Histopatolojinin Gelişimi - Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi

Transkript

Histopatolojinin Gelişimi - Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
A.Ü. Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji ABD web sayfası
HİSTOPATOLOJİNİN GELİŞİMİ
SANATTAN BİLİME
Yazan: John D. Bancroft, Patolog, Nottingham
Çeviren: Dr. Serçin Karahüseyinoğlu
Böylece 19. yüzyılın sonunda ışık
mikroskobuna özgü çözünürlük teorisi
sınırları zorladı. Elde edilen kontrastın çok
düşük olması nedeniyle doku boyamalarına
ağırlık verildi. Dokuların ayrıntılı incelenmesi
ve histolojinin insan patolojisi alanında
uygulanması yönünde çalışmalar hızlandı.
Bileşik mikroskobun icadı tartışmalı
olsa da, ilk ürün Hollanda’lı Jannssen Kardeşlere mal olmuştur. Bu aygıtın gerçek tanıtımı ise, aynı tarihlerde daha iyi bir mikroskop yapan yine Hollanda’dan Drebbelin tarafından yapılmıştır. Başka bir Hollandalı
olan Leeuwenhoek ise mikroskopların
popülerleşmesini sağlamıştır.
Elektron demetinin dalga özelliğinin
fark edilmesiyle çözünürlükte önemli derecede ilerleme sağlandı. 1924’te Busch, bir
elektron demetinin solenoidle üretilmiş
manyetik alandan geçirildiğinde odaklanabileceğini gösterdi. Elektron demetinin bu iki
özelliği Ruska ve Knoll’un 1931’de ilk geçirimli elektron mikroskobunu yapmasını sağladı. Sadece 17 kez büyütmesi olmasına karşın bu mikroskop elektron optiğinin temel
prensiplerini ortaya koydu. 1930’ların ortalarına gelindiğinde Almanya ve İngiltere’de
elektron mikroskoplarının prototipleri yapılmaya başlandı. Ancak II. Dünya Savaşı
Avrupa’yı ve güneydoğu Asya’yı sardığında
bu kıtalardaki ilerlemelerin tümü ertelendi.
Yine de, hücre ve dokulardaki ince yapıyı inceleme konusundaki istek, elektron optiğindeki ilerlemeleri sürdürdü.
Mikroskobun önemi 19. yüzyılın
başlarında pek anlaşılamadı. Ancak
1820’lerden sonra büyük ilerlemeler
kaydedildi. 19. yüzyılın ortalarında, hobi
olarak bilimle uğraşan bir şarap tüccarı ve
aynı zamanda antisepsi konusunda ün
yapmış Joseph Lister’ın babası olan Lister,
akromatik objektifi geliştirdi. Abbe,
objektiflerini geliştirmenin yanı sıra
mikroskoba kondansörü ekledi. Geçen
sürede birçok başka gelişmeler oldu ve
mikroskopi eğlence olmak yerine bilim ve tıp
alanında vazgeçilmez hale geldi. Kesitlerin
kalın olması ve uygun olmayan boyalara
karşın bazı histolojik yapıların ayrıntıları
izlenebilmekteydi.
1870’lerde ışık mikroskobunda
önemli gelişmeler yaşandı. Dekadın başında
ilk üretim İngilizlerin elindeydi, ancak
objektiflerin çoğu deneme yanılma yoluyla
biraraya getiriliyordu. Almanya’dan Ernest
Abbe üretimi standart hale getirmeyi başardı
ve objektifler standart şekilde üretilmeye
başlandı.
Modern elektron mikroskobu, biyolojik örneklerde olmasa da teorik olarak 0.2
nm çözünürlüğe ulaşabilir. Buna alandaki gelişmeler, hücre içindeki ince yapının yanında
hücre yüzeyini gösteren taramalı elektron
mikroskobu, hücre içeriğinin kalitatif ve kantitatif değerlendirmesini yapan analitik elektron mikroskobu, kalın kesitlerin izlenebildiği
ve 0.1 nm çözünürlüğe ulaşılan yüksek voltajlı elektron mikroskobu gibi diğer elektron
temelli optik aletlerin bu alandaki kullanımlarını sağlamıştır.
Bu yıllar, modern ışık
mikroskobunun temelinin atıldığı yıllardı ve
sonraki 20 yılda objektif mükemmele yakın
hale getirildi. 1886’da Abbe apokromatik
objektifi tanımladı. O tarihten kalan
mercekler bugün bile çok iyi durumdadır ve
şimdiye kadar üretilmiş en iyi objektiflerin
bazılarında yer almaktadır.
Dokuların korunmasını ve boyama
yöntemleriyle uyumunu sağlayan tespit çözeltilerinin geliştirilmesi de, 1800’lü yılların
erken dönemlerine rastlar. Tespit ve tespit
1
A.Ü. Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji ABD web sayfası
Edwin Klebs Bern, Wurzburg, Prag,
Zürih ve Şikago’da patoloji bölümünün başkanlığını başarıyla yapmış önemli biridir.
1970’lerde hücre patolojisi ve bakteriyoloji
arasında ilgi kurmayı başarmış ve bu alana
önemli katkıda bulunmuştur. Çok değerli parafine gömme yönteminin tanıtımını da bu
sıra dışı öncüye atfediyoruz. Klebs parafine
gömme yöntemini 1869’da tanıttı. Orijinal
teknik, dokunun alınması, kurutulması, muma batırılıp dış yüzeyinin kaplanması, mum
bloğuna yerleştirilmesi ve kesitlerin alınmasını içermekteydi. Mumun dokunun derinliklerine süzülmesini sağlamak için hiçbir çabada bulunulmamıştı. 1959’da Şikago’da
McCormick kasetin öncüsü olan plastik
gömme halkasını geliştirerek dokunun
bloklanmasını sağladı.
sıvıları hakkındaki bilgiler yıllar içerisinde
ampirik gözlemlerin birikimleriyle oluşmuştur. M.S 400’lerde Hippocrates de Perslar gibi civanın biyolojik etkileri hakkında bilgi sahibiydi; alkolün karaciğer ve beyin üzerindeki
koruyucu etkisi de uzun süredir bilinmekteydi. Histopatolojide tespit, kesit hazırlığıyla
süren bir dizi işlemin temelini oluşturur.
Herkes doku tespitinin karmaşık kimyasal
olaylar dizisi olduğunu ve dokuların nasıl
tespit edilmesi gerektiğini bilir, ancak işlemin
basit şekilde tanımlanması mümkün değildir.
Doku tespitinin amaçları nelerdir? Otoliz
önlenmeli ve tespit edilmiş dokular boyanma
sırasında şekil ve hacim değiştirmemelidir.
Bu amaçlara nasıl ulaşılır? Kısa yanıt; ulaşılamaz’dır. Değişik gereksinimler arasında bir
çeşit uzlaşma olmalıdır. Rutin teknikler dokuların mikroanatomisini yeteri kadar korur,
ancak elektron mikroskobu,
immünhistokimya gibi özelleşmiş yöntemler
özgün tespit teknikleri gerektirebilir. Maalesef tespit sıvılarının sistemli bir biçimde incelenmesi 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar gerçekleşememiştir. Bu yüzyılda hiçbir tespit sıvısının ideal olmadığı fark edilerek karışımlar
üretildi. Fizik ve kimya alanlarındaki bilgilerimizin artması ve yeni geliştirilmiş tespit sıvıları önümüzdeki birkaç yılda tespitin rolünde değişmeler olabileceğini gösterse de
tüm gereksinimleri karşılayabilecek tek bir
tespit sıvısının eldesi hâlâ olası gözükmemektedir.
1966’da tanıtılan “Tissue-Tek” sistemi gömme istasyonu, taban kalıbı, kasetler
ve kapatma işlevindeki materyali içermekteydi. Bence bu sistemin histoloji
laboratuvarında kesit hazırlanması konusunda devrim yarattığını söylemek haksızlık olmaz.
Geçen yıllar içinde selloidin ve şimdi
de resin histolojik kesitler için kullanılan diğer gömme materyalleridir. İlk kez elektron
mikroskobu kesitlerinde kullanılmakla birlikte bu maddeler daha sonra ışık mikroskobuyla yapılan çalışmalarda da tercih edilmiştir.
Mikrodalga fırında tespit edilmiş dokuların daha kaliteli olma olasılığı vardır.
Tespit işlemi birkaç dakikada tamamlanmakta ve bu da laboratuvar çalışmalarının hızla
ilerlemesinde önemli bir etken olmaktadır.
Isıtmanın bir tespit yöntemi olarak kullanılması 1898’de kan filmlerinde ilk kez uygulanmasından beri iyi bilinen bir geçmişe sahiptir. Isıtılmış tespit sıvısıyla yapılan işlemler
geçmişte hızlı parafin kesitler elde etmek
amacıyla da kullanılmış olup ve bazı araştırmacılarca hâlâ kullanılmaktadır. Mikrodalga
fırında radyasyon uygulamasıyla ilgili bazı yayınlar bulunmakta ve mikrodalga fırınların
elde edilebilirliği arttıkça bu yayınların sayısı
da artmaktadır.
Büyük olasılıkla mikroskopik araştırmalar için kullanılan en eski teknik kurutmaktı. Leeuwenhoek’un 1720’de bu metodu
kullanarak kas dokusu örneklerini hazırladığı
söylenir. Altmann tarafından 1890’da kullanılan yöntem küçük doku parçalarının sülfürik aside konmasından ibaretti. Birkaç gün
sonra dokular mumun içine gömülüyürdu.
Bu yöntemin pratikte kullanımı, 1932’de
Gersh’in modern dondurarak kurutma cihazını üretimine kadar verimli değildi. Bu cihazda daha sonra birçok değişiklik - ki bunlardan biri 1963’te Pearse’ın tanıttığı termoelektrik dondurucu/kurutucudur - geliştirildi
ve dondurma-kurutma yönteminin bugün
araştırmalarda kullanılmasını sağladı.
2
A.Ü. Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji ABD web sayfası
karmeni kullanmasına önayak oldu. 1858’de
Gerlack karmen-jelatin enjeksiyonu sonrasında dokuların renklendiğini görerek
karmen boyasını tekrar keşfetti. Amonyaklı
karmenle boyama yapmaya çalıştı ancak başarılı sonuçlar elde edemedi. Bir beyin kesitinin seyreltik çözeltide bir gece beklediğinde
sinir lifleri ve hücrelerin çok güzel boyanması ise şans dolu bir tesadüftü.
19. yüzyılın son çeyreğinde
histologlar ışığı yeterince iletecek incelikteki
kesitlere gerek duydular. İlk mikrotomlarda
dokular çevrelerine sebzeler konularak destekleniyor ve böylelikle kesitler, dokular elle
tutulmadan alınabiliyordu. Alman patologlar
kesit alırken gerekli desteğin sağlanması
amacıyla dokuyu donduruyorlardı ve bu konuda oldukça deneyimliydiler.
1856’da Londra Üniversitesi’nde öğrenci olan 19 yaşındaki William Perkins, anilin boyalarını keşfetti. Bu keşfin sonunda
mikroskopi bilimi ve boya endüstrisinde
devrim gerçekleşti. Perkins, kinin sentezlemeye yönelik çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanınca mor boyalara ilgi duydu ve yeni bir
araştırmaya yöneldi. Bu olay ilk anilin boyasının ve diğer boyaların keşfiyle sonuçlandı.
Bu keşfin en yararlı olduğu alan tekstil endüstrisiydi ve bugün kullandığımız anilin boyalarının çoğu geliştirildi. Sonraki gelişme ise
yine Almanya’da sentetik boya ürünlerinin
kullanılması oldu. Bu boyalar yün ve pamuk
içindi. Yedi fiberli boyalar doku boyaması
için idealdi ve yüzyılın sonunda birçok ampirik histolojik boyama yöntemi yayınlandı.
1952’de kriyostat geliştirildi. Literatürdeki ilk model Morgensen ve
Lindenstrom-Lang’ın 1938’de kantitatif
sitokimya çalışmaları için geliştirdikleri modeldi. Kabinin arka tarafında kuru buz blokları vardı ve soğuk havanın bir fan yardımıyla
çemberin içinde sürekli dolaşması sağlanıyordu. Kriyostatın bir özelliği de dönmeyi
önleyici bir sistemin bıçağın dokuya uygulandığında düz, buruşuk olmayan kesitlerin
alınmasına olanak sağlamasıydı. Bu
kriyostatdan sedece kısa bir süre sonra,
1951’de Coons ve ark. başka bir model ürettiler. Bu model öncekini temel alıyordu, ancak bu modelde soğuk, çevre dondurma
yöntemiyle sağlanıyordu. Ulaşılabilen en düşük sıcaklık -18oC’ydi ve bu sıcaklık taze,
yumuşak dokulardan kesit alınabilmesi için
yeterliydi. İngiltere’deki kriyostatların öncüsü, 1954’te Pearse’ın Coons modelini temel
alarak ürettiği prototiptir. Pearse’ın kriyostatı
da dondurma yöntemiyle soğutma yapıyordu
ve -30oC’ye ulaşabiliyordu. Dönmeyi engelleyici plaka Coons modelindeki gibi bıçağa değil, mikrotoma tutturulmuştu. Son 30 yılda
kriyostatların gelişimi, en önemlisi
mikrotomlardaki iyileşme olmak üzere, birçok değişiklik getirmiştir. Kriyostat tekniğinin gerekliliklerinden olan dönmeyi önleyici
plaka gelişmiş ekipmanın bir parçasını oluşturmuştur.
Histologlar, hematoksilenin değerini
çabuk anladılar. 1863’te Waldeyer bakkam
ağacı özünün silindir akslarını boyamak için
kullandı. 1865’te Bohmer hematoksilenin bilimsel fomüllerini histolojinin kullanımına
sundu.
Anilin boyaların ve hematoksilenin
keşfi mikroskopinin hızla ilerlemesini sağladı
ve 19. yüzyılın sonuna doğru birçok yeni
yöntem tasarlandı.
Boyalar üzerinde yapılan heyecanlı
çalışmalar, bazı boyaların spesifik yapılara
karşı affinite gösterdiğini ortaya koydu ve
boyanmanın teorisini anlama çalışmaları başladı. Artık başarılı bir histolojik çalışma için
gerekenler iyi kesitler, hücre
komponentlerini ayırıcı boyalar ve bu yapıların gözlenebileceği mikroskoplardı. Hasta
dokuların kaba görünümleri, postmortem
dokuların histolojik özellikleri incelendi, bakteriler gözlemlendi, kültüre edildi ve sınıf-
Daha önce iç kulağın yapısının incelenmesi amacıyla boyalar kullanılmış olsa da
ilk kez 1849’da iki botanikçi bilim adamının
karmeni boya olarak kullanmasıyla
mikroskopik görüntüleme sağlandı. Bu botanik araştırması o zamanlarda pek dikkat
çekmese de Hartig’in 1856’da bitkilerin klorofil granüllerini göstermek amacıyla
3
A.Ü. Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji ABD web sayfası
maları sırasında Virchow’dan etkilendi.
Franko-Prusya savaşında cerrah olarak hizmet verdikten sonra hastanede çalışmaya
başladı. Çiçek hastalığının cilt erüpsiyonları
üzerinde mikroskopik çalışmalar yaptı. Bu
araştırma, koagülasyon nekrozu üzerindeki
önemli çalışmasına öncülük etti. 1871’deki
çiçek epidemisi onun iki alana ilgi duymasını
sağladı. Bunlar, bulaşıcı hastalıklarda bakterilerin rolünü ortaya koymak ve histolojik tekniklerde deneyimli bir bilim adamı olarak
bakterilerin boyanmasını sağlayacak araştırmalar yapmaktı. Karmen boyasını kullandı
ve başarılı oldu. Bakterilerin doku kesitlerinde boyanmasıysa onun ödülüydü. Bu bakteriler aslında çiçek hastalığına sekonder olmasına karşın ileri araştırmaların hızlanmasını
sağladı. Weigert büyük bir teknisyendi. Dokunun seri kesitlerinin alınmasını geliştirmek
ve özel doku boyalarını hazırlamak onun bu
bilime büyük katkıları oldu.
landı. Böylece teorik ve pratik immünolojinin ilk adımları atıldı. Bunun yanı sıra sadece
rutin hematoksilen-eozin boyaları değil bugün kullanılan birçok özel histolojik teknik
ve en klasik örneği Perls’in hemosiderini boyama yöntemi olmak üzere birçok kimyasal
tepkime bu zamandan orijin almaktadır. Bu
dönemde bağ dokusu lifleri ve hücreleri gibi
özelleşmiş yapılar ayırt edilebiliyordu.
1900’de Mallory, bağ dokusunun ayırıcı boyaması için trikrom yöntemini tanımladı.
Bilimsel ve teolojik tartışmalar nedeniyle insan beynine gösterilen büyük ilgi, bugün bile geçerliliğini koruyan nörohistolojik
yöntemlerin doğmasını sağladı. Merkez sinir
sistemi hastalıkları hakkındaki bilgiler, öncü
İtalyan nörohistolojist Golgi, İspanyol
histolojistler Cajal ve Hortega’nın anatomi
çalışmalarıyla geliştirildi. Cajal’ın sinir sistemi
hücrelerini sınıflaması sonraki yıllarda beyin
tümörlerinin yararlı ve sistemli biçimde sınıflanmasını sağlayan önemli bir kilometre taşıydı. Bu gelişime katkıda bulunanlara bir
göz atalım; birçokları tarafından Rudolf
Virchow patoloji tarihinin en önemli ismi
olarak görülmektedir. Erken eğitimini doğa
bilimlerinin temel konularına ilgisinin geliştiği Berlin’de aldı. 1843’te onu uzun yıllar
meşgul edecek inflamasyon konusu üzerine
tez vererek mezun oldu. Mezuniyeti sonrası
mikroskopi ve analitik kimya gibi ileri görüş
gerektiren iki konu üzerinde çalıştı. 1846’da
ilk kez basılan “Berlin Journal of
Experimental Pathology” Virchow’un ilk yayınlarını da içermekteydi. Bu derginin sadece
iki sayısının çıkartılabilmesi elinde hızla veri
birikmiş olan Virchow’u kendi dergisini çıkarmaya itti. Bu, kayda değer bir hareketti.
İlgi gören dergi patolojik anatominin lider
dergisi oldu. Dergi “Virchow’un Arşivi” olarak bilinir.
Robert Koch tüberküloz basilini ve
daha pek çok bakteriyi keşfetti. Tüberküloz
basilinin histolojik olarak gösterilmesinde de
kısmen rolü bulunmaktadır.
Hiç şüphesiz aslında kuzeni olan
Weigert’le aynı laboratuvarda çalışan Paul
Ehrlich kimyasal ve deneysel patoloji ve
bunlarla ilgili diğer disiplinlerin lider
savunucusu olmuştur. Weigert’in ayırıcı
boyama teorisinden yola çıkarak, boyanma
özellikleri dikkate alındığında değişik tipte
lökositlerin ayırt edilmesini sağlayan yeni ve
önemli birkaç bilimsel çalışmayı
desteklemeye yetecek güçte bir vakıf kurdu.
Kan dokusu üzerindeki çalışmaları ve
keşifleri günümüzde anemi ve lösemiyle ilgili
alanlarda ayırıcı tanının temelini oluşturdu.
Daha önce de belirtildiği üzere anilin
boyalarının keşfi histolojik boyanmaları
büyük ölçüde geliştirdi. Bu alanda pek az kişi
anilin boyaların bazılarıyla canlı dokuların da
güvenle boyanabileceğini gösteren Paul
Ehrlich kadar önemli bir rol oynamıştır.
1847’de Joseph Garleck, dokuların
içindeki damarlara amonyaklı karmen jelatin
enjekte etti. Kazara alkalin karmenin çekirdek tarafından artmış affiniteyle tutulduğunu
keşfetti. Bu, ilk çekirdek boyasıydı.
Enzim histokimyasının gelişimi,
60’ların sonunda gösterilebilir enzimlerin
sayısının 75’e kadar çıkması ve bugün bu
Carl Weigert doku rejenerasyonu ve
nekrozunu anlama yolunda adım attı. Çalış-
4
A.Ü. Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji ABD web sayfası
sayının 100’ü aşması dikkate alındığında
anlaşılabilir. Günümüzde enzim histokimyası
tanıda kısıtlı role sahiptir ve yerini daha kesin
sonuçlara ulaşabilen bir disiplin olan
immünhistokimyaya bırakmıştır.
İmmünhistokimya çalışmalarının
uygulanabilme olasılığı 1941’de Coons ve
arkadaşlarının spesifik bir antikoru flüoresan
bir boyayla boyamalarıyla ortaya çıkmıştır.
Patologlar immünflüoresan yöntemlerini
tanıda kullanma konusunda yavaş
davrandılar. Bu yöntemin etkinliği 60’ların
ortalarına kadar dikkate alınmadı. Bu tarihten
sonra ise bu konuyla ilgili araştırmalarda bir
patlama yaşandı. Bugün kullandığımız
immünopatoloji bir dereceye kadar
immünflüoresan yöntemlerinin başarı
kazanmasının üzerine kurulmuştur. Özellikle
renal hastalıklar, cilt hastalıkları ve
otoimmün hastalıklarda tanısal uygulamalar
hızla bu gelişmeleri izledi. Paradoksik olarak
immünflüoresan yöntemlerin kullanımındaki
başarı, bu yöntemde kullanılan flüoresan
bağlı antikorların bazı dezavantajlarından
kaçınmak için alternatif bir tekniğin
oluşturulmasındaki gereği doğurdu.
İmmünperoksidaz yöntemleri bu
problemlerin bir kısmını yenmek için
geliştirildi. Spesifik bir antikorun flüoresan
izotiyosiyanat yerine bayırturbu (horseradish)
peroksidazıyla konjugasyonu ilk basamaktı.
Bu peroksidaz, belirteç enzimi olarak
seçilmişti ve enzim-antikor lokasyonunda
kararlı bir renk reaksiyonu üretebiliyordu.
Parafin blokların kullanımı, hücre
tanımlanması için gerekli spesifik
immünolojik kriterlerin karşılaştırılabileceği
mükemmel morfolojik ayrıntılar verdi.
1975’te monoklonal antikorların gelişimi
histolojide devrim yarattı. Poliklonal
antikorların üretilemediği birçok antijene
karşı monoklonal antikorlar geliştirildi.
Bunun yanı sıra kullanımdan kullanıma
değişiklik gösteren poliklonal antikorların
aksine monoklonal olanlarda
standardizasyon mümkün oldu.
Elde edilebilen monoklonal
antikorların çeşitliliği sadece tek bir veya bir
grup hücrenin karakterize edilimesine değil
aynı zamanda bu hücrelerin fonksiyonel
durumunu da izlemeye olanak sağlamaktadır.
Örneğin monoklonal bir antikor olan Ki67,
bir hücrenin siklusun dinlenme fazında olup
olmadığının analiz edilmesine olanak sağlar.
Meme karsinomu hücrelerinin östrojen
reseptör durumu da monoklonal antikorlar
kullanılarak analiz edilebilir.
Monoklonal antikorlar tarafından
tanınan antijenlerin geniş spektrumu
nedeniyle bazılarının zorlukla
görüntülenecek nitelikte olması
kaçınılmazdır. Bu problemi yenmek için
daha gelişmiş ve duyarlı tanı sistemleri
geliştirilmiştir. Bu sistemlerin kullanımı daha
önce tespit edilemeyen antijenlerin
görüntülenmesini sağlamıştır. Moleküler
biyologların belirli bazı genleri klonlama
çabaları yeni ve heyecan verici bazı
antijenlere karşı monoklonal antikor
üretimine izin vermiş bulunmaktadır.
İmmünhistokimya alanındaki heyecan verici
gelişmeler patolojik olayların temelini anlama
yolunu açmaktadır.
İlk immünperoksidaz konjügatları
bunlara karşılık gelen immünflüoresan
konjugatlara göre biraz daha iyiydiler.
Bunların rutin işlem görmüş dokulara
uygulanması bu yöntemin araştırma ve tanı
amaçlı kullanımında önemli bir adım oldu.
İlk kez bir yöntem antijenlerin
gösterilmesine olanak sağlıyordu ve böylece
patologların immünolojik bulguları
geleneksel sitolojik ve histolojik kriterlerle
karşılaştırması olanaklı kılındı. Bu
gelişmelerin histopatolojideki etkileri hızlıydı
ve günümüzde rutin olarak kullanılan belli
sayıda teknikte bu etkiler izlenmektedir.
Araştırmacı patolojide immünsitokimya
teknikleri belirli bir yer edindi.
Histolojideki fonksiyonel gelişmeler
hücre yapısındaki değişiklilere bağlı olarak
ortaya çıkan hücre anormalliklerinin
artmasıyla ilgi çekmiştir. Son yüzyılın
gelişmeleri artık boyama ile ilgili değildir.
1950’lerde kriyostatın keşfi enzim
histokimyasının gelişmesini sağlamıştır,
ancak histokimyasal teknikler enzimler için
5
A.Ü. Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji ABD web sayfası
tek yöntem değildir. Artık bir çok doku
komponenti bilimsel temeli iyi anlaşılmış
kimyasal reaksiyonlarla gösterilebilmektedir.
İmmünhistokimyayı da içeren histokimyadan
elde edilen kimyasal tepkimelere ilişkin
bilgiler elektron mikroskobuyla gösterilen
hücresel komponentler hakkındaki bilgileri
tamamlamıştır.
Histokimyanın ulaşabileceği noktalar
sınırsız olabilir, ancak bu tekniklerin de
dezavantajları bulunmaktadır. Taze dokuyla
çalışma gereği, son tepkime ürünlerinin
yumuşak renkleri, kalıcı preparasyonlardaki
sorunlar hâlâ arzulanan birşeyler
bırakmaktadır.
Histologlar spesifik aktif yapıları
tanımlamak gereğini duymaktadırlar.
Moleküler patoloji, in situ hibridizasyon,
genetik değişimler ve immünhistokimyadaki
gelişmeler bizi bu amaçlara ulaştırabilir.
Histopatolojide belirteçlerin
özgünlüğü arttıkça histokimyasal yöntemler
artmaktadır. Daha önce de özetlediğim gibi
tanımlama ve büyütme artık histolojide
problem olarak görülmemektedir. Bugün,
histolojik yapıları gözlemleyebiliyor ve
normal ve anormal fonksiyonları
tanıyabiliyoruz. 40 yıl önce hayal bile
edemediğimiz duyarlılığa ve özgünlüğe artık
erişebiliyoruz. Elektron mikroskobu, enzim
ve immünsitokimya tekniklerinin rutin
boyama teknikleriyle birleştirilmesi artık
hepimiz tarafından kabul edilmektedir. Yeni
yöntemlerin bazıları vücut sıvılarını
incelemek amacıyla kimyacılar ve
immünologlar tarafından da kullanılsa da
histopatoloji, dokulardaki hücrelerdeki işlev
anormalliklerini tanımlamak amacıyla
kullanıldığında yeri doldurulamaz.
Sayısı giderek artan yöntemlerimizi
artan patolojik problemler üzerinde
uygulamayı sürdürmeliyiz. Geçmişteki büyük
bilim adamlarının sağladığı katkılara benzer
biçimde şu anda kullandığımız tekniklerin
yeni bilgiler getireceği ve katkılar sağlayacağı
olasıdır.
6