladığı Suriye politikası Türkiye’de potansiyel olarak mevcut olan Alevi-Sünni gerginliğinin ortaya çıkması için koşulların oluşmasına yardımcı olur.
• AK Parti hükümeti İstanbul’un fethinin 560.
yıldönümü olan 29 Mayıs 2013’te memleketin III. Köprüsü olacak Yavuz Sultan Selim
köprüsünün temellerini en üst düzey devlet
adamlarının katıldığı bir törenle atar. Ilımlı
karakteri ile bilinen Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül’ün köprünün ismini açıklaması Türkiye’de
özellikle Aleviler tarafından ciddi protestolarla karşılanır.
• Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün temel atma
törenlerinden iki gün sonra devrimci ve sol
kökenli grupların toplanma merkezi olarak
bilinen Taksim Meydanı’nın –ki meydana hakim bir noktada inşa edilen Taksim heykeli
Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler
Birliği’nin yaptığı yardımlara karşı jest olarak
Bolşevik Devrimi’nin iki önemli generalinin
siüetlerini de içermektedir- bir parçası olan
Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini protesto şeklinde başlayan eylemler İstanbul başta
olmak üzere yurt sathına yayılır. Eylemlere
Alevi kökenli vatandaşların yoğun yaşadığı
şehir popülasyonlarından yoğun katılımın
olduğu gözlemlenir. Protestolar sırasında polisin yaptığı müdahaleler sırasında ölenlerin
tamamının Alevi kökenli olduğu dikkat çekici
bir unsur olarak kendini gösterir.
• AK Parti hükümeti özellikle Gezi Parkı gösterileri sonrası tekrar Alevi açılımı yapmaktan ve
2008 Alevi çalıştayları sürecini canlandırmaktan bahseder.
* Kasım 2008’de Ekopolitik’te organize ettiğimiz Müfit
Yüksel’in konuşmacı olduğu Alevilik üzerine bir panelimiz
bu çalışmanın hazırlanmasına büyük ölçüde hem ilham
kaynağı hem de kaynaklık etti.
kasım-aralık 2013
37
Mehmet Alaca
SİYASET
[email protected]
Demokratikleşmenin
Lazcası
70 ve 80’li yıllarda artan
şehirleşme, göçler, eğitim ve
televizyonun da etkisiyle farkında
olunmadan doğal bir asimilasyon
gelişmiştir. Bu süreçten önce
evde, sokakta konuşulan Lazca,
yaşam alanının tamamının
Türkçeleştirilmesine yenik
düşmüştür. Sistemin ideolojik
aygıtı okul ise asimilasyon
sürecinde adeta bir çarpan etkisi
yaratmıştır. Lazca yer isimlerinin
ve soyadlarının değiştirilmesi,
evlerde dilin kullanımının
azalması dilin yok olma tehlikesini
arttırmıştır.
Ülkemizde uzun süre hâkim olan militer milli kimliğin sivil olan her şeyi esir almasının derin kökleri, cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanmaktadır.
Çok dilli/kültürlü/etnisiteli bir imparatorluğun
tasfiyesiyle ortaya çıkmasına rağmen, cumhuriyet
tek tipçi bir siyasal, toplumsal ve düşünsel bir
biçem üretmeye soyunmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinin bu dayatmacı, dışlayıcı ve ötekileştirici
zihinsel havsalası kendi dışında herkesi ötekileştirip kendine yabancılaştırmıştır.
38
kasım-aralık 2013
Herkesin kendine, diline yabancılaştığı bu ideolojik anlayışın ardından düşünsel akımın güçlenmesi ve AK Parti’nin bu duruma kanal açmasıyla
toplumlar tekrardan hızlı biçimde ‘öz’ arayışına
girmiştir. Bu durumun en somutlaştığı örnek ise,
ilk etapta Kürt ve Alevilere yönelik yapılan açılımlarıyla başlayan demokratikleşme paketleridir.
Zira demokrasi dediğimiz şey toplumun her kesimine nefes aldıracak total bir kavramdır. Kürt
ve Alevi açılımlarında yaşanan müspet gelişmeler
Romanlar, Süryaniler, Asurîler, Çerkezler ve Lazlar
gibi birçok ötekileştirilmiş grubu da kendi kimliklerini geliştirme konusunda motive etmiştir.
30 Eylül günü Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı ‘Demokratikleşme Paketi’ birbirinden önemli ve tarihi
önemi haiz birtakım maddeler içermektedir. Pakette ‘anadilde eğitim’ kadar önemli, fakat medyada pek konuşulmayan, ayrımcılık ve nefret suçlarının önlenmesine yönelik düzenlemelerle bir-
likte Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu’nun
kurulması, yaşam tarzına saygının hukuki koruma
altına alınması, kişisel verilerin korunması ve yardım toplama ile ilgili sorunlar ve ayrıca medyanın
ve siyasetin hukuki koruma altına alınması, paketin aslında en önemli maddelerini oluşturmaktadır. Paketten beklentiler tartışılsa bile Lazlar gibi
nüfusça daha küçük grupların memnuniyetinin
yüksek olduğu anlaşılmaktadır.
Lazlar, Doğu Karadeniz’in kuzey doğu ucunda,
sahil bölgesi ile kısmen iç alanlarda dağlık bölgeyi kapsayan coğrafyada, daha yoğun olarak ise
Rize’nin Pazar, Ardeşen, Çamlıhemşin ve Fındıklı
ile Artvin’in Arhavi, Hopa, Borçka ve Murgul ilçelerinde yaşamaktadırlar. Bu coğrafya için Osmanlı
dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Lazistan
adı kullanılmıştır. Ayrıca 93 Harbi sonrası Batı
Anadolu’ya da bir Laz göçü yaşanmıştır. Şehirleşmeyle yaşanan göçlerden dolayı nüfus hakkında
kesin bir bilgi bulunmamaktadır.
Güneybatı Kafkas dil ailesinden olan Lazcayı yazıya geçirme çabaları 1910’lu yıllarda başlamış
olup, 1930’larda SSCB’de Lazca alfabe hazırlanmış
ve gazete çıkarılmıştır. Cumhuriyet ideolojisiyle
beraber gerek dile yönelik baskılar sonucu, gerekse toplumun bir bölümünün cumhurî ideolojiye
angaje olmasıyla Laz dili kesintilere uğrayıp yazılı
gelenek geliştirememiş ve varlığını sözlü olarak
sürdürmüştür.
AK Parti’nin demokratikleşme çalışmaları Lazca
için de ciddi psikolojik bir etki yaratmıştır. Laz
Enstitüsü’nün katkılarıyla Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinin de içinde bulunduğu bir
komisyonun hazırladığı müfredat MEB Talim ve
Terbiye Kurulu tarafından kabul edilmiş ve bu
bağlamda 5. ve 6. sınıflarda “Yaşayan diller ve
lehçeler seçmeli dersi” kapsamında Lazca dersi
eğitimi başlamıştır. Demokratikleşme Paketi açıklanmadan önce Arhavi ve Rize’de Lazca dersler
başlamış olup, şu an beş sınıfta eğitim görülmektedir. Ayrıca, 7 Kasım 1929’da Abhazya’nın
başkenti Sohum’da yayımlanan ve dünyada çıkan
ilk Laz gazetesi olma özelliğini taşıyan Mçita Murutsxi (Kızıl Yıldız) adlı gazeteden sonra, Ağani
Muru3xi (Yeni Yıldız) adıyla Türkiye’de ilk dünyakasım-aralık 2013
39
SİYASET
Lazca’nın Türkiye dışında
hiçbir yerde konuşulmuyor
olması önemsenmesi gereken
bir konudur. Bundan dolayıdır
ki Lazca, UNESCO tarafından
tehlike altında kabul edilen
diller listesine alınmıştır.
Dil uzmanlarına göre, Türkiye’de 100 bin civarında Lazca konuşan insan var. Gürcistan’da konuşan
bir köy haricinde, Lazca’nın Türkiye dışında hiçbir
yerde konuşulmuyor olması önemsenmesi gereken
bir konudur. Bundan dolayıdır ki Lazca, UNESCO
tarafından tehlike altında kabul edilen diller listesine alınmıştır.
da ikinci Lazca gazetenin yayın hayatına başlaması demokratikleşme sürecinin yansımasıdır.
Dilin feryadı
Birçok küçük grup dili gibi Lazca da kentleşme
ve teknolojik gelişmelerden ciddi manada nasibini almıştır. 70 ve 80’li yıllarda artan şehirleşme, göçler, eğitim ve televizyonun da etkisiyle
farkında olunmadan doğal bir asimilasyon gelişmiştir. Bu süreçten önce evde, sokakta konuşulan
Lazca, yaşam alanının tamamının Türkçeleştirilmesine yenik düşmüştür. Sistemin ideolojik aygıtı
okul ise asimilasyon sürecinde adeta bir çarpan
etkisi yaratmıştır. Lazca yer isimlerinin ve soyadlarının değiştirilmesi, evlerde dilin kullanımının
azalması dilin yok olma tehlikesini arttırmıştır.
Yine her küçük dil grubunun yaşadığı ayrımcılık
ve ötekileştirmelere Lazlar da maruz kalmıştır.
Lazca’nın Türkçe üzerinde bıraktığı aksan ve Laz
fıkraları üzerinden giden ciddi bir aşağılama söz
konusudur. “Laz mısın?” “Laz uçar da kaz uçmaz
mı” gibi tabirler mahut asimilasyon politikaları
kapsamında geliştirilmiştir. Bu bağlamdan yola
çıkılacak olursa ‘Demokratikleşme Paketi’nin belki
de en önemli yanı nefret suçları meselesini gündeme getirmesi ve Lazlar gibi küçük dil gruplarının bundan yararlanabilecek olmasıdır.
40
kasım-aralık 2013
UNESCO’ya göre, 100 yıl içinde bir dili konuşacak
çocuk kalmayacaksa dil tehlikede, bir dili konuşan
hiç çocuk kalmamışsa dil ölü kabul edilmektedir.
Yine UNESCO verilerine göre dünyada 2 bin 500
dil yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Lazca da
UNESCO tarafından tehlike altında kabul edilen
bir dil ve önlem alınmazsa tehlikenin büyüyeceği ifade edilmektedir. Demokratikleşme paketi bu
bakımdan da önemli bir misyon üstlenmektedir,
zira bu sayede dil terapi edilecek ve Lazca basın
ve akademi gündemine daha fazla taşınabilecektir.
Dilbilimcilere göre bir dil sosyal, ekonomik, politik sebeplerle küçük yaş grubunu kaybediyorsa
tehlike altındadır ve görünen o ki Lazca için ciddi
önlemler alınmazsa birkaç kuşak sonra hiçbir konuşanı kalmayacaktır. Bu bağlamda bölgenin bazı
üniversitelerine lisans ve yüksek lisans düzeyinde Laz Dili ve Kültürü kürsüleri açılmalıdır. Zira
bir dilde akademisyenler yetişmedikçe, kültürü,
edebiyatı ve sanatı gelişmedikçe gelecek kuşaklara taşınma ihtimali imkansız bir hal almaktadır. Bunu engellemek için devletin dil üzerine
yapılacak araştırmaları ve Laz dili ve kültürünün
korunması için enstitü ve araştırma kurumlarının
ödeneklerle desteklemesi gerekmektedir.
Bir dilin yok oluşunu engellemek devletin olduğu
kadar o dilde doğanlarındır da. Bu durumu aşma
çabası ülkemiz için dünya muvazenesinde de ciddi
bir sorumluluktur.
Clara Rivas Alonso
DÜNYA
[email protected]
Afrika
Boynuzu’ndan
Perspektifler
Gözlerimizin önünde alışveriş
merkezinde alışveriş yapan
ya da çalışan insanlara
empati yapmak kolaydır. Ben
de Westgate’de bulundum.
Anlayabilirim. Haber
kanallarındaki görüntülerin
nereden geldiğini az çok
tanımlayabilirim.
Nairobi Westgate Alışveriş Merkezi’ne
Yapılan Saldırının Derinliklerinde
21 Eylül 2013 Cumartesi günü bir grup el Şebab
militanı Nairobi’deki Westgate alışveriş merkezini ele geçirdi ve Kenya hükümetinin Ekim
2011’de başlayan Somali işgalini cezalandırmak
için 60’tan fazla sivili öldürdü. Olaylar geliştikçe
hemen zihnimde Nairobi’de yaşayan arkadaşlarım
belirdi. Talihliyim ki liste kısaydı ve tanıdığım
herkes hayattaydı. Şimdi kendime dakika dakika
uluslar arası haber web sitelerinin dramayı nasıl
rapor ettiklerine bakabilirim.
Gözlerimizin önünde alışveriş merkezinde alışveriş yapan ya da çalışan insanlara empati yapmak
kolaydır. Ben de Westgate’de bulundum. Anlayabilirim. Haber kanallarındaki görüntülerin nereden geldiğini az çok tanımlayabilirim. Aslında bu
olayların kendi başıma gelebileceğinden de emin
olabilirim. Ama aynı zamanda saldırı 80li yıllardaki terörist saldırılarla ilgili Chuck Norris’in başrollüğünü oynadığı korkunç Hollywood filmlerini
andıran bir tarzda dünyaya duyuruldu. Bu haliyle
drama Jean Baudrillard’ın harika terörizm ve 9/11
analizini hatırlamaya neden olan bir seviyede
kendini gösteriyor.1
İnanılmayacak şekilde kuşatma dört gün sürüyor.
Her gün geçtikçe Batı medyası olay hikayelendirmeleri ile dolup taşıyor. Aynı zamanda hadise
Addis’teki Batı kökenli yabancılar arasında sohbet
konusu haline geliyor. Ölenlerin hikayesi; bir teröristin hikayesi -ki beklenmedik bir insani hareketle (tahmin ediyorum onlar da her şeye rağmen
insandı) dört yaşındaki bir çocukla karşılaştıktan
kasım-aralık 2013
41
DÜNYA
sonra çocuklara ve onların annesine kuşatılan süpermarketi terk etmelerine müsaade ediyor- gibi
hikayeler konuşuluyor.2 Korku, vahşet ve şiddet
dolu fotoğraflar. Olayların medyatikleştirilme sürecinde “beyaz dul” hikayesi güncellemelerin ana
konusu olmaya başlıyor.3 Daha önce ifade edildiği
gibi4 bu hikaye Batılı takipçilerin sanki bu dramanın Nairobi realitesi içinde değil de temelde beyaz kolektif hayalinde gerçekleştiği algılamasının
oluşmasına neden oldu.
soyması ne olacak? Alışveriş merkezinin bütünüyle yıkılması kaçınılmaz mıydı? Bazı saldırganlar
müşteri kılığında kuşatmadan birkaç saat sonra
kaçtığı doğru mu? Neden Kenya hükümeti spekülasyonlara yer verecek şekilde konuşmamaya karar
verdi? Kenya’da Kenyalıları ve Somalileri hedef
alan saldırılar ve bombalamalar olduğu zaman
bu haberler neden uluslar arası medyada böylesi
derinlemesine bir ifşaat imkanına nadiren sahip
olabiliyor?6
Fakat neden Westgate? Daha önceden güvenlik
meselelerinin aşikarlığı hep söylendi.5 Aslında
Westgate kolay bir hedefti. Kamusal alan düşüncesinin özel güvenlik firmalarını, dikenli tel ve
yüksek duvarları kapsadığı bir şehirde yabancıların, zengin Kenyalıların ve hizmet eden personelin dolu olduğu bir yeri seçmek göreceli olarak
kolaydır. Bu şehirleşmenin doğasında yer alan ayrışma çerçevesinde bu tür yerlerin açık bir şekilde
sosyal ve coğrafi manada tanımlanmasını sağlamaktadır.
Fakat bu sorular tümüyle saldırı ve sonrası ile ilgilidir. Somali ile ilişkili bölgesel ve uluslar arası
politikaların açık bir analizi mutlak surette kuşatmanın arka planını anlamak bakımından zorunludur.
İlk medya histerisinden ve duygusal tepkilerin tetiklediği analizlerden sonra sorular hala cevapsız
kaldı. Örneğin, Kenyalı yetkililerce vaziyetin etkisiz bir şekilde ele alınmasının hesabı sorulacak
mı? Kuşatma devam ederken askerlerin dükkanları
42
kasım-aralık 2013
Somali
Çağdaş Somali’nin temelleri pek çok Afrika ülkesi
gibi XIX. ve XX. Yüzyıllardaki kolonyal ve postkolonyal mücadelelerin bir sonucu olarak atıldı.
Britanya ve İtalya çabaları karşısında Muhammed
Abdullah Hasan ve Derviş hareketi 1920’ye kadar
sömürgecileri sınırda tutmaya kabildi; bu tarihten
sonra bölge sömürgecilere geçti. Şimdi Somali dediğimiz ülkenin farklı bölümleri hem İtalyan hem
Britanya sömürgeci güçlerinin tabiiyetindeydi.
İtalya 1935’te komşu Etiyopya’yı işgal etmiş ve
1940’ta İngilizleri yenmişti. Buna karşın Britanya İmparatorluk güçleri İtalyan işgali altındaki
Somali’yi 1941’te geri aldı.
Bu durumu 1950ler ve 60larda hakim olan sömürgeci gücün yapısına göre değişen Somali ülkesinin
farklı bölümlerindeki eşitsiz gelişmeler takip etti.
Britanya sömürgesinin bazı bölümlerini (Haud ve
Ogaden) 1948’te Etiyopya’ya verirken daha sonra
Kuzey Cephe Bölge’sini de Kenya’ya verdi. Fransız
Somalisi denilen Djibouti 1977’deki bağımsızlığına kadar tartışmalı bir referandum sonrası Fransız
yönetimi altında kaldı. Somali Cumhuriyeti iki
sömürgeci gücün kurduğu sınırlar altında yeni
bağımsızlık kazanan Britanya ve İtalya Somalilerinin birleşmesiyle 1960’ta kuruldu.
Bir darbe sonrası zamanın Cumhurbaşkanı Abdirashid Ali Şermarke suikastla öldürülür ve bir komünist yönetim kurulur. Ancak bu yönetimde günümüze kadar devam eden iç savaşın başlamasıyla
son bulur. Komünist rejimin yönettiği zamanlarda
Etiyopya ile Somali arasında 1977’de Ogedan Savaşı vuku bulur. Sovyetler Birliği ve Küba askeri
desteğinin yardımıyla Etiyopya’nın sosyalist rejimi olan Derg Somali güçlerini 1978’de bölgeden
kovar. Rejimin liderliğini yapan Muhammed Siad
Barre başıbozukluğu durdurmada başarısız olur ve
1991’de hükümeti kabilelerin ve muhalif güçlerin
bir koalisyonu tarafından devrilir.
Ulusal yapı daha da bir çöküntüye maruz kalır ve
kuzeyde (Somali Ülkesi) bağımsızlığını ilan ederken güneyde halihazırda devam eden bir çatışma,
kıtlık ve savaş dönemine girer. Farklı bölgesel ve
uluslar arası güçlerin müdahaleleri ayrıca farklı formlarda ve türlü menfaatlere cevap verecek
şekilde vuku bulacaktır. Çağdaş Amerikan tarihinin en şok edici anlarından biri 1993’te Kara
Şahin Düştü ve Mogadişu Savaşı diye bilinen hadise ile kendini gösterecektir. Hadiseler boyunca
18 Amerikan askeri ve 1,500 ile 3,000 arasında
Somalili öldürülecektir. Amerikan operasyonunun
başarısızlığının bundan sonraki Amerikan müdahale siyasetini şekillendirecek ölçüde sonuçları
olacaktır.7 Binaaleyh, bu müdahalelerin ayrıntılı
Britanya ve İtalya çabaları
karşısında Muhammed Abdullah
Hasan ve Derviş hareketi
1920’ye kadar sömürgecileri
sınırda tutmaya kabildi;
bu tarihten sonra bölge
sömürgecilere geçti.
tarihi bu makalenin alanının dışına taşmaktadır.
Hala uzun süreli kompleks çatışmaları ana akımın
basitleştirici masallarını kabul etme karşısında dikkat celbederek ve meselelere rasyonel bir
yaklaşım sergileyerek ele alma çağrısını yapmak
elzemdir.
El Şebab
El Şebab Mücahidin Hareketi İslami Mahkemeler
Birliği’nin 2006’da uluslar arası tanınırlığa sahip
kasım-aralık 2013
43
DÜNYA
Nijerya’ya karşı oynanacak bir
futbol maçında (pek çok ülkede
olduğu gibi Etiyopya’da futbol
binlerce taraftarı çekiyor ve
ulusal gururu yükselten bir dava
olarak görülüyor) patlatmayı
düşündükleri bir bombayı
yerleştirirken bombanın
patlaması üzerine iki Somalili
fail ölmüştü.
ve Etiyopya Ordusu’nun müttefiki olan Geçici Federal Hükümet tarafından yenilgiye uğratılması
sonrası doğdu. Cihatçı bir ideolojiye sahip ve Şeriat Hukuku’nun aşırı bir yorumunun destekçileri
olarak El Şebab yapısı oldukça serttir. İlk faaliyetleri 2006’da rapor edildi ve o zamandan beri pek
çok ayrılıklara ve iç çatışmalara konu oldu. İslami
Mahkemeler Birliği’nin liderlerinden biri olan Hassan Dahir Aweys “Ayro” olarak bilinen Aden Hashi
Farah’ı teşkilatın lideri olarak atadı. Mevcut lider
ise “Godane” olarak bilinen Moktar Ali
Zübeyr olup Aveys’ten 2011 kuraklığını ele alma
biçiminden dolayı ağır eleştirilere maruz kaldı.
Grup mevcut durumda ikiye bölünmüş durumda
olup bir kanat Aveys tarafından yönetilmekte ve
yerel siyaset ile kabile meseleleri ile uğraşmakta
iken diğer kanat kendi saflarına daha fazla yabancı savaşçı çekebilen El Kaide’ye sadakat sunmaktadır. Her iki kanat arasındaki ilişkilerin dostça
olduğu da söylenemez.8
Somali meselelerine müdahil olan başka önemli
bir aktör AMISOM (Afrika Birliği Somali Misyonu)
olup temelde Uganda, Kenya, Burundi, Djibouti,
Sierra Leone, Nijerya ve Gana’dan askerlerin bir
araya geldiği bir kuvvettir. BM’e göre 2007’den
bugüne kadarki kayıplar 3000 civarındadır. Somalili kayıpların rakamını belirlemek çok daha zordur. ABD El Şebab’a karşı mücadeleye istihbarat,
insansız hava araçlarının da dahil olduğu askeri
araçlar boyutlarında destek sağlamakta böylelikle
çatışmayı bir başka Amerikan vekalet savaşına dö-
44
kasım-aralık 2013
nüştürmektedir. Etiyopyalı kuvvetler müdahaleye
kendi vekaletnameleri dahilinde katılmaktadırlar.
Etiyopya
Daha önce zikredildiği gibi farklı Somalili gruplar
ve farklı Etiyopyalı hükümetler arasındaki çatışmalar yeni bir durum değildir. Etiyopya’nın en
büyük düşmanı olan komşu Eritre El Şebab’a silah
tedarikçiliği ile suçlanmaktadır. Etiyopya’nın Somali politikalarına müdahalesi düşünülürse Addis
Ababa’ya bir terörist saldırı tehdidi aslında vaki
olabilecek bir ihtimaldir.
Bu zaviyeden bakıldığında başarısız bir intihar
saldırısı haberi pek de şaşırtıcı değil.9 Nijerya’ya
karşı oynanacak bir futbol maçında (pek çok ülkede olduğu gibi Etiyopya’da futbol binlerce taraftarı çekiyor ve ulusal gururu yükselten bir dava
olarak görülüyor) patlatmayı düşündükleri bir
bombayı yerleştirirken bombanın patlaması üzerine iki Somalili fail ölmüştü. Failler Kampala’da
2010’da 74 kişiyi öldüren ve futbol taraftarlarını
hedef alan bombalamayı taklit etmeye çalışmışlardı. Bomba ellerinde Addis Ababa’nın Bole Road
diye geçen en kalabalık Somali mahallesinde patladı.
Etiyopya otoritelerinin durumu ele alma biçimleri
hadiseyi açıklarken sözümona yeni bilgilendirme
içeren bir şekilde Addis Ababa havalimanındaki
iki heykeli de kaldırdıklarını içermesi de kapsam
açısından tuhaftı. El Şebab saldırısı fikri bugün-
lerde hükümet açıklamasının da gösterdiği gibi
biraz daha hakiki. Fakat hassas bilgilerle ilgili hükümet taktiklerinin bilincindeki biri için (Fransız
Telekom istihbaratı sayesinde Etiyopya hükümeti
bütün muhaberatı kontrol edebilmektedir10) açıklamanın açıklığı dürüst bir iletişim eylemi olarak
alınamayacaktır.
Arkaplan burada da bir kez daha göz önüne alınmalıdır. Etiyopya İslami İşler Konseyi’ne olan
seçimler hükümet tarafından 2012’de manipüle
edildiği için uluslar arası medya da pek de rapor edilmeyen bir tür Müslüman isyanı memlekette vakidir.11 Düzinelerce insan geçen yıldan
beri öldürülmekte ve hapse atılmakta olup yabancılara Cumaları gösteriler yaygın olduğu için
Addis Ababa’nın bazı bölümlerinde olmaları söylenmektedir. Yetkililer sert müdahalelerin aşırlığı
yükseltme tehlikesi taşımasından dolayı ağır bir
şekilde daha fazla insan tarafından uyarılmakta
ve eleştirilmektedir. Bazıları Meles Zenawi’nin
Ağustos 2012’deki ölümünün geçen yıl ülkenin
yönetilme biçimine bir açılış getirebileceğini
beklediler. İcraatta hiçbirşey değişmedi; muhalefet bastırılmakta ve aynı parti ana güç alanlarını
tutmayı sürdürmektedir.
Bunlar hesaba katıldığında iki teröristin ölümlerini kabul eden bir açıklamanın kendi vatandaşlarını iyi bilgilendirmek isteyen bir hükümetin
niyetinden mülhem bir hareketi yansıtması zor
görünüyor. Eğer bu vatandaşlar arasında belli
bir şüphe ve korku atmosferi empoze etme yolu
ise galiba işe yarıyor. Bu ayrıca güç sahiplerinin
Etiyopya halkı nezdinde daha fazla tartışmalı uygulamaları meşrulaştırmalarına da yardımcı olabilir. Kamuoyuna sunulan bilginin oldukça seçici
olduğu bir ülkede muhalefetin radikalizasyonunda
hükümetin oynadığı rolü anlamaksızın hükümeti
terörizme karşı mücadelenin şampiyonu olarak
düşünmek olası tehlikeli bir realiteyi gözden kaçırmaktır.
Başka bir Westgate yakında olabilir mi? Saldırının
ölçeği pek çok kişiyi şaşırtırken analistler de ikiye
bölünmüş durumdalar. Bazıları hadisenin zayıflayan bir organizasyonun emaresi olduğu sonucuna
varırken12 diğerleri El Şebab’ın oldukça canlı ve
pek işe yaradığı söylenemeyecek olan Amerika ve
müttefiklerinin desteklediği karşı terörizm mücadelesi yüzünden daha da güçlendiği uyarısını
yapıyorlar.13 Hangi durum olursa olsun sonuçlar
ortada: bölgedeki güvenlik protokollerinin arttırılması bir gerçek. Mevcut sistemlerin etkili olup
olmadığını göreceğiz. Sorun terörizme karşı mücadelenin istikrarsızlık, güvensizlik ve masum insanlar bağlamında oluşturduğu küresel sonuçlar
göz önüne alınarak yeniden bütünüyle düşülmeyi
gerektirip gerektirmediğinde düğümlenmektedir.
dipnotlar
1Jean Baudrillard, The Spirit of Terrorism: And Requiem for the Twin Towers (2002).
2 The image of the boy and his sister holding Mars Bars given by the terrorist went on to be known as the
Mars Bars story:
http://www.independent.co.uk/news/world/africa/kenyashoppingmallattackfouryearoldbritishboyfreedan
dgivenmarsbaraftertellingarmedmilitantyoureabadman8836104.html
3 http://www.nytimes.com/2013/09/28/world/africa/taleofwhitewidowfillsbritishpress.html?_r=0
4 Afua Hirsch helpfully points out that the Western appropriation of African stories is anything but new:
http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/oct/04/zuluwhitewidowsamanthalewthwaitewestgatemall
5 http://world.time.com/2013/09/23/thesecuritylapsesthatledtothenairobimallterrorattack/
6 Ordu tarafından yapılan bir yağma ile ilgili bir makaleye şu an ulaşılabiliyor.
(http://www.kenyanewsonline.net/cgisys/suspendedpage.cgi). Still, other sources are exposing the subject
(http://news.sky.com/story/1148514/kenyatroopslootedshopsinattackmall).
7 http://www.aljazeera.com/programmes/insidestory/2013/10/blackhawkdown20years201310316426169324.html. Further analysis of US
intervention in Africa is available here
http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2013/10/oldwoundsdeepscarsusinterventionafrica2013101010
1130448232.html.
8 http://www.bbc.co.uk/news/worldafrica15336689
9 http://www.aljazeera.com/indepth/features/2013/10/ethiopiaalshababhitlist201310211211366477.html
10 http://www.lacroix.com/Actualite/Monde/EnEthiopieFranceTelecomaccompagnelacensuredInternet_
NP_20120610816727
11 http://www.amnesty.org/en/news/ethiopianrepressionmuslimprotestsmuststop20130808
12 Somali Cumhurbaşkanı Hassan Şeyh Mahmud’un analizi burada okunabilir:
http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2013/10/howwinwaragainstalshabab201310119652136824.html
13 http://blogs.aljazeera.com/blog/africa/alshababdyingorresurgent
kasım-aralık 2013
45
deniz Akgüner
EKONOMİ
[email protected]
Kasım-Aralık 2013 için
Finansal Tahminler
Amerikan doları (USD)
ekonomisinin giderek iyileştiği
iddia edilen Türkiye’nin
para kuru TRY (Türk Lirası)
karşısında ise 2’yi de aşarak
yeni bir rekor kırmıştır.
Hatta Türk analistlerimiz
televizyonlarda dolar yeniden
2’nin altına indiğinde derin bir
nefes almıştır ve tabloyu genel
olarak olumlu değerlendirmiştir.
2007-2008 senesini kasıp kavuran kredi kriziyle
birlikte başlayan para basımı operasyonları tahmin edilen ama emin olunamayan bazı makro ekonomik öngörüleri kesinleştirmiş oldu. Türkiye gibi
gelişmekte olan ekonomiler için gerçeğe dönüşen
bu kehanetlerden belki de en önemlisi gelişmiş
ülkelerin ekonomik güç olarak dünyanın dört bir
yanını sardığı ve dünyadaki insan etkinliğinin
devamı için bu gelişmiş ekonomilerin liderliğine
muhtaç olunduğu konusundaki konsensüstü.
Şu ana kadar 3 dalgalı ve halen devam Quantitative Easing politikası doğrultusunda Amerikan
merkez bankası Çin hariç diğer bütün ülkelerden
- hele ki küresel ekonomik krizi bu sefer görece “teğet” atlatmaya çalışan Türkiye’ye nazaran
- kat be kat daha fazla para basmıştır ve basmaya devam etmektedir. Buna rağmen, yeniden
46
kasım-aralık 2013
recession’a batma noktasına gelinen Ekim ayı
sonu itibariyle Amerikan doları diğer bütün majör
kurlar karşısında 2007-2008 seviyesinden uzaklaşmış görünmemektedir. Ekonomisinin giderek
iyileştiği iddia edilen Türkiye’nin para kuru TRY
(Türk Lirası) karşısında ise 2’yi de aşarak yeni
bir rekor kırmıştır. Hatta Türk analistlerimiz televizyonlarda dolar yeniden 2’nin altına indiğinde
derin bir nefes almıştır ve tabloyu genel olarak
olumlu değerlendirmiştir.
Gayri safi milli hasılası (GDP) ve kişi başına milli geliri son 3 yılda ortalama yüzde 5’lik senelik
büyümenin altında kalan Türkiye’de para kurunun
aynı dönemde düzenli olarak en az yılda yüzde
10’un üzerinde değer kaybetmesi ekonomik olarak
nasıl bir yenilgidir, bunu başka bir yazıda daha
net açıklarız gerekirse…
(1 Kasım 2010: USD.TRY= 1.393
1 Kasım 2013: USD.TRY=2.017)
Bana göre buradan daha genel bir makroekonomik
sonuç da çıkarılmalıdır ve o da şudur: Amerika’nın
ve Avrupa’nın içine düştükleri ağır ekonomik krize
rağmen, üstün know how’larıyla ve küresel politikalardaki (askeri güç dâhil olmak üzere) etkileriyle reel ekonomide rekabetçi güçlerini korumaya
devam etmesidir. Finansal olarak ne kadar büyük
bir iflasla karşı karşıya kalsalar da, geri kalan dünya batı ülkelerinin birini veya hepsini ekonomik
alışverişlerden izole edemediği için; bir başka deyişle savunma, enerji, bilişim gibi temel sanayiler
başta olmak üzere batı patentli üretime muhtaç
olduğu için, Amerika’nın ve Avrupa’nın saplandığı
borç batağı çok kısa zamanda kalan dünya tarafından absorbe edilmektedir.
Bu faturanın Türkiye’ye yansıması 3 yılda 45%
oranında fakirleşmedir (3 yıl önce cebinizde 100
dolarınız varsa, hiçbir harcama yapmadan bugün
55 dolarınızın kalmış olması gibi). Amerikan ve
Avrupa ticaretine, kredisine ve para birimine olan
tek taraflı ihtiyaç devam ettikçe, bu ülkelerdeki
vatandaşların ve kurumların iflaslarından doğan
borçları, gelişmekte olan dünya öder. Ağır abiler
masadan kalktıktan sonra, hesap Türkiye gibi saf
çocuklara kalır.
Son 3 yılda bankalar neredeyse sıfır veya 25 baz
puanla dolar kredisi çekebilirken, Amerika’da high
net worth individual statüsünde olan bir şahsi yatırımcı da hadi diyelim bunu yüzde 1 ile yapsın:
Kasım 2010’da 1 milyon USD borç alan adam bunu
3 sene boyunca üst üste finanse etse 3 yılın sonunda Amerika’daki lokal bankasına aşağı yukarı
1,030,454 USD geri ödemek zorunda olurdu. Eğer
Dolar TR paritesi dengesini muhafaza edebilseydi,
aynı şahıs parayı çeker çekmez TL’ye çevirip yüzde 10’luk bir senelik getiriyle 3 yıllık faize koysa,
kendi ülkesine dönüp 3 sene sonunda komisyon
masraflarından sonra bile en az 300,000 USD lık
karı cebine atmış olacaktı. Yani sıfır parası olan
Amerikalının bile saf arbitrajla sınırsız para kazanabilecği böyle bir faiz dengesizliğinin, Amerika
ve Avrupa’nın üç katı faiz öneren bir Türkiye mali
politikasının direnemiyeceğini tecrübe başlamadan (apriori) göstermesi gerekir.
hazin bir tablodur. Diğer yandan da faiz lobisi
diye tabir edilen fantom düşmanın aslında hükümetin en büyük kapalı kapılar ardındaki destekçilerinden olduğunu deşifre etmesi gerekir.
Kendi kimliğini ve ülke ekonomisinin akıbetini
reddeden bir yatırımcı dinamiğinin hakim olduğu
Türkiye finans piyasalarında 2014’te neler bekleyebileceğimizi, kısa ve uzun vadeli trade örnekleriyle önümüzdeki yazılarda değerlendireceğiz. Süreç Analiz’deki finans köşemi dergiden ve internet
sitemizden takip etmeniz dileğiyle.
Yurtdışından Türkiye’ye varlık deklare etmenin
yüzde 2 gibi inanılmaz düşük bir af vergisine bağlandığı 2013 senesinde, aynı taktiği kullanan bir zamanlar bıyıklı yabancı tabir edilen - uluslararası sermaye piyasalarıyla organik bağları olan
Türk yatırımcısı uzun süre bu tarz kamikaze faiz
politikalarına göz yumarak aslında devletin mali
hatalarını bile bile desteklemiş oldu. Olağanüstü
dış yatırıma muhtaç Türkiye’nin yıllarca Avrupa ve
Amerika krizden direkt etkilenirken, TL faizlerini
yüzde 13-17 gibi kamikaze bir bantta tutması reel
ekonomik gücümüz ve rekabetçiliğimiz açısından
kasım-aralık 2013
47
Gökhan Övenç
EKONOMİ
[email protected]
İktisatta Çokluk
ve Çoğulculuk
*
Dışarıdan bakıldığında iktisat
biliminin krizi gibi görünen
durum iktisadın içinden
bakıldığında ana akım iktisadın
krizi gibi görünmektedir. Kriz
zamanında su yüzüne çıkan
bu tür eleştirilerde ana akım
dışındaki alternatif akımlar
daha başarılı açıklamalar
ortaya koyduklarını iddia
etmektedirler.
“İktisatçının yaptığı, zifiri karanlıkta yol bulmak
için elinde el feneri olan kişiye benzer. Işığın gösterdiği yerler, göstermediği yerlere kıyasla denizde
nokta şeklindedir.” (Erdem, 1992, s.56; aktaran:
Demir, 1995, s.8-9). Bu açıdan farklı yöntemsel
yaklaşımları el fenerine benzetecek olursak, karanlığın içerisindeki noktaları aydınlatmak için
çok sayıda el fenerine ihtiyaç duyulacaktır. Bundan ötürü, tüm el fenerlerine yani yöntemsel
yaklaşımlara var olma hakkı tanınması en uygun
yoldur.
* Eleştirileri ve
katkılarından
ötürü Doç.
Dr. N. Emrah
Aydınonat’a
teşekkür etmek
istiyorum.
48
Özellikle kriz dönemlerinde iktisat bilimi ve iktisatçılar ciddi eleştiriler almaktadır. İktisat bilimi
ve iktisatçıların yaklaşmakta olan krizleri yeterince öngörememesi, iktisatçı üst düzey bürokratların bu süreçlerde doğru politikalar geliştirememesi
kasım-aralık 2013
eleştirilerin temel kaynağını oluşturmaktadır. Bu
eleştirilerde yöntemlerin, teorilerin, modellerin,
gerçeğe uygun olmayan varsayımların, aşırı teknik matematiksel ifadelerin vs. iktisadi gerçekliği
resmetme konusunda başarılı olmadığı, bu açıdan
bakıldığında esas krizin iktisat bilimi içerisinde
yaşandığı ifade edilmektedir (Krugman, 2009).
Dışarıdan bakıldığında iktisat biliminin krizi gibi
görünen durum iktisadın içinden bakıldığında ana
akım iktisadın krizi gibi görünmektedir. Kriz zamanında su yüzüne çıkan bu tür eleştirilerde ana
akım dışındaki alternatif akımlar daha başarılı
açıklamalar ortaya koyduklarını iddia etmektedirler. Peki alternatif akımların iktisat eğitiminde
yer almaması veya standart bir iktisatçının alternatif akımların yaklaşımlarından pek haberdar
olmaması iktisat bilimi açısından iyi bir durum
mudur? Değil ise neden alternatif akımlara daha
fazla yaşam alanı sağlanmamaktadır?
Benzer olgularla ilgili çok sayıda alternatif yaklaşımın var olması anlamına gelen iktisatta çokluk
(plurality in economics) geçmişten günümüze iktisadın bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.
İktisat bilimi kendi içerisinde alternatif ekolleri
barındırmakta, bu ekoller aynı veya benzer olgular için farklı açıklamalar getirmektedir.
Örneğin; talep/arz tartışmaları. Ekonomik büyümenin kaynağı kadar nasıl sağlanacağı da iktisadın önemli bir tartışma konusudur. Klasik düşüncenin farklı bir versiyonu olarak adlandırılan
Ekonomik büyümenin kaynağı kadar nasıl sağlanacağı da iktisadın önemli
bir tartışma konusudur. Klasik düşüncenin farklı bir versiyonu olarak
adlandırılan arz yönlü iktisat, ekonomik büyümenin ve yüksek verimliliğin
sağlanması için arzın önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini
vurgulamaktadır.
arz yönlü iktisat, ekonomik büyümenin ve yüksek
verimliliğin sağlanması için arzın önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini vurgulamaktadır
(Aktan, 2012). Buna göre şahsi ve kurumsal vergilerin indirilmesi, üretimi gerçekleştiren kesime
dönük serbestleşme politikaları ve kamu harcamalarındaki azalma uzun dönemde hem ekonomik
büyümeyi hem de toplanan vergi miktarını arttıracaktır (Aktan, 2012).
Keynesyen düşünceyle birlikte anılan talep yönlü iktisat anlayışı ise ekonomik büyümeyi ve tam
istihdamı sağlamak için tüketicilerin talebini arttırmak gerektiğini düşünmektedir. Bu düşünceye
göre devlet yatırımlarının ve harcamaların artması beraberinde tüketicilerin gelirlerini arttıracak
bu da genel talebi arttırarak ekonomik büyümeyi
sağlayacaktır (Aktan, 2012).
Keyneslerin aksine ekonomideki sorunların talep
eksikliğinden değil, üretimin yetersiz olmasından
kaynaklandığını düşünen arz yönlü iktisat an-
layışı klasik anlamda Say Kanunu olarak bilinen
düşüncenin devamı niteliğindedir. Bu düşünceye
göre “talebin kaynağı üretimdir” ve “üretim olmadan satın alma gücü ortaya çıkamaz” (Horwitz,
2003, s.84). Say’ın dışında Laffer ve P.C. Roberts
gibi isimleri arz yönlü iktisatçılar arasında saymak mümkündür (Aktan, 2012).
Talep yönlü iktisat ve arz yönlü iktisat tartışmalarından da benzer olguların nasıl farklı şekillerde
açıklanabileceği görülmektedir. Talep/arz tartışmaları aynı zamanda günümüz modern iktisadında vergi, asgari ücret, tasarruf oranları, tüketim,
kalkınma gibi konularda da kendisini hissettirmektedir.
İktisattaki çokluğu iktisada dair hemen hemen
her konuda görmek mümkündür. Diğer bir örneği işsizlik olgusu üzerinden verebiliriz. Ekonomik
olduğu kadar toplumsal ve siyasi bir öneme sahip
olan işsizlik olgusu iktisatçılar tarafından birbirlerine alternatif teorilerle açıklanmaktadır.
kasım-aralık 2013
49
EKONOMİ
Keynesyen düşünceye göre
işsizlik toplam talebin
potansiyel üretim kapasitesinin
altında olmasından ötürü
ortaya çıkmaktadır. Bu
düşünceye göre devletin
doğrudan iş yaratıcı
müdahalesi, para arzının
artması gibi araçlarla işsizlik
azaltılabilir.
Neo-Klasiklere göre, insanlar asgari ücret veya
fiyat mekanizmasının sonuçları itibariyle oluşan
dengeden ötürü işsiz kalmaktadırlar (Stilwell,
2006, s.43). Bu düşünceye göre serbest piyasa
mekanizmasına dış etmenlerle (minimum ücret,
sendikalaşma vs.) müdahale edilmesi işsizlik sorununu çözmez, çözüm piyasanın kendi iç mekanizmasındadır.
Keynesyen düşünceye göre işsizlik toplam talebin potansiyel üretim kapasitesinin altında olmasından ötürü ortaya çıkmaktadır (Stilwell, 2006,
s.43). Bu düşünceye göre devletin doğrudan iş
yaratıcı müdahalesi, para arzının artması gibi
araçlarla işsizlik azaltılabilir.
Marksistlere göre ise sermaye birikimini sağlamak
amacıyla kapitalist sistemin sürekli elinin altında
bulundurması gereken bir gruba ihtiyaç duymasından dolayı işsizlik vardır ve işsizlik kapitalist
sistemin doğal bir parçasıdır. Sermaye sahipleri,
işsizliği mevcut çalışanlarının maaşlarını yükseltmeme veya aşağı çekme baskısı aracı olarak kullanmaktadırlar (Stilwell, 2006, s.43).
Görüldüğü gibi iktisatta çokluk yani benzer olgularla ilgili çok sayıda alternatif açıklama vardır.
İktisatta çokluk olmasına rağmen çokluğu mey-
dana getiren alternatif yöntem, teori ve modeller
aynı ortamda ve eşit şartlarda var olma imkânı
bulamamaktadır. Bu durum, iktisatta çoğulculuk
(pluralism in economics) tartışmalarını gündeme
getirmektedir.
Benzer iktisadi olgularla ilgili farklı yöntem, teori ve modellerin aynı ortamda eşit şartlarda var
olmasını savunan iktisatta çoğulculuk iktisat bilimi açısından fırsatlar sunmaktadır. İktisatta çoğulculuğun egemen olduğu bir ortamda iktisadi
olguların daha kapsamlı bir şekilde açıklanabilmesi mümkün olabileceği gibi, aynı veya benzer
olgular için geliştirilen rakip açıklamalara fırsat
eşitliğinin sağlanmasının doğruya en yakın olan
açıklamaları bulmayı bir ölçüde kolaylaştırabileceği de düşünülebilir. İktisadi olguya dair alternatif yöntem ve modellerin çok olması ilk bakışta
karmaşıklık getirecekmiş gibi anlaşılsa da, alternatif yöntem ve modellerin getirdiği farklı açıklamalar birbirlerini tamamlayabilmekte ve bu şekilde iktisadi olgunun daha kapsamlı anlaşılması
sağlanmaktadır. İktisat biliminin gelişim süreci
içinde alternatif açıklamaların ve rakip düşünce
okullarının oynadığı önemli rol düşünülünce bugün de iktisatta çoğulculuğun iktisadın gelişmesi
için önemli olduğu görülebilir.
kaynaklar
Aktan, Can, “ Arz Yönlü İktisat ”, http://www.canaktan.org/ekonomi/iktisat-okullari/okullar/arz-iktisat.htm, Erişim Tarihi: 29.09.2013.
Demir, Ömer, İktisat ve Yöntem, İstanbul, İz Yayıncılık, 1995.
Horwitz, Steven, “ Say’s Law of Markets: An Austrian Appreciation ”, Two Hundred Years of Say’s Law: Essays on Economic Theory’s Most
Controversial Principle, editor: Steven Kates, Northampton, MA: Edward Elgar, 2003, s. 82-98.
Krugman, Paul, “ How Did Economists Get It So Wrong ”, New York Times, New York , 2 Eylül 2009.
Stilwell, Frank, “ Four Reasons For Pluralism In The Teaching of Economics ”, Australasian Journal of Economics Education, 2006, Vol. 3.
No:1, s.42-55.
50
kasım-aralık 2013
Mehmet Yavuz
HARİCİYE
[email protected]
Kürt Aşiretleri
Cumhuriyetin kurulmasıyla
birlikte ortaya çıkan sınır
sorununun en önemli sebebi
bölgedeki Kürt aşiretlerinin,
İran ve Türkiye’de kurulan yeni
rejimlerin temel politikalarının
milliyetçiliğe dayanmasından
duydukları rahatsızlık ve
özerk konumlarını koruma
isteğidir. 1920’lerde ve
1930’larda Kürdistan’daki
durum, o güne kadar fazlasıyla
ademi merkeziyetçi olan bir
devlette, yeni merkezileştirme
önlemleri dayatacak, aşiretlerin
bağımsızlıklarını acımasızca
ortadan kaldıracak ve
mevsimsel göçleri kesin bir
biçimde azaltacak kadar güçlü
bir hükümetin kurulmasından
radikal bir biçimde etkilenmişti.
TEK PARTİ DÖNEMİ TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNDE
İran’da 1923 yılında Rıza Han hükümetinin kurulmasıyla birlikte Rıza Han, temel politikası batılılaşmak ve modern ve tam bağımsız bir ulus-devlet
yaratmak olan Türkiye’deki rejimi model aldı. Yüzyılların verdiği Osmanlı-Safevi ilişkilerindeki güvensizliği bir tarafa bırakıp, Türkiye-İran ilişkileri
geçmişten bu yana en olumlu döneme girdi. İkinci Dünya Savaşına kadar devam eden bu olumlu
tablo 1937 yılında imzalanan Sadabad Paktı ile
zirve yapmıştır. Bununla birlikte karşılıklı ilişkilerde hiç sorun yaşanmadığını söyleyemeyiz. Bu
dönemde yaşanan ve 1932 yılında çözüme kavuşan en önemli sorun sınır sorunu olmuştur.
Sınır Sorunu
1639 yılında Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla çizilen
şimdiki İran-Türkiye sınırı günümüzde de ufak
değişiklikler hariç güncelliğini korumayı başarmıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ortaya
çıkan sınır sorununun en önemli sebebi bölgedeki Kürt aşiretlerinin, İran ve Türkiye’de kurulan
yeni rejimlerin temel politikalarının milliyetçiliğe dayanmasından duydukları rahatsızlık ve
özerk konumlarını koruma isteğidir. 1920’lerde
ve 1930’larda Kürdistan’daki durum, o güne kadar fazlasıyla ademi merkeziyetçi olan bir devlette, yeni merkezileştirme önlemleri dayatacak,
kasım-aralık 2013
51
HARİCİYE
aşiretlerin bağımsızlıklarını acımasızca ortadan
kaldıracak ve mevsimsel göçleri kesin bir biçimde
azaltacak kadar güçlü bir hükümetin kurulmasından radikal bir biçimde etkilenmişti.1 “ Uluslararası sınır” kavramını tam olarak idrak edemeyen
aşiretler, söz konusu özerk konumlarının sınırlandırılmasına ilişkin her adıma tepki gösteriyordu.2
52
liği sorununun çözülmesi için 22 Nisan 1926’da
Tahran’da Dostluk ve Güvenlik Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye ve İran arasında imzalanan bu
antlaşmanın bir başka önemli özelliği ise yeni
kurulan bu iki devlet arasında imzalanan ilk belgedir.3 Sınır sorununun antlaşmaya yansımasını
daha iyi anlamak için antlaşmanın bazı maddelerini incelemek gerekmektedir.
Her iki ülkede de devam eden çatışmalar sınır
sorununun doğmasına neden oldu. Her iki ülke
içinde yaşayan Kürtlerin siyasi faaliyetleri ve iki
ülkenin bu faaliyetlere karşı uyguladığı politikalar
birbirleri açısından endişe yaratmıştır. Bölgedeki Kürt isyanları büyüdükçe iki ülkenin birbirine
olan güveni zedelenmiştir. İki ülke de Kürtleri birbirlerine karşı kullanırken, Kürt aşiretleri de yeri
geldiğinde iki ülkeyi birbirine karşı kullanmıştır
hatta İngiliz ve Sovyetlerle devamlı iletişim halinde olmuşlardır.
Madde 6: “Bağıtlı taraflar (…) sınıra yakın kesimlerde bulunan aşiretlerin iki ülkenin güvenliğini
bozucu biçimde yaratageldikleri suç niteliğindeki
eylem ve hazırlıklara son vermek için gerekli tüm
önlemleri alacaklardır (…).5
Batı İran’daki Simko Ağa ve Güneydoğu Anadolu’daki Şeyh Sait isyanlarıyla artan sınır güven-
Bu iki maddeden de anlaşıldığı gibi bölgedeki
düzeni bozan aşiretlere karşı birlikte bir mücade-
kasım-aralık 2013
Madde 5: “Bağıtlı taraflar, kendi ülkeleri içinde
diğer bağıtlı tarafın kamu güvenliği ve düzenini
bozmak veya hükümetini devirmek amacını güden
kuruluş ve örgütlerin oluşturulmasını veya yerleşmesini (…) kabul etmemeği yükümlenirler.”4
le öngörülüyor. Ancak yapılan bu işbirliği anlaşmasına karşılık bölgedeki sorun çözülememiş ve
1926 yılında başlayan Ağrı isyanlarıyla sorun krize dönüşmüştür. Şeyh Sait ayaklanmasından kaçan Kürt seçkinlerinin 1927’de Lübnan’da Xoybûn
Cemiyetinin kurulmasıyla Ağrı dağına sevk edilen
gruplarla birlikte isyan ciddiyetini artırmıştır. Ağrı
İsyanları Türkiye ile İran arasındaki sınır sorununu çok ciddi bir boyuta taşıdı. Kürtlerin İran’daki
Kürt ve Ermenilerden malzeme desteği almaları
ve zorda kaldıklarında sınırın diğer tarafına geçip güvenliklerini sağlamaları Türkiye’nin yaptığı
harekâtların başarısız olmasına neden oluyordu.
1926 yılında başlayıp 1930 yılında Türkiye’nin
İran topraklarına (Küçük Ağrı’ya) girerek ayaklanmayı bastırmasıyla son bulmuş ancak bu sefer
Türkiye işgal ettiği toprakları ülkeye dahil etmek
istemiş ve bunun karşılığında İran’a Van’dan verimli arazi verilmiştir.
Şeyh Sait ayaklanmasından
kaçan Kürt seçkinlerinin
1927’de Lübnan’da Xoybûn
Cemiyetinin kurulmasıyla Ağrı
dağına sevk edilen gruplarla
birlikte isyan ciddiyetini
artırmıştır. Ağrı İsyanları
Türkiye ile İran arasındaki sınır
sorununu çok ciddi bir boyuta
taşımıştır.
Türkiye-İran arasındaki en önemli sorun olan sınır
sorununun (Kürt aşiretleri) çözülmesiyle birlikte
karşılıklı ilişkiler gelişti ve gelişen bu ilişkiler
Sadabad Paktı için önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Sadabad Paktı
Türkiye’nin öncülük ettiği Sadabad Paktı’nı Türkiye, İran, Irak ve Afganistan devletleri arasında
imzalanmıştır. Asıl amacının askeri bir ittifaktan
ziyade saldırmazlık ve dostluk anlaşması olan bu
paktın, Ortadoğu’ya dışardan yapılacak olası bir
müdahaleye karşı aynı zamanda caydırıcılık etkisi
göstermesi amaçlanmıştır. Bu paktın imzalanmasını üç önemli nedene bağlayabiliriz:
1) Bu paktın imzalanmasındaki en önemli sebep
bu ülkelerin birbirleriyle olan sınır sorunlarıdır.
İran’ın diğer ülkelerle olan sınır sorunları bölgede güvensiz bir ortam yaratıyordu. Türkiye ile
olan sınır sorunu daha önce çözüldüğü için bu
paktla birlikte bu iki devletin arasındaki güven
ilişkisinin daha da canlandırılması hedeflenmiştir.
İran’ın Irak’la Şattülarap sorunu ve Afganistan’la
da sınır sorunu yaşadığı için bu paktla birlikte
bölgedeki anlaşmazlıkların çözülmesi hedefleniyordu. Bir diğer önemli konu Türkiye-İran-Irak
arasındaki bölgede meydana gelen Kürt aşiretlerinin yarattığı sorunlara bir son vermek olmuştur.
2) Paktın imzalanmasındaki diğer sebep ise bu ülkelerin dünya kamuoyuna bağımsızlık ve egemenliklerini duyurmak istemeleridir. Bağımsızlıklarını
kısa bir süre önce kazanan (Afganistan-1919, Türkiye-1923, İran-1923, Irak-1932) bu ülkeler dünya kamuoyuna özellikle de büyük güçlere bağımsızlıklarını göstermek istemeleri Sadabad Paktı’nı
bu devletler için önemli kılan bir diğer faktördür.
3) Üçüncü önemli sebep ise İtalya’nın bölgedeki
yayılmacı politikalarından çekinmeleri ve paktın
kasım-aralık 2013
53
HARİCİYE
Madde 7: “ Bağıtlı taraflardan
her biri, kendi sınırları
içinde diğer bağıtlı tarafların
kurumlarını yıkmak, düzen ve
güvenliğini sarsmak veya politik
rejimini bozmak amacıyla
silahlı çeteler, birlikler veya
örgütlerin kurulmasını ve
eyleme geçmelerini engellemeyi
yükümlenir”.
dış müdahalelere karşı caydırıcı bir etkiye sahip
olacağını düşünmeleridir. Zira İtalya 1935 yılında
Habeşistan’ı işgal ederek Ortadoğu’ya yönelik politikasını belli etmiştir.
8 Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabad Sarayı’nda
dört ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalandı. Pakta göre, taraflar birbirlerinin içişlerine
karışmayacaklar, sınırlarının dokunulmazlığına
saygı gösterecekler, birbirlerine karşı savaşmayacaklar, barışın tehlikeye girmesi durumunda danışma toplantıları yapacaklar ve birbirlerine karşı
kışkırtma ve gizli örgütlere olanak bırakmayacaklardı.6 Bu pakt ile birlikte Kürt aşiretleri sorununu
da çözmeyi hedefleyen ülkeler bu sorunla ilgili
kararlar da almışlardır.
Madde 7: “ Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını
yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik
rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler
veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini
engellemeyi yükümlenir”.7
54
kasım-aralık 2013
Taraflar Kürt aşiretleri ile sorunlarda ortak bir mücadele ortaya koymayı hedefliyorlar ve bölgede
oluşan güvensizlik ortamını kaldırmak istiyorlar.
Pakt yürürlüğe girdiği günden itibaren bölgede
beklenen etki ve olumlu havayı yaratamamıştır.
İki yıl sonra 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın
ortaya çıkmasıyla beraber Sadabad Paktı etkisini
ve işlevini yitirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra bölgede CENTO örgütünün kurulması, 1979
yılında Afganistan’da komünist bir rejimin iktidara gelmesi, 1980’lerin İran-Irak savaşı ve Irak’ın
1990’da Kuveyt’i işgalinden sonra, Sadabad
Paktı’nın herhangi bir anlamı kalmış değildir.8
Sonuç olarak; Türkiye-İran ilişkileri 1923-1941
yılına kadar tarihte görülmemiş derecede olumlu bir seyir izlemiştir. Çeşitli sorunlar yaşansa
da karşılıklı işbirliği ile bu sorunlar çözülmüştür.
İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İran’ın Hitler Almanya’sıyla işbirliği yapması İngiltere ve
Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına ters düşmüştür
ve 1941 yılında İran, İngiltere ve Sovyetler tarafından işgal edilip Rıza Şah tahttan indirilmiştir.
Böylece İran-Türkiye ilişkilerindeki altın çağ sona
ermiştir.
dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
David McDowall, Modern Kürt Tarihi, Doruk Yayımcılık, s.294
Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt 1, İletişim Yayınları, s.360
Bülent Keneş, İran: Tehdit mi Fırsat mı?, Timaş Yayınları, s.92
Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt 1, İletişim Yayınları, s.361
Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt 1, İletişim Yayınları, s.361
Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, s.108
Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt 1, İletişim Yayınları, s.368
Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, s.108
Gülmelek Alev
Çok Partili Hayatın Pek Bilinmeyeni:
NÜFUS SURETİ
[email protected]
Milli Kalkınma
Partisi
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
ve Serbest Fırka gibi ne Mustafa
Kemal Atatürk’ün şahsına karşı
ne de onun (ya da CHP’nin)
teşvikiyle ve zoruyla kurulmuş
bir parti olan MKP İsmet İnönü
ve devlet kapitalizmine karşı bir
savaş açmıştır.
Demokratik değerlerin tartışıldığı ve demokratikleşme adına bir takım adımların atıldığı bu dönemden biraz geriye gidip, Türkiye’deki ilk çok
partili hayata geçişin bilinmeyenlerini ortaya
koymakla başlayalım isterim bu yazıya. Cumhuriyet tarihi boyunca çok partili hayata geçiş denemelerinin başarısızlığı Demokrat Parti (DP)’nin
kurulmasıyla aşılsa da, aslında, demokratik siyasal rekabetin yaşandığı dönem -DP’nin kurulduğu
tarih olan- 1946 yılından değil, 1945 yılından
başlamaktadır. Çünkü bu tarihte Milli Kalkınma
Partisi (MKP), iktidara karşı ilk muhalefeti gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka gibi ne Mustafa
Kemal Atatürk’ün şahsına karşı ne de onun (ya da
CHP’nin) teşvikiyle ve zoruyla kurulmuş bir parti olan MKP İsmet İnönü ve devlet kapitalizmine
karşı bir savaş açmıştır. Genel başkanlığını müteahhit ve sanayici olan Nuri Demirağ’ın yaptığı bu
parti, çok partili hayata geçişin -silik de olsa müteşebbisi olmuştur. Bu yazı dizisinde Demokrat
Parti’nin gölgesinde kalmış bir parti olan ve hakkında çok fazla belge bulunmayan Milli Kalkınma
Partisi’nin kurulma nedenleri ve siyasal hayattaki yerine değinilecektir. Peki, Türkiye neden çok
partili hayata geçmeyi tercih etmiştir? Siyasi ve
ekonomik anlamda daha liberal politikaların geliştirilmesi gerekliliğinin bir yansıması olan çok
kasım-aralık 2013
55
NÜFUS SURETİ
partili sisteme geçişin anlaşılabilmesi için hem
dış hem de iç faktörlere bakmak gerekmektedir.
Ancak, şu husus bilinmektedir ki, o dönemlerde
muhalefet partisinin kurulması için yine Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin yani hükümetin böyle
bir partinin kurulması konusunda karar ve izin
vermesi gerekmektedir. Yine üstten bir irade ile
ve toplumsal bir hareket beklenmeksizin çok partili hayata geçiş gerçekleşmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye’de siyasal
ve ekonomik anlamda liberalleşme yolunda adımlar atılmıştır. Bunun bir nedeni, Amerika Birleşik
Devletleri (ABD) ve Sovyet Rusya arasında cereyan eden Soğuk Savaş ortamında Türkiye’nin Batı
Blok’unun yanında yer almaya karar vermesidir.
Öte yandan Üçüncü Dünya ülkeleri de bağımsızlık
savaşları vermekteydiler. ABD de Türkiye’nin toprak bütünlüğü ile yakından ilgileniyordu. Çünkü
Türkiye’nin stratejik önemini
yeniden değerlendiren ABD
12 Mart 1947’de Truman
Doktrini çerçevesinde Türkiye
ve Yunanistan’a askeri ve mali
destek yapacağını açıklayarak
ve devamında da Marshall
Planı ile Türkiye’yi yanına
çekmeyi başarmıştı. Bu durum
dış politikada Türkiye’yi Batı
Blok’una yakınlaştırırken, iç
politikada da sol eğilimin
bastırılmasına neden olmuştur.
56
kasım-aralık 2013
Sovyetlerin Ankara’ya verdikleri nota, 17 Aralık
1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını yeni
koşullara uydurmayı öne sürerken, Stalin’in Sovyet Blok’u için çizmek istediği güvenlik sınırları
ve boğazlar rejiminin değiştirilmesinin yanı sıra,
16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşmasıyla saptanmış olan Türk-Sovyet sınırında, Sovyetler lehine bazı düzeltmelerin yapılmasını ön görüyordu1.
Türkiye’nin stratejik önemini yeniden değerlendiren ABD 12 Mart 1947’de Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’a askeri ve mali
destek yapacağını açıklayarak ve devamında da
Marshall Planı ile Türkiye’yi yanına çekmeyi başarmıştı. Bu durum dış politikada Türkiye’yi Batı
Blok’una yakınlaştırırken, iç politikada da sol eğilimin bastırılmasına neden olmuştur. Ayrıca, Almanya, İtalya ve Japonya’daki totaliter rejimler
yenilgiye uğramış ve Batı demokrasisi zafer kazanmıştı2. Bütün bu gelişmeler sonucunda, Türk
liderler, ABD’nin siyasal, ekonomik ve askeri desteğini alabilmek için demokrasi ve serbest girişim
gibi ABD’nin önem verdiği siyasal ve ekonomik
ülküleri benimsemelerinin Türkiye için daha iyi
olacağına inanmışlardı3.
Bunun yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı sırasında
uygulanan savaş ekonomisi, halkta memnuniyetsizlik yaratırken, savaştan faydalanıp zenginleşen
ticaret burjuvazisi de kendisini temsil edecek siyasal bir parti talep etmekte, CHP’li tüccar ve eşrafa karşı bir iktidar mücadelesi geliştirmekteydi4.
Hükümetin ekonomik politikası sonucunda ortaya
çıkan yüksek enflasyon, kentsel bölgelerdeki mal
kıtlığı, Milli Koruma Kanunu gibi ağır bürokratik
denetim mekanizmalarının kurulması toplumda
memnuniyetsizlik yaratmaktaydı. Memur, işçi ve
dar gelirliler ağır vergiler altında ezilmekteyken,
önemli ölçüde gelişme gösteren özel sektör devletin önceden kestirilemeyen keyfi davranışlarına
katlanmak istemiyordu5. Kırsal alanda aşar vergisini anımsatan Toprak Mahsulleri Vergisi köylüyü
iyice ezmiş, hatta jandarma aracılığıyla toplanırken üzerlerinde kurulan baskı CHP iktidarına karşı
tepki duymalarına neden olmuştu6. 11 Haziran
1945’te kabul edilen Toprak Reformu7, köylüleri
topraklandırmayı hedeflerken, CHP içinde muhalefetin (özellikle toprak ağalarını rahatsız etmişti) doğmasına sebep olmuştu. Böylece asker,
bürokrat, aydın, kentli orta sınıf, toprak ağaları
arasındaki ittifak zayıflamıştı. Bunların yanı sıra,
devlet borçlanmasına yol açan bütçe açıkları,
yüksek hayat pahalılığı, vurgunculuk, karaborsa,
vergi sisteminin verimsizliği ve adaletsizliği konusunda eleştiriler gelmekteydi. 1943 yılında Varlık Vergisi’nin uygulanması gayrimüslim azınlıkların da Türk burjuvazisinin de tepkisini çekmişti8.
Ve yine 1945’teki bütçe görüşmelerinde parti içi
muhalefet oylamaya katılmayarak tepkisini göstermişti. Gazetelerde boy gösteren ve makaleler
yazarak birbirlerini eleştiren Parti ve meclis içi
muhalefet sayesinde kamuoyu da yeni bir siyasi
partiyi beklemeye başlamıştı9. Bununla birlikte,
dönemin gazetelerinde iktidara göz dikmeyen
bir muhalefet partisinin olması gerektiği üzerinde durulmaktaydı. CHP’nin de tercih ettiği gibi,
parti içerisinden CHP geleneğine sahip muhalifler
tarafından bir muhalefet partisi kurulması bekleniyordu10.
Nihayet, İnönü, Birleşmiş Milletler tarafından
savaş sonrası barışın sağlanması için 25 Nisan
1945’te düzenlenen San Francisco Konferansı’na
giden heyetine, Türkiye’nin çok partili demokratik
bir sisteme geçeceğini belirtmesini söylemiş ve
onun 19 Mayıs nutkunda çok partili hayat resmen
ilan edilmişti11. Böylece CHP’li muhaliflerden (Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat
Köprülü gibi) daha hızlı davranan ve siyasi deneyimi bulunmayan İstanbullu sanayici Nuri Demirağ ilk muhalefet partisini kurmuştur, ancak DP
kadar büyük bir destekçi grup bulamamıştır. Ayrıca meclisteki muhalefeti yerine getiren Müstakil
Grup, MKP’nin kurulmasıyla değil 1946’da DP’nin
kurulmasıyla feshedilmiştir, çünkü İnönü siyaseten tanıdığı ve güvendiği (zaten parti programları arasında pek de fark bulunmadığı) DP kurucularını desteklemiş ve MKP’yi görmezden gelmiştir12.
Bir sonraki sayıda Milli Kalkınma Partisi’nin Kurucusu Nuri Demirağ’dan bahsedilecektir.
dipnotlar
Erdoğan Teziç, 100 Soruda Siyasi Partiler, İstanbul: Gerçek, 1976, ss. 251-255.
Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), İstanbul: Hil, 2007, s. 26.
Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev. Yasemin Saner Gönen, İstanbul: İletişim, 2005, s. 304.
Erdoğan Teziç, a.g.e., s. 253.
Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Kaynak, 2009, s. 126.
Türkan Başyiğit, “Türk Mizah Dergiciliğinden Bir Örnek: Bizim Köylü”, ÇTTAD, Cilt: 13, 2006, ss. 189-203, [http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/pdf/13ncusonhali/13-S13_turkanbasyigit_189-203.pdf ], Mayıs 2013, s. 190.
7
Toprak Reformu ile yıllık faizsiz kalkınma kredisi ve diğer maddi yardımlarla birlikte köylülere toprak verilmesi hedeflenmiştir. Bu toprak,
kullanılmayan hazine arazileri, belediyelere ve devlete ait diğer topraklar, tarıma elverişli hale getirilen araziler, sahibi belli olmayan topraklar
ve özel kişilerden müsadere edilecek araziler olacaktı. Bu yasayla elde edilen yeni toprakların mirasçılar arasında bölünmesi yasaklanmıştır.
Bkz: Feroz Ahmad, Demokrasi…a.g.e., s. 27; Eric Jan, Zürcher, a.g.e., s. 305.
8
Sina Akşin, Yakınçağ Türkiye Tarihi, İstanbul: Milliyet Kitaplığı, 2007, ss. 170,171.
9 Orhan Özacun, “Siyaset Tarihimizde Milli Kalkınma Partisi”, ss. 205-233, [http://ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2013/03/
ydta-02-ozacun.pdf], Mayıs 2013, s. 208.
10 Bu nedenle Milli Kalkınma Partisi ne iktidar ne de muhalefet tarafından ciddiye alınmıştır. Bkz: Sina Akşin, a.g.e., s. 177.
11 B. Zakir Avşar, Elif Emre Kaya, “Çok Partili Hayata Geçiş Sırasında İlk Muhalefet Partisi: Milli Kalkınma Partisi”, Cumhuriyet Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 2, 2012, ss. 113-132, [http://iibfdergi.cumhuriyet.edu.tr/archive/okpartilihayatageisonrasndalkmuhalefetpartisimillikalknmapartisi.pdf, Mayıs 2013, s. 117.
12 Feroz Ahmad, Demokrasi… a.g.e., s. 33.
1
2
3
4
5
6
kasım-aralık 2013
57
Gülsünay Uysal
SIĞ
[email protected]
‘O Ses’in mezkûr
meçhul kazananı
Sanki her şey değişecek bu
yarışmadan sonra. Belki her
şey gerçekten değişecek.
Gerçek hikâyeleriyle, gerçek
motivasyonlarla hazırlanıyorlar.
Umut, hayal, sevinç ya da aniden
yok oluşları. Show başlıyor.
Çünkü bir hayale ihtiyacımız vardı. Çünkü ölü
toprağını örtmüşlerdi yarınlarımıza. Biraz olsun
cesareti olanlar şimdi ekranda. Uyandık ve bağlandık televizyona. Sonuç önemli değildi. Sıradan
birileri sahnedeydi. Tek bir performans sergileme
şansları var. Belki de hayatlarında sadece bir kez
doğacak bir fırsat.
Sanki her şey değişecek bu yarışmadan sonra. Belki
her şey gerçekten değişecek. Gerçek hikâyeleriyle,
gerçek motivasyonlarla hazırlanıyorlar. Umut, hayal, sevinç ya da aniden yok oluşları. Show başlıyor. Tanıdık, akraba, eş dost diziliyor kutunun
karşısına ve bu dönüşüm hikâyesini bekliyorlar
heyecanla. Ardındansa artık ünlü oluyorsun. Seni
biliyorlar. Sen ‘O ses’te şarkı söyleyen kız/çocuk
oluyorsun. Sonuç çokta önemli değil. Yalnız bir
soru var; kazananı kim bu yarışmanın?
Aslında hepimiz ‘biri’ olmak için yaşıyoruz. İyi bir
terzi, iyi bir marangoz, akademisyen, tiyatrocu,
gazeteci, yazar, model, aktör/aktirist, ressam,
58
kasım-aralık 2013
şarkıcı… Ya da işte yaşayamıyoruz bu hayaller
için. Dilediğimiz gibi akmayınca zaman, boğuluveriyoruz üç-beş kuruşluk ekmek savaşına. Değerlerimiz, niteliklerimiz erimiş oluyor çoktan geçim
sıkıntısı denilen potada. Ama işe yaradığımızı, birilerinin bize ihtiyacı olduğunu hissetmek istiyoruz her koşulda. Bu bağ zayıfladığında, kendimize
ihtiyaç duyulmadığını hissetmeye başladığımızda
karanlığa doğru sürüklenmeye başlıyoruz.
“…Ben şimdi biriyim, Harry. Herkes beni seviyor.
Yakında milyonlarca insan beni görecek ve benim
gibi olacaklar. Sen ve baban hakkında anlatacağım. Hatırlıyor musun? Baban bize karşı ne kadar
iyiydi. Bu sabahları uyanmak için bir sebep. Bu
zayıflamak için bir sebep, kırmızı elbisenin içinde
fit olmak için bir sebep. Bu gülmek için bir sebep.
Yarını yoluna sokuyor. Ben neye sahibim Harry,
hmm? Neden yatak yapmak, bulaşık yıkamak zorundayım? Bunları yapıyorum ama neden zorundayım? Yalnızım. Baban gitti, sen gittin. Bakacağım kimse yok. Neye sahibim Harry? Yalnızım ben.
Yaşlıyım. Ah, bu aynı değil. Onların bana ihtiyacı
yok. Hissettiğim yolu seviyorum. Kırmızı elbiseyi,
televizyonu, seni ve babanı düşünmeyi seviyorum.
Şimdi güneş olduğunda gülümsüyorum.”1 2 Sara3
böyle söylüyordu ‘bir rüya için ağıt’4 filmindeki
monologunda. Acıma hissi uyandıran bu ifadeler
umutsuz bir kadının hayata televizyondaki bir
yarışma programıyla bağlanırken yitirmek üzere
oldu muvazeneyi sunuyordu. Kendini yalnız ve işe
yaramaz hisseden kadın televizyondaki bir prog-
rama bağımlı hale gelmiş, oraya çıkıp ünlü olma
heyecanıyla diyetlere başlamıştı. İşe yarayacaktı,
herkes onu tanıyacaktı. Artık bir yaşama sebebi
vardı. 2000 yılında çekilen bu dramatik filmin
sahnesi gözümün önüne gelip duruyor 3 sezondur
‘O ses Türkiye’yi izlerken.
Acun Ilıcalı, yapımcısı olduğu O ses Türkiye yarışmasıyla üç sezondur Türk halkını yayın için anlaştığı kanalın başına kilitlemeyi başarıyor. Ünlü jüri
üyelerinin yer alması izlenme oranlarını etkileyen
bir faktör kuşkusuz. Ama bu yarışmanın bu kadar
izlenmesinin nedeni mutsuz halka hayal kurdurması. Yani biz O ses Türkiye yokken arayış içinde
dramatik dizilerimizi izliyor, tam anlamıyla olmasa da bir türlü cesaret edemediğimiz ve insanların
hayatını bir anda değiştiriveren o yarışmalara bakıyorduk ama O ses Türkiye kuruyan çok gerilerde kalan yarın heyecanlarımızı toprağın altından
kazıdı ve tazeledi.
Yarışmacılar gerçekti. Heyecanları gerçekti.
Umutları gerçekti. Önce hayat hikâyeleri pazarlandı. Annesine ne kadar bağlı olduğunu anlatan,
babasını kaybettiğinde ne kadar yalnız kaldığını
paylaşan yarışmacılar sadece seslerini sergilemiyorlardı. Gerçek öykülerini sahneliyorlardı. Daha
acı hikâyesi olanın daha çok istiyorduk kazanmasını. Taraftar olup, fanatikleşiyorduk. Komşumuzun kızı, lise arkadaşımızın kuzeni… Haberi geliyordu. O ses Türkiye’ye katılacak şunun şusu diye.
Bekliyorduk haftalarca dıdının dıdısının belki de
hayatını değiştirecek olan performansını.
Yarışmacılar, seyirciye asla cesaret edemedikleri
bir şeyin nasıl olabileceğinin provasını seyretme
fırsatı veriyordu. Amatör tecrübeler ya da konu
komşu gazıyla milyonların önünde şarkı söylemek
cesaretini gösterip hayaller kuran vatandaşlar,
halkın da hayali oluveriyordu.Belki de ‘herkesin
bir gün 15 dakikalığına ünlü olacağı’5 gün gel-
mişti. Daha yolun en başında, henüz 17 yaşında
tahayyül kapasitesinden daha büyük hayallerle
belki de yarışmaya katılan gençlerin yıkımlarıysa
seyirciyi de bir o kadar üzüyordu.
Hülya Avşar’ın yıllara meydan okuyuşu, şımarıklıkları, yersizlikleri; Murat Boz’un sempatikliği,
yakışıklılığı, kalitesi, beyaz Türklüğü, hemşehriseverliği, Mustafa Sandal’ın babacan, delikanlı
tavırları, işbilirliği; Hadise’nin cüreti, seksapelliği, rahatlığı, kadınlığı; Ebru Gündeş’in sesi, ağır
ablalığı, karizması; Gökhan’ın yaramazlıkları, asi
ama dozundalıkları, küpeli, peercingli küpeli ama
türk bayrağı rozetliliği Türk halkına gümüş tepside pazarlandı, pazarlanmaya devam ediyor.
Halk çıldırmışcasına Pazartesi, Salı ekran başına
geçip yıkılan hayalleri izliyor, kurulan hayallerle
hayata bağlanıyor. Birileri gidiyor, birileri kalıyor.
Şimdi kim bilir Oğuz Berkay Fidan, Mustafa Bozkurt ne yapıyor? Kesin olan şu ki; bu yarışmanın
kazananı her sezon Acun Ilıcalı oluyor.
dipnotlar
1
2
3
4
5
I’m somebody now, Harry. Everybody likes me. Soon, millions of people will see me and they’ll all like me. I’ll tell them about you, and your
father, how good he was to us. Remember? It’s a reason to get up in the morning. It’s a reason to lose weight, to fit in the red dress. It’s a
reason to smile. It makes tomorrow all right. What have I got Harry, hmm? Why should I even make the bed, or wash the dishes? I do them,
but why should I? I’m alone. Your father’s gone, you’re gone. I got no one to care for. What have I got, Harry? I’m lonely. I’m old. Ah, it’s not
the same. They don’t need me. I like the way I feel. I like thinking about the red dress and the television and you and your father. Now when
I get the sun, I smile.
http://www.youtube.com/watch?v=ZaX_8iKSBsQ
Ellen Burstyn
Requiem for a Dream
Andy Warhol
kasım-aralık 2013
59
A4
60
kasım-aralık 2013
Gülsüm Karayiğit
A4
[email protected]
Hüznü Bahar
Ruhunun bamteline dokunur
kaçar rüzgar… Saçlarını öyle
güzel okşar ki kızamazsın da…
Gözlerindeki ürkekliği, kırgınlığı
gün gibi çıkarsa da kızamazsın,
kızamazsın işte…
- Tık tık!
Sonbahar mı gelen yoksa?
Yine serinliğini, yağmurunu, rüzgârını sırtlanıp
gelmiş. Buyur ediyorum kırık bir tebessümle,
biraz da mesrûr bir ifadeyle beklenmedik misafir
edasında karşılıyorum, yine de tüm rikkatimle
alıyorum içeri…
Halini arz etmeye gelmiş belli ki…
Günler kısalıyor, yazdan kalma son günler…
Günler kısalıyor, kısaldıkça daha sert esiyor
rüzgar, için üşüyor. Zaman kendinden geçmiş
umarsızca akıyor. Bulutlar süzüyor arzı puslu
puslu. Dokunsan ağlayacak bulutlar.
Günler kısalıyor ve sen geceye hükümran
kalıyorsun çaresiz. Dimağında biriken her şey
gün yüzüne çıkıyor bu mevsimde.
Üşürsün….!
Yüreğin üşür, kelimeler de üşür bedenin gibi.
Bir sessizlik çöreklenir şehrine, hiç sevmesen
de bu halini yakalar seni… Bahardan kalma son
demlerdir.
Issızdır kıyıların,
Ruhunun bamteline dokunur kaçar rüzgar…
Saçlarını öyle güzel okşar ki kızamazsın da…
Gözlerindeki ürkekliği, kırgınlığı gün gibi çıkarsa
da kızamazsın, kızamazsın işte…
Sabahları güneş yükselmek için çırpınır durur,
amanvermez sonbahar. Bir karartı sarıverir evin
bütün çehresini. Havanın bu melâli yorganı
üstümüze çektirmek ister, sen direnirsin. Son bir
hamleyle doğrulup atarsın kendini bir sahile.
Çatıların uçlarından süzülen yağmur damlaları,
havanın puslu bakışı ve her soluduğunda
ağzından çıkan duman sonbaharın peşinden
geldiğini hatırlatır bir kez daha…
Yazdan kalma bir şeyler arar gözlerin, nafile.
Rekler bile değişir şehrinde. Yazın alı moru
kasım-aralık 2013
61
A4
Sevgilini akik gözlerinde
demlenirsin bir sonbahar
akşamı, için ısınır. Hem aşığa
da gerek sonbahar. Boğazın
tıkanırsa sevgilinin karşısında,
kalem sayıklar senin yerine..
çoktan yitmiş, kendini sarılara, kahverengilere
teslim etmiştir.
Kuş kafileleri sıklaşıyor semaya başını
kaldırdığında , göç var ırak diyarlara. Birinin
kanadına takılıp yükselmek istiyor canın , sesini
duysa ya! Arkları sıra bakarken seyyar çayçı
çıkıveriyor karşına.
-Abi. Bir çay dolduruver, demli olmasın..
Oturuyorsun bir banka, balıkçıları izliyorsun.
Soğuktan kıpkırmızı kesilmiş ağzı bunuyla,
traşsız saçı sakalı karışmış amcalar ağlarını
örüyor. Bir selam da onlara.. Arka lokantadan
bir nağme yükseliyor, zeki müren’den ‘’Şimdi
Uzaklardasın’’. Hasretle bekleşenlere, yolları ayrı
62
kasım-aralık 2013
düşenlere bir de Göksel Abi’ye armağan edersin.
Hep hüzün değil elbet sonbahar;
Sevgilini akik gözlerinde demlenirsin bir
sonbahar akşamı, için ısınır. Hem aşığa da
gerek sonbahar. Boğazın tıkanırsa sevgilinin
karşısında, kalem sayıklar senin yerine..
Yine de susmak istersen, iyi arkadaştır sonbahar.
insanların tüm esrarlarını en ari şekilde ortalığa
saçan, masum mahsun ve yorgun ifadelerin en
belirginleştiği mevsim.. Acı mı sonbahar? Sadece
kuru ağaçlar dökmüyor çünkü yapraklarını.
Yaralarımız da kabuklarını bu vakit döküyor. Kuş
sesleri daha bir zayıf çıkıyor sanki. Deniz de
dalgalarını kıyılara vurdukça öfkesini kusuyor.
Kimbilir belki de bulutlara kızgınlığının acısını
böyle çıkarıyor. Akreple yelkovan da birbirleriyle
inatlaşıyor mu ne?
Sonbaharın en sevdiği libâsı hüzün anladım..
Madem ki kaçamıyoruz köşe bucak sonbahardan
, madem ki dolaplardan hüzünleri çıkarma vakti,
madem ki bir suçlu gibi geçeceğiz sonbaharı başı
önünde, o vakit akrepten yanayım!
Şükran Beklim
A4-ANTRAKT
[email protected]
LİBERAL İDEOLOJİNİN MARKSİST
ELEŞTİRİSİ
Richard Lichtman
RUMELİ’YE ELVEDA /
100. Yılında Balkan Bozgunu
Taha Akyol
Taha Akyol, Rumeli’ye Elveda’da Balkan Savaşları’na
giden yolda Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi
yapısını, açmazlarını ve giderek güçlenen Balkan
milliyetçiliklerini ele alıyor. Balkan Savaşları’nın
Türk milliyetçiliğinin dönüm noktası olduğunu,
Balkan Savaşları’ndan I. Dünya Savaşı’na kadar,
yani 1912-1922 yılları arasında, Türkiye’nin bu
uzun ve yıpratıcı on yılda büyük acılar çektiğini, bu
dönemde 3 milyon Müslüman’ın yaşamını yitirdiğini
belgelerle ortaya koyuyor. Akyol, çalışmasında
Osmanlı millet sisteminin çözülüşünü, Lozan
Mübadelesi’nden önce söz konusu olan karşılıklı
zorunlu göçleri de ele alıyor.
Yazar, ordunun Balkan Savaşları’nda uğradığı
bozgunun askeri ve siyasi sebeplerini de araştırıp
çıkarılacak derslerin altını çiziyor. Rumeli’ye
Elveda, Prof. Zafer Toprak, Prof. Şükrü Hanioğlu,
Richard Hall gibi önemli tarihçilerin görüşleriyle de
zenginleşmiş.
“Bu belgeseli tarih tekerrür etmesin diye
hazırladım.”(Taha Akyol)
“İdeoloji nedir? Başlıca biçimleri nelerdir? Nasıl
işler ve toplumumuzda nasıl bir rol oynar? Sınıfsal
çıkarlarla ilişkileri nelerdir? En çok kime yararı/zararı
dokunur? Ne çelişkiler içerir? Sömürüye dayalı bir
toplumda ne dereceye kadar yaşamın bir yansımasıdır,
ne dereceye kadar egemen sınıf tarafından üretilir
ve beslenir? Sınıf mücadelesinin hangi aşamalarında
farklı ideoloji biçimleri ortaya çıkar? Toplumsal
yaşamın doğru kavranmasıyla ideolojinin nasıl
bir ilişkisi vardır? İdeoloji nasıl yola getirilip
dizginlenebilir? Siyaset felsefesinin en önemli
soruları bunlardır ve Richard Lichtman›ın kitabı
bunların yanıtlarını vermek için girişilmiş en başarılı
çabalardan biridir.”
Bertell Ollman
Richard Lichtman, bu kitapta, Marx›ın ideoloji
kuramını eleştirel olarak çözümlüyor ve bu kuramı
bir dizi felsefi, toplumsal, siyasal, kültürel soruna
uyguluyor. Lichtman, Marx’ın kuramında erken
dönemdeki “camera obscura” fikrinden başlayıp
sonraki “yapı kurucu” tutuma varan değişikliklerin
izini sürerek, liberal siyasal kuramın işlevini, eşit
korumayı ve tersine ayrımcılığı, toplumsal kuramı, son
olarak da, çağdaş refah kapitalizminin ve sosyalist bir
alternatifin mahiyetini anlamak için bu olgun kuramın
nasıl kullanılabileceğini gösteriyor. “Hristiyanlığın
Marksçı Eleştirisi”, “Toplumsal Gerçeklik ve Bilinç”,
“Sosyalizm ve Özgürlük”, kitaptaki bölümlerden
bazıları...
kasım-aralık 2013
63
A4-ANTRAKT
OSMANLI’NIN ORTADOĞU’DAN
ÇEKİLİŞİ
Ahmet Özcan
ŞEYTAN YE DİYOR!
Kemal Özer
Allah, bizlere Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla seslenerek
yiyeceklerin ‘temiz’ olanlarından yememizi öğütler.
Peki ama hangi gıdalar temiz? Temizden kasıt
tam olarak ne? Bir gıdanın temiz (helal) olup
olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi kalsiyum
fosfatla beyazlatılmış, kimyasal yapıştırıcılarla
şekillendirilmiş bir kesme şeker temiz olabilir mi? Ya
işkence altında, hayatı boyunca gün ışığı görmeyen
bir tavuğun et ve yumurtası? Ticari glikoz ve fruktoz
şurubuna aroma ve boya ilavesi ile arısız üretilen
yapay bal sizce temiz mi? GDO’lu mısırla beslenen,
antibiyotik delisi olmuş sığırların eti caiz olabilir
mi? Çocuklara bolca yedirdiğiniz hidrojenize bitkisel
yağlı ve hatta DDT’li çikolatalar, gofretler? İçinde
onlarca zararlı katkı maddesi bulunan beyaz ekmek
sizce temiz kapsamına girer mi? İftar sofralarından
bile eksik edilmeyen kolalı ve aromalı içeceklerde
alkol olduğunu biliyor musunuz?
Bu gerçek liste uzar, hayatlar kısalır! Gıda Güvenliği
Hareketi lideri Kemal Özer, Kur’an-ı Kerim’de
zikredilen ‘temiz gıda’nın gerçek anlamını arıyor.
Yıllardır gönül rahatlığıyla tükettiğimiz ‘şüpheli’
gıdaların ipliğini tek tek pazara çıkarırken, sağlığı
kaybetmemek için tertemiz öneriler getiriyor.
Dayatılan hazcı ve tüketim endeksli yaşam tarzını
reddediyor, bizleri geleneksel ve tıbbi olanla yeniden
buluşturuyor. “Ne yiyeceğimizi şaşırdık” diyenlere
dosdoğru’ yolu gösteriyor.
1914 yılı, Osmanlı devletinin parçalandığı I. Dünya
savaşının başlangıç tarihi. 2014 yılında bu büyük
savaşın yüzüncü yılını idrak edeceğiz. Ama bu
tarihi dönemecin manasını henüz idrak ettiğimiz
söylenemez. Şimdi, yüzyıl sonra, dünyanın dört
bir yanında batı emperyalizminin ürünü olan
onlarca yeni milliyetçilik, yüzlerce kabilecilik,
aşiretçilik, mezhepçilik, cemaatçilik, hizipcilik ile
bunların büyük boyu olan I. Dünya harbi sonrası
emperyalist paylaşımın ürünü olan Uluslar ve Ulus
Devletlerarasında hiç bitmeyecekmiş gibi görünen
bir dizi kriz ve çatışma yaşanıyor. Bu kaotik sürecin
bir tek alternatifi var; Yeniden insanları, toplulukları
farklılıklarıyla beraber bir arada yaşatan “büyük
bütün”ler inşa etmek. Eskilerin ve tabii jeokültürel
havzalarda, bütünleşmeyi, entegrasyonu, ortak ve
kolektif politik iradelerin tecellisini teşvik etmek.
Ve bütün etnik, dini, mezhebi, kabilevi ayrışmaları
reddetmek... Ne pahasına olursa olsun, mikro
milliyetçilikleri, mezhepçilikleri, ulusçuluğu, her tür
şoven ve bölücü kimlik izharını ortadan kaldırmak.
İşte I. Dünya savaşını yeniden hatırlamanın, ondan
ders çıkarmanın ve 20. yüzyılın manasını idrak
etmenin eşiği, bu şuura sahip olmakla başlıyor.
Elinizdeki kitap, TRT için hazırlanan ve 2007
yılında yayınlanan 13 bölümlük bir belgesel
programının metinlerinin yeniden düzenlenmesiyle
ortaya çıktı. Gerek belgeselin gerekse kitabın temel
amacı, yukarda bahsedilen şuurun ifadesinden
ibaretti.

Benzer belgeler