Eurozine - the netmagazine

Transkript

Eurozine - the netmagazine
Les Back
KORKU ŞEHRİ
LONDRA VE TERÖRLE SAVAŞ
John McGregor, Kimse Olağanüstü Şeylerden Söz Etmezse adlı
romanının başlangıç bölümünde: "Dinlersen, işitebilirsin," diye
yazıyor. "Şehir, ezgisini söylüyor... dinle öyleyse, işiteceğin
başka şeyler de var."1 Camus, bir metninde, bazı şehirler "bir
ağız ya da bir yara gibi göğe açılırlar" diyordu.2 Bizim
şehrimiz ezgisini söylemekle kalmıyor, haykırıyor. Londra'nın
sesi olağandışı biçimde değişti. 7 Temmuz 2005
bombalamalarından bu yana, metro trenlerini dolduran huzursuz sessizlik
dışında, Londra ses yelpazesinde sessiz anlar iyice azaldı. 21 Temmuz'daki
ikinci başarısız saldırılar dalgasından sonra, yolcular sessizce işlerine gidip
geliyor, makineli tüfekleriyle polisleri ya da "Asyalı" veya "Arap" görünümlü
insanları hedef alan, etnik kimliğe dayalı "durdurma ve arama" siyasetini fark
etmemeye çalışıyorlardı. İki saldırı da Perşembe günü olmuştu; saldırıdan
sonraki her Perşembe güvenlik önlemleri artırılıyor, artan güvenliğe onunla
koşut bir korku ve dehşet içindeki bekleyiş atmosferi eşlik ediyordu. O yazdan
bu yana, polis sireninin tiz sesi, Murray Shaffer'in ana nota sesi adını vereceği
şey haline geldi.3
Old Kent Caddesi'nden yaklaşan polis arabasının sesi, Lewisham Yolu
boyunca trafikten kurtulmaya çalışırken, daha yüksek gelmeye başlar.4
Londra'nın ses yelpazesinin içerdiği başka şeyler vardır: Havadan geçen bir jet
uçağının tok madeni sesi, her yıl Londra'nın ana havaalanlarından geçen 90
milyon yolcudan bazılarını taşır. Hızlanan bir motosikletin ve hareket
halindeki arabaların sesi, geçici olarak durduklarında frenlerinin gıcırtısı,
havadan geçen bir martı da işittiklerimiz arasındadır. Belki bariz bir nokta, ama
terör çoğunlukla hareket teknolojilerini hedef alıyor: otobüs, metro ve uçak.
Irkçılığı bir fobi haline getirmiş olanlar, otobüs duraklarına ya da yol
kenarındaki duvarlara iğrenç yazılar yazıyor, boşuna insanlar arası teması ve
iletişimi yavaşlatmaya çalışıyorlar.
Sonuçta sesler titreşimin duyumsanmasıdır: Kulaklarımız, hareketin
titreşimlerini algılar. Kozmopolit Londra'yı dinlemek, ona bakmaktan farklıdır;
çünkü ırk ve ırkçılık kısmen göze dayalı farklılık gramerlerine dayanır.
Dinleme, bu tür karşılaşmalarda, tenin görsel oyununda kaçırabileceğimiz
varlıklara [presences] olanak sağlar. Bugün herhangi bir Londra otobüsüne
binin, işiteceğiniz diller, güzergâhınıza bağlı olarak, büyük bir olasılıkla
Rusça, Lehçe ya da Brezilyalıların konuştuğu Portekizce olacaktır. Bu diller,
görsel olarak her zaman erişemeyeceğimiz yeni hareketlerin ve göçlerin
kayıtlarıdır. Hâkim ses, polis sirenleridir; polisin böyle düzenli olarak sirenleri
neden kullandığını doğrusu merak ediyorum. Los Angeles'da, eyalet polisi,
polis araba sirenlerini aynı anda açarak birçok bölgede asayişi sağlamış.
Sirenler, doldurdukları uzamı denetleme arzusu nu barındırıyorlar içlerinde.
An article from www.eurozine.com
1/12
Belki de, sirenler hep yanı başımızdaydı ve yalnızca biz şimdi fark ediyoruz
onları; ne var ki, bundan o kadar emin değilim. Unutulmaması gereken bir
nokta da, İngiltere'de polis arabalarının siren kullanmaya 1965 gibi yakın bir
tarihte başlamış olmalarıdır. "İki tondaki sesler ve mavi ışıklar", "yoldan çekil
işaretleri" olup, Martin Amis'in "tarifsiz bir dehşet"5 adını verdiği şeyi gösterir
hale geldiler.
Bu etkiyi yaratan, sirenlerin tonlarındaki herhangi bir şey değildir; sirenlerin
frekansı sıradan bir müziğe dönüştürülebilir, dönüştürülmüştür de. New Cross
Caddesi'nde yaşayan bir öğrenci, bana küçük kızının polis sirenlerini duyunca
dans etmeye koyulduğunu söyledi. Bu etki, daha çok, siren sesini acil bir
duruma ve iç tehdide bağlayan bir geçmişten kaynaklanıyor. Polisler, sirenlere
ve arabalara sahip olmadan önce, çıngıraklar, düdükler taşıyorlardı ve yalnızca
birkaç seçkin polis arabasının −−Woseley'ler−− zil kullanma lüksü vardı.
Resim 1'de gösterilen çıngırak özellikle ilginçtir, çünkü Birinci Dünya Savaşı
sırasında, Londralıları Alman bombardıman zeplinleri akınlarının oluşturduğu
tehdide karşı uyarmak üzere taşınıyordu. Bu, sireni, dış saldırı korkusuyla
−−ister zeplin saldırısı, ister daha sonra uçak ya da füze saldırısı söz konusu
olsun−− bağlantılı hale getirdi. 1940'lı yıllardan başlayarak, Londra'daki her
polis karakolunda bir siren bulunuyordu (bkz. Resim 2). Bunlar, hava akınları
sırasında ya da sele karşı halkı uyarmak için çalınıyordu ve Soğuk Savaş
sırasında nükleer bir füze saldırısını bildirmek üzere kullanılmaya devam
ettiler.
An article from www.eurozine.com
2/12
Sirenler, amaçlanmamış ses dalgası işaretleri oluştururlar. Yüksek güvenlik
önlemleri gerektiren mahkûmları taşıyan düzenli konvoylar, Belmarsh
Hapishanesi'nden yola çıkar, New Cross'tan geçerek, SE28 yolu üzerinden
Londra'nın merkezine, Temple Bar'daki Yüksek Mahkeme'ye ulaşırlar. 1991
yılında açılan Belmarsh, 900'den fazla A kategorisi mahkûmu barındırır; bu
mahkûmlar arasında anti− terörizm yasaları uyarınca tutulan zanlılar da vardır.
Bunun bir sonucu olarak, Belmarsh, Londra'nın Guantanomo Körfezi olarak
adlandırılmıştır. Kimi zaman polis arabaları kafilesi ve onlara eşlik eden son
derece sıkı güvenlik eskortları, güney Londra boyunca ilerlemekte güçlük
çekerler. O zaman, hiç şaşmamacasına, New Cross'taki tek yönlü trafiği ters
yönden geçmeye çalışırlar. Bunun yol açtığı kulakları sağır eden tıkanma, bir
panik, telaş ve acil durum sahnesine neden olur. Bu şehir hengâmesi
sahnelerinin kolaylıkla önüne geçilebilirdi. Belmarsh'ı yapan hapishane
mimarları, hapishanenin karşısına bir mahkeme inşa ettiler. Bu tasarımın
ardındaki fikir şuydu: Sistemin yargı ile ceza unsurları aynı yerde olacak ve
mahkûmlar birkaç yüz metrelik alan içinde mahkeme ile hapishane arasında
hareket edebileceklerdi. Ne var ki, yargıçlar güneydoğu Londra'ya kısa bir
yolculuk dahi yapmak istemiyor, mahkûmların binlerce sterlin harcanarak
ayaklarına getirilmesini yeğliyorlar. Bunun bir istisnası, 21 Temmuz'daki
başarısız intihar bombası saldırılarıyla suçlanan kişilerin mahkeme
çıkarılmasıydı. Bu kez yargıç, dört davalının "adam öldürmeyi ve patlamalara
yol açmayı planlamak"la suçlandığı Belmarsh'a geldi. The Times gazetesi, 8
Ağustos 2005'te, Belmarsh mahkemesindeki sahneyi "şimdiye dek görülmüş
en sıkı polis gözetimi" olarak betimliyor ve ekliyordu: "Plastik kaplar bile,
içlerinde zararlı maddeler var mı diye inceleniyordu."6 Sanıklar, o yıl Aralık
ayında, Belmarsh'taki hücrelerden video bağlantısı yoluyla Old Bailey'deki
mahkeme salonunda beliriyorlardı.7 Sirenlerin sesi de, Londra'nın hapishane
coğrafyasını ve nasıl terörle savaştaki suç ortaklarının yerel rutinlerin ve
gerçekliklerin bir parçası olduğunu açığa vurup gözler önüne seriyor.
Çoğunlukla polis sirenine, araba kafilesi aşağıdaki sokaklar boyunca kıvrılarak
yol alırken, gökte asılı duran helikopterlerin havayı yaran sesi eşlik eder.
Goldsmiths College'da yönetici olarak çalışan Jane Offerman: "New Cross
Caddesi'nin ara sokaklarından birinde oturduğum için, polis sirenlerinin sesine
alışığım," diye yazıyor. "Helikopterlere alışmak daha zor; akşamları,
An article from www.eurozine.com
3/12
helikopterlerin sesi televizyonun sesini bastırıyor ve giderek yaklaşan projektör
insanda tuhaf bir suçluluk duygusu yaratıyor, birazdan projektör evinizi
aydınlatacakmış gibi bir korku! Abu Hamza, Belmarsh Hapishanesi'ne
gönderildiğinde, medya aralıksız olarak onun duruşmasına yer veriyordu; ama
bir gün, davadaki gelişmeleri haberleri seyrederek değil, Hamza'nın
Woolwich'ten New Cross Caddesi yoluyla Old Bailey'e götürüldüğü hapishane
taşıtına eşlik eden polis arabalarının −−alçaktan uçarak konvoyun ilerleyişini
izleyen bir helikopterle birlikte−− çıkardığı kulak tırmalayıcı seslere kulak
vererek takip edebileceğimi fark ettim."8
Terörle savaşın ses yelpazesi, şehrin üzerine bir örtü gibi yayılıyor. Sirenler,
dehşet ile alarmın karşılıklı olarak birbirini beslediği yakın bir tehdit duygusu
yaratıyorlar.9 Eski Yunan'da Phobos, korku, dehşet ve panik tanrısıdır; phobia
(fobi) sözcüğü onun adından türemiştir. Polis arabasının ve helikopterin sesi,
Temmuz bombalamaları sonrasında Londra'yı saran korkunun hem nedeni,
hem sonucudur; bundan dolayı uğradığımız zararın bir parçası da, bir yanlış
tanıma atmosferinin yaratılmasıdır. Stockwell metro istasyonunda genç
Brezilyalı Jean Charles de Menezes'in polis tarafından vurulması, ölümcül
yanlış tanımanın bir örneğidir. 22 Temmuz'da −−ikinci başarısız saldırılar
dalgasının ertesi günü−− polisler görüş alanları içinde bir "intihar bombacısı"
görüp onu vurdular. Vurdukları kişi, otomatik silahlar taşıyan görevlilerden
kaçan bir delikanlıydı yalnızca. 3 ve 4 nolu resimlerde, Stockwell istasyonunun
dışına dikilen geçici anıt görülüyor; bu anıt, hem yerel halkın öldürmeyle ilgili
haberleri ve bilgileri bırakabilecekleri, hem ölenin anısına çiçeklerin
koyulabileceği bir yer sağlıyor.
Kapı Komşundan Korkmak
Betimlemeye çalıştığım tür yanlış tanıma, 36 nolu otobüse ağır bir çantayı
taşımaya çalışan genç bir Asyalı'ya kaygıyla bakan yolcuların bakışında da
görülebilir. Londra Ulaşım İdaresi'nin bir poster kampanyasında, Londralılara
"Çantanızı Şüpheli Hale Getirmeyin" deniyordu. Şüpheli kişileri belirleyen
çantalar değil, ten renkleri ve sakallardı. Muhammed Abdul Kahar'ın yanlış
istihbarata dayanılarak vurularak yaralanması, bir başka örnektir. Yirmi üç
yaşındaki Muhammed Abdul Kahar ve yirmi yaşındaki Abul Koyair,
Londra'nın doğusundaki Forest Gate'te, 250 kişilik bir kolluk gücünün evlerine
düzenlediği bir baskınla tutuklandılar. Mohammed Abdul Kahar
salıverilmesinden sonra, kendisinin ve ailesinin nasıl terörize edildiğini yazdı:
"Sanırım, onların gözünde işlediğim tek suç, uzun sakallı bir Asyalı
olmamdı."10 Bu iki genç herhangi bir suçlama olmaksızın salıverildiler, ama
evlerinin niçin böyle hunharca basıldığını asla öğrenemediler. Sakal
bıraktıkları, saçlarını usturaya vurdukları ve sık sık yerel camiye gittikleri için
An article from www.eurozine.com
4/12
ihbar edilmişlerdi.
Hepimiz birbirimize eskisinden farklı bakıyoruz; bu kozmopolit şehri 7
Temmuz'un gölgesinde dolaşan birçok kişinin anlattığı sıradan şeyler de buna
tanıklık ediyor. Londra ulaşım polisi, 2005 yılının Temmuz ile Ağustos ayları
arasında, antiterörizm yasalarına dayanarak 6.747 kişiyi durdurmuş. Bu
durdurmaların etnik dağılımı çok çarpıcı: Durdurulan kişilerin 2.390'ı Asyalılar
(toplamın % 35'i), 2.168'i ise beyazlar (toplamın % 32'si). Londra'da Asyalılar
nüfusun % 12'sini; beyazlar ise % 63'ünü oluşturur.11 Asyalıların durdurulma
olasılığı beş kat fazlaydı. Korku şehri, bir yanlış tanıma politikası üretiyor.
Çokkültürlülük tartışmalarında tanıma kavramı çok tartışıldı −− öncelikle
Charles Taylor'ın bu konuda söyledikleri üzerinde yoğunlaşılarak.12 Sirenler,
birbirimizi duymamıza ya da bu korkuya karşı konuşmamıza yardımcı
olmuyor; daha çok, seslerimizi işitilmez hale getiriyor.
Tiggy, Jean Charles de Menezes'in vurulduğu gün, Stockwell istasyonunun
hemen dışında bir metro treninde eli kolu bağlı kalmıştı. "Şehirde ulaşacağım
yere gitmeye çalışıyordum ve metro treni aniden durdu. İlk düşüncem: 'Tüh,
geç kalacağım' oldu."13 Tiggy, uzun yıllar Güney Afrika'da yaşamış, orada
ırkçılık karşıtı politik mücadele içinde yer almış biri. "Bize önümüzdeki trende
bir intihar bombacısının olduğu söylendi; ilk tepkim: 'Umarım, önce onlar
öldürmüştür bombacıyı' oldu." Önce polis ateş etmişti; genç Brezilyalıyı
durdurduktan sonra başına yedi kez ateş etmişlerdi. "Korkunç değil mi bu,"
diye düşünmüştü Tiggy daha sonra, "dünyayı polisin gördüğü gibi görmeye
başlıyorsunuz." Günümüzde sirenlerin gördüğü işin bir parçası da, sürekli
savaş ve acil durum duygusunu canlı tutmak ve korkuyu yaymaktır. Korku
şehrini yalnızca bombacılar yaratmıyor; daha çok, bombacılar düşüncesiyle
uğraşan ve halkın korkularını kötüye kullanan politikacılarla gazeteciler
yaratıyorlar.
Uzun süredir sivil haklar konusunda aktif mücadele veren Suresh Grover,
solun "getto yaşamına bir tür siyasal banliyöden" bakmak gibi bir suçu
olduğunu belirtiyordu.14 Benzeri biçimde, çokkültürlülük üzerine akademik
tartışmalarda, iktidardan yoksun kesimlerin otoriter rejim yandaşlığı hakkında
keskin sorular sorma konusundaki isteksizlik, bu tartışmaları kısıtlıyor. Bu
topluluklar içindeki bazı kimseler, mutlakçı dinsel politika pazarlamacılarına
karşı açık konuşmaktan çekiniyorlar. Halihazırdaki atmosfer içinde, Yeni İşçi
Partisi hükümeti, inanç temelli bir politikanın serpilmesine uygun bir zemin
yarattı. Chetan Bhatt, günümüzün karmaşık sorunları karşısında hükümetin
eski sömürgeci stratejiye −−"inanç liderleri topluluğu" aracılığıyla iş görme−−
döndüğünü belirtiyor. Hanif Kureishi'nin 1997'de gösterime giren Fanatik
Oğlum filmi, "şaşmaz kesinlikler"in albenisini yakalıyordu. Film, ırkçılığa
rağmen İngiltere'ye bağlı ve hayran göçmen bir baba ile tam tersine bu tutumu
reddeden oğlu üzerine bir öykü. Oğul, doğduğu ve yetiştiği dünyanın ahlak
anlayışını reddederek, siyasal İslam'ın hoşgörüsüz biçimlerini benimsiyor ve
babasına: "Sonuçta, kültürlerimiz... birbirine karışamaz," diyor. Baba, buna
karşı çıkarak, her şeyin "çoktan birbirine karıştığı"nı belirtiyor. Oğlu, dişini
sıkarak karşılık veriyor babasına: "Bazılarımız çamurdan fazlasını istiyoruz."
Saflığın benimsenmesi ve geçmişin idealleştirilmesi, modern yaşamın
karışıklığından kurtulmanın bir yolu. Kureishi'nin mesajı şu: İnsanların
kuşkudan değil, kesinlikten dolayı, dünyevi kaygıları ve incinmeleri telafi eden
sahte kesinliklerden dolayı acı çektikleri bir çağda yaşıyoruz. Bunlar, yalnızca
Kureishi'nin öyküsündeki kişiler için değil, Beyaz Saray'daki ve Downing
Street'teki siyasal kast için de geçerli.
An article from www.eurozine.com
5/12
İnsanların kozmopolit yaşamın karışıklığıyla yaşamalarının sıradan, gösterişli
olmayan yollarını, kozmopolit yaşamın başarısızlığını abartanlara karşı
savunmak gerekir. Daha önce belirttiğim gibi, bu değerli karışıklığın
niteliklerini herhangi bir hastane bekleme odasında görebilirsiniz. 7 Temmuz
bombalamalarının kurbanları, sığınmak ve tedavi görmek üzere buraya
getirilmişlerdi. Dünyanın dört bir yanından sağlık çalışanları, hastalarla
ilgileniyordu. Doktorların ve hemşirelerin bütün dikkatlerini insanları
iyileştirmeye ve yaşamlarını kurtarmaya vermeleri, ırk ya da kültür
farklılıklarımızın sonuçta ne kadar önemsiz olduğunu ortaya koyuyordu.
Bunlar, çokkültürlülüğün olağan, rutin ve apaçık olduğu umut yerleridir. Bu,
meselenin, her şeyin yolunda gittiğini, her gün bombaların patlamadığını dile
getirmekten ibaret olduğu anlamına gelmez; mesele, "baskın deneyim,
insanların çoğunlukla çokkültürlü yaşamın karışıklığı ve kargaşası içinde
yaşamalarıdır" diyerek buna övgü düzmek de değil. Yüzleşilmesi gereken zor
sorunlar var ve Suresh Grover, hepimize meydan okuyup, bizi siyasal bir
banliyönün sahte rahatlığı içinde konuşmaktan −−ister siyasal, ister akademik
olarak−− vazgeçmeye davet etmekte haklı. Bu, eşit bağlanım ve uyanıklıkla,
hem ırkçılığa, hem teröre karşı olan bir siyasal dil bulmak anlamına gelir.
Belki de, yaşamın kendisinin kırılganlığına ve değerine
ilişkin bir bilinç, bu korkunç olaylardan sonra kalan son
çaredir. Herhangi bir Londralı talihsiz olabilirdi, patlama
ayrım gözetmiyordu ve hiç kimsenin patlamaya karşı
bağışıklığı yok. O Temmuz sabahı metrodaki karışıklığı
görünce, Shahara Islam işe gitmeye çalışmaktan
vazgeçmeye karar vermiş; Londra'nın West End'indeki
dükkânlara giden 30 no'lu otobüse binmişti. Otobüste dört intihar bombacısının
en genci olan 19 yaşındaki Hasib Hüseyin de vardı. Pakistanlı bir anne babanın
oğlu olan Leeds doğumlu Hasib, Kings Cross'ta Kuzey hattına katılmayı
denemişti, ama hat kapalıydı. Saat 9.47'de üzerindeki bombayı patlattı:
Otobüsün çatısı havaya uçtu ve Shahara Islam'la 12 kişi daha yaşamlarını
yitirdiler. Shahara, Londra'nın doğusundaki Whitechapel'da yetişmişti ve üç
kardeşin en büyüğüydü. Londra Ulaşım İdaresi'nde denetçi olan babası
Shamsul, başkente 1960'lı yıllarda gelmişti. Bangladeşli ailesi, Shahara'nın
ölümünün teyit edilmesi için öteki kurbanların yakınlarından daha uzun bir
süre beklemek zorunda kaldı. Bazılarına göre, bunun nedeni, polisin
Shahara'nın bombacı olmasından şüphelenmesiydi. Adli tıp analizi, kısa sürede
onun bombacılardan birisi olmadığını ortaya çıkardı. Shahara, bir East End kızı
için en sıradan şeyi yapmayı seçen genç bir Müslüman kadınıydı yalnızca: İşe
gitmeme fırsatını yakalayınca, alışveriş yapmaya gitmişti. "Shahara bir East
End'li, bir Londralı ve bir İngilizdi, ama her şeyden önce gerçek bir
Müslümandı ve öyle olmakla gurur duyardı," diyordu ailesi bombalamalardan
sonra yayınlanan bir açıklamada.15 İntihar bombacıları kendilerini ve kendileri
gibi insanları öldürdüler, uzaktaki bir düşmanı değil, kendi kültürel ve tarihsel
ayna görüntülerini vurdular. Bombacıların kendi içlerinde taşıdıkları izlere
karşı belirgin kayıtsızlıklarının yanı sıra çokkültürlülüğün sıradanlığını da
algılamamız gerekiyor.
Tony Blair ve İngiliz hükümeti, suçlanan zanlıların haklarını kısıtlamak ve
polis gücünün yetkilerini genişletmek için halkın desteğini alabilmek amacıyla
terörizm tehdidini kullandılar. 28 Şubat'ta, Başbakan BBC Radyo 4'ün Kadın
Saati programında dinleyicilere şunları söyledi: "Bu ülkede, terörist eylemler
planladıklarına ya da yapmaya çalıştıklarına inandığımız yüzlerce terörist var."
2005 yazında, tabloit basının baskısına karşılık olarak, Blair terörle mücadele
etmek için gereğince işlenmemiş "on iki nokta planı"nı öne sürdü: Plan, polise
herhangi bir suçlama olmaksızın zanlıları 90 güne kadar gözaltında tutma
An article from www.eurozine.com
6/12
yetkisi vermeyi öneren talihsiz 2000 Terörizm Yasası tasarısını da içeriyordu;
tasarı 9 Kasım 200− 5'te Avam Kamarası'nca geri çevrildi.
Mayıs 2006'da, Londra bombalamalarına ilişkin resmi değerlendirme
yayınlanmadan önce, bir gazete bir güvenlik yetkilisinin verdiği bilgilere
dayanarak, "terör şebekeleri" yle bağlantısı olduğundan kuşkulanılan kişi
sayısının üç kat artarak 700'e ulaştığını yazıyordu; sonra, 7 Temmuz'un
yıldönümü öncesinde, bu tahmin en az 1.200'ü bulmuştu.16 İçişleri
Bakanlığı'nın yayınladığı rakamlar, 30 Eylül 20− 05'e kadar 895 kişinin 2000
yılında çıkarılan Terörizm Yasası uyarınca tutuklandığını gösteriyordu.
Tutuklanan bu kişilerden yalnızca 23'ü, terörizm suçlarından hüküm giydiler.17
Bu abartılı rakamların ortasında, Denetim Düzeni'ne tâbi tutulan kişilerin
gerçek sayısı yirmiden azdır.18 Kapı komşusundan korkma, tabloit basının
popülizmini yatıştırarak ve siyasal destek ile kamuoyunun desteğini alarak,
devlet yönetiminde kilit bir silah haline geldi. Bu strateji, politika sanatının
kendisi kadar eskidir.
Niccolò Machiavelli, dört yüzyıldan uzun bir süre önce şöyle yazıyordu: "Bir
prens, sevgi kazanamıyorsa, nefretten kaçınacak şekilde korku yaratmalıdır."19
Modern prenslerden nefret edilip edilmediği tartışma götürür bir noktadır, ama
korku yoluyla insanların rızasını kazanmanın bir bedeli vardır: Irkçılığı başıboş
bırakıp güçlendirir, çokkültürlü buluşma zeminini bozar.
Benjamin Barber'ın belirttiği gibi: "Düşman olan terörizm değil, korkudur ve
sonuçta, korku korkuyu altedemeyecektir."20
Fragmanlar Halindeki Yurtseverlik
1933'teki ilk açılış konuşmasında, Franklin D. Roosevelt şu ünlü sözleri
söylemişti: "Korkunun kendisi dışında korkacak hiçbir şeyimiz yok." Bu korku
duygusunu irdelerken, günümüze sesleniyor olabilirdi: "Geri gidişi ileri gidişe
dönüştürmek için gerekli çabaları felce uğratan adsız, akıldışı, gerekçesiz
dehşet duygusu."21 Büyük ekonomik durgunluğun etkisiyle, Roosevelt
yurttaşlarını bu tür "yaygın zorluklar"ın "yalnızca maddi şeyler" le ilgili
olduğunu söyleyerek rahatlatıyordu.22 Bu söylenenler, terör tehdidini abartmak
ve bu tehdidi teröre karşı savaşı haklı çıkarmanın bir aracı olarak kullanmak
için karşılarına çıkan hiçbir fırsatı kaçırmayan bugünün siyasal liderlerinin
söylemiyle net bir karşıtlık içindedir. Bu savaş, hiç de maddi olmayıp, kalıcı ve
metafizik görünüyor. Yaşam koşullarına karşı bir mücadele olmaktan çok, bir
benlik ve yeniden kurulan ulusal kimlik meselesi; amacı da, geri döndürülemez
biçimde birbiriyle bağlantılı bir dünyada "biz" ile "onlar" arasındaki sınırı
korumak.
Londra saldırılarının birinci yıldönümünden bir gün önce, Aldgate East
bombacısı Shehzad Tanweer'in bir videokaseti Arap haber ajansı El−Cezire'de
yayınlandı. Videokaset, Mohammed Sidique Khan kaydının bütün ayırt edici
özelliklerini taşıyor, tehditkâr bir seslenme ile Irak'taki savaşa yönelik eleştiriyi
kulağa son derece tanıdık gelen bir ses içinde birleştiriyordu.23 Doğrudan
önceki yılın olaylarını anımsatıyordu. Birçok trenin ve metro taşıtının üzerine
kaygılı bir sessizlik çökmüştü. Sosyoloji profesörü ve yerel bir politikacı olan
dostum ve meslektaşım Michael Keith şöyle diyordu:
"Bombalı saldırının yıldönümünden bir gün önce, haftada birkaç kez yaptığım
gibi Aldgate East istasyonuna gittim. Kalabalık bir saatte yolculuk ediyordum,
ama istasyon normal olarak o saatte olması gerektiğinden çok daha az
kalabalıktı. Hani şu basmakalıp deyişle, gerilimi hissedebiliyordunuz. Nasıl?
An article from www.eurozine.com
7/12
Çoğu zaman, metroyu beklerken, istasyondaki yer balesi Londra'nın 'iş
telaşı'na işaret eder; ama aynı zamanda, ortak bir alanın ve farklı varış
noktalarının bilinci içindeki insanlar çabuk çabuk hareket ederken, hızla bir
yöne, sonra bir başkasına yürürken, şehrin günlük yaşamından kesitleri gözler
önüne serer. Bu kez sanki insanlar koreografilerini yitirmişlerdi, peron
boyunca adımlarını dikkatle atıyor, yanında durdukları, yol verdikleri kişileri
nazikçe süzüyor, her gün metroyla işe gidip gelenlere özgü altıncı duyudan
yoksunmuş gibi davranıyorlardı. Ama en büyük sürprizle trene bindiğimizde
karşılaştık. İstasyondaki insanların çoğu beyaz değildi, ağırlıklı olarak
Bangladeşliler, ama onların yanı sıra Afrikalılar, Çinliler vardı ve her zamanki
East End etnik karışımı söz konusuydu. Ama çoğu, Batılılar gibi giyinmişti. Ve
trende, geleneksel İslami tarza uygun olarak giyinmiş sakallı bir adam tek
başına oturuyordu. Birbirimize baktık, çünkü tıklım tıklım dolu vagondaki
kalan herkes onun yanındaki boş yere oturmaktan özenle kaçınıyordu. Sürekli
olarak, birisinin söylemiş olduğu bir söz geçiyordu aklımdan: İntihar
bombacıları, kendilerini ölüme hazırlamak için son saatlerinden önce traş
olurlar. Metrodaki en güvenli kişi, sakallı olan kişidir."24
Yanlış tanıma ve korku politikası, yaşamın koreografisine zarar veriyor;
yalnızca birlikte yaşama ve otobüsün ya da metro vagonunun kamusal alanını
paylaşma yetimizi ağır ağır yok etmekle kalmıyor, riski ve tehlikeyi belirleme
yetimizi de engelliyor. Yanlış tanıma politikası, ırkçılığa zemin hazırlıyor;
ortaya çıkan kaygılar, renk çizgisindeki ikili bölünmelerle koşutluk
göstermiyor ve hiç kimse bu kaygılardan bütünüyle arınmış olamıyor.
Bu sınırların korunması hem gülünç, hem trajik etkilere, neredeyse katışıksız
saçmalıklara yol açıyor. Antiterörizm polisi, uçakla Durham'dan Londra'ya
gidecek olan bir kişiyi, Clash'in punk rock şarkısı "London Calling"i (1979)
dinlediği için, alıkoyup uzun uzun sorgulamıştı. Öyküye popüler basında geniş
yer verildi.2525 Yirmi beş yaşındaki Harraj "Rab" Mann, taksiyle İngiltere'nin
kuzeydoğusundaki Hartlepool'dan Teeside havaalanına giderken, mp3 çalarına
yüklemiş olduğu İngiliz müziğinin rock klasiklerini −−bunların arasında
Procul Harem, Led Zeppelin, Ocean Colour Scene, Beatles ve Clash de
vardı−− taksinin teybinden dinliyordu. Polisin zihninde kuşku uyandıran,
Clash'in şarkı sözleriydi: "Londra uzak şehirlere sesleniyor. Savaş ilan edildi
artık ve başlıyor savaş. Londra yeraltına sesleniyor. Dolaplardan çıkın, siz
oğlanlar ve kızlar." Bu açık çağrı, geçmişte gençliği kültürel bir isyana
kışkırtma olarak değil, niteliği açısından kuşkulu bir cihada çağrı olarak
yorumlanmıştı.
Bu olayı daha yakından irdeleyebiliriz. Harraj, yaşadıklarını İnternet yoluyla
aktardı; ben de ona bu yolla ulaştım.26 Telefonda konuşurken, kendisine "Rab"
adıyla hitap edilmesini yeğlediğini ve Harraj'ın "Pazar adı" olduğunu söyledi.
"Gülünecek bir şey, ama arkadaşlarım −−büyük bölümü beyaz−− çok kızdı.
Akrabalarım anlattığı için, Londra'da bunun gibi olayların sık sık olduğunu
biliyorum. Hartlepool'da, gerçekten de Asyalı olduğumu unutuyorum, birkaç
Asyalı ya da siyah arkadaşım var, ama Durham havaalanında çok sayıda
Asyalı insan yok. İçki içmek için dışarıda bir yere gittiğimde, durdurulan hep
ben oluyorum. Gülüp geçiyorum buna, ama şimdi bunun aslında hiç de gülünç
olmadığını fark ediyorum."27 Basında yer alan haberlerin aksine, sonradan,
Rab'ın polise bu kışkırtıcı müziği duyan taksi sürücüsü tarafından ihbar
edilmediği ortaya çıktı. Havaalanına girerken, ona düşmanca ve kaba davranan
havaalanı güvenlik görevlileriyle arasında küçük bir tartışma yaşanmıştı.
Antiterörizm polisine haber verenler, bu "oyuncak polisler"di; polis de daha
sonra taksi yolculuğu sırasında neler olduğu hakkında taksi sürücüsünü
sorguya çekmişti.28
An article from www.eurozine.com
8/12
Rab'ın o gün Londra'ya gitmek üzere yola çıkmasının nedeni, Southall ve
Illford'da yaşayan akrabalarıyla buluşmaktı. Londra'ya yolculuğunun bir amacı
da, ailesinin inancı olan Sih dini hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek ve
kendi kültürel kökenini daha iyi tanımaktı: "İnanç gerekli, ama din iki ucu
keskin bir kılıç; işin içine politikayla din girince, her şey berbat bir hal alıyor.
Ben bilinemezciyim."29 Rab sosyoloji eğitimi görmüş ve Londra
bombalamalarından beri durumun nasıl değiştiği hakkında kendi kuramları var.
"Herkes çıldırdı. Gerçekten çıldırdı. Uzağa gitmeye gerek yok, müziğe bakmak
yeter, müziğimiz karışık ve iç içe geçmiş, insanlar da öyle. Yemek gibi demek
istiyorum, ben İtalyan yemeklerini de, Çin yemeklerini de, Hint yemeklerini
de severim. Ama işte şu basmakalıp yargı söz konusu ve insanlar ondan yola
çıkarak varsayımlarda bulunuyorlar. Bana büyük bir nefretle 'Paki' diye
seslenen dokuz yaşında küçük çocuklara rastlıyorum. Dönüp onlara: 'Siz
İrlandalı mısınız, Galli mi, yoksa İskoç musunuz?' diye soruyorum. Şaşırıp
kalıyorlar, o zaman açıklıyorum: 'Pakistan diye bir yer var, bir de Hindistan
diye bir başka yer, annemle babam Hindistan'dan gelmişler. Ben Yorkshire'de
doğdum ve siz daha dünyada bile yokken, ben İngiltere'de yaşıyordum.'
Bazen, İngiliz aksanıyla konuştuğumda, yüzlerindeki şoku görebiliyorsunuz.
Bu beni üzüyor." Rab, havaalanı güvenlik görevlileriyle anlaşmazlığını dava
konusu etmeyi düşünmüyor, geleceği ve planları −−grafik tasarımı bölümünü
bitirip, daha sonra lisansüstü düzeyde felsefe okumak−− üzerinde
yoğunlaşmayı yeğliyor.
Rab'ın günlük yaşamı, bir heterojen İngiliz çokkültürlülüğü öyküsü; bu
çokkültürlülük içinde, kültürel ve dinsel farklılıklarla ideolojiler −−insanlar
bunlar üzerine düşünseler ve bunları açık görüşlülükle sorgulasalar da−−
yaşamın yalın bir gerçeği olarak bir arada var oluyorlar. İşin gülünç yanı şu:
Clash'in "London Calling" adlı şarkısı, Rab'ın toplumla bütünleşmesinin bir
göstergesi, savaş sonrası İngiliz gençlik kültürlerinin bünyesinde barındırdığı
tarihle bir bağlantı olarak değerlendirilebilirdi. Rab'ın başına gelenler, bu
sendromun tek örneği olmaktan çok uzak. 19 Nisan 2004'te, polis Manchester
United'ın Old Trafford Stadı'na bombalı bir intihar saldırısı düzenlemeye
hazırlanan bir terörist çeteyi yakaladığını duyurdu. Polis, sekiz erkeği, bir
kadını ve 16 yaşındaki bir genci tutuklamıştı. Bu kişilere hiçbir suçlama
getirilmedi. Peter Oborne, zanlılardan biriyle, bir Kürt sığınmacıyla söyleşi
yaptı; söyleşide zanlı, polis sorgulaması sırasında, coşkulu bir Manchester
United taraftarı olduğunu açığa vurduğunu söylüyordu. Polis, dairesindeki
arama sırasında futbolla ilgili eşyalar bulmuştu; bunlar arasında Old
Trafford'un bir posteri, zanlının önceki yıl, takımının Arsenal'le oynadığı maçı
izlemek üzere stada geldiğinde hatıra olarak sakladığı bilet koçanları da vardı.
Oborne yazısını şöyle bağlıyordu: "Konuştuğum Kürtler, Saddam Hüseyin
rejiminin acımasızlığından kaçmak için İngiltere'ye gelmişlerdi. Belki de
İngiltere'yle en anlamlı duygusal bağları, Manchester United'a duydukları
sevgiydi; hatıraları dairelerinde tutmalarının nedeni de buydu... Gelgelelim,
polis büyük bir olasılıkla Manchester United hatıralarını bir bombalı saldırı
planının potansiyel kanıtı olarak görmüştü."30 Sonuç şu oldu: Yanlış yere
suçlanan, cani olarak damgalanan bu kişiler, evlerini, işlerini ve arkadaşlarını
yitirdiler.31 "Yanlış eller"deki bir Clash şarkısı ya da bir Manchester United
Programı, İngiliz kültürüne bağlılığın ya da çokkültürlülüğün kanıtı değil;
daha çok, kılık değiştirmiş terörizm olarak görülüyor. Bu, Paul Gilroy'un
gözlemini akla getiriyor: Irkçılığın öfkesi artık "yarı farklı ve kısmen tanıdık
şeklindeki daha büyük tehdide yöneldi."32 Bunlar, terörle savaşın rutin hale
getirdiği hak ihlallerinin tezahürleridir.
Bu tür karmaşık sorunlar, yanıtın daha güçlü bir ulusal kimlik duygusu olduğu
görüşüne kuşku düşürüyor. Tariq Modood, İngilizliği "devrini tamamlamış, içi
An article from www.eurozine.com
9/12
boşalmış, anlamsız bir proje"33 olarak nitelendiren yazarları küçümsüyor.
Modood'a göre, çözüm "yenilenmiş ve yeni bir canlılık kazandırılmış bir
İngilizlikle bağlantılı, aslında madalyonun öbür yüzü olan bir çokkültürlülük
olmalıdır."34 Sorun, Paul Gilroy'un etkili biçimde gösterdiği gibi, İngilizliğin,
ne yüzleştiği, ne bir kenara bıraktığı sömürgeci geçmişinin etkisi altında
olmasıdır. Gilroy'un tanısına göre, İngilizliğe yeni bir canlılık kazandırılması,
sömürgeci psikopatolojiyi de −−manik coşkunluk ile sömürgecilik sonrası
hüznün bir karışımı−− canlandırmaktadır.35 George Orwell'in belirttiği gibi:
"Her milliyetçinin takıntısı, geçmişin değiştirilebileceği inancıdır."36 Geçmiş
değiştirilemez; ya geçmişle yüzleşir insan, ya onu inkâr eder. Dolayısıyla,
fragmanlar halindeki yurtseverlik olarak adlandırılabilecek bir şeyi savunmak
istiyorum. Çok eleştirilen Binyıl Kubbesi, sponsorluğunu Marks and
Spencer'in yaptığı "Otoportre Bölgesi" adlı bir sergi içeriyordu. Helezonik bir
eğik düzlemin üzerinde İngiltere'de yaşayan insanların seçtiği başlıklarla dört
yüz fotoğraf görüntüsü yer alıyordu. "İngilizlerin gözüyle İngiltere" alt
başlıklı sergi, basmakalıp ya da sıradan görünebilecek bir çerçeve içinde
karmaşık bir geçmişi ve bugünü yansıtıyordu. Bahçe sundurmaları, Marmite
kapları ve bisküvi görüntülerinin yanı sıra, müzisyen Talvin Singh'in ve genç
yaşta öldürülen siyahi Stephen Lawrence'ın anısına Londra'nın
güneydoğusundaki Eltham'da Well Hall Caddesi kaldırımına çakılan levhanın
fotoğrafları vardı. Çokkültürlülük tartışmasına maddi mecazlar egemen.
Yorumcular çoğu zaman katı, net çizgilerle birbirinden ayrılmış parçalardan
oluşan "mozaik" fikrini gündeme getirirler; çokkültürlülük de, bu ayrı ayrı
parçaların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş resimdir. Burada kültür, alıp
satılabilecek, oyun oynanabilecek ve riske edilebilecek bir kumar fişi gibidir.
Buna karşılık, "pota" kavramı, "ateşli" buluşmaların farklılığı ortadan
kaldırdığı ve kaynaşmaya yol açtığı Amerikalılara özgü bir ırk mantığı
mirasına dayanır. Bütün bu mecazların ortak noktası, kültürün içsel olarak
maddi bir özelliği olduğu anlayışıdır: Bu, ya mozaik parçalarında olduğu gibi
sabittir, ya da bir dönüşümün ısısının sonucu olarak özellikleri değişime
uğramıştır.37 Belki de, içsel bir farklılığı temsil etmeyi reddeden fragman
kavramı −−sözünü ettiğim dört yüz fotoğraf gibi−− bir başka mecaz sunar
bize. Orwell, Aslan ve Tekboynuz'un sıkça alıntılanan bölümünde,
"karakteristik fragmanlar"dan, bizde bir yer duygusu yaratmak üzere "bir araya
gelen düzinelerce küçük şey"den söz eder.38 Orwell, yaşamın sıradan
zevklerinin −−ister "güzel bir fincan çay" olsun, ister İngiliz mutfağının tadını
çıkarma−− ciddi kültürel incelemelere konu edilmesi için başka herkes kadar
çaba göstermiştir.39 Bu fragmanların değişmez, tutarlı bir ulusal kimlik
şeklinde bir araya getirilmesi söz konusu olamaz. Daha çok, milliyetçilik,
kralın bütün atlarının ve kralın bütün adamlarının onu bir araya getirme
yönündeki çabalarına rağmen parçalanmış olarak kalır. Varlığını sürdürenler,
paylaşılabilecek ve birleştirilebilecek olan parçalardır; bunlar, özü itibarıyla
değişmez bir kimliğe gerek olmaksızın aidiyete yön verirler. Bu fragmanlar
yurtseverliği, değişmez ya da bütünlüklü kimlikler özlemiyle yollarını ayırır ve
bu tür büyük ulusal kimliklerin her zaman parçalı bir yapısının olduğunu
gündeme getirir. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan bağlar, gevşek, değişken ve
açık uçludur, gene de Binyıl Kubbesi sergisinde bir araya getirilen fotoğraflar
gibi güçlüdür. Fragmanlar yurtseverliği, sömürgeci nostaljinin geleceğe
yönelik kapsayıcı bir yeryüzü çeşitliliğiyle yan yana var olabileceği olağanüstü
siyasal enerjiler ve güçler içerir. Kanımca, Paul Gilroy gibi başkalarının "belli
bir ölçüdeki ayrımlaşmanın büyük ölçüdeki örtüşmeyle birleştirilebileceği"40
neşeli bir kültür olarak niteledikleri şeyi bu açıdan betimleyip
temellendirmemiz gerekir.
An article from www.eurozine.com
10/12
Londra'da düzenlenen "Dost ve Düşman −− Paylaşılan Mekân,
Bölünmüş Toplum" konulu 19. Avrupa Kültür Dergileri
Buluşması'nda 28 Ekim 2006'da bildiri olarak sunulan bu yazı, Les
Back'in Temmuz 2007'de Berg Yayınları arasında çıkacak olan The Art of
Listening (Dinleme Sanatı) adlı kitabından bir bölümdür.
1
John McGregor, If Nobody Speaks of Remarkable Things (Londra: Bloomsbury, 2002), s.
1−2.
2 Albert Camus, Summer in Algiers (Londra: Penguin, 2005), s. 1.
3 Murray Shaffer, The Soundscape: Our Sonic Environment and Tuning the World
(Richmond/Vermont: Destiny Books, 1994), s. 58.
4 28 Eylül 2005'te yapılan kaydı şu İnternet adresinde dinleyebilirsiniz:
www.goldsmiths.ac.uk/csisp/.
5 Martin Amis, Visiting Mrs Nabokov and Other Essays (Londra: Vintage, 2005), s. 146.
6 Simon Freeman, "Maximum Security as London Bomb Suspects Appear in Court" ("Londra
Bombalaması Sanıkları Mahkemeye Çıkarken Azami Güvenlik"),
www.timesonline.co.uk/article/0..22989−1726498_1.00.html.
7 Associated Press, "London Bombing Suspects Appear in Court, Via Video" ("Londra
Bombalaması Sanıkları Video Yoluyla Mahkemeye Çıkıyor"),
www.msnbc.msn.com/id/6448213/did/10384766.
8 Jane Offerman'ın 15 Mayıs 2006 tarihli e−postayla ilettiği kişisel görüşü.
9 Ses, işkenceciler ve sorgulayıcılar tarafından da kullanılır: Hücre hapsindeki mahkûmlara
yüksek sesli müzik dinletilir, çoğunlukla buna yanıp sönen ışıklar eşlik eder. Çalınan müzik,
Metallica'nın "Enter Sandman"i gibi ağır metal rock parçalarından televizyondaki çocuk
programları şarkılarına −−bir dinozor kukla gösterisi olan Barney ve Arkadaşları'ndan "I
Love You Song" şarkısı da dahil olmak üzere−− uzanan tuhaf bir yelpazedir. Bkz. Jon
Ronson, The Men Who Stare at Goats (Basinstoke ve Oxford: Picador, 2004), s. 130−131.
Anılarında kendisine nasıl aralıksız olarak çığlık atan bir kadının sesini dinlettiklerini
anlatan Moazzam Begg'in −−Küba'daki Guantanamo Körfezi'nde tutuklu bir İngiliz−−
yazdıkları daha tüyler ürperticidir. Bkz. Moazzam Begg, Enemy Combatant: A British
Muslim's Journey to Guantanomo and Back (Londra: The Free Press, 2006), s. 161.
10 Muhammed Abdul Kahar, "I Just Thought: One by One They Are Going To Kill Us" ("Tek
Düşündüğüm, Bizi Birer Birer Öldürecekleri Oldu"), The Independent, 14 Haziran 2006, s.
2.
11 Vikram Dodd, "Asian Men Targeted in Stop and Search" ("Durdurma ve Aramada Hedef
Alınan Asyalı Kişiler"), The Guardian, 17 Ağustos 2005.
12 Amy Gutmann, yay. haz., Multiculturalism and the Politics of Recognition (Princeton/New
Jersey: Princeton University Press, 1994).
13 Field Notebook, 27 Temmuz 2005.
14 Suresh Grover, "After 7/7" ("7 Temmuz'dan Sonra"), Xenos Konferansı, Goldsmiths
College, 15 Şubat 2006.
15 "Obituary [Ölüm İlanı]: Shahara Islam," BBC News On−Line,
http://news.bbc.co.uk/1/hi/england/london/4738141.stm.
16 Bkz. "Security Services Identify 700 Potential Al−Qa'ida Terrorists At Large in Britain"
("Emniyet Teşkilatı, İngiltere'de Serbest Dolaşan 700 Potansiyel El−Kaide Teröristinin
Kimliğini Belirledi"), The Independent, 10 Mayıs 2006,
http://news.independent.co.uk/uk/crime/article363121.ece ve Frank Gardner, "One Year
On: Is Britain Any Safer" ("Bir Yıl Daha: İngiltere Daha Güvenli mi?"), BBC News,
http://news.bbc.co.uk/1/hi/uk/5140958.stm .
17 Audrey Gillan, Richard Norton−Taylor ve Vikram Dodd, "Raided, Arrested, Released: The
Price of Wrong Intelligence" ("Basılma, Tutuklanma, Salıverilme: Yanlış İstihbaratın
Bedeli"), The Guardian, 12 Haziran 2006,
www.guardian.co.uk/terrorism/story/0,,1795482.00.html.
18 Peter Oborne, The Uses and Abuses of Terror, s. 17.
19 Niccolò Machiavelli, The Prince (Londra: M. Dent, 1958), s. 93. (Prens, çev. Rekin
Teksoy, Oğlak Yayınları, 1999.)
20 Benjamin Barber, Fear's Empire: War Terrorism and Democracy (New York: Norton,
2003), s. 32.
21 Franklin D. Roosevelt, "Inaugural Address, 4th March, 1933" ("Açılış Konuşması, 4 Mart
1933"), The Public Papers of Franklin D. Roosevelt, Volume Two: The Year of Crisis, 1933
An article from www.eurozine.com
11/12
içinde, yay. haz. Samuel Roseman (New York: Random, 1938), s. 11−16.
A.g.y., s. 11.
23 Sarah O'Neill ve Daniel McGrory, "I Blame War in Iraq and Afghanistan, 7/7 Bomber says
in Video" ("7 Temmuz Bombacısı Videokasette 'Irak ve Afganistan'daki Savaşı
Suçluyorum' Diyor"), The Times, 7 Temmuz 2006, s. 4.
24 12 Temmuz 2006 tarihli e−postayla iletilen kişisel görüş.
22
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
Buna şu adresteki "myspace"ten ulaşılabilir:
http://blog.myspace.com/index.cfm?fuseaction=blog.ListAll&friendlD=6340317−
2&MyToken=c898b5c2−41a8−9e7a−c56062822c78ML
9 Mayıs 2006 tarihli
söyleşi.
2006 yazında, bir havaalanı terörü alarmları dalgasının ardından, Manchester Üniversitesi
Bilim ve Teknoloji Enstitüsü'nden iki öğrenci −−Sohail Ashraf ile Khurram Zeb−−
Monarch Havayolları'nın bir uçağıyla İspanya'nın Malaga şehrine uçuşlarından
alıkonuldular. Beyaz yolcular arasındaki zihinsel atmosfer −−paranoya ve yanlış tanıma−−
öyle yoğundu ki, öğrencilerden uçağı terk etmeleri istendi. "Tipik İngiliz geleneği"ne
uyarak güneşin tadını çıkarmak isteyen iki Asyalı öğrenci, tehlikeli potansiyel teröristler
olarak görülmüşlerdi.
Aynı yerde.
Peter Oborne, The Uses and Abuses of Terror, s. 28.
A.g.y., s. 26.
Paul Gilroy, After Empire: Melancholia or Convivial Culture (Londra: Routeledge, 2004),
s. 137.
Tariq Modood, "Rethinking Multiculturalism After 7/7" ("7 Temmuz'dan Sonra
Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek), Opendemocracy, 29 Eylül 2005,
www.opendemocracy.net/debates/article.jsp?id=2&debateId=124&articleId=28−79, s. 7.
Aynı yerde.
Paul Gilroy, After Empire: Melancholia or Convivial Culture (Londra: Routeledge, 2004);
"Multiculture in Times of War" ("Savaş Zamanlarında Çokkültürlülük"), Açılış
Konuşması, Londra Ekonomi Okulu, 10 Mayıs 2006.
George Orwell, "Notes on Nationalism" ("Milliyetçilik Üzerine Notlar"), The Collected
Essays, Journalism and Letters: Volume 3 içinde, yay. haz. Sonia Orwell ve Ian Angus
(Londra: Penguin, 1970 [1945]), s. 420.
"Pota" kavramının eksiksiz bir soybilimi için bkz. Werner Sollors, Beyond Ethnicity:
Consent and Descent in American Culture (New York ve Oxford: Oxford University Press,
1986), s. 66−101.
George Orwell, "The Lion and the Unicorn: Socialism and the English Genius" ("Aslan ve
Tekboynuz: Sosyalizm ve İngiliz Dehası"), The Collected Essays, Journalism and Letters:
Volume 2 içinde, yay. haz. Sonia Orwell ve Ian Angus (Londra: Penguin, 1970 [1941]), s.
75.
George Orwell, "In Defence of English Cooking" ("İngiliz Mutfağı Savunusu") ve "A Nice
Cup of Tea" ("Güzel Bir Fincan Çay"), The Collected Essays, Journalism and Letters:
Volume 3 içinde, yay. haz. Sonia Orwell ve Ian Angus (Londra: Penguin, 1970), s. 56−58
ve 58−61.
Paul Gilroy, "Multiculture in Times of War" ("Savaş Zamanlarında Çokkültürlülük"),
Açılış Konuşması, Londra Ekonomi Okulu, 10 Mayıs 2006, s. 28.
Published 2006−12−18
Original in English
Translation by Kemal Atakay
Contribution by Varlik
First published in Varlik 12/2006
(c) Les Back
(c) Eurozine
An article from www.eurozine.com
12/12