Kuruluşunun 50`inci Yılında Özel Toros Okulları

Transkript

Kuruluşunun 50`inci Yılında Özel Toros Okulları
KURULUŞUNUN 50’NCİ YILINDA
ÖZEL TOROS OKULLARI ve
TOROS ÜNİVERSİTESİ
(1964-2014)
Yayın No: 8
ISBN
ÖNSÖZ
Bu kitabın yazılış öyküsü biraz farklı bir tarzın sonucudur. Ben de bu
önsözü hem bunu anlatmak hem de yazmak isteyip te yazamayanları teşvik
etmek için kaleme aldım. Ancak şunu hemen belirteyim; bu önsözü mensubu
olduğum Toros üniversitesi Rektör Yardımcısı olarak değil, Ali Özveren’in
dostu olarak yazıyorum.
Ali Bey yaşca benden büyük olmasına rağmen belki aynı nosyondan
gelmemizin (ikimiz de sosyoloğuz) belki de aynı coğrafyanın kaderini paylaşmanın benzer haleti ruhiyesiyle hep yakın olduk, birbirimizi dinledik, uzun
sohbetler yaptık, konuştuk, tartıştık ve bu yakın arkadaşlığımız zaman içinde
benim açımdan derin bir dostluğa dönüştü. Bu birlikteliğimiz birlikte bir dönem bu kenti yönetme onuruna aday olma istenciyle siyasette de devam etti.
Şunu rahatlıkla söyliyebilirim; bir açıdan bakıldığında iki tip insan vardır: Biri uzaktan çok büyük görünür insanın gözüne, tıpkı bir selvi ağacı gibi;
yaklaştıkça küçülür yaklaşanın gözünde. İkincisi ise uzaktan büyük gözükmez; tıpkı bir çınar gibi, ancak yaklaştıkça, tanıdıkça büyür insanın gözünde.
İşte sevgili okurlar, bilen bilir zaten, ama ben gene de söyleyim; Ali Özveren
ikinci türden bir kişidir.
Bu kadar önemli başarılara imza attığı halde son derece mütevazidir.
Sahip olduğu mal- mülkle asla övünen biri değil. Hele hele bunu insanın gözüne sokan, onlarla kendini var eden bir kişi hiç değil. Ben bunca beraberliğimizde buna tekabül eden tek bir örneğe rastlamadım. O varlıklı olmaktan önce hep var olmayı yeğledi ve bu davranışıyla örnek, saygın bir kişilik
oluşturdu. İşte ben Ali Özveren’i daha yakından tanıdıkça bunları gördüm ve
yaklaştıkça gözümde büyüdü.
Fakat bir sorun vardı. Bildiğiniz gibi, ölüm en çarpıcı gerçeğimiz ve hepimiz ölümlüyüz. Bu dünyadan göçüp gittikten sonra yarattığımız değerlerle,
insanlığa küçücük de olsa yaptığımız katkılarla anılırız. Ali Özveren’in bu anlamda övüneceği bir çok eseri var. O her ne kadar övünmese de... Lakin bunlara
ilişkin bir yazılı eseri yoktu. Bu bana hep bir eksiklik olarak göründü. Yeri geldikçe her seferinde bunu ona hatırlattım, yazması için teşvik ettim. Ettim ki bu
çalışmaları, arkadan gelen kuşaklara örnek olsun, neler yaptığını, nerden nereye
geldiğini öğrensin insanlar ve bundan kendine dersler çıkarsınlar.
Düşünsenize Elbistan’ın bir köyünden çıkıp gelmiş bir aile kurmuş, temel işi öğretmenlik olmakla birlikte, uzun uğraşılar sonunda birçok iş yapmış,
çok şey yaşamış. Orada başlayan yaşam serüveni bir eğitimci olarak Mersin’de
devam etmiş ve kendi çabalarıyla birçok başarıya imza atmış kendi alanında
zirveye ulaşmış bir kişi Ali Özveren.
Toros Kolejleriyle sürdürdüğü eğitim-öğretim yaşamını Toros Üniversitesiyle taçlandırmıştır. Bu öyle görmezden gelinicek az buz bir şey değil. Sorarım
size; hele hele yaralı, eğitimsiz ve ekonomik olarak geri bırakılmış bir coğrafyadan çıkıp gelerek bunu başarmak bu yaratının değerini bir kat daha artırmıyor
mu? Bu hem dikatta hem de taktire şayan bir durumdur benim zaviyemden. Ben
onun yaşam serüvenindeki bu inişli çıkışlı ama hiç yılmadan hep yukarıya doğru tırmanan kısmının son 15-20 yıllık tanığıyım. Bence ondan sonraki kuşakların, hepsini yakından tanıdığım sevgili çocuklarının, övünerek daha yukarıya
taşımaları gereken zirve eseri Toros Üniversitesidir.
Bizim uzun yıllar süren bu dostluğumuz Toros Üniversitesi ile iş arkadaşlığına dönüşerek sürdü. Bizlerin de bilimsel bilgi üreten, nitelikli insan yetiştirmeyi önüne hedef olarak koyan ve üniversite kent kaynaşmasıyla yeni bir vizyon
çizen bu kurumun inşaası ve gelişmesinde bir katkımız olduysa bundan ancak
onur ve mutluluk duyarız. Bu nedenle Torosa geldikten sonra hep hummalı bir
çalışma içinde oldum. Öyle ki, aşırı bir çalışma ve çabanın içinde olduğumu
söyleyerek biraz yavaşlamamı söyleyenlere hep şunu dedim: “Değerli arkadaşlar, benim bir dostum bütün varlığını ortaya koyarak bir üniversite kurmuş. Üstelik bu kurum bilgi üretiyor ve nitelikli ‘iyi insanlar’ yetiştirmeyi hedefliyor.
Ben de tecrübe, bilgi, birikimimle bütün enerjimle buna katkıda bulunmaya
çalışıyorum. Bu çok mu? Üstelik eğitim-öğretimle hem değerli hem de geleceği
biçimlendirmeye katkısı olan bir iş yapıyoruz.” Bu yüzden bu olanağı ortaya
koyan Ali Özveren’e camiamız ve öğrencilerimiz adına teşekkür ediyorum.
Dediğim gibi bu serüvende bir eksiklik vardı. Evet Ali Özveren çok acı
tatlı yaşantılardan geçmişti ancak yaşlanıp da bir kenara çekildiğinde torunları gelip de aksakalını okşayarak “Dedeciğim sen geçmişte nasıl yaşadın, neler
yaptın?” diye sorduklarında onların önüne koyacak bir yazılı eserinin olmamasını büyük bir eksiklik olarak tahayyül ettim ve bunu gidermek için ısrarımdan
hiç vaz geçmedim.
Nihayetinde bu ısrarlar ve teşvikler sonuç verdi ve Ali Özveren’den ard
arda defterler gelmeye başladı. Biz de hemen işe koyulduk. Bu teşviği madem
biz yaptık onları kitaba çevirmek de bizim boynumuzun borcuydu. Ve elinizdeki kitap böyle ortaya çıkmış oldu. Nitekim yarım asırlık bir serüven bu. Hepsini
burada anlatmanın mümkün olamayacağını takdir edersiniz. Bu çalışma biraz
da bu gözle okunmalı..
İşte Toros Eğitim Kurumlarının 50. yılına denk gelen bu çalışma bu
uzun ince yolu anlatıyor. Umarım bunun devamı gelir. Çünkü hep derim, yazmak, ölümün elinden birşeyleri kurtarmaktır. Bunu her fırsatta başta Ali Öz-
veren olmak üzere önemli başarılara imza atmış, yaşama değer katmış dostlarıma söylerim.
Şöyle ki; insan yaşarken bilgileri ve anıları sürekli dolaştırdığı derin bir
kuyuda birikir ve bu kuyuyu hep yanında taşır. Eğer onları anlatmazsa o birikimler, anılar ve bilgiler orada unutulmaya terk edilir. Onlar için unutulmak
ölmek demektir ve böylece ölür giderler.
Eğer onları anlatırsak ömürleri bizim ömrümüz kadar olur. Biz öldüğümüzde onlar da ölürler. Eğer oları yazarsak, biz ölsek de onlar yaşamaya
devam eder, ömürleri bizimkinden daha uzun olur.
O yüzden Sevgili Ali Özveren’in de sevdiği ve kitapta da yer verdiği şu
sözlerimle bitireyim bu önsözü. “Anmaya değer iki tür yaşam vardır; ya yazılmaya değer bir yaşam süreceksin ki bu her babayiğidin harcı değil, bunun için
mangal gibi yürek gerekir. Bunu yapamıyorsan okunmaya değer bir şeyler
yazacaksın.” Ali Özveren’in yazmaya değer bir yaşamı vardı zaten, o yüzden
yazılmalı dedim hep. Şimdi artık okunmaya değer bir eseri de var.
Yolun açık olsun eğitimin, hem koca neferi hem de koca çınarı...
Prof. Dr. Ahmet ÖZER
26.04.2014 / Mersin
İÇİNDEKİLER
I. BÖLÜM TOROS OKULLARININ KURULUŞ SERÜVENİ VE MERSİNLE TANIŞMA ...............19
TOROS KOLEJİ’NİN KURULUŞU ....................................................................................21
OKULUN ADI VE OKUL BİNASI ................................................................................... 22
OKULUN AÇILMASI İLE İLGİLİ RESMİ İŞLEMLER .................................................. 25
OKULUN RESMEN AÇILMASI ....................................................................................... 26
BİR FEDAKÂRLIK ÖRNEĞİ ............................................................................................ 27
DENKLİK (MUADELET) İŞLEMLERİ VE TEFTİŞLER ............................................... 29
KURUCULUK SORUNU ................................................................................................... 30
STATÜ VE YÖNETİMLE İLGİLİ DEĞİŞİKLİKLER ...................................................... 33
OKUL BİNASI DEĞİŞİKLİĞİ ........................................................................................... 34
BÜTÜN SIKINTILARA TÜY DİKEN TEFTİŞ SORUNU ..............................................35
YENİDEN YAPILANMAYA GİDEN YOLUN BAŞLANGICI ....................................... 39
KIRILMA NOKTASI .......................................................................................................... 42
NE YAPMALI? ................................................................................................................... 44
İLGİNÇ BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ ....................................................................................... 45
SOKRATES’TEN BİR ALINTI ......................................................................................... 47
YENİDEN YAPILANMA DÖNEMİ ................................................................................. 53
GENE TEFTİŞ BELASI ...................................................................................................... 53
II. BÖLÜM
MERSİN EĞİTİM VAKFI KURULMASI VE SONRASI ........................................... 61
MERSİN EĞİTİM VAKFI’NIN KURULUŞU ................................................................... 63
OKULUN RESMEN VAKFA DEVREDİLMESİ .............................................................. 65
OKUL ARSASI BULUNUYOR ......................................................................................... 69
CEBR-İ İCRA OLAYI ......................................................................................................... 72
HÜSEYİN TEKİN’İN KUŞLARI .......................................................................................74
OKUL BİNASI ARAYIŞLARI .......................................................................................... 77
NE YAPMALI? ................................................................................................................... 83
CESARET VEREN BİR SES ............................................................................................. 87
HAYDAR GÜRÜN’ÜN KATKILARI ............................................................................... 90
CAN SIKICI BİR TOPLANTI ............................................................................................ 95
YENİ OKUL BİNASININ AÇILIŞI ................................................................................... 96
TED KOLEJİ İLE İLGİLİ BİR ANI ................................................................................... 98
SINAVLA ÖĞRENCİ ALINMASI .................................................................................. 100
ÜST DÜZEY EĞİTİM İÇİN KALICI ÇÖZÜM ARAYIŞLARI ......................................102
12 EYLÜL DÖNEMİNİN OLAĞANÜSTÜ KOŞULLARI VE TALİHSİZ BİR OLAY .106
KESİNTİSİZ İNŞAAT .......................................................................................................113
İKİNCİ BİR OKUL YERİ TEKLİFİ ................................................................................. 117
YÖNETİM KURULU ÜYELERİNDE DEĞİŞİKLİKLER ..............................................118
VAKIF ANASENEDİNDE YAPILAN DEĞİŞİKLİK ..................................................... 125
VAKFIN YENİ YÖNETİM BİÇİMİ .................................................................................127
VERGİ MUAFİYETİ TALEBİ ..........................................................................................129
ÖĞRENCİ İZDİHAMI VE BİR ANI ................................................................................130
ZİRVEYE ÇIKMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI ......................................................132
İLKOKUL BÖLÜMÜNÜN AÇILMASI ...........................................................................135
ORTAÖĞRETİM İÇİN YENİ BİNA İHTİYACI ..............................................................147
FEN LİSEMİZİN AÇILMASI ...........................................................................................149
SERBEST PİYASA EKONOMİSİNİN ÖZEL OKULLARA ETKİSİ .............................151
OKUL ARSASININ TAPU İPTAL DAVASI ....................................................................157
YAZ OKULU İLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR ......................................................................169
YILAN HİKÂYESİNE DÖNEN OKUL ARSASI İLE İLGİLİ DAVANIN YENİ
VERSİYONLARI................................................................................................................177
DAVADA YENİ BİR SÜREÇ BAŞLIYOR .......................................................................181
III. BÖLÜM
ÜNİVERSİTE FİKRİ VE DİĞER ÇALIŞMALARIMIZ ....................................... 187
ÜNİVERSİTE AÇMA FİKRİ VE KAMPUS ARAZİSİ ARAYIŞI .................................189
ÖZEL TOROS KOLEJİ A.Ş.’NİN OKUL KURUCULUĞU .......................................... 204
MEVCUT SİSTEMİN EN AZ 10 YIL ÖNÜNDE OLMAK ............................................210
MERSİN EĞİTİM VAKFI ve ÖZEL TOROS OKULLARININ SOSYAL ETKİNLİKLERİ
İLE İLGİLİ BAZI ÖRNEKLER ........................................................................................218
ÖĞRENCİ BURSLARI .....................................................................................................221
SOSYAL SORUMLULUK ÇALIŞMALARIMIZ ........................................................... 223
DEPREM FELAKETİNDE ACILARA ORTAK OLDUK .............................................. 225
TOROS ÇİÇEKLERİ KAMPANYAMIZ ......................................................................... 228
KURUMUMUZDA ÇEVRE DUYARLILIĞI İLE İLGİLİ FAALİYETLER ................ 230
OĞLUMA MEKTUP .........................................................................................................235
EĞİTİMİN HER ALANINDAKİ ÜSTÜN BAŞARILARIMIZ ..................................... 238
BAZEN
ÇOK
GÜVENDİĞİMİZ
ve
UMUT
BAĞLADIĞIMIZ
GENÇ
ÖĞRETMENLERİMİZDEN
OKULUMUZDAN
AYRILMAK
DURUMUNDA
KALANLAR OLMUŞTUR ....................................................................................................... 241
TOROS MARŞI NASIL DOĞDU?.................................................................................... 243
ULUSLAR ARASI GLOBE PROGRAMI ....................................................................... 246
SPORCULARIMIZ BİZE BÜYÜK HEYECAN ve MUTLULUKLAR YAŞATTILAR .................248
TARSUS ÖZEL TOROS OKULLARI ............................................................................. 250
IV. BÖLÜM TOROS ÜNİVERSİTESİ KURULUYOR ................................................................... 267
TOROS ÜNİVERSİTESİ’NİN KURULMASI ................................................................ 269
MÜTEVELLİLER HEYETİ ............................................................................................. 296
TOROS ÜNİVERSİTESİ MÜTEVELLİ HEYETİ .......................................................... 298
FOTOĞRAF ALBÜMÜ .....................................................................................................311
BASINDA ÖZEL TOROS OKULLARI ............................................................................339
SUNUŞ
Eğitimin fert ve toplum için yaşamsal önem taşıdığı, dün olduğu gibi
bugün de tartışmasız kabul edilen önemli bir gerçektir. Bugün en gelişmiş
ülkeler kendilerine 40-50 hatta 100 yıllık eğitim hedefleri belirleyip, eğitim
çalışmalarını bu hedeflere göre planlamaktadırlar.
Globalleşmenin yaşandığı günümüzde, sanayi ötesi düzeyini ifade eden
“bilgi çağında” bu önem büsbütün artmıştır. Artık her birey, sahip olduğu bilgi düzeyine koşut bir yaşam standardı sağlamaktadır. Daha doğru bir deyişle,
her insanın hak edeceği refah, mutluluk ve itibar O’nun sahip olduğu bilgi
düzeyi ile orantılıdır.
Toplumumuzda sıkça öne çıkarılan “televole” kültürü, hiçbir toplumsal
gerçekliği olmayan, magazin amaçlı sanal bir durumdur. Eğitimsiz insanların üstün ve kalıcı sosyal, ekonomik statü kazanmaları, kişisel ve toplumsal
açıdan anlamlı ve değerli bir yaşam sürdürebilmeleri milyonda bir oranlarla
dahi ifade edilemeyen istisnai bir haldir. Bu istisnai durumun geçerli bir yol
gibi lanse edilmesi ve kabul görmesi dahi başlı başına eğitim eksikliğinin bir
kanıtıdır.
Yapılan araştırmalar, her toplumun eğitime verdiği önem ve bu amaçla
yapılan yatırım oranında geliştiğini göstermektedir. Örneğin 1960’lı yıllarda
eğitime en fazla yatırım yapan ülkeler sırasıyla Japonya, ABD ve Federal Almanya olduğu saptanmış ve 20 yıl sonraki gelişmişlik düzeyinin buna paralel
olduğu görülmüştür.
Eğitim hayatın her alanında vardır. Ancak en verimli eğitim, bu amaçla
kurulmuş, plan, program, donanım ve kadrosu ile bu işlemin profesyonelce yapıldığı eğitim kurumlarında, yani okullarda gerçekleşebilir. İki bin beş yüz yıldan
fazla geçmişi bulunan eğitim kurumları, tarih boyunca yapılan bilimsel araştırmalar sonunda, günümüzde tamamen profesyonel bir yapıya kavuşmuşlardır.
Öyle ki, günümüzde her birey için ve her bireyin bulunduğu yaş düzeyine göre eğitim yöntem ve tekniklerinin belirlendiği ve uygulandığı eğitim
organizasyonları gerçekleştirilmiştir. Artık toplu dersler öğretmenliği, her
öğrenci için önemli sayılan mihver dersler, her yaş grubundaki her öğrencileri yönlendirebilecek eğitimciler kalmamıştır. Aynı yumurta ikizi kardeşlerin
dahi aynı yöntemlerle eğitimlerinin bile çoğu kez geçerli olamayacağı gibi,
üniversite hocalarının orta öğretim veya ilköğretimde, orta öğretim öğretmenlerinin ilköğretim veya okul öncesi eğitimde verimli olamayacakları, pedagojik bir geçektir.
Aynı şekilde verimli eğitim ortamlarının sağlanabilmesi için de sayısız
bilimsel ayrıntılar bulunmaktadır. Bunlar gerçekleştirilmediği takdirde verimli eğitimin sağlanması mümkün değildir.
Fiziki mekânlardan yöntem ve tekniklere, kadroların yetkinliğinden
yönetim ve yönlendirme servislerine kadar her alanda pedagojik gerçeklere
uygun eğitim organizasyonlarının sağlanması durumunda mutlaka başarı elde
edilir. Aslında hiçbir öğrenci başarısız değildir. Doğru eğitimle mutlak başarı
sağlanır.
Aksi durumda ise başarı tesadüfîdir. Veya “rağmen başarı” vardır. Prof.
Yahya Kemal Kaya, “Mevcut sistemimizle başarılı insanların yetişmesini beklemek, makarna fabrikasından çivi üretimini beklemek gibidir. Eğer öyle bir
sonuç gerçekleşirse, bu imalat hatası olur…” diyor. Belki abartılı bir örnektir
ancak önemli ve acı bir gerçeği ifade etmektedir.
Eğitimin ve eğitim kurumlarının bu denli önemli olduğu günümüzde,
her eğitim kurumunun ve eğitimcinin ciddi görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Ülkemizde eğitimcilerin resmi görev ve sorumluluklarını yerine
getirebilmeleri için eğitim kurumlarının klasik yapılarının korunması yetmez.
Her eğitimcinin bir eğitim fedaisi gibi çalışması ve her eğitim kurumunun
sürekli yenilenme süreci içinde olması gerekmektedir. Aksi takdirde ortalama
fert başına eğitim harcamaları bizim 40-50 katımız olan gelişmiş ülke çocuklarıyla yarışacak nesiller yetiştiremeyiz.
Eski adı ‘Toros Koleji’, yeni ismi ‘Özel Toros Okulları’ olan kurumumuz, tamamen bu anlayışın ürünü olarak kurulmuş ve uzun yıllar sürekli bu
anlayışın gerektirdiği olağanüstü çaba ve gayret gösterilmiştir.
1964 yılında, Türkiye’nin en başarılı liselerinden birisi olan Mersin
Tevfik Sırrı Gür Lisesi’nin kendi alanında otorite olan değerli ve idealist öğretmenlerinin güç ve ideal birliğiyle Toros Koleji kurmuştur. Hukuki yapısı
bile tespit edilmeden kurulan okul, bütün güçlüklere karşın toplumda ciddi
kabul görmüş ve önemli hizmetler sunmuştur.
Kurucularının hizmetlerine dayalı olarak açılan okul, kuruluş sermayesi ve ciddi bir mal varlığının bulunmaması ve kurucularından bazılarının bir
süre sonra resmi görevlerinden dolayı Mersin’den ayrılmış olmaları nedeniyle
ve ayrıca içinde eğitim yapılan kiralık binanın kat karşılığı verilen yapsatçı
tarafından yıkılması sonucu 1978 yılında kapanma tehlikesi geçirmiştir.
O tarihlerde hasbelkader okul yöneticiliği görevinde bulunmamdan dolayı taşımakta olduğum ciddi sorumluluk gereği olarak okul kurucuları, öğ-
renci velileri ve resmi mercilerle konu ile ilgili çeşitli görüşmelerde bulunarak,
okulun yaşatılması için gösterilen yoğun çabalar sonunda, yönetici, öğretmen
ve velilerle birlikte bir vakıf kurmak suretiyle vakıf bünyesinde okulun yaşatılmasına karar verildi.
Okulun yaşatılmasını gerektiren sayısız sebeplerden birisi, belki de en
önemlisi, 1964 yılındaki kuruluş idealleri olmuştur. İdealist nedenlerle eğitimciler tarafından kurulmuş olan ve 14 yıl süre ile bu ideallere uygun hizmetler vermiş bulunan kurumu bir mabet gibi algılıyor ve hiçbir şekilde yok
olmasına katlanamıyordum. Aynı duygular içinde olan kimi kurucu, öğretmen
ve öğrenci velilerinin desteğiyle gerekli önlemler alınarak okulun yaşatılması
sağlandı.
Okulun kuruculuğunu üstlenen Mersin Eğitim Vakfı da sadece kâğıt
üzerindeki resmi bir senetten ibaretti. Vakfın hiçbir mal varlığı yoktu. Amaç,
okula bir tüzel kişilik kazandırmaktı. Bu yapı ile okulun yaşayabileceğine ve
hatta gelişeceğine inanıyordum. Çünkü bana göre bugün olduğu gibi o gün de
eğitim önemli bir hizmetti. Bu önemli hizmetin layıkıyla yapılması durumunda mutlaka toplum nezdinde hak ettiği desteği bulacaktı.
Okul binası yıkılıp da çadırda eğitim yaptığımız sırada dahi enkazların
ve inşaat molozlarının arasında yaptığımız eğitim yılı açılış töreninde, “Bu
okul Türkiye’nin en iddialı okuludur. Şu anda maddi ve fiziki hiçbir şeyimiz
olmayabilir. Ama en görkemli tesislere sahip olan okullardan daha büyük ideallerimiz var. Bunları mutlaka gerçekleştireceğiz.” demiştim.
O günün koşullarında bir fantezi, hatta hezeyan gibi görülmüş olabilir.
Ama söylediklerimde son derece samimiydim ve bunun gerçekleşeceğine de
yüzde yüz inanıyordum.
1978-1979 öğretim yılı, yeni bir başlangıç oldu. Okulun mevcut uygulamaları ve idealleri tabiî ki çok iyi idi ama yeni dönemin hedef ve beklentileri
daha farklı olmalıydı. Her vesileyle ifade ettiğim temel ilke şu oldu: “Topluma
karşı en faydalı hizmet, eğitim hizmetidir. Bir tek öğrenciye dahi eğitim olanağı sağlamak önemlidir; Ama devletimiz milyonlarca öğrenciye bu hizmeti
sağlıyor. Bizim klasik eğitimle yapacağımız katkının fazla bir değeri olamaz.
Sıradan bir eğitimin toplumsal katkısı sınırlıdır. Eğer biz yetenekli öğrencilere
üst düzeyde eğitim hizmeti verebilirsek, işte o zaman önemli bir katkı sağlamış oluruz…”
Toros’ta yeni dönemin temel ilkesi ve hedefi bu oldu. Fiziki mekânlardan yöntem ve tekniklere, eğitim kadrosunun oluşturulmasından öğrenci
seçimine kadar her şey “yetenekli öğrencilere üst düzeyde eğitim hizmeti sunmak” amacına uygun olarak planlandı ve gerçekleştirildi.
Son yıllarda yaşanan ekonomik krizler nedeniyle bazı sıkıntılar yaşanmakla beraber, bu sıkıntılar öğrenci bursları ve benzer yöntemlerle giderilmeye çalışılmaktadır. Mevcut olanaklar ve potansiyel bakımından bu amacın
gelecekte daha da iyi gerçekleşebileceğine inanıyorum.
1980’li yılların hemen başından itibaren günümüze dek her yıl öğrencilerimizin Dünya ve Türkiye birincilikleri dâhil bilim, sanat ve spor gibi eğitimin çeşitli alanlarında yüzlerce ödül almaları, bu amacın gerçekleşmekte
olduğunun en güzel kanıtıdır.
Yaşadığı inanılmaz güçlüklere karşın olağanüstü bir direnme ile varlığını korumuş ve bununla da kalmayarak mucize kabili başarılar göstermiş
olan bir eğitim kurumunun ibret dolu öyküsünün başka eğitim kurumları,
kurumun eski-yeni ve gelecekteki tüm mensupları ve eğitime gönül verenler
için ilginç olabileceği düşüncesiyle yazılan bu kitap, tümüyle gerçek olayları
yansıtmaktadır.
Katkı sağlayan kişi ve kuruluşların hizmetleriyle ilgili her şeyi ifade
etmeye azami gayret gösterilmiştir. Bu konuda bir eksiklik olmuşsa; zaman
zaman zararlarını gördüğüm ve benim sık sık mahcup olmama neden olan
meşhur “bellek zayıflığımdan” kaynaklanmıştır. Bu konuda azami gayret göstermeme rağmen eksiklikler olmuşsa ilgililerden peşinen özür dilerim.
Gerçi katkıda bulunanlar okulun hizmetleri ve başarılarından dolayı
katkılarının manevi karşılığını fazlasıyla almış olduklarını düşünebilirler.
Ancak tarihe not düşmek adına hizmeti geçenlerin isimlerinin mutlaka anılmış olması ve katkılarının hatırlanması gerekir. O nedenle buna azami derecede özen göstermeye çalıştık.
Bu kitabı yazarken en çok zorlandığım husus, zaman zaman muhatap
olduğumuz haksızlık, yanlışlık ve hasmane yaklaşımlarla ilgili olayların yazılması olmuştur. Olaylara ve gelişmelere ciddi şekilde etki etmeyen üzücü
davranışlar, meşhur bellek zayıflığımın olumlu bir işlevi olarak zaten çoktan
unutuldu. Olayları ve gelişmeleri ciddi şekilde etkileyen hususlar ise, gerçekleri ifade edebilecek şekilde ve fakat olabildiğince yumuşatılarak yazılmıştır. Amacımız kimseyi kırmak ve üzmek değil, gerçeklerin olduğu gibi tespit
edilmesidir. “Hedef olan failler değil fillerdir.”
Tatsız bir anı olarak geçmişte kalması gereken olumsuz olaylar, belki
de bu kurumun yaşaması ve gelişmesinin en önemli sebepleridirler. O nedenle
kurumun bu tatsız olayların müsebbiplerine şükran borcu vardır. “Kötü ev
sahibinin, kiracısını mülk sahibi yaptığı gibi”…
Sonuçta, kurum varlığını ve hizmetlerini geliştirerek yaşadığına göre,
kurumla olumlu ya da olumsuz herhangi bir ilişkisi bulunan herkesin bir yararı dokunmuş demektir. O nedenle kurumun ve kurum mensuplarının, hiç
kimseye herhangi bir kırgınlığı olamaz. Benim de… Doğrudan veya dolaylı
şekilde emek ve hizmeti geçen herkese sonsuz teşekkürler.
19
I. BÖLÜM TOROS OKULLARININ KURULUŞ SERÜVENİ VE MERSİNLE
TANIŞMA
20
21
TOROS KOLEJİ’NİN KURULUŞU
Türkiye’nin sayılı liselerinden birisi olan Mersin Lisesi (Tevfik Sırrı
Gür Lisesi), 1960’lı yıllarda eğitimin her alanında ülke çapında başarılar elde
ediyordu. Okulun idealist eğitim kadrosu, eğitimle ilgili hizmet alanını geliştirmek, bu konudaki ideallerini daha iyi gerçekleştirebilmek için özel bir çaba
içindeydiler.
Bu yetkin kadro, gerek kendi aralarında, gerekse bu konuda duyarlılık
gösteren öğrenci velileriyle yaptıkları görüşmelerde, Mersin’de işadamları tarafından ticari amaçla kurulmuş olan 2 özel okulun (Özel İçel Koleji ve Özel
Akdeniz Koleji) bulunmasına rağmen, bu sahada bir boşluk bulunduğu, Tarsus Amerikan Kolejinin verdiği hizmete benzer bir eğitimi hizmeti verebilecek özel okula ihtiyaç olduğunu düşünüyorlardı.
Bu düşünceyle yeni bir okul açılmasına karar verildi ve hemen bunun
hayata geçirilmesi çalışmalarına başlandı. Kısa zamanda okulun kurulmasına
öncülük edecek kurucu heyet belirlendi.
O zamanki adı Mersin Lisesi olan Tevfik Sırrı Gür Lisesi’nin (TSGL)
yönetim kadrosu dahil belli başlı branş öğretmenlerinin içinde yer aldığı kurucu heyet şu üyelerden oluşuyordu:
1. Sabri EKMEKÇİOĞLU – TSGL Müdürü.
2. Osman ÇAĞLAYAN – TSGL Müdür Yardımcısı.
3. Erdoğan SOKULLU – TSGL Türkçe öğretmeni.
4. Zeki SİLAN – TSGL Felsefe öğretmeni.
5. Orhan UĞUROĞLU – TSGL Coğrafya öğretmeni.
6. Nedim CENGİZ – TSGL Matematik öğretmeni.
7. Hüseyin TEKİN – TSGL Biyoloji öğretmeni.
8. İzzet Sulhi SOYMAN – TSGL Fizik öğretmeni.
9. Hikmet KARAA – TSGL Müzik öğretmeni
10. Akif HAYIRLIOĞLU – İlkokul Müdürü – Sınıf öğretmeni
11. Av. Doğan ER – Serbest Avukat.
İlkokul bölümünün açılamayacağı anlaşılınca ilkokul müdürü olarak
düşünülen Akif HAYIRLIOĞLU’nun kurucular kurulundan ayrılmasıyla
başlangıçta 11 kişilik kurucu heyet 10 kişiye düşmüş ve çalışmalar 10 kişilik
kurucular kurulu tarafından sürdürülmüştür.
22
Yeni kurulacak okulun ticari işletme bakımından hiçbir hukuki statüsü
yoktu. Kurucuların tamamına yakını devlet memuru statüsünde oldukları için
ticari işletme kurmaları yasal olarak mümkün değildi. Bu nedenle kendi aralarında görüşerek Orhan Uğuroğlu’nun ev hanımı olan eşi Mualla UĞUROĞLU’nun kurucu olmasına karar verildi. Ve resmi işlemler Mualla UĞUROĞLU adına yürütüldü.
Yöneticilik deneyimleri olduğu için Hüseyin Tekin Okul Müdürü ve
Osman Çağlayan Müdür Yardımcısı olarak görevlendirildiler. O zamanki Milli Eğitim mevzuatına göre resmi okul öğretmen ve yöneticileri, özel okullarda
da yöneticilik yapabildikleri için okul müdürü ve müdür yardımcısı Mersin
Lisesi’ndeki görevlerinden istifa etmeden yeni kurulacak olan özel okulda yöneticilik görevi yapabiliyorlardı.
Okulun resmi kurucusu, okul müdürü ve müdür yardımcısı belirlendikten sonra okulun işleyişi ile ilgili bazı temel ilkeler saptandı. Ve bu ilkelerden
hiçbir şekilde ödün verilmemesi karar altına alındı. Buna göre;
Okulun kurucuları ve aynı zamanda ortakları olan öğretmenler, Mersin
Lisesi’ndeki resmi görevlerinin dışında hiçbir özel veya resmi okulda ücretli
ders okutmayacaklardı. Tüm zaman ve enerjilerini kendi okullarının başarısı
için harcayacaklardı.
Okulun kurucu ve ortağı olan her öğretmen, okuldaki öğrencilere ücretsiz kurslar verecek ve okulun sosyal ve kültürel faaliyetlerinde etkin görevler
üstleneceklerdi.
Okulun ara sınıflarına alınacak öğrenciler seviye tespit sınavına tabi tutulacaklar, sınavda başarılı olamayan öğrenciler kesinlikle okula alınmayacaktı.
Sınıfta kalmış öğrencilerle disiplin cezası alan öğrenciler hiçbir şekilde
okula alınmayacaktı.
Eğitim tarihimizde örneğine az rastlanan bir okul yapısı görülmektedir. Okulun kurucusu, statüsü, binası, hatta adı dahi daha belli olmadan, üst
düzeyde eğitim gerçekleştirme hedefine yönelik ilkelerle ortaya çıkan bir organizasyon, eşine az rastlanılacak bir durum olsa gerek. Okulu kalıcı yapan
belki de bu farklılıktır.
OKULUN ADI VE OKUL BİNASI
Okul kurucuları, isim olarak “Atatürk” veya O’nu çağrıştıracak bir
isim istiyorlardı. Ancak İçel ili sınırları içinde bu isimlerde okullar olduğu
23
için mevzuat gereği böyle bir isim verilemeyeceği anlaşılınca, günlerce süren
tartışmalar ve araştırmalar sonunda nihayet bölgenin bir sembolü de sayılan
Toros dağlarının ismine izafeten okulun adı “TOROS KOLEJİ” olarak belirlendi ve bu isim üzerinde ittifak sağlandı.
Büyük bir isabetle seçilmiş olan ve çok da tutulan bu güzel ismin değiştirilmesi konusunda yıllar sonra büyük baskılar olacak ve okulun varlığını
tehlikeye düşürücü ağır risklere karşın TOROS isminin değişmemesi için macera romanlarına konu olacak mücadelelerle bu ismin değiştirilmemesi sağlanacaktı…
Toros ismini yaşatmak, kurum olarak Toros Okulları’nı yaşatmaktan
çok daha zor olmuştur. Eğer Toros isminin yaşatılmasından vazgeçilseydi,
kurum olarak Toros’u yaşatmak çok daha kolay olacaktı. Ama bu güzel ismin
yaşaması gerektiğine olan inancımız, bütün baskı, güçlük ve haksızlıklara
karşı direnme azmimizi geliştirdi ve sonuna kadar mücadele ederek TOROS
isminin yaşatılması sağlandı.
Bunun da çok özel bir durum olduğuna inanıyorum. Hani Fuzuli Hakikat-üs Süeda (Saadete Ermişlerin Bahçesi) adlı ulu yapıtında tarihteki menkıbelerin bir kıyaslamasını yaparak bir olayın vahametini ifade eder ya, onun
gibi Toros da her yönüyle farklı ibret durumları içermektedir.
Toros adının yaşatılması için verilen akıl almaz mücadelenin, hem isim
hem de kurum olarak TOROS’u sonsuza dek yaşatacak bir gayret, fedakârlık
ve emeğin ifadesi olduğunu söylemek, abartı değil gerçektir. Gelecek kuşakların buna layık olmak için çok özel çaba göstermesi gerektiğine inanıyorum.
Dilerim ki bu yapılır.
Evet, okul ismi ittifakla kabul edildikten sonra, sıra okul binası bulmaya gelmişti. Okul binası olarak, daha sonra ATATÜRK EVİ olarak müze
haline getirilen bina en uygun seçenekti. Binanın, okul olmaya uygun yapısının yanında, Mersin Lisesi’ne çok yakın bir mevkide ve merkezi bir konumda
olması da önemli bir avantajdı.
Binanın mülk sahibi olan Fedon TAHİNCİ ile görüşüldü. Binanın alt
katında terzilik yapan Olga Kardeşlerin muvafakat etmeleri halinde kiraya
verebileceklerini ifade ettiler.
Olga Kardeşler, bekâr yaşayan iki kız kardeşti. Binanın zemin katının
batı cephesinden ayrı girişi bulunan 2 odayı kullanıyorlardı. Binanın sahibi
Fedon TAHİNCİ idi ama Olgaların da bina üzerinde yasal bir tasarruf hakları
bulunuyordu.
24
Kendileriyle görüşüldü. Anlayış gösterdiler, hatta bir okulun bu binada
açılmasından memnun olacaklarını ifade ettiler. Bunun üzerine mülk sahibi
ile gerekli mutabakat sağlandı ve 20 Mart 1964 tarihinde okul kurucusu sıfatı ile Mualla UĞUROĞLU, kefil sıfatıyla diğer kurucu ortaklar, mülk sahibi
olarak da Fedon TAHİNCİ ile eşi Angelik TAHİNCİ’ye vekâleten, kendisine
asaleten Ksenofon TAHİNCİ arasında 5 yıl süreli kira sözleşmesi imzalandı.
Süre 5 yıl olarak tespit edilmiş olmasına karşın mülk sahibi, olağanüstü
bir sebep olmadıkça, okulun istediği kadar süre veya süresiz olarak bu binada
kalabileceğini taahhüt etti.
Üç katlı binanın Atatürk Caddesi üzerinde bulunan güney cephesinin
zemin katında bisiklet tamircisi Ali YAVUZ, fotoğrafçı İsmet ÇAĞLAYAN
ve ressam Doğuş’un işlettikleri üç bağımsız dükkân ve bu dükkânların doğusunda bahçe kapısı vardı.
Bahçe kapısından taş döşemeli bir yoldan mermer basamaklı sahanlığa
çıkılırdı. Mermer döşemeli sahanlığın iki tarafında iki mermer sütun ve bu
sütunların taşıdığı cumba görünümlü sundurma yer alırdı.
İki kanatlı, işlemeli, camlı, ağır ferforje demir kapıdan giriş holüne ve
holden çok özel bir ustalıkla döşenmiş mermer basamaklarla üst kata çıkılıyordu. Üst katın girişinde, ortalama 70 metrekarelik geniş bir salon ve bu
salona yüksek kapılarla açılan 11 oda bulunmaktaydı.
Bu çok özel ahşap kapıların helezonlu menteşeleri, kapı kanatlarının
açılırken 3-4 cm yükselerek halıların toplanmasını engellenmesi sağlanmıştı.
Üst katın üç tarafında balkonlar ve kuzey tarafında da geniş bir teras bulunmaktaydı.
Binaya ait (L) şeklindeki bahçenin ön cephesindeki giriş yolunun hemen
bitiminde, yuvarlak bir havuz, kuzeybatısında (şimdiki benzin istasyonunun
arkası) kubbeli bir hamam, hamamın yanında bahçe malzemesinin konduğu
bir depo bulunuyordu.
İçinde hurma, çam, mandalina, portakal ve manolya ağaçları ile birkaç
tane gül fidanı ve başka süs bitkilerinin bulunduğu şirin bir bahçeye sahipti.
Bina ve bahçesi biraz bakımsız olmakla beraber, hem mimari estetik hem de
yerleşim ve çevre düzeni bakımından son derece güzeldi.
Modern devletimizin kurucusu olan Atatürk’ün Mersin’e teşriflerinde
bu evde misafir kalması, Mersinimiz için ayrı ve olağanüstü bir şans olmuştur.
Bu sayede mimari sanatının müstesna bir örneği olan bu yapı müze haline getirilerek koruma altına alınmış ve yaşaması sağlanmıştır. Aksi takdirde çok-
25
tan yıkılır ve yerine çok katlı çirkinlik abidesi bir beton bina dikilirdi.
Nitekim 1974-1975 yıllarında mahkeme kararıyla yapılan tahliyenin
amacı buydu. Bu arada elini çabuk tutarak rant elde etmenin dışında hiçbir
çevresel, sanatsal ve estetik değer tanımayan kişilerin elinden bu binayı kurtaran resmi makamlara teşekkür etmek gerekir.
OKULUN AÇILMASI İLE İLGİLİ RESMİ İŞLEMLER
Önce binanın okul olarak kullanma izninin alınması gerekiyordu. İlgili
daire müdürlüklerinden gerekli raporlar alındı. Karayollarından gelen uzmanların iç basamakların güvenirliği konusundaki endişelerinin dışında herhangi
bir itirazları olmadı. Söz konusu itirazla ilgili özel bir dayanıklılık testi uygulandı.
Okul kurucularından birkaç kişi, söz konusu uzman kişiyle birlikte özel
bir sistemle yapılmış olan mermer basamaklar üzerinde hep birlikte zıplamak
suretiyle dayanıklılık testi yaptılar. Bu testler neticesinde basamakların sağlam olduğuna kanaat getirdikten sonra Karayolları uzmanları da ikna oldular
ve gerekli raporlar tamamlandı.
O günkü resmi prosedürler gereğince önce İl İdare Kurulu’ndan izin
almak gerekiyordu. İl İdare Kurulundan alınan kararla Valiliğe ve Valilik kanalıyla da Milli Eğitim Bakanlığı’na başvuruda bulunuldu.
Bakanlıkça görevlendirilen Müfettiş Mersin’e gelerek bina ile ilgili incelemeler yaptı. Okul kurucuları tarafından kendisine her türlü izahatlarda
bulunuldu ve ayrıca kurulacak okulun amaç ve hedefleri konusunda kapsamlı
açıklamalar yapılarak bir an önce okulun açılması ve açılacak okul için kendilerine rehberlik etmeleri hususundaki beklentiler ifade edildi.
Görkemli bina ve yapılan hazırlıklar gerçekten umut ve heyecan veriyordu. Herkes heyecanla Müfettişin takdirlerini de ifade edecek bir rapor verileceğini bekliyordu ki tam aksi bir sonuçla karşılaşılarak ilk hayal kırıklığı
yaşandı.
Bakanlık Müfettişinin, binanın yetersiz olduğunu bildiren raporu ile
bütün hayaller bir anda suya düşmüştü. Oysa Müfettiş, incelemelerini tamamladıktan sonra Ankara’ya gitmek üzere Mersin’den ayrılırken müspet rapor
vereceğini ifade etmişti.
Son derece mükemmel bir binada idealist bir eğitim kadrosunun heyecanlı girişimlerinin mesnetsiz olarak engellenmesine kimse anlam vereme-
26
mişti. Daha sonra anlaşıldı ki Bakanlık Müfettişi, Mersin’e gelir gelmez tek
başına binayı incelemek istemiş ve tarif üzerine binaya gelmişti. O anda binada hiç kimse yokmuş ve bahçe kapısından girer girmez bekçi köpeği kendisine
saldırmış. Buna fena halde içerlediği için böyle bir rapor düzenlemişti.
Daha işin başında iken karşılaşılan bu olumsuzluk tam anlamıyla bir
panik ve hayal kırıklığı yarattı. Kimse ne yapacağını bilemiyordu. Nihayet bir
umut ışığı belirdi. Ankaralı önemli bir işadamı olan Vehbi KEYHAN isimli şahıs, tesadüfen olaydan haberdar oldu. Kendisi daha önce Mersin Lisesi
Müdürlüğü ve bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı da yapmış olan Orhan DENGİZ’in aile dostuymuş. Vehbi Bey’in aracılığıyla devreye giren Eski Milli Eğitim Bakanı Orhan DENGİZ’in tavassutuyla yeniden inceleme yapıldı.
İnceleme göreviyle gelen ikinci Müfettiş, binayı ve yapılan hazırlıkları
görünce hayretler içinde kaldı. Bu kadar güzel bir binanın yetersiz bulunmasına anlam veremediğini, ancak bir meslektaşı tarafından kısa bir süre önce
yetersiz görülmüş bir binaya uygunluk raporu vermesinin hiç de şık olmayacağını, ancak bile bile yapılan bir haksızlığın düzeltilmesi ve böylesine idealist
bir çabanın engellenmemesi adına olumlu rapor vereceğini söyledi.
Gerçekten de ikinci müfettiş, vicdani kanaatini kullanarak objektif
davranmış ve binanın okul için uygun olduğu şeklindeki raporunu Milli Eğitim Bakanlığı’na vermişti.
Eğer tesadüfen işadamı Vehbi Bey ile karşılaşılmasaydı ve Eski Milli
Eğitim Bakanı Orhan DENGİZ daha evvel Mersin Lisesi Müdürlüğü nedeniyle olaya ve kişilere aşina olmasaydı, bekçi köpeğinin neden olduğu aksi tesadüf yüzünden böyle bir kurumun açılması daha başlamadan bitmiş olacaktı.
OKULUN RESMEN AÇILMASI
Milli Eğitim Bakanlığı’ndan olumlu raporunun alınmasıyla kuruluşla
ilgili ön hazırlıklar tamamlanmış oldu. Bunun üzerine kurum açma izni için
Valilik kanalıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na başvuruda bulunuldu. Evraklar
elden takip edilerek kurum açma izni alındı.
Bu arada, o günkü Mersin eşrafından Pierro’nun tavassutu ile Dakaklara ait Toros Oteli’nin altındaki bir dükkân öğrenci kayıt ve irtibat bürosu
olarak açıldı. Atatürk Caddesi üzerinde bulunan Toros Oteli henüz yeni yapılmıştı ve o gün için Mersin’in en yeni ve en modern binası sayılıyordu.
Okul binasının çeşitli iç ve dış mekânlarını gösteren fotoğraflarıyla süslenen büroda okulu tanıtıcı faaliyetlere başlandı. Bu arada okulun araç-gereç
27
ihtiyaçları süratle tamamlanırken, bir yandan da eğitim, yönetim ve diğer işlerle ilgili personel kadrosu oluşturuldu. Bunlarla ilgili işlemler tamamlanarak
öğretime başlamak için Bakanlığa müracaatta bulunuldu.
Daha önce ‘kurum açma izni’ almış olduğu ve eğitim-öğretimle ilgili
personel ve fiziki şartları yeterli görüldüğünden, 19.09.1964 tarihli öğretime
başlama izni ile okul 1964-1965 öğretim yılında ortaokul 1, 2 ve lise 1 olmak
üzere 3 şube ve 48 öğrenci ile eğitim-öğretime başladı. Eğitim kadrosunun
tamamı resmi okullarda görevli ders ücretli öğretmen ve yöneticilerden oluşan
okulun bir memuru ve bir hademesi bulunuyordu.
BİR FEDAKÂRLIK ÖRNEĞİ
Resmi görevi Mersin Lisesi (Tevfik Sırrı Gür Lisesi) biyoloji öğretmenliği olan okulun kurucularından ve okul müdürlüğü görevini üstlenmiş bulunan Hüseyin TEKİN’e Bakanlıktan yurtdışı ihtisas bursu çıktı. Her öğretmen
için büyük bir fırsat olarak değerlendirilmesi gereken bu imkân, branşı ile ilgili araştırma yapmaya son derece yatkın olan Hüseyin TEKİN için bulunmaz
bir imkândı. Bütün kurucular bunun bilincindeydi. Ve herkes Hüseyin Bey’in
bu imkânı en iyi şekilde değerlendireceğini düşünüyordu.
Ancak Hüseyin TEKİN Bey, çok arzu etmesine rağmen hiç tereddüt
etmeden bursu reddetti. Kendisinin, daha açılır açılmaz görevden ayrılması
halinde okulun zor durumda kalacağını, belki de bir dağılmaya neden olabileceğine ve arkadaşlarını yarı yolda bırakmış olacağına inanıyordu. Hiç kimse
kendisinden böyle bir özveride bulunmasını istemediği halde hatta bu güzel
fırsatı değerlendirmesini istedikleri halde bunu kabul etmedi.
Branşı olan biyoloji alanında çevrenin sınırlı olanakları ile önemli araştırmalar yapmış olan Hüseyin TEKİN, eğer bu bursu kabul edip yurtdışında
ihtisas yapsaydı, belki de bu alanda önemli projelere imza atan bir bilim adamı
olacaktı.
Toros’un kuruluş ruhu ve kurucularının idealist tutumları ile ilgili
önemli bir örnek olan Hüseyin TEKİN’in bu özverisi, asla unutulmaması ve
ders alınması gereken bir davranıştır.
1979 yılında icra kararıyla okul binası yıkılıp okul eşyaları dışarı atılınca Hüseyin Bey’in biyoloji laboratuarında bulunan ve tamamı kendisine
ait olan sayısız cins ve türlere ait hayvan iskeletleri ile biyolojik fosilleri teker
teker toplayıp bir kamyonetle taşıdığı zaman çok üzülmüş ve içten içe öfke
28
duymuştum. Kendi kendime, yöresel bir deyişle “Değirmen sele gitmiş, değirmenci şakşağın peşinde” demiştim.
Daha sonra anladım ki Hüseyin Bey, okulun bittiğine ve bundan sonra
yaşamasının asla mümkün olamayacağına kesin olarak inandığı için bu değerli objeleri kişisel koleksiyonunda muhafaza etmek amacıyla böyle davranmış.
Oysa ben okulun mutlaka yaşayacağına inanıyordum. Eğer kendisi de böyle
düşünseydi, okulun yaşayabileceği hususunda en küçük bir umudu olsaydı
inanıyorum ki onları okulda bırakırdı.
Çünkü bilimsel bir hazine değerinde olduğuna inandığım bu objelerin
gerçek yeri okul laboratuarı idi. Aradan 30 küsur yıl geçmesine rağmen ve çok
merak ettiğim halde onların akıbetiyle ilgili olarak Hüseyin Bey’e bir şey soramamış olmam, olsa olsa asla belli etmek istemediğim kırgınlığımdan olabilir.
Oysa şimdi 1979’daki durumu düşününce, Hüseyin Tekin’e hak veriyorum. O şartlarda okulun yaşayabileceğini düşünmenin hiçbir mantığı olmadığını bugün daha iyi anlıyorum. Ama sonuçta her şeye karşın imkânsız olan
gerçekleşti ve okul kapanmadı…
Hüseyin Tekin’in, kendisi için çok önemli bir imkân değerinde olan
yurtdışı bakanlık bursunu reddetmesi bütün kurucuları etkilemiş ve motivasyonlarını arttırmıştı.
Bahçe düzeninden dersliklere, laboratuarlardan kütüphane ve işliklere
kadar bütün birimler, tüm kurucuların işbölümüyle ve olağanüstü çabalarıyla
düzenleniyordu. Derslikler, koridorlar ve kütüphane Erdoğan SOKULLU ve
Osman GÜLAY tarafından büyük bir özenle dizayn ediliyor, belli başlı yayın
evleriyle yazışmalar yapılarak bir plan dâhilinde sağlanan kaynak kitaplar ve
periyodik yayınlarla kütüphanenin oluşması sağlanıyordu.
Hüseyin TEKİN, çevreden sağladığı ve gerçekten bir hilkat garibesi
olan çift başlı dana, yılan, ahtapot, köpek balığı, ıstakoz gibi çeşitli kara ve
deniz hayvanlarının kadavralarını doğal yapılarına uygun şekilde hazırlayarak biyoloji laboratuarını tam anlamıyla bir araştırma laboratuarı haline getirmişti.
Orhan UĞUROĞLU; coğrafya ve sosyal bilimlerle ilgili araç-gereç ve
materyalleri, İzzet Sulhi SAYMAN (Fizik İzzet); fizik laboratuarı, Nedim
CENGİZ ve Osman ÇAĞLAYAN; matematik dersleri ile ilgili ders araç ve
materyallerini tespit ve temin ederek her ders ve konularla ilgili her türlü imkânın sağlanması için canla başla çalışıyorlardı.
Erdoğan SOKULLU tarafından düzenlenen kütüphane, satın alınan ki-
29
tapların yanında, bütün öğretmenlerin evlerinden getirdikleri kitaplarla kısa
zamanda zengin bir kitap koleksiyonuna kavuştuğu gibi, profesyonel bir anlayışla bütün kitaplar Dewey Sistemi’ne göre kayıt edilerek hizmete sunulmuştu.
Okul kurucuları, başlangıçtaki taahhütlerine uygun olarak branşları ile
ilgili ücretsiz kurslar veriyor, sosyal ve eğitsel faaliyetleri yürütüyorlardı. Müzik öğretmeni Hikmet KARAA, her öğrenciye bir enstrüman çalmayı öğrettiği gibi, oluşturduğu okul korosu ile çeşitli konserler de veriyordu.
Böylece okul, kısa zamanda kuruluş amaçlarına uygun olarak hem fiziki altyapı hem eğitim-öğretim faaliyetleri bakımından büyük hamleler yapıyordu.
DENKLİK (MUADELET) İŞLEMLERİ VE TEFTİŞLER
O günkü Milli Eğitim mevzuatı gereğince her ders yılı sonunda eğitim
yapılan her sınıf için Bakanlık Müfettişleri tarafından yapılan teftiş neticesinde, eğitim-öğretim düzeyinin yeterli görülmesi halinde o sınıfa denklik (muadelet) verilir, aksi takdirde öğrencilerin resmi bir okulda sınava girmeleri
gerekirdi.
Denklikle ilgili teftişlerde sadece öğrencilerin eğitim-öğretim düzeyi
değil, aynı zamanda okulun fiziki durumu ile her türlü yönetim işleri de denetlenirdi. Denetimler, kelimenin tam anlamıyla kâbus şeklindeydi. Özel okullara
karşı olan bir anlayışın hâkim olduğu Bakanlık Müfettişleri, özel okul yönetici
ve öğretmenlerinin, adeta yaptıklarından pişmanlık duymalarını gerektirecek
akıl almaz uygulamalar sergiliyorlardı.
Politize olmuş ortam nedeniyle siyasi tercihler çok etkiliydi. Okuldaki
demokratik, çağdaş ve Atatürkçü eğitim ortamı, kimsenin işine gelmiyordu.
Sağcı müfettişler, okulun eğitim kadrosunu ‘solcu, komünist hainler’ olarak,
solcu müfettişler ise, ‘kapitalist, sömürücü kompradorlar veya burjuva uşakları’ olarak görüyorlardı.
Büyük umut ve ideallerle açılan okulun, her ders yılı sonuna doğru yapılan denklik teftişleri, giderek bu idealist kadroyu canından bezdirmiş ve teftişler kâbusa dönüşmüştü. Her yıl, canını dişine takarak teftiş kâbusuna katlanan kurucu öğretmen ve yöneticiler, bir sonraki teftişte yaptıkları hizmetleri
görecek ve kendilerini takdir edecek anlayışlı müfettişler gelir umuduyla hizmetlerine devam ediyorlar ama her defasında hayal kırıklığı yaşıyorlardı.
Hiçbir objektif kritere uymadan her müfettişin kendine göre belirleyip
yorumladığı ölçü ve standartlar, okulun idealist kadrosunu şaşkına çeviriyor-
30
du. Örneğin, sınıf içindeki sıranın duvara veya pencereye olan mesafesinden,
yangın kovasındaki kumun miktarına kadar, akla hayale gelmedik bahanelerle yöneticiler eleştirilip sorgulanıyorlardı.
Her yönetici ve öğretmen, potansiyel bir suçlu gibi görülmenin ötesinde, adeta gerçek suçlular gibi muamele görüyorlardı. Bu uygulamalar, ister
istemez, iyi niyetlerle üst düzeyde eğitim hizmeti vermek amacıyla bir araya
gelmiş olan yönetici ve öğretmenlerin bütün şevkini kırıyordu. Ama yılmamak gerekiyordu…
Birinci yılın sonunda yapılan teftişte yaşanan akıl almaz sıkıntılar sonunda Bakanlığın 14.05.1965 tarih ve 420.1-1815 sayılı kararıyla ortaokul 1 ve
2. sınıfların denkliği kabul edildi.
Bundan sonra her yıl yapılan ve bir önceki teftişi aratacak derecede
kâbuslar yaşatan teftişler neticesinde 21.05.1966 tarih 420.1-1998 sayılı yazı
ile ortaokul 1-2-3 ve lise 1. sınıfların; 12.05.1967 tarih 420.1-2153 sayılı kararla
lise 2 fen sınıfının; 29.05.1968 tarih 420.1-3185 sayılı kararla lise 3 fen sınıfının; 28.04.1970 tarih 420.1-06310 sayılı kararla lise 2 edebiyat ve 01.03.1971
tarih 420.1-003499 sayılı kararla lise 3 edebiyat sınıflarının denklikleri verildi
ve böylece bütün sınıfların denklik işlemleri tamamlanmış oldu.
KURUCULUK SORUNU
Okul kurucularının tümünün devlet memuru olmaları nedeniyle, kuruculardan Orhan UĞUROĞLU’nun ev hanımı olan eşi Mualla UĞUROĞLU kurucu olarak gösterilmişti. Okul işletmeciliğinin tahmin edilemeyecek derecede
zorluklar ve riskler taşıması, hiçbir beklenti ve çıkarı olmaksızın sadece formalite gereği bu sorumluluğu yüklenmiş bulunan Mualla UĞUROĞLU’nu isyan
derecesinde yoruyor ve yıpratıyordu.
Eğitimle ve okulun işleyişiyle hiç ilgisi bulunmadığı, hatta olup bitenlerden haberi dahi olmadığı halde müfettişlerin ve üst makamların soru ve ithamlarına muhatap olmaktan bıkmıştı. Hatalı bir muhasebe işleminden dolayı mahkemelik olması ve okulun resmi vekili Avukat Doğan ER ile birlikte aylarca
mahkeme koridorlarında sürünmesi ve sonunda cezası tecil edilmekle birlikte,
mahkûm edilmiş olması, Mualla Hanım’ın tahammül gücünü bitirmişti.
Gerçekten de böyle bir sonucu hak etmemişti. Maddi-manevi hiçbir çıkarı ve beklentisi olmadığı gibi, okul işleri ile de ilgisi bulunmadığı halde, bu
kadar üzülmesi ve sonunda mahkûm olması, kendisi kadar okul kurucularını
da üzüyordu.
31
Mualla UĞUROĞLU’nun, okul kuruculuğu görevini bırakma isteğini
tüm kurucular ittifakla haklı buldular. Yaşanan sıkıntılardan dolayı özür dileyerek katlandığı fedakârlıklar için teşekkür ettiler. Ve kendisinin görevden
ayrılma talebini kabul ettiler.
Daha gerçekçi bir kuruculuk müessesesi oluşturmak amacıyla okulun
kadrolu İngilizce öğretmeni Küşade Turunç ile kuruculardan matematik öğretmeni Nedim CENGİZ’in ev hanımı olan eşi Kadriye CENGİZ’in eşit hisselere sahip oldukları bir ortaklık kurularak, okulun resmi kuruculuğu bu ortaklığa devredildi.
İngilizce öğretmeni olarak okula yeni alınmış olan Küşade TURUNÇ,
akademik kariyeri bulunan, iyi bir eğitim görmüş genç bir öğretmendi. Kendisini yakinen tanımamakla birlikte, gerek eğitim düzeyi, gerekse sosyal ve
kültürel görünümü itibariyle yeterince güven telkin eden bir yapısı vardı.
Bakanlık müfettişlerinin okulla ilgili akla hayale gelmeyen sayısız itirazlarından biri de Okul Müdürü Hüseyin TEKİN’in, mezun olduğu okul itibariyle lise müdürü olamayacağı hususundaki iddiaları idi. Bu itiraz da göz
önünde bulundurularak okul müdürlüğü görevi de Küşade Hanım’a verildi.
Böylece kuruculuk sorunuyla birlikte okul müdürlüğü konusunda da
tüm gün okulda kalabilecek ve müfettişlerin de itiraz edemeyecekleri bir seçimin yapılmasıyla daha rahat çalışılacak bir durum sağlandığına inanılıyordu.
Ancak elinde bulunan resmi belgelere ve sahip olduğu kariyere göre iyi
bir yönetici ve öğretmen olması beklenen Küşade TURUNÇ, iyi bir yöneticilik tavrı sergileyemedi. Göreve başlar başlamaz sergilediği kapris ve kompleks dolu hırçın ve kırıcı davranışlarıyla herkesi hayal kırıklığına uğrattı.
Eğitim duayeni niteliğindeki kurucu öğretmenlerin uyarılarına karşın
okulda adeta terör estirmeye başladı. Bilinçli bir şekilde başlatılmış olan ve
son derece başarılı sonuçların alındığı bütün faaliyetler engellendi ve şahsi
kaprislerle okul yönetilmeye başlandı.
Yaratılan gergin ve verimsiz ortama rağmen okula sahip çıkma ve yanlışlıkların olumsuz etkilerinden okulu koruma adına gösterilen anlayışlı ve
hoşgörülü yaklaşımlardan dahi hiçbir sonuç alınamadığı halde büyük bir sabırla işlerin nereye varacağı beklenirken, kurucularla yapılan bir toplantı son
umutları da yıktı.
Okulun esas kurucularının katılımıyla gerçekleşen toplantıda yapılan
durum değerlendirmesinde bazı olumsuzluklar dile getirilerek çeşitli öneri ve tavsiyelerde bulunulunca Küşade Hanım son derece kaba bir ifadeyle,
32
“Siz kim oluyorsunuz? Hiç birinizi tanımıyorum. Benim muhatabım Kadriye
CENGİZ’dir. Okulla ilgili hususları onunla görüşürüm ve okulun yönetimi
benden sorulur. Sizinle konuşacak hiçbir şeyim yok…” diyerek, yüksek idealler ve bin bir güçlükle kurulan bu okulun kurucularıyla ilişkileri koparıp attı.
Kuruculardan bir kişi hariç, herkes büyük bir şaşkınlık ve öfke içinde
derhal okulu terk ettiler. Herkes, bu güzel teşebbüsün büyük bir fiyasko ile
bitmiş olmasının üzüntüsünü yaşıyordu. Hiç kimse bunu hak etmemişti ve hiç
kimse böyle bir şeyi tasavvur edemezdi.
Farklı branşlardaki idealist bir kadronun, büyük umutlarla kurdukları
okulu, hiçbir ilkesel ve mantıki tutarlılığı olmayan sakat bir anlayışa, hem de
kendi elleriyle terk etmek zorunda kalmaları üzücü olduğu kadar ilginç bir
durumdu.
Gelişmelere, öğretmenler kadar öğrenciler ve öğrenci velileri de tepki
duyuyordu. Ama yapılacak bir şey yoktu. Tüm kurucular, (bir kişi hariç) Toros Koleji’ndeki görevlerini bırakıp, Mersin Lisesi’ndeki görevlerine döndüler
ve müdüre hanımı, ihtiras ve kapris dolu uygulamalarıyla baş başa bıraktılar.
Küşade Hanım, resmi okullardan bulduğu ücretli öğretmenlerden oluşan yeni bir kadro ile eğitim-öğretimi devam ettirdi. Ancak okulun herhangi
bir özelliği ve misyonu kalmamıştı. Belki Küşade Hanım’ın da bu konuda bir
hedefi ve ideali yoktu. Fakat 2 sene kendi kuralları ile okulu tek başına yönetti. İkinci yılın sonunda Küşade Turunç, kendi isteğiyle okul müdürlüğünü de
ortaklığı da bırakarak Mersin’den ayrıldı.
Eski kurucular tekrar bir araya gelerek, okulun devam etmesini sağlamanın çarelerini araştırdılar. Bu arada ilk kuruculardan Zeki SİLAN, İzzet
SOYMAN, Sabri EKMEKÇİOĞLU ve Hikmet KARAA Mersin’den ayrıldıkları için; Osman ÇAĞLAYAN kişisel nedenlerle yeni bir oluşumun içinde
bulunmak istemediler.
İlk kuruculardan Mersin’de yaşayan ve görev almak isteyenler, devlet
memuru olmayan aile bireylerinin isimleriyle kurulan limited şirkete ortak
oldular ve okulun kuruculuğu, yeni kurulan şirkete devredildi.
Mersin Özel Toros Koleji Eğitim Öğretim ve Ticaret Limited Şirketi
adıyla kurulan şirketin kurucu ortakları 1964 yılındaki ilk kuruculardan Orhan UĞUROĞLU adına Mualla UĞUROĞLU Erdoğan SOKULLU adına kayınpederi Necmettin ALKIŞ, Nedim CENGİZ adına Kadriye CENGİZ, Hüseyin TEKİN adına Sabahat TEKİN, Av. Doğan ER adına Hasan AKINCI’dan
oluşuyordu. 02.07.1968 yılında kurulan şirkete 1969’da okul müdürlüğü göre-
33
vini üstlenen Bilal LEK de bilahare ortak olmuştur. Şirket sermayesi olarak
her ortak 2.500 (iki bin beş yüz) lira sermaye taahhüdünde bulunmuşlardı.
Yeni dönemde Hüseyin TEKİN’in yeniden müdürlük görevini üstlenmesi isteniyordu. Ancak kendisi daha önceki yıllarda yaşadığı stresli ve yıpratıcı çalışmalar nedeniyle fazla yorulduğunu belirterek bu görevden bağışlanmasını istiyordu. Ayrıca teftişler sırasında bazı Bakanlık Müfettişleri fakülte
çıkışlı olmadığı, eğitim enstitüsü çıkışlı olduğu için müdürlük görevi ile ilgili
itirazlarda bulunmuşlardı.
Bazen bu keyfi eleştiriler incitici oluyordu. Oysa lise müdürlerinin mutlaka fakülte mezunu olacaklarını belirten herhangi bir mevzuat hükmü de
yoktu. Kaldı ki Hüseyin Tekin bu görevden dolayı önemli bir yurtdışı bursunu
reddedecek derecede bu okulu ve buradaki görevini önemseyen bir insandı.
Okul için her türlü özveride bulunmaya hazır olduğu halde tekrar bu
görevi kabul edemeyince kendisine, geçmişte yaşanan olayların da etkisiyle
daha fazla ısrar edilemedi. Diğer ortaklardan da talipli olan çıkmayınca yeni
bir müdür arayışına gidildi.
STATÜ VE YÖNETİMLE İLGİLİ DEĞİŞİKLİKLER
Küşade TURUNÇ – Kadriye CENGİZ ortaklığı ile Küşade Turunç’un
müdürlük döneminin bitmesi yeni bir dönemin başlamasını sağladı. Gerek
Mualla UĞUROĞLU’nun tek başına kuruculuğu, gerekse Küşade TURUNÇ
– Kadriye CENGİZ ortaklığı okul kuruculuğu ile ilgili daha sağlıklı bir yapılanma olması gerektiğini tatsız örneklerle göstermişti.
Bu nedenle çok ortaklı ve ortakların taahhüt ettikleri sermaye oranında
sorumlu oldukları bir limited şirket kurularak, okul kuruculuğu tüzel kişilik
kazanmış oldu. Müdürlük konusunda geçmişte yaşanan olaylardan dersler çıkarılarak daha isabetli bir seçim için yapılan araştırmalar neticesinde Tarih
Öğretmeni Bilal LEK’in müdürlüğü ittifakla uygun görüldü.
Bilal LEK, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nü
bitirdikten sonra bir süre resmi okullarda görev yapmış, ardından da Özel Tarsus Lisesi Müdürlüğü görevinde bulunmuştu. Hem devlet okulu hem özel okul
hem de yöneticilik deneyimi vardı. Okul müdürlüğü görevi ile birlikte kendisine diğer ortaklarla eşit miktarda şirket hissesi de verilerek aynı zamanda
okulun ortağı da oldu.
1969-1970 öğretim yılına Bilal LEK’in müdürlüğünde yeni bir şevkle
girildi. Kısa sürede görkemli bir bando takımı, orkestra ve okul korosu kurul-
34
du. Okulun kurulduğu ilk yıldaki şevk ve heyecan yeniden canlandı. Sosyal
etkinliklere daha çok önem verildi. Okul binasının zemin katında bulunan
boş mekânlar restore edilerek kullanılır duruma getirildi. Okul bahçesine yeni
birimler inşa edildi, bahçe asfaltlandı. Kısaca tüm iç ve dış mekânlar yeni
baştan düzenlenerek sosyal, kültürel, sportif etkinlikler için uygun mekânlar
yaratıldı.
Kısa zamanda okul araç-gereç ve fiziki yapı bakımından en iyi duruma
gelmiş ve eğitim-öğretim faaliyetlerine önemli bir dinamizm kazandırılmıştı.
Gerek eğitim kadrosu gerekse öğrenci-veli ve eğitim çevresi uygulamalardan
son derece memnundular. Okul önemli derecede prestij kazanmıştı.
Gerçi her yıl periyodik teftişte bulunan Bakanlık Müfettişlerine Okulu
beğendirmek asla mümkün değildi. Onlar yangın talimatından demirbaş defterlerinin yazımına, spor çalışmalarından eğitsel kol tüzüklerine, devam-devamsızlık işlemlerinden deney raporlarına kadar sayısız kusurlar tespit ederek
sürekli eleştiriyorlardı. Ama okulda eğitim-öğretim çalışmaları gerçekten de
son derece tatminkâr bir düzeye kavuşmuştu.
OKUL BİNASI DEĞİŞİKLİĞİ
Okulun gelişmesiyle ilgili iyi bir ivme yakalanmıştı ki 70’li yılların
başında okul binası el değiştirdi. Binanın yeni sahibi Nebil HAYFAVİ, daha
önce özelliklerini anlatmaya çalıştığım bu güzelim binayı bulunduğu mevkiinin ticari potansiyeli bakımından önemini düşünerek bir iş merkezi inşa
etmek için yıkmayı planlıyordu.
Elbette ki çok yanlış bir düşünceydi. Böylesine tarihi ve mimari özellikleri olan bir bina yok edilemezdi ama toplumun genel hassasiyetleri ve bilinç düzeyi bunu korumaya yetecek durumda değildi. Bina ile ilgili herhangi bir koruma kararı ve kısıtlama da olmayınca binayı satın alan kişi, ticari
gerekçelerle böyle bir girişimde bulunmuştu. Onun için Nebil HAYFAVİ’ye
söylenecek söz yoktu. Sözümüz, böyle yapıların tespiti ve korunmasından sorumlu olan resmi makamlara ve yetkilileredir.
Binanın yeni sahibi Nebil HAYFAVİ, binanın boşaltılması hususunda
dostane bir çözümden yanaydı. Bu konuda mahkemelik olmak ve okul camiasını karşısına almak istemiyordu. Bu meyanda yapılan görüşmeler sonunda
makul bir süre tanındı ve bu sürenin sonunda binanın tahliye edilmesi hususunda karşılıklı muvafakat sağlanarak yeni bir binanın arayışına başlandı.
Bir süre önce kapanmış olan Akdeniz Koleji’nin yeri uygundu. Bu bi-
35
nanın sahibi olan Mehmet AKDOĞAN ile yapılan görüşmeler neticesinde anlaşma sağlandı ve söz konusu bina kiralandı. Kiralanan yeni binanın tadilat ve
tamirat işlemleri tamamlanarak 1975 yaz sezonunda okul yeni binaya taşındı.
Tabii ki kolay değildi. Son derece mütevazı olanaklar ve büyük emeklerle iyi bir duruma getirilmiş olan eski binanın terk edilmesi, okul için büyük
bir yıkımdı. Kiralanan yeni bina, okul kurucuları ile okul personelinin bizzat
yaptıkları boya, badana, tadilat ve onarım çalışmalarıyla kullanılır duruma
gelmişti.
Bina değişikliği de okulun ilk kuruluşu gibi bir sürü formaliteler gerektiriyordu. Aynı binada daha önce bir okul olmasına rağmen yeni baştan
raporlar alınarak Bakanlığa müracaat edildi. Bir sürü bürokratik işlemlerden
sonra verilen Bakanlık izni ile taşınma işlemleri gerçekleştirilerek, 1975-1976
öğretim yılında Zeytinli Bahçe Caddesi üzerinde ve bugünkü Çarşı Karakolu’nun karşısındaki apartmanın bloklarının yerinde bulunan ve müstakil bir ev
olan binada eğitim-öğretime başlandı.
Oldukça büyük bir ev olan binanın geniş bir avlusu ve bu avluya açılan
(6) odası vardı. Evin arka tarafında 400 metrekare civarında bir bahçesi ve
bu bahçeye açılan ikisi iç içe üç odası ve bahçenin kuzey ve batı kısımlarına
baraka şeklinde yapılmış (3) oda ve öğrenci WC’leri bulunuyordu.
Bahçeye açılan iç içe odaların biri müdür yardımcısının, sekreter ve
muhasebe odası diğer oda müdür odası olarak kullanılıyordu. Diğer bölümler
öğretmenler odası, laboratuar ve derslik olarak düzenlenmişti.
Her tarafı dökülen bu eski yapıyı, mimari anlamda da diğer binayla kıyaslamak mümkün değildi. Alelade bir yapı niteliği taşıyan bu binanın her türlü onarım, badana ve boya işleri, okulun ortakları olan Erdoğan SOKULLU,
Bilal LEK, Nedim CENGİZ ile müstahdem Osman GÖĞEBAKAN ve eşi Fatma GÖĞEBAKAN’ın fiili çalışmalarıyla yapıldı. Hiçbir mali kaynağı ve gücü
olmayan okulun imkânları ile ancak malzeme ihtiyacı karşılanabiliyordu.
BÜTÜN SIKINTILARA TÜY DİKEN TEFTİŞ SORUNU
Resmi mevzuata göre okullar her yıl sınav denetimine ve 3 yılda bir genel denetime tabidirler. 625 Sayılı Özel Okullar Kanunu’na göre; Özel okulların, devletin eğitimde varmak istediği hedeflere uygun olarak eğitim-öğretim
yapma sorumluluğu vardır. Söz konusu yasanın bununla ilgili maddesi aynen
şöyle diyor: ‘Madde 26: Özel okullarda yönetim, eğitim-öğretim aynı derecedeki devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak düzenlenir…”
36
Son derece iddialı ve ağır bir ifade olan bu hüküm, 1965 yılında yayınlanan
kanunun yürürlüğe girmesinden asgari 20-25 yıl sonra ve özel okulların ancak
bir bölümünde uygulanma imkânı bulmuştur.
Çünkü her şeyden önce ideal eğitim olanaklarının sağlanabilmesi çok
büyük yatırımlar gerektiren bina, tesis ve araç-gereçlerle mümkün olabilirdi. Oysa çoğu evden bozma, derme çatma mekânlarda faaliyet gösteren özel
okullar için yasanın amir hükümlerine uygun ortamların oluşturulması zaten
mümkün değildi.
Türkiye genelinde yaşanan bu sorun Toros Koleji için de aynıyla vakiydi. Dahası, yaşanan yapısal, yönetimsel ve bina sorunlarının yanında, kimi
müfettişlerin siyasi duyarlılıkları ve şahsi kaprisleri ile o dönemlerde eğitim
kamuoyunda yaygın bir şekilde bulunan özel okul karşıtı görüş ve kanaatler
de eklenince, okul yönetimi ağzıyla kuş tutsa dahi iyi bir rapor alma şansı
bulamıyordu.
Okul Müdürü Bilal LEK’in çok sık tekrarladığı, “Allah’ım ölmeden
önce beni bu beladan kurtar” şeklindeki ifadelerini hala unutamıyorum. Gerçekten de çok zor bir işti yaptığı.
Özellikle 1969 yılından sonra yapılan hummalı çalışmalar ve okulda
yaratılan uyumlu ortam nedeniyle sağlanan başarılı eğitim-öğretim faaliyetlerine karşın, her defasında çalışanların motivasyonunu bozucu raporların alınması son derece umut kırıcıydı.
Nitekim 21-30 Ocak 1974 tarihleri arasında yapılan genel teftiş sonunda
düzenlenen 10 Nisan 1974 tarih ve 410.1/03775 sayılı ve Milli Eğitim Bakanı
adına Müsteşar Nusret KARCIOĞLU imzası ile gönderilen (15) sayfalık akla
hayale gelmez eleştirilerle dolu raporun son paragrafı aynen şöyle idi.
“… Adı geçen okul, yukarıda belirtilen noksanlık, kusur ve mevzuata
aykırı halleri sebebiyle çalışmaları ve durumu yeterli görülmediğinden, 625
sayılı kanunun 12. maddesine göre uyarılmıştır. Okulun, Bakanlık Müfettişleri tarafından yapılacak müteakip teftişinde durumun düzeltilmemesi halinde
aynı kanuna göre denkliğinin kaldırılması cihetine gidilmek zorunda kalınacağının ve uyarının ilgililere duyurulmasının, sonuçtan Bakanlığımıza bilgi
verilmesinin teminini rica ederim.”
İçel Valiliği eliyle okul yönetimine tebliğ edilen bu rapor, okulun kuruluşundan bu yana belki de en başarılı hizmetlerin gerçekleştirildiği, en iyi
fiziki şartların oluşturulduğu ve en uyumlu çalışma ortamının sağlandığı bir
dönemin, böylesine olumsuz bir şekilde değerlendirilmiş olması, en hafif ta-
37
birle bir haksızlık olarak değerlendirilmelidir.
1974-1975 eğitim döneminde yaşadığım bir olay, bu hususta son derece
ilginç bir örnektir. Teftiş heyeti okula gelir gelmez okul müdürü ile yaptıkları
toplantıda, müfettişlerden birisi beni ismen sormuş ve “Ali ÖZVEREN burada
mı çalışıyor?’ demiş. Bilal Bey de ‘evet’ deyince, “Sen O’nu tanımıyor musun?
Nasıl aldın? O solcudur” gibi ifadeler kullanarak Bilal Bey’i eleştirmiş.
Okul müdürü Bilal Bey de ‘felsefe öğretmeni bulamadıkları için, ders
ücretli olarak görev verildiğini ve Ali ÖZVEREN’in daha önce başka bir özel
okulda yöneticilik görevini başarıyla yaptığı’ şeklinde izahlarda bulunmuş.
Ancak tabii ki müfettişi ikna edememiş.
Ertesi gün Bilal Bey olayı bana anlattı ve okula zarar gelebileceği konusunda bir tedirginlik yaşadığını hissettim. Hiçbir zaman olmadığı gibi, o güne
kadar da gerek 71-73 yılları arasında görev yaptığım Özel İçel Koleji’nde, gerekse son bir yılda salt yardımcı olmak amacıyla haftada birkaç saat derse
girdiğim Toros Koleji’nde hiçbir siyasi tutum içinde olmamıştım. Fakat müfettiş bey, hangi istihbari bilgiye dayandığı bilinmez, beni bu konuda mahkûm
etmiş ve bana karşı peşin hükümlüydü.
Nitekim ders teftişlerine başlandı ve felsefe müfettişi günlerce her dersime girdi. Normalde her öğretmenin dersine 1 saat girilir ve bazı evraklar
kontrol edilirdi. Derslerden sonra müfettiş teftiş odası olarak kullanılan müdür odasında uzun uzun eleştirilerde bulunarak beni olabildiğince tahrik ediyordu. Okulun zarar görmesini istemediğim için eleştirilere sabırla katlanıyordum. Her dersin sonunda yöntem ve tekniklerle ilgili yaptığı eleştirilerden
sonra akademik bilgim konusunda da haksız ithamlarda bulununca tahammül
sınırımı aşmış oldu ve artık okulun menfaatleri ve her türlü nezaket kurallarını bir kenara bırakıp müfettişin tutumuna isyan ettim.
Branşımla ilgili bilgi ve yeteneğim ve mesleki kariyerim konusunda
son derece duyarlıydım. Gerek üniversite yıllarında gerekse meslek içinde
kendimi çok iyi yetiştirdiğime inanıyordum. Çoğu kendi sahalarında otorite
olan yazarlar tarafından yazılmış ders kitaplarını yetersiz görüyor ve yeni ders
kitapları yazıyordum. Ve bunlardan bazılarını da Talim Terbiye Kurulu’nun
onayına sunmuştum. Bu konuda kendime olan sonsuz güven nedeniyle, yapılan eleştirileri ne pahasına olursa olsun reddetmem gerektiğine inanıyordum.
-“Siz eğitim enstitüsü mezunusunuz. Bu derslerle ilgili akademik bilgi
ve birikiminiz beni değerlendirmeniz için yetersiz kalır. Sizinle her zeminde
branşımla ilgili konuları tartışmaya hazırım. Bütün eleştirilerinizi reddediyorum. Siz beni denetleyemezsiniz!” dedim.
38
-“Ne demek!? Ben Bakanlık Müfettişiyim. Neden sizi denetleyemem?”
-“Evet, Bakanlık Müfettişisiniz ama bu konudaki akademik bilginizin
yeterli olmadığına inanıyorum” dedim ve odasını terk ettim.
Hayatım boyunca bir resmi görevliye karşı gösterdiğim en sert tepki
olarak bu olayı her zaman üzüntüyle hatırlarım. Bırakın üst düzey bir resmi
görevliyi, herhangi bir kişiye karşı dahi saygısızlığı çok ayıp görmeme rağmen, müfettişin önyargılı ve kasıtlı tutumu, gençliğin de verdiği pervasızlıkla
o şekilde davranmama neden olmuştu. Keşke böyle bir haksızlığa muhatap
olmasaydım ve mizacımla asla bağdaşmayan böyle bir kabalık yapmasaydım
diye hayıflanırım.
Ayrıca 1 yıl önce yapılan genel denetim sonucunda okula uyarı yazısı
gönderilmiş ve bir sonraki teftişte okul yeterli görülmezse kapatma kararı verilecekmiş. Okulun kaderini belirleyecek olan bu teftişte sorun yaratmanın ne
denli ağır bir bedel gerektirdiğinin farkında değildim.
Okul müdürü olduktan sonra teftiş raporlarını incelediğimde olayın vahametini anladım. Ama olayın bu yönünü o zaman hiç bilmiyordum. Bunu
öğrendikten sonra Bilal Bey’in tedirginliğini daha iyi anladım. Baştan böyle
bir durum olduğunu bilseydim, okulun selameti bakımından en azından dersleri bırakarak yönetimi rahatlatırdım.
Neyse ki benim gibi sakıncalı bir öğretmene rağmen yapılan teftiş sonunda okulu kapatmadılar. Söz konusu teftiş sonunda düzenlenen ve 25 Eylül
1975 tarih ve 410.1-7865 sayılı yazı ile Valilik kanalıyla gönderilen (14) sayfalık ve içerisinde birçok eleştiriler bulunan raporun sonuç bölümünde;
(İbrahim CENGİZ – Milli Eğitim Bakanı A. / Müsteşar Yardımcısı)
“… 1973-1974 öğretim yılında yapılan teftiş sonucuna göre, 625 sayılı
kanunun 12. maddesi gereğince, çalışmaları ve durumu yeterli görülmeyerek
10.04.1974 tarih ve 3775 sayılı yazımızla uyarıldığını bildirdiğimiz okulun
1974-1975 yılında yapılan genel teftişinde elde edilen sonuçlara göre, eğitimin
resmi okullara denk durum gösterdiği anlaşıldığından, denkliğin kaldırılması makul görülmemiş olmakla beraber, yukarıda yazımızın özet ve diğer bölümlerinde belirtilen noksan ve kusurların gelecek teftişe kadar düzeltilmesi
gerektiğini; Aksi halde 625 sayılı kanunun 15. maddesine göre işlem yapılacağının ilgililere duyurulmasını ve sonuçtan Bakanlığımıza bilgi verilmesini
rica ederim.”
1973-1974 öğretim yılında yapılan genel denetim sonunda okulun uyarı
almış olması nedeniyle bundan sonra her yıl periyodik olarak yapılan genel
39
denetimlerde tenkide alınan bazı konularla ilgili yapılan iyileştirmeler ve özellikle de güçlü öğretmen kadrosu (ki çoğunluğu ücretli öğretmendi) sayesinde
okulun kapatılması şeklinde bir karar verilmesini engelliyordu.
Gerçekten de okulun resmi okullarda (Tevfik Sırrı Gür Lisesi) görevli
öğretmen olan ortaklarının, kendileri gibi yetkin öğretmenleri, şahsi ilişkileri
nedeniyle ders ücretli öğretmenler olarak okula kazandırmış olmaları, okul
için önemli bir avantaj sağlıyordu.
Öğretmenlerin çoğunluğunun ders ücretli çalışmaları, okul için bir dezavantaj gibi görünse de aslında devlet okullarında görevli en başarılı branş
öğretmenlerinin okulda derslere girmeleri, son derece yararlı oluyordu. Ancak
Bakanlık Müfettişleri, buna dikkat etmiyorlar, hatta bu konuda da eleştiri getiriyorlardı.
Örneğin 10 Nisan 1974 tarih 03775 sayılı teftiş raporunun 3. sayfa 2.
madde (a) bendinde, bununla ilgili şu ifade bulunmaktadır. “… Okulun asıl
görevli aylık ücretli olarak müdür ve yardımcısı dâhil 34 öğretmenin ders
okuttuğu, bunlardan 8’inin asıl görevli aylık ücretli, 26’sının ders ücretli olduğu, bu haliyle 625 sayılı kanunun 21. maddesinin 5. paragrafı hükmünün
yerine getirilmediği…”
Okulun fiziki yapısından kaynaklanan birçok eksikliklerin yanında,
yasa gereği öğretmenlerin 3’te 2’sinin kadrolu olması şartı nedeniyle de sürekli eleştiriye muhatap olunuyordu. Gerek fiziki yapısı, gerekse kadrolu öğretmen sayısı bakımından 1979’dan sonra kazanılan yeni statü döneminde, yasal
mevzuata uygun şartların yaratılmasıyla, söz konusu eleştirilerden kurtulmak
mümkün olmuştur.
Okulun yeni bir statüye kavuşturulduğu 1979 yılına kadar büyük ölçüde eğitim kadrosunun başarılı çalışmalarından dolayı öğrencilerin eğitim düzeyinin iyi olması nedeniyle okulun denkliğinin kaldırılması veya kapatılması
cihetine gidilmemişse de her yıl yapılan genel teftişler ve bu teftişler sırasında
yapılan ağır eleştiri ve ithamlar, okul yöneticilerini ve okulun ortaklarını bunaltıyordu.
YENİDEN YAPILANMAYA GİDEN YOLUN BAŞLANGICI
Kitabın bundan sonraki bölümleri, kişisel anı niteliğindedir. Daha doğrusu buna otobiyografi de diyebiliriz. Tüm olayları birinci derecede yaşayan
bir kişi olarak olabildiğince objektif bir şekilde ve tabii ki anımsayabildiğim
kadarıyla, bütün ayrıntılarıyla yansıtmaya çalışacağım. Belleğimin son derece
40
zayıf olmasına karşın, yaşanan olayların yoğunluğu ve ilginç olma özelliği
nedeniyle önemli bir bölümünün her zaman tüm canlılığıyla anımsanması,
gerçeklerin oldukça ayrıntılı bir şekilde aktarılmasına yardımcı olacaktır.
Toros Koleji için bir dönüm noktası veya bir kırılma noktası olan 19781979 yıllarında yaşanan olayları anlatmadan önce, benim bu okulda göreve
başlamamla ilgili kısa bilgi sunmanın yararlı olacağını düşünüyorum.
1971 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olunca, Mersin’de bulunan bir yakınım kanalıyla İçel Koleji’nden iş teklifi aldım ve
1971-1972 öğretim yılında müdür yardımcısı ve felsefe öğretmeni olarak İçel
Koleji’nde göreve başladım. Birkaç ay sonra, okulun sahibi ve müdürü, rahmetli Mustafa PAYDAK ciddi bir trafik kazası geçirince, okulun tek yöneticisi
olarak bütün yük üzerime kaldı.
Okulda ders ücretli öğretmen olarak bulunan coğrafya öğretmeni ve
eski bir yönetici olan rahmetli Kemal OZAN’ın deneyimlerinden çok yararlandım. Ve O’nun rehberliğiyle okulu yönettim.
Uzun bir tedaviden sonra göreve dönen Okul Müdürü, sağlığına tam
olarak kavuşamamıştı.
Kazadan önce de bu işi bırakmak istediğini sık sık ifade ederdi. Kazadan sonra ise kesin olarak okulu satmak istedi. Coğrafya Öğretmeni Kemal
OZAN, Müzik öğretmeni Hacı BALKARLI, Etibank Müdürü İrfan Bey, Mühendis Samim KURTULUŞ ve Tüccar Adil GEDİZ ile birlikte okulu satın
almak istedik.
Okulun satın alınmasıyla ilgili pazarlık bittikten birkaç gün sonra Mustafa PAYDAK okula ait iki telefon hattından birisini almak isteyince pazarlık
bozuldu. O zamanlar telefon hatları çok değerliydi…
Bilahare pazarlık bozulduktan sonra kapanan eski Akdeniz Koleji’nin
yönetici ve öğretmenleri okulu satın aldılar. Akdeniz Koleji’nin eski müdürü
İsa Bey, İngilizce öğretmeni Mustafa GÜLTEKİN, Felsefe öğretmeni Zeki
BUDAK, Edebiyat öğretmeni Cengiz GÜVEL’den oluşan grup, bana da ortaklık ve okul müdürlüğünü teklif ettiler. Bu heyet Bond çantalarıyla bana
fazla tüccar gibi göründüler. Ve doğrusu içim ısınmadığı için tekliflerini kabul
edemediğim gibi, kendileriyle çalışamayacağımı da bildirerek okuldaki müdür vekilliği görevimden istifa ettim.
İçel Koleji’ndeki görevim 2 yıl sürmüştü. Bu arada kardeşimle birlikte
işletmekte olduğumuz 2 mağazamız bulunuyordu. 1973’te kardeşimin askerlik
görevi nedeniyle mağazaların yönetimi bana kalmıştı ve ancak bu işlere yeti-
41
şebiliyordum.
O dönemler henüz yeni hizmete girmiş bulunan ve o günün koşullarında son derece modern bir iş merkezi olan Yaşat İşhanı’nda ki iş yerlerimiz,
öğretmen arkadaşlarımın önemli bir buluşma yeriydi. Çeşitli okullarda görevli
arkadaşlarım, boş zamanlarında yanıma uğrarlar, onlarla daha çok plak mağazamda müzik dinler, sohbet ederdik.
Toros Koleji Müdürü Bilal LEK de zaman zaman yanıma uğrardı. 19731974 ders yılı başında felsefe öğretmeni bulamadıklarını ve derslerin açık olduğunu söyleyerek, yardımcı olmamı istedi. Ben de işlerimin yoğun olmadığı
saatlere denk gelebilirse, derslere girebileceğimi söyledim. Zaten okul işyerimize çok yakındı. İstediğim şekilde bir program yapıldı ve derslere girmeye
başladım.
Hatıra binaen ve geçici bir süre için başlayan Toros Koleji’ndeki görevimin, bir daha bitmeyecek bir şekilde devam etmesini sağlayan gelişmeler
zinciri, adeta bir kader ilişkisi şeklinde devam edip gitti.
Kısa dönem 1975 yılındaki askerlik görevimden sonra okulun 2 müdür
yardımcısı Yıldıray BALTALI ve Nadya YILGÖR, biraz da olaylı bir şekilde
gerçekleşen evlilikleri nedeniyle yöneticilik görevlerinden ayrıldılar. Yönetici
temininde sıkıntıya düşen okul müdürünün ricası ve geçici bir süre şartıyla
müdür yardımcılığı görevini kabul ettim.
Zira 1974 Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra yaşanan ekonomik kriz, daha
önce son derece canlı bir ticaret merkezi olan Mersin’de ekonomik çöküntü
yaratmış ve ticari faaliyetlerimiz bundan olumsuz şekilde etkilenmişti.
İstanbul piyasasının daha verimli olduğu düşüncesiyle, İstanbul’daki
şirketimizi güçlendirip onun başına geçmeyi ve Mersin’deki işleri tasfiye etmeyi düşünüyordum. Mersin’deki işlerimizin tavsiyesi, İstanbul’da bulunan
şirketimizle ilgili yeni projelerin hazırlanması ve temelli olarak İstanbul’a taşınmamız konusundaki hazırlıklarımız baya zaman almıştı.
Bu arada Toros Kolejindeki Müdür Yardımcılığı görevimde devam ediyordu. Okul Müdürü Bilal LEK ile diğer kuruculara Eylül 1977’de eğitim yılı
sonunda Mersin’den taşınmak durumunda olduğumuzu ve bu nedenle yerime
bir görevlendirme yapmaları gerektiğini bildirmiştim. Buna rağmen okul sorumluları bu konuda herhangi bir girişimde bulunmamışlardı. Meğer kiralık
bina sorunundan dolayı okulun en geç Haziran 1979’da kapanacağını düşündükleri için yeni bir yönetici görevlendirmek istememişler ve ders yılı sonuna
kadar durumu idare etmek istemişler.
42
KIRILMA NOKTASI
Ülkemizde anarşinin ilkokullara kadar yaygınlaşarak eğitimi felç etmeye doğru tırmandığı, diğer meslek mensupları gibi öğretmenlerin de düşman
kamplara bölündüğü bir umutsuzluk ortamında 1978-1979 ders yılına girildi.
Yetersiz bir binada, uygun olmayan fiziki şartlarda ve her yıl Bakanlık Müfettişleri tarafından didiklenerek yapılan bunaltıcı teftişler neticesinde,
akla hayale gelmez eksiklik ve kusurlar bulunarak sürekli eleştirilen okulumuzda da ders yılı karamsar ve gergin bir ortamda başladı.
Tek tesellimiz, bu okulda hiçbir zaman herhangi bir siyasi çekişmenin
yaşanmamış olması ve bu anlamda demokratik bir barış ortamının bulunmasıydı. Ülkenin her kurumunda, hatta ailelerde dahi siyasi kavgalar yaşanmasına rağmen, okulumuzdaki öğretmen, öğrenci ve veliler arasında en küçük
bir siyasi görüş ayrılığı yaşanmadığı gibi, bu anlama gelebilecek herhangi bir
imada bulunan kimse dahi olmamıştır. O günün koşullarında bu durum başlı
başına bir şans ve huzur kaynağıydı.
Ders yılının başlamasından kısa bir süre sonra okul müdürü Bilal Lek
enfarktüs geçirdi. Bir süre hastanede tedavi gördükten sonra doktorları tarafından kendisine uzun süreli yatak istirahatı verildi. Hastalığının en önemli,
belki de tek nedeni okuldaki son derece yorucu, stresli ve gergin çalışma ortamı olsa gerek. Kendisinin her fırsatta ifade ettiği isyan duyguları da bunu
gösteriyordu. Nitekim o tarihten sonra bir daha yöneticilik görevi üstlenmek
istemedi ve emekli oluncaya kadar tarih öğretmeni olarak okulumuzdan görev
yaptı.
Oldukça genç yaşta olmasına rağmen yöneticiliği döneminde sürekli
sağlık sorunları olan Bilal LEK, bu görevden ayrıldıktan sonra sağlığına kavuşmuş ve 27 yıl sonra ani bir kalp krizi sonucu 4 Nisan 2005 tarihinde vefat
etmiştir. Uzun yıllar sağlığıyla ilgili hiçbir şikâyetinin bulunmaması, bu mesleğin insan sağlığına etkileri konusunda ibret verici bir örnektir.
1978 – 1979 Öğretim yılının hemen başında kalp krizi geçiren Bilal
Bey’in bir daha bu göreve dönmeyeceği kesindi. Ve okulun tüm sorumluluğunu tek başıma üstlenmek zorunda kalmıştım. Okulun mevcut durumunu ve
şartlarını bütün yönleriyle incelemeye başladım. Çünkü her yıl tekrarlanan
genel teftiş için Bakanlık müfettişleri her an gelebilirlerdi.
Okul binası ve fiziki yapı ile ilgili dosyaları incelerken gördüm ki bina
sahibi Mehmet AKDOĞAN ile uzun süre devam eden bir tahliye davası yaşanmış ve mal sahibi tahliye davasını kazanmış. Mahkeme kararına göre Ha-
43
ziran 1979’da okul kurucuları binayı terk edeceklerine dair taahhütte bulunmuşlar.
Kararı görünce hayretler içinde kalmıştım. Tahliye kararı bir yana, bina
ile ilgili bir ihtilaf olduğundan dahi hiç kimsenin haberi yoktu. Oysa bu durum okulun temelli kapanması demekti.
Zira daha önceki bina değişikliği sırasında bunun hem maddi bakımdan
hem de bürokratik işlemler açısından ne kadar zor olduğunu yaşayarak öğrenmiştik. Kaldı ki bu defa okul olmaya elverişli bir binanın bulunması ve birkaç
ayda eğitim-öğretim yapmaya uygun duruma getirilmesi son derece güç, hatta
imkânsızdı.
Durumu, şirket ortaklarından Erdoğan SOKULLU ile görüştüm. Kendisi resmi okulda görevli olduğu için ücretli derslere giriyor ve okulun muhasebe işlerini de gayrı resmi takip ediyordu. Devlet memuru olması nedeniyle
okuldaki hissesi de kendi adına değildi. Ama okulun her şeyi ile çok ilgileniyordu. Öyle ki onun bu durumu, 1973 yılında ilk defa ders ücretli öğretmen
olarak derslere girdiğim sırada dikkatimi çekmişti. Disiplin konusunda öğrencilere çok sert davranmasından son derece rahatsız olmuş ve bu konudaki
rahatsızlığımı okul müdürüne bildirerek önlem alınmasını istemiştim.
Daha sonra Erdoğan SOKULLU’nun ciddiyeti, tutarlılığı, dürüstlüğü,
güvenirliliği ve otoritesiyle yakinen tanıyınca ona olağanüstü yakınlık ve saygı duydum. Kendisini tanımış olmayı büyük bir şans sayıyorum. Ve iyi ki
‘ilk yılın sonunda veya yıl ortasındaki teftiş esnasında okuldan ayrılmamışım’
diyorum. Eğer o yıl içinde okuldan ayrılsaydım, Erdoğan Bey’i yanlış tanımış
olacaktım ve ona haksızlık edecektim.
Erdoğan Bey’i iyi tanıyınca, o derece sevgi, saygı ve güven duyuyordum ki can güvenliğinin olmadığı o anarşi ortamında başıma bir şey gelirse
çocuklarım ve özel işlerimle ilgili yapılması gerekenler hususundaki bilgileri
içeren bir mektup hazırlayarak Erdoğan Bey’e vermesi için eşime bıraktım.
Bu durum, aşiret geleneğiyle yetişmiş ve geniş bir aileye sahip olan ve
ayrıca sosyal, siyasal ve mesleki kurumlarla bağları bulunan bir insan olarak
benim, Erdoğan SOKULLU ile ilgili duygu ve düşüncelerimi yeterince ifade
ettiği kanısındayım.
Evet, gerçekten çok inandığım ve güvendiğim bir kişi olarak Erdoğan
SOKULLU’nun okulun durumu ile ilgili düşüncelerini son derece önemsiyordum. Ve ayrıca mevcut durumun bir sır gibi saklanmış olmasını da içime
sindiremiyordum.
44
Zira okulda kadrolu olarak çalışmakta olan 2 hizmetli, 1 memur ve 5-6
öğretmen arkadaşımızın geleceği bakımından bu durumun saklı tutulmasını
etik açıdan son derece sakıncalı buluyordum.
Erdoğan Bey durumu teyit etti ve şirket olarak hiçbir şey yapamayacaklarını söyledi. Birkaç ay sonra okul kapanacaktı. Şirketin hiçbir maddi gücü
olmadığı gibi, bina sorununun çözülmesi de imkânsızdı. Ayrıca bürokratik
işlemler ve üst makamların tutumları da tahammül edilmez boyutlardaydı ve
bıkkınlık yaratmıştı.
Durum son derece umutsuz ve dramatikti. Böylesine iyi ideallerle kurulmuş, 14 yıl boyunca büyük bir ciddiyetle hizmet vermiş bir eğitim kurumunun kapanması, benim anlayışıma göre kabul edilecek şey değildi. Buna
seyirci kalmayı adeta bir ihanet olarak algılamaktaydım. Mutlaka yapacak bir
şey olmalıydı…
NE YAPMALI?
Günlerce düşündüm. Çareler aradım. Özel işlerimle ilgili çalışmalar,
İstanbul’daki şirket ve onunla ilgili projeler… Her şey unutuldu. Bütün gücümle bu olaya odaklanmıştım. Acaba mülk sahibi okul binasının en az 1 yıl
daha kullanılmasına razı edilemez miydi? Veya bu konuda hukuki bir çözüm
bulunamaz mıydı?
Konu ile ilgili düşüncelerimi Erdoğan Bey’le paylaşınca, O’nun da benzer duygu ve düşünceler içinde olduğunu ve en azından beni iyi anladığını
fark ettim ve bundan mutluluk duydum.
Şirketin kurucu temsilcisi ve aynı zamanda yasal vekili olan Av. Doğan
ER ile görüştüm. O da hukuken yapılacak bir şey olmadığını, mülk sahibinin
anlayış göstermesi durumunda ancak binanın bir müddet daha kullanılabileceğini ve kendisini tanıdığı kadarıyla, böyle bir anlayış beklenemeyeceğini
söyledi.
Bu ifadelerden, mülk sahibi Mehmet Akdoğan ile ilişkilerin tamamen
kopmuş olduğu anlaşılıyordu. Ama yine de şansımızı denemeliydik. Yakın
dostum Av. Ekin DİKMEN’e gittik. Ekin Bey, dosyayı inceledikten sonra yasal bir boşluk bulunmadığı bildirdi. Ancak, ‘Mehmet AKDOĞAN’ın avukatıyla bir görüşelim’ dedi. Av. Ekin DİKMEN ve Erdoğan Sokullu ile birlikte
Av. Hikmet KESER’in yazıhanesine gittik.
Bizi iyi karşıladı. Çocukları bizim okulda okumuştu. Bizi dinledi ve
üzüntülerini ifade etti. Son derece inandırıcı bir biçimde okulu çok sevdiğini,
45
kapanmaması için elinden gelen her türlü özveride bulunmaya hazır olduğunu, ancak bu bina ile ilgili katiyen yardımcı olamayacağını kesin bir dille ifade
ederek, okulların tatile girdiği gün binayı boşaltmak zorunda olduğumuzu
söyledi.
Mevcut bina ile ilgili hiçbir umut kalmamıştı. Aslında çok daha önceden her şey bitmişti de ben yeni öğrenmiştim ve ‘acaba?’ diyerek son çabalarımızı göstermiştik.
Ciddi bir karar aşamasında olduğumuzu anladım. Okulun mevcut koşullarda yaşama şansı kalmamıştı. İşe yeni baştan başlamak gerekiyordu. Bu
da uzun süreli bir uğraşla olabilirdi. Oysa 1974 Kıbrıs Harekatı’ndan itibaren
yaşanan siyasi ve ekonomik krizlerin üzerine gelen anarşi ve terör ortamı,
bütün ülkede olduğu gibi Mersin’de de tüm sektörlerde çöküntü yaratmış ve
insanların can güvenliği dahi kalmamıştı. Her şeyin zorlaştığı bu dönemde
taşraya nazaran büyük kentler daha avantajlıydı.
İstanbul’da bulunan ve kardeşimin büyük ölçüde ihmal ettiği şirketimizin iyi bir organizasyonla çok iyi işler yapabileceğine inanıyordum. Ailevi
sorumluluklarım ve çocuklarımızın geleceği için bir an önce bu işi bırakmam
ve İstanbul’a yerleşmemiz gerekiyordu.
Ama nasıl? Okulu bu durumda bırakmayı veya birkaç ay sonra kapatıp gitmeyi asla kabullenemiyordum. Ne yapıp etmeli ve okulu yaşatmanın
bir yolunu bulmalıydım. Her şey bir yana Rıfat ILGAZ’ın ‘Hababam Sınıfı’ndaki Hafize Ana tiplemesindeki rahmetli Adile NAŞİT’e çok benzeyen ve
tüm öğrencilerimizin sevgili Fatma Teyzesi ile eşi Osman Efendi’nin emekli
olmalarına 2-3 yıl kalmışken, onların işsiz ve çaresiz kalmalarına nasıl göz
yumulabilirdi?
İLGİNÇ BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ
Malatya’nın Hekimhan ilçesinin Göğebakan Köyü’nün ileri gelenlerinden Osman Göğebakan, büyük umutlarla büyüttüğü oğlu Hasan’ı, askere gitmeden düğün dernek evlendirir ve Hasan bir süre sonra askere alınır. Tüm aile
tezkere gününü iple çekerler. Nihayet askerlik hizmeti tamamlanır ve Hasan
evine döner. Davul, zurna ve kurbanlarla karşılanır.
Birkaç gün sonra yakın köydeki bir düğüne giden Hasan’ın düğün alemi
sırasında omuriliğine isabet eden bir kaza kurşunuyla felç olması, Göğebakan
Ailesi’nin dünyasını karartır. Baba Osman Göğebakan, bu acıya katlanamaz
ve intikam duygusuyla kazaya sebebiyet veren kişiyi vurur ve Mersin’e kaçar.
46
Mersin’de kaçak olarak yaşamaktayken, Tevfik Sırrı Gür Lisesi’nin
pansiyon sorumlusu genç Türkçe öğretmeni Erdoğan SOKULLU ile tanışır ve
pansiyonda hizmetli olarak göreve başlar.
Bir süre sonra Erdoğan Bey’in isteğiyle eşi Fatma hanımla birlikte Toros Koleji’nde müstahdem olarak çalışmaya başlarlar.
1971 yılında Mersin’e yerleştiğimizde, oturduğumuz apartmanın karşısındaki evin bodrum katında yaşayan ailenin yatalak durumundaki genç
oğlunu, gelip giderken pencereden görüyor ve durumuna çok üzülüyordum.
Daha sonra komşuluk ilişkileri içinde ailelerimiz tanışmış ve hazin öyküyü
öğrenmiştim. Hasan’ın anne-babası gündüzleri işte olduklarından karşılaşmamıştık. Tekerlekli sandalyeye mahkum olan Hasan’ın 4-5 tane boy boy küçük
çocuğu vardı.
1973 yılında Toros Koleji’nde derslere girince, Osman Efendi ile Fatma
Hanım’ı tanıdım ve Hasan’ın babası ve annesi olduklarını öğrendim.
Gerçekten görmüş geçirmiş onurlu insanlardı. Başlarından geçen talihsiz olaylar son derece etkileyiciydi. Onları yakinen tanıyınca daha çok etkilendim ve kendilerine karşı saygı, anlayış, belki de merhamet ama büyük ölçüde
hayranlık duygularıyla dolu özel bir yakınlık duydum. Yaşadıkları büyük felaketlere karşın aile düzeni ve bütünlüğü bozulmadan büyük bir tevekkülle
kaderlerine razı olmuş vaziyette küçücük torunlarını şefkatle büyütüyorlardı.
Okur-yazar olmayan ve hüviyet kayıtlarına göre 1338 doğumlu, yani
1978’de 55 yaşında olan bu insanlar, 2 yıl sonra emekli olabileceklerdi. Oysa
okulun kapanması durumunda bu haklarını kaybetmiş olacaklardı. Çünkü bu
insanların başka bir yerde sigortalı iş bulma şansları kesinlikle yoktu.
Nitekim Osman Efendi durumu öğrenince perişan olmuş ve okulun kurucu temsilcisi olan Av. Doğan ER’in bürosuna giderek tehdide varan fevri
ifadelerle, “Okulun kapanması halinde köyündeki arazisinin geri alınmasını,
torunlarını büyütmek için köyüne dönmesi gerektiğini ve bunun okul sahipleri tarafından sağlanmasını, başka hiçbir şansları olmadığı” şeklindeki ifadelerde bulunduğunu bizzat kendisinden duymuştum.
Panik halindeki Osman Efendi’yi çok iyi anlıyordum. Kendisine, “Sen
merak etme, bu okul kapanmayacak. Mutlaka bir çıkış yolu bulunacaktır” diyerek endişelenmemesini söyledim. Nasıl olacağını ben de bilmiyordum. Ama
okulun mutlaka yaşayacağına kesinlikle inanıyordum. Evet, her şey bir yana,
bu güzel insanlar, onların her şeyden habersiz masum torunları için dahi olsa
bu okul kapatılamazdı.
47
Ve öyle oldu…
30 Kasım 1980’de Fatma hanımın ve 11 Ağustos 1981’de Osman efendinin tüm yasal haklarını alarak emekli olmaları, hayatımın en mutlu günlerindendir. Hasan’ın emeklilik işlemleri ve tazminatlarla ilgili Bölge Çalışma
Müdürlüğü’nden Çalışma Bakanlığı’na kadar bütün resmi mercilere hakkımda verdiği ve her şikayetle ilgili olarak gelen müfettişleri dahi çileden çıkaran
haksız ifadelerine rağmen hala bu olayın sonsuz huzurunu yaşıyorum.
Müşteki Hasan GÖGEBAKAN’ın haksız ithamlarına kızan iş müfettişlerine, Hasan’ın fiziki durumuna bağlı haleti ruhiyesini anlatarak kınanmaması gerektiğini, bir tekerlekli sandalyeye bağlı olarak dört duvar arasında
yaşayan bu insanın belki de deşarj olmak, bir meşgale bulmak için böyle davrandığını söylüyordum. Bu da olayın trajikomik bir anısı olarak kaldı.
Hiçbir zaman, “iyilikten maraz doğar” demedim. Hele bu olayda bu hiç
söylenemez. Bu tertemiz, saf insanlara bu konudaki duygu ve düşüncelerimi
hiç açmadım ki. Hasan da beni uzaktan tanıyordu. Onlarla ilgili duygularımı
nereden bilebilirdi ki?
Bu güzel insanlar, yaşadıkları büyük şansızlığa ve felaketlere rağmen
olağanüstü fedakârlıklarla torunlarını gayet güzel yetiştirdiler. Hepsi iş-güç
ve yuva sahibi oldular. Onların mürüvvetlerini gördüler.
Osman Efendi’nin ölümünü tesadüfen öğrendim. Öğretmen arkadaşlarla başsağlığına gittik. Fatma Hanım birkaç ay önce ölmüş. Hiçbir rahatsızlığı
bulunmayan Osman Efendi, her gün mezarına gider, mezarı çiçeklerle süsler,
çiçekleri de sular ve “yakında beni de yanına alacak” dermiş. Gerçekten de
birkaç ay sonra vefat etmişti. Toprağı bol olsun…
SOKRATES’TEN BİR ALINTI
“Atinalılar Beni Bırakmayın!”
Yaşanmakta olan toplumsal cinnetin tek kaynağının eğitim sorunu olduğundan, sağduyulu hiç kimsenin kuşkusu yoktu. Öyle ki “Et kokarsa tuz
çare, tuz kokarsa ne çare?” atasözünün tam karşılığı olarak tuz kokmuştu.
Bilgisizliğin, üretimsizliğin, işsizliğin, çatışmanın, çekişmenin… Velhasıl her
türlü sosyal sorunun kaynağı olan eğitim sorunu o denli büyümüştü ki çocukları, gençleri eğitmek amacıyla açılmış olan okullar ve bu okullarda eğitim
görmesi gereken gençler bizzat sorunların kaynağı haline gelmişlerdi.
1968 yılında üniversitelerde başlayan öğrenci eylemleri artarak kronik
48
hale gelmiş ve üniversiteler adeta düşman cephelerin kamp alanı haline gelmişti. Devrimci, Milliyetçi veya Sağcı-Solcu yahut Komünist-Faşist gibi karşıt
gruplar, birbirlerini yok etmenin dışında hiçbir şey düşünmüyorlardı sanki.
On yıl önce toplumun her kesiminde olağanüstü itibar gören öğrenci gençlik,
toplum nezdinde bütün itibarını kaybetmişti.
Bütün üniversiteler ve yüksek öğretim kurumlarında sürekli silahlı çatışmalar meydana geliyor ve her gün onlarca öğrenci siyasi cinayetlere kurban
ediliyordu. Siyasi kamplaşma yalnızca öğrenciler arasında değil, öğretim üyeleri arasında da aynı sertlikte kamplaşmalar yaratmıştı. Sağcı-Solcu öğretim
üyeleri Faşist-Komünist, Devrimci-Ülkücü öğretmenler… Sloganlar; “Tek yol
devrim”, “Kurtuluşa kadar savaş”, “Komünistlere ölüm”…Evet, gerçekten de
tuz kokmuştu.
Öyle ki bu kamplaşmalar ve ideolojik çatışmalar, ortaokul hatta ilkokullara kadar inmişti. Düşman cephelerin savaş alanına dönmüş olan okullarda
eğitim-öğretim yapmak bir yana, öğretmen ve öğrencilerin can güvenliğini
sağlamak dahi imkânsız duruma gelmişti.
Ülkenin neden bu duruma geldiği, ilk, orta, lise çağındaki çocukların
nasıl birbirlerine karşı can düşmanı kesildikleri tabii ki tesadüf değildi. Olayların perde arkasındaki güçler ve bu güçlerin hazırlamış oldukları senaryoların elbette ki sosyal ve siyasal temelleri vardı. Ve bu konuda daha sonra sayısız
araştırmalar yapıldı ve bununla ilgili korkunç belge ve bilgiler ortaya çıktı.
Hala da gün ışığına çıkmamış birçok olay var. Şu anda bu toplumsal cinnet
halinin sosyolojik analizlerini yapacak değiliz. Amacımız sadece o günkü,
yani 1978’deki eğitim kurumlarının genel anlamdaki durumunun tespitinden
ibarettir.
Toplumsal sorumluluğu olan, vicdan sahibi her eğitimcinin bu manzara
karşısında dehşete düşmesi, kendi çapında bir çare araması, çözüm üretilmesi
hususunda bütün benliğiyle çaba göstermesi, dürüst, yurtsever ve aydın insan
olmanın doğal refleksidir.
Düşman kamplara bölünmüş olan ve bu kampları dernek, sendika ve
siyasi partiler şeklinde kurumlaşarak örgütlü hale gelmiş bulunan bu ortamda
küçücük bir okul olan Toros Koleji, kentin merkezinde, karşıt gruplara ait öğretmen, öğrenci dernekleri, sendika şube binaları, siyasi parti merkezlerinin
ortasında bu çatışmalardan asla etkilenmeden öğretmen, öğrenci ve öğrenci
velileri arasında en küçük bir siyasi tavır farklılığı yaşanmadan, çağdaş, bilimsel ve demokratik bir eğitim ortamında, örnek bir eğitim sergiliyordu.
Okulumuzun bu özelliğini dahi tek başına önemli bir ayrıcalık olarak
49
görüyor ve böyle bir kurumun yaşaması gerektiğine inanıyordum.
Toros Koleji’nin kapanmasını, bu okulda eğitim gören 277 öğrenci ile
okul çalışanlarının mağduriyeti ile sınırlı görmüyordum. Elbette bu da önemliydi. Ama en önemlisi böyle bir kurumun ve bu okulun tüzel kişiliğinde, böyle kurumlara kamuoyunun sahip çıkmaması olacaktı. Yani olayın yaratacağı
manevi yıkım etkisi, okulun fiziki boyutlarından çok daha fazla etkili geliyordu bana ve benim gibi düşünen mesai arkadaşlarıma ve meslektaşlarıma.
Böyle bir okulun bu ortamda mutlaka yaşamasının ve hatta bu örneklerin çoğalması gerektiği şeklindeki inancımı ilgili tüm meslektaşlarım paylaşıyorlardı.
Mevcut durumun ve o güne kadar yaşanan gelişmelerin öğrenci velileriyle paylaşılması, ileride kötü bir sürprizle karşılaşılmaması için okul çalışanları ile öğrenci velilerinin olup bitenlerden haberdar edilmesi amacıyla
Okul-Aile Birliği’nin yıllık olağan genel kurulunu toplayıp, bu toplantıda gerekli açıklamalarda bulunmaya karar verdim.
Okul Müdürü Bilal LEK’in hastalığı nedeniyle söz konusu kurul toplantısı zaten gecikmişti. Müdür Vekili olarak 1978’in Kasım ayının ikinci Pazar
günü Okul-Aile Birliği genel kurulunu, yani bütün velileri toplantıya davet
ettim.
Okulun girişindeki hole öğrenci sıralarını dizerek toplantı mekanını hazırladık. Toplantıya 74 öğrenci velisi katıldı. Bu oldukça yüksek bir katılım
demekti. 277 öğrencimiz vardı. Son yıllarda 2000’den fazla öğrenci mevcudumuz varken 50-60 velinin katılımıyla bu toplantıların yapıldığını düşünürsek,
gerçekten de ciddi bir katılım sayılır.
Divan başkanlığına rahmetli Adil OVACIK, başkan vekilliği ve üyeliklere Vecdi KOKULU, Saadet ŞAYAN ve Belgin TARTANCI hanımefendiler
seçildiler.
Önceden hazırlamış olduğum gündem okunarak oybirliği ile kabul edildi. Müdür vekili sıfatıyla açış konuşması için kürsüye davet edildim.
Bu toplantıyı çok önemsiyordum. Okulun kaderinin bu toplantıda belirlenmesi gerektiği inancındaydım. Bu nedenle toplantıya iyi hazırlanmıştım ve
ciddi bir sorumluluk üstlenmem gerektiğini düşünüyor ve kendimi buna hazır
hissediyordum.
Klasik nezaket ifadelerinden sonra eğitimin önemi ile ülkemizdeki ve
Mersin’deki okulların öğrenci ve öğretmenlerin dramatik durumunu, eğitim
kurumlarında yaşanmakta olan anarşinin boyutlarını bütün açıklığıyla uzun
50
uzun ifade ettikten sonra ve okulumuzun 14 yıllık hizmetlerini, kuruluş
amaçlarını, eğitim ilkelerini etraflıca açıkladım. Ardından da yıllardan beri
yaşanan anarşik ortamdan etkilenmeden, her türlü siyasi ve anarşist eylemlerin dışında kalarak, okulumuzda sağlanan demokratik barış ortamını öne
çıkaran ifadelerle mevcut yapıyı anlattım. Daha sonra ise bu okulun maalesef
ders yılı sonunda kapanacağını açıkladım.
“Bu kadar başarılı olan bu okul, birkaç ay sonra kapanacak. Ancak biz
son ana kadar görevimizi aynı ciddiyetle sürdüreceğiz. Çocuklarımızın eğitiminde en küçük bir aksaklığın olmayacağından emin olun ve bu konuda bize
güvenin. Ama mümkünse bu güzel okula sahip çıkalım. Ve gücümüz yetiyorsa bu okulu yaşatalım” dedikten sonra, Sokrates’in idama giderken söylediği,
“Atinalılar Beni Bırakmayın” sözlerini hatırlatarak, “Mersinliler, Toros Koleji’ni Bırakmayın” diyerek konuşmamı bitirdim.
Salonda buz gibi bir hava esmişti. Herkes çok üzgün ve şaşırmış durumdaydı. Bayan velilerin çoğu gözyaşlarını tutamıyordu. Nefeslerini tutmuş
bir vaziyette beni dinleyen veliler, konuşmam bitince heyecanla beni alkışladılar ve herkes söz istedi.
Söz alan velilerin tümü, eğitimin önemi ve ülkemizin yaşamakta olduğu eğitim sorunları ve eğitim kurumlarının durumu hakkında benim görüşlerimi teyit eden ifadelerle düşüncelerini dile getirdikten sonra okulun mutlaka
yaşatılması gerektiğini ve bunun için her türlü fedakârlığa hazır olduklarını
belirtiyorlardı…
Okulun yaşatılması hususunda destek bulabileceğimizi tahmin ediyordum. Ancak bu denli bir sahiplenme ve heyecan beni gerçekten çok duygulandırmıştı. O gün hayatımın en duygusal ve heyecanlı anlarından birini yaşadım. Bu anı ne zaman hatırlasam aynı heyecanı tekrar yaşıyorum.
Proje ve önerilerim hazırdı. Konuşmalar neticesinde okulun yaşatılması ile ilgili önlem alınması hususunda ittifak sağlanmış ama somut bir öneri
sunulamamıştı.
Tekrar kürsüye geldim ve kafamdaki projeyi detaylı bir şekilde açıkladım. Önerdiğim model, Atatürk’ün emir ve desteğiyle Ankara’da açılmış olan
ve çoğu velimizin de yakinen bildikleri TED Koleji’ne benzeyen bir modeldi.
TED (Türk Eğitim Derneği), kendi bünyesinde kurduğu Türk Eğitim
Derneği Vakfı bünyesinde kurduğu okullarda yarım asırdan fazla bir zamandır çok başarılı hizmetler gerçekleştiriyordu.
Sadece kendi okullarında eğitim gören öğrencilere hizmet vermiyor,
51
aynı zamanda yapılan çeşitli bilimsel araştırmalar, eğitimle ilgili yayınlarla
her tür ve derecedeki okullara ciddi kaynak ve imkânlar sunarak Türk Milli
Eğitimi’ne çok değerli katkılar sunan örnek bir modeldi.
Biz de önce ‘Bir dernek kuralım. Sonra bu dernek tıpkı Türk Eğitim
Derneği gibi bir vakıf kursun ve okulumuz bu vakıf bünyesinde hizmet sunsun’ diye teklifte bulundum.
Böyle bir model önermenin objektif ve sübjektif birçok gerekçeleri vardı. Objektif gerekçelerin en önemlisi, başarılı bir örnek okulun mevcudiyetiydi. Sübjektif gerekçelerimin galiba en önemlisi özel okullarla devlet okullarında gözlemlediğim zaafların böyle bir yapılanmada ortadan kalkacağına
olan inancımla özel mülkiyete çok sıcak bakmayan dünya görüşüm olsa gerek.
Devlet okullarının en önemli zaafı, eğitim kadrosunun merkezi atamalarla olması ve bu oluşumda siyasi tercihlerin belirleyiciliği ile fiziki imkânların devlet olanaklarıyla sınırlı bulunmasıdır.
Oysa özel okulda eğitim kadrosunu seçme olanağımız olduğu için kadro seçiminde mesleki yetkinlik dışında bir kıstas olamaz ve en yetkin kadroyu
seçme şansımız var. Fiziki olanaklar için de aynı şey söz konusuydu. Öğrenci
ücretleri ile en iyi eğitim için gerekli olan her türlü araç-gereç ve teknolojik
gelişmelerden yararlanılabilir.
Özel okulların en önemli zaafı, ticari amaç gütmek, yani kâr etme amacı olmasıdır. Vakıf statüsü, bu zaafı da ortadan kaldırmaktadır. Böylece her
iki modelin olumsuz yanları vakıf statüsüyle ortadan kalkmış oluyor.
Tabi ki bu sistemin de bir takım aksaklıkları olabiliyor. Sistem ne denli
sağlam olursa olsun neticede insanlar tarafından uygulanıyor. İnsanların kişisel zaafları uygulamada sorun yaratabiliyor. Hele hele siyasi otoriteye yakınlığı olan bazı insanların pervasızlığı olmadık sorunlar yaratabiliyor. Daha sonra
yaşanan bazı olaylar bunun çarpıcı örnekleridir. İleriki sayfalarda bunun bazı
örnekleri sunulacaktır.
Önerdiğim model ittifakla kabul edildi ve derhal “Özel Toros Lisesi ve
Öğrencilerini Koruma Derneği” adıyla bir dernek kurulması, daha sonra bu
derneğin öncülüğünde bir vakıf kurularak okulun kurucululuğunun vakfa
devredilmesi kabul edildi.
Okul Aile Birliği Yönetim Kurulu’na Adil OVACIK, İrfan SEVİM,
Faruk GÜVENÇ, Altan ERGENÇ ve Gültekin ERŞAN seçildiler. Yönetim
kurulu ilk toplantısını yapmak üzere öğretmenler odasına geçti. Diğer veliler
biraz mutlu ve biraz da tedirgin bir şekilde dağıldılar.
52
Gelişmelerden ve konuşmalardan son derece etkilenmiş olan Orhan
Uğuroğlu yanıma gelerek beni hararetle kutladı. Ve “Baba, seni tebrik ederim,
çok güzel konuştun. Sokrat örneğine bayıldım. Atinalılar beni bırakmayın. Ne
güzel düşündün ve ne kadar yerinde ifade ettin…” dedi.
Orhan UĞUROĞLU’na bütün öğretmen arkadaşları ‘Orhan Baba’ derlerdi. O da sevdiği arkadaşlarına bu sıfatla hitap eder. Gerçi o herkesi sever
ya… Onun için herkese ‘baba’ der. Ama onun bu iltifatı en çok Nazmi USLU’ya (fizik öğretmeni) uymuş olacak ki O’na da ‘Nazmi Baba’ diye hitap
ediliyor.
Orhan UĞUROĞLU, Bilal LEK, Nazmi USLU da kendi aralarında konuşurken başka sıfat veya isim kullanmazlar, birbirlerine aynı sıfatla hitap
ederler, “Baba”. O tarihte çok genç denebilecek bir yaşta (31) olmama ve aramızda yaklaşık 20 yaş fark olmasına rağmen bana böyle hitap etmesi beni
çok etkilemişti. Ondan önce böyle bir ifadesi olmamıştı. O günden sonra bu
iltifatı sağ olsun hiç esirgemedi. Ama her nedense ‘Nazmi Baba’ gibi böyle bir
ayrıcalığa sahip olamadım. Ne demiş ozan? “… Her kamberim diyen kamber
olamaz / Edep ile erkân yol olmayınca.”
Okul-Aile Birliği yönetim kurulunun asil ve yedek üyeleri ile denetleme
kuruluna seçilen üyelerin tamamı (13 kişi) ile öğretmenler odasında Fatma
Hanım’ın demli çaylarını içerken olayın heyecanı devam ediyordu. Herkes aklından geçen bütün alternatifleri nefes almadan öneriyordu. Her öneri ciddi
ciddi tartışılıyordu. Bu arada o güne kadar yapılmış olan çalışmaları anlatıyordum ve çoğu öneriler gündemden düşüyordu.
Somut kararımız, koruma derneğinin kurulması oldu. Dernek tüzüğünün hazırlanması görevi Adil OVACIK ile bana verildi. Bir iki günde hazırladığımız dernek tüzüğü Adil Bey’in günlük makaleler yazdığı ve ortak dostumuz olan Mahir SÜMEN’in sahibi olduğu Hâkimiyet gazetesinde yayınlandı.
Derneğin kurulması ve vakıf senedinin hazırlanması ile ilgili planlamalar yapıldıktan ve okul binası olabilecek farklı alternatifler görüşüldükten
sonra toplantı sona erdi ve herkes okuldan ayrıldı.
Okulun yönetim bölümü olarak kullandığımız iç içe iki odanın biri sekreter, muhasebe ve müdür yardımcısı odası, diğeri de müdür odası idi. Bu
odaları Erdoğan SOKULLU ve Feryal YAVUZ ile paylaşıyorduk.
Muhasebe, sekreter ve müdür yardımcısı odası olarak kullanılan küçük
odadaki masasında çalışmakta olan Erdoğan SOKULLU ile durum değerlendirmesi yaptık.
53
Erdoğan Bey, ‘Farklı görüşleri olan ve çoğu aktif siyasetin içinde bulunan bu insanlarla ne yapılabilinir? Bu insanlar bir arada oturup çay bile
içemezler, bunlarla bir yere varılmaz’ şeklindeki endişelerini ifade etti.
“Hayır” dedim, göreceksiniz bütün farklılıklarına rağmen bu insanlar
bizden çok olumlu etkilenecekler. Ve iyi şeyler yapılacak. Daha sonraki yıllarda zaman zaman Erdoğan Bey’i haklı çıkaran bir takım olumsuzluklar yaşanmasına rağmen, birlikte yola çıktığımız veya sonradan aramıza katılan bu
insanların büyük çoğunluğu, düşündüğümüzün de üzerinde olumlu tavırlar
sergilediler.
40 senelik çalışmalarımızda, gerek koruma derneğinin gerekse Mersin
Eğitim Vakfı’nın bütün yönetim kurul kararlarının oybirliğiyle alınmış olması, bu uyumlu çalışmanın ve karşılıklı güvenin en güzel kanıtıdır. Dünyada
bunun bir örneğinin olabileceğine de ihtimal vermiyorum.
YENİDEN YAPILANMA DÖNEMİ
Kısa sürede derneğin kuruluş çalışmaları tamamlanarak geçici yönetim
kurulu faaliyetlerine başladı. Birkaç hafta içinde üye kayıtlarını tamamlayarak olağan genel kurulu topladık ve derneğin yönetim kurulu ile diğer yasal
organları için seçimler yapılarak resmi kuruluş tamamlanmış oldu.
Derneğin ilk genel kurul toplantısını Çankaya İlkokulu’nun girişindeki
sahanlıkta yaptık. Toplantı yapabileceğimiz uygun bir salon yoktu. Çankaya
İlkokulu’nun sahanlığı, bizim okulun sahanlığına göre daha geniş ve daha aydınlıktı. Okul Müdürü Heyecan AYDIN Bey’in anlayış göstermesiyle toplantıyı bu mekânda yaptık.
Toros Lisesi ve Öğrencilerini Koruma Derneği’nin seçilmiş ilk yönetim
kurulu Güvenç ÇOPUR, Gültekin ERŞAN, Adil OVACIK, Faruk GÜVENÇ,
İrfan SEVİM, Doğan ER ve Altan ERGENÇ’ten oluşmuştu. Yedi kişilik yönetim kurulunun yanında, Okul-Aile Birliği ve vakıf kurucular heyetine seçilen
kişilerle çalışmalarımızı birlikte yürütüyorduk.
Bir yandan vakıfla ilgili kuruluş çalışmaları sürdürülürken, diğer yandan okul binası için yer arıyorduk.
GENE TEFTİŞ BELASI
Zaman su gibi akıp geçiyordu. Dernek, vakıf, okul binası arayışı ile
ilgili yoğun faaliyetler sürerken, 9 Mart 1979 günü Bakanlık Müfettişi Mus-
54
tafa Yerli başkanlığında kalabalık bir teftiş heyeti (hatırladığıma göre 17 kişi)
okulun genel teftişine başladılar.
Yanlarında getirdikleri 2 paket çay ile 1 kutu kesme şekerini hizmetli
Fatma Hanım’a verip istedikleri zaman kendilerine çay ikram edilmesini söylediler.
Okuldan bir bardak çay içmenin rüşvet telakki edileceği ve tarafsızlıklarına halel getireceğini düşünüyorlardı
Okul müdürü sıfatıyla geçireceğim ilk teftişimde karşılaştığım durum
karşısında tek kelimeyle şok olmuştum. Bir kuruma hangi amaçla olursa olsun
giden insanların yanlarında içecekleri çayın malzemelerini götürmelerinin
hiçbir izahını bulamıyordum. Kurumu yok saymanın ötesinde, düşmanca bir
yaklaşım olarak algılamıştım.
Teftiş heyeti, bu tutumuyla aramızda kurulması gereken bütün iletişim
kanallarını kapatmış oluyordu. Peşinen karşıt cepheler oluşturmuşlardı. Hatta
düşman cepheler… Gerek resmi, gerekse sivil ziyaretlerde çay-kahve ikramları, toplumumuzun en temel diyalog ve nezaket sembolü olarak algılanır. “Gönül ne kahve ister ne kahvehane / Gönül sohbet ister, kahve bahane” diyen ve
benzeri bir deyime hiçbir kültürde rastlanmayan bu son derece asil ve yerleşik
törenin reddedilmesinin herhangi bir mantığı ve gerekçesi olamaz.
Son derece onur kırıcı bir tavır olarak algıladığım bu davranış karşısında yapabileceğim hiçbir şey yoktu… Gayet resmi ve sert ifadelerle kendilerine
bir oda hazırlanmasını istediler. Müdür odasına 2-3 tane masa yerleştirerek
istedikleri çalışma mekânını hazırladık. Bir kartonun üzerine kocaman bir
“Girilmez” yazısı yazarak kapıya yapıştırdık ve bitişik küçük odada emirleri
beklemeye başladık. Adeta soruşturma odasında bekleyen sanıklar gibi…
Daha önce de ifade ettiğim gibi teftişler kâbus gibiydi. 625 sayılı özel
öğretim kurumları yasası, “Eğitimde, devletin varmak istediği hedeflere göre”
eğitim yapma zorunluluğu bulunan özel okullar için gerçekten de çok soyut ve
erişilmesi kolay hatta mümkün olmayan bir standart söz konusuydu.
“… Eğitimde devletin varmak istediği hedef” somut bir hedef değildi.
Her müfettişin bunu kendi ölçütlerine göre değerlendirmesi doğal olduğu için
bakanlık müfettişi sayısı kadar farklı standartlar saptanabilirdi. Nitekim her
müfettişin daha önceki müfettişleri tekzip eden tutumları son derece yaygındı.
Devletin varmak istediği hedef, elbette ki bir “ideal”dir. Öyle olunca bu
hedefe varmanın hiçbir şekilde mümkün olmayacağı da açıktır. Adından da
anlaşılacağı gibi bir ‘ideal’, yani bir ‘hayal’dir. Söz konusu olan bunun yere ve
55
zamana göre değişmesi kaçınılmaz olduğu gibi, sürekli ilerlemesi de gerekir.
Yani her zaman iyinin iyisi olacaktır.
Oysa gerçek hayat muhayyel yani hayal ürünü değil, realitedir. Teftişlerin kâbusa dönüşmesinde, o günkü politize ortamın yanında belki de büyük
ölçüde yasada bulunan gerçek dışılığa dayalı temel felsefenin etkisi de vardı.
Yasanın bu maddesi hala değişmedi ancak başka maddelerde 1982’den sonra
yapılan bazı değişiklikler ile özel öğretim kurumları Genel Müdürü Sayın
Necdet ÖZKAYA döneminde ve kendilerinin kişisel çaba ve dirayetleriyle çıkarılan özel okullar yönetmeliği, standartlar yönetmeliği gibi yönetmelik ve
yönergelerle daha somut şartların belirlenmiş olması bu kurumlara nefes aldırmıştır.
Hatta bu dönemde daha da ileri gidilerek her okul için okulun eğitim
felsefesi ve objektif şartlarına göre kurum tarafından hazırlanarak Bakanlık
onayı ile yürürlüğe giren kurum yönetmeliği uygulaması getirilmiştir. Gerçi
1990’lı yılların sonlarına doğru bu yönetmelikler gene Bakanlıkça tespit edilen “tip yönetmeliklere” uydurularak kuşa çevrilmişlerdir ama gene de zor
da olsa her özel okulun nispeten özerk çalışabileceği şartlara kavuşmasının
mümkün olduğu yasal olanaklar sağlanmıştır.
Her neyse… Biz yine 9 Mart 1979’da başlayan teftişimize dönelim.
Okulun bina ile ilgili fiziki şartları yetersizdi. Gerçi okulun kurucu ortakları
ile okul çalışanlarının şahsi gayret ve bizzat çalışarak yaptıkları bakım ve
onarımları ile bu köhne binada eğitim yapmanın koşulları oluşturulmuş görünüyordu ama eleştirel bir gözle bakıldığı zaman birçok kusurlar bulunabilirdi.
Okulun fiziki kusurlarına, müfettişlerin özel okullara karşı olan önyargıları ve geçmiş yıllarda yapılan teftişlerden olumsuz raporlarımızın olması
da eklenince, teftiş heyetinin okula karşı ne tür duygular içinde olabileceklerini anlamak mümkündü. Ama netice itibariyle okul yetkililerinin kişisel bir
kabahatleri söz konusu olmadığına göre, müfettişlerin onlara yani bize karşı
bir tutum içinde olmamaları en azından bunu bu kadar açık göstermemeleri
gerekir diye düşünüyordum.
Çocukluğumda bir hikâye duymuştum. Köyün birine cılız, çirkin, üstü
başı dökülen bir jandarma gelmiş ve köyün çocukları kendisiyle alay edince
hiç alınganlık göstermemiş. Köylünün biri neden kızmadığını sorunca cevap
vermiş; “Niye kızayım ki? Çirkinliğimle alay ediliyorsa Allah utansın. Kılık
kıyafetimle alay ediliyorsa devlet utansın” demiş.
Onun gibi, bina, araç-gereç ve fiziki şartlarla ilgili eksiklikler de önceki
56
teftişlerde tespit edilen olumsuzluklar da bizden kaynaklanmıyordu. Elbette
ki bu bir savunma değildi ama müfettişlerinde yaklaşımı da hiç güzel değildi.
Son derece sert ve kırıcı bir üslupla teftişe başlandı. Okulun tek yöneticisi (Müdür, müdür yardımcısı, rehberlik uzmanı, muhasebe sorumlusu…)
olarak adeta suçlu muamelesi görüyordum. Günlerce devam eden kırıcı tavırlar nihayet isyan etmeme neden oldu. Gençliğin ve tecrübesizliğin de etkisiyle soğukkanlılığımı kaybetmişim. Bir ara müfettişleri her biri malum
üsluplarıyla emirler yağdırınca bağırmaya başladım; “Ne isteyecekseniz tek
tek isteyin! Biz burada iyi niyetle bu memleketin çocuklarına eğitim hizmeti
veriyoruz. Neden suçlu muamelesi görüyoruz? Böyle bir muameleyi asla hak
etmedik…!” dedim.
Müfettişler büyük bir hayret ve şaşkınlıkla birbirlerine baktılar ve hiç
kimse tek kelime bir şey söylemedi. Daha sonraki yıllarda, eğitimdeki engin
bilgi ve birikimini ve örnek kişiliğini saygıyla takdir ettiğim, emekliliğinde
bir dönem ÖZDEBİR’deki danışmanlık görevi sırasında özel eğitim kurumları
için de çok yararlı ve kalıcı hizmetlerde bulunmuş olan Başmüfettiş Mustafa
YERLİ, tecrübesini konuşturarak beni sakinleştirdi. Dışarı çıktığımda Erdoğan Bey, Feryal Hanım ve Yurdanur SOKULLU’yla karşılaştım. Hepsinin
yüzünde bir memnuniyet ifadesi vardı. Beni ilk kutlayan Yurdanur Sokullu
Hanımefendi oldu. “Ağzına sağlık, çok iyi ettin” dedi. Yaptığımın iyi mi kötü
mü olduğundan emin değildim ama rahatlamıştım.
Başmüfettiş daha sonra beni yanına çağırdı ve uzun uzun sohbet ettik.
Bu sohbetimizde onore edici ifadeler ve iltifatlarda bulundu. Okul, yöneticilik
ve benim geleceğimle ilgili önemli tavsiyelerde bulundu. Bir anda aramızdaki
buzlar eridi ve sıcak bir gönül bağı oluştuğunu hissettim. Benim safiyane ve
içten ifadelerim hoşuna gitmişti. Belki de isyanımdan etkilenmişti. Kendisine
gençlik dönemindeki bazı olayları hatırlattığım anlamına gelen ifadeleri oldu.
Meydana gelen samimi diyalog, teftiş konusundaki duygu ve düşüncelerimi açıkça ifade etme olanağı sağlamıştı. “Teftişin mevcut durumun tespitiyle beraber bir rehberlik imkânı sağlaması gerektiğini, müfettişlerin teorik
bilgi birikimlerinin yanında, değişik okullarda gördükleri ilginç uygulamalardan kaynaklanan sentezlerle okul yöneticilerini yönlendirmelerini beklediğimizi” ifade ettikten sonra teftiş esnasında istedikleri belgelerle ilgili ilginç bir
tespitimi aktardım.
Ve dedim ki, “Sizin günlerden beri incelediğiniz resmi dokümanların
hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. İstediğiniz tüm belgeleri, hiç eğitim öğretim
57
yapmadan hatta okulu açmadan ve hiçbir öğretmen, yönetici veya başka birinden yardım almadan tek başıma en mükemmel şekilde birkaç günde tam
da istediğiniz şekilde hazırlayabilirim. Fişler, tutanaklar, raporlar, listeler,
talimatnameler, defterler, dosyalar... Okuma yazma ve mevzuat bilen herkes
bunları hazırlayıp en mükemmel şekilde sunabilir. Oysa eğitim bu değil. Ama
siz bunlara önem veriyorsunuz. Hâlbuki ben mevcut durumla ilgili en küçük
bir göstermelik çabaya düşmeden mevcudu olduğu gibi sunarak okulu doğru
tanımanızı, mevcut durumu olduğu gibi görmenizi ve buna göre değerlendirme yaparak önerilerde bulunmanızı istiyorum. Yoksa bir gecede mükemmel
belgelerle karşınıza çıkaracak durumu yaratabiliriz. Ama bu hastanın şikâyetlerini doktordan saklaması gibi yanlış bir şey olur.”
Bu dostane sohbetimiz, daha anlayışlı bir teftiş ortamı sağlamış oldu.
Artık müfettişler evrak isterken ‘lütfen getirir misiniz?’ gibi ifadelere dikkat
ediyorlar hatta gerekli evrakların bir listesini önceden vererek hazırlanmasını
istiyorlardı.
Aynı heyette bulunan branşdaşım felsefe müfettişi Mustafa Yılmaz’dan
çok büyük destek ve anlayış gördüm. O günkü Milli Eğitim Bakanı’nın yakın akrabası olduğunu sonradan öğrendiğim felsefe müfettişiyle aramızda çok
sıcak bir dostluk oluştu. Gerçekten son derece aydın ve yetkin bir eğitimci
olarak bende olağanüstü bir saygı ve hayranlık uyandırmıştı. Bana karşı gösterdiği nezaket ve iltifatlar moralimi düzeltiyor ve cesaretimi arttırıyordu.
Kendisiyle bir daha hiç karşılaşmadık. Bunun en önemli nedeni mizaç
itibariyle asosyal bir yapıda olmamdır. Ama kendisinin üst düzey yöneticilerle
olan yakınlığı herhangi bir beklentim olduğu intibası verir endişesi de olabilir.
Oysa kendileri Ankara’daki evinin adresini ve telefonlarını vererek, yolum
düştüğünde mutlaka görüşmek istediklerini söylemişlerdi.
Ziyaret etmek bir yana, bir gün bir kart dahi yazamadım. Fakat hala
kendilerini yakın bir dost olarak hatırlıyorum ve hep böyle kalacak. O tarihlerde çok genç olan ve yurtdışı hizmet konusunda projeleri bulunan bu aydın
eğitimcinin, milli eğitimimize önemli hizmetler verdiğinden eminim. Belki
de bu hizmetleri devam ediyor, dilerim öyledir…
Teftişimiz devam ederken, Çanakkale Zaferi veya Dünya Tiyatrolar
Günü belki de Kütüphaneler Haftası nedeniyle olabilir, nedenini bugün net hatırlayamıyorum. Ama bu özel günlerden biri olsa gerek, bu özel gün nedeniyle
Çukurova Radyosu’nun bir programına davet edilmiştim. O zaman başka radyo kanalı yoktu. TRT Çukurova Radyosu’na eğitimci ve sosyolog kimliğimle
58
davet edilmiştim. Radyodaki konuşmamı okulda kendilerine tahsis ettiğim
odada bulunan ve sürekli açık olan radyodan teftiş heyetinin üyeleri dinlemişler. Ertesi gün müfettişlerin tümü sıcak ve içten duygularla beni kutladılar.
Konuşmamın beğenilmiş olması teftiş heyetinin eğitim ve sosyal meselelerle ilgili görüş ve düşüncelerimi paylaştıkları, en azından aykırı bulmadıkları anlamına geliyordu. Eğitimcilerin düşman kamplara bölündüğü bu
dönemde demokratik ve çağdaş eğitim ağırlıklı görüşlerimin yadırganmamış
olması çok anlamlıydı bana göre.
Gerek benim, gerekse okulum için bu teftiş bir dönüm noktası oldu.
Eğitimin, sıra dışı önemli bir iş ve eğitimciliğin ciddi bir şans, aynı zamanda
ağır sorumluluklar gerektirdiğine olan inancım pekişti. Ayrıca benim de bu
sıra dışı önemli işi yapabileceğime inancım pekişti. Böylece hangi koşullar
altında olursa olsun bütün benliğimle kendimi bu mesleğe adamaya karar verdim.
9 Mart 1979 günü başlayan teftişimiz, 4 Nisan 1979’da tamamlandı.
Bakanlık Müfettişlerinin katı ve kırıcı tavırları ile başlayan teftiş, son derece
başarılı geçmişti. Zamanla iletişim olanakları doğmuş, ilişkiler yumuşamış
ve sağlıklı bir diyalog kurulmuştu. Öyle ki son günlerde müfettişler okulun
çayını, kahvesini dahi içebiliyorlardı.
Mesleki açıdan bana çok şey kazandırdığına inandığım bu denetim,
okulumuzun çalışmaları ile ilgili objektif değerlendirmelerin yapıldığı, eğitimdeki başarılarımızın fark edilmekten öte, takdir edildiği iyi niyetli gayretlerimizin teşvik edilerek daha iyi bir eğitim ortamının hazırlanması hususunda somut ve yapıcı önerilerin yapıldığı verimli bir çalışma olmuştu.
Başta grup başkanı Mustafa Yerli ve Felsefe Müfettişi Mustafa Yılmazla, okulun mevcut sorunları ve kapanmasını önlemek amacıyla yaptığımız
çalışmalar hakkında sunduğum bilgiler ve olası gelişmeler hakkında cesaret
verici ifadelerde bulundular. Umutsuzluğa düşmemem gerektiğini, yeniden
yapılanma ile ilgili projelerimin hayalcilik olmadığını, bu konuda bana güvendiklerini ve bunu mutlaka başarabileceğimi söylediler.
Başlangıçtaki önyargılı kanaatleri yüzde yüz değişmiş olan teftiş heyetinin, daha sonra bize intikal eden raporu da son derece olumluydu. Daha
önceki denetimlerde uyarı almış ve kapatma tehlikeli ile karşılaşmış olan okulumuzla ilgili bu rapor, içinde bulunduğumuz koşullar düşünülünce adeta bir
“Takdirname” sayılırdı.
Daha önceki yıllarda yapılan teftişler sonunda gönderilen 15-20 sayfa-
59
lık denetim raporlarında, akla hayale gelmedik eksiklikler ve kusurlarla bunaltılan okulumuz için, bu 2 buçuk sayfalık rapor, gerçekten de bir ‘Takdir
Belgesi’ gibi gelmiş ve hepimizi sevindirmişti.
Okulumuzun Bakanlık nezdinde kendisini ibra ettiğini, bugüne kadar
hak etmediğimiz ağır eleştirilerden artık kurtulmuş olduğumuzu düşünüyorduk. Gerçekten de bu denetimden sonraki bütün denetimlerden iyi raporlar
alındı. Her teftişimizde müfettişlerden sürekli takdir gördük.
Hatta bir defasında teftişimizi yapan Bakanlık Müfettişlerinden Ahmet
YURDAKUL Bey, 18 Şubat-12 Mart 1991 tarihleri arasında yapılan denetim
sırasında okulumuzu ve yapılan hizmetleri o kadar beğendi ki duygularını
bir şiirle ifade etmişti. Bir eğitimcinin yapılan hizmetler karşısında duyduğu
heyecanın çarpıcı bir örneği olan bu şiir, sadece benim değil, kurum mensubu
bütün arkadaşlarımın onur duymasını sağlamıştı.
60
61
II. BÖLÜM
MERSİN EĞİTİM VAKFI KURULMASI VE SONRASI
62
63
MERSİN EĞİTİM VAKFI’NIN KURULUŞU
Özel Toros Lisesi ve Öğrencilerini Koruma Derneği’nin kuruluş çalışmaları tamamlanıp, seçimle belirlenen resmi organları oluştuktan sonra, sıra
vakıfla ilgili kuruluş çalışmalarına gelmişti. TED Koleji’ndeki yapılanmanın
benzeri olan vakıf oluşumunun yönetim ağırlığı derneğe ait olacağından, önce
dernek oluşumunun gerçekleşmesi gerekiyordu.
Vakıf kuruluşu için bir vakıf senedinin hazırlanarak Asliye Hukuk
Mahkemesi’nden tescil edilmesi ve arkasından diğer resmi işlemlerin yapılması gerekiyordu.
Koruma Derneği yönetim kurulu üyesi Av. Gültekin ERŞAN, daha
önce kurulmuş bulunan Deniz Kuvvetleri Vakfı’nın kuruluşu ile ilgili resmi
işlemleri yaptığı için bu konuda deneyimli idi. Ana senedin hazırlanması görevini Gültekin Bey üstlendi. Ve kısa zamanda vakıf senedi taslağını hazırlayarak yönetim kuruluna getirdi. Okul yönetimi, koruma derneği ve okul aile
birliği yönetim kurulları ile birlikte yapılan değerlendirmeler sonunda senede
son şekli verildi.
Vakfın adı, “MERSİN EĞİTİM VAKFI” olarak kabul edildi. Amacı;
“Mersin’de devlet okulları düzeyinde eğitim yapan ve özellikle de yabancı
dile ağırlık veren orta öğretim düzeyinde bir okul açmak, bunun için gerekli
olan her türlü eğitim altyapısı ve fiziki şartları bulunan bir site kurmak…”
Bunun gerekçeleri vakıf senedinin ilgili mahkemeye sunulan önsözünde ifade
ediliyordu.
Vakfın herhangi bir malvarlığı yoktu. Ama kâğıt üzerinde de olsa gayemizi gerçekleştirecek bir mal varlığı veya gelir kaynağının olması gerekiyordu.
Aksi takdirde ilgili mahkemenin senedi tescil etmesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün mahkeme kararını temyiz etmemesi düşünülemezdi. Yani hem
mahkemenin hem de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kurulacak olan vakfın
ana senetle belirtilen amaçları gerçekleştirebileceğine inanması gerekiyordu.
Daha sonra 903 sayılı yasada değişiklik yapılarak, vakıfların kuruluş
anında belli miktarda nakdi veya ayni bir mal varlığı bulunması şartı getirildi.
O gün için böyle bir şart olsaydı, Mersin Eğitim Vakfı ana senedinde gösterilen mal varlığı ile böyle bir vakfın kurulması mümkün değildi.
Vakfımızın mal varlığı, ana senede göre şöyle idi:
Vakıf kurucularının (8 kişi) kuruluş esnasında bankaya bloke ettikleri
biner liradan 8.000 (sekiz bin) lira nakit para.
Toros Koleji Limited Şirketi’nin vakfın kuruluşu kesinleştikten sonra
64
bağışlayacakları Özel Toros Lisesi’ne ait araç-gereçler ile okulun işletme hakkı.
Koruma derneğinin katkıları.
Her türlü yardım ve bağışlar.
Ana senede göre vakıf yönetimi şu şekilde oluşuyordu: 1-Özel Toros Lisesi Müdürü, 2-Özel Toros Lisesi ve Öğrencilerini Koruma Derneği Yönetim
Kurulu üyeleri (7 kişi), 3-Mersin Belediye Başkanı, 4-Mersin Ticaret Odası
Temsilcisi, 5-Mersin Ticaret Borsası Temsilcisi, 6-Mersin Barosu Temsilcisi
olmak üzere toplam 12 kişilik bir yönetim kurulu, ayrıca 3 kişilik denetleme
kurulu ve gerektiğinde yönetim kurulu tarafından atanacak bir vakıf müdürü
olacaktı.
Uygulamada karşılaşılan güçlükler, kuruluş esnasındaki mali yapıdan,
yönetim sistemine kadar her türlü yapılaşmanın, hatta vakfın amacı dahi tüm
yapının gerçekçi ve isabetli olmadığını gösterdiğinden, daha sonra 2 kez ana
senet değişikliği yapıldı.
Ana senede göre vakfın kurucuları; Gültekin ERŞAN, Adil OVACIK,
Güvenç ÇOPUR, Faruk GÜVENÇ, İrfan SEVİM, Bilal LEK, Ahmet DEVELİ ve Ali ÖZVEREN olarak belirlendi.
Kurucu 8 kişi adına 1000’er lirayı en yakın banka olan Türk Ticaret
Bankası çarşı şubesinde vakıf adına açtığım hesaba yatırdım. Böylece vakıf
senedindeki bir şartı yerine getirdikten sonra 30.03.1979 tarihinde Mersin 3.
Noteri’nde vakıf senedini res’en tanzim ettirdik. Noter kâtibi İsmail Bey, senedi daktilo ederken kurucu arkadaşların tamamının gelmesi sağlandı ve res’en
düzenlenen senet, tüm kurucular tarafından imzalanarak işlem tamamlandı.
Aynı zamanda Gültekin Bey’e vekâletler verildi ve aynı gün 2. Asliye
Hukuk Mahkemesi’ne tescil için başvuruda bulunduk. Mersin 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 09.05.1979 tarih 979/345 esas ve 979/339 nolu kararıyla
vakıf resmen kurulmuş oldu.
903 Sayılı Medeni Kanun’un ilgili hükümlerine göre Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün 3 ay içinde kararı temyiz etme hakkı olduğu için bu süre sonuna kadar beklemek ya da genel müdürlüğün kararı temyiz etmek istemediğine dair yazı almak gerekiyordu, mahkeme kararının kesinleşmesi için.
Zaman kazanmak için Vakıflar Genel Müdürlüğü ile yaptığımız görüşmeler sonunda, temyiz yoluna gidilmeden mahkeme kararı kesinleşti ve 7
Haziran 1979 gün 16659 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmak suretiyle vakfın
kuruluşu tamamlanmış oldu.
65
Vakfın kuruluşu tamamlandıktan sonra ana senet gereğince ilgili kurumlara resmi yazı yazılarak yönetici isimlerini bildirmeleri istendi.
Mersin Belediye Başkanlığı A. Kaya MUTLU’nun, Ticaret Odası Osman Özcan EROĞLU’nun, Mersin Barosu da Doğan Er’in adını bildirdiler.
Ticaret Borsası yazımıza cevap vermedi, bilahare yapılan yazışmalardan da
herhangi bir sonuç alınamadı ve bu kurum vakıf yönetim kuruluna hiçbir zaman temsilci göndermediği gibi her yıl yazılan yazıların da hiçbirine cevap
yazmadı.
Belediye Başkanı, görevi kabul ettiğini yazılı olarak teyit ettiği halde,
vakıf yönetim kurulunun hiçbir toplantısına katılmadı. Oysa Sayın Kaya Mutlu okulun yaşatılması hususunda her zaman ve her koşulda çok büyük katkıda
bulunmuştur. Okul arsasının temininden, imar işlemlerine, altyapı hizmetinden iş makinelerinden yararlanmamıza kadar birçok katkı ve hizmetlerde bulunmuştur.
12 Eylül ara rejiminden sonra seçilen H. Okan MERZECİ de hiçbir toplantıya katılmadı. Halka yakın ve iş bitirici karakterine rağmen Okan Bey dönemlerinde belediyeden gerekli desteği göremedik. Oysa Kaya Bey’in ikinci
döneminde de olağanüstü yardım ve destek görmüştük.
Evet, 12 kişilik Vakıf Yönetim Kurulu; Okul Müdürü, Baro Temsilcisi
Doğan ER, Ticaret Odası Temsilcisi O. Özcan EROĞLU ve Koruma Derneği
yönetim kurulu üyeleri Adil OVACIK, Faruk GÜVENÇ, İrfan SEVİM, Gültekin ERŞAN, Güvenç ÇOPUR, Ahmet DEVELİ, Altan ERGENÇ’in katılımıyla 10 kişi olarak ilk toplantısını yaptı.
Mersin Eğitim Vakfı’nın 1 nolu toplantısı, 13 Haziran 1979 tarihinde
yapıldı. Yönetim Kurulu üyelerinin bu toplantıda yaptıkları görev bölümüyle
Doğan Er Başkanlığa, Güvenç Çopur Başkan Yardımcılığına, Orhan ÇAPAN
Denetçiliğe (ki hiçbir toplantıya katılmamıştır), Bilal LEK Vakıf Müdürlüğe,
Kaya MUTLU, Özcan EROĞLU, Gültekin ERŞAN, Ahmet DEVELİ, Adil
OVACIK, İrfan SEVİM, Faruk GÜVENÇ, Altan ERGENÇ ve Ali ÖZVEREN
Yönetim Kurulu üyeliğine seçildiler.
OKULUN RESMEN VAKFA DEVREDİLMESİ
Bir taraftan en seri şekilde kuruluş formaliteleri tamamlanarak vakfın
hayata geçmesi sağlanırken, diğer yandan okulun devir işlemlerinin tamamlanmasına çalışıyorduk. Mali açıdan özel hesap dönemi bulunan ve mali hesap
yılı 30 Haziran’da sona erecek olan Toros Koleji Eğitim Hizmetleri Limited
66
Şirketi, bu tarihte şirketin Maliye ve SSK ile olan hesaplarını kapatmak istiyordu.
Artık okul işletmesi ile ilgili hiçbir beklentileri kalmamış olan şirket
ortakları, haklı olarak mali sorumluluklardan da kurtulmak istiyorlardı.
Toros Koleji Limited Şirketi 15 Haziran 1979 tarih ve 35 sayılı kararla,
okulun işletmecilik hakları ile okul demirbaşlarını şartsız ve bedelsiz olarak
vakfa devretmeyi ve vakfın talep etmesi halinde vakfa borç para vermeyi taahhüt ediyordu.
Hiçbir maddi kaynağı bulunmayan vakfın acil ihtiyaçlarında kullanılmak üzere kredi taahhüdünde bulunulması gerçekçi bir yaklaşımdı. Oysa şirketin de menkul ve gayrimenkul hiçbir mal varlığı yoktu. Ancak vakıf da hiçbir zaman böyle bir talepte bulunmadı. Kendi yağı ile kavrulmanın yolları hep
bulundu. Öyle ki 1993’de yaşanan istisnai bir durum dışında, bugüne kadar en
küçük bir banka kredisi dahi kullanılmadı.
Şirketin devir talebinden sonra vakıf yönetim kurulu da 10 Temmuz
1979 tarih ve (4) sayılı kararla, okulun işletmecilik hakkının devralınmasını
ve bununla ilgili resmi işlemlerin yapılması için Doğan ER, Adil OVACIK ve
Ali ÖZVEREN’den oluşan 3 kişilik bir komitenin görevlendirilmesini kabul
etti.
Vakfın bu konudaki karar tarihi 10 Temmuz olmasına karşın, okul işletmeciliğiyle ilgili olarak Maliye’den ve SSK’dan alınan hesap numaraları 1
Temmuz’dan itibaren başlamış oldu ve okul, 1 Temmuz 1979 tarihinden itibaren vakfa intikal etmiş oldu.
Devir işlemlerinin tamamlanmasından sonra Toros Lisesi’nin işletmeciliği ile ilgili mali sorumlulukların (Maliye, SSK) 1 Temmuz 1979 tarihinden
itibaren Mersin Eğitim Vakfı’na ait olduğu, yönetim kurulunun 27.07.1979 tarih ve 05 sayılı kararıyla kabul edildi.
Böylece 15.08.1964 tarihinden bu güne kadar yaklaşık 15 yıl süre ile
önceleri Mualla UĞUROĞLU’nun kuruculuğunda açılan, daha sonra Kadriye
CENGİZ ve Küşade TURUNÇ ortaklığı ile sürdürülen ve en sonunda limited
şirket statüsünde faaliyet gösteren, ve ancak kuruluşundan itibaren idealist bir
öğretmen grubunun ekip çalışmasıyla 15 yıl devam eden bir sayfa kapanmış
oluyordu.
01 Temmuz 1979 tarihi itibariyle okulun her türlü hak ve vecibeleriyle
tüm yetki ve sorumluluklar Mersin Eğitim Vakfı’na geçmişti. Okulun temiz
bir mazisi, iyi bir ismi ve bir miktar da çoğunluğu miadını doldurmuş okul
67
demirbaşı vardı. Onun dışında da hiçbir şey yoktu.
Topu topu 3-5 kişiden oluşan eğitim kadrosu ile öğrenci velilerinin,
okulun yaşatılması arzusu ile yıllarca emek vermiş olan ve kapanması halinde
yaşayacakları üzüntünün dışında yasal bir takım sorumluluklara da muhatap
olmaları söz konusu olan kurucular da okulun kapanmasını istemezlerdi. Ama
neticede söz konusu olan, sınırlı sayıdaki insanların duygusal yaklaşımlarından ibaretti.
Objektif bir yaklaşımla olaya baktığımız zaman hiç kimse için okul
mutlak manada vazgeçilmez değildi. O halde yapılan şeylerin mantığı neydi?
Gerçekten de hiçbir ekonomik kaynağı olmayan kâğıt üzerindeki bir tüzel kişiliğin (vakıf veya dernek) yeri yurdu olmayan ama onca yasal sorumlulukları
bulunan bir kurumu devralması akıl kârı değildi.
Kesinleşmiş mahkeme kararına göre binanın her an yıkılacağı, mevcut
öğrencilerin sokağa atılacakları, bu öğrencilerle ilgili rutin idari işlemlerin
dışında o günkü mevzuat gereğince tatil döneminde dahi tamamlama, bütünleme, engel sınavı gibi birçok sınavların yapılması, sınav komisyonlarının yoğun şekilde çalışması gerekiyordu ki bu faaliyetler için uygun fiziki ortamlara
ihtiyaç vardı. Oysa bu binanın sayılı günleri vardı ve tüm bu faaliyetler için
okul binası olmaya uygun mekânlar gerekiyordu.
Kelimenin tam anlamıyla böyle bir maceraya girişmiş olmamız, diğer
insanlar için “ya tutarsa” anlayışı ve iyi niyet duygularıyla açıklanabilirdi. Ayrıca benim dışımdakilerin hukuki sorumlulukları da bulunmuyordu. Dahası
olayın vahametini de hiç kimse benim kadar bilmiyordu.
Peki, benim için bu maceranın gerekçesi ne olabilirdi? Çok genç olmama rağmen ciddi bir iş yaşamı tecrübem ve önemli teşebbüslerim ve bir
haftalık veya bir aylık iş hacmi, bu okulun bir yıllık cirosundan fazla olan
işletmelerimiz varken, böyle bir riske girmemin izahı yapılabilinir mi?
Bunun bir tek izahı var; Bir sosyolog gözüyle yaptığım sosyal sınıf tahlilleri ve sosyal sınıfların yapısı hakkındaki yanılgı. Evet, bence en önemli
neden sosyal sınıflarla ilgili teorik bilgilerimden kaynaklanan yargılarımdı.
Sanıyorum o tarihlerde bu kanaatlerimi Erdoğan Sokullu ile de paylaşmıştım. Çünkü o benim biricik sırdaşımdı. Şöyle düşünüyordum: “Hizmet
verdiğimiz kesim, burjuva sınıfına mensup insanlardır. Bu kesimin siyasi otoriteden uluslararası sermayeye kadar örgütlü ve büyük gücü vardır. Bu güç,
isterse bir gecede okulun bina sorununu da mali sorunlarını da çözer” diyordum. Tabii ki eğitimci kimliğimle güzide bir okulun yaşamasını, bu okuldan
68
hizmet alan öğrencilerin bu hizmetlerden yoksun kalmamalarını, birkaç kişi
de olsalar, çalışanların ekmek kapılarının kapanmamasını, özellikle Osman
Efendi ile Fatma Hanım’ın işsiz kalmamalarını istiyordum. Ama bu gerekçelerin hiçbiri okulu yaşatacak imkânların yaratılması için yeterli sebep olamazdı.
Okulun kapanmaması için buna yetecek alternatif bir gücü harekete geçirerek,
ekonomik veya sosyal bir neden olmasına bağlı idi. Oysa hiç de öyle bir durum
yoktu.
Okulun vakfa devredilmesinden kısa süre sonra önemli yanılgımın farkına vardım. Öyle düşündüğümüz gibi bir gecede okul yapan sihirli güçlerin
bulunmadığını, en azından Mersin’de veya bu camiada öyle bir gücün olmadığını, varsa dahi bize rastlamadığını yaşayarak öğrendim.
Yönetim kurullarında görev alan insanlar içten davranışları ve uyumlu
tutumlarıyla yardımcı oluyorlardı. Ama çözüm üretilmesi hususunda hiçbir
alternatif yaratılamıyordu. İş başa düşmüştü. W. Shakespeare’nin ifadesiyle
“TO BE OR NOT TO BE.”
Benim için artık hayat memat meselesi olmuştu. Okulun kapanması kadar, belki de daha da fazla bu işe sürüklediğimiz ve iyi niyetle bize güvenmiş
olan insanları hayal kırıklığına uğratmamak, onlara karşı mahcup olmamak
da önemliydi.
Geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Sosyolojik bir yanılgı
nedeniyle…
Teftiş bittikten birkaç gün sonraydı. Yani Nisan 1979’da bir gün akşam mesaisinin bitiminden sonraki bir saatte, Malatya’dan telefonla aradılar.
Hasan KIŞ isimli bir müteahhit, okul binasının yerini kat karşılığı aldığını ve
Haziran ayı başında inşaata başlayacaklarını söyledi… Hemşerilik muhabbeti
dâhil her türlü ikna kozlarımı kullanmama karşın hiçbir yumuşama göstermedi. Okullar kapanır kapanmaz, mevcut binayı yıkarak, yerine çok katlı bir
bina yapmaya kararlı görünüyordu. Yapacağı bina ile ilgili projelerin çoktan
tamamlandığını, inşaat hazırlıklarını tamamlamış olduğunu, hatta inşaat ruhsatının dahi alınmış olduğunu ve kısa zamanda ekipleriyle birlikte geleceğini
söyledi.
En azından yaz sezonu sonuna kadar bize zaman tanıması hususunda
yaptığım ısrarlı talep ve ricalardan sonuç alamadım. Mal sahibi ile yaptığı
sözleşme gereğince inşaatın tamamlanmasının bir takvime bağlı olduğunu ve
taahhüt ettiği süre içinde inşaatı bitirebilmek için bir an önce başlamak zorunda olduğunu söyledi.
69
Sonraki günlerde telefon görüşmelerimiz devam etti. Telefonla kurulan diyalogumuz yumuşak ve dostane bir hava içinde geçiyordu. Bana evinin
telefonunu vermişti. Görüşmelerimizi ev telefonundan yapıyorduk. Galiba işyeri telefonu yoktu. Onun için mecburen evinden arıyordum. Kesin niyetini
anlamak istiyordum. Acaba bir umut olabilir mi? diye. Telefona, müteahhidin
gelini olduğunu söyleyen bayan çıkıyor, evde ise görüştürüyor, değilse geleceği saati bildiriyordu.
Her defasında okulun durumunu, kurulacak olan vakfın amaçlarını, kişisel sorumluluklarımı ve taahhütlerimi anlatarak adamı birkaç ay zaman tanıması için ikna etmeye çalışıyordum. Ancak nafile uğraşıyordum. Müteahhit
Hasan KIŞ Bey de kendince haklı gerekçeler öne sürerek yardımcı olamadığı
için üzüntülerini bildiriyordu.
OKUL ARSASI BULUNUYOR
Vakıf, Dernek, Aile Birliği yönetim kurullarını sık sık toplantıya çağırarak kısa vadede okul olmaya uygun bir binanın temin edilmesi ve uzun
vade de okul binası yapmaya elverişli bir arsa bulunması için görüşmeler yapıyordum.
Bir gün Altan ERGENÇ, Mezitli’nin çıkışında Soli tesislerine yakın ve
Erdemli yoluna parsel mesafede bir arsanın çapını getirdi. Hatırladığım kadarıyla 7-8 dönüm civarındaki arsanın ucuz fiyatla alınması mümkündü.
O günün koşullarında bulunduğu yer itibariyle bana hiç cazip gelmemişti. O kadar uzak bir mesafede okul olamayacağını düşündüm ve teklifi
gündeme dahi getirmedim. Altan Bey’e, nezaketen ‘düşünelim’ dedim ama
üzerinde hiç durmadım. Daha sonra bu konuda ne kadar yanıldığımı anladım
ve bu konuda hiç de ileri görüşlü olmadığıma inandım.
Başka bir gün Okul-Aile Birliği üyemiz Saadet ŞAYAN, komşusu olan
bir emlakçı Necati KUBAT’ın, vakfa bir arsa vermek istediğini söyledi. Necati
KUBAT, 5-6 yıl önce kız meslek lisesine öğretmen olarak atanmış ve Mersin’e
ilk gelişinde elinde valiziyle Otogar’dan Yaşat İş Hanındaki mağazamıza gelmişti.
Malatyalı olduğumu, beni gıyaben tanıdığını, bazı referanslarla yanıma
geldiğini ve Mersin’e yerleşmesinde kendisine yardımcı olmamı istedi. Birbirimizi çok sevdik ve zamanla samimiyetimiz ilerledi. Mersin’e yerleşip göreve
başladıktan sonra da hemen hemen her gün işyerime gelir, sohbet ederdik.
İşyerim zaten ikinci bir öğretmenler lokali gibiydi.
70
Daha sonra kendisiyle akrabalık bağımız da bulunan ve emlakçılık işine benim teşvikimle giren Ahmet ÇAKIROĞLU ile ortak olmuşlardı. Emlak
bürolarının adı “Huzur Ticaret” idi.
Ertesi gün Ahmet ÇAKIROĞLU ve Necati KUBAT’ın ortak işlettikleri
Huzur Emlak bürosuna gittim. İkisi de çok yakın dostum olan bu insanların
bana karşı çok özel dostluk duyguları vardı, benim de öyle…
O zamanki adı 45 Evler semti olan ve o günün şartlarına göre şehrin
hayli dışında bulunan bölgede, tamamı 42 dönümlük tarlanın bir bölümünü
satın almışlar ve özel parselasyon yaparak hisseli parsel olarak satmayı düşünüyorlardı. Belediye ile görüşerek söz konusu yer için mevzii imar yaptırılabilir ve parselleri müstakil ve ifrazlı yapabilirsek okul yeri olarak bir parsel
verebileceklerini söylediler.
Emlakçı dostlarımın bu işten çok büyük çıkarları vardı. Zira müstakil
tapulu ve ifrazlı arsalarla, hisseli arsalar arasındaki değer farkı birkaç kat fazlaydı. Ayrıca aynı yere okulun yapılması da büyük cazibe kazandıracaktı. Biz
de bu durumdan bir arsa sahibi olacaktık. İki taraf için de teklif cazipti.
Vakıf Başkanı Doğan ER, aynı zamanda belediye başkan vekiliydi.
Kaya MUTLU ile görüşüldü ve Kaya Bey talebimizi olumlu karşıladı. Aslında Kaya Bey de en az bizim kadar okulun yaşamasını istiyordu ve bu konuda
her çareye başvuruyordu. Ayrıca böyle bir uygulamanın hiç kimseye bir zararı
olmadığı gibi yasal bir sakıncası da yoktu.
O tarihlerde emlakçılar, emlak alım-satım vergisi ile gelir vergisi vermemek için parselledikleri arsaları tapu maliklerinden aldıkları vekâletlerle
tapu malikleri adına alım-satım işlemi yapıyorlardı. O zamanlar Mersin’de
çok yaygın olan ve Mersin’in bugün dahi en önemli sosyal sorunlarının kaynağını teşkil eden hisseli arsalar üzerine kurulan varoşlardaki tüm gecekondular bu şekilde yapılmıştır.
Söz konusu arsanın satışı da aynı şekilde olmuş ve tapu, Adil, Abdülkadir ve Abit DEMİR kardeşler adına kayıtlı olduğu için önce Belediye nezdinde
yapılacak olan mevzii imar talebi, daha sonra da okula bağışlanacak arsanın
tapu devir işlemleri için Demir Kardeşlerin başvuruda bulunmaları gerekiyordu.
Huzur Emlak ile varılan mutabakat gereğince, gerekli başvuru yapılarak söz konusu tarlanın mevzii imarı yapılarak ifrazlı parseller oluşturuldu
ve (1) nolu 3740 metrekarelik arsa okul yeri olarak belirlendi. Tapu malikleri,
bu parselin şartsız ve bedelsiz olarak vakfımıza bağışlamak istediklerine dair
71
yazılı dilekçe verdiler. Bu dilekçeler, bağışın kabulüne dair yönetim kurulu
kararına bağlanarak yetki belgesi için Adana Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne
götürdüm. Bölge Müdürlüğü ekspertizlerini Mersin’e getirdim. Ekspertizler,
yeri inceledikten sonra gerekli rapor düzenlenerek Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne yetki belgesi için gönderildi.
Birkaç gün sonra Genel Müdürlükten yetki belgesi elden takip edilerek
getirildi ve tapu işlemi tamamlandı.
Bir müddet sonra Vakıf Başkanı Doğan ER, bir sohbet anında, Demir
Kardeşlerin, yapılacak olan okula babalarının isminin verilmesini istediklerini söyledi. Derhal ret ettim. “Olmaz öyle şey! Böyle bir talep babalarının hatırasına saygısızlık olur. Onların arsa ile alakaları yok. Okula bağışlanan arsa,
Huzur Emlak’ın aldığı bölümün içinde bulunuyor. Yani onun parasını daha
önce Huzur Emlak’tan aldılar. Geri kalan arsaları da bedavadan ifraz görmüş
oldu ve okulun oraya gitmesiyle de en az 10 kat değer kazandı. En küçük bir
karşılık vermeden, bu insanlar büyük bir rant sağladılar. Onlar için bu bir
piyango olmuştur. Buna rağmen bir de okula babalarının isminin verilmesini
istemeleri asla kabul edilemez…” dedim.
Doğan Bey hiç renk vermedi ama bu kadar sert bir tepki beklemiyordu
herhalde. “Tabi, tabi doğru söylüyorsun” gibi bir ifadeyle geçiştirdi. Aradan
epey bir zaman geçtikten sonra bir gün Demir Kardeşlere, Başkan vekili Güvenç Çopur’la birlikte isim konusunda bir taahhütte bulunduklarını, ancak
bu taahhüdün herhangi bir geçerliliğinin olamayacağını zira taahhütnamede
noterin sayı numarası ile ilgili kaşenin olmadığını, taahhüdün mücbir sebebe
bağlandığını, okullara isim verme yönetmeliğinin zaten buna engel olduğunu,
ancak onların da hatırı kalmasın diye…”
İnanamadım! Doğan Bey gibi bilinçli, kültürlü, saygın bir insanın, nasıl
böyle bir oyuna geldiğini hala anlamış değilim. Durduk yerde piyango gibi
büyük bir rant elde etmiş insanlara, bir de değeri hiçbir şeyle ölçülemeyecek
manevi bir değer kazandırmak olur şey değildi.
Rahmetli Güvenç ÇOPUR’la birlikte Doğan Bey’in, hiç hak etmedikleri
halde Demir Kardeşlere böyle bir jest yapmış olmalarını, olsa olsa, “Nasıl olsa
bu okulun yaşama şansı yok. Onun için bu insanları kırmayalım” gibi bir anlayıştan kaynaklanmış olacağını düşündüm. Başka bir izah tarzı bulamıyorum.
Nitekim bu taahhüt, 8 yıl sonra başlayan ve bir ara okulun kapanmasına
kadar varacak riskler yaratan ve 35 sene süren büyük bir sorun yaratmıştır.
72
CEBR-İ İCRA OLAYI
Yaz sıcaklarının bunalttığı 24 Ağustos 1979 günü saat 17-17:30 sularıydı. Okulda tek başıma oturmuş, bir yandan yaklaşan bütünleme sınavları
ile ilgili program hazırlığı yapıyor, bir yandan da okul binası ile ilgili çareler
düşünüyordum.
Acaba tahliye işlemlerini bir süre ertelemek mümkün olabilir miydi? Ya
da müteahhidi ikna etsek de Mehmet AKDOĞAN’a o rica etse de birkaç aylık
bir süre tanısa… Elimdeki program taslağını bıraktım. Malatya’daki müteahhitle görüşmek için PTT’ye şehirlerarası telefon yazdırdım. Mesai saatlerinden sonra şehirlerarası görüşme için telefonlar daha çabuk bağlanabiliyordu.
Özellikle gündüz saatlerinde şehirlerarası telefon görüşmesi adeta imkânsızdı. Normal görüşme için telefon sırası asla gelmezdi. Acele veya Yıldırım görüşmelerde dahi sabah 8-9’da istediğiniz telefon ancak akşama doğru bağlanabilirdi. “İlkokul çocuklarındaki cep telefonu ile günün her saatinde ülkenin
ve dünyanın her yeriyle görüşebildikleri günümüzde, o tarihlerde yaşananlar
masal gibi geliyor…”
PTT’ye, şehirlerarası görüşme isteğimi yazdırır yazdırmaz, daha ahizeyi kapatırken Avukat Hikmet KESER, kalabalık bir grupla okula geldi. Mahkeme kararını göstererek okulu hemen boşaltmamızı istedi. Bu saatte böyle
bir şeyin mümkün olmadığını, uygun bir depo bulmamız için biraz zaman tanımalarını istedim. Gerek Avukat Bey, gerekse icra memurları olarak tanıttığı
kişiler bunun mümkün olmadığını, o anda tahliye işlemini gerçekleştirmek
zorunda olduklarını kesin bir dille ifade ettikten sonra icra memurlarından en
genç olanı ki en çok da o direniyordu, koşa koşa yanımdan ayrıldı ve birkaç
dakika içerisinde okulun hemen yakınında bulunan “Amele Pazarı” olarak tabir edilen yerden 10-15 tane işçiyle geri döndü.
Avukat ve icra memurları, işçilere derhal binada bulunan eşyaları dışarı çıkarıp bahçenin bir köşesine istif etmeleri talimatı verdiler. Ve işçiler de
en yakındaki oda olan müdür odasından başlayarak eşyaları dışarı çıkarmaya
başladılar. Kapıları kilitli olan laboratuar, kütüphane ve büroların kilitlerini
kırmak suretiyle bütün birimlerin boşaltılması, son derece kaba ve hoyrat bir
şekilde yapılıyordu. Okulun tüm araç gereç ve malzemeleri hatta resmi belge
ve dosyalar dahi adeta dışarı atılıyordu.
Hayatımda hiçbir adli olaya tanık olmamıştım. ‘İcra, infaz nedir, nasıl
yapılır?’ bilmediğim gibi, böyle bir saldırganlıkla da hiç karşılaşmamıştım.
Otuz iki yaşında gencecik bir insandım. Tabii ki çok fena etkilendim. Kendi-
73
mi saldırıya uğramış kabul ediyor ve can havliyle savunma çabaları gösteriyordum.
İnfaz işlemini büyük bir hevesle yapan genç ve çevik yapılı icra memuru, işçileri yönetiyor ve kendisi de taşımaya yardım ediyordu. Bir bacağı
topal olan avukat da büyük bir gayret ve telaş içindeydi. Bu korkunç manzara
karşısında kelimenin tam anlamıyla dehşete düşmüştüm. Ve bir anda kendimi
kaybettim. Adeta cinnet geçiriyordum. Büyük bir öfkeyle avukata saldırdım.
Elimden zor aldılar. Durumumu önceden fark etmiş olacak ki tetikte bekliyormuş. Topal bacağını sürüyerek kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle kaçmaya başladı. Avukatın kaybolmasıyla araya giren işçiler beni bırakır bırakmaz elime geçirdiğim bir kalasla o gayretkeş genç icra memuruna saldırdım.
İşçiler olmasa kesin olarak o adamı öldürebilirdim. Çünkü gerçekten cinnet
geçiriyordum. Spontane olarak ne gibi hakaretlerde bulunduğumu bilmiyorum
ama “… Sen bir cellâtsın, idam mahkûmlarının ayağının altındaki sandalyeyi
çeken cellâtlar, Çingenelerden seçilirmiş. İşte sen o’sun… Bunu yapmak için
kaç para rüşvet aldın?...” dediğimi hiç unutmuyorum.
Şimdi hala o icra memurunu net olarak hatırlıyorum. Gerçekten de çok
kötü bir davranış sergilemişti. Ve katiyen normal bir insan değildi. Ama ona
‘Çingene’ demekle, Çingenelere hakaret ettiğimi de daha sonra anladığım zaman üzülmüştüm. Bazı Çingeneleri tanıma fırsatım oldu ve onların güzel insanlar olduğunu görünce, hep o günü hatırlayarak için için üzülürüm.
Kalabalık heyet ve işçiler üzerime çullandılar ve beni etkisiz hale getirdiler. Bir müddet sonra kendime geldim ve sakinleşip bir kenara oturup,
eşyaların taşınmasını boş bakışlarla seyrettim.
Hayatta yaşadığım en sıkıntılı günlerden birisi olarak hiç unutamadığım bu olayı ne zaman hatırlasam, tüylerim diken diken olur ve o anı yeniden
yaşarım. Eğer o anda silahım olsaydı veya beni tutacak bu kadar kalabalık
bir grup insan bulunmasaydı ya da karşı taraf alttan almasaydı kesinlikle bir
cinayet işlenirdi. Ya ölür ya da öldürürdüm.
Bu beladan sağ salim nasıl kurtulduğumu hala anlayamıyorum. Derler ya, “Verilmiş sadakanız varmış” veya “Allah çoluk çocuğunuzun yüzüne
bakmış.” O tarihte 32 yaşımda ve en büyüğü 12 yaşında, en küçüğü 3 yaşında
5 çocuk babasıyım ve birkaç gün sonra 6’ncı çocuğum doğacak. Ne kadar dramatik bir durum değil mi? “Türkiye’de yaşamımız tesadüflere bağlı” ifadesi
gerçekten de doğru.
Yangından mal kaçırır gibi, okul eşyalarını sokağa apar topar atacak
74
şekilde bir zorbalık yapmanın herhangi bir mantığı olabilir mi? O ki bu kadar
izansız ve mantıksız davranılacak ve böyle bir zorbalık yapılacak, bari okul
binası ile karşı karşıya olan polis karakoluna (Çarşı Karakolu) müracaat edip
birkaç polis memuru istenmez mi?
Okulun bütün eşyaları, birkaç saat içinde binadan çıkarılıp gelişi güzel
bahçeye atıldı ve bina tamamen boşaltıldıktan sonra tutanaklar tutuldu ve eşyalar, Yediemin olarak bana teslim edildi. Boşaltılan binanın bütün kapıları
kilitlendi ve anahtarları alıp gittiler.
O geceyi, okulun bahçesinde geçirdim. Bir ara Erdoğan SOKULLU
Bey’in de geldiğini sanıyorum. Osman Efendi ve Fatma Hanımla birlikte evrakları ve önemli eşyaları, bahçedeki barakalara yerleştirdik. Diğer eşyaları
da düzgün bir şekilde bahçe duvarının dibine istif ettik.
HÜSEYİN TEKİN’İN KUŞLARI
Bahçedeki barakanın birini idare odası olarak düzenledik. Diğerine
önemli araç-gereçleri yerleştirdik. Seyyar bir kablo ile telefon hattını bağladık
ve okulun sınav hazırlıkları ile ilgili evraklardan, günlük resmi işlemlerine
kadar gerekli olan tüm evrak ve araç-gereçleri yerleştirerek okulun ve vakfın
günlük işlerini yürütecek bir mekân oluşturarak çalışmalarımızı bu barakada
sürdürmeye başladık.
Daha önce de belirttiğim gibi, okulumuzun çok zengin bir biyoloji laboratuarı vardı. Bu laboratuarın kurulmasında okulun kurucu müdürü Hüseyin
TEKİN’in büyük emekleri olmuştu. Kendi çabasıyla oluşturduğu bu laboratuarda eşi bulunmaz bir canlılar âlemi koleksiyonu vardı. Envai türde kuş maketleri, deniz canlıları, hilkat garibesi çift başlı bir buzağı ve çeşitli hayvan
kadavraları ile gerçekten bir bilimsel hazine değerindeydi.
Bu emsalsiz bilim hazinesinin zarar görmemesi için olağanüstü duyarlılık göstermiş ve tüm objeleri itina ile barakaya yerleştirdikten sonra diğer
eşyalara bakmıştık. Paha biçilmez değerdeki bu koleksiyonun okula ait olduğunu sanıyordum. Okulun tahliyesinden birkaç gün sonra Hüseyin Bey geldi.
Geçmiş olsun dileklerini bildirdikten sonra o kendine özgü son derece nazik
ifadesiyle kendisine ait olan kadavralarla kuş maketlerini almak için geldiğini
söyledi.
Hiçbir şey diyemedim. Belli belirsiz bir ifadeyle “buyurun alın” dedim.
Ama gerçekten çok üzülmüştüm. Okulun kurucu müdürü ve ortaklarından
birisi olarak böyle davranması bana çok ilginç gelmişti. Demek ki ona göre bu
75
okulun hiçbir yaşama şansı yoktu. Eğer bu konuda en küçük bir umudu olsaydı, söz konusu laboratuar gereçlerini götürmeyi düşünmezdi. Nitekim mevcut
durumdan son derece etkilendiği görülüyordu ama ne yapmak istediğimizi,
yapılacak bir şey olup olmadığını hiç sormadı.
Oysa yöneticilik görevini üstlendikten sonra kendisiyle ilk defa karşılaşıyorduk. Ne benim yöneticiliğimle ne de vakfın kuruluşu ile ilgili tek kelime
konuşmadı. O gün için anlam veremediğim hatta yanlış bulduğum bu tutumun, hayat tecrübesi olan ve gerçekçi düşünen bir insanın sağduyulu davranışları olduğunu ancak bugün anlayabiliyorum.
Benzer bir durumu, öğretmenlik mesleğinin tartışılmaz duayeni, hepimizin Orhan Babası, Orhan UĞUROĞLU’nda da görmüştüm. O da tıpkı
Hüseyin Bey gibi mesleki ideallerini gerçekleştirmek için eşinin huzurunu
dahi riske edecek fedakârlıkla 15 yıl boyunca olağanüstü özveriyle okulu yaşatmaya çalıştığı halde, o yılki bütünleme sınavlarından sonra birkaç yıl okula
hiç uğramadı.
Demek ki nereden bakılırsa bakılsın, tamamen ham hayale dayanan
böyle bir macerayı o da tasvip etmemişti. Doğrusu, girişilen maceranın tasvip
edilecek bir yanı da yoktu.
Ama gerçekten bir imkânsızı gerçekleştirdik ve okul kapanmadı. Okulun kendi mülkü olan yeni binaya taşındıktan ve kamuoyundaki prestiji yükseldikten sonra bir gün Orhan Bey’in evine gittim. O arada kendisi emekli
olmuş ve zamanının çoğunu Terzi İbrahim’in dükkânında veya Öğretmenler
Derneği’nde geçiriyordu. Oysa her okulun, onun gibi bir eğitimciye ihtiyacı
vardı. Hele hele 15 yıl emek verdiği Toros Koleji için… Bilal Bey ile aynı
apartmanda oturuyorlardı. Yanılmıyorsam Bilal Bey ile birlikte gittik. Erdoğan Bey’de var mıydı hatırlamıyorum
Kendisine, geliş sebebimizi açıklarken, “Baba, lütfen bizi daha fazla
yalnız bırakma. Sana ihtiyacımız var” dedim. Önce kabul etmedi. Uzun uzun
ısrar edince kabul etmek zorunda kaldı ve 2 yıl sonra aramıza döndü.
1984 yılında vakıf senedini mahkeme kararıyla değiştirip kendisiyle
birlikte okulun temel direği olan birkaç kişiyi daha Vakıf Mütevelli Heyeti
üyeliğine seçmek suretiyle, artık bir daha Toros’tan ayrılamayacaklarını sağlayacak hukuki statü oluşturuldu. 65 yaşını tamamlayınca aktif öğretmenlik
görevini bıraktı ama Mütevelli Heyet üyesi olarak hizmetleri ölünceye kadar
devam etti.
Düşünüyorum da işin iç yüzünü bilen insanlar o günkü koşullarda oku-
76
lun devam edemeyeceğine kesinlikle inanıyorlarmış. Ve doğrusu da bu idi.
Tek istisna, Erdoğan SOKULLU olmuştur. Örneğin Bilal Bey, yeni binanın
inşaatına başlandıktan sonra dahi bu işin yürüyemeyeceğini düşünüyordu.
“Üç-beş ayda okul binası yapacaklar da… okul kapanmayacak…” şeklindeki umutsuz ifadelerini duyduğum zaman hayli alınmıştım. Belki moralimizi
bozmak istemiyordu ama deneyimli bir yönetici olarak çok daha gerçekçi düşünüyordu.
Hüseyin TEKİN’in kurucu müdürü ve ortağı olduğu 15 yıl boyunca
yüzlerce öğrenciye hizmet vermiş olan bir eğitim kurumunun bu hale geldiği
bir günde, laboratuardaki kadavra ve kuş maketleri koleksiyonunun derdine
düşmesi, bana o meşhur, “değirmen sele gitmiş, değirmenci şakşakı arıyor”
halk deyişini hatırlatmıştı. Ne var ki okulun kurucuları ve yıllarca bu sahada
hizmet ederek deneyim kazanmış olan eğitimcilerden Erdoğan Sokullu Bey’in
dışında hiç kimse, örneğin Orhan UĞUROĞLU, Nedim CENGİZ, Hüseyin
TEKİN, Hikmet KARAA bu oluşuma sıcak bakmıyorsa, bir bildikleri olduğunu düşünmem ve gerekli mesajı almam lazımdı. Bana destek veren ve teşvik eden diğer insanların tümü öğrenci velileri idiler ve doğal olarak işin iç
yüzünü bilemezlerdi.
Ama ben, bir bakıma gemileri yakmıştım. Geriye dönüş yoktu. Sonuna
kadar zorlamak durumundaydım. Bunun başlangıç nedeni sosyal sınıf tahlillerim ve burjuva zannettiğim öğrenci velilerinin gücü ile ilgili yanlış öngörüm
olmuştu. Ok yaydan çıktıktan sonra da söz verdiğim insanlara mahcup olmak
istemeyişimin yanında, gençlik heyecanımla kişisel inadım etkili olmaya başlamıştı. Olayın herhangi bir maddi temeli ve mantığı yoktu. Fakat en zor yolu
seçmiştim. Vakıf statüsünde değil de ticari bir işletme statüsüyle işe girişilse
hem kendimi manevi bir sorumluluk altında hissetmezdim, hem de daha rahat
risk alabilirdim. Neticede yapılacak şey, birkaç derslikli, yani 5-6 yüz metrekare kapalı alanı olan bir binadan ibaretmiş. Evet, bu da olayın bir başka
cephesiydi.
Bu arada yıkım ekipleri ve iş makineleri binayı yıkmaya başladılar.
Önce kapı, pencere ve çatı ahşapları söküldü, ardından kepçe ve dozerlerle birkaç günde bina yıkılarak yerine yapılacak yeni binanın temelleri kazıldı. İnşaat alanı ahşap perde ile bölünerek barakalar inşaat alanının dışında bırakıldı.
Ancak bahçenin her tarafı inşaat malzemeleriyle işgal edilmişti. Boş
kalan güney batı köşesine de ahşap doğramalar istif edildi. Hızar makinelerini
de buraya taşıyan ve daha sonraki yıllarda sıcak ilişkiler, yakın dostluklar
kurduğumuz Mehmet BİLGEN ve Hamit DURDU, burayı bir hızar atölyesi
77
haline getirdiler ve adını da ‘KONDU Doğrama Atölyesi’ koydular. Ne kadar
isabetli ve ilginç değil mi?
Müteahhitlerle de akraba olan bu güzel insanlar, Malatya’daki terör
olaylarından kaçmışlardı. Daha sonra işlerini bayağı geliştiren bu insanlar,
uzun süre İSTEK isimli firmayla uzun yıllar ortak çalıştıktan sonra Mehmet
BİLGEN ayrılarak Bilkay ismiyle kurduğu atölyeyi kardeşleri ile yürüttü. İstek firmasını da Hamit DURDU aynı şekilde kardeşleriyle birlikte işletmeye
devam etti ve geliştirdi. Mehmet BİLGEN’in genç yaşta vefatından sonra kardeşi ve çocukları işe sahip çıktılar.
Okulumuzun ve kendilerinin de çok zor bir döneminde başlayan dostluğumuz hala devam ediyor.
OKUL BİNASI ARAYIŞLARI
Okul Aile Birliği, Koruma Derneği, Vakıf, öğretmen, öğrenci ve veliler
harıl harıl kiralık bina arıyorduk. Diğer adı ‘Hastane Caddesi’ olan Kuvva-i
Milliye Caddesi üzerinde, 2 katlı bir ev bulundu önce. Oldukça büyük ve bakımlı bir ev olmasına rağmen, okul olmaya pek elverişli değildi. Odalar, derslik olacak büyüklükte olmadığı için ciddi bir tadilat gerekiyordu. Bahçesi de
çok küçüktü ama çaresizlik içinde ‘olur’ dedik. Evin yerleşim planını çıkarıp
tadilat projesi yapmaya başlamıştık ki ev sahibi kiralamaktan vazgeçti. Bütün
ısrarlara karşın ikna edemedik.
Cengiz Topel Caddesi üzerinde bulunan ve daha önce depo olarak kullanıldıktan sonra yıllarca önce terk edilmiş ve harap vaziyetteki MENAS’a
(Mersin Narenciye Üreticileri Kooperatifi) ait olduğunu öğrendiğimiz bina
önerildi. Aslında hiçbir bina özelliği olmayan bir enkaz durumundaki yerin,
ciddi bir yatırımla ihtiyaca uygun duruma gelmesi mümkündü.
Öneride bulunan arkadaşların Menas Yönetim Kurulundan aldıkları
kesin sözlerden sonra belediyede görevli genç mühendisler Kemal ETİLER
ve Cahit TEMİZKAN ile birlikte depoyu incelemeye başladık. Birtakım tadilatlar ve inşaat çalışmalarıyla kısa sürede ihtiyaca cevap verecek duruma
gelebilir kanaatindeydik.
Mühendisler röleve planları için krokiler çizerek ölçümler yapmaya
başladılar. Bir an önce tadilat projesini yaparak inşaata başlayalım istiyorduk.
Canhıraş vaziyette ölçümlemeler yapıyorduk ki MENAS yönetimi ile görüşen
ortaklardan birisi kötü haberi ulaştırdı. Daha önce söz konusu harap depoyu,
bir bakıma yap-işlet-devret modeli ile kısa süreli olarak tahsis etmeyi kabul et-
78
miş olan kooperatif yönetimi, olağanüstü toplanarak bu karardan vazgeçmişti.
İşte sosyal sınıf tahlilleri ve sermaye (burjuva) sınıfının gücü ile ilgili
ne denli yanıldığımı, o harabenin içinde, üstümüz başımız batmış vaziyette ve
kan ter içinde şerit metrelerle ölçüm yaparken alınan bu haberle anlamıştım.
Teori pratiğe uymuyordu… Sosyoloji eğitimi sırasında bu konularla ilgili öğrendiklerim gerçeklerle örtüşmüyordu. Ya teorik bilgilerim doğru değildi ya
da hizmet vermek istediğimiz çevrenin sınıfsal kategorisini yanlış saptamıştım. Başka çözüm yolu olmadığı için belki de bu yanılgıya bile bile düşerek
kendimi kandırmıştım.
Kentin en gözde semtinde bulunan ve oldukça geniş bir alanı işgal eden
bu harap deponun okul olarak yapılması önerisinde bulunan kooperatif yönetimi, iş ciddiye binince hemen olağanüstü toplanarak konuyu tekrar görüşmeye başlamışlar.
Haricen öğrendiğimize göre, toplantı tartışmalı geçmiş. Bazı üyeler
“Okul” buraya girerse, bir daha buradan çıkarmamız mümkün olmaz” şeklinde itirazlarda bulunmuşlar. Karşı çıkanların başında, o tarihlerde henüz tanışmadığımız Dr. Ahmet ARSLAN geliyormuş. Doktor Ahmet ARSLAN, yönetim kurulu üyelerinin, bu karara ‘evet’ demeleri halinde, kooperatifin değerli
bir mülkünü kaybetmesine neden olacağını, okulu buradan çıkaramayacaklarını ve çok büyük bir sıkıntı doğacağını iddia etmiş. Kendisi gibi düşünen
üyelerin desteğiyle kısa sürede yönetim kurulu ikna olmuş ve adı geçen depo
yıkıntısını tahsis etmekten vazgeçmişler.
O gün için okulun yaşaması ile ilgili önemli bir olanağın ortadan kalkmasına neden olan Dr. Ahmet ARSLAN, belki de kendi açısından haklıydı.
Ve okul, onun için hiçbir anlam taşımıyordu. Eğer okul kapansaydı, belki de
kendisiyle hiç tanışmayacaktık. Bu olaydan 2 sene sonra biyoloji öğretmeni
olarak okulumuzda göreve başlayan ve kısa sürede yöneticilik görevine getirilen ve uzun süre lise müdürü olarak görev yapan değerli meslektaşım Ayşe
ARSLAN’ın kayınpederi olduğunu daha sonra öğrendim ve kendileriyle çok
iyi dost olduğumuz gibi, her zaman okul ve şahsımla ilgili içten teveccüh ve
iltifatlarını görmüşümdür. Torunlarının da başarıyla eğitildikleri okulumuzun
o tarihteki öğrencilerinden birisi de sonradan Dr. Ahmet ARSLAN’ın küçük
gelini oldu.
Küçük gelininin ve torunlarının eğitim gördüğü, büyük gelininin çeyrek asra yakın bir süre başarıyla emek ve hizmet verdiği bu okulun, kendileri
için özel bir değer taşıdığından emin olduğum gibi, bu durumu da ilginç bir
79
tecelli olarak değerlendiriyorum.
Kendilerine duyduğum derin saygı ve samimi dostluğumuz nedeniyle
bu olayın teyidi konusunda kendilerine hiçbir şey sormadım. Belki de yanlış
aktarılmıştır. Değilse bile o günkü koşullarda kooperatifin hak ve menfaatlerinin korunması normal karşılanabilir ama çaresizlik içindeki okulumuz için
böyle bir karar, büyük bir darbe olmuştur. Üstelik altın değerindeki 10-15 günümüz …
Yeniden arayışlar başladı. Kazanlı beldesinde bulunan azot sanayinin
yönetim binası olarak yapılmış olan bina kullanılmıyormuş. Onu araştırdık.
İktidarda CHP-MSP (Milli Selamet Partisi) Koalisyonu vardı. CHP kanadından tanıdığımız Milletvekilleri ve Bakanlar vardı ama MSP’den kimseyi tanımıyorduk. Oysaki bu bina MSP’li Sanayi Bakanlığı’na bağlı idi ve yanılmıyorsam Sanayi Bakanı da Fehim ADAK’tı.
Belediye Başkanımız Kaya MUTLU aracılığıyla bir kontak kurmaya
çalıştık. Kaya Bey telefonla bir ön görüşme yaptı ve olumlu bir intiba edindik.
İşin aciliyeti bakımından kısa sürede çözülmesi gerekiyordu. Bu arada Kaya
Bey Balıkesir mi, Çanakkale veya Edremit… Öyle bir yere tatile gitmişti. Telefon görüşmelerimizde Bakan’ın da tatilde olduğu söylendi. Kaya Bey tatilde
iken Bakanı sürekli aradı ama sonuç alınamadı.
Oysa bayağı ümitlenmiştik. Erdoğan SOKULLU’yla birlikte ve birkaç
kez de tek başıma binaya giderek okul olarak yapacağımız tadilatları ve yerleşim planını belirlemiştik. Tek sorun, kent merkezine olan uzaklık sorunuydu.
Erdoğan Bey’in Renault marka arabasıyla mesafe ölçümleri yapıyorduk. İstasyon Meydanı ve Vilayet Konağı 11 kilometre, Cumhuriyet Alanı 13 kilometre,
Pozcu 15 kilometre gibi… O zamanlar okullar yürüme mesafesinde olduğu
ve öğrenciler öğlen aralarında dahi evlerine yürüyerek gidip geldikleri için
bu mesafe gözümüzde büyüyordu. Ama böyle güzel bir bina olunca servis taşımacılığıyla bu sorunu kolay çözebileceğimi, gerekirse servis ücretinin okul
tarafından karşılanacağını düşünüyordum.
Okulun yeni konumunu, tam olarak adapte olduğum yerleşim planlarını, oyun ve tören alanlarını tasarlayıp bunlarla ilgili planlarını tamamladığım bir sırada, buradan da olumsuz yanıtın alınması ikinci bir hayal kırıklığı yaşattı. Bu güzel bina kısa süre sonra şimdiki adı çevik kuvvet olan ve o
zamanki adıyla toplum polisi mi yoksa emniyetin başka bir birimi olarak mı
emniyete tahsis edildi ve uzun süre bu amaçla kullanıldı.
Süleyman DEMİREL’in, o dönemlerde popülerliğini koruyan bir ifa-
80
desi vardı; “Meşru zeminlerde çare tükenmez” diye. Evet, yeni bir çare arayışıyla Tevfik Sırrı Gür Lisesi’nin pansiyon binasına talip olduk. Milli Eğitim
Müdürü Mustafa GÖKŞAN ile Tevfik Sırrı Gür Lisesi Müdürü Sait KILINÇER, öğretmen örgütü TÖB-DER yönetimi ile olan ilişkim nedeniyle yakın
görüştüğüm insanlardı. Önce lise müdürüne konuyu açtık, olumlu yaklaştı.
Arkasından Milli Eğitim Müdürü ile görüştüm, O da ‘olur’ dedi.
İlgililerden olumlu cevap alınca, konuyu vakıf yönetim kuruluna getirdim ve herkes sevinçle karşıladı. Halen Öğretmenevi olarak kullanılan bu
bina da çok harap vaziyetteydi ama konum itibariyle çok idealdi. Ancak ciddi
bir tadilat ve onarım gerekiyordu. Onu da çok kısa zamanda yapabileceğimize
inanıyordum.
Okul Müdürü Sait KILINÇER’i, ayrıntıları konuşmak üzere bir toplantıya davet ettik. Daha önceki birebir görüşmelerimizde oldukça yardımcı gibi
görünen Sait Bey, olayın ciddiyetini görünce biraz ağız değiştirir gibi oldu.
Binanın tamiratı ile ilgili ayrıntılı ve yüksek maliyetli taleplerden başka kendi
okuluna da ciddi bir bağışta bulunmamızı ve buna benzer şartlar sıralıyordu...
Sait Bey’deki bu değişikliği anlamamıştım. Hatta bayağı mahcup olmuştum
ama fazla önemsemedim. Çünkü Vali Bey ve Milli Eğitim Müdürü’nün bize
destek vereceklerini biliyordum.
Derhal resmi işlemlerle ilgili çalışmalara başladık. Gördük ki bu binanın ne Milli Eğitim Müdürlüğüyle ne de Tevfik Sırrı Gür Lisesi ile hukuki
hiçbir ilişkisi yokmuş. Tapusu büyük ölçüde Milli Emlak’a ait olan binanın altında bulunan dükkânlardan dolayı hayır kurumlarından özel şahıslara kadar
birçok maliki bulunmakta ve yasal işlem yapmaya yetkisi olan herhangi bir
muhatap bulmak mümkün değil. Binanın hukuki statüsünü ve tapu malikinin
kim olduğunu da ne Milli Eğitim ne de okul müdürlüğü bilmiyormuş.
Tam yetkili bir tapu maliki olmadığı için eski okulumuzun hemen yakınında Tevfik Sırrı Gür Lisesi ile aynı bahçe içinde bulunan ve kentin en merkezi yerindeki bu binayı da okul yapamamıştık. Ve hevesimiz kursağımızda
kalmıştı.
Zaman daralıyordu. Bütünleme sınavlarını, derslik olarak düzenlediğimiz barakada yapıyorduk. Diğer bir barakayı da hem sınav komisyonu odası
hem de her türlü kayıt-nakil işlemleri dâhil, yönetim işlerinin yapıldığı oda
olarak kullanıyorduk. Okulların açılmasına da birkaç hafta kalmıştı. Mutlaka
bir yer bulunmalıydı. Ya da okulun kapanması, öğrencilerin başka okullara
yerleştirilmesi gerekiyordu. Ama bu ikinci şık, henüz gündemimde yoktu.
81
Hatta hiç aklıma gelmemişti. Hala bir çare bulacağıma inanıyordum.
Aklıma, eski öğretmen okulunun pansiyon binası geldi. Bir dönem
Ecevit’in, hızlandırılmış eğitim uygulaması sırasında Ziya KIVILCIM, Osman EĞRİTAŞ, Fikret ÖZTÜRK, Hasan ARSLAN, Ali UYSAL, Nurten
ÖZTÜRK, Mustafa YALÇINKAYA ve daha birçok öğretmen arkadaşımızla
birlikte yaz sıcağında ve silahlı çatışmalar içinde eğitim fedaisi olarak görev
yaptığımız bu binanın bir bölümü, eğitim enstitüsü olarak kullanılıyor ama
pansiyon binası boş duruyordu. Milli Eğitim Müdürü Mustafa GÖKŞAN’a bu
teklifi sundum.
Milli Eğitim Müdürü, o binanın kendileri ile doğrudan bir ilgisi olmadığını, Milli Eğitim Bakanlığı’na ait olduğunu söyledi. Kendilerinin de Valiliğin
de doğrudan bir tasarruf yetkisi olmayacağını belirtti. Yine de Vali Bey’le
konuyu görüşmek istedim. İl Valimiz, daha sonra İçişleri ve Milli Savunma
Bakanlığı görevlerinde de bulunmuş olan Sayın Sabahattin ÇAKMAKOĞLU
idi. Konu ile ilgili olarak kendilerini sık sık rahatsız ediyordum. Olayın önemini biliyor ve içtenlikle bize yardımcı olmak istiyordu.
Vali Bey, Milli Eğitim Bakanı’nın birkaç gün sonra Mersin’e geleceğini
söyledi ve “Bakanımızla konuyu görüşelim, inşallah muvafakat eder” dedi.
Yeniden umutlandım. Ve kendi kendime “Bu iş oldu” dedim. Gerçekten de
olmaması için hiçbir neden yoktu. Şu anda anarşi nedeniyle yatılı bölümü iptal edilen eğitim enstitüsünün pansiyon binası boş duruyordu ve uzun zaman
böyle kalacağı kesindi. Oraya taşınmakla hem binayı korumuş olacağız, hem
de anarşik eylemler nedeniyle yapılan tahribatları onaracağız. Gerekirse devlete kira da verebiliriz. Ve çağdaş, demokrat bir okul da bu sayede kapanmamış olacak.
Buna kim itiraz eder? Mantık doğruydu. Üstelik gerek birey olarak gerekse yönetiminde bulunduğum mesleki örgütümüzü Türkiye Öğretmenler
Derneği (TÖB-DER), Bakanın da mensubu olduğu partiye her zaman destek
vermiştik. Yönetim kurulumuzun üyesi Kaya MUTLU’nun da aynı partiye
mensup Belediye Başkanı olması da önemli bir avantaj sağlayabilirdi.
Siyasi ağırlığı olan ve ne kadar tanıdığımız varsa herkese konuyu anlatıp yardımlarını istedik. Ortam gayet elverişli görünüyordu. Kaya MUTLU
Bey, Vali Bey ile görüşerek, Milli Eğitim Bakanı Nejdet UĞUR’un ziyaretleri
sırasında iletilecek konularla ilgili gündeme bu konuyu da eklemişlerdi.
Bir iki gün sonra Bakan Nejdet UĞUR’un ziyareti gerçekleşti. Kendisini Adana Havalimanı’nda karşıladık. Tarsus ve bazı beldeleri ziyaretten
82
sonra akşam geç saatlerde Mersin’e geldi. Doğrudan Valilik binasına geçti ve
görüşmelere başladı.
Vali Bey’in ve Belediye Başkanı’nın tavassutuyla ilk görüşmecilerin
içinde ben de bulunuyordum. Vali Bey takdim konuşmasından sonra ilin genel sorunları ile çalışmalar hakkında son derece diplomatik ifadelerle veciz bir
konuşma yaptı. Daha önce de büyük saygı beslediğim Sayın ÇAKMAKOĞLU’nun konuşmasını büyük bir hayranlıkla dinledim ve kendilerinin gerçekten de seçkin bir devlet adamı olduğuna dair inancım daha da arttı.
Sayın ÇAKMAKOĞLU, il hakkındaki genel açıklamalardan sonra
sözü okulumuza getirdi. Okulla ilgili onur verici iltifatlardan sonra bina sorununu ve eğitim enstitüsünün şu anda atıl durumda bulunan pansiyon binasının
okulumuza geçici bir süre için tahsis edilmesini son derece etkili ve nazik
ifadelerle ama bütün gerçek gerekçelerle ve oldukça ısrarlı bir dille talep etti.
Milli Eğitim Bakanı Nejdet UĞUR, Vali Bey’in uzun ve veciz konuşmasını dikkatle dinledi. Yüz ifadelerinde en küçük bir değişiklik yoktu. Adeta
usta bir poker oyuncusu gibi hiç renk vermiyordu. Meraktan çatlıyordum. Vali
Bey olayı o kadar güzel ve ikna edici bir şekilde takdim etmişti ki en olumsuz
insanın dahi buna ‘hayır’ demesi mümkün değildi.
Bakan Bey’in siyasi misyonu, ilimizin özel koşulları bakımından da bu
talebi reddetmemesi gerekiyordu. Kaya MUTLU’nun okulla ilişkisinin bulunması, resmen vakfın yönetim kurulu üyesi olması da kendisi için bir anlam
ifade etmeliydi. Düşündükçe, Bakan’ın olumlu yanıt vermesini gerektiren bir
sürü gerekçe zihnimde sıralandığı halde, ‘hayır’ demesi için hiçbir gerekçe
bulamıyordum.
Bakan Bey biraz düşündükten sonra, “Bir şey diyemem, hukukçularıma danışmam lazım” dedi. Tek cümlelik bu yanıtın “hayır” demek olduğunu
anlamıştım. Bir türlü gerekçesini bulamadığım “hayır” yanıtının gerekçesi de
Bakan Bey’in tek cümlelik ifadesinde gizliydi: “Mevzuat.” Aklıma sosyal demokratla evlenen kızın bakirelik fıkrası geldi.
Okulun adına belki de son şansımız olan bu olasılığın da yok olmasından ziyade, Vali Bey’in bu değerli çabalarının sonuçsuz kalmasına üzülmüş,
sanki Vali Bey’e bir haksızlık yapılmış ve bu haksızlığın da sebebi benmişim
gibi hem üzülmüş hem de utanmıştım. Kendi kendime, “Keşke böyle bir talepte bulunmasaydık” diye düşünüyordum. Üzüntüden ziyade mahcubiyet ve
suçluluk duygusuyla teşekkür ederek huzurlarından ayrıldım.
Erdoğan SOKULLU Bey, dışarıda merakla beni bekliyordu. Görür gör-
83
mez yüzümden anladı. “Üzülme, sağlık olsun” dedi. Erdoğan Bey’in arabasına bindik. Arabada, kısa bir değerlendirmeden ve bir müddet sessizlikten
sonra hızlı hızlı ve sesli düşünmeye başladık.
İstasyon civarında, eskiden sabun fabrikası iken yangın geçirmiş taş
bir bina olduğunu duymuştuk. “Haydi, şu yanık binaya bir bakalım” dedim.
İstasyon istikametine doğru hareket ettik.
Gecenin geç saatleriydi. Binanın bulunduğu semt tenha olduğu gibi,
pek de tekin olmayan bir semtti. İnsanların, evlerinin balkonunda dahi oturmaya cesaret edemedikleri terör ve anarşi ortamında çok anlamsız ve o kadar
da tehlikeli bir keşifte bulunuyorduk.
Bina, ana caddeden biraz içeride idi. Etrafında da herhangi bir yapı yoktu. Oldukça ıssız bir yerdi. Karanlıkta pek bir şey seçilemiyordu ama arabanın
farlarının aydınlattığı kadarıyla tam bir enkaz durumundaydı. Sırtımızı farlara dönünce ve biraz da gözlerimizin alışmasıyla daha iyi seçebiliyorduk.
Bazı dış duvarlardan başka hiçbir şey yoktu. Çatısı dahi olmayan bu
eski yapı, tarih öncesinden kalmış harabe kalıntılarını andırıyordu farların ışığında.
Düşe kalka binanın etrafında dolaşmaya çalışırken bekçi düdükleri çalmaya başladı. Arabanın yanına kadar gelmiş olan bir ekip, bağıra çağıra kim
olduğumuzu ve ne aradığımızı sorup, bizi yanlarına çağırdılar. Sanıyorum o
anda ayılmış olduk ve kendi kendimize gülmeye başladık.
Emniyet görevlilerine kimliklerimizi göstererek kendimizi tanıttıktan
sonra ne aradığımızı açıklamaya çalıştık. İkna oldular mı bilmiyorum ama
bizden şüphelenmedikleri belliydi. Söylediklerimiz herhalde onları da şaşırtmıştı. “Bu saatte buralarda dolaşmak tehlikelidir. Lütfen buralarda dolaşmayın” dediler. Polis ekibinin önerisiyle arabamıza binip evin yolunu tuttuk.
Büyük heyecan ve umutlarla başlayan yoğun bir günün sonunda adeta
can havliyle yaptığımız bu okul binası arama gezisi ne denli trajikomik bir ruh
hali içinde olduğumuzun ifadesi olsa gerek.
NE YAPMALI?
Kendi kendime bu soruyu defalarca sorduktan sonra artık yapacak bir
şey kalkmadığına yavaş yavaş kendimi inandırmaya çalışıyordum. Ama bir
taraftan da pes etmemek gerektiğine inanıyordum. Başarılı bir okulun yaşatılmasının da ötesinde çalışanların mağduriyeti ve özellikle de bana güvenen
84
insanlara karşı mahcubiyeti asla içime sindiremiyordum.
Son durumu ve öğrencilerin okullara naklinin nasıl yapılacağını görüşmek için Milli Eğitim Müdürü Mustafa GÖKŞAN’ı ziyarete gittim.
Gelişmeler hakkında bilgi sunduktan sonra durumun iç açıcı olmadığını ve maalesef okulu kapatmak zorunda kaldığımızı söyledim. “Sizden istirhamım, öğrencilerimi, oturdukları semtlerde bulunan iyi okullara yerleştirmeniz için yardımcı olmanızdır” dedim.
Milli Eğitim Müdürü, okul müdürlerini çağırarak yardımcı olmaları
hususunda talimat vereceğini söyledikten sonra, “Boşuna bu kadar üzülüyorsun. Sağlık olsun. Ne yapalım? Çok çaba gösterdin ama olmadı. Gel seni Erdemli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne tayin edelim. Okul her yerde okuldur.
Orada da ideallerini gerçekleştirebilirsin. Ayrıca devletle önün daha da açılmış olur…” dedi.
Kendisine teşekkür ettim. “Beni yanlış anladınız. Benim sorunum okul
müdürlüğü falan değil. Olayın benim şahsımla hiçbir ilgisi yok. Benim ailemle birlikte yürütebileceğim iyi bir işim de var. Bu işe soyunmakla ciddi bir
özveride bulunduğuma inanıyorum ama bu başka bir şey. Bu okulun yaşaması
için seve seve her türlü özveride bulunmak istiyordum ama maalesef mümkün
olmadı” dedim.
Orta öğretimden sorumlu Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Mustafa ERGÜN’le okulun kapatılması ile ilgili ayrıntıları görüştüm. Öğrencilerimin gitmek istedikleri devlet okullarını tespit edip listeyi Mustafa ERGÜN’e vermem
hususunda mutabakata vardıktan sonra, Milli Eğitim Müdürlüğü’nden ayrılıp,
inşaat enkazları arasındaki okul olarak kullandığımız barakaya döndüm.
Öğrenci listelerini önüme alıp ev adreslerine göre devam edebilecekleri resmi okulları tespit etmeye başladım. Ertesi gün, hazırlamış olduğum
listeyi Milli Eğitim Müdürlüğü’ne götürdüm. Müdür dairede yoktu. Müdür
Yardımcısı Mustafa ERGÜN’ün odasına geçtim. Okul müdürlerinden birkaç
kişi oradaydı.
Listeyi Mustafa ERGÜN Bey’e takdim ettim. İnceledikten sonra, “Ali
Bey, bak bazı arkadaşlarımız şu anda burada, dün telefonla görüştük. Arkadaşlar bu nakil işine sıcak bakmıyorlar. Okullarda anarşi had safhada, özel
okuldan gelecek öğrencilerin ek bir sorun yaratacağından endişe ediyorlar”
dedi.
Hazırda bulunan okul müdürleri de aynı endişeyi dile getirdiler. “Okullarımızdaki öğrenciler her gün sağcı-solcu çatışmalarının ötesinde fraksiyon-
85
larda dahi anlaşamayıp olay yaratıyorlar. Bu durumda özel okuldan öğrenci
alabilir miyiz? Almamız halinde yeni çatışmalar başlarsa bunun hesabını veremeyiz. Çocuklarınızın can güvenliği de tehlikeye girer…” şeklinde görüşler
ifade edildi.
Gerçekten de terör herkesi yıldırmıştı. Öğretmenlik, hele hele okul yöneticiliği ateşten gömlek gibiydi. Öğrencilerimizin can güvenliği söz konusu
olunca benim için akan sular durmuştu. Hiç ısrar etmedim. İzin isteyip oradan
ayrıldım ve yeniden bir çözüm yolu aramaya koyuldum.
Nasıl olsa bir arsamız vardı. Bu arsa üzerine kısa sürede bir bina yapılabilirdi. Neden olmasın? Resmi okulların almak istemedikleri ve can güvenliği
dahi olmayan öğrencilerimizi birkaç ay barındırabilirsek bu iş olabilirdi. Keşke baştan beri bunu düşünseydik, şimdiye çok mesafe kat ederdik.
Ertesi gün tekrar Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Bu defa doğrudan
Müdür Yardımcısı Mustafa ERGÜN’ü ziyaret edip planımı anlattım. Milli
Eğitim Müdürü ile daha samimi görüşüyordum ama Ergün’ün daha çok iş
bitirici bir yapıda olduğuna inanıyordum.
Kendisine, “Üç-beş ayda ihtiyacımıza cevap verecek bir bina yapabiliriz. Sizden istediğim, bu süre içinde bizi görmemenizdir” dedim. Biraz şaşırdı ama hemen reddetmedi. Tam olarak kendilerinden ne istediğimizi tekrar
sordu.
“Efendim, sizden isteğimiz şudur; Şu anda enkaz içinde buluna 3 barakamız var. Bir de derme çatma 2 tane laboratuar odası. Ben bu 5 odayı onarıp
derslik haline getireceğim. 4 şube ortaokul, 4 şube lise olmak üzere 8 şube öğrencimiz var. Bunların yarısı sabahçı, yarısı öğlenci olmak üzere çift tedrisat
öğretim yaparak öğrencilerimizin eğitimini sürdürebiliriz.
Bunun mevzuata uygun olmadığını biliyorum. İkili eğitim yapamayacağımız gibi, yönetim odaları, laboratuar, özel derslikler, kitaplık… gibi zorunlu mekanlar da olmayacak. Bu koşullarda bizi birkaç ay idare ederseniz,
ben bu okulu kurtaracağıma inanıyorum” dedim.
Bu tuhaf önerimin nasıl karşılanacağını gerçekten merak ediyordum.
Mustafa Ergün’ün yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu. Sevecen bir ifadeyle gözlerimin içine baktı ve hiç tereddüt etmeden, “Olur tabii, neden olmasın… Pekiyi, sana söz veriyorum. Bildiğini yap. Birinci dönemin sonuna kadar kimse
size bir şey sormayacak…” dedi.
Oysa Ergün, eğitimle ilgili konularda hatta her konuda çok titiz ve kuralcı bir insandı. Böyle bir öneriyi nasıl kabul etmişti hala anlayamam.
86
Aslında yapılacak başka bir şey de yoktu. Devlet okulları öğrencilerimizi almak istemiyor, Bakanlık boş binalarını kısa süreli dahi olsa tahsis etmiyor,
okul olmaya uygun bina bulunamamış, bu koşullarda ne yapılabilinirdi ki?
Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Mustafa ERGÜN, daha sonra yetkilileri
nasıl ikna etti bilmiyorum ama gerçekten de mevzuata aykırı bu uygulama ile
ilgili hiçbir itiraza muhatap olmadık.
Bu karar, aynı zamanda benim için geri dönüşü olmayan bir yolun başlangıcı oldu. Artık tüm varlığımla bu işe angaje olmuştum. Ve her şeyimi
ortaya koymak zorundaydım. Benim için bu iş ya olacak ya olacaktı.
Hemen okula döndüm ve önce Erdoğan SOKULLU’ya sonra diğer arkadaşlara kararımı açıklayıp, barakaların tanzimine başladık. Laboratuar, kütüphane ve diğer yönetim birimlerinin malzemeleri ile fazla sıra ve masalarla
diğer okul araç-gereçlerini Mustafa KİBAROĞLU’nun Çamlıbel’de bulunan
Yunus apartmanının bodrumuna taşıdık.
Bu bodrumun su aldığını bilmiyorduk. Kışın hiç ilgilenmedik. Nisan
ayında gördük ki bodrumda 20-30 santim su birikmiş ve eşyaların tamamı su
içinde çürümüş, heder olmuştu. Daha sonra bu eşyaların tamamı çöpe atıldıç
Barakaların bitişiğine sera naylonlarından büyükçe bir çadır kurduk.
Burasını yönetim ve öğretmenler odası olarak düzenledik. Diğer 5 odayı da
sınıf olarak hazırladık. Böylece öğleden önce ortaokul, öğleden sonra lise öğrencilerine ders verilecek mekânlar hazırlanmış oldu.
Son durumu, vakıf, dernek ve Okul Aile Birliği ile yaptığımız müşterek
yönetim kurulu toplantısında açıkladım ve kısa sürede bir bina yapılması konusunda destek istedim. O zamanlar inşaat işinden hiç anlamıyordum. Daha
sonra bu işin kompetanı oldum ama o gün için bu iş gözümde büyüyordu. Hâlbuki sonraki yıllarda birkaç yıl üst üste her sene yaz tatilinde mevcut binanın
bir bölümünü yıkarak yerine 4 katlı binalar inşa etmiştik.
O gün için ihtiyaç duyduğumuz tek katlı küçük bir binanın hiç de zor
bir şey olmadığını anlamıştım ama iş işten geçmişti. 2003 yılında çok popüler
bir dizi olan ‘Çocuklar Duymasın’ dizisinde, Selami’nin eşi Gönül hanım rolündeki bayanın deyimiyle, “Neyse”…
Fikir kimden çıktı hatırlamıyorum ama bir anda Ankara’da prefabrik
bina yapan bir firma olduğu ve bu firmanın çağrılıp bu işi yapması kararlaştırıldı. Hemen adres bulundu ve firma ile görüşüldü. Birkaç gün içinde firma yetkilileri taslak proje ve kullanılacak malzeme numuneleriyle Mersin’e geldiler.
Derhal yönetim kurulunu topladık ve prefabrike bina yapan Ankara’da-
87
ki FİLİBE TİCARET POL-KON isimli firmanın yetkilileri prefabrik okul binasının yapımı ile ilgili tekliflerini sundular. İnşaatın yapılışı ve inşaat malzemesinin özellikleri ile ilgili uzun uzun açıklamalar yapıldı.
Firmanın çalışma şekli ve teklifi şöyle idi. İnşaatla ilgili her türlü altyapı (yol, kanalizasyon ve tesisat bağlantıları) ile binanın temel ve su basmanı
tarafımızdan yapılmalıydı. Su basmanı tamamlanarak grobetonu dökülmüş
vaziyette kendilerine teslim edildikten sonra 10 veya 12 hafta içinde binanın
iç ve dış duvarları ile çatı montajı tamamlanacaktı.
Binanın altyapı ve su basmanı inşaat harcamaları bize ait olmak üzere
metrekare birim fiyat olarak 6.200 (altı bin iki yüz) TL teklifte bulundular.
Toplam kapalı alanı yaklaşık 800 metrekare olan bina için istenen para o günkü koşullarda ve olanaklarımıza göre oldukça yüksek bir fiyattı.
ABD Dolar Kuru 54 TL, öğrencilerimizin ilan edilen 1979-80 öğretim yılı ücreti 16.000 (on altı bin) TL idi. 270 dolayında öğrencimiz olduğuna
göre okulun öğretim yılı sonu (Eylül 1980) tarihine kadar toplam geliri azami
4.320.000 (dört milyon üç yüz yirmi bin) TL olacaktı.
Filibe Ticaret’in temel ve su basmanı hariç talep ettiği para 5.000.000
(beş milyon) TL idi ve bunun % 50’sini peşin istiyorlardı. Altyapı ve temel
inşaatı için de toplam maliyetin % 25’i kadar harcama yapılması gerekiyordu.
Sonuç itibariyle 8 milyon civarında bir mali kaynak gerekiyordu.
Filibe Ticaret’in zaman ve inşaat kalitesiyle ilgili malzeme örnekleri ve
referansları oldukça cazip görünüyordu. Ama mali koşullar için aynı şeyleri
söylemek mümkün değildi.
Vakıf yönetim kurulu, mali konularla ilgili herhangi bir taahhüt altına girmek durumunda olmadıkları için benim bir cevap vermemi istediler.
Koşulları kaba hatlarıyla kafamda değerlendirdikten sonra firma yetkililerine
teşekkür ettim ve “Kendi aramızda teklifi değerlendirdikten sonra bilahare
cevap verelim” dedim.
Ankara’dan gelen firma yetkilileri ayrıldıktan sonra durum değerlendirmesi yaparak mevcut koşullarda bu teklifin kabul edilemeyeceği kararına
vardık.
CESARET VEREN BİR SES
Bütünleme sınavlarını yıkıntılar içindeki barakalarda yapıyorduk. Fizik
sınavına katılan öğrencilerin yazılı kâğıtları öğleden sonra okunuyordu. Sınav
88
komisyonu ile bir yandan yazılı kâğıtları değerlendirilirken, bir yandan da her
zamanki gibi okulun geleceği ile ilgili sohbet ediyorduk.
Kâğıtların okunması bitti. Öğrencilerin aldıkları notların yazıldığı bölümler kapatıldı. Tutanaklar tutuldu ve iki gün sonra ikinci inceleme için evraklar zarflanarak, zarflar kapatılıp mühürlendi.
Komisyon üyesi arkadaşlar arsayı görmek istediler. Erdoğan Bey’in
arabasıyla 45 Evler semtindeki arsaya bakmaya gittik. Arsa kentin bir hayli
dışındaydı ama semt olarak meskûn saha sayılırdı. Yol kenarındaki arsanın
karşısında tek katlı kooperatif evleri vardı. Semt ismini bu evlerden almıştı.
Demek ki kooperatif evlerinin sayısı bu idi. Müftü Köprüsü’nden sonra Silifke
Caddesi’nin sağ tarafında hemen hemen hiç ev yoktu. Şimdiki 16. Cadde olan
45 Evler yolu üzerinde ise Ahmet AYDOĞAN’a ait bahçe içinde bir tek ev vardı. Kooperatif evlerinin dışında hiçbir bina yoktu her taraf bahçe ve tarla idi.
Arsayı gördükten sonra fizik öğretmenimiz Nazmi USLU “Arsa çok
güzelmiş. Bu arsa üzerine kısa zamanda briket bir bina yapabilirsiniz. Bu işi
niye bu kadar gözünüzde büyütüyorsunuz? …” şeklinde cesaret verici ifadelerde bulundu.
Nazmi USLU’nun söyledikleri tam da duymak istediğim sözlerdi. Aynı
kanaatte olduğumu söyledim. “Bugüne kadar bina aramakla, resmi kurumlara
yalvarmakla zaman kaybedeceğimize, inşaata başlasaydık binanın kaba inşaatı biterdi” dedim.
Nazmi Bey’in düşüncesi diğer arkadaşlar tarafından da benimsenmişti.
Böyle bir teşebbüse geçilmesi gerektiğine benim kadar onlar da inanıyorlardı.
Arkadaşları evlerine bıraktıktan sonra Erdoğan Bey’le ikimiz okul dediğimiz
yıkıntılar arasındaki barakamıza döndük.
Bu arada Adana Bayındırlık Bölge Müdürlüğü’nden aldığımız okul projeleri üzerinde çalışarak uygun bir proje seçmeye çalışıyordum. Bakanlığın tip
proje adını verdiği projeler üzerinde yaptığım çalışmalar bu konuda bir fikir
sahibi olmamı sağlamıştı.
Tip projelerden edindiğim bilgilerle mevcut arsamızın konumuna uygun basit krokiler çiziyordum. Bayındırlık birim fiyatları ve tip projelere göre
verilen müteahhit teklifleri ile bir bina yapmanın mümkün olmadığını anlayınca, daha basit bir proje yapılması gerektiğini anlamıştım.
Nazmi USLU’nun verdiği cesaretle, Erdoğan SOKULLU ile oturup önceden hazırlamış olduğum ve okul projelerinden edindiğim bilgilerin bir sentezi mahiyetindeki taslaklar üzerinde çalışmaya başladık.
89
El yazısı ve şekil çizimi konusunda benim yeteneksiz olduğum derecede Erdoğan Bey yeteneklidir. Gerçekten de hem yazım çok çirkin hem de
çizgi çizmeyi beceremem. Oysa Erdoğan Bey’in yazısı da şekil çizimleri de
çok güzeldir.
Okulun acil ihtiyacı olan derslik, laboratuar, kütüphane, yönetim odaları ve diğer eklentilerini dikdörtgen şeklindeki bir formla plana döktük. Her
defasında başka başka değişikliklerle projemizi giderek geliştiriyorduk. O ara
elektrikler kesildi. Osman Efendi’ye birkaç tane mum aldırdık ve mum ışığında çizimlerimize gecenin geç saatlerine kadar devam ederek taslak projemizi
bitirdiğimizde gece yarısını çoktan geçmişti.
Bize göre çok güzel bir proje ortaya çıkmıştı. Böyle bir bina okulumuzun o günkü ihtiyacını fazlasıyla karşılayacağı gibi uzun vadedeki gelişmelere
ve ideal bir eğitim ortamının sağlanmasına da yetecek nitelikteydi.
MENAS’a ait binanın restorasyonu ile ilgili olarak Belediye Başkanı
Kaya MUTLU’nun yönlendirmesiyle belediyede görevli Kemal ETİLER ve
Cahit TEMİZKAN isimli pırıl pırıl iki genç mühendisi tanımak gibi değerli
bir şans yakalamıştık.
Yaş itibariyle benden daha genç olduklarını sandığım bu iki genç adam,
gerçekten de müstesna derecede güzel insanlardı. Bilgili, becerikli, yumuşak
başlı, özverili ve güler yüzlü bu gençler etraflarına sürekli pozitif enerji saçıyorlardı. Onlarla bir araya gelince derhal her türlü sorun unutulur, basit ve
kolay çözümlerle ulaşılabilir hedefler belirlenirdi. En önemli özellikleri ise
yüzlerinden hiç eksilmeyen tatlı tebessümleriydi.
Kooperatif deposunun tadilat çalışmaları vesilesiyle başlayan dostluğumuz uzun yıllar devam etmişti. Birkaç yıl sonra Cahit Temizkan’ın yurtdışında işe girmesi nedeniyle bir daha karşılaşmadık. Kemal Etiler’le zaman zaman
karşılaşırız hala. Daha sonra onların kendi aralarında çok şirin bir takma isimle hitap ettikleri Elektrik Mühendisi Mehmet Ali Bey’in de çok hizmetlerini
gördük.
Her zaman sımsıcak duygularla anımsadığım bu güzel insanların çok
karakteristik özellikleri olan o eşsiz tebessümlerinin yüzlerinden hiç eksilmediğini umuyor ve hep devam etmesini diliyorum.
Ertesi gün Kemal ve Cahit beyleri okula çağırarak avam projemizi sunduk. Onlar da çok beğendiler. Aslında projeden çok bir kroki veya yerleşim
planı idi. Ama ihtiyacımız olan birimler ile her birimin alan ölçümlerinin olması tabii ki mimari projenin hazırlanması için önemli bir done olmuştu.
90
Bizi onore etmek düşüncesiyle olsa gerek oldukça abartılı iltifatlarla
“Hocam gerçekten çok güzel. Biz bunun üzerinde 1-2 küçük değişiklikle hemen mimari projeyi hazırlar ve ona göre de statik elektrik ve tesisat projelerini
1-2 günde bitiririz” dediler.
HAYDAR GÜRÜN’ÜN KATKILARI
En son gelişmelerin değerlendirildiği ve briketten inşaat malzemesiyle
tek katlı bir okul binası yapılması ile ilgili projemizin görüşüldüğü Vakıf Yönetim Kurulu toplantısında, Yönetim Kurulu Başkanı Doğan ER, bu konuda
kendisinin “ağabey” diye hitap ettiği Haydar GÜRÜN Bey’in yardımcı olabileceğini söyledi. Bunun için kendilerini yazılı olarak davet etmemizi istedi.
Teklifi olumlu bulduk ve ben hemen o anda okulun başlıklı kâğıdına okul
müdürü olarak resmi bir yazı yazdım ve Doğan Bey elden yazıyı götürdü.
Bir sonraki toplantıya Haydar Bey, Doğan Bey ile birlikte geldiler. Kendisiyle ilk kez karşılaşıyordum. Mersin SSK Hastanesi, İskenderun Çimento
fabrikası, Mersin Çimento fabrikası gibi önemli tesisler yapmış olan çok değerli bir mühendis olduğunu duymuştum. Kahramanmaraş olayları sırasında
ailesinin demokrat tavrı da biliniyordu.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Sezai Türkeş, Fevzi AKKAYA gibi
bir jenerasyonundan gelen son derece kaliteli bir mühendislik otoritesi olan
çok değerli bir mühendis olduğu gibi, toplumsal sorumluluk anlayışı yüksek
babacan bir insandı. Maddi imkânları gibi bilgi ve deneyimlerini de paylaşmaktan mutluluk duyan bir yapısı vardı. Daha sonra iki dönem belediye başkanı olarak Mersin’e önemli hizmetlerde bulunmuş olan Okan MERZECİ,
Hüseyin ALPHAN gibi kentimizde tanınan mühendisler, Haydar Bey’in yanında yetişmişlerdi.
Cahit Temizkan ve Kemal Etiler tarafından hazırlanmış olan projeyi
inceledi ve uygun buldu. Uzun zamandan beri aktif olarak çalışmıyor olsa da
güvendiği bir ekibin olduğunu ve okulun imkânları yeterli ise derhal ekibini
toplayabileceğini söyledi. Bana ne kadar paramız olduğunu sordu. Aslında hiç
paramız yoktu. Ben, her öğrenci velisinden 250.000 lira bağış, bir o kadar da
ertesi yılın ücretine mahsuben avans alabileceğimi, bir miktar bağış ve kişisel
kredilerle toplam 2 buçuk – 3 milyon liraya kadar bir kaynak yaratabileceğimizi hesaplamıştım.
Haydar Bey’e, “İşe başlamak için gerekli nakdimiz var. İnşaatın seyri
içerisinde kullanılmak üzere 3 milyon liraya kadar kaynak yaratabiliriz” de-
91
dim. Oysa mevcut öğrencilerin tümü okula devam etse dahi, öğrenci gelirleri
okulun cari giderlerini zar zor karşılayabilirdi. Öğrencilerden bağış olarak, ertesi yılın ücretine mahsuben borç almak ne denli inandırıcı olabilirdi bilmiyorum. Ben bu hesabı, Haydar Bey’i teşvik etmek ve yönetimdeki arkadaşlarıma
moral olsun diye söylemiştim. Mali kaynak yaratma sorumluluğunun bana ait
olduğunu biliyordum.
Haydar Abi, “Tamam o halde, ben hemen ekiplere haber vereceğim. Siz
de belediye ile ilgili ruhsat işlemlerini tamamlayın, en kısa zamanda inşaata
başlayalım” dedi.
Oysa 1 gün önce, Orhan UĞUROĞLU, Bilal LEK, Kemal OZAN ve
Erdoğan SOKULLU’nun kendisinden daire alarak tanıştıkları ve sık sık grup
halinde yazıhanesine gittiğimiz yapsatçı Mustafa KİBAROĞLU ile konuşmuş
ve emanet usulüyle inşaata başlamasını söylemiştik. Haydar Bey’e de bundan
bahsederek taşeron olarak KİBAROĞLU’nun yapabileceğini söylemiştim.
Ertesi gün Haydar Bey’le birlikte arsaya gittiğimizde, KİBAROĞLU’nun hafriyat işlerine başladığını hatta bir bölümünün temel kazım işlerinin bitirilerek telörelerin çakıldığını ve KİBAROĞLU’nun ekibiyle birlikte
canhıraş şekilde çalışmakta olduğunu gördük.
Haydar Bey ekibi beğenmemiş olacak ki bize hiçbir şey söylemeden
KİBAROĞLU’nu yanına çağırdı. “Usta, hemen malzemeni topla, ekibini al ve
git. Bu işi ben kendi ekibimle yapacağım.” Adamcağız hiç itiraz etmedi ama
biz çok mahcup olmuştuk.
Haydar Bey kendi ekibini kurdu ve Cahit TEMİZKAN’ın kontrolünde
yeniden hafriyat işlerini yaparak inşaata başladı.
Proje, tek katlı ve çatılı bir bina olduğu halde, çok katlı betonarme binalarda dahi bulunmayan koca koca mutemedi temeller kazdırdı. Kazma işlerini
belediyenin iş makineleri yaptığı için maddi bir külfeti yoktu ama bu temellerin demirli beton malzemesi vardı.
Gerçi Haydar Bey’in şahsi ilişkileri nedeniyle çimentonun bir bölümünü ÇİM-SA’dan bedava almıştık ama demir pahalıydı. Karaborsa satılıyordu.
Hatta çoğu kez karaborsada dahi bulunamıyordu. Hiç unutmam, bir miktar
demiri Haydar Bey, İskenderun’dan getirtmişti. O demir olmasaydı inşaata bir
müddet ara vermek zorunda kalacaktık. Çimento darlığı da vardı ama aynı zamanda velimiz olan ÇİM-SA Genel Müdürü Cevat DALAMAN (oğlu Orhan
öğrencimizdi) Haydar Bey’in çok iyi dostu olduğu gibi, Sabancılar ile de iyi
dostluk ilişkileri vardı. Ambalajından tasarruf olsun diye temelde kullandı-
92
ğımız çimentonun bir bölümü dökme çimento olarak ve hibe şeklinde ÇİMSA’dan gelmişti.
1978-1979 ders yılı başından itibaren stresli başlayan ve yaz aylarında
hat safhaya varan kâbus dolu günlerden sonra Eylül ayının başından itibaren
umutlu günler başlamıştı.
24 Ağustos günü okulun tahliyesi sırasında yaşadığım korkunç olaydan
tam iki hafta sonra – 6 Eylül 1979 Cuma günü – oğlum Sertaç’ın dünyaya gelmesi, bütün sorunları, sıkıntıları unutturan olağanüstü bir mutluluk olmuştu.
Yalnız benim için değil, tüm ailem, aşiretim, dostlarım ve meslektaşlarım için
de öyle. Günlerce süren bir bayram havası içinde yaşadık. Her taraftan akın
akın insanlar gözaydınlığına geliyorlardı. Hatta o günkü mesleki örgütümüz
TÖB-DER yöneticileri ve öğretmenler, davul-zurna ekibiyle eve gelerek şenlik yapmışlardı.
Belki feodal bir anlayıştı ama benim için sosyal bir realiteydi. Beş kızımdan sonra doğan oğlum, benim için dünyanın en büyük mutluluğu olduğu
gibi, yakın geçmişte yaşadığım tüm sıkıntıların bir anda unutulmasını sağlayan bir moral kaynağı olmuştu. Derler ya, ilaç gibi… Gerçekten de öyle.
İnanıyorum ki güçlüklerin aşılmasında, olaylara ve insanlara daha iyimser
yaklaşmamda varlığıyla oğlum Sertaç’ın büyük katkısı olmuştur.
Zaman bakımından çok sıkıntıda olduğumuz ve öğrencilerimizi ikili
öğretimle doğru dürüst sınıfı, bahçesi ve hiçbir eğitim mekânı bulunmayan
bir ortamda nasıl barındıracaktık? Bir önceki yıl 7 şube ve 277 öğrenci olan
mevcut, 3 şube artarak, 331 öğrenci ve 10 şubeye çıkmıştı.
Son derece ilginç değil mi? Okul binası yıkılıyor. Okulun araç-gereçleri dışarıda inşaat malzemeleri ve enkaz yığınlarının arasında bulunuyor. Bu
yıkıntılar arasında oturuyorsunuz. Hiçbir veli, öğrencisinin naklini almadığı
gibi % 20 oranında öğrenci mevcudumuz artıyor. İnsanlar ne olacağını merak
dahi etmeden çocuklarını kayıt edip gidiyorlar. Bana sorsalar; “Toros’un en
önemli farkı nedir?” diye. “İşte bu güven duygusudur!” derim. Ve dünya eğitim tarihinde böyle bir örneğin daha olabileceğine asla ihtimal vermiyorum.
Bina, araç, gereç, eleman… Hiçbir şey yok. Ama insanlar, üstelik para
ödeyerek çocuklarını kaydediyorlar, eski öğrencilerin kayıtları yenileniyor.
Bırakın özel okulu, devlet okulunda dahi böyle bir şey olsa bütün veliler
telaşlanıp çocuklarına uygun okul arayışına girmezler mi? Evet, gerçekten de
Toros’ta mucize çok…
Sekiz şube için derslik ayarlamaya çalışırken, şube sayısı 10’a çıktı. ‘Ol-
93
sun, 8’e çare bulan 10’a da bulur. Derken bir şans kapısı daha açıldı. Anarşi nedeniyle okulların açılışı ertelendi. Birer ikişer haftalık ertelemelerle okulların
açılması Ekim ayı sonlarına kaldı.
Okulların açılmasının 6 hafta kadar ertelenmesi büyük bir şans oldu.
331 öğrencimizden ortaokulda okuyanları sabah, lisede okuyanları öğleden
sonra okutacağımız barakalarla idare odası olarak kullanacağımız sera naylonundan yapılma çadırımızı hizmete hazır hale getirdik.
Bu ertelemeler sırasında okula gelip giden öğretmen arkadaşlarımız da
az çok ortamı kanıksadılar. Böylece Ekim ayı sonlarına doğru okulumuzu
açtık.
İlginçtir; öğrenciler de ortamı fazla yadırgamadılar. Yıkıntılar arasındaki küçücük alana düzgün sıra oldular ve normal bir açılış töreni yaptık.
Törendeki konuşmamda, spontane olarak, adeta farkında olmadan söylediğim
şu ifadeyi asla unutmam. “Bu okul, Türkiye’nin en iyi okullarından biridir.
Şu anda hiçbir fiziki imkânı olmayabilir. Ama önemli olan fiziki şartlar değil,
ideallerdir. Hiçbir okulun bizden daha büyük idealleri olamaz. Onun için bu
okul Türkiye’nin en iyi okullarından birisi, belki de en iyisidir” demiştim.
‘Söyleyene bakma, söyletene bak’ demişler. Gerçekten de bu sözlerin bana
söyletilmiş olduğuna inanıyorum. Şu anda ortamı olduğu gibi gözümüzde
canlandırdığımız zaman böyle bir ifade, insana komik olduğu kadar trajik de
geliyor. Ama konuşmama kimse gülmemişti. Ciddi bir şekilde dinlenmiş ve
alkışlanmıştı. Öyle hatırlıyorum.
Yıkılan okul binasının yerinde yapılan yeni inşaatın etrafı tahta perde
ile çevriliydi ama inşaat malzemesi ile kondu doğramanın hızarı ve keresteler,
eski okul bahçesinin her tarafını işgal etmiş vaziyetteydi. Bahçe duvarı da
yıkılmıştı. Teneffüslerde öğrenciler, inşaat malzemeleri ve enkazlar arasında
dolaşıyorlardı. Bir defasında, nereden geldiyse birkaç inek çocukların arasına
dalmış ve büyük bir panik yaşanmıştı.
Öğrenci sayısının artmış olması, işimizi bir miktar zorlaştırmış olsa da
hem moralimizi yükseltmiş hem de maddi yönden önemli bir imkân sağlamıştı. Hiç zorlanmadan bütçe tahminlerinin gerçekleşeceğine dair hiçbir endişem
kalmamıştı.
Yeni dönem benim için, adeta sabaha karşı görülen koyu karanlığın ardındaki şafak aydınlığı gibi olmuştu. 6 Eylül’de yaşanan ailevi mutlulukla birlikte, Milli Eğitim Müdürlüğü’nden almış olduğumuz icazetin ardından yeni
binanın yapılması ile ilgili gelişmeler, okulların 1 buçuk ay kadar geç açılma-
94
sı, öğrenci mevcudunun artması, öğrenci ve velilerin gösterdikleri güven ve
daha birçok olumlu gelişme… Paulo Coelho’nun deyimiyle, “Doğanın bütün
güçlerinin yardımcı olduğunu” gösteriyordu.
Bu kadar mutluluğu bir arada yaşadığım için her an şükrediyor ve büyünün bozulmaması için de sürekli dua ediyordum. Tek kelimeyle, işimiz rast
gidiyordu.
Yapacağımız bina tek katlı olduğu halde devasa mutemedi temeller, 3
metre arayla dökülen 60x60’lık kolonları ve bağlantı kirişlerindeki beton çakılı elenip yıkandıktan sonra kullanılıyordu.
İnşaat malzemesi sıkıntısı çekilmiyordu. Orman Bölge Müdürlüğü ile
yapılan resmi yazışma sonunda, bol miktarda kereste tahsisatı yapılması ve
uygun fiyatla aldığımız kerestenin bir miktarını, sahibi Haydar Bey’in dostu
olan “Varlı” isimli hızar atölyesine vererek ihtiyacımız olan kalıplık kereste ile
kapı ve pencere doğramalarını yaptırdık.
Piyasada, başta akaryakıt olmak üzere, her şeyin karaborsa olduğu bir
dönemdi. Valilikteki daire müdürlüklerinden birinde daire müdürü olan Kudret ÜNAL akaryakıt tahsisatlarına da bakıyordu. Kudret Bey’in yardımıyla
aldığımız mazot tahsisatı ile istediğimiz kadar çakıl temin etmiştik. Daha
önce de belirttiğim gibi ÇİM-SA Genel Müdürü ve Haydar Bey’in katkılarıyla
kamyonlarla çimento geliyordu. Bir tek inşaat demiri bulmakta güçlük çekiyorduk. Onun için statik projesine uygun demir donanımı sağlayamadık ve
inşaatın tavanını ahşap çatı yapmaya karar verdik.
Kereste boldu. Çatı örtüsü için de Haydar Bey’in katkılarıyla Adana’daki Özgür atermit fabrikasından ihtiyacımızı karşılayacak miktarda atermiti
uygun fiyata aldık.
İnşaatla ilgili tüm ekipler son sürat çalışıyorlardı. Bir taraftan da ahşap
doğrama ve çatı makaslarının imalatları yapılıyordu. Zamanla yarıştığımız
halde Haydar Bey aşırı titizliğinden asla ödün vermiyordu. Son derece titiz ve
organize bir ekip çalışmasıyla birinci sınıf inşaat kalitesinde bir bina yapılıyordu.
Haydar Bey’in hassasiyetini saygıyla anıyorum. Ama takip eden yıllarda her yıl bir inşaat yaparak işi öğrendikten sonra o kadar sağlam bir binanın
beton tabliye yerine ahşap çatı yapılmasının hem maliyet hem zaman bakımından isabetli bir seçim olmadığını düşünürüm.
95
CAN SIKICI BİR TOPLANTI
Bir taraftan okul binası inşaatı, diğer taraftan ikili öğretimle yıkıntılar
arasında eğitim hizmeti vermenin telaşı içinde koştururken, okulun kadrolu
öğretmenleri (toplam 8 kişi) Fen bilgisi öğretmenimiz Yıldıray BALTALI’nın
evinde düzenledikleri toplantıya beni davet ettiler.
“Ne toplantısı?” dedim. Birisinin doğum günü falan zannettim. Öyle bir
şeyse zamanım olmadığını ve katılamayacağımı söyleyecektim. “Yeni durumla ilgili çalışma koşullarımızı ve gelecekle ilgili şartları görüşelim” dediler.
Toplantıya kadrolu 8 öğretmenimizden 7’si katılmıştı. Öğretmenlerin
sözcülüğünü Yıldıray Bey yapıyordu. Özet olarak çalışma şartlarının iyileştirilmesini, ücretlere dolgun bir zam yapılmasını ve herkese iş güvencesi verilmesini istiyorlardı.
Hayretler içindeydim. Bu kadar aklı başında insanın böyle bir zamanda
böyle bir konuyu gündeme getirmelerinin, bana göre mantıklı bir açıklaması
olamazdı. Bu arkadaşların bir güvensizlik içinde olmaları değil, en küçük bir
şüphe içinde olabileceklerini dahi 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi.
Son derece üzgün ve gergin bir ifadeyle, “Arkadaşlar beni şaşırttınız.
Bu okulun geleceği ile ilgili 1 yıl önce gerekli bilgilendirmeyi yapmıştım.
Normal şartlarda bugün bu okul olmamalıydı. Sizlerin de buna herhangi bir
itirazınız yoktu. Ama 1 yıldan beri insanüstü bir gayretle okulu yaşatmaya
çalışıyoruz. İş güvenliğiniz de ücret talebiniz de okulun yaşamasına bağlı,
bu bir… İkincisi, hepiniz 2 ay önce sözleşme imzaladınız. Şu ana kadar da
sözleşme şartlarına göre ücretlerinizi hiç aksatmadan ödüyoruz. Ücreti az
buluyorsanız, sözleşme imzalamasaydınız. Okulun şartlarını beğenmezseniz
sözleşmemiz bitince yeni sözleşme yapmazsınız” dedim ve devamla bundan
sonraki aylarda da ücretlerin ödenmesi hususunda hiçbir endişe duymamaları
gerektiğini, sene sonunda ayrılmak isteyenlerin, geçmiş yıllardaki hizmetlerine karşılık tüm yasal haklarının verileceğini ve bu konularda benden kişisel
bir garanti isteniyorsa, her türlü taahhütte bulunmaya hazır olduğumu ifade
ettim. Ancak böyle bir toplantının hiç de şık olmadığını belirterek, üzüntülerimi bildirdim.
Olay büyütülmedi. Bazı arkadaşların böyle bir görüşmeden rahatsızlık
duydukları, hatta biraz mahcup oldukları yüz ifadelerinden anlaşılıyordu.
Kısa sürede öfkem yatışmıştı. Gelecekle ilgili önemli projelerden bahsederek gergin olan ortamı yumuşatmaya çalıştım. Anlaşıldı ki arkadaşlar bir
dolduruşa getirilmişlerdi. Bu davranışın yanlışlığı çoğunluk tarafından anla-
96
şılmış olacak ki sohbet başka bir mecraya kaydı. Okulun geleceği ve eğitim
hedeflerimiz konusunda, üzerinde mutabakat sağlanan ilkelerden bahsederek
olayı kapatmış olduk. Ve bir daha böyle bir olay veya konu gündeme gelmedi.
Aslında hoş bir olay değildi. Ama içinde bulunduğumuz olağanüstü koşullar nedeniyle ilişkileri sertleştirmenin anlamı yoktu. Özünde, çoğu iyi niyetli olan öğretmenlerimizin bir nevi provokasyona geldiklerine inanıyordum.
YENİ OKUL BİNASININ AÇILIŞI
Haydar Gürün’ün öncülüğünde ve önemli katkılarıyla, Kemal ETİLER,
Cahit TEMİZKAN’ın kontrolünde, Erdoğan SOKULLU’nun büyük gayretleriyle inşaat sürüyordu. Haydar Bey’in deyimiyle, “Gak deyince et, guk deyince su” veriyorduk. Erdoğan Bey’in her işe yetişen tedarikçiliğiyle okul binamızın inşaatı planlandığı şekilde 20 Nisan 1980 tarihinde tamamlandı.
İnşaat başladığında bir bağış kampanyası açmıştık. 350.000 (üç yüz elli
bin) lira bağışta bulunanların dersliklere isimleri verilecekti. İlk bağışı Faruk
Güvenç yaptı. Faruk Bey’in aracılığıyla tüccar Hüseyin DİNÇYÜREK de bağışta bulundu. Özcan EROĞLU’nun tavassutuyla Mersin Ticaret ve Sanayi
Odası da aynı miktarda bağış yapmıştı. Böylece toplam 1.050.000 lira nakdi
bağışın yanında, ÇİM-SA’dan önemli ölçüde çimento, Özgür atermit fabrikasından bir bölümü bağış şeklinde çatı kaplama malzemesi, Haydar Bey’in İskenderun’daki mağazasının deposunda eskiden kalmış olan bir miktar fayans
ve sıhhi tesisat malzemeleri bağış olarak alınmıştı.
Bir akşam bir kamyon şoförü, isim vermeden bir kamyon çakıl bırakmıştı. Çok merak ettiğim halde okullara karşı bu kadar duyarlı olan bu emekçi
insanın kim olduğunu tespit edemedik. Ayrıca Süleyman ÖZKAN isimli bir
kişi, Vakfımızın banka hesabına 10 bin lira bağış yatırmıştı. Çok duygulandım ve daha sonra bu hayırsever insanın adresini tespit ettim ve bir dönem
yönetim kurulu üyeliği göreviyle onurlandırmaya çalışmıştım.
Hiçbir sıkıntıya düşmeden ve hiçbir malzeme kısıtlaması yapılmadan o
günün koşullarına göre çok güzel bir okul binası yapılmıştı.
Binanın dış kapısına, arsayı bağışlayan Adil, Abdülkadir ve Abit DEMİR kardeşlerin isimlerini yazmış ve arsanın Demir Kardeşler’in bağışı olduğuna dair bir levha asmıştık. Derslik maliyeti kadar bağışta bulunanların
da isimlerini birer dersliğe verdik. Ayrıca Haydar Görün ile arsa bağışında
bulunan Demir Kardeşler’in babaları A. Kadir DEMİR’in ismini de birer dersliğe vermiştik. Okul açılmadan Ziya GÜVENÇ, Hüseyin DİNÇYÜREK, A.
97
Kadir DEMİR, Ticaret ve Sanayi Odası derslikleri olarak okulun girişinde
göze çarpan dersliklere isim levhalarını astık. Haydar GÜRÜN’ün adını da o
günkü şartlara göre özel bir projeye göre yapılmış olan kimya laboratuarına
vermiştik.
23 Nisan bayramının hemen ertesinde, 24 Nisan 1980 günü törenle ve
büyük bir şenlikle yeni binamıza taşındık. Tüm öğretmen, öğrenci ve öğrenci
velileriyle herkes büyük bir mutluluk içindeydi. Bunun yepyeni bir başlangıç olduğuna, artık daha güzel ve başarılı günlerin yaşanacağına herkes inanıyordu.
Aslında yapılan işin çapı hiç de abartılacak bir şey değildi. Neticede
meydana getirilen şey küçücük bir okul binasıydı. Ama mevcut koşullar ve
gelişmeler düşünüldüğünde, hiç de öyle değildi. Adeta bir imkânsızı başarmıştık. Dahası iyi niyetlerle ve yüksek ideallerle kurulmuş ve başarılı bir okulu kurtarmıştık. Okul çalışanları, vakıf, dernek, okul-aile birliği yöneticileri
ve doğrudan ya da dolaylı ilişkisi olan herkes için kıvanç verici bir durumdu.
Daha inşaat devam ederken Okul Koruma Derneği’nin yıllık olağan
kongresi yapılmıştı. Adil OVACIK, siyasi alışkanlıkları nedeniyle bu konuda
oldukça hevesli ve başarılıydı. Dernek Yönetim Kurulu üyeleri, aynı zamanda
Vakıf Yönetim Kurulu üyesi oldukları için, kimlerin seçilmesini arzu ettiğimi
önceden sormuştu. Ben de “Fark etmez, hepsi arkadaşlarımız ama Erdoğan
SOKULLU ile Haydar GÖRÜN yönetim kurulunda olsalar iyi olur” demiştim.
Çoğu velinin katıldığı dernek genel kurulu seçimi sonunda Erdoğan
SOKULLU, Haydar GÖRÜN, Güvenç ÇOPUR, Faruk GÜVENÇ, Adil OVACIK, Saadet ŞAYAN ve Belgin TARTANCI, dernek ve dolayısıyla vakıf yönetim kuruluna seçilmişlerdi. Vakfın diğer yöneticileri olarak da Ticaret Odası
temsilcisi Özcan EROĞLU, Baro temsilcisi Doğan ER ve Okul Müdürü olarak
ben bulunuyordum.
Bir yandan inşaat çalışmaları ile ilgili faaliyetler sürerken, diğer yandan
okulun kurumlaşması için gerekli mevzuat hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordum. Kısa sürede sosyal yardım ve burs yönetmeliği, personel yönetmeliği,
ayniyat ve demirbaş yönetmeliği, satın alma yönetmeliği gibi yönetmelikler
hazırlanarak yönetim kurulunun onayından geçirildi.
Ağustos 1979’da Milli Eğitim Müdürlüğü’nün hoşgörüsü ile okulumuzda olup bitenlere bakılmayacağı ve bir süre olup bitenlerin görülmeyeceğine
dair söz almıştık. Ama Milli Eğitim Müdürlüğü, hiçbir zaman okulumuzu
görmezlikten gelmediği gibi, bu süre içinde dahi önemli görevler veriyordu.
Örneğin okulun cebr-i icra yolu ile tahliye edilmesinden 6 gün sonraki
98
30 Ağustos Zafer Bayramı’nda kutlama programı ile ilgili görev bize verilmişti. Okul tatil olduğu halde birçok öğrencimizi tatil yerlerinden Mersin’e
getirerek güzel bir kutlama programı hazırlamıştık. Devlet erkânının büyük
takdirlerini kazanan bu kutlama sırasında nasıl temin ettiğimizi şu anda hatırlayamıyorum ama birkaç tane deve getirmiş ve Cumhuriyet Alanı’nda bu
develerle yapılan ve çok beğeni kazanan gösteriyi asla unutamam.
Aynı yıl okullar arası ödüllü resim yarışması, bilgi ve kültür yarışması,
Atatürk’ün Mersin’e gelişi ile ilgili anma programı gibi il çapında düzenlenen
birçok etkinlikler okulumuz tarafından gerçekleştirilmişti.
İçinde bulunduğumuz o olağanüstü zor koşullarda bu tür görevlerin
okulumuza verilmesi, üst mercilerin okulumuza olan güveninin en güzel kanıtı olsa gerek. Tabii ki diğer okulların içinde bulundukları anarşik ortamın da
bunda rolü vardı. Ancak, ne olursa olsun, o koşullarda okulun bu tür görevleri
başarıyla yerine getirmesi yabana atılır şeyler değil.
TED KOLEJİ İLE İLGİLİ BİR ANI
Vakıf Yönetim Kurulu üyeleri Faruk GÜVENÇ ile İrfan SEVİM, TED
Koleji mezunuydular. Saadet ŞAYAN da o sırada öğrencimiz olan kızı Bahar
ŞAYAN’ı, (daha sonra İngilizce öğretmeni olarak okulumuzda başarılı hizmetlerde bulunan bu kızımızı genç yaşta kaybettik) bu okuldan getirmişti. Yönetim Kurulu’nun 3 üyesinin de bu okulla ilişkili olmaları, özellikle de İrfan
Bey’in okulu ile ilgili bitmez tükenmez anıları sayesinde hemen her toplantıda
bu okulun adının gündeme gelmesini sağlıyordu.
Ben de TED Koleji’nin başarılı hizmetlerini az çok biliyor ve takdir
ediyordum. Bir toplantıda okulun TED’in bir şubesi olarak açılması gündeme
geldi. Aralık 1979’un sonlarıydı.
TED Koleji’nin orta kısım müdürü İsmail DAL Mersinliymiş ve Saadet
Hanım iyi tanıyormuş.
Resmi bir yazıyla, okul yetkililerini konuyu görüşmek üzere Mersin’e
davet ettik. Yılbaşından birkaç gün sonra İsmail Dal ile 2 yetkili daha geldiler. Gördükleri manzara karşısında dehşete düşmüşlerdi. Onları yönetim yeri
olarak kullandığımız naylon çadırlarda ağırladık. Vakıf Yönetim Kurulu’nu
da topladık, ciddi ciddi görüşme niyetindeydik. Çadırın bir tarafını delerek
borularını çıkardığımız gaz sobasının üzerinde çay demliyorduk. Hava yağışlı, çadırın her tarafından su sızıyor. Üstte biriken suların, aşağıdan bir sopa ile
naylonu kaldırarak dışarıya akmasını sağlıyorduk.
99
Adamlar uzun süre tek kelime konuşmadan şaşkın bakışlarla olup bitenleri seyrettiler. Tabi bu arada yeni binamızın projelerini açtık ve birkaç ay
içinde binanın biteceğini söyledik. Ama proje pek ilgilerini çekmedi. Bu arada
Fatma Hanım çay servisini yapıyor, isteyenlerin çaylarını tazeliyordu. Adamlar herhalde bizim ‘normal’ olmadığımızı düşünüyorlardı. Ne göçmen kamplarında ne doğal afet yerlerinde böyle bir manzara görülemezdi. Bu durumda
bizi normal karşılamalarını beklemek belki olağandışı olurdu.
Yeni okulumuzla ilgili açıklamalarımı ve eğitim konusundaki yüksek
ideallerimizi dilimin döndüğünce ifade etmeye çalışmam onları hiç etkilemedi. Boş bakışlarla yüzümüze bakıyorlardı.
Sonunda, “Okul binanızı yapınca bize haber verin, gelip inceleyelim.
Binanızın uygun olduğuna ve okulun devam edeceğine kanaat getirirsek, hiçbir sorumluluk kabul etmemek şartıyla şubelik durumunu düşünelim” deyip
ayrıldılar.
Gönüllü bir eğitim kurumu olan ve olanakları da fazla olan bu kurumun
okul projesinden inşaatına, donanımından kadro takviyesine kadar birçok konuda ve özellikle de maddi konularda bize katkı yapabileceğini umuyorduk.
Konuklar ayrıldıktan sonra aramızda kısa bir durum değerlendirmesi
yaptık. Toplantıdan hiç kimse memnun kalmamıştı. Özellikle de bu öneriyi
getiren TED mezunu ve kısa süre önce o okulun velisi olan arkadaşlarımız
hayli bozulmuşlardı.
Doğrusu, küçümseyici havalarından ben de rahatsız olmuştum. Ama
bunu pek belli etmemeye çalıştım. Hatta şu andaki görüntümüzden dolayı
edinmiş oldukları yanlış izlenimi haklı bulmak gerektiğini de söyleyerek arkadaşlarımı rahatlatmaya çalışmıştım.
Bu arada kurumun bu konudaki ilkelerini de öğrenmiştik. Bu ilkeler,
hiçbirimizin tahmin edemediği, son derece ticari işletme anlayışını öne çıkartan ve eğitimin ulusal ve evrensel yapısı ile eğitime hizmet anlayışını asla
gözetmeyen bir yaklaşımı gösteriyordu. Olay bir otomobil veya dayanıklı ev
eşyası ya da lastik bayiliği gibi ifade edilmişti.
Oysa bizim isim veya marka diye bir derdimiz yoktu. Gönüllü bir hizmet kuruluşu olarak gördüğümüz ve gaye itibariyle benzer bir hizmeti hedeflediğimiz için TED’in bize maddi katkı sağlayacağını umuyorduk. Yoksa
hiçbir mal varlığımız olmamasına karşın, birkaç ay önceki açılış töreninde
de ifade ettiğim gibi, kendimizi Türkiye’nin en iddialı eğitim kurumlarından
birisi olarak görüyordum. O TED ise, biz de TOROS’uz. Bina ve tesislerimiz
100
tamamlandıktan sonra onlara ne ihtiyacımız olabilirdi ki? Bana göre böyle bir
karşı teklifte bulunmaları onur kırıcıydı ama üzerinde durmadık.
SINAVLA ÖĞRENCİ ALINMASI
Amaç yetenekli öğrencilere üst düzeyde eğitim olanağı sağlamak olduğuna göre, bunun ön koşulu yetenekli öğrenci seçimidir. Bu konu ile ilgili inceleme ve araştırmalarımı tamamladıktan sonra 27 Ağustos 1980 tarihli
Yönetim Kurulu toplantısında konuyu gündeme getirdim. Herhangi bir itiraz
olmadı. Aynı tarih ve 19 sayılı Yönetim Kurulu kararıyla, ortaokul birinci
sınıfa müracaat eden öğrencilerin, okul yönetiminin tespit edeceği şekilde yapılacak sınavla kaydedilmeleri kabul edildi.
O güne kadar yapılan müracaatları ‘aday öğrenci’ olarak yazmıştık.
Derhal ilkokul müdürlüklerine resmi yazı yazarak sınav gününü bildirdik.
Branş öğretmenlerinden oluşan bir komisyon oluşturarak soruları hazırladık
ve 1 Eylül 1980 günü ortaokulumuz için giriş sınavımızı yaptık.
Sınava katılan öğrenci sayısı, kontenjanımızın iki katına yakındı. Oldukça iyi bir seçim yapıldı ve oldukça kapasiteli öğrenciler alındı.
Ertesi yıl sınav tarihine daha birkaç ay kala özellikle de yaylalarda,
bir yıl önceki sınav komisyonumuzda bulunan ders ücretli öğretmenlerden
bazılarının sınava girecek öğrencilere özel dersler vermeye başladıklarını fark
edince hemen önlem aldım. Ve o öğretmenlere de bir daha okulumuzda görev
vermedim.
Mesai arkadaşlarım dâhil herkese sınav sorularını Mersin dışından getireceğimi söyledim. Oysa ne Mersin dışına gidecek zamanımız ne de dışarıda
ekibimiz vardı. O zamanlar bu işi yapan dershaneler ve soru satan bilgi-marketler falan yoktu. Mersin’deki kitapçılardan bulabildiğim bütün test kitaplarından birer örnek aldım ve birkaç gecede soru kitapçıklarını bu test kitaplarından seçtiğim sorulardan hazırladım. Sınavdan 1 gün önce evdekilere de
‘Adana’ya soruları hazırlatmaya gidiyorum’ deyip evden çıktım. Öyle demek
zorundaydım çünkü kızım Ahu’da aynı sınava girecekti.
Mersindeki bir Dershane’nin teksir makinesiyle soru kitapçıklarını bastık ve ertesi gün sınavı uyguladık. Çok başarılı bir sınav oldu. Katılan öğrenci
sayısı da bir önceki yıla göre daha fazla olmuş ve taban puanlar da oldukça
yüksek çıkmıştı. Bu arada kızım Ahu’da kıl payı sınavı kazanmıştı. O yıllarda
öğrenciler o kadar istekli ve seçenekleri de o kadar azdı ki asil listelerle kontenjanlarımız doluyordu. Ve hemen hemen hiç yedek öğrenci alamıyorduk.
101
Hiç unutmam, o yılki sınavdan sonra yedekte kalan öğrenci velileri,
kendisi aynı zamanda akrabam olan ve okulun arsasını bağışlayan Ahmet
ÇAKIROĞLU’nun öncülüğünde toplanarak bir sınıf açmamı istemişlerdi. Bir
Pazar günü 30-35 kişi okula gelmişler. Beni çağırdılar, gittim. Bir derslikte
toplandık. Özet olarak ‘bir sınıfın bina, araç-gereç her şeyi ile maliyeti neyse
verelim, çocuklarımız için bir sınıf açın’ dediler.
Kendilerine, okulun açılmasına birkaç gün kaldığı böyle bir zamanda
bunun mümkün olmadığını, sadece derslik meselesi değil, plan, program ve
eğitim kadrosu bakımından da bunun mümkün olmadığını uzun uzun anlatarak kendilerini ikna etmeye çalıştım. Saatlerce süren ısrarlara rağmen olumlu bir yanıt veremedim. O günün koşullarında haklıydım. Ama iki yıl önce
çadırda eğitim yapmanın yolunu bulmuş olan bu kurum, bir çare bulamaz
mıydı? Özellikle okul arsasını sağlayan ÇAKIROĞLU’nun çocuklarının eğitimi ile ilgili olarak, sonraki yıllarda tanık olduğum büyük olumsuzlukların
yaşanması, o günkü direnişimden dolayı çok pişmanlık duydum ve hiç kimse
ile paylaşmadığım bu gerçek, hayatım boyunca sürecek büyük bir yaradır.
Keşke bir çözüm yaratsaydım ve bir sınıf daha açsaydım.
Sınavlarımızı çok ciddi yapıyor ve en küçük bir taviz vermiyorduk. Öğrenci seçimi de çok başarılı yapılıyordu ancak ilk yıl bazı ücretli öğretmenlerin olayı istismar etmeleri, ertesi yıl kendi başıma ve ister istemez bazı beyaz
yalanlarla sınav sorularının tarafımdan hazırlanması doğru çözümler değildi.
Daha sağlıklı bir yöntem bulunmalıydı.
1982 Haziran ayında Ankara’ya gittim ve bu konuyu Bakanlıktaki
yetkililerle görüştüm. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bilgi işlem merkezi, çeşitli
kurum ve kuruluşlara ücret karşılığında sınav yapıyormuş. Devlet okulları,
parasız yatılılık gibi bazı sınavları da Bakanlığın bu dairesi yaptığı için soru
bankasında ilkokul sonu öğrencilerin seviyesinde hazır soruları da varmış.
İlgililerle görüştükten sonra teklifimi kabul ettiler. Biz onlara, sınavdan
birkaç gün önce sınav tarihini ve sınava katılacak öğrenci sayısını bildireceğiz.
Oradan bir komisyon gelerek sınavı yapacaklar ve sonuçlarını hazırlayıp bize
verecekler. Gerekli anlaşmaya vardık. Milli Eğitim Bakanlığı Bilgi İşlem Merkezi Müdürlüğü ile sözleşme imzaladık. 1982 yılından itibaren Anadolu Lisesi
statüsüne geçinceye kadar giriş sınavlarımız Bilgi-İşlem Merkezi tarafından
ücret karşılığında yapıldı. Ankara’dan soruları getiren Bakanlık yetkilileri bizzat sınavı gerçekleştirip cevap kartlarını değerlendirerek sonuç listelerini onaylayıp veriyorlardı. Son derece objektif ve güvenilir bir sınav sistemi olduğu
gibi, özellikle yetenekleri sorgulayan çok da kaliteli bir sınavdı bu uygulama.
102
Eğitimin birçok alanında sayısız “ilk”lere imza atmış olan Toros Koleji,
bu konuda da önemli bir yenilik yapmanın yanında, bilimsel bir yöntemle
yetenekli öğrencilerin seçiminde ciddi bir imkân sağlamıştı.
ÜST DÜZEY EĞİTİM İÇİN KALICI ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
Okulumuz gerek fiziki yapısı, gerekse öğrenci kalitesi ve eğitim kadrosu bakımından hızlı bir gelişme içindeydi. Buna paralel olarak da kamuoyundan haklı bir takdir ve büyük bir rağbet görüyordu. Sınavla başarılı öğrenciler
alınıyor ve hemen hemen bölgenin en yetkin öğretmenlerinden oluşmuş güçlü
bir eğitim kadrosuyla, o günün koşullarına göre çok iyi olanaklarla en kaliteli
eğitim yapılıyordu.
Ama yetmez! Bu durumun daha da güçlenmesi ve en önemlisi de süreklilik kazanması için yeni bir anlayışla kurumlaşması ve bunun için de yapısal
bir değişikliğin gerçekleştirilmesi lazımdı. Sıradan bir okul statüsünde böyle
bir kurumsallaşma olamazdı. Bir statü değişikliği, daha üst seviyede bir statü
gerekirdi.
O tarihlerde orta öğretim seviyesinde üst düzeyde öğrenci yetiştirmek
amacıyla kurulmuş olan Ankara Fen Lisesi ile bir de yabancı dil ile eğitim
yapan, eski adı Maarif Koleji olan Ankara, İstanbul, İzmir ve Konya gibi bazı
büyük illerde bulunan bazı birkaç tane Anadolu Lisesi ile özel statüdeki özel
yabancı okullar ve Ankara TED Koleji bulunuyordu.
Yabancı dil ile öğretim yapan Maarif Kolejleri (Anadolu Liseleri) ile
aynı statüde bulunan Galatasaray Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, özel yabancı
liseler ve TED Koleji gibi okullarda ana dilin dışındaki bir dille öğretim yapılması, benim anladığım pedagojik kurallara aykırı bir uygulama idi. İnsanın
en iyi bildiği dil ana dili olduğuna göre anadiliyle düşünür. Türkçe düşünen
çocuklara yabancı dille bilim öğretmek, bana göre yanlış bir uygulama idi.
Bir gün bu konuda Yusuf Bey isminde bir Bakanlık Başmüfettişi ile ilginç bir
sohbetimiz olmuştu.
Yanılmıyorsam 1983 yılıydı. Bakanlık Müfettişleri tarafından okulumuzda yapılan olağan denetim sırasında Müfettişler okulumuzdaki işleyişten
etkilenerek Mersin Ticaret Lisesinde bulunan Teftiş Heyeti Başkanı Baş Müfettiş Yusuf Bey’e okulumuzdan bahsetmişler. Baş Müfettiş merak etmiş ve
okulumuzu görmek istemiş. Okulumuzun denetimini yapan Müfettişler Baş
Müfettişin bu talebini bildirdiler. Ve bizde kendilerini memnuniyetle davet
ettik. Okulumuzu ziyaret eden Bakanlık Baş Müfettişi Yusuf Bey ile okulu
103
gezdikten sonra odamda sohbet ettik. Sohbet sırasında Yabancı Dille Eğitim
konusu gündeme geldi. Baş Müfettişin branşı da İngilizce Öğretmenliğiymiş.
Kendilerine Yabancı Dille Eğitimin pedagoji bilimine aykırı olduğunu
zira birden fazla dil bilen insanların bu dillerden en iyi bildiği dille düşündüğünü söyledim. “Yabancı Dille Eğitim yapan okullarda öğrencilere Yabancı
Dille öğretilen bilgileri öğrenci zihninde en iyi bildiği dil (anadil) ile tercüme
ettikten sonra o bilgiyi yorumlar ve cevap vermesi gerekiyorsa aynı şekilde
anadiliyle düşünür ve bunu yabancı dile tercüme ederek aktarır. Buna psikolojide ket vurma denir. Yani öğrencinin konuyu anlamasını ve anladığı şeyi ifade etmesini güçleştiren bir durumdur.” Şeklindeki düşüncelerimi ifade edince
Yusuf Bey hayretle yüzüme baktı ve “ya Hocam bunu hiç düşünmemiştik.
Haklısın!” dedi.
Tabiî ki sayısız eğitim uzmanının bulunduğu Bakanlığın ve Talim Terbiye Kurulunun bunu düşünmemiş olması beklenemezdi. Ama bu konuda bir
yanlışlığın yapıldığını da kabul etmek gerekir.
Bu okullar olsa olsa yabancı dili iyi öğretebilirlerdi, bilgiyi değil. Burada bilim öğretimi, dil öğretimi için araç kabul ediliyordu. Oysa bilgi de en
az bir yabancı dil kadar önemliydi. Akademik eğitime öğrenci hazırlayan orta
öğretim okullarının birinci amacı, bilgi öğretimi olmalıydı. Kaldı ki bu öğrencilerin akademik öğretimi, yani üniversite öğretimi için bir de ÖSS gibi bir engeli de aşmaları gerekiyordu. Onun için fen lisesi eğitimi daha doğru bir tercih
gibi geliyordu bana. O tarihte fen lisesi olarak bir tek Ankara Fen Lisesi vardı.
Bu okul ülke çapında büyük başarılar kazanıyordu. Her yıl üniversite giriş
sınavının ilk üç derecesine giren öğrenciler Ankara Fen Lisesi öğrencileriydi.
Ankara Fen Lisesi’nin kuruluşu, yönetmeliği ve programları ile ilgili
bilgileri tebliğler dergisinden inceledikten sonra buna benzer bir özel okul
kurabileceğimizi düşündüm. Ve Aralık 1983 tarihinde okulda incelemelerde
bulunmak ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konudaki yaklaşımını anlamak
üzere Ankara’ya gittim.
Önce Özel Okullar Genel Müdürü ile konuyu görüştüm. Böyle bir uygulama bulunmadığını, ancak bu statüde özel okul açılması hususunda yasal bir engelin de olmadığını ifade eden Genel Müdür, araştırmamı ilginç ve
olumlu karşıladı.
Ankara Fen Lisesi’ne gittim. Okul Müdürü Mahmut Bey ile tanıştık
ve ziyaretimin sebebini açıkladım. Çok iyi karşıladı ve her konuda yardımcı
olmak istediğini belirtti.
104
Bir hafta süreyle her gün sabahtan akşama kadar okuldaki dersleri, laboratuar çalışmalarını, sosyal aktiviteleri, öğrencilerin yatılı bölümdeki yaşama ve çalışma şartlarını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar inceliyordum.
Bu arada zaman zaman Mahmut Bey’in de yanına uğrayıp okulun işleyişi ile
ilgili bilgiler alıyordum.
Fiziki yapı, öğrencilerin çalışmaları ve başarıları olağanüstüydü. Okul
1964 yılında ABD tarafından bilim adamı yetiştirilmek amacıyla yapılmış.
Her yıl bütün Türkiye’deki ortaokul mezunları arasından sınavla seçilen 72
öğrenci alınıyordu. Yüz binlerce öğrenci arasından seçilen üstün zekâ ve yetenek sahibi öğrencilerin, tek kelime ile mükemmel tesis ve donanıma sahip bu
okuldaki eğitimi tabii ki hayranlık yaratıyordu.
Mahmut Bey, okulun kurulduğu tarihte, 1964’te matematik öğretmeni
olarak göreve başlamış, 1969’dan beri de okul müdürlüğü görevini yürütüyordu. Son derece başarılı bir yönetici olduğu hemen fark ediliyordu.
Her şeyi ile mükemmel olan bu okulda dikkatimi çeken husus, öğretmen-öğrenci ilişkilerindeki, bazen hoyratlık derecesine varan soğukluk olmuştu. Ders dışı zamanlarda öğrencilerle öğretmenler fazla yakın durmuyorlar. Öğrencilerin dersleriyle ilgili soruları cevapsız kalabiliyor. Deney hazırlık
odalarında, proje odalarında ferdi deneylerle meşgul olan öğrenciler teşvik
edilmedikleri gibi nöbetçi öğretmenler tarafından engelleniyor…
Beni şaşırtan bu gözlemimi Okul Müdürü Mahmut Bey’le paylaştığımda, “Haklısın” dedi.“Bu okul açıldığında bir sosyal bilimler şubesi de açılmalıymış. Şu anda Türkiye’nin en iyi üniversitelerinin bütün fen bölümlerinin
kürsü başkanları, belli başlı bilim ve fen adamlarının çoğu bizim mezunlarımız. Ama devlet bürokrasisinde hiçbir mezunumuz yok. Ne Devlet Planlama’da ne Hariciye’de ne Maliye’de… Hiçbir yerde… Oysa Mülkiye’nin,
Galatasaray Lisesi’nin, yabancı okulların bu makamlarda bulunan mezunları
var. Ve onlar mezun oldukları okullarını her zaman korurlar. Bizim böyle bir
desteğimiz olmadığı için şartlarımızın gerektirdiği bir hukuki statüye sahip
değiliz.
Sınavla Türkiye’nin en başarılı öğretmenlerini alıyoruz ama onları herhangi bir kasaba okulundaki öğretmenlerle aynı şartlarda, hatta daha kötü
şartlarda çalıştırıyoruz. Okulumuzda fazla sayıda ders okutulamadığı için
öğretmenlerimiz ek ders ücreti alamıyorlar. Oysa bir köy okulu öğretmeni
dahi maaşına yakın miktarda ek ders ücreti alıyor. Programların ağırlığı ve bu
kadar akıllı çocuklara cevap vermenin güçlüğünü de düşünürsek, öğretmen-
105
lerimizin sevgisizliği, hoyratlığı, gerginliği ve mutsuzluğu kolayca anlaşılır.
Zaten son yıllarda burada öğretmen tutamıyoruz. Çoğu dershanelere geçiyor”
dedi.
Müdür Bey doğru söylüyordu. Öğretmenlerin çoğu sevgisiz ve mutsuzdu. Ve bunun da anlaşılır bir nedeni vardı. Alanlarında en başarılı branş öğretmenlerinin, hiçbir avantaj sağlanmadan hatta diğer meslektaşlarının sahip
oldukları ek ders ücretinden mahrum bırakılarak bir nevi cezalandırılmasının,
okulun temel sorunlarından birisi olduğu hemen fark ediliyordu.
Fen lisesi açma fikriyle ilgili yönetici ve öğretmenlerin görüşünü aldıktan sonra, okul kütüphanesinde öğrencilerle yaptığım bir toplantıda, öğrencilerin bu konudaki görüşlerini öğrenmek istedim. Benim için onların görüş ve
düşünceleri çok önemliydi. Olayı bizzat yaşamalarının yanında çok akıllı bir
grup olmaları nedeniyle isabetli görüşleri olacağına inanıyordum.
Zekâ standartları ve yaş düzeyleri bakımından herhangi bir konuda
hemfikir olmaları güçtü ama farklı düşünceler ifade etseler dahi onlardan yararlanacağıma inanıyordum.
Öğrenciler büyük bir dikkatle beni dinledikten sonra yaşlarından beklenmeyen bir olgunlukla sırayla söz alarak konu ile ilgili görüşlerini açıkladılar.
Söz alan öğrencilerden hiçbiri, özel fen lisesi açmamı isabetli bulmadı.
Fen lisesi uygulamasının yanlış olduğu konusunda tüm öğrenciler hemfikirdi.
Fen lisesinin devamı olan bir yükseköğretim programının olmaması, üç
yıllık lise fen programının 9. sınıfta okutulduktan sonra 10 ve 11. sınıflarda
okutulan ileri fen ve ileri matematik programlarından ÖSS’de soru sorulmaması, üniversiteyi kazandıktan sonra diğer liselerden gelen öğrencilerle birlikte kendilerinin lisede okudukları ileri programların mükerrer olarak okutulması, fen lisesi uygulamasına karşı çıkmalarının en önemli gerekçeleri idi.
Fen lisesi uygulamasının üst düzeyde eğitim için ideal bir uygulama olduğunu görmüştüm. Ancak öğrencilerin de belirttiği gibi lise sonrası eğitimle
uyumlu olmaması ciddi bir sakınca oluşturuyordu. O nedenle fen lisesi açma
konusundaki projemden vazgeçerek Anadolu Lisesi açmaya, daha doğrusu
okulumuzun Anadolu Lisesi statüsüne geçmesine karar verdim. Ancak altı
sene sonra sistemden kaynaklanan önemli güçlükler nedeniyle fen lisesi açmak zorunda kaldık ve bu statüdeki okulumuzda diğer okullarımız gibi halen
çok başarılı bir şekilde eğitim hizmeti vermektedir.
106
12 EYLÜL DÖNEMİNİN OLAĞANÜSTÜ KOŞULLARI VE
TALİHSİZ BİR OLAY
Üniversitelerden başlayarak orta öğretime ve hatta ilköğretime kadar
bütün okullarda eğitim-öğretim yapılmasını imkânsız duruma getiren anarşi
ve terör ortamı giderek toplumun her kesimine sirayet etmişti. Siyasi partilerden sendikalara, üniversite öğretim üyelerinden doktorlara, avukatlardan öğretmenlere, polislere ve her kademe ve derecedeki okul öğrencilerine varıncaya kadar hatta semtler, mahalleler, kahveler düşman kamplara bölünmüşlerdi.
Yıllarca süren kamplaşmalar tehlikeli bir şekilde silahlı çatışmaların yaygınlaşmasına yol açıyor ve bu kaos ortamı hızla bir iç savaşa doğru tırmanıyordu.
Her gün 20-30 kişinin silahlı çatışmalarda hayatını kaybettiği bu terör
ortamında eğitim-öğretim faaliyetleri bir yana, can güvenliği en önemli sorun
haline gelmişti. Anneler, babalar okula gönderdikleri çocuklarının sağ salim
eve döneceklerinin endişesini yaşıyorlardı.
Adeta bir “toplumsal cinnet” hali yaşanıyordu. Yaşama şartlarının dahi
olmadığı bu ortamda, doğal olarak çalışma, üretme, eğitim, ticaret gibi, toplumun maddi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik faaliyetler de yapılamıyor, bu
nedenle mal ve hizmet ihtiyaçları karşılanamayınca petrolden, elektrik enerjisine, sigaradan şekere, tüp gazdan deterjana kadar bütün mallarla ilgili ciddi
sıkıntılar yaşanıyordu.
Çoğu mallar bulunamıyor, bulunanlar da birkaç misli fiyatla karaborsada pazarlanıyordu. İşsizlik, karaborsa, enflasyon ve terör insanları canından
bezdirmiş ve büyük bir umutsuzluğa düşürmüştü.
Sorumluluk taşıyan siyasi partiler ve onların başında bulunan liderler
de adeta bu ortamın devamını sağlayacak tutum içinde karşılıklı suçlamalarla zaman geçiriyorlardı. Her lider, bütün olumsuzlukların müsebbibi olarak
rakip parti liderini gösteriyor ve adeta toplum düşmanı ilan ediyordu. Siyasi
partiler ve özellikle parti liderlerinin toplumsal gerginlikleri azaltacak hiçbir
çabaları olmadığı gibi aksine tutum içinde idiler.
Bu dönemin siyasal, sosyal gelişmeleri ile ilgili yüzlerce cilt kitap yazılmıştır. O nedenle bununla ilgili hiçbir sosyolojik tahlilde ve herhangi bir yorumda bulunmak istemiyorum. Ancak tek cümle ile gerçekten bir kaos ortamı
yaşanıyordu ve toplum hızla bir iç savaşa sürükleniyordu.
12 Eylül 1980’de resmi ifadesiyle Ordu; “Emir ve komuta kademesi
içinde ve emirle”, ülke yönetimine el koydu. Büyük illerde sıkıyönetim bölge
komutanlıkları, diğer illerde de bunlara bağlı sıkıyönetim komutan yardımcı-
107
lıkları oluşturuldu.
İçel ili için sıkıyönetim komutanı son derece otoriter bir Amiraldi. Vali
Bey’le birlikte kız meslek lisesinde düzenlenen asayiş konulu okul müdürleri
toplantısında, “… Şu andan itibaren ağzımdan çıkan her söz kanun niteliğindedir…” şeklindeki ifadesini hala anımsarım. Gerçekten de 1402 Sayılı Sıkıyönetim Yasası, olağanüstü yetkiler tanıyordu. Ve ilimizin sıkıyönetim komutanı
da bu yetkileri eksiksiz kullanıyordu. Halk arasında “Atom Karınca” ismiyle
anılan komutanın icraatları ile dilden dile dolaşan hikâyeler anlatılıyordu.
Okulumuzda 1979-80 öğretim yılında yeni mezun stajyer öğretmen olarak görev yapan bir arkadaşımız, 30 Temmuz 1981 tarihinde askere alınmıştı.
Okulumuzla olan 1 yıllık sözleşmesi de zaten bitmişti. Kısa dönem askerlik
görevi 1982 yılının ilk aylarında bitmişti. Askerlik dönüşü okula uğradığında
münhal kadro olmadığını söyledik. Kendisi de herhangi bir talepte bulunmadı. Zaten ders yılı içinde bir şey yapılamazdı. İhtiyaç olursa yeni ders yılında
durumunu değerlendireceğimizi nezaketen söylemiştim. Kendisinin hızlandırılmış eğitim veya mektupla eğitim gibi bir diploması vardı. Ciddi bir akademik kariyeri olmadığı gibi deneyimi de yoktu. O nedenle bizim üst seviyede
eğitim ilkemize uygun değildi. Ama tüm okul camiasının sevdiği sempatik bir
arkadaşımızdı. Kendisini seviyorduk. Fakat önemli bir branş olan matematik
derslerindeki verimliliği tabii ki önemliydi.
Birkaç gün sonra sıkıyönetim komutanlığından, adı geçen öğretmenin
göreve alınması hususunda bir yazı geldi. Konuyu, Milli Eğitim Müdürü Mustafa ERGÜN’e ileterek akıl danıştım. O da benim gibi düşündüğünü, okulların kapanmasına 1-2 ayın kaldığı bir dönemde öğretmen değişikliğinin uygun
olmayacağını ve yasal olarak da okulun hiçbir mecburiyeti bulunmadığını
söyledi.
Vakıf Yönetim Kurulu’nda konuyu görüştük ve oybirliğiyle okulun yasal bir mecburiyetinin bulunmadığı ve öğretmenin branşında münhal kadro
olmadığı için görev verilemeyeceği hususunda karar alındı.
Sıkıyönetim Komutanlığı’na, yönetim kurulunun gerekçeli kararıyla
söz konusu öğretmene görev verilmesinin mümkün olmadığını resmi yazı ile
bildirdik.
Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra komutanlıktan aynı meyanda
ve daha sert bir yazı geldi. “İlgilinin göreve başlatılması, aksi takdirde 1402
sayılı yasanın 13. maddesi gereğince işlem yapılacağı” ifade ediliyordu.
Konuyu Vali Bey ile görüşmek için Vilayete gittim. Aynı zamanda Be-
108
lediye Başkanlığı görevini de yapmakta olan Vali Ferruh GÜVEN’in belediyede olduğunu öğrendim ve oraya gittim. Vali Bey’e konuyu arz ettim. Öğretmenin durumunu, okulumuzun yapısı ve hedeflerini, yönetim kurulumuzun
kararını, Milli Eğitim Müdürü’nün kanaatini uzun uzun açıkladım.
Son derece sıcakkanlı, mütevazı ve babacan bir insan olan Vali Bey, oldukça etkilenmiş ve biraz da şaşırmış durumdaydı. “Komutan sana ne karışır!
Tabii ki okulun için en doğrusu ne ise onu yapacaksın… Gidin Osman Bey’le
bir cevap yazısı hazırlayın ve gönderin” dedi. Osman GÖRKEN, Milli Eğitim
işlerine bakan Vali Yardımcımızdı.
Tekrar Vilayet Konağı’na, Osman Bey’in yanına gittim ve Vali Bey’in
talimatı ile olayla ilgili gelişmeleri anlattım. Osman Bey, “Vali Bey’imizin işi
… Komutan istiyorsa dediğini yapacaksınız. Başka çaresi var mı? ...” dedi ve
söylene söylene sıkıyönetim komutanının emrini yerine getiremeyeceğimize
dair gerekçeli yazı metnini hazırladı. Bu arada Milli Eğitim Müdürü’ne tekrar
uğradım ve gelişmeleri aktardım. Bunun bir haksızlık olduğunu ve bu haksızlığa alet olmak istemediğimi belirttim. Milli Eğitim Müdürü, “Haklısın. İyi
yapmışsın. Valilik gerekli cevabı vermiş” dedi.
Vali yardımcısının hazırladığı cevabi yazı metnini okulda daktilo edip
komutanlığa gönderdim. Bu arada ilgili öğretmen, bize gelen yazının bir örneğiyle yanıma geldi ve yazıyı müstehzi bir ifadeyle göstererek, “Size bu yazı
geldi mi?” diye sordu. O anda kendimi kaybettim ve üzerine yürüdüm. “Senin
de yazının da…” deyip, öğretmeni kovdum. O da şaşkın bir vaziyette odamı
terk etti.
Günlerden 1 Mayıs 1982 Cumartesi günü idi. Okulda tek başıma çalışıyordum. İstanbul’da bulunan kardeşim telefonla aradı ve onunla görüşürken
iki kişi odama geldi. Telefon konuşması devam ettiği için elimle oturmalarını
işaret ettim. İstanbul’daki şirketimizin faaliyetleri ile ilgili haftalık mutat görüşmemiz olduğu için görüşme baya uzun sürdü. Ama telefonu kapatamıyordum. Nihayet konuşma bitince, gelenlere “Hoş geldiniz, nasıl yarımcı olabilirim?” dedim.
“Komutanımız sizinle görüşmek istiyor. Lütfen bizimle gelebilir misiniz?” dediler. Birlikte çıktık. Bahçede bir otomobil ve iki kişi daha vardı. Otomobilin arka koltuğuna oturttular ve iki yanıma da birer kişi bindiler. Hemen
hareket ettik.
Pozcu postanesini geçince aracın sirenleri çalıştırıldı ve telsiz konuşmaları başladı. “… Müdürü yakaladık, getiriyoruz… Tamam.” Karşı taraf-
109
tan gelen metalik ses, “…Avukatı evinde bulamadık… Arıyoruz … Tamam”
şeklindeki telsiz konuşmaları ve siren sesleriyle şehrin dışında bulunan liman
bölgesindeki komutanlığa götürüldüm.
İlk andan itibaren olayın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ve hiçbir
yorum yapamıyordum. Komutan kimdi, niye benimle görüşmek isteyebilirdi,
Avukat kim? …Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Öğretmen alımı ile ilgili yazışmalar asla aklıma gelmedi. Çünkü o olay olsa olsa yargıya intikal edebilir
veya müfettiş soruşturması yapılır diye düşünüyordum.
Liman bölgesine girerken o öğretmeni görünce, anladım ki konu, öğretmenin işe alınması olayı ile ilgili… Durumun aydınlanmış olması iyi ama
böyle bir olaydan dolayı meydana gelen gelişmeler karşısında şaşkınlık ve hayal kırıklığı içindeydim.
Önce komutanın emir subayının yanına çıkarıldım. Görevliler beni
subaya tanıttılar ve ayrıldılar. Uzun bir süre bekletildikten sonra komutanın
huzuruna alındım. O arada Vakıf Başkanı Av. Doğan ER ile Milli Eğitim Müdürü Mustafa ERGÜN’de getirildiler.
Sahildeki ruhsatsız tesislerin yıktırılmasından, kulüp ve gazinoların
kapatılmasına, yanlış yere park eden doktorun sokak ortasında tartaklanmasına kadar icraatları ile ilgili her gün yeni yeni olayların anlatıldığı ‘efsane
komutanın’ karşısındaydım.
Belki de çoğu yakıştırma olan aşırı otoritesiyle, anarşik ortamdan sonra
kente ciddi bir düzen getirmiş olmasından dolayı içten içe bir hayranlık duyulan komutan gerçekten de sıra dışı bir insandı.
Komutan makam koltuğunda oturuyordu. Komutanın karşısındaki
uzun toplantı masasında 6 kişi oturuyordu. Milli Eğitim Müdürü ve Vakıf
Başkanımızla ben ayakta duruyorduk.
Komutan, masadakileri göstererek, “Bunlar benim hukuk danışmanlarım” dedi ve neden emirlere uymadığımızı sordu.
Daha önce yazılı olarak bildirdiğimiz tüm gerekçelerle okulun yapısı ve
amaçlarını uzun uzun anlattıktan sonra, gerekiyorsa bu konuda bir müfettiş
görevlendirilmesini ve müfettiş tarafından incelenerek sonucun müfettiş raporuna göre değerlendirilmesini talep ettim.
Vakıf Başkanımızın görüşünü sordu. “Efendim, ben âcizane bir avukatım” gibi, beni şaşırtan bir ifadesi oldu. Milli Eğitim Müdürü de olaydan
haberi yokmuş gibi bir ifade kullandı. Bu ifadelerden dolayı gerçekten çok
üzülmüştüm. Ama hemen toparlandım. Ve durumu daha gerçekçi değerlen-
110
dirmeye çalıştım. Olağanüstü bir dönem yaşanıyordu. 1402 sayılı yasanın sağladığı sınırsız yetkilerden daha fazla yetkilerle donatılmış olan sıkıyönetim
komutanı ile ve de kendilerini pek de ilgilendirmeyen bir konuda ters düşmek,
böyle bir ortamda cesaret değil çılgınlık sayılabilirdi. Böyle bir müdahalenin
doğru olmadığı ve kurumu zedeleyeceği düşüncesinin bana ait olduğunu ve
buna karşı direnmek gerektiğine inanan kişi ben olduğuma göre ki her konuda
olduğu gibi bu konudaki kararlar da zaten bana aitti, sorumluluk da bana ait
olmalıydı. Bu nedenle ifadelerden üzüntü değil, memnuniyet duymalıydım.
Süratle zihnimden geçen bu düşünce beni rahatlatmıştı.
Amiral iyice öfkelenmişti. “Biliyorum, sizlerin hiçbir suçunuz olamaz.
Siz bu adamı tanıyor musunuz? Bu adam çok tehlikeli bir adam… Bu adam
sizi kullanıyor …” diyerek beni işaret ediyor ve bağırıp çağırıyordu.
Tek sorumlu sayıldığım için memnundum. Hiç değilse kimsenin günahına girmemiştim. Tabii ki komutanın sözleri onuruma dokunuyordu. Fakat
en küçük bir hata yapmadığımdan da son derece emindim. Bu duygular içinde
en küçük bir panik ve heyecan duygusuna kapılmadan ve istifimi bozmadan
bir bakıma boş bakışlarla gözümü kırpmadan komutana bakıyordum. Kızdıkça öfkesi artan komutan, “Seni mahvedeceğim, senin kökünü kurutacağım,
sülaleni de yok edeceğim” gibi asla beklemediğim ve beni şaşırttığı kadar da
düşündüren ifadeler kullanıyordu.
Öfke, hakaret ve tehdit dolu uzun veya bana göre çok uzun gibi gelen
konuşmasının sonunda, “O öğretmeni alacaksın…” dedi. Son derece doğal
ve sakin bir ifadeyle, “Peki… Ama ben görevi bırakacağım” dedim. Tekrar
aynı ses tonuyla, “Sen gideceksin, o gelecek. Görüşme bitmiştir” dedi. Tam
kapıdan çıkacağım sırada tekrar komutana döndüm ve aynı sakin ve doğal
ifadeyle, gözlerinin içine bakarak, “Ben bunların hiçbirini hak etmemiştim”
dedim ve yürüdüm. Komutan daha dikkatli bir ifadeyle gözüme baktı ve herhangi bir tepki göstermedi.
Dışarı çıktığımda karışık duygular içindeydim. Kapıda bir minibüs duruyordu. Oradakilere yaklaştım ve sert bir ifadeyle, “Beni evime götürün”
dedim. Şaşkın ve alaycı bir ifadeyle yüzüme baktılar. Birisi, “Biz seni nereye
götüreceğimizi biliriz” gibi bir şeyler söyledi. Bu defa daha kızgın bir ifadeyle
ve yüksek sesle “Beni evime götürün diyorum” deyince, birisi içeri gitti ve
geri geldi, “Doğru söylüyor, evine bırakacakmışız” dedi ve beni minibüsle eve
bırakıp gittiler.
Bir iki saat sonra başka bir ekip geldi. Kantin evrakları ile kantin gö-
111
revlisi Mehmet DURGAÇ’la birlikte bizi başka bir yere götürdüler. Burası da
şehrin dışında, Çilek Mahallesi civarında bir yerdi.
Yetkilinin odasında, misafir koltuğunda oturan ve öğrenci velimiz olduğu için şahsen tanıdığım bir kişi ayağa kalktı, samimi bir şekilde beni karşıladı. Makam koltuğunda oturan kişi de öyle. Galiba onun da çocuğu öğrencimizmiş. Misafir gibi ağırladılar, kahve ikram ettiler. Olayı anlatmak istedim,
“Biliyoruz, önemli değil” filan dediler.
Misafir koltuğunda oturan ve daha önceden tanıdığım kişinin ismi Ertuğrul Bey’di galiba. Sonradan öğrendiğime göre Milli İstihbarat Müdürü
imiş.
Çok sıcak ve samimi bir ortamda biraz sohbet ettik. Ve kahvelerimizi içtikten sonra kantin evraklarını incelenmek üzere alıkoydular ve bizi bir
araçla tekrar okula bıraktılar.
Pazar günü olayın şokunu atlatmaya çalıştım. Böyle bitsin istemezdim
ama ‘kısmet böyleymiş’ diye düşünüyordum. Bir bakıma memnundum da.
Okulun kapanmasına neden olan bina sorunu çözülmüş ve okul ebediyen yaşayacak bir imkâna kavuştuğu için üç yıllık emek boşa gitmiş sayılmazdı.
Şimdi üç sene önceki İstanbul projemi gerçekleştirebilecektim. Üç yıl
önemli bir zaman ama gerçekleşen hizmet de buna değer diye düşünüyordum.
Ertesi gün, yani Pazartesi günü Milli Eğitim Müdürü’ne istifa dilekçemi bırakıp İstanbul’a gitmeye karar verdim. Evdekilerle de bu düşüncemi paylaştım
ve herkes bu karardan büyük bir memnuniyet duydu. Çocukların eğitimi için
dönem sonuna kadar onlar Mersinde kalacaklar. Bende bu arada İstanbul’daki
ev ve çocukların okul işlerini halledecektim. Demek ki bu yaz Mersin’in sıcağını yemeyecektik.
Pazartesi sabahı okula gittiğimde, giriş kapısının önündeki sahanlıkta kocaman bir çelenkle karşılaştım. Bayrak merasimi için toplanmakta olan
öğrencilerin tam da karşısındaki son derece abartılı ve ihtişamlı çelengin üzerinde, kocaman yaldızlı harflerle, öğretmenin ismi ve “Hoş geldiniz” ifadesi
yer alıyordu.
Okulun öğretmen ve çalışanlarının gelişmelerden haberleri olmadığını
sanıyordum. Ama bu manzara karşısında hiç kimse belirgin bir tepki göstermemişti. Öğrenciler de lehte veya aleyhte herhangi bir tepki göstermediler.
Kimse bana bir şey sormadı. Ben de herhangi bir tepki göstermedim.
Çelengin nereden ve kimden geldiğini kimse bilmiyordu. İhtimaldir ki ya öğretmenin kendisi veya onun bu şekilde gelmesini sağlayan ve kim olduğunu
112
daha sonra öğrendiğim ‘şekerci’ akrabası göndermiştir.
Okulda normal mesai başlayıp bütün öğretmenler derslere girdikten
sonra Milli Eğitim Müdürü’nün makamına gittim. Hiçbir şey olmamış gibi
samimi bir şekilde selamlaştıktan sonra kendilerine istifa dilekçemi sundum.
“Üç yıl önce gösterdiğiniz destek ve hoşgörü olmasaydı, bu okul bugün kapanmış olacaktı. Sizin o gün risk üstlenerek bize ne kadar yardımcı olduğunuzun bilincindeyim ve bunu asla unutamam. Onun için size her zaman
müteşekkirim. Ben de bu konuda görevimi tamamladığıma inanıyorum ve görevden ayrılıyorum. Toros Koleji’nin yaşamasına en önemli katkıyı sağlayan
kişilerden birisi olarak hiçbir zaman desteğinizi esirgemeyeceğinize yürekten
inanıyor ve gönül huzuru içinde görevi bırakıyorum. Ben de nerede yaşarsam
yaşayayım, üzerime düşen bir görev olursa seve seve yapmaya çalışacağım.”
Milli Eğitim Müdürü Mustafa ERGÜN, zeki olduğu kadar da duygusal
bir insandı. “Hayır, hayır, olur mu öyle şey? Kime bırakacaksınız? … Bunlar
olağanüstü şartların yarattığı gelip geçici şeylerdir…” şeklinde ifadelerde bulunarak dilekçemi işleme koymayacağını söyledi. Fakat ben kararımın kesin
olduğunu belirterek kendisiyle vedalaştım. Milli Eğitim Müdürü “olmaz olmaz. Sen birkaç gün dinlen” diye arkamdan seslendi.
Ertesi gün İstanbul’a gittim. Şirketin durumunu inceledim. Yapacağım
işleri ve yeni durumla ilgili plan ve projeleri tamamladıktan sonra okulların
tatili ile birlikte taşınmak üzere Mersin’e döndüm. Zaten tatile de çok az bir
zaman kalmıştı.
İstanbul dönüşü eve gelmiş, evdekilerle oradaki şartları ve yeni planlarımızı konuşuyorduk. Kapı zili çaldı. Kapıyı açınca resmi kıyafetli iki askerle
karşılaştık. Askerin biri, “Ali Bey siz misiniz?” diye sordu. “Evet, benim” dedim. Elindeki sarı zarfı uzatarak, “Bunu komutanım size gönderdi” dedi ve çıkıp gittiler. Zarftan çıkan sıkıyönetim komutanlığı antetli kağıtta, “Öğretmen
…… …… ile ilgili yetkilerinizi kullanmakta serbestsiniz” diye yazıyordu. O
an çok mutlu oldum. Aslında fazla şaşırmadım. Çünkü bir yanlışlık olduğundan emindim. Komutana, “Ben bunların hiç birisini hak etmemiştim” derken,
buna bütün benliğimle inanıyordum.
Haklı olduğumun anlaşılmış olması çok güzeldi. Bu sadece benim için
değil, başta vakıf yönetim kurulu olmak üzere, bir bakıma benim için sıkıyönetim komutanı ile karşı karşıya gelen ilimizin Valisi, Vali yardımcısı, Milli
Eğitim Müdürü ve okulun prestiji açısından da son derece önemliydi.
Diğer yandan, sadece kendim değil, ailem, çocuklarım, kardeşlerim ve
113
yeğenlerimin geleceği açısından İstanbul’daki şirketimizle ilgili projelerimizin hayata geçirilmesi gerekiyordu. Karar vermek zordu. Sonunda okul ağır
bastı. İstanbul’daki işlerle ilgili projeleri ileriki bir tarihe erteleyerek okuldaki
işlere döndüm.
Askeri çevrelerle yakın diyalogu olan bu olayın kahramanı, öğretmen
arkadaşın yakın bir akrabasının girişimi ile olduğu söylenen, bu talihsiz olayın üzücü olması kadar, sonunda sağduyunun galip gelmesi aynı derecede
memnuniyet ve ibret verici bir olay olmuştur.
Olaya sebep olan öğretmenin göreve başlaması ile ilgili resmi bir işlem
yapılmamıştı zaten. Kendisine derhal okulu terk etmesini bildirdim. Ve bir
daha da karşılaşmadık.
KESİNTİSİZ İNŞAAT
Yeni binamızda dersliklerin dışında üç laboratuar, bir kütüphane, bir
resim-iş atölyesi ve yönetim odaları bulunuyordu. Bu haliyle o günün klasik
eğitim koşullarına göre yeterli sayılabilirdi. Ama bana göre daha birçok yeni
mekânlar ve fiziki imkânlara acilen gereksinimimiz vardı.
Sosyal ve kültürel etkinlikler için özel dersliklerden tiyatro salonuna,
sosyal tesislerden spor tesislerine kadar ihtiyacımız olan birimlerle ilgili düşüncelerimi her toplantıda dile getirip, özellikle Haydar Abi’nin bu konudaki
düşüncelerini ve önerilerini öğrenmek istiyordum.
Haydar Abi, (tüm yönetim kurulu üyeleri ona öyle hitap ederlerdi), bahsettiğim projelerin pahalı projeler olduğunu, bunun için önemli miktarda hazır
finansman kaynağına ihtiyaç bulunduğunu, öğrenci ücretlerinden sağlanacak
imkânlarla böyle bir şeyin gerçekleşemeyeceğini söylüyordu.
İnşaatlarla ilgili deneyimlerimden sonra, Haydar GÜRÜN’ün inşaat
anlayışı ile Karadenizli yapsatçıların inşaat anlayışı arasında ne denli fark bulunduğunu ve maliyet farkının da birkaç misli olduğunu anlayıp, kendisinin ne
kadar haklı olduğunu anlamıştım. Ama yapsatçıların ifadeleri daha çok işime
geldiği için, “Haydar abi, gereksiz hassasiyetlerle olayı gözümüzde büyütüyor” düşüncesiyle, sosyal tesislerle ilgili inşaat konusunda ısrarcı bir tavırla,
aynı zamanda öğrenci velimiz olan Mimar Yılmaz ESER’e rica ederek zemin
katında kütüphane, resim atölyesi, yabancı dil laboratuarı, müzik salonu; üst
katı 400 kişilik tiyatro salonu olan bir proje çizdirdim ve finansman sorun
olmaz, hallederim” deyip Haydar abinin muvafakatini aldım.
Haydar Bey’in müteahhitlik döneminde kalfalığını yapan Muzaffer
114
EZER isimli kişinin taşeronluğu ve gene Haydar Bey’in tanıdığı Mühendis
Turan ESİRGEN’in kontrolörlüğünde 2 Eylül 1981’de inşaata başladık. İnşaatın temel betonları ve hafriyatı aylarca sürdü.
İnşaatın iç hacimleri ve kat yüksekliği bakımından oldukça abartılı bir
temel ve betonarme işleri vardı. Devasa mutemedi temeller ve bu temellere uygun kiriş ve kolonlardaki kalıp, demir ve beton ağırlığının dışında ayrıca betonarmede kullanılan çakıl günlerce elenip yıkandıktan sonra kullanılıyordu.
Zemin katın kaba inşaatını bir yılda zar zor bitirebildik. Ve inşaatı durdurmak zorunda kaldık. Haydar Bey’in isteği üzerine ve kendisinin yaptığı
hesaplamaya göre taşeronun hesabını (ki oldukça yüklüce hesap çıkarmıştı)
kapattık.
Bu arada okulun acil ihtiyacı olan bir kantin ve bekçi lojmanının inşaatına başlamıştık. Projesi gene Vahit TEMİZKAN ve Kemal ETİLER tarafından çizilen iki katlı binanın zemin katında, kantin, spor odası ve küçük bir
bekçi lojmanı, birinci katında da müdür lojmanı vardı.
Bu binanın zemin kat inşaatının kalıp, demir, beton, duvar, sıva işlerini
hatta tesisat işlerine kadar her türlü işçiliği 1979’da okul inşaatı sırasında işçi
olarak çalışan Mehmet DURGAÇ ile daha sonra aynı şekilde işe başlayan ve
okul yeni binaya taşındıktan sonra gece bekçiliği kadrosuna alınan kardeşi
Dursun DURGAÇ yaptılar.
Mehmet ve Dursun DURGAÇ kardeşlerle, hiçbir mühendis veya teknik
elemandan teknik yardım almadan yapılan bu bina sayesinde inşaatla ilgili
çok şey öğrendim ve düşündüğüm kadar zor bir iş olmadığını gördüm.
Yeri gelmişken, Durgaç Kardeşlerden özellikle Mehmet DURGAÇ’tan
kısaca bahsetmek istiyorum. Mehmet DURGAÇ, hayatım boyunca tanıdığım
sıra dışı insanlardan birisidir. Olağanüstü becerileri ve yeteneklerinin yanında, son derece çalışkan bir insandır. Son 35 yılda okul için yapılmış ne varsa,
tümünde O’nun hem bedensel hem zihinsel emeği, alınteri ve katkısı bulunmaktadır. Okulun inşaat işleriyle ilgili her konuda en uzman teknik elemanlardan daha isabetli karar ve görüşlerinden yararlandığım akıllı ve çalışkan
bir insandır.
Mehmet ve Dursun DURGAÇ Kardeşler, okul binasının inşaatına başladığımız 1979 yılının Ekim veya Kasım ayların, inşaat işçisi olarak okulda
çalışmaya başladılar.
İnşaat bittikten sonra kendi istekleri ve Erdoğan SOKULLU’nun tavsiyesi ile okulun kadrosuna alındılar. Tamamen tesadüfî olan tanışmamız, kısa
115
zamanda karşılıklı güven ve işbirliğine dönüştü. Pratik zekâsı, tezcanlılığı ve
her konudaki becerikliliğiyle hemen kendini gösterdi ve okul içinde adeta joker gibi her işe koşmaya başladı ve büyük bir beceriyle her işin üstesinden
gelmeyi bildi. Kendisinin okul için büyük bir kazanç olduğunu ve okulun gelişmesinde büyük yararlar göstereceğini ilk günde anlamış ve bu kanaatimi
her vesileyle, özellikle yönetim Kurulu toplantılarında büyük bir zevkle paylaşıyordum.
Yönetim Kurulu üyelerinden biri bu yaklaşımımı biraz da diplomatik
bir ifadeyle eleştirerek, bu kadar güvenmekle yanlış yaptığımı ve bu konuda dikkatli olmam gerektiğini söyledi. Meğer birkaç yıl önce kendisine ait
bir inşaatta bir süre çalışmış olan Mehmet DURGAÇ’la SSK konusunda bir
ihtilaf yaşamışlar ve bu olay mahkemeye intikal etmiş. Olayın talihsizliğini
kabul ediyordum ama o sırada henüz çocuk yaşta olan Mehmet DURGAÇ’ın
bu olaydaki kusurunun abartılmaması gerektiğine inanıyordum ve bu yüzden
O’na olan güvenim asla azalmamıştı.
Bunun en güzel kanıtı, sıkıyönetim ortamında üzerinde ‘Devrim Tarihi’ yazılı ders kitaplarının dahi toplandığı ve insanların evlerinde bulunan kitaplar yüzünden sorgusuz sualsiz gözaltına alınıp işkenceye maruz kaldıkları
o günlerde, evimizdeki bütün kitapları Mehmet DURGAÇ’la birlikte kimsenin bulamayacağı bir yere saklamış olmamızdır.
Sonraki yıllarda normal düzene geçildiğinde kitaplarıma tekrar kavuşacağımı düşünüyordum. Sıkıyönetim döneminden sonra Mehmet DURGAÇ’la
birlikte zulamızdaki kitapları çıkarmaya kalkınca gördük ki bütün kitaplar
imha olmuş. Böylece 1969-1981 yılları arasında aldığım bütün kitaplarım yok
olmuştu. 1969’a kadar alınan kitaplarımın tamamını da İstanbul’da üniversitede öğrenci olarak bulunduğum sırada annem çuvallara doldurup bir dağda
toprağa gömerek yok etmişti. Eve döndüğümde annemin bu davranışını çok
yadırgamış ve kendisine kırılmıştım. Tabii ki çok üzülmüştüm. Daha sonra
benzeri bir şeyi yapmak zorunda kalınca anneme hak vermiştim.
Muzaffer EZER’in taşeronluğu ile yapılan sosyal tesislerin birinci kat
kaba inşaatı standartların çok üstünde bir maliyetle yapılmıştı. Kontrol Mühendisimiz Turan ESİRGEN de malzeme kullanımından işçiliğine kadar tüm
maliyetlerin yüksek olduğu ve bu koşullarda bu binanın okulun mali olanaklarını aştığı ve çalışmaların da verimli olmadığını özel konuşmalarımızda açıkça ifade ediyordu. Maddi kaynağımızın da bitmesiyle inşaata ara vermiştik.
Ancak kantin binasını yaptıktan sonra kendi olanaklarımızla bu tesisi tamamlayabileceğimize inanıyorduk.
116
1982 Eylül ayında yarım kalan yeni binanın inşaatına gene İnşaat Mühendisi Turan ESİRGEN’in kontrolörlüğünde başladık. Ve kısa zamanda inşaat tamamlandı. 400 kişilik tiyatro salonunun sandalyelerini Kayhan KARAKAYA’nın sahibi olduğu Oska firmasından, sahnenin ahşap donanımını
ve doğramaları Mehmet BİLGEN ve Hamit DURDU’nun ortaklaşa işlettikleri, eski adı KONDU, yeni adı İSTEK olan atölyelerinde çok hesaplı fiyatlara
yaptırdık. Sahnenin perdesini yönetim kurulu üyemiz Güvenç ÇOPUR, kendi
elleriyle hiçbir bedel almadan yaptı. Perdenin üzerine de Güvenç ÇOPUR ismini yazmıştı.
Nisan 1983’te törenle açılışı yapılan tiyatro salonu, kütüphane, resim
atölyesi, müzik salonu ve Türkiye’de daha yeni yeni kullanılmaya başlanan ve
bölgemizdeki hiçbir okulda bulunmayan (belki Türkiye’de de okullarda henüz
kullanılmaya başlanmamıştı) video sistemli yabancı dil dersliği, başta Vakıflar Bölge Müdürü Mevlüt MERT, Milli Eğitim Müdürü Mustafa ERGÜN olmak üzere, törene katılan tüm konukların, öğrenci velilerinin, öğretmen ve
öğrencilerimizin büyük beğenilerini ve hayranlıklarını kazanmıştı.
Bu bina okulumuzun eğitimi için çok önemli olanaklar sağlamış ve eğitim çalışmalarımızda büyük avantaj yaratmıştır. Özellikle sosyal ve kültürel
etkinliklerle ilgili öğrencilerimizin başarı grafiklerinde görülen büyük gelişmelerde, söz konusu fiziki yapının birinci derecede etkili olduğu tartışılmaz.
İki ay sonra okulların tatile girmesiyle birlikte kantin binasında yapılan
tadilatla mutfak ve yemekhane yapıldı. Bu binanın üstüne bir müdür lojmanı
da inşa ettik. Böylece okula hasrettiğim 7x24 saat mesaim daha da verimli
hale gelmişti.
Böylece okulun sosyal tesisleri büyük ölçüde tamamlanmış oluyordu.
Yer olarak şehrin dışında bulunan okulda, öğrencilerin öğle yemekleri bayağı
sorun teşkil ediyordu. Gerçi servis araçları öğle yemekleri için de servis yapıyorlardı ama öğrencilerin çoğu okulda kalmak istiyorlardı.
Çarli’nin (Kurulduğundan beri kantin işini yapan son derece sempatik
işletmeciye öğrenciler bu ismi takmışlardı.) derme çatma barakasının dışında sokak arasında sıkma börek yapan Fatma ŞANLI’da öğrencilerin gereksinimlerine nispeten cevap verse de son derece olumsuz koşullardı. Kantin ve
yemekhanenin hizmete girmesiyle bununla ilgili önemli bir eksiklik giderilmişti. Böylece okulun gerek sosyal etkinlikler, gerek eğitici çalışmalar bakımından önemli bir eksiği kalmamıştı. Fiziki mekânların dışında araç gereç
ve donanım olarak da hiçbir eksiğimiz yoktu. O günün koşullarında en ileri
eğitim olanaklarının sağlanması hususunda her türlü fedakârlık yapılıyordu.
117
İKİNCİ BİR OKUL YERİ TEKLİFİ
1970’li yılların ikinci yarısından sonra bütün Türkiye’de hızla yayılan
anarşi ve terör olayları birçok kentte iç savaş görüntüsü veriyordu. Sağ-Sol
ayırımı şeklinde başlayan çatışmalar, bazı bölgelerde etnik grup ve mezhep
ayrımcılığı ile kitlesel çatışmalara dönüşüyordu. Kahramanmaraş ve Malatya
gibi bazı illerde yaşanan kanlı olaylarda yüzlerce can kaybı yaşanmıştı.
Nispeten huzurlu bir kent olan Mersin’e, bu nedenle başta Malatya ve
Kahramanmaraş olmak üzere birçok ilden yoğun bir şekilde göç ediliyordu.
Kalabalık gruplar halinde Mersin’e yerleşmek isteyen insanlar, özellikle emlak konusunda ciddi bir talep yaratmış ve emlakçılık kârlı ve yaygın bir
işkolu haline gelmişti. Bu sektörde çalışan kişilerin büyük çoğunluğunu tanıyordum. Kimi iş ilişkisi içinde bulunduğum, kimi meslektaşım olan öğretmen
kökenli, kimi akrabalık ilişkimiz olan kişilerdi. Kendimin de bir dönem Ulus
Emlak ve Sahil Emlak isimli şirketlerle ortaklık şeklinde bir çalışmam olmuştu.
Emlakçı dostlarımdan aynı zamanda hemşerim olan Yener ve Öner
SÖYLEMEZOĞLU kardeşler ile Musa TİMUR okulumuzun hemen kuzeyinde bulunan bir tarla almış, parselasyon yapıyorlardı. Daha önce Ahmet
ÇAKIROĞLU ve Necati KUBAT’ın yaptığı gibi, onlar da okula bir parsel vermek suretiyle, belediye tarafından yapılacak olan altyapı hizmetlerinin daha
kolay yapılması hususunda, okulun isminden yararlanmak için okula uygun
fiyatla bir arsa vermeyi teklif ettiler.
Arazinin haritası üzerinde yaklaşık 5-6 bin metrekarelik bir ada, okul
yeri olarak belirlendi. Arsa bedeli olarak normal bedelin oldukça altındaki
arsa bedelini de peşin ödedim. Resmi parselasyon yapıldıktan sonra gördük
ki okul yeri olarak tespit ettiğimiz adanın doğu ve güney cephelerinde toplam
8 parsellik bir bölüm okul yerinden alınıp bağımsız parsel haline getirilmiş.
Bazıları şahıslara satılan bu parsellerden 4 tanesini sonradan satın alıp üzerine kültür tesisleri inşa ettik. Diğer parseller üzerine yeni malikleri tarafından
mesken yapıldığından onları almak mümkün olmadı. Ve daha sonra buraya
yaptığımız okul binası, arsa darlığı ve etrafı özel meskenle kuşatılmış olduğu
için yapılan büyük yatırımlara rağmen her zaman bir sıkışık durum yaşanmaktadır.
Hemşerilerimin son anda kaşla göz arasında yaptıkları bu kurnazlık
beni çok rahatsız etmişti. “Bağışlanan atın dişine bakılmaz” atasözü uyarınca,
ucuz fiyatla aldığımız arsayı kabul etmek zorunda kaldık ama sitem ve üzüntülerimi de ifade etmekten kendimi alamadım.
118
Eğer baştan söylenseydi o parsellerin parasını verebilirdik. Mevcut haliyle arsanın pek kullanışlı olmayacağı belliydi. Ama verilmiş bir söz vardı. Onun için kabul etmek zorunda kalmıştık. 1979’daki gibi Vakıflar Bölge
Müdürlüğü ekspertizlerince gerekli işlemler yapıldıktan sonra Genel Müdürlükten alınan yetki belgesiyle tapu işlemi tamamlanan kuşa çevrilmiş 2730
metrekarelik arsanın tapusunu, 7 Ekim 1981’de almış olduk.
YÖNETİM KURULU ÜYELERİNDE DEĞİŞİKLİKLER
Koruma Derneği’nin 3’üncü Olağan Genel Kurulu, 14.12.1981 tarihinde
yapıldı. Yapılan seçim sonunda Haydar GÜRÜN, Adil OVACIK, Faruk GÜVENÇ, Mebuse SAFA, Mehmet Ali ALKAN, Güvenç ÇOPUR ve Erdoğan
SOKULLU, dernek yönetim kurulu üyeliğine ve dolayısıyla da vakıf yönetim
kuruluna seçilmiş oldular.
Okul Müdürü ve kurum (belediye, ticaret odası, baro) temsilcisi üyelerle, yeni seçilen üyeler (M. Ali ALKAN ile Mebuse SAFA, Belgin TARTANCI
ile Saadet ŞAYAN’ın yerine seçilmişlerdi) yeniden görev bölümü yaparak çalışmalarını sürdürüyorlardı.
Yönetim Kurulu üyeleri, okulun eğitim kadrosu ile bir tanışma ve sohbet toplantısı yapmak istediler ve uygun bir tarihte okul kütüphanesinde istenen toplandı düzenlendi.
Karşılıklı tanışma ve nezaket ifadelerinden sonra Vakıf Başkanı, ifade
edilen konularla ilgili kişisel bir değerlendirme yaptıktan sonra okulun işleyişi ve hedeflenen düzeye erişilmesi hususunda ne gibi önlemlerin alınması
gerektiğini açıkladı ve hiç de gerekmediği halde ve biraz da kastını aşan bir
ifadeyle, okulun öğretmenlere sağladığı imkânlardan bahsederek, buna layık
olmak gerektiğini, herkesin sahip olduğu imkânları hak etmek için daha fazla
gayret göstermesini, kurallara uymayanların birtakım yaptırımlara muhatap
olacaklarını söyledi…
Öğretmenlerin, bu ifadelerden rahatsız olduklarını, salonda esen buz
gibi havadan anladık. Kendi aralarında konuşup duranlar ve söz isteyenler
oldu. İlk sözü müzik öğretmeni Güngör TURAN aldı. Ve sinirli bir ifadeyle,
“Biz kapı kulu değiliz… Hiç kimsenin inayetine ihtiyacımız yok. İşimizi ne
şekilde yapacağımızın bilincindeyiz. Kimse bize ders vermeye kalkmasın …”
şeklinde son derece sert bir tepki gösterdi. Diğer öğretmenler de yüz ifadeleriyle adeta kendisini onaylar bir tavır sergilediler. Herkeste büyük bir hayal
kırıklığı ve incinme meydana gelmişti.
119
Toplantıdan sonra odama geçince, Başkana üzüntülerimi ifade ettim.
Okulu ayakta tutan en önemli gücün eğitim kadrosu olduğunu, kadronun
kuruma bağlılığı ve karşılıklı güvenin esas olduğunu, aksi takdirde fiziki
mekânların ve maddi imkânların hiçbir kıymet ifade etmeyeceği hususunda
görüşlerimi belirttikten sonra, “Üç yılda büyük bir özveri ve özenle sağlamaya çalıştığım güven ortamının, bir anda yıkılmış olmasına çok üzüldüm”
dedim.
Başkan da pişman olmuştu. Böyle algılanacağını düşünmemiş ve yanlış
anlaşıldığına inanıyordu. Ancak vazo kırılmıştı. Yapacak bir şey yoktu, zamana bırakmanın dışında. Sonraki günlerde bu yanlış anlaşılmanın telafisi için
bir hayli uğraşmama rağmen, bazı öğretmen arkadaşlarımızın kırgınlıkları
geçmemişti.
Vakıf Başkanı, benim çok yorulduğumu ve yükümün hafifletilmesi
hususunda bir önlem alınması gerektiğini toplantılarda sık sık dile getirerek
bana iltifatlarda bulunuyordu. Dışarıdan göründüğü kadarıyla gerçekten de
birkaç kişinin işini yapıyordum. Okulun resmi işlerinin dışında Okul-Aile Birliği, Koruma Derneği ve Vakıf Yönetim Kurulu ile ilgili sekreterya işlerinden
yıllık programlara, alınan kararlardan faaliyet raporlarına kadar her işi büyük
bir zevkle yapıyordum. Bununla beraber fiziki mekânların proje çalışmalarından inşaat ekiplerinin temini ve yönlendirilmesi, finansman kaynaklarının
sağlanması inşaatlarla ilgili resmi işlemlerin yapılması gibi işleri de yapıyordum. Dahası okulun eğitim hedefleri ile ilgili statü arayışları da ciddi şekilde
zamanımı alıyordu.
Üzerimdeki sorumlulukların çok küçük bir bölümü ancak dışarıdan fark
edilebilirdi. Oysa atılan her adımın, yapılan her yeniliğin çok uzun araştırmalar ve resmi makamlardan icazet gerektiren ciddi formaliteleri vardı. Örneğin
bir inşaat işi için plan, proje ve belediyeden alınacak izinlerin dışında, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden izin almak başlı başına bir sorundu. Projelerimizin teknik uygunluğunun yanında, amaca uygunluğunu da kanıtlamak ve bu
projeleri gerçekleştirmeye yeterli kaynak göstermek gerekirdi. Bütün bunlar
tamamlandıktan sonra konu yönetim kurulu kararına bağlanabiliyordu. Keza
sınavla öğrenci alınması veya okulun statüsünde değişiklik yapılması, Vilayet
ve Bakanlık nezdinde aylarca süren yazışmalardan sonra mümkün olabilirdi.
Hemen her konuda yaptıklarımızın başka bir benzeri olmadığı için her
şeyi kendimiz düşünmek ve yetkili makamları ikna etmek zorunluluğu vardı.
Oysa örnek aldığımız bir kurum olsa, bu işler bu denli güç olmazdı. Bu nedenledir ki bizim TOROS’ta gerçekleştirdiğimiz tüm yenilikler, bir süre sonra
120
Türkiye’nin değişik illerindeki birçok kurum tarafından örnek alınmıştır. Bunun için ‘TOROS laboratuar okuldur’ diyoruz.
Evet, gece gündüz çalışarak okulun rutin işleyişinden eğitimle ilgili
yeniliklerin gerçekleştirilmesine, fiziki mekânların yapılmasından donanım
ihtiyaçlarının karşılanmasına, vakıf senedinin 6. maddesinde belirtilen okul
eğitimi dışındaki amaçların gerçekleştirilmesinden, finansman teminine kadar aslında güçlü bir ekip çalışması gerektiren birçok işi aynı anda yapmaya
çalışıyordum.
Aslında yapılan işlerin tamamı kişisel isteklerime ve gönüllülük esasına
dayanıyordu. Yoksa kimsenin, bizden yeni tesisler yapılmasını, statü değişikliğine gitmemizi, üst düzeyde eğitim arayışları içine girmemizi istediği yoktu.
Kalıcı bir hizmet için bunların gerekliliğine inanıyor ve bunu gerçekleştirmeye çalışıyordum.
İşlerimin çokluğunu ve çeşitliliğini gören Vakıf Yönetim Kurulu, belki
de haklı olarak bir ekip kurulmasını istiyordu. Ama bu konuda yetişmiş eleman bulunamayacağı gibi, böyle bir ekibi istihdam edecek mali imkânların
da olmadığı gerçeğini en iyi ben biliyordum. Bu nedenle her defasında beni
düşündükleri için kendilerine teşekkür ederek, ‘ileride böyle bir imkânımız
olduğu takdirde bu konuyu gündeme alalım’ diyordum.
Vakıf Başkanı, bir özel görüşmede, kendisinin tanıdığı veya yakını olan
bir sanat tarihi öğretmenini, bana yardımcı olmak üzere okula alınması konusunda görüşümü sordu. Ben de ‘olabilir’ dedim. Birkaç gün sonraki toplantıya, bahsettiği kişiyle birlikte geldiler ve bizi tanıştırdı. Kırıkhan Lisesi’nde
görev yapan, genç, efendi görünüşlü bir insandı. İyi bir insana benziyordu.
‘Branş itibariyle okul için çok yararlı olmasa da idari görevlerde yardımcı
olabilir’ diye düşünmüştüm. Gerçi benim kıstaslarıma göre ideal bir eleman
değildi. Bana göre okula alınacak kadrolu elemanın, aynı anda birkaç görevi
üstlenmesi ve en önemlisi de eğitim-öğretime katkı sağlayacak bir uzmanlığının olması gerekirdi. Oysa sanat tarihi sadece edebiyat şubelerinde (ki en
zayıf birkaç öğrenci bu alanı seçiyordu) haftada 2 saat okutulan bir dersti. O
tarihlerde okulumuzda haftada 4 saat olan bu ders, düşündüğüm statü değişikliğiyle tamamen kalkmış olacak ve bu arkadaş da memur statüsünde çalışacaktı. Buna rağmen baştan ‘hayır’ demedim ve kendi kendime bu arkadaşı
okulumuzun hangi ihtiyacına göre ve nasıl bir sahada uzmanlaştırabileceğimin hesabını yaptım.
Yönetim Kurulu üyelerinin tamamı geldikten sonra toplantı başladı.
121
Başkan, son derece kibar bir dille yeni arkadaşla birlikte kendilerini biraz
yalnız bırakmamızı rica etti. Şaşırdım. Şöyle bir etrafıma baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden ve olabildiğince doğal davranmaya çalışarak toplantının
yapıldığı makam odamdan (ki hep kendi koltuğumda otururdum. Çoğu zaman da belki de her zaman kararları da önceden yazardım. Yönetim Kurulu
Başkan ve Üyeleri odamdaki misafir koltuklarına ve toplantı masasına oturur,
kararla ilgili açıklamalarımdan sonra karar defteri imzalanır ve çay-kahve ikramından sonra toplantı biterdi.) Doğan Bey’in ricasına uyarak ismi Mümtaz
Bey olan Müdür Yardımcısı adayı ile birlikte dışarı çıktım dışarı çıktım.
İçeride ne konuşuldu, bilmiyorum. Kısa süre sonra Yönetim Kurulu
üyeleri Özcan EROĞLU ve Mehmet Ali ALKAN da dışarı çıktılar. Bozulduğumu anlamışlar mıydı yoksa onlar da böyle bir şeyi yadırgadıkları için mi
bilmiyorum, ikisi de birden koluma girerek Mehmet Ali Bey’in Mercedes otomobiline doğru beni yönelttiler ve “Haydi bir yerde yemek yiyelim” diyerek
arabaya bindirdiler ve Göçmen semtindeki bir balık lokantasına gittik.
İsyan duyguları içindeydim. “Benim için bu iş bitmiştir. Aile şirketimin bir haftalık iş hacmi, bu okulun bir yıllık cirosundan fazla iken, idealist
düşüncelerle işimi gücümü bırakıp bu okulun kapanmaması için bu kadar fedakârlık yaptıktan sonra böyle bir tutumu asla hazmedemem… Okul kapansaydı, okulun eski bir ortağı ve kurucu temsilcisi olan vakıf başkanının, çalışanların kıdem tazminatlarını, öğrenci velilerine ve resmi makamlara karşı
yüklenmek zorunda olduğu maddi ve manevi sorumlulukları bilmediğimizi
mi sanıyor? Kendilerini böyle bir sorumluluktan kurtaran insanlara teşekkür
etmesi gerekirken, bu şekilde davranmış olmasının iyi niyetle bağdaşan bir
yanı olamaz. Okulun eski dönemindeki ilişkisinden ve yaşından dolayı nezaket icabı ona sembolik anlamda Yönetim Kurulu Başkanlığı ünvanını vermiş
olmamızı bizim için bir zaaf olarak görmesini asla kabul edemem ve hiç kimsenin emeklerini istismar etmesine göz yumamam dedim.
Özcan EROĞLU ve Mehmet Ali ALKAN, aynı duygu ve kanaatte olduklarını uzun uzun ifade ettikten sonra, bunun bir hatadan öte büyük bir
ayıp olduğunu, ancak yanlışa yanlışla cevap verilemeyeceğini, bu olayın unutulmasını istediler.
Tanıyanlar bilir, Özcan Bey’in gerçekten de olağanüstü bir ikna yeteneği vardır. Mehmet Ali ALKAN’da son derece nazik ve muhterem bir insandır.
Kendilerini tanımış olmak ve dostluklarını kazanmaktan büyük onur duyduğum bu iki müstesna insan, saatlerce dil dökerek beni yatıştırmaya çalıştılar.
Benimle ilgili öylesine büyük teveccühlerde bulundular ki onların ricasını
122
kabul etmeyip kendilerini kırmak bir yana, fevri davrandığım için mahcup
oldum ve kendilerinden özür dileyerek olayı kapattım.
O olaydan sonra yalnız kaldığım ve çok yorulduğum için bazı konularda bana yardımcı olacak eleman temini konusu da bir daha Yönetim Kurulu’nun gündemine gelmedi.
Koruma Derneği Yönetim Kurulu üyelerinin dışındaki kurum temsilcisi Vakıf Yönetim Kurulu üyelerinin görev süresi 1 yıldı. Ve her yıl bu göreve
atanan isimler, kurumları ile yapılan yazışmayla tespit ediliyordu.
Vakıf senedine göre isim bildirmeleri gereken Ticaret ve Sanayi Odası,
yeniden Özcan EROĞLU’nun seçildiğini bildirdi. Olağanüstü dönem olduğu
için Vali aynı zamanda belediye başkanlığı da yapıyordu. Onun için bir yanıt
gelmedi. Borsa zaten isim bildirmiyordu. Baro temsilcisinin bari değişmemesini istiyordum. Zira birbirini tanıyan ve işleyişi bilen insanlarla daha uyumlu
bir çalışma oluyordu. Bu konuda baro yönetim kuruluna yazı yazıldığını ve bir
değişiklik olmaması için gerekli hatırlatmada bulunmasının iyi olacağını Doğan Bey’e söyledim. Kendisi de “Sen merak etme, ben istediğim sürece başka
bir isim bildirilmez” demişti. Ancak Mersin Barosu, Av. Savaş ERDOĞU’nun
ismini bildirdi. Doğan Bey buna çok bozuldu. Ve onun ricasıyla Baro Başkanlığına yeniden yazı yazarak Doğan Bey’in seçilmesini talep ettim. Fakat karar
değişmedi. Ve 16 Haziran 1982’den itibaren yönetim kurulunun Baro temsilcisi olan üyesi de değişmiş oldu.
Vakıf senedi hükümlerine göre Yönetim Kurulu Üyeleri ilk toplantısında kendi aralarında görev dağılımı yaparlar. Mersin Eğitim Vakfı kurulduğu
zaman Vakıf Anasenedine göre belirlenmiş Yönetim Kurulu Üyelerinin yaş
itibariyle en genç üyesi olmam nedeniyle bir saygı ifadesi olarak Yönetim Kurulu Başkanlığı teklifini kabul etmeyerek geçmişte de okulla ilişkisi olduğu ve
ayrıca hukukçu olması nedeniyle Doğan ER’in başkanlığının uygun olacağını
düşünmüş ve teklifte bulunmuştum. Teklifim kabul edilmişti.
Doğan Bey’in başkanlığı sırasında okul isminin değiştirilmesi konusunda yetkilerini aşarak ve ilerde büyük sıkıntılara neden olan okul isminin
değiştirilmesi taahhüdü, öğretmenlerle yapılan toplantıdaki kırıcı ifadeleri ve
yönetime müdahale anlamına gelen tasarrufları nedeniyle fiilen işin başında
olan kişi olarak başkanlığı benim yapmam gerektiği hususunda ittifak oluştu
ve bu durum bir daha değişmedi.
Yönetim Kurulu, yeni üyelerle 16.06.1982 günü toplanarak görev bölümü yaptı. Yönetim Kurulu Başkanlığı’na Ali ÖZVEREN, Başkan Vekilliğine
123
Adil OVACIK, üyeliklere Faruk GÜVENÇ, Güvenç ÇOPUR, Özcan EROĞLU, Mebuse SAFA, M. Ali ALKAN, Savaş ERDOĞU, Erdoğan SOKULLU
ve Haydar GÜRÜN seçildiler. Aslında okulun yaşatılması amacıyla kurulan
vakfın kuruluşu ve işleyişi ile ilgili her türlü faaliyeti tek başıma yapıyordum.
Vakıf senedine göre olması gereken yönetim organlarındaki isimler ve alınan
kararlar tamamen sembolik ve formalite gereği yapılıyordu.
Daha sonra askeri cunta tarafından derneklerin lağvedilmesi bir yönetim boşluğu yarattı. Koruma Derneği Yönetim Kurulu üyelerinin tümünün
aynı zamanda Vakıf Yönetim Kurulu üyesi olmaları da uygulamada sorun
yaratabilirdi. Onun için bir ana senet değişikliği gerekiyordu.
Senet değişikliğinden sonra yönetim kurulu üye sayısı 5 kişiye indirilmişti. Bazı toplantılar 4 kişinin katılımıyla da yapılıyordu. Eski kararlara
bakarken, bazı toplantılarda alınan kararların altında imzası olan şahıslardan
hayatta kalmış tek kişi olduğumu görünce derin bir acı ve yalnızlık duygusu
içinde, hayatın ne denli kısa ve anlamsız olduğunu, hiçbir şeyin üzmeye üzülmeye değmediğini, iyilik yapmanın ve hayırlı hizmetlerde bulunmanın dışındaki tüm faaliyetlerin değersizliğine inanıyor ve Şair Baki’nin, “Baki kalan bu
kubbede hoş bir sadâ imiş” sözlerinin derin manasını bütün benliğimle daha
iyi anlıyorum.
1984 yılında, Kel Hasan ismiyle maruf Mashar Bey’in Lagos tesislerinde vakıf ve okul mensuplarının katıldıkları bir yemek düzenlemiştik. Yönetim
Kurulumuzun iki mümtaz siması Haydar GÜRÜN ve Güvenç ÇOPUR ebediyete intikal etmişlerdi. Protokol masasındaki sandalyelerine isimlerini yazarak yerlerine birer çiçek koymuştuk. Açış konuşmamda, “Birçok alanlarda
sayısız çaba ve emek vererek önemli işler başarmışlardır sağlıklarında. Ebedi
âleme neler götürdüklerini hiç kimse bilemez. Ama bir okulun yaşamasında
gösterdikleri hizmet ve sarf ettikleri emeğin, onlar için çok büyük bir kazanç olduğunu ve bundan dolayı büyük bir mükâfat elde ettiklerine yürekten
inanıyor ve hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum…” demiştim. Duygusal bir
ortamda spontane olarak ağzımdan dökülen bu samimi ifademin gerçek olduğuna bugün de aynı içtenlikle inanıyorum.
16 Haziran 1982’de yapılan ve benim Yönetim Kurulu Başkanlığı’na
seçildiğim toplantıda, büyük bir saygı duyduğum ve gerçekten de çok değerli
bir kişi olduğuna inandığım Haydar GÜRÜN, o güne kadar hiç görmediğimiz
bir gerginlik içindeydi. Yönetim Kurulunun Baro Temsilcisi Av. Doğan ER’in
yerine seçilen Av. Savaş ERDOĞU’nun da katıldığı ilk toplantıydı. Haydar
GÜRÜN’ün Doğan Bey’le dostluğu çok eskiye dayanıyor ve birbirlerine kar-
124
şı derin sevgi-saygı duyguları besliyorlardı. Aslında hepimiz aynı duygular
içindeydik. Ancak Haydar abi, Doğan Bey’in ayrılmış olmasına üzülmüştü.
Bu nedenle oldukça gergin ve duygusaldı. Kendisiyle ilk defa tanıştığımız
Av. Savaş ERDOĞU’nun farklı tutumu da ortamı elektriklendirmiş ve o güne
kadar hiç yaşamadığımız, o günden sonra da bir daha tekerrür etmeyen bir
münakaşaya şahit olmuştuk.
Haydar abi, özellikle beni hedef alan sert eleştirilerde bulunmuştu. “Sen
her şeyi tek başına kararlaştırıyor ve yapıyorsun. Hiç kimseye hiçbir şeyi danışmıyorsun. Bu ilk günden beri böyledir. Kendi kararlarını bize empoze ediyorsun. Bizlerin hiçbir rolü ve inisiyatifimiz bulunmuyor. Böyle bir anlayışı
kabul edemem. “TOKMAKÇININ HIH DEYİCİSİ OLMAM” dedi.
Haydar abi, 1966 yılında vefat eden babamla aynı yıl doğmuşlar. Aynı
toprağın insanı olduklarından sima olarak da babamı hatırlatırdı. Onun için
kendisine karşı en küçük bir nezaketsizliği asla düşünemezdim. Tokat atsa
dahi kendisine karşı bir alınganlık ifadesi dahi göstermezdim. Üzülmemesi
ve öfkesinin yatışması için en ağır eleştirilerini bile tebessümle dinliyordum.
‘Tokmakçının hıh deyicisi’ tabirini, o güne kadar duymamıştım. Gülerek, “Abi ne demek tokmakçının hıh deyicisi?’ diye sordum.
“Eskiden soku tabir edilen oyuklu taşlarda buğdayı ağaç tokmaklarla döverlerdi. Tokmak sallayan kişinin yanında duran ve döğüldükçe dağılan
buğday tanelerini oyuğa toplayan kişiler, tokmakçının her vuruşunda ‘hıh,
hıh’ derlerdi. Onun için bu güçsüz insanlara böyle hitap edilirdi.” dedi.
Beni yanlış anladığını, burada yaptığımız hizmetin ve görevimizin
gerektirdiği işleri yapmaya çalıştığımızı ve kendisini çok sevdiğimizi, saygı
duyduğumuzu söyledim.
“Peki, ne diye benim adımı tuvaletin karşısındaki sınıfa verdin? Başka
sınıf mı yoktu?” dedi. Hayretler içinde kaldım. Sınıflara katkıda bulunanların ismi verilirken, kendisinin teknik bir uzman fen adamı olması nedeniyle
ve o günün şartlarında özene bezene ve özel bir projeye göre yapılan kimya
laboratuarına ismini vermiştik. Çünkü bu birim, okulun en özel ve maliyeti
yüksek olan birimiydi. İsim verme kararı alınırken, kendisi de bulunuyordu ve
tuvaletlerin aynı koridorda olması asla aklımıza gelmemişti.
Toplantıya gelirken yanında getirdiği ve iki nüsha olarak daktilo ile
yazılmış olan ‘istifa dilekçesini’ cebinden çıkararak önüme koydu. “Şu istifa
dilekçesinin bir nüshasını aldım diye yazarak imzala” dedi. Bütün ısrarlarımıza rağmen asla yumuşamadı ve dilekçesinin bir nüshasının üzerine “aslını
125
aldım” diye yazarak imzalamak zorunda kaldım.
Toplantıdan sonra koluna girdim ve bahçede biraz yürüdük. Öfkesini yatıştırmak, üzüntüsünü gidermek ve gönlünü almak için bir dolu saygı
ve nezaket ifadelerinden sonra nispeten yumuşamakla beraber, biraz kırgın
ve buruk bir ifadeyle, emniyet kemeri bağlanmadan çalışmayan eski model
Chevrolet marka arabasına binip, “Allah’a ısmarladık” dedi ve gitti.
VAKIF ANASENEDİNDE YAPILAN DEĞİŞİKLİK
12 Eylül 1980 günü Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine tümüyle
el koydu. Genel Kurmay Başkanı’nın Başkanlığında ordu kumandanlarından
oluşan beş kişilik Milli Güvenlik Konseyi, ülke yönetimini tümüyle üstüne
alarak önce Parlamento ve hükümeti feshetti. Siyasi partilerin genel başkanları gözetim altına alındı. Akabinde siyasi partilerin merkez ve taşra teşkilatları
kapatıldı ve yerel yönetimlere de tümüyle el konuldu.
Bir süre sonra bütün siyasi partiler ve dernekler kapatıldı. Böylece vakıf
yönetiminin çoğunluğunu oluşturan Özel Toros Lisesi ve Öğrencilerini Koruma Derneği de kapatılarak derneğin tüzel kişiliği sona erdi.
Dernek Yönetim Kurulu’nun başkan ve üyeleri aynı zamanda Vakıf Yönetim Kurulu üyesi oldukları için bu durumda Vakıf yönetiminde bir boşluk
meydana geldiği için vakıf Anasenedinin yönetimle ilgili hükümlerinin değiştirilmesi zorunluluk haline geldi.
Aslında, iki yıllık uygulamada yönetimle ilgili bazı zaafların olduğu da
anlaşılmıştı. Vakıf Anasenedinin hükümlerine göre yönetim kurulu üyesi olan
Belediye Başkanı ve Mersin Ticaret Borsası bütün ısrarlara rağmen yönetim
kuruluna üye vermiyordu. Mersin Barosu ile Mersin Ticaret Odası yönetimde
düzenli temsil ediliyordu. Bilahare Baro temsilciliği ile ilgili de sorun yaşanmıştı.
Koruma Derneği Yönetim Kurulu üyelerinin her yıl değişmesi, okulda
öğrencisi bulunan velilerin bu yönetime seçilmeleri, öğrencisi mezun olan velilerin otomatikman dernek üyeliğinden ayrılmaları ve vakıf çalışmalarına ilgi
göstermemeleri, hatta bazı yönetim kurulu üyesi velilerin bu durumu okulda
öğrenim gören çocukları için bir ayrıcalık gibi algılamaları… bazı sorunlar
yaratabiliyordu.
Yaşanan tecrübelerin ışığında ve aynı amaçla kurulmuş olan Ankara
TED, İstanbul Feyziye Mektepleri (Işık Koleji), Vakfı ve Şişli Terakki Vakfı
gibi vakıfların yönetim yapıları da örnek alınarak daha sağlıklı bir vakıf yö-
126
netimine imkân verecek değişiklik arayışlarına girildi.
Ankara ve İstanbul’daki okullara giderek okul yöneticileri ve vakıf başkanları ile görüştüm, bu okullardaki işleyişi yerinde inceledim. Ayrıca başka
Vakıf okullarını Özel Öğretim Kurumlarındaki Vakıf senetlerinden örnekler
aldım ve uzun araştırmalar okulumuzun yapısına uygun bir yönetim biçimi
belirleyerek senet değişikliği ile ilgili taslağı hazırlayarak vakıf kurucuları ve
mevcut yönetim kuruluna sundum.
Yaptığım araştırmalar sırasında, özellikle Feyziye Mektepleri Vakfı’nın
ana senedinden çok yararlandım. Söz konusu vakfın ve bu vakfın bağlı olduğu
Işık Koleji okullarının başında bulunan Genel Müdür Mahmut Bey’in çok yakınlığını gördüm. Daha sonraki yıllarda da kendisiyle sık sık görüşerek okulun işleyişi ile ilgili her konuda deneyimlerinden yararlandığım, öğretmenlerin çalışma koşullarının belirlenmesinden, öğrenci ücretlerine kadar birçok
kararları müştereken aldığımız ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda üst düzeyde
(yanılmıyorsam müsteşarlık) görev yapmış olan Mahmut Abinin (Kendisine
öyle hitap ediyordum. Soy ismini şu anda hatırlamıyorum. Belki de hiç öğrenememiştim) çalışmaları ve kurumun yapısı, bana göre son derece idealdi.
1800’lü yıllarda kurulmuş olan bu vakfın mütevelli heyeti, günümüzde
de çok meşhur olan ticari kuruluşların sahipleri ve akademisyenlerden oluşuyordu. Mütevelli Heyetinde de bu büyük ticari kuruluşların temsilcileriyle
beraber, bazı akademisyenler bulunuyordu. Bunlardan birisi de İstanbul Üniversitesi’nde hocam olan Prof. Vehbi ERALP idi. Bu vesile ile kendisini ziyaret ederek görüşlerini alma imkânı buldum ve kendilerinden çok yararlandım.
Araştırmalarım sonunda, Feyziye Mektepleri Vakfı’nın yönetim modeli
ağırlıklı olmak üzere diğer vakıfların yönetim şekli ve okulumuzun özellikleri
ve çevre koşulları da dikkate alınarak meydana getirilen bir sentez niteliği
taşıyan taslağı 01 Mart 1984 tarihinde kurulumuza sundum.
Anasenet değişikliği oybirliğiyle kabul edildi ve hemen yasal işlemler
başlatıldı. Değişiklik, Mersin Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 26.04.1984 tarih
Esas 84/196 Karar 84/222 sayılı kararıyla kabul edildi.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 05.11.1984 tarih ve Tes. 1/17.84.3325 sayılı onayı ile kesinleşerek yürürlüğe girdi. Karar onayı için Ankara Vakıflar
Genel Müdürlüğü’ne onayın çabuklaştırılması amacıyla gittiğimde, Mülhak
Vakıflar Şube Müdürlüğü’nde üst düzeyde yetkili olan Sayın Ruşen BALTA
ki yakın zamana kadar Genel Müdürlük üst düzey yetkilisi olarak çalıştı. Kendisi bana, “Bu işle neden bu kadar uğraşıyorsunuz? Siz görevinizi tamamla-
127
mışsınız. Okulu Milli Eğitim Bakanlığı’na devredin, işinize gücünüze bakın”
demişti.
Ben de Sayın Ruşen BALTA’nın bu tespitine çok şaşırmış ve “Olur mu
hiç? Daha yapacak çok işimiz var” demiştim. Ruşen Hanımın bu ifadesi o
gün bana çok ters gelmişti. Milli Eğitim Bakanlığı’na bir okul kazandırmış
olmanın ötesinde, ciddi katkılarda bulunma istek ve azmimizin anlaşılamamış
olmasından üzüntü duymuştum. Ama sonraki yıllarda yaşadığım olağanüstü
sıkıntılar, zaman zaman bu ifadenin haklılığı konusunda beni epeyce düşündürmüştür.
VAKFIN YENİ YÖNETİM BİÇİMİ
Ana senet değişikliğiyle kabul edilen yeni yönetim şekli “Mütevelli Heyet” esasına dayanıyordu. Vakıf yönetiminde süreklilik sağlamak amacıyla
bir daimi, bir de üç yıl süreli geçici Mütevelli heyet üyeleri olacak. Mütevelli
heyet üyelerinin yıllık olağan kurulunda başkanlık divanı ve yönetim kurulu
seçilecek ve icra organı yönetim kurulu olacak. Yönetim Kurulu faaliyetlerinde Mütevelli Heyeti’ne karşı sorumlu olacak.
Vakfın kurucu üyeleri ile mevcut yöneticiler 1978 ve 79 yıllarının olağanüstü koşullarında tesadüfen bir araya gelmiş ve ortak bir amaç için o güne
kadar özverili çalışmalarıyla kendilerini ibra etmiş insanlardı. Kalıcı ve sağlıklı bir yapının oluşturulması için daimi mütevelli heyet üyeliğine okulun
kuruluşundan beri büyük hizmetleri bulunan ve engin sağduyularıyla gelecekte denge unsuru olacaklarına inandığımız Erdoğan SOKULLU ile Orhan
UĞUROĞLU’nun isimlerini teklif ettim ve teklif kabul edildi.
Sayın Erdoğan SOKULLU 1964 yılından beri aktif olarak okulun her
işine koşan ve olağanüstü hizmetleri olan bir kişi. Okulun vakfa devredilmesinden sonra da aynı gayret ve kararlılıkla çalışmalarını sürdürüyordu. Kendisiyle her aşamada omuz omuza çalışıyorduk. Hele yeni binanın inşaatı sırasında neredeyse bütün yükü omuzlamıştı. O kadar ki rahmetli Haydar GÜRÜN,
“Erdoğan Bey gibi bir adamım olsa müteahhitliğe yeniden başlarım” diyecek
kadar çalışmalarından etkilenmişti.
Kendisinin adına kayınpederinin ortak olduğu şirketin okulu devretmesinden sonra okulla bir bağı kalmamıştı ama o okulun tek sahibi ve birinci derecede sorumlusu gibi bütün gücüyle çalışarak olağanüstü hizmetlerde
bulunmuştu. Öne çıkmayı asla sevmeyen, vakur ve onurlu yapısıyla okulun
her işine koşar, inşaat ve donanımla ilgili en küçük ayrıntıya kadar bütün ay-
128
rıntıları düşünür, organize eder. Sabahlara kadar çalışır ve açılış törenlerinde
ortalıkta görünmezdi. Hiçbir şey beklemeden, inandığı bir amaç için her türlü
özveride bulunmanın, dünya üzerindeki en büyük örneği, bana göre Erdoğan
SOKULLU’dur. Hakkı ödenemez…
Sayın Orhan UĞUROĞLU’da ismiyle Toros’un kurumlaşması ve Mersin kamuoyu tarafından kabul görmesine olağanüstü katkılarda bulunmuştu.
1964 yılından itibaren 15 yıl boyunca okulun gelişmesi ve yaşaması konusunda her türlü özveride bulunmuştu. Örnek kişiliği, çevresine yaydığı pozitif
enerjisiyle herkesi büyüleyen yapıcı tutumunun dışında, okulun yönetiminden
eğitimine, fiziki yapının iyileştirilmesinden moral desteğe kadar her konuda
olağanüstü hizmetlerde bulunmuştu.
Toros’ta göreve başladığım zaman iki yıllık mesleki geçmişi olan toy
bir genç sayılırdım. Orhan Bey’in karizmasını ve çevresine yaydığı pozitif
enerjiyi hemen fark etmiş ve büyük bir hayranlık ve bekli de kıskançlıkla
kendisini örnek almıştım.
Orhan UĞUROĞLU ve Erdoğan SOKULLU’nun daimi mütevelli heyet
üyeliğine getirilmiş olmaları, bir vefa borcunun ödenmesinin ötesinde, gerçekten de yönetimde sağlıklı işleyişin teminatı olan bir dengenin oluşmasına
da ciddi katkı sağlamıştır.
Bu güne kadar birçok sosyal kurumun çeşitli kademelerinde ve yönetim
organlarında görev yaptım. Mersin Eğitim Vakfı’nın yönetim organları kadar
uyumlu, karşılıklı sevgi, saygı ve anlayışa dayanan, 35 yıl boyunca tüm kararların ittifakla alındığı, hiçbir kararında bir tek muhalefet şerhi bulunmayan
bir yönetime rastlamadım. İnanıyorum ki bunun dünyada da bir örneği yoktur.
Mersin Eğitim Vakfı’nın, bu anlayışı ve bu yapısıyla nesiller boyunca
bu güzel ülkenin güzel insanlarına önemli hizmetlerde bulunacağına inanıyorum.
Vakıf senedinin yönetim şekli ile ilgili hükümlerinin değiştirilmesi konusunda yasal işlemler yapılırken, Milli Güvenlik konseyinin yeni Anayasası
ile ilgili çalışmaları da tamamlanarak Anayasa halkoyuna sunulmuştu.
Yeni Anayasamızın 130. maddesi, kâr amacı olmayan vakıfların üniversite açmasına imkân tanıyordu. Henüz lise düzeyindeki okulumuzun birçok
eksiklikleri olmasına karşın vakfımızın amaçlarıyla ilgili hükümlerini mahkeme kararıyla değiştirerek üniversite açmayı da amaçlara ekledik.
İnanıyorum ki Türkiye’de bunu düşünen ve hukuki altyapısını oluşturan ilk kurum TOROS olmuştur. Bu amacımızı 2009 yılına kadar neden ger-
129
çekleştiremediğimiz, kurumumuzun bundan sonraki sıkıntılarını ve yaşanan
olumsuzlukları okuyunca anlaşılacaktır.
VERGİ MUAFİYETİ TALEBİ
Vakıfların faaliyetleri rutin bir şekilde her yıl Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişleri tarafından denetlenir. Vakfımızın 1983 yılı faaliyetlerini denetleyen müfettişler, vakfımızın yapısı, imkânları ve hizmetleri bakımından
vergi muafiyetinin olması gerektiğini bildirerek, bu konuda gerekli yasal işlemlerin yerine getirilmesi hususunda bize öneride bulundular.
Müfettişlerin de teşvikiyle, yönetim kurulumuzca konu ile ilgili karar
alınarak 27 Nisan 1984 tarihinde vergi muafiyeti için başvuruda bulunduk.
Uzun uğraşlardan sonra vakıf ana senedimizin bazı eksiklikleri gerekçe gösterilerek talebimiz reddedildi.
Ana senette bulunması gereken hususlar: 1-Mevcut mal varlığının senette yer alması, 2-En az % 10 öğrencinin ücretsiz okutulması, 3-Gelirinin
asgari % 80’inin eğitim amacı için kullanılması. Ki bizim gelirimizin tamamı
bu amaç için harcanıyordu.
Derhal gerekli değişiklikler yapılarak ilgili mahkemeye başvuruldu ve Mersin Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 26.04.1984 tarih ve 1984/4 esas
1984/222 karar sayılı kararıyla, gerekli değişiklik yapıldıktan sonra vergi muafiyeti için yeniden başvuruda bulunduk.
İşlemlerin takibi için aylarca Ankara’ya gidip geldik.
Nihayet bin bir güçlükle Vakıflar Genel Müdürlüğü, Gençlik ve Spor
Genel Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı’ndan gerekli
raporlar alındıktan sonra Maliye Bakanlığı tarafından hazırlanan kararnamemiz Bakanlar Kurulu’na sunuldu.
Kararname çıktığında Mersin’e dönmüştüm. Aylarca gide gele taciz ettiğim o günkü üst düzey Gelirler Genel Müdürlüğü bürokratları Sayın Nevzat
SAYGILI ve Sayın Kemal KILIÇDAROĞLU’ndan (ki şu anda CHP Genel
Başkanı’dır), büyük destek ve yardım görmüştüm. Artık hangi bürodan olduğunu şu anda hatırlayamadığım Gelirler Genel Müdürlüğü’nün ilgili bir bürosundan telefonla kararnamemizin çıktığını müjdelediler. Çok mutlu olduk.
Yasal bir hakkın zor da olsa teslim edilmesi, gerçekten de çok sevindiriciydi.
Bakanlar Kurulu üyesi Mersinli bir siyasetçinin bulunması ve bu zatla aynı partide o dönem milletvekilliği adaylığımız nedeniyle, kararnamenin
130
kısa zamanda imzadan çıkacağı konusundaki beklentilerimizi güçlendirmişti.
Kararnamenin tebliğini beklerken, Maliye Bakanlığı’ndan ‘vergi muafiyetimizin Bakanlar Kurulu’nca uygun görülmediği’ şeklinde, bizi şok eden
bir cevap geldi.
Bütün ilgili kurumların olumlu raporları ve Maliye Bakanlığı’nın yerinde yaptığı inceleme sonunda yasal bir hak olan vergi muafiyetimizin Bakanlar
Kurulu’ndan dönmesi anlaşılır gibi değildi. Herhangi bir gerekçe de bildirilmemişti. Çünkü hiçbir eksiğimiz yoktu.
Bunun başka bir örneği var mı bilmiyorum ve olacağını da zannetmiyorum. Belki yeniden müracaat edilse alınabilirdi. Ama buna gerek olmadığını düşünüyorum. Eğer vergi muafiyetimiz olsaydı, daha fazla eğitim hizmeti
yapıyor olacaktık. Devletin yapması gereken bir hizmeti yapmakla, devlete
vergi vermenin pek farkı olmasa gerek. Gerçi çoğu kez vergilerimiz, devletin
yapması gereken işlerden ziyade birilerinin cebine giriyor ama ne yapalım, biz
gene de iyimser düşünmek zorundayız.
ÖĞRENCİ İZDİHAMI VE BİR ANI
Okulumuzun statüsünde yapılan değişiklik sonunda bazı derslerin öğretiminin yabancı dil (İngilizce) ile yapılmaya başlanması okula olan rağbeti
daha da arttırmış, adeta izdihama dönüşmüştü.
Daha önce de sınavla öğrenci alıyorduk ve her yıl kontenjanımızın asgari 2-3 katı kadar taleple karşılaşıyorduk. Örneğin 1982 yılında Milli Eğitim
Bakanlığı Bilgi İşlem Merkezi tarafından yapılan sınav neticesinde kazanamayan öğrencilerin velileri, gruplar halinde okula gelerek ek kontenjan alınması ve yeni sınıfların açılması konusunda bana baskı yapıyorlardı.
Anadolu Lisesi statüsüne geçildikten sonra öğrenci alımları merkezi sınavlarla yapılıyordu. Sisteme geçtiğimiz yıl veya ikinci yıldı. Okulumuzun üç
yöneticisi olan ben, Ayşe ARSLAN ve Ali ARSLAN, üçümüzün de çocukları
ilkokulu bitirmişler ve sınava girmişlerdi.
Hiçbirimizin çocuğu asil listeden kazanamadı ve yedek listelerden de
puanları tutmadı. Ali ARSLAN, çocuğunu Tevfik Sırrı Gür Lisesi’ne; Ayşe
ARSLAN, İstanbul Ata Koleji’ne, ben de İstanbul’daki Akasya Koleji’ne kaydettirdik çocuklarımızı.
Bu durumdan Milli Eğitim Müdürü’nün de haberi olmuş. Kayıt döneminde Özel Okullar Genel Müdürü Necdet ÖZKAYA Mersin’e gelmiş ve
131
Milli Eğitim Müdürü Ahmet ŞANAL ile ziyaretime geldiler. (Milli Eğitim
Müdürü Ahmet ŞANAL daha sonra Milletvekilliği ve Bakanlık yaptı.) Sohbet
sırasında Milli Eğitim Müdürü, Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürüne,
“Sayın Genel Müdürüm; Ali Bey kendi çocuğunu, puanı tutmuyor diye kendi
okuluna kaydetmiyor. Bizim bu konudaki isteğimizi kabul etmedi. Lütfen siz
emir verin de çocuğu okula alsın” dedi. Sayın ÖZKAYA da kendisine has
otoriter ifadesiyle, “Neden kendi çocuğunu okuluna almıyorsun? Kim sana bu
konuda hesap sorabilir? Olur mu öyle şey? Emrediyorum, çocuğu al! ...” dedi.
– “Anlayışınıza ve bana gösterdiğiniz yakınlığa çok teşekkür ederim.
Ama mümkün değil. Aynı durumda olan yüzlerce çocuk var. Bunun hesabını
vicdanıma veremem. Ve ayrıca böyle bir uygulama, eğitimin ciddiyeti ile ilgili
bütün ilkelerimizi yok eder. Kendi kendimizi inkâr etmiş oluruz. Emirlerinize
karşı gelememem. Ancak bu konuda yazılı bir emir verirseniz uymak zorunda
kalırız. Ama sizden asla böyle bir talepte bulunamam ve böyle bir emir vermenizi istemem” dedim ve konuyu kapattık.
Ertesi yıl, okul arsasını bağışlayan Demir Kardeşlerden birisinin kızı da
sınavı kazanamamış ve kayıt sırasında yanıma gelerek yardımcı olmamı istemişti. Arsa bağışı ile ilgili kişisel bir fedakarlıkları olmamış, aksine ciddi bir
rant elde etmişlerdi ama dolaylı da olsa okulun yaşamasında önemli bir katkıları olmuştu. Bu nedenle okulun bu kişilere karşı bir şükran borcunun olduğunu düşünüyordum. Kendilerine, bu konuda herhangi bir yetkimin olmadığını,
ancak bütün imkânları zorlayacağımın sözünü verdim ve sonuç alabilirsem,
kendilerine cevap vereceğimi söyledim. Kendi çocuklarımız için değil ama bu
öğrenci için bir imkân sağlamak gerektiğini düşünüyordum.
Derhal Yönetim Kurulu’nu topladım. Konu görüşüldü ve bu yıla mahsus olmak üzere ‘1 kişilik’ bir kontenjan talebiyle Bakanlığa başvuruda bulunulması karar altına alındı.
Gerekçeli Yönetim Kurulu kararıyla Milli Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürlüğü’ne resmi yazı ile başvuruda bulunduk. Yazıyı elden götürdüm. Ve Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürü’ne durumu
izah ettim ve evraklarımız işleme kondu.
Genel Müdür, “Kusura bakma, böyle bir şey yapmamız mümkün değil.
Sizin bu özel durumunuzu ve iyi niyetinizi anlıyorum. Ama böyle bir uygulama bizi zor durumda bırakır. Aynı yapıdaki bütün özel okullar bunu emsal
gösterirler ve büyük haksızlıklar olur. Onun için kusura bakmayın. Resmen
bir işlem yapmak yanlış olur …” dedi. Ve yazımıza da aynı meyanda bir resmi
cevapla talebimizi geri çevirdiler.
132
Ankara dönüşü, öğrenci velisi Abit veya Adil, (şu anda net hatırlayamıyorum) Demir Bey tekrar okula geldi. Durumu açıkladım ancak fazla inandırıcı olamadım. Herhangi bir itirazda veya ısrarda bulunmadı ama kırılmış
olduğunu fark etmiştim. Kendi açısından belki de haklıydı. Ama yapılabilecek
bir şey yoktu.
Daha sonra okul arsası ile ilgili tapu iptal davası açan ve okulun çok zor
durumda kalmasına neden olan Demir Kardeşlerin, okula karşı gösterdikleri
hasmâne tutumunun önemli bir nedeninin de bu olay olduğuna inanıyor ve
bu konuda da çok büyük bir haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Benim bu
konudaki iyi niyetli gayretlerimi bilseler, en azından dışarıda bu konuyu dillendirmezlerdi.
ZİRVEYE ÇIKMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
Yeni yapılanmasıyla başlayan hızlı ve sürekli gelişme Toros Koleji’ni
5 yıl sonra bölgenin hatta Türkiye’nin önemli bir eğitim kurumu durumuna
getirmişti. Çocuklarının eğitimine önem veren her Mersinli’nin hatta Erdemli
ve Tarsuslunun ilk tercihi Toros Koleji olduğu için okulun sınırlı kontenjanı talebi karşılayamıyordu. Giriş sınavlarında ilk yedekte bulunan öğrenciler
dahi alınamıyordu.
Beş yılda öğrenci mevcudu 270’den 470’e, kadrolu öğretmen sayısı da
8’den 24’e çıkmıştı. Sınıf mevcutları ortalama 40 öğrenci olmuştu. Buna rağmen günün koşullarına göre mükemmel düzeyde bulunan fiziki olanaklar ve
güçlü eğitim kadrosuyla ve de seçilerek alınan öğrencilerle son derece başarılı
bir eğitim öğretim yapılıyordu.
TÜBİTAK yarışmaları, AFS sınavları, okullar arası spor, sanat ve bilgi
yarışmalarında il, bölge ve Türkiye dereceleri alınıyordu. ÖSS’de bölgenin en
başarılı okulu olarak Türkiye’deki birçok yabancı okul, fen lisesi, Anadolu
lisesi ve özel statüsü bulunan (Galatasaray Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi gibi
…) okulları geride bırakarak ilk 20 okul arasında yer alıyordu.
Okulun bu göz kamaştırıcı başarıları, okula olan ilginin her yıl artmasına neden oluyordu. Sadece Mersin’in değil, Tarsus ve Erdemli’den de her
yıl yüzlerce öğrenci okulumuzun giriş sınavlarına katılıyorlardı. Tarsus’tan
Atatürk İlkokulu ile Şadi Eliyeşil İlkokulu, Erdemli’den Akdeniz İlkokulu,
okulumuza her yıl en fazla öğrenci gönderen okullar olmuştu.
Öğrenci kontenjanımızın önemli bir bölümünü Tarsus’tan gelen öğrenciler dolduruyordu. 1985 yılı Ağustos ayında kayıt için Tarsus’tan gelen
133
velilerle bir görüşmem oldu. Onlara, benzer bir okulun Tarsus’ta açılmasını
önerdim. Bunun hiç de zor olmadığını ve kısa zamanda gerçekleştirilebileceğini uzun uzun izah ettim.
Önerime sıcak baktılar. Kurulacak olan vakıfla ilgili hukuki süreci izah
ettim. Vakıf ana senedi ve okulla ilgili mevzuat konusunda kendilerine örnek
belgeler verdim. Anlaşılan doğru zamanda, doğru kişilerle konuşulmuş ki, ilçe
kaymakamı, belediye başkanı, ilçe milli eğitim müdürünün de içinde yer aldığı bir müteşebbis heyet kısa sürede Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfı’nı kurdular.
Tarsus’un ileri gelen ailelerinden birisine ait olan ve okul olmaya da uygun
olan evde bizim okulumuza benzer statüde bir okulun açılması gerçekleşmiş
oldu.
Olayı büyük bir sevinç ve umutla karşıladım. Toros’un başarılarını ve
eğitime katkılarını gördükten sonra bu uygulamanın yaygınlaşmasının ve
gönüllü eğitimciler tarafından bunun yurt düzeyinde yayılmasının mümkün
olduğuna inanıyordum. Bir yıl sonra bu uygulamanın Adana, İskenderun, Antalya’da … benzer okulların açılmasını istiyor ve bunun için özel bir çabanın
gösterilmesi gerektiğine inanıyordum. Zira devletimizin olanakları, arzu ettiğimiz eğitim için yetersizdi. Oysa ulusça yaşanan bütün sorunların kaynağında eğitimdeki yetersizliğimiz yatıyordu.
Hâlbuki çok iyi yetişmiş, ülkesini ve ulusunu seven idealist bir eğitim
ordumuz ve çocuklarının eğitimine önem veren, bunun için her türlü özveride
bulunmaya hazır olan milyonlarca anne-baba vardı. Basit bir organizasyonla
bu dev gücü hareketlendirmek ve gerçek anlamda bir eğitim seferberliğini hayata geçirmek olanaklıydı. Bataklıklar ülkesi Finlandiya böyle bir kampanya
sayesinde ‘Beyaz Zambaklar’ ülkesi oldu.
Ne yazık ki bu beklentim gerçekleşmedi. Ankara, İstanbul, İzmir gibi
büyük kentlerle bazı taşra kentlerinde buna benzer girişimler olduysa da arzu
edilen başarı sağlanamadı. Başlangıçta birkaç yıl iyi çalışmalar sergilenmesine rağmen Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfı da bir süre sonra başarısız oldu ve
okulu bir özel şirkete bırakmak zorunda kaldı. Bilahare bu şirket de başarılı
olamayınca okul tümüyle kapanmak durumuna düştü. Zorunlu olarak müdahil olduk ve bu okulu yaşatmak için ciddi bir özveride bulunmak zorunda
kaldık. Bununla ilgili gelişmeleri yeri gelince açıklamaya çalışacağım.
Yıllar sonra bu konudaki düşüncelerimiz bir takım cemaatler tarafından
gerçekleştirilen bir örgütlenmeyle yurt çapında hatta dünya çapında hayata
geçirildi. Gönül isterdi ki bu örgütlenme çağdaş ve Atatürkçü düşünce yan-
134
lıları tarafından da gerçekleştirilseydi. Atatürk’ün direktifleriyle kurulmuş
olan Türk Eğitim Derneği, Cumhuriyet’ten önce açılmış Feyziye Mektepleri
ve Şişli Terakki gibi güzel örnekler çoğaltılsın ve hemen her gün ve her vesile
ile eğitimin önemine dair bıktırıcı derecede ahkâm kesenler bu konuda laf
değil hizmet üretsinlerdi.
Son yıllarda bazı üniversiteler (örneğin ODTÜ) tarafından açılan okullar umut verici bir gelişme olmuştur. 1990’lı yılların sonuna doğru Anadolu’daki bazı üniversiteler de benzer amaçlı vakıflar kurdular, hatta bazı büyük
spor kulüplerinin de benzer faaliyetleri olmuştur. Ama ne yazık ki bütün bu
gayretler, şu anda beklenen verimliliği henüz sağlayabilmiş değil.
Hafızam beni yanıltmıyorsa 1988 yılıydı. Malatya İnönü Üniversitesi’nin kurduğu bir vakıf tarafından üniversite kampüsü içinde bir ilköğretim
okulu ve lise açtığını duymuştum ve çok sevinmiştim. Bir gün özel olarak bu
okulları ziyarete gittim. Okul müdürü nereden duymuşsa okulumuzu biliyormuş ve birkaç kez telefonla bazı bilgiler istemişti. Yani gıyaben tanışıyorduk.
Okulu ziyaretimde fiziki yapısı ve eğitim uygulamaları ile ilgili çok olumlu
izlenimler edindim. Ve çok mutlu oldum. Fakat ne yazık ki bu okul da bugüne
kadar kendisinden beklenen gelişmeleri tam olarak gösterebilmiş değil.
Dileğimiz ODTÜ, Bilkent gibi büyük üniversitelerimizin öncülük ettiği
bu çalışmalar bütün üniversite ve gönüllü kuruluşlar tarafından örnek alınır
ve toplumumuzun en önemli ihtiyacı olan çağdaş ve modern okullar hızla yaygınlaşır. Çünkü bu alandaki ciddi boşluk hala devam ediyor.
Evet, Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfı’nın açtığı Özel Tarsus Lisesi, okulumuzun yükünü nispeten azaltmış olsa da Mersin’in talebine cevap veremiyorduk. İçel Anadolu Lisesi’nin açılması da biraz rahatlama sağlamıştı. Buna
rağmen öğrenci kontenjanımızın birkaç katı kadar öğrenci her yıl dışarıda
kalıyordu.
Öğrencilerin ilkokul 3. Sınıftan itibaren Anadolu liseleri ve kolejlerin
sınavlarına hazırlanmaları da ayrı bir ızdırap konusuydu. Birçok dershanenin
yanında belli başlı sınıf ve branş öğretmenlerinin evleri de birer dershane gibi
çalışıyordu. Bu çocukların ve anne-babalarının ızdıraplarını, ben ve yönetici
arkadaşlarım kendi çocuklarımızda yaşamıştık. Çocuklarım 2-3 yıl ders ve
kurslara devam ettikleri halde okulumuzun sınavını kazanamamışlardı.
Küçücük çocukların çocukluklarını yaşama imkanı bulamadan yarış
atı gibi koşuşturmalarının, bunun ticaretini yapan kişi ve kurumların rant aracı olmalarının akla mantığa ve insafa uygun bir yönü yoktu. Onların merkezi
sınavlarda “başarısız” damgası yemeye mahkûm edilmiş olmalarının dışında,
135
özel ders veren öğretmenler tarafından da sınava tabi tutularak “işe yaramaz”
damgasıyla kurslara alınmayan öğrenciler dahi vardı.
Eğitim biliminin, pedagojinin bütün kuralları ayaklar altına alınmış,
küçücük çocukların psikolojik yapıları acımasızca tahrip edilmiş ve bir kişisel
rant yarışı başlamıştı. Devlet, yeni yeni Anadolu liseleri açarak bu barbarca
yarışı yurt düzeyinde yaygınlaştırmanın dışında herhangi bir çözüm üretmiyordu. Bu dram, bugün de aynı şekilde devam ediyor.
Kurum veya birey olarak bu soruna çözüm getirmemiz elbette mümkün
değildi. Ama deniz yıldızı hikâyesindeki, “…Bunun için çok şey fark etti”
misali birkaç öğrenciyi dahi bu stresten kurtarmak bir katkıdır düşüncesiyle
bir ilkokul açmaya karar verdik.
Bu konudaki teklifimi yönetim kurulumuza sunarken, ülkemizde uygulanan ve dünya ortalamasının bile çok altında bulunan 5 yıllık zorunlu eğitim
süresinin yetersiz olduğu konusundaki yaygın kamuoyu yargısı ile Milli Eğitim Şuralarında gündeme getirilen zorunlu eğitimin 8-9 yıla çıkarılması hususundaki kararlardan da söz ederek şimdiden buna hazırlıklı olmak açısından
da ilkokul bölümünün açılması gerektiğini ifade ettim.
30 Temmuz 1985 günü rahmetli Güvenç ÇOPUR’un mağazasındaki ofisinde yaptığımız Vakıf Yönetim Kurulu toplantısında belirtilen gerekçelere
istinaden oy birliğiyle bir ilkokul bölümünün açılması karar altına alındı.
İLKOKUL BÖLÜMÜNÜN AÇILMASI
Yönetim Kurulumuzun 30.07.1985 tarih ve 85/16 sayılı kararıyla 45 Evler semti 1096 ada 110/2 pafta ve 1 nolu parselde bulunan, 1981 yılında Musa
TİMUR ile Öner ve Yener SÖYLEMEZOĞLU kardeşlerden aldığımız 2791
metrekarelik arsa üzerine tek kat 5 derslikli bir ilkokul binası yapılmasına karar verildi. Bayındırlık Bölge Müdürlüğü’nden alınan tip proje standartlarına
uygun şekilde bir proje hazırlanması hususunda 20.08.1985 tarihinde dostum
ve yakın arkadaşım Yüksek Mimar Hüseyin BAKIR’la anlaşma yapıldı.
Hazırlanan projeyi Özel Okullar Genel Müdürlüğü’ne götürerek
04.02.1986 tarihinde Genel Müdürlüğün onayını aldık ve inşaat faaliyetlerine
başladık.
28 Şubat 1986 tarihinde Mersin Oteli’nde düzenlenen bir yemekle, okulumuzun velilerine ve ilgili kişi ve kurumlara durumu açıkladım ve destek
talebinde bulundum. Yemek davetiyeleri Okul-Aile Birliği tarafından önceden
dağıtılmıştı.
136
Okulumuzun düzenlediği söz konusu yemekten 2 gün önce, ortaokul
ve lise öğrenimi sırasında evimde kalan, son derece başarılı bir öğrenci, zeki,
çalışkan ve yürekli bir genç olan ve askerlik görevini yapmakta iken, terhisine
1 hafta kala yakalandığı bir beyin hastalığı nedeniyle uzun zamandan beri çok
zor bir tedavi geçiren çok sevdiğim kayınbiraderim Mustafa, Malatya’da vefat
etmişti. Cenaze töreninden sonra aynı gün Mersin’e döndüm. Ve ilkokulun
açılışı ile ilgili yemeğe katıldım.
Büyük bir acı içindeydim. Ama hayat devam ediyordu. Acımı içime
göndüm ve olabildiğince metanet içinde durumu idare etmeye çalıştım.
Yemeğe olan katılım son derece yoğundu. Resmi protokolün yanında,
Mersin’in tüm tanınmış simaları da yemeğe katılmışlardı. Sıradan bir okul
yemeği değildi. Belli ki insanlar bu girişimi merak ediyor ve önemsiyorlardı.
Katılımcılara, gerçek amacımızı doğru ifade edebilirsek bu girişimin
başarılı olacağı belliydi. Bu nedenle o anda yapmam gereken konuşmanın son
derece önemli olduğunu anlamış ve içinde bulunduğum psikolojik durumun
ciddi bir şanssızlık olduğuna inanmıştım. Yaşadığım manzara üzüntümü daha
da arttırmış, adeta bir panik hali yaratmıştı.
Yaşadığım büyük üzüntünün yanında, günlerce süren yorgunluk, uykusuzluk ve çok önemli bir proje konusunda insanları ikna etme sorumluluğu… Çok zor durumdaydım. Ama görevimi yapmam gerekiyordu…
Kürsüye çıkıp da mikrofonu elime alınca bir anda bütün endişelerim
izole oldu. Beynimde ve yüreğimde bir tek konu kalmıştı. “İlkokul Projesi.”
Önce ‘elit’i eğitmenin önemini ve Toros Lisesi’nin bu konudaki gerçek başarılarını anlattım. Arkasından ilkokul öğrencilerinin yabancı dil ile eğitim yapan
kolejlere ve Anadolu liselerine girebilmek için gösterdikleri çabaları ve bunun
yıkıcı etkilerini anlattım. Ve açacağımız ilkokulu bitiren öğrencilerin, ortaöğretim bölümüne sınavsız girme olanaklarından bahsettim. Daha sonra mevcut
5 yıllık eğitim sürecinin yetersizliği ve bunun mutlaka değişeceğini, ilkokul
bölümünün özellikle eğitim açısından önemini, yabancı dil öğretimi açısındaki avantajlarını anlatarak projeye destek vermelerini istedim. Ve sözlerimi,
Toros Koleji ile ilgili önemli bir iddia ile bitirdim. Türk-İş Genel Başkanı merhum Seyfi DEMİRSOY’un bir sözüne gönderme yaparak, “Mersin deyince
nasıl ki aklımıza Mersin Limanı, ATAŞ Rafinerisi, narenciye bahçeleri geliyorsa, bundan sonra bunların yanında bir de TOROS KOLEJİ akla gelecektir”
dedim. Seyfi DEMİRSOY, “… Ankara’da sadece Parlamento, Bakanlıklar,
Büyükelçilikler yok. Ankara’da TÜRK-İŞ de var” demişti.
Tüm konukların olağanüstü bir dikkatle dinledikleri konuşmam bitince
137
büyük bir alkış koptu. Ve herkes büyük bir içtenlikle beni kutladı. Bu zor koşullarda gösterdiğim performanstan doğrusu ben de memnundum.
Salonda inanılmaz bir heyecan ve mutluluk yaşanıyordu. Herkesin,
doğruluğu ve gerekliliği konusunda yüzde yüz hemfikir olduğu böyle bir girişim, kuvvetle desteklenmeye değer bulunuyordu.
Konuşmamda, “Yapacağımız bu ilkokulu bitiren öğrencilerin, lisemize sınavsız girebileceklerini, lisemizde okuyan öğrencilerin diğer kolejlere ve
Anadolu liselerine naklen kayıt yaptırma haklarının bulunduğunu, bu sayede
çocukların sınav stresi yaşamadan çocukluklarını yaşayabileceklerini, aynı
zamanda özel yeteneklerinin geliştirilebileceği ve yabancı dil öğreneceklerini
açıklamıştım.
Okulun yapımında katkıda bulunanların çocuklarına, kayıtlarda öncelik tanınacağını, ancak parasal bağış kabul edilmeyeceği, sadece ayni yardım
olarak inşaat malzemesi istediğimizi belirtmiştim.
Salondaki hava gerçekten de çok umut vericiydi. Bir tek olumsuz tepki
yoktu ve herkes hararetle destekliyordu. Yemekten 300.000 (üç yüz bin) lira,
o günkü Dolar kuruyla 650 dolar kâr sağlanmıştı. Bu para, yapılan ilkokul
binasının ilk kaynağını oluşturdu.
Çok uyumlu ve aynı derecede gayretli bir Okul-Aile Birliğimiz vardı. Yedeklerle beraber 10 kişilik Yönetim Kurulu Başkanlığını Yaşar GÖK
yapıyordu. Oya GÜVENÇ, Harika GÖKÇEL, Afife HANCIOĞLU, Pakize
MESCİOĞLU, Nezihe ŞIHMAN, Şemsa ÖNAL’ın da aralarında bulunduğu
bu fırtına ekip, o zamanlar tek kanal olan TRT’de yayınlanmakta olan “Çarli’nin Melekleri” dizisine atfen kendilerine Çarli’nin Melekleri, Yaşar Beye de
Çarli diyorlardı.
Çarli ve Melekleri, hemen her gün okuldaydılar. İlkokula kaydolmak
isteyen öğrencilerin isimleri ile velilerinin taahhüt ettikleri malzeme listelerini bana bildiriyorlar, ben de bu listelere göre aday öğrenci kayıtlarını yapıyordum. Taahhütleri ayrı bir kayda geçerek şantiye görevlilerine bildiriyor ve
takip ediyordum.
Mimar Hüseyin BAKIR’ın tavsiyesiyle bulunan taşeron Yusuf KAYA’nın teklifi yüksek bulunduğu için inşaatı emanet usulü yapmaya karar
verdik. Kalıp ve demir işçiliği metreküp hesabıyla gene aynı kişiye verildi ve
Mart 1986’da inşaata başladık.
Bir tarafı kayalık olan arsanın, diğer yanı su kanalındaki bir kaçaktan
çıkan suyun yıllarca akması nedeniyle bataklıktı. Sınır tespiti için getirdiği-
138
miz kadastro memuru dostum Dergi ÖZER, lastik çizmelerle arsaya girip birkaç adım gitmeden göbeğine kadar batağa saplanınca kendisini halatla zor
kurtardık.
Hafriyat işi için belediyenin paletli dozerini temin etmiştik. Son derece zor bir işti. Dozer operatörü Muhittin Usta’nın olağanüstü çabalarıyla
gece-gündüz çalışarak bir haftada temel hafriyatını bitirdik.
Arsa müsait olmadığı için projedeki idari bölüm iptal edildi. Sadece
dersliklerin olduğu bölümün inşaatına başlandı. Demir, çimento, çakıl gibi
malzemeler gelmeye başlamıştı. Yusuf KAYA’nın ekibi de fırtına gibi çalışıyordu. Malzeme sıkıntısı olmayınca temel projesini 4 kata göre tadil ettik.
Başlangıçta 1 kat olarak düşündüğümüz binayı önce 2 kat, sonra 3 kat,
derken 4 kata çıkardık. Proje değişikliği yapıldığı için binanın merdiven dairesi yoktu. Tahta bir merdivenle üst katlara çıkılıyordu. Mevcut duruma uygun bir merdiven dairesinin çizimi mimar tarafından ağırdan alınınca Yusuf
Usta’nın bir gecede çizdiği merdiven dairesi projesine uygun olarak merdiven
yapıldı. Yusuf KAYA bu eseriyle her zaman övünürdü.
İnşaatın kalıp ve betonarme gibi işleri yapılırken, alt katların duvar,
sıva ve tesisat işleri de devam ediyordu. Daha inşaata başlar başlamaz siparişi
verilmiş olan karo, mermer, ahşap ve alüminyum doğramaların da imalatları sürüyordu. Tam bir seferberlik anlayışıyla inşaatı devam eden okul için
Mart-Haziran dönemindeki 3 aylık süre içinde 361 veli tarafından 518 öğrencinin aday kaydı yapılmıştı. (2-3 çocuğu olan veliler vardı.) Aday öğrenci
kaydı yaptıran veliler 5 ton demir, 7 ton kireç, 4 metreküp kereste, 1440 torba
çimento, 34.000 tuğla, 15.000 karo, 86 kamyon çakıl bağışında bulunmuşlardı.
Okul binası, maliyetinin yaklaşık yarısı bağışlarla karşılanmıştı. Üstelik de ortada ne okul ne öğretmen, hiçbir şey olmadığı halde böyle bir destek
ve güvene mazhar olmak, hiçbir kuruma kısmet olmayacak büyük bir şans ve
onur olsa gerek.
625 sayılı yasaya göre yeni bir okul açabilmek için ders yılı başlamadan
üç ay önce kurumla ilgili bütün evraklar tamamlanarak Bakanlığa müracaat
etmek gerekir. Buna göre bizim Haziran ayı içinde bina, araç-gereç, müfredat,
program ve eğitim kadrosu ile ilgili iş ve işlemleri tamamlayıp Bakanlıktan
izin almamız gerekiyordu.
İlköğretimle ilgili hiçbir deneyimim olmadığı için bir taraftan inşaat
işlerini, müdürlüğünü yaptığım lisenin günlük idari işlerini yürütürken, diğer
yandan ilköğretim mevzuatını inceliyor, sık sık Ankara’ya gidip Bakanlık yet-
139
kililerinden bilgi alıyor ve TED Koleji ilköğretim bölümündeki uygulamaları
yerinde inceliyordum. Bu okulun müdiresi Meri TÖRÜNER’den çok büyük
destek gördüm. TED’in hukuki mevzuatından fiziki şartlarına, programlardan
yöntem ve tekniklere kadar her türlü uygulamalarla ilgili geniş araştırma ve
incelemelerde bulundum. Ve buradaki örneklerden ciddi biçimde yararlandım.
Meri Hanım’a açacağımız okulun Müdürlüğünü teklif ettim. Kendisine
Mersin’de mobilyalı bir daire, makam aracı ve şu anda almış olduğu ücretin
2 katı ücret teklif ettim. Meri Hanım teklifime teşekkür etti. “Anakara’daki
Özel Okullardan da bana böyle teklifler geliyor. Ama kabul etmiyorum. Biz bu
okulda devlet okullardaki öğretmenler statüsünde çalışıyoruz. Ama okulumu
seviyorum. Onun için hiçbir koşulda başka bir okulda çalışmayı düşünemem”
dedi. Son derece başarılı olan Meri Hanım bu ifadesiyle gözümde bir kat daha
büyüdü ve teşekkür ederek bu idealist tutumundan dolayı kendisini kutladım.
Geçen süreçte ilköğretimle ilgili gerek teorik, gerekse pratikle hemen
her konuda yeterli bilgileri sağlayarak Mersin’in ve okulumuzun şartlarına ve
imkanlarına uygun bir takım sentezler oluşturmuştum. Neyi nasıl yapacağımızı iyi biliyordum ve buna göre her türlü planlamayı tamamlamıştım. Ama
zamanla yarışıyorduk. Okulun tam olarak bitmesi için birkaç aylık bir zaman
gerekiyordu.
Yasanın öngördüğü zamanı geçirmemek amacıyla bina ile ilgili işlemler
için resmi makamlara müracaatımızı yaptık. Bina henüz bitmediği halde Bayındırlık, Sağlık, İtfaiye, Emniyet Müdürlüklerinden olumlu raporlar alındı.
Okulun kurum yönetmeliğinden ders dağıtım çizelgelerine, araç-gereç
listesinden yerleşim planlarına kadar yasa ve yönetmeliklerin gerektirdiği
mevzuatlarla ilgili daire müdürlüklerinden alınan raporlarla birlikte kurum
açma ve öğretime başlama izni için 21.05.1986 tarihinde Valilik kanalıyla Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuruda bulunduk.
Milli Eğitim Müdürlüğü’nce görevlendirilen müfettişler tarafından yapılan incelemede, inşaat halindeki binaya rapor veremeyeceklerini beyan ederek herhangi bir işlem yapmadan okuldan ayrıldılar.
Milli Eğitim Müdürü Osman GENÇ ile görüştüm. Son derece kararlı
bir tavırla, “İnşaat halindeki binaya bitmiş gibi rapor veremeyiz” dedi. Ayrıca
bu binanın 3 ayda bitmesinin mümkün olamayacağını söyledi. Oysa çalışmalarımızın mahiyetini ve seyrini az çok biliyor ve taahhütlerimizin de bilincindeydi. Fakat bir risk üstlenerek yardımcı olmak istemediğini de açıkça ortaya
koymuştu.
140
Böyle bir tutumla karşılaşacağımız asla aklımıza gelmezdi. İlgili olan
diğer il müdürlüklerinden gerekli anlayışı gördükten sonra, kendi il müdürlüğümüzden daha fazla destek göreceğimizi umuyordum. Milli Eğitim Müdürü’nün tutumu hayal kırıklığı yaratmıştı. Gerekli başvurunun süresi içerisinde
yapılmaması halinde okulun açılması bir yıl sonraya kalırdı ki böyle bir şeyi
düşünmek dahi skandal olurdu.
Olayın vahametini bütün ayrıntılarıyla uzun uzun açıklamama ve binanın kesinlikle ders yılı başından önce tamamlanacağı hususundaki programlarımızı anlatmama rağmen Milli Eğitim Müdürü’nü ikna etmeye muvaffak
olamadım. Büyük bir hayal kırıklığıyla daireden ayrıldım.
Okul binasının son kat betonarme kalıpları çakılmış, zemin katın iç
ve dış sıvaları yapılmış, birinci katın duvarları örülmüş ve bütün ekipler gece-gündüz hummalı bir çalışma içindeydiler. Ders yılı başına kadar her şeyiyle okulun biteceğine emindim ama resmi makamların da buna inanması ve
mevzuata takılmamak gerekiyordu.
Okul binasının mevcut durumunun fotoğraflarını çektirdim. İş takvimi
ve aday kaydı yaptıran velilerin ve bu velilere ait katkıların listesini ve taahhütlerimizle ilgili belgeleri alıp Ankara’ya gittim.
Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürü Necdet ÖZKAYA, özel okulların gelişmesinde büyük emekleri olan cesur, üretken ve yaratıcı kişiliğiyle son
derece güvendiğim ve saygı duyduğum bir kişi. Tek umudum Necdet Bey’in
bana güveneceği ve bir çözüm üreteceğine olan inancımdı.
Durumu bütün ayrıntılarıyla arz ettim. Fotoğraflara baktı, baktı, “Ya
Ali Bey, bu inşaat 2-3 ayda nasıl biter?” diye sordu.
-“Bitecek efendim. Bitmek zorunda. Başka hiçbir seçeneğimiz yok. Üç
ay sonra bu okulu açamazsam Mersin’i terk etmek zorunda kalırım” dedim.
Uzun uzun düşündükten sonra, “Sen biter diyorsan, biter” dedi ve yardımcısı Selami BABACAN’ı çağırarak, “Selami Bey, Özel Toros İlköğretim
Okulu’nun kurum açma ve öğretime başlama izinlerini derhal hazırlayın ve
İçel Milli Eğitim Müdürlüğü’ne tele-faksla bildirin” dedi.
Oysa biz sadece kurum açma izni istemiştik. Öğretime başlama izni
daha sonra da istenebildiği için okul tamamen bittikten sonra öğretime başlama izni istemeyi düşünüyorduk. Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürü’nün
bu anlayışı ve güveni beni çok etkilemişti. O andaki mutluluğumu ve kendilerine karşı hissettiğim şükran duygularımı ifade edecek kelime bulamıyorum.
Sayın ÖZKAYA’nın gerçek bir yönetici, dirayetli bir bürokrat olduğunu bili-
141
yordum. Ama ne olursa olsun bu tutum karşısında şapka çıkarmak gerekir.
Bugün Toros eğitim alanında ciddi bir kurum olarak bu denli büyük hizmetler
gerçekleştirebilmişse, bunda Sayın Nedet ÖZKAYA’nın o gün gösterdiği büyük güven ve desteğin çok önemli katkısı olduğunu asla unutmamalıyız. Ki
kendilerinin 1980-1990 yılları arasında uzun süre görevde bulundukları dönem boyunca bu tür yardım ve destekleri sürekli olmuştu.
Mutluluğumu ve heyecanımı mümkün olduğu kadar belli etmemeye
çalışarak, alçak sesle “Teşekkür ederim” dedim. Bu arada çaylarımızı içerken
bir yetkili çekine çekine odaya girdi ve kulağıma eğilerek “Bilâ no ne demek?” diye sordu. Ben de aynı şekilde alçak sesle, “Yeni bina olduğu için kapı
numarası olmadığında numarasız demektir” dedim.
Adam çıkınca ne dediğimi sordu ve açıkladım. “İşte ben böyle a….
adamlarla çalışıyorum. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin özel öğretim kurumlarını yönetebileceğim, yetişmiş elemanlardan oluşan kadromu kurma
olanağım yok…” şeklindeki bir üzüntülerini ifade ettiler.
Günlerden Cuma ve saat 16.00’yı geçiyordu. Kurum açma ve öğretime
başlama kararlarını aldım. Bir taksiye atlayıp Özel Öğretim Kurumları Genel
Müdürlüğü’nün bulunduğu Beşevler semtinden, Kızılay’daki Bakanlık binasına gittim. Kararların, Milli Eğitim Bakanı Müsteşarı tarafından onaylanması
gerekiyordu.
Müsteşarın sekreteri, randevu defterinde ismim olmadığı için görüşemeyeceğimi ve Müsteşar Bey’in toplantısı olduğunu söyledi. Evrakları bırakıp
Pazartesi günü gelip almamı istedi. Olayın aciliyetini anlattım fakat ikna edemedim. Sekreterin şaşkın bakışları ve müdahalelerine aldırmadım ve kapıyı
çalıp içeri girdim.
Müsteşar Bey’in yanında bir konuğu oturuyordu ve samimi bir hava
içinde sohbet ettikleri belliydi. Maruzatımı bildirdim. Hiç itiraz etmeden evrakları imzaladı. “Hayırlı olsun” diyerek nezaketle elimi sıktı ve beni uğurladı.
Mesai bitmeden tekrar Genel Müdürlüğe döndüm ve evrakları ilgili büroya verdim. O zamanlar iletişim teknolojisi bu kadar gelişmemişti. Bugün
herkesin evinde veya işyerinde bulunan faks cihazı yeni icat olmuştu. Devletin
belli başlı dairelerinde bulunuyor ve çok özel durumlarda kullanılıyordu. Kararımız derhal İçel Milli Eğitim Müdürlüğü’ne fakslandı.
Mesai saati kapanmak üzere olduğu halde Mersin Milli Eğitim Müdürü
Osman GENÇ, okulu telefonla aramış ve o anda okulda bulunan ve o tarihte müdür yardımcısı olan (ki daha sonra uzun süre ve başarılı şekilde okul
142
müdürlüğü yaptı) Ayşe ARSLAN’a, “Gözünüz aydın. İlkokulunuzun kurum
açma ve öğretime başlama kararı Bakanlıktan geldi. Pazartesi günü size gönderirim” demiş.
Hafta sonu tatili olması nedeniyle hem seyahat hem ziyaret biraz da
ticaret düşüncesiyle Samsun’daki işyerimizin işlerini kontrol etmek ve yeğenlerimi görmek düşüncesiyle Ankara’dan Samsun’a gittim. Milli Eğitim Müdürü’nün müjdeli haberi Ayşe Hanıma iletmiş olduğunu Samsun’da telefonla
öğrendim. Bu kadar sevindiğine göre, demek ki Milli Eğitim Müdürümüz,
sorumluluktan çekindiği için güçlük çıkarmıştı.
Okul inşaatı programlandığı şekilde hızla devam ederken, basamak ve
sahanlık merdivenlerini yapan Adnan TÜRKALP ile karo siparişini verdiğimiz Hasan CANKAYA, imalatları zamanında yapmadıkları için bir aksama
olmuştu. Oysa her iki firma da kendi alanlarında Mersin’in en iyileri idiler ve
parasını da peşin ödemiştik. Beklenmeyen bu ihmal beni çok üzmüştü. Hatta bir sorumsuzluk örneği gösteren mermer ustasının üzerine keserle yürümüş ve arabayla Soli tesislerine kadar kovalamıştım. Yakalasaydım kesinlikle
elimden bir kaza çıkabilirdi.
Son derece yoğun çalışıyordum. Müdürlüğünü yaptığım ve aynı zamanda felsefe grubu derslerine girdiğim lisemizin her türlü yönetim işlerinin
yanında, tam bir seferberlik halinde devam eden okul inşaatının bütün ekip,
malzeme, finansman işleri, ilköğretim ile ilgili mevzuat ve gerçekleştirmeyi düşündüğümüz yeniliklerle ilgili çalışmalar, okulun açılması için gerekli
resmi işlemler, dersliklerden yönetim odalarına, laboratuarlardan işliklere kadar, kantin, yemekhane, ders programları ve ders kitaplarına kadar her türlü
araç-gereç mefruşat ve donanım ihtiyaçlarının karşılanması ve personel seçimine kadar sayısız iş ve işlemleri aynı zamanda yetiştirmek zorundaydım.
Öğrenci kıyafetleri semine özel bir önem veriyordum. O zamanlar ilkokullarda öğrencilere giydirilen tek tip önlük bana göre çağ dışıydı. 1930’lu
yılların yoksulluk koşullarında ve tek tip insan yetiştirme anlayışıyla yapılmış
olan bu uygulamayı pedegojik açıdan da sakıncalı bulduğum için okulumuzda yepyeni bir kıyafet modeli belirlemek durumundaydık. İstanbul ve Ankara’daki önemli kolejlerin öğrenci kıyafetlerini inceledikten sonra İstanbul’un
Mahmutpaşa ve Tahtakale semtlerindeki öğrenci kıyafeti imalatı yapan birçok
atölyeyle görüştüm. Bu çalışmalar sonunda belirlediğimiz ilkokul öğrenci kıyafetlerinin temini için Mersindeki dostum Akın ATİLLA Bey’le görüştüm.
Akın Bey’in eşi çocuk giysileri satan bir butik işletiyordu. Kıyafet tedarikçiliğini Akın Bey ve eşi üstlendiler.
143
Böyle bir mucize nasıl gerçekleşti bilmiyorum. Ama okul işlerinde yönetici arkadaşlarım Ayşe ARSLAN, Semahat YÜREKLİ, Ali ARSLAN, Özler ÖĞRETMEN ve tüm eğitim kadrosu ve okul çalışanlarından, gerçekten
idealist bir kadro olan “Çarli ve Melekleri” unvanıyla kendilerini bütün Mersin’e kabul ettirmiş bulunan Okul-Aile Birliğimizden, bütün kararları içten bir
güvenle destekleyen ve her türlü manevi desteği veren vakıf yönetim kurulumuzdan ve özellikle bana moral hocalığı yaparak sık sık beni balığa, denize
götürerek ruhsal dengemin bozulmasını önleyen ve sürekli olarak moral veren
rahmetli Faruk GÜVENÇ’in, tabii ki hiçbir zaman öne çıkmayı sevmeyen
ama bütün gücüyle her türlü destekte bulunan Erdoğan SOKULLU’dan ve
her işte bana çok büyük katkıları olan, o şaşmaz sağduyusu ve olağanüstü pratik zekasıyla her konuda önemli çözümler üreten enerji küpü Mehmet DURGAÇ’tan çok büyük destek gördüm. Galiba mucizenin sırrı burada yatıyor.
Okulların açılmasına 2 ay kala, önce yönetim kadrosunu oluşturmak
gerekiyordu. Aslında daha okulun temeli atılmadan kafamda bir ilkokul müdürü vardı. 1979 yılında TÖB-DER yönetiminde tanıdığım ve henüz gencecik
bir öğretmenken Çavuşlu İlkokulu’nda Müdürlük yapan Mehmet CAN isimli
öğretmeni çok beğeniyordum. Gecekondu semtinde yeni açılmış okuluna sırtında sıra taşırken gördüğüm bu arkadaşın, idealist tutumundan çok etkilenmiştim.
İlkokul açmaya karar verdiğimizde ilk işim Mehmet CAN’ı bulmak
oldu. Kendisi Fatih Deveci İlkokulu’nda müdür yardımcısıydı. Düşüncemi
açıklayınca çok memnun oldu ve samimiyetle ilgi gösterdi. Mehmet CAN
Bey’le birlikte gittiğimiz Mersin Belediyesi ve Karayolları bölge Müdürlüğünden İş makinesi temin etmiştik. Hafriyat sırasında sürekli şantiyede bulunduSon derece atak ve heyecanlıydı. Kısa zamanda olaya tam olarak angaje
oldu. Bu arada ailecek görüşmeye başladık ve samimiyetimiz iyice gelişti.
Birkaç hafta içinde gelişen bu yakın ilişki sayesinde birbirimizi daha
iyi tanıma imkânı bulduk. Kendisinin henüz çok genç ve aşırı derecede heyecanlı ve telaşlı bir kişiliğe sahip olması bazı tereddütlere düşmeme neden oldu.
Daha önce örneği görülmemiş bir organizasyon içindeydik. Ciddi araştırmalar
yaparak elde edilecek sentezlerle yepyeni bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi
için her konuda bilimsel bir şüphecilik, ince eleyip sık dokuma mantığıyla,
sabırlı ve kararlı olmak gerekiyordu. Mehmet CAN Bey’in, mizaç olarak buna
çok uygun olmadığını düşünerek kendilerinden özür diledim ve ileride koşullar elverişli olursa birlikte çalışma dileğiyle şimdilik teklifimi geri almak
zorunda olduğumu söyledim. Çok üzüldü ve hiç tahmin etmediğim derecede
144
ısrarcı olmasına karşın neticede ikna olmuş görünerek herhangi bir kırgınlık
yaşamadan olayı kapattık.
İdari kadro için ilk etapta 2 müdür yardımcısı alınması gerekiyordu.
Bunlardan biri resmi işlerle diğeri öğrenci kayıtları ve sosyal işlerle ilgileneceklerdi. Görüş ve düşüncelerine çok değer verdiğim İngilizce öğretmenimiz
Emel YEŞİL’in tavsiyesiyle Barbaros İlkokulu Müdür Yardımcısı ve aynı zamanda çocukları okulumuzda öğrenci olan Gülistan ÜNSALAN’ı öğrenci kayıtları ve sosyal işlerden ve daha önce Mersin Eğitim Enstitüsü’nde kısa süre
birlikte çalışmamız nedeniyle kendisini tanıdığım emekli ilköğretim müfettişi
Kamil ÖZCAN’ıda, resmi işlerden sorumlu müdür yardımcısı olarak belirledik sözleşme yaptık.
Okul Müdürlüğü için İçel Anadolu Lisesi Müdürü Kudret ÜNAL’ın aracılığı ile Barbaros İlkokulu Müdiresi Nurhayat ŞAHİN’le görüştük. Kendisine
Okul Müdürlüğü görevini teklif ettik. Nurhayat Hanım çok memnun oldu. Ve
teklifimizi şartsız olarak kabul etti.
Nurhayat Hanımın Barbaros İlkokulu’ndaki başarılı yöneticiliğinin dışında, sık sık yapılan müdürler komisyonundaki görüşlerinden dolayı da beğeniyor, iyi bir yönetici olduğunu biliyordum. 12 Eylül Askeri Cunta Yönetiminin getirdiği uygulamalardan birisi de her yıl Türkiye’nin bütün illerinden
birer “Yılın Öğretmeni” seçimi olmuştu. Nurhayat ŞAHİN’de bir önceki yıl
ilimizde yılın öğretmeni seçilmişti. Okulumuza alınan öğretmenlerin büyük
bir çoğunluğunun Barbaros İlkokulu’ndan gelmiş olması da önemli bir avantaj
olduğu için Nurhayat ŞAHİN’in uygun kişi olduğundan emindim.
Ertesi gün Gülistan Hanım odama gelerek Nurhayat Hanımın müdürlüğünün yanlış olacağını, çok katı bir disiplin anlayışı olduğunu, öğretmenleri
ve çalışanları ezdiğini ve kendisine çok saygı duyduğu halde beraber çalışamayacaklarını, bu nedenle okulumuzdaki görevinden ayrılmak zorunda olduğunu söyledi. Çok üzüldüm. Gülistan ÜNSALAN’ın iyi bir yönetici olduğu hususunda kendisini çok iyi tanıyan başta Emel Yeşil olmak üzere birçok
öğrenci velisinin olumlu referanslarının yanında, resmi okullardaki 17 yıllık
emeğini bir kalemde çizerek istifa etmiş olması da son derece önemliydi.
Hesapta olmayan bir sorunla karşı karşıyaydım. Sonunda; bize güvenerek istifa etmiş olan Gülistan Hanımın mağduriyetine sebep olmamızın
etik açıdan daha fazla yanlış olacağı düşüncesiyle Nurhayat Hanımı aradım
ve hiçbir gerekçe göstermeden, kendisinden özür dileyerek bu konudaki görüşmemizin unutulmasını ve bu işin mümkün olmadığını bildirdim. Tahmin
ettiğimin de fevkinde bir olgunluk ve anlayış gösterdi. Hiçbir şey sormadı.
145
Sadece, “Sağlık olsun, hiç önemli değil” şeklindeki nezaket ifadeleriyle mahcubiyetimi hafifletmeye çalıştı.
Nurhayat ŞAHİN gibi yetenekli ve hırslı bir insanın bu olaydan etkilenmemesi mümkün değildi. Nitekim ertesi yıl mahalle arasındaki apartmandan
bozma boş bir binada 3 ortaklı Akdeniz Palmiye Koleji’ni açtılar. Bir yıl sonra
da uygun bir arazi bularak güzel bir okul binası yaptılar.
Müdür yardımcısı olarak görevlendirdiğimiz Gülistan ÜNSALAN ve
Kamil ÖZCAN, lise binasında kendilerine tahsis ettiğimiz büroda öğrenci kayıtlarını ve görev almak isteyen öğretmenlerin başvuru kabullerini yapıyorlardı. Okullar kapandıktan sonra öğretmen ve öğrenci müracaatları iyice arttı.
Çoğu Barbaros İlkokulu’ndan olmak üzere Mersin ve çevre il ve ilçelerden
gelen 82 öğretmen ve 780 öğrenci başvuruda bulundu.
Başta çoğu Barbaros İlkokulu olmak üzere birçok resmi okuldan 82 Sınıf Öğretmeni başvuruda bulunmuştu. Öğretmenler için bir sınav düzenledik.
Okulumuzdaki bazı branş öğretmenleriyle birlikte hazırladığımız sınava 78
öğretmen katıldı. Cumhuriyet İlkokulu’nda okula başlamış olan oğlum Sertaç’ın öğretmeni de sınava girenler arasındaydı. Daha sınav başlamadan salonu terk ederek odama geldi ve “Müdür Bey, kusura bakmayın ama kendimi
aşağılanmış sayıyorum. Onun için bu sınava girmeyeceğim” dedi. Gerçekten
çok mükemmel bir öğretmendi. Sınavda başarılı olacağı da kesindi. Bütün
ısrarlarıma rağmen sınava girmeye ikna edemedim. “Hoca Hanım, hem okulum hem de oğlum için büyük bir kayıp olacağını biliyorum ama size ayrıcalık yapamam. Kusura bakmayın” dedim. Gerçekten de o yıl okula başlamış
olan oğlum Sertaç, kısa zamanda okumayı sökmüş ve şaşılacak derecede kitap
okuma merakı edinmişti. Gülistan Hanımın tavsiyesiyle en başarılı öğretmenlerimizden Elif COŞAN’ın sınıfına kaydedildiği halde okuldan ve kitaplardan
soğudu ve ilk yılki hevesi kalmadı.
36 öğretmen ve 706 öğrenciyle Eylül 1986’da büyük bir coşku ve heyecanla okulu açtık. Okul müdürü seçimi ile ilgili olarak yaşanan olumsuzluklar
nedeniyle lise müdürlüğünün yanında ilkokul müdürlüğünü de üzerime aldım.
Aslında doğrusu da böyle olmalıydı. Zira her biri farklı bir okuldan gelmiş
olan ve çoğu birbirini tanımayan ve hiçbir özel okul deneyimi olmayan bu
insanların organizasyonunu sağlayacak birini bulmak zordu. Ayrıca 706 öğrencinin her birinin anne, baba, dede, büyükanneleri ile birlikte 1500-2000
kişinin farklı heyecan, talep ve beklentilerine cevap vermek de kolay değildi.
Yeni açılan okulumuzda eğitim-öğretimin dışında tüm öğrencilerin yemek ve
servis hizmetleri de başlı başına büyük sorunlar yaratıyordu. O nedenle bir
146
süre yöneticilik sorumluluğunun üzerimde olması isabetli olmuştu.
Birkaç ay sonra Milli Eğitim Müdürlüğü, ilkokula müdür teklif etmemizi aksi takdirde evraklarımızı işleme almayacaklarını bildirdiler. İlkokulumuzun iş yükü ve özel şartlarını gördükten sonra istediğimiz şekilde yönetebilecek bir müdür bulmamızın imkânsız olduğunu bildiğim için bu görevi
ancak Erdoğan SOKULLU yapabilir diye düşündüm.
Son derece ciddi ve sert mizaçlı olan Erdoğan Bey’in ilkokul müdürlüğünde zorlanacağını biliyordum ama bu kadar çetrefil ve zor bir iş için
güvenebileceğim başka biri de yoktu. Kendisine rica ettim, önce kesinlikle
yapamayacağını söyledi. Ama başka bir alternatifin olmadığını o da kabul
ediyordu. Onun için hiç değilse bir süre bu sorumluluğu üstlenmeyi kabul
etti. 24.10.1986 tarih ve 38 sayılı yönetim kurulu kararıyla Erdoğan Bey okul
müdürlüğüne teklif edildi ve ataması yapıldı.
Zaten her işi birlikte yapacaktık. Nitekim öyle oldu ve Erdoğan Bey’in
ciddiyetiyle, Gülistan ÜNSALAN’ın ve Kamil ÖZCAN’ın ilköğretimle ilgili
engin deneyimleri ve üstün gayretleriyle kısa zamanda mükemmel bir düzen
sağlandı.
Mersin’in en başarılı sınıf öğretmenlerinin yanında ortaokul ve lisemizde görevli en tecrübeli İngilizce öğretmenlerimiz, özenle seçilmiş olan
resim, müzik, beden eğitimi, satranç, drama, matematik öğretmenleriyle tahminlerimizi aşan bir başarıyla eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdürüyorduk.
Nitekim o zamanlar Milliyet gazetesi tarafından düzenlenen ilkokullar arası
bilgi kültür yarışmalarında ilk yılımızdan itibaren her yıl Türkiye birinciliği
ödüllerini kazandık.
Son derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olan ilkokulumuzda aynı
başarılı sistem bugün de devam ediyor.
30 Mart 1987 tarih ve 51 sayılı yönetim kurulu kararıyla ilkokulumuzun
bünyesinde müstakil bir anaokulu yapılmasına ve okula bitişik 5 parsel arsanın satın alınmasına karar verildi. Mimar Hüseyin BAKIR tarafından hazırlanan projeye göre Haziran-Temmuz 1987 aylarında ve kısa sürede son derece
modern, zemin ısıtmalı bir anaokulu yaptık. Bölgemizde yapılan ilk bağımsız
anaokulunu biz yapmış olduk. İnşaatçılık hususunda Haydar GÜRÜN’den çok
tecrübe kazanmış olan Erdoğan SOKULLU, bu binanın yapımında bana çok
iş bırakmadı.
147
ORTAÖĞRETİM İÇİN YENİ BİNA İHTİYACI
Yeni açılan ilkokulumuzun 1. sınıftan 4. sınıfa kadar her sınıftan 4’er
şube; 5. sınıftan 2 şube açılmıştı. Ortaokul hazırlık sınıfı bina kontenjanımız
2 derslikti. Mevzuata göre kendi bünyemizdeki ilkokuldan mezun olan öğrencilerin sınavsız olarak ortaokul hazırlık sınıfına alınabilmesi için, sınavsız alınan öğrenci sayısı kadar öğrencinin de sınavla başka okullardan mezun olan
öğrencilerden merkezi sınavla alınması gerekiyordu.
Buna göre 1987-88 öğretim yılında hazırlık sınıfı kontenjanımızı 2 katına çıkarmamız gerekiyordu. Zorunlu olarak tek katlı lise binamızın yerine,
en az 4 katlı bir bina yapmamız gerekiyordu. Mimarımız Hüseyin BAKIR’ı
çağırdık. Mevcut binamızın röleve planlarını aldı. (U) şeklinde olan binanın
güney cephesindeki bölümünü yıkıp, yerine 4 katlı bir bina yapılacaktı. Bir yıl
sonra da kuzey tarafındaki bölümde aynı şeyi yapmaya karar verdik.
Belediye Başkanı Kaya MUTLU’nun hoşgörüsü ve imar işlerinde görevli Avni NART, Kemal ÖRKÜN ve diğer yetkililerin desteğiyle imarla ilgili
hiçbir sorun yaşanmadan hatta mevcut binanın yıkılması, enkazın kaldırılması ve temel hafriyatları için belediyenin iş makinelerinden büyük ölçüde
yararlanmıştık.
Bütün hazırlıklarımızı tamamlayarak okulların tatile girdiği Haziran
1987’de mevcut binanın güney bölümünü yıkarak yerine 4 katlı bir binayı 3
ay gibi kısa bir zamanda inşa ettik. 1987-1988 ders yılı başında hizmete açtık.
İçerisinde 29 derslik, 4 laboratuar, yönetim odaları ve diğer müştemilatları
olan yeni binamız çok kısa zamanda yapılmasına rağmen son derece işlevsel
ve modern bir bina olmuştu. Ertesi yıl eski tek katlı binamızın kuzey bölümünü de yıktık. Aynı şekilde 4 katlı bir blok ilavesi yapıldı ve ilkokulumuzdan
mezun olacak tüm öğrencilerimizi sınavsız olarak ortaokul hazırlık sınıflarına
alabileceğimiz kapasite sağlanmış oldu.
1988-1989 ders yılından itibaren her yıl 8 şube, bazı yıllar 9-10 şube hazırlık sınıfı açabiliyorduk. Tabii yeni binaların yapılması yetmiyordu, eğitim
teknolojileri ile ilgili yeniliklerin de sürekli olarak takip edilmesi ve okullarımızın yeni teknolojilerle donatılması da son derece önemliydi.
Milli Eğitim Bakanlığı, Özel Okullar Genel Müdürlüğü, 1988 yılının
Haziran ayında özel okul yöneticilerini İstanbul Özel Fatih Lisesi’nde düzenlenen bir seminere çağırmıştı. Seminerin yapıldığı okul oldukça iyi donanımlı bir okuldu. Seminer çalışmalarından arta kalan zamanlarda, İstanbul’daki belli başlı özel okullarda incelemelerde bulunuyordum. Yeni açılmış olan
148
Tercüman Lisesi ile Semiha Şakir Lisesi’nin laboratuarlarını çok beğendim.
Bu iki okulun laboratuarları, Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi
tarafından yapılmıştı.
Marmara Üniversitesi Rektörü ve Teknik Eğitim Fakültesi Dekanı ile
görüşerek, okulumuzun laboratuarlarının yapılmasını talep ettim. Dekan,
ilgili bölüm başkanı Ferhat Bey ile beni tanıştırdı. Bölüm başkanı, genç ve
dinamik bir doçentti. Çok memnun oldu ve teklifimi seve seve kabul etti.
Kendisinin ofisine geçtik. İlgili memura bazı asistan ve öğrencilerin isim ve
adreslerini vererek, hepsi de tatilde olan asistan ve öğrencilerin derhal çağrılmalarını istedi.
Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nin atölyelerden sorumlu
Bölüm Başkanı Doçent Ferhat Bey, derhal ekibini topladı. Önce Mersin’e gelip
mekânların röleve planlarını hazırlayıp İstanbul’a döndü. Bu arada kütüphane,
öğretmenler odası, yönetim odaları için de yeni mobilya ve mefruşat imalatı
için anlaştık ve hemen imalatlara başlandı. Kısa sürede imalatı tamamlanan
malzemeler, Ağustos 1988 ayı sonlarına doğru peyderpey geldi. Ferhat Bey’in
tamamı asistan ve öğrencilerden oluşan ekibi de bir otele yerleştiler ve montaj
işlemlerine başladılar. 16 Eylül 1988 günü, bütün laboratuarların montajı ve
diğer birimlerin yerleşmesi tamamlanmış oldu.
Fizik, kimya, biyoloji, fen bilgisi ve bilgisayar laboratuarlarının dışında,
yönetim odaları, kütüphane ve öğretmenler odası da İstanbul’da gördüğüm
ve çok beğendiğim Semiha Şakir ve Tercüman Koleji’ndekilerden çok daha
modern ve kaliteli şekilde yapılmış oldu.
Tamamı 81.386.272 TL tutan malzeme bedelini, 21 Temmuz 1988 ile 7
Aralık 1988 tarihleri arasında çek ve banka havalesi olarak Marmara Üniversitesi Döner Sermaye hesabına yatırdım. Okulumuzun o günün koşullarında
mükemmel araç-gereçlere kavuşmasının yanında bir üniversitenin öğrencilerine mali imkân hazırlamasına katkıda bulunmuş olmak benim için ayrı bir
mutluluktu.
Okul müdürlüğünü üstlendiğim 1977’den itibaren okulun her türlü
araç-gereç ve malzeme ihtiyaçlarını Çocuk Esirgeme Kurumu, endüstri meslek liseleri, Ankara Akşam 5. Sanat Okulu ve imkânı olan üniversitelerin
atölyelerinden temin ediyordum. Bu şekilde hem kaliteli malzeme alabiliyor
hem de oradaki çocuklara bir katkı sağlıyorduk. Hiç unutmam, Mersin Çocuk
Yetiştirme Yurdu’ndaki çocuklarla ilgili büyük bir skandal yaşanmıştı 1978
yılında. Bunun üzerine yönetici değişikliği yapıldı ve TÖB-DER’deki dernek
149
yönetim kurulunda birlikte çalıştığımız öğretmen Battal ÇINAR yurt müdürlüğüne getirildi. Battal Bey, yurt çocuklarının hem bir miktar maddi imkân
sağlamaları hem mesleki becerilerini geliştirmek için mevcut atölyeleri yeni
baştan tanzim ederek işler duruma getirdi. Yeni okulumuzun eğitim malzemelerinin tamamına yakınını bu atölyelerden temin etmek suretiyle kimsesiz
çocuklar için ciddi bir katkıda bulunmuştuk.
FEN LİSEMİZİN AÇILMASI
İlkokulumuzdan yetişen öğrencilerimiz kelimenin tam anlamıyla mükemmel yetişiyorlardı. Bu arada Maarif kolejlerinin ismi değişmiş ve Anadolu
Lisesi olmuştu. Halkın talepleri ve milletvekillerinin popülist yaklaşımlarıyla
mantar gibi Anadolu Lisesi ve devlet fen liseleri açılıyordu.
İlkokulumuzdan mezun olan öğrencilerimizin lisemize sınavsız geçme
imkânları bulunmasına rağmen ilkokul son sınıftaki öğrencilerimizin büyük
bir bölümü fen liseleri ve Anadolu liseleri sınavlarına giriyor ve bu sınavları
kazanarak okullara kayıt yaptırıyorlardı. Hatta her yıl artan bir oranda öğrencilerimiz bu okulların sınavları için özel derslere, dershanelere devam ediyorlardı. Bugün hala devam eden bu yarış ortamı, toplumsal bir cinnet şeklinde
sürüyor.
Başarılı öğrencilerimizin başka okullara gitmelerini önlemek amacıyla
kurum bünyesinde bir fen lisesi açılması gerekiyordu. 06.11.1989 tarih ve 113
sayılı yönetim kurulu kararıyla “MEV ÖZEL TOROS FEN LİSESİ” adıyla
devlet fen liseleri programını uygulayan bir fen lisesi açılmasına karar verildi.
625 sayılı kanun ile bu kanunun bazı hükümlerini değiştiren 2843 ve 3035 sayılı kanun hükümlerine göre gerekli yasal işlemler başlatılarak Eylül 1990’da
35 öğrenciyle fen lisemizin açılışını gerçekleştirdik.
Fen Lisesimizin açılmasında Okul Müdürlüğü’ne getirilen matematik
öğretmeni Ali ARSLAN’ın önemli yeri var. Ali ARSLAN, İskenderun Lisesi’nde benim sınıf arkadaşımdı. Lise 9. sınıfta aynı sırada oturuyorduk. Kendisi çok disiplinli ve çalışkan bir öğrenciydi. Ben ise Ortaokulda son derece
başarılı olmama rağmen liseye geçince okulu iyice gevşetmiş ve okul dışı
ortamlar daha fazla ilgimi çekmişti. Bu nedenle sık sık devamsızlık yapıyor
ve derslerimi aksatıyordum. Sözlü sınavlarda ağız kalabalığıyla durumu idare
ediyor, yazılı sınavlarda Ali ARSLAN’ın himayesine sığınıyordum. Ondan
aldığım kopyalarla sınıfı geçmiştim. 10. sınıfta öğrencilerin derslerdeki başarı
durumlarına göre fen ve edebiyat şubelerine ayrılıyorlardı. Ali ARSLAN çok
150
başarılı olduğu için fen şubesini seçmişti. Ben de doğal olarak kendisine muhtaç olduğum için aynı bölümü seçtim. İlk derse girmiş, yan yana oturuyorduk.
Ders matematikmiş. Matematik öğretmenimiz Oğuz Bey, (öğrenciler arasındaki lakabı Fofo) sınıfa girdi. Sınıf listesine bakmadan öğrencileri tek tek
gözleriyle taradıktan sonra bana seslendi: “Sen niye buradasın?” dedi. Ayağa
kalktım ve “Burada okumak istiyorum” dedim. Biraz da kızgınlık ifade eden
sert bir şekilde, “Hayır, sen edebiyat şubesine git. Bu sınıfta okuyamazsın”
dedi ve beni sınıftan çıkardı. Mecburen edebiyat şubesine geçtim ve o yıl sınıfta kalmıştım.
Ali ARSLAN başarılı bir şekilde liseyi bitirmiş ve benim üniversiteye
girdiğim sene Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nü bitirerek matematik öğretmeni
olmuştu. Liseden sonra hiç karşılaşmadık. Aradan 20 yıla yakın zaman geçmişti. 1981 veya 82 Ağustos sonlarında kayınpederimin Malatya Akçadağ’ın
bir köyündeki evinde yaz tatili sebebiyle bulunan çocuklarımı getirmek üzere bir arkadaşımın minibüsü ile çocukların bulundukları yaylaya gidiyorduk.
Köyün birinden geçerken yol kenarında küçük kızının elinden tutmuş yürümekte olan bir adam dikkatimi çekti. Arabayı durdurdum ve yanına gidince
Ali ARSLAN’ı zar zor tanıdım. O da beni zor tanıdı. Hal-hatırdan sonra öğrendim ki Ali ARSLAN, mezun olduktan sonra Antalya, Anamur ve Tunceli
gibi çeşitli yerlerde değişik okullarda görev yaptıktan sonra en son Tunceli
Öğretmen Okulu’nda görevli iken 12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra sıkıyönetim komutanlığı emriyle görevden alınmış ve babasının köydeki evine dönmüş. Kendisine şu anda neyle meşgul olduğunu sordum;
– “Şu anda boştayım, haftada birkaç saat Kürecik Ortaokulu’nda matematik derslerine ders ücretli olarak gidiyorum” dedi. Kendisine, Mersin’de bir
okulum olduğunu, isterse beraber çalışabileceğimizi teklif ettim. “Olur” dedi.
Ertesi gün Mersin’e döner dönmez kendisi için bir ev kiraladım ve kendileri
Mersin’e taşıdıktan sonra asıl görevli aylık ücretli matematik öğretmeni olarak okulumuzda göreve başladı. Birkaç yıl sonra okulumuzda statüsü değişikliği yapılarak Anadolu Lisesi statüsüne geçtik. Yeni statüde matematik ve fen
derslerinin İngilizce okutulması gerekiyordu. Bu nedenle mevcut fen bilgisi
ve matematik öğretmenlerimizi İngilizce kurslara gönderdik. Bir yıl önceden
başlayan bu hazırlıklardan bazı öğretmenlerimiz başarılı olduysa da büyük
bölümü bunu başaramadılar. Ali ARSLAN’da matematik derslerini İngilizce
okutacak düzeyde yabancı dil seviyesini yakalayamadı. Haklıydı, zira ortaokul ve lisedeki yabancı dili Fransızcaydı.
Özel Okullar Genel Müdürü Necdet ÖZKAYA ile görüşerek, o zaman-
151
lar yeni yeni hayatımıza giren, ‘bilgisayarla ilgili bir ders ihtas edebilir miyiz?
Diye sordum. ‘Olur’ dedi. Ali ARSLAN bu konuda yetenekliydi. Hemen bir
bilgisayar müfredat programı hazırlayıp Bakanlığa sunduk ve Necdet ÖZKAYA’nın desteğiyle kısa zamanda Talim Terbiye Kurulu tarafından onaylandı.
Böylece Türkiye’de ilk defa liselerde seçmeli ders olarak Bilgisayar dersi resmi programlarda yer almış oldu. 20.06.1986 tarih ve 34 sayılı yönetim kurulu
kararıyla BİLSAY Şirketi tarafından İstanbul’da düzenlenen 3 haftalık Bilgisayar kursuna Ali ARSLAN Bey’in katılması sağlandı. Bu kurs oldukça
yararlı olmuştu. Bir süre bilgisayar öğretmenliği yapan Ali ARSLAN’a, daha
sonra müdür yardımcılığı görevi verildi. Doğal olarak üstlendiği her görevi
büyük bir ciddiyet ve başarı ile yerine getiriyordu.
Fen lisesi açabilmek için iyi bir müdürümüzün hazır olduğuna inanıyordum ve bu işi çok ciddiye alıyordum. İyi bir müdürün yanında, çok başarılı branş öğretmenleri de gerekiyordu. Test-Teknik Dershanesi’nin matematik
öğretmeni ve dershane ortağı Yalçıner TAŞÇI’ya projemi açtım ve kendisinin
okulumuza gelmeyi kabul etmesi halinde fen lisesini açabileceğimizi, aksi
takdirde güvenilir bir kadro oluşmadan bu teşebbüsümüzü ertelemek zorunda
olduğumuzu söyledim.
Yalçıner Bey, birkaç gün düşündükten sonra görevi kabul etti. Kendisinin ve Ali ARSLAN’ın da çabalarıyla güçlü bir kadro kurduk ve gönül rahatlığıyla bu okulumuzu, Ali ARSLAN’ın müdürlüğünde açmış olduk. İlk yıldan
itibaren ulusal ve uluslar arası birçok başarılar elde etmiş olan Özel Toros
Fen Lisesi’nde, yaş haddinin (65) dolmasına kısa zaman kala sağlık sorunları
nedeniyle görevden ayrılmak durumunda kalan Ali ARSLAN, 20 yıla yakın
bir süre hizmet verdi ve onun kurduğu sistem sayesinde başarılı hizmetlerine
bugün de devam ediyor.
SERBEST PİYASA EKONOMİSİNİN ÖZEL OKULLARA
ETKİSİ
Turgut ÖZAL’ın kurduğu ANAVATAN Partisi’nin tek başına iktidar olmasıyla birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başladı. Cunta yönetiminin faşist
uygulamalarının yarattığı sosyal tahribatların onarılması amacıyla yapılan
nispeten demokratikleşme çalışmalarının yanında, ekonomik yapı ile ilgili
hızlı bir değişim yaşanmaya başladı. Kısa zamanda birçok ekonomik reformlar yapıldı. Devrim niteliğindeki ekonomik kararların tüm sektörler gibi özel
okul sektörüne de ciddi etkileri oldu. Özel okullarla ilgili önemli teşviklerin
152
yanında, okul ücretlerinin tespitinde de serbest piyasa ekonomisi kuralları uygulanmaya başlandı.
Kamu görevi yapan bir hizmet kuruluşu olarak kurulmuş bulunan vakfımız ve okullarımız için yeni dönemin sağladığı hiçbir teşvikten yararlanmayı asla düşünmedik. Devletin ilgili bütün Bakanlıkları uygun görüş bildirdikleri ve Maliye Bakanlığı vergi muafiyetimizle ilgili kararnamemizin Bakanlar
Kurulu’nca reddedilmesini dahi içimize sindirmiş ve kurumun her yılki gelirlerinin önemli bir bölümünü vergi olarak veriyorduk. Yıllarca Mersin’de en
fazla vergi veren kurumların başında yer aldık. Bununla ilgili birçok şilt ve
takdirname kazandık. Oysa hakkımız olan vergi muafiyeti tanınmış olsaydı,
eğitim kurumlarımız şimdikinin kim bilir kaç katı büyümüş, eğitim hizmetlerimiz ülke düzeyinde belki de uluslararası düzeyde ne denli yayılmış olacaktı.
Biz hep şöyle düşündük; Eğitim hizmetimiz toplum ve devlet için ne
kadar önemliyse, devletimize ödediğimiz vergi de o derece önemlidir. Daha
fazla hizmet vereceğimize imkânlarımızı devletimize ödüyoruz. Oradan da
hizmet olarak halka yansıyor. Gerçekten de safiyane ve samimi olarak böyle
düşünüyordum. Bu düşüncelerimi 1988’de laboratuarımızı yapan Marmara
Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nin bu işle ilgili Doçent Ferhat Bey’le
paylaşmıştım. Son derece yetenekli ve başarılı bir uzman olan Ferhat Bey,
“Yanılıyorsun. Senin bu vergilerin, Kemal HORZUM gibi insanlara gidiyor”
demişti. O zamanlar ‘Kemal HORZUM’ isimli birisinin de karıştığı büyük bir
yolsuzluk ortaya çıkmıştı.
Belki de kendi kendimizi teselli ediyorduk. Neticede bu, bir kişilik ve
yapı sorunuydu. İstesek dahi devletten destek bulabilir miydik? Babam anlatırdı; Bizim köyde güçsüz, kuvvetsiz bir çocuk varmış. Çocuklar kendi aralarında bilyesine veya düğmesine oyunlar oynarken, güçsüz çocuk kazandığında hiç kimse onun kazandığı bilyeleri, düğmeleri vermezmiş. O da hiçbir
alınganlık göstermeden, “Hadi sana bahşişim olsun” dermiş. Biz de öyle…
Nitekim okulumuz kapanmak üzere iken devlete ait birçok alternatif binanın
hiçbirisi birkaç aylığına bize tahsis edilmemişti.
Bu konuda resmi kurumlarla aramızda bir mesafe olduğu kesindi. Bundan dolayı kişisel çekingenliğimin bir karakter özelliği haline geldiği söylenebilir. Örneğin, Özal döneminin teşvik furyası sırasında bir yaz günü Gözne’deki evime Adana’dan Osman KARAKÖK ile Fizik öğretmeni Kamber
Bey geldiler. Kendileri dershanecilik yapıyorlardı.
- “Adana’da BİLFEN adıyla bir okul açıyoruz. Okulumuzun arsasını
ve yatırım bedelinin tamamını devletten aldık. Hatta teşvik dairesinin yön-
153
lendirmesiyle okul bina ve demirbaşlarına harcadığımız paranın 3’te 1’i kadar bir miktar da kasamızda kaldı. Tesadüfen okulumuzun inşaatı, Özel Koç
Lisesi’nin inşaatı ile aynı döneme denk geldi. Teşvik dairesindeki bir yetkili,
‘Koç Lisesi için özel imkânlar sağlanıyor. İstihkak taleplerinizi aynı günlere
denk getirirseniz, siz de bu imkânlardan yararlanabilirsiniz’ dedi. Biz de öyle
yaptık. Mersin’de de sizinle ortak olarak yeni bir okul açmak istiyoruz. Senden hiçbir talebimiz yok. Sadece ortak olacaksın, arsayı, binayı, hatta kadroyu
biz kuracağız…” dediler. Kendilerine teşekkür ettim, “Benim bir okulum var.
Ancak ona yetebiliyorum” diyerek tekliflerini geri çevirdim.
Böyle bir ortamda haliyle özel okullar, başta büyük kentler olmak üzere ülke düzeyinde hızla yayıldı. Bu durumu, bir eğitimci olarak olumlu bir
gelişme olarak görüyordum. Bu sayede ciddi bir rekabet ortamı doğacak ve
devletimizin maddi imkânsızlıklar ve politik tercihlerden dolayı ihmal ettiği
eğitim için yeni imkânlar doğacaktı.
Maalesef hiç de öyle olmadı. Kapitalist sistemin yapısal bir özelliği olan
açgözlü, doyumsuz kâr güdüsü, bu sektörde de vahşi bir şekilde hükmünü
yürüttü.
Bununla ilgili ilk şoku, özel okul ücretlerinin serbest bırakıldığı 1989’da
yaşadım. Bu yıla kadar özel okul ücretleri Milli Eğitim işlerine bakan Vali
Yardımcısı, Belediye, İktisat Müdürü, Milli Eğitim Müdürü, Bölge Ticaret
Müdürü ve Özel Okullar Temsilcisinden oluşan bir komisyon tarafından belirleniyordu. Göreve başladığım 1971 yılından ücretlerin serbest bırakıldığı
1989 yılına kadar, İl Ücret Tespit Komisyonu’ndaki özel okullar temsilcisiydim. Özel okullar, her türlü giderleri ile öğrenci mevcutlarını gösteren bütçe
taslaklarını komisyona bildirirler. Bu rakamlar baz alınarak öğrenci ücretleri
komisyon tarafından tespit edilirdi. Okulların eğitim standartlarına göre ufak
tefek farklılıklarla birbirine çok yakın ve makul ücretler belirlenirdi. Örneğin
Mersin (İçel) ilindeki özel okullarda Toros ve Tarsus Amerikan Lisesi, yabancı dille eğitim yaptıkları için diğerlerinden biraz daha yüksek olurdu.
Ve bütün Türkiye’de Özel Okul ücretleri o zamanki döviz kuruna göre
ortalama 700-1000 Dolar arasında değişirdi. Ücretlerin serbest bırakılmasıyla
ücret miktarları 4-5 kat arttırıldı. Kelimenin tam anlamıyla bu bir fırsatçılık
ve açgözlülüktü. Ücretlerin serbest olarak ilan edildiği 1989’un Mayıs ayında,
İstanbul’da bir özel okul kurucuları toplantısı düzenlenmişti. O zamana kadar
bu tür toplantıları hiç kaçırmazdım.
Her toplantıda mutlaka söz alır, özel okulların yapısı, ihtiyaçları, misyonu, sorumlulukları ile ilgili görüşlerimi açıklardım. Bu toplantıda da söz al-
154
dım ve bu serbest ücret konusunu gündeme getirerek çok sert ve kırıcı bir konuşma yaptım. Ücretlerin 4-5 kat arttırılmasının, kutsal bir hizmet olan eğitim
anlayışıyla bağdaşmadığını, böyle bir durumun, velilerin hassasiyetlerini istismar eden bir fırsatçılık ve vicdansızlık olduğunu söyledim. Ben konuşurken
salondan homurdanmalar ve itirazlar yükseldi. Konuşmamı bitirdikten sonra
salonu terk ettim. Ondan sonra da hemen hemen hiçbir (özel okul kurucuları)
toplantısına katılmadım. Bir zamanlar Türkiye’deki özel okul temsilcilerinin
belki de en genç ve en popüler simalarından ve Milli Eğitim Bakanlığı Özel
Okullar Genel Müdürlüğü’nün en çok değer verdiği şahıslardan birisiydim. O
zamanki meslektaşlarımdan şu anda hayatta olan birkaç kişi var.
Vahşi kapitalizmin ileri aşaması olan ‘tekelcilik’ bu sektörde de hükmünü acımasızca icra ediyor. Son yıllarda özel dershanelerde başlayan “zincir”
olayı, özel okullarda da uygulanmaya başladı. Olayın en dramatik yanı, büyük
ideallerle kurulmuş olan ve uzun yıllar model okul olarak çok önemli hizmetlerde bulunmuş bazı gönüllü hizmet kurumlarının da bu anlayışla hareket ederek “isim hakkı” karşılığında tabela okullarının açılmasına alet olmalarıdır.
Kâr ve paranın en üstün değer olarak kabul edildiği bu sistemin zamanla normalleşebileceği umut ve beklentilerimiz maalesef boşa çıktı. Her
sektörde olduğu gibi eğitim sektöründe de her türlü istismar ve haksız kazanç sağlamak için çocuklar kullanılıyor. Öğrenci ücretlerinin komisyonlar
tarafından belirlendiği 1989’a kadar ortalama 700-1000 Dolar mertebesinde
olan okul ücretleri, günümüzde 10-15 bin Dolar seviyesine çıkmıştır. Metropol kentlerde anaokulu öğrenci ücretleri dahi 40-50 bin TL’dir. Fert başına
milli geliri 10.000 Doların altında olan ülkemiz, şu anda dünyada özel okul
ücretleri bakımından en pahalı ülke konumundadır.
Ücretlerle ilgili bu mantıksızlık, doğal olarak eğitimin kalitesinden çok,
reklâm ve gösterişe önem vermeyi öne çıkarmıştır. Bu yolla hedef kitleyi ikna
etmek zorunda kalan özel okullar, akla hayale gelmeyen şaklabanlıklarla velileri kandırmaya çalışıyorlar. Oysa mevcut eğitim sistemimiz, merkezi bir sistem olduğu için okullar arasında öğretmen ve yöneticilerin vizyonları dışında
herhangi bir fark yaratılamaz. Çünkü bütün okullarda (ister özel, ister resmi
olsun) aynı dersler, aynı konular ve aynı müfredatın uygulanması zorunludur.
Eğitimci Celal TEMEL dostum, bir yabancı eğitimciden naklen demişti; “Sizde özel okul yok, paralı okul var.” Gerçekten de öyle. Batı ülkelerinde
özel okulların kendilerine özgü program ve müfredatları var. Bizde öyle bir
şey yok. Hangi sınıfta, hangi derslerin kaç saat okutulacağı, ders sürelerinin
kaç dakika olacağına varıncaya kadar her husus devlet tarafından belirlenir ve
155
sıkı şekilde kontrol edilir.
Mesleğimin ilk yılında İçel Koleji’nde müdür yardımcılığı görevimi yaparken, Özel Okullar Genel Müdürü Selim ÖZYÜKSEL Mersin’e gelmişti.
Kendileri Elbistan Ortaokulu’nda okurken, Fransızca dersimize giriyordu ve
aynı zamanda müdür yardımcımızdı. Aradan 10 yıldan fazla zaman geçmişti.
Okul yöneticisi olarak kendimi tanıtınca çok memnun oldu. Okul yöneticileriyle Halkevi salonunda yaptığı toplantıda ben de söz alarak, “Hocam, Bakanlık müfettişleri, devlet okulları ile özel okullar arasında ayrımcılık yapıyorlar.
Özel okul teftişlerinde pencerelerin derslik hacimlerine oranından, öğrenci
sıralarının tahtaya ve duvarlara olan mesafesinden, yangın söndürme köşesindeki kovalarda bulunan kum miktarına kadar bir sürü saçma sapan şeylerden
dolayı bize soru açıyorlar…”
Selim Bey dedi ki; “Bak genç meslektaşım… Bizim devlet olarak bazı
özel kişi veya kurumlara okul açma izni vermemiz, İnhisarlar İdaresi’nin (Tekel Bakanlığı’nın o zamanki ismi buydu) bazı şahıslara veya şirketlere kibrit
yapma yetkisi vermesine benzemez. Özel şahıslar bozuk kibrit üretirlerse, vatandaşın 5 kuruşu ziyan olur. Ama eğitim öyle değil. Devlet olarak, istediğimiz bir insan tipi yetiştirmek istiyoruz. 625 sayılı yasanın amir hükmü, ‘devletin varmak istediği düzeyde eğitim yapılmasını’ hükmeder. O nedenle özel
okulların eğitimle ilgili hiçbir özel yetkileri olamaz. Devlet, mevcut imkânları
çerçevesinde eğitim faaliyeti yapar ama özel okullar, devletin istediği düzeyde
eğitim yapmak zorundadırlar. Bununla ilgili faaliyetleri titizlikle denetlenir.”dedi.
Ortaokulda Fransızca öğretmenim olan Genel Müdür Selim ÖZYÜKSEL’in bu sözleri kulağıma küpe oldu. 2015 yılı itibariyle 44 yıllık özel okulculuğumda yaptığım her işte buna uygun icraatta bulunmaya büyük özen
gösterdim. Ziya GÖKALP’in teorisyenliğini yaptığı İttihat ve Terakki’nin
merkeziyetçi anlayışının Cumhuriyet döneminde aynen geçerli olduğu ve ‘tek
tip insan yetiştirme’ anlayışının 21. yüzyılda fazla gerçekçi olmadığına inanmakla beraber, bunun bir devlet politikası olduğunu kabul etmek gerekir. O
nedenle ülkemizde özel okul değil, paralı okul açılabilir. Mevcut sistemin aksaklıklarından öğrencilerin olumsuz etkilenmelerini asgari düzeye indirmenin, okul yöneticilerinin ve öğretmenlerin özel yetenek ve hünerleriyle sınırlı
olduğunu kabul etmek lazımdır.
Günümüzde bazı özel okulların aşırı israf derecesindeki vitrin düzenlemeleri, göstermelik ve kafa karıştırıcı sözüm ona akademik çalışmaları,
akıl almaz reklâm faaliyetlerinin, eğitimin özüne hitap edecek hiçbir kıymeti
156
harbiyesi yoktur. Öğrenci velilerinden alınan astronomik ücretlerin büyük bir
kısmı da bu anlamsız harcamalara gidiyor zaten.
Gerek meslektaşlarım, gerekse öğrenci velilerimiz 40 küsur seneden
beri reklâm yapmadığımız için beni kınarlar. Her defasında onlara, “Reklâma harcayacağım para ile laboratuarlarımızı, kütüphanemizi zenginleştiririm.
Bizim reklâmımız, yetiştirdiğimiz öğrencilerimizdir” demişimdir. Bu konuda
taassup derecesindeki tutumdan dolayı zaman zaman birtakım olumsuzluklar
yaşasak da doğru olanın bu olduğuna inanıyorum hala.
Özel okulların, bu serbest piyasa ve büyük kâr anlayışı yüzünden ülkemizde bu sektörün kurumsallaşmaması ve toplumun ihtiyacı olan azami
hizmetin sunulmasına imkân vermemiştir. 150 yıldan fazla bir mazisi olan ülkemizdeki özel okullarımızda halen öğrenci miktarının yüzde 2 buçuk kadarı
özel okullarda eğitim görüyor. Gelişmiş Batı ülkelerinde bu oran yüzde 30’ları
buluyor. Yakın zamana kadar sosyalist sistem içinde bulunan eski Sovyetler
Birliği ülkelerinde dahi bu oran yüzde 10 düzeyindedir. Özel okul sektörünün
ciddi bir özeleştiriye ihtiyacı olduğu kanısındayız.
Özel Toros Okulları’nda öğrenci ücretleri tespit edilirken 1989’a kadar
uygulanan ücret tespit komisyonu uygulamasını aynen devam ettirdik. Bu yolla belirlenen okul ücretlerimiz Mersin’deki orta halli bir apartman dairesinin
yıllık kirası mertebesindedir. Bu şekilde, her gelir düzeyindeki çocukların
eğitim görmesine imkân sağlamaya çalıştık. Ayrıca kurulduğu günden beri
her yıl artan oranlarda başarılı ve yoksul öğrencilere burs vermek suretiyle
eğitimde fırsat eşitliğine katkı sağlamaya çalışıyoruz.
Okullarımızda uygulanan düşük ücret uygulaması, yıllardan beri bölgemizdeki özel okulların şimşeklerini sürekli olarak üzerimize çekmektedir.
Bu bölgede özel okul ücretlerinin Türkiye ortalamasının çok altında kalmasının müsebbibi olduk. Düşük ücret uygulamasından dolayı okullarımızı beğenmeyip daha pahalı okulları tercih ettikleri için çocuklarını kaydetmeyen ya da
pahalı okullara nakleden çok veliler gördük. Burjuvazinin böyle bir hastalığı
olduğunu iyi bilirim. Bu konudaki küçük bir anımı hatırladım şu anda…
Bir ara şu anda iktidarda bulunan partinin üst düzey yöneticiliği ve
milletvekilliğini de yapmış ve Mersin’e yerleştiğimiz 1971’den beri en yakın
dostum ve samimi arkadaşım olan ……. kişi o tarihlerde Yaşat İş hanındaki mağazamıza sıklıkla uğrar sohbet ederdik. Bir gün sohbet arasında küçük
kardeşim Hüseyin’den çorap istedi. Kardeşim en kaliteli çoraplardan birkaç
numune gösterdi. Arkadaşım çorabın fiyatını sorunca, kardeşim de yakınlığımıza binaen alış fiyatını söyledi. Fiyat ucuz olunca kalitesiz sandı ve ‘kalsın’
157
dedi. Kardeşime, ‘Hüseyin, o pahalı çorapları göstersene’ deyince şaşırdı ve
ne yapacağını bilemedi. Kendim kalktım ve aynı çoraptan bir numune çıkarıp, ‘bak bunun fiyatı şu kadardır. Yani, ‘diğeri 7 lira ise ona 40 lira’ dedim.
‘Tamam, bundan 2 düzine verin’ deyince öbür çoraplarla yan yana koydum ve
“Bak ikisi aynı çorap, (markası Mısırlı idi galiba). Siz zenginler böyle aptallıklar yapıyorsunuz” diye kendisine takıldım ve karşılıklı gülüştük.
Piyasa ekonomisi diye isimlendirilmiş olan vahşi kapitalizm, sağlık ve
eğitim gibi hayati önemi olan konularda da maalesef hükmünü icra ediyor.
Son yıllarda enfarktüs geçiren kalp hastaları ameliyat altındayken, hasta yakınlarına, “Tıkalı olan damara stent takılacak. Yerlisi 500, Avrupa olan 2000
TL. Hangisini tercih edersiniz?” diye soruyorlar. Tabi can telaşına düşmüş
hasta veya yakınlarının o anda para hesabı yapacak vaziyetleri yok. Fatura
hastane yetkililerin insafına göre düzenleniyor…“En iyisi olsun” diyorlar…
En değerli varlıklarımız olan çocuklarımızın geleceği olan eğitim hizmetinin
ve insan sağlığının bu derece istismara açık olduğu bu piyasa ekonomisi denilen canavarlığın daha uzun süre devam edeceği anlaşılıyor, çok acı...
OKUL ARSASININ TAPU İPTAL DAVASI
Toros Kolejini yaşatmak amacıyla kurduğumuz Mersin Eğitim Vakfına,
Huzur Emlak sahipleri Ahmet ÇAKIROĞLU ve Necati KUBAT tarafından
bağışlanan okul arsasının tapusu 21 Eylül 1979 tarihinde alınmıştı.
Mülkiyeti, Adil, Abdülkadir ve Abit DEMİR’lere ait olan 42 dönümlük
tarlanın 20 dönümü, adı geçen emlakçılara satılmış, onlar da satın aldıkları
bölümü küçük küçük hisseli parsellere bölerek satacaklardı. Söz konusu hisseli parsellerin belediye meclisi kararı ile mevzii imar görmesi ve ifrazlarının
yapılması şartıyla bize bir okul yeri vereceklerini teklif etmişlerdi. Belediye
ile olan özel ilişkimizden dolayı mevzii imarı yapılan tarlanın 3708 metrekarelik (1) nolu parseli okulumuza bağışlanmıştı. O tarihte yeni kurulmuş
olan vakfımız adına tapunun tescil işlemlerinin yapılması için resmi mevzuat
gereğince tapu maliklerinin bağış için vakfımıza yazılı olarak başvurmaları
gerekiyordu.
Nitekim arsanın gerçek sahipleri Huzur Emlak şirketinin ortakları olduğu halde, tapuda mülk sahibi olarak görülen Demir Kardeşlerden, söz konusu arsayı şartsız ve bedelsiz olarak vakfımıza bağışlamak istediklerini bildiren yazılı dilekçeler alınarak, bu dilekçelerle Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne
başvurduk. Bölge Müdürlüğü ekspertizleri tarafından yerinde yapılan keşif
158
neticesinde düzenlenen uygunluk yazısıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden
tapu tescili için yetki belgesi alındı ve tapu tescili o şekilde yapıldı.
O günkü Vakıf Yönetim Kurulu Başkanı Av. Doğan ER ve Başkan Yardımcısı Güvenç ÇOPUR, yönetim kurulu kararı gereğince vakfı temsil etmeye müştereken yetkili kılınmışlardı.
Daha önce de ifade edildiği gibi, 1978-1979 öğretim yılı başında yaptığımız Okul-Aile Birliği olağan genel kurulunda henüz okul müdürlüğü görevine yeni başlamış ve ders yılı sonunda okul binasının mahkeme kararıyla
boşaltılacağını ve yeni bir bina bulunmazsa okulun kapanacağını, mevcut kurucuların da bu konuda yapabilecekleri herhangi bir şeyin olmadığını açıklamıştım. Mersin Eğitim Vakfı’nın kuruluşuna bu şekilde karar verilmiş ve
bu toplantıda Okul-Aile Birliği yönetimine seçilen öğrenci velileriyle birlikte
önce Koruma Derneği, daha sonra da Mersin Eğitim Vakfı’nı kurmuştuk.
Vakıf kurma fikri de bununla ilgili olarak yapılan iş ve işlemler de bana
aitti. Okul-Aile Birliği yönetimine seçilen öğrenci velileri, benden önceki okul
müdürü ve okulun kadrolu öğretmenlerinden 1 kişi olmak üzere, toplam 8 kişi
kurucu üye olarak vakıf senedini imzaladık.
Kurucu üyelerin isimlerini kendim belirlemiş ve onlar adına yatırılması
gereken sembolik sermayeyi de ben yatırmıştım. Vakıf senedine göre kurucu
üyelerin dışında Belediye Başkanı, Mersin Barosu temsilcisi, MTSO temsilcisi ve Ticaret Borsası temsilcisi de vakıf yönetim kurulu üyesi idi.
Yönetim kurulu üyelerinin vakıf senedi gereğince yapmaları gereken
görev bölümünde, heyetin en genç üyesi ve bir bakıma ev sahibi olmam nedeniyle, başkan olmayı nezaketsizlik saymıştım. Bu nedenle 13 Haziran 1979
tarihli ilk toplantıda, hukukçu olması ve eskiden beri Toros Koleji’nin vekilliğini yapmış olması nedeniyle Av. Doğan ER’i yönetim kurulu başkanlığına
önermiştim. Teklif kabul edilmiş, Doğan Bey başkan, rahmetli Güvenç ÇOPUR da başkan vekilliğine seçilmişti.
Çoğu kez yönetim kurulu üyelerinin fazla zamanlarını almamak için
kararları önceden yazıyordum. Doğan ER’in görevden ayrıldığı 9 Haziran
1982’ye kadar bütün kararlarda kendi ismimi en sondan ikinci sıraya yazıyordum. En sona da benden 1-2 yaş küçük olan Ahmet DEVELİ’nin ismini
yazardım.
Vakıf senedinde ve genel uygulamalarda böyle bir durum olmadığı halde Doğan Bey, hukukçu olmasının verdiği hassasiyetle tek başına sorumluluk
almak istemez ve mutlaka başkan yardımcısı ile birlikte vakıf adına imza atar-
159
dı. Kendince haklı nedenleri olabilirdi ancak bu çekingen tutum, normal işleyişimize pek uymuyordu. Ama her şeye rağmen son derece anlayışlı, birbirlerine karşı saygılı ve uyumlu bir heyettik. Daha ilk toplantıda, “Okulumdaki iş
ve işlemlerle ve şahsımla ilgili olumsuz bir şey duyarsanız derhal ve şiddetle
reddedin. Çünkü ben asla hata ve yanlış yapmayacağım.” Demiştim. Aradan
35 yıl geçti ve bu iddiama uymayan hiçbir olay yaşanmadı…
Hukuki sorumluluk gerektiren hususlarla ilgili olarak son derece hassas
olan Doğan ER, Güvenç ÇOPUR ile birlikte daha öncede ifade ettiğim gibi
tapu maliki durumunda olan Adil, Abdülkadir ve Abit DEMİR kardeşlere, 9
Mayıs 1980 tarihinde (arsa alındıktan 8 ay sonra) merhum babaları Mehmet
Cemalettin DEMİR isminin okula verileceğine dair noterden taahhütname
vermişler. Oysa o tarihte okul binası çoktan bitmiş ve okulumuz yeni binaya
taşınmıştı.
O tarihte Doğan Bey bana verilen taahhütnamede noter onayı ve yevmiye numarası bulunmadığının ayrıca okullara ad verme yönetmeliğine göre
zaten böyle bir isim verilemeyeceğini bu yönetmeliğin mücbir sebep sayılacağını ifade etmiştir. Nitekim isim değişikliği konusundaki taleple ilgili olarak
Doğan Bey bana okullara ad verme şartlarını sormuş, bende Milli Eğitim Müdürü Mustafa ERGÜN’e telefon etmiştim. Rahmetli Mustafa ERGÜN telefonda okullara ad verme yönetmeliğinin yayınlandığı tebliğler dergisinin tarih ve
sayısını ezberden söylemişti. Rahmetli mevzuata o derece hakimdi. Tebliğler
dergisini inceledim ve yönetmeliği buldum.
Bu yönetmeliğe göre “okul yapanların isimleri okullara verilebilir. Okul
için bağışta bulunanların isimleri ise bir levha üzerine yazılarak okulların uygun yerine asılır.”. Ben de yönetmeliğin bu hükmünü kendisine okumuştum.
İşin hukuki detaylarını bilemediğim için yönetmelik hükmünün mücbir
sebep olduğuna inanmıştım. Oysa mücbir sebep, ‘öngörülemeyen ve irade dışı
meydana gelen doğal afetler gibi’ sebeplermiş. Muhtemelen Doğan Bey de
okullara ad verme yönetmeliğinin mücbir sebep olabileceğine inanmıştı. Öyle
olsa dahi, bunun karşı tarafa söylenmesi ve böyle bir taahhüdün verilemeyeceğinin nedenlerinin açıklanması gerekirdi.
Aradan 34 yıl geçti ve bu olayın kuruma ve bana verdiği sıkıntı ve
zararların boyutları her türlü tasavvurun fevkindedir. Doğan ER Bey’in, nasıl
böyle bir gaflete düştüğünü hala anlayabilmiş değilim. Kuruluşunda emeği
olan ve kapanmanın eşiğine geldiğinde onu yaşatmak için insanüstü bir çabanın gösterildiğine bizzat tanıklık ettiği halde, Toros Koleji’nin ismini bir ka-
160
lemde silip, fırsatçıların emellerine alet olmasına yol açacak bir taahhütte bulunması, tek kelime ile ‘basiretin bağlanması’ olarak ifade edilebilirdi ancak.
Doğan Bey, Baro’nun başka bir isim bildirmesi nedeniyle Haziran 1983’ten
sonra okula pek uğramadı. Bir iki telefon görüşmemizin dışında pek karşılaşmadık. Birkaç yıl önce torununun ilkokul mezuniyetinde okulda karşılaştık.
Bunun dışında bir karşılaşmamız olmadı. O yüzden belki de Demir Kardeşlerle yaşadığımız hukuk mücadelesinin ayrıntılarını öğrenmemiştir. Öğrenseydi,
kendisinin de en az benim kadar üzüleceğini ve bir anlık bir ihmal veya ‘gönül
almak için yapılmış bir jest’in bedelinin bu denli ağır olmasından ciddi bir
nedamet duyardı. Zira bu jesti yapmasını gerektiren hiçbir gerekçe olmadığı
gibi, kendisinin de Demir Kardeşlerle herhangi bir yakınlığı yoktu. Onları
tanıdığını da sanmıyorum. Belki ismen tanıyor olabilirdi.
Dahası tüzel kişiliği olan vakfı sorumluluk altına sokacak bir konuda
yönetim kurulu başkanı ve başkan vekilini bir taahhütte bulunmaları da hukukun temel İlkerline aykırıydı. Vakfı sorumluluk altına sokacak durumlarda
mutlaka yönetim kurulu kararı gerekirdi. Aksi takdirde taahhütte bulunanlar
yasal olarak da sorumlu duruma düşerlerdi. Ama biz iyi niyete binaen böyle
bir hususu asla gündeme getirmedik.
Demir Kardeşlerle kişisel hiçbir ilişkimiz olmadı. Ortak tanıdıklarımız vardı. Onların aracılığıyla zaman zaman serzenişte bulunup yersiz bir
talepleri olduğunu anlatıyordum. Daha öncede ifade ettiğim gibi bir ara Demir
Kardeşlerden birisinin kızının okulumuzun sınavlarına girdiğini ve kazanamadığını öğrenmiş ve sırf bu nedenle Bakanlığa giderek 1 (kişilik) kontenjan
talebinden bulunmuştum. Ancak kabul edilmedi ve yapacak bir şey yoktu.
Ben dâhil, okulumuzun yönetici ve öğretmenlerinin çocukları için de aynı şey
oluyordu…
1988 yılı Mart ayının başlarıydı. 04.03.1988 tarih ve 10642 nolu bir
noter ihtarnamesi geldi. Adil, Abit ve Abdülkadir DEMİR kardeşlerin vekili
Adana Barosuna kayıtlı Av. Çetin BERKÖZ tarafından çekilmiş. 09 Mayıs
1980 tarihli Mersin Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu başkanı ve başkan vekilinin
taahhüdü gereğince Toros Koleji’ne ölü babaları Cemalettin DEMİR isminin
verilmesi isteniyordu.
Hemen yönetim kurulunu topladım ve verilmesi gereken cevabı görüştük. Ve bizce son derece haklı olduğumuz gerekçelerle söz konusu talebin karşılanmasının mümkün olmadığını bildirdik. Şöyle ki:
Vakıf Yönetim Kurulu’nun böyle bir kararının olmadığı, başkan ve
161
başkan vekilinin yetkisiz olarak böyle bir taahhütte bulundukları, zira vakfa
sorumluluk getiren işlemler için yönetim kurulunun vakıf temsilcilerine yetki
vermesinin yasal zorunluluk olduğu,
Tapuya göre arsa maliki olarak görünmelerine rağmen, söz konusu arsanın içinde bulunduğu tarlanın daha önceden Huzur Emlak şirketine satıldığı
ve söz konusu gayrimenkulün Demir Kardeşlere değil, adı geçen şirkete ait
olduğu,
Tapu maliki olmaları nedeniyle tescil işlemi için Demir Kardeşlerin bağışta bulunma talepleri olmadan Vakıflar Genel Müdürlüğü yetki vermediği
için, ismi geçen Demir Kardeşlerin üçünün de ayrı ayrı vakfımıza yazılı dilekçe ile başvurarak “şartsız ve bedelsiz” olarak arsayı bağışlamak istedikleri
ve dilekçelerinin elimizde olduğu.
Özel okullara ad verme yönetmeliğinin amir hükmü gereğince, ancak
okul yapanların isimlerinin okullara verilebileceği, bağışta bulunanların ise
okulun görünür bir yerine yaptıkları bağışı gösteren bir levha asılabileceği.
Yönetmeliğin bu hükmüne uygun olarak, “Bu okulun arsası, merhum Cemalettin Demir evlatları A.Kadir, Adil ve Abit DEMİR Kardeşler tarafından bağışlanmıştır” ifadesi olan bir tabela asılmış ve okulun girişindeki bir plaket
üzerine yazılarak kapının üzerine konmuştur. Ayrıca bir dersliğe de M. Cemalettin DEMİR ismi verilmiştir.
Bu durumda mevcut şartlara göre okul, üzerine düşen sorumluluğun
azamisini yerine getirmiştir. Bunun dışında yapılabilecek herhangi bir işlem
yoktur” şeklinde bir cevap bildirdik.
Bunun üzerine karşı taraf, Mersin Asliye Hukuk Mahkemesi’ne ‘tapu
iptal davası’ açtı. Demir Kardeşler, Adana Barosu’na kayıtlı bir avukatı vekil
tayin etmişlerdi ve davayı o avukat açmıştı. Zira Mersin’in en eski ve köklü
bir eğitim kurumu olan Toros Koleji’nin aleyhine açılacak bir dava için Mersin
Barosu’na kayıtlı avukat bulmak pek mümkün değildi.
Mahkemeye savunmamızı sunduk ve ilk celsede esasa girmeden 5 yıllık zamanaşımı gerekçesiyle dava reddedildi ve lehimize karar verildi. Karşı
taraf kararı temyiz etti ve dosya Yargıtay’a gitti. Bize göre mesele kapanmıştı.
Söz konusu davada, okulun avukatı olan yönetim kurulu üyemiz Av. Savaş
ERDOĞU, zaman zaman davanın seyri ile ilgili sorularıma, “Henüz Yargıtay
kararı gelmedi, bekliyoruz, gelir…” yanıtını veriyordu. Daha sonra bir gün
Yargıtay’daki bir işi için Ankara’ya gittiğinde davayı sorduğunu ve dosyanın
kayıp olduğunu, bulunamadığını söylemişti. İnanmamıştım. Meğer doğruy-
162
muş. Tekrar Ankara’ya gittik. Dosyanın havale edildiği raportörün ismini öğrendik. Raportör yurtdışına gitmiş, görüşemedik. Aradan uzunca bir zaman
geçti. Bir gün Av. Savaş ERDOĞU yanıma geldi. Üzgün görünüyordu. “Hayırdır?” deyince durumu anlattı ve davanın aleyhimize bozulduğunu söyledi.
Haricen öğrendiğimize göre, dosyamıza bakan raportör dosyayı almış
ve uzun süre dairenin dışında dosya üzerinde çalışarak adeta karşı tarafın
avukatı gibi çok ayrıntılı bir bozma kararı vermişti.
Kararda, “Yerel mahkemenin zaman aşımından dolayı şikâyetçilerin
aleyhine verdiği kararın yanlış olduğu, zira vakfımızın 5 yıl boyunca
müştekilerle yapılan görüşmelerde, sürekli olarak kendilerini oyalamak
suretiyle zamanaşımı yaratıldığı ve kötü niyetli olan vakfın hile ile müştekileri
kandırdığı, bu nedenle zamanaşımının işleyemeyeceği; müştekilerin şartsız ve
bedelsiz olarak bağış yapma talepleri ile ilgili yazılı başvurularının iyi niyet
göstergesi olduğu, oysa “şartsız her bağışın, özünde bir şarta bağlı olduğu” ve
bu olayda da müştekilerin başından itibaren vakıf yöneticilerinin, müştekilerin
ölü babaları Mehmet Cemalettin Demir’in isminin verilmesi şartının, taraflarca kabul edildiği, Mücbir sebep olarak gösterilen “okullara ad verme yönetmeliğinin” 1971’de yürürlüğe girdiği ve vakıf yöneticilerinin yönetmelik hükümlerini bildikleri halde müştekileri aldatmak için bu gerekçeye sığındıkları, bu
nedenle iyi niyetli olmadıkları…” şeklinde, sayfalar dolusu bir bozma kararı
gelmişti.
Karardan birkaç gün sonra sürekli okuyucusu olduğumuz Milliyet gazetesi köşe yazarı Hasan PULUR, köşesinde, “Ankara’da Hâkimler Var” başlığıyla, vakfımızı yerin dibine batıran ve Yargıtay kararını göklere çıkaran bir
makale yazmıştı. Derhal olayın aslını açıklayan ayrıntılı bir mektupla durumu
kendisine bildirdim. Demir Kardeşlerin 42 dönümlük tarlalarının 20 dönümünü emlakçıya sattıkları ve okul arsasının emlakçılara ait olan bölümden
mevzii imar şartıyla Huzur Emlak tarafından vakfımıza verildiğini; Tamamı hisseli 100 parsel olan tarlanın 57 müstakil ve imarlı parselin Demir Kardeşlerin uhdesinde kaldığı, okul yeri ve çocuk bahçesi olarak ayrılmış olan
parsellerle birlikte 43 parselin Huzur Emlak’ta kaldığı, okul yeri olan parselin, vakfımıza çocuk parkı olan parselinde Mersin Belediyesi’ne verildiği ve
41 parselin de emlakçıların uhdesinde kaldığını, mevzii imar planıyla Hasan
PULUR’a göndermeme ve yanlış bilgilendirmeden dolayı, vakfımız hakkında
yazılan makalenin haksız yere bizi rencide ettiğini, bununla ilgili bir düzeltme
yapılmasını beklediğimizi bildirdim. Ancak köşe yazarı Hasan PULUR, ne
bize döndü ne de ağır ithamlarda bulunduğu vakfımızla ilgili herhangi bir dü-
163
zeltme yazısı yazmadı. O güne kadar sürekli okuyucusu olduğumuz Milliyet
gazetesini uzun yıllar elimize almadık.
Tekrar davaya dönersek, Yargıtay’ın bozma kararına Mersin 2. Asliye
Hukuk Mahkemesi aynen uydu. Bu kez kararı biz temyiz ettik ve Ankara’da
avukatlık yapan yakın arkadaşım ve dostum Av. Mehmet Şerif FELEKOĞLU’na vekâlet verdim ve dosyayı takip etmesini istedim. Birkaç ay sonra Şerif
Bey, kararın lehimize çıkması için bir miktar harcama yapılması gerektiğini
telefonla bildirdi ve o günkü koşullara göre oldukça yüklü miktarda bir para
talep etti. Oysa ben yüzde yüz haklı olduğumuza inandığım ve etik açıdan
böyle bir şeye şiddetle karşı olduğum için Şerif Bey’e bunun mümkün olmadığını söyledim. İlk bozma kararının taraflı olduğunu biliyordum ama aynı
hatanın tekrarlanacağına ihtimal vermiyordum. Ancak maalesef temyiz tekrar
aleyhimize çıktı ve böylece tapu iptal davası davacılar lehine kesinleşti.
Tekrar Ankara’ya gittim ve Av. Şerif FELEKOĞLU ile birlikte dosyamıza bakan Yargıtay Dairesine gittik. Şerif Bey’in özel ilişkisi sayesinde ilgili
dairede görevli bir hâkimden randevu alındı ve makamına gittik. Bizi çok
iyi karşıladı ve çay ikram etti. Meramımı anlatmak için söz istedim ve olayı
bütün detaylarıyla anlattım. Hâkim Bey beni dikkatle dinledi ve sözlerimi
bitirince aynen şöyle dedi: “Bu bir hukuk skandalı.” “Kararın altında zat-ı
âlinizin de imzası var” dedim. Hâkim Bey, gayet sakin ve doğal bir ifadeyle,
“Hocam, sen zannediyor musun ki önümüze gelen her dosyayı tek tek ve ayrıntılı şekilde inceleyip ona göre karar veriyoruz? Bizim koşullarımızda bu
mümkün değil. Her gün yüzlerce karara imza atıyoruz. Dosyaları raportörlere
veriyor ve onların yazdıkları kararları imzalıyoruz.” dedi.
Gerçekten de Yargıtay’ın iş yükü bakımından başka türlü bir uygulamanın imkânsız olduğunu, bu dava ile ilgili olarak sık sık gidip geldiğim için
anlamıştım. Yargıtay üyesi hâkim ve avukatımızın önerisi ile iade-i muhakeme davası açmaya karar verdik. Mersin’e döner dönmez yönetim kurulunu
topladım ve 16.12.1992 tarih ve 182 sayılı kararla iade-i muhakeme davası
açtık.
Bu arada davacılarla görüşerek, arsayı bedeli mukabil satın almayı teklif etmiştik. Kendileri de sıcak bakmışlardı ama bir gelişme olmamıştı. Öğrendiğimize göre bu konuda Demir kardeşler kendi aralarında anlaşamamışlardı.
Ve 25.12.1992’de men-i müdahale davası açmışlardı.
İade-i muhakeme davamız da reddedilince son çare olarak tapu tescil
davası açmak zorunda kalmıştık. Demirlerin, 25.12.1992’de açtıkları men-i
müdahale davasına karşılık, 5 Şubat 1993’te açtığımız tapu tescil davamız de-
164
vam ederken, Adil, A.Kadir ve Abit DEMİR Kardeşlerle bir türlü uzlaşma zemini bulamamıştık. Kendileriyle herhangi bir tanışıklığım yoktu. Ancak söz
konusu kişilerden birisinin damadı olan Mehmet ÖZÇELİK, dostum Faruk
GÜVENÇ’in kardeşi Tarık Bey’in yakın arkadaşıydı. Tarık Bey’in vasıtasıyla
okula davet ettik ve bir uzlaşma imkânı sağlama hususundaki gayretlerimize
rağmen bir sonuca varamadık. Yapılan haksızlık nedeniyle son derece gergindim. Can dostum rahmetli Faruk GÜVENÇ ve kardeşi Tarık GÜVENÇ’in de
bulunduğu görüşmede, Mehmet ÖZÇELİK’in sekter tutumundan dolayı öfkeme hâkim olamadım ve karşılıklı kırıcı ifadelerin kullanıldığı gergin bir
ortamda görüşmemiz sona erdi.
Aradan birkaç ay geçmişti. Bir gün Gözne’den Mersin’e dönerken araç
telefonumdan aradılar. Sekreterim Nedime MERT, Adana’dan misafirler geldiğini bildirdi. Zaten yoldaydım ve birkaç dakika sonra okula vardım. Okulun
bahçesinde plakasında ‘YÜKSEKBAŞ’ yazan kırmızı plakalı bir Mercedes
araba duruyordu. Daha önce iktidarda olan Anavatan Partisi hükümetinin çıkardığı bir yasa ile para karşılığı özel plaka alınabiliyordu. Bu plakayı, daha
evvel ailece gittiğimiz Çiftehan’daki Çelik Palas Oteli’nin önünde görüyordum. Otel yetkilileri Mehmet YÜKSEKBAŞ’ın Adana’da bir holdingin sahibi
olduğunu, bu oteli de onların işlettiğini söylemişlerdi.
Okuldaki makam odamda beni bekleyen kalabalık bir heyetle karşılaştım. Demek ki birkaç araçla gelmişlerdi. Okulda eğitim-öğretim devam ettiği
için sadece patron özel aracıyla içeri alınmış, diğer araçlar okul bahçesinin
dışına bırakılmıştı.
Misafirlerle tanıştık, yanındakilerin davranışlarından patron olduğu anlaşılan zat, “Ben Mehmet YÜKSEKBAŞ. Yüksekbaş Holding’in sahibiyim”
diye kendisini takdim ettikten sonra, diğerleri ile de tek tek tokalaştık. Daha
sonra sık sık muhatap olduğum Vahap isimli iri kıyım olanın dışındakilerin
isimleri aklımda kalmadı.
Mehmet YÜKEKBAŞ, sebebi- ziyaretini şöyle açıkladı: “Okulunuzun
yeni sahibi benim. Biz büyük bir holdingiz. Hükümetle de aramız çok iyidir. Başbakanımız Tansu ÇİLLER, Devlet Bakanımız Necmettin CEVHERİ ve Bakanlar Kurulu’nun çoğu ile yakın dostluğumuz var. Yakın zamanda
Adana’da bulunan Çukobirlik fabrikası tüm tesis ve arazisiyle bize geçti. Süt
endüstrisi kurumunu da biz aldık. Ayrıca özelleştirme kapsamındaki başka
kurumları da almak üzereyiz. Eğitim sektöründe de hizmet sunmak için bu
okulu satın aldık. Amacımız, Mersin ve Adana’da yeni eğitim kurumları açmaktır. Çukurova Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mithat ÖZSAN yakın dos-
165
tumdur. Onunla da görüştüm, yakında emekli olacak ve bize katılacak. Sizi de
araştırdık ve sizi kendimize yakın bulduk. Yabancı değiliz. (İnanç kimliğimi
kast ediyordu.) Eğitim işini sizinle birlikte yapmak istiyoruz. Mithat Hocaya da sizden bahsettim, o da zaten sizi tanıyormuş ve sizinle çalışabileceğini
söyledi. Size teklifim ortak olmaktır. İlkokuldan üniversiteye kadar Mersin’de
ve Adana’da okullar açacağız ve eğitim işini siz Mithat Hocayla birlikte yöneteceksiniz.”
Kendimi zor tutuyordum. Arabasının özel plakasına sinir olduğum ve
konuştukça olağanüstü şişkin bir egosu olduğunu gördüğüm bu kişiyi, “ya sabır” çekerek dinlemiştim. Sözlerini bitirince;
“Mehmet Bey, sizinle tanıştığıma memnun oldum. Bu okul Mersin Eğitim Vakfı’nın malıdır. Bu binanın her tuğlasında alın terimiz var. Bu okulu
ne kimse satabilir ne de kimse satın alabilir” dedim ve arsa hikâyesini baştan
sona anlattım.
“Demir Kardeşler size arsayı satmışlardır. Arsanın onlara intikal etmiş olması, Yargıtay hâkiminin ifadesiyle “bir hukuk skandalıdır.” Ama eninde sonunda hak yerini bulacaktır. Şu anda size arsayı satmış olanlar, men-i
müdahale davası, biz de karşı dava olarak tapu tescil davası açtık. Davalar
devam ediyor. O nedenle sizin şu anda okul binaları ile ilgili bir tasarrufunuz
olamaz. Ortaklık teklifinize teşekkür ederim. Ben ortaklığı sevmem. Esasen
patronluğu da sevmem. Onun için bu cazip teklifiniz katiyen ilgimi çekmiyor
ve lütfen bu konuyu kapatalım” dedim.
Orada bulunanlardan birisini ‘adaşım’ diye tanıtmıştı. Yani onun da adı
Mehmet YÜKSEKBAŞ’mış. Tekrar söz alarak;
“Hemen karar vermeyin, 1-2 gün düşünün. Adaşım Mehmet Yüksekbaş
Mersin’de yaşıyor. Mesleği gazeteciliktir. Bir iki gün sonra size uğrasın ve bu
konuyu tekrar değerlendirin” dedi ve okuldan ayrıldılar.
Ertesi gün Adana ve Mersin’de yayınlanan yerel gazetelerde boy boy
resimler ve haberler yayınlandı; “Yüksekbaş Holding eğitim sektörüne de el
attı” diye. Meğer okula gazetecilerle gelmiş ve okul bahçesinde fotoğraflar
çektirmiş. Gazetecilere demeç vermiş ve ben gelmeden gazeteciler okuldan
ayrıldıkları için bu fotoğraf çektirme seremonisini görmemiştim .
Okulun idari bölümünün bahçesinde bulunan Atatürk büstünün önünde
çektirdiği fotoğraflar gazetelerde yayınlanmıştı. Durum son derece asap bozucuydu. Kendi kendime, ‘bu kadar sıkıntıyı hak edecek ne yaptık?’ diyordum.
Ama her sıkıntı beni biraz daha hırslandırıyordu. İki gün sonra “amcazadem”
166
dediği Gazeteci Mehmet YÜKSEKBAŞ geldi.
Gazeteci Mehmet YÜKSEKBAŞ, oldukça kültürlü ve kibar bir insandı.
Biraz sohbet edince birbirimizi anladığımızı fark ettik ve samimi bir sohbet
ortamı doğdu. Okulun arsa hikâyesini 2 gün önce anlatmıştım. Mehmet Bey;
“Hocam, seni çok iyi anlıyorum. Hizmetlerinizi de biliyorum. Siz bu
üzüntüleri hak etmiyorsunuz ama işte burası Türkiye… Adana’daki Yüksekbaşlar, kuzenlerim ama kendileriyle hiçbir teşriki mesaim yok. Yapıp ettikleriyle de hiç ilgilenmiyorum. Bildiğim kadarıyla Necmettin CEVHERİ’nin
Adana’da yaşayan oğlu Cevher CEVHERİ ile birlikte bir takım ticari işler
yapıyorlar. Bahsettiği devlet işletmelerinin özelleştirilmesi sırasında Adana’daki bir takım işletmeleri aldıkları doğrudur. Ama birlikte huzur içinde çalışabileceğinize ben de inanmıyorum. Zaten siz de kesin cevabınızı
vermiştiniz. Bence doğru yaptınız” dedi.
Son derece dostane bir havada geçen sohbetten sonra Gazeteci Mehmet
YÜKSEKBAŞ’ı uğurladım. Ve kendisi de kesin kararımı karşı tarafa
bildireceğini söyleyerek yanımdan ayrıldı.
1993 yılının Eylül veya Ekim aylarında okul arsası Mehmet
YÜKSEKBAŞ’a satılmıştı. Bu ziyaretleri de o tarihlerde olmuştu. Bilahare
15 gün, 1 ay gibi aralıklarla badigart görünümlü 8-10 kişi sık sık okula gelip
taciz ediyorlardı. Her defasında farklı simalar görüyorduk ama başlarında her
zaman ‘Vahap’ isimli iri cüsseli kişi vardı. Gelenlerin hepsi silahlıydı. Ya da
o imajı vermeye çalışıyorlardı. Zira bölgemizde kışın bile palto giyilmediği
halde bunlar bahar aylarında da kalın paltolar giyiyorlardı.
Nisan ayı sonları veya Mayıs başlarıydı, (gene aynı paltolu grup birkaç
arabayla okulun bahçesine girdiler ve sert adımlarla odama geldiler. Şefleri
konumundaki Vahap gayet ciddi pozlarla...)
“Müdür Bey, patronumuz Mehmet YÜKSEKBAŞ, okulu boşaltmanızı
istiyor. Okulu boşaltın ve anahtarları bize verin…”deyince “hele bir oturun
bakalım. Patronunuzun telefonunu verir misin?” dedim ve numarayı bir kâğıda yazıp verdi. Sekreterim Nedime Hanım’a seslendim ve telefon numarasının
yazılı olduğu kağıdı kendisine vererek Mehmet YÜKSEKBAŞ’ı bağlamasını
rica ettim. Biraz sonra telefon bağlandı. Yüksekbaş’ın adamları oturmalarını
teklif ettiğim halde ayakta bekliyorlardı. Ahizeyi kaldırdım ve bütün öfkemle;
“Mehmet Bey, adamlarını göndermişsin. Bak şu anda 2200 öğrenci, 100’den fazla öğretmenle okulda ders yapılıyor. Öğrencilerimizi ve
öğretmenlerimizi rahatsız etmeye ne hakkın var? Madem bu kadar delikanlısın,
167
bak sana bir teklifte bulunuyorum. 9 Haziran’da öğrenciler tatile girecekler. 10
Haziran Cumartesi günü ben tek başıma bu odada seni bekleyeceğim. Madem
okulun anahtarlarını almak istiyorsun, o gün gel ve alabilirsen al. Ben tek
başıma bu odada beklemezsem namerdim. Gelmezsen sen namertsin. Şimdi
bu i….. başımdan çek!”
Öyle sinirlenmiştim ki ses tonumun nasıl çıktığını, yüzümün nasıl bir
ifadeye büründüğünü bilmiyorum. Mehmet YÜKSEKBAŞ, “Tamam o gün
geleceğim” dedi ve telefonu Vahap’a vermemi istedi. Telefonu verdiğim kişi
talimatı dinledi ve tek kelime, “Peki” deyip telefonu yerine bıraktı ve hiçbir
şey demeden çıkıp gittiler.
10 Haziran 1994 Cumartesi günü hiçbir şey yokmuş gibi sabahleyin
giyindim, kahvaltımı ettim ve okula çok yakın mesafede bulunan evden okula
gittim. Okulda bekçi dahi yoktu. Odama geçip rutin işlere başladım. Öğretmenlerimizin yılsonu not fişleri dağ gibi yığılmıştı. Akşama kadar kanaat not
fişlerini inceleyip oyalandım. Bir ara bekçi geldi. Çay demledi. Öğlen yemeğimizi de peynir-ekmekle geçiştirdik. Akşam geç vakit eve döndüm.
O zamanlar bilgisayar yoktu. Kanaat not fişlerini tek tek inceleyip onayladıktan sonra derslere, sınıflara ve öğretmenlere göre ayrıntılı istatistikler
çıkarıyor, bir önceki dönem ve geçen yılın istatistikleriyle karşılaştırmak suretiyle başarı grafikleri hazırlıyordum ki bu iş günlerce sürüyordu. Mehmet
YÜKSEKBAŞ’la düello için sözleştiğim 10 Haziran Cumartesi günü hasım
kişi gelmemişti. Ama benim de -nasıl bir düelloysa- üzerimde bir çakı dahi
yoktu. Ayrıca hiçbir yakınıma, dostuma, arkadaşıma olaydan bahsetmemiştim. Bir sürü sorumlulukları olan bir insan için böyle bir davranışa “cesaret”
değil, olsa olsa “ahmaklık” demek lazım.
Oysa evde silahım vardı ve üstelik silah taşımanın yabancısı da değildim. Lise ve üniversite yıllarımdan kan davası nedeniyle köyde sürekli silah
taşıyordum. Ortaokul birinci sınıf öğrencisiyken, aramızda husumet olan başka bir oymaktan 1 kişinin, akrabalarımızdan iki genç tarafından öldürülmesi
kan davasını alevlendirmiş ve yıllarca süren bir çatışma ortamı yaratmıştı.
Ailenin en büyük çocuğu olarak, ailemin ve aşiretin güvenliği ile ilgili sorumluluklarım vardı. O nedenle sürekli silah bulundurmak zorundaydık. Akçadağ’ın bir dağ köyünden çok güzel bir tüfek almıştım. Filinta tabir edilen
ve mavzere göre namlusu daha kısa olduğu için taşınması da kolay olan bir
tüfekti. Üniversite öğrenimimin sonuna kadar, köyde yaşadığım sürece her
zaman silahlı yaşamak zorunda kalmıştım.
168
İstanbul Üniversitesi yıllarımda da sağ-sol çatışmaları nedeniyle sürekli
olarak silahlı çatışmalar yaşanıyordu. 1968 veya 69 yılıydı. Bir gün Kadırga
öğrenci yurdundaki bir tartışmada, bizim yanımızda yer alan ve ajan-provokatör olduğuna dair şüphelerimiz olan bir arkadaşla kavgaya tutuştuk, silahına
davranınca deşifre oldu. Silahına el kondu ve kendisi de canını zor kurtardı.
Söz konusu ajan-provokatörden gasp edilen silahı arkadaşlar bana emanet ettiler. Zira yurtta kalan arkadaşların silahı saklama imkânı yoktu. O zamanlar
Boğazın Yeniköy semtindeki müstakil bir evde oturuyordum. 9 mm çapındaki
bu tabancayı da Yeniköy’deki evimizde saklamıştım uzun zaman. Daha sonra
ne oldu şu anda hatırlamıyorum. Galiba mezun olunca öğrenci arkadaşlarıma
geri vermiştim.
Mesleğe başladıktan sonra silaha hiçbir yakınlığım olmadı. Gerçi anarşi ve terör olayları artarak devam ediyordu ama işlerimin yoğunluğundan
hiçbir güvenlik tedbiri düşünecek durumda değildim. Öğrenci velilerimizden
Emniyet Müdürü Nerrin SARI zaman zaman ziyaretime gelir ve dertleşirdik.
Felsefi ve ideolojik görüşlerimizin farklı olmasına rağmen aramızda derin bir
saygı ve güven duygusu oluşmuştu. Bir gün dedi ki, “Sana ruhsatlı bir tabanca
hediye etmek istiyorum. Bunun için hüviyet cüzdanını istiyorum.” Teklifini
kabul edemeyeceğimi uygun bir dille söylememe rağmen kabul etmedi ve
birkaç gün sonra altın kaplama çok değerli bir tabancayı ruhsatıyla birlikte
getirmişti…
Demem o ki içinde yetiştiğim feodal kültür ve 1968, 1978 kuşağının
sosyal ortamından dolayı silah taşımaya yatkın olmama ve silahım olduğu
halde Mehmet YÜKSEKBAŞ’la sözleştiğimiz randevuya silahsız gitmiştim.
Mehmet YÜKSEKBAŞ ve fedaileriyle bir daha karşılaşmadım. Nedeni
bilinmez. O arada arsayı İsa ÖNER’e sattığını öğrendik. Bir müddet sonra
ulusal medyadan ve İstanbul gazetelerinde Mehmet YÜKSEKBAŞ’ın boy boy
resimleri ve manşet haberleri yayınlandı. Yolsuzluktan dolayı tüm mallarına
el konduğu, holding sahiplerinin yurtdışına kaçtıkları, yakalananların cezaevine konduğu yazıyordu.
Av. Savaş ERDOĞU; “Abi senden korkulur. Sana kötülük düşünenler
mutlaka belasını bulurlar” derdi. YÜKSEKBAŞ Holding’in akıbetini de görünce, daha önce sık sık söylediği aynı şeyi söyledi; “Abi senden korkulur.”
Daha önce Demirler adına, sonra da Mehmet YÜKSEKBAŞ adına
Av. Çetin BERKÖZ tarafından takip edilen men-i müdahale davası, temyiz
aşaması da tamamlandıktan sonra Mersin 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin
169
17.05.1995 tarih ve Esas 993/14 Karar 995/335 sayılı kararıyla aleyhimize kesinleşti. Ancak bizim açmış olduğumuz tescil davası sürüyordu.
İade-i muhakeme talebimizin reddedilmesi ve tapu iptal davasının da
aleyhimize kesinleşmiş olmasından sonra mevcut binalarımızda bizi rahat bırakmayacaklarını anlamış ve acilen bir tedbir almak ve her halükarda okulu
yaşatacak bir (B) planı hazırlamak gerekiyordu.
YAZ OKULU İLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR
Üniversite öğrenciliğim sırasında “Limasollu Naci” isimli birisinin Akdeniz ve Ege kıyılarında yaz okulu açtığını gazetelerden okuyor ve bu projenin iyi bir uygulama olduğunu düşünüyordum. Kolejde göreve başlayınca bu
iş iyice dikkatimi çekmişti. Zira bizim öğrencilerimiz de dâhil her yıl yüzlerce öğrenci İngiltere ve ABD’ye yabancı dillerini geliştirmek için ciddi paralar
ödeyerek gidiyorlardı. Bu durumu tersine çevirmek mümkündü. İklim ve tabiat şartları bakımından çok daha fazla imkânlarımız varken, neden ABD ve
İngiltere’den öğretmenler getirip bu hizmeti kendi ülkemizde vermiyorduk?
Çok daha uygun koşullarda bölgemizde bu hizmeti verebilirdik. Üstelik de o
yıllarda çok değerli olan dövizlerimiz de ülkemizde kalırdı.
Bu düşüncemi, gerek okullarımızın kurullarında gerekse vakıf yönetim
organlarında sık sık dile getiriyordum. Ve herkes hak veriyordu. 10.10.1987
günü yönetim kurulumuzun 62 sayılı kararıyla yaz okulu için sahilde uygun
yer bulunması amacıyla yönetim kurulu üyelerimiz Faruk GÜVENÇ, Mersin-Anamur arasında, İrfan SEVİM Kazanlı-Karaduvar semtlerinde araştırma
yapabileceklerini ifade ettiler. İrfan Bey’in araştırmalarından bir sonuç çıkmadı. Rahmetli Faruk GÜVENÇ balığa meraklıydı ve Taşucu-Anamur arasındaki sahilleri çok iyi biliyor ve sık sık balığa gidiyordu. Çok yorulduğum ve
bunaldığım zamanlarda ısrarla beni de götürürdü. Bir defasında balık avlamak
bahanesiyle Silifke-Anamur arasındaki hemen hemen bütün koyları ve çok
az sayıdaki tesisleri gezdik. Bozyazı Belediyesi tarafından inşa edilmiş olan
“BARINAK” tesislerini çok beğendik. Belediye Başkanıyla tanıştık, tesislerin
yaz okulu olarak bize kiralanmasını istedik ama kabul etmedi.
Uygun yer bulunamamıştı. Aradan 5 - 6 yıl geçmişti. 6 Şubat 1993 tarihli Hürriyet gazetesinde o çok beğendiğimiz Bozyazı Belediyesi’ne ait tesislerin kira ihalesi ilanını gördük. 17 Şubat 1993’de yapılacak olan ihaleye
katılmak üzere merhum Faruk GÜVENÇ’le Bozyazı’ya gittik. Bizden başka
başvuran olmamıştı. İhale saatinden önce gerekli harcı yatırdık. Birkaç saat
170
sonra belediye başkanı, yanında birkaç kişi ile makama gelince kendimizi
tanıttık ve ihaleye girmek istediğimizi bildirdik. Gerek başkan, gerekse yanındakilerin pek memnun olmadıkları hatta biraz şaşırdıkları her hallerinden belli oluyordu. Başkan, yanındaki kişilerin halen tesisleri işleten kiracılar
olduğunu söyledi ve istersek kendi aramızda bir ön görüşme yapmanın iyi
olacağını belirtti. Mevcut kiracılarla bir odaya çekildik. Adamlar son derece
tedirgindi.
“Biz 5 senedir buranın kahrını çekiyoruz. Bu uğurda bir de şehit verdik.
Babamız birkaç ay önce bu yolda vefat etti. (Babaları geçen sezon sonunda
Mersin’e dönerken yolda kalp krizinden vefat etmiş). Onun için sizin bu ihaleye girmeniz yanlış olur… Zaten para kazanan bir tesis değil. Yaz sezonu
çok kısa. Belediyenin muhammen bedel olarak tespit ettiği kira çok yüksek
ihaleye katılan olmazsa ancak makul bir kira ile devam etmek istiyorduk…”
Amacımızın ticari olmadığını ve önemli bir hizmet için bu tesisleri kiralamak konusunda kararlı olduğumuzu söyleyince son derece üzgün ve gergin bir şekilde ayrıldılar. Tekrar başkanın odasına geçtik. Belediyenin ihale
komisyonu toplantı halindeydi. 450 milyon muhammen bedeli olan tesisleri
454.500.000 liraya kiraladık.
Hemen Mersin’e döndük. İnşaat konusunda uzman bir ekibim vardı.
Derhal ekibi topladım. İnşaat, sıva, boya ekibini Yusuf Kaya, elektrik işlerini
Çek-El elektrik, tesisat işlerini Musa TOLAN, ahşap doğrama, mobilya işlerini Bedir BİLGEN’in ekibi yapıyordu. 20-30 kişilik ekip malzemelerini yükleyip gittiler. Faruk Bey’in kontrolünde gece-gündüz çalışmak suretiyle 1 buçuk
ayda her tarafı dökülen metruk durumdaki tesis pırıl pırıl vaziyette sezona
hazırlandı. Ben de bazen günaşırı hatta her gün bazı zamanlarda birkaç gün
arayla gidip geliyordum. Mayıs ayı sonlarına doğru öğrencilerimiz gruplar
halinde 3’er haftalık kampa alındılar.
Tesisleri vakıf adına kiralamıştık. Temmuz 1993’te vakıf müfettişleri
rutin denetim sırasında olaya müptali oldular ve yapılan işlerle ilgili yetki belgesi almadığımızı, tesislerde alkollü içecek satmamızın uygun olmadığı …
gibi bir takım itirazlarla bizi sorguya çektiler ve son derece sıkıntılı bir durum
oldu.
Gayet halisane düşüncelerle önemli bir hizmet yaptığımızdan ve hesabı verilmeyecek bir işimiz olmadığından emindik. Ancak öğrencilerimizin
kamp dönemi en çok Temmuz ayı sonuna kadar sürüyordu. O tarihten sonra
dışarıya açık olması ve turistik tesis anlayışı ile çalıştırılması işin tabiatı gereğiydi. İşletmeyi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün denetiminden çıkarabilmek
171
için TED Ankara Koleji Vakfı’nda gördüğüm bir uygulamayı düşündüm ve
yönetim kurulunda konuyu gündeme getirdim.
TED Ankara Koleji Vakfı, okuldaki yemek, servis, kitap, kırtasiye hizmetleri için vakfın iştiraki olan bir anonim şirket kurmuş, söz konusu hizmetler bu şirket tarafından yapılıyordu. Benzer bir şirket kurma teklifim 8
Aralık 1993 tarih ve 207 sayılı yönetim kurulu kararıyla kabul edildi ve hemen işlemlere başlandı. Kısa zamanda resmi işlemler tamamlandı. 31 Aralık
1993 tarih ve 3439 sayılı Türkiye Ticaret Sicili gazetesinde yayınlanan tüzüğe
göre Mersin’de,‘Özel Toros Koleji Eğitim Hizmetleri Sanayi ve Ticaret AŞ.’
adıyla kurulan şirketin sermayesi 1 milyon lira, bunun 999.500 TL’si Mersin
Eğitim Vakfı’na yönetim kurulu üyelerinin (5 kişi için) de 100’er lira sembolik sermayeleri bulunuyordu. Her derece ve kademelerde okul, kurs, dershane
açmak, kamp, yaz okulu açmak ve işletmek, eğitimle ilgili her türlü kitap,
kırtasiye, hediyelik eşya ticareti yapmak, eğitim kurumları için yemek, servis,
okul kıyafeti … imalatı, satışı … gibi faaliyetleri şirketin amaçları arasında
yer alıyordu. Şirket tüzüğü TED Ankara Koleji Vakfı Şirketi’nin tüzüğünden
örnek alınmıştı.
Bu şekilde vakıf müfettişlerinin denetimleri ile ilgili birçok sıkıntılar aşılmıştı. Aslında kalıcılık ve güven verme açısından son derece iyi bir
sistem olan vakıf işletmesi, uygulamada ciddi sorunlar yaratıyordu. Vakfın
her türlü faaliyetlerinin denetime tabi olması, doğabilecek şaibeler açısından
vakıf yöneticilerini rahatlatan bir sistem olmasına rağmen, güçlü bir malvarlığı ve gelir getirici kaynakları bulunmayan vakıfların gelişmesini büyük ölçüde engelleyen bir durumdur. Zira yapılacak her türlü gayrimenkul alımı
ve yatırımlar için Genel Müdürlük’ten yetki belgesi alınması gerekir. Genel
Müdürlük, gayrimenkul alımları ve yatırımlar için mali kaynak gösterilmesi
şartıyla ancak yetki belgesi veriyor. Ayrıca kredi kullanımı da hemen hemen
imkânsızdır. Zira bankalar, vakıflara ait gayrimenkulleri teminat olarak kabul
etmezler. O nedenle kuruluşunda önemli miktarda mal varlığı ve akarı olmayan vakıfların gelişmesi son derece zordur. Yıllarca şahsi mülklerimi teminat
göstermek suretiyle okulun acil ihtiyaçları için banka kredisi kullandım. Bazı
hallerde kredi alamayınca gayrimenkullerimi satarak acil ihtiyaçları karşılamak zorunda kalmıştım.
Bununla ilgili küçük bir anekdot: 1991 yılında şu anda Toros Üniversitesi’nin Bahçelievler Kampüsü’nde bulunan ve içinde tiyatro salonu, kütüphane, jimnastik salonu, resim atölyesi, müzik salonu, yemekhane bölümlerinin
olduğu kültür tesislerinin inşaatına başladık. Mevcut imkânlarımızla inşaatı
172
tamamlayamadık. 12 Eylül askeri rejimin çıkardığı bir yasaya göre Vakıflar
Bankası’yla çalışmak zorundaydık. Bankanın Müdürü Ali Bey samimi dostumdu. Bize uzun vadeli kredi çıkarabileceğini söylemişti. Bunun üzerine
Mayıs 1991’de başladığımız kültür tesisleriyle birlikte, inşaat ekibinin paralel
çalışmasını sağlamak için 45 Evler kampüsünde de 22 Ocak 1992 tarihinde
kapalı spor salonu inşaatına başladık. Söz konusu yatırımlar için Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden yetki belgesi talep etmedik. Zira hazır kaynağımız yoktu.
Banka müdürünün tavassutuyla vakfı taahhüt altına sokmadan kredi alabileceğimizi sanmıştık. Sık sık hatırlatmama rağmen bir türlü kredi çıkmıyordu.
Oysa inşaat hızla ilerliyor ve her tarafa büyük miktarda borçlanmıştık. Bir
gün Müdür Ali Bey’i ziyaret ederek sıkıntılarımı anlattım. Müdür Bey, utana
sıkıla, “Hocam, kusura bakmayın. Genel Müdürlüğümüz şahsi teminatınız
olsa da vakıflara kredi verilmesine sıcak bakmıyor. Maalesef talebinizi karşılayamayacağız” dedi. Çok üzüldüm.
Ertesi gün okuldaki odamda kara kara düşünürken, çocuğu fen lisemizde okuyan İş Bankası Pozcu Şubesi Müdiresi Semra Hanım geldi. Karşılıklı
çay içerken bir ara, “Müdür Bey, sizi çok sıkıntılı görüyorum, hayrola kötü bir
şey mi var?” diye sordu.
“Kötü bir şey yok ancak mali açıdan zor durumdayım. Vakıflar Bankası
bize kredi verecekti. Biz de ona güvenerek okullarımız için gerekli olan kültür
tesisleri ile kapalı spor salonumuzun inşaatlarını hızlandırdık. Zira bu enflasyonist ortam nedeniyle inşaat malzemeleri sürekli zamlanıyor. Bir an önce
tesisleri bitirmek istedik. Vakıflar Bankası birkaç ay bizi oyaladıktan sonra
kredi veremeyeceklerini söylediler” dedim.
Semra Hanım, ne kadar krediye ihtiyacımız olduğunu sordu. Ben de “3
milyar lira işimizi görür” dedim. Hiç tereddüt etmeden;
“Tamam, biz verebiliriz” dedi. “Semra Hanım benim bildiğim, şube
müdürlerinin 50.000 liraya kadar yetkisi varmış. Genel Müdürlükten karar
çıkması gerekmez mi?” deyince;
“Müdür Bey, kredi itibara verilir. Mersin’de Ali ÖZVEREN’e kredi vermeyecek banka olmaz. Siz lütfen muhasebeye bildirin. Size ait gayrimenkullerin tapu fotokopisini hazırlasınlar, iki güne kadar krediniz elinizde olur.”
Gerçekten de birkaç gün içinde kredimiz çıkmış ve inşaatla ilgili harcamalarımızı yaparak 27 Mayıs 1991 tarihinde inşaatına başladığımız kültür merkezi tesisleri 26 Eylül 1993’te tamamlanmıştı. Söz konusu tesisler
4.687.450.645 TL; döviz kuruna göre 613.781 ABD Dolarına mal olmuştu.
173
23.07.1992 tarihinde inşaatına başladığımız kapalı spor salonu ise
3.022.302.674 TL; yine o günkü döviz kuruna göre 270.155 ABD Dolarına
mal olmuştu ve 18 Mart 1994’te tamamlanmıştı. Dolar kuru günlük harcamalardaki kura göre hesaplanmıştır. Örneğin Mayıs 1991’de Dolar 4.051 TL iken,
Mart 1994’te 22.138 TL’ye çıkmıştı. Enflasyon ve inşaat malzemelerindeki
fiyat artışları da aynı şekilde yüksekti.
Banka kredisi ilaç gibi gelmişti. Kredi faizini yıllık yüzde 78 TL’ye
almıştık. Oysa inşaat maliyetlerindeki artış çok daha yüksekti. Banka borcumuzu taksitle rahat rahat ödeyebiliyorduk. Derken Nisan 1994’te bir kriz
yaşandı. Nisan 1993’te 9.650 lira; Ocak 94’te 17.203 TL olan Dolar, Nisan
1994’te 35.000 TL’ye yükseldi. Büyük bir devalüasyon yaşandı. Birkaç gün
sonra bankadan bir yazı geldi. “Kredi faiziniz % 110 olmuştur.” Aradan çok
zaman geçmeden faiz % 140, arkasından faiz % 200; % 400’e kadar yükseldiğini bildiren yazılar geldi. Müdire Semra Hanım’ın yanına gittim. “Maalesef
öyle, elimizden bir şey gelmez” dedi. Meğer bankanın karınca duası gibi küçücük harflerle yazılmış sayfalar dolusu kredi sözleşmesine göre bu durumu
baştan kabullenmişiz. Derhal harekete geçtim. Elde avuçta olanları satarak
nazımızın geçtiği dostlardan borçlanarak bankanın kalan kredisini kapattım
ve bir daha banka kredisi kullanmamaya yemin ettim.
Gerçekten de bir daha asla kredi kullanmadım ta ki Toros Üniversitesi açıldıktan sonra 2012 yılında mecbur kalınca bir miktar kredi kullandım.
Ağustos 2014’e kadar ödenmesi gereken söz konusu kredi ödenirse, inşallah
bir daha banka kredisi kullanmak zorunda kalmayız.
Yaz okulumuza tekrar dönersek; 16 Şubat 1993’te kiraladığımız Bozyazı “Barınak” tesislerinin tadilat, tamirat ve onarım işlerini süratle tamamladık. Yıllık kiranın 2 taksiti olan 250.031.000 TL dâhil 16 Şubat-31 Mayıs 1993
tarihleri arasında toplam 786.061.300 TL harcama yapıldı ve tesisler dört başı
mamur şekilde Faruk Bey’in titiz çalışmaları ve inşaat ekibimizin yetkin gayretleriyle hizmete açıldı. Bu tesislerden her yıl ortalama 800 öğrencimiz, ilk
yıl 3’er hafta, sonraki yıllar 2’şer haftalık dönemlerde başarılı şekilde kamp
yaptılar.
Her kamp döneminde ortalama 15-20 sınıf ve branş öğretmenleri tarafından yürütülen İngilizce, resim, müzik, basketbol, voleybol, futbol, yüzme
derslerinin yanında, çeşitli sosyal etkinliklerle çok yararlı ve başarılı çalışmalar yaptılar. Öğrenciler o kadar benimsediler ve sevdiler ki kamptan döner
dönmez ertesi yılın programlarını ve hazırlıklarını yapıyorlardı. Bozyazı “Toros Barınak” tesislerindeki hizmetimiz 10 yıl sürdü.
174
Toros Barınak deyince akla; can dostum, yoldaşım, sırdaşım, dert ortağım eşsiz insan merhum Faruk GÜVENÇ gelirdi. Tesislerin keşfedilmesinden kiralanmasına, restorasyonundan bakımına, personel temininden günlük
iaşesine, öğrencilerin gidiş-gelişlerinden, günlük programların uygulanmasına, her bir öğrencinin, öğretmenin, çalışanların her türlü sosyal, psikolojik ve
sağlık sorunlarına kadar her şeyi tek başına insanüstü bir gayret ve başarıyla
yürüten rahmetli, Şubat 1993’ten vefatına kadar bütün zamanını o işe hasretti.
Kamp dönemi ve turizm sezonunun en fazla iki ay olmasına karşın O 12 ay
oradaydı ve kurduğu ekibiyle gece-gündüz çalışıyordu.
31 Ekim 2001 gününün akşamı ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrıldı.
O gün her zamanki gibi akşama kadar tesisteki işlerle uğraşmıştı. Mersin Eğitim Vakfı’nın kurulduğu günden itibaren 22 yıl içinde yapılan 19 adet mütevelliler heyeti genel kurulu, 447 adet yönetim kurulu toplantısının tamamına
katılmış ve etrafına yaydığı pozitif enerjiyle yarattığı dostane ortam sayesinde
tüm kararların ittifakla alınmasına büyük katkısı olmuştur. Benim için samimi bir can dosttu. Büyük bir moral kaynağı olmanın ötesinde, aynı zamanda
bir terapist gibiydi. Çok bunaldığım durumlarda “Seni kaçıracağım” der ve
hiçbir itiraz kabul etmeden arabasına bindirir, Ovacık, Aydıncık, Bozyazı,
Anamur artık neresi denk geldiyse götürür, deniz, balık oyalanır, deşarj olurduk. En büyük müşavirim, danışmanım, akıldanemdi. Sıra dışı bir insandı.
Mal, mülk, para, pul hiç umurunda değildi. Tertemiz yüreğiyle çağdaş bir
sufi idi bana göre. Son derece mütevazı ve kıymet bilen bir insandı. Sık sık
bana, “Ağabey, senden çok şey öğrendim. Seni tanımadan önceki yaşantımda değer verilmesi gereken şeylerin ayırdında değildim. Bu dünyada en çok
güvendiğim ve inandığım insansın. Bunu aileme de söylerim…” derdi. Onun
zarafeti, nezaketi, fedakârlığı, sevecenliği insanı büyülerdi. Hatta çoğu zaman
utandırır, mahcup ederdi karşısındakini. Benim tanıdığım Faruk GÜVENÇ’i
anlatacak söz bulmak mümkün değil. Benim için 31 Ekim 2001’den sonra
hiçbir şey eskisi gibi olmadı… Nur içinde yatsın.
Faruk Bey’in vefatından sonra Bozyazı’ya hiç gitmedim. Şubat 2003’te
sözleşme süresi dolmuştu. Yeniden ihale yapıldı. Bu arada belediye ile hazine arasındaki bir ihtilaftan dolayı tesislerin yıkım kararının çıkabileceği konuşuluyordu. İhale günü içimden gelmedi, gidemedim. Okul adına damadım
gitmişti ve kira sözleşmesini sonlandırdık. Zira Faruk kardeşimden sonra gidilemezdi Bozyazı’ya. Tesisin her zerresinde o’nun anıları vardı.
Aynı yıl Erdemli yakınlarındaki Ayaş beldesinde bulunan Gençlik ve
Spor Bakanlığı’nın tesislerini kiraladık. 2014 yılına kadar 11 yıl da orada sür-
175
dürdük yaz okulunu. Bu satırların yazıldığı tarihte kira sözleşmesi sona erdiği
için muhtemelen yeni bir yaz okulu hazırlığı gerekiyor.
İngiltere ve ABD’deki yaz okullarına alternatif olarak düşündüğüm yaz
okulu uygulaması beklediğim gibi olmadı. İlk yıllarda yabancı öğretmenler
de getirdiğimiz halde kendi öğrencilerimizin dışında fazla talep olmadı. Oysa
ben bütün Türkiye’den yaz tatili boyunca binlerce öğrencinin bu hizmetten
yararlanmasını istiyordum. Belki de biz yeterince duyuramadığımız için beklenen ilgiyi görememiştik.
Ülkemizdeki eğitim sisteminin önemli yanlışlarından birisinin de uzun
yaz tatili uygulaması olduğu bir realitedir. Bu kadar uzun sürede öğrencilerin
zamanlarını verimli şekilde değerlendirebilecekleri program ve organizasyonların olmaması ciddi bir eksikliktir. Cumhuriyetimizin kurulduğu yıllarda
nüfusumuzun yüzde 85’den fazlasının köylerde yaşadığı dönemde, çocukların
kırsalda yaşayan ve temel uğraşısı tarım olan ailelerine katkıda bulunmaları amacıyla düzenlenmiş bulunan eğitim takvimi bugün yüzde 80’den fazlası kentlerde yaşayan aileler için bir avantaj değil, dezavantaj yaratmaktadır.
Uzun süre okul dışında kalan çocukların sayısız tehlike ve tehditler altında
oldukları, ayrıca ailelere de ciddi külfet getirdikleri bir gerçektir.
Son yıllarda öğrencilerin bu “ölü” zamanlarını, sistemden kaynaklanan
bir boşluğu da değerlendirmek, daha doğrusu istismar etmek için kullanan ve
bundan ciddi miktarda rant elde eden dershaneler tarafından değerlendiriyorlar. Dershanelerin eğitim açısından öğrencilere herhangi bir şey kazandırdıklarına hiçbir zaman inanmadım. Ve hiçbir zaman dershaneleri birer eğitim
kurumu olarak görmedim. Eğitim sistemimizin en büyük yanlışı olan merkezi
sınavlar nedeniyle böyle bir ihtiyaç yaratılarak dershanecilik yaygınlaştırıldı
ve kalıcı hale getirildi. Sistemden kaynaklanan bu yanlış uygulamadan dolayı her yıl sayısı milyonlarla ifade edilen öğrencilerin zamanını çaldığı gibi,
okulları işlevsizleştiriyor ve milyarlarca dolarlık maddi kaynak çöpe atılıyor.
12 Eylül cuntasının en başarılı öğretmenleri, siyasi gerekçelerle görevlerinden alınmasıyla başlayan ve daha sonra da çeşitli ekonomik ve sosyal
nedenlerle devam eden süreçte en başarılı öğretmenler dershanelere geçmek
zorunda bırakıldılar. 1984 yılında incelemede bulunmak amacıyla ziyaret ettiğim Ankara Fen Lisesi’nde bunun en çarpıcı örneğini görmüştüm. Bütün ülkenin en başarılı öğretmenleri arasından sınavla seçilerek alınan öğretmenler
bir müddet sonra ayrılıp dershanelere geçiyorlardı. Mersin’de bulunan başarılı
dershane kurucuları ve öğretmenlerinin hemen hepsi yakınen tanıdığım ve
samimi olduğum arkadaşlarımdı. Onları da her vesileyle dershaneler konu-
176
sundaki görüşlerimi çoğu kez kendilerini üzmek pahasına da olsa açık yüreklilikle paylaşırdım.
O nedenle zaman zaman okulların önüne geçmelerine ve okulları gölgede bırakmalarına rağmen dershane açmayı hiç düşünmedim. Hatta bir tarihte
Mersin’in kent merkezinde bulunan bir iş merkezinin bir katının tamamına yakınını (yanlış hatırlamıyorsam 20 küsür dükkân), kendisi dostum olan Selim
BİRSÖZ’ün ısrarıyla kendisinden satın almıştım. Bir ara öğretmen ve idareci
arkadaşlarımın da teşvikiyle, son derece müsait olan bu binada bir dershane
açmayı aklımdan geçirdiysem de derhal vazgeçtim ve ertesi yıl bu dükkânları
“zincir dershane” tabir edilen bir dershaneye önce kiraladım, bir zaman sonra
da aynı dershaneye sattım. Bu dershane halen kentimizin en önemli dershanelerinden biridir.
Göreve başladığım 1971 yılından bugüne kadar (43 yıldır) her zaman
birden fazla, bazen aynı zamanda birkaç işim oldu. Plak, kaset, parfümeri,
bijuteri, toptan perakende, konfeksiyondan kafeterya işletmeciliğine, kitap,
kırtasiye, kuru kahve ticaretinden emlakçılığa, turizmden inşaatçılığa kadar
birçok işler yaptım. 1975-1976 yıllarında yaptığım ve o günün koşullarına
göre çok kârlı bir iş olduğunu gördüğüm emlakçılık işi ile dershaneciliği hiç
sevmedim. Bunun dışındaki bütün işleri, eğitimciliğimin yanında ek iş olarak
ve zevkle yaptım. Ve hiçbirinden pişmanlık duymadım. Bir buçuk yıl kadar
süren emlakçılık işini ve dershaneciliği asla düşünmedim. Her türlü girişimciliği seven birisi olarak bu iki sektöre karşı olan tutumumun psikolojik bir
önyargıdan kaynaklandığını düşünüyorum. Ki bu durum gerçekten de incelemeye değerdir.
İlk günden beri sistemin bir zaafından kaynaklandığına ve eğitime
maddi ve manevi açıdan birçok zararlar verdiğine inandığım dershaneler çarpık sistemden beslenerek büyük bir güç odağı haline geldiler. Hiç unutmam;
12 Eylül cuntasının en etkili olduğu 1981 veya 82 yılının yaz tatilinde, bir
akşam haber bültenlerinde bütün kanallarda dershanelerin kapatıldığı haberi
verildi. Askeri cuntanın Milli Eğitim Bakanı Hasan SAĞLAM PAŞA kararı
bizzat açıklamıştı. Ertesi gün bütün gazeteler manşetten yayınladılar haberi.
O sırada İstanbul’da bulunuyordum. İstanbul’daki prodüksiyon şirketimizin
bulunduğu çarşıda faaliyet gösteren “Unkapanı Dershanesi”nin yöneticileriyle
tanışıklığımız olduğu için kendilerine ‘geçmiş olsun’ demek için ziyaretlerine gitmiştim. Dershane müdürü kendinden emin bir ifadeyle, “Kapatamazlar,
güçleri bize yetmez” demişti.
Dershane müdürünün bu ifadesi bana hiç de inandırıcı gelmemişti. Zira
177
cunta yönetiminin isteyip de yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Gerçekten de
güçleri cunta yöneticilerinin güçleri yetmedi ve dershaneler kapanmadığı gibi
ülke genelinde kurdukları dernek, vakıf ve birliklerle çok daha fazla örgütlendiler ve hızla yurt sathında yaygınlaştılar.
Sosyoloji biliminde temel ilkedir. “Bir sosyal sorun kronik hale geldiyse, mutlaka bundan yararlanan rant çevreleri vardır.” Ülkemizdeki dershanecilik bunun tipik bir örneğidir. Yaklaşık yarım asırdan beri kronik bir eğitim
sorunu olan dershaneler, günümüzde (2014 yılının başından itibaren) artık bir
milli eğitim sorunundan öte, bir devlet sorunu ve hatta rejim sorunu haline
geldi…
Yaz okulu ve eğitim kamplarının ülkemiz için önemli bir seçenek olduğu kanaatimi hala muhafaza ediyorum. Eşsiz iklim, doğa, tarih ve insan
gücü imkânlarına sahip olan ülkemizin her yıl milyarlarca dolar maddi gelir
ve sınırsız ölçülerde tanıtım imkânı sağlayan İngiltere’nin “yaz okulu” uygulamalarından elde ettiği kazançtan daha fazlasının bu yolla sağlanabileceğine
inanıyorum. En azından 20 milyon öğrencimizin bu yolla önemli kazanımlar
elde edeceklerini düşünüyorum. Bu eşsiz potansiyelin neden değerlendirilemediğini anlamak gerçekten de mümkün değil.
YILAN HİKÂYESİNE DÖNEN OKUL ARSASI İLE İLGİLİ
DAVANIN YENİ VERSİYONLARI
Tapu iptal davasının aleyhimize kesinleşmesi ve men-i müdahale davasının da yerel mahkeme (Mersin 2. Asliye Hukuk Mahkemesi) tarafından
davacılar lehine karar verilmesinden sonra hukuken yapabilecek bir şey kalmamıştı. Ve son çare olarak Mayıs 1993’te “tescil davası” açmıştık. Bu sırada
tapu da el değiştirmişti.
Bu arada kredi talebimiz nedeniyle Vakıflar Bankası Müdürünün isteği
üzerine tapuda cins tashihi yapmıştık. Bu nedenle gayrimenkulümüzün cinsi
arsa olarak değil, “ÖZEL TOROS LİSESİ VE MÜŞTEMİLATI” olarak görünüyordu. Dolayısıyla Yüksekbaş Holding’in satın aldığı gayrimenkul tapusu
“Özel Toros Lisesi ve Müştemilatı”na aitti. Söz konusu holding önce ortaklık teklifi, bu olmayınca fedaileriyle bizi sürekli taciz ederken, diğer yandan
Mersin Valiliği ve Milli Eğitim Müdürlüğü kanalıyla da binaları boşaltmamız
hususunda yazılı emirler geliyordu.
Konu ile ilgili olarak Vali Bey, Milli Eğitim’den Sorumlu Vali Yardımcısı ve Milli Eğitim Müdürü’ne “tahliye davası ile ilgili kararın henüz temyiz-
178
de olduğu ve bu davaya karşı bizim açmış olduğumuz tapu tescil davasının
devam ettiğini, kendileriyle görüşmek suretiyle ısrarla anlatıyordum. Sonunda
Vali Bey’in emriyle Milli Eğitim Müdürü Osman GENÇ’in makamında, Vali
Yardımcısının başkanlığında Milli Eğitim Müdürü ve karşı tarafın vekili Av.
Çetin BERKÖZ’ün katıldıkları bir toplantı düzenlendi. Toplantıda, arsa bağışı
ile ilgili olayları ve daha sonra yaşadıklarımızı uzun uzun bütün ayrıntılarıyla
tekrar anlattım. Yerden göğe kadar haklı olduğumuz ve büyük bir haksızlığın
yapıldığını herkes kabul ediyor, ancak mevzuat ya da şeriatın kestiği parmak
anlayışıyla kimse yardımcı olmuyordu. Karşı tarafın vekili anlattıklarıma hiçbir itirazda bulunmadan ve son derece duygusuz bir ifadeyle, “Biz hikâyenizi
bilmeyiz ve bizi ilgilendirmez. Elimizde, tapumuz var, mülkümüzü teslim etmenizi istiyoruz…” gibi bir ifadede bulununca dayanamadım ve 1979’da, icra
memurlarının okulun eşyalarını dışarı taşırken gösterdiğim tepkinin aynısını
gösterdim. Zaten hikâyeyi anlatırken oldukça gerilmiş ve duygusallaşmıştım.
Avukata, “Sen nasıl insansın? Sen bir tetikçisin…” şeklinde hakaretamiz ifadelerle toplantıyı terk etmiştim.
Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürlüğü’nden de Mersin Valiliği kanalıyla “okul binalarının yeni sahipleri” ile
kira anlaşması yapmamızı, aksi takdirde okulumuzun kapatılacağını bildiren”
resmi yazı geldi. Böyle bir haksızlığa katlanmak mümkün değildi. Ayrıca istesek dahi bu kadar gerginlikten sonra bir kira anlaşmasının imkânsız olduğu
belliydi.
İçel Milli Eğitim Müdürlüğü’nün Özel Öğretim Kurumları büro şefi Fadime MADANOĞLU, bütün camianın takdir ettiği iyilik timsali bir insandı.
Eşi, okulumuzda beden eğitimi öğretmeni olarak görev yapıyordu. Babası ve
ağabeyi samimi dostlarımdı. Kendisini de öz kardeşim kadar severdim. Fadime Hanım, 1994 yılı başından itibaren zaman zaman yanıma gelir ve Vali
Bey’in ısrarı ile Milli Eğitim Müdürü’nün sıklıkla okulumuzun kapatılması
ile ilgili resmi yazının yazılmasını istediğini, kendisinin de bunun yasal olmadığını söyleyerek emre uymadığını naklederdi. Nitekim hukuki yollar henüz tüketilmemişti. Buna rağmen Bakanlık ve il yöneticileri bu konuda ısrar
ediyorlardı. Hemen her hafta Fadime Hanım’dan aynı şeyleri duyuyordum.
Yanılmıyorsam 1994 yılının sonları veya 1995 yılının ilk aylarıydı. Fadime
Hanım’a, “Valilikteki dosyamıza bir bakabilir misin? Acaba Bakanlığımızın
resmi yazılarının dışında herhangi bir belge var mı?” dedim.
Zira okulun kapatılması konusunda ısrarcı davranan il yöneticilerinin
haklı olduğumuza inandıklarını ve okulun kapanmasından rahatsızlık duy-
179
duklarını hissediyor, onların da bir baskı altında kaldıklarını düşünüyordum.
Birkaç gün sonra Fadime Hanım okula geldi ve “Haklıymışsınız” dedi ve o
dönemde üst düzeyde ve çok etkili bir makamda görevli olan bir devlet yöneticisinin kartvizitini bulduğunu ve söz konusu zatın, okulumuzun tapu maliklerine teslim edilmesi hususundaki ricasının kartta yazılı olduğunu söyledi.
Mesele anlaşılmıştı. Yüksekbaş Holding’in Adana’da yaşayan çok saygın bir kişi olarak tanınmış bir Devlet Bakanının oğlu ile ortaklığı ve bazı
hükümet üyeleriyle yakın ilişkileri olduğunu kendileri söylemişlerdi. Bu durumda söz konusu etkili yöneticiye ulaşılmış, o kişi de, ellerindeki tapuyu görünce burada bir kanunsuzluk yapıldığına inanarak böyle bir ricada bulunmuş
olabilir diye düşündüm. Ve bu düşüncemi yakın dostum ve kader arkadaşım
olan Faruk GÜVENÇ’le paylaştım. Faruk Bey, Almanya’da yaşayan damadı
Dr. Yaşar BİLGİN’in söz konusu kişilerle tanışıklığı olabileceğini söyleyince,
Yaşar Bey’i telefonla aradık. Yaşar Bey, Gazeteci Yavuz DONAT’ın şu anda
kendilerinde misafir olduğunu ve söz konusu “etkili devlet adamı” ile samimi
görüştüklerini söyledi. Yaşar Bey’e aynen şöyle dedim: “Yavuz DONAT, söz
konusu kişiye şu mesajımızı iletsin: Mersin’de bulunan Toros Koleji ile ilgili
herhangi bir tavassut istemiyoruz. İl yöneticilerimize, okulumuzla ilgili olarak
hukuken ve vicdanen bir haksızlık yapılması konusunda herhangi bir talepte
bulunulmasın. Bu konuda yasalar neyi gerektiriyorsa onun yapılması konusunda talimat verilsin.
Aradan çok zaman geçmeden bir gün Fadime Hanım yanıma geldi.
Yüzü gülüyordu. Zira Milli Eğitim Müdürü kendisine; “Fadime Hanım haklısın, Toros Koleji ile ilgili kapatma yazısı için biraz bekleyelim” demiş. Biraz
daha zaman kazandığımız için ben de çok mutlu oldum. Tabi Fadime Hanım’a,
Yavuz DONAT’la ilgili ricamızdan söz etmemiştim.
Kentimizin önemli iş adamlarından İsa ÖNER, yardımseverliği ve cömertliğiyle tanınmıştı. Çocukları ilkokuldan liseye kadar öğrenimlerini okullarımızda yapmışlardı. 1986 yılında ilkokulumuzu açtığımızda herhangi bir
talebimiz olmadığı halde okula bir bilgisayar laboratuarı hediye etmişti. İşimiz icabı sık sık bir araya gelmezdik. Ancak bütün bayramlarda, yılbaşlarında
ufak tefek hediyelerini evimize göndererek bizi hatırlar ve mahcup ederdi.
Zira ben, mizacım gereği hediye almayı ve hediye vermeyi bilmem. Bunun
bir eksiklik olduğuna inanmama rağmen böyle bir alışkanlığım olmamıştı.
İsa Bey’in iyi bir insan olduğunu, her yıl narenciye bahçelerinin mahsulünü
kendisine satan Faruk Bey de söylerdi.
1984 yılında mahkeme kararıyla değiştirdiğimiz vakıf ana senedimizin
180
ilgili maddesine göre, herhangi bir nedenle görevden ayrılan daimi mütevelli
heyeti üyesinin yerine, belli koşullara göre yeni üye seçilir. Daimi üye Güvenç
ÇOPUR’un vefatı nedeniyle boşalan üyeliğe en uygun isim olarak İsa ÖNER’i
teklif etmiştim ve 05.06.1986 tarihinde Mütevelli Heyet kararıyla daimi üyeliğe getirilmişti.
Bankanın yönlendirmesi nedeniyle cins tashihi yapılan arsanın lise binası ve müştemilatına dönüşen arsa tapusunun değişmesiyle, Yüksekbaş’ların
bir yandan devlet baskısı, diğer yandan kaba kuvvetle ele geçirmek istedikleri
okul binalarının anahtarlarını almak üzere 10 Haziran 1994’te düelloya davet
ettiğim Mehmet YÜKSEKBAŞ, o arada binayı İsa ÖNER’e satmış.
Bir gün İsa Bey telefon ederek Hilton Oteli lobisinde kahve içmeye davet etti. Hal hatır sorulduktan sonra cebinden bir tapu senedi çıkarıp gösterdi
ve okulu aldığını söyledi. Tapuyu inceledim ve o günün rayicine göre epeyce
yüksek bir fiyata alınmıştı. “Çok pahalı olmuş ama sağlık olsun hallederiz”
deyip, arkasından, “Bize aldınız değil mi?” diye sordum; “Hayır, kendime aldım” deyince şaştım, kaldım. Oysa her toplantıda konu gündeme geliyordu ve
neredeyse gündemimizin tek konusu bu arsa davası hikâyesiydi. Ve kendisi
bunun en yakın tanıklarındandı.
Hatta kısa süre önce bununla ilgili bir konuda arabuluculuk yapmak istemiş ve kendisinin ofisinde okul binalarını muvazaalı şekilde kiralamış olan
Türkmen Koleji Müdürü Kudret ÜNAL’la birlikte Av. Çetin BERKÖZ’ün de
katıldığı Vakıf Yönetim Kurulu toplantısı organize etmişti.
Bu Türkmen Koleji hikâyesi de ayrı bir macera olmuştu. Milli Eğitim
Müdürlüğü’nden aldığımız bir bilgiyle okul binalarının Türkmen Koleji’ne
kiralandığı ve bina nakli için Valiliğe resmi müracaatlarını yaptıklarını öğrendik. Hatta başvuru dosyasındaki yerleşim planının başlığında “Özel Toros
Koleji Yerleşim Planı” ibaresi duruyordu. Nerden almışlarsa mevcut yerleşim
planımızı olduğu gibi dosyaya koymuşlar. Başlığını değiştirmeyi bile akıl edememişlerdi.
Bir gün okuldaki ofisimde otururken hepsi de samimi dostum olan
Türkmen Koleji’nin 3 ortağı ile Türkçe öğretmeni Ümit ALOĞLU ziyaretime
geldiler. Hoşbeşten sonra okul binalarını kiraladıklarını, yakında taşınmak
istediklerini, okulun demirbaşlarını bedeli mukabilinde satın almak istediklerini söylediler. Başımdan kaynar sular döküldü adeta. Çok sinirlendim ve bağıra çağıra, “Yazıklar olsun! Bize yapılmış büyük bir haksızlığa karşı yıllardır
mücadele verirken, hasımlarımızın günahına ortak olmak tetikçiliktir…” dedim. Herkes şaşırdı ve derhal odamı terk ettiler. Meslektaşım Ümit ALOĞLU
181
gitmedi. Beni sakinleştirmeye çalıştı ve biraz sonra o kendine has nazik ifadesiyle, “Pozcu Postanesi’nin köşesinde karşılaştık. Beni arabaya davet ettiler.
‘Toros Koleji’ne gidiyoruz. İşin yoksa sen de gel’ dediler. Geliş nedenlerini
yolda anlattılar. Ben onlara dedim ki, “Yanlış yapıyorsunuz. Siz Ali ÖZVEREN’i iyi tanımıyorsunuz galiba? Benim tanıdığım Ali ÖZVEREN, okulun
bir çakıl taşını dahi kimseye vermez” dediğini söyledi.
Doğrusu kendimde herhangi bir güç veya keramet vehmetmem. Mizaç
olarak da son derece munis bir insan olduğuma inanırım. Buna rağmen okulla
ilgili hususlarda son derece hassas olduğum bir gerçektir. Zira kutsal bir hizmet yaptığımıza ve bunu çok zor şartlar altında gerçekleştirdiğimize inanıyorum. (Örneğin Yüksekbaşların silahlı fedailerini okuldan kovup patronlarını
düelloya davet etmem, bu uğurda ölümü göze aldığımı gösterir. ‘Gelin anahtarları alabilirseniz alın!’ dediğim belalı insanlarla olan randevu yerine giderken yanıma herhangi bir silah almamam, hiç kimseye olaydan bahsetmemem,
emniyete dahi bilgi vermemiş olmamın tek izahı “ölüme gitmektir”.) Bugün
dahi salim kafayla düşündüğüm vakit, bunun başka bir izahının olmadığına
inanıyorum.
DAVADA YENİ BİR SÜREÇ BAŞLIYOR
Okulumuzun vekili, aynı zamanda yönetim kurulu üyemiz olan Av.
Savaş ERDOĞU’nun eniştesi olan Av. Muzaffer TERLİKSİZ ile görüşmemi
önerdi. Muzaffer Bey’i gıyaben iyi tanıyordum. Mersin’de inşaatı tamamlanan
ve çok sayıda tanıdığımın da ortağı olduğu ve şantiye şefliğini ilkokuldan sınıf
arkadaşım olan bir yakınımın yaptığı MERKO Yapı Kooperatifi’nin başkanı
olarak tanıyordum. O sırada Çukurova Elektrik A.Ş. ile ilgili ciddi bir tartışma
ulusal medyanın gündeminde idi ve söz konusu şirketin yönetimi kayyuma
bırakılmıştı. Kayyumun başkanı seçilen Av. Muzaffer TERLİKSİZ’in ismi
sık sık ulusal medyada geçiyordu. Savaş Bey’le birlikte ofisinde ziyaret ettik. Olayı kısmen biliyordu. Bütün ayrıntıları ve mahkeme safahatını anlattık,
haklılığımıza inandığını söyledi ve avukatımız olmayı kabul etti. Tescil davamızdaki ilk duruşmada, Yargıcın taraflı olduğunu iddia etti ve reddi hâkim
talebinde bulundu. Talep kabul edildi ve hâkim davamızdan çekildi. Artık
bütün duruşmalara ben de katılıyordum. Reddedilen hâkimin yerine bakan
hâkim de birkaç duruşmadan sonra aleyhimize karar verdi. Zira daha önceki
duruşmalarda tayin edilen bilirkişi, acayip bir hesapla arsa üzerine bilmem
ne kadar dairelik bir site yapılacağını, kat karşılığı yapsatçıya verildiğinde
arsa payı olarak 30-40 daire alınacağını, o günkü fiyatlarla dairelerin toplam
182
değerinin okul binalarından fazla olduğunu rapor etmişti. Hâkim, bilirkişi raporuna dayanarak tescil davamızı reddetti.
Yerel Mahkemenin kararını temyiz ettik. Dosyamız, Yargıtay 14. Dairesi’ne gitti. Murafaalı (duruşmalı) temyiz talebinde bulunmuştuk. Muzaffer Bey, bununla ilgili birçok içtihatların yanında hukuk otoritesi olan emekli
yüksek mahkeme üyelerinden de yazılı görüş alarak dosyaya koymuştu. Nihayet 23 Aralık 1997 günü duruşma yapıldı. Duruşmada İsa ÖNER ve Avukatı
da bulunuyordu. Muzaffer Bey, 650. maddeye göre iyi niyetli olduğumuzu,
şartsız ve bedelsiz hibe edilen arsamız üzerine ruhsatlı okul binası inşa ettiğimizi ifade etti. Karşı taraf da iyi niyetli üçüncü kişiler olarak binaların kendilerine verilmesi şeklinde ifadelerde bulundular. Daha sonra talebim üzerine
bana söz verildi. Hikâyeyi baştan sona uzun uzun anlattım. Mahkeme Heyeti,
sonuna kadar dikkatle dinlediler ve duruşma bitti. Bir-iki saat sonra kararı
öğrendik ve bir suretini temin ederek yanımıza aldık. Karar lehimize çıkmıştı.
Kararda, okul binaları bize verilmiş, arsa bedeli olarak da bağışın yapıldığı
tarihteki bedel baz alınarak sembolik bir değer çıkmıştı.
Bizim için bu karar bir zaferdi. Hasan PULUR’un ifadesiyle, “Ankara’da hâkimler olduğuna” yürekten inanmış ve ‘er ya da geç hak yerini bulur’,
‘doğruluk yıkılmaz’ atasözlerinin gerçek olduğunu görmüştüm.
Aynı günün akşamı uçakla Mersin’e dönerken İsa ÖNER’in de aynı
uçağın businessklâs bölümünde oturduğunu gördüm. Kendisi beni görmezlikten geldi ve selamlaşmadık. Ertesi gün Yargıtay ilamını tapu dairesine götürünce gördük ki aynı günün tarihiyle Ege Bank adına 200 milyar liralık ipotek
konmuş. O günün koşullarında baya büyük bir rakamdı ve duruşma gününe
denk gelen tarihte ipoteğin konmuş olması muvazaa olduğunun kanıtıydı. Zaten kısa süre sonra banka battı. İsa Bey’de rahmetli oldu. Kaşla göz arasında
nasıl becermişler hayret ettik.
Yerel mahkeme Yargıtay kararına uydu ve tapu tescil davamız kabul
edildi. Karşı tarafın temyiz hakkı vardı ve mahkemede temyiz haklarını kullanacaklarını bildirdiler. Ancak yıllarca bu haklarını kullanmadıkları için karar bir türlü kesinleşmedi. Yıllarca bekledik. Toros Üniversitesi’nin kuruluşu
sırasında üniversiteye devredeceğimizi taahhüt ettiğimiz bu tesisleri, karar
kesinleşmediği için bir türlü tapu devir işlemlerini yapamıyorduk. İsa ÖNER,
Yargıtay kararından kısa süre sonra vefat etmiş, varisleri reddi miras bulunmuşlardı. Ancak, çocuklarından birisi, reddi miras yapmamıştı. Muhatabımız
o idi. Sürekli talebimize rağmen bir türlü yasal prosedür işletilmiyordu. Bir
yandan da YÖK, taahhüdümüzün yerine getirilmesi hususunda uyarıda bulu-
183
nuyordu. Sonunda mahkeme harcını ödemek suretiyle onlar adına temyiz işlemini başlattık ve süreç tamamlanarak Mersin 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin
10.04.2011 tarih ve 1998/547 Esas 2001/296 karar numarasıyla kesinleşti. Gerekli işlemler yapılarak binaların tapusu Toros Üniversitesi’ne devredildi. Bu
sırada uzun yılların ihmali neticesinde metruk duruma gelmiş olan binaların
restorasyon çalışması devam ediyordu. Tapu dairesindeki işlemleri bitirince
doğru şantiyeye gittim ve bir kurban kestirip işçilere dağıttım. 1979 yılında
tek katlı küçücük bir okul olarak başladığımız bu tesisler, şimdi çok görkemli
bir üniversite binası olacak şekilde restore ediliyordu. Ne büyük mücadele ve
ne büyük bir mutluluktu benim için.
“Şeytan azapta gerek” derler ya doğru. Tapu tescil davasını kazanmamıza rağmen, kararı tapu dairesine ulaştırmadan muvazaalı şekilde Egebank’a yapılan ipotek sürpriz bir şekilde karşımıza çıktı ve tesadüfen haberdar
olmasak, davayı kazandığımız halde okul binalarını kaybediyorduk. Yargıtay
kararından 2 yıl sonra 25 Ağustos 1999’da bir telefon geldi. Arayan, İstanbul
Barosu Avukatlarından Handan İLAĞA idi. Avukat hanımla tanışmıyorduk.
Ağabeyi Hakan İLAĞA Mersin’de bir kaptan okulu açmış ve zaman zaman ziyaretime geliyordu. Denizcilik konusundaki projeleri çok hoşuma gidiyordu.
Denizcilik Müsteşarlığı’na bağlı olarak açtığı okulda gemi adamları yetiştirmek istiyordu. Ben de çok isabetli ve yararlı bir hizmet olarak gördüğüm bu
çalışmalarını takdiren her türlü katkıyı yapabileceğimi söyledim. Anlaşılan
kız kardeşine bizden bahsetmiş, O da tesadüfen öğrendiği olayı bana bildirmişti. Handan Hanım, telefonda bana, “Egebank’ın İstanbul 6. İcra Mahkemesi’nde açmış olduğu 1999/15606 sayılı davaya istinaden söz konusu mahkemenin talimatıyla Mersin 4. İcra Mahkemesi’ 1999/1475 kararla ve talimatla okul
binalarınızın satışı yapılıyor” dedi.
Hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Derhal Avukatımız Muzaffer TERLİKSİZ’i aradım. Sekreteri, Yalova’da tatilde olduğunu söyledi, kendisiyle irtibat
kuramadım. Av. Savaş ERDOĞU’nun da tatilde olduğunu söylediler. Hemen
Av. Mustafa ERDOĞDU ile görüşerek, kendisine ve Handan İLAĞA’ya birer
vekâlet çıkardım. Derhal harekete geçerek satışın iptali için hem İstanbul 6.
İcra Mahkemesi’ne hem de Mersin 4. İcra Mahkemesi’ne müracaat edildi ve
satış durduruldu.
Daha sonra Hakan İLAĞA’ya, kız kardeşinin bu iyiliğinden dolayı binaları sembolik bir bedelle kiraladım. Kira bedeli olarak, binaların bakım
onarımları yapılacaktı. Handan Hanım’ın hazırlamış olduğu sözleşmeyi, kendilerine duyduğum şükran ve güven duygusu nedeniyle ayrıntılara girmeden
184
imzaladım. Denizcilik Müsteşarlığı’na bağlı olarak açılan okul, daha sonra
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Fakat pek başarılı olamadılar. Birkaç ay
sonra binanın idari bölümü yandı. O sırada tesadüfen binaya yakın bir yerdeydim. İlk önce ben yetiştim. İtfaiyeye bildirdik, kısa zamanda itfaiye yetişti
ama çatısı ve doğramaları ahşap olan idari bölüm kısa sürede tamamen yandı.
Kendilerini teselli etmeye çalıştım ve inşaat ekibimizi görevlendirerek
binayı kısa zamanda onardık. Bir iki sene daha mevcut haliyle eğitim faaliyetini sürdürdü fakat başarılı olamadı. Bu arada 3 yıllık kira süresi de dolmuştu.
Kendisi de deniz kenarında bir yer bulduğunu, oraya taşınacaklarını söylüyordu. Taşınacakları günü beklerken, baktık ki YÖK’e bağlı yüksekokul statüsüne geçmiş. Kira sözleşmesini OMEGA Limited Şirketi’yle yapmıştık. Şirketler yüksekokul açamazdı. Nasıl olduğunu sorduğumda, “Bir vakıf kurduk
ve yüksekokulu vakıf adına açtık” dedi. Meğer kira sözleşmemizde, şirketin
binaları kiraya verebileceğine dair bir hüküm bulunuyormuş ve bu hususu fark
edememişiz. Mahkemelik olduk ama yıllarca tahliye ettiremedik. Yüksekokul
statüsüne geçince öğrenci sayısı arttı ve ciddi gelişmeler gösterdi. Ancak nasıl
olduysa Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), bu yüksekokulu kapattı ve yasa gereğince Mersin Üniversitesi’ne devretti. Birkaç yıl Mersin Üniversitesi buradaki eğitim-öğretim hizmetini sürdürdü. Birçok uğraşmalar sonunda nihayet
20.10.2011 tarihinde kendi binasına taşınarak okulu bize bıraktı.
Gerek OMEGA Şirketi’nin kurduğu Rota Denizcilik, gerek İlağa Vakfı
döneminde ve gerekse Mersin Üniversitesi’nin kullandığı süre içinde okul binaları o kadar hor kullanılmıştı ki binaları teslim aldığımız zaman kelimenin
tam anlamıyla metruk durumdaydı. Güvenilir ve yetkin mimarlar tarafından
çizilen restorasyon projesine uygun olarak Aralık 2011 tarihinde başladığımız
restorasyon çalışmalarımızı, Eylül 2013 tarihinde tamamladık. Bina, tesis ve
peyzaj çalışmalarıyla son derece estetik, modern, fonksiyonel bir kampüs olarak 2013-2014 akademik yılın başından itibaren “Toros Üniversitesi 45 Evler
Kampüsü” adıyla hizmete sunuldu.
İsa ÖNER, olayları biliyordu. Ancak Yüksekbaşlar ona nasıl takdim etmişlerse bize göre bir yanılgıya düşmüştü. Hilton Oteli’ndeki ilk görüşmemizde okulu satın almış olmasını sıradan bir olay gibi ifade etmiş ve bu anlayış
beni çok şaşırtmıştı. O güne kadar yapılan bütün toplantılarda ifade ettiğim
şeyi hatırlatarak, bu okulu büyük emeklerle yaptığımızı, şahsen bu işe bütün
hayatımı vakfettiğimi ve hiçbir şekilde gasp edilmesine katlanamayacağımı
ifade etmeme rağmen, gayet sakin bir tavırla, “Okul binalarının bedelini ödeyeceğim…” şeklinde geçiştirmişti.
185
Nitekim 18 Nisan 1997 tarihinde Avukatı Yahya ÖNER, bir mahkeme
heyetiyle okula gelip bir keşif yaptılar, değer tespitiyle ilgili. Buna itiraz ettik.
Zira 05.02.1993 tarihinde açtığımız tapu tescil davamız henüz kesinleşmemişti. Durumu avukata ve mahkeme üyelerine anlattıysam da dinlemediler, bir
şeyler yazıp gittiler.
Anlaşılan İsa Bey, Yüksekbaşların başaramadıklarını, kendisinin başaracağına inanmış ve binayı ele geçirmekte kararlıymış. Nitekim bu arada bir
özel okul açma faaliyetine başlamış ve kurucu müdür olarak, 1980’li yıllarda
açılan İçel Anadolu Lisesi’nin ve daha sonra açılan Özel Türkmen Koleji’nin
de kurucu müdürlüğünü yapmış olan samimi arkadaşım Kudret ÜNAL’ı seçmişti. Kudret Bey aramızda bir uzlaşma sağlamaya çalıştıysa da bu konuda
ısrar etmemesini, aksi takdirde dostluğumuzun bozulacağını söyleyerek mevzuyu kapatmıştım. Buna rağmen Kudret Bey’in, zaman zaman gizlice okula
gelip gittiğini, hatta PTT’den İsa ÖNER adına okula bir telefon hattı çektirdiğini öğrenmiştim.
13 Mayıs 1997 tarihinde, okul binasının basıldığı ve kapıların kilitleri
kırılarak eşyalarımızın dışarı çıkarıldığı haberi geldi. O sırada Bozyazı’dan
gelmiş olan Faruk Bey’le beraber okula gittik. Arkamızdan okul çalışanlarından da birkaç kişi geldi. Manzara dehşet vericiydi. Okulun etrafı çevik kuvvet
polisleriyle çevrilmişti. Okul bahçesinde 3 kamyon duruyordu. İsa Bey fabrikasında ve bahçelerinde çalışan bütün işçileri kamyonlarla getirip okulun
içine salmış ve onlar da okul eşyalarını içeriden çıkarıp gelişigüzel bahçeye
atıyorlardı. İsa Bey’in kendisi veya avukatı meydanda yoktu. İşçiler kendi aralarında organize olmuşlar, icra memurunun denetiminde okulu boşaltıyorlardı. Operasyon, emniyet güçlerinin gözetiminde yapılıyordu.
Bu manzara karşısında soğukkanlı davranmak mümkün değildi. Sinirden kendimi kaybettim ve bağıra çağıra rast gele insanların üzerine yürüdüm
ve büyük bir arbede çıktı. İsa Bey’in işçileriyle okul elemanları da çatışmaya
girmişlerdi. İsa Bey’in yüzlerce işçisi, birkaç kişi olan okul çalışanlarını darp
ediyorlardı. Elemanlarımızdan Sami GÜVENÇ ile Mehmet DURGAÇ’ın yaralandıklarını gördüm. Bu arada okul dışında bulunan çok sayıda çevik kuvvet polisleri bahçeye girerek kavgayı araladılar. Ve beni, Faruk Bey’i, Mehmet
DURGAÇ ve Sami GÜVENÇ’i semt karakoluna götürdüler.
Karakolda bir odaya alındık ve bekletmeye başladılar. Akşam geç saatlerde ifademiz alındıktan sonra polis eşliğinde emniyet müdürlüğüne götürüldük. Orada kısa süren bir işlemden sonra üzerimizde bulunan şahsi eşyalarımızla, kravat, kemer gibi şeyler alınıp bizi nezarete attılar. Neyse ki Sami
186
GÜVENÇ ve Mehmet DURGAÇ’ın yaraları hafifti. Nezarette beklemeye başladık. Hayatımda ilk defa nezaret görüyordum. İçeride tinerci, hırsızlık, gasp
gibi adi suçlardan yakalanmış çoğu genç birçok insan vardı. Bu arada biri beni
tanıdı. Bana da yabancı gelmedi siması. Meğer 1991’deki seçimlerde milletvekilliği aday adaylığım sırasında bizim ekipte çalışmış. Oldukça konuşkan
birine benziyordu. Faruk Bey de daha önce böyle bir olayla karşılaşmamıştı.
Kelimenin tam anlamıyla şaşkın durumdaydık. En çok da kravat ve kemerlerimizin, (hatta yanılmıyorsam ayakkabılarımızın da) alınması bizi çok utandırmıştı.
Anlaşılan İsa Bey, devlet katındaki tüm gücünü göstererek bize gözdağı
veriyordu. Bu arada dışarıda ne olup bittiğini bilmiyorduk. Bir ara dostumuz
Ahmet GÜL geldi ve teselli etmeye çalıştı… Gece saat 01.00’e doğru bizi nezaretten alıp semt karakoluna getirdiler. Karakolda ailelerimizle birlikte çoğu
siyasetle ilgili olan çok sayıda arkadaş ve dostlarımız bekliyorlardı. Meğer biz
nezaretteyken sağa sola haber verilmiş ve sonunda olay, o sırada Mersin Milletvekili olan Oya ARSLI’ya intikal etmiş, Oya Hanım’ın Vali Bey’den ricası
sonunda bizi bırakmışlar.
İsa ÖNER’in, Valilik, Adliye ve Emniyette oldukça hatırı sayılır bir
konumda olduğunu yaşayarak öğrenmiştik. Ama her şeye rağmen ertesi gün
okulun kilitlerini yeniledik ve eşyalarımızı tekrar içeriye taşıyarak mahkeme
sonucunu bekledik ve kazandık. Yani hak yerini buldu!
187
III. BÖLÜM ÜNİVERSİTE FİKRİ VE DİĞER ÇALIŞMALARIMIZ 188
189
ÜNİVERSİTE AÇMA FİKRİ VE KAMPUS ARAZİSİ ARAYIŞI
12 Eylül Askeri Cuntası tarafından Kurucu Meclis olarak görevlendirilen Danışma Meclisi’nin Prof. Dr. Orhan ALDIKAÇTI başkanlığında oluşturduğu Anayasa Komisyonu, aşağı yukarı 1 yıllık bir çalışma sonunda yeni bir
Anayasa metni hazırlandı. Danışma Meclisi’nin onayından sonra en yüksek
karar mercii daha doğrusu tek karar mercii olan ve 5 generalden oluşan Milli
Birlik Komitesi’nin yaptığı rötuşlardan sonra, (zaten anayasa metni hazırlanırken de her maddesi komitenin görüşü alınarak hazırlanıyordu) halkoyuna
sunuldu ve % 93 gibi ezici bir oy oranıyla kabul edilerek yürürlüğe girdi.
Yeni Anayasanın 130. maddesi kâr amacı olmayan vakıflara üniversite
ve yüksekokul açma imkânı sağlıyordu. Bütün antidemokratik hükümlerine
karşın anayasanın bu maddesi beni oldukça heyecanlandırmış ve sevidirmişti. Anayasa yürürlüğe girer girmez hemen yönetim kurulunu topladık ve ana
senedimizin amaç maddesine, “üniversite kurma” hükmünün eklenmesine
karar verdik ve resmi işlemlere başladık.
Vakıf senedini değiştirmek için önce Vakıflar Genel Müdürlüğünden
muvafakat almak gerekiyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğünün değişiklik talebini uygun görmesi halinde senet değişikliği için Asliye Hukuk Mahkemesine
dava açmak gerekiyordu.
Mersin Eğitim Vakfı Mütevelli Heyetinin 07.07.1982 tarih ve 82/09 sayılı kararıyla değişiklik teklifimiz ve bununla ilgili gerekçeleri ayrıntılı olarak
ifade ettiğimiz resmi yazımızı elden Vakıflar Genel Müdürlüğüne sunduk. Vakıflar Genel Müdürlüğü gerekli incelemeyi yaptıktan sonra Genel Müdür Yardımcısı Necip AKA imzasıyla “… yazınızda izah edilen gerekçelere ve vakıf
senedinizde ekli metne göre değişiklik yapılması uygun görülmüştür.” Şeklindeki ifadesini içeren 903.Tes.1/17-82-17/7 sayılı yazıyla talebimize olumlu
cevap verdiler.
Vakıflar Genel Müdürlüğünün muvafakatini gösteren yazı ve ana senette vakıf ana senedininde yapılması düşünülen değişiklik hususunda Asliye
Hukuk Mahkemesine müracaat ettik. Ancak, sıkıyönetim uygulaması devam
ettiği için ilgili mahkeme değişiklik için sıkıyönetim komutanlığından izin almamız gerektiğini bildirerek başvurumuzu işleme koymadı. O zamanki mevzuata göre sıkıyönetim komutanlığına doğrudan müracaat edemediğimiz için
21.09.1982 tarih ve 82/10 sayılı yazıyla İçel Valiliğine müracaat ederek 1402
sayılı sıkıyönetim yasası gereğince Mersin Eğitim Vakfı ana senedinde yapılmasını istediğimiz değişiklik için sıkıyönetim komutanlığından izin alınması
190
talebinde bulunduk. Araştırmalarımdan edindiğim bilgilere göre Türkiye’de
Vakıf Üniversitesi kurulması hususunda teşebbüste bulunan ilk kurumlardan
birisi ve belki de ilk vakıf Mersin Eğitim Vakfıdır. Ancak, ne gariptir ki 1982
yılında teşebbüste bulunduğumuz Toros Üniversitesinin kurulması ancak
tamı tamına 27 yıl sonra 07.07.2009 tarihinde mümkün olmuştur.
İnanıyorum ki bu durum kendi alanında bir rekordur. Son derece önemli bir toplumsal hizmeti gerçekleştirebilmek ve ülkemizin en hayati meselesi
olan eğitim alanında katkıda bulunmak için 27 yıl inatla ve sabırla mücadele
etmiş olmanın başka bir örneği olduğunu sanmıyorum.
Bir yandan kolejdeki eğitimin kalitesini arttırmak, yabancı dilde eğitime geçmek ve fiziki şartları en mükemmel düzeye çıkarmak için çaba gösterirken, diğer yandan üniversite kurma planları yapıyorduk.
Bununla ilgili olarak o zamanki Valimiz Mersin Valisi Sayın Sabahattin ÇAKMAKOĞLU, bir gün beni makamına çağırdı ve çalışmalarımız
hakkında bilgi istedi. Olup bitenleri ve planlarımızı ayrıntılı şekilde anlattım.
Kampus arazisi olabilecek hazine arazilerinin araştırılmasını ve bu konuda
Defterdar Bey ile görüşmemi tavsiye etti. Defterdar Bey ile görüştüm. Kadastro Müdürünü çağırdı ve müdürün görevlendirdiği kadastro memuru Dergi
ÖZER Bey ile haritayı aldık ve günlerce Mersin ve mücavir alanları taradık.
Birçok hazine arazisi vardı kâğıt üzerinde. Ancak tamamına yakını işgal altındaydı. Sadece Kuyuluk, Güneykent ve Kazanlı semtlerinde kampüs yapılmaya müsait araziler bulunuyordu.
Önce Kazanlı’daki arazi ile ilgili araştırma yaptık. Belediyenin muvafakati gerekiyordu. Kazanlı Belediye Başkanı Menaf Bey’le görüştüm. Olumlu
yaklaştı ve Meclis üyeleriyle görüşerek bize döneceklerini söyledi. 10 Aralık
1986 günü Meclis üyeleriyle birlikte ziyaretime geldiler. Kazanlı’da bulunan
arsa, denize sıfır, geniş bir araziydi. Meclis üyeleri, önce beldeye nasıl bir
hizmetimiz olacağını sordular. Kendilerine, böyle bir eğitim kampusünün
beldeye getireceği sosyal, kültürel ve ekonomik katkıları anlattım. Beldeye
anahtar teslimi bir ilkokul veya lise ya da meslek lisesini, bütün araç gereçleriyle yapıp, kendilerine teslim edebileceğimizi ve ayrıca belediye başkanı ve
kendilerinin belirleyecekleri bir meclis üyesini yani 2 kişiyi Mersin Eğitim
Vakfı Mütevelliler Heyeti üyeliğine alabileceğimizi, belediye başkanı ve meclis üyelerine kolejde birer öğrenci kontenjanı vererek, bu öğrencilerin sınavsız
ve ücretsiz okutulacağını teklif ettim.
Hiçbir tepki vermediler, boş bakışlarla yüzüme ve birbirlerine bakıyorlardı. Tekrar sordular, “Bizim kazancımız ne olacak?” dediler, “Ne verecek-
191
siniz?” diye tekrar sordular. “Galiba anlatamadım” dedim ve teklifimi tekrarladım. Gerçekten birbirimizi anlayamamıştık. Birer çay daha içtik ve izin
isteyip gittiler ve konu kapandı. Kazanlı Belediyesi ile bir anlaşma olamayınca
ikinci alternatif olarak Kuyuluk Belediyesine başvurduk.
Kuyuluk Belediye Başkanı, mesai arkadaşım ve daha sonra kolejimizde yıllarca başarıyla okul müdürlüğü yapmış olan Ayşe Hanım’ın eşi ve benim
de yakın dostum olan Alp ARSLAN Bey’le aynı partiden samimi arkadaşıydı.
Alp Bey’le ziyaretine gittik. Bize araziyi hem plan üzerinde hem de yerinde
gösterdi, arazi çok müsait, başkan da istekliydi. Fakat daha önce Ortadoğu
Teknik Üniversitesi’ne (ODTÜ) tahsis edilmişti ve ancak ODTÜ’nün muvafakatiyle alınabilirdi. Öyle olunca bu teşebbüsümüzden de bir sonuç çıkmadı.
Güneykent sahasındaki arazi için 11.11.1988 tarih ve 87 sayılı yönetim
kurulu kararıyla Mersin Belediyesi’ne arazi talebinde bulunduk ve 09.12.1988
günü Belediye Başkanı ve ilgili fen memurlarıyla plan üzerinde görüştük. 7080 dönümlük bir alan uygun bulundu. Belediye Başkanı, “Kısa zamanda bir
plan tadilatı yapar ve bu araziyi size sembolik bir bedelle satarız” dedi. Zira
belediye arsaları hibe şeklinde verilemezmiş. Bu miktardaki bir alan ileride
yetersiz gelebilir ama ‘Allah Kerim’ deyip büyük bir sevinç ve umutla belediyeden ayrıldık. Ha bugün, ha yarın plan tadilatı yapılır diye aylarca bekledik.
Belediye fen işlerinde çalışan ve aynı zamanda okulumuzun basketbol takımının da koçluğunu yapan merhum Avni NART başta olmak üzere, belediyedeki
tüm tanıdıklarımızın ısrarlı takiplerine rağmen bir türlü sonuç alamadık. Anlaşıldı ki başkan hangi gerekçeyledir bilinmez sözünden caymıştı. Ve böylece
mevcut ilkokul, lise ve ile ileride açılacak olan üniversitemizin de içinde yer
alacağı bir kampus kurma hayaliyle 5 yıl boyunca sürdürdüğümüz nafile çabalar sonuçsuz kalmıştı.
Tam o sırada gördük ki “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan
oluyoruz.” 1993 yılında inşaatı tamamlanan kültür merkezi, kapalı spor salonu, daha önceden yaptığımız ve zaman içinde en gelişmiş teknolojilerle donattığımız kütüphane, laboratuar, özel atölyeler, müzik salonlarıyla 1993 yılında
yapılan kalorifer tesisatları, iklimlendirme çalışmalarıyla ülke standartlarının
çok üzerindeki eğitim tesislerimiz elimizden kayıp gidiyordu, arsa davası yüzünden. Aslında arsa davası bir mizansendi. Karşımızdaki insanlar siyasi ve
ekonomik güçlerini kullanarak okulu gasp etmeye çalışıyorlardı. Bizim direnme gücümüz de ancak bu kadarına yetebiliyordu. Bizim oralarda bir söz
vardır. Derler ki; “Adamın birinin karnına vurmuşlar, ‘Oy belim’ demiş. Vuranlar, ‘Biz beline değil karnına vurduk’ deyince, ‘Belimi dayayacak kimsem
192
olsaydı vuramazdınız” demiş. Biz de aynı durumdaydık. Artık, “bana benden
medet” deyip bir çare aramak, kaçınılmaz son ya da en kötü duruma göre bir
(B) planı hazırlamak gerekiyordu.
Yüksekbaş Holding ve destekçilerinin en acımasız şekilde üzerimize
geldikleri 1994 yılında, büyük emeklerle yaptığımız okul binalarımızın cebren ve hile ile elimizden alınması durumunda okulu yaşatmak için uygun bir
arsa arayışımız sürerken nihayet okul yeri olabilecek bir arazi bulundu. Bir
emlakçı arkadaşım, ismini yazmakta sakınca görmüyorum, Hasan AVCI, 50.
Yıl Mahallesi’nde bulunan 94 dönümlük narenciye bahçesinin çok acele satılık olduğunu bildirdi. Araziyi gezdim. Gerçi yolu ve altyapısı yetersizdi ama
mevcut durumda daha iyi bir seçenek zor bulunurdu. “Olur” dedim ve arsanın
sahibi olan Mehmet TEKİN’le bizi buluşturdu. İstediği fiyat bana çok makul
geldi. Teklifini kabul ettim ve el sıkışarak bir miktar kaparo verdim. Normal
bir kâğıda bir satış sözleşmesi yazıp imzaladık. Düşünecek zamanım yoktu.
Zira ertesi gün bir grup öğrenci ve öğretmenlerimizle Almanya’ya gidiyorduk. Oberhausen Belediyesiyle bir öğrenci mübadelesi programı anlaşması
yapmıştık. 24 Ağustos-07 Eylül 1994 tarihleri arasında gerçekleştirilecek ilk
ziyaretimizi yapacaktık. Mehmet TEKİN’le görüşmemiz 23 Ağustos günü olmuştu ve nerdeyse ayaküzeri denecek bir sürede alışverişi bitirmiştik.
Okulun hiç parası yoktu. Hatta borçluyduk. Zira kültür tesisleri ve kapalı spor salonu finansmanı için kullandığımız kredi 1994 Nisan ayı krizi nedeniyle yaşanan astronomik faizlerden dolayı kredi borcunu kapatmak zorunda kalmıştık. Mevcut imkânlarımın yanında, Almanya, Fransa ve İsviçre’de
yaşayan dost ve akrabalarımdan da borç alabilirdim. Bu nedenle Almanya seyahati denk gelmişti. Faruk Bey Bozyazı’daydı, telefonla çağırdım ve akşama
doğru geldi. Araziyi gösterdim. Fazla ilgilenmedi. Zaten hava da kararmıştı. “Ağabey, sen ne yapmışsan iyi yapmışsın. Hayırlı olsun. Biraz param var.
Gerekirse daha fazlasını da bulabilirim. Hiç sıkıntı çekme…” dedi. Koluna
girip araziyi göstermek istedim. “Boş ver, hayırlı olsun, madem beğenmişsin,
demek ki iyidir. Haydi, seni balık yemeye götüreyim” deyip arabaya bindirdi
ve birlikte bir balık lokantasına gidip yemek yedikten sonra beni eve bıraktı.
Yurtdışına gideceğimden kucaklaşıp helalleştik ve kendisi de evine uğramadan tekrar Bozyazı’ya dönmek üzere ayrıldı.
Okulun elimizden alınması tehlikesi iyice kendini hissettirince alternatif bir çözüm arayışı yaratmak zorunda olduğumuzu sık sık kendisine ifade ediyordum. Babadan kalma bir arsası vardı. Gençliğinde seracılık yaptığı
ve bölgenin en iyi sebzelerini yetiştirdiğini, geceleri sabahlara kadar serada
193
roman okuduğunu ve bu sayede bütün klasikleri okuduğunu bana devamlı
anlatırdı. Faruk Bey’in teklif ettiği arsa o gün için Mersin’in en gözde mevkii
olan Silifke Caddesi’ne cepheli Pozcu-Göçmen semtleri arasında bulunuyordu. Faruk Bey,“Ben annemi ve kardeşlerimi ikna ederim. Sen hiç düşünme.
Başka yer bulamazsan burası emrinde” demişti. Gerçi arsa çok cazipti ama
kıyamazdım. Faruk Bey’in ailesini ikna edeceğinden ve burayı seve seve
vereceğinden emindim ama gerçekten de kıyılmazdı. Çaresiz kalırsak bunu
yapmak zorunda kalacağımızı düşünmek bile beni rahatsız ediyordu. Mehmet
TEKİN’in bahçesini hiç düşünmeden ve pazarlık etmeden almamın belki de
önemli sebebi, Faruk Kardeşime zarar vermeme düşüncesiydi.
Almanya dönüşü Mehmet TEKİN’e arazi bedelini ödeyerek tapuları aldık. Mehmet TEKİN adına tapu kaydı olan (9) nolu parsel 26.500 metrekare;
(10) nolu parsel 1.320 metrekare; (11) nolu parsel 3.680 metrekare ve (12) nolu
parsel 25.516 metrekare idi. 5.000 metrekareden küçük parseller ortak alınamadığı için (10) nolu parsel Faruk Bey’in adına; (11) nolu parsel de benim adıma, 9 ve 12 nolu parseller de ikimizin ortak ismimize çıkmıştı. Tapu işlemleri
emlakçı tarafından yapıldığı için münferit tapular emlakçının yönlendirmesi
veya tapu dairesindeki memurların tesadüfen isimlendirmesiyle çıkmıştı. Aslında bahçeyi yarı yarıya ortak olarak almıştık.
Satın aldığımız arazinin içinde parsel numaraları 1277, 1278, 1279 ve
1280 olan 9.220 metrekare, 9.900 metrekare, 8.300 metrekare ve 5.900 metrekare olmak üzere toplam 33.320 metrekare hazine arazisi bulunuyordu. Ve
Mehmet TEKİN 15 yıldan beri ecrimisil ödeyerek, bu parselleri de kendi tarlasıyla birleştirmiş limon bahçesi yapmıştı. Bununla ilgili zilliyet hakkını da
bize devretti.
Defterdarımız ve Milli Emlak Müdürümüzün teşvikiyle bu parselleri
satın almak istedik ve yazılı talepte bulunduk. Defterdarlık satış işlemi için
yasal olarak ihale açmak zorunda olduklarını ancak ilanın duyulmaması konusunda özen göstereceklerini ve taleplisi çıkmadığı takdirde uygun bir fiyatla parselleri okul için bize devredeceklerini söylemişlerdi.
23 Ocak 1995 günü ihale yapıldı ve gördük ki Türkiye’nin dört bir tarafından ihaleye girmek isteyen insanlar gelmiş. Milli Emlak Müdürü ihaleyi
açtı ve bizim durumumuzu açıklayınca, daha önce hiç görmediğimiz talipliler, kendi aramızda görüşmeyi teklif ettiler. Başka bir odada toplandık. Ben
onlara Toros Koleji’nin amaçlarından, hizmetlerimizden ve yaşanan sıkıntılardan bahsederek, bu arazi üzerine inşa edeceğimiz kampüs ve kuracağımız
üniversiteyi anlatan heyecanlı bir nutuk çektim. Adamlar hiç etkilenmediler.
194
Önce şaşkın bakışlarla birbirlerine baktılar, “Ne diyor bu adam?” der gibi…
Sonra, “Yahu hocam, boş ver bunları. Ortaya ne atıyorsun? Onu söyle.” Anladım ki yanlış insanlarla konuşuyorum… “Ortaya atacak bir şey yok. Bu arsalar arazimizin içinde bulunuyor. Ve biz buraya bir eğitim kampusu yapmak
istiyoruz…” dedim. Homurdanarak dışarı çıktılar. Faruk Bey dışarıda bekliyordu. Gülme krizi tutmuştu. Katıla katıla gülerek Faruk Bey’in boynuna sarıldım. Ne olduğunu sorunca; “Çok kötü duruma düştüm. Biz ne kadar safız…
Adamlar resmen avanta beklerken, ben onlara Vatan, Millet, Sakarya nutukları attım…”dedim. O da güldü ve tekrar Milli Emlak Müdürünün odasında
yapılan ihaleye katıldı.
İhaleye katılanlar10-15 kişi kadardı. Tekrar ihaleye girdik ve açık arttırma başladı. Muhammen bedeli, arsaların büyüklüğüne göre 415 milyon
lira ile 700 milyon lira arasında değişiyordu. 4 parselin toplam muhammen
bedeli 2.365.000.000 TL idi. Biz bu değerin de altında bir fiyatla alabileceğimizi düşünürken, 650 milyon muhammen bedelli 1277 nolu parselin ihalesi
1.305.000.000 TL ile bizde kaldı. Diğer parsellerde fiyatlar daha da yükseldi. 4 parselin fiyatı toplam 8.563.408.000 TL’ye çıkmıştı. Böyle bir durumla
karşılaşacağımızı düşünemediğimiz için ancak 1 parsel alabilmiştik. Kalan
3 parsel başkalarına satıldı. 1279 ve 1280 nolu parsellerden birisi Nevşehirli Muammer İRMİK’te, diğeri de yakın dostum Niyazi DEVELİ’nin adamı
olduğunu daha sonra öğrendiğim Mithat DEVELİ’de kalmıştı. Yıllar sonra
çok yüksek bedellerle bu şahısşardan söz konusu parselleri satın almıştık. O
günkü ihalede 2.116.000.000 TL’ye satılan 1278 nolu parseli satın alan kişi
caymış olacak ki 9.900 metrekare olan bu parsel Milli Emlak’ta kalmış ve
biz de Mehmet TEKİN’den devraldığımız şekilde hazineye her yıl makul bir
ecrimisil ödeyerek kullanıyorduk.
Bu parsel okul arazimizin tam ortasında bulunuyordu. Hazineden ve
şahıslardan satın aldığımız 23.420 metrekare; Mehmet TEKİN’den alınan
57.040 metrekare arsalara ilaveten 1995 yılında akrabam, dostum ve benim
için çok özel bir insan olan rahmetli Rıza TAŞ’ın teşvikiyle bitişiğimizdeki
20.500 metrekare tarlayı da satın aldım. Rıza Taş bu tarlaların alınmasında aylarca uğraştı. Tarla çok varisliymiş ve 35 kişi olan varislerin kimi İstanbul’da,
kimi Antakya’da, kimi Antalya’da ve başka şehirlerde oturan ve çoğu birbirini tanımayan kimselermiş. Rıza TAŞ, hepsinin tek tek adreslerini tespit edip
yanlarına gitti ve istedikleri parayı ödeyerek hisseleri toplayıp tek tapu haline
getirdi ve benim adıma tapu çıkardı. Çok ilginç bir macera yaşanmıştı…
Neticede toplam alanımız 100.960 metrekaresi tapulu, 9.900 metreka-
195
resi hazine arazisi olmak üzere yaklaşık 110.860 metrekare idi.1996 yılında
kampus binalarımızı yapmış ve yeni binalara taşınmıştık. Sonraki yıllarda
fen lisesi, öğrenci yurdu, anaokulu, kapalı spor salonu ve diğer sosyal tesisleri
kurarak hizmete devam ediyorduk. Hazine parselini unutmuştuk. 15 yıl sonra
bir gün okulumuzun güvenlik sorumlusu beni aradı ve hazine memurlarının
geldiğini bir inceleme yapacaklarını söyledi. Bende “Yanıma gelsinler” dedim
ve geldiler. Okul içinde bir parselleri olduğunu ve bu parselin bir vakfa tahsis
edileceğini söyleyince, “Herhalde bizim vakfımıza tahsis edilecek” dedim.
“Hayır, İpek Vakfı diye bir vakıf” dediler.
Hemen irtibata geçtik ve talebimizi bildirdik. Ne olur ne olmaz diye
Toros Üniversitesi adına da talepte bulunduk. Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nde olayı takip ettik. Yasal olarak Toros Üniversitesi’ne tahsis edilmesi gerekirmiş. Ancak bir takım siyasi müdahalelerle Mersin Eğitim Vakfı ve Toros
Koleji’nin talebi reddedilmiş, İpek Vakfı ile Toros Üniversitesi’nin katılacağı
ihalede açık arttırmayla kiralanmasına karar verilmiş. Mersin Milli Emlak
Müdürlüğü ihale tarihini ve saatini bildirdi ve ihaleye girdik. İhale, halen ödemekte olduğumuz ecrimisil bedeli baz alınarak 2.500 TL ile açıldı. İlk arttırmayı ben yaptım ve “2.600 TL” dedim. İpek Vakfı temsilcisi “5.000 TL” dedi,
ben “5.100” dedim. O, “10.000” dedi, her defasında ben 100’er lira, O ise 4.900
TL arttırıyordu. En son 150.000 TL’ye çıktı ve 150.100 TL’de ihale bende kaldı. Yani yıllık arsa kirası, 2.500 TL’den 150.100 TL’ye çıkmıştı. Anlaşılan İpek
Vakfı, neye mal olursa olsun bu parseli alıp bizimle uğraşmak istiyordu. İpek
Vakfı adına ihaleye giren kişinin ismi Hasan’dı. Hasan Bey benim niyetimi
anlamış olacak ki sonunda ihaleden çekildi.
Dışarı çıkınca kendisine, “Siz arsayı gördünüz mü?” diye sordum.
“Evet” dedi. “Birkaç yıl önce Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bölge vakıflarını teftişinde, vakıf müfettişleri okulunuzu merkez seçmişlerdi. Evraklarımızı
oraya getirdik ve okulunuzu o zaman gördüm. Çok güzel bir okulunuz var…”
dedi.
“Hasan Bey, ihaleden çekilmekle iyi ettiniz. Yoksa ikimizden birimiz
bu binadan sağ çıkmazdık. Madem okulu görmüşsünüz, sizi şerefimle temin
ederim, o okul sizin ve bu hazine arsası da benim şahsıma ait olsaydı, ben bu
arsayı size hibe ederdim… Beni şaşırttınız, bu nasıl bir eğitimcilik, nasıl bir
hizmet anlayışı?” dedim.
Daha fazla uzatmadan yanındaki arkadaşlarıyla birlikte ‘Allahaısmarladık’ deyip ayrıldılar. Ve biz de Toros Üniversitesi adına astronomik bir bedelle
söz konusu hazine arsasını kiralamış olduk.
196
Tekrar 1994-1995 dönemine dönersek, Yüksekbaş Holding’in kaba kuvvet ve devlet destekli baskısı bütün şiddetiyle devam ederken, önce 11.10.1995
tarih ve 33606 sayılı Valilik emriyle okul binaları için tapu malikleri (Mehmet
Yüksekbaş) ile kira sözleşmesi yapmamız gerektiği, aksi takdirde okulun kapatılacağına dair yazı geldi. Arkasından Milli Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim
Kurumları Genel Müdürlüğü’nün 30.11.1995 tarih ve 6/167 sayılı ve aynı içerikteki yazıları geldi. Diğer yandan Yüksekbaşların kaba kuvvet gösterileri
devam ediyordu.
Bakanlık ve Valilik yazılarına, tescil davamızın henüz sonuçlanmadığı
gerekçesiyle dava sonuçlanıncaya kadar bize zaman tanınmasını isteyen cevaplar yazıyorduk. Ancak fazla bir umut kalmamış görünüyordu.
Arsa alımı gerçekleştikten sonra yeni bir eğitim kampüsünün yapılması
için Mimar arkadaşlarımla yeni proje ile ilgili çalışmalara başladık. Mimarlar
Hüseyin BAKIR, Selahattin ÖNER, Ahmet Yücesoy, Bülent BİLİK… Güvendiğim ne kadar mimar varsa, hepsiyle avan proje çalışmaları yaptıktan sonra
Bülent BİLİK’in çalışmaları ve ilgilenebilme imkânları daha uygun geldiği
için onunla çalışmaya başladık.
Yeni alınan arazi, belediye imar sınırları dışında kalıyordu ancak o bölgenin imar çalışmaları başlamıştı. “Batı Bölgesi İmar Planı” olarak yapılan
imar çalışmaları Şehir ve Bölge Planlama Mühendisi Zekeriya ÖZGÜR’e ihale
edilmişti. Zekeriya Bey’le görüşerek bize ait olan 110.860 metrekarelik alanın
tamamının okul alanı olarak düzenlenmesi konusunda antant kalmıştık. Zaman zaman Zekeriya Bey’in bürosuna giderek arazimizin bulunduğu bölgeye
ait plan çalışmalarını kontrol ediyordum. Belediye Başkanımız Okan MERZECİ’yi de bilgilendirmiş ve muvafakatini almıştık. Nihayet plan tamamlandı
ve askıya çıktı. Hiçbir sorun yoktu. Arazimizin tamamı okul alanı olarak maviye boyanmıştı. (İmar planlarındaki tabir böyleymiş.)
Geçen sürede okul binası projesi hazırlanarak imar için Yenişehir Belediyesi’ne müracaat ettik. Belediye Başkanı, arsa davasında hasım olan Demir Kardeşlerden birisinin damadı olan Mehmet ÖZÇELİK’in kardeşi Adnan
ÖZÇELİK’ti. Arazimizin imar durumuna bakıldı ve okul yapmaya uygun olmadığı söylendi. Haritayı görünce hayretler içinde kaldım. Zekeriya ÖZGÜR
tarafından hazırlanarak askıya çıkarılan plan tamamen değişmişti. Yollar çıktıktan sonra tamamı okul alanı olarak işaretlenmiş olan arazi küçük küçük
parsellere bölünerek, aradan yollar, sokaklar geçecek şekilde yeniden parsellenmiş, buna uygun yeni bir plan da yapılmamış, parsellenmişti. Ayrıca yeni
duruma uygun bir planlama da yapılmamış, mevcut plan daksille silinmek
197
suretiyle değiştirilmiş ve tamamı konut alanına çevrilmişti.
Belediye Başkanı ve teknik ekibine, “Bir tevhid yaparak, 110 dönümden
fazla olan arazide bize 8-10 dönümlük bir okul alanı yaratın zor durumdayız,
acilen inşaata başlamamız lazım” dediysem de olumlu bir yaklaşım göstermediler.
Belediye Meclisi Üyelerinden Burhan TEKNİKER, Davut SÖYLER,
Rıza TURAN gibi çok samimi dostlarım vardı. Onlar da ısrarcı oldular ama
sonuç alamadık. Başkan kesin bir cevap da vermiyor, “Bakalım, edelim” deyip oyalıyordu. Günlerce gidip geldim. Sabrım tükenmişti. İmardan sorumlu
teknik elemanlardan birisi (ki çoğu çok yakın tanıdığım, aynı dünya görüşünü
paylaştığımız ve bize yapılan haksızlıktan da az-çok haberdar olan insanlardı), ters bir cevap verince dayanamadım ve üzerine yürüdüm. Etrafta bulunanlar bizi araladılar ama aradan 20 yıl geçti hala kendimi de o arkadaşı da
affedemiyorum…
Bütün çabalarımız sonuçsuz kaldı ve bir türlü okula uygun bir imar
alamayınca çaresiz kaldım ve okulu ruhsatsız yapmaya karar verdim. Taşeron
Yusuf KAYA’nın organize ettiği inşaat ekibiyle ve kafamıza göre iş makinelerini bahçeye sokup hafriyat çalışmalarına başladık.
Mimar Bülent BİLİK’le birlikte 9 Kasım 1994 tarihinde başladığımız
proje üzerinde uzun süre çalışmış ve 1995 yılının yaz aylarında proje çalışmalarını tamamlamıştık. 18 Ekim 1995 günü ‘Bismillah’ deyip inşaata başladık.
Zaman daralıyor ve proje oldukça büyük bir proje olduğu için inşaat ekibimiz
çift vardiya çalışıyordu.
Uzun yıllardan beri sürekli okul binaları yaptığımız için güçlü bir ekibimiz ve ciddi bir inşaat tecrübemiz vardı. Daha inşaata başlamadan okul inşaatı ile ilgili bütün ekipmanların tedariki için gerekli planlamalar yapıldı ve
bağlantılar kuruldu.
Alüminyum doğramalar için önce bir atölye kurmak istedim. Yıllardan
beri iş yaptığımız İsmail NACAR, yeni bir atölye kurmamıza gerek olmadığını, Seydişehir Alüminyum fabrikasından malzemeyi alırsam, kendilerinin
cüzi bir işçilik ücretiyle doğramaları hazırlayabileceklerini söyledi ve öyle
yaptık. Nacarlar Alüminyum atölyesi dışarıdan aldıkları bütün siparişlerini
iptal ettiler ve atölye iş almadan inşaat süresince tamamen bize çalıştı.
Temiz iş yapan bir marangozumuz vardı, Cafer Usta… Ahşap doğramaları ona verdim o da hemen imalata başladı. İç mekan, kapıları ve bununla
ilgili ahşap doğramalar Cafer Usta tarafından imal edilmeye başlandı.
198
İç mekanların zemin, merdiven basamakları ve duvar lambrileriyle 2025 bin metrekare mermer kaplama işimiz olacaktı. Geçmiş yıllarda da Mersin’deki mermer atölyeleriyle anlaşamıyordum. Bu işi istediğimiz süratte ve
kalitede yapacak bir mermerci tanımıyordum. Bir gün alüminyum atölyesinden dönerken, Göçmen civarında bir mermer satış ofisinin tabelası gözüme
çarptı. Yeni bir işyeriydi ve oldukça şık bir ofis olarak dizayn edilmişti. Ofise
uğradım. Genç bir adam beni karşıladı.
İlgili kişi “Burası bizim ihracat ofisimiz. İşyerimiz Afyon’dadır. Orada
ürettiğimiz malları Mersin Limanı’ndan ihraç ediyoruz. Patronumuz da bugün geldi, şu anda Mersin’de. Birazdan burada olur” dedi.
Birkaç dakika sonra patron geldi. O da genç ve sempatik bir insandı.
Tanıştık, ismi Kürşat BEKİŞOĞLU imiş. “Elbistanlıyım” deyince, “Necip
ağabeyi tanır mısın?” dedim, “Necip Bey’in oğluyum” dedi. Meğer akrabaymışız. Durumuzu anlattım. “Tamam, ağabey Derhal hazırlıklara başlarım. Ne
kadar ihtiyacın olursa hiçbir aksama olmadan karşılarım” dedi. Hemen orda
bir sözleşme imzaladık.
İşçilik dâhil tüm mermer işlerini Kürşat BEKİŞOĞLU’ya verdik. Her
ne kadar Kürşat Bey’le tanışmıyor olsak ta babasını ve amcalarını iyi tanıyordum ve özellikle de kuzeni olan kuzeni Eski Maraş Milletvekili Oğuz SÖĞÜTLÜ samimi dostumdu. Oğuz Bey, 1974 seçimlerinde 4’üncü sıra milletvekili adayı iken tercihli oylarla seçimi kazanmış, 1,2 ve 3’üncü sıra adayları
seçimi kaybetmişti. Oğuz Bey’le beraber 5 ve 6’ncı sıradaki adaylar da milletvekili seçilmişlerdi.
Mermer işlerinin hazırlanması ve montaj işleri için Kürşat Bey’in eniştesi Ökkeş SAATÇI ekibiyle birlikte Elbistan’dan Mersin’e gelerek işe başladılar. Sayısını hatırlamıyorum ama onlarca hatta abartmıyorum 100’den fazla
kamyon mermer getirildi ve Mersin’de işlenerek montajı yapıldı. Binalarımızda kullanılan mermerin en az birkaç misli de hurdaya çıkmıştı.
Kütüphane mobilyalarından laboratuarlara, işliklere, dersliklere, yemekhane, mutfak ve kantine kadar her mekân özel dizaynla en seri ve en
kaliteli malzeme ve araç-gereçlerle yeniden düzenlenecek şekilde hazırlıklar
tamamlandı.
İnşaat devam ederken okulun ihtiyacı olan araç-gereç ve ekipmanlar
için gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra Mersin’de bulunan çeşitli imalatçılarla görüşmeler yapıldı ve Mersin’de imalatı yapılamayan bir takım araç-gereç ve ekipmanlar da Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerdeki ima-
199
latçılardan temin edildi.
İnşaatla ilgili işler Mimar Bülent BİLİK ve benim kontrolümde taşeron
Yusuf KAYA’nın organize ettiği kalıp, demir, duvar, fayans, sıva ve boya ekipleriyle çift vardiya günde 16 saat çalışılarak yürütülüyordu.
Sıhhi tesisat ve kalorifer işleri Musa TOLAN’ın ekibi, elektrik işleri
ÇEK-EL firması, Alüminyum doğramalar İsmail NACAR’ın ekibi, ahşap doğramalar Zafer DEMİR, mermer işleri Kürşat BEKİŞOĞLU’nun görevlendirdiği Ökkeş SAATÇI’nın ekibi tarafından hiçbir aksamaya meydan verilmeden
yürütülüyordu. Böylesine iddialı bir okulda eski mefruşat ve donanım malzemesi olamazdı elbette… İnşaat işleri tam olarak rayına oturunca peyzaj ve
dekorasyon çalışmalarına başladık. Bu konuda en büyük desteği Sekreterim
Nedime MERT ve Beden Eğitimi Öğretmenimiz Loretta AKPINAR’ın eşi
Mehmet AKPINAR’dan aldım. Koridorlardan dersliklere, laboratuarlardan
işlik ve atölyelere, sosyal tesislere ve yönetim ofislerine kadar bütün mekânların dizaynı, mobilya ve aksesuarlar hatta doğramaların rengine varıncaya
kadar bütün ekipmanların tespitini Nedime Hanım ve Mehmet AKPINAR’la
belirledik.
Okul araç-gereçlerinin modellerini kendim tespit ettim. Zira serbest piyasadan veya devlet malzemeden temin ettiğimiz malzemeler düşündüğümüz
modern okulumuzun yapısına pek uygun değildi.
Yeni okulumuzda her öğrencinin kendisine ait kilitli bir dolabı olacaktı. Mimari projede yaptığımız küçük bir tadilatla öğrenci dolapları için özel
mekanlar oluşturduk. Bu mekanların ebatlarına uygun şekilde 210x40x118cm
ebatında, 210x40x80 cm, 210x40x40 cm ebatında 6’lı, 4’lü, ve 2’li yeşil renk
fırın boyalı, askılı, kilitli 2000 adet çelik dolap siparişi konusunda Mersin’deki
BERBEROĞLU firmasıyla sözleşme imzaladık.
Söz konusu dolapların imalatı için 27.02.2006 tarihinde firma sahibi
Mazhar BERBEROĞLU ile yaptığımız sözleşme gereğince Haziran ayı sonuna kadar dolaplarımızın tamamı yerine monte edilecekti.
Eskiden öğrenci sıralarını Devlet malzeme Ofisinden temin ediyordum.
Kalite ve modelini beğenmediğimiz için son yıllarda bu işi mobilya imalatı yapan Süleyman GÜLAYLAR’a yaptırıyorduk. Mersin Sanayi Çarşısında
atölyesi bulunan ÜÇMOB firmasını teknik imkanları ve işçiliği daha iyi olduğu için yeni bina için yaptıracağımız sıraların siparişini bu firmaya vermeyi
kararlaştırdık. Dizaynını kendim hazırladığım tek kişilik metal ayaklı bir numunesini söz konusu şirkete yaptırdık ve yapılan numune beğenilince renkleri
200
Mehmet AKPINAR tarafından belirlenen 4 ayrı renkten 2000 adet ortaokul
ve lise sırasının yapımı için ÜÇMOB şirketinin sahibi Niyazi HALLAÇ’la
anlaştık ve sözleşme imzalanarak sipariş verildi.
Yaklaşık 300 metrekare büyüklüğündeki yeni kütüphanemizin masa,
sandalye ve kitap dolapları ile ilgili özel tasarımlara göre imalat için Birkay
Mobilya ile sözleşme yapılarak imalata başlandı.
Böylece bir yandan binalar yapılırken diğer yandan araç-gereç ve ekipmanların imalatına başlanmıştı. Bu arada çevre düzeni ve peyzaj işleriyle yönlendirme levhaları konusunda da araştırmalarımızı sürdürüyorduk.
Bütün çalışmalar büyük bir hızla sürerken Yenişehir Belediyesi’nin denetim ekibi ikide bir gelip inşaatı mühürlüyor, arkasından da büyük bir ceza
makbuzu gönderiyordu. Biz de mührü söküp atıyorduk. Zira bizim için bir
ölüm kalım meselesi haline gelmişti. Okul, ha kapandı ha kapanacak durumdaydı.
Olup bitenlerden okul yöneticileri, öğretmenler ve öğrenciler pek haberdar değildi. Eğitim öğretim çalışmaları her zamanki seyrinde devam ediyordu.
Öğrencilerimizin ders, sanat, spor, sosyal faaliyet alanlarındaki başarıları göz
kamaştırıcıydı. Eğitimin her alanında kazanılan Türkiye ve Dünya dereceleri,
geçmiş yıllardakinin de üzerindeydi. Gerçekten de eğitimin her alanında bu
kadar başarılı olan başka bir okula rastlamamıştım.
Türkiye’deki başarılı bütün okulları yakından takip ederdim. Bazı
okullar merkezi sınavlarda, bazıları matematik ve fen olimpiyatlarında, TÜBİTAK yarışmalarında veya sporda başarılı olabiliyordu. Çoğu okullarda da
bu başarılarda süreklilik olmuyordu. Bizim okulumuz gibi birçok alanda ve
sürekli başarı gösteren okul yoktu. Bununla ilgili istatistiki bilgileri her vesileyle öğretmen ve yöneticilerimizle paylaşıyordum. Bu da hepimiz için büyük
bir onur ve moral kaynağı oluyor, motivasyonumuzu arttırıyordu. Bir yandan
okulun kapatılması tehdidi, diğer taraftan belediyenin inşaatı durdurma faaliyetlerinin stresi altında ve bir seferberlik anlayışıyla inşaat çalışmalarımız son
derece hızlı bir şekilde devam ediyordu.
O sene kış sezonu çok yağışlı geçti. Sonbahar ve kış aylarında neredeyse her gün yağmur yağıyordu. Yaklaşık 4.000 metrekare bina oturumu olan
inşaat statik projesine göre aralarında dilatasyon bulunan 5 blok halinde inşa
ediliyordu. Her bloğa ait 800 metrekarelik kalıplar ve demir döşemelerini çoğu
kez yağmur altında hazırlıyorduk. Ancak kalıp işi bitince beton dökülürken
genelde yağmur kesilir, biz bir günde betonu döker, mastar çekildikten sonra
201
hafif hafif yağmur yağmaya başlardı. Binanın tamamında 20 kalıp beton döktük ve beton dökme işimizin yağmur nedeniyle aksadığını hatırlamıyorum.
O günlerde Paulo Coelho’nun “SİMYACI” isimli romanı yayınlanmış,
onu okurken bir yerinde, “İyi niyetlerle ve canı gönülden isterseniz, tabiatın
bütün güçleri yardımcı olur” diyordu. Paulo Coelho’nun bu tespitine bütün
kalbimle inandım.
Yaklaşık 16.000 metrekare kapalı alanı bulunan birinci sınıf malzeme
ve işçilikle yapılarak, bütün birimleri en modern şekilde özel dizaynı yapılmış
araç gereçle donatılan böylesine bir tesis, bu kadar ağır baskılar altında amatör
bir ekiple 11 ay gibi kısa bir sürede nasıl yapılabilirdi?
İnşaat devam ederken çevre düzeni ile ilgili tasarımları da neredeyse
santim santim planlıyordum. Geniş limon bahçelerinin ortasında bulunan
okulda o günkü mevcudu 2.000 dolayında olan ortaokul ve lise öğrencileri
için oyun, spor, dinlenme ve sosyal tesis alanlarının iyi planlanması gerekirdi.
Mersin Belediyesi’nde çalışan Deniz ve Aylin Hanımlar, peyzaj çalışmalarını
üstlendiler. Önceden hazırladığım planlar üzerinde, onların tavsiyeleriyle bir
takım rötuşlar yaparak bitki ve sosyal donatı alanlarını planladık. Ve kaba
inşaat bitince ekim dikim sezonunu da geçirmeden peyzaj uygulamasına başladık.
Birisi peyzaj, diğeri ziraat mühendisi olan Deniz ve Aylin’in 3-4 aylık titiz çalışmaları sonunda mükemmel bir çevre düzeni sağlanmıştı. Kendilerinin
buldukları usta bahçıvanlarla birlikte yapılan mükemmel peyzaj düzenlemesiyle 3.850 metrekare çim saha yapılmış, mevcut ağaçlar korunarak; ilaveten
130 ayrı cinsten ilk etapta 938 adet ağaç dikilmiş ve cennet misali bir bahçe
düzenlenmişti. Arazinin doğal yapısı muhafaza edilmek suretiyle saytaşı ve
doğal yapısıyla yürüyüş yolları, oturma köşeleri, fıskiyeli havuz, şelale, cam
sera ve uygulama tarım bahçesi oluşturulmuştu.
Daha sonraki yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Tüketici Koruma Federasyonu genel merkezi tarafından yapılan yarışmalarda,
Türkiye’nin en güzel okul bahçesi seçilen ve adeta bir botanik müzesi görünümünde olan bahçemizin güzelliği bitkilerin büyümesiyle her yıl artarak
devam ediyor. Peyzaj ve çevre düzeni için alınan bitkiler ve işçilik ücreti dahil
646.569.930 TL, o günkü döviz kuruna göre 16.000 Dolar harcanmıştı.
Özene bezene yapılan ve her şeyiyle mükemmel olması istenen böyle
bir okuldaki tören alanına sıradan bir Atatürk büstü koymak olmazdı. Yeni
okulumuzun yapısına uygun olarak ciddi bir anıt gerekirdi. İstanbul’a gidiş
202
gelişlerimde, Kartal’da Atatürk heykelleri yapılan bir atölye dikkatimi çekmişti. Heykel beğenmek için İstanbul’a gittim. Kardeşime, Kartal’daki heykel
atölyesine gitmem gerektiğini söyleyince Çekmece tarafında da böyle bir atölye olduğunu ifade etti. Önce oraya gittik. Mevcut heykelleri gördükten sonra
Kartal’daki atölyeyi de görmek istedim ve oraya gittik.
Bu firma 1942’de kurulmuş, ismi “İNCİ HEYKEL”, sahibi olan Necati
İNCİ baba mesleği olarak bu işi devam ettiriyormuş. Kendisiyle tanıştık ve
meramımı anlatınca; “Hocam vallahi çok şanslısınız. Elimde çok sıra dışı ve
mükemmel bir anıt var. Bu heykeli Samsun Belediyesi’nin siparişi üzerine
yapmıştım. Bugün ilgili Belediye ile görüştü ve istihkak yetersizliğinden dolayı vazgeçtiler.” dedi. Bahsettiği anıtı gösterdi. Gerçekten de çok mükemmeldi. 270 cm yüksekliğindeki heykelin altında Kurtuluş Savaşı ve devrimleri
sembolize eden, kağnılarla cepheye silah taşıyan köylü kadınlarla başlayan
ve zafer, cumhuriyet ve devrimleri ifade eden çok anlamlı ve usta işi bir rölyef ve bu kaidenin iki tarafına konacak 2 adet meşalesi vardı. Hazine bulmuş
gibi sevindim. Fiyat olarak 459.500.000 liraya anlaştık, kaparosunu verdim ve
Temmuz ayı başında montajı yapılmak üzere sözleşme imzaladık. 1 Temmuz
1996 günü Necati İNCİ bizzat kendisi heykeli getirdi ve birlikte geldikleri elemanlarla 12 gün içinde montaj işlerini tamamlayarak 12 Temmuz 1996 günü
anıtı teslim ettiler.
Eski okuldan sadece laboratuar malzemeleri ile bazı odaların büro mobilyalarını ve kütüphanedeki kitapları taşıdık. Bir de evraklarımızı ve arşivi.
Gerçi arşiv çok hasar görmüş ki bugün bu satırları yazarken ihtiyaç duyduğum
çoğu belge ve dokümanı bulamamanın üzüntüsünü yaşıyorum.
Okulun iç yönlendirme levhalarıyla kapı levhaları Mürsel ESİRGEMEZ’in aracılığıyla o zamanlar bu konuda en iyi firması olarak isim yapmış
olan İzmir’de ki MODULEX-YÖNSİS Mimari Yönlendirme ve Sinyalizasyon
San.Tic. şirketi ile anlaştık. Esra AYDIN ve Gülderen DEPAJ isimli iki firma
yetkilisi Mersin’e gelerek Mürsel Bey’le birlikte montajını 02-29 Eylül tarihleri arasında tamamladılar. O zamana kadar bölgemizdeki hiçbir okulda hatta
hiçbir kurumda bu derece modern ve estetik değerde bir uygulama yoktu.
Perdesinden, yangın söndürme cihazlarına varıncaya kadar her şeyiyle
titiz bir çalışmayla ve büyük bir özenle hazırlanan yeni okulumuz tek kelimeyle mükemmeldi. Okulun açılış töreninde, (aslında özel bir tören yapmamıştık,
tören dediğim normal eğitim yılına başlama töreniydi). Törende bir konuşma
yapan Okul-Aile Birliği Başkanımız Mühendis Kamil ÖKSÜZER, konuşmasında dedi ki, “İnşaat sırasında bir ara okula uğramıştım. Ali Bey’in, giriş
203
kapılarının birinden çıkıp, diğerinden inmek suretiyle merdivenlerden inip
çıktığını görünce şaşırdım. Biraz seyrettikten sonra yanına gidip ne yaptığını
sorunca, ‘En uzak sınıftaki bir öğrencinin bahçeye kaç saniyede ulaşabileceğini hesaplıyorum’ dedi. Anladım ki çocuklarımız emin ellerde” demişti.
Nitekim aynı yıl içinde bir vesileyle okulumuzu ziyaret eden eğitimcilerden oluşan bir Alman heyeti, bana, ‘Bu okulun projesini çizen mimar, eğitimden iyi anlayan bir mimarmış’ demişlerdi. Gerçekten de gerek çeyrek asırdır yaşayarak öğrendiğim ve yıllardan beri okul binaları yaparak elde ettiğim
tecrübeler ve gerekse yurt içinde ve yurt dışında incelediğim önemli okulların
binalarından edindiğim izlenimlerle arazimizin de son derece elverişli olması
nedeniyle mimarımız Bülent BİLİK’le birlikte mükemmel bir proje hazırlamış
ve uygulamıştık.
İnşaat devam ederken dahi fırsat buldukça bazen sabahlara kadar süren
tadilat projelerimle uygulamanın her aşamasında değişiklikler yapıyordum.
Bazen zorunlu nedenlerle inşaattan birkaç saatliğine ayrıldığımda örülen duvarların yanlış olduğunu görüp hemen yıktırıyor ve yeniden istediğim şekilde
ördürüyordum.
Mimar Bülent BİLİK’i birlikte beraber çalışmayı tercih etmemin nedeni de bu konuda çok uyumlu ve anlayışlı olmasıydı. Nitekim bazılarıyla
akraba olduğumuz veya akrabalık derecesinde samimi olduğum diğer mimarların bu denli müdahaleye izin vermeyeceklerini, geçmiş deneyimlerimden
biliyordum. Rahmetli Selahattin ÖNER’e yurt içinde ve yurt dışındaki beğendiğim okullara ait projeleri vermiş ve bunlardan da örnek alınarak bir avam
proje çalışmasını rica etmiştim. Kendisi daha önce kendi adımıza yaptığımız
bir apartmanının proje mimarıydı. Çok yetenekli bir mimar olduğu gibi, insan
olarak da beğendiğim ve takdir ettiğim kıymetli bir dostumdu. Birkaç günde
hazırladığı taslak proje ile ilgili ufak tefek eleştirilerime alınganlık göstermişti. Anlaşıldı ki birlikte çalışamayacağız. Mimar Ahmet YÜCESOY’un ilginç
ve yaratıcı fikirleri vardı. Ama çok tembeldi. Sürekli savsaklıyordu. Onunla
da anlaşamadık. Ama bu arada birkaç ay zaman kaybettim. Nihayet Bülent
BİLİK’le rahat çalışabileceğimizi anlayınca onunla çalışmaya başlamıştık.
Aylar süren titiz çalışmalarımıza rağmen uygulama esnasında hemen
hemen proje tamamen değişmişti. Ama sonuç itibariyle tüm mekânlar her bakımdan istediğimiz şekilde inşa edilmişti. Rekor sayılacak kısa zamanda tamamladığımız tesislerin inşaatı sırasında yapılan değişiklikler olmasaydı en
az 2 ay önce inşaat tamamlanır ve maliyeti de çok daha düşük olabilirdi. Örneğin A-B bloklarının bodrum katının temel ve subasmanı yüksekliği 2 met-
204
renin üzerindeydi. Radyan döşeme, mutemedi devasa temeller ve temeldeki
bağlantı kirişleri 40 cm kalınlığında demirli brüt beton kolonlara bağlanmıştı.
Tabliyesi dökülünce gördük ki dolgu yapmayı düşündüğümüz bin metrekareye yakın olan bu hacim kot farkından dolayı normal kat olabilecek durumdadır. Yüzlerce metrekare olan bu bağlantı kirişleri olmasa bu alan güzel bir yemekhane, atölye veya laboratuar olabilecekti. O zamanlar bugünkü gibi beton
kesme makineleri yoktu. İçeriye kepçe sokmak da imkânsızdı. Yusuf Usta,
(Yusuf KAYA), “Ali Beg, sen merak etme, ben hallederim” dedi. Ve ertesi gün
Balyozcu Nevzo’yu getirdi. Nevzo, ufak tefek bir adamdı ama öyle güçlüydü
ki balyozla üstesinden gelemeyeceği taş, kaya, beton yoktu. Ben ona “Ferhat”
diyordum. Ferhat gibi dağları delecek güçteydi. Nevzo, birkaç yardımcısıyla
birlikte bütün o beton bağlantı kirişlerini birkaç hafta gibi kısa bir zamanda
kırıp ortadan kaldırdı. Şu anda mutfak, yemekhane, depo, soğuk oda ve diğer
eklentileriyle gayet güzel hizmet veren bu mekânlar o şekilde sağlanmıştı.
Daha buna benzer birçok tadilatlar ve değişiklikler yapılmıştı.
ÖZEL TOROS KOLEJİ A.Ş.’NİN OKUL KURUCULUĞU
Daha önce de ifade ettiğim gibi vakıf statüsünde yaz okulu ve turistik
tesis işletmeciliği ile ilgili yaşadığımız sorunlar nedeniyle TED Ankara Koleji
Vakfı’ndaki bir uygulamadan esinlenerek 31 Aralık 1993 tarihinde 1 milyon
TL sermayeli bir anonim şirket kurmuştuk. Tamamı 10.000 hisseden oluşan
şirket hisselerinin 9.995 adedi Mersin Eğitim Vakfı’na, birer hisse de yönetim kurulu üyelerine aitti. Bozyazı’daki Toros Barınak tesislerinin işletmesini
şirket üstlenmişti. Zira vakıf adına böyle bir işletmenin birtakım güçlükleri
olduğunu görmüştük.
Nitekim yaz okulu işletmesinin daha ilk yılında vakıf idarecilerinden
birisi olduğunu tahmin ettiğimiz bir arkadaşımızın iftira dolu şikâyeti üzerine
Vakıflardan Sorumlu Devlet Bakanı Necmettin CEVHERİ’nin özel talebiyle bir soruşturma geçirmiştik. Bakan Bey’in dostu ve aynı partinin mensubu
olan arkadaşımız, “Yaz okulu adı altında açılan turistik tesislerin vakıf başkanı olarak benim ve başkan vekili Faruk GÜVENÇ’in şahsi çıkarlarımıza alet
edildiği” şeklinde ağır ithamlarda bulunmuştu.
Ağustos 1993’ün sıcak bir gününde kayınpederimin 40 yemeği için
Malatya’ya gitmiştim. Bulunduğum köyde, telefonla arayıp vakıf müfettişinin
geldiğini ve beni istediğini söylediler. Telefonu açan sekreterim Nedime Hanıma, karar defterinin çekmecemde diğer evrakların muhasebede olduğunu ve
müfettişin incelemeyi yapabileceğini söyledim. Nedime Hanım telefonu mü-
205
fettiş beye verdi. Müfettiş bey, normal teftiş için gelmediğini ve soruşturmanın benimle ilgili olduğu için hemen gelmemi istedi. “Yarın gelsem olur mu?”
deyince, “Hayır, hemen gelmeniz gerekiyor” dedi. Hemen yola çıktım ve akşam geç saatlerde Mersin’e döndüm. Müfettiş Bey’le tanıştık, istediği evrakları verdik ve incelemeye başladı. Evrak üzerindeki inceleme birkaç gün sürdü.
Mehmet KARABACAK isimli müfettiş, Vakıflar Genel Müdürlüğü Adana
Bölge Müdürlüğü’nün misafirhanesinde kaldığı için her akşam arabamla otogara götürüyordum. Bir gün dedi ki, “Kurulduğu zaman herhangi bir mal varlığı bulunmayan ve hiçbir yerden en ufak bir yardım almadan bu kadar güzel
hizmetler yapmışsın. Okullar açmış, binlerce öğrenciye başarılı hizmet sunmanın yanında, yüzlerce öğrenciye karşılıksız burs veriyorsun. Birçok sosyal
hizmetler gerçekleştiriyorsun. Neden bu kadar sevmeyenin, düşmanın var ki,
sana bu kadar iftira ediliyor?” dedi. Müfettiş Mehmet KARABACAK Beye,
Hz. Ali’nin, “Ona hiç iyiliğim olmadı ki bana kötülük düşünsün…” hikâyesini
anlattım.
İncelemelerini bitirince yazılı ifademi ve savunmamı alıp gitmişti. Olayın kapandığını sanmıştık, meğer kapanmamış. Bir müddet sonra Savcılıktan
istediler. Yönetim kurulunun diğer üyeleriyle birlikte Savcılığa ifade verdik.
Av. Savaş ERDOĞU dışında hiçbirimizin mahkemelerle ilişkimiz olmamış ve
hepimiz meraklı ve şaşkın tavırlarla ilgili Savcı Bey’in huzuruna çıkmıştık.
Savcı Bey, garip davranışları olan bir insandı. Bizi baya misafir gibi karşıladı.
Oldukça heyecanlı ve adeta mahcup davranışlarla birkaç soru sorduktan sonra
takipsizlik kararı verdi.
1978’de Toros Koleji’ni vakıf statüsünde yaşatmak gerektiğine dair görüş ve kanaatimin önemli bir nedeni, özel sermayeye karşı olmamdan kaynaklanıyordu. Diğer neden ise 8 yıllık eğitimciliğimde gerek devlet okullarında ve
gerekse özel okullarda gördüğüm yapısal uygulamaların, eğitimin özüne aykırı olduğuna dair kesin kanaatimdi. Devlet okullarının maddi imkânlarının
yetersizliğinin yanında, politik tercihlerin belirleyiciliği nedeniyle arzu edilen
hizmetin gerçekleştirilemediğini görüyordum. Maddi imkânsızlıklardan dolayı kalabalık sınıflarda çift tedrisat hatta bazı okullarda üçlü eğitim yapılıyordu. Kütüphane, laboratuar, sosyal tesisler ve spor tesisleri yok denecek kadar
azdı. Ayrıca her hükümet değiştiğinde hatta Bakan değiştiğinde keyfi ve yeni
bir sistem geliyordu. Nereye ne tür bir okulun açılacağı kararından, yönetici
ve öğretmen atamalarına kadar politik mülahazalarla hareket ediliyordu.
Özel okullarda ise temel amaç; kâr etme, para kazanmaktı. Mesleğimin
ilk yılında Kıbrıslı meslektaşım ve İngilizce öğretmenimiz Aslan HÜSEYİN,
206
okulun sahibi ve müdürü olan kişiye öğrencileri göstererek, “Senin için burası bakkal dükkânı ve şu gördüğün öğrencilerin her biri şeker çuvalı, diğeri
sabun, başkası pirinç çuvalıdır… Sen olaya böyle bakıyorsun” demişti. Tabii
ki bütün özel okul kurucuları aynı değildi ama benim kesin inancım, “eğitime
çıkar (menfaat) karıştığında” işin tılsımı bozuluyor. Ebeveyn-çocuk ilişkisinde de öyle olduğunu düşünürüm. Eğitim hizmetinde asla maddi veya manevi
bir çıkar düşünülmemeli. Çocuklarımız için mümkün olanın en iyisi ve hiçbir
karşılık beklemeden verilmeli. 43 yıldan beri bu inancım değişmedi.
Bu duygu ve düşüncelerle kurduk Mersin Eğitim Vakfı’nı. Ancak vakıf olmamız nedeniyle çok büyük bürokratik engellerle karşılaştığımız gibi,
hiçbir fayda da sağlayamadık. Vergi muafiyeti dahi alamamıştık. Okulun gelir elde ettiği yıllarda kazancının büyük bir bölümü kurumlar vergisine gidiyordu. Ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne de her yıl hatırı sayılır miktarda
teftiş ve denetleme payı adı altında ciddi bir ödeme yapılıyordu. Yasaya göre,
brüt gelirin % 10’unun teftiş ve denetleme payı olarak ödenmesi gerekiyordu.
İlk yıllar brüt gelir hesabıyla yaptığımız ödemelere vakıf müfettişleri itiraz
ediyorlardı. Her yıl yaptıkları teftişlerde yaptığımız harcamaları “maktuba
muvafık, maktuba muvafık değil” gibi hiç anlamadığımız terimlerle ayırarak
eksik ödeme yapmaktan soruya muhatap kaldığımız için artık her yıl teftiş ve
denetleme payının üst sınırı neyse onu ödemek zorunda kalmıştık.
1994 yılında, önce Nisan ekonomik krizi, ardından okul binalarının tapusunu ele geçiren Yüksekbaşların baskısı, 1978’deki bina sorunu yüzünden
kapanma tehlikesini tekrar gündeme getirmişti. Karşımızdaki insanlar sadece
binalara değil, okula da sahip olmayı düşünüyorlardı.
Mersin Eğitim Vakfı’nın yeni bir okul alternatifi yaratma imkânı yoktu.
Yeni binanın şirket adına yapılması gerekiyordu. Maddi imkânları olmasa da
Mersin Eğitim Vakfı’nın şirkete dâhil edilmesi ve hisse çoğunluğunun vakfa
ait olmasını istiyordum. Başta ortağım Faruk GÜVENÇ olmak üzere, yönetim
kurulu üyelerinin çoğu buna karşıydı. Bu konuda yönetim kurulu üyesi Özcan
EROĞLU’da benim gibi düşünüyordu. Sonunda diğer arkadaşlarımız da bizi
kırmadılar ve Özel Toros Koleji Eğitim Hizmetleri San. Tic. Anonim Şirketi’nin sermaye artırımı yapılarak mülkiyeti Ali ÖZVEREN ve M. Faruk GÜVENÇ’e ait Mersin 2. Bölge Menteş Köyü 13 pafta, 12 parsel no’lu ve Mersin
Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 13.03.1995 tarihli 995/308 307 dış sayılı kararı
ve 09.06.1995 tarihli bilirkişi raporu ile değeri tespit edilmiş bulunan 25.540
metrekarelik taşınmazın 8.300.000.000 lira bedelle “ayni” sermaye olarak kabulüne karar verildi. Şirket sermayesi 20.000.000.000 TL’ye çıkarıldı.
207
Haziran 1995’te yapılan sene sonu öğretmenler kurulunda mevcut binalarla ilgili sıkıntılı bir süreç yaşadığımızı ama endişeye mahal olmadığını, 50.
Yıl semtinde büyük bir arazi alındığını, buraya anaokulundan üniversiteye kadar bütün birimlerin içinde bulunacağı modern bir kampüs yapacağımızı ayrıntılı ve heyecanlı bir şekilde açıklamıştım. Görüşlerine çok değer verdiğim
son derece zeki bir insan olan İngilizce zümre başkanımız Emel YEŞİL, gayriihtiyarî tebessüm ederken göz göze geldik ve ikimizde mahcup bir şekilde
önümüze baktık. Yeni projelerimizden bahsederken galiba biraz abartmıştım.
Ve Emel Hanım da “Ufak at da civcivler yesin” kabili bir kanıya kapılmıştı.
(Yeni binamıza taşındığımız Eylül 1996’da okulun açıldığı gün odama gelip
o günkü düşüncelerinden dolayı özür dileyerek takdir ve tebrik duygularını
ifade etmişti.)
Söz konusu Öğretmenler Kurulunda şirket adına inşaatına başlayacağımız yeni kampusumuzle ilgili olarak tüm arkadaşlarıma şirkete ortak olmalarını teklif ettim. “Arzu ederim ki bütün yönetici ve öğretmenlerimiz ve
okul çalışanları eşit hisselerle yeni okula ortak olsunlar. Değilse herkes gücü
oranında ortak olsun.” dedim. Bu konudaki ısrarlı ikna çabalarıma rağmen hiç
kimseden herhangi bir cevap gelmedi. “Gene de düşünün ve mutlaka okulumuzla ilgili yeni yapılanmada az veya çok her birinizin bir payı bulunsun. İnanın ki pişman olmazsınız. Neticede bu okul sizin kaynak sıkıntısı yaşarsam
maaşlarınıza el koyar ve sizi ortak ederim…” dedim. Gerçekten de mecbur
kalırsam öğretmen arkadaşlara bir süre ücret ödememeyi ciddi ciddi düşünüyordum. Çok şükür ki böyle bir durum olmadı. Ve benim yönetimimde geçen
son 36 yılda çalışanların ücretlerini bir gün dahi geciktirmedik.
Eylül 1995’te yapılan olağan Vakıf Mütevelli Heyeti toplantısında, Mütevelli Heyet üyelerine de aynı teklifi yapmıştım, fakat istekli kimse çıkmamıştı. Mütevelli Heyet üyelerinden Av. Gültekin ERŞAN, özel okulculuğun
kârlı bir yatırım olmadığını açık açık ifade etmiş, çevremizdeki birçok özel
okulun durumunu örnek göstermişti. Gerçekten de o güne kadar birçok özel
okul kapanmış, ayakta kalanlar da sürekli el değiştiriyordu. Mütevelli Heyet
Üyelerinden birisi de “Bizim sokağa atılacak paramız yok!” demişti.
Özel okulculuk gerçekten de kârlı bir iş değildi. 1984’ten sonra birtakım
cazip teşvikler olmasına rağmen pek rağbet edilmiyordu. Bizim okulumuzun
kâr etmesi zaten düşünülemezdi. Zira bugün olduğu gibi geçmişte de en düşük
ücretle öğrenci okutuyor ve öğretmenlerimize de devlet okullarındaki öğretmenlerin 2 katı ücret veriyorduk. Üstelik de sürekli yatırım yapıyorduk. Hem
de büyük yatırımlar. 1993 yılında Bahçelievler kampusümüzdeki kültür site-
208
sinin açılış töreninde tiyatro salonumuzun protokol sırasında yan yana oturduğumuz Belediye Başkanı Kaya MUTLU, görkemli tesislerimizi görünce
hayretini gizleyememiş ve “Nasıl yaptın bunları, kaça mal ettin?” demişti.
Aynı yıl kendileri de “Büyük Sahne” ve “Küçük Sahne” ismini verdikleri iki
tiyatro binası yapmışlardı. “5-6 milyara mal olmuştur” deyince “Olamaz!”
dedi. “Peki, sizce ne kadara mal olmuştur?” dedim, “En az 30 milyar” dedi.
“Peki, öyle olsun” dedim. “Peki, parayı nerden buldun?” dedi. O zamanlar
Türkiye’deki bazı kurumları destekleyen Suudi Arabistan kaynaklı “Rabıta”
isimli bir teşkilattan söz edilirdi. Onun ismini verdim, “Rabıta’dan” diye cevap veridim ve gülüştük.
İnanılır gibi değil ama gerçek şuydu; Okulumuzun Mersin Eğitim
Vakfı’na devredildiği 1978-1980 yılından 1995-1996 yılına kadar (17 yılda)
toplam öğrenci ücretleri gelirimiz 149.214.820.500 TL; binalara yapılan yatırım giderleri 132.600.352.725 TL idi. Tabi ki o dönemlerde yaşanan yüksek
enflasyon nedeniyle bu rakamlar yanıltıcı olabilir. Ama elimde bulunan o tarihlerdeki döviz kuruna göre dolar bazında birkaç örnek vermek gerekirse;
1991/1992’den 1994-1995’e kadar 5 yıllık toplam gelir 4.890.201 dolar, bu süre
içinde sadece inşaat harcaması 2.700.082 dolar olmuştu. Yani toplam gelirin %
55’i kadar inşaat yatırımı yapılmıştı. Daha önceki yıllarla ilgili Dolar bazında
kayıt bulunamamıştır. Ancak geçmiş yıllardaki öğrenci mevcudunun az ve her
şeye sıfırdan başlamış olmamızdan dolayı bu oranın daha da yüksek olduğu
söylenebilir.
Mersin’deki Özel Okul Kurucuları her yıl toplanır, ertesi yılın öğrenci
ücretlerinin ne kadar olması gerektiğini görüşürdük. Ben bütçeyi çoktan hazırlamış olduğum için toplantıda düşündüğümüz ücreti söyler ve herkesten
olumsuz tepki alırdım. Ve diğer kurucuların olumsuz tepkisiyle karşılaşırdım. Bir toplantıda Palmiye Koleji’nin sahibi ve benim de yakın dostum olan
Hüseyin UĞUR; “Ali Bey, samimi söylüyorum, sen bu ücretlerle okulu nasıl
ayakta tutuyorsun? Sen öğrencilerden aldığın bu ücretlerle öğretmenlerine
bu kadar yüksek maaşı nasıl veriyorsun? Rakamları alıyorum, topluyorum,
çıkarıyorum, çarpıyorum, bölüyorum, bir türlü içinden çıkamıyorum. Nedir
bunun sırrı? …” demişti. Kaya MUTLU’ya ‘Rabıta’dan yardım alıyorum’
dediğim gibi. Hüseyin UĞUR’a da “Allah yardım ediyor” dedim.
Özel Toros Okullarının Eğitim alanındaki olağanüstü başarıları kadar
işletmecilikle ilgili çalışmaları da incelenmeye ve örnek alınmaya değer
niteliktedir. Personel ücretlerinden kıdem tazminatlarına, sosyal yardımlardan
öğrenci burslarına, bina ve ekipmanlardan sosyal etkinliklere kadar her
209
türlü harcamanın maksimum düzeyde olmasına karşın öğrenci ücretlerinin
minimum seviyede olması gerçektende incelenmeye değer bir husustur
kanımca.
20.12.1995 tarih ve 246 sayılı yönetim kurulu kararıyla Özel Toros Lisesi
ve Fen Lisesi’nin kuruculuk hakkı Özel Toros Koleji Eğitim Hizmetleri AŞ.’ye
devredildi ve bununla ilgili kurucu değişikliği ile bina nakli konusundaki resmi
işlemler tamamlanarak Ağustos 1996 tarihinde taşınma işlemine başlandı.
A.Ş.’ye devredilen Anadolu Lisesi ve Fen Lisesinde toplam 99 kadrolu
personel çalışıyordu. Kurucu değişikliğinin yapıldığı tarihte kadrolu personelin
hak edilmiş kıdem tazminatları 11.694.139.000 TL tutuyordu. Şirketle yapılan
anlaşma gereğince söz konusu tazminatlar olduğu gibi şirkete yüklenmişti.
Buna karşılık olarak liselerin demirbaş defterlerinde kayıtlı bulunan araçgereçlerin güncelleştirilmiş fiyatlarla toplam değeri 1.447.331.523 TL idi ve
bu demirbaşlar şirkete bırakılıyordu. Ancak yeni binasına taşınan okulun
tüm araç gereçleri yenilendiği için bu demirbaşların 1.198.504.040 TL’lik
bölümü eski okulda bırakılmış, sadece 248.827.483 TL’lik bölümü yeni okula
taşınmıştı.
Oldukça büyük bir yatırım gerektiren 50. Yıl Kampüsü’nün inşaatı
sırasında kullanmak zorunda kaldığımız şahsi imkânlarımızın dışında, Faruk
GÜVENÇ’le ortaklaşa aldığımız aynı ada (bahçe) içinde bulunan 26.500
metrekarelik 9 nolu parseli, Faruk Bey’in damadı Dr. Yaşar BİLGİN’le,
Faruk Bey’in kayınbiraderi Mete GÜNAY’a satmıştık. Bu da yetmeyince
şirket sermayesini 05.11.1996 tarih ve 24 sayılı kararla 20 milyar TL’den
100 milyar TL’ye çıkarmıştık. Zira Eylül 1996 tarihinde hizmete açılan ve
124.333.841.000 TL’ye (o günkü kurla 1.629.222 ABD Doları) mal olan yeni
kampüsümüzün inşaat ve donanım malzemelerinden dolayı piyasaya ciddi
miktarda borçlanmıştık.
İkinci sermaye artışında da vakıf ve okul camiasından ortak olmak
isteyen çıkmamış, bir tek Özcan EROĞLU 3.200 hisse almıştı. Özcan Bey
de Kasım 1996 tarihinde aldığı bu hisseleri 3 yıl sonra 24.09.1999 tarihinde
bana devretmişti. Bundan tam 1 ay sonra 20 Aralık 2000 tarihinde Faruk
GÜVENÇ de o sırada yaşamakta olduğu bir takım kişisel sorunları nedeniyle
hisselerinin, kendisinde kalmasını ısrarla istediğim halde bana devretti.
Gerek Özcan Bey’in, gerekse Faruk Bey’in hisselerini alırken herhangi
bir pazarlığımız olmadı. Kendileri için oldukça kârlı bir yatırım olmuştu.
Dağıtılan temettü ile birlikte Özcan Bey’in hisseleri TL olarak % 5850 Dolar
bazında % 304; Faruk Bey’in hisseleri ise Dolar bazında % 392 prim yapmış
210
oldu. Ayrıca 1800 metrekare arsa da kendilerinde kalmıştı. Faruk Bey de
Özcan Bey gibi kendisi bir değer biçti ve istediği bedelin bir miktarını peşin,
bakiyesini takside bağlamıştık. Hatta son taksit tarihi 30 Aralık 2001 idi. 31
Ekim’de Faruk Bey vefat etmişti. Ailesinden bir kişi taksit çekini tahsil etmek
için yanıma gelmişti. Okula ait olan Bozyazı yaz okulu işletmesini Faruk Bey
yönetiyordu. Tesisin gelirlerini günlük olarak defterine kaydeder, parayı da
Anamur Ziraat Bankası şubesine, kendi adına yatırır, sezon sonunda Mersin’e
gelirken okulun hesabına EFT ile geçerdi. Vefatından sonra kasa defterini
getirdiler. Defterdeki icmale göre önemli miktarda bir para görünüyordu. Çek
tahsilâtı için gelen kişiye, kamp gelirinden bahsedince, “Belki de size vermiştir” dedi. Şok oldum. Rahmetlinin hatırası gözümde canlandı. Ne diyeceğimi
bilemedim. Bir süre sonra kendime gelince, “Haklısın, o halde helalleşelim”
dedim, kucaklaştık ve kendisini uğurladım. Gece rüyamda can dostum Faruk’u gördüm. Kendisine olayı anlatmak istedim. Hemen sözümü kesti ve
“Ben oradaydım… Yanlış yaptı…” dedi. Rüya hali işte… dilerim bu tatsız
olaydan dolayı Faruk Kardeşimin ruhu incinmemiştir.
Rahmetlinin ölümünde de benzer bir durum yaşamıştım. O akşam kendimi yorgun hissettim ve erkenden yattım. Rüyamda Faruk kardeşimi gördüm. Biraz sohbet ettik. Oldukça mutlu ve neşeli görünüyordu. Birden bire
ayağa kalktı ve ben gideyim dedi. Kucaklaştık ve allahaısmarladık dedi ve
gitti. Ölmekten bahsetmemişti ama ben öldüğünü anlamıştım. Kan ter içinde yataktan sıçrayarak uyandım. Yatak odamdan çıkıp salona doğru yürüdüm. Çocuklarımın hepsi salondaydılar. Oğlum Sertaç ayakta duruyordu ve
bana doğru yürüdü. Konuşmaya çalıştı. Onu dinlemedim ve gözyaşları içinde
“Faruk öldü” dedim. Kızlarım ağlıyorlardı zaten. Büsbütün şaşırdılar. Meğer
biraz önce telefon çalmış ve oğlum Sertaç telefona çıkmış ve ona ölüm haberi verilmiş. Çocuklar, bunu bana nasıl söyleyebileceklerini düşünürken, ben
odadan çıkmışım. İnanılmaz bir şey…
MEVCUT SİSTEMİN EN AZ 10 YIL ÖNÜNDE OLMAK
1970’li yılların başında, o zamanlar CHP’nin Genel Sekreteri olan Bülent ECEVİT, “Halk, Parlamentonun 10 yıl ilerisinde” demişti. Buna atıfta bulunarak ben de sık sık “Toros Koleji, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 10 yıl önünde”
diyordum. Gerçekten de 1983’te klasik eğitimden vazgeçerek Fen Lisesi veya
yabancı dil ile eğitim yapan okul “Anadolu Lisesi” statüsüne geçme arayışı sonucu 1984’te yabancı dille eğitime başladığımızda, Türkiye’de birkaç maarif
koleji ile azınlık okulları dışında bu sistemi uygulayan okul yoktu. Daha sonra
211
hem devlet okullarında hem özel okullarda bu statüde eğitim yapan okullar
hızla çoğaldı. 1986 yılında ana sınıfından itibaren yabancı dil eğitimi yapan,
yetenek derslerinin tamamının branş öğretmenleri tarafından okutulduğu, donanımlı özel derslik, laboratuar, işlik ve atölyeleri olan ilkokul uygulamasını da Türkiye’de ilk biz başlattık. 1987 yılında bağımsız okul öncesi okulu,
1990’da Özel Fen Lisesi’ni, 1993’te yaz okulunu, Süper lise’yi bölgemizde ilk
biz açmıştık ve daha sonra bu uygulamalar yurt genelinde yaygınlaşmıştı.
625 sayılı Özel Okullar Yasası 1960’lı yıllarda çıktığı halde, bununla ilgili yönetmelik 15 yıl sonra Necdet ÖZKAYA’nın Genel Müdürlüğü döneminde çıkmıştı. Sayın Özkaya’nın özel öğretim kurumlarının bir kimlik
kazanmasında büyük emekleri olmuştu. Yaptığımız yeniliklerde Necdet ÖZKAYA’nın önemli katkıları ve desteğini gördük. Yapmayı düşündüğüm her
yenilikte fikirlerini alır ve teşvik görürdüm. Eğer zamanında farklı tür ve derecelerdeki okulları açmasaydık, sağladığımız büyük gelişmeleri gerçekleştiremezdik.
Eğitim sistemimiz adeta yaz-boz tahtasına dönmüştü. Yapılan değişikliklerin veya uygulamaların tamamı siyasi mülahazalarla yapıldığı için her
değişiklik sistemi biraz daha geriye götürüyordu. Fakat bizim kurumumuzda
farklı derece ve türden okul imkânımız olduğu için ciddi bir hasara uğramadan yeni duruma adapte olabiliyorduk.
1994 yılında Ecevit-Erbakan Koalisyonu’nun ön şartı olarak Milli
Selamet Partisi’nin talebi olan İmam Hatip Liselerinin ortaokul bölümünün
açılması ve okullarda zorunlu din derslerinin okutulması, 25 yıl sonra Milli
Güvenlik Kurulu ve Hükümet tarafından rejim açısından bir tehdit olarak algılandı ve imam hatip liselerinin ortaokul bölümünü kapatabilmek için zorunlu ilköğretim süresini 5 yıldan 8 yıla çıkardılar ve 8 yıllık kesintisiz eğitime
karar verildi. 1974’teki politik karar ne kadar yanlış idiyse, bu karar da aynı
derecede yanlış ve sakıncalı bir karardı.
Apar topar uygulamaya konan kararla, ‘imam hatip okullarının ortaokul bölümünü kapatalım’ derken, bütün meslek okullarının da orta kısmı
kapanmış ve toplumun en fazla ihtiyaç duyduğu mesleki ve teknik eğitim
okulları çökmüştü. Yetmemiş gibi bu okullardan mezun olan öğrencilerin
üniversitelere girme imkânlarının ellerinden alınması için ortaöğretim puanı
diye bir icat yaratılmıştı. Bununla, meslek liselerinden mezun olanlara üniversite kapıları iyice kapatılmıştı. Böylece sistem, meslek okullarının kısa sürede
boşalmasına yol açmış, devam eden öğrenciler için de tek yol dershaneler olmuştu. Yeni sistem, avantajlı görünen Anadolu liseleri ile Fen liselerinin hızla
212
yayılmasına yol açmıştı. Artık her semtte bir Anadolu Lisesi, her köşede bir
dershane açılmıştı.
Kuruluş amacının dışına çıkan Anadolu Liseleri ve Fen liselerinin yaygınlık kazanması, klasik liseleri ve kolejleri de tıpkı meslek liseleri gibi fonksiyonsuz duruma getirmişti. İlkokuldan itibaren bütün öğrenciler imkânları
ölçüsünde özel ders ve dershanelere devam ederek, Anadolu ve Fen liselerine,
lise öğrencileri de üniversiteye odaklanmış durumdaydı. Hiçbir pedagojik ve
eğitici değeri olmayan bu sistem, tek kelimeyle sadece rant üretiyordu...
Siyasi tarihimize, ‘28 Şubat Post Modern Darbesi’ olarak geçen bu uygulama, 25 yıl önce Ecevit-Erbakan Koalisyonu’nun, herhangi bir toplumsal
ihtiyaca cevap veremeyen ve pedagojik bir karşılığı bulunmayan yanlış bir
uygulamanın, laisizm hassasiyetleri ve rövanşist bir uygulamayla tersine çevrilmesi gayretinden başka bir şey değildi. Bu tür siyasi gerekçelerle sürekli
müdahale edilen eğitim sistemi maalesef başlıca sorun kaynağı haline gelmiştir. Orhan Veli’nin, meşhur “Süleyman Efendiye” şiirinde dediği gibi, “Eğitim
sistemimiz hiçbir şeyden çekmedi, siyasilerden çektiği kadar.”
Oysa Cumhuriyetimizin kurucu kadrosu ve Mustafa Kemal ATATÜRK, eğitimin öneminin bilincindeydiler. Kurtuluş Savaşı’nın en karanlık döneminde dahi Ankara’da Milli Eğitim Şurası toplanarak eğitim sistemi
görüşülmüştü. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, o günün dünya çapındaki
pedagogu ve aynı zamanda büyük bir filozof olan John DEWEY Amerika’dan
ülkemize davet edilmiş. Ekibiyle birlikte gelen ünlü filozof, yaptığı araştırmalardan sonra 1925 yılında Atatürk’e kapsamlı bir rapor sunmuşlardı. Eğitim kuramcısı ve aynı zamanda Pragmatizm felsefenin kurucusu olan John
DEWEY, “Âdemi merkeziyetçi” sistemin savunucusu olduğu için raporun içeriği de bu felsefeye uygundu doğal olarak. Oysa Cumhuriyetimizin kuruluş
felsefesi İttihat ve Terakki’den gelen ve Ziya GÖKALP’in teorisyeni olduğu
“merkeziyetçi” felsefeydi. Buna rağmen Atatürk’ün iradesiyle Milli Eğitim
Bakanları Mustafa NECATİ ve Hasan Ali YÜCEL’in öncülüğünde oluşturulan, İsmail Hakkı TONGUÇ’un da katkılarıyla John DEWEY’in önerileri esas
alınarak büyük bir eğitim reformu, hatta eğitim devrimi gerçekleştirilmişti.
Bu anlayışın somut örneği Köy Enstitüleridir.
Hâkim güçlerin talebi ve konjonktürel durumun da icaplarıyla meydana gelen politik ortam ve tabii ki siyasi mülahazalarla 1946 yılında Hasan
Ali YÜCEL Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınarak Tahsin BANGUOĞLU’nun
bu göreve getirilmesi, köy enstitülerinin kapatılması, imam hatip okulları ve
Kur’an kurslarının açılması, Cumhuriyet döneminin kuruluşundaki eğitim
213
sistemiyle ilgili köklü bir değişimin ifadesidir. 1974’teki dönüşüm, bu sistemin
gelişmesine ortam hazırlamış, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve cunta anayasası
ile sistem anayasal güvence altına alınmıştır.
Sistemin hazırlayıcısı olan laikçi egemenler, bir süre sonra bunun yarattığı rejime yönelik tehditleri görünce 28 Şubat darbesiyle geriye dönüş projesiyle ve abartılı şekilde laisizmi tahkim etmek amacıyla sadece imam hatip
okulları ve Kur’an kursları değil, başörtüsü yasağı, ortaöğretim puanları gibi
daha birçok önlemlerle ve sürecin ‘bin yıl yaşayacağı’ iddiasıyla toplumun değer yargılarına uygunluğunu gözetmeden sistemi sil baştan değiştirmişlerdir.
Askeri ve sivil bürokrasinin vesayetine dayanan 12 Eylül 1980 sistemi, sosyal, siyasal ve ekonomik bakımdan toplumu taşıyamayacak duruma
gelince 3 Kasım 2002’de yapılan milletvekilliği seçimlerinde parlamentoda
bulunan tüm siyasi partiler halkın oyu ile tasfiye edilerek, kısa süre önce, 28
Şubat postmodern darbenin mağdurları tarafından kurulmuş olan Adalet ve
Kalkınma Partisi ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. 2007 ve 2011 seçimlerinde de iktidarını sürdüren bu parti vesayet sistemini iyice gerilettikten sonra
eğitim sistemini sil baştan değiştiren yeni bir uygulama başlattı. 4+4+4 olarak
isimlendirilen bu sisteme göre 1989’dan önce 5 yıl olan ilkokul 4 yıla düşürüldü, 3 yıl olan ortaokul 4 yıla çıkarıldı ve liseler de birkaç yıl önce 4 yıla çıkarılmıştı. Onlar da gene 4 yıl olarak belirlendi. Böylece zorunlu eğitim ilkokul,
ortaokul ve lise olmak üzere toplam 12 yıla çıkarılmış oldu.
Yeni sistemle ilgili olarak zorunlu eğitim süresinin gelişmiş ülkelerin
düzeyine çıkarılması, öğrencilerin ilgi, istidat ve yeteneklerinin doğru tespit
edilmesi ve yönlendirme çalışmalarının yapılması gibi gerekçeler ileri sürülse
de aslında kendilerini sistem mağduru olarak gören iktidar sahiplerinin rövanşist bir anlayışla uyguladıkları siyasi bir projeydi. Laikçi zihniyete karşı
muhafazakâr ve dindar nesiller yetiştirmekti yeni eğitim felsefesinin hedefi.
1998’de devreye giren kesintisiz eğitim ne denli olumsuz etkiler yapmışsa, bu
yeni sistemin de en az o kadar tahribat yapacağı baştan belliydi.
Milli Eğitim sistemimizin, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yapılan uygulamalarında çok isabetli olan birkaç örnek bulunmaktadır. Bunlardan
en önemlisi köy enstitüleri uygulaması; ikincisi daha sonra ismi değiştirilerek
Anadolu Lisesi olan Maarif Kolejleri ile özel kolejlerin ortaokulun önündeki
Yabancı Dil Hazırlık sınıfları uygulaması ve üçüncüsü de 5 yıl süreli ilkokullardaki sınıf öğretmenliği uygulaması. Bu üç uygulama da bence dünyada
eğitim literatürüne geçecek değerde olan çok başarılı uygulamalardı. Politik
mülahazalarla bu üç uygulama da ortadan kaldırıldı ve zaman içinde yapılan
214
değişikliklerle sistem yozlaştırılarak bugün kelimenin tam anlamıyla içinden
çıkılmaz duruma getirildi. Zira yapılan değişikliklerin hiç birisi çağın gerekleri, toplumun ihtiyaçları ve pedagoji biliminin gerçekleri göz önünde bulundurularak yapılmadı. Toplum egemenlerinin günübirlik kararlarıyla ve “ben
yaptım oldu” mantığıyla yapıldı. Sistem değişiklikleri için bir ön hazırlık, eğitim otoritelerinin, akademik kurulların, Talim Terbiye Kurulu’nun, eğitim şuralarının ve uygulayıcıların görüşü alınmadan, politikacıların siyasi kararlarıyla belirlendi. Elbette ki böyle bir yaklaşımdan olumlu sonuçlar beklenemez.
Hiçbir bilimsel ve toplumsal temeli olmayan bu uygulamaların sürdürülebilirliği olmadığı için hemen her gün yönetmelik değişiklikleri, skandal
derecesinde uygulama hataları yaşanıp durmaktadır. 43 yıllık eğitimciliğimde
kreş ve anaokulundan üniversiteye kadar her kademedeki eğitim süreçlerini
yakından izleme imkânım oldu. İddia edebilirim ki sistemin olumsuzluklarından en az zarar gören öğrenciler, kurumlarımızda eğitim gören öğrencilerdir.
Zira tüm ekip olarak mesaimizin büyük bölümünü, sistemden kaynaklanan
olumsuzluklardan öğrencilerimizin en az zarar görmesine hasrediyoruz. Buna
rağmen süreç içinde öğrencilerin gelişmekten çok gerilediklerini görüyoruz.
Başka eğitim kurumlarında öğrenciler büyüdükçe, bozulmanın daha fazla arttığını da müşahede ediyoruz.
Bu konuda bir araştırma yapılmış mıdır, bilmiyorum. Ama şahsi gözlemim odur ki, ülkemizde eğitim düzeyi ile sosyal uyum, iş ahlakı, toplumsal
değerlere bağlılık ve saygı, demokratik düşünce ve empati yapma gücü arasında ters bir orantı bulunmaktadır. Eğitimin söz konusu değerleri geliştirmek
yerine ters bir etkisinin olduğuna dair en küçük bir ihtimal dahi çok düşündürücüdür. Bir tarihte görüşlerine değer verdiğim bir aydın, “Yasal zorunluluk olmasa çocuğumu okula göndermeyeceğim. Çünkü bu eğitim sistemi
çocukların doğuştan sahip oldukları değerleri yok ediyor…” demişti. Tabii ki
genelleme yanlış olur ama her gün gördüğümüz bencil, sekter, antidemokrat,
ukala, megaloman insanların yüksek öğrenimli, hatta akademik kariyer yapmış kişiler arasında çok daha yaygın olduğu toplumsal bir gerçektir. Hemen
herkes eski zaman doktor, avukat, mühendis, öğretmen, profesörlerin ne kadar
farklı olduklarını söylüyor. Bunda bir gerçek payı varsa ki olduğuna inanıyorum. Eğitim sisteminin birinci derecede etkisi olduğunu kabul etmemiz gerekir herhalde.
Bu keşmekeş içinde dahi kaliteli eğitim yapabilmek ve yeni sistemin gerektirdiği duruma süratle adapte olabilmek için gerekli değişiklikleri yapmak
zorundaydık. Zorunlu ilköğretim kesintisiz 8 yıl olunca, Bahçelievler sem-
215
tindeki ilkokul bina ve tesislerimiz yetersiz kalınca Nisan 1998’de aldığımız
bir kararla Bahçelievler Kampüsü’nü lise eğitimine göre, 50. Yıl kampüsünü
ilköğretime uygun şekilde yeniden hazırlanan bir tadilat projesiyle bir sonraki
eğitim yılına hazırladık. Fen lisesi için de 50. Yıl kampüsü içinde yeni bir bina
inşa etmiştik. 8 Ağustos 1998 tarih ve 302 sayılı yönetim kurulu kararıyla
okullarımızın kurucu değişikliği ve yeni binalara nakli ile ilgili resmi işlemleri tamamlayarak 98-99 ders yılına yeni sisteme uygun olarak restore ettiğimiz
binalarda başladık. Anadolu lisesiyle süper lise eski ilkokul binasına ortaokulla birleştirilmiş olan ilkokul yeni adıyla ilköğretim okulu da 50. Yıl kampüsüne taşındı. Dersliklerden laboratuarlara, işliklerden spor salonlarına, jimnastik salonundan WC’lere varıncaya kadar 4 aylık yaz tatilinde büyük tadilatlar
yapmak zorunda kalmıştık. Özene bezene yaptığımız mekânları bozup yeni
şartlara göre düzenlemek üzücüydü. Ama bunu yapmak zorunda kalmıştık.
Örneğin ilkokul öğrencileri için büyük emek ve masraflarla yaptığımız profesyonel nitelikli jimnastik salonu, kütüphane, müzik salonu ve resim atölyesini
bozup, lise koşullarına uygun fizik, kimya, biyoloji laboratuarları yapmak zorunda kalmıştık. 50. Yıl kampüsünde bulunan özel derslik ve laboratuarları da
ilköğretimin ihtiyacı olan mekânlara dönüştürmüştük.
Büyük emek ve masraf gerektiren bu tadilatların tatil döneminde bitirilmiş olması elbette ki Yusuf KAYA, İbrahim ÇEKİRGE, Musa TOLAN, Bedir
BİLGEN, Emrah DENİZ gibi ekip başlarından oluşan güçlü inşaat ekibimiz
sayesinde olmuştu. Eylül 1998’de başlayan yeni eğitim yılında yeni sisteme
adapte olma konusunda hiçbir sorun yaşanmadan eksiksiz şekilde başlamış
olduk.
Süreç içerisinde, yukarıda belirttiğim sistemle ilgili nedenlerden dolayı
özel okullara olan öğrenci talebi her yıl azalmaya başlamıştı. Özellikle liselerde, Anadolu liselerinin de hızla artmasından sonra başarılı öğrencilerin özel
liselere devam etmesi adeta istisnai hale gelmişti. Devlet Fen liseleri de Anadolu liselerini kazanamayan ve maddi imkânları iyi olan az sayıdaki öğrenci
ancak özel okulları tercih ediyordu. Bu durum işletmecilik açısından büyük
bir handikap yarattığı gibi, moral açısından da kötüydü. 1980 yılından itibaren
ciddi sınavlarla öğrenci alan ve çoğu zaman birinci yedekteki öğrencilerin
dahi giremediği okulumuzda kontenjanların dolmaması fevkalade üzücü bir
durumdu.
Anadolu Lisesi, Fen Lisesi ve Süper Lise statüsünde eğitim yapan okullarımızın öğrenci mevcudu büyük ölçüde azaldığı gibi, öğrenci kalitesi de her
yıl düşüyordu. Çok büyük umut ve ideallerle kurduğumuz ve insanüstü emek
216
verdiğimiz okullarımızın bugünkü durumunu görebilseydik bu kadar zahmete girmez ve bu kadar fedakârlık yapmazdık. Özel liseler açısından varılan
sonuç, tek kelimeyle ‘hüsran’dı. Artık sadece ilköğretim bölümünde yaratılan imkânların işe yaradığı ve verilen emeklerin nispeten karşılığının alındığı
söylenebilirdi.
İlköğretimde ancak arzu ettiğimiz eğitim uygulamalarının kısmi azamisini gerçekleştirebiliyor ve sonuçlarını alabiliyorduk. Bu sınıflardaki öğrencilerimizin pedagojik kurallara göre eğitilmeleri, eğitimin temel amacı olan,
“istendik davranış değişiklikleri” kazanmaları, ilgi, istidat ve yeteneklerini en
iyi şekilde geliştirmeleri için gerekli olan fiziki şartlar ve eğitim kadrolarının
oluşturulması hususunda uzun yıllardan beri yapılan titiz çalışmalar sonunda
mevcut sistem içinde dahi mümkün olan en kaliteli eğitimi sağlıyor ve spor,
sanat, bilim gibi eğitim alanlarında her yıl ülke ve dünya dereceleri elde ediyorduk.
Mevcut olan çarpık eğitim sistemine rağmen bu başarıların sağlanması
için olağanüstü güç ve emek sarf ediliyordu. Zira sistemin dayattığı anlamsız merkezi sınavlara hazırlık için öğrencilerimiz küçük sınıflardan itibaren
zamanlarının önemli bir bölümünü özel derslerde ve dershanelerde geçirmek
zorundaydılar. Öğrenci velilerini bu anlamsız yarıştan vazgeçirebilmek için
bıkmadan usanmadan konuyla ilgili eğitim faaliyetleri gerçekleştirmemize
rağmen sonuç alınamıyordu.
İlköğretimde pedagojik kurallar çerçevesinde okul eğitiminin önemini
anlatabilmek için yaptığımız ısrarlı çabalarımız sürerken, liselerimizde adeta
havlu atmıştık. ÖSS hazırlıkları ile ilgili özel dersler ve dershane çalışmalarına hiçbir müdahalede bulunmadığımız gibi, öğrencilerimizin yoğunlukla gittikleri dershanelerle ilişki içinde, çocuklarımızın dershanelerdeki durumlarını
da yakından takip etmek zorunda kalmıştık. Açıkçası okullar dershanelere
teslim olmuştu.
Büyük emeklerle yetiştirdiğimiz ilköğretim öğrencilerimiz 8. sınıftan
sonra, doğal olarak devlet fen liseleri ve Anadolu lisesini kazanıp gidiyorlardı.
İlköğretimde iyi bir eğitim gören öğrencilerimizin yetenekleri ve özellikle de
yabancı dillerinin bu okullarda körelmesi büyük bir kayıp ve bizim için de
üzüntü kaynağı oluyordu. Daha önce de ifade ettiğim gibi, ilkokul 5. sınıftan
sonra okutulan yabancı dil hazırlık sınıfları ile ortaokul ve liselerde matematik ve fen derslerinin İngilizce okutulması, özellikle yabancı dil öğrenimi
bakımından çok doğru bir uygulamaydı.
217
Gerek 28 Şubat kararlarıyla yapılan kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitim,
gerekse 2012’de başlayan 4+4+4 uygulaması, yabancı dil eğitimine büyük bir
darbe olmuştur. OECD ülkeleri içinde yabancı dil eğitimi bakımından en son
sırada bulunmamız, eğitimdeki yanlış uygulamaların sonucudur. Gerçi Dünya
Bankası’nın yaptığı araştırmalara göre, eğitimin diğer alanlarında da örneğin
matematik ve fen eğitiminde, 43 ülke arasında sondan 3’üncü olmamız, eğitimdeki hal-i pürmelâlimizi gözler önüne sermektedir.
Yaz-boz tahtasına dönen ve çırpındıkça batan sistemimiz dibe vurunca,
gene politik kararlarla bir takım değişiklikler yapıldı. Temel amaç imam-hatip
okullarını ihya etmek ve dindar nesiller yetiştirmek iken, buna dershanelerin kapatılması da eklenince önce 4+4+4 sistemine geçildi. Ardından klasik
liseler Anadolu liselerine dönüştürüldü ve üst eğitim kurumlarına geçiş için
yapılan merkezi sınavlarla (OKS, ÖSS) ilgili değişiklikler yapılarak yeni uygulamalara geçildi. Yapılan değişiklikler her ne kadar bilimsel ve akademik
araştırmalar sonucu yapılmadıysa da 4+4+4 uygulamasının dışındaki, özellikle merkezi sınavlarla ilgili değişiklikler oldukça isabetli olmuştur.
Gidiş hat, ortaöğretim kurumlarına (liselere) giriş sınavlarıyla yüksek
öğretime geçiş sınavlarının tümden kaldırılmasına doğrudur. Eğer bu gerçekleşirse siyasi düşüncelerle kapatılması hedeflenen dershanelerin işlevsiz kalmasına ve kendiliğinden kapanmasına yol açabilir ki normal olan da budur.
Yoksa liberal ekonominin uygulandığı bir ülkede herhangi bir hizmet sektörünü kapatmanın ne yasal ne de gerçekçi bir gerekçesi olamaz. Zira dershaneler
sebep değil sonuçtur. Sistemin zaaflarından dolayı ortaya çıkan bu kurumları
kanunla kapatmak fiilen de mümkün değil.
Tabii ki en başta yapılması gereken; 4 veya 5 yıllık temel eğitimden
sonra öğrencilerin % 70-80 oranında meslek okullarına, % 20-30 oranında
akademik liselere yönlendirilmesi ve mesleki teknik eğitimin her bakımdan
iyileştirilmesidir. Ayrıca ilkokul ve ortaokullarda yabancı dil eğitimine önem
vermek de gerekir. Geçmişte uygulanan Anadolu liselerinin önündeki ortaokul öncesi yabancı dil hazırlık sınıfı uygulaması başarılı bir uygulamaydı.
1980’li yılların sonunda özellikle dış ticarette yaşadığımız ekonomik patlama yabancı dil bilen kuşaklar sayesinde olmuştur. Ki bu kuşaklar söz konusu
okullarda yetişmişlerdi.
Bu arada yüksek öğretimdeki akademik özerkliğin tam olarak hayata geçmesi ve YÖK sisteminin buna imkân verecek şekilde reforme edilmesi
veya tümden kaldırılması da acilen gerçekleştirilmesi gereken bir durumdur.
218
Bütün liselerin Anadolu lisesine dönüştürülmesi ve Anadolu liseleri ile
devlet fen liselerinin kuruluş amaçlarının dışına çıkarak normal liseler haline
gelmesi, özel okullara olan ihtiyacı yeniden arttırmış ve bu okulların eski cazibelerine kavuşmalarını da sağlamıştır.
2012 yılından itibaren kolejlere tekrardan bir yönelme başlamıştır. Nitelikli öğrencilerin daha iyi bir eğitim talebiyle bu okullara yönelmesi, gelecekte
bu okulların kendilerinden beklenen başarılı eğitim hizmetlerini gerçekleştirecekleri hususunda umut veriyor.
1990’lı yıllarda yaşanan eğitim keşmekeşi içinde tekelci kapitalizmin
doğal yapısına uygun olarak süper market veya AVM anlayışıyla önce dershane statüsünde, birkaç yıl sonra da özel okul statüsünde zincir dershaneler ve
okullar furyası başladı. Hiçbir pedagojik değeri ve sosyal gerçekliği olmayan
ve tamamen rant anlayışına dayalı bu uygulamanın da sektöre ciddi zararlar
vereceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Tabela bedeli olarak büyük
mali kaynaklar elde eden bu kurumlar, yurt sathında gerçekleştirdikleri reklâm kampanyalarıyla ciddi şekilde kamuoyunu yanılttıkları gibi, eğitim için
harcanması gereken kaynakları da israf etmektedirler. Oysa yaşayarak gördüğüm kesin bir gerçek var; “Eğitime maddi çıkar girerse işin tılsımı bozulur!”
MERSİN EĞİTİM VAKFI ve ÖZEL TOROS OKULLARININ SOSYAL ETKİNLİKLERİ İLE İLGİLİ BAZI ÖRNEKLER
Daha önce de bahsettiğim gibi, terör ve çatışmaların toplumsal yapıyı
ve kurumları rehin aldığı 1978-79 yıllarında güç koşullarla yeniden yapılanma
çabasına giren okulumuz, diğer eğitim kurumları anarşi ve terör nedeniyle
doğru dürüst eğitim çalışmaları yapamadıkları için Milli Eğitim Müdürlüğünün görevlendirmesiyle il merkezinde yapılan resmi törenlerin organizasyonu
için yıllarca tek başına okulumuz gerçekleştiriyordu.
Şu an hayatta olan o günün il yöneticileri bunun canlı tanıklarıdır. Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, 10 Kasım Atatürk’ü anma, Mersin’in kurtuluşu,
Atatürk’ün Mersin’e gelişi gibi törenlerin organizasyonu okulumuz tarafından
gerçekleştiriliyordu. Mersin Eğitim Vakfı Anasenedinin sosyal etkinlikler konusunda bağlayıcı hükümleri gereğince resmi törenlerin dışında da eğitimle
ilgili sosyal etkinlikler gerçekleştirmek durumundaydık.
Vakfımızın kurulduğu ilk yıldan itibaren okullararası bilgi yarışmaları,
spor ve sanat etkinlikleri bu kapsamda gerçekleştiriliyordu.
Bu konudaki önemli bir etkinliğimiz Atatürk’ün doğumunun 100. yılını
219
Mersin Eğitim Vakfı olarak çeşitli etkinliklerle 1981 yılı boyunca kutladık ve
Valilik onayı ile ülke çapında “Atatürk’ün Eğitim Anlayışı ve Milli Eğitim Sorunlarımız” konulu bilimsel eser yarışması düzenledik. Bu yarışma için Çukurova Üniversitesi Rektörlüğü’yle düzenlenen protokol gereğince, Çukurova
Üniversitesi’nden (ÇÜ) 5 akademisyen, İl Milli Eğitim Müdürümüz Mustafa
ERGÜN ve Okul Müdürü olarak benim bulunduğum 7 kişilik bir jüri oluşturuldu.
Türkiye’nin farklı illerinden 82 eser yarışmaya katıldı. Çukurova Üniversitesi’nin tayin ettiği seçici kurul Prof. Dr. Hüseyin ÖZBEK, Prof. Dr. Haluk SORAN, Doç. Dr. Aytekin BERKMEN, Doç. Dr. Ayfer GÜR, Dr. Kemal
MELEK’den oluşuyordu. 04 Ocak 1982 tarihinde yapılan ilk toplantıda Prof.
Dr. Hüseyin ÖZBEK’i Kurul Başkanı seçtik ve 5 kişilik akademisyen grup,
İl Milli Eğitim Müdürü Mustafa ERGÜN ve benim de bulunduğum 7 kişilik
seçici kurul Mersin Oteli’nde çalışmalarımıza başladık. 13 Mayıs 1982 tarihine kadar süren çalışmalar neticesinde yarışmaya katılan eserlerden (6) tanesi son değerlendirmeye alındı. Bunlar arasında birinciliğe hak kazanan eser
bulunmadığı için; ikinciliği, “Gözlemci” rumuzuyla yarışmaya Balıkesir’den
katılan Şehit Süleyman Bey sanat öğretmeni Ekrem KAHRAMAN, üçüncülüğü, “Başlangıç” rumuzuyla katılan İzmit Akşam Lisesi edebiyat öğretmeni
Mehmet Pekmezci kazandılar.
Şartnameye göre birinciye 75.000 TL, ikinciye 50.000 TL, üçüncüye
25.000 TL ödül verilecekti. Ödüller, 19 Mayıs 1982 akşamı Mersin Oteli’nde düzenlenen ve Çukurova Üniversitesi Rektörü, İl Valisi, resmi protokol
mensupları, seçici kurul üyeleri ile Toros Koleji yönetici, öğretmen, Okul-Aile
Birliği yöneticileri ile Mersin Eğitim Vakfı yöneticilerinin ve diğer zevatın eşleriyle birlikte katıldıkları 200 kişilik yemekli toplantıda Vali ve ÇÜ Rektörü
tarafından verildi.
Prof. Dr. Hüseyin ÖZBEK yakın köylümüzdü. Ailesini gıyaben tanıyordum. Babası Zerdekeşli Ali Efendi, çevrede hatırı sayılır bir kişiydi. Öğrencilik yıllarımda köyle çok fazla alakam olmadığı için tanışmamıştık. Babasının
ismini çok duymuştum. Mersin Oteli’ndeki ilk tanışmamızda garip bir şekilde
kendisine yakınlık hissetmiştim. Gerçekten de son derece sempatik, sevecen
ve babacan bir insandı. Çalışmalarımız sırasında samimiyetimiz ilerleyince
birbirimizi ailelerimizle tanıştırdık ve aramızda sıcak bir ilişki doğdu. Adeta
abi-kardeş olduk. Ben ona“Hüseyin Abi”, O da bana “Aliciğim” diye hitap
ediyordu.
Samimiyetimiz ve dostluğumuz bugün de devam ediyor. 1984 yılında
220
vakıf senedini mahkeme kararıyla değiştirince, Hüseyin Ağabeyi de Mütevelli
Heyetine aldık. Mütevelli Heyetinin ilk toplantısında Mütevelli Heyet üyelerimizden birisi çocuğunun öğretmeni ile yaşadığı tatsız bir olaydan dolayı ki o
öğretmen de Mütevelli Heyet üyesiydi, münakaşa ettiler. Yersiz ve zamansız
tartışmayı güç bela yatıştırdık ama toplantının tadı kaçmıştı.
Aramıza ilk defa katılan insanların önünde böyle bir tartışma gereksizdi. Üstelik daha önce böyle bir olay asla yaşanmadığı gibi birisi öğrenci velisi
diğeri öğretmen olan iki Mütevelli Heyeti Üyesinin böyle bir münakaşaya girmeleri hoş değildi. Ve yeni üyelere karşı mahbup olmuştum. Sonraki yıllarda
da hiçbir zaman böyle bir durum olmadı.
Toplantıdan sonra Hüseyin Abi’yi odama davet ettim. Olayı örtbas etmeye çalıştım ama olmadı. “Aliciğim, sen çok genç ve tecrübesizsin. İyi niyetle güzel şeyler yapmak istiyorsun ama gördüğüm kadarıyla arkadaşlarını pek
iyi seçememişsin. Bence yol yakınken bu işten vazgeç, yoksa çok üzülürsün”
dedi.
Kendisine, yaşanan olayın bir talihsizlik olduğunu, aslında bu insanların çok iyi insanlar olduklarını ve yakinen tanıyınca kendisinin de bunu anlayacağını söylediysem de ikna edemedim. “Beni mazur gör. Bu toplantılara
bir daha katılmayacağım ve Mütevelli Heyet Üyeliğinden de istifa ediyorum
” dedi ve ayrıldı gitti.
Daha sonraki çeşitli görüşmelerimizde ısrar etmeme ve toplantılara yazılı olarak davet etmeme rağmen bir daha Mütevelli Heyet toplantılara gelmeyerek Vakıf Mütevelli Heyet üyeliğinden ayrılmış oldu. Oysa Çukurova
Üniversitesi’nin temelini teşkil eden ziraat fakültesinin kurucu dekanı olarak
önemli hizmetleri bulunan ve üniversite camiasında önemli bir yeri ve saygın
kişiliği olduğuna vaki ziyaretlerimde tanık olduğum Hüseyin Abi ayrılmasaydı, vakfımıza ciddi katkıları olacağından eminim. Ne yazık ki böyle bir
talihsizlikten dolayı önemli bir değerden yoksun kalmıştık.
Bilimsel eser yarışmasına katılan yapıtlardan bazıları kitap olarak yayınlandı ve bu konuda önemli birtakım kaynak eserleri ülkemize kazandırmış
olduğumuza inanıyorum. Ödül töreni sırasında Vali Bey, yaptığı konuşmada, Çukurova Üniversitesi Rektörü Mithat ÖZSAN’dan Mersin’e fakülte veya
yüksekokul açmaları talebinde bulundu. Rektör Bey’de konuşmasında, “Vali
Bey’in talebini yerine getirmeye söz veriyorum” deyince, Vali Bey tekrar
mikrofona gelerek, “Hepinizin huzurunda Sayın Rektörün sözünü alıp cebime koyuyorum ve bunun takipçisi olacağım” demişti. Bu söz kesme işi ne
221
denli etkili oldu bilinmez ama yıllar sonra Çukurova Üniversitesi Mersin ve
Tarsus’a yüksekokullar açtı.
Vakıf ana senedimizin 6. maddesine göre, eğitime önemli katkısı olan
ve bu alanda özgün çalışmaları bulunanlara her yıl teşvik ödülleri veriliyordu.
Uygulamada ciddi mesai ve kaynak gerektirdiğini gördüğümüz için 1984 yılında yapılan ana senet değişikliğinde, ana senedin bu hükmü kaldırıldı. Zira
yapılan değişiklikle vakfın temel amacı bir üniversite kurmak olduğu için bütün çalışmaların bu amaca yoğunlaşması gerekiyordu.
ÖĞRENCİ BURSLARI
45 Evler semtindeki yeni binamıza taşındığımız 1980 yılından itibaren
ilkokul mezunları arasında düzenlediğimiz burs sınavı ile belli sayıda yoksul
öğrencinin ücretsiz okutulmaları ve bu öğrencilerin yemek, servis, kıyafet,
kitap ve kırtasiye giderlerinin okulumuz tarafından karşılanmasına karar verdik. 1980 yılı yaz döneminde Valilik onayı ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü aracılığıyla yapılan duyuru neticesinde okulumuzda düzenlenen burs sınavında
başarılı olan (3) kız, (3) erkek olmak üzere toplam (6) öğrenci burslu okumaya
hak kazandı. Bu ilk tecrübe çok başarılı olmuştu. Burslu alınan öğrenciler gerçekten de çok başarılıydılar. Liseden sonra bu öğrenciler çok iyi üniversiteler
kazandılar ve sonraki yıllarda da bu şekilde burslu okutulan öğrencilerimize
Üniversite’de de yükseköğrenimleri süresinde Kredi Yurtlar Kurumu tarafından verilen Yükseköğrenim Bursu miktarında karşılıksız burs veriyorduk.
Hiç unutmam ilk yıl burslu alınan öğrencilerden birisi, ortaokul yıllarında ciddi bir hastalık geçirmiş ve tedavisi için gereken her şeyi yapmıştık.
Uzun ve pahalı bir tedaviden sonra sağlığına kavuşan bu öğrencimiz, Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden biri olan İngilizce Tıp Fakültesi bölümünü
kazanmış ve kendisine Üniversite yıllarında karşılıksız burs verilmişti. Bu
öğrencimiz şu anda tıp profesörü olarak önemli hizmetlerde bulunuyor.
Bu şekilde her yıl artan sayıda burslu öğrenci alımlarımız devam etti.
1989’da Milli Eğitim Bakanlığı’nca burslu öğrenci okutulması bütün özel okullar için bir zorunluluk haline getirildi. Ancak burslu okutulacak öğrenci sayısı
okulun öğrenci mevcudunun % 3’ü olarak tespit edildi. Oysa biz daha fazla
öğrenciye burs veriyorduk. Maliye müfettişlerinin teftişinde bu durum fark
edilince % 3’ün üzerindeki öğrencilerin KDV ve kurumlar vergisini ödememiz gerektiği bildirildi. Bunun üzerine 1989’da vakıf senedinde tekrar mahkeme kararıyla değişiklik yaparak, “öğrenci mevcudunun en az % 10’unun
222
ücretsiz okutulacağı” hükmü kondu ve o gün bu gündür okullarımızda bu oranın çok daha üstündeki oranlarda burslu öğrenci okutuluyor. Örneğin Özel
Toros Okulları’nda okuyan burslu öğrencilerin oranı 2012-2013 eğitim yılında
% 15,76; 2013-2014 yılında ise % 19.82’dir. Toros Üniversitesi’nde ise bu oran
% 50’ye yakındır.
İlk ve ortaöğretimde burslu okuyan öğrencilerimize, üniversite öğrenimleri sırasında da kredi yurtlar kurumu tarafından verilen miktar kadar
karşılıksız burs veriliyordu. Kendi üniversitemiz açılıncaya kadar yüksek öğrenim burslarımız devam etti.
Yüksek öğrenim bursları verilirken ana senedimiz gereğince kendi
okullarımızda burslu okumuş öğrencilere öncelik tanınıyordu. Ancak müracaat eden öğrencilerin sosyo-ekonomik durumlarına göre çoğunlukla başka
liselerden mezun olan öğrencilere de burs veriliyordu. Okulumuzun mali imkânlarına göre burs verilecek öğrenci sayısı yönetim kurulumuz tarafından
belirleniyordu. Duyuru için belli başlı üniversitelere ilanlar göndermenin dışında, hiçbir duyuru olanağımız olmadığı halde her yıl Türkiye’nin hemen
her kentinden yüzlerce öğrenci müracaat ediyordu. Tarafımızdan hazırlanmış
olan son derece ayrıntılı başvuru formlarındaki bilgilerin titizlikle incelenip
puanlandırılması haftalarca sürerdi. En şiddetli ekonomik kriz yıllarında dahi
her yıl asgari 20 öğrenciye burs vermiştik. Normal yıllarda bu sayı 50-60 öğrenciye kadar çıkmıştı. Yaklaşık 25 yıl süren bu uygulama ile asgari 1.200
öğrenciye karşılıksız yüksek öğrenim bursu verdik.
Bununla ilgili küçük bir anımı, yeri gelmişken paylaşmak isterim. Oldubitti, yaz tatilleri benim için son derece stresli ve sıkıntılı geçmiştir. Her
yıl yeni öğretim yılına yetiştirmek zorunda olduğum bina ve tesislerin inşaatı, yeni sistemlerin, araç-gereçlerin sağlanması için hummalı çalışmalar
içindeydim. 1988’den itibaren buna bir de tapu iptal davasıyla ilgili sorunlar
eklenmişti. Yanılmıyorsam 1990 veya 91 yazıydı. Gene son derece sıkıntılı
bir günümdü. Sekreterim Nedime Hanım, bir ziyaretçim olduğunu bildirdi.
“Buyurun” dedim, içeri boylu poslu genç bir adam girdi. Kendisini tanıtınca ismi bana tanıdık geldi ama kim olduğunu çıkaramadım. “Hocam, ben
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Bana 5 yıl boyunca
burs verdiniz ve bursunuzla okudum. Size teşekkür etmeye geldim” dedi. Çok
duygulandım, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kucaklaştık… Büyük bir
mutluluk duydum ve biraz önceki sıkıntılar hemen izole oldu. İçimi büyük bir
sevinç kapladı… Bu olay, yaşamımdaki unutulmaz hoş olaylardan birisidir.
Kendi kendime, “İşte bunun için her türlü sıkıntıya katlanman gerek” dedim.
223
Karşılıksız yüksek öğrenim burslarımızın miktarı belirlenirken, Kredi
Yurtlar Kurumu (KYK) burs ve kredi miktarlarını baz alıyorduk. Ancak 27
Mart 1989 günü bir elemanımızın kullandığı aracın karıştığı trafik kazasında
hayatını kaybeden öğretmen Mümtaz ÖZEK’in o zaman ilkokul 1. sınıfta olan
küçük kızı Burcu ÖZEK istisnaydı. Küçük Burcu’yu aynı gün okulumuzun
himayesine aldık. O’nu, liseyi bitirdiği 2000 yılına kadar büyük bir özenle
okuttuk. Liseden sonra Ege Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü’nü kazandı. Üniversite yıllarında da en iyi koşullarda eğitimine devam etmesi için
her yıl annesinin kararlaştıracağı miktarda burs verdik ve Burcu çok başarılı
şekilde kaliteli bir üniversite tahsili yaparak, gerek annesinin gerekse bizlerin
umut ve emeklerimizi boşa çıkarmadı.
2009 yılında kurulan ve 2010-2011 öğretim yılından itibaren eğitim-öğretime başlayan Toros Üniversitemiz, kurulduktan sonra yüksek öğretim
bursları ile ilgili kaynaklarımızı tamamıyla Toros Üniversitesi’ne tahsis ettik.
Ve şu anda üniversitemizde öğrenim gören ön lisans, lisans ve yüksek lisans
öğrencilerimizden, tam burs veya kısmi burs alan bine (1000) yakın öğrencimiz var. Bu sayının ileride birkaç bin olması en önemli hedeflerimizdendir.
Zira toplumların en büyük servetleri, sahip oldukları iyi yetişmiş, kaliteli insan gücüdür. Bunun da biricik kaynağı çocukların ve gençlerin zihinsel yetenekleridir. Zeki ve yetenekli çocukları bulup yetiştirmek, toplum yararına
faaliyet gösteren kişi ve kurumların en başta gelen görevi olsa gerek. Anaokulundan üniversiteye kadar her kademedeki başarılı öğrencileri keşfetmek
ve maddi imkânları yetersiz olanlar için burs desteğinde bulunmak, birinci
derece görevimiz ve önceliğimizdir. Toros Üniversitemizin kurulmasıyla bu
sorumluluğumuzu daha iyi şekilde gerçekleştirme olanağı bulduğumuz için
son derece mutluyuz. Ve bunun gerektirdiği her türlü yerel, ulusal ve uluslar
arası projelerle ilgili yoğun bir çaba içindeyiz.
SOSYAL SORUMLULUK ÇALIŞMALARIMIZ
50 yıllık hizmet sürecimiz içinde sadece okullarımıza devam eden öğrencilerimiz değil, özellikle zaruret içinde bulunan yoksul semtler ve bölgelerde yaşayan okullar ve öğrenciler için de bir şeyler yapabilmenin gayreti içinde
olduk. Her zaman ilimizin yoksul semtlerindeki bazı okullar ile geri kalmış
bölgelerimizdeki (özellikle Doğu ve Güneydoğu) bazı okullarla “kardeş okul”
projeleriyle katkıda bulunmaya çalıştık. Öyle bir ortam doğdu ki bizim ihtiyaç
sahibi okulları bulmak için özel bir çaba göstermemize gerek kalmadan Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki idealist köy okulu yönetici ve öğretmenlerinden
224
eğitim araç-gereçleri ve öğrenci ihtiyaçları ile ilgili olarak çok sayıda yardım
talepleri alıyor ve bunlara cevap verebilmek için okul yöneticilerimiz ve öğretmenlerimiz ve özellikle okullarımızın okul-aile birlikleri her yıl yardım
kampanyaları düzenleyerek talepleri karşılamaya çalışıyorlardı.
Doğudaki köy okullarının kütüphaneleri için talep ettikleri kaynak yayınlar, ders kitapları ve kırtasiye malzemelerini PTT, DDY veya özel kargoyla
gönderirken, okul araç-gereçleri ile öğrencilerin kıyafet ihtiyacı olan malzemeleri okul-aile birliği yöneticileri ile bu konuda görevlendirilmiş öğretmenlerimiz tarafından kamyonlarla taşınıp ihtiyaç sahibi köy okullarına dağıtılıyordu. Başta Erzurum, Van, Şırnak olmak üzere birçok geri kalmış illerimizin
köy okullarıyla bu şeklide dayanışma çabalarımız oldu.
Bu çalışmaların, ihtiyaç sahiplerine sağladığı katkı kadar, hatta ondan
daha da fazla değerli olan şey, toplumsal dayanışma duygularının gelişmesine,
toplumun farklı bölge ve kesimlerindeki insanlar arasında bir empati yapma
duygusunun yaratılmasına yaptığı katkı olmuştur. Ayrıca her yıl düzenlenen
bu kampanyaların öğrencilerimizin eğitimine de önemli bir katkısı olduğuna
inanıyoruz. Öğrencilerimizin sosyalleşmesi, dayanışma ve paylaşma duygularının gelişmesi, içinde yaşadıkları toplumdaki farklılıkları görmeleri ve empati yapmaları hususunda bilmeleri ve kazanmaları gereken bir takım değerleri yaşayarak öğreniyorlardı.
Bu gibi çalışmalarımızla ilgili birkaç örnek vermek gerekirse… Örneğin; Kasım 2000 tarihinde, Muş-Varto ilçesinin Haksever Köy Okulu’na 12
koli elbise, 3 koli ayakkabı, 8 koli kitap, 2 koli dergi, 1 adet gaz sobası, 1
adet daktilo, işadamı Ömer ÖZDEMİR’den temin edilen kamyonla, Okul-Aile
Birliği Başkanımız Kamil ÖKSÜZER başkanlığındaki bir heyet marifetiyle
götürülüp yerinde teslim edilmiştir.
Keza, 12 Aralık 2001 (bayram arifesi günü) okul yöneticileri Okul-Aile Birliği başkanı ve farklı sınıflardan seçilen 23 öğrenciden oluşan öğrenci
temsilcileriyle birlikte Mersin Çocuk Esirgeme Kurumu’ndaki çocuklara, 42
takım çocuk elbisesi, 62 takım erkek, 22 takım kız çocuğu iç çamaşırı, 116
adet yüz havlusu, 27 adet banyo havlusu, 24 çift çorap, 27 adet kalem, 2 paket 20’lik oyuncak seti, çok miktarda kırtasiye malzemesi, balon, suluboya,
temizlik malzemesi, çarşaf ve yastık gibi malzemeler elden teslim edilmiştir.
Bundan birkaç gün sonra 9 Ocak 2002 tarihinde Mersin Elvanlı Köyü
İlköğretim Okulu’na 6 koli giysi, 5 koli kitap, 2 koli kırtasiye, 1 koli kaban, 2
koli ayakkabı, 2 koli kazak, 1 koli çanta, 15 koli tebeşir, teksir kâğıdı ve ataç,
topluiğne, yapıştırıcı vb malzemeler; Mersin Yusuf Bayık İlköğretim Okulu’na
225
6 koli giysi, 1 koli kaban, 2 koli ayakkabı, 5 koli kitap, 2 koli kırtasiye, 1 koli
çanta, 2 koli kazak vb malzeme; Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne 6 koli
giysi, 5 koli kitap, 2 koli ayakkabı, 2 koli kırtasiye, 2 koli kazak, 1 koli çanta
ve 1 koli kaban; Elbistan Bektaş Özbek İlköğretim Okulu’na 6 koli ansiklopedi ve kaynak kitaplar, Atatürkçü Düşünce Derneği’ne 8 koli kitap ve dergi,
09.01.2002 tarih ve 374 sayılı yönetim kurulu kararıyla teslim edilmiştir.
İlke olarak ihtiyaç sahibi okulların yardım taleplerini karşılıksız bırakmamak için azami gayret gösteriyoruz. Yapılan yardımların büyük bir kısmı okul-aile birliklerimizin öncülüğünde düzenlenen kampanyalara öğrenci
ve velilerimizin katılımıyla sağlanıyor. Toros Koleji’nde okul müdürü olarak
göreve başladığım 1978 tarihinden beri gelenek haline gelen bu uygulamalar
devam etmektedir.
Bu gibi çalışmalarımızla ilgili bilgi vermek amacıyla sunduğum bu
birkaç örnek, devlet okullarımızdaki olumlu gelişmelerle ilgili fikir vermesi
bakımından da önemlidir. 10-15 yıl önce tebeşirden topluiğneye kadar en basit ihtiyaçları karşılanamayan devlet okullarımızda, bugün bilgisayarlı, akıllı
tahtalı, tablet kitaplı eğitim yapılıyor.
Okullarımızın fiziki yapılarının sürekli yenilenmesinden dolayı hemen
her yıl ihtiyaç fazlası çok miktarda sıra, masa, yazı tahtası, dolap, laboratuar
malzemesini, Milli Eğitim Müdürlüğü’nün onayı ve yönlendirmesiyle ilimizdeki ihtiyacı olan okullara veriyorduk.
Kabul etmek gerekir ki son 10 yıl içinde devletimizin bütçeden Milli
Eğitim Bakanlığı’na ayırmış olduğu kaynaklardaki büyük artışlar nedeniyle,
yurt genelinde okullarımızın zaruri ihtiyaçları tam olarak karşılandığı için,
artık bu konuda fazla talep almıyoruz. Okul binalarından, okulların iç donanımına, öğrencilerin ders kitaplarına kadar, devlet okullarında en iyi şekilde
karşılanıyor. Şu anda devlet okullarımızın fiziki imkânları, çoğu özel okullardan daha iyi bir düzeye gelmiştir. Ülkemizin sağlık, bayındırlık, adliye, iletişim, ulaşım alanlarında da son yıllarda inanılmaz derecede büyük gelişmeler
oldu. Ama bana göre eğitim kurumlarımızın altyapı ve fiziki şartlarındaki gelişmeler hepsinden çok daha önemli ve değerlidir. Keşke eğitim sistemimizde
de çağdaş ve bilimsel reformlar yapılabilse.
DEPREM FELAKETİNDE ACILARA ORTAK OLDUK
17 Ağustos 1999 tarihinde, yaz tatili nedeniyle İstanbul’da eğitimine
devam eden oğlumun evinde misafirdim. Birkaç gün önce bir iş görüşme-
226
si için işyerine gittiğim bir dostumun yanındayken ‘güneş tutulmasına’ tanık olmuştum. Bilmem kaç yılda bir görülen bu ilginç doğa olayını daha iyi
gözlemleyebilmek için özel gözlükler, isli camlar hazırlamıştık. Gerçekten de
hayatımın en ilginç doğa olayına şahit olmuştum. O ara Trabzon’da yaşayan
çocukluk ve okul arkadaşım Hasan YILDIZ da misafir gelmişti. Akşam ailecek misafirimizle birlikte Kumkapı’da ki bir balık restoranında yemek yedik.
Serin bir yaz akşamında gayet eğlenceli bir ortamda geç vakte kadar kaldık.
Gece saat 24’ten sonra Nişantaşı’ndaki evimize döndük ve fazla oyalanmadan
yatak odalarımıza çekildik. Henüz uykuya dalmıştık ki şiddetli bir gürültü ve
sarsıntıyla uyandık. Oğlumun kapısı kilitliydi. Heyecanla kapıyı zorlayınca
ses verdi ve kapıyı açtı, o da panik içindeydi. Bu arada misafir kendisini telaşla
dışarı atmıştı. Biraz sonra sarsıntı geçince etrafı toparlayıp beklemeye başladık. Birkaç saat sonra elektrikler gelince televizyondan durumun vahametini öğrendik. Merkez üssü Gölcük olan şiddetli deprem büyük hasarlara yol
açmıştı. Binlerce ölü olduğu tahmin ediliyordu. Kandilli Deprem Araştırma
Merkezi Başkanı Ahmet Mete IŞIKARA, canlı yayında sürekli teknik bilgiler
veriyor ve tavsiyelerde bulunuyordu.
Daha sonra ‘Deprem Dede’ ismi verilen Ahmet Mete IŞIKARA Mersinliydi. Mersin’de kendisinin, isminin verildiği okulla ilgili olarak ziyaretime
gelmesi, tanışmamıza vesile oldu. Son derece sempatik ve konusunda uzman
bir kişiydi. Aramızda sıcak bir dostluk oluşmuştu. Bir ara siyasete de girmişti.
Kendisine, bu teşebbüsü ile ilgili eleştirilerime vermiş olduğu ‘mevcut siyasi
partiler ve parti liderleriyle ilgili analizleri’ son derece gerçekçi ve ufuk açıcı
nitelikteydi.
Depremden sonra 2 gün daha kaldım İstanbul’da. Depremin yarattığı
korkunç yıkımların boyutları her an daha iyi anlaşılıyordu. Gerçek anlamda
bir felaket yaşanmıştı. Buna karşılık gerek devlet, gerekse sivil toplum kuruluşları aciz kalmışlardı.
Mersin’e otomobille dönerken, deprem bölgesindeki tahribatları dehşetle görmüştüm. Yol boyunca adeta bombardımana uğramış gibi harabeye
dönmüş binaların çoğunda çıkan yangın dumanları hala tütüyordu. Otobanda
yer yer büyük yarıklar, hendekler açılmıştı. İzmit civarında bir üst geçit köprüsü yıkılmış ve o anda otobanda seyir halindeki bir yolcu otobüsünün üzerine düşerek infilak ettirmiş ve bütün yolcular hayatını kaybetmişti. Otobüsün
enkazı hala yerinde duruyordu. Arabada yalnız başıma seyahat ediyordum.
Gördüğüm manzaranın yarattığı üzüntü, acıma, korku ve dehşet duygusunun
yanında, doğa karşısında insanın ne denli zayıf ve zavallı olduğunu bütün
227
açıklığıyla yaşayarak görmüştüm.
Okulların tatilde olmasına karşın Mersin’e döner dönmez okul yöneticileri ve vakfımızın yönetim kurulu ile istişarelerde bulunarak ulusça yaşadığımız bu felaketten zarar gören depremzedelere ne tür katkılarda bulunabileceğimizi etraflıca araştırdık ve yardım kampanyası için hazırlıklara başladık.
Daha sonra konu ile ilgili olarak 08.09.1999 tarih ve 329 sayılı yönetim
kurulu kararıyla ilk etapta yapılabilecek yardım konusunu karara bağladık.
Söz konusu yönetim kurulu kararı özet olarak şöyleydi:
“… 17 Ağustos 1999 günü İzmit, Sakarya, Yalova, Bolu, Bursa ve İstanbul bölgesinde meydana gelen ve tam anlamıyla milli bir felaket boyutunda
olan depremle ilgili olarak kurumumuzun imkânları çerçevesinde;
1- Deprem bölgesinden ilimize göç eden ailelerin ilk ve ortaöğretim
düzeyinde eğitim gören öğrencilerden mevzuata uygunluk bakımından gerekli şartları taşıyanlardan, İlkokul bölümüne (10); Anadolu lisemize (10);
Süper lisemize (5); Fen lisemize (5) öğrenci olmak üzere toplam (30) öğrencilik kontenjan ayrılması, bu öğrencilerin ücretsiz okutulmaları ve ayrıca bu
30 öğrencinin okullarımızdaki öğrenimleri boyunca her türlü ihtiyaçlarının
okullarımız tarafından karşılanması.
2- Depremde ailesini kaybeden ilkokul ve ortaöğretim düzeyindeki (10)
öğrencinin, tam pansiyonlu olarak öğrenci yurdumuza alınmaları ve bu öğrencilerin ilköğretim veya ortaöğretimlerini tamamlayıncaya kadar parasız yatılı
okutulmaları.
3- 1999-2000 öğretim yılında verilecek olan yüksek öğrenim burslarından (10) tanesinin depremzede öğrencilere tahsis edilmesi.
4- Otuz öğrenci için yıllık kitap, defter, kalem, kırtasiye, çanta gibi her
türlü okul ihtiyaçlarını karşılayacak malzemelerin bulunduğu paketler hazırlanarak deprem bölgesine gönderilmesi…”
Yukarıdaki konularla ilgili yönetim kurulu kararımızı Deprem Koordinasyon Merkezi’ne bildirdikten sonra okulların açılmasıyla birlikte yine
Okul-Aile Birliklerimiz ve okul yönetimleri tarafından açılan yardım kampanyamızı sürdürdük. Kampanya sonunda 22 Aralık 1999 tarih ve 339 sayılı
yönetim kurulumuzun kararıyla:
1- İçel Deprem Organizasyon merkezi aracılığıyla 594 milyon TL para,
25 battaniye, 25 koli kuru gıda, 55 koli giyecek,
2- İlimizde misafir edilen depremzedelere 300 milyon TL para ve 43
çift ayakkabı,
228
3- Okul-Aile Birliği başkanı ve okul yöneticilerinin bizzat deprem bölgesine götürüp ihtiyaç sahiplerine teslim ettikleri 125 koli elbise, 5 koli iç
giyim, 8 koli ayakkabı, 8 koli kırtasiye, 258 koli gıda maddesi,
4- 150 öğrencisini deprem felaketinde kaybeden ve binası tamamen yıkılmış olan ve başka bir okul binasında yarım gün olarak öğrenime devam
eden İzmit Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nun “Kardeş Okul” olarak seçilmesi; bu okuldaki tüm öğrencilerin kitap, kırtasiye ve diğer acil ihtiyaçlarının
karşılanması,
5- Kardeş Okul seçilen Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nun her türlü kâğıt, kırtasiye malzemesi ile temizlik malzemesinin 1 yıl süreyle karşılanması.
Ayrıca okul yönetiminin talebi olan 2 müstahdemin istihdam edilmesi ve 1 yıl
süreyle ücretlerinin karşılanması karar altına alınmıştır.
Tüm imkânlarımızla deprem bölgesindeki felaketzedelere yardımda
bulunurken, diğer mahrumiyet bölgelerine yeterince katkıda bulunmasak da
büsbütün yardımı kesmek olmazdı. Nitekim aynı tarih ve sayılı yönetim kurulu kararıyla Midyat Garnizon Komutanlığı’nın fakru zaruret içinde olduğunu
bildirdiği ve yardım talebinde bulunduğu Mardin İli Midyat İlçesi Fahrettin
ÖNEN İlköğretim Okulu’na şehirlerarası otobüsler vasıtasıyla 25 koli elbise,
5 koli ayakkabı, 10 koli kitap-kırtasiye, 3 koli mont ve kaban gönderilmiştir.
Son yıllarda devlet okullarından bu tür talepler olmamakla beraber, eğitimin bir parçası olarak gördüğümüz çalışmalarımız daha çok çocuk bakım
yurtları ve yaşlılar yurtlarına yönelik olarak devam ediyor.
TOROS ÇİÇEKLERİ KAMPANYAMIZ
Okula devam edemeyen yoksul aile çocukları, özellikle de kız çocukların durumunun önemli bir toplumsal sorun olduğunun bilincinde olarak, okul
camiamızın bireysel girişimleriyle bu durumdaki kız çocukları için özel burs
imkânları sağlayarak yardımcı olmaya çalışıyoruz.
Rahmetli Türkan SAYLAN’ın genel başkanı olduğu Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği (ÇYDD), 2004 yılında “Haydi Kızlar Okula” sloganıyla bir kampanya başlattı. Bizi oldukça heyecanlandıran kampanyaya katkıda
bulunmak amacıyla daha önce düşündüğümüz “TOROS ÇİÇEKLERİ” adını
verdiğimiz kampanyamızla birleştirmek üzere ÇYDD Mersin Şubesi yönetim
kurulu ile irtibata geçtik.
18 Ağustos 2004 tarih ve 413 sayılı yönetim kurulumuz kararıyla
ÇYDD ile protokol imzaladık. Buna göre; 1) İlköğretim okullarından mezun
229
başarılı ve yoksul (10) kız öğrenci Fen lisesi, Anadolu lisesi ve Süper lisemize
ilgi ve yeteneklerine göre ücretsiz alınacaklar ve 4 yıl süre ile parasız yatılı
eğitim görecekler. 2) Okulumuza ait öğrenci yurdunda kalacak olan bu öğrencilerin kıyafetleri ile kitap, kırtasiye ihtiyaçları da kurumumuz tarafından karşılanacak. 3) Sınavla alınacak bu öğrencilerin seçimi ile ilgili kurallar Mersin
Valiliği ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği
tarafından belirlenecek ve seçme sınavı ile ilgili kurumlarla birlikte okulumuz
tarafından uygulanacak. 4) Kurumumuz tarafından okutulacak öğrencilerin
aileleriyle yapılacak sözleşmeler ÇYDD yönetimince yapılacak, öğrencilerle
ilgili her konuda okulumuzun muhatabı ÇYDD olacak.
İlgili dernek yöneticilerinin de ciddi çalışmaları sonucunda 2004-2005
öğretim yılında (10) kız öğrenciyi liselerimize kaydettik. Milli Eğitim Müdürlüğü’nün onayları ve il çapındaki duyuruları sonunda okulumuzda yapılan
sınavda 100 üzerinden en az 70 puan alan öğrenciler okumaya hak kazandılar.
İlk yıl okulumuza kaydolan 10 kız öğrenciden 9’u başarılı şekilde bir
üst sınıfa geçti. İlk yılki başarılı uygulama nedeniyle ertesi yıl için hazırlıklara daha erken başlayabilmek amacıyla 17.02.2005 tarih ve 421 sayılı yönetim
kurulu kararıyla Valilik, Milli Eğitim Müdürlüğü ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile irtibata geçilmesi kabul edildi. Gerekli çalışmalar yapıldıktan
sonra 14 Eylül 2005 tarih ve 430 sayılı yönetim kurulu kararıyla (10) öğrenci
daha alındı. Yeni alınan öğrencilerden 4’ünün evi Mersin’de olduğu için yatılı
okumak istemediler. Onların da her türlü okul masrafları ile yemek ve servis
ücretleri de okulumuzca karşılandı. Birkaç yıl devam eden bu kampanya sayesinde belirli bir sayıda başarılı ve yoksul kız öğrenci Anadolu lisemizden ve
Fen lisemizden mezun olarak çok iyi üniversiteler kazandılar.
Toros Üniversitesi’nin açılmasıyla başarılı ve yoksul öğrencilerle ilgili
parasız yatılı okuma ve karşılıksız üniversite bursları için oluşturduğumuz
kaynakları çok daha fazla geliştirerek üniversitemizde okuyan öğrencilere veriyoruz. Büyük bir mutlulukla diyebilirim ki birebir tanıma şansımız olan bu
öğrenciler için yapılan fedakârlıklar tam olarak yerini buluyor. Toros Üniversitesi’nin bu konuda da ciddi bir fark yaratacağına inanıyorum.
“Haydi Kızlar Okula” kampanyasına yaptığımız katkı ve Toros Çiçekleri projemiz, çevreden çok ciddi takdir aldığı gibi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan SAYLAN, 7 Ocak 2005 tarihinde
Mersin’e gelerek bizlere teşekkür etti ve hem okulumuza hem de şahsıma birer
teşekkür belgesini törenle verdi.
230
Daha sonra da hem derneğe yaptığımız katkılar hem de kız öğrencilerin
eğitimine sağladığımız hizmetlerden dolayı 12 Eylül 2005 tarihinde Türkan
Hanım bir daha Mersin’e gelerek dernek binasında düzenlenen törenle, ikinci
kez okulumuza ve bana teşekkür belgesi verdi.
KURUMUMUZDA ÇEVRE DUYARLILIĞI İLE İLGİLİ
FAALİYETLER
Okul yöneticisi olarak göreve başladığım Ağustos 1971 tarihinden bugüne kadar, öğrencilerde çevre bilincini geliştirmek ve doğa sevgisi kazandırmak için her zaman özel bir çaba içinde oldum. Bununla birlikte ‘beraber iş
başarma’ anlayışına da çok önem verdim. Gerek Atatürk Evi olan binamızda,
gerekse Zeytinli Bahçe Caddesi üzerinde bulunan (Eski Akdeniz Koleji) binasında, baharda öğrencilerle birlikte ağaç ve çiçek dikimi yapardık. Yıl boyunca da sık sık mıntıka temizliği yapardık.
45 Evler semtindeki yeni binamıza taşınma ve yerleşme işini öğrencilerle beraber yaptık. Okul bahçesi toprak zemindi ve inşaat atıklarıyla doluydu. Öğrencilerle birlikte bahçe temizliği yaptıktan sonra bahçenin uygun
yerlerine ağaç ve çiçek dikimi yaptık. Her hafta mıntıka temizliği yapmamıza
rağmen sürekli olarak topraktan ufak ufak taşlar çıkıyordu. Bu nedenle öğrencileri tek sıra halinde dizerek, onlarla birlikte bahçeyi taş ve keseklerden
temizliyorduk. Nisan 1980 tarihinde taşındığımız yeni okulumuzun çevresinde narenciye bahçeleri bulunuyordu. Okulun civarı mis gibi kokan portakal
bahçeleriyle kaplıydı. Okul bahçesini de yeşillendirerek çevreye uyumlu hale
getirmiştik. Sürekli yeni bina inşaatı çevreyi tahrip etse de okulun açılmasıyla birlikte imece usulü öğrencilerle birlikte okul bahçesi ve oyun alanlarının
etrafını güllük gülistanlık duruma getiriyorduk. 1986 yılında inşa edilen ilkokulumuzun da bahçe ve çevre düzenini özene bezene yaptık. O günlerde okulun dört yanına titizlikle diktiğimiz palmiye fidanları bugün kocaman ağaçlar
oldu.
Öğrencilerimizin çiçeklere ve ağaçlara karşı önemli duyarlılıkları oluştu. Çoğu öğrenci, kendi isimlerine ağaç dikerek yaz tatillerinde dahi okula
gelip bu ağaçların bakımını ve sulamasını yapıyordu. Öğrencilerimizin bu
duyarlılıklarını daha fazla geliştirecek fiziki imkânlardan yoksunduk maalesef. Çünkü gerek lisemizin, gerekse ilkokulumuzun bahçe alanları son derece
sınırlıydı. Ayrıca artan ihtiyaçlardan dolayı yeni tesislerin inşa edilmesi bu
alanları daha da daraltmıştı.
231
Oysa benim hayalimdeki okul, Amerika, İngiltere, Almanya ve Fransa
gibi Batı ülkelerindeki gibi geniş yeşil alanlar içindeki okullardı. Kısmet oldu,
1994 yılında 50. Yıl semtindeki yaklaşık 110 dönümlük limon ve portakal bahçesini alıp da ortasına okul binasını inşa etmekle bu hayalim gerçekleşti bir
bakıma.
50. Yıl semtindeki yeni okul alanımızın arazisinin bir bölümü say taşı
olmasına rağmen, tamamı çok bakımlı limon ve portakal bahçesiydi. Araziyi
bize satan Mehmet TEKİN’le bir sohbetimizde bahçenin hikâyesini anlattı.
Dedi ki; “Bu tarlaları satın aldıktan sonra, içindeki hazine arazisini de kiralayarak tamamına limon ve portakal ekebilmek için say taşı olan yerleri dinamitle kırarak toprak taşıdım. Pozcu semtindeki emniyet binasının hafriyatı
vardı. Bu inşaatın temelinden çıkan bütün toprağı kamyonlarla buraya taşıdım. Her fidanın yerini açmak için bir dinamit kullandım ve her fidanın dibine
bir kamyon toprak döktüm. Ve bu bahçeyi o şekilde diktim…”
O zamanlar 60 yaşın üzerinde olan bu emektar adamın anlattıkları beni
çok etkiledi. Bütün içtenliğimle dedim ki; “Mehmet Ağabey, daha inşaata
yeni başladık. Bahçe biraz tahrip oldu ama zararı yok. Sen onu yeniden imar
edersin. Ben bu bahçeyi alamam. Sana ödediğim parayı borç olarak vermiş
olayım. Ne zaman müsait olursan, ödeyebildiğin kadar ödersin. Hemen tapu
dairesine gidelim ve bahçenin tapusunu geri sana devredeyim. Zira senin bunca emeğine ve alın terine kıyamam…”
Bunları söylerken son derece samimiydim. O anda okulun kapanma
tehlikesi veya geniş yeşillikler içindeki okul binası hayalleri yok olmuştu.
Mehmet Abi’nin ne şartlarda bahçeyi yetiştirdiğini ve 25 yıllık emeğini kafamda canlandırdım. Kendimi onun yerine koydum. Ve böyle bir şeyin o insan
için nasıl bir zulüm olduğunu tahayyül ettim.
Bütün ısrarlarıma rağmen kabul ettiremedim ve dedi ki; “Hocam, sen
benim oğlumun hayatını kurtardın. Eğer o gün o parayı vermeseydin, oğlumun hayatı tehlikedeydi. Ayrıntıya girmiyorum ama sen bunu böyle bil. Allah
senden razı olsun. Bahçe senin, güle güle kullan, hayrını gör. Hiçbir pişmanlığım yok. Oğlumun canı sağolsun. Dünya malı dünyada kalır. Bu bahçe bana
da babamdan kalmamıştı. Ben kazandım ve bugün de bununla oğlumun hayatı
kurtulmuş oldu. Oğlumun canı sağolsun…” Çocuklarım aklıma geldi ve kendisine hak verdim.
Kendisine“Mehmet Ağabey, bahçe senin, bakımını eskisi gibi kendin
yap ve mahsulünü de kendin değerlendir. Bahçenin gelirinden herhangi bir
232
şey istemem” dedim. İki yıl bahçeyi eskiden olduğu gibi kendisi değerlendirdi. İkinci yılın sonunda bahçeyi, bahçıvanla birlikte bize bıraktı ve bir daha
da karşılaşmadık. Bahçıvan Hacı OLECE, Mehmet TEKİN’in emaneti olarak
hala işine devam ediyor.
Daha önce de söz ettiğim 50. Yıl kampusümüzün bahçesi, peyzaj ve
ziraat mühendisleri Deniz ve Aylin’in titiz çalışmaları sayesinde mükemmel
bir şekilde düzenlendi. Ayrıca öğrenciler için uygulama tarım alanları, sera ve
hayvanat bahçesi yapıldı. 2002 yılında devraldığımız eski Tarsus Koleji’nin
bahçe ve çevre düzeni de aynı şekilde yeniden inşa edildi. Nisan 2002’de devraldığımız Tarsus Toros Koleji mülkiyeti Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfı’na
ait olan 25.000 metrekare alan üzerine kurulmuştur. Okulun su ihtiyacı şehir
şebekesinden karşılanıyordu. İlk işimiz, okul bahçesinin su ihtiyacını karşılamak için artezyen kuyusu açmak oldu. Bu şekilde zengin su kaynağı elde ettik
ve okulun bahçesini yeni baştan oluşturduk.
Daha sonra öğretmen ve öğrencilerimizin üstün gayretleriyle damlama
sistemiyle sulanan meyve bahçesi, uygulama tarım alanları ve hayvanat bahçesi yapıldı. Tarsus Belediyesi tarafından düzenlenen “En İyi Okul” ve “En İyi
Okul Bahçesi” yarışması üst üste 2 yıl yapıldı ve her ikisinde de Tarsus’taki
okulumuz birinci seçildi. Mersin’deki okulumuzun Bakanlıkça düzenlenen
yarışmada Türkiye birincisi seçildiğini daha önce belirtmiştim. Bu okulumuzun tüm zamanların en iyi okul bahçesine sahip olduğunu söylemek abartı
olmaz.
Nitekim Çevre ve Tüketici Hakları Koruma Derneği Genel Merkezi
(ÇETKODER), “01.02.2008-31.12.2008 tarihleri arasında yaptığımız; çevre
bilincinin oluşturulması, duyarlı çevre, duyarlı insan, ayrıca sağlıklı tüketici
bilincinin geliştirilmesi, doğaya, çevreye, insan ve hayvan hayatına katkınız,
emeğiniz, çabalarınız, sağlıklı tüketici bilincinin gelişmesi ve tüketicilerin
hak ve hukukunun aranması, tüketiciye saygılı mal ve üretim yapanlara gösterilen saygı, hijyene olan düşkünlüğünüz, dürüst satıcı, tüketici ve rekabetin
korunması ile ilgili çabalarınız, tüketici hakları için gayret sarf edişiniz çalışmalarınız dolayısıyla; ÇEVRE VE TÜKETİCİ HAKLARINI KORUMA
DERNEĞİ (ÇETKODER) Genel Başkanlığı’nca iş bu belge ile ödüllendirildiniz. Çalışmalarınızda başarılar dileriz.” ÇETKODER Genel Başkanı Mustafa
GÖKTAŞ” imzalı takdirname alınmıştır.
Aynı şekilde Milli Eğitim Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’nın ülke genelinde yaptıkları inceleme ve değerlendirmeler sonunda, her iki Bakanlığın
amblem ve imzasıyla, “BU OKUL, SAĞLIK BAKANLIĞI VE MİLLİ EĞİ-
233
TİM BAKANLIĞI TARAFINDAN, ‘TEMİZ OKUL, SAĞLIKLI OKUL
PROJESİ’ KAPSAMINDA BEYAZ BAYRAK ALMIŞTIR” ifadesini taşıyan
pirinç levha ve sürekli olarak gönderde durması gereken beyaz bayrakla ödüllendirildik.
Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı’nın ortak projesi
olan “Beslenme Dostu” projesi ile ilgili olarak 02.10.2010 tarih ve 2010/0050
sayılı “Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan denetimde, sağlıklı beslenme ve hareketli yaşam koşulları uygun bulunduğundan,
“BESLENME DOSTU OKUL SERTİFİKASI” almaya hak kazandınız. Dr.
Seracettin ÇOM/Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürü –
M. Nezir KAHRAMAN /Milli Eğitim Bakanlığı Sağlık İşleri Daire Başkanı”
imzalı sertifika alındı.
Okullarımızın sağlık, hijyen ve çevre duyarlılığı hususundaki başarılarımızın en somut ve objektif kanıtı, ilgili resmi kuruluşların değerlendirmeleridir. Bizler her zaman bu konuda mümkün olanın en iyisini yapmaya
çalışıyoruz. Ve en iyisini yaptığımızdan da eminiz. Zira “Daha iyi bir şey
istiyorsan, daha fazla emek vermelisin” ilkesine yürekten inanıyor ve bunun
gereğini yapıyoruz. Tabii bunu ne derece başarabildiğimiz, ancak tarafsız ve
alanında uzman olan en üst düzeydeki yetkili kurumların değerlendirmeleriyle anlaşılır. O nedenle bu belgeler bizim için önemlidir.
Öğrencilerimizin doğa ve çevre duyarlılıklarını geliştirmek ve aynı zamanda toplumsal değerlere katkıda bulunmalarını sağlamak amacıyla yapılan
çalışmalar elbette ki okullarımızın alanları ile sınırlı değildir. 1986 yılının
ilkbaharında Mersin’in Gözne Yayla’sında Gözne Belediyesi’nin tahsis ettiği
bir alana, öğrencilerimiz ve öğretmenlerimiz tarafından temin edilip dikilen
ağaçlarla “Toros Koleji Koruluğu”nu oluşturduk ve yıllarca bakımı yapılarak,
şu anda yetişkin bir orman alanı oldu. Bir yıl sonra Ayvagediği’nde, ertesi yıl
Kuyuluk’ta aynı şekilde koruluklar kurduk ve onlar da şu anda orman oldu.
Daha sonra TEMA Vakfı’nın çalışmaları başlayınca Vakıf Genel Merkezi ve Mersin Şubesi’yle işbirliği içinde bu çalışmalar daha sistemli hale geldi. 1994 yılında Tema Vakfı bölgesel bir seminer düzenledi. Genel Başkan
Hayrettin KARACA’nın başkanlığında yapılan ve yanlış hatırlamıyorsam 3
gün süren seminere, Akdeniz ve Çukurova bölgesinden çok sayıda katılımcı
olmuştu. Bu seminere ev sahipliği yaptık. Bu vesileyle Sayın Karaca ile yakinen tanışma ve işbirliği çalışmalarımızı planlama olanağı buldum.
O gün bu gündür TEMA Vakfı Mersin Şubesi’nin adeta bir parçası ol-
234
235
duk. Bütün öğrencilerimiz TEMA üyesi, her sınıftan bir öğrencimiz TEMA
temsilcisi ve bir öğretmenimiz de TEMA Vakfı’nın okul temsilcisidir. Şu andaki TEMA Vakfı temsilcisi olan öğretmenimiz, aynı zamanda vakfın Mersin
şubesi yönetim kurulu üyesidir. Vakfın bütün çalışmalarında birlikte olmaya
çalışıyoruz ve imkânlar ölçüsünde katkı sunuyoruz. Vakıf aracılığıyla sadece bölgemizde değil, Türkiye’nin her tarafına fidan dikiyoruz. Halen Tekirdağ’da, Bolu’da öğrencilerimiz adına dikilmiş ormanlarımız mevcuttur. En
görkemli ve iddialı fidan dikme etkinliğimiz, Mart 2004’te dikilen Toros Koleji 40. Yıl Hatıra Ormanı’dır. Dilerim ki bu yıl 50. Yıl Hatıra Ormanımız daha
da görkemli olur.
43 yıllık meslek hayatım boyunca çeşitli kurum ve kuruluşlar çok sayıda onur belgeleri verdiler. Bunlardan bazıları okuldaki odamın duvarlarını
süslüyor. Bu satırları yazarken gayriihtiyarî inceledim ve gördüm ki en fazla
onur belgesi TEMA Vakfı’na ait ve onları en üst sıraya asmışım.
Çocuklarımıza aşılamak istediğimiz çevre ve doğa sevgisinin, sosyal
sorumluluk, toplumsal dayanışma, paylaşma ve empati yapma bilinci kadar
önemli olduğuna inanıyor ve bitki sevgisi, hayvan sevgisi, çevre duyarlılığının
da eğitimin önemli bir parçası olduğuna inanıyoruz. Okulumuzda tam olarak
yerleştiğine inandığım bu anlayışın kökleşmiş olduğunu ve sistematik bir duruma geldiğini görmek mutluluk vericidir.
O yıllarda ki Okul Aile Birliği Başkanımız Kamil ÖKSÜZER’in bir
yardım kampanyası sırasındaki duygularını ifade ettiği mektubu aynen aktarıyorum;
OĞLUMA MEKTUP
Sevgili Oğlum… Bu, sana yazdığım ilk mektup. Bu mektubu yazarken,
nasıl bir duygu yoğunluğu yaşadığımı bilmeni istedim…
Bilmeni istedim. Çünkü duyguları, en iyi çocuklar anlar saf ve temiz
yürekleriyle..
Bir türkü vardır bilirsin. “Burası Muş’tur. Yolu yokuştur.” Hep merak
etmişimdir Muş’u ve türküdeki yokuşu… kısmet olmamıştı görmek, Ahmet
Öğretmen mektup gönderene dek.
Yardım istiyordu Ahmet Öğretmen, Haksever Köyündeki öğrencileri için
sizlerden… ve Toros’da bir kez daha çarpıyordu sevinçle yürekler… Günlerce
yardım taşıdı minik elli melekler. Kimi ayakkabısını getirdi kimi ceketini kimi
pantolonunu taşıdı okula. Kimi kazağını, gömleğini ve oyuncağını ve defterini
236
ve kalemini ve yüreğini ve sevgisini paket paket…
Ve bana düştü bunları götürüp Haksever’e teslim etmek. 15 saat sürdü yol.
Ve nihayet göründü Muş. Muş o türküdeki Muş. Dümdüz bir ova alabildiğine
Muş. Ne bir tümsek var ne bir yokuş. Dümdüz bir ova Muş… garipsedim “yolu
yokuştur diyordu türkü” yoksa başka şeylermiydi anlatılmak istenen bu sözcüklerde. Düşündüm düşündüm düşündüm.
Saat sabahın 7.00’si Varto’ya gidecek otobüs geldi. Aktardık kolileri, koyulduk yola… tam 54 km Varto. Sulak ve verimli topraklar çevrelemiş yolun iki
yanını. Yol, geniş ve düzgün bir yol. Oldukça sakin. Yemyeşil, tertemiz bir doğa,
pürüzsüz bir gökyüzü, güneş ve oksijen… ve nazlı nazlı akan murat suyu…
Varto’da Ahmet Öğretmen karşıladı beni… İlk kez tanıdım onu, ufak tefek çelimsiz biriydi. Ama gözleri alev alev parlıyordu. Gençti. Başarmış olmanın
gururu ve sevinci okunuyordu yüzünden. Mutluydu, heyecanlıydı, sevinçliydi
boynuma sarılırken. İçi içine sığmıyordu…
Orada öğrendim Haksever’in köy olduğunu. Varto’ya 24 km uzaklıkta bir
köy ve bir kez daha aktarma yapmak zorunda kaldık. Yeniden indi koliler Varto
meydanına. Halk sardı etrafımızı merakla. Koliler incelendi. Sorular soruldu ve
adı çalkalandı Toros’un bir anda Varto’nun şehir meydanında. Sımsıcak bir ilgi
sardı her yanımızı. İkram yarışına girdi insanlar teşekkür ederek…
Öğlen olmak üzereydi, Belediye’nin tahsis ettiği kamyon geldi. Yeniden
yüklendik kolileri. Atladık kamyona. Ahmet Öğretmen ve ben anayoldan sapınca Haksever’e doğru yol bitti. Bir patikada devam etti yolculuğumuz Haksever’e
dek… Birçok köy geçtik ve birçok mezra. Köyden uzak köyün bir parçası toplam
birkaç konutluk yerleşim alanları. Yol boyunca yemyeşil alanlar, pırıl pırıl bir
doğa, saf oksijen deposu. Taşları bile bir başka güzel. Kağnılar gördüm yolda.
Sanki Kurtuluş Savaşı’ndan geliyorlar…
Karşımda Şerafettin Dağları doruklarında kar. Etekleri yemyeşil ve Haksever göründü kavakların ardından. Dağların arasında bir nokta kadar birbirinden uzak evler bomboş bir alan, meralar… Okulun önünde durdu kamyon. Bir
anda toplandı Haksever ve hareketlendi her yer. Çocuklar göründü üçer beşer.
Haksever’in çocukları. Boy boy kızlı erkekli… ve köy muhtarı, imam ve diğerleri. Sımsıcak bir sevgiyle karşılandık ben ve Toros’un yardım eli. Taşındı koliler
birer birer…
Okuldaydık… Okulun bahçesinde. Hafif bir çamur halindeydi siyah toprak ve bahçenin ortasında, uzunca kazılmış bir çukur… Yaklaşık yüz metre yürüdük çukuru, bir boydan, bir boya. Çukurun sonunda bir su birikintisi. Yer altı
suyu. İnce verimsiz bir su. Okula getirmeye çalışıyorlar bu suyu kar düşmeden.
237
Okul dedim. Sakın Toros gelmesin aklına. Bu okul bambaşka. Duvarsız
bir bahçe. Tek katlı taş bir bina. Yıllar önce yapılmış belli. 2 derslik bir lojman
ve birde bayrak direği… tabelası bile yok. Derslikler büyük tutulmuş, sıralar
oldukça eski. Beton zemin bahçeden farksız. Örümcek ağları sarmış köşeleri
ve pencere kasasından bozma bir kitaplık, öyle duruyor duvara dayalı. Yarısı
defter kabıyla kaplı yarısı çıplak. Getirdiğimiz kitaplar konacak oraya çabucak.
Çocuklar okuyacak. Haksever’in çocukları. Lastik ayakkabılı, çorapsız çocuklar…başları önde ve hafif bir öksürük hepsinde, kapanmışlar içlerine. Heyecan,
merak ve sevinç gözlerinde. Çocukça bir sevinç. Saf ve tertemiz çocuklar. Haksever’in çocukları. Yoksul ve güzel ve susamış sevgiye, bilgiye ve şefkate. Bir
şeyler anlatmak ister gibi öylesine durmuş bakıyorlar. Bir çığlık gibi bakışlar.
Sessiz ve anlamlı. Haksever’in çocukları ülkemin çocukları. Olabildiğince yoksul, olabildiğince güzel.
Açtığım ilk koliden çıkan formaları giydirdim bir kısmına. Toros’un formaları. Nasılda yakıştı, Toros’lu oldular bir anda Haksever’in çocukları. Ve kıpırdadı bir şey yüreklerde mutluluk gibi, sevgi gibi küçücük bir armağan. Kocaman bir mutluluk ve sevgi seli Haksever’den Toros’a…
Görmeni isterdim Oğul görmeni… Nasılda parlıyordu Ahmet Öğretmenin
gözleri. Sanki Atatürk’ü gördüm bir anda. Bir eli Ahmet Öğretmenin omzunda
bir eli çocukların. Ve hep onu anımsarım böyle coşkulu günlerde… Onuna başlamıştı çünkü tüm güzellikler, insana saygı ve değer.
Vasiyet etmişti Ulu Önder… “Birinci Vazifen” diye başlıyordu gençliğe
seslenişinde ve “Muhtaç olduğun kudret” diye sürdürüyordu… bugünleri görür
gibi…
Gün bugündür Oğul. Tam zamanı. Yeniden başlamalı seferberlik, yok
edilmeli yoksulluk ve cehalet. Barış ve kardeşlik türküleri söylenmeli doğuda
ve batıda ve ülkemin dört bir yanında. Bu görev sizin… Bütün Ahmet’ler, Mehmet’ler, Ayşe’ler, Fatma’lar Cumhuriyet çocukları… Ülkemin çocukları… Bu
görev sizin… Haydi göreve…
Sevgi ve hasretle gözlerinden öperim.
Baban.
238
“Özel Toros İlköğretim Okulu tarafından Muş, Varto, Haksever Köyü
İlköğretim Okuluna kardeş okul kapsamında yapılan yardım kampanyasının
ardından”
06/11/2000 Mersin
Kamil Kadri ÖKSÜZER
EĞİTİMİN HER ALANINDAKİ ÜSTÜN BAŞARILARIMIZ
Başlıktaki ifade abartılı gibi gelebilir ama kesinlikle gerçeğin ifadesidir. Yeni binamıza taşındığımız 1980 yılından itibaren eğitimin her alanında,
bilgide, sanatta, sporda, yabancı dil eğitiminde olağanüstü başarılar elde ettik.
Örneğin 1980-1981 yılında öğrencilerimiz TÜBİTAK yarışmalarında Fizik
ve Kimya dallarında ‘Akdeniz Bölge Birinciliği’ kazandılar. Üstelik bu branşlarda bölge birinciliği kazandıran öğretmenlerimiz kadrolu öğretmenler değil,
kadrosu resmi liselerde olan ders ücretli öğretmenlerdi. Daha sonra okulumuza kadrolu olarak geçen söz konusu fen ve matematik öğretmenlerimizin bu
başarıları süreklilik kazandı.
1980-1981 Eğitim yılından itibaren en yetkin branş öğretmenlerini kadrolu olarak okulumuza almak suretiyle kısa zamanda ders ücretli öğretmen
istihdamına son verdik. Emekliliğine birkaç yıl kalmış çok başarılı birkaç
öğretmenimiz istisna olarak emeklilik sürecini tamamlayıncaya kadar resmi
okullardaki görevlerine devam ettiler ve bu süre tamamlanınca okulumuzun
kadrosuna alındılar. Öğretmen kaynağımız büyük ölçüde liselerimizde Tevfik
Sırrı Gür Lisesi’ydi. İlkokulumuzda ise Barbaros İlkokulu idi. Zaman içinde
bu okulların en başarılı branş ve sınıf öğretmenleri kadromuzun büyük bir
bölümünü oluşturdular. Bu okullar dışında da gerek il içinde gerekse il dışında
kendi alanlarında başarılı olan yönetici ve öğretmenleri de okullarımıza kazandırarak sürekli kadro takviyesi yapılmıştır.
Öğretmenin, eğitimdeki belirleyici rolünü bildiğim için, birinci önceliğim öğretmen seçimi olmuştur her zaman. Örnek vermek gerekirse, 1980-81
öğretim yılında yeni binamızda iddialı bir şekilde eğitim öğretime başladığımız zaman, İngilizce öğretmeni Esin SAFA, müdür yardımcım olarak çok
başarılı çalışmalar yapıyor ve kelimenin tam anlamıyla eğitimde sağ kolumdu.
1984 yılında yabancı dil ile öğretime geçince tereddütsüz olarak Esin Hanım’a
rica ettim, yöneticilik görevini bıraktı ve İngilizce hazırlık sınıflarının başına
geçti. Zira O’na güvendiğim kadar itimat edebileceğim İngilizce branş öğretmeni yoktu. Yönetim işlerini aksatmadan yürütmek mümkündü. İngilizce
239
hazırlık sınıfındaki yabancı dil öğretimi, bana göre yönetim işlerinden daha
önemliydi. Bu kararımın ne kadar isabetli olduğunu yaşayarak gördüm.
Esin Hanım, zümre başkanı olarak kendi kadrosunu kurdu ve çok başarılı bir yabancı dil eğitimi gerçekleştirdi. Zaman içinde İngilizce zümresi hem
nitelik hem nicelik bakımından büyük hamleler yaptı. Diğer branşlarda olduğu gibi İngilizce branşında da mesleki açıdan kendisini ibra etmiş ve en iyi
okullarda yıllarca başarılı çalışmalar yapmış olan öğretmenlerin, okulumuzu
tercih etmeleri tek kelimeyle büyük bir şanstı bizim için. Örneğin, İngilizce
branşında Tevfik Sırrı Gür Lisesi zümre başkanı rahmetli Emel YEŞİL, İçel
Anadolu Lisesi zümre başkanı Leyla ALTAN, İzmir Türk Lisesi’nden Ülgen
OPÇİN, Kayseri Talas Koleji’nden Günay SARAÇ, İstanbul Eyüboğlu Kolejinin İngilizce Zümre Başkanı Sema ÖZKAYA “adı geçen öğretmen daha sonra
İstanbul’daki koleje döndü. Uzun yıllardan beri bu okulda Genel Müdür olarak
görev yapmaktadır.” O dönemde aramıza katılan İngilizce branş öğretmenlerimizdir. Adı geçen öğretmenlerimizin önerileri ve tabiî ki Esin Hanım’ın titiz
seçimiyle kısa zamanda çok güçlü bir kadro kuruldu. Bu arada, Esin Hanım,
beğendiği ve güvendiği çoğu Toros Koleji mezunu Sara BAKIREZEN, Ayşe
ŞENTUT, Çiğdem GÜVENÇ, Çiğdem VURDU… gibi genç öğretmenleri de
yanına alarak güçlü ekibin kalıcılığını sağladı. Öyle ki kısa zamanda okulumuz eğitimde marka oldu.
İngilizce eğitimindeki başarımız sadece Milli Eğitim Bakanlığı müfettişlerinin takdirlerini toplamakla kalmadı, Türkiye’nin en önemli üniversiteleri dahi okulumuzu tanır ve takdir eder oldular. O yıllarda yabancı dille
eğitim yapan Boğaziçi, Ortadoğu Teknik ve Hacettepe Üniversitesi gibi sayılı
üniversite vardı. Şu anda 100’den fazla üniversitemizde Yabancı Dille Eğitim
yapılıyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de mezunlarımız bu üniversitelerin hazırlık sınıflarını atlayarak bu sınıflardan muaf oluyorlar.
Kuruluşundan itibaren güçlü öğretmen kadrosu sayesinde sağlam temellere oturmuş olan kurumumuzun bu yapısını sistemleştiren uygulamalarımız sayesinde bu başarılar devam ediyor. Bu yapıyı sistemleştirmek şu şekilde
oldu; 1980’li yıllardaki başarılı zümre başkanları, okulun büyümesine paralel
olarak kadromuza katılan branş öğretmenlerinin yetiştirilmesi için özel bir
çalışma yaparak onları kendi sistemimize adapte ederler. Öğretmen seçiminde
son derece titizlik gösterilir ve alınan her öğretmen kendi zümresindeki sisteme alıştırılır. Buna uyum göstermeyen olursa ders yılı sonunda sözleşmesi
yenilenmez. Birinci yılın sonunda sözleşmesi yenilenmiş olan öğretmen, başka bir kente taşınma, eş durumu veya buna benzer bir zorunlu sebep olmadığı
240
takdirde, yaş haddinden emekli oluncaya kadar göreve devam eder. Kadrolarımızdaki bu istikrar sayesinde kurumumuza özgü özel bir sistem oluşturduk.
Örneğin Esin SAFA, daha sonra Emel YEŞİL ve Leyla ALTAN İngilizce, Erdoğan SOKULLU, daha sonra Özler ÖĞRETMEN Türkçe, Erol DEVRİM Matematik, Burhan ÖZACUN Tarih, Orhan UĞUROĞLU Coğrafya,
Semahat YÜREKLİ Kimya, Ayşe ARSLAN Biyoloji, Nazmi USLU Fizik,
Engin AKTUĞ Müzik, Loretta AKPINAR Beden Eğitimi, Necati ÖZBAY
daha sonra Serdar UYSAL resim zümre başkanları olarak sadece dersine
girdikleri öğrencileri iyi yetiştirmek ve zümre arkadaşlarını yönlendirmekle
kalmadılar, aynı zamanda kendi branşları ile ilgili kalıcı sistem oluşturdular.
30-40 sene önce oluşturulan bu sistemler süreç içinde yaşanan yeniliklerle
zenginleşerek devam ediyor.
1986 yılında açılan ilkokulumuz ve daha sonraki yıllarda açılan Mersin
ve Tarsus’taki diğer okullarımızda da aynı sistem geçerlidir. Dolayısıyla bütün
okullarımızda istikrarlı, sistemli ve sürekli başarılar elde ediliyor. Başarılarımızın en önemli sonucu, özgür bir eğitim ortamında yetişen, sosyal sorumluluk bilinci gelişmiş, kendisiyle ve çevresiyle barışık, insan haklarına saygılı,
milli ve manevi değerlerimize bağlı, doğayı ve çevreyi seven, özgüveni tam
olan nesiller yetiştirmek olmuştur. Bu yazdıklarımın hiçbirisi afakî ifadeler
değil. İnanıyorum ki bu okullarda yetişenler ve onların yakın çevreleri bunun
tanıklarıdır. Öğrencilerimizin iyi meslek ve yüksek kariyer sahibi olmaktan
ziyade, “iyi insan” olarak yetişmeleri birinci önceliğimiz oldu her zaman.
Doğal olarak okul başarısının objektif bir ölçüsü de emsal kurumlarla
yapılan kıyaslamalardır. Bunun da somut ölçüsü merkezi sınavlar, bilgi, sanat,
spor alanlarında yapılan müsabakalardır. Buna göre de bir değerlendirme yaptığımızda, kıyas kabul etmeyen açık ara bir üstünlük görülür. Okullar arası
bilgi ve kültür yarışmaları, TÜBİTAK gibi bilimsel kurumların düzenledikleri olimpiyatlar ve proje yarışmaları, ÖSS ve OKS, SBS gibi merkezi sınavlar,
sanat yarışmaları, spor müsabakaları gibi yarışmalarda her yıl aralarında Türkiye ve Dünya birinciliği derecelerinin de bulunduğu yüzlerce ödül, bunun en
güzel kanıtıdır.
Elbette ki bu ödüller öğrencilerimizin üstün yetenekleri, azimli çalışmaları ve velilerinin fedakârlıkları sayesinde kazanılıyor. Okul olarak biz sadece onların yeteneklerini geliştirmelerine imkân sağlayan eğitim ortamları
ve eğitmen kadrolarını temin ediyoruz. Ve bundan şu sonucu çıkarıyorum:
“Ülkemin bütün çocuklarına benzer olanaklar sağlansa, aynı derecede başarılı olurlar.”
241
Toros Koleji 50 yıl önce “en iyileri yetiştirmek” hedefiyle kuruldu ve 50
yıldır bu ilkemizden en küçük bir taviz verilmedi ve hedeften sapma olmadı.
Ancak normal olan bütün okulların ve bütün eğitimcilerin böyle düşünmeleri,
böyle davranmaları gerekir. Birçok konuda adeta “laboratuar okul” gibi çalıştık, birçok yeniliğin öncüsü olduk ama “eğitim gönüllüsü” olmak hususunda
ülkemiz eğitimcilerinin önemli eksikleri var ki hala OECD ülkeleri arasında
en gerilerde bulunuyoruz.
Eğitimin her alanında elde edilen başarılarımızı kamuoyu ile paylaşmak belki de rekabet ortamının sağlanması ve benzer kurumların motivasyonlarının arttırılması hususunda yararlı olabilir. Buna rağmen böyle bir
davranışı, kutsal bir hizmet olarak telakki ettiğimiz eğitimin ciddiyetiyle bağdaştıramadığımız için, ayrıca son yıllarda görülen kamuoyunu yanıltmayı hedefleyen ticari reklâmlara konu olan sahte başarıların sergilendiği bir ortamda
yer almaktan çekindiğimiz için, başarılarımızı sadece bünyemizdeki insanlar
biliyor. Rahmetli Emel YEŞİL ne demişti? “Bir tavuk, 5 kuruşluk bir yumurta
yumurtlayınca bütün mahalleyi ayağa kaldırır. Oysa cins bir kısrak safkan
küheylan tay doğurur, sadece gözünden bir damla yaş akar.”demişti.
BAZEN ÇOK GÜVENDİĞİMİZ ve UMUT BAĞLADIĞIMIZ GENÇ ÖĞRETMENLERİMİZDEN OKULUMUZDAN AYRILMAK DURUMUNDA KALANLAR OLMUŞTUR
Öğretmenlik mesleğini seçmiş olan okulumuz mezunlarından çalışmak
için okulumuza başvuranlara öncelik tanınarak istihdam edilirler. Başta İngilizce branşı olmak üzere birçok branşlarda bu şekilde alınan genç mezunlarımız ilk ve ortaöğretimde kendi öğretmenleri olan zümre başkanlarımızın
yönlendirmesiyle kısa zamanda son derece başarılı eğitimciler olarak yetiştirilir. Özellikle İngilizce Öğretmenliği konusunda sadece kendi okullarımızın
değil, aynı zamanda çevremizdeki birçok resmi ve özel okullarda görev yapan
mezunlarımız sayesinde okulumuzun kuruluşundan itibaren önem verilen
yabancı dil eğitimi ile ilgili sistemimizin diğer okullarda da uygulanarak bu
konuda önemli başarılar sağlamış olması bizim için ayrı bir mutluluktur.
Liselerimizi bitirdikten sonra önemli üniversitelerin eğitim fakültelerinden mezun olan başarılı öğrencilerimizin öğretmen olarak kendi okullarına dönmeleri bizler için guru verici bir şanstır. Şu anda dahi okullarımızda
görevli özellikle yabancı dil öğretmenlerimizin kahır çoğunluğu Toros mezunlarıdır. Okullarımızda öğretmen olarak göreve başlayan eski öğrencileri-
242
mizden şartları uygun olanlar zaman içinde kendilerini yetiştirerek yöneticilik
görevlerini üstlenmektedirler. Şu anda Anadolu Lisemizin, Fen Lisemizin ve
İlköğretim okulumuzun bütün yöneticileri eski mezunlarımızdır. Tarsus okullarımızın Genel Müdürü ve Üniversitemizin de birçok bölümlerinin yöneticileri keza Toros Mezunu eski öğrencilerimizdir.
Eski öğrencilerimizin öğretmen ve yönetici olarak okullarımızda sorumluluk üstlenmeleri bana en fazla huzur ve mutluluk veren son derece istisnai bir ayrıcalık olduğuna inanıyorum. Okullarımızın bu özel durumunun
önemi ve okul kurucusu olarak bana vermiş olduğu haz kelimelerle ifade edilemez. Böyle bir onuru ancak yaşayanlar bilebilir.
Okullarımızdaki öğrencilikleri sırasında sıra dışı başarılarıyla temayüz
eden ve ülkemizin önemli üniversitelerinin eğitim fakültelerinden mezun olarak kurumumuzda göreve başlayan eski öğrencilerimi bu kurumun en önemli
insan kaynağı ve serveti olarak görüyorum. O nedenle daha stajyerlikleri döneminde özel bir itinayla yetişmeleri sağlanır. Bu konuda önemli bir handikabımız bir süre sonra bu gençlerden bazılarının evlilik nedeniyle Mersin’den
ayrılmak zorunda kalmaları olmuştur. He kendileri hem de bizler için en büyük mutluluk olan fakat okullarımız içinde önemli bir kayıp sayılan bu durum
sık sık yaşadığımız bir gerçektir. Bununla ilgili onlarca isim hafızamda canlanıyor. Ve inanıyorum ki böyle bir durum olmasaydı her kademedeki okullarımızın yönetim ve eğitim kadrosu çok daha güçlü olurdu. Bununla ilgili olarak unutamadığım 2 örnek; Çiğdem GÜVENÇ ve Çiğdem TİMUR’dur. Aziz
Dostum Merhum Faruk GÜVENÇ’in kızı olan Çiğdem üniversiteden mezun
olur olmaz okulumuzda göreve başladı. Mizaç ve karakter olarak da babasına
çok benzeyen Çiğdem kızım öğrenciliğinde de çok başarılı ve ağırbaşlı bir
öğrenciydi. Okulumuzda göreve başladıktan sonra kısa zamanda kendisini
yetiştirerek Müdür Yardımcısı görevine getirildi. Daha çocukluğundan itibaren yaşından beklenmeyecek derecedeki ağırbaşlılığı çalışkan ve paylaşımcı
karakteriyle çevresinde çok sevilen bu kızımız öğretmenliğinde ve yöneticiliğinde son derece başarılıdır. Üslerine ve mesai arkadaşlarına karşı saygılı olan
Çiğdem aynı zamanda okulu ve öğrencilerini tutku derecesinde seviyordu. Her
konudaki pozitif yapısı nedeniyle gelecekte okulumuzun yönetiminde önemli
sorumluluklar yüklenebileceğini düşündükçe içten içe huzur duyuyordum.
Bir süre sonra Almanya’da yaşayan ve İngilizce Öğretmenimiz Ahmet
DEVELİ’nin de arkadaşı olan Doktor Yaşar BİLGİN’le evlenmeye karar verdiğini duyunca kendisinin adına sevinmiş fakat okulumuz için büyük bir kayıt
olduğunu düşünmüştüm. Şu anda mutlu bir evliliği olan ve 2 tane pırlanta gibi
243
evlat yetiştiren Çiğdem kızımın mutluluğu daim olsun.
Toros Kolejine tutkulu bir şekilde sevgi ve bağlılığı bulunan Çiğdem
GÜVENÇ lise öğrenimi sırasında Müzik Öğretmenimiz Engin AKTUĞ tarafından düzenlenen bir şiir yarışmasında birinci seçilerek şiiri adı geçen öğretmenimiz tarafından marş olarak bestelendi ve halen Toros Marşı olarak okullarımızda 30 yıldan fazla zamandır bütün öğrencilerimiz tarafından zevkle
okunmaktadır. Bu okul marşının hikayesini o günkü Müzik Öğretmenimiz
Engin AKTUĞ’un kaleminden okuyalım.
TOROS MARŞI NASIL DOĞDU?
Toros Okulları Marşımız Nasıl Doğdu?
1981 yılında Toros Koleji’ndeki Müzik Dersi Öğretmenliğine başladığımda yaşamımda yepyeni bir dönemin başladığını hissediyordum. Heyecanlıydım, yapılabilecek çok şey olduğunu biliyor ve çabalıyordum.
Okulumuz 45 Evlerdeki (Şimdiki Toros Üniversitesi 45 Evler Kampusu)
bir yaşındaki binasında hizmet veriyordu. Köşeli bir U harfi şeklinde tek kat
üzerine şirin bir ana bina ve bahçenin güney ucunda yine tek katlı bir kantin
binasından oluşuyordu. Bu kantin binasının iç kısmında kütüphane ve teksir
makinesinin bulunduğu basım bölümü vardı. (Fotokopi makinesi çok zaman
sonra temin edilebilmişti.) Bahçesinde bir basketbol ve bir voleybol sahası
vardı.
Okulumuzda müzik dersliği yoktu. Ancak öğrencilere yetecek kadar
sınıfımız vardı. Müzik derslerini sınıflarda işliyorduk. Her girdiğim sınıfta
önce tahtaya dizek çizer sonra da o derste öğreteceğim eserin nota ve sözlerini yazardım. Öğrenciler tahtada yazılanları defterlerine çekerken onlara flüt
çalardım.
Okulumuzda o zor koşullarda bile fizik, kimya ve biyoloji laboratuvarı
vardı ve dersler bu laboratuvarlarda işlenirdi. Benim özlemim de içinde piyanosu bulunan bir müzik dersliğimizin olmasıydı. Eğitime, bilime ve kültüre
çok değer veren bir yönetici olan okul müdürümüz Sayın Ali Özveren’in aynı
duyarlılığı sanata da göstereceğinden hiç kuşkum yoktu.
Bir sene sonra okul bahçemizin kuzeyinde yer alan bölümde bir inşaat
yükselmeye başladı. Bu binanın alt katında kütüphane, resim dersliği, müzik
dersliği yer alacaktı. Üst katta ise konferans, tiyatro ve konser salonu olarak
kullanılacak bir salon bulunacaktı. Bu çok mutlu edici bir gelişmeydi. 1982
yılının sonlarında tamamlanan binada artık bir müzik dersliğimiz vardı. 1983
244
yılının ilk aylarında Okul Müdürümüz Ali Özveren Bey çok güzel bir jest
yaptı. Müzik dersliğimizin artık bir piyanosu vardı. Dersler çok daha keyifli
ve verimli geçmeye başlamıştı.
Artık bu okulun bir marşı olmalı, diye düşündüm ve bu düşüncemi idarecilerimiz ve öğretmenlerimizle paylaştım. Okulumuzda Türkçe ve Edebiyat
öğretmenlerinin desteği ile öğrenciler arasında bir şiir yarışması düzenledik.
Kazanan şiir bestelenecek ve okul marşımız olacaktı. Yarışmaya katılan şiirler
Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerinin katıldığı bir komisyonda değerlendirildi.
O zamanlar öğrenci olan, daha sonra okulumuzda birlikte öğretmenlik yaptığım ve daha sonra da idarecilik görevi üstlenen sevgili Çiğdem Güvenç’in şiiri
birincilik kazandı. Artık bu güzel şiirin bestelenmesi kalmıştı geriye. Okulun
tek müzik öğretmeni olarak bu işi büyük bir mutlulukla yaptım.
Artık okulumuzun bir marşı vardı: Toros Lisesi Marşı
Bugün Toros Koleji anaokulundan üniversiteye ulaşan, 50 yılın birikimi ve deneyimi, ilk yılların heyecanıyla çocuklarımıza ve gençlerimize ışık
tutan, Atatürk ilkelerine bağlı kocaman bir eğitim kurumu oldu.
Nice elli yıllara Toros Okulları…
Engin Aktuğ
Emekli Müzik Eğitimcisi
Diğer bir örnek Çiğdem TİMUR’la ilgilidir. Emekli Subay olan Çiğdem
TİMUR’un babası Kemal TİMUR’la deniz kuvvetleri vakfı mersin şubesinin başkanlığı sırasında tanışmıştık. Aynı zamanda okulumuzun velisi olan
Kemal TİMUR görüş ve düşüncelerine çok değer verdiğim aydın bir kişiydi.
Zaman zaman ülkemizdeki vakıflar konusunda da dahi sohbet ederdik. Bu
konuda benim kanaatlerimin aksine vakıf kurumlarının Türkiye koşullarında devekuşu misali olarak ne deve ne de kuş olduğuna inanırdı. Vakıflarda
fahri (karşılıksız) hizmet etmenin kocaman bir yalan olduğuna ve böyle bir
anlayışın istismara yol açtığına inanırdı… Benimle ilgili olarak da “… sen
başta hata yapmışsın. Durup dururken önüne birçok engeller koymuşsun.
Gerek vakfın yönetim organları gerekse Vakıflar Genel Müdürlüğü ve resmi
mevzuatın yarattığı sayısız sorunlarla uğraşmaktan iş yapamaya zaman bulamazsın. Üstelik de amaçlarını gerçekleştirmene bu kurum ve kurulların
en küçük bir katkıları da olmaz…” diyordu. Kemal Bey’in düşünceleri bu
sektördeki deneyimlere dayandığı için hiç de yabana atılamazdı. Ancak ben
yinede durumumdan memnundum. Ayrıca da Anayasamıza göre üniversite
245
kurmanın başka bir yolu da yoktu.
Kemal Bey sıra dışı düşünceleri nedeniyle kızı liseyi bitirince Hacettepe
Üniversitesini o yıl eğitime başlayan “Ölçme Değerlendirme” Bölümünü tercih etmişti. Kızı sınavı kazanarak bu bölümü bitirmişti. Çiğdem daha üniversitede öğrenciyken neden bu bölümü tercih ettiği hususunda sık sık benimle
sohbet etme gereği duyardım ve bende isabetli bir karar verdiğini söyleyerek rahatlatmaya çalışırdım. Zira mezuniyet yaklaştıkça iş bulma konusunda
sıkıntı yaşayacağını anlamıştı.
Nitekim Çiğdem TİMUR Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Ölçme Değerlendirme bölümünü bitirince iş bulamadı. Bende okulumuzda
göreve başlamasını teklif ettim. Gerçi babasının tercihi Milli Eğitim Bakanlığı Merkez veya Taşra Teşkilatında göreve başlamasıydı ama bu mümkün olmamıştı ve Çiğdem Ölçme Değerlendirme Öğretmeni olarak okulumuzda işe
başladı.
Kısa zamanda servisini oluşturdu ve büyük bir hevesle işe koyuldu.
İlk bir yıl içinde deneyimli okul yöneticilerimiz, zümre başkanları ve rehberlik servisi uzmanlarımızla kurduğu başarılı bir işbirliği ile tahminlerimin
fevkinde yararlı hizmetlerde bulundu.1 yıl içinde okulumuzun 30 – 40 yıllık
deneyimleri bulunan branş öğretmenlerimize dahi öğretim çalışmaları hususunda önemli rehberlik faaliyetlerinde bulundu.
Okulumuzun en verimli servisi durumuna gelen ölçme ve değerlendirme
servisimiz başarılı bir şekilde hizmetlerini sürdürürken Çiğdem TİMUR’un
Alanya’lı birisiyle evlenmeye karar verdiğini duyduk. Bir müddet sonra da
evlendi ve haliyle okulumuzdaki görevinden ayrıldı. Çiğdem TİMUR’un
ayrılması ile Ölçme ve Değerlendirme Servisimiz kelimenin tam anlamıyla
çöktü. Zira görev süresince bütün araştırmalarımıza rağmen bu konuda uzman olan ikinci bir eleman bulamamıştık. Kendisi aynı yıl Alanya’daki bir
vakıf okulunda göreve başladı. Her yıl Türkiye’deki bütün okulları Üniversite başarılarını incelediğim için Türkiye’deki her okulun başarı durumunu
biliyordum. Bizim okulumuz her yıl Türkiye’de ki bütün okullar arasında ilk
20’ye girerdi. Alanya’da ki söz konusu vakıf okulu ise en son sıralarda yer alan
küçük bir okuldu. Çiğdem TİMUR’un göreve başladığı yılın sonunda bu okul
ilk 100 okul arasında yer aldı ve okulun bu başarı grafiği artarak devam etti.
Ölçme ve Değerlendirme servisinin okullarda ne denli önemli olduğunu yaşayarak öğrenmiş olmama rağmen Çiğdem TİMUR’dan sonra bu konuda
yetkin bir uzman bulunamadı ve kurumumuz son derece yararlı, başarılı ve
246
yeri doldurulamayan bir elemanını evlilik nedeniyle kaybetmiş oldu… Allah
mesut etsin.
ULUSLAR ARASI GLOBE PROGRAMI
Türkiye ile ABD arasında 5 Mayıs 1995 tarihinde imzalanan Globe
(Çevrenin Yararı İçin Küresel Öğrenme ve Gözlemleme) Programı küresel
çevreyi incelemek amacıyla 6-17 yaş arası öğrencileri, öğretmenleri, eğitimcileri ve bilim adamlarını bir araya getiren uluslar arası uygulamalı bir çevre
bilimi ve eğitimi programıdır.
Bu program ile Globe okullarındaki öğrencilerin okullarında veya okul
çevrelerinde özel olarak eğitilmiş öğretmenlerin rehberliğinde çevresel ölçüm
yapmaları, elde ettikleri bilgiyi İnternet kanalı ile Globe merkezine geçmeleri,
Globe merkezinde tüm dünyadan toplan veriler kullanılarak oluşturulan çevre
görüntülerini almaları ve bunları daha geniş çevre konuları ile ilişkilendirilerek sınıflarında incelemeleri hedeflenmektedir.
Globe Programının Amaçları:
Bireylerin Dünya çapında, çevre bilincini zenginleştirmek,
Yeryüzünün bilimsel olarak anlaşılmasını arttırmak,
Tüm öğrencilerin Fen ve Matematik alanında daha yüksek standartlara
ulaşmalarına yardımcı olmaktır.
32 ülkeden 3000 civarında okulun katılımıyla yürütülen Globe programına ülkemizden okulumuzla birlikte 8 okul aktif olarak katılmaktadır.
Bilim adamları, öğrencilere toplanan ve rapor edilen veriler üzerinde
çalışıp, bunları diğer verilerle birleştirerek çevre konusunda yeni hipotezler
formüle etmekte ve bunların deneyini gerçekleştirmektedirler. Globe bilim
adamları, Globe verilerinin çok yakında çevreye ait bilgi kaynağı olarak bilimsel literatürde yer alacağını düşünüyorlar.
Yukarıda belirtilen amaçlar ve yararlar doğrultusunda 18 – 22 Kasım
1966 tarihlerinde ABD Miami Üniversitesi Rosentiel Deniz ve Atmosferik
Bilimler okulunda düzenlenen uluslar arası Globe eğitim seminerine Toros
Okullarını temsilen Biyoloji Öğretmenimiz Mustafa ÖZYURT katıldı. Dünyanın çeşitli bölgelerinden (ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, Kore, Hırvatistan, Mısır, Güney Afrika gibi…) 15 ülkenin 43 öğretmeni katıldı. Seminer
boyunca uzman Globe öğretmenleri tarafından teorik dersler verildi. Arazide
uygulamalı çalışmalar yaptırıldı. Bu çalışmalar genel olarak atmosfer, su, top-
247
rak ve bitki örtüsü ile ilgili çalışmalardır. Ayrıca, bu çalışmalardan elde edilen
verilerin internete ve Washington’da bulunan Globe merkezine nasıl geçileceği uygulamalı olarak gösterildi. Seminer sonunda ülke bazında ve ülkeler
arası baz da görüş ve yorumlara yer verildi. Seminer, Globe öğretmenlerine
sertifikalarının verilmesiyle sona erdi.
Bu program çerçevesinde kullanılan ölçüm araçlarının önemli bir kısmı
(pH metre, iletkenlik ölçer, termometre, ağaç yüksekliği ve sıklığı ölçer, suda
erimiş oksijen tayin seti, alkalinite seti, bulut haritası, toprak renk katalogu,
max-min termometre, yağmur ölçer, bitki cins tayin katalogu, örnek alma kutuları, pH tampon standart solisyonları, metre) ABD’de satın alınmış, toprak
kazı aleti ile yağmur ölçer ve sıcaklıkölçer aksamı Mersin’de yaptırılmıştır. Biyoloji Laboratuarı bünyesinde bir “Globe Proje Odası” oluşturulup Fen branşı
öğretmenlerine programla ilgili bilgiler verilmiştir. Bundan sonra, Fen Lisesi,
Anadolu Lisesi 1. Sınıf öğrencileri ile ortaokul son sınıf öğrencilerinden seçilen 15 kişilik Globe öğrencileri grubu ile eğitim ve ölçüm çalışmalarına başlanmıştır. İlk olarak ODTÜ Erdemli Deniz Bilimleri Enstitüsünden sağlanan
GPS cihazı ile okulum koordinatları ve Rakımı belirlenmiştir. Öğle tatilinden
yararlanılarak yapılan çalışmalar ve ölçümler sonucunda ilk veriler 26.12.1996
tarihinde ABD’deki Globe merkezine geçilmiştir. Tüm bu faaliyetler Ankara’daki M.E.B’nda Globe Ülke Koordinatörü bilgisi dahilinde yürütülmüştür.
Bu çalışmalarımız yerel SUN TV kanalı tarafından yerinde kameraya
alınarak 8 Ocak 1997 tarihinde yayınlanmıştır.
Ertesi yıl Helsinki’de düzenlenen kongreye koordinatör öğretmenimiz
Mustafa ÖZYURT’un başkanlığında bir grup öğrencimiz katıldı. Aynı yıl
okulumuz Türkiye’den gelen “GLOBE YILDIZI” olarak seçilen tek okul oldu
ve bu çalışmalarımız uzun yıllar devam etti.
248
SPORCULARIMIZ BİZE BÜYÜK HEYECAN ve MUTLULUKLAR YAŞATTILAR
1980 yılından itibaren eğitimle ilgili hem alt yapı ve tesisler hem de
kadro bakımından gerçekleştirdiğimiz çalışmalarla; TÜBİTAK projelerinden
bilim olimpiyatlarına, bilimsel araştırmalardan merkezi sınavlara, sanat çalışmalarından spor etkinliklerine varıncaya kadar hemen her alanda büyük
başarılar sağladılar.
Aynı yıllarda başta Avni NART ve Mesut ÖZEN olmak üzere basketbol alanında başarılı yöneticilerimiz ile okulumuzun genç ve idealist Beden
Eğitimi öğretmenleri Loretta AKPINAR, Yüksel ŞİPAL ve Gültekin KARAHAN’ın başarılı çalışmaları ile basketbol, voleybol, teniz ve jimnastik gibi
birçok branşlarda ve kategorilerde önemli başarılar elde ettik. Spor alt yapısı
hususunda hiçbir özveriden kaçınmadık. Bunun tipik bir örneği Bahçelievler Semtinde bulunan ilkokulumuz açıldıktan sonra inşa ettiğimiz tam donanımlı, profesyonel jimnastik salonumuzdur. O yıl Gençlik ve Spor Genel
Müdürlüğü Jimnastik Federasyonunun Mersin’de uygun salon bulunmadığı
için ilimizdeki jimnastik faaliyetlerini iptal edeceğine dair karar alındığını
Gençlik ve Spor İl Müdüründen öğrenince kısa zamanda tam donanımlı bir
jimnastik salonu yaptık.
Bütün sporların kaynağı Jimnastik olduğu için özellikle ilkokulumuz
açıldıktan sonra hem altyapı ve fiziki şartlar hem de jimnastik hocalarının istihdamı konusuna özel bir önem verdik. Anaokulundan itibaren sağlam bir beden eğitimi alan öğrencilerimiz yukarıda bazılarının isimlerini andığım güçlü
antrenörler ve öğretmenler sayesinde çeşitli branş ve kategorilerde her yıl İl,
Bölge ve Türkiye dereceleri elde ettiler. 1993 yılında 45 evler, 1997 yılında
50. Yıl kampusumuzda inşa ettiğimiz kapalı spor salonlarımızın da devreye
girmesiyle bu alandaki çalışmalarımız daha da yoğunlaştı.
Fırsat buldukça sporcularımızın antrenman çalışmalarını, okullar arası ve kulüpler arası müsabakalarını izlerdim. Onlarla birlikte grup, yarı final
ve final müsabakalarına da katılırdım. Hafızam beni yanılmıyorsa 1985 veya
86 yılıydı. Erkek basketbol takımımızın Türkiye finaline katılmak için Avni
NART’la birlikte Aydın’a gitmiştik. Finale kalan takımların çoğu İstanbul ve
Ankara takımlarıydı. Bizim dışımızda birde Eskişehir Anadolu Lisesi vardı.
Kendileriyle aynı otelde kaldığımız İstanbul takımlarını görünce baya
endişelenmiştim. Zira sporcuların tümü yaş ve fiziki yapı olarak bizim çocuklarımızdan çok daha büyük ve güçlü görünüyorlardı. Büyük kulüplerin alt ya-
249
pısında spor yapan bu çocuklar belli başlı kolejler tarafından farklı okullardan
alınmış devşirme sporculardı. Biz ise okul tarihimizde hiçbir zaman böyle bir
tevessül etmedik. Bütün sporcularımızı ilkokulumuzdan alıp yetiştiriyorduk.
Müsabakalarda karşılaştığımız birçok takımı yenerek finale kaldık. 1.
Ve 2.’liği İstanbul’daki büyük kulüplerin oyuncularından oluşan İstanbul Kolejleri kazandı. 3.’lük için bir Ankara takımıyla maç yaptık. Son derece heyecanlı bir maç olmuştu. Normal süresi berabere bitti. Uzatmalarda karşı takım
bir öğrencimizin (Nuri DİNÇER) hatalı bir şekilde ve bencilce davranarak pas
vermeyip topu sürerken kaptırması sonucu kaybetmesi ve karşı takımım bundan elde ettiği bir basketle 2 sayılık üstünlük sağladılar. Kazanacağımız bir
maçı Nuri’nin basit bir hatasıyla kaybetmek üzereydik. Avni Bey’le birlikte
bağırıp çağırıyorduk. Farkında değilim o anda fenalık geçirmişim. Avni Bey
telaşla “Hocam ne oldu sana?” deyip koluma girerken maçın bitimine birkaç
saniye kala nasıl olduysa Nuri topu kaptı ve 3 sayılı bir atış yaparak maçı
kazanmamızı sağladı. O anı gördüm. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi
açtığımda bir banka yatırılmış vaziyette Avni Bey’in kalbime masaj yaptığını
gördüm ve biraz sonra kendime geldim. Krizi ucuz atlatmış ve maçı da kazanarak Türkiye 3’sü olmuştuk.
1990’lı yılların başında yine bir Türkiye Erkekler Basketbol Final maçına katılıyorduk. Final maçları Sivas’ta yapıldığı için hem seyahat hem ticaret
düşüncesiyle İstanbul’daki şirketimizin Samsun şubesini ve ailesiyle birlikte Samsun’da yaşayan kardeşimi ziyarete gittim. Oradan da Sivas’a döndüm.
Finalist takımların çoğu yine İstanbul’daki büyük kulüplerin sporcularından
oluşan kolej takımlarıydı. Sonraki yıllarda o zaman ortaokulda bulunan öğrencimiz Ömer ONAN’ın da aralarında bulunduğu ve dünya şampiyonu olan
ve kendilerine özel bir marş bestelenen “12 Dev Adam” basketbol milli takımımızın o zamanlar ortaokul öğrencisi olan Ömer Onan, Hidayet TÜRKOĞLU, İbrahim KUTLUAY, Kerem TUNÇERİ ve diğer basketbolcuların tümü
vardı. Takım koçumuz Avni NART, bütün takımların oyuncularını kendi çocukları gibi seviyor ve bu jenerasyonun gelecekte başarılı işler yapacaklarına inandığını sık sık tekrarlıyordu. Kerem’in annesinin heyecanlı hali ve her
konudaki itirazlarıyla bütün ekipler tarafından kısa sürede tanınır olmuştu.
Bizim çocuklarımızın da ebeveynleri ve yakınları Sivas’a gelmişlerdi.
Avni Bey rakip takımların oyuncularından bazılarını özellikle tanımamı istediği için fırsat buldukça bu sporcuları çağırır ve onlarla küçük şakalar
yapardı. Bir ara yine bu çocuklardan birisini çağırdı ve çocuk gelirken bu çocuğun fiziki yapısına ve özellikle de kollarına dikkat etmemi söyledi. Çocuk
250
odaya girince “Ali Hocam bu öğrencinin adı Hidayet TÜROĞLU dedi” ve arkasından “Hazır ol” dedi. Çocuk gayriihtiyarî esasduruşa geçti. Bayağı uzun
boylu olan çocuğun kollarına dikkat ettim. Gerçekten de kolları neredeyse
diz kapaklarına değecek kadar uzundu. Çocuğa bazı iltifatlarda bulunduk ve
sevgiyle gönderdik… o yarışmada da Türkiye 3’sü olduğumuzu ve dönüşte de
çocuklarımızı kurbanlar keserek ve davul zurnalarla karşılandığımızı daha
önce de yazmıştım.
Çok heyecanlı bir basketbol maçımızda 1999 yılında basketbol kız takımımızın Türkiye Şampiyonu olduğu maçtır. Final maçını Adana Bilfen Koleji
Kurucularından öğretmen arkadaşım ve dostum Osman KAREKÖK’le birlikte izliyorduk. Final maçının sonlarına doğru heyecan doruktaydı. Takımların
güçleri denkti ve maç gidip gidip geliyordu. Bir ara Osman Bey hayret ifade
eden gözlerle yüzüme baktı ve hemen koluma girip beni salondan dışarı çıkardı. Yıllarca önce Aydın’da olduğu gibi heyecandan fenalık geçirmiştim.
1980’lerden bugüne kadar çeşitli branş ve kategorilerde hemen her yıl
Türkiye Finallerine katılan sporcularımız bize bol bol bu heyecanları yaşattılar. Mümkün olduğu kadar çok sayıda öğrencimizin spor yapma imkânı bulması için 1990’lı yılların başında Toros Spor Kulübünü de kurarak her yıl hem
okullar hem de kulüpler arası müsabakalarda sayısız ödüller kazandık. Bu konuda üstün hizmet ve emekleri geçen Merhum Avni NART ve Merhum Yüksek ŞİPAL’a Allahtan rahmet diğer öğretmen, antrenör ve servis şoföründen
malzemecisine kadar hepsine teşekkürü borç bilirim. Henüz 3. Yılında Toros
Üniversitemizin Basketbol Takımını üniversiteler arası müsabakalarda onbinlerce mevcudu bulunan yılların üniversite takımlarına çoğu kez set vermeden
2014 yılı Bölge Birincisi olması bizim için büyük bir sürpriz ve gurur vesilesi
olmuştur. Belki de bu başarının temelinde Toros Okullarının geleneksel spor
başarıları yatmaktadır.
Eylül 2013’de Toros Üniversitesi 45 evler kampusu olarak hizmete giren
kapalı spor salonumuza Avni NART’ın ismini vermek suretiyle hatırasını yaşatmaya çalışmak benim için ayrı bir mutluluk oldu. Zira rahmetlinin sadece
bizim okullarımız ve kulüp takımlarımıza değil tüm Mersin’in basketbol camiasına unutulmaz hizmetleri olmuştu…
TARSUS ÖZEL TOROS OKULLARI
Daha öncede bahsedildiği gibi 1978 yılında Toros Koleji Müdürünün
ciddi bir kalp krizi geçirmesi nedeniyle geçici bir süre için okul müdürlüğü
251
görevini üstlenmiştim. Okulun bina ilgili sorunlarından dolayı ders yılı sonunda kapanacağını öğrenince o zaman ki anlayışıma göre bir Vakıf kurarak
okulu yaşatmak istemiş ve bunu gerçekleştirmiştim. Eğitim hizmetinin önemi
ve mevcut sistem içinde gerek resmi gerekse özel okulların işleyişi ile ilgili aksaklıklardan dolayı Vakıf statüsünde daha eğitim hizmeti verilebileceği
anlayışıyla yurt düzeyinde de bu tür okulların yaygınlaşması gerektiğine inanıyordum.
1985 yılında okulumuzun giriş sınavını kazanmış olan öğrenci velilerine kazanmış olan öğrencilerin Tarsus’tan kayıt için gelen velilerine Tarsus’ta
da bir vakıf kurulmasını önermiştim. Veliler bu önerimi olumlu karşılamışlar
ve kısa sürede Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfı kurularak bu vakfın kuruculuğunda Tarsus Koleji açıldı. Tarsus’un önde gelen iş adamlarının yanında
Kaymakam ve Belediye Başkanının da içinde bulundukları Vakıf Mütevelli
Heyetinin üstün gayretleriyle kısa zamanda resmi işlemler tamamlanarak Tarsus’un varlıklı bir ailesine ait eski bir konakta eğitim öğretime başlandı. Okul
Müdürlüğü’ne İngilizce Öğretmeni (ki aynı zamanda Müzik Öğretmenimizin
Kayınpederi idi) Ali ALPTEKİN getirildi. Tarsusluların Con Ali lakabıyla
tanıdıkları Ali Bey çok tecrübeli ve disiplinli bir yöneticiydi. Okulun açıldığı
ilk günden itibaren kendisiyle sıkı bir işbirliği içinde çalıştık.
Kaymakam ve Belediye Başkanının da desteğiyle kısa bir zamanda
Tarsus’un mutena bir semtinde 25.000 metrekarelik bir arsa temin edildi ve
üzerine çok güzel bir okul binası yapıldı.
Okul Müdürü Ali ALPTEKİN’in yönetiminde son derece başarılı bir
şekilde sürdürülen eğitim öğretim çalışmaları kısa sürede okulun kendi mülkü
olan yeni binasına taşınmasıyla daha da gelişti. Önce ilkokul ve anasınıfı bir
süre sonra fen lisesi bölümleri açıldı.
Gerek Okul Müdürü Ali ALPTEKİN ve gerekse Vakıf Başkanı Gündoğdu HOMURLU ile sürekli irtibat halindeydik. Okulun eğitim sistemi özü
itibariyle bizim okullarımızdakine benziyordu. Ayrıca Tarsus Amerikan Kolejinden alınan bazı yabancı uyruklu branş öğretmenleriyle takviye edilmiş
olan güçlü bir eğitim kadrosu vardı. Okul son derece başarışı bir şekilde eğitim öğretim faaliyetlerini sürdürürken 1998 yılında vakıf yönetim kurulunun
ani bir kararıyla Barbaros YARKIN’ın kurucusu olduğu Kıvılcım Okullarına
devredildiğini öğrenince üzülmüştüm. Vakıf Başkanı Gündoğdu HOMURLU daha sonraki bir karşılaşmamızda “Okul işletmeciliği bize göre değilmiş.
Okulu devam ettirmek için çok uğraştık ama başaramadık. Her yıl yeni bir
Anadolu Lisesinin açılması öğrenci sayımızın azalmasına, hatta mevcut öğ-
252
rencilerimizin dahi ders yılı içinde Anadolu Liselerine geçmesine yol açtı. Bu
nedenle mali açıdan sıkıntıya düştük ve okulu devretmek zorunda kaldık.”
Demişti.
Okulu devralan Barbaros YARKIN’ı gıyaben tanıdığım kadarıyla Asker kökenliydi. Tarsus’ta eşiyle birlikte kurdukları “Kıvılcım” adında bir anaokulları vardı. Bu okulda çok özgün ve başarılı çalışmalar yaptıklarını ulusal
medyadan öğreniyorduk. Zaman zaman ilkokul ve anaokulu yöneticilerimiz
Kıvılcım Anaokuluna giderek eğitim çalışmalarını yerinde inceleyip bana raporlar getiriyorlardı. 1990’lı yılların başında ilkokul bölümünü açtılar ve bu
okulun Müdürlüğüne de çok deneyimli ve başarılı yöneticilerimizden Halime
AKGÜLOĞLU’nu transfer ettiler. Kıvılcım Okullarını özgün çalışmaları hakkında Halime Hanım bize örnek bilgiler veriyordu.
Eğitim konusunda son derece iddialı ve yaratıcı düşünce ve icraatlarıyla
dikkat çeken Barbaros YARKIN’la şahsen tanışmasak ta uygulamaları benim açımdan son derece ilginçti ve çalışmalarını dikkatle izliyordum. Bir süre
sonra kendisi yakın dostum olan ve çocukları da okulumuzda öğrenci olan
Binali NAS’ın 50. Yıl kampusumuzun yakınında bulunan arsalarının üzerine
ticari maksatla inşa ettiği ve bir türlü satamadığı villaların Barbaros YARKIN’a kiralandığını ve bu villalarda tadilat yaparak Kıvılcım Okullarının bir
şubesini Mersin’de açmak istediğini duymuştum.
Okulların açılmasına az bir süre kalan gerçekleşmiş olan bu teşebbüsü
bende son anda duymuştum.
Yaz tatilinin son haftasına denk gelen Cumartesi günü açılacak okulla
ilgili hazırlıkları görmek ve bu konuda kendilerine bize düşen herhangi bir
hizmetin olup olmadığını öğrenmek ve okul kurucusu ile tanışmak için okul
olarak kiralanan binalara gittim. Benim için çok sıkışık bir zamana denk gelmişti. Zira ertesi gün Antakya’da düzenlenen ve benimde katılmak zorunda
olduğum bir siyasi partinin mitingi vardı. Milletvekilliği seçimlerinin Aday
Adaylığı süreci başlamıştı ve benim de aday adayı olduğum partinin Genel
Başkanının katılacağı bir mitingdi. Pazartesi günüde okullar açılacaktı. O nedenle de başka zamanım yoktu. 50. Yıl kampusumuzun bulunduğu arazimizin
batı sınırında olmasına rağmen okul binası olarak kiralanmış olan villaların
doğru dürüst yolu olmadığını askeri araçların kullanıldığı, yol çalışmalarının
yapılmakta olduğunu gördüm. Okul binası olarak kullanılacak olan binalarda
da hummalı bir tadilat ve çevre düzeni çalışmaları vardı. Bina tadilatları yol
yapımı ve çevre düzeninde çalışan insanların tamamı resmi kıyafetli er’lerdi.
Çalışmaları yöneten kişiyi okul kurucusu sandım ve adam kurucu olmadığını,
253
kurucunun şu anda burada olmadığını ve kendisini tanıttı. Görevinin Noter
olduğunu söyleyen kişi öğrenci velisi olduğu için okulun hazırlanmasına yardımcı oluyormuş. Bende kendimi tanıttım ve bize düşen bir şey varsa yardımcı
olmaktan sevinç duyacağımı ve Barbaros Bey’e hayırlı olmasını ve selamlarımı iletmesini söyleyerek oradan ayrıldım.
Öğrenci velisi olduğunu söyleyen bir noterin hafta sonu tatilinde inşaat işlerinin kontrolünü yapması inşaatta askeri iş makinelerinin kullanılması, üniformalı erlerin inşaatta çalışmaları suretiyle eğitime hazırlanan bir özel
okul bana son derece olağan dışı gelmişti ve o günden sonra Kıvılcım Okullarının faaliyetleri beni hiç ilgilendirmedi hatta öyle bir okulun varlığını dahi
unuttum.
Bu unutma hali benim karakteristik bir özelliğimdir. Normal ölçülerde
olmayan olağandışı şeyleri ister kişi ister olay isterse kurum olsun derhal unuturum ve bir daha hatırlamam. Bu şekilde asla hatırlayamadığım birçok kurum
ve insanlar var. Ki bu insanlarla eskiden samimi dostluklarım olmuştu. Hatta
bazıları yakın akrabalarımdır. Bilinçaltı hali b yani tam Freud’luk bir durum.
Bu “Yoksayma” halinin hukuktaki ifadesi “Yok hükmünde” olma durumudur.
Ki herkeste var mı bilmem ama bana çok iyi geliyor. Bu sayede üzüntü, sıkıntı, nefret, kin gibi huzursuzluk yaratacak duygu ve düşüncelerden kurtulmuş
oluyorum. Her neyse …
Gerek Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfının kuruluşu gerekse bu Vakıf tarafından açılan Özel Tarsus Kolejinin kurulması ve gelişmesiyle ilgili olağanüstü
başarıya rağmen bir süre sonra bu okulun devredilmesi gerçekten de hayal
kırıklığı yaratmıştır.
Aradan epey bir zaman geçti. 2002 Yılının Nisan ayında bir gün Tarsus
Milli Eğitim Müdürü Ethem SARI telefonla beni aradı ve Tarsus’ta bulunan
Kıvılcım okullarının kapanmak durumunda olduğunu ve okulun kapanmaması hususunda yardımcı olmamı istedi. Telefonda kendilerine üzüntülerimi bildirerek bu konuda bir şey yapamayacağımı söyledim.
Biraz sonra Okulun Kurucusu Barbaros YARKIN telefon etti. Kendisinin şu anda Vali Bey’in makamında olduğunu benimle görüşmek istediğini
kendisine birkaç dakika ayırabilirsem memnun olacağını söyledi. Bende buyurun gelin dedim. Gerçekten de birkaç dakika sonra yanıma gelen Barbaros
Bey 2001 yılında yaşanan ekonomik krizden dolayı okulun çok zor durumda
kaldığını, geçen sene bir sonraki yılın öğretim ücretine mahsuben öğrenci velilerinden avans aldığını bu nedenle içinde bulunduğumuz öğretim yılında mali
kaynakları kalmadığı için okulu satmak zorunda kaldıklarını, satın almak is-
254
teyen muhtelif şahıslarla ve dershanelerle yapılan görüşmelerden de bir sonuç
alınamadığını söyledi ve okulu görmem için ısrarla beni okula davet etti.
Mesai bitmişti. Kıramadım ve Damadım Necati EMGİLİ ile birlikte
okula gittik. Okula varınca Kaymakam Bey’in de bizi beklediğini gördüm.
Akşam vakti olduğu için okulun içine girmeden tesisleri ve bahçeyi kabaca
inceledikten sonra Kaymakam Bey’le birlikte okulun yakınlarında bulunan
bir kır lokantasında yemeğe gittik.
Gerek Mersin’deki ofisimde gerekse Tarsus’a giderken yol boyunca Barbaros Bey yaşadıkları ekonomik sıkıntıları uzun uzadıya anlatmıştı. Yemek
esnasında da Kaymakam Bey okulun kapanmaması hususunda gösterdikleri çabaları anlattı. Okulu devralacak ciddi bir alıcı bulunamayınca Okul-Aile Birliği Üyelerinin kendi aralarında düzenleyecekleri bir kampanyayla bir
miktar para toplanması ve çok zor surumda olan öğretmenlere ücretlerinin bir
bölümünün ödenerek ders yılı sonuna kadar göreve devam etmelerinin sağlanmasına çalıştıklarını, ertesi gün bu konuda Okul-Aile Birliği ile velilerin
katılacakları bir toplantı düzenlendiğini bildirdi. “Tabiki bunlar çare değil.
Benim arzum bu okulun kapanmamasıdır. Babamın mesleği nedeniyle ilk ve
ortaokul yıllarımda çok okul değiştirmek zorunda kaldım. Bu nedenle okul
değiştirmenin güçlüğünü biliyorum. Ayrıca da bu okulun öğrencilerini Tarsus’ta ki okullara dağıtma konusunda devlet okullarının müdürleriyle yaptığım görüşmelerden bunun sıkıntılı bir durum olduğunu gördüm. Sizin eğitim
anlayışınızı ve başarılarınızı biliyor ve takdir ediyorum. Lütfen yardımcı olun
bu okul kapanmasın.” Dedi.
Kaymakam Bey’in tutumundan ve ifadelerinden çok etkilendim. Öğrencilerin devlet okullarına dağıtılması hususundaki girişimleri bana 1979’da
yaşadığımız dramatik olayı hatırlatmıştı. “Sizi anlıyorum ve bu halisane düşüncelerinizden dolayı teşekkür ederim. Malumunuz kısa süre önce ülke olarak büyük bir ekonomik kriz yaşadık. Bu krizden elbette ki bizim kurumlarımız da çok etkilendi. Ayrıca şu anda Almanya’da açmayı düşündüğüm bir
Yüksekokul projem var. O nedenle bu okulun devralınması bizim için maddeten mümkün değil. Fakat ders yılı sonuna kadar eğitim öğretimin aksamaması
hususunda her türlü katkıda bulunmaya hazırım. Zaten 2 ay kaldı. Okulun
tüm çalışanlarının kalan 2 aylık ücretlerini üstlenebilirim. Okul çalışanları
dönem sonuna kadar işlerine devam etsinler…” dedim. Gerek Kaymakam Bey
gerekse Barbaros Bey teşekkür ettiler. Ancak okulun kapanmaması hususundaki ısrarlarını sürdürdüler. Ertesi gün yapılacak olan Okul-Aile Birliği Veli
toplantısında bulunmamın iyi olacağını bu nedenle yarına okula tekrar gelme-
255
mi ve o zamana kadar durumu yeniden değerlendirmem hususundaki ricalarını kıramadım ve ertesi gün görüşmek üzere Mersin’e döndüm.
Ertesi gün yani 16 Nisan 2002 Salı günü okula gittiğimde kalabalık
bir veli grubu ile karşılaştım. Barbaros Bey’de beni bekliyordu. Kendileriyle
tanıştıktan sonra Okul-Aile Birliği Başkanı okulun durumunu bir türlü sonuç
alamadıkları Kurucu değişikliği teşebbüslerini anlattıktan sonra okulun bizim
tarafımızdan alınmasına memnun olacaklarını ve bu konuda her türlü desteğe
hazır olduklarını söyledi. Sonra diğer veliler söz alarak benzer şeyler söylediler. Bazı velilerin o güne kadar defalarca okulun el değiştirmesiyle ilgili teşebbüslerden rahatsız olduklarını ve artık ciddi bir alıcı bulunması konusunda
umutlu olmadıklarını, bu tür boş oyalanmalardan sıkıldıkları anlamına gelen
serzenişlerde bulundular.
Kendilerine 1985 yılında Tarsus’ta bir vakfın kuruculuğunda bir özel
okulun açılmasının fikrinin bana ait olduğunu o nedenle bu okulun açılmasına çorbada tuz kabili bir katkım bulunduğunu böyle güzide bir okulun kapanmasına kendileri kadar üzüldüğümü fakat mevcut koşullarımızın bu okulu
almamıza uygun olmadığını Kaymakam Bey Milli Eğitim Müdürü ve Barbaros Bey’in ricalarından dolayı burada bulunduğumu ve Kaymakam Bey’e verdiğim sözden dolayı okul çalışanlarının 2 aylık ücretlerini ödemeyi taahhüt
ettiğimi ifade ettim. Böylece velilerle yaptığımız toplantı sona erdi.
Öğrenci velileri okuldan ayrılırken koridorda bir grup öğrenci etrafımı sardı. Bana çeşitli sorular sormaya başladılar. Bu öğrenciler benim Toros Koleji’nin Kurucusu olduğumu öğrenmişlerdi ve okullarının Toros Koleji
adını almasını arzu ettikleri anlaşılıyordu. öğrencilerden birisi “öğretmenim
biz orta son sınıf öğrencileriyiz. Bizim diploma törenimizi yapacaksınız değil
mi?” dedi. Öğrencinin bu isteği karşısında içim sızladı ve gayri ihtiyari sarsıldığımı hissettim. Çocuğun bu son derece içten ve masumane niyeti geçmişte
yaşadığımız okul binamızın yıkılması nedeniyle kapanma tehlikesi geçirdiğimiz günleri hatırlattı. Adeta bir refleks şeklinde ve gayri ihtiyari olarak “size
söz veriyorum. Diploma töreniniz yapılacak” dedim.
O sırada okul yöneticileri ve öğretmenler, öğretmenler odasında toplanmış bizi bekliyorlardı. Okul kurucusu ile birlikte toplantıya katıldık. Barbaros
Bey toplantıyı açış konuşmasında önce beni tanıttı ve okulun Toros Koleji’ne
devredilmesi hususunda görüştüğümüzü kısa zamanda bu konuda bir karara
varabileceğimizi söyledi. Okulun kadrolu öğretmenlerinin tamımı toplantıda
hazır bulunuyorlardı. Çoğunu tanıyordum. Hatta bazıları daha önce bir süre
okulumuzda çalışmış olan mesai arkadaşlarımdı.
256
Kurucudan sonra Lise Müdürü söz alarak son derece heyecanlı bir konuşma yaptı. Kendilerinin aylardan beri ücret alamadıklarını bu nedenle çok
zor durumda olduklarını içlerinde bir yıldan fazla süredir ücret alamayan arkadaşlar olduğunu, kirasını ödeyemediği için icra yoluyla evlerinden çıkarılanlar, yüksekokullarındaki çocuklarına harçlık gönderemeyenler, çocuğunun
evlenmesini ya da nişanlanmasını ertelemek zorunda kalanların olduğunu, zor
durumda olan öğretmenlerin çoğunun bu durumu protesto etmek için derslere girmediğini, birçok velinin çocuklarını başka okullara aldıklarını, kalan
öğrencileri istedikleri okula yazdıramadıkları için dönem sonunu beklediği,
okulun en zaruri ihtiyaç malzemelerini dahi temin edemediklerini, birkaç top
teksir kâğıdı, tebeşir, temizlik malzemesi gibi acil ihtiyaçlar için belediyeden
ve devlet okullardan yardım aldıklarını uzun uzun… anlattı. Konuştukça heyecanlanan Okul Müdürü sözlerini tamamlayamadan hüngür hüngür ağlamaya başladı ve bazı bayan öğretmenler de aynı şekilde ağlıyorlardı.
Söz alan diğer öğretmenler de benzer şekilde içinde bulundukları durumu ve çaresizliği ifade ediyorlar, ardından da aylardan beri okulu devralmak
üzere gelen ve kendileriyle bu şekilde toplantı yapan birçok kurum ve şahıs
olduğunu ve hiçbirisinden sonuç çıkmadığını böylece kendilerinin oyalandıklarını söylediler.
Manzara tek kelimeyle dehşet vericiydi. Daha önce bu filmi görmüştüm. Zira 24 yıl önce benzer bir durum okulumuzda da yaşanmıştı ama okulun hiçbir çalışanı mağdur edilmemişti. Kıvılcım Okullarının içinde bulunduğu durum kelimenin tam anlamıyla dehşet vericiydi ve bu duruma duyarsız
kalınamazdı. Sonunda söz sırası bana geldi ve bir eğitim gönüllüsü olarak
benim ve başında bulunduğum kurumumuzun bu konuda her konuda fedakarlığa hazır olduğumuzun, bu koşullarda bu okulu devralacağımızı tüm çalışanların birikmiş olan ücret alacaklarının derhal ödeneceğini ve bundan sonra
ders yılı sonuna kadar maaşının muntazaman ödeneceğini, okulun malzeme
ihtiyaçlarının yarına kadar eksiksiz olarak temin edileceğine dair söz verdik.
Başta okul kurucusu lise ve ortaokul müdürleri olmak üzere herkes büyük
bir içtenlikle teşekkür ettiler. Daha önceki olaylardan dolayı bazı öğretmenlerin sözlerimi ihtiyatlı bir iyimserlikle karşıladıklarının farkındaydım. Zira
geçmişte de defalarca bu tür taahhütlerle karşılaştıklarını hem öğretmenlerin
hem de öğrenci velilerinin konuşmalarındaki satır aralarından fark etmiştim.
Elbette ki duruma en çok sevinen okul kurucusu olmuştu. Çünkü daha
önceki görüşmelerimizde bütün ısrarlarına rağmen okulu alamayacağımızı
kesin bir dille ifade etmiştim. Okul çalışanlarının ve öğrenci velilerinin ça-
257
resizliği özellikle de öğrencilere “Kep Töreni” konusunda verdiğim söz neye
mal olursa olsun bu sorumluluğun altına görmek zorunda olduğumuzu gerektirdiğine inanmıştım.
Toplantıdan sonra Barbaros Bey’in ofisine geçtik ve okulun devri konusunda daha önce devralmak isteyen başka kurumlar için hazırlanmış olan
dosya üzerinde talep edilen bedel ile buna karşılık olarak okulda bulunan demirbaşların listesi ile acil olarak ödemesi gereken borçların listesini okudu.
Ve kullandığı çalışma masasını göstererek (cam bir masaydı) “Eğer izniniz
olursa bu masayı almak isterim. Onun dışında binalarda bulunan ve çoğunu
özel tasarımlarla yaptırdığımız her türlü araç-gereç ve demirbaşlar okulda kalacak.” Dedi.
Herhangi bir itirazda bulunmadım. Hemen bir protokol hazırlandı ve
devir işini hemen o anda tamamladık. Birlikte Mersin’e döndük. Kendisinde
acil olarak ödenmesi gereken borçlarını karşılayacak miktarda bir çek bir de
çalışanların ücret alacaklarını karşılayacak miktarda ikinci bir çek düzenleyip
verdim. Kendisine en geç yarın sabah tüm çalışanların birikmiş olan ücret
alacaklarının ödenmesini özellikle rica ettim. Gerçektende ertesi gün ücret
alacakları eksiksiz olarak ödenmişti.
Bu arada okul binalarının sahibi olan Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfı ile
keza daha önce okulu devralmak isteyen kişi ve kuruluşlar için kiralanmış bulunan kira sözleşmesini okulumuz adına güncelleştirdik. Kaymakam Bey’in
de katkılarıyla Mütevelli Heyetin derhal toplanarak yasal prosedürün tamamlanmasına çalışıldı. Ancak Vakıf Başkanı Fevzi EDİZ o gün kent dışında olduğu için işlem ertesi güne kaldı. Ertesi gün yani 19 Nisan 2002 günü Vakıf
Mütevelli heyeti toplanarak Kıvılcım Okulları ile yaptıkları sözleşmenin feshi
ve okul binalarının Toros Koleji’ne 15 yıl süre ile kiralanması hususunda genel
kurul kararları alındı.
Kira sözleşmesi ile ilgili Vakıf Mütevelli Heyeti toplantısına beni de
davet ettiler. Mütevelli Heyetinin önceden hazırlamış olduğu sözleşmenin yıllık kira bedeli ve kira artışlarıyla ilgili rakamlar son derce makuldü. Ancak
mütevelli heyet üyelerinin çocuklarının burslu okutulması ve vakfın her yıl
belli sayıda öğrenciye (sayısını şu an net hatırlayamıyorum 5 ya da 6 öğrenci
olabilir.) burs vermesi şartlarına vakıfların statüsü açısından itiraz ettim. Zira
Vakıflar Genel Müdürlüğü teftişlerinde bu husus eleştiriye konu olabilirdi.
Gerçi vakıf ana senedinde burs verilmesi hususunda bir hüküm bulunuyordu
ama bursların kimlere verileceğini önceden belirlemenin vakıf ruhuna uygun
düşmeyeceği hususundaki kanaatimi belirttikten sonra bizim için önemli bir
258
avantaj sağlayan bu maddeyi sözleşme metninden çıkarmalarını rica ettim ve
memnuniyetle kabul ettiler.
Bence diğer hükümde sakıncalıydı. (Vakıf Mütevelli Heyeti Üyelerinin
çocuklarının ücretsiz okutulmaları) Fakat kurumumuza bir mükellefiyet getirdiği için bu hükmün de sözleşmeden çıkarılması hususunda fazla ısrarcı olmadım. Nitekim yıllar sonra bir teftiş sırasında Vakıf Yöneticileri bu konuda
Vakıflar Genel Müdürlüğü Müfettişlerinin eleştirilerine muhatap olduklarında
hem biz hem de kendileri çok üzülmüştük.
Vakıf Mütevelli Heyeti tarafından kabul edilen şartlara uygun olarak
düzenlenen 19 Nisan 2002 tarih ve 0029/87 yevmiye numaralı Tarsus 5. Noterliği tarafından düzenlenen kira sözleşmesi Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfı adına Yönetim Kurulu Başkanı Fevzi EDİZ, Toros Koleji adına Ali ÖZVEREN tarafından imzalandı. Sözleşme ile ilgili olarak çok yüksek bir harç
bedeli çıkınca vakıf yöneticileri de biz de şaşırmıştık ama yapılacak bir şey
yoktu. Ama ister istemez bu noterlik harcı da tarafımızdan ödendi. Okulun
alınması ile ilgili resmi prosedür şöyle işlemişti. Önce Kıvılcım Okulları ile
yapılmış olan kira sözleşmesi fesh edilmiş ve Kıvılcım Okullarının Kurucusu
okulu kapatmış, Toros Koleji de Tarsus Özel Toros Koleji adıyla Mersin’deki
okullarımızın şubesi olarak yeni bir okulun açılmasıyla ilgili yasal işlemler
yapılmıştı. Barbaros Bey’in il ve ilçenin mülki amirleri ve il müdürleri ile olan
yakın dostluğu sayesinde işlemler kısa sürede tamamlanmıştır.
Kıvılcım Okulları için ödememiz gereken bedelin kalan miktarı ile kira
bedeli olarak vakfa ödenecek olan kira taksit çeklerini aynı gün düzenleyip
kendilerine verdim. Zira Almanya’da açacağımız yüksekokul çalışmaları için
ertesi gün Almanya’ya gitmem gerekiyordu.
Almanya dönüşü yeni okulumuzu ziyaret ettim. Herkes son derece
memnundu. İki üç hafta önceki umutsuz havadan eser kalmamıştı. Ben yurt
dışındayken okul yöneticilerimiz Tarsus okulumuzun tüm çalışanlarıyla Okul
Aile Birliği üyelerini Mersin’deki okulumuza davet etmişler ve kendileri için
yemekli bir gece düzenlenmiş. Böylece okullarımız arasında samimi bir işbirliği yaratılmış.
Bu arada her sene gerçekleştirdiğimiz geleneksel “Uluslar arası Folklor Şenliği”miz de yaklaşıyordu. Organizasyon komitemiz yeni okulumuzu da
komiteye katarak aktivitelerin Tarsus’ta da yapılmasını planlamışlardı. Her
yıl Mayıs ayında düzenlenen uluslar arası folklor şenliğinin Tarsus etkinliği
de son derece başarılı oldu ve okullarımız arasında kısa sürede şaşılacak derecede bir kaynaşma sağlandı. Daha sonraki yıllarda da ulusal veya uluslar ara-
259
sı aktivitelerimizde de okullarımız müşterek hareket ederek çalışmalarımıza
ayrı bir zenginlik katmışlardır ve bu uygulama halen devam ediyor.
Doğal olarak ders yılı sonunda eski adı Kıvılcım yeni ismi Tarsus Toros
Okulları olan Kolejimizin Ortaokul ve Lise mezunları için görkemli bir mezuniyet töreni düzenledik. Bu törenin benim için çok özel bir önemi ve anlamı
vardı. Törendeki mezunlara hitaben 16 Nisan 2002 günü öğrencilerin talebi
üzerine kendilerine verdiğim sözü hatırlatarak bu okulun devam etmesinde
söz konusu talebin belirleyici bir etkisi olduğunu son derece içten ve etkileyici
cümlelerle ifade etmiş ve oldukça duygulanmıştım. Okulun bina ve tesisleri
çok bakımsız kalmıştı. Mimar ve Mühendis arkadaşlarımızla birlikte gerekli incelemeler yapıldıktan sonra tamirat tadilat ve restorasyon çalışmalarıyla
ilgili hazırlıklarımızı tamamlayarak öğrencilerin tatile girmesiyle birlikte inşaat ekibimizle işe başladık.
Tüm bina ve tesislerin yağmur izolasyonu, sıva tamiratları, sıhhi tesisatların yenilenmesi tamamlandıktan sonra bütün binaların iç ve dış boyaları tatil
süresince tamamlandı. Okul bahçesindeki ağaçlar (ki 25.000 metrekare olan
bahçeye göre az sayıda ağaç bulunuyordu.) zira bahçe sulaması şehir şebekesi
ile yapılıyormuş. İlk iş olarak bir artezyen kuyusu açtırdık ve 140 metreden
zengin bir su kaynağı bulduk. Mevcut ağaçların yanında yeni ağaçlandırma
faaliyetlerine başladık ve sezon açılmadan okul bahçesini çeşitli bitkiler, çim
sahalar ve çiçek bahçeleriyle son derece fonsiyonel ve estetik şekilde yeniden
dizayn etmiş olduk. Bu arada okul bahçesinin boş kalan gezinti alanlarını da
asfalt kaplaması yapan özel bir şirketle anlaşarak para karşılığı yaptırdık.
Spor alanlarını yeni baştan düzenledik. Basketbol, voleybol, halı saha
ve tenis kortları düzenledik. 3 ay boyunca inşaat ekibimiz ve Mersin’de ki
okulumuzun çalışanlarıyla birlikte gece gündüz çalışarak her yönüyle okulu
yenilemiş olduk. Bu çalışmalarımız sırasında yaşadığım komik bir anımı paylaşmak isterim.
Mersin’de ki personelimiz okulun servis aracıyla gidiş-geliş yapıyorlardı. Ramazan ayı olduğu için her akşam Mersin’de ki okulumuzda iftar sofrası
hazırlıyorduk. Gerçi çalışanların çoğu oruç tutmuyordu ama biz geleneksel
olarak ramazan ayı boyunca her akşam okulumuzda okulumuz da iftar yemeği verirdik. Tarsus’taki çalışmalarımız sırasında bir gün iş telaşıyla geç
kalmıştık. Durumu fark edince hemen işi bırakmalarını ve okula dönmelerini
söyledim çalışanlara. 50. Yıldaki arazimizin eski sahibi Mehmet TEKİN zamanında bahçeye bakan ve sonrada kadromuza geçen Hacı OLECE oruçluydu.
Servis aracıyla gecikileceğini düşünerek arabama aldım. Eski Adana-Mersin
260
karayolu daha kestirme olduğu için otobana girmeden eski yoldan Mersin’e
geldik. Meğer Hastane Caddesinin bulunduğu semtte yol çalışmaları varmış.
Yollar kapalıydı. Ara sokaklardan geçmek zorunda kalınca zaman kaybettik
ve o sırada ezan okundu. Hacı’ya bir büfe ya da lokanta bulursak duralım.
Orucu aç deyince teklifimi kabul etmedi. Bir şey olmaz Hoca devam edelim
dedi. Espri olsun diye ne zamandan beri oruç tuttuğunu sordum. O’da kendimi
bildim bileli tutarım diye cevap verdi. “Ya Hacı niye bu kadar sıkıntı çekiyorsun. Bunun yerine iki tane aleviyi öldürsen doğrudan cennete gidebilirdin.”
Dedim. “Vallahi Hocam haklısın” dedi. O arada okula gelmiştik. Servisle
gelenler bizden önce gelmişlerdi. Hacı’yla ben de “Allah kabul etsin” deyip
yemeğe başladık. Yemek esnasında Hacıyla aramada geçen sohbeti anlattım.
Hep beraber gülüştük. Benden sonra o’na benim alevi olduğumu söylemişler
ve çok mahbup olmuş.
Yeni okulumuzun bakım, onarım çevre düzeni ve spor alanları inşa
edilirken oldukça kötü durumda olan Anasınıfı içinde ciddi bir tadilat ve restorasyon gerekiyordu. Ünal ŞAHİN bu konuda çok yetenekli ve yaratıcı bir
Mimar’dır. Kendisiyle görüştük. Gerekli ön çalışmaları yaptıktan sonra bir
proje hazırladık. Projeyi çok beğendim ve işi anahtar teslimi olarak 21 milyar
liraya kendisine verdim. Ünal
Bey’in ihmalkârlığını bildiğim için kendisiyle sözleşme yaptık ve gecikmesi halinde her gün için 500 milyon TL’yi şart koyduk. Sözleşmeyi Temmuz
2002’de yapmıştık ve birkaç hafta sonra iş icabı Almanya’ya gitmek zorunda
kalmıştım. Telefonla işlerin seyrini takip ediyordum. Ünal Bey’in anasınıfı
çalışmalarının dışında bütün çalışmaların planlandığı şekilde yürütüldüğü
söyleniyordu.
Okulların açılmasına birkaç gün kaldığında, döndüğümde diğer işlerin
tamamen bittiğini, anaokulu çalışmalarının devam ettiğini gördüm. Bu işi sıkı
bir takibe aldım. Ancak, bütün zorlamamıza rağmen Ünal Bey işi bir türlü
bitiremiyordu. Okullar açıldıktan çok sonra Anasınıfı bitince (ki derslikleri,
uyku odaları, oyun odaları, mutfak ve yemekhanesi ve her türlü mefruşatıyla
son derece şık bir anaokulu yapmıştık. Mimar Ünal ŞAHİN’le hesaba oturduk
ve 21 milyar liralık işten dolayı 45 milyar lira gecikme cezası çıktı. Hiç itiraz
etmedi ve her zamanki güleç yüzüyle “tamam Abi haklısın. Borcumu ödeyeceğim” dedi. Bana bir kebap ısmarla ödeşelim dedim. Mevzuyu kapattık.
2002 – 2003 Öğretim yılına Tarsus’taki okulumuzda büyük bir heyecanla eğitim öğretime başladık. Her gün Tarsus’a gidip geliyordum. Okulun
çok uyumlu ve başarılı bir eğitim kadrosu vardı. Bazı branşlarda Mersin’deki
261
öğretmenlerimizle kadro takviyesi yapmış ve Mersin’den giden öğretmenler
kendileri için temin edilen bir servis aracıyla günlük gidiş geliş yapıyorlardı.
Okulun işleyişi son derece mükemmel olduğu halde bir önceki yıl dağılmış
olan öğrenciler okula geri dönmemişler ve okul kontenjanı büyük oranda boş
kalmıştı ama mevcut öğrencilerle çok verimli eğitim öğretim yapılıyordu.
Tarsus’a her gün gidip gelmek yorucu olduğu kadar diğer işlerimi de
aksattığı için okula hayırlı olsun demeye gelen ve geçmişte acı tatlı anılarımız olan Kudret ÜNAL bana yardımcı olabileceğini teklif edince teklifini
tereddütsüz kabul ettim. Kudret Bey yaş haddinden dolayı emekli olduğu için
kendisine aktif görev verilemezdi. Zaten okulun yöneticilerinden de son derece memnundum. Yeni bir kadro ihdas ederek Kudret Bey Genel Koordinatör
olarak göreve başladı. Okulun eski kurucu odası olan ve o sırada benim ofis
olarak kullandığım büroyu tahsis ettik.
Kudret Bey 1 yıldan fazla bir süreyle yoğun şekilde çalıştı. Göreve başlar başlamaz kentin yerel radyo televizyon ve gazeteleriyle ilişkiye geçti. Arkasından Belediye Başkanı ve diğer daire müdürleriyle ilişkilerini geliştirdi.
Belediye Başkanı’nın oğlu okulumuzun öğrencisi ve Okul Başkanı olduğu için
zaten okula karşı pozitif yaklaşımları vardı. Hatta geçen yıl ki kriz döneminde
okulun birtakım günlük ihtiyaçlarının karşılanmasında da yardımcı olmuştu.
Yeni Genel Koordinatörümüz kentle olan ilişkilerini sürdürürken okul
müdürü arayışına da girdi. Kendi tabiriyle (okulu batıran yöneticilerle başarı sağlanamazdı. Oysa bana göre okulu yöneticiler değil kurucu batırmıştı.)
Tarsus’un önemli bir lisesinde müdürlük yapmış ve o sırada bir dershanede
çalışan bir arkadaşı Lise Müdürümüz adayı olarak tanıştırdı ve bu arkadaş
bir süre okula gelip gitti. Arkasından yine Tarsus’un büyük bir ilkokulunda
müdürlük yapan birisiyle tanıştırdı. Bir sonraki yıl için ona müdürlük teklif
ettiğini söyledi.
Büyük bir hevesle yeni bir yapılanmaya gitmek istiyordu ancak bu girişimleri okulun mevcut müdürlerinin tepkisine neden olmuştu. Kudret Bey’in
organizasyon yeteneğine güveniyordum ama mevcut kadroyu da tedirgin etmemek gerekirdi. Zira bu insanlar yakın geçmişte bu okulun ciddi derecede
kahrını çekmiş ve büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardı. Mantığım Kudret
Bey’in projesinin doğru olduğunu vicdanım ise mevcut kadroya sahip çıkılmasını onaylıyordu. Sonunda vicdanımın sesine kulak verdim ve Kudret Bey
ilişkileri iyice gerginleşmiş olan mevcut okul yöneticileriyle çalışamayacağını
söyleyerek görevi bıraktı.
2002-2003 ders yılında Mimar Bülent BİLİK tarafından hazırlanan
262
projeye uygun olarak güzel bir tiyatro salonu ile okulun yemekhane, kantin,
kafeterya, jimnastik salonu gibi mekânlarını da restore ederek yeniden düzenledik. Takip eden yıllarda da her yaz tatilinde sürekli olarak tadilat ve restorasyon çalışmaları yapıldı ve bu durum devam ediyor.
Fiziki konumu, geniş arsası ve zamanında çok isabetli biçimde hazırlanarak inşa edilmiş olan mimari yapısıyla okul gerçekten de mükemmel bir
duruma geldi. Nitekim Tarsus Belediyesi tarafından 2 yıl üst üste düzenlenen en güzel okul ve en güzel okul bahçesi yarışmalarında her yıl okulumuz
birinci seçildi. Bununla ilgili ödül levhaları halen lise binasının giriş kapını
süslemektedir.
Birkaç yıl sonra Lise Müdürü Kemal HAKÇIL kendi isteğiyle görevden ayrılınca Müdür Yardımcılığı görevi yapan Kızım Nil’inde tavsiyesiyle
Atatürk Lisesi’nin eski Müdürü Hüseyin ERÇİL bu göreve geldi. Yeni müdürümüz son derece popüler ve sosyal yönü kuvvetli bir insandı. Göreve gelir
gelmez kentin sosyal dinamikleriyle yakın ilişkiye geçti ve bu arada yerel gazeteler ve televizyonların temsilcilerini okula davet ederek bir tanışma kokteyli düzenledi.
Sohbet sırasında gazeteciler okulun kendileriyle diyalog kurmadığından şikayetçi oldular. Bende kendilerine dilimin döndüğünce eğitim ilke ve
hedeflerimizi bu okulun hangi şartlarda alındığını anlatarak esasen kendilerinin bize yardımcı olmaları gerektiğini ifade ettim. Fakat mevzu sürekli olarak
abonelik, reklam, ilan … gibi maddi konulara çekiliyordu. Bu durum bana
1995 yılında Mersin Milli Emlak Müdürlüğü’ndeki hazine arazisi ihalesini
hatırlatmıştı. İşi gücü ihale takipçiliği olan ve değişik kentlerden gelmiş bulunan adamlara eğitimin önemi okullarımızın idealleri konusunda nutuk çekince adamlar “Ya Hocam boşver bunları ortaya ne atıyorsun?” dediklerinde
ayıkmış ve sinirimden gülerek kendimi dışarı atmış dışarıda beni bekleyen
Faruk GÜVENÇ’in boynuna sarılarak içine düştüğüm durumu onunla paylaşmıştım. Burada da benzer bir durum vardı. Gazetecilerin tamamı değil ama
büyük bir bölümü için okulun kapanması, açılması veya Ahmet’in Mehmet’in
eğitim ilkeleri ile ilgili değillerdi… onların derdi okulun reklam ve ilan bütçesiydi. Hatta birkaç tanesi benim bu konudaki duyarsızlığım nedeniyle sinirlenerek tehditkâr ifadelerde bulunmuşlardı.
Bu işin raconu bumudur bilemem ancak yeni müdürümüz Hüseyin ERÇİN’in bu organizasyonu hiçbir yarar sağlamamıştı. Bu konudaki duygularımı gazetecilere ve Hüseyin Bey’e belli etmeden görüşmeyi tamamladık.
263
Doğal olarak hemen ertesi gün Okul Müdürlüğüne abonelik ve reklam
talepleri yağmaya başlamıştı. Müdür Bey’e bir seçme yaparak asgari sayıda
yerel gazete aboneliği ve benzer şekilde reklam bütçesi yapılmasını önerdim.
Bir süre sonra Tarsus’un bazı yerel gazetelerinde okulun eski kurucusu olan Barbaros YARKIN’ın vergi borçlarının olduğu ve bu borçların okulu devam ettiren Toros Koleji tarafından ödenmesi gerektiği şeklinde manşet
haberler yayınlandı. Okulun hangi şartlarla ve ne şekilde alındığını başta İlçe
Kaymakamı ve Milli Eğitim Müdürü olmak üzere devletin tüm yetkilileri biliyorlardı. Son derece aydın, duyarlı ve çalışkan bir insan olan İlçe Kaymakamı
ile okulun kapanmaması hususunda ilk teklifte bulunan İlçe Milli Eğitim Müdürü bu konuda defaten teşekkür etmişlerdi ve Tarsus’un bütün yöneticileri ilk
günden itibaren her vesileyle okulumuzu ziyaret ederek bu konudaki memnuniyetlerini ifade ediyorlar ve hiçbir konuda desteklerini esirgemiyorlardı. Bu
nedenle okulun yaşatılması konusunda ciddi bir özveride bulunduğumuz ilçe
yöneticilerinin tamamı tarafından biliniyor ve takdir ediliyordu.
Buna rağmen bu gazete haberi üzerine SSK Bölge Müdürlüğü resen bir
soruşturma başlatmış ve olay mahkemeye intikal etmişti. Davayı takip eden
Avukatlarımız bu hususta okulumuzun hukuki bir sorumluluğunun bulunmadığını ve usulen açılmış olan davanın takipsizlikle sonuçlanacağı kanaatindeydiler. Hiç de öyle olmadı. Uzunca süre devam eden mahkeme safahatı
sonunda mahkeme aleyhimize karar vererek okulun eski kurucusuna ait SSK
borçlarını kolejimize rucu etmesine hükmetti.
Barbaros YARKIN’ın kime ne kadar borcu olduğunu bilemezdik tabi.
Ancak yasaya göre okulu kapatabilmesi veya devredebilmesi için devlete
borcu bulunmadığını belgelendirmesi gerekirdi. Üstelik biz okulu Barbaros
Bey’den devralmamıştık. Barbaros Bey’in terk ettiği okul binalarını mülk sahibi olan Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfından kiralamıştık. Eski okula ait bazı
demirbaşları da fatura karşılığı olarak Kıvılcım Okullarından satın almıştık.
Ayrıca Barbaros YARKIN’ın SSK’ya olan borcunun tamamı 20 – 30
milyar mertebesinde bir borçmuş. Bilseydik kendisine yaptığımız ödemeden
bunun mahsubunu yaparak SSK’ya öderdik. Nitekim okulun kurulduğu günden beri ödenmemiş olan elektrik, su, telefon faturalarını ödeyerek mahsup
etmiştik.
Asker kökenli olan Barbaros YARKIN’ın resmi kurumlar ve devlet yetkilileriyle olan ilişkisi son derece sıra dışı ve nevi şahsına münhasırdı. Kendisiyle tanışmadan önce Mersin’de ki Kıvılcım Okullarının restorasyon ve tadi-
264
lat işlerinde çalışan askerleri görünce farklı bir yapıda olduğunu anlamıştım.
Kurucusu olduğu okulun devri sırasında ve daha sonra bir ara Üniversitemizin
açılması konusunda görev üstlendiğinde tanık olduğum olaylardan kendilerinin Cumhurbaşkanından Başbakana, Bakanlardan ve üst düzey bürokratlara
bir telefon mesafesi kadar yakın olduğunu görmüştüm. İstediği zaman istediği
devlet yetkilisine telefonla ulaşabiliyordu. Vali, Kaymakam gibi mülki amirlerin ve bütün daire müdürlerinin makamlarına destursuz girebilir ve her kademedeki asker ya da sivil bürokratlara sözü geçiyordu. Devlet bürokrasisinde
bu kadar etkili olan bir insanın ekonomik açıdan böyle bir duruma düşmüş
olması da anlaşılır gibi değildi.
Hepsi bir yana elektrik, su, telefon gibi hizmet bedelleri bir gün dahi
gecikse derhal kesilir. Bunu yarım asra yakın iş hayatımdan bilirim. Hastaneler dahil her türlü devlet dairesinde bu tür kesintiler olduğunu zaman zaman
gazeteler ve tv haberlerinden biliyorduk. Fakat Barbaros Bey’in yıllarca elektrik, telefon, su faturası ödemediği halde herhangi bir kesintinin yapılmamış
olması hayrete şayan bir durumdu. Ne diyelim son derece nüfuzlu biz şahsiyet
olmasına karşın işleri rast gitmemiş demek gerekir. Nitekim okulun satılması sırasında öğretmenlerle ve öğrenci velileriyle yaptığımız toplantılarda da
yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen şaşılacak derecede çevresindeki insanlardan saygı görüyordu. Öğretmenlerle yaptığımız toplantıda içeri girince
bütün öğretmenlerin ayağa kalkması beni şaşırtmıştı. Böyle bir durumda biz
olsaydık okul çalışanlarının yüzene nasıl bakardık. Yada aylarca ücret alamamış olan öğretmenler bize karşı nasıl davranırlardı diye düşünmekten kendimi
alamamıştım.
Tekrar SSK davasına dönersek… Yerel mahkemenin aleyhimize verdiği davayı temyiz ettik ve avukatlarımız kararın lehimize değişeceğinden
emin bir şekilde davayı takip ettiler. Hatta Yargıtay’da işi hallediyoruz diye
bir avukatımız telefonla acil olarak 7.500 dolar göndermemizi istemiş ve derhal istediği parayı göndermiştik. Sonunda Yargıtay’dan da karar aleyhimize
onaylandı ve kesinleşti.
Anaparası 20 – 30 milyar lira civarında olan ve bu arada faiz ve gecikme cezaları ile ilgili birkaç kez af çıkmış olmasına rağmen borcun muhatabı
olmadığımız için af’la ilgili bir talepte bulunmamıştık. Mahkemenin faiz ve
gecikme zammı hesabına göre borç miktarı 450 milyar liraya çıkmış ve biz
bu parayı ödemek zorunda kalmıştık. “Yaşasın Adalet dedik. Başka ne diyebilirdik ki.”
Tabi bu arada yurtseverlik duygularıyla yanıp tutuşan yerel medyanın
265
gücünü ve etkisini anlamış olduk. Bu konuda beni eleştiren dostlarıma bütün
içtenliğimle “etik davranmayan bazı kişilerin şerrinden çekinerek hak etmedikleri bir tek kuruş menfaat sağlamaktansa devletin kasasına giren milyarlarca lira para ödemeyi yeğ tutarım diyordum.” Bu inancım asla değişmeyecek.
Uğradığımız bu haksızlığı avukatlarımız dışında hemen hemen hiç
kimseyle paylaşmadım. Gerçektende büyük bir haksızlığa uğramıştık. Ancak bu olayda bir hasmımız yoktu. Neticede paramız devlete gitmişti buna da
üzülmemek gerekirdi. Üzücü olan okul çalışanlarına ve devlete karşı sorumluluklarını yerine getirmediği halde büyük itibar gören bir kişinin cezasının
haksız yere bize yüklemiş olmasıdır.
Büyük bir ekonomik kriz döneminde çok ağır bir bedelle aldığımız Tarsus Okulları ekonomik yönden bize oldukça pahalıya mal olmuştur. Gecelik
faizlerin % 1000’lere ulaştığı bir dönemde bu okul için ödenen parayla Mersin
veya İstanbul’da servet kazandıracak yatırımlar yapılabilirdi. Üstelik de bu
okul 12 yıldır zararla çalışıyor. Fakat asla pişman değilim. Dünya malı dünyada kalır. “Bir okul açmak bin hapishane kapatmaktır.” Atasözünü çok doğru
bulduğum ve 2002 yılında kep törenlerinin yapılmasını arzu eden çocuklara
verdiğim sözü yerine getirmiş olmaktan son derece memnunum. Gerisi ayrıntıdır bence.
12 yıldan beri kesintisiz her yaz sezonunda yapılan restorasyon çalışmalarıyla mükemmel bir duruma gelmiş bulunan bu okulumuzun son restorasyon çalışmalarını da önümüzdeki yaz sezonunda (2014) tamamlamış
olacağız. Bu arada değişen eğitim sistemi nedeniyle Tarsus’ta bir özel Fen
Lisesi’ne ihtiyaç olduğu düşüncesiyle kurum bünyesinde “Tarsus Özel Toros
Fen Lisesi” adıyla yeni bir okulun açılması hususuyla okul yöneticilerimizin
başlattıkları çalışmaların sonuna gelmiş bulunuyoruz. 2014 – 2015 öğretim yılında bu okulumuzun da hizmete girmesiyle Tarsus’taki eğitim hizmetimizin
daha da gelişeceğine inanıyorum. Halen Tarsus’taki okul tesislerimizde Toros
Üniversitemizin Yüksek Lisan Programları devam ediyor ve bu şekilde Anaokulundan Yüksek Lisans düzeyine kadar eğitim hizmetleri sürdürülüyor.
Mevcut tesislerin yıllarca süren restorasyon çalışmalarıyla mükemmel
bir hale gelmiş olmasına rağmen bana göre hala bu okulun önemli bir fiziki eksikliği bir kapalı spor salonunun olmamasıdır. Bunun için 2003 yılında
tesislerin mülk sahibi olan vakıfla gerekli yazışmalar yapılmış olmasına ve
bir netice alınamayınca şifai olarak da defaten hatırlatmamıza rağmen yönetim kurulu bu konuda ortak bir kanaat oluşturamadığı için bize bugüne kadar
olumlu yada olumsuz bir cevap veremediler.
266
2003’ün koşullarında sadece kapalı spor salonu zaruri ihtiyaç olduğu
halde bugün salonun yanından bir kapalı yüzme havuzunun da ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Dilerim ki vakıf yöneticileri de bunu anlamış olsunlar ve
söz konusu spor kompleksinin yapılmasına izin verilsin. Zaman içinde eğitim kadrosu gençleşerek takviye edilmiş olan bu okulumuz sahip bulunduğu mükemmel bina, tesis, ekipman ve güçlü eğitim kadrosuyla sürdürmekte
olduğu hizmetlerine bundan sonraki yıllarda da devem edecektir. Yıllardan
beri bilgi, sanat, spor ve merkezi sınavlardaki başarılarıyla İl, İlçe ve Türkiye
Birincilikleri dahil birçok dereceler kazanan Tarsus Özel Toros Okullarının
Fen Lisesi ve Üniversite eğitimi hizmetleriyle sonsuza kadar bu balarılarının
devam etmesini diliyor ve bunu hak ettiğine içtenlikle inanıyorum. 2002 yılında o günkü Tarsus Milli Eğitim Müdürü Değerli Meslektaşım Ethem SARI
ve okulu almamızda tamamen idealist duygularla ısrarcı olan o günkü Tarsus
Kaymakamına bu konudaki teşvik ve ısrarlarından dolayı teşekkür ediyorum.
Onların ısrarları olmasaydı kesinlikle bu okulu almak aklımın köşesinden
dahi geçmezdi. “Görelim Mevlam ne eyler. Ne eylerse güzel eyler…”
267
IV. BÖLÜM TOROS ÜNİVERSİTESİ KURULUYOR 268
269
TOROS ÜNİVERSİTESİ’NİN KURULMASI
1982 Anayasası’nın 130. maddesi gereğince, kâr amacı olmayan vakıflara üniversite açma imkânı verilince, 07.07.1982 tarih ve 82/09 sayılı yönetim
kurulu kararıyla vakıf senedimizde gerekli değişikliğin yapılması için yetkili makamlardan gerekli izinleri almak suretiyle 26 Nisan 1984 tarihinde 3.
Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla vakıf senedinde istediğimiz değişikliğin
yapıldığını daha önceki bölümlerde ifade etmiştim.
Arkasından, uygun bir arsa bulup üniversite binasının inşaatına başlama planları yaptık. 5 Haziran 1985 tarihinde Vali Sebahattin ÇAKMAKOĞLU ile görüştük ve Milli Emlak Müdürlüğü’ne ait uygun arazi araştırması
yaptık. Sonuç alamayınca, Kazanlı ve Kuyuluk belediyelerinin sınırları içinde
bulunan araziler için görüşmelerimiz oldu. Bunlardan da sonuç alamayınca
11 Kasım–09 Aralık 1988 tarihleri arasında Mersin Belediyesi ile görüşme ve
çalışmalarımız oldu ve belediyeye ait “Güneykent” semtindeki araziden 70-80
dönümlük bir alanın üniversite alanı olarak vakfımıza sembolik bir bedelle
satılması kararlaştırıldı. Bununla ilgili imar değişikliği yapılırken son anda
belediye vazgeçti ve bu teşebbüsümüz de sonuçsuz kaldı.
Bu arada 4 Mart 1988 tarihinde Adil, Abid ve Abdülkadir DEMİR
kardeşler, mevcut okulumuzun arsası ile ilgili olarak babalarının isminin okulumuza verilmesi hususunda ihtarname çektiler, talepleri kabul edilmeyince
tapu iptal davası açtılar. Uzun yıllar süren bu dava vesilesiyle üniversite açmak
bir yana, mevcut okulumuzun devam etmesi de tehlikeye düşünce, üniversite
açma çalışmalarımız uzun yıllar askıda kaldı.
Nihayet 1994 yılında 50. Yıl semtindeki arazi alınınca önce mevcut
okullar için gerekli binaların inşaatı yapıldı. Ve okullarımızın fiziki mekânları tamamlanınca üniversite açma projesi tekrar gündeme geldi. Artık bina
sorunumuz kalmamıştı. Mülkiyeti vakfımıza ait olan davalı okul binaları ile
1986 yılında hizmete açılan ilkokul binası ve sosyal tesisler tümden üniversiteye tahsis edilebilirdi.
Hiç zaman kaybetmeden gerekli hazırlıklar tamamlanarak 21 Haziran 2000 tarih ve 354 sayılı yönetim kurulu kararıyla Mersin’de “TOROS
ÜNİVERSİTESİ” adıyla bir üniversite açılması hususundaki talebimizi resmi yazıyla Yüksek Öğretim Kurulu’na sunduk. Başvuru yazımızla birlikte
YÖK’ün istediği resmi belgeler de tamamlanarak sunuldu. Bunlar: 1- Vakıflar
Genel Müdürlüğü’nün olumlu görüşlerini bildirir yazı. 2- Devlet Planlama
Teşkilatı’nın olumlu görüşünü bildiren yazı. 3- Üniversiteye tahsis edilecek
270
vakıf malları ve ekonomik haklar. 4- Açılacak olan fakülteler ve bölümler.
5- Hami üniversite olarak bir devlet üniversitesi ile yapılmış protokol. 6- Üç
yıl içinde eğitim-öğretime başlamaması veya yetersiz bulunması halinde tahsis edilen malların ve ekonomik hakların protokol yapılan resmi üniversiteye
devredilmesi hususunda taahhütname. 7- Mütevelli Heyeti başkan ve üyelerin
tespiti ve kendileri ile ilgili resmi belgelerin YÖK’e bildirilmesi. Söz konusu
belgeler, vakıf üniversiteleri yasası ve yönetmeliği gereğince YÖK’e sunulması gereken belgelerdi.
Gerekli belgelerle ilgili hazırlıklar yapılırken, bir yandan da mevcut
vakıf üniversitelerini ziyaret edip bu üniversitelerdeki durumu ve işleyişi
yerinde inceliyordum. Çoğu uzun zamandan beri tanıdığım üniversite kurucuları, istisnasız beni teşvik ediyorlardı. Kendi üniversiteleri ile ilgili ayrıntılı
bilgi verdikten sonra, “Sen bu işi iyi yaparsın” gibi cesaretlendirici ifadelerde
bulunuyorlardı.
Yüksek Öğretim Kurulu üyeleri ve vakıf üniversitelerinden sorumlu yetkililerle sık sık görüşmelerde bulunarak ayrıntılı bilgi edindim. Gerek
YÖK üyeleri ve gerekse mevcut vakıf üniversitelerinin kurucuları ve rektörleriyle, hatta bazı üniversitelerin hocaları ve öğrencileriyle yaptığım görüşmelerden edindiğim izlenimleri bir rapor haline getirdim ve 19 Temmuz 2000
tarihinde yaptığımız 355 sayılı yönetim kurulu kararıyla Mersin Eğitim Vakfı
Mütevelli Heyeti’ni toplayarak değerlendirdik. Gerek Yönetim Kurulu, gerekse Vakıf Mütevelli Heyeti, koşullarımızın üniversite açmamıza uygunluğu ve
memlekete bir üniversite kazandırmanın değerli bir hizmet olacağı konusunda
görüş birliği içindeydiler.
Resmi mevzuatın gerektirdiği belgeleri tamamlayarak Temmuz 2000
tarihinde Toros Üniversitesi’nin açılması ile ilgili evrakları üç klasör halinde
ilgili birime elden teslim ettim. Vakıf üniversiteleri ile ilgili büronun şefi konumunda olduğunu fark ettiğim Işıl Hanım dosyamızı inceledi. “Tamam, gibi
görünüyor ama bir eksiklik fark edilirse sizi ararız” dedi. Telefonumu aldı ben
de kendisinin telefon numarasını not edip YÖK’ten ayrıldım. Aradan günler,
haftalar geçti. Bir haber çıkmayınca Işıl Hanım’ı sık sık telefonla arayıp sonucu öğrenmek istediğimde hep “Bekleyin” diyordu. Telefonla sonuç alamayınca 15-20 günde bir gidip gelmeye başladım. Her gidişimde YÖK Başkanı
veya ilgili bir YÖK üyesiyle görüşüyordum. Her defasında, “Bekleyin, şu anda
yeni üniversitelerin açılması gündemde değil…” diyorlardı. Bu gidiş, geliş ve
beklemeler 2 yıl sürdü. Adeta dipsiz bir kuyuya taş atmıştık.
2002 yılında Tarsus Kıvılcım Koleji’ni devraldığımız Barbaros YAR-
271
KIN, bürokraside çevresi geniş olan bir kişiydi. Barbaros Bey, “Bana resmi
görev ve yetki verin, bu işi çözeyim” dedi. Teklifini kabul ettik ve 10.07.2002
tarih ve 382 sayılı yönetim kurulu kararıyla Barbaros Bey’i bu iş için görevlendirdik. Hemen faaliyetlere başlayan Barbaros Bey, önce YÖK’e gitti, görüşmeler yaptı. Akabinde İstanbul’da bulunan YÖK üyeleriyle görüştü. Başlangıçta kendisi de bizler de bir hayli umutlanmıştık ama bir süre sonra O da
yoruldu ve bu işin kolay olmayacağı anlaşıldı.
Vakıf üniversitelerinin hazırlık çalışmalarını ve fizibilite raporunu hazırlayan ve YÖK’de takibini yapan bir şirket olduğu duyumunu aldık. Şirketin
adını ve adresini alıp yetkililerle görüşmeye gittim. Ankara Çankaya Kuğulu
Park civarında bulunan TÜMAŞ isimli şirket yetkilileriyle tanışıp bir ön görüşme yaptım. Ve bu konuda bize bir teklifte bulunmalarını istedim. Söz konusu şirketin sahibinin o zamanlar bir siyasi partinin genel başkanı olduğunu
söylemişlerdi. TÜMAŞ Şirketi bize 25.05.2004 tarih ve 00360 sayılı bir teklif
sundu.
Buna göre fizibilite ve takip bedeli olarak 15 milyar TL ücret ve 3 ay
zaman istiyorlardı. Teklif, 26.05.2004 tarih ve 407 sayılı yönetim kurulunda değerlendirildi. Talep edilen ücret fazla ve süre uzun olduğu için pazarlık
yapmak üzere tekrar Ankara’ya gittim. Tekrar görüştük. Muhatabım ‘Serdar’
isminde sevimli genç bir adamdı. Kısa sürede ahbap olmuştuk. Fizibilite hazırlama işini Serdar yaparmış. Serdar’a, “Gel, şirketi bu işe karıştırmayalım.
Sen kendi adına bu işimizi yap, ücretini de kendin al” dedim. Önce tereddüt
etti. Bunun gayri kanuni veya gayri ahlaki bir yanı bulunmadığını, mesai saatleri dışında ve evinde çalışabileceğini söyledim. Aklına yattı ve “Peki” dedi.
Şirkete verilecek paranın miktarından ziyade, şirketin sahibinin dünya
görüşüme ters bir siyasi partinin genel başkanı olması ve siyasilerin bulundukları makamları akçalı işlere alet etmelerini yanlış bulduğum için şirketle iş
yapmak hoşuma gitmemişti. Aslında istenen para, o günkü döviz kuruna göre
10-11 bin Dolar mertebesinde bir miktardı ki daha sonra söz konusu fizibilite
çalışması için bunun birkaç katı kadar ödeme yapmıştık.
Her neyse… Serdar’la anlaştık. Benden istediği bilgi ve belgelerin listesini aldım ve Mersin’e dönüp çalışmaya başladım. İstediği bilgi ve belgeler
onlarca sayfa yazı ve bir o kadar doküman olmuştu. Mersin Eğitim Vakfı’nın
kuruluşu ve amaçlarından, bugüne kadar gerçekleştirdiğimiz hizmetlere, üniversiteye duyulan ihtiyaçlardan, bölgeye ve ülkeye sağlayacağı hizmetlere,
üniversiteye tahsis edilen menkul ve gayrimenkul mallardan, ekonomik haklara kadar bir dolu yazı ve belge hazırlayıp, parça parça faksla bildiriyordum.
272
Serdar Bey’e, bu yazı ve belgelerin bir sıraya konması ve daha önceki üniversite fizibilitelerinde yazdıkları klasik ifadelerin yazımı kalmıştı herhalde. Neticede fizibilite raporu tamamlandı. Raporun bir nüshasını kendimize aldım
ve diğer nüshalarını YÖK’teki başvuru dosyamıza koyduk. Artık Serdar Bey
takip edecekti.
Bu arada, ilgililerin tavsiyesi üzerine üniversiteye tahsis edilen mallar
ve ekonomik haklarla ilgili taahhütlerimizde de önemli artışlar yapıldı. 21 Haziran 2000 tarih ve 354 sayılı kararla Mersin Bahçe Mahallesi 126 pafta 1071
ada 1 nolu parselde bulunan okul binaları ile demirbaş eşyaların üniversiteye
tahsis edildiği halde, 26.05.2004 tarih ve 406 sayılı kararla yeni taahhütlerde
bulunulmuştu.
Buna göre;
Devredilecek gayrimenkul mallar:
Mersin Bahçe Mahallesi 395 sokak, 1071 ada 126 pafta 1 nolu parselde
kayıtlı ve içerisinde 43 derslik, 22 yönetim odası, 3 laboratuar, 1 kütüphane,
1 jimnastik salonu, 1 yemekhane ve mutfak, 1 konferans salonu, 1 kantin, 1
kapalı spor salonu, 6 daireli lojman, kantin ve kafeterya bölümlerinin bulunduğu sosyal tesisler…
Mersin Bahçe Mahallesi 110/2 pafta, 1096 ada ve 1 nolu parselde kayıtlı, içerisinde 25 derslik, 1 kütüphane, 1 kafeterya, 1 yemekhane ve mutfak,
3 laboratuar, 1 atölye, 12 yönetim odası ve 500 kişilik özel donanımlı tiyatro
salonu.
Devredilecek menkul mallar: Devredilecek olan her iki okulun, yukarıda listesi bulunan tesislerinde mevcut olan her türlü araç-gereç ve demirbaş
malzemesi…
Tahsis edilen mali haklar ve nakit para:
Mersin Eğitim Vakfı’nın iktisadi işletmeleri olan Özel Toros Lisesi ve
Özel Toros yabancı dil ağırlıklı lisesinin (Süper Lise) işletmeciliğinden elde
edilecek safi kazancın tamamı.
Mersin Eğitim Vakfı’nın iştiraki olan Özel Toros Koleji Eğitim Hizmetleri Sanayi Ticaret Anonim Şirketi’nin yıllık kazancından sağlanacak olan
vakfa ait işletme kâr payının tamamı.
Toros Üniversitesi adına T. İş Bankası Pozcu şubesinde yatırılmış olan
250 milyar Türk Lirası.
Kurulacak olan Toros Üniversitesi’nin cari giderlerinin % 20’sinin Mer-
273
sin Eğitim Vakfı tarafından karşılanacağının taahhüt edilmesi.
Kurulacak üniversitenin yasal süresi içerisinde eğitim öğretime başlamaması veya eğitim öğretimi sürdürememesi ya da vakıf üniversitelerinin resmi mevzuatında yazılı olan şartlardan herhangi birisini ihlal etmesi halinde,
Toros Üniversitesi’ne devir ve tahsisi taahhüt edilmiş olan her türlü menkul,
gayrimenkul mallar ile ekonomik değerlerin Mersin Üniversitesi’ne devredileceğinin taahhüt edilmesi.
Böylece üniversiteyi mali ve ekonomik açıdan daha da güçlü kılan
taahhütler gerçekleştirilmiş oldu. Güncelleştirilmiş haliyle başvuru dosyamızda bulunan fizibilite raporunda ayrıntılı şekilde gösterilmiş olan toplam
27.447.215 US Doları tutarındaki yatırım maliyetinin tamamına yakını Mersin
Eğitim Vakfı ve vakfın iştiraki olan Toros Koleji Eğ. Hiz. San. Tic. Anonim
Şirketi’nin mevcut imkânlarıyla karşılanmış durumdaydı.
Gide gele kapılarını aşındırmış olmaktan dolayı adeta mahcubiyet duyduğumuz YÖK yetkililerinden edindiğimiz bilgilere göre, YÖK Genel Kurulu’ndan olumsuz bir kararın çıkması için herhangi bir neden yoktu. Genel
Kurul’un olumlu kararını beklerken, kötü haberi sık sık telefonla veya bizzat görüşerek rahatsız ettiğimiz Vakıf Üniversiteleri ile ilgili büro yetkilisi
Işıl Hanım’dan aldım. YÖK Genel Kurulu, üniversitemizin açılmasını uygun
bulmamıştı. Genel Kurul’un bu kararı ile ilgili 22.11.2004 tarih ve 326 sayılı
yazıları birkaç gün sonra elimize ulaştı.
Yazı gelir gelmez derhal yönetim kurulunu topladık ve 01.12.2004 tarih
ve 418 sayılı kararla YÖK’ten gelen yazıyı değerlendirdik. Yazıda: “Yüksek
Öğretim Kurumu (YÖK) Genel Kurulu 2547 sayılı yasanın 2880 sayılı yasa
ile değişik 8,9 ve 10. maddeleri ve Vakıf Yüksek Öğretim Kuramları Yönetmeliği’nin 8. maddesinin (d) ve (e) bentlerinde yazılı belgelerin ilgili mevzuata uygun bulunmadığı… Mersin Eğitim Vakfı’nın özkaynaklarının üniversite
kurmaya yetecek değerde bulunmadığı için talebimizin kabul edilmediği” bildirilmişti.
Oysa yukarıda da belirtildiği gibi fizibilitelerimize göre kurulacak
üniversite için gerekli olan 27.447.215 Dolar tutarındaki maliyetin tamamına yakınını karşılayacak kaynağımızın bulunduğunu belirtmiştik. YÖK’ün
dosya üzerinde görüşerek imkânlarımızın yetersizliğine hükmetmiş olması
anlaşılır şey değildi. Türkiye’deki bütün vakıf üniversitelerini incelemiştim.
Hiçbir vakıf üniversitesinin kuruluşu sırasındaki imkân ve taahhütleri daha
fazla değildi.
274
Daha da garip olan bir durum, 50. Yıl’daki kampüse taşınınca boş kalan
binalarımızı sembolik bir miktarda kiraladığımız ve binaların bakım ve onarımlarını üstlendikleri halde binanın bir bölümünün yandığı ve diğer bölümler
için de herhangi bir bakım onarım yapamadıklarından, binaların mezbelelik
hale geldiği Rota Denizcilik Okulu’nun kurdukları İlağa Vakfı’na yüksekokul
kurma hakkının verilmiş olmasıydı.
Binalarımızı metruk duruma getirmiş olan bu vakıf, kullandığı binaların elektrik ve su parasını dahi ödeyebilecek durumda değildi. Hiçbir malvarlığı ve mali kaynağı olmadığı halde kendilerine “Yüksekokul” açma imkanı
veren YÖK’ün, bizim imkanlarımızı yetersiz bulmasının herhangi bir izahı
yoktu. Tekrar YÖK’e gidip hangi bakımlardan imkânlarımızın yetersiz bulunduğu, yeterli duruma getirmek için neler yapmamız gerektiğini sorduğumda,
tatminkar bir cevap alamadım. “Rota Denizcilik Yüksekokulu’nun nasıl kurulduğunu” ise, “Sui emsal, emsal olmaz” diyerek geçiştiriyorlardı. Ama bu
okulun kurulmasına izin verilmiş olmasını da gerek YÖK Başkanı, gerekse
üyeler ciddi bir hata olarak kabul ediyorlardı. Yasaya göre üniversitelerin kurulması ile yüksekokulların kurulması arasında herhangi bir fark bulunmuyordu. Öyle olduğu halde bize uygulanan muamele üzücü olduğu kadar onur
kırıcı ve bir çifte standarttı.
Oysaki YÖK’ün istediği standartlara uygun fizibilite raporunun yenilenmiş olması, mali kaynakların kuvvetlendirilmiş olmasından başka, 2004
yılı Mart ayında birlikte yerel seçimlere katıldığımız dostum ve yakınım eski
Kültür Bakanı Galatarasaylı olması nedeniyle aralarında abi-kardeş ilişkisi
bulunan YÖK Başkanı Erdoğan TEZİÇ’ten randevu alarak birlikte ziyaretine
gitmiştik. Sayın Teziç bizi makamında ağırlamış, birlikte öğlen yemeği yemiş
ve 3 buçuk saat görüşmüştük. Bu arada ben Almanya’da bir üniversite açma
teşebbüsünde bulunmuştum. Frankfurt’ta yaşayan bir Türk akademisyenle
birlikte açmaya çalıştığımız üniversitenin kuruluşu ile ilgili yoğun çalışmalarımız olmuştu. Bu vesileyle Almanya’nın yükseköğretim sistemi ve mevzuatla
ilgili bir hayli bilgi edinmiştim. Daha sonra ortaklıktan vazgeçtiğim bu işi
beraber başladığımız İsmail Bey şu anda sürdürüyor.
Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ’e, Almanya’daki çalışmalarımız hakkında da
bilgi verdim ve yüksek öğrenim programları için Almanya’da kolaylıkla hoca
bulabileceğimizi duyunca çok memnun olmuştu. Son derece samimi bir havada geçen görüşmemizde YÖK Başkanı Sayın Teziç de en küçük bir tereddüt
göstermeksizin bize yardımcı olacağını içtenlikle ifade etmişti. Ama olmamış
ve YÖK Genel Kurulu, hiçbir somut gerekçe göstermeden, “Siz bu işi yapa-
275
mazsınız!” demişti. Böyle bir şeyi kabul etmek hiç de kolay değil. Israrla, eksiğimizin ne olduğunu bilmek istiyordum. Zira varsa bir eksiklik onu gidermek
istiyordum. Bu konuda bir hakkımız varsa almak gerektiğine inanıyordum.
Haziran 2005’te, Anadolu Lisemizin diploma törenine, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Esat YILGÖR’de katılmıştı. Esat Bey,
ağabeyi İskender Bey, kardeşleri ve Esat Bey’in çocukları hepsi Toros Kolejlidir. Esat Bey, ortaokulu Toros Koleji’nde bitirmiş, lise de Ankara Fen Lisesi’ni
kazanarak orada okumuştu. 2003 yılında TÜBİTAK tarafından ‘Yılın Bilim
Adamı’ seçilen Prof. Dr. İskender YILGÖR, kolejimizin ilk mezunudur ve
diploma numarası 1’dir. O nedenle Yılgör Ailesi’nin okulumuzla çok özel bir
ilişkisi vardır.
Diploma töreninde protokolde yan yana oturuyorduk. Prof. Dr. Esat
YILGÖR, merasimde çok anlamlı ve duygusal bir konuşma yaptıktan sonra
tekrar yerine oturunca, neden üniversite açmadığımızı, imkânları bizimle kıyaslanamayacak derecede yetersiz olan vakıf üniversiteleri kurulduğu halde,
Toros’un bu kadar zengin imkânları, insan kaynakları ve mezunlarının desteğiyle bu iş için ideal bir kurum olduğunu söyledi. Kendisine, bu konudaki
çabalarımızı birkaç cümle ile ifade ettikten sonra, bunu çok istediğimizi, gerçekleşmesi durumunda en iyi hizmeti verebileceğimizi, ancak yıllarca bu konuda gösterdiğimiz çabadan yorulduğumu söyledim. Ve ertesi gün bu konuyu
görüşmek üzere randevulaştık.
Ertesi gün Esat Bey’le buluştuk. Esat Bey’e, o güne kadar yaptığımız
çalışmaları özet olarak aktardım. Ve bu işten yorulduğumu ifade ettim. ‘Gerek YÖK çevresinde, gerekse Ankara’daki diğer çevrelerden samimi dostları
olduğunu, kısa zamanda üniversitemizin açılması ile ilgili yasal işlemlerin
tamamlanacağını’ söyleyince çok umutlandım ve “O halde ne gerekiyorsa yapalım. Lütfen bize yardımcı olun. Hatta ben size yardımcı olayım. Siz bizi
yönlendirin” dedim.
Esat Bey, Ankara Fen Lisesi’nden sınıf arkadaşı olan, uzun yıllar Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmış, bazı vakıf üniversitelerinin kuruluşunda kurucu rektör olarak çalışmış ve halen Işık Üniversitesinde Rektör
Yardımcısı görevinde bulunan Prof. Dr. Selahattin KURU’nun ismini verdi ve
bizim adımıza kendisiyle görüşebileceğini söyledi. Önerisini hiç düşünmeden kabul ettim. Gerekli görüşmeler yapıldı ve Selahattin Bey Mersin’e geldi.
Kendisiyle görüştük ve prensip anlaşmasına vardık. İstanbul’a gider gitmez
üniversitenin kuruluşu ile ilgili taleplerini yazılı olarak bildirdi.
276
Bu arada YÖK’le irtibatımız devam ediyor ve ben fırsat buldukça YÖK
yetkililerini ziyaret ederek hangi konularda yetersiz görüldüğümüzü öğrenmeye çalışıyordum. Sonunda öğrendik. Yetkililerden edindiğim bilgileri
24.11.2005 tarih ve 434 sayılı yönetim kurulu kararımızda şöyle sıralamıştık:
Yüksek Öğretim Kurulu ve konunun uzman kişi ve kurumları ile yapılan görüşmeler neticesinde, vakfımızın üniversite açması hususundaki imkânlarının yeterli olduğu;
Mevcut imkânlarımızın sunumu ve kuruluş çalışmaları ile ilgili konseptin (fizibilite raporunun) iyi olmadığı ve bu nedenle YÖK Genel Kurulu’nun olumsuz karar verdiği;
Uygun konsept (fizibilite raporu) hazırlanması için bu konuda deneyimli olan Işık Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selahattin KURU’nun davet
edilerek kendisiyle görüşülmesi…
21.12.2005 tarihli yönetim kurulu kararıyla Selahattin KURU ile fizibilite raporunun hazırlanması konusunda gerekli sözleşmenin yapılmasına
karar verildi. Selahattin KURU, söz konusu çalışmalar için 6 haftalık hazırlık
faaliyetleri, 4 haftalık resmi başvuru ve işlemlerin tamamlanması için toplam
10 hafta süre istemiş ve yapacağı işlerle ilgili olarak 60.000 (Yeni Türk Lirası) ücret, ayrıca bununla ilgili işler için her türlü seyahat giderleri, Mersin’de
möbleli bir daire veya otel süiti, özel bir araç ve şoför, ayrıca eşi ile birlikte yapacağı çevre ile ilgili turistik gezilerin masraflarını talep etmişti. Bu talepleri
08.03.2006 tarih 439 sayılı yönetim kurulu kararıyla kabul edilmişti.
YÖK Genel Kurulu’nun “ret” kararını fizibilite raporuna bağlaması
bana gerçekçi gelmemişti. Çünkü daha önce sunduğumuz rapor son derece
kapsamlı olduğu gibi, gerek kapak düzeni, gerekse iç dizaynı da çok şık ve
albeniliydi. ‘Bundan daha düzgün rapor nasıl olur?’ diye düşünürken, raporu
baştan sona kadar yeniden dikkatli bir şekilde okudum. Bilgi ve belgelerin
büyük bölümünü kendim hazırlamıştım. Şirket elemanı kişi, üniversite ile ilgili birtakım teknik bilgiler, bölgemizin sosyal ve ekonomik yapısını yansıtan
istatistiki bilgilerle düzenleme işlemlerini yapmıştı.
Raporun bir yerinde gördüğüm bir ifade, hayretler içinde kalmama
neden oldu. Şöyle bir ifade kullanılmıştı; “… Ankara’nın en mutena semtlerinden birisinde kurulmuş bulunan Toros Üniversitesi…” Utancımdan yerin
dibine battım. YÖK’e sunmadan önce nasıl fark edememiştim? … Anlaşılıyor ki raporu hazırlayanlar, benden aldıkları bilgi ve dokümanları, daha önce
açılmış olan Ankara’daki bir vakıf üniversitesine ait bilgilerle birleştirerek ra-
277
porlaştırmışlar. Benim açımdan bir skandal olan bu durum, YÖK yetkilileri
tarafından fark edilmiş midir bilemem ama benim açımdan yüz kızartıcı bir
durum olduğu için olayı uzun yıllar kimseyle paylaşmadım.
Selahattin Bey hemen çalışmaya başladı. Mevcut raporda konseptle ilgili her türlü bilgi ve doküman vardı. Önce mevcut bilgi ve belgeleri güncelleştirdi. Bu arada vakıf yönetim kurulu tarafından alınması gereken kararlar
ve verilecek taahhütlerle ilgili birçok kararı yeniden almak durumunda kaldık.
Selahattin Bey, çalışmalarını, daha önceden tanıdığı bir takım YÖK üyeleriyle
koordineli olarak yapıyordu. İlk etapta vakıf tarafından üniversiteye devredilmesi taahhüt edilen gayrimenkul mallarla, iktisadi hakların taahhüdü ile ilgili
yeni bir karar alındı. Arkasından, kurulacak üniversite bünyesinde açılacak
olan fakülte, yüksekokul ve enstitülerle ilgili karar alındı. Akabinde, ilk yıl
açılacak bölümler ve bu bölümlerde öğrenim görecek burslu ve ücretli öğrenci
kontenjanları, cari giderlerin % 20’sinin vakfımız tarafından karşılanacağına
dair taahhütlerle ilgili bir sürü kararlar alıyor, bu kararların çoğu YÖK’ün
yönlendirmesiyle alındığı halde başka bir yetkili beğenmediği için, yeni baştan karar almak zorunda kalıyorduk. Bununla ilgili bir takım örnekler ileride
sunulacaktır…
Selahattin Bey bazen Mersin’de, Ankara’da ama daha çok İstanbul’da
çalışmalarını sürdürüyordu. Nihayet konsept tamamlanarak YÖK’e sunuldu
ve beklemeye başladık. Gene hiçbir cevap alamadık. Başlangıçta Selahattin
Bey’in YÖK’teki temaslarına Esat Bey de katıldığı halde hiçbir gelişme sağlanamadı. Birkaç ay böyle bekledikten sonra tekrar kendim ilgilenerek müspet veya menfi bir sonuç almaya çalıştıysak da tıpkı geçmiş yıllardaki gibi
herhangi bir sonuç alınamıyordu. Olaya iddialı şekilde teşvikte bulunan Esat
Bey de Selahattin Bey de büyük bir hayal kırıklığı içinde söyleyecek söz bulamıyorlardı.
Aradan tam 2 yıl geçti. 21 Şubat 2008 günü YÖK Başkanlığı’ndan bir
telefon geldi. Başkan benimle görüşmek istiyormuş ve ertesi güne randevu
verdiler. Kısa süre önce Erdoğan TEZİÇ’in görev süresi sona ermiş, yerine
Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN YÖK Başkanlığı’na gelmişti. Basından öğrendiğimiz kadarıyla branşdaşmışız. Yani sosyoloji profesörüymüş. Gazetelere
yansıyan bilgilere göre, entelektüel birikimi yüksek, sosyal ilişkileri kuvvetli ve oldukça espritüel bir kişiliği varmış. Hatta üniversite hocalığı sırasında
açık saçık giyinmiş bir kız öğrencisine, “Kızım, bakıyorum halka açılmışsın”
şeklinde bir esprisini okumuştum çok hoşuma gitmişti. Medyadaki yansımalara göre daha önceki dönemlerde kapısını aşındırdığım Kemal GÜRÜZ, Er-
278
doğan TEZİÇ’den farklı bir kişiliği olduğu anlaşılıyordu. Eski başkanların son
derece ciddi, asık suratlı ve kimseye metelik vermeyen tutumlarının tersi bir
tutum sergilediği intibaı yaratmıştı. Gerçi Erdoğan TEZİÇ son görüşmemizde
büyük bir hüsnükabul ve nezaket göstermiş ve bizi ağırlamıştı ama bu istisnai
durum “Galatasaraylılık mensubiyeti” ve Sayın Fikri SAĞLAR’ın özel konumundan kaynaklanmıştı. Zira daha önceki ziyaretlerimizde zar zor randevu
alabiliyor, görüşmeler de mümkün mertebe kısa ve ciddi bir havada geçiyordu.
21 Şubat 2008 Perşembe günü Selahattin Bey de İstanbul’dan geldi. Birlikte YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN Bey’le görüştük. Bizi ayakta karşıladı, (gerçi eski başkanlar da o şekilde karşılardı) ve son derece sıcak ve samimi
bir yaklaşım gösterdi. Kısa nezaket ifadelerinden sonra hemen mevzuya girdi.
“Yeni üniversitelere ihtiyacımız var. Bunu gerçekleştirmemiz lazım. Onun
için göreve başlar başlamaz, vakıf üniversiteleri ile ilgili başvuru dosyalarını
istedim ve inceledim. Şu anda 20’den fazla vakıf üniversitesi başvuru dosyası
var. Ben bu üniversitelerin önünü açmak istiyorum. Sizin dosyanızı incelediğimde inanın şaşırdım, kaldım. Mükemmel bir dosyanız var. Hiçbir eksiğiniz
yok. Neden yıllarca sizi bekletmişler, anlamıyorum. Kurumun adına sizlerden
yüzlerce kez özür diliyorum…” dedi. Üzerimden kocaman bir yük kalkmış
gibi içten bir ‘oh’ çektim ve kendilerine teşekkür ettim. Ardından okulumuzun 44 yıllık eğitim hizmetlerini, bu konudaki amaç ve ideallerimizi anlatmaya başladım. Daha önceki başkanlara ve görüştüğüm tüm YÖK yetkililerine
bunları anlatıyordum. Çoğuna belki de bu hikâyeyi mükerrer defalar anlatmışımdır. Birkaç cümle konuşunca YÖK Başkanı kibarca sözümü keserek,
“… Anlatmanıza gerek yok hocam, okulunuzu çok iyi biliyorum. Zira eski
eşim Toros Koleji mezunudur” dedi. Yusuf Bey’in eski eşinin okulumuzun ilk
mezunlarından Nirvana SIDALI olduğunu bilmiyordum ve o gün öğrendim.
YÖK Başkanı, Mart ayı içinde yapılacak olan ilk Genel Kurulda kararımızın çıkacağını, hükümet ve parlamento işlemleri için iyi bir çalışmayla,
Meclis tatile girmeden kanunumuzun çıkabileceğini söyledi ki bu süre dahi
bana uzun geldi. Mart ayında YÖK Genel Kurulu’ndan karar çıkarsa, tanıdığımız bir takım etkili parlamenter dostlarımız sayesinde Nisan ayı sonuna
kadar resmi işlemlerin tamamlanabileceğini ve Eylül ayında rahatlıkla üniversitemizi açabileceğimizi düşünüyordum. Büyük bir sevinç ve mutluluk içinde
YÖK Başkanı’nın yanından ayrıldık. Özel aracımla gitmiştim. Önce Selahattin Bey’i Esenboğa Havaalanı’na bırakacaktım. O sırada oğlum Sertaç, telefonla İstanbul’dan aradı. Aslında Ankara’da olduğumu bilmiyordu, tesadüfen
aramıştı. Kendisine müjdeli haberi verdim.
279
Gece geç vakit Mersin’e döndüm. Sabahleyin okula gidince gördüm ki
herkes haberi duymuş. Bütün okul camiası hatta okul dışından birçok dost ve
tanıdıklar büyük bir heyecanla mutluluğumu paylaşıyorlardı. Birden bire kendimi büyük bir sorumluluk altına girmiş gibi hissetmeye başladım. YÖK’ün
işleyişi ile ilgili oldukça tecrübe edinmiş olduğum için sonuçtan çok emin
değildim. Gerçi YÖK Başkanı’nın değişmesiyle birlikte ciddi bir zihniyet
değişikliği yaşanacağı görülüyordu ama bunun pratik uygulamalara ne denli
yansıyacağını kestiremiyordum. Daha önceki çalışmalarımız sırasında sık sık
muhatap olduğumuz kategorik bir yaklaşım vardı. İlk duyduğumuz şey ‘Tipimizle’ ilgiliydi. “(F) tipi misiniz, (S) tipi mi?” Yani “Cemaatçi mi, Solcu mu?”
Oysa biz her ikisinden de değildik. Belki de ‘Tipsizlikten’ kaybediyorduk.
Gerçi gerek Kemal GÜRÜZ, gerekse Erdoğan TEZİÇ döneminde tipi müsait
olan pek çıkmıyordu. Onun için devlet üniversiteleri dâhil, yeni üniversitelerin
açılmasına pek sıcak bakılmıyordu.
Yusuf Ziya ÖZCAN’ın YÖK Başkanlığı’na gelmesiyle yeni bir dönemin başlayacağı hususunda ciddi emareler olmasına rağmen sürecin hiç de
kolay olmadığını kısa süre sonra yaşayarak öğrendik. Son derece zor durumda
kalmıştım. Zira YÖK Başkanı’nın talimatıyla dosyamızın işleme konacağını
bekliyorduk. Ancak herhangi bir gelişme olmayınca 5 Nisan 2008 günü tekrar
Ankara’ya gidip ilgililerle görüştük. Bize 2 gün sonra genel kurul toplantısı
yapılacağını, genel kurulda sunum yapmak üzere 7 Nisan 2008 Pazartesi günü
saat 13:00’te hazır bulunmamız gerektiğini bildirdiler. Prof. Dr. Esat YILGÖR
ve Prof. Dr. Selahattin KURU ile birlikte belirtilen saatte genel kurul toplantısının yapıldığı salonun önünde hazır bulunduk ve beklemeye başladık.
Genel Kurul üyelerinden, Esat Bey’in ve Selahattin Bey’in iyi tanıştıkları kişiler de vardı. Toplantıya girerlerken söz konusu şahsiyetler bize pek
yüz vermediler. Gayet ciddi tavırlarla selamlaşıp içeri giriyorlardı. Pek alışık
olmadığımız bir tavırdı ve doğal olarak bozulsak da yapabileceğimiz bir şey
yoktu…
Genel Kurul’un gündemi oldukça yoğundu ve sert tartışmaların yaşandığını dışarıdan duyuyorduk. Devlet üniversitelerinin kontenjanlarının büyük
miktarda arttırılması ve imam hatip liselerinden mezun olanların yükseköğretime yerleştirilmesi ile ilgili ortaöğretim kat sayısı konusu en hararetli konulardı.
Bir başka vakıf üniversitesinin kurulması ile ilgili sunum yapmak üzere
3 kişi daha geldiler. Kendileriyle tanıştık. Kuracakları üniversite ile ilgili konsept (fizibilite) raporlarının bir örneğini bize de verdiler. Gayet mükemmel ha-
280
zırlanmış bir tanıtım broşürü şeklindeki konsept kuşe kağıda basılmış, renkli
resim ve krokilerin olduğu bir katalog görünümündeydi. Katalogda, kurulacak
üniversitenin renkli kampus planları, binalar, sosyal tesisler, çeşitli program
ve şemalar vardı. “Bunlar hazır mı?” diye sorduğumuzda, herhangi bir bina
ve tesisin bulunmadığını, ellerinde 580 dönümlük bir hazine arazisinin kurulacak üniversiteye 1 yıl içinde resmi kuruluşunun tamamlanması şartıyla tahsis edilmiş olduğunu öğrendik. Kurulacak üniversitenin fiziki mekânlarından
yurtdışı öğrenci programlarına, hatta öğretim üyelerini yurtdışında doktora
çalışmaları yapacak ve kendilerinin yetiştirecekleri akademisyenlerden ağırlıklı olarak oluşturulacağını taahhüt etmişlerdi. Oldukça tuhaf bir durumdu.
“Taahhütlerle üniversite nasıl kurulur?” diye sormadan edemedim.
Salonda YÖK Genel Kurulu’nun tartışmalı toplantısı devam ediyordu.
Nihayet gündem sırası gelince önce diğer grubu davet ettiler. Ve onlar sunumlarını yapmaya başladılar. Salonun kapısı aralık duruyordu. İçerideki konuşmaları rahatlıkla duyuyorduk. Kurucu heyet, kurmak istedikleri üniversite ile
ilgili plan ve taahhütlerini ayrıntılı şekilde anlatırken, salonda da olumlu bir
hava oluşmuştu. Genel Kurul üyelerinden birkaç kişi bazı sorular sordular.
Özellikle de yurtdışında doktora yaptırmak konusundaki planları çok beğenildi… Genel Kurul’un bu kadar anlayışlı davranması beni şaşırtmıştı. Yurtdışına doktora öğrencisi göndermek iyi bir fikir olabilirdi ama bunun gerçekleşme
şansı ne kadardı? Doktora için gönderilecek öğrencilerin geri dönme imkânı
ne olabilirdi? Olsa dahi kurulacak üniversitenin akademik kadrosuna katkısı
ne olabilirdi? Böylesine muhayyel bir planın bu kadar takdir toplaması, genel
kurulun iyi niyetli yaklaşımı ile ancak izah edilebilirdi.
Bizden önce sunum yapan heyet, büyük bir sevinçle dışarı çıktılar.
Sonuç belli olmuştu. Bizler de kendilerini kutladık ve ‘hayırlı, uğurlu olsun’
temennisinde bulunduk. Arkasından bizi çağırdılar. Üçümüz birlikte içeri
girdik. Kendimizi takdim ettikten sonra Selahattin Bey, konseptimizle ilgili
olarak hazırlanmış olan ve bizce de çok mükemmel durumdaki tanıtıcı CV’yi
ekranda gösterip açıklamaya başlayınca, “Fazla zamanımız yok. Çoğumuz
İstanbul, İzmir ve başka kentlere döneceğiz. Uçağa yetişmemiz lazım. Onun
için fazla uzatmadan 15-20 dakikada sunumunuzu yapmanız gerekiyor” dediler. Selahattin Bey birkaç şey söylemişti ki sözünü kestiler ve birkaç çapraz
soru soruldu. Bizim sunumumuza gösterilen tepki, biraz önce yapılan sunumdan çok farklı bir ortamda yapılıyordu. Sunumdan ziyade, bir ‘sorgulama’ havası vardı. Selahattin Bey paniğe kapılıp ne diyeceğini şaşırdı. Söz istedim.
Başkan, tekrar zamanlarının çok sınırlı olduğunu söyleyerek kısa konuşmam
281
şartıyla söz verdi. Birkaç dakikaya ne sığdırabildiysem, vakfımızın kuruluş
amacından 44 yıllık eğitim hizmetlerimiz ve eğitimdeki öncülüğümüzden
ve başarılarımızdan söz ettim. 10-15 dakika süren konuşmadan sonra başkan
“Kâfi, gidebilirsiniz” dedi. Bu arada çoğu üye toparlanma telaşı içindeydi.
Zira uçağa yetişeceklerdi…
Genel Kurul salonunu terk edip daha önceden tanıştığımız ve yakın
ilgi ve dostluğunu gördüğümüz yürütme kurulu üyelerinden birisinin bürosuna gidip beklemeye başladık. Biraz sonra ofisine gelen yürütme kurulu üyesi
son derece üzgündü. “Biz raporumuzu lehinize vermiştik. Ancak Genel Kurul
pek tatmin olmadı. Bu toplantıda bir karar verilmedi. Karar verilseydi ret kararı verilecekti. Ancak imkân ve şartlarınızı yerinde inceleyecek bir komisyon
görevlendirilecek ve bu komisyon tarafından hazırlanacak rapora göre kesin
karar verilecek” dedi. Durumun hiç de iç açıcı olmadığı anlaşılıyordu. Zaten
daha sunuma başlar başlamaz durum anlaşılmıştı. Belli ki ‘Tipimizi beğenmemişti’ Genel Kurul.
Dört buçuk saat genel kurulun kapısında bekledikten sonra bizden birkaç saat sonra gelmiş olan ve ellerinde somut belge olarak sadece hazinenin
şartlı olarak tahsis ettiği arazi tapusunun dışında hâlihazır bir malvarlığı olmayan üniversitenin kurulmasına ittifakla karar verildiği halde, konseptinde
yazılı olan şartların tamamına yakınını daha kurulmadan yerine getirmiş bulunan Toros Üniversitesi ile ilgili tereddüdün başka izahı nasıl olabilirdi? Nitekim hazırlanan fizibiliteye göre, üniversitemizin toplam maliyeti 24.447.215
US Doları iken, kuruluş sırasında devir ve tahsis edilen menkul-gayrimenkul
malların Mersin 3. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından 05.06.2006 tarihinde, 2006/215 sayılı kararına göre, 22.519.538 TL o günkü döviz kuruna göre
17.760.000 US Doları idi.
Ayrıca kurucu vakıf iktisadi işletmeleri olan okullar ile iştirakçisi olduğu ticari işletmelerden elde edilecek tüm gelirleri de üniversiteye tahsis etmişti.
Söz konusu mahkeme kararıyla tespit edilen malların mevcudu ve ekonomik değerleri şöyleydi:
Mülkiyeti devredilecek taşınmaz mallar:
Yenişehir 45 Evler semtinde bulunan lise binası ve sosyal tesislerden
oluşan 4.882 metrekare kapalı alanı bulunan okul binası, 1011 metrekare kapalı alanı olan sosyal tesisler, 929 metrekare kapalı alanı olan kapalı spor salonu.
Toplam değeri 3.826.586 TL olarak,
282
Yenişehir Bahçelievler semtinde bulunan ilkokul binası ve sosyal tesisler, 2.610 metrekare kapalı alanı bulunan okul binası, 1.815 metrekare kapalı
alanı bulunan sosyal tesisler, 855 metrekare kapalı alanı olan tiyatro salonu,
toplam değeri 5.918.691 YTL olarak;
Tahsis edilen taşınmaz mallar;
50. Yıl Yerleşkesi’nde bulunan ve 10.510 metrekare kapalı alanı olan
okul binası, 1.332 metrekare kapalı alanı bulunan öğrenci yurdu, 1.615 metrekare kapalı alanı olan spor tesisleri, 526 metrekare kapalı alanı olan spor
salonu, toplam cari değeri 10.291.885 YTL olarak;
25.000 metrekare arsa üzerine kurulu bulunan Tarsus Eğitim ve Kültür
Vakfı’ndan 15 yıllığına kiralanmış olan okul binaları ve sosyal tesisler,
3) Devir edilecek araç, gereç ve malzeme:
a) Lise ve ilkokul binalarında bulunan ve bilirkişi raporunda dökümü
olan 101 kalem çeşitli mobilya, mefruşat ve okul araç-gereçleri, toplam cari
değeri 1.282.376 YTL.
b) Tarsus yerleşkesinde bulunan ve bilirkişi raporunda dökümü olan
toplam cari değeri 1.200.000 YTL olarak tespit edilmiş olan mobilya, mefruşat ve ders araç-gereçleri.
4) Tahsis edilecek haklar:
a) Mersin Eğitim Vakfı’nın iktisadi işletmesi olan Özel Toros Koleji ve
Yabancı Dil Ağırlıklı lisenin işletmelerinden elde edilecek işletme kârlarının
tamamı.
b) Mersin Eğitim Vakfı’nın iştirakçisi olduğu iktisadi işletmelerden elde
edilecek kâr paylarının tamamı.
5) Toros Üniversitesi adına açılmış bulunan T. İş Bankası Mersin Pozcu
şubesindeki 425209, 386174 ve 424836 nolu hesaplarda bloke edilmiş bulunan
1.000.000 YTL.
İlgili mahkeme kararıyla tespit edilmiş bulunan cari değerler elbette
ki gerçek değerleri yansıtmıyordu. Nitekim Bahçelievler kampusündeki binaların restorasyonu için 2009-2010 dönemi içinde 1.978.090 TL, 45 Evler
kampusünün restorasyonu için ise 2012-2013 döneminde 4.564.984 TL olmak
üzere toplam 6.543.074 TL harcama yapıldı.
YÖK’e sunulan fizibilite raporumuzu incelemiş olan İstanbul’daki bir
vakıf üniversitesinin kurucusu olan dostum ve samimi arkadaşım, bir karşılaşmamızda, “Yahu sen ne kadar zenginmişsin. Bizler üniversite kurarken en
fazla 150.000 TL bloke ediyoruz. Sen 1.000.000 lira bloke etmişsin…” demişti.
283
Tabii bunlarla kalmadı, YÖK Genel Kurulu’ndan karar çıkıncaya kadar
ve karar çıktıktan sonra da kurucu rektörümüzün sürekli olarak daha fazla
taahhütte bulunmamız hususunda zorlanması nedeniyle bize iletilen birçok
taahhütlerde bulunmak zorunda kaldık.
Örneğin, 10.04.2008 tarih ve 474 sayılı yönetim kurulu kararıyla, mülkiyeti Tarsus Eğitim ve Kültür Vakfı’na ait olan ve Toros Koleji tarafından 15
yıl süre ile kiralanmış bulunan okul binaları ve sosyal tesislerin Toros Üniversitesi’ne tahsis edilmesi ve yıllık kiraların her yıl Mersin Eğitim Vakfı tarafından karşılanması;
25.07.2008 tarih ve Mersin 9. noterliğinde düzenlenmiş olan 22606 nolu
taahhütname ile 50. Yıl semtinde bulunan okul binalarının 20 yıl süre ile tahsis edilmesi; bilahare, 28.07.2008 tarih ve 22724 nolu noter taahhüdü ile 50.
Yıl kampusünde bulunan bina ve tesislerin intifa hakkının süresiz olarak kurulacak olan Toros Üniversitesi’ne verilmesi; Erdemli Ayaş semtinde bulunan
motel tesisleri ile aynı semtte bulunan ÖZ-DE AŞ.’ye ait turistik otel ve tesislerden öncelikli ve ücretsiz olarak Toros Üniversitesi’nin yararlanması; Bunlar
da yetmedi, ısrarlı talepler üzerine 50. Yıl semtinde bulunan ve mülkiyeti bana
ve oğluma ait narenciye bahçesinin tapularını da üniversiteye devretmek zorunda kaldık.
Büyük holdingler tarafından kurulan üniversitelerin dahi tahsis edilen
kamu arazileri üzerine kurulduğu ve kamu tüzel kişiliği olan vakıf üniversitelerine böyle bir imkânın yasalarda tanındığı bir ortamda kurulacak üniversitenin çapına göre yıllarca ihtiyacını karşılayacak hazır binalar devrettiğimiz
halde, şirketlerimizin ve şahsi emlaklerimizin ısrarla talep edilmesi gerçekten
de alışılmışın dışında bir durumdu.
Gerçi üniversite kurmak hayalim olan bir şeydi ve böyle bir hizmeti
gerçekleştirebilmek için her türlü fedakârlığa hazırdım. Ancak bu taleplerin
gerçekçiliği ve ne denli makul talepler olduğu düşündürücüydü. Bu konuda
ciddi bir tereddüt içine girdim. Sonunda konuyu çocuklarıma açtım. Her biriyle teker teker görüşüp fikirlerini aldım. Çocuklarım, söz birliği yapmışçasına,
“Baba bu mallar büyük ölçüde senin kazancın olan mallar. Onları istediğin
gibi değerlendirmek senin en tabii hakkın, bizler ekmeğimizi kazanacak durumdayız. Nasıl istiyorsan öyle yap. Bizim için önemli olan senin mutlu olmandır…” dediler.
Gayet tabii ki benim nihai hedefim bir üniversite açmak suretiyle her
şeyimizi borçlu olduğumuz topluma karşı olan sorumluluğumun gereğini
yerine getirmektir. Ancak üslup bana normal gelmiyordu. Adeta metazori
284
şekilde kaynak yaratmam isteniyordu. Oysa kurulacak üniversitenin her zaman ve her türlü ihtiyacını karşılamak zorunda olduğumu biliyordum ve bu
bilinçle hareket ediyordum. Bugün de aynı şekilde çalışıyoruz. Bu anlayışımızın ve niyetimizin yetkililer tarafından yeterince anlaşıldığından kuşkuluyum. Örneğin, 2 yıl önce yapılan bir denetimde YÖK denetçileri üniversitenin zorunlu harcamaları için, bankalardan alınmış olan krediye itiraz ettiler.
Oysa krediler için üniversitemizin hiçbir mükellefiyeti bulunmuyordu. Şahsi
teminatlarımızla alınan kredileri doğal olarak kendi imkânlarımızla ödemek
durumundaydık. Ancak zamanla gerçek tutumumuzun daha doğru anlaşılacağına inanıyordum. Bu durum bana 1978 yılında Toros Koleji’nin kapanmasını önlemek amacıyla okulda yaptığımız okul aile birliği toplantısından
sonra Vakfın kurulmasıyla ilgili birkaç veliyle yaptığım toplantıdan sonraki
Erdoğan SOKULLU’nun söylediklerini hatırlatıyor. Erdoğan Bey bana; “Sen
ne yapıyorsun? Bu insanlarla oturup çay içemezsin! Hepsi siyasi görüşleri bize
ters olan insanlar…” demiş, ben de kendisine, “Bu insanlar bizlerden çok şey
öğrenecekler. Onlarla herhangi bir sorun yaşamayız…” demiştim. Nitekim zaman beni haklı çıkarmıştı. Dünya görüşleri birbirinden farklı olan o insanlar
ve onlardan sonra gelenler hiçbir konuda bir aykırılık göstermediler. Çünkü
onlara ilk günden asla yanlış yapmayacağıma dair söz vermiş ve bunun aksine bir faaliyetimiz olmamıştı. Toros Üniversitesi için de aynı kanaatteyim.
Eğitim sistemimizin diğer kademelerinde olduğu gibi, yüksek öğretimde de
ciddi sorunlar yaşanıyor ancak sistem nasıl çalışırsa çalışsın, iyi niyetli çaba
ve emeklerimizin olumlu sonuçlarının alınacağına yürekten inanıyorum. Paulo Coelho’nun, “… Doğanın bütün güçleri yardımcı olur” tespitine aynen
katılıyorum.
7 Nisan 2008 günü YÖK Genel Kurulunda üniversitemizin kuruluşu
ile ilgili yapmış olduğumuz, daha doğrusu yapamadığımız sunumdan sonra
görevli bir heyet Mersin’e geldiler. Vakfımıza ve vakfın iştiraki olan şirketlere ait Mersin ve Tarsus’taki okulları, Erdemli’ye bağlı Ayaş beldesindeki
tesislerimizi yerinde incelediler. Ve daha önceki taahhütlerimize ilaveten yeni
taahhütlerde bulunmamızı önerdiler. Talepleri fazlaca makul olmasa da büyük ölçüde isteklerini yerine getirdik. Gelen heyet, ikisi YÖK yürütme kurulu üyeleri, ikisi de ilgili birimlerde görevli elemanlardan oluşan 4 kişiydiler.
Kendilerini bir gece Mersin’de konuk ettik ve ertesi gün Adana Havaalanı’na
götürmek üzere sözleşip gece geç vakit otelden ayrıldım. Uçağın kalkış saatine 2 saat kala sabahleyin kendilerini havaalanına bırakmak üzere otele
gittim. Bazıları kahvaltı ediyordu, bir müddet sonra diğerleri de kendilerine
285
katıldılar. Son derece sakin bir şekilde kahvaltı ettiler ve ardından çay, kahve
faslı oldu… Sürekli ikaz etmeme rağmen hiç acele etmiyorlardı. Bir saatlik
usulünce yaptığım uyarılar sonuç vermeyince dayanamadım ve “Artık uçağa zor yetişiriz” demek zorunda kalınca, aceleyle arabaya bindik. 1 saatten
daha az bir zaman kalmıştı. Hocalardan biri, “Adana yarım saat sürer mi?”
diye sorunca, kendisine, “Hocam, en az 45 dakikalık bir yol. Üstelik Adana
ve Mersin’in giriş çıkışlarındaki trafik işaretleri de zaman alır…” deyince,
herkes geç kaldığımızı anladı. Kendilerinin VIP kapısından girme imkânları
olduğunu bilmiyordum ve kesinlikle uçağı kaçırdığımızı düşünüyordum. Çok
güçlü bir aracım vardı. Nasıl gittiğimizi bilmiyorum ama otelin kapısından
havaalanının VIP kapısına 25 dakikada varmıştık. Üstelik önce normal ‘giden
yolcu’ kapısına gitmiştik. Bu seyahat, hayatım boyunca unutamayacağım en
seri ve en stresli yolculuğumdur. O gün havaalanından ayrılırken de daha sonraki karşılaşmalarımızda da “Keşke sizi Ankara’ya götürseydim” diye espri
yaparım.
YÖK yürütme kurulu üyeleri Ankara’ya döndükten sonra da Selahattin
Bey’le sürekli görüşüp kurulacak üniversiteye bağışlanacak gayrimenkullerle
ilgili taahhütlerimizden üniversite bünyesinde bulunacak fakülte, yüksekokul
ve enstitülere, her bölüm için talep etmemiz gereken öğrenci kontenjanlarından, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün devir ve tahsis etmek istediğimiz malların devri için muvafakat yazılarına, vakfın mevcut taahhütleri gerçekleştirmesi halinde, vakfın diğer amaçlarını gerçekleştirmesine halel gelip gelmeyeceği
hususundaki bilirkişi raporlarına kadar bir sürü karar, taahhüt ve resmi belgeler talep edildi ve bütün talepler karşılandı.
‘Her şey tamam’ derken bir gün haber aldık ki Yürütme Kurulu’nun
bir başka üyesi ikna olmamış ve “Ben de bir gidip yerinde inceleyeceğim”
demiş. Bize gün verdiler, ilgili kişi uçakla Adana’ya gelmiş. Adana’dan birileri kendisini Mersin’e getireceklermiş. Esat YILGÖR Bey’le ikimiz Tarsus’a
gittik, kendisini Tarsus’ta karşılayıp oradaki okullarımızı gösterdikten sonra
Mersin’e gelmeyi planladık. Kendilerini Adana-Mersin Karayolu’nun Tarsus
çıkışındaki petrol istasyonunda beklediğimizi bildirdik. Yolda birkaç kez telefon ettiler, beklediğimiz noktayı kendilerine tekrar tekrar açıkladık. Bir ara
Beydeğirmeni mevkiinde bir yerde olduklarını söylediler. Tekrar tarif ettik
ama bir türlü gelemediler. Bir müddet sonra Ankara otoban yolunda olduklarını bildirdiler. Tekrar izah ettik, nihayet birkaç saat sonra beklediğimiz noktaya ulaştılar. Yanında, birisi bayan 2 kişi daha bulunan yürütme kurulu üyesi
son derece sinirli bir şekilde arabadan indi. Son derece gergindi. Kendisinden
286
özür diledik ama öfkesi dinmedi. Oysa bizim herhangi bir kabahatimiz yoktu.
Üstelik kendilerini getiren şoför Adanalıymış. Kendileri Esat Bey gibi tıp profesörüymüş. Esat Bey’in meslek dayanışması çabaları da pek işe yaramamıştı.
Bu olay bana, Toros Koleji’nin açılması sırasında Ankara’dan gelen
Bakanlık Müfettişinin okul binasına gidişi sırasında bir köpeğin saldırısına
uğramasını hatırlattı. 1964 yılında yaşanan o olay da bugünkü gibi sıcak bir
Ağustos gününde meydana gelmiş ve buna içerleyen müfettiş, o öfkeyle okulun açılmasını uygun bulmamıştı. 44 yıl sonra benzer bir olayın yaşanması
ilginç bir tesadüf olsa gerek.
YÖK Yürütme Kurulu üyesi ve arkadaşlarını önce Tarsus’taki okulumuza götürdük. Sonra Mersin’e döndük. Mersin’deki tesisleri inceledikten sonra
Selahattin Bey kendisine sinevizyonla bir sunum yaptı. Daha sonra Ayaş’taki
otel ve motel tesislerimizi gezdirdik ve akşama doğru Antalya’ya yolcu ettik.
Gerçi pek renk vermiyordu ama olumlu bir kanaate vardığını hissetmiştim.
Tekrar beklemeye başlamıştık. Artık dosyamızın bu kişide olduğunu,
nihai kararın, O’nun düzenleyeceği rapora bağlı olduğunu öğrenmiştik. Zira
Yürütme Kurulu’nun diğer üyelerinin tavrı bizden yanaydı. Selahattin Bey’in
birkaç defa İstanbul’daki muayenehanesinde görüştüğü Yürütme Kurulu üyesinin bazı tereddütleri olduğunu söylemişti bana. Söz konusu zat, bir akşam
beni evimden telefonla arayıp İstanbul’da görüşmemiz gerektiğini bildirdi.
Kalktım, gittim. Branşı çocuk doktoru olan YÖK Yürütme Kurulu üyesinin
muayenehanesi İstanbul Nişantaşı’ndaki evimize çok yakın bir yerdeydi. Belirttiği gün ve saatte muayenehanesine Selahattin Bey’le birlikte gittik. Muayene sırasında bekleyen hastalarla işi bitince bizi odasına aldı ve son derece
sıcak ve samimi bir şekilde bizi ağırladı. Bu arada üniversitemizin açılacak
fakülte ve bölümleri ile ilgili düşüncelerini söyledi. Bazı bölümlerle ilgili değişiklikler yapmamızı istedi. Bazı fakültelerin açılmasından vazgeçmemizi,
bölgenin şartlarına uygun olanın, mühendislik bölümlerinin ağırlıkta olduğu
teknik üniversite statüsünde bir üniversite olması gerektiğini belirtti.
Hocanın tutumunu pek anlayamamıştım. Belli ki üniversitemizin açılmasını istiyordu. Ama Hukuk, Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık gibi revaçta olan
bölümleri açmamızı istememesinin gerekçesini anlamak mümkün değildi.
Sonunda dedim ki, “Hocam, bu iş bizim için bir namus meselesi oldu. Bütün
çevremize ‘üniversite açıyoruz’ dedik. Bizim açımızdan bu işin 25 senelik bir
geçmişi bulunuyor. Açılacak fakülte ve bölümlerle ilgili teklifi sizin vicdanınıza bırakıyorum. Artık uğraşacak gücüm kalmadı. İnanın çok yoruldum.
Siz nasıl tensip ederseniz öyle olsun. Yeter ki bir an önce bu üniversite ku-
287
rulsun…” dedikten sonra, adeta kıvranarak, ıkına sıkına “Sizin bu konudaki
emekleriniz ve katkılarınız karşılıksız kalmayacaktır” dedim. Zira beni gece
evimden arayarak görüşme talebinde bulunması kafamı karıştırmış ve yanlış
düşüncelere kapılmıştım. Hoca ne dediğimi anlamış, o da benim gibi kulaklarına kadar kızararak önüne bakmıştı… Herhangi bir talebinin olmadığını
anlamış ve çok mahcup olmuştum. Kısa bir sessizlikten sonra, “Siz, fakülte ve
bölümlerinizi söylediğim şekilde revize edin. En kısa zamanda Genel Kurul
gündemine alalım ve neticelendirelim” dedi.
Son derece tatsız bir şekilde başlamış olan Tarsus karşılaşmamızdan
sonra gelişen sıkıntılı ilişkilerimiz nihayet mutlu sona ulaşmıştı. Büyük bir
nezaketle bizi uğurlarken yapmış olduğum gaftan dolayı içine düştüğüm mahcubiyetten beni kurtarmak için dedi ki; “Lösemili Çocuklar Derneğimiz var.
Onun Mersin şubesine katkılarınız olursa sevinirim.” Ben de büyük bir içtenlikle, “Hocam şeref duyarım. Siz hemen ilgililere bildirin. Yarından itibaren
ne ihtiyaçları olursa derhal karşılamaya amadeyim” dedim. Ama o gün bu
gündür söz konusu dernekle ilgili hiç arayan soran olmadı. Derneğin Mersin’de bir şubesi var mı onu da bilmiyorum.
YÖK Yürütme Kurulu’nun üniversitemizle ilgili raporu 15.09.2008 tarihli YÖK Genel Kurulu’na sunuldu ve Genel Kurul’dan, Toros Üniversitesi’nin
açılması hususunda olumlu karar çıktı. Üniversitenin kurulması için Bakanlar
Kurulu’ndan kanun taslağının hazırlanarak TBMM’ye sunulması ve Meclis
Genel Kurulu’ndan kanunlaşmasının arkasından Cumhurbaşkanı’nın onayından sonra Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmesi gerekiyordu.
YÖK Genel Kurulu kararının Bakanlar Kurulu’na sunulması hususunda sıkı bir takibe geçtik. Ve birkaç hafta içinde karar Başbakanlığa, oradan
da Milli Eğitim Bakanı’na iletilmiş oldu. Bu defa Milli Eğitim Bakanlığında takıldı. Birkaç gün içinde tasarının hazırlanmasını beklerken 2 buçuk ay
geçtiği halde hiçbir gelişme görülmedi. Bu süre içinde, gerek iktidar, gerekse
muhalefet partilerinde tanıdığımız tüm milletvekilleri ve siyasi parti yöneticileri ile görüşmelerde bulunduk. Nihayet Milli Eğitim Bakanı’ndan randevu alma imkânı sağladık. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde öğretim üyesi
olan, geçmişte Mersin Üniversitesi’nde görevliyken tanıştığımız ve 2004 yerel
yönetimler seçiminde de SHP’den ayrı ayrı ilçelerden belediye başkanlığına
aday olduğumuz dostum Ahmet ÖZER, Milli Eğitim Bakanı’nın hemşerisi ve
geçmişteki görevleri nedeniyle özel bir yakınlığı olduğu için devreye girerek
Bakan Bey’le görüşmemizi sağlamıştı. 24 Kasım 2008 Pazar gününe randevu
almıştık. Isparta’dan gelen Ahmet ÖZER’le Ankara şehirlerarası otobüs ga-
288
rında buluşup randevu saatinde Bakan Bey’i Bakanlıktaki makamında ziyaret
ettik. 24 Kasım Öğretmenler Günü, Pazar gününe denk gelmişti. Bakanlıkta
1-2 görevli personel dışında kimse yoktu. Bizi çok iyi karşıladı. Ahmet Bey’le
dostluğu çok eskiye dayanırmış. Son derece neşeli, esprili ve akıllı bir insandı.
“Ali Bey, sizi ve kurumunuzu tanımak için bu görüşmeyi istedim. Kendinizden ve kurumunuzdan biraz bahsedin” dedi. Kendimi ifade edebileceğim bu
kadar uygun bir ortam bulamazdım. Halk tabiriyle ‘aldım sazı elime’ ve 44
yıllık Toros Koleji hikâyesi ile çeyrek asırlık üniversite maceramı ayrıntılı
şekilde anlatmaya başladım. Sayın Bakan, son derece iyi bir hatip olduğu gibi,
iyi bir dinleyiciydi de. Ahmet Bey de beni teyit eden birkaç şey söyledikten
sonra mevzu başka alanlara kaydı. Yerel yönetimler seçimi yakındı, konu ona
geldi. Mersin’in durumunu sordu. Dilimiz döndüğünce, mevcut durumla ilgili
tarafsız bir takım analizlerde bulunduk. Uzun bir sohbetimiz oldu. Sohbetimiz, Bakan Bey’in kendine has üslup ve ifadeleriyle anlattığı ilginç anekdot
ve fıkralarla gayet samimi ve neşeli bir ortamda gerçekleşti. Sonunda şöyle
dedi; “Sizi tanıdığıma memnun oldum. Üniversitenizin kanun tasarısını, yarın
sabah kendi elimle Sayın Başbakanımıza sunacağım. Ve Sayın Başbakan’ın
imzalamasını sağlayacağım. En kısa sürede Bakanlar Kurulu’ndaki imzalar
tamamlanır ve TBMM’ne sunulmuş olur.” Kendilerine teşekkür edip ayrıldık.
Ertesi gün Ahmet ÖZER Bey’le birlikte TBMM’ye gidip Parlamento’da
grubu bulunan siyasi partilerin Genel Başkanlarını, Grup Başkanvekillerini ve
Milli Eğitim Komisyonu üyelerini ziyaret edip meramımızı anlattıktan sonra
Ahmet Bey Isparta’ya, ben de Mersin’e döndüm. Birkaç gün içinde tasarının
TBMM’ye sunulacağını beklerken, yine aradan aylar geçti ve nihayet Toros
Üniversitesi’nin kurulması ile ilgili kanun tasarısı 09.03.2009 tarih ve B.02.
KKG.O. 10/101-1678, 680/948 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla kabul edilerek
TBMM Plan Bütçe Komisyonu’na ve Milli Eğitim Komisyonu’na gönderildi.
Komisyonlardaki süreç de beklediğimiz gibi kısa sürmedi, sık sık Ankara’ya
gidip ilgililerle görüşmemize rağmen bir türlü TBMM Genel Kurulu’na intikal etmedi.
Tekrar Ahmet ÖZER’le telefonlaşarak 24 Mayıs 2009 günü Ankara’da
buluştuk ve 27 Mayıs 2009 tarihine kadar daha önce de zaman zaman görüştüğümüz komisyon üyeleri ve bize yardımcı olabilecek siyasi parti mensupları ve milletvekilleriyle görüşmelerimizi sürdürdük. Özellikle Milli Eğitim
Komisyonu Başkan ve üyelerinden yakın ilgi gördük. Hatta Milli Eğitim Komisyonu Başkanı ki aynı zamanda hemşeriliğimiz de olan eski YÖK Başkanı
telefonla bazı rica ve talimatlarda bulunarak, tasarının TBMM’ye intikalini
289
sağladı. Bu arada gerek iktidar, gerekse muhalefet partilerinin mensubu olsunlar, ilgili milletvekillerinin samimi çabaları oldu.
Üniversitemizin kurulması ile ilgili kanun tasarısı komisyonlara havale
edildikten sonra İstanbul’da açılması teklif edilen ikinci bir üniversitenin de
kurulması aynı tasarıya eklenmişti. Hatta komisyonda bu üniversitenin ismi
Türkçe olmadığı için itirazlarda bulunulmuştu ve Genel Kurul’dan, isim konusunun karara bağlanması şartıyla bu üniversitenin kuruluşu ile ilgili tasarı
oy çokluğuyla komisyondan geçmişti. Oysa kanun taslağı TBMM gündemine
geldiğinde kurulacak olan vakıf üniversitelerinin sayısı toplam 10’a çıkmıştı.
Anlaşılan vakıf üniversitelerinin kuruluşu o kadar uzun süre gerektirmiyordu.
Bu durum bana Aşık Mahzuni’nin bir deyişini tekrar hatırlatmıştı; “Anladım
ki bize hayat zor neni, nenni…”veya “… Anakara’da dayın yoktur. Mamudo
Kurban niye doğdun…”
Nihayet Toros Üniversitesi’nin kuruluşu ile ilgili Yüksek Öğretim Kurumu yasasında değişiklik yapan kanun tasarısı, 23 Haziran 2009 Salı günü
saat 15:00’te yapılacak olan TBMM birleşiminde gündeme alındı. Gündem
sırasına göre Toros Üniversitesi ile ilgili kanun tasarısının saat 17:00’den sonra
görüşüleceğini öğrenmiştik. O saatten itibaren televizyon başında TBMM’deki görüşmeleri izlemeye başladık. Saat 22:00’ye doğru sıra geldi. Önce Milli
Eğitim Bakanı üniversitemizin kurulması ile ilgili gerekçeleri ve olumlu görüşlerini ifade etti. Arkasından Milliyetçi Hareket Partisi Mersin Milletvekili
tasarı ile ilgili görüşlerini açıkladı ve Mersin’de böyle bir üniversiteye ihtiyaç
olduğunu, Toros Üniversitesi’nin bölgeye ve ülkeye önemli hizmetlerde bulunacağına inandığını, Toros Üniversitesi bünyesinde bulunan fakülte, yüksekokul ve enstitülerin isabetli şekilde seçildiğini, özellikle de “Sosyal Bilimler
Fakültesi” bölümünün önemli bir boşluğu dolduracağını ifade ederek, tasarının lehinde oy verilmesi gerektiğini söyledi.
Arkasından CHP Grubu adına Malatya Milletvekili kürsüye çıktı. Kendisini gıyaben tanıyordum. Malatya’da yaşayan akrabalarımın, söz konusu
milletvekilinin seçim kampanyasında aktif şekilde çalıştıklarına tanık olmuştum. Kürsüye çıkınca epeyce sevindim. “Demek ki Malatya’daki akrabalarımdan konuyu öğrenmiş. Üniversitemizin kurulmasına destek vermek üzere
söz aldı” diye düşünürken tam tersi oldu. Toros Üniversitesi üzerinden, vakıf
üniversitelerinin kurulmasının ne denli zararlı ve tehlikeli oldukları konusunda hararetli bir konuşma yaptı. Şok oldum. Gayriihtiyarî ayağa fırladım ve
kollarımı açarak, “Allah, Allah, Allah, Allah…” demekten kendimi alamadım. Çeyrek asırlık bir mücadele sonunda ülkeye bir eğitim kurumu kazandır-
290
mak için bir ömür çürütmüştüm ve kendisini ‘sosyal demokrat, halkçı sayan’
bir parlamenter, hiçbir mesnedi olmadan, tabiri caizse kafadan bu çabaya ve
emeklere karşı çıkıyor. Bu nasıl bir halkçılık ve demokratlık anlayışıydı? Partisi adına tasarı üzerinde konuşmaya karar veren bir vekil, en azından işin aslı
astarı nedir? Kurucu vakıf nasıl bir kurumdur? Geçmişte ne gibi icraatları
olmuş? En azından bir telefon görüşmesiyle bunları öğrenme gereği duymaz
mı? Anlaşılan iktidar partisinin her yaptığına karşı çıkmak muhalefet için bir
gereklilik sayılıyor. Muhalefetten bunu anlıyorlarmış! Oysa başka bir muhalefet partisi böyle davranmamıştı. Demek ki ‘anamuhalefet’ olmak böyle bir
şeydi, iktidarın her yaptığına karşı olmak!
Görüşmelerden sonra Toros Üniversitesi ile ilgili kanun tasarısı TBMM
Genel Kurulu’nda oylamaya sunuldu ve 23.06.2009 Salı günü saat 22:20’de
kabul edildi. Televizyon başındaki aile fertleriyle kucaklaşıp o anı kutladık.
Toros Üniversitesi’nin arkasından diğer vakıf üniversitelerinin kuruluşu da
aynı şekilde oylanarak kabul edildi. Üniversitemizin kurulması ile ilgili kanun, Cumhurbaşkanı’nın onayından sonra 7 Temmuz 2009 tarih ve 27281
sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece 07.07.1982
tarih ve 82/09 sayılı Mersin Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu kararıyla Toros
Üniversitesi’nin açılması hususunda başlatılan mücadele tam 27 sene sonra
07.07.2009’da başarıyla tamamlanmış oldu. Hayatımdaki başka konularda da
önemli bir gün olan 7’nci ayın 7’nci günü, Toros Üniversitesi’nin 27 yıllık kuruluş macerasındaki başlangıç ve tamamlanma günü olması oldukça anlamlı
bir tesadüf olsa gerek.
Kanunumuz daha Resmi Gazete’de yayınlanmadan 30 Haziran 2009
günü YÖK Başkanı’na teşekkür ziyaretinde bulundum ve ek yerleştirme ile
öğrenci almak istediğimizi bildirdim. Başkan Yusuf Ziya ÖZCAN Bey, bunun
pek kolay olmayacağını söyledi. Gene de beni yürütme kurulu üyelerine yönlendirdi. Yürütme kurulu üyelerinin hepsinin makamlarına giderek durumu
anlattım. Onlar da bunun zor olduğunu, ancak imkânsız olmadığını, bir heyetin gelip yerinde incelemelerde bulunacağını, bu arada açılacak olan programlar için yeterli sayıda akademik kadrolar oluşturmamız gerektiğini söylediler.
Biz zannediyorduk ki üniversitemiz resmen kurulunca her şey bitmiş
olacak. Kuruluş yasasında bulunan fakülte ve bölümlere istediğimiz zaman
istediğimiz sayıda öğrenci alabiliriz. Oysa bunun hiç de öyle olmadığını kısa
süre sonra öğrenmiş olduk. Kuruluş yasasına göre; 1- Mühendislik, 2- İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler, 3- İletişim, 4- Güzel Sanatlar, 5- Teknoloji ve
İşletme Fakülteleri ile Meslek Yüksekokulu, Yabancı Diller Yüksekokulu,
291
Fen Bilimleri Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü olmak üzere (5) fakülte, (1)
yüksekokul, (1) meslek yüksek okulu ve (2) enstitü bulunuyordu. Yaptığımız
planlamaya göre, ilk etapta mühendislik, iktisadi idari ve sosyal bilimler, güzel sanatlar fakültelerinde 3’er program; teknoloji ve iletişim fakültelerinde 4
program; MYO’da 4; YDYO’da 2 olmak üzere toplam 22 program açmayı düşünmüştük. Açılacak programlar ve her program için düşündüğümüz öğrenci
kontenjanları ile ilgili olarak haftalarca süren alternatif planlamalar yaptım.
Bu planlara göre ilk yıldan itibaren alınacak öğrenci sayısına göre 5’er yıllık
bina ve öğrenci mevcudu planlamaları yapıldı. Koca bir ajandayı dolduran bu
taslak planlamalara göre lisans ve önlisans öğrenci kontenjanları 1. yıl 420,
2. yıl 930, 3. yıl 1.680, 4. yıl 2.280, 5. yıl 2.775, 6. yıl 2.970 ve 7. yıl 3.045
olacaktı. İlk 2 yıldan sonra açılacak olan yeni fakülte ve bölümlerle öğrenci
mevcudunun ilk 5 yılda 4.000-4.500, ikinci 5 yıllık zaman diliminde 7.5008.000 olmasını ve azami öğrenci sayısının da 9.000-10.000 olarak belirlenmesini planlamıştık.
Buna göre fiziki mekân ve binaların da planlamasını şu şekilde yaptım.
1. yıl Bahçelievler kampüsünün restore edilerek hizmete açılması, 2. yılın sonuna kadar 45 Evler kampüsünün restore edilerek 3. yılda hizmete açılması, 4.
yılda 50. Yıl kampüsü içerisinde bulunan ilköğretim okulu için yeni bir okul
binası yapılması ve mevcut okul binasının üniversitenin ihtiyaçlarına göre restore edilmesi, 6. yılda 50. Yıl kampüsünde yeni binaların inşaatına başlanması. Bu arada ilk yıldan itibaren 50. Yıl kampüsünde bulunan öğrenci yurdunun
üniversiteye tahsis edilmesi ve her yıl mevcut binaya ilave bölümler yapılarak
yurt kapasitesinin genişletilmesini planladık.
Görüldüğü gibi Toros Üniversitesi bir ‘şehir üniversitesi’ olarak planlandı. Kamu tüzel kişiliği olan üniversitemizin kamu arazisi tahsisi veya istimlâk imkânı olduğu halde, Hazineye ait geniş bir arazi kullanarak yeni bir
kampüs inşası düşünülmedi. Zira 1986, 1987 ve 1988 yıllarında Defterdarlık,
Milli Emlak Müdürlüğü, Kazanlı Belediyesi, Kuyuluk Belediyesi ve Mersin
Belediyesi ile bu konuda çeşitli görüşmeler yapmış ve araştırmalarda bulunmuştum. Ve olumlu bir sonuç alamamıştık. Şu anda da sadece Toroslar Belediyesi ile eskiden belde belediyesi olan Adanalıoğlu’nda kampüs inşaatına
uygun arazi mevcuttu ama üniversitemizin kamu tüzel kişiliği olsa da kamu
arazilerinden yararlanmamızın kolay olmadığını bildiğim için kendi imkânlarımızı kullanmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Nitekim üniversitemizin resmi kuruluşu tamamlandıktan sonra Prof. Dr. Ahmet ÖZER’in, (uzun
yıllar profesörlük unvanı alması engellenen Ahmet ÖZER, o tarihlerde bu
292
unvanı mahkeme kararıyla kazanmıştı), tavsiyesiyle Tarım ve Köyişleri Bakanı’nı makamında ziyaret edip Erdemli sınırları içerisinde bulunan Alata Çiftliği’nin arazisine talip olmuş ve ret cevabı almıştık. Oysa Ahmet Bey’in eski
dostu olan Sayın Bakanla ön görüşmesi olmuş ve bu konuyla ilgili umutvar
bir tutum sergilenmiş olacak ki bana böyle bir öneride bulundu. Bakan Bey’le
konuyu görüşmeye giderken bundan bir şey çıkmayacağından emindim ve bu
kanaatimi de Ahmet Bey’le paylaşmıştım.
Aslında bu, “el kesesinden ağalık” uygulaması hiçbir zaman bana
normal gelmedi. 80’li yıllarda devlet arazileri üzerine devlet parasıyla yapılan okullar gibi, vakıf üniversitelerinin de aynı şekilde yapılması da bence
anormaldi. Ama büyük holdinglerin, güçlü cemaatlerin veya zengin kişilerin
kurdukları vakıf üniversitelerinin tamamına yakını böyle kuruluyordu. Buna
rağmen bizim böyle bir uygulamamız olmadı. ‘Şansımız’ diyemiyorum, çünkü bunu bir şans olarak değil, sistemden kaynaklanan arızi bir durum olarak
görüyorum. Bu satırları yazarken aklıma, ‘Kedi uzanamadığı ciğere mundar
dermiş’ atasözü geliyor. Gerçekten de diğer eğitim kurumları gibi elimiz kolumuz uzun olsa, yasalardan kaynaklanan bu hak kullanılmaz mıydı? Emin
değilim. Gerçi bir tarihte Adana’dan gelen bir grup meslektaşımın cebimizden
tek kuruş yatırmadan ortaklaşa bir okul açma tekliflerini hiç düşünmeden
reddetmiştim…
Üniversitemizin resmi kuruluşu tamamlanmak üzereyken fiziki mekanlarla ilgili yaptığım planlamaya uygun şekilde, gelecekte Toros Üniversitesi’nin Yabancı Diller Yüksekokulu olarak düşündüğümüz Bahçelievler
Yerleşkesi’nin restorasyon projesini, yaratıcılığına inandığım Mimar Ünal
ŞAHİN’e aylar öncesinden hazırlatmıştım. Hemen inşaat ekibimi topladım,
gerekli hazırlıkları süratle tamamlayarak 16 Haziran 2009 günü restorasyon
ve tadilat çalışmalarına başladık. Eylül ayında ek yerleştirme ile öğrenci alınacakmış gibi hızlı bir şekilde tadilat ve restorasyon işlerinin bir an önce bitirilmesine çalışıyorduk. Mevcut jimnastik salonu kütüphane olarak, laboratuarlar
ve işliklerin olduğu bölüm Rektörlük ve Dekanlıklar şeklinde, eski anaokulu
binası sosyal tesisler ve dersliklerin olduğu bölüm ise kısmen yönetim odaları,
kısmen derslik ve anfi olarak düzenlendi.
Bu arada ek yerleştirmeden öğrenci almak için YÖK yetkilileriyle sürekli görüşüyorduk. Her görüşmemizde yepyeni talepler gördükçe ek yerleştirme ile öğrenci alma olasılığı giderek azalıyordu. Bu durumda restorasyon
işleri için acele etmemiz gerekmiyordu. Yeni tadilatlara başladık. Mevcut binaların üzerine birer çatı katı ilavesine başladık. Ayrıca mevcut yemekhane ve
293
mutfak bölümü 4 tane bilgisayar laboratuarına dönüştürdük. İdari binanın çatı
katını, rektörlük ofisi ve konsey salonu şeklinde düzenledik. Tiyatro salonunu
yeni baştan düzenledik. Koltuk ve mefruşatları yeniledik. Yönetim bölümüne asansör ilave ettik. Bahçe ve çevre düzenini yeni baştan düzenledik. Ek
yerleştirme için kontenjan alamamıştık. O nedenle zamanımız boldu ve 14 ay
boyunca yeni kampüs binamızı özene bezene ertesi yıla hazırlamıştık.
Eğitim öğretime açılacak programlar ve öğrenci kontenjanları ile ilgili
olarak ilk yıl 12 program için 420 öğrenci kontenjanı talep ettiğimiz halde
iktisadi idari ve sosyal bilimler fakültesinin sadece iktisat bölümü, mühendislik fakültesinin ise 3 programı olmak üzere toplam 4 program için kontenjan
verilmişti. Kontenjanların sayı olarak talebimizle alakası yoktu. Her program
için 40 öğrenci kontenjan talebimize rağmen iktisat bölümüne 90, mühendislik programlarına ise 60’şar olmak üzere toplam 270 öğrenci kontenjanı verilmişti. Kontenjanlar konusuyla Rektörümüz ilgilendiği için YÖK’ün neden
böyle bir karar verdiğini anlayamamıştık. Ancak üniversitemizin gelişmesi ile
ilgili çabalarımızdan sonuç alabilmemizin hiç de kolay olmadığını yaşayarak
öğreniyorduk.
Arzu ettiğimiz bölümlere kontenjan alamadığımız için yetersiz sayıda
öğrenciyle de olsa nihayet 2010-2011 akademik yılın başında resmi protokolün
katılımıyla 27 Eylül 2010 Pazartesi günü düzenlenen bir törenle Toros Üniversitesi’nin resmi açılışını gerçekleştirdik.
Rektörümüzün açış konuşmasından sonra kürsüye çıkıp bir konuşma
yaptım. 39 yıl önce ilk görevime okul yöneticisi olarak başlamam ve ondan
sonraki yaşantımda da sürekli yöneticilik görevinde bulunmam nedeniyle çeşitli tören, toplantı, siyasi konuşma ve seminerlerde konuşma yapmak görevimin bir parçasıydı adeta. Yapımın gereği olarak bütün konuşmalarımı irticalen yaparım. Önceden hazırlanmış yazılı bir metinden okumam hiç olmadı.
Zaten istesem de kâğıttan okumayı asla beceremem. Tanıyanlar bu özelliğimi
bilirler. Mesleğimin ilk yıllarında konuşmalarımı çok beğendiklerini söyleyen
meslektaşlarım, ‘Keşke bu konuşmalarınızı yazılı hale getirseniz de kitap halinde yayınlansa’ şeklinde iltifatlarda bulunurlardı.
Toros Üniversitemizin açılışında da doğal olarak duygu ve düşüncelerimi irticalen ifade eden bir konuşma yapmıştım. Benden sonra protokol sırasına göre Bakan, Milletvekilleri, YÖK üyeleri, Vali Bey birer konuşma yaptılar.
En sonunda da YÖK yürütme kurulu üyesi Prof. Dr. Durmuş GÜNAY Bey,
örnek bir ders anlattı ve programda bulunan diğer etkinliklerden sonra tören
sona erdi. Uğruna bir ömür verdiğim üniversitemizin açılış töreninde yaptı-
294
ğım konuşmamın, benden sonraki nesillere kalmasını istediğim için, törenden sonra odama çekilip yaptığım konuşmanın özetini, satır başlarıyla deftere
yazdım. O metni olduğu gibi aşağıda sunuyorum.
Mütevelli Heyeti Başkanı Ali ÖZVEREN’İN Toros Üniversitesi’nin
Açılış Töreni Konuşma Özeti:
“Sayın Bakanlarım, Sayın Milletvekillerim, Sayın YÖK temsilcisi,
Sayın Valim, Sayın Rektörlerim, Sayın Belediye Başkanlarım, Siyasi Partilerimizin Sayın İl Başkanları ve Yöneticileri, Sayın İl Müdürlerimiz, Daire
Müdürlerimiz, Sivil Toplum Örgütlerimizin Değerli Başkanları ve Yöneticileri, Yazılı ve Görsel Medyamızın Değerli Temsilcileri, Sayın Konuklar… Bu
mutlu günümüzde bizleri onurlandırdığınız için hepinize ayrı ayrı en kalbi
duygularımla şükranlarımı sunuyorum. Hoş geldiniz.
Bu gün, bizler için müstesna bir gündür. Bu nedenle olası eksiklikler ve
aksaklıklarımızı hoşgörüyle karşılayacağınıza inanıyor ve olası aksaklıklar
için affınıza sığınıyorum.
Amerikalı astronot Neil ARMSTRONG 1964’te aya ilk ayak bastığı
zaman demişti ki; “Bu adım insan için küçük, fakat insanlık için büyük bir
adımdır…” Ben de diyorum ki Toros Üniversitesi ülkemiz için, bölgemiz için
hatta kentimiz için küçük ama biz Toroslular için büyük bir adımdır.
Toros Koleji 1964 yılında, o günkü adı Mersin Lisesi olan TSG Lisesi’nin idealist eğitim kadrosu (Müdür, Md. Yrd. Türkçe, Coğrafya, Felsefe,
Matematik, Fizik, Biyoloji, Müzik Öğretmenleri ve Av. Doğan ER tarafından,
Tarsus Amerikan Lisesi’ne alternatif olarak, idealist duygularla kurulmuştur.
1973’te bu idealist kadroya bendeniz de katıldı.
1978 yılında okul binasının yıkılması, yeni bir arayışa girmemize neden
oldu. 79 yılında o günkü Okul-Aile Birliği yönetim kurulu üyelerimiz (5 kişi)
ve benden önceki Müdürümüz ile bir öğretmen arkadaşım olmak üzere (8)
kişi, Mersin Eğitim Vakfı’nı kurduk. 1980 yılında vakıf tarafından inşa edilen
yeni binamıza taşındık ve hızlı bir gelişme gösterdik. Her yıl inşa edilen yeni
tesislerin, altyapı hizmetlerinin, teknolojik gelişmelerin yanında uygulanan
yeni yöntem ve teknikler ile yeni açılan okullarımızın özellikleri bakımından
bölgemizde ve hatta Türkiye’de birçok yeniliklere öncülük ettik.
1982 Anayasasının yürürlüğe girmesiyle vakıf senedimizde mahkeme
kararıyla değişiklik yaparak, üniversite açmayı amaçlarımız arasına koyduk.
Bu arada yaşanan birtakım talihsiz olaylardan dolayı o tarihlerde bu amacımızı hayata geçiremedik. Ve ancak 2000 yılında üniversite açma başvurumuzu
gerçekleştirebildik.
295
5 Temmuz 2000 tarihinde yapılan başvurumuz, ancak 23 Haziran 2009
günü saat 22:20’de TBMM’de kabul edilen ve 7 Temmuz 2009 tarihli Resmi
Gazete’de yayınlanan yasa ile gerçekleşti. Başta YÖK Başkanımız Y. Ziya
ÖZCAN ve şu anda aramızda bulunan Berrak Hocam olmak üzere, tüm YÖK
üyelerine, o günkü Bakanlar Kurulu üyelerine, Komisyon Başkanı ve üyelerine ve iktidarı ve muhalefeti ile TBMM’nin tüm üyelerine desteklerinden
dolayı huzurlarınızda teşekkür ederim.
Toros Üniversitesi’nin kuruluş kanununun kabulünden itibaren bugün
446 gün geçti. Bu süre içinde gece-gündüz çalıştık. Ve bugün akademik düzeyde üzerimize düşen görevi en iyi şekilde yerine getirecek fiziki imkânlar
ve akademik kadro oluşturulmuştur.
Atatürk’ün, “Mersinliler, Mersin’e sahip çıkınız” direktifine uygun olarak Mersin’in kısa, orta ve uzun vadeli kalkınma planlarını yapan kent dinamikleri Mersin’in kalkınma konseptini kesinleştirmişlerdir.
1- Tarıma dayalı endüstri, 2- Turizm, 3- Lojistik; kalkınma konseptimizin temel hedefleridir. Toros Üniversitesi, akademik programlarını bu konsepte uygun şekilde belirlemiştir. Bu yıl sadece mühendislik ve iktisat fakülteleri
ile başladığımız akademik programlarımızı, kuruluş yasamızda bulunan teknoloji, iletişim, turizm ve lojistik programlarını da önümüzdeki yıl devreye
sokarak Mersin Kalkınma Konsepti’ne uygun akademik çalışmalarımıza başlamak istiyoruz.
Yüksek Öğretim Kurulumuzun bu hedeflerimizi gerçekleştirmede bize
yardımcı olacağına inanıyor ve bu güne kadar gösterdikleri yakın ilgi, destek
ve rehberliklerini esirgemeyeceklerini biliyoruz.
Paulo Coelho diyor ki; “İyi niyetle ve candan bir istekle bir şey istediğimiz zaman, doğanın bütün güçleri size yardımcı olur.” Ben, Toros’taki 36
yıllık yöneticiliğim döneminde bunun sayısız örneklerini yaşadım. Toros’un
1964 yılındaki kuruluşu, 1979 yılında Mersin Eğitim Vakfı’na intikali ve bu
süreç içinde yaşanan tüm olaylar tam olarak bu tespite uygundur.
Ülkemiz için küçük, camiamız için büyük bir adım olan Toros
Üniversitesi’nin kuruluşunda emeği bulunan herkese huzurlarınızda
teşekkür eder, bu anlamlı günde bizi onurlandırdığınız için hepinize en içten
şükranlarımı sunarım.”
27.09.2010
Toros Üniversitesi Bahçelievler Kampüsü
296
MÜTEVELLİLER HEYETİ
Mersin Eğitim Vakfı’nın ilk kuruluş senedine göre Vakıf Yönetim Kurulu Okul Müdürü, Belediye Başkanı, Ticaret Odası, Ticaret Borsası ve Baro
Temsilcisi ile Okul Koruma Derneği Yönetim Kurulu (5 kişi) üyelerinden oluşuyordu. Uygulamada görülen bir takım sorunlar ve 12 Eylül Cuntası’nın tüm
dernekleri kapatması nedeniyle 1984’te mahkeme kararıyla vakıf senedinle
değişiklik yaparak Mütevelli Heyet uygulamasına geçmiştik. Yeni senede
göre Mütevelli Heyet’inin (12) değişmez üyeleri, ayrıca eğitim konusunda özgün çalışmaları bulunan veya vakfa katkıları olan kişi veya kurum temsilcilerinden de geçici Mütevelli Heyet üyeleri bulunuyordu. Geçici Mütevelli Heyet
üyeliği 3 yıldı ancak üyeler tekrar seçilebiliyorlardı.
12 kişilik Daimi Mütevelli Heyet üyeleri, vakfın kurucuları ile Toros
Koleji’nin kuruluşunda emeği geçen kişilerden oluşuyordu. Daimi Mütevelli
Heyet üyelerinin ölümü veya başka bir nedenle görevden ayrılmaları halinde
kendilerinin yerine seçilmesini istedikleri 3 kişiden birisi seçilirdi. Eğer isim
bildirmemişlerse, Yönetim Kurulu tarafından belirlenen 3 aday Mütevelli Heyetine sunulur, bunlardan birisi seçilir. Böylece vakıf yönetimine devamlılık
sağlanmıştı.
26.04.1984 tarih ve 1984/222 sayılı Mersin 3. Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla yapılan senet değişikliğine göre, Mersin Eğitim Vakfı’nın Daimi Mütevelli Heyet üyeleri: 1-Ali ÖZVERE, 2- Adil OVACIK, 3- M. Faruk
GÜVENÇ, 4- Bilal LEK, 5- Gültekin ERŞAN, 6- İrfan SEVİM, 7- Özcan
EROĞLU, 8- Orhan UĞUROĞLU, 9- Erdoğan SOKULLU, 10- Güvenç ÇOPUR, 11- Savaş ERDOĞU, 12- Ahmet DEVELİ. Üç yıl süre ile seçilen üyeler
ise: 1- Prof. Dr. Hüseyin ÖZBEK, 2- Dr. Cevat DEDEOĞLU, 3- Dr. Adnan
AKKURT, 4- Mehmet Ali ALKAN, 5- Hikmet MESCİOĞLU olmak üzere
17 kişiden oluşuyordu.
Zamanla, istifa veya vefat nedeniyle görevden ayrılan Mütevelli Heyet
üyelerinin yerine, ana senet hükümlerine göre yeni üye seçimi yapılmıştır.
Mersin Eğitim Vakfı’nın kurucu üyelerinden (8 kişi) Güvenç ÇOPUR
20.11.1985’te, Adil OVACIK 01.09.1999’da, Faruk GÜVENÇ 31.10.2001’de,
Bilal LEK 04.04.2005’te vefat ettiler. Diğer üyelerimizden Gültekin ERŞAN
ve İrfan SEVİM istifaen ayrıldıkları için kurucu üyelerden ben ve İngilizce
öğretmenimiz Ahmet DEVELİ kaldık. Daimi Mütevelli Heyet üyeliğine 1984
yılında seçilen Orhan UĞUROĞLU 04.11.2011 tarihinde vefat etti. Özcan
EROĞLU 05.01.2011 tarihinde, Erdoğan SOKULLU da 25.01.2013 tarihinde,
297
sağlık sorunları nedeniyle görevden ayrıldılar. Böylece 1984 tarihinde mahkeme kararıyla değiştirilmiş olan vakıf senedine göre 12 kişilik Daimi Mütevelli
Heyet üyelerinden beşi vefat etti, ikisi sağlık sorunları nedeniyle, ikisi özel
nedenlerle olmak üzere dördü istifa etti. Şu anda üyeliği devam eden üç kişi
kaldık. Karar defterlerindeki eski yönetim kurulu kararlarına bakınca, kararda imzası olanlardan bir tek benim hayatta kaldığımı, diğer dört kişinin vefat
ettiğini gördükçe içim burkuluyor. Gerçi vakfı kurduğumuz zaman en genç iki
kurucudan birisi bendim ve 33 yaşımdaydım. Ama her ölüm erken ölümdür.
Ve vefat eden arkadaşlarımın çoğu erken yaşta aramızdan ayrılmışlardı.
1984 yılında yapılan ana senet değişikliğinden önce yönetim kurulunda
görev yapmış olan Av. Doğan ER, Kaya MUTLU, Haydar GÜRÜN, Altan
ERGENÇ, Saadet ŞAYAN, Belgin TARTANCI, Av. Cevat HALLAÇ, Mebuse
SAFA, M. Ali ALKAN, Dr. Adnan AKKURT, Dr. Cevat DEDEOĞLU, Hikmet MESCİOĞLU Vakıf yönetiminde; Oya GÜVENÇ, Remon KUMDERE,
Yaşar GÖK, Nezihe ŞIHMAN, Afife HANCIOĞLU, Harika GÖKÇEL, Hayriye SÖZMEN, Pakize MESCİOĞLU, Şemsa ÖNAL Okul-Aile Birliklerimizde; Ömer TEZCAN, Cemil SEVİM, İsa ÖNER, İlhan KARASELÇUK Vakıf
Mütevelli Heyetinde inanılmaz derecede büyük katkı sağladılar. Kendilerine
sonsuz şükran borcum var. Vefat edenlere rahmet, hayatta olanlara sağlık ve
mutluluklar dilerim.
Kapanmak üzere olan Toros Koleji’ni yoktan var ederek bugünlere getirmiş olan bu müstesna kişilerle birlikte yürütmekte olduğumuz yarım asırlık
mücadelemiz sırasında bir-iki istisna hariç, hiçbirinden en küçük bir hata veya
burukluk görmedim. Gerek vakıf, gerek dernek, gerekse okul-aile birlikleri çalışmalarımızda bütün kararlar istisnasız olarak ittifakla alındı ve herkes
üzerine düşen sorumluluğu büyük bir özveriyle gerçekleştirdi.
Ayrıca başta Sayın Sebahattin ÇAKMAKOĞLU olmak üzere bütün Valilerimizden, Belediye Başkanımız Sayın Kaya MUTLU ve teknik ekibindeki
Mimar Cahit TEMİZKAN, Kemal ETİLER, Avni NART ve Kemal ÖRKÜN;
rahmetli Milli Eğitim Müdürü Mustafa ERGÜN’den, Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürü Sayın Necdet ÖZKAYA ve ekibinden, 1978 yılından itibaren
teftişimizi yapan tüm Bakanlık müfettişlerinden çok büyük destek gördüm.
Ülkemize, kendi alanlarında büyük hizmetlerde bulunduklarına tanık olduğum tüm bu yöneticilere en içten teşekkürlerimi sunarım.
Tabii ki en büyük teşekkürüm; yönetici, öğretmen, memur ve yardımcı
hizmetlerde görev yapmış mesai arkadaşlarımadır. Her birinin isimlerini tek
tek yazmam gerektiğini biliyorum. Ancak bu kadar uzun süre içerisinde ka-
298
der birliği yaptığımız yüzlerce kişiden bazılarının isimlerini hatırlayamazsam
büyük haksızlık olur. Onlar kendilerini biliyorlar. Ve herkes kabul etmelidir
ki bu okulun kurumsallaşması, büyümesi ve olağanüstü başarılar sağlayarak
her alanda en iyileri yetiştirme idealini gerçekleştirmesinin gerçek mimarları onlardır. Her vesile ile kendilerine bütün içtenliğimle ifade ettiğim gibi;
“Bizler sadece tedarikçiydik.” Yaratılan tüm değerler, onların hünerli elleriyle
gerçekleşti. Beyninize, yüreğinize, elinize sağlık diyor, aramızdan ebediyen
ayrılıp Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş olanlara rahmet, hayatta olanlara sağlık
ve mutluluk diliyorum. Toros, onların sayesinde eğitimde bir ekol oldu ve birçok yeniliğin öncülüğünü yaptı.
Resmi mevzuat gereğince yaş haddinden dolayı aktif eğitimcilik görevimden ayrılmış olmama rağmen, okullarımızdaki eğitim-öğretim çalışmalarını dışarıdan izliyorum ve görüyorum ki yıllar önce amatör ruhla çalışan
profesyonel eğitim kadromuzla kurduğumuz sistem, en küçük bir arıza göstermeksizin işliyor. Hatta yeni teknolojilerle güçlendirilmiş bulunan birikimlerimiz sayesinde sistem daha da güçlenerek zenginleşmektedir. Ne mutlu!
TOROS ÜNİVERSİTESİ MÜTEVELLİ HEYETİ
Mersin Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu’nun 21.06.2000 tarih ve 354 sayılı kararıyla Toros Üniversitesi’nin kurulmasına karar verilmiş ve bununla
ilgili resmi işlemlere başlanmıştır. Hazırlanan başvuru dosyasında, kurulacak
olan üniversitenin Mütevelliler Heyeti’nin de bildirilmesi gerekiyordu. O günkü mevzuata göre üniversite mütevelli heyeti üyelerinin seçiminde herhangi
bir kısıtlama bulunmuyordu. Mütevelli Heyet üyeliği için lisans diploması ve
kısıtlı bulunmama koşulu vardı. Daha sonra yapılan değişiklikle vakıf yöneticileri veya birinci derece akrabalarından en fazla iki kişinin üniversite mütevelli heyetine alınabileceği şartı getirildi.
2000 yılındaki meri mevzuata uygun olarak gerekli şartları taşıyan vakıf yönetim kurulu üyelerinden 4 kişi ve birisi Prof. Dr. Esat YILGÖR olmak
üzere, dışarıdan da 3 kişi olmak üzere 7 kişilik Mütevelli Heyet belirlemiştik. Uzun uğraşılardan sonra Yüksek Öğretim Kurulu tarafından başvurumuz
reddedilince ve daha önce belirttiğim gibi Esat Bey’in teşvikiyle dosyamızı
güncelleştirip yeniden müracaatımızda Esat Bey ve O’nun tavsiyesiyle fizibilite raporunu hazırlamakla görevlendirilmiş olan Selahattin Kuru ile yaptığımız
ilk toplantıda Mütevelli Heyeti’nin belirlenmesinde tüm yetkiyi kendilerine
bıraktığımı ve kimi isterlerse seçebileceklerini söyledim. Onlar da kendi ara-
299
larında yaptıkları görüşmelerden sonra bana bir liste getirdiler ve hiç tereddütsüz aynen kabul ettim. Gerçekten de iyi bir liste hazırlanmıştı. Bazılarını
şahsen veya gıyaben tanıdığım 9 kişilik listede ismi bulunan kişiler, her biri
kendi alanında başarılı olmuş ve kendilerini gerçek anlamda ibra etmiş olan
saygın kişilerdi.
21 Haziran 2006 tarih ve 449 sayılı Mersin Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu kararıyla kabul edilen Toros Üniversitesi Mütevelli Heyeti aşağıdaki kişilerden oluşuyordu:
1. Ali ÖZVEREN-Eğitimci; 2. Prof. Dr. Selahattin KURU-Öğretim
Üyesi; 3. Cengiz UTAV-Yönetici-(Vestel şirketinin Ar-Ge Başkanı); 4. Prof.
Dr. Aydın KÖKSAL-Yönetici-(Türkiye’ye bilgisayarın gelmesine öncülük etmiş, bilgisayar diline 4000 Türkçe sözcük kazandırmış ve halen büyük bir
teknoparkı olan ve aynı zamanda bilişim derneğini kuran ve halen başkanlığını yapan kişi); 5. Prof. Dr. İskender YILGÖR-Öğretim Üyesi-(Toros Kolejinin ilk mezunu ve 1 numaralı diplomanın sahibi, TÜBİTAK Bilim Kurulu
üyesi ve TÜBİTAK tarafından yılın bilim adamı seçilen Mersin’imizin yetiştirdiği müstesna bir bilim adamı); 6. Prof. Dr. Uğur ERSOY-Emekli Öğretim
Üyesi-(ODTÜ’nün kuruluşunda büyük emeği olan, ODTÜ’de uzun yıllar üst
düzey yöneticilik görevi yapmış, keza Mersin’imizin yetiştirdiği uluslar arası
ünü olan bir akademisyen); 7. Mehmet Reşit GEDİZ-Yönetici-(Mersin’imizin
yetiştirdiği başarılı bir işadamı); 8. Mustafa Cihad LOKMANOĞLU-Yönetici-(Keza Mersin’imizin yetiştirdiği başarılı bir işadamı ve Mersin Deniz Ticaret Odası’nın Başkanı); 9. Prof. Dr. Hasan HEPERKAN-Öğretim üyesi-(Yıldız
Üniversitesi’nde görevli ve uluslar arası kariyeri bulunan bir akademisyen).
Görüldüğü gibi son derece güçlü bir Mütevelli Heyet seçimi yapıldı.
Şubat 2009’da Selahattin Bey’in organizasyonu ile İstanbul’da bir tanışma toplantısı düzenledik. Yurtdışında bulunduğu için katılamayan Reşit GEDİZ’in
dışındaki 8 üye, bazıları eşleriyle birlikte davetimize icabet etmişlerdi. Son
derece samimi bir buluşma oldu. Hepimiz büyük bir heyecan ve mutluluk duyuyorduk, hayırlı bir kuruluşun içinde bulunmaktan. Yemekten önce uzun
süreli ve kapsamlı bir toplantı yaparak bundan sonra yapılması gereken çalışmalarla ilgili plan ve programlarla ilgili yol haritası belirlendi. Benim için çok
yararlı ve ufuk açıcı bir toplantı olmuştu.
İkinci toplantımızı 27 Temmuz 2009 günü Oğlum Sertaç’ın Nişantaşı
Valikonağı Caddesi’ndeki ofisinde gerçekleştirdik. Toplantı yaptığımız bina,
Mütevelli Heyet üyemiz Sayın Aydın KÖKSAL’ın çocukluğunda oturdukları
binaymış. Aydın Bey çok mutlu oldu ve büyük bir heyecanla çocukluk anıla-
300
rını anlattı. Bu toplantı, Toros Üniversitesi Mütevelli Heyeti Karar Defteri’ne
geçen ilk resmi toplantımızdı. (1) numaralı kararımızla resmi görev bölümü
yapıldı. Mütevelli Heyeti Başkanlığı’na seçildim ve başkanın yetkileri kararla
belirlenmiş oldu.
Üniversitemizin kuruluş halinde olması nedeniyle Mütevelli Heyeti sadece üniversitenin en yetkili organı değildi. Diğer organlar henüz teşekkül
etmediği için atamalardan öğrenci kontenjanlarına, açılacak programların tespit edilmesinden, bütçe ve yatırım kararlarına kadar her türlü resmi işlemler
heyetin uhdesinde bulunuyordu.
01.09.2009 tarihli kararla Selahattin Kuru’nun Mühendislik Fakültesi’ne
öğretim üyesi olarak atanması, 10.09.2009 tarihli kararla aynı kişiye profesörlük kadrosu verilmesi ve aynı tarihli üçüncü bir kararla Selahattin KURU’nun
Toros Üniversitesi’ne Rektör olarak atanması yapıldı.
Selahattin Bey’in Rektör olarak atanmasıyla Mütevelli Heyeti’nin sorumlulukları nispeten azalmış olsa da münhasıran Mütevelli Heyet yetkisinde
olan kontenjan talepleri, öğrenci bursları, personel alımları, hazırlık sınıfları
programları ve sınavlarla ilgili birçok yönergenin hazırlanması ve onayı gibi iş
ve işlemler gene Mütevelli Heyeti’nce hazırlanmak zorundaydı. Gerçi Rektörümüz bu konularda yeterli deneyime sahip olduğu için ve aynı zamanda Mütevelli Heyet üyesi olması hesabıyla gerekli kararları bizzat alıyor ve Mütevelli
Heyet tarafından onaylanıyordu.
Diğer yandan açılacak programlarla ilgili personel alımı için ilana çıkmak, başvuruları değerlendirmek, bununla ilgili komisyonlar oluşturmak,
seçilen akademik personelin her biri için farklı üniversitelerde görevli jüri
üyeleri belirlemek, jüri üyelerinin hazırladıkları raporları değerlendirmek gibi
resmi mevzuatın gerektirdiği kapsamlı bürokratik işlemlerin tamamlanması
oldukça maharet gerektiren önemli işlerdi. Rektörümüz, yanına almış olduğu
sınırlı sayıdaki personelle ki kendisi “asistan” diyordu, bütün bu işlerin üstesinden gelmeye çalışıyordu ve başarıyordu.
Rektörümüz Selahattin Bey’in ailesi İstanbul’da yaşıyordu. Kızları üniversitede, oğlu ise daha ortaokulda öğrenciydi. O nedenle kendisi için Mersin’in en güzel semtinde bir daire satın alıp özel bir ihtimamla döşediğimiz
halde, haftada 1-2 kez İstanbul’a gitmek zorunda kalıyordu. Son derece sempatik ve anlayışlı bir insan olan eşi, zaman zaman Mersin’e gelse de uzun süre
kalamıyordu. Zira 8. sınıf öğrencisi olan oğlunu Anadolu Liseleri ve Kolej
sınavlarına hazırlamak zorundaydı.
301
Rektörümüz Prof. Dr. Selahattin KURU Bey, hiç yüksünmeden ve büyük bir şevkle sürdürdüğü bu yorucu çalışmaya 2010 yılı sonuna kadar devam
etti. Bu arada kuruluşla ilgili işler epeyi ilerlemiş durumdaydı. Mühendislik
fakültemizin endüstri mühendisliği bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Durmuş
Tayyar ŞEN’i Rektörlük için tavsiye ederek görevi bırakmak istediğini söyledi. Ne denli ağır koşullar altında çalıştığını bildiğim ve dünya tatlısı çocuklarını kendi çocuklarım kadar sevdiğim Selahattin Hocaya hak vermemek
mümkün değildi. Mütevelli Heyet üyeliğinin devam etmesi şartıyla istifasını
kabul ettik.
Durmuş Tayyar ŞEN, Mersin’de doğmuş ve büyümüş, babası, annesi ve
akrabaları Mersin’de yaşayan, yaygın tabirle ‘Öz Mersinli’ bir akademisyendi.
Kardeşinin eşi 1986 yılından beri ilköğretim okulumuzda çalışan ve şu anda
da anaokulumuzda müdür yardımcısı olarak görev yapan bir mesai arkadaşımızdı. Bu nedenle ailesini gıyaben de olsa tanıyordum. Hatta benim 25 yıllık
sekreterim olan, mali sıkıntıya düştüğüm zamanlarda şakayla karışık, “Bir
siyah bayrak hazırla, yakında iflas ediyorum” deyip sıkıntılarımı paylaştığım,
Mafyanın, okulu elimden almak için üzerime silahlı adamlarını gönderdiklerinde haberim olmadan okul personelini örgütleyip koruma tedbirleri alan, bir
yandan Bakanlık, diğer yandan Mafya baskısı altında ve belediyenin hasmane
tutumu nedeniyle engel olmaya çalıştığı 50. Yıl kampüsünün inşaatı sırasında
taşeron Yusuf Kaya’nın yüzlerce kalemdeki malzeme ihtiyacını anında temin
ederek, inşaatta en yakın yardımcım olan Nedime Mert Hanım; D. Tayyar
Bey’in annesiyle kapı komşusuymuşlar. Gerek annesi, gerekse ablasının ne
kadar iyi insanlar olduklarını anlata anlata bitiremiyordu. Nedime Hanım’ın
gözlem ve tespitlerine güvenirim.
1986 yılında ilkokul binasının inşaatına başladığımız zaman okul olarak bir kampanya açmıştık. İnşaat malzemesi katkısında bulunanların çocuklarının okula alınmasında öncelik tanıyacaktık. Okul-Aile Birliğimizin yürüttüğü kampanyada, inşaat malzemesi vermek isteyenlerin listesi yapılmıştı.
Güney Karayel isimli öğrenci velisi çakıl sözü vermişti. İnşaat sırasında en
çok kullanılan malzeme olduğu için çakıla çok ihtiyaç duyuluyordu. Zaman
zaman taşeron veya inşaat bekçimizin, Güney Bey’in işyeri telefonuna ulaşamayınca ev telefonundan aramak zorunda kalırdık. Her defasında Nedime
Hanım telefonu açar, kendisine çakıl taşı ihtiyacımızı bildirir ve sabah erkenden çakılın şantiyeye getirildiğini görürdük. İlkokul inşaatı esnasında birçok
insandan bağış olarak malzeme almıştık ancak kendisini telefonda ve ismen
tanıdığım Nedime Hanım kadar dakik ve sözünde duran başka birine rastla-
302
mamıştım. Yıllar sonra tanıştığımız ve çocuklarının eğitimi için okulumuzda
çalışmaya karar veren Nedime Hanım’ın böylesine müstesna bir hatırası var
bende.
Tayyar Bey, ilkokuldan sonra Tarsus Amerikan Koleji’ni burslu okumuş, Kolejden sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliğini kazanmış. Mezun olduktan sonra asistanlık kadrosuna girmiş ve emekli
oluncaya kadar ODTÜ’de akademisyen olarak görev yapmış. Emekli olunca
da baba ocağı Mersin’de açılan Toros Üniversitesi’nde görev almıştı. Tayyar
Bey’in Rektörlük görevi için uygun kişi olduğu hususunda Mütevelli Heyetimiz hemfikirdi. 11.02.2011 tarih ve 2011/01 sayılı kararla önce Rektör Vekilliğine, daha sonra 02.04.2011 tarih ve 2011/03 sayılı Mütevelli Heyet kararıyla
asaleten Rektörlüğe ataması yapıldı. Ve halen görevini başarılı bir şekilde yürütüyor.
Toros Üniversitemiz için olduğu gibi Prof. Dr. Tayyar Bey için de önemli bir şans sayılır. Zira kendi memleketinde yeni kurulmuş olan bir üniversitenin gelişmesine katkıda bulunmanın sağladığı emsalsiz haz ve gururun
yanında kendisini büyük emeklerle yetiştirmiş olan ve şu anda yardımına ihtiyacı bulunan yaşlı ve hasta anne-babaya hizmet etme imkânı bulmuş olmak
da hayırlı bir evlat için değeri hiçbir şeyle ölçülemeyecek bir nimet olsa gerek.
Kısa sürede akademik ve idari kadrosunu tamamlayan üniversitemiz,
bölgemizin çok deneyimli akademisyenleriyle takviye ettiği ekibi sayesinde
üniversitenin her türlü idari, sosyal ve uluslar arası ilişkilerle ilgili organlarını
son derece başarılı bir şekilde kurmak suretiyle kurumsal yapılanmasını tamamladı. Henüz 3 buçuk yıllık bir üniversite olmamıza rağmen yıllarca önce
kurulmuş olan birçok üniversitenin gerçekleştiremeyeceği bilimsel ve sosyal
projeleri hayata geçirmiş durumdayız.
Ulusal ve uluslar arası birçok siyasal, sosyal ve ekonomik kurum ve
kuruluşlarla işbirliği içinde öğrencilerimizin üniversitemizden edindikleri
teknik bilgilerini pratik çalışmalarla pekiştirmelerini sağlamanın yanında,
üniversite-çevre bütünleşmesine azami önem verilmektedir.
Gerek lisans ve gerekse yüksek lisans düzeyinde gerçekleştirilen başarılı eğitim faaliyetlerinden aldığımız destek ve motivasyonlarla her yıl yeni
programlar açılıyor. Üniversitemizin yetkili kurullarının talebiyle 27.05.2013
tarih ve 2013/05 sayılı Mütevelli Heyet kararıyla Tıp Fakültesinin; 2013/08
sayılı kararla Diş Hekimliği Fakültesi, 2013/12 sayılı kararla Doktora programlarının açılmasına karar verilmiştir. Söz konusu fakülteler ve programlarla ilgili olarak yasal mevzuatın gerektirdiği işlemler devam ediyor. Doktora
303
programlarımız kısa bir süre sonra, yeni fakülte ve bölümler de önümüzdeki
yıllarda hizmete alınacaklardır. Kentimizin ve bölgemizin ihtiyaçlarına göre
daha sonraki yıllarda başka bölümler açılacaktır.
Kurulduğu günden itibaren hemen her ay hatta her hafta toplumu yakından ilgilendiren hayati konularla ilgili kongre, konferans, panel, açık oturum gibi sosyal etkinlikler düzenleniyor ve bu etkinliklere her konu ile ilgili
en yetkin bilim insanları, akademisyenler, aydınlar, siyasetçiler davet ediliyor. Üniversitemizin her konudaki hizmetlerinde olağanüstü katkıları bulunan
Rektör Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet ÖZER’in yetkisi ve sorumluluğu altında
yapılan bu çalışmaların, kentimiz ve ülkemiz için son derece yararlı olduğuna
inanıyoruz. Örneğin 2011 Parlamento seçimlerinden sonra bütün siyasi partilerin taahhüdü olan sivil anayasa çalışmalarında en kapsamlı çalışmayı yapan
iki üniversiteden birisi olduğu, TBMM Sayın Başkanı Cemil ÇİÇEK tarafından ifade edilmiş olan üniversitemizin, Türkiye’nin önde gelen uzman ve
akademisyenlerin katılımıyla gerçekleştirdiği paneldeki görüş ve düşünceler,
diğer önemli etkinliklerimizde olduğu gibi kitap halinde yayınlanmış, dönemin bütün milletvekillerine, akademik kurumlara ve ilgili diğer kurum ve
kuruluşlara da bu kitaplardan gönderilmiştir.
Anayasa çalışmaları konusunda TBMM Başkanlığı’na, Parlamentoda
grubu bulunan siyasi partilere ve Sayın Cumhurbaşkanımıza da ayrıca birer
rapor sunulmuştur. Bu faaliyetleri gerçekleştiren Rektör Yardımcımız Sayın
Prof. Dr. Ahmet ÖZER, Cumhurbaşkanımız ve TBMM Başkanımız tarafından davet edilerek kendilerine özel sunumlar yapılmıştır. Üniversitemizin
ülke sorunları ile ilgili son derece aktif ve başarılı çalışmalarında belirleyici
rolü ve hizmeti olan Sayın Özer’e, bu vesileyle takdirlerimi ve teşekkürlerimi
ifade etmeyi borç bilirim. Ayrıca Sayın Özer’in sorumluluğu altında yayınlanmakta olan “Hakemli Dergi”mizin bilim dünyamıza çok önemli katkılarda
bulunduğuna inanıyor ve bu başarısından dolayı da dostum Prof. Dr. Ahmet
ÖZER’i yürekten kutluyorum.
Toros Üniversitesi’nin başarılı akademik çalışmalarının yanında gerçekleştirmekte olduğu sosyal, ekonomik ve siyasal konulardaki ulusal ve
uluslar arası etkinlikler, üniversitemizin sorumluluk anlayışı ve yetkinliği konusunda kendisini ibra etmiştir. İlgili çevrelerden ve dostlarımdan sıkça duyduğum “Toros Üniversitesi bir yıldız gibi parlıyor” ifadesinin bir iltifat değil,
samimi bir tespit olduğuna yürekten inanıyorum. Bu satırların yazıldığı Nisan
2014 tarihinde Birleşmiş Milletler Kuruluşu olan HABİTAT’ın Uluslar arası
yarışmada Toros Üniversitemizi Türkiye ve Avrasya ülkeleri arasında Birinci
304
seçilmesi, henüz birkaç yıllık bir üniversite olmasına karşın büyük emeklerle
oluşturulan ciddi çalışmaların sonuç verdiği konusunda umutlarımızı geliştirmiş ve tüm camiamıza önemli bir ödül olmuştur.
Kuruluş amacı, kurucu kadrosu ve gelişim süreci itibariyle nevi şahsına münhasır bir yapısı olan Toros eğitim kurumlarının yarım asırlık hikâyesi
toplumsal hizmet anlayışının son derece özgün bir örneğidir. Meşhur Çin Atasözü’nde ifade edildiği gibi, “… Bir yıl sonrasını düşünüyorsan ekin ek. On yıl
sonrası için ağaç dik. Yüz yıl sonrasıysa düşündüğün, insanları eğit… Balık
ikram edersen insanı bir defa doyurursun, balık tutmayı öğretirsen her zaman
doyar insan…” 1964 yılında Toros Koleji’ni kuran idealist kadro; insanlara
“balık tutmayı öğretmek amacıyla kurdular Toros Koleji’ni” ve bu hedeften
hiç sapmadan başarılı bir şekilde her türlü engeli aşarak bugünlere gelindi.
Ülkemizin ve dünyanın her yerinde ve her alanda gösterdikleri başarılı hizmetlerinden gurur duyduğumuz on binlerce mezunumuz, okulöncesi
eğitimden üniversiteye kadar her kademede ve çeşitli alanlarda “en iyileri yetiştirmek” ilkesiyle ve büyük bir başarıyla eğitim hizmeti veren okullarımız,
her biri kendi alanlarındakilerin en yetkin elemanlarından oluşan yüzlerce
eğitimcimiz, idari kadromuz ve yardımcı personelimizle ve 50 yıllık eğitim
hizmeti tecrübemizle onur duyarak bu hizmetlerin artarak devam edeceğine
inancımız tamdır.
Toros Eğitim Kurumları’nın hikâyesini yazarken en çok zorlandığım
husus, gerçekleri bütün ayrıntılarıyla yazmak oldu. Zira yaşananlar o denli olağanüstüydü ki okuyucuların ifadelerimizin gerçekliği konusunda şüphe
duyma ihtimali olabilirdi. O nedenle zaman zaman olağanüstü durumları bir
miktar yumuşatarak, bazı ayrıntıları ihmal etmek suretiyle yazmak zorunda
hissettim kendimi. Yazarken hep Ahmet Arif’in meşhur şiiri geldi aklıma.
Hani diyor ya Şair; “… Kirvem hallerimi aynen böyle yaz. Rivayet sanılır
belki…” Ben de sürekli “rivayet sanılır belki” diyerek birçok mucizevî gelişmeleri fazla ayrıntıya girmeden yazmak zorunda hissettim kendimi…
Diğer bir sorun da olgu ile algı arasındaki farkı yazmakta zorlandığım
husus. Birlikte çalıştığımız insanlardan bazıları çok kolay bir şekilde öne çıkarak hiç de hak etmedikleri derecede olumlu bir imaj yaratırken, perde arkasında duran ve öne çıkmayı sevmeyen birçok isimsiz kahramanın büyük
emekleri vardı. Bunların en başta gelenlerinden birisi olan dostum Erdoğan
SOKULLU, “… Açılış töreninde limonata dağıtanlar, her şeyi biz yaptık havasındalar” demişti. Gerçekten de öyle, galiba bu bizim toplumsal bir hastalığımız olarak her kurumda yaşanan bir gerçektir.
305
Ayrıca çevrede son derece olumlu intibası olan, kendi alanlarında adeta
bir idol gibi algılandıkları halde, bunu asla hak etmeyen o kadar çok insan
gördüm ki onlarla ilgili gerçekleri yazmak, birçok insanı hayal kırıklığına
uğratacağını bildiğim için bazı kişilerle ilgili gerçekleri yazmaya cesaret edemedim. Nasıl olsa olan olmuş. Bazı insanların hak etmedikleri değerde görülmelerinin yaygın bir durum olduğunu herkes biliyor. Ayrıca da hak etmeseler
dahi insanlar hakkında pozitif düşünmenin hiçbir mahsuru yok. Yeter ki bu
tür insanlar hak etmedikleri şöhreti istismar etmesinler.
Rivayet edilir ki; Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi, ünlü eseri Mesnevi’yi bitirince, ziyaretine gelen Yunus Emre’ye yapıtını okur ve “Nasıl buldunuz?” diye sorar. Yunus Emre, ‘Çok güzel… Ancak fazla uzatmışsın. Ben
olsam ‘ Ete, kemiğe büründüm, Yunus oldum göründüm…’ derdim” demiş.
Daha ben lise öğrencisi iken açılmış olan Toros Koleji’nin 1964-1971
yılları arasındaki 7 yıllık kuruluş dönemini, okulun kurucuları olan ve çoğu
ile uzun yıllar birlikte çalıştığım eğitimci büyüklerimden ve resmi kayıtlardan edindiğim belge ve bilgilerden öğrendiklerimden aktarmaya çalıştım.
Diğer bilgileri ve olayları ise, canlı tanığı olarak yaşadıklarımdan olabildiğince objektif bir şekilde, tarihe not düşmek amacıyla yazdım. Elbette ki “Hafıza-i Beşer, nisyan ile maluldür” gerçeğinden dolayı, unuttuğum veya yanlış hatırladığım şeyler olabilir. Ayrıca sık sık taşınmak zorunda kaldığımız
için okul arşivimizin ciddi biçimde hasar görmüş olmasından dolayı birçok
önemli belgenin kaybolmuş olması da önemli bir eksiklik yaratmıştır. Yarım
asırlık okul tarihinin 43 yılının canlı tanığı olmam, yaşanan olayların kayda
geçmesinde belki de yegâne avantaj olmuştur. Bu nedenle diyorum ki, iyi ki
Toros’un 50’inci yılı münasebetiyle çevremdeki birçok insanın teşviki, hatta
zorlamasıyla bu kitabı yazdım. Böylesine anlamlı bir yıldönümü olmasaydı
böyle bir işe asla girişemezdim ve muhtemelen Toros Okulları’nın geçmişi ile
ilgili sağlıklı bir tarihçe yazılamazdı.
Dostum Ahmet ÖZER’in dediği gibi, “Ya okunacak değeri olan kitaplar
yazın, ya da yazılacak değerde bir yaşantınız olsun.” Bir eğitim yöneticisi olarak hayatımı “konuşmakla” kazandım. Bu konuda sorun yaşamadım… Ancak
yazmak farklı bir yetenek ister. Keşke konuşabildiğim kadar yazma yeteneğim
de olsaydı. Ama maalesef ki yok. O nedenle, son derece ilginç olduğuna inandığım bu hikâyeden hak ettiği bir kitap çıkmış mıdır? Emin değilim. Ancak bu
hikâyenin tümüyle gerçekleri en nesnel (objektif) şekilde yansıttığından asla
kuşku duyulmamalı. Bazı kişilerin kuruma veya şahsıma karşı gösterdikleri
hasmane tutumları kişisel zaaflara bağlı gördüğüm için görmezlikten gelmiş
306
olmamın dışında, bilerek hiçbir yanlışlık veya eksiklik bırakmamaya çalıştım.
Bataklıklar ülkesi Finlandiya’nın “Beyaz Zambaklar” ülkesine dönüşmesini sağlayan eğitim gönüllülerinin başarısını anlatan romanı okuduğum
ilk gençlik yıllarımdan itibaren her şeyimizi borçlu olduğumuz toplumumuza
karşı sorumluluklarımızı yerine getirmenin en önemli yolu olarak, eğitim hizmetine inandım ve hasbelkader eğitimcilik mesleğinin buna verdiği imkânları
en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştım. Aynı duyguları paylaştığımız meslektaşlarım ve eğitim gönüllüleri ile buluşmamız en büyük şans oldu benim
için ve bunun yarattığı moral ve motivasyonla sürekli artan bir ivmeyle eğitim
hizmetimiz her yıl artan bir hızla devam etti.
1964 yılında Toros Koleji’ni kuran idealist eğitim kadrosunun dörtte
üçü ilk 5 yıl içinde Toros’tan ayrılmışlardı. Tamamına yakını devlet memuru
statüsünde olan eğitimcilerden kimi emeklilik, kimi başka kentlere tayini nedeniyle ayrılmışlardı. 1979 yılında eğitimci kuruculardan sadece üç kişi kalmıştı. Erdoğan SOKULLU, Orhan UĞUROĞLU, Nedim CENGİZ ve bir de
Av. Doğan ER.
1978 yılında okul binasının yapsatçıya verilmesiyle okulun devam etmesine maddeten imkân kalmamıştı. Ancak başarılı geçmişi, idealist ilkeleri
ile öğrenci ve velilerin güçlü dayanışması, Toros Koleji’nin küllerinden doğmasını sağladı. Bu sırada batmakta olan geminin kaptanı olmam, benim için
şans saydığım bir rastlantıydı. Gerekeni ve doğru olanı yapabilmek için bütün
benliğimle çaba gösterdim. Ve bir de baktım ki bir ömür geçmiş… Asla pişman değilim. Bir daha dünyaya gelsem aynı şeyleri belki de daha az hatayla
yapmak isterim.
Bu kitabı yazarken Toros’taki çalışmalarımın yakın tanığı olan bir dostum, benim ağzımdan şu satırları yazmış… Diyor ki; “… Ben Ali ÖZVEREN,
kimi zaman düşünüyorum da… Hayatım boyunca sadece okula, eğitime odaklanmışım. Ne özel hayatıma, ne aile yaşantıma, ne beni sevenlere hiç zaman
ayırmadığım gibi, hiçbir şeye değer vermemişim. Tek hedefim eğitim olmuş.
Şimdi geçen zamanın beni ne kadar yıprattığını ve gençliğimi nasıl aldığını
görüyorum ve anlıyorum ki bencilce davranıp kişisel egolarımı tatmin etmişim… Düşünüyorum da! Elime ne geçti? Geriye kalan ne? Tüm gençliğim,
hayatım; her an önüme çıkacak duvarları aşmak için tüm gücümü, hedeflerimi
uğruna harcamakla geçti...”
Toros Dağları’ndan esinlenerek adını aldığımız “Toros Koleji”, gerçekten
de nice dağları aşarak gerçekleşmiş bir hedef. Her aşamada yaşadığım
307
sorunların bende bıraktığı bedensel ve ruhsal çöküntünün izleri çok derin.
Benim de kendimi tanımakta zorluk çektiğim bu enerji ve azmin nasıl tükenmek
yerine arttığıdır. Doğruluğun ve dürüstlüğün bedelidir belki de. Doğum
yerim olmamasına rağmen kendimi Mersinli olarak görmem ve her şeyi ile
benimsememin bana güç verdiğine, Mersinlilerden aldığım pozitif enerjinin
motivasyonumu arttırdığına inanmışımdır. Ve yine inanıyorum ki Mersinliler
daha büyük hizmetleri hak ediyorlar. Toros hikâyesini anlattığım bu kitabımın
nasıl değerlendirileceğini bilmiyorum. Dileğim, Toros’un tarihçesini tüm
gençlerin okuması, azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını görmeleri
ve gerçeğin dağlarına umutsuz çıkılamayacağını bilmeleridir.
Diğer yandan 50 yılın bende bıraktığı yorgunluklar. Zaman tünelinden
geçmiş gibiyim… Ama ben daha kendi hayatımı yaşamadım ki! Zaman ne
çabuk geçiyor. Bir varmış, bir yokmuş…”
Gerçekten de öyle göz açıp kapayıncaya kadar geçti bir ömür. Tek
bir hedefe kilitlenerek geçen ömür için ne denir, bilemem. Kendim için
yaşayabileceğim bir tek günüm olmadı. Lakin boşa geçmiş bir ömür olarak
da görmüyorum yaşadıklarımı. Bu kitabı yazarken, geçmişi yeniden yaşadım
adeta. Oldukça heyecan vericiydi. Friedrich Nietzsche’nin deyimiyle, “Olan
her şey, olması gereken şeydir.” Geçmişi Nihilist felsefeyle değerlendirmek en
iyisi galiba… Ne demişler? “Rakı içenler öldü de su içenler ölmedi mi?”
Yapılmış olanları asla abartmıyorum. Kâinatta mikroskopla dahi
görülmeyecek kadar küçücük bir gezegen olan dünyamızın milyonluk
yıllara dayanan tarihi içinde hiçbir faninin gerçekleştirdiğini zannettiği
hiçbir eserin herhangi bir kıymeti harbiyesinin olmadığını düşünürsek,
bizim yapabileceğimiz ne olabilirdi ki? Olsa olsa toplumumuza karşı olan
sorumluluklarımızın kısmi azamisini yerine getirmenin vicdan huzurundan
başka. Elbette ki kişisel gücümüzün sınırları dâhilinde… Yani “karınca
kararınca…” Nitekim bizim elli yılda ve bir ömür vererek yaptığımız eğitim
hizmetlerinin kat be kat fazlasını bir günde gerçekleştiren güçlü kişiler ve
kurumlar olduğunu biliyoruz. Ama dedim ya bizimkisi karınca kararınca
olmuştur. Ve ömrümüz dâhil tüm benliğimiz ve varlığımız pahasına olmuştur.
Namütenahi imkânlara veya devlet desteğine sahip olsaydık, bu hizmetler
için bu kadar emek ve çaba gerekmeyecekti. Tekrar Ali ÖZER amcanın sözü
geldi aklıma; “Benim bu yoksulluğum parasızlıktan” demişti. Ahmet Arif de
“Bilmezlikten değil, fukaralıktan…” diyor.
Her şeye rağmen yaşantımın hiçbir döneminde ve hiçbir olay karşısında
asla umutsuzluğa kapılmadım ve hiçbir şeyden şikâyetçi olmadım. Şartlarımı
308
olduğu gibi kabullenmek ve mevcut imkânlarımla sorun çözmek hayat
felsefemin temelidir. Hiçbir zaman ve hiçbir konuda “… saydı” demedim. Zira
öyle bir bahanemizin olmadığına inanıyorum. Ne demek, şöyle veya böyle
olsaydı? Yok, öyle bir şey… Zaten öyle veya böyle olsaydı farklı bir şey olması
gerekirdi. Nietzsche ne diyor? “Olan her şey olması gereken şeydir.”
Gençlere öğüdümdür: Hiçbir bahaneye sığınmayın. İmkânlarınızı
doğru tespit edin ve bilinçli şekilde değerlendirin. Projelerinizi ona göre
yapın. Olabilecek en kötü ihtimalleri düşünerek (B) planı, (C) planı şeklinde
alternatifleriniz mutlaka olmalı. O takdirde hiçbir şey sizin için sürpriz olmaz
ve amacınızdan uzaklaştırmaz. Hedeflerin büyüğü-küçüğü yoktur, ‘doğru’
veya ‘yanlış’ olan hedefler vardır. Başarının ve mutluluğun ön şartı, doğru
hedefler belirlemektir. Doğru hedeflere de ancak doğru yöntemlerle ulaşılır.
Bunun aksi son derece istisnaidir. Böyle istisnalarla hayatta karşılaşabiliyoruz.
Hele hele bizim toplumumuzda bu tür istisnalar sıkça görülebiliyor. Ancak bu
durum, Prof. Dr. Yahya Kemal KAYA’nın deyimiyle, “makarna fabrikasından
çivi üretmektir ki buna imalat hatası denir.” İstisnalara ve imalat hatalarına
asla itibar etmemek gerekir.
Kuruluşundan İtibaren Mersin Eğitim Vakfı’nın Yönetim Organlarında
Görev Almış Kişi ve Kurumlar vardır. Onları da burda anmak isterim:
Kurucular: 1-Ali ÖZVEREN, 2-Adil OVACIK, 3-Ahmet DEVELİ,
4-Bilal LEK, 5-Faruk GÜVENÇ, 6- Güvenç ÇOPUR, 7-Gültekin ERŞAN,
8-İrfan SEVİM.
Yönetim Kurulu ve Mütevelli Heyetinde Görev Alanlar: 1- O. Özcan
EROĞLU (MTSO Temsilcisi), 2-A.Kaya MUTLU (Belediye Başkanı), 3-Av.
Doğan ER (Baro Temsilcisi), 4-Av. Savaş ERDOĞU (Baro Temsilcisi), 5-Erdoğan SOKULLU, 6-Orhan UĞUROĞLU, 7-Haydar GÜRÜN, 8-Saadet ŞAYAN, 9-Belgin TARTANCI, 10-Av. Cevat HALLAÇ, 11-Altan ERGENÇ,
12-Dr. Cevat DEDEOĞLU, 13-M. Ali ALKAN, 14-Prof. Dr. Esat YILGÖR,
15-Prof. Dr. Hüseyin ÖZBEK, 16-Hikmet MESCİOĞLU, 17-Dr. Adnan AKKURT, 18-İsa ÖNER, 19-Ayşe ARSLAN, 20-Ali Yaşar COŞAN, 21-Ali ARSLAN, 22-Erdoğan SEVİN, 23-Fırat GÖZÜKARA, 24-Zülal ARSLANDAŞ
ATINÇ, 25-Hasan KAYA, 26-Ufuk ÖNER, 27-Fatma Gülsüm KARABIYIK,
28-Erol TÜREDİ, 29-Ömer TEZCAN, 30-Vahidettin ÖZKAN, 31-Cemil SEVİM, 32-Meltem DÖLEKOĞLU, 33-Hüveyda KAVUKÇUOĞLU, 34-Gül
EMGİLİ, 35-İbrahim BELCİ.
Bugüne kadar Mersin Eğitim Vakfı’nın yönetim organlarında bulunan
43 kişiden işlerinin yoğunluğu nedeniyle aktif şekilde çalışma imkânı bula-
309
mamış olan belediye başkanları ile aynı gerekçelerle toplantılara katılamamış
3 kişi (isimlerini yazmıyorum) dışında kalan 39 kişinin tamamı görevlerinin
gerektirdiği hizmetleri en iyi şekilde yerine getirmişlerdir. Vakfımızın kurulduğu günden bugüne kadar geçen 35 yıllık sürede bütün toplantılarda alınan
kararlar istisnasız oybirliğiyle alınmıştır. Tamamına yakını öğrenci velisi veya
eğitim kadromuzda görevli olan vakıf üyelerimizin kurumumuzun bugünlere
gelmesinde büyük emekleri bulunmaktadır.
1979 yılında Toros Koleji kapanmak üzere iken kurulan ve okulun yaşamasını ve gelişmesini sağlayan Mersin Eğitim Vakfı, yakın geçmişte özel
okulların yaşadıkları kriz nedeniyle bir ara eğitim hizmetinin yanında gerçekleştirmekte olduğu sosyal ve kültürel hizmetlerinde kısa süreli bir duraklama
yaşamıştır. Ancak, bu süre içinde dahi Toros Üniversitesi’nin kurulması ile
ilgili kararlı ve azimli çabaları sonunda 2009 yılında Toros Üniversitesi’nin
kurulması gerçekleştikten sonra, Vakfımızın hizmet imkânları ve sorumlulukları artarak devam etmiştir. Üniversitemizin kurulmasıyla birlikte bütün
malvarlığını ve iktisadi kaynaklarını Toros Üniversitesi’ne devretmiş bulunan
vakfımızın, üniversitemiz aracılığıyla ülkemizin ve bölgemizin eğitim, kültür
ve sosyal hizmetler alanındaki ihtiyaçlarına daha fazla katkıda bulunacağına
ve bu hizmet ve katkıların artarak sonsuza kadar süreceğine yürekten inanıyorum.
Mersin Eğitim Vakfı, artık Toros Üniversitesi’yle çok daha güçlüdür.
Daha şimdiden ülkemizin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve sanatsal alandaki ihtiyaçlarına cevap verebilecek birçok sosyal projelere imza atmanın
yanında, araştırma çalışmaları ve akademik hizmetlerde örnek başarılar gösteren Mersin Eğitim Vakfı ve Toros Üniversitesi’nin gelecekte, gelişmiş Batı
ülkelerindeki akademik kurumların düzeyine yükseleceğine inanmak için hayalperest veya kâhin olmak gerekmiyor. Buna yürekten inanıyorum.
Mersin Eğitim Vakfı’nın erişmiş olduğu düzeye uygun olarak ve gelecekteki hedefleri düşünülerek vakıf ana senedini yeniden revize etmek gerektiğine inanıyorum. 1979 yılında ve o günkü ihtiyaç ve hedeflere göre düzenlediğimiz vakıf senedi, 1984 ve 1989’da 2 kez değişti. Ve mevcut senedin yeni
imkân ve şartlara göre üçüncü kez değiştirilmesi isabetli olabilir. Zira mevcut
duruma göre hedeflerin yerel, hatta ulusal değil, evrensel ölçekte belirlenmesi
gerekir.
Bu hedeflerin birer birer gerçekleşmesi son dileğimdir....
310
311
FOTOĞRAF ALBÜMÜ
312
313
1964 – 1975 Yılları arasındaki Toros Koleji binası
Okul Müdürü Bilal LEK öğrencilerle resmi geçit töreninde 1969
314
Okul Müdürü Bilal LEK, İngilizce Öğretmeni Ahmet DEVELİ,
Yardımcı Personel Fatma GÖĞEBAKAN bir grup öğrenci ile - 1972
Ahmet DEVELİ, Yardımcı Personel Osman
GÖĞEBAKAN bir grup öğrenciyle - 1975
315
Bir grup öğrenci Okul Müdürü Bilal LEK, İngilizce Öğretmenleri Nadya YILGÖR, Vecdi
KOKULU, Fen Bilgisi Öğretmeni Yıldıray BALTALI,
Beden Eğitimi Öğretmeni Mesut ÖZER - 1975
Zeytinlibahçe Caddesindeki eski Akdeniz Koleji binasında
Müdür Yardımcısı Ali ÖZVEREN ve 5 Edebiyat Sınıfı öğrencileri
316
Ağustos 1979’da yıkılan okul binasının enkazları arasında kurulan çadır ve barakalarda
eğitim yapan okulun Tarih Öğretmeni (eski Okul Müdürü) Bilal LEK, Kimya Öğretmeni
Emine TARIM, İngilizce Öğretmeni Serap ÖZŞEKER ve bir grup öğrenci - 1979.
317
24 Nisan 1980 45 Evler okul binasının açılış töreni. Üstteki fotoğrafta Okul Müdürü Ali
ÖZVEREN. Atllaki fotoğrafta; oturanlar Ferda ŞENLİK, Güngör TURAN, Emel YEŞİL,
Loretta AKPINAR, Adil OVACIK, ayaktakiler Necati ÖZBAY, Yıldıray BALTALI, Ali
ÖZVEREN, Serap ÖZŞEKER, Cemal TURAN, Yurdanur SOKULLU, Ahmet DEVELİ,
Doğan ER, Hüda ADEMOĞLU, Mesut ÖZEN, Güvenç ÇOPUR, Özcan EROĞLU,
Erdoğan SOKULLU.
318
Şubat 1987’de Mersin’de düzenlenen
Voleybol Türkiye Şampiyonasına sponsor
olduk. Bütün ekiplerin her türlü masraflarını
üstlendik ve bütün sporcu ve yöneticilere
ödüller verdik.
Mart 1986 tarihinde inşaatına başlanan
ilkokul binası kısa zamanda tamamlanarak
1986’da hizmete açıldı. Okulun açıldığı
gün henüz çevre düzeni yapılmamış haliyle
dostum Faruk GÜVENÇ ile hatıra fotoğrafı
çektirdik.
319
Okulumuzun her ihtiyacına cevap vermek için olağanüstü çaba gösteren ve ilkokulumuzun
yapımında büyük emekleri bulunan tüm zamanların en başarılı okul aile birliği ekibimiz
(Çarli ve Melekleri) Yaşar GÖK, Oya GÜVENÇ, Pakize MESCİOĞLU, Şemsa ÖNAL,
Harika GÖKÇEL okul yöneticileri ve öğretmenleri Ali ÖZVEREN, Ayşe ARSLAN, Esin
SAFA ve Hüda ADEMOĞLU - 1985 – 1986.
Deniz Ticaret Odası Başkanı Armatör Remon KUMDERELİ o kadar yoğun işlerinin
arasında her Çarşamba günü Okul - Aile Birliği Başkanı olarak okulda pasta satarak katkıda
bulunurdu. Israrla bana bir dilim pasta yedirirken - 1988.
320
Büyük bir şevkle kısa zamanda okulumuzu bir marka yapan eğitimcilerimizden
Engin AKTUĞ, Loretta AKPINAR, Yüksel ŞİPAL, Ayşe ARSLAN, Günay SARAÇ,
İnci EROĞLU, Türkay İÇAÇAN, Erol DEVRİM, Ali ARSLAN, Orhan UĞUROĞLU,
Ali ÖZVEREN, Mehmet ÖZKAN, Ali AYIRIR, Necati ÖZBAY- 1981.
Öğretmen ve öğrencilerimizin birlikte eğlendikleri bir an - 1985.
321
Türkiye çapında dereceler kazanan kız ve erkek basketbol takımlarımız
Okul Müdürü Ali ÖZVEREN, Beden Eğitimi Öğretmenimiz Loretta AKPINAR,
Mesut ÖZEN ve İngilizce Öğretmeni Ahmet DEVELİ ile.
Aydın’da Türkiye 3.’sü olan Erkek Basketbol Takımımız Koçu Avni NART’la
322
Özel Toros Okulları Japonya’nın Kushimoto şehrindeki OSHIMA JUNIOR SCHOOL ile
kardeş okul olmuştur. Kardeş okulumuzla eğitim-öğretim iletişimimiz sürerken öğrencilerimiz
arasında dostluklar kurulmaktadır. Okulumuz öğrenciler Japonya’ya gidiyor. Kardeş okulumuz
öğrencileri de ülkemize gelip okulumuzun eğitim öğretim çalışmalarını yerinde izliyor.
Japonya’daki kardeş okulumuzun Müdürü ile
günün anısına karşılıklı armağanlar sunuldu.
Kardeş okulumuz Japon - OSHIMA JUNIOR
HIGH SCHOOL öğrencileri ve öğretmenleri
Özel Toros öğrencileriyle birlikte.
323
Almanya’nın Oberhausun Belediyesi ile yaptığımız gençlik mübadelesi programları çerçevesinde
Almanya’dan gelen eğitimci ve yöneticiler okullarımızı ziyaret ettiler.
324
Büyük bir özenle düzenlenen botanik ve peyzaj alanlarındaki bitkiler kısa zamanda büyüdü ve okulumuz Milli Eğitim Bakanlığı ve Çevre Bakanlığı tarafından en güzel okul, en güzel okul bahçesi, en sağlıklı ve hijyenik okul yarışmalarında Türkiye birincilikleri kazanarak “Beyaz Bayrak”la ödüllendirildi.
325
Sayın Valimiz Şenol ENGİN, Milli Eğitim Müdürümüz Osman GENÇ ve Daire Müdürleri 50. Yıl
kampusümüz açılışında ve 24 Kasım 1996 öğretmenler günü kutlamalarında hazır bulunmuşlardır.
326
10 Ağustos 1995’de İnşaatına başlanan 50. yıl kampusü zaman zaman çift vardiya bazen 3
vardiya çalışmak suretiyle bir yıl gibi kısa bir zamanda inşaatı çevre düzeni ve her türlü iç
donanımıyla tamamlanarak Eylül 1996’da hizmete açıldı.
İnşaatın elektrik işlerini büyük bir özveriyle kusursuz şekilde yapan ÇEK-EL Elektrik
Şirketinin Kurucusu İbrahim ÇEKİRGE ve Taşeron Yusuf KAYA tüm inşaat ekibi gibi
olağanüstü çaba göstermişlerdi. Nur içinde yatsınlar.
327
Eylül başında her şeyiyle tamamlanmış olan 50. yıl kampusünü sade bir törenle eğitim öğretime açtık.
328
Okul Aile Birliğimizin Muş-Varto İlçesi Haksever Köyü İlkokulu için düzenledikleri kampanyada
sağlanan eşyaları Okul-Aile Birliği Başkanı Kamil ÖKSÜZER tarafından
03 Kasım 2000 tarihinde yerinde teslim edilmiştir.
329
50. Yıl Kampüs İnşaatı. Ağustos 1995’te inşaatına başladığımız 50. Yıl Kampüsümüzün ilk
günden itibaren çeşitli inşaat safhaları.
330
24 Kasım 1988 Öğretmenler Günü kutlamasında İlkokul Öğretmenlerimiz; Yurdanur
SOKULLU, Selma KURT, Şennur TİMUÇİN, Kazım TİMUÇİN, Ali ÖZVEREN,
Abdullah KURT, Erdoğan SOKULLU.
331
İlkokulun yapılmasında büyük emekleri bulunan Okul - Aile Birliği Üyeleri
Okul yöneticileri ile; Ali ÖZVEREN, Harika GÖKÇEL, Ali ARSLAN,
Hülya ÖZBAŞOĞLU, Gülüstan ÜNSALAN, Nezihe ŞIHMAN, Afife HANCIOĞLU,
Oya GÜVENÇ ve Emel YEŞİL - 1986.
Eylül 1986’da açılan ilkokulumuzun yönetici ve öğretmenleri
332
Türkiye 3.’sü olan basketbol takımımızı kurbanlar keserek davul zurnayla karşıladık. Takım
kaptanı Ömer ONAN Okul Müdürü Ali ÖZVEREN tarafından kutlanıyor. Müdür Yardımcısı
Ayşe ARSLAN, İngilizce Öğretmeni Emel YEŞİL, diğer öğretmen ve öğrencilerimiz büyük
bir sevinç ve mutluluk yaşıyorlar.
Yeni hizmete giren Tiyatro Salonumuzda öğrencilerimizin etkinliğini keyifle izleyen yönetici,
öğretmen, Okul - Aile Birliği ve velilerimiz. Loretta AKPINAR, Semahat YÜREKLİ,
Esin SAFA, Muvaffak PEKPAK, Ali ÖZVEREN, Milli Eğitim Müdür Yardımcısı
Nedim KÖYLÜ, Orhan UĞUROĞLU, Hüda ADEMOĞLU, Harika GÖKÇEL,
Remon KUMDERELİ, Erol DEVRİM, Yüksel ŞİPAL… - 1984.
333
Vali Sabahattin ÇAKMAKOĞLU Güvenç ÇOPUR’un oğlu Ömer ÇOPUR’a ödül veriyor - 1984.
Aynı törende Okul Müdürü Ali ÖZVEREN, Haydar GÜRÜN’e ödülünü verirken.
334
Mayıs 1980. Öğrenciler merasim alanında ham zemin olan okul bahçesinde sık sık öğrencilerle
mıntıka temizliği yapılırdı.
Soldan sağa; Ahmet DEVELİ, İrfan SEVİM, Oya GÜVENÇ, Saadet ŞAYAN,
Gültekin ERŞAN, Prof. Hüseyin ÖZBEK, Vakıf Bölge Müdürü Mevlüt MERT,
Haydar GÜRÜN, Ali ÖZVEREN, Özcan EROĞLU ödül töreninde.
335
Şair Ahmet Telli ve Çukurova bölgesi şairlerinin katılımıyla düzenlenen şiir şenliğinden bir kare.
Uluslararası bir heyetin üniversitemizi ziyaretinden bir görüntü
336
Uzun yıllar sürdürdüğümüz geleneksel uluslar arası halk oyunları festivalimize her yıl
dünyanın çeşitli ülkelerinden birçok folklor ekibi katıldı.
337
Özel Toros Okulları ders dışında çeşitli proje ve eğitsel çalışmalar yapmaktadır. Bunlardan
biri de GLOBE çalışmalarıdır. Özel Toros Okulları 3-4 Mayıs 1997’de İstanbul’da
düzenlenen 5. Ulusal Çevre ve Proje Yarışmasına İbrahim TURGUT’un hazırladığı
“Nükleer Enerji, Çevre ve İnsan” konulu çalışmayla katılmış ve Jüri Özel Ödülünü almıştır.
GLOBE Çalışmalarına katılan öğrencilerimiz
toprak ölçümü yaparken.
Ali ÖZVEREN makamında bir öğrenciyle
görüşürken
338
339
BASINDA
ÖZEL TOROS OKULLARI
340
Birkaç gün önce (23 Nisan 2014) kaybettiğimiz
Nevzat KELLECİ’nin Sevgili kızı Burcu, Hindistan’dadüzenlenen resim yarışması Dünya
1.’si seçilmişti.
341
342
343
344
345
346

Benzer belgeler