Yavuz Selim – Cahit Tuz

Transkript

Yavuz Selim – Cahit Tuz
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi TEMMUZ 2014 YIL 8 SAYI 92
haber
12,5 TL www.haberajanda.com.tr
SÖYLEŞİ
ZEHRA ULUCAK
PROF. DR. YAŞAR HACISALİHOĞLU
Küreselleşme ve
Ortadoğu’da kırılan
fay hatları
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Allah’ın ipine sarılamamak
PROF. DR. REFİK TURAN
Ortadoğu’da gerilim
Türkiye’de seçim
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Halkın kendi
cumhurbaşkanını seçmesi,
statükonun sonudur
AHMET TURGUT
Cumhurun vazettiği kelimeleri
SERVET HOCAOĞULLARI
“Cumhur” devlet mi, halk mı?
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken
kuşatma daralıyor
MEHMET ŞEKER
Erdoğan kaybederse,
ben bu ülkeyi terk ederim!
LOKMAN AYVA
Hemfikiriz lakin farkında değiliz
MURAT İLKTER
Tayyip Erdoğan’ın karşısına
Abdülhamid veya Fatih’i
çıkarma şansınız olsaydı, belki…
MEHMET SERHAT BIÇAK
Yavuz Selim – Cahit Tuz
ÖZEL SÖYLEŞİ: BAŞBAKAN YARDIMCISI PROF. DR. EMRULLAH İŞLER
Fonda hep Çankaya çalıyordu
NESRİN ÇAYLI
İhanetin inkârı ve idlâl!
MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
Aradan 14 yıl geçti
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Tencere yuvarlandı, Ekmel’ini buldu
10 Ağustos kilidinin şifresi
AHMET YOZGAT
Dünyadaki on komplonun
dokuzu İslam üzerine
IŞİD FENOMENİ
MUHSİN SELÇUK BAYINDIR
Sustu Lema...
Yayınları
www.cansuyu.org.tr
MERKEZ
ANKARA
İ STA N BUL
İZMİR
KO NYA
0312 285 20 03
0312 473 44 77
0212 521 65 65
0232 264 44 45
0332 236 15 05
B
İR LİDER, kendisini öven veya yeren bir kitabı başucu kitabı yapmaz. Bir tek uykusunu kaçıran veya uyanık tutan kitabı benimser. Bu kitap, sadece “zamanlama” olarak
“uyku eşiğinde” yazıldığı için bile el altında tutulacağını bilmektedir.
***
Bu kitap, bir ülkenin lideri ölmeden yaşatılması gereken ve
liderin ölmeden önce “son görev” olarak niteleyeceği, “zamanı
gelen” tarihî bir fırsatı konu edinmektedir. Kuşkusuz 17 Aralık
Operasyonu’yla “zamanı gelen suikast” yapılmış ve “tarihî fırsat
transferi” hedeflenmiştir. Bu transferle uluslararası güçler, Yeni
Türkiye’nin liderliğine bir başka ismi hazırlamak istemişlerdir.
Bu kitap, “zamanı gelen lider” olarak kayıtlara geçecek bu ismi
deşifre etmektedir.
***
“Muhafazakâr Demokrasi” kendi ellerinde büyüyen “Politik
Dindarlık” tarafından intihar saldırısına maruz kalmıştır. Saldırı
altında kalan Erdoğan’ın “karşı hamle” yerine “büyük hamle”
hazırlığı tamamlanmıştır ve start verileceği yer ve zamanı ilk kez
bu kitap belgelemektedir.
***
Yeni Türkiye’nin yeni sözlüğü, esneme payı, kronolojik liderlik,
bağlantısız kardeşlik, tarihsiz evrensel öncü, iktidarın üç geni “ön
kavramlar” ile oluşacaktır. Bu çalışma “yeni siyaset” kurgusunun
giriş kitabı olarak kayıt düşülecektir. Çünkü Erdoğan’ın bu süreçte tek bir dost desteğine ihtiyacı vardır: Siyasetname...
***
Bu kitap, bir “siyasetname” denemesidir; ancak denenmemiş bir
şeye daha cesaret etmektedir: Dindarlık ile politik yüz arasındaki
“yüz transferi”ni deşifre etmektedir.
***
Bir lider, sadece kendisini anlatan değil, aynı zamanda anlamayı
da sağlayan kitaba önsöz yazar. Çünkü son sözü bu olacaktır...
Ç I K T I
Tel: 0 312 3809092
0 533 165 39 82
YENİ TÜRKİYE - YENİ VİZYON
“ZAMANI GELDİ”
RECEP TAYYİP
ERDOĞAN
Sedat Servet Hocaoğulları
HABER AJANDA
YAYINLARI
2
temmuz 2014
temmuz 2014
3
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 92 // TEMMUZ 2014
BAŞYAZI
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Allah’ın ipine sarılamamak
10
Eğer bu zor görevi ifa etmek yolunda ciddi bir niyet ve cehd ortaya koyabilirsek,
Filistin’de, Mısır’da, Myanmar’da, Bosna’da ve dünyanın daha nice yerlerinde
zulüm altında inleyen Müslümanların durumuna kahrolmak yerine, insanlığa
saadetin yollarını yeniden gösteren bir medeniyeti nasıl inşa edeceğimizi konuşmaya başlayabileceğiz. Artık bir an olsun durma lüksümüz yok; zira bütün dünya
yüzyıllardır bizlerden bunu bekliyor...
74 KAPAK / YAVUZ SELİM – CAHİT TUZ
74
SÖYLEŞİ: PROF. DR. EMRULLAH İŞLER
“Bu seçimle eski Türkiye ile ‘Yeni
Türkiye’ arasına çizgi çekilecek”
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, “Halkın Sözcüsü” ile ideolojik yaklaşımlarına göre belli çevrelerin sözcüleri arasında geçecektir. Bu seçimi ayrıştırıcı ve anarşist
söylemlerden beslenen değil, bütünleyici ve
kardeşlik esasına dayanan söylemlerin sahibi kazanacaktır.
30 PROF. DR. REFİK TURAN
Ortadoğu’da gerilim, Türkiye’de seçim
Sistemin istemediği bir gelişme de Başbakan Recep Tayyip Erdoğdan’ın cumhurbaşkanlığıdır. Şimdilik sebepler tam
belirgin olmasa da sistem, Erdoğan’ın
cumhurbaşkanlığını istememektedir. Bunun için Türkiye dışında ve içinde bin bir
türlü manipülasyonlar yapılmaktadır.
34 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi,
statükonun sonudur
Her Cumhurbaşkanlığı seçimi problemli olmuş, halk bu önemli seçimin dışında tutulmuştu. Şimdi ise durum değişmiştir; halk,
cumhurbaşkanını doğrudan kendisi seçecektir. Halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi, bana göre 90 yıllık statükonun da
sembolik olarak sonudur.
36 AHMET TURGUT
30
34
Cumhurun vazettiği kelimeleri
Enbiya Sûresi 105. ayet, “dünya lideri” diyebileceğimiz kadroları “Salihler” olarak betimliyor. Yani sulhu ve ıslahı bir arada kuşanan kişiler… Kurumları veya eski-yeni iktidar
paydaşlarını ilkeler ve değerler üzerinden “ıslah” etmeye girişirken diğer gözü de tüm
muhatapları kuşatan bir “sulh”ta olacak
kadrolar, cumhurun da desteğiyle 2023’e
uzanacaktır. Ya da umutlar başka bahara…
38 SERVET HOCAOĞULLARI
36
4
38
temmuz 2014
“Cumhur” devlet mi, halk mı?
Erdoğan’ın başından beri “lider” karizmasındaki pozisyon alışları ve bunun en tipik örneği olan, Sayın Gül’ün Başbakan ve
Cumhurbaşkanı oluşundaki tayin ediciliği bir gerçeği ertelenemez kılıyordu: Yeni
Türkiye’nin lideri, ölene dek Erdoğan…
6 EDİTÖR
7 AHMET YOZGAT
Karikatür
10 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Allah’ın ipine sarılamamak
14 AYIN OLAYI
Cumhurun seçeceği ilk başkan için
aday belli oldu!
18 SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
22 ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
26 ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
30 PROF. DR. REFİK TURAN
Ortadoğu’da gerilim Türkiye’de seçim
34 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Halkın kendi cumhurbaşkanını
seçmesi, statükonun sonudur
36 AHMET TURGUT
Cumhurun vazettiği kelimeleri
38 SERVET HOCAOĞULLARI
“Cumhur” devlet mi, halk mı?
42 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken
kuşatma daralıyor
45 CÜNEYT AKAR
Yeni Türkiye, yeni düzen, ilk “Başkan”
46 MEHMET ŞEKER
Erdoğan kaybederse,
ben bu ülkeyi terk ederim
48 LOKMAN AYVA
Hemfikiriz lakin farkında değiliz
50 MURAT İLKTER
Tayyip Erdoğan’ın karşısına
Abdülhamid veya Fatih’i çıkarma
şansınız olsaydı, belki…
53 YAVUZ ŞAHİN
Devletin başı
54 ORHAN MÜCAHİT
Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek
devlet söyleminden adım adım tek
başkanlığa
56 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
“Reis”i cumhur seçecek
58 ORHAN RUFAT KARAGÖL
Cumhur başkanını seçerken…
60 SABRİ ÖĞE
Tayyip Erdoğan’ın “kızıl elması”
62 MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
Aradan 14 yıl geçti...
82
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
SÖYLEŞİ: ZEHRA ULUCAK
Tencere yuvarlandı, Ekmel’ini buldu
10 Ağustos kilidinin şifresi
PROF. DR. YAŞAR HACISALİHOĞLU
Küreselleşme ve Ortadoğu’da kırılan fay hatları
Yeni yüzyılın Cumhuriyetçileri içerisinde ne kadar ülkücü,
İslamcı, komünist, faşist, Kürtçü, sağcı ve solcu olacaksa,
Demokratlar içerisinde de aynı kimliklerin
eski müntesipleri yer alacak. Sadece
Laikler hariç. Zira onlara sadece CP içinde
rastlamak mümkün olacak; onların karşıtları “Demokrat Parti” içinde anti-laik
olarak değil, seküler olarak yer tutacaklar.
“Bir toplum değerleriyle, inançlarıyla, kararlılıklarıyla ve güçlü
bağlarıyla ayakta kalır. Bir toplumun geleceğinden ürkülürse,
hasım strateji şunu yapar: Önce o toplumun genç nesillerinin tarihle olan bağlarını
kopartır. O açıdan savaş ve politika,
aslında içiçe geçmiş iki kavramdır. Yani
politika kansız savaştır, savaşsa kanlı bir
politika.”
64 SUNA AKAR
Tarihle yüzleşmenin vaktidir
66 NESRİN ÇAYLI
İhanetin inkârı ve idlâl!
68 ALPARSLAN ŞİMŞEK
Vaktin telafisidir
69 AYTEKİN ATASOYU
Yeni bir değişim ve dönüşüm sürecine doğru
70 MEHMET SERHAT BIÇAK
Fonda hep Çankaya çalıyordu
73 AHMET SAĞLAM
Son kördüğümü çözmenin
arefesinde bir seçim
74 KAPAK/SÖYLEŞİ
YAVUZ SELİM-CAHİT TUZ
BAŞBAKAN YARDIMCISI
PROF. DR. EMRULLAH İŞLER:
“Bu seçimle eski Türkiye ile ‘Yeni
Türkiye’ arasına çizgi çekilecek”
82 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Tencere yuvarlandı, Ekmel’ini buldu
10 Ağustos kilidinin şifresi
90 YAHYA KURT
Cumhurbaşkanlığı meselesi
91 FATMA ŞURA BAHSİ
Cumhurbaşkanı adaylarının dış
politika yaklaşımları
92 DOÇ. DR. SERHAT ATABEY
Çatı Aday da ne?
94 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Komiser Kolombo ve Çatı Adayı
95 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI
Yabancı bir erk olarak enformasyon ve
kitlesel algı mühendisliği
96 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Kimse üstüne alınmasın,
kendimle röportaj yaptım!
98 SÖYLEŞİ/ZEHRA ULUCAK
PROF. DR. YAŞAR HACISALİHOĞLU:
Küreselleşme ve Ortadoğu’da kırılan
fay hatları
108AHMET YOZGAT
Dünyadaki on komplonun dokuzu İslam
üzerine IŞİD fenomeni
116ZEHRA MÜCAHİT
Barışın ve bağımsızlığın bedeli
118MUHSİN SELÇUK BAYINDIR
Sustu Lema...
124DR. NURETTİN ALABAY
Teknoloji
98
42
48
96
46
66
118
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
LOKMAN AYVA
PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Cumhurbaşkanlığı seçimi
yaklaşırken kuşatma
daralıyor
Hemfikiriz lakin farkında
değiliz
Kimse üstüne alınmasın,
kendimle röportaj yaptım!
42
Şunu siyasetle biraz ilgisi olan
herkes bilir ki “siyasette tarafsızlık diye bir şey yoktur, adalet
diye bir şey vardır”. Adalet, tarafsızlık değil, haktan ve haklıdan yana olmanın adıdır. Eğer
aranacaksa tarafsız değil, adil
bir cumhurbaşkanı aranacaktır,
aranmalıdır.
MEHMET ŞEKER
Erdoğan kaybederse,
ben bu ülkeyi terk ederim
Tarih önümüze böyle bir fırsat
getirmişken mırın kırın etmek,
“İyi güzel ama…” deyip burun
kıvırmak, naza çekmek, kendi
sorumluluğunun dahi farkında
olmamak anlamına gelir.
46
48
Eğer biz cumhurbaşkanımızdaki özelliklerin aynı olması husussundaki hemfikirliğimizi “hemaday” çizgisine dönüştürürsek,
işte o zaman tadından yenmez. Bakın, işte o zaman kendini aşmış insanlar ülkesi olan
Türkiye’yi kimse tutamaz! Ayaklarına ağırlık bağlamış değil,
ağırlıkları çıkarılmış insanlar tarafından yönetilen bir ülke oluruz.
NESRİN ÇAYLI
İhanetin inkârı ve idlâl!
Bu ülkenin ışıklarını kimin yaktığını bilenler biliyor. O ışığın şavkını dünyaya yansıtmaya ahdetmiş olanın kalbine kuvvet diliyor.
Kimileri de göremese de, nasıl
göreceğini öğreniyor. Sair “safi
zihinlerin” ahvali ve dahi ahvallerinin vebali Rabbe emanet! Dileriz, onların da zihinlerinden tez
kalkar zulmet!
66
96
Olması gerekenlerle ilgilenmezler. İlgilendikleri yegâne unsur,
mevcut dengelerin korunmasıdır.
Genel itibariyle mevcut dengelerin bihakkın gözetilmesi statik bir
durumu iktiza ettiği için, uygulamacının yegâne amacı da değişiklik veya düzenleme yapmak
yerine, günü kurtarmak dışında
bir şey olamaz.
MUHSİN SELÇUK BAYINDIR
Sustu Lema...
Bugüne dek yapılan kara, hava
ve deniz saldırılarında 350’ye yakın Filistinli şehit oldu. Dosyanın başlığındaki “Lema”yı merak
etmiş olanınız varsa belirtelim.
Lema, bu saldırılarda şehit olan
en minik Filistinli, zira 5 aylık…
118
temmuz 2014
5
haberajanda
Editör
Sayı: 92/ Temmuz 2014
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
HABER AJANDA
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3
Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97
BASKI TARİHİ
Temmuz 2014
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara
Posta Kutusu Maltepe/İstanbul
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL,
kurum ve kuruluşlar için
300 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
6
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 381 45 65’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
temmuz 2014
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
Bu millete taraf, bu milletin tarafı olanlardan olmaktan başka çaremiz mi var?
Ayeti tanımaktan, O’na uymaktan, emrini
yerini getirmekten başka yolumuz mu
var? Tarafız, taraftarız ve milletin karşısında olanın, biz de karşısındayız…
Milletin tarafı
veya milletten
taraf olmak
A
LLAH rahmet eylesin, Ömer
Lütfü Mete Ağabey, millet
kavramından bahsederken
“İbrahimî millet” başlığıyla
bir çerçeve oluştururdu. Zira Allah,
farklı halkları yalnız birbirlerini tanımaları hikmetiyle yarattığını hakikat
sabitleriyle beyan ediyor. Yani her bir
millet, Allah’ın ayeti vücuduyla karşımıza çıkıyor. Demek ki milleti ve milletleri
inkâr etmek, Allah’ın ayetini tanımamak
anlamına geliyor.
Ancak dünya üzerinde Allah’ın
ayetini tanımayan, görmezlikten gelen,
aşağılayan öyle çok inkârcı var ki, kendi
sermayelerini arttırmak için hep bu
yol üzerinden planlar kuruyor, hukuka
kastediyorlar.
Türkiye’de 1960 Darbesi’nin ardından
milleti inkâr eden, onu tanımayan, yani
yukarıdaki beyanla Allah’ın ayetine uymayan inkârcılar, milletin tarafı olduğu
veya milletten taraf olana kıydılar. Ve
bu tarihle devam eden süreçte milletin
tarafı olduğu ve dolayısıyla milletten
taraf olanlara engeller gerildi, kumpaslar kuruldu, şehadet düştü.
Elbette İbrahimî millet deyince bu
meseleyi yalnız Türkiye’yle sınırlı bırakmak olmaz; dünyada da söz konusu
ayeti tanımayan ve aslında Rabbin
hiçbir ayetini kabullenmeyerek O’na
karşı münkir olan şer odakları, tarihleri
ve yaşayışları boyunca milletten taraf,
bu yüzden de milletin tarafı olduğu
kimliklere tuzaklar kurdular, örtülü
ve örtüsüz savaşlar açtılar. Karanlığın
efendileri, milletin tarafı olduğu kişilere
savaş açmakla elbette millete, milletlere
cephe aldılar.
Rönesans Avrupa’sı ve kuruluş
ABD’sinde görülen tarihî utanç karelerini hatırlayalım. Afrika’nın silahtan,
savaştan ve kandan habersiz masumlarını benzersiz bir yüzsüzlükle yamyam
diye niteleyen aşağılık uygulamaları
kimse unutmamalıdır. Keşfedildikten
sonra Amerika denen kıtanın kuzeyinde “kızıl” diye belirledikleri derilere
sahip insanların kafataslarını yüzerek
çadır basan, güneyinde ise asırlık medeniyetlerin insanlarına samanlardan
yığma evleri dahi çok gören gaddar ve
barbar beyaz adamın, Allah’ın ayetlerini
tanıdığını, O’na ve O’nun yarattıklarına
iman, sevgi ve “hoşgörü” besleyebildiğini söyleyebilen bir beri gelsin!..
Bugün Suriye’de, Mısır’da, Irak’ta ve
Filistin’de Ramazan isimli Müslümanın
bahar ayında milletten taraf, milletin
de kendisine taraftar olduğu kimselere, dolayısıyla millete, milletlere aynı
ayeti tanımayarak, kabul etmeyerek,
alçakça ve düşmanlıkla zulmedenlere
ses çıkartmayan, onlarla usulca temas
kuranlar tarafsız olmadıklarını, hele
milletin veya milletlerin yanında olduklarını söylemesinler, inkârlarını inkâr
etmesinler!..
Türkiye’de millet, iradesini tanıyan,
kendine tuzaklar kurmayan, kendisiyle
hemdem olan, kendisinde fena bulanlara taraftır, taraftardır. Zira bu millet,
Mısır, Suriye, Irak ve Filistin’in de tarafı,
taraftarıdır. Sırf bu sebeple Mısır, Suriye,
Irak, Filistin, Bosna-Hersek, Makedonya,
Arnavutluk, Kosova, Macaristan, Cezayir, Tunus, Libya, Etiyopya, Somali, Kongo, Kenya, Nijerya, Endonezya, Malezya,
Maldivler, Kırgızistan, Türkmenistan,
Azerbaycan, Kosta Rika, Brezilya ve
daha birçok milletin var olduğu ülke bu
milletin yanındadır, tarafıdır, taraftarıdır.
Bu millete taraf, bu milletin tarafı
olanlardan olmaktan başka çaremiz
mi var? Ayeti tanımaktan, O’na uymaktan, emrini yerini getirmekten başka
yolumuz mu var? Tarafız, taraftarız ve
milletin karşısında olanın, biz de karşısındayız…
***
Güzeller güzeli, bereketin şehri, huzurun, sıhhatin ve affın ayı Ramazan’a
veda ederken, Rabbimizden bayramlarla dolu bir bayram niyaz ediyoruz.
“Nerede mazlum varsa zulümlerden
kurtulsun!” diye, “Milleti, milletleri tanımayanların tuzakları bozulsun!” diye,
“İnananlara güç versin, ilim, siyaset
ve fenle donatsın!” diye Yüce Mevla’ya
yalvarıyoruz.
Bayramımız güzelliklerle gelsin ve
İslam dünyasına kutlu olsun efendim…
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
temmuz 2014
7
Dünya mü’minleri, merhamet ve rahmet ayı Ramazan-ı Şerif’te sadece açlığa, susuzluğa değil, bütün kötü hasletlerden arınmak için oruca
niyet etti!
Kötülüğe dair her ne varsa hepsinin terki için gayrete düşüldü. İyiliğe ve güzelliğe “Besmele” çekerken
mü’minler gönüllüydü.
Öfkelendik, sustuk! Üzüldük bağışladık! Üzdüğümüzde helallik aldık! Aşımızı, suyumuzu, soframızı paylaştık!
Gönül hoşluğuyla dualaştık!
Ve bayrama ulaştık!...
Ne acıdır ki, adalete, merhamete, şefkate, sevgiye oruçlu olan zalimler, kirli
kalpleriyle Müslümanlara zulmetmeye devam etti. Canlar alındı,
canımız yandı...
İnsanlığa oruçlu zalimler, dünya tarihine masum çocukların kanıyla zulmün imzasını yine, yine, yine attı!
Şimdi buruktur, mahzundur Bayrama
erişmiş kalplerimiz… Haber Ajanda ailesi olarak, okurlarımıza kalplerimizin
burulmadığı bayramlar dileriz. Dualarınız makbul, Ramazan-ı Şerif
Bayramınız mübarek olsun!...
Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar…
Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları
ve hızlı tren yetkili acentası…
Alemara Turizm Seyahat Acentası
İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara
Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237
E-mail: [email protected]
haberajanda
Başyazı
Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri
Başkanı’nın ağzından
bu sözleri duymak,
gelecek adına umutlarımızı yeşerten
müthiş bir müjdedir
aslında. “Anlayalım
diye Arapça olarak
indirilen” hayat rehberi Kur’an-ı Kerim’in,
günümüzün bilgisine
hakim bilim adamlarıyla birlikte yeniden,
yeniden ve tekrar
yeniden okunması,
yeni baştan anlaşılması ve anlatılması
gerekiyor. Kur’an’ın
asli mesajlarından en
önemlisi olan “kevni
ayetlere dikkat
çekme” mesajının,
yeni nesillere doğru
biçimde anlatılması
gerekiyor. Bu görev,
bugün bizlerin omuzlarındadır.
***
Eğer bu zor görevi ifa
etmek yolunda ciddi
bir niyet ve cehd
ortaya koyabilirsek,
Filistin’de, Mısır’da,
Myanmar’da,
Bosna’da ve dünyanın daha nice
yerlerinde zulüm
altında inleyen Müslümanların durumuna kahrolmak yerine,
insanlığa saadetin
yollarını yeniden
gösteren bir medeniyeti nasıl inşa edeceğimizi konuşmaya
başlayabileceğiz. Çok
geciktik, boşa çok zaman harcadık. Artık
bir an olsun durma
lüksümüz yok; zira
bütün dünya yüzyıllardır bizlerden bunu
bekliyor...
10
temmuz 2014
Allah’ın ipin
I
SLAM dünyası olarak başımız dertten
kurtulmuyor. Yüzlerce yıldır, dünyadaki mazlumlar listesinde başı, maalesef
Müslümanlar çekiyor. Ebette hepsi değil;
kendilerine dünyevi zenginliklerden
orantısız miktarda pay nasip olmuş küçük
bir azınlık, kendi midelerinin ve rahatlarının derdiyle ruhlarını karartırken, İslam
dünyasının geri kalanı şedid ve kesintisiz
bir zulüm dalgası altında inliyor. Hem de
dünkü yahut bir kaç gün önceki bir durum değil bu;
görebildiğimiz kadarıyla yüzlerce yıldır bu haldeyiz ve
maalesef durumumuzda bir iyileşme görünmüyor.
>> Katliamlarda şehit düşen
insanların, hele hele kadın ve
çocukların haberleri ve fotoğrafları haber ajanslarına düştükçe,
lanet ediyor, kızıyor, bazen
ellerimizi açıp en samimane dua
ve beddualarımızı sıralıyoruz.
Zulmün tavan yaptığı her menfur
hadisede, “bir bedenin uzuvları
gibi” olmamız gereken kardeşlerimizin hali, aklımıza, hissiyatımıza ve benliğimize şiddetle
dokunuyor. Fakat ne çare ki, şehit
haberleri ve katliam görüntüleri
medyayı işgal etmediği zamanlarda, sanki yüzlerce yıllık ölü
toprağımızın altına gizleniyoruz
yeniden. Günlük telaşelerimiz,
kısır siyasi tartışmalarımız, futbol
maçlarımız, sağlıklı beslenme
reçetelerimiz, gelecek kaygımız
ve maişet derdimiz, yeniden meşguliyetlerimizin en baş köşesine
yerleşiveriyor. Bir sonraki darbeye, bir sonraki zulüm dalgasına
kadar, “Neden bu haldeyiz?”
sorusunu sormak ekseriyetle
aklımıza bile gelmiyor.
Ali İmran Suresi’nde Allah’ın
ipine sımsıkı sarılanlara verilen
bir müjde vardı; o ipe sarılanlar, daha önceden oduğu gibi,
aralarındaki düşmanlıkları
kardeşliğe tebdil edebilecek
yardımı göreceklerdi. Pekiyi
biz o ipin ucunu mu kaçırdık
acaba? Neden kalplerimiz her
gün birlikte atmıyor? Neden bu
fetret ve atalet halinden bir türlü
sıyrılamıyoruz?
Elbette, özellikle de “kabz” zamanlarında, benim gibi herkesin
aklına geliyor bu neden sorusu.
Her insanın, kendi bakış açısı,
tecrübesi ve mesleğiyle ilgili
bir görüşü yahut fikri olması da
normal. Ben bir bilim adamıyım.
Kainatın en esrarlı parçalarından
birisi olan canlılığı anlamaya
çalışan, onun gizemli mantığını
anlayabildiğim kadarıyla çözebilmek adına, kevni ayetlerden bilgi
ve ders devşirmeye çalışan bir
fizyoloğum. Elbette herkes gibi
ben de kendi mesleğimin penceresinden bakıyorum hayata;
ve gördüklerim, zulüm altında
inleyen İslam dünyası ile ilgili
bana da bazı fikirler veriyor, beni
bazı çözüm arayışlarına itiyor.
Mesleğimden bakınca, sımsıkı
sarılmamız istenen Allah’ın ipinin
benim avuçlarıma düşen kısmına
dikkat etmeye gayret ediyorum.
Hayat kitabı olarak bize bahşedilen Kur’anı-ı Kerim’in benim idrakime düşen kısmıyla akletmeye
gayret ediyor ve o pencereden,
hastalığımızın teşhisine dair bir
fikir edinmeye çalışıyorum. Dedim ya, ben bilimle uğraşıyorum.
Tek bir emirden neşet eden fizik
kanunlarına tabi olarak yaratılmış
olmakla, her bir cüzü birbiri ile
doğrudan irtibatlı bir kainatın
anlamını, “bilgi” ve “akıl” yoluyla
deşifre etme mesleği bu. Bu
mesleğin gözlüğü ile, bu kainatı
Yaratan Zat’ın bana nasıl bir metot
öğütlediğine, kainatın sırrının
bana düşen bölümünü ne şekilde
çözmemi murat ettiğine bakmak,
benim öncelikli işim olmalı
diyorum. Ve bakınca görüyorum
ki, Rabb’imin bana gönderdiği en
mühim mesaj, kainatı anlamak
için “kainatın kendisine bakmak”… Dünyayı anlamak için
dünyayı, “can”ı anlamak için
canlıları, Sünnetullah’ı anlamak
için kainatı işleten yasaları araştırmak, çalışmak, bilmeye gayret
etmek gerekiyor; zira bu iman
edenlere “emrediliyor”. Kur’an-ı
Kerim, bana maddesel dünya ile
ilgili doğrudan hiç bir kopya vermiyor. Fakat sıklıkla oraya bakmamı istiyor. Ağaçlar, kuşlar, dağlar,
canlılar, suda giden gemiler,
göklerdeki ışınlar, yörüngelerinde
seyreden gökcisimleri ve daha
niceleri, “Düşünenler için nice
ibretler vardır” denilerek sürekli
nazarıma veriliyor. Kainatın Yaratıcısı adeta bana diyor ki: “Gözünü
çevir ve bak, tekrar tekrar bak;
bir çatlak bulmayı umuyorsan
boşuna; fakat sünnetimi anlamak
istiyorsan tekrar, tekrar bak!”
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
e sarılamamak
Dünyayı anlamak için
dünyayı, “can”ı anlamak için canlıları,
Sünnetullah’ı anlamak
için kainatı işleten
yasaları araştırmak,
çalışmak, bilmeye gayret etmek gerekiyor; zira
bu iman edenlere “emrediliyor”. Kur’an-ı Kerim,
bana maddesel dünya
ile ilgili doğrudan hiç bir
kopya vermiyor. Fakat
sıklıkla oraya bakmamı
istiyor. Ağaçlar, kuşlar,
dağlar, canlılar, suda
giden gemiler, göklerdeki ışınlar, yörüngelerinde seyreden gökcisimleri ve daha niceleri,
“Düşünenler için nice
ibretler vardır” denilerek
sürekli nazarıma veriliyor. Kainatın Yaratıcısı
adeta bana diyor ki:
“Gözünü çevir ve bak,
tekrar tekrar bak; bir
çatlak bulmayı umuyorsan boşuna; fakat sünnetimi anlamak istiyorsan tekrar, tekrar bak!”
Diyanet İşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Kültür Ajanda Dergisi’nin
Haziran 2014 sayısında yayınlanan mülakatı, bu konuda şahsıma ve benim gibi düşünenlere umut veren mesajlar içeriyordu.
Bunlardan belki de en önemlisi “Kainatın
ayetlerini anlamayanlar, Kur’an’ın ayetlerini de anlayamazlar!” ifadesidir. Her beş on
yılda bir Kur’an’ın yeniden tefsir edilmesi
gerektiğini belirten Görmez, bu “tercüme”
faaliyetinin sadece tefsir uzmanlarınca
değil, bilim alanında uzman insanların
da katılımıyla amacına ulaşabileceğinin
defaatle altını çiziyor.
Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Görmez
haberajanda
Başyazı
Sonra kendime bakıyorum.
Gördüğüm manzara güzel
değil. İçine doğduğum İslam
geleneği, maddi alemin bilgisi
konusunda pek de iç açıcı bir
tablo çizmiyor. Temel rehberi
olan Kur’an-ı Kerim’in açık ve
sarih emirlerine ve ikazlarına
rağmen, kainata bakma iştiyakını, gördüğünden hayrete düşme
12
temmuz 2014
kaabiliyetini ve Sünnetullah’ın
gizli yönlerini anlama tecessüsünü neredeyse tamamen
yitirmiş! Günde beş vakit,
zamana bağlı bir ibadeti ifa ile
yükümlü kılınan Müslümanlar,
her nasıl oluyorsa, son bir kaç
asırdır ciddi bir astronom çıkartamamış. Her gün en az beş defa
aynı kıbleye yönelmesi istenen
Müslümanlar arasından, son
bir kaç yüzyıldır nam salmış bir
coğrafyacı duyulmamış. Ankebut Suresi’nin 29 numaralı ayetinde tüm Müslümanlara açık
ve net bir emir olarak “yaratmanın nasıl başladığını anlamak
için yeryüzünü gezip dolaşma”
talimatı verilmiş olmasına rağmen, son bir kaç yüzyıldır adını
bildiğimiz hiç bir Müslüman
biyolog, jeolog, palentolog yahut antropolog çıkartamamışız.
Kısacası, sadece Kur’an’ın açık
işaretlerine bakarak, bu gün
bilim ve teknoloji anlamında
bulunduğumuz nokta, başımızı
öne eğdiriyor ve bizi Rabb’imiz
karşısında mahçubiyetten
suskun bırakıyor.
Maddenin ilmini neredeyse
bu gün tamamen “Batı”dan
alıyoruz. Bu kainatın nasıl
yaratıldığına, yıldızların nasıl
teşekkül ettiğine, canlıların
nasıl bu dünyaya dağıldığına, fiziğe, kimyaya, nanoteknolojiye,
tıbba, psikolojiye, sosyolojiye
ve dahi bilginin tüm alanlarına
dair elimizdeki malumatın
neredeyse tamamı, İslami değil,
seküler ve materyalist temelli
Batı biliminin ürünleri. Maddeci bir saikle işe koyulan Batı,
maddeyi anlamakta özellikle
geçtiğimiz yüzyılda çok ciddi
mesafeler kat etti. Size derdimi
arz etmeye çalıştığım bu yazının yazılmasını ve şu anda sizin
bunu okumanızı mümkün kılan
teknolojinin neredeyse her
kademesi, modern Batı biliminin ürünü. Bu gelişmişlik, çoğu
zaman bizi hayrete düşürecek
boyutlara ulaşıyor. Müslüman
bilim meraklıları ve bilim alanının profesyonelleri, her gün
onlarca yeni keşif haberlerini
tercüme yoluyla takip etmeye çalışıyorlar. Elbette arada
Müslüman bilim emekçilerinin
isimleri de okunuyor; ama hala
bilim kitabının kurallarını, madde temelli Batı bilimi yazıyor.
Bazen, bilimsel keşiflerden
bir kısmı özellikle ilgimizi
çekiyor. Yeni bulunan galaksiler,
“Büyük Patlama” gibi kuramlar,
birbirine karışmayan denizler,
karadelikler, canlılar dünyasındaki harikalar, bedenimizdeki
akıl durduran mekanizmalar…
Özellikle bu gibi bilimsel bulgular ile Kur’an ayetleri arasında
ilişkiler bulmayı çok seviyoruz.
Fakat tüm bu bilgilerin işaretleri
Kur’anda mevcutken, bunları
neden Müslüman bilginlerin
bulamadığı çok sık gelmiyor aklımıza. Daha da ilginci, ekserisi
“inançsız” olarak bilinen bilim
adamlarının çalışmaları sonucu
Kur’an’daki bilgileri teyit ediyor
oluşumuz, bizde görünür pek
bir rahatsızlık oluşturmuyor
gibi.
Öte yandan, Batı biliminin
bazı netameli mevzuları bizim
için tartışma konusu dahi
olmadan reddediliyor. Bunların
belki de en ünlüsü, canlıların
evrimi konusu. Canlıların
nasıl yaratıldığı ve bu dünyaya
hangi kurallar çerçevesinde
yayıldığı son bir kaç yüzyıldır
Müslümanların ilgi alanına hiç
girmemiş olmasına rağmen
ve bu konuda hemen hemen
hiç bir fikrimiz yokken, bu
konuda yapılan araştırmaların
sonuçlarını şiddetle reddetme
ve görmezden gelme eğilimimiz
hala çok yaygın. Hem de aslında
reddiyemizin, Hıristiyan kilisesi
ile bilim adamları arasındaki
asırlık bir kavganın doğudan
ithal versiyonu olduğunu tamamen göz ardı ederek yapıyoruz
bunu. Dünyayı gezip araştırma
işini hiç yapmadan, bu işi yüz
yılı aşkın bir zamandır rutin
olarak yapan Batılı bilim adamlarını bir kalemde silmekte beis
görmüyoruz.
“Allah’ın ipine sarılma”
noktasında nasıl bir hata işlediğimizi merak edip de kendi
mesleğimin gözlüğüyle duruma
baktığımda gördüğüm acı manzaranın hülasası bu…
Ağır bir
misyonumuz var
Üzerinde bulunduğumuz
coğrafyada yaşayan insanlar,
aslında hiç de sıradan bir insan
topluluğu değil. Bu coğrafya, tüm semavi dinlerin ve
neredeyse bütün önemli felsefi
fikirlerin dölyatağı. İnsanlığın
başlangıcından beri Mezopotamya ve Anadolu coğrafyası,
hemen her dönemde insanlığa
yön verecek bilgilerin neşet
etmesi için hazırlanmış, özel bir
mekan gibi görünüyor. Bin yılı
aşkın zamandır İslam bayrağı
altında medeniyetler kuran
dedelerimizin bıraktığı kültür
ve toplumsal kodlar, ister fark
edelim ister etmeyelim, adeta
genlerimize işlemiş halde bizimle birlikte. Fakat son bir kaç
yüzyıldır, sebepleri benim ilmimi aşan bir fetretin pençesinde
kıvranıyoruz.
Bütün bunlara rağmen,
“ümmetler yarışı”nda gerilere
düşmüşüz. Sebepleri elbette
muhteliftir, elbette ki sadece
benim bilgimle bu büyük hastalığın teşhisi konamayabilir.
Fakat yine Kur’ana bakarak,
“Allah’ın ipine sımsıkı sarılma”,
yani O’nun bize bahşettiği
mesajı her devirde yeniden ve
yeniden okumaya üşenme rahatsızlığının tam da meselenin
merkez noktasını oluşturduğunu görmek, çok zor değil. Teşhis
bu şekilde belirlendiği zaman
da çözüm aslında kendiliğinden
ortaya çıkıyor.
Diyanet İşleri Başkanı Sayın
Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Kültür Ajanda Dergisi’nin Haziran
2014 sayısında yayınlanan mülakatı, bu konuda şahsıma ve
benim gibi düşünenlere umut
veren mesajlar içeriyordu.
Bunlardan belki de en önemlisi
“Kainatın ayetlerini anlamayanlar, Kur’an’ın ayetlerini de anlayamazlar!” ifadesidir. Her beş on
yılda bir Kur’an’ın yeniden tefsir
edilmesi gerektiğini belirten
Görmez, bu “tercüme” faaliyetinin sadece tefsir uzmanlarınca
değil, bilim alanında uzman insanların da katılımıyla amacına
ulaşabileceğinin defaatle altını
çiziyor.
Türkiye Cumhuriyeti Diyanet
İşleri Başkanı’nın ağzından
bu sözleri duymak, gelecek
adına umutlarımızı yeşerten
müthiş bir müjdedir aslında.
“Anlayalım diye Arapça olarak
indirilen” hayat rehberi Kur’an-ı
Kerim’in, günümüzün bilgisine hakim bilim adamlarıyla
birlikte yeniden, yeniden ve
tekrar yeniden okunması, yeni
baştan anlaşılması ve anlatılması gerekiyor. Kur’an’ın asli
mesajlarından en önemlisi olan
“kevni ayetlere dikkat çekme”
mesajının, yeni nesillere doğru
biçimde anlatılması gerekiyor.
Bu görev, bu gün bizlerin omuzlarındadır.
Eğer bu görevi hakkıyla
yerine getirmeye niyet edersek,
yani mesleği ve uzmanlığı ne
olursa olsun, dünyanın ve kainatın güncel bilimsel bilgisine
sahip insanlarımızla, kainatın
ezeli tercümesi olan Kitabımız’a
bakmaya karar verebilirsek,
yüzyıllardır avuçlarımız arasından kayıp duran o kutlu ipi
tekrar sımsıkı kavramak yolunda büyük bir aşama kaydedeceğiz. Geleneğin ve geçmişin
sırtımıza yüklediği tüm zan
ve ön yargılardan kurtulup,
Kadir-i Mutlak’ın bize ne mesaj
verdiğini yeni baştan anlamaya
çalışırsak, önümüzde açılacak
yeni ufukların bizi bambaşka
diyarlara ulaştıracağını ve tüm
insanlığın beklediği kurtuluşun
tohumlarının bu çabada saklı
olduğunu, imanen kat’iyet derecesinde biliyoruz.
Eğer bu zor görevi ifa etmek
yolunda ciddi bir niyet ve cehd
ortaya koyabilirsek, Filistin’de,
Mısır’da, Myanmar’da, Bosna’da
ve dünyanın daha nice yerlerinde zulüm altında inleyen
Müslümanların durumuna
kahrolmak yerine, insanlığa
saadetin yollarını yeniden
gösteren bir medeniyeti nasıl
inşa edeceğimizi konuşmaya
başlayabileceğiz. Çok geciktik,
boşa çok zaman harcadık. Artık
bir an olsun durma lüksümüz
yok; zira bütün dünya yüzyıllardır bizlerden bunu bekliyor...
temmuz 2014
13
Haber Ajanda
AYINOLAYLARI
Ayın Olayları
Cumhurun seçeceği ilk başkan için
aday belli oldu!
G
EÇTİĞİMİZ ayki özel sayıda, Türkiye
Cumhuriyeti’nin 12’inci cumhurbaşkanını seçmek üzere ilk kez sandığa gidecek milletin karşısına çıkacak ilk adayın haberini Prof. Dr. Ekmeleddin
İhsanoğlu olarak Türkiye Ajanda’da sunmuş, özel
sayının yekûn görüntüdeki mahiyetiyle de Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın bu makama ne denli yakışacağına dair fikrimizi açık yüreklilikle beyan etmiştik.
>> CHP ve MHP liderlerinin
gelgit trafiğinin ardından açıkladıkları Prof. Dr. Ekmeleddin
İhsanoğlu’nun adaylığının ilan
edilmesinin ardından, HDP’ye
evrilen BDP’nin “aktif siyasetle
ilgilenmeyeceğini belirten” eski Eş
Başkanı Selahattin Demirtaş, HDP
yörüngesinde siyaset yapanların
adayı olarak kamuoyuna sunulan
ikinci isim oldu.
Bu iki ismin ardından elbette en
çok merak edilen kişi, AK Parti’nin
Cumhurbaşkanlığı adayı idi.
ATO Kongre Merkezi’nde tarihî
bir toplantıyla ilan edilen isim,
temennilerin buluştuğu Başbakan
ve AK Parti Genel Başkanı Recep
Tayyip Erdoğan oldu.
Bu ilanın ardından cumhurbaşkanı olacağına çok yüksek
ihtimaller verilen Erdoğan’ın
sonrasında AK Parti’de işletilecek
olan üç dönem kuralı ile parti,
bilinen sağlam kurumsallığını
daha ileri mekanizmalarla güçlendirerek perçinleyeceğe benziyor. “Yeni başbakan kim olur?”
sorusunun çok sorulmasına karşılık, Erdoğan’ın aday ilan edildiği
toplantıda yaptığı konuşma her
detayda önem arz ediyor. O konuşmadan satırbaşları ise şöyle:
“Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun. Zaferin sahibi sadece ve
sadece Allah’tır. Bu davayı, bu
14
temmuz 2014
hareketi, bu mücadeleyi işte bugünlere eriştiren Rabbime sonsuz
hamdüsenalar olsun.
Selçuklu Sultanı Alparslan gibi
kefenimizi giyerek mücadeleye
soyunduk. Kudüs fatihi Selahattin
Eyyûbi gibi zaferin kılıç ve kalkanla değil, Allah katında olduğuna
inandık. Endülüs fatihi Tarık Bin
Ziyad gibi arkamızda gemileri
yakarak yolculuğa çıktık. Sen ki
her şeye gücü yetensin, bu mübarek günde dileğimiz de odur ki, bu
milleti bir kez daha zaferle müjdele Ya Rab! Bugün çıktığımız kutlu
yolculuğu Türkiye, milletimiz ve
insanlık için hayırlara vesile eyle…
1994 yerel seçimlerinde, birileri günler öncesinde zaferlerini
ilan ederken, biz Allah’ın takdirine inanıyor, milletin takdirinin
farklı olduğunu hissediyor, hiç
hız kesmeden koşturuyorduk.
İstanbul’un yoksul mahallelerinden birindeydik; kalabalığın içinden 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu
yanıma geldi. Elinde bir şey vardı,
uzattı, elini tuttum, ‘Bunları annem gönderdi. Seçildikten sonra
sakın bizi unutmasın dedi’ ve iki
tane bileziği elime tutuşturdu.
Daha ne olduğunu anlayamadan
kendisi de o ince bileğindeki
oyuncak bileziğini çıkardı, onu
da elime tutuşturdu. Ben daha bir
şey söyleyemedim, bayağı uzak
kalabalığın içinde kaybolup gitti.
O bilezikler İstanbul’da, Büyükşehir Belediye Başkanlığı makamında hep karşımda oldu. Ben asıl o
gözleri unutamadım. Aradan 20
yıl geçti, 7-8 yaşlarındaki o çocuğun gözlerindeki parıltıyı, heyecanı unutamadım. Gece yorgun
başımı yastığa koyarken, sabah
uyanınca, o masum çocuğun
gözlerindeki o heyecan, o umut, o
parıltı, o beklenti hep karşımdaydı.
Ne o gözleri, ne de o gözlerin küçük sahibinin verdiği mesajı bir an
olsun aklımdan çıkardım. Annesi
‘Seçildikten sonra bizi unutmasın’
demişti ya, Allah’ıma hamdolsun,
o büyük emaneti, büyük mesajı
hiçbir zaman unutmadım.
Biz siyaseti işte o temiz yürekler için yaptık. Biz siyaseti
İstanbul Sultangazi, Ankara
Altındağ, Diyarbakır Benusen
Mahallesi’ndeki, Türkiye’nin tüm
kenar mahallelerindeki yoksullar
için yaptık. Dicle’nin kenarında
koyunları kurtlar kapıyordu,
kaybolan koyunların hesabını
sormak, o büyük emaneti omuzlamak için siyaseti yaptık. Diyarbakır, Mamak, Metris’teki işkencenin,
zulmün, adaletsizliğin hesabını
sormak için siyaset yaptık. Başörtülü olduğu için üniversite
kapılarından döndürülen, boynu
bükük, gözü yaşlı kızlarımız için
bu siyaseti yaptık. Gurbette unutulan vatandaşlar için, Balkanlarda
terkedilmiş kardeşlerimiz için,
Ortadoğu’daki mağdurlar için,
Filistin için, Mısır için, Suriye için,
Irak için, Somali için, Afganistan’ın
mazlumları için siyaset yaptık.
Biz siyaseti ikbal için, makam,
mevki, rütbe veya paye için yapmadık. Biz siyaseti Allah için yaptık. Biz siyaseti millet için, vatan
için, bayrak için, istiklalimiz ve istikbalimiz için yaptık. ‘Seçildikten
sonra bizi unutmasın’ diyen tüm
unutulmuşlar, tüm terkedilmişler,
kimliği, kültürü, hakları, özgürlük-
leri elinden alınmış tüm insanlar için siyaset yaptık.
kadar sevmeyenlerin de ülkesidir.
Bu toprakların değerlerini savunuyoruz diye bize farklı gözle
baktılar. İnancının gereği başını
örten eşlerimize, kızlarımıza,
bacılarımıza hayatı dar ettiler.
Mücadelemiz yükseldikçe saldırılarını ve hakaretlerini daha
da artırdılar. Kimi zaman partimizi kapattılar, kimi zaman şiir
okuduk diye hapsettiler, ‘Muhtar bile olamaz’ diye manşetler
attılar, ‘Başbakan olamaz’ dediler, ‘Cumhurbaşkanı seçemezsiniz’ dediler; bize demokrasiyi,
eşitliği, devlet nazarında insan
olmayı dahi yakıştırmadılar.
AK Parti şahıslarla var olmuş,
şahıslarla bugüne gelmiş bir
parti değildir. AK Parti, bir dava
partisidir. Arkada güçlü bir
geleneğin olduğunu biliyorum.
Benlik kavgasına, fitne ve fesat
tuzağına düşmeden, AK Parti’yi
daha ileri seviyelere götürecek
güçlü kadrolarımızın olduğuna
inanıyorum. Gayemiz, genç ve
dinamik bir yapıyla geleceğe
yürümek. Gayemiz, koltuğa
oturup kalkmayan siyasetçilerin tersine, koltuktan nasıl
vazgeçildiğini gösterebilmek.
Biz, 21 yaşında karanlık bir çağı
kapayıp aydınlık bir çağ açan
Fatih’in torunlarıyız.
Bu güzel ülke, bizi sevenler
Ağustos 2001’de AK Parti’yi
kurduğumuz günden beri birlikte yürüdüğümüz tüm yol arkadaşlarımdan helallik diliyorum,
haklarını bana helal etmelerini
arzu ediyorum. Şüphesiz ki bu
bir veda değil. Bu bir ayrılık buluşması, bir veda töreni de değil.
Şunu biliniz ki, bizim için her
an yeni bir başlangıçtır. Bugün
de birbirimize veda etmiyor,
birbirimizden ayrılmıyor, yeni
bir başlangıcın heyecanını hep
birlikte yaşıyoruz. Birbirimizden kopmayacağız. Özellikle
Türkiye’nin istikametini belirlerken, Türkiye için mücadele
ederken her aşama ve her kademede hep birlikte olacağız.
Bu bir veda değildir; bir kapa-
nış, bir bitiş değildir. Bu ifadeyi
çok çok önemsiyorum: Bu bir
hatime değil, inanıyorum ki bir
Fatiha’dır, bir açılıştır. Onun için
diyorum ki, ‘Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla, Âlemlerin
Rabbi Allah’a hamdolsun. O
Rahman’dır, Rahim’dir. O ki Din
Gününün Sahibi’dir. Ancak Sana
ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet.
Bizi kendisine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların, sapkınların yoluna değil…”
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na üç adayın da
başvuru dilekçeleri sunuldu,
Yüksek Seçim Kurulu aday işlemlerini gerçekleştirdi ve süreç
başladı. Hayırlı olsun!..
temmuz 2014
15
Haber Ajanda
AYINOLAYLARI
Ayın Olayları
“Allah ve Resulü’nün bu ülkedeki ezelî ve ebedî düşmanı olan CHP’ye, partimiz namına
gerekli istişareler yapılmadan destek açıklayanların Büyük Birlik Partili sayılmamalarını
istiyoruz. Zira Muhsin Yazıcıoğlu’nun 40 yılda alına çektiği nur çizgileri, siyaseti ticaret
belleyenlerce bir hamlede zifte inkılâp edebilecektir. Allah şahit olsun ki, İslam dinini kuvvetlendirmek için milletimizi kuvvetli kılmaktan başka muradı olanlara ne bu hareketi, ne
de Muhsin Yazıcıoğlu’nu teslim etmeyeceğiz. Ant olsun!..”
Ültimatom
B
ÜYÜK Birlik Partisi, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesindeki adaylık çalışmaları esnasında
önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, daha
sonra da Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ziyaret
ettiği ilk durak oldu. Bu ziyaretlerin ardından BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, konuyu istişare ettikten
sonra hangi adayı destekleyecekleri konusunda açıklama yapacaklarını beyan etti ve nihayet bu açıklama
da yaptı: “Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu desteklenecek...”
>> Ancak bu açıklamanın hemen ardından Alperen Ocakları
Genel Başkanı Serkan Tüzün, vakıf binasında yaptığı açıklamayla
camiadaki durumun durağan
olmadığını göstermiş oldu. Lider
Muhsin Yazıcıoğlu’nun şehadetiyle BBP Genel Başkanı olan Yalçın
Topçu ve bir dönem önceye kadar Genel Başkan Yardımcısı olan
Metin Gündoğdu da bu durumu
beyanları gündeme yansıttılar.
Topçu seçimde Erdoğan’ı destekleyeceğini belirterek “Biz ayrı
sokaklarda oturmuş olsak da
aynı mahallenin çocuklarıyız”
şeklindeki cümleyle anlam yüklü
bir ifade kullanırken, Gündoğdu ise parti bünyesinde en üst
düzey yöneticilerden tabana
uzana bir silsileyi işaret ederek
İhsanoğlu’na desteğin Destici’nin
kendi fikri olduğuna dair “Benim
gibi düşünen parti kurucusu,
Başkanlık Divanı üyesi, MKYK
üyesi, il başkanı, ilçe başkanı, eski
yöneticiler gibi dava arkadaşlarımızla birlikte istişare içindeyiz. En
kısa zamanda geniş katılımla bir
deklarasyon yayınlayacağız” dedi.
16
temmuz 2014
Bu noktada en sert açıklamayı
Alperen Ocakları yaptı. “BBP
Genel Başkanı Mustafa Destici’ye
yönelttikleri ültimatomdan
önemli pasajları yorumsuz biçimde yayınlıyoruz.
***
“(…) Şunu saklamadan ve gayet
net bir dille ifade edelim ki Büyük
Birlik Partisi, Alperen Ocakları’nın
gönül bağıyla bağlı olduğu bir
müessesedir. Kişilerin gelip geçici
oldukları bir vazife intikalinde
adını zikrettiğimiz bu iki kurum,
rahmetli başkanımız zamanında
senfonik bir uyumla birlikte yürürlerken, İslam davasına karınca
kararınca katkı sağlamış ve kişisel
menfaatleri değil, her zaman
millet menfaatlerini ön planda
tutucu adımlar atmışlardır. Ama
yiğit liderimizin aramızdan ayrılmasıyla beraber zamanla akustiği
bozulan bu senfonik uyum, kişisel
ikbalini önde tutucu insanların
fikrî bir tutum takınamamaları
nedeniyle aksamış ve gitgide
Büyük Birlik Partisi’nin Alperen
Ocakları’ndan kurtulma kavgası-
na dönüştürülmüştür.
(…) Allah’ı şahit tutmak kaydıyla
yiğit Alperenlere buradan haykırırız ki, Büyük Birlik Partisi Genel
Başkanlığı’nı yürüten irade, köklü
ocak geleneğimizden de, onun
garip mensuplarından da iğrenmektedir. Bunu şahsımıza karşı
bile defalarca beyan etmişlerken
‘Kol kırılır, yen içinde kalır’ hassasiyetiyle susmuş, teşkilatlarımızın
huzurunu esas tutmuş ve iki yılı
aşkın bir süredir yiğitlik hudutları
dışında serdedilen her yakışıksız
davranışı sinemize çekmişizdir.
Tüm Alperenlere yine Allah’ı
şahit tutmak kaydıyla beyan
ediyoruz ki, Şehit Liderimiz
Muhsin Yazıcıoğlu’nun akamete
uğratılmaya çalışılan davasını
canlı ve gündemde tutmak için ne
zaman eylem hazırlığına girişsek,
Parti Genel Başkanı’ndan telefon
almış, eylemlerden vazgeçmemiz
istenmiş, yapılan birçok eylemi
de bunlara rağmen yapabilmiştik.
‘Hükümet’le olan iyi ilişkileri bozulmasın, basın ile olan ilişkileri
seçimler öncesinde sekteye uğramasın’ diye rahmetli liderimizin
cenaze resimlerini yayınlayan
haber kanalının önüne eksi 25
derecede hem İstanbul, hem de
Ankara’da yönleniyorken Parti
Genel Başkanı’ndan yine telefon
almış, ‘Seçim arefesinde bu mevzuyu kaşımayın, kaşırsanız görevden alırım!’ ikazlarına muhatap
olmuşuzdur. Buna rağmen cenaze
üzerinden reyting kaygısına
girmiş kanal önünde toplanmış,
Alperen Ocakları olarak ültimatomumuzu vermiş ve görüntülerin
yayınlanmasını engellemiştik.
Şimdi bütün teşkilatlarımıza BBP Genel Başkanı Mustafa
Destici’nin Hükümet’le iyi ilişkiler sürdürdüğü günlerinde çok
sıklıkla kullandığı bir cümlesini
hatırlatmak istiyoruz: ‘Büyük bir
evliyayla konuştum; bu mevzu
kazadır ve siz de kapatın diyor,
yoksa Muhsin Yazıcıoğlu’nun
ruhunu zedelersiniz.’
O günlerde ismini bile veremediği kişilerden aktardığı
gıyabi cümlelerle Şehit Liderimizin davasını his planında
sulandıran Mustafa Destici, son
zamanlarda da karanlık cümlelerle teşkilatlarımıza Liderimizi
Hükümet’in katlettirdiğine dair
imalarda bulunmakta, birtakım
ses ve görüntü kayıtları dinleyip izlediği imajı oluşturmakta,
böylece evvela Hükümet’i sevindirerek, şimdi de Hükümet’i
üzerek yanlış bir dava takibatı
yürütmekte, bu omurgasız hareket planında da olan, liderimizin dava sürecine olmaktadır.
(…) Bugüne kadar sabırla bizleri suskun kalmaya zorlayan
şartlara artık tahammülü kabul
edilemez başkaca bir cinayet
eklenmiştir ki kanaatlerimizi
kamuoyu ve gönüldaşlarımızla
paylaşma ihtiyacı da buradan
hâsıl olmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimleri münasebetiyle
bütün Büyük Birlik Partililer
ve bütün Alperen Ocaklılarla
yapılmış bir istişare kararıymış
gibi, Büyük Birlik Partisi Genel
Başkanı tarafından yapılan
Ekmelettin İhsanoğlu’na destek
açıklaması, asla bir araya gelemeyecek olan CHP ve BBP isimlerini bir araya getirmiş ve bu da
Büyük Birlik Partisi kurucusu
Muhsin Yazıcıoğlu eliyle oluşturulmuş Büyük Birlik ruhunu
bağrından hançerlemiştir.
Tüm Alperenler bilmelidirler ki, bu konuda Alperen
Ocakları’yla yapılmış herhangi
bir istişare yoktur. Bizimle istişare yapılmamasından da öte,
itibarlı itibarsız birçok vagoncuk
eklenmek suretiyle CHP lokomotifi peşine takılan bir güruh
arasına BBP adının yazılması,
21 yıllık temiz mazisiyle Büyük
Birlik Partisi’ne yapılabilecek en
büyük kötülüktür.
(…) Bakın, Sayın Mustafa
Destici, CHP ile aynı kanaatte
buluşmalarının gerekçesini 3
maddeyle nasıl açıklıyor:
1. Şehit Liderimizin dosyasına
hükümetçe gösterilen ilgisizlik…
Soruyoruz: Daha evvel, az önce
bahsettiğimiz gibi, Alperen
Ocakları’nın ekser girişimlerine
engel olmaya ve Hükümet’i
incitmemeye çalışan sen değil
miydin? Tüm siyasî kararlarını,
Şehit Liderimizin dosyasıyla
ilgiliyse eğer, 2010 yılında tam
destek verdiğiniz referandumda neden Şehit Liderimizin
davasını masaya sürmeyip
Hükümet’le beraber şen aile
profili çizmiştiniz?
2. Hükümet’in Çözüm Süreci
ile ilgili attığı adımlardan duyduğu endişeler… Soruyoruz:
Hem işbirliği yaptığınız CHP,
hem de onun şapkadan tavşan
çıkarırcasına ortaya attığı çatı
aday Ekmeleddin İhsanoğlu
kameralar önünde açık açık
Çözüm Süreci’ne destek olduklarını açıklamıyorlar mı?
3. Ekmelettin İhsanoğlu’ndan
sivil anayasa yapmak noktasın-
da güya alınan söz… Soruyoruz:
Yeni yasama döneminden beri
sivil anayasa yapmak noktasında atılan her adımın karşısında
yıkıcı bir muhalefetle yer alan
CHP değil midir?
(…) Allah ve Resulü’nün bu
ülkedeki ezelî ve ebedî düşmanı olan CHP’ye, partimiz
namına gerekli istişareler yapılmadan destek açıklayanların
Büyük Birlik Partili sayılmamalarını istiyoruz. Zira Muhsin
Yazıcıoğlu’nun 40 yılda alına
çektiği nur çizgileri, siyaseti ticaret belleyenlerce bir hamlede
zifte inkılâp edebilecektir. Allah
şahit olsun ki, İslam dinini kuvvetlendirmek için milletimizi
kuvvetli kılmaktan başka muradı olanlara ne bu hareketi, ne
de Muhsin Yazıcıoğlu’nu teslim
etmeyeceğiz. Ant olsun!..
Son söz babında Sayın Mustafa Destici’ye tüm yiğit Alperenler namına sesleniyoruz:
Ey Mustafa Destici! Sen Muhsin Yazıcıoğlu değilsin, Alperen
Ocakları da olta balıkçılığı federasyonu değildir…”
temmuz 2014
17
Türkiye Ajanda
“Şimdi başını paralel biçimdeki
kollarının arasına al!”
YUKARIYA taşıdığım başlıkla hitap ettiğim tampon kurumun piyasa
adı “paralel yapı”... Neden bu şekildeki bir hitabı başlık yaptığımıza gelince… Devrimci Karargâh Davası’ndan dolayı tutuklu bulunan eski bir
emniyet müdürü ve “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabıyla Fethullah Gülen tâbiyetindeki yapının hedefindeki Hanefi Avcı tahliye oldu.
Ve işte bu yüzden “Şimdi onlar düşünsün!” demek istedik. Peki, bundan sonraki süreçte Hanefi Avcı hakkında ne yapılmalı? Sanırım öncelikle sıhhati mutlak surette korunmalı!..
kaale almamış. Öyle ya, Uğur
Mumcu’nun katledilişini Selam
ya da Tevhid-i Selam adlı örgüte
yükleyenler, 21 yıl sonra binlerce kişiyi kanunsuzca dinleyip
aynı örgüte üye yapmışlardı.
İşte Avcı’nın çektiği sıkıntılar
da ülkeye yutturulanlardan
biriydi.
Avcı, paralel örgütün nasıl
bir korku ve kumpas sistemi
kurduğunu ve MİT’i nasıl ele
geçirmek üzere hareket ettiğini tahliyenin ardından şöyle
açıkladı:
“Emniyet içinde bazı emniyet mensuplarına yönelik
komplo ve tahkikatlar başladı.
Bunlar, daha çok Cemaat’in
Emniyet’te yapacağı faaliyetlere
mani olacak insanları bertaraf
etmek şeklinde oldu. Emniyet
Genel Müdür Yardımcıları çok
namusludur; rüşvet ve örgüt
iddiası söylenemez. İstihbaratta
başlayan kaçakçılığa dönüşen
birtakım tahkikatlarla saf dışı
ettiler. Cemaat olduğu biliniyor
arkasında. Sahte ihbar mektuplarına başvurdular. Tamamen
Emniyet’i ele geçirdiler. Özel
yetkili savcılıklarda yapılan
soruşturmalar normal yürümüyor. Cemaat’in plan ve programlarına uygun hedefler tayin
ederek, sahte belgeler açıklayarak ve hukuka aykırı dinlemeler
yapıyorlar. Ben uyandım, ilgililer de uyansın diye uğraştım.
>> Bilindiği üzere mütedeyyin kimliğiyle tanınan
Hanefi Avcı, Fethullah Gülen
tâbiyetindeki yapının yanlışlıklarına dikkat çekerek kaleme aldığı kitabıyla söz konusu yapıya
uyarılarda bulunmuş, ancak bu
kitabın çıkmasının üzerinden
18
temmuz 2014
çok zaman geçmemişken soluğu cezaevinde almış ve Devrimci Karargâh adlı örgüte yataklık
ettiği gerekçesiyle suçlanmıştı.
Ancak meğer Türkiye’nin bu
uydurma örgütlerden hiç haberi yokmuş. Hatta ülke böyle
örgütleri aslında duymuş fakat
Emniyet’teki imamın Kozanlı
Ömer olduğunu biliyordum,
kitapta yazdım. MİT’e bakan
imamın ismini de verdim savcıya. Tüm kurumlarda imamları var. Kozanlı Ömer ile ilgili
kitabımda dokümanlar da var.
Kozanlı Ömer’i şahsen tanı-
mam, Emniyet’te birçok insan
onu bilir. Rapor, Ömer’in neden
sorumlu olduğu, hangi operasyonları yürüttüğü, Cemaat tarafından yürütüldüğü ve emniyet
müdürü ve savcının sonradan
haberdar olduğunu belgelerle
anlatıyor. Kozanlı Ömer, Cemaat hiyerarşisinin başı. Hiyerarşi
olmazsa paralel örgüt çalışmaz.
Cemaat, ideolojik bir örgüttür.
Birtakım insanları gayrimillî
olarak görüyorlar ve kendileri
dışındaki herkesi dizayn etmeyi düşünüyorlar. İşadamları da,
sermaye de, basın da, üniversite de içeri girecekti. Kimlerin
tutuklanıp kimlerin serbest
bırakılacağı bellidir. Sahte
isimlerle dinleme yapıldı, sahte
tutanaklar tutuldu. El yazısı
doküman yok, dijital belgeler
yapıldı. Akla mantığa uygun
olmayan tanıklar sundular. Bazı
insanların evlerine utanç verici
çocuk pornoları yerleştirdiler.
Davamda yargılanan bir şahsın
bilgisayarında ‘Porno görüntü
var’ deyip tutanak tutuyorlar,
kötülemek için fotoğrafını çekip
dosyaya koyuyorlar. Bir saniyede altı görüntüye bakıldığı
görülüyor, mantık dışı…
Paralel örgüt benim de
odama sahte malzeme koydu.
Makam odam ve evimden
çıkan sahte kasetleri mahkemeye delil olarak sunan Kadir
Altunışık şu an Yargıtay üyesi.
HSYK da şikâyetlerime kayıtsız
kaldı. HSYK’da özel yetkili bir
anlayış var.
Emniyet’i, sonra yargıyı ele
geçirmek istiyorlardı. Asker
zaten yerle bir edilmişti. MİT’in
yönetiminde etkilileri yoktu.
Herkesi ekarte ederek ele geçirmeye çalıştılar. MİT ele geçerse
Hükümet kuklaya dönüşürdü.
7 Şubat hamlesi, MİT Müsteşarı
ve ekibini ele geçirmeye yönelikti.”
Paralel yapının Hrant Dink
cinayetini de kullandığını belirten Avcı, aslında dönemin
Trabzon Emniyet Müdürü ve
Cemaat’in MİT Müsteşarı yapmak için uğraştığı iddia edilen
şahsa doğrudan işaret ediyor.
Bütün bunlar düşünüldüğünde,
belki de Muhsin Yazıcıoğlu ve
beraberindekilerin şehadetlerinin aralanacağı anı yakalayıp
çıkışı göreceğiz.
“Mevlam görelim neyler...
Neylerse güzel eyler…”
Selçuk Kayıhan // [email protected]
Adaletin tecelli edişini görmek istiyoruz
MAVİ Marmara Davası’nda İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, İsrailli sanıklar için verdiği tutuklama kararına itirazın İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddi üzerine Interpol devreye girdi. Mavi Marmara
saldırısının sanıklarından İsrailli 4 komutan için kırmızı bültenle yakalanmalarının önünde artık hiçbir engel kalmadı.
Diyarbakır’daki
“yürekli isyan”
devam ediyor
DİYARBAKIR’da çocukları terör örgütü PKK
tarafından kaçırılan ve
seslerini duyurmak için
oturma eylemi yapan ailelerin eylemi bu ay da
devam etti.
>> İsrailli sanıklar hakkında
verilen tutuklama kararına sanık avukatlarının itirazı reddedildi ve karar kesinleşti. Dosya,
Interpol için Ankara’da.
Gemiye saldırıyla ilgili olarak
dönemin İsrail Genelkurmay
Başkanı Rau Aluf Gabiel Ashknazi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eliezer Alfred Marom,
İstihbarat Başkanı Amos Yadlin
ve Hava Kuvvetleri Komutanı Avishay Levi hakkındaki
tutuklama kararıyla öncelikle
şehit yakınları Filistin’in özgürlüğü için yüreklerini ortaya
koyanların ümitleri alevlendi.
Ancak bu güzel haberi perdelemek isteyen onlarca mahfille
karşı karşıya inananlar. Ve bu
mahfiller, maalesef Siyonist
İsrail’e o hep bildiğimiz veya
söylenegelen yancılık ve yardakçılık edenler değil, bugün
inananların adresi olduklarını
belirten bazı kurumlar ve
medya organları. Zira bu ümit
dolu haberi her gün konuşarak
bugün Müslüman Filistin halkına yine kan kusturup korku
aşı veren İsrail’i her an köşeye
sıkıştırmak yerine, terörist bir
devleti tartışmak yerine bir iki
terörist gruptan sürekli bahsetmeyi reyting için daha faydalı
görenler var bu memlekette.
Interpol tarafından aranan ve
tutuklama kararı kırmızı bültenle sabit olan söz konusu 4 İsrailli
komutan, bugün dünyanın 36
milletinin gözünün içine baka
baka “Bana dünyayı zindan
edene dünyayı zindan ederim!”
ihtarı çekiyor ve bu memleketteki Siyonist İsrail korkakları,
İsrail’le uzlaşı politikasından
yana pozda duranlar, haber
bültenlerin birkaç saniyelik ara
hücrelerine ve gazetelerinin
bir günlük baskısının ufacık bir
çerçevesine iliştiriyor bu mühim haberi.
Bu memlekette bir de Mavi
Marmara’ya otorite izninden
bahsedenlerin zürriyeti, söz
konusu davanın ve Filistin’in
hangi halde olduğunu, hangi
aşamada yürüdüğünü bilmeksizin bu davalar üzerine yüreklerini koyanların güya mezarlarını eşelemeye, yollarına çukur
kazmaya yelteniyorlar. Ey bu
memleketin zavallı korkakları!
Ha İsrail, ha siz; kurtçukların yediği kuru yapraklar gibi sizler de
ufalanıp yiteceksiniz, az kaldı…
>> AK PARTİ AR-GE
Başkanlığı tarafından gerçekleştirilen Çözüm Süreci
Çalıştayı’nın da yapıldığı bu
ayda neredeyse tüm devlet
erkânı Diyarbakır’daydı ve söz
konusu yürekli isyanı herkes
yerli yerince gördü. PKK’nın
ailelerinden zorla kopardığı
çocukların evlerine iadeleri
konusundaki baskı ise bütün
Türkiye’de artıyor. Bu baskılar küçük olumlu dönüşler
gösterse de ailelerin canına
bu durum tak etmiş vaziyette.
Öyle ya, devam eden eylem
sürecinde açlık grevine dahi
girildi ancak sonlandırıldı. Zira
çocukları ölüme, daha doğrusu yaşamsızlığa götürenler için
ailelerin açlık eylemi ne ifade
ederdi ki?
Gaziantep’ten dağa götürülen kızları için oturma eylemine katılan ve Berat Kandili’nde
ellerini açan annenin Rabbe şu
niyazı, adeta Rabia ahını andırıyor: “Allah, ‘Kapınıza gelen
dilenciyi boş çevirmeyin’ buyuruyor. Biz de Allah’ın evinde
Rabbimizden çocuklarımızı,
huzuru ve barışı dileniyoruz.
İnşallah Rabbim bizi boş çevirmeyecek. Başımızdaki bu bela
ve şerden Rabbimize sığınıyoruz. Allah bizi başımızdaki
sıkıntılardan beraat ettirsin.”
temmuz 2014
19
Türkiye Ajanda
Evren ve
Şahinkaya’ya
müebbet
Yerli “Atak” TSK’da
KENDİ millî imkânlarımızla geliştirilen taarruz ve taktik keşif helikopteri T-129 Atak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Başkanı Cemil
Çiçek ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı törenle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teslim edildi.
TAM da 12 Eylül’dü halkın sandığa gidip de
gönlünden geçeni hakikate yansıttığı o tevafuk gün. Tam 30 yıl sonra on sekizlik delikanlıların işkencelere tutulduğu, postalın düştüğü,
gülün kuruduğu tarihin
hesabı için varılmıştı fikir birliğine.
>>12 Eylül 1980 Darbesi’nin
iki önemli ismi olan Kenan
Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın
yargılandığı davada karar
verildi: “Müebbet”. Ankara’da
yürütülen duruşmalar neticesinde davayla ilgili savcının
belirttiği gerekçelerle istenen
müebbet hapis cezası karara
bağlandı. Şimdi son mercii
Yargıtay...
Konuya dair haber bomba
gibi gündeme düştüğü anda,
belki de birçok zihinde trajikomik bir durumun klibi
yayınlandı. Öyle ya, ülkede
yaptıkları darbe yargılanırken,
yine kendi yaptıkları anayasaya inanılıyordu. Ne hazin,
ne acı ve ne hayret verici bir
durumdu ki biz görmüştük bu
durumu.
Bundan sonraki süreçte
onama gelirse rütbeleri sökülecek söz konusu iki ismin
nasıl şekildeki bir ceza ortamına sokulacakları şu an için
bilinmiyor. Yaşları ve hazır
durumları sebebiyle kimi
acıyla bakan gözlerden hissedilenlerse “Bunlar çok yaşlı
ama yitirdiklerimiz de çok
gençlerdi” şeklinde.
Bugünleri de gördü Türkiye,
inşallah sivilliğini de, anayasasını da görür…
20
temmuz 2014
>> Teslimin gerçekleştirildiği
günün sabahı sanayi dolaşan
bu fakir, gökyüzünde seri turlar
atan Atakları gördüğünde çok
heyecanlandı, zira o günü bekliyordu.
Ancak bu heyecanımı trajik
bir komediye bırakan bir diyalogla karşı karşıya kaldım.
Aylar öncesinde birçok ülkeden
sipariş alan Atak helikopterin
üretimi ve satışı yalnız Türkiye
Cumhuriyeti’ne ait. Helikopter
üretimini gerçekleştirdiğimiz
gibi, bu üretimin teknolojisine
de sahip artık Türkiye. İşte bu
parantez tarzı açıklamayı yaptıktan sonra o diyaloğu başlatan
cümleye geliyorum. Müşteri
ustaya doğru, “Yerli malı diyorlar, neresi yerli malıymış?
İtalyan bunlar!” diyor. İşte bu
süreci bilen fakirin o an suratı
düşmüşken usta, müşteriye
cevabı veriyor: “Bizim göğümüzde, içindeki de bizden… Sen hâlâ
nerelerdesin?”
İşte ustanın verdiği o cevapla
yüzüm tebessüm ederken işimi
halledip haberlerin karşısına geçiyorum. Karşımda söz konusu
tören ve devlet gökte nişan takmış... Cumhurbaşkanı Gül şöyle
konuşuyor: “TAİ’nin ana üstlenici olduğu yerde, bu helikopterleri Türkiye’de ürettik. Nasıl
Boeing, Airbus o zaman ana
üstleniciyse, bu sefer burada da
TAİ ana üstlenici oldu. Tabiî ki
başka yerlerden aldığımız destekler de söz konusu. Bu, Türk
savunma sanayinin helikopter
yapımında, ‘know-how’ başta
olmak üzere geldiği noktayı
göstermektedir.”
İşte bendenizin aylardır takip ettiği ve her şeyiyle apaçık
tespit de budur! “Know-how”,
yani yalnız montaj ve yazılım
yükleme ya da sadece montaj
yahut da sadece yazılım yükleme değil, üretimin doğrudan
bilgisine sahip olmak, artık
doğrudan Türkiye’nin varlıklar
bilançosuna kayıtlı bir hesap.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise aynı törende şunları
kaydetti: “Biliyoruz ki yerli sanayimizin geliştirilmesi, silahlı
kuvvetlerimizin ihtiyaçlarının
yerli firmalarımız tarafından özgün ürünlerle karşılanması
-bunun altını özellikle çiziyorum- bizim için bir nevi istiklal
ve istikbal mücadelesidir.”
Milli tank Altay, milli gemi
Milgem, insansız hava aracı Anka ve başlangıç temel eğitim uçağı Hürkuş’un ardından
artık daha da yüksek ve daha
da sağlam projelere inşallah…
İstiklal ve istikbal için…
Dünyanın en büyüğü (olacak biiznillah)
VE nihayet, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’da bütün dünyayı kıskandıran üçüncü havalimanının temelini attı ve naziresini yaptı:
“150 milyon yolcu kapasitesiyle dünyanın en büyüğü olacak.”
Besmele çekildi. İşte bu Besmele sırasında yorumların yorumunu Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan yaptı:
“Bugün sadece İstanbul değil,
Türkiye tarihî bir anı yaşıyor.
6 kıtanın, bütün dünyanın en
büyük havalimanı, işte bugün,
burada yükselmeye başlıyor.
Bu havalimanı kamu kaynaklarıyla değil, özel sektörümüzün
kaynaklarıyla, yap-işlet-devret
modeliyle inşa edilecek. Havalimanının inşası özel sektör
tarafından gerçekleştiriliyor. 25
yıl buranın işletmesini bu firmalarımız yapacak, ayrıca devlete
de bunun karşılığında kira
ödeyecekler. Kamu kaynaklarını kullanmadığımız gibi, bu
havalimanı sayesinde kamuya
çok önemli miktarda kaynak da
kazandırmış oluyoruz.
>> Aslında bu temel atma
töreni ve söz konusu havalimanına ilişkin yorumları belki
de bir yıldır, ta Gezi olayların-
dan beri her gün yapıyorduk.
Hafriyat işlemlerinin yapıldığı
esnada kimi engellemelerle
karşılaşılsa da kamu yararının
ne demek olduğunu, lordlar ve
baronların yararıyla eşdeğer
görenlerin tuzakları tutmadı ve
inatla başlangıcın başlangıcına
Artık “Çözüm Yasası”
ÇÖZÜM Süreci’nin yasalaşarak “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” adını aldığı çalışma TBMM’de kabul edildi.
>>Böylece terörün sona
erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine
yönelik siyaset, hukuk, sosyoekonomi, psikoloji, kültür, insan
hakları, güvenlik ve silahsızlandırma konulu alanlarda adımlar
atılacak. Gerekli görülmesi halinde, yurtiçi ve dışındaki kişi,
kurum ve kuruluşlarla temas,
diyalog ve görüşme yapılabilecek. Silah bırakan örgüt
mensuplarının eve dönüşleri
ile sosyal yaşama katılım ve
uyumlarının temini için gerekli
tedbirler alınacak. Çözüm Süreci kapsamında yapılan çalışmaların koordinasyonu ise Kamu
Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı tarafından yürütülecek.
Düzenleme kapsamında verilen görevler, ilgili kamu kurum
ve kuruluşlarınca ivedilikle
yerine getirilecek. Düzenleme
kapsamında verilen görevleri
yerine getiren kişilerin hukukî,
idarî veya cezaî sorumluluğu
doğmayacak.
Buraya yalnız havalimanı
değil, bir zafer anıtı dikiyoruz…”
Hangi zaferi kastettiğini,
dilerim bizi okuyanlar kadar
okumayanlar da anlarlar…
Balyoz sanıklarına
tahliye
ANAYASA Mahkemesi’nin
“ihlal” kararı kapsamında
Balyoz Darbe Planı üzerine
açılan davada yargılanan tüm
sanıklar tahliye edildi. Tahliyeden yararlanamayan birkaç
sanığın ise başka davalar
sebebiyle tutuklulukları devam edecek. Anadolu 4. Ağır
Ceza Mahkemesi’nin verdiği
karar doğrultusunda Silivri, Hadımköy ve Hasdal Askerî
Cezaevi’nden tahliyeler gerçekleşti. Aralarında Em. Orgeneral Çetin Doğan, eski Deniz
Kuvvetleri Komutanı Em. Oramiral Özden Örnek, eski MGK
Genel Sekreteri Em. Orgeneral
Şükrü Sarıışık gibi isimlerin de
bulunduğu 92 kişi bu karardan
yararlanmış oldu. temmuz 2014
21
Dünya Ajanda
İsrail? Her zamanki gibi!
İSRAİL’de her seçim, bir önceki Filistin zulmünün katlanarak genişleyeceği vaadiyle sürer ve bu vaad mutlaka yerine getirilir. İşte
öyle bir kronolojide başladı her şey ve 10 Haziran 2014’te, İsrail
Cumhurbaşkanlığı’na eski Meclis Başkanı Reuven Rivlin seçildi. Likud
Partisi üyesi ve sert “sağcı” kimliğiyle –elbette- bilinen Rivlin, Kudüs
doğumlu -hani Filistin toprağı olduğu halde bugün yakıp kavrulan şehirden-…
cağından endişe edilen eşkıya
devletin yüzsüzleri, “bin hedefi”
bombaladıklarını açıklıyorlar.
Demek ki bombalanan hedef
binin de üzerinde ve Hamas’ın
“İsrail askerî mevzilerine 77
roket attık” açıklaması bunun
yanında hiç…
Hatırlıyorum da Netanyahu,
Hamas-Fetih anlaşmasına tepki
olarak “Filistin barıştan yana
değil” açıklamasını yapmıştı.
Söz konusu “uçurum neye karşı
koyuyor”? “Karşı koyan uçurum” Tevrat’ın hangi bahsinde
geçiyor? “Sivilleri öldürmek
istemiyoruz ama…” diye başlayan beyanların tiksinti verici
yüzlerle arzından utanmalarını
beklemiyoruz, ancak Tevrat’tan
ayetler okuyarak bomba yağdırdıklarını izledikçe insanlığından utanıyor insan.
Otorite kan kusturuyor, otorite cambazları Ramazan iftarları
düzenliyor dünyanın bütün
semavî dinlerinin mensuplarıyla. Otorite kan kusturuyor,
emdiği kan yetmezmiş gibi
kustukça daha fazla kan emmenin iştahına erişiyor ve otorite
cambazlarının “dostları olanlardan dinlerinin emri gereği
yapılan bu saldırılara elbette
gık çıkmıyor, dua ile destek
veriliyor”; Türkiye’nin Filistin
hakkındaki dava sahiplenişini
dünyaya şamar gibi patlatanın
ardından ise işler çevriliyor.
>> O günlerde İsrail, dünya
kamuoyuna üç Yahudi yerleşimcinin kaybolduğunu duyurdu. Onları bulmak için elbette
varını yoğunu ortaya koyacaktı.
Doğru, varını gösterecek, ortada
koskoca bir “yok” bırakacaktı.
Önce Batı Şeria’da düzenlenen
baskınlarda çok sayıda ev zarar
gördü. Bu baskınlarda 55 kişi gözaltına alındı, daha sonra da bir
mülteci kampında 9 kişi. Söz konusu baskınlarda birçok evin
duvarları yıkıldı, Filistinlilere ait
bilgisayar ve cep telefonu gibi
birtakım özel eşyalara el konuldu. Hamas üyelerinin evlerine
düzenlenen baskınlarda ise
milletvekilleri ve eski bakanların da bulunduğu 150’den fazla
kişi gözaltına alındı. Ancak söz
konusu gözaltılarda ilginç bir
detay vardı: Gözaltına alınanların çoğu, daha önce kaçırılan
22
temmuz 2014
İsrail askeri Gilad Şalit’in serbest
bırakılması karşılığında tahliye
edilen tutuklulardı.
Üç Yahudi yerleşimcinin
aranması hikâyesi devam
ededursun, bir gün Filistinli
17 yaşındaki Hudayr, benzin
içirtilerek yakılmış vaziyette bir
şehit olarak bulundu. Otopsiye
göre Hudayr, canlı haldeyken yakıldı. Bu otopsi haliyle
İsrail’de yapıldı, ancak İsrailli
yetkililerden hiçbir açıklama
tabiî olarak gelmedi.
Hudayr’ın şehadetinin ardından sokak eylemleri başlatan
Filistinlilere haliyle İsrail askerleri müdahale etti. İsrail askerleri müdahale etti derken…
Terörist devlet, Gazze’ye
“Karşı Koyan Uçurum” mealindeki bir isimle askerî operasyon
başlattı. 20 bin yedek askerini
çağırarak sınırlara yığan yağma
devleti, hayat tünelleri diye
bilinen ve Filistin’in maalesef
can damarı niteliğindeki geçitleri vurdu. Gerekçe, Hamas ve
El-Kassam’ın İsrail topraklarına
roketli saldırılarıydı fakat ne
Hamas, ne de El-Kassam roket
attığını kabul etti. Ortada, ustasından yalanların döndüğü
zaten belliydi.
İsrail her gece uçakları ve
toplarıyla bombardımana
tuttuğu Filistin’i ablukaya aldı.
Haberleri düzenlediğimiz
vakitlerde hayatını kaybedenlerin sayısı 200’ü bulmuştu.
“Hayatını kaybeden Filistinli”
demedik dikkat ettiyseniz, zira
ölen veya yaralanan İsrailli yok,
zira İsrail’e atılan top yok, roket
yok. Her an kara harekâtı yapa-
Filistin meselesinde
Filistin’den tarafız. Tarafız her
mazlumun yanında atamız
Selçuk ve Ertuğrul gibi. Zira
onlar, Hakk’ın emri gereğince
saflarını belli ettiler. İşte biz
bu yüzden “Bu meselede taraf
olmayan bertaraf olur” diyerek
sakız muhabbeti yapanlardan
değil, “Filistin’den taraf değilsen
zulme tarafsın” diyen gönüllülerdeniz.
Otorite dostlarının inanç
hoşgörüsü çikletiyle ağız gevelemeleri ortadayken hiçbir
hoşgörü göstermeksizin ve
dinlerinin emri üzere toplu cinayetler işleyen İsrail Devleti’ni
Kahhar ism-i celilinle kahreyle
ya Rab! Düştükleri zulmün
pençesinden kurtulacak iman,
akıl, siyaset ve fen gücünü her
mazluma lütfeyle; kör ve sağır
dünyanın kulaklarına ses,
gözlerine fer ikram eyle. Sen ki
Kadir-i Mutlak’sın, bizler aciziz
ve bütün ümitlerimizi Sana
bağladık… (Âmin.)
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
3. Havalimanı Frankfurt’u korkutuyor
LAFI evelemeye gerek yoktu ki geçen yıldan beridir kimlerin neler
yaptığını park bahçe eylemlerinden biliyorduk. İşte bu noktada bir itiraf ve alçak bir planın anatomisini sunan kişi, Frankfurt Havalimanı ile
ülkemizde Antalya Havalimanı’nı da işleten Fraport’un Yönetim Kurulu
Başkanı Stefan Schulte oldu.
>> Schulte, İstanbul’a yapılacak üçüncü havalimanının
kendileri için “üstesinden
gelinmesi gereken bir sınama”
olacağını söyledi.
Alman Haber Ajansı’na
konuşan Schulte, 150
milyon yolcu kapasiteli
bu havalimanının, Frankfurt Havalimanı’nın büyümesini olumsuz etkileyeceğini
belirtti. Avrupa’nın üçüncü
büyük havalimanı olan Frankfurt Havalimanı, güçlü iç pazar
için büyük önem arz ediyor ve
Avrupa’daki turizm trafiğinin de
en önemli duraklarından biri.
İstanbul’a Antalya gibi bakamayan Schulte, Almanya’nın
bakışlarının böylelikle tahlilini
yapma imkânı sunuyor. Acaba
İstanbul’daki üçüncü havalimanının yapım ve işletmesini
cumhurunun başı
SONUNDA emeline vardı ve Mısır’a Cumhurbaşkanı oldu darbeci Sisi.
Katılım oranıyla eleştirilen Mursi’nin seçimini mumla aratan Sisi,
yüzde 9’un seçtiği cumhurbaşkanı olarak tarihe azınlık cumhurunun
başı olarak geçecek.
kendileri kazansalardı aynı
açıklamayı yaparlar mıydı?
Geçen yıldan bu yana gerçekleşen üçüncü havalimanı engellemelerini görmez miydik?
Doğru ya, üçüncü havalimanı
İmama baltalı saldırı
SON yıllarda sanırım
Avrupa’daki ırkçı saldırılardan
bahis açılsa ilk akla gelecek
kişi Anders Breivik olacaktır.
Norveç’te onlarca kişiyi gözünü
kırpmadan ve bir ibadet huşusu
Sisi: Azınlık
içinde katleden Breivik’in ülkesi
Norveç’te bu kez de bir cami
imamına baltayla saldırıldı.
Olay, yabancıların yoğun
olarak yaşadığı Grönland semtinde geç saatlerde meydana
da yerli sermaye, tüh!..
Fraport şirketi İstanbul’da
yapılacak yeni havalimanının
inşası ve işletmesi için bir Türk
partnerle birlikte ihaleye girmiş,
ancak kazanamamıştı.
geldi. Yatsı namazını kıldırmak
üzere evinden çıkan imam
Nehmat Ali Shah, bu sayfalardan “Norveç’te ezan” haberiyle
de duyurduğumuz ülkenin en
büyük camii olan Ehl-i Sünnet
Camii’ne yürüyerek gittiği sırada yüzü maskeli bir kişinin saldırısına uğradı. Saldırıdan sonra
hastaneye kaldırılan Shah’ın
durumu iyiye gidiyor.
Bahsini ettiğimiz ezan haberini işlediğimiz günlerde,
Norveçli ırkçı ve uç zihniyete
sahip kişilerin cami ve ezana
sert şekilde karşı çıktıklarından
bahsetmiştik. Öyle ki aynı caminin kapısına daha yaklaşık
iki ay önce kesik bir domuz başı
konulmuştu. Dünyadaki İslamofobyaya değinirken bu tür
saldırıları fazla mı atlıyoruz ne?
Hani neredeyse bu tür saldırıları yapanlar bile “Müslüman
teröristlerden korktuğum için
yaptım” diye kendilerine müdafaa yolu açacaklar; endişemiz
büyük… Anayasa Mahkemesi’nde
yapılan yemin töreniyle Adli
Mansur’dan görevi devralan
Sisi, hani bizim “Şaka gibi!” diye
niteleyeceğimiz bir konuşma
yaptı: “Mısır bugün tarihî bir
âna tanıklık ediyor. İlk kez
görev süresi dolan bir cumhurbaşkanı, el sıkışarak, görevini
seçilmiş bir cumhurbaşkanına
devrediyor.”
Zaten bu cümleleri duyduğunda insanın tüyleri ürperiyor. Mısır’da ilk kez el sıkışılarak bir devir yapılmışmış…
Daha sonra da şöyle diyor Sisi:
“Mısır gibi değerli ve özel bir
ülkeden mesul olmak, büyük
bir sorumluluk gerektiriyor.
Cumhurbaşkanı olarak seçilmem, özellikle samimi bir şekilde Mısır’a yardımcı olanlar
başta olmak üzere, tüm dünya
için yeni bir tarihin başlangıcı
olacak. Terörle mücadelemiz
sürecek.”
Terörle mücadeleden maksadı, sanırım ihanet darbesini
vurduğu Mısırlılar ile Müslüman Kardeşler oluyor. Zira
dünyada zulüm saçan bütün
liderler bu tür bir mücadeleden bahsediyor.
Bu arada Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül de Sisi’yi
tebrik etti. Maalesef…
temmuz 2014
23
Dünya Ajanda
Aynı babası!
Uygur bölgesinde
SURİYE’de gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimini yüzde 88,7’lik
(!) oy oranıyla Beşşar Esed kazandı. Suriye Halk Meclis Başkanı Muhammed Cihad el-Lahham’ın iddiasına göre seçime katılım oranı yüzde 73,42. Hani mezar oyları denen şey böyle oluyor sanırım.
>> Bu arada Şam’da, televizyonlarda devlet başkanlığı
seçimini Beşşar Esed’in kazandığının duyurulmasından sonra
açılan kutlama ateşinde 7 kişi
hayatını kaybetti. Adamı sevmek ölüm, yermek ölüm…
Seçimlere dair Suriyeli muhaliflerse internet üzerinden yayınladıkları fotoğraf ve görüntü
kayıtlarıyla meşruiyeti sorgulanan seçimi daha da tartışılır hale
getirdiler. Söz konusu belgelere
göre Esed rejimi, kontrolünde
tuttuğu bölgelerde “esir” vatandaşları ve kamu çalışanlarını
oy vermeye zorluyor. Yine bir
seçim merkezinden alınan
görüntüde, cep telefonundan
kimlik bilgilerini gönderen bir
Suriyelinin yerine oy kullanıldığı görülüyor.
Öte yandan devlet televizyonundaki canlı yayında farkında
olmadan ekranlara yansıyan
ifadeler hayret uyandırdı. Canlı
yayında olduğunu fark etmeyen spiker, görüş almak için
hazırlandığı vatandaşlara “Sizden ‘Seçimler çok iyi bir ortamda geçiyor. Seçimlere katılmak
için İdlib’den geldik’ demenizi
24
temmuz 2014
istiyorum” şeklinde bir telkinde
bulunuyor.
Elbette Esed’in varlığı gibi
seçimi de meşruiyet açısından
sıkıntılı. Hama ve Humus’la başlayan ve günümüzde her haliyle
iç savaşın yaşandığı Suriye’de
rejimin her hareketi öldürmeye
yönelik. Esed rejimine bağlı
birlikler, muhaliflerin kontrolünde yer alan Bayırbucak Türkmen bölgesindeki köylere hava
saldırılarında bulunuyor. Daha
önce rejim güçleri Lazkiye kırsalında yer alan Cebel Ekrad bölgesine de kara ve hava saldırısı düzenlemiş, Bayırbucak’a yakın
bölgedeki Keseb kasabasını ele
geçirmişti. Bu arada Suriye’de Esed’den
dört yıldır beklenen genel af
da ilan edildi. Söz konusu afta
en çok dikkat çeken kısım,
“firarî ve kanun kaçaklarının
ancak teslim olmaları halinde
karardan faydalanabilecekleri”. İç savaşın devam ettiği
Suriye’de Esed rejimi daha önce
de birkaç kez af ilan etmiş, ancak
genel af boyutunda olmamış ve
net şekilde duyurulmamıştı.
13 idam
ÇİN’in
Sincan Uygur Özerk
Bölgesi’nde
13 kişi, “terör
faaliyetleri
düzenlemek,
kasten adam öldürmek ve
kundaklama” iddiaları ile
idam edildi. Çin, bu ve benzeri
davalarda şüphelilerin yargılama sürecine ve isnat edilen
suçlara ilişkin ayrıntılı bilgileri
kamuoyu ile paylaşmıyor. Ülkede “bölücü” oldukları iddia
edilen kişilerin aldıkları cezalar ve ceza infazları sadece
resmî medya kanalıyla kısıtlı
şekilde duyuruluyor. Dolayısıyla söz konusu 13 soydaşımızın hangi gerekçelerle tutuklanıp nasıl idam edildiklerine
dair bilgi edinemiyoruz. Ancak
Çin’in uyguladığı hukuksuzluğun farkındayız. Zira “bölücü”
diye nitelediği insanlar zaten
“özerk”, yani bölünmüş bir
çerçevedeler. Bu noktada
artık Doğu Türkistan halkının
Çin zulmü altında ezilmesine
tahammülümüz kalmadı!
Eş-Şebab dehşet saçıyor
KENYA’da, Afrika’nın baş
belası olan Eş-Şebab tarafından
düzenlenen ve yüzlerce kişinin
hayatını kaybetmesine sebep
olan saldırıların ardından,
Mpeketoni’deki Müslümanlar,
olası saldırılardan korunmak
için bölgeyi terk ediyorlar.
Hıristiyanların yoğun olarak
yaşadığı Mpeketoni’nin Lamu
bölgesinde Hıristiyan milislerle
Eş-Şebab arasındaki gerginliğin
artması Müslümanları tedirgin
ediyor. Çünkü bu çatışmalar
sırasında Eş-Şebab, güya Müslümanları Hıristiyanlara karşı
temsil ederken Müslüman evle-
rini yakıp yağmalamayı ihmal
etmiyor. Bölgedeki Müslüman
etnik grup olan Swahililer, işte
bu yüzden daha sakin yerlere
göçmeye başladılar. Yani Afrikalı
Müslümanların hepsine aynı
senaryo: “Savaş var! En iyisi mi
siz bu toprakları terk edin…”
Bu ortamdaki en ilginç durum
ise şu: Bölgede Müslüman kıyımı yapan örgüt İslam ile lanse
edilirken ve Müslümanlar bu
örgüt yüzünden topraklarını
terk etmek zorunda kalırken,
Müslümanların topraklarını terk
etmemeleri için uğraşanlarsa
bölgedeki Hıristiyan komşuları…
İran, Türk
taşımacılardan “yakıt
fark ücreti” alıyor
İRAN petrol satışında bir
devrime imza atıyor. Yalnız
bu petrol satışı, öyle uluslararası anlaşmalar veya lider
görüşmeleriyle filan resmedilen satışlardan değil, bayağı
benzin istasyonundaki pompa
satışı. Ne yapıyor peki? Türk
taşımacılarından “her bir sefer
için tek yönde ortalama 750
dolar” yakıt fark ücreti alıyor.
Türkiye’de akaryakıt fiyatlarının yüksekliğinden haberdar
olan İran, belli ki kendi topraklarında daha ucuz olan akaryakıtın, Türkiye endeksiyle
farkını kapatmaya çalışıyor.
Belli ki “Her zaman Türkiye’de
mazot alan kamyonların ne
günahı var? Kul hakkı geçmesin!” diye düşünmüşler. Şaka
bir yana, bu uygulama yalnız
Türk nakliyecilere uygulanarak hukuksuzluğun zirvesini
gösteren örneklerden birini
teşkil ediyor.
Yunanistan’a
ikinci uyarı
AVRUPA Konseyi’nin
karar organı olan Bakanlar
Komitesi, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin Batı
Trakya’daki Türk azınlıkla
ilgili verdiği kararlara saygı
göstermediği gerekçesiyle
Yunanistan’ı ikinci defa uyardı. Batı Trakya Türklerinden
olan Hasan Bekir Usta ve
arkadaşları, Yunanistan’ın
insan haklarına aykırı bir
hukuk uyguladığı gerekçesiyle
meseleyi AİHM’ye taşımış,
ancak Yunan makamlarından
gerekli karşılık alınamamıştı.
Usta ve arkadaşlarının 1995’te
kurduğu “Evros Valiliği Azınlık
Gençlik Derneği”, mahkeme
tarafından kuruluş nedeni gerekçe gösterilerek kapatılmıştı.
Yunanistan’ın hukuksuzluğu
19 yıldır sürüyor... Teşekkürler
Avrupa! İkinci uyarı şarttı (!)…
Nijerya’da terör daha da hızlandı
GEÇTİĞİMİZ aylarda Nijerya’daki terör eylemlerinden ve özellikle
Boko Haram adlı terör örgütünden bahsetmiştik. Afrika’nın yaşadığı
sürekli iç savaşların altyapıları daima hazır tutuluyor.
>> Bunlardan olan bir hamle
de Nijerya’nın kuzeyindeki
Yobe eyaletinin başkenti olan
Damaturu’da maç izlemek için
toplanan 50 kadar kişinin bulunduğu bir mekânın yakınında
düzenlenen bombalı saldırı
oldu.
14 kişinin öldüğü, 26 kişinin
yaralandığı saldırı, 2014 FIFA
Dünya Kupası karşılaşmalarından Brezilya-Meksika maçının
oynandığı sırada gerçekleşti.
Damaturu, Boko Haram örgütünün güçlü kalelerinden
olan Borno eyaletinin başkenti
Maiduguri’ye neredeyse komşu. Dolayısıyla daha öncelerde
de Boko Haram militanlarınca
düzenlenen birkaç bombalı
saldırının hedefi olmuştu.
Ortadoğu’da IŞİD, Afrika’da
Boko Haram, Eş-Şebab derken,
“İslam’la lanse edilen bu terörist
örgütlerin Müslümana zarar
vermedikleri bir toprak parçası
var mıdır acaba?” diye düşünüyor insan.
Barzani: “Referanduma gideceğiz”
IŞİD’in savurduğu Irak’ta ayrılık sesleri yükseliyor. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi
Başkanı Mesut Barzani, Kerkük ve diğer sorunlu bölgelerde, Irak Anayasası’nın
140. Maddesi çerçevesinde referanduma gideceklerini açıkladı.
>> Barzani, Birleşmiş Milletler (BM) Irak Temsilcisi Nikolay
Miladinov’u kabulünde yaptığı
konuşmada, Irak ordusunun
çekilmesinin ardından Peşmergenin kontrolü sağladığı
bölgelerde referanduma gideceklerini belirtti.
Irak Anayasası’na göre
statüsü netleştirilmeyen bölgelerde aslında 2007 yılında
referandum yapılması gerektiğini hatırlatan Barzani, “Ancak
bizimle ittifak kuran Bağdat’taki
yöneticiler bu uygulamanın
karşısında durdular. Yaptığımız
anlaşmadan geri adım attılar.
Maalesef Bağdat’ın yanlış siyaseti ve diğer unsurları dışlaması
sonucu sorunlar derinleşerek
bugün yaşadığımız krizi ortaya
çıkardı. Bu krizin ortaya çıkmasına neden olanlar, siyasetlerinin çöktüğünü kabul ederek
yeni bir sürecin önünü açmalıdırlar. Krizin çözümü, Bağdat’ın
siyasetini değiştirmesinden
geçiyor” dedi.
Ortadoğu’nun sıcaklığı hiçbir
dem düşmüyordu ki Irak’ın
savruluşu çok şeylere gebe kaldı. Artık doğacakların normallikle mi, yoksa sezaryenle mi
ortaya çıkacağı merak konusu.
Türkiye’nin bu noktada alacağı pozisyon ise belki de dünyada
en çok bekleneni.
temmuz 2014
25
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
26
IŞİD’iniz gücünüz
metni ve de bu metnin hemen altında da
Efendimiz’in (s.a.v.) yüzüğünde yer alan ve
kaleme aldırdığı mektup ve anlaşmalarda
kullandığı “Allah Resulü Muhammed” yazılı
mühür bulunuyor.
S
Bütün İslam sembolleriyle dolu flamanın
“IŞİD bayrağı” olarak özellikle yayınlanması
ve tüm dünyaya az sonra bahsedeceğimiz
haberlerle servis edilmesi bütün bu kepazeliği yeterince anlatıyor.
yok mu sizin?
ANIRIM bu ayın en öncelikli konusu IŞİD oldu. İsmi “Irak-Şam İslam
Devleti” olarak açılan örgütün IŞİD
şeklindeki kısaltma adının Türkçedeki telaffuz zorlanması medyamızdaki günümüz yazı işleri tayfasının hız düşkünlüğüyle birleşince
sürekli İŞİD, hatta İŞİT biçiminde
tekrarlanması gülünçtü.
temmuz 2014
Benim aklıma “IŞİD” dendiğinde hemen Adana’da durdurulan MİT tırları ve
dolayısıyla vatana dibine kadar yapılan
ihanetin pespayeliği geliyor. Evet, ille de bu
olayı hatırlıyor ve zaten unutamıyorum.
Durdurulan MİT tırları üzerinden her gün
Türkiye’nin bu söz konusu terör örgütüne
sahip çıktığı ve ona silah yardımı yapmak
amacıyla o tırları gönderdiği yalanı alçak iftiralarla sunulup durulmuştu. Ancak Allah,
bu oyunun nihayete erişini bütün dünyaya
bambaşka bir hayırla göstermişti.
Bu oyunun ayyuka çıkışından çokça
zaman geçmedi, ancak gündemin yoğunluğunda bunalan topluma IŞİD bambaşka
bir suretle gösterildi ve bu ülkede altı ayda
neler olduğu unutturulmaya çalışıldı. Rotasını Suriye’den güya Irak’a çeviren IŞİD,
önce Musul’u düşürdü, Başkonsolosumuzu,
ailesini, çalışanlarımızı ve şoförlerimizi
rehin aldı, Şii katliamı yaptı, Telafer’e hâkim
oldu, Türkmenlere kıydı ve zorunlu göçe
zorladı, büyük petrol rafinerilerini ele geçirdi derken, bir haber gördük ki küçük bir
çocuğumuz, Suriye sınırında, birkaç aydır
IŞİD için çarpışırken yaralandığı için “resmen” ülkesine, yani Türkiye’ye iade edilmiş
vaziyette bulundu. Rabbim kendisine şifa,
ailesine de sabır versin, bu yavrumuzun
yaşı ve oturduğu muhit üzerinden bir kara
propaganda sağanağı daha yedik. Nasıl mı?
Zaten şu bizimkilerin yazı işleri tayfasının pek de haber içeriğiyle arası da yok; bu
aşikâr... Zira bu örgütle alakalı tüm haberleri
kirletmeye çalıştıkları İslam’dan habersizce
yayına vermeleri ve örgütün kimliği ve
neye hizmet ettiği fikrinden yoksun olmaları her şeyi açıklıkla gösteriyor.
Söz konusu örgütle yürütülen kara propaganda ile örgüt üzerinden İslamî metin ve
semboller öyle ayağa düşürülmeye çalışılıyor ki bir algı hücumuna tutulan toplumda
bütün normaller olağandışı hale getiriliyor.
Örgüt tarafından kullanılan ve medya
eliyle aşağılanan en mühim ve en basit
sembol, “IŞİD bayrağı” olarak lanse edilen
flama. Bu flamada öne çıkan ve İslam adına
son derece normal olan dinî ve tarihî üç
parça var. Bu üç parça da iç içe kullanılıyor
ki flama, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.)
kullandırdığı ve savaş ile anlamlandırılan “siyah sancağın” siyahını taşıyor. Bu
siyah fonun en üstünde Arapça Kelime-i
Tevhid, yani “Allah’tan başka ilah yoktur”
Söz konusu yavrumuz, Ankara’nın Altındağ ilçesinde ikamet eden bir ailenin
çocuğu. Beş arkadaşıyla birlikte ve aynı
bölgeye giden ağabeyinden aldığı cesaretle
Esed muhaliflerinin yanında savaşmak için
Suriye’ye geçmiş kaçak yollarla. Daha 15
yaşında.
Bu genç kardeşimize dair haberi gördüğüm an, aklıma başrollerinde Ozan Bilen ve
Ali Sürmeli’nin oynadığı “Girdap” adlı Türk
yapımı film geldi. Gerçek bir hikâyeden
yola çıkılarak çekilen Girdap’ta, İstanbul’a
üniversite eğitimi için gelen gencin, arkadaş
eliyle İslam kodlu sohbetlere gidip gelirken
nasıl bir intihar komandosu olduğu anlatılıyordu. Gencin bu aşamaya gelmesindeki
en önemli araç, mazlum coğrafyalarda
Müslümanların başına gelen korkunç zulüm görüntüleriydi. Evet, bizim Altındağlı
yavrumuzun da verdiği ifade aynı şeye
karşılık geliyor ve internette izlediği görüntüler sebebiyle oraya gitme kararı aldığını
söylüyordu.
Gelelim buradan devamla Hacı Bayram
haberlerine. Ankara’nın en bilindik İslam
Uluğ Bayındır // [email protected]
hafızası Hacı Bayram-ı Veli
Hazretleri’ni işaret eder.
İslam tarihi Ankara’da daha
eski olsa da onun kutbu’l
evliya oluşu bu düşünceyi
uyandırır. Hazretin cami
ve türbesinin bulunduğu
Ankara ilçesinin adı da ne
tevafuktur ki Altındağ’dır.
Size IŞİD bayrağındaki üç
sembolün ardından dördüncü kuşun da nasıl vurulduğunu anlatabiliyor muyum?
Bu medya, sırf Hacı Bayram-ı
Veli Hazretleri’nin kabir
etrafı ile ilgili dosya haberler
yaptı. Başbakan Erdoğan’ın
oğlu Bilal Erdoğan’ın da
gittiği lokantayı IŞİD’ci yapan
medya, Ankara’da manevî
tasarrufundan himmet
bekleyen ve Hacı Bayram’ı
çok seven Müslümanları ve
Erdoğan destekçilerini şimdi
kim bilir ne yapmazdı? Fakat
Allah’ın izniyle bu tuzaklar
tutmadı, tutmayacak.
Sonra İstanbul’daki bir
tişört satıcısının haberlerini
gördük. “IŞİD İstanbul’da”
başlıklarıyla verilen haberde
yayınlanan fotoğraflarda
“tek” görülen şey, yukarıda
bahsini ettiğimiz “Peygamber (s.a.v.) mührü”. Şimdi aynı
mührün söz konusu olduğu
bir başka haberi taşıyalım
buraya. Haber şöyle: “(Başlık)
Arabanın arkasında o işareti
görünce... Adana’da, terör
örgütü IŞİD’in de kullandığı
Arapça harfler bulunan
çıkartmanın yapıştırıldığı
otomobil trafikte dikkat
çekti. Arka camında ‘Zalimler için yaşasın cehennem’
yazan ve amblem bulunan otomobil, kentin en işlek
noktalarından olan Mücahitler Bulvarı’nda ilerledi.
İçerisinde iki kişi bulunan
otomobilin üzerinde IŞİD’in
de kullandığı çıkartmayı görenler, araçlarının kornasını
çalarak duruma tepki gösterdi. Bir süre trafikte ilerleyen
araç, daha sonra gözden
kayboldu. Sosyal medyada
bazı vatandaşlar, söz konusu
mührün ‘Peygamber mührü’
olduğunu belirtip duruma
tepki gösterdi.”
Dedik ya, bu algı operasyonuyla normaller olağandışı hale getirildi. “Zalimler için
yaşasın cehennem” biçimindeki söz, Bediüzzaman Said-i
Nursî’ye ait. Bir arabanın
arkasına yazılı olması, “Aşıksan vur saza, şoförsen bas
gaza” kadar normal bir şeydir. Bu durum, bir tür meşrep
ve fıtrat meselesindendir.
Araba zaten “Mücahitler
Bulvarı”nda seyrediyormuş
(!); bütün şeriatçılığıyla
IŞİD’ci olduğu belli bu iki
kişinin. Hele mührü görenler
basmışlar kornalarına, “Bize
mi çalıyor bunlar?” diye
afallayan iki kanka basmışlar Bağdat’a doğru, gözden
kaybolmuşlar (!)…
“Allahu Ekber”
deyince…
S
İYAH sancak, Kelime-i Tevhid, Peygamber (s.a.v.)
mührü, Hacı Bayram-ı Veli ve Ramazan’da oruç
tutmama sembollerinin ardından, bir başka sembol olan “Allahu Ekber” tekbirini içeren bir haberi
işleyeceğiz şimdi de.
Yahu hele bu mühürden
ne istediniz? Sosyal medyada bazı kişiler “Peygamber
mührü” diye tepki göstermişler de lütfedip ahmakça
yayına sürmüşler. Eğer bir
kez araştırmış ve biliyor
olsalardı o mührün özelliğini, zaten diğer haberleri de
yapmazlardı. Fakat bunu
bilmek gibi bir dertleri yok,
zira istedikleri her an kuş
vurmak…
Bir ara şu da geldi aklıma:
Yaklaşık iki yıldır Adnan
Oktar’ın kedicikleriyle ilgili
haberle İslam’ı bir erotizm
malzemesi haline getirmeye
çalışıyor bu medya; bir gün
olsun kedicik yayınların
kesitler alırken hiç mi görmemişler aynı mührün Adnan
Oktar tarafından da kullanıldığını? IŞİD’le kedicikleri bir
arada düşünemezler değil
mi?
IŞİD’le ilgili son kuş da
Ramazan ile ilgili. Oruç
tutmayanlara kırbaç cezası
uyguladığını Twitter aracılığıyla duyuran örgüt, ele
geçirdiği bölgelerde oruç
tutmayanları tespit ettikten
sonra çeşitli şekillerde cezalandırdığını gösteriyor. Bizim
medyanın haber şekline
göre IŞİD, El-Bağdadi’nin
halife ilan edildikten sonra
hâkim olduğu yerlerde şeriat
kanunlarını geçerli kıldı;
tıpkı Taliban gibi.
İşte bütün bu iç karartıcı
operasyonların arasında
bize yine her bayram olduğu
gibi “Bayramsa bayramınız
mübarek olsun” demek
düşecek ağız ucuyla. Eğer
size özel verilecek bir lütuf
olsaydı, bunun şu garabet
medyayı susturmak olmasını istemez miydiniz?
Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde bombalı saldırılarda çok sayıda kişi hayatını yitirmiş, kızını ve
torununu kaybeden 72 yaşındaki Döne Kuvvet’in yaşadığı acı patlamaların simgesi olmuştu.
>>Haber şöyle: “İstanbul’dan
Şanlıurfa’ya giden yolcu otobüsündeki A.K.,
sabaha karşı ‘Allahu
Ekber’ diyerek elindeki bıçakla etrafına
saldırıp üç yolcuyu
boynundan ağır yaraladı. A.K., iddiaya göre
sabaha karşı, diğer
yolcuların uyuduğu
sırada eline aldığı
bıçağı ‘Allahuekber’
diyerek yolcuların
boyunlarına saplamaya başladı. Saldırgan,
otobüsteki panikten
yararlanarak kaçtı.
Yaralılarsa olay yerine gelen ambulanslarla Ankara’daki çeşitli
hastanelere kaldırılarak tedavi altına
alındılar. Jandarma
olayla ilgili soruşturma başlattı.”
Geçtiğimiz cinayetler döneminde de bu
tür vakaları görmüştük. Rahip Santoro’yu
öldüren gencin
zihinsel ve ruhsal
problemleri olduğu,
hatta kendisinin
mahalle delisi olarak
bilindiği dahi söylenmiş, ardından da
Kur’an okur vaziyetteki fotoğrafları servis
edilmişti. Geçen sene
Reyhanlı’yı kana
bulayan eylemin
Türkiye’nin eğittiği iftirası atılan El-Kaideci
Nusra’ya yüklenmesi
için ikinci bombanın patlamasının
ardından çekilen ve
internette defalarca
paylaşılan “Allahu
Ekber”li videoyu da
unutmayalım.
Tam da pörsümeye yüz tutmuş
bir İslamofobyadan
bahsedecekken
İngiltere’deki olaylarla
başlayıp en son IŞİD
ile zirveye tırmandırılan bu konunun sonunun gelmeyeceği
aşikâr. Ancak böylesi
haberlerin yerli yersiz
ve gerçekliği ve aslı
astarı ortaya çıkarılmadan sürekli topluma sunulması tedirgin edici. Söz konusu
olaya dair haberler iki
gün boyunca servis
edilirken, saldırganın
yakalanması haberine neredeyse yer bile
verilmedi. Hâlbuki
daha sonra yakalanarak ifadesi alınan
A.K.’nın şizofren olduğu zannıyla tutuklu
olarak kontrole alındığı açıklandı. İşte telaşımızı arttıran ikinci
mahallenin delisi
vakası da burada başladı. Bugünden sonra
acaba kaç mahalle
delisi haberi duyacağız? Anıtkabir’e elinde
Kur’an girip “Putlara
tapmayın!” diyenleri
mi, yoksa sokak ortasında mini etekli
kızlara tekme tokat
savuranları mı haber
yapmazlar sizce?
temmuz 2014
27
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
28
Mehmet Tezkan: “Erdoğan da, Gül de
iyi rol yapmış...”
M
İLLİYET gazetesi yazarı Mehmet Tezkan’ın, kendisine ait “Aslında ne oldu?” başlıklı bir köşesi vardır. Bu köşede hep meselelerin asıllarına
(!) değinir. 1 Temmuz 2014 tarihli “Erdoğan da,
Gül de iyi rol yapmış” başlıklı yazısını okuyunca, Başbakan
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na adaylığının altında nelerin
yattığını, aslında ne olduğunu öğrenmiş olarak sizin de aslında ne olduğunu bilmenizi istedim(!). Yalnız Mehmet Bey’in
penguenlere türban giydirme gibi bir hastalığının olduğunu
hatırlatayım da gülme krizine girmeyin…
I
IŞ
LM
IN
AY
>> Bu arada Mehmet Bey,
Abdullah Gül epey kırılmış,
dünyası yıkılmış adamcağızın. Başbakan Erdoğan’a örtülü şekilde “O zaten yalancı” derken, Abdullah Gül’e
“Ama sen de mi?” demesi
çok trajik. Neyse, sizi yazıyla
baş başa bırakayım.
“Aslında sizi, bizi,
hepimizi kandırmışlar.
Cumhurbaşkanı ile Başbakan çoktan konuşmuş,
anlaşmış. Gül aday olmayacağını Erdoğan’a söylemiş,
‘28 Ağustos’ta görevim
temmuz 2014
biter’ demiş. Ne zaman
söylemiş? 30 Mart yerel
seçimlerinden önce...
Mart’ı saymayalım, aradan üç ay geçmiş. Üç aydır
tiyatro mu seyrediyoruz?
Gül aday olmayacağına
göre başka alternatif var
mıydı? Yoktu... Ya Gül olacaktı, ya Erdoğan… Meğer
çoktan anlaşmışlar; kurdele
kesilmiş.
Seçimden iki gün
sonra Cumhurbaşkanı
ile Kuveyt’e gitmiştik. Gece
I
AT
D
L
A
sohbetinde Cumhurbaşkanı
seçimi konusu da açılmıştı.
Gül, ‘Zamanı gelince konuşuruz diyordum, günü geldi,
oturup konuşacağız’ demişti. Meğer oturup konuşmuşlar. Gül’e ‘Adaylığı düşünür
müsünüz?’ diye de sormuştuk. ‘Bir şey söyleyemem.
Oturup konuşalım bakalım.
Muhakkak ki benim de
düşüncelerim var’ demişti.
Meğer söyleyeceğini çoktan
söylemiş. Anlaşılan o ki, Gül
o gece bize doğruyu söylememiş, bizimle oynamış, rol
yapmış.
Başbakan’ın istişare toplantılarına ne demeli? Milletvekillerini kampa almasına,
sivil toplum kuruluşlarını
dolaşmasına, sık sık iç kabineyi toplamasına, son defa
Cumhurbaşkanı ile istişare
yaptıktan sonra ‘Adayımız
için karar vereceğiz’ demesine?
Kurdeleyi Mart’ta kesmişler. AKP yerel seçimde
tepe taklak olsaydı sonuç
değişirdi, ayakta kaldığına
göre… İki aydır meşguliyetle
tedavi halindeyiz...
Şimdi diyecekler ki, ‘Siyaset bu! Bazen rol yapılır,
rakipler kollanır. Bazen
tansiyon yükselsin, beklenti
artsın istenir”.
Başbakan’ı anlıyorum,
sonunda siyasetçi. Devlet
Başkanı’nın rol yapmasını anlamadım, adaylık
tiyatrosuna katılmasını
yakıştıramadım. ‘Mağdurlar’ mağrur arıyorsa gitsin
görsün; Star’dan Mustafa
Karaalioğlu yazdı, Başbakan Erdoğan’ın temsil
ettiği muhafazakâr kesim
hâlâ mağdurmuş, hem de
100 yılı aşkın bir süredir
mağdurlarmış. 100 yıllık
mağduriyetin 2010 referandumuyla başlayan Yeni
Türkiye süreciyle hemen
telafisi mümkün değilmiş.
100 yıllık mağduriyet üç
yılda giderilmezmiş.
2002-2010 arasını saymıyor muyuz? Saymıyoruz!..
Milat 2010 mu? Tam değilmiş, 17 Aralık 2013 milatmış.
Yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun düğmesine basıldığı tarih… Milat o günmüş.
Mağduriyetlerin telafisi o
gün başlamış. Topu topu altı
aydır… 11 buçuk yılın günahı? Cemaatin...
Bu sebeple yüzde 70’lere
varan mağdur kitlenin
Erdoğan’a hâlâ ihtiyacı
varmış. Doğru, memlekette
mağdur olan çok, ama mağdurları gören iktidar yok.
Çünkü AKP mağrur oldu. İspatı mı? Bugün yapacakları
aday açıklama toplantısına
bakın; o şaşaa başka partide
var mı? Mağrur arayan,
yok yok mağdur (!) arayan ATO Kongre Merkezi’ne
gitsin…”
BU PARALELCİLER İYİCE AZITTILAR, ANCAK HER ŞEYİN BİR SONU
VARDIR MUHAKKAK… RABBİM TÜRKMEN GARDAŞLARIMIZA YARDIMCI OLSUN, ONLARIN DAİMA YANINDA OLACAK ÜLKEMİZİ ONLARSIZ, ONLARI DA BİZSİZ KOMASIN…
Yabancı yapınca
Paralele tekzip üstüne tekzip
RANSA’da yerli ve yabancı birçok hazır giyim
markasının bir araya geldiği bir moda fuarı gerçekleştirildi. Paris’te düzenlenen
fuarın bu yılki onur konuğu Türkiye idi.
B
U ay paralelkenar medyanın kenarlıklarını bahsetmemeye dair çok düşündüm, ancak ille de yazılmak isteyen
serseri bir huya sahip.
>> Bilindiği gibi IŞİD’in
Irak’taki terör eylemleri
ve şehir ve de rafinerilere
bir bir hâkim oluşu gündemde. Musul’un ardından
Telafer’in düşmesi ve
Kerkük’te de çatışmaların
yaşanması Türkmen gardaşlarımızı ve dolayısıyla
bizi yakından ilgilendiriyor.
Adana’da durdurulan MİT
tırları eğer durdurulmayıp vazife gereği hedefe
ulaşmış olsaydı bugün
Türkmen gardaşlarımızın
acısı belki de bu kadar
derin olmayacak, kıymetli
bir basiret ve önleyici güç
etkinliği gerçekleştirilmiş
olacaktı.
Bölgede Türkmenlerin
kitle sesi olan Irak Türkmen
Cephesi’nin şu an liderliğini
yürüten Erşad Salihî, IŞİD’in
de dâhil olduğu birçok eyle-
min hedefi olmuştu. Salihî,
maalesef bölgedeki tek
silahsız güç olarak nitelenebilecek Türkmenlerin huzursuzlukla mücadelesine
değinirken muhatap olarak
yalnız Türkiye’yi alıyor,
sadece ülkemizden yardım
istiyor. Neredeyse ülkemizdeki bütün televizyon ve
gazetelere konuşan Salihî,
sürekli biçimde de bu durumu dillendirdi. Ancak
kendisine atfen bir gazetede yayımlanan “Türkiye’yi
mukaddes bilirdik. Şimdi
ise para, petrol ve ticaretten
başka bir şey ifade etmiyor”
şeklindeki sözleri bizim
medya açısından tam bir
utanç manzarasıydı. Salihî,
vakit kaybetmeksizin bu
demeci yalanladı.
Salihî, bir gazeteye (!) verdiği demecinin çarpıtılarak
yayımlandığını belirterek
şunları söyledi: “Bir basın
kuruluşu, ağır şartlar altında şahsımla yaptığı röportajda, metin içerisinde yer
almayan sözlerimi manşete
çekti. ‘Biz Türkiye’yi mukaddes bilirdik. Şimdi ise
para, petrol ve ticaretten
başka bir şey ifade etmiyor’
şeklindeki sözler kesinlikle
bana ait değildir. Türkmenler, Türkiye’den çok şey
bekliyor. Biz, Türkmenler
olarak Türkiye’yi mukaddes bir merci olarak biliyoruz. Sözümün bir kısmının
alınıp çarpıtılarak manşete
taşınmasına üzüldüm.
Bizim Türkiye’den başka
kimimiz var, başka kime dayanacağız? Türkiye’nin Kuzey Irak’la önemli petrol ve
ticarî ilişkileri var, bunlara
saygı duyuyoruz.”
Bu paralelciler iyice
azıttılar, ancak her şeyin
bir sonu vardır muhakkak…
Rabbim Türkmen gardaşlarımıza yardımcı olsun, onların daima yanında olacak
ülkemizi onlarsız, onları da
bizsiz komasın…
işler değişir
F
>>Türkiye’den 50
önemli marka
ve tasarımcının
katıldığı fuarda
dünyanın da çeşitli
ülkelerinden gelen
2 bini aşkın marka yer aldı. Canlı
animasyonların
sahnelendiği fuarın
temalarından biri
de “Saray” idi. Tema
böyle, onur konuğu
da Türkiye olunca
fuarda ülkemiz, o
bilindik oryantalist
Batı mantığıyla
zannedilen harem
zevkine hapsolmuş
canlandırmalarla
anlatıldı. Bizim
medya bu durumu
görünce ne yaptı?
“Rezalet! Türkiye’yi
böyle tanıttılar”
diye bastı manşeti…
Fuara dair yapılan yorumlardan
biri, söz konusu haberin hangi zihinle
yapıldığını gayet
iyi anlatıyordu:
“Sabahtan akşama
Osmanlıcılık oynarsan böyle olur…”
Hani oğlan kelimesinin argoyla
söylenen şeklini
çekerek bir ünlem
düşüyor ve soruyorum: Kendi tarih
kitaplarımızda,
televizyon dizilerimiz ve filmlerimizde, hatta bütün
tahayyüllerimizde
kendi kendimizi
öyle anlatıp ecdada
çamur atarken bir
şey yok da elin
adamı anlattığınız
gibi canlandırınca
mı var cazgırınız?
Siz neden gocunuyorsunuz? Dansözlü zevk ü sefa
görüntülerinden
mi, her zemin ve
zamanda Osmanlı
ile anılmaktan mı?
Bir Türk olamadınız gitti be!..
temmuz 2014
29
haberajanda
Perspektif
Ortadoğu’da gelinen bu menfi noktanın
öncelikli sebebi, İslam dünyasının içinde bulunduğu atalet, Batı medeniyetine
karşı yaşanılan büyük yenilginin olumsuz sonuçlarını ve komplekslerini üzerinden atamama, Müslüman halkların
az gelişmişliği ve reşit düzeye yükselemeyişleridir. Bunun yanında dünya tarihinin tam bir talihsizliği olan Batı medeniyetinin eriştiği yüksek güç, ahlakî
değerlerden yoksun hukuka sahip oluşu ve bu doğrultuda tesis ettiği küresel
sistemdir.
***
Batı, yapmış olduğu çıkar hedefli politikalar doğrultusunda dünyada çok az
milli devlet bırakmıştır. Özellikle elli yedi
İslam ülkesi içerisinde Türkiye haricinde
neredeyse milli devlet yoktur. Günümüz
dünyasında bir devletin milli niteliğe sahip olması büyük ölçüde “demokratik”
rejimin gerçek anlamda yerleşmesine
bağlıdır. Mısır’da yaşanan demokrasi denemesine küresel sistem bu açıdan son
vermiştir. Bu gelişmeler doğrultusunda
Türkiye Cumhuriyeti demokrasisi de küresel sistemin hedefindedir.
***
Türkiye’nin etrafında bulunan şiddet
çemberinin içindeki olayların son zamanlarda ivme kazanması Türkiye’deki
cumhurbaşkanlığı seçimleriyle de yakından alakalıdır. Küresel sistem
Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de hedef almıştır. Zira seçimler
ilk defa halkın doğrudan oy kullanarak
cumhurbaşkanlarını seçme yöntemine
dayanmaktadır. Bu da Türkiye’nin devlet yönetim sistemine müspet mânâda
önemli katkılar sağlayacaktır. Bir kere
Türkiye’deki devlet sistemi ve içindeki kurumlar daha da güçlenecektir. Hatta bizzat Türk demokrasisi güçlenecektir. Ayrıca devlet istikrar kazanacaktır.
Bütün bunlar küresel sistem tarafından
asla istenmemektedir. Sistemin istemediği bir gelişme de Başbakan Recep
Tayyip Erdoğdan’ın cumhurbaşkanlığıdır. Şimdilik sebepler tam belirgin olmasa da sistem, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını istememektedir. Bunun için
Türkiye dışında ve içinde bin bir türlü
manipülasyonlar yapılmaktadır. Neredeyse bütün dünya, Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yakından ilgilenmektedir.
***
Türkiye bu şartlarda cumhurbaşkanlığı
seçimlerine gitmektedir. Gelişen olaylar
bu seçimlerin sanılandan çok daha fazla
müspet sonuçlar doğuracağını göstermektedir. Türk halkı teyakkuzla hareket
edip istikbâlini ve istiklâlini yükseltebilir. Bu seçimler, bahsettiğimiz çözülmesi zor meselelerin çözümünde de önemli bir anahtar olabilir.
ORTADOĞU’DA GERİLİ
I
İsrail Filistin’e yine saldırdı
SRAİL, Filistin’in Gazze bölgesine yönelik gerçekleştirdiği hava saldırısının arkasından 17 Temmuz 2014 tarihinde de kara saldırısı başlattı. İsrail sözcülerinin bildirdiğine göre Başbakan Netenyahu, Gazze’den İsrail’e
uzanan tünellerin vurulması amacıyla kara harekâtı başlatma emrini
vermişti. Görgü tanıklarından alınan bilgiye göre, İsrail ordusuna ait tank
ve zırhlı araçlar Gazze’nin kuzeyindeki Beyt Lahya kentine doğru ilerlemekteydiler. Zırhlı araçlardan bölgedeki tarım arazilerine, sivil yerleşim birimlerine bombalar yağdırıldı ve ateş açıldı. Ayrıca aydınlatma fişeği ve sis bombaları da kullanıldı.
>> Elektriklerin kesildiği Beyt Hanun ve
Beyt Lahya kentlerinin yanı sıra Gazze’de
de telefon hatları kilitlendi. Çeşitli kentlere
düzenlenen hava saldırılarında birçok bina-
30
temmuz 2014
da ve altyapı organizasyonlarında derin hasarlar oluştu. Tabii ki en önemli kayıp yine
insan oldu. Şimdiden ölü sayısı yüzleri buldu. Bunların önemli bir kısmı masum ço-
cuklar ve sivil vatandaşlardır.
İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948’den
beri sürekli yaptığı, sayısı yüzleri bulan saldırılarından birisi daha sergilenmekteydi.
Üstelik modern dünyanın seyrettiği, ABD
gibi siyaset devinin el altından desteklediği, Almanya gibi ülkelerin kabaca desteklerini ifade ettikleri, insan yüreğinde kan bırakmayan iğrenç saldırılardan birisi daha
gerçekleşti.
Bizim burada amacımız, şimdiye kadar
tekrarlanmış İsrail saldırılarından birisi olan
bu son saldırıyı bütün kötü sahneleriyle tasvir edip, anlatmak değildir. Üzerinde duracağımız hususlar, insanlık için, temel hukuk
Prof. Dr. Refik Turan
[email protected]
M TÜRKİYE’DE SEÇİM
Son yüzyıl içinde meydana gelen olaylar göstermiştir ki, İslam dünyasının kahir ekseriyetinin beyin ve lider merkezi Türkiye’dir. Türkiye bu konumunu uzun süre suskunlukla kamufle etmeye çalışmıştır. Ancak gelişen olaylar Türkiye’nin liderliğini ve beyin olma halini adeta icbarla hatırlatmış, Türkiye bu vasfına doğru zorla çekilmiştir. Dolayısıyla
Türkiye’nin bu önemli vasfı küresel sistemin gözünden kaçmamıştır. Sistem aldığı tedbirlerle Türkiye’yi kuşatmakta, adeta dev bir prangaya almaktadır.
normları içinde olması gerekenlerin olmaması, “İsrail” adındaki bir zulüm makinesine
şeklen de olsa “Dur, yapma!” denmeyişidir.
Uzmanlar tarafından soykırım diye nitelendirilen bu vahim hadise karşısında dünyanın en büyük siyasi gücü ABD, susmakta
hatta arka planda İsrail’e destek vermektedir. Aynı paralelde gelişmiş Avrupa ülkeleri
de Almanya gibi İsrail Devleti yanında tavır
koyarak “kurdun kuzuya olan saldırısına” alkış tutmaktadırlar. Bunun yanında dünyada
huzur ve güvenlikten sorumlu bir numara-
lı kuruluş “Birleşmiş Milletler” teşkilatı konuyla ilgili hiçbir müspet karar ve icraatın
içinde olmamaktadır. Şimdiye kadar İsrail’e
yönelik basit bir kınama kararı bile alamamıştır.
Bütün bu gelişmeler dünya üzerinde saldırıya uğrayan insanları, hukukları ezilen
milletleri ve halkları tam bir ümitsizlik ve
çaresizlik içine yuvarlamaktadır. Bunların
yanı sıra en vahim durum ise Ortadoğu’daki
Arap dünyasının hatta İslam dünyasının
hareketsiz ve tepkisiz bir vaziyette Filistin’de
boğazlanan Müslümanları seyretmeleridir. Şu ana kadar birkaç cılız sesin dışında Arap Birliği’nden ve İslam dünyasından
beklenen cesamette bir tepki alınamamıştır. Gazze ve Filistinlilere karşı yapılan en
sert tepki Türkiye’den ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan gelmiştir. Türkiye,
başbakanı, hükümeti ve dışişleriyle birlikte Filistin mazlumlarının kurtarılması için
adeta çırpınmaktadır. Bu arada İslam ülkelerinden gelemeyen tepki uzaklardan Güney Amerika’nın iki ülkesinden yükselmiştir.
temmuz 2014
31
haberajanda
Perspektif
Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
Sistemin istemediği bir gelişme de Başbakan Recep Tayyip Erdoğdan’ın cumhurbaşkanlığıdır. Şimdilik sebepler tam
belirgin olmasa da sistem, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını istememektedir. Bunun için Türkiye dışında ve içinde bin
bir türlü manipülasyonlar yapılmaktadır. Neredeyse bütün dünya, Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yakından ilgilenmektedir. (Cumhurbaşkanı adayı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, AK Parti İstanbul İl Başkanlığı’nca Yenikapı Şehir Parkı’nda düzenlenen iftara katıldı.)
Venezüella, Gazze saldırısı sebebiyle İsrail
büyükelçisini istenmeyen adam ilan etmiş,
Şili de İsrail ile olan bütün ticari ilişkilerini
kestiğini bildirmiştir. Bu tepkilerin benzeri,
İslam ülkelerinin yarısından bile gelse Filistinliye yapılan saldırı zulmünün durdurulacağına inanıyoruz. Ancak böyle bir ihtimal
ufukta henüz görünmemektedir.
Suriye’de emperyaller
savaşı
Suriye’de dördüncü yıla giren iç savaş ve
büyük siyasi buhran, tüm şiddetiyle devam
etmektedir. Resmi kaynakların bildirdiğine
göre iki yüz elli bin insan ölmüş, altı milyon
insan yaşadığı yeri terk etmiş, dört milyon
insan da mülteci durumuna düşmüştür. Bir
tarafıyla el-Kaide ve Nusra gibi PKK benzeri terör örgütleri şiddete dayalı yöntemle-
32
temmuz 2014
rini icra ederken, diğer tarafta teröristleşen
Esed güçleri adeta ölüm kusmaktadırlar.
Daha yakın zamanda yan yana sıralanmış
küçük masum çocukların inanılmaz bir
gaddarlıkla infazları internette haberlere
düşmüştü. Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “belhum adal” (hayvandan aşağı) diye ifade ettiği insan dönüşümü bu olsa gerektir. Aynı sıralarda Suriye’de meşruiyeti kaybetmiş Esed
kendisini yeniden devlet başkanı seçtirme arsızlığını bütün dünyaya ilân etmektedir. Halbuki Suriye’de Esed’in ayakta kalışı
emperyal güçlerin yeni Suriye yönetiminin
kim olması konusunda anlaşamamaları sonucunda olmaktadır. Emperyalistlerin anlaştığı anda bu göstermelik iktidarın yerinde kalamayacağı son derece aşikârdır. Bütün
bunlara rağmen sekarete düşmüş bu iktidarın ömrünün uzatılması için bu aralar bir
takım yeni dış hamlelerin olduğu da açıktır. Bu da tamamen Türkiye’ye yönelik işletilmeye çalışılan bir plânın parçasıdır.
Irak’taki parçalanma ve
yeni aktörler
Irak’taki Nuri el-Maliki yönetimi Irak’ın
bütünlüğünü sağlamaktan çok öte icraatlarıyla varlığını sürdürmektedir. Nuri elMaliki yönetimi genelde ABD, İngiltere ve
İran yanlısı olmanın yanı sıra katı bir Türkiye aleyhtarı politika izlemektedir. Maliki’nin
Türkiye aleyhtarı politikalarının temel sebebi yoktur. Zira Türkiye, Nuri el-Maliki ve
Irak’ta temsil ettiği sosyal yapıya karşı herhangi bir tavır, muhalefet ve politika icrasına girmemiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki
halklara karşı eşit, vakur ve istikrarlı tavrı her şeye rağmen devam etmektedir. Bunun yanında Nuri el-Maliki’nin kuzeydeki
Erbil yönetimiyle de arası açık hatta kopuktur. Irak’taki Sünni gruplara karşı ise tamamen düşmancadır. Yer yer elindeki güçlerle
Sünni bölgelere operasyonlar yapmakta, ge-
niş Sünni halk kitlelerine terörist muamelesi uygulamaktadır. Zaten Irak ve Suriye’de
bütün gruplar ve hükümetler, muhaliflerine doğrudan teröristmiş gibi davranmaktadırlar.
Irak’taki bu parçalanma hali devam ederken iki yıldır adı ortalarda dolaşan IŞİD
(Irak-Suriye İslam Devleti) örgütü son iki
aydır yoğun bir şekilde eylem yapmaktadır.
Irak ve Suriye’nin bazı bölgelerine ve şehirlerine el koymaktadır. Örgütün kendisinden beklenmeyecek ölçüde çok sayıda silahlı güçlere Irak’ın Felluce, Tikrit, Selahaddin
gibi şehirlerine saldırdığı hatta hâkim olduğu görülmektedir. En şaşırtıcı olanı da Telafer ve tarihî Musul vilayetine girmesi ve her
şeye el koyması oldu. IŞİD’in bu eylemi sırasında sahip olduğu silahlı gruplar, ancak
muntazam bir orduda bulunabilecek olan
ağır silahlar, işgaller sırasında kullanılan taktik ve yöntemler, tecrübeli bir devletin güçlü
askerî sistemlerini çağrıştırmaktadır.
IŞİD’in eylemlerinin ana hedeflerinden birisi de Türkiye oldu. IŞİD en başta
Irak’taki Türkmen kitlelerini hedef aldı. Arkasından Musul konsolosluğunda bulunanları ve bazı Türk tır şoförlerini rehin aldı. Tır
şoförleri bırakıldı ancak Musul konsolosluk
çalışanları hala örgütün elinde bulunmaktadır. Örgüt bu tarz eylem ve faaliyetleriyle Türkiye’nin sinir merkezlerine yönelik eylem yapmaktadır.
Bütün bu olaylar ve gelişmeler, Irak’taki
durumun Saddam Hüseyin döneminden
çok daha beter bir konuma geldiğini göstermektedir. Irak şehirlerinin çok büyük bir
kısmında şiddet eylemleri devam etmektedir. Savaşın ve eylemlerin Irak halklarına yönelik büyük bir şiddet travması doğurduğu
aşikârdır. Daha doğrusu bu şiddet sarmalının doğurduğu bu sosyal travma sadece Irak
halkının yaşadığı kader değildir. Bu travma Mısır’dan Filistin’e İsrail’den Lübnan’a
Suriye’den Irak’a Ortadoğu’nun çok geniş
bir bölümünü içine alan ağır bir travmadır.
Adeta bu bölgedeki halklar Hz. İbrahim’in
içine atıldığı ateşe benzer bir ateşin içine
atılmış bir vaziyettedir. Ateşin söndürülmesi ve insanların kurtarılması gerçekten mucizevi bir halin beklentisine bağlıdır. Bu durum karşısında AB, ABD, Rusya ve BM
dişe dokunur, faydalı, müspet bir teşebbüste bulunmamaktadır.
Ortadoğu’daki şiddetin ve
savaş yangınının hedefi
Ortadoğu’da gelinen bu menfi noktanın
öncelikli sebebi İslam dünyasının içinde bulunduğu atalet, Batı medeniyetine karşı yaşanılan büyük yenilginin olumsuz sonuçlarını ve komplekslerini üzerinden atamama,
Müslüman halkların az gelişmişliği ve reşit
düzeye yükselemeyişleridir.
Bunun yanında dünya tarihinin tam bir
talihsizliği olan Batı medeniyetinin eriştiği
yüksek güç, ahlakî değerlerden yoksun hukuka sahip oluşu ve bu doğrultuda tesis ettiği küresel sistemdir.
Batı, yapmış olduğu çıkar hedefli politikalar doğrultusunda dünyada çok az milli
devlet bırakmıştır. Özellikle elli yedi İslam
ülkesi içerisinde Türkiye haricinde neredeyse milli devlet yoktur. Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen, milli devleti “yöneten ve yönetileni sosyolojik olarak aynı olan devlettir”
şeklinde tarif etmiştir. Bu ölçüye göre İslam
ülkelerinde yöneten ve yönetilenler açısından baktığımızda bu farklılık hemen dikkat çekmektedir. Günümüz dünyasında bir
devletin milli niteliğe sahip olması büyük
ölçüde “demokratik” rejimin gerçek anlamda yerleşmesine bağlıdır. Mısır’da yaşanan
demokrasi denemesine küresel sistem bu
açıdan son vermiştir. Zira Mısır’a demokrasi gelebilseydi, milli devlet olma vasfı da artmış olacaktı. Bu doğrultuda Mısır, politikasını milli kararlarla yürütecekti. Tabii bu da
küresel sistemin işine gelmedi. Bu gelişmeler doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti demokrasisi de küresel sistemin hedefindedir.
Ortadoğu’da tamamen küresel sistem tarafından tezahür ettirilen savaş sarmalının şu
temel hedefleri bulunmaktadır.
Dünyadaki ekonomik yarışın ana kaynağı enerjidir. Enerjinin de hâlâ birinci unsuru petroldür. Petrol rezervlerinin de yüzde
yetmişi Ortadoğu’dadır. O halde bu temel
enerji unsurunun kontrol edilmesi gerekmektedir.
1.Ortadoğu, çok eski çağlardan beri büyük dinlerin, siyasetin, medeniyetlerin ve
dolayısıyla jeopolitiğin merkezi hüviyetindedir. Dünya güç dengelerinin sıklet
merkezidir. Bu hali günümüzde de devam etmektedir.
2.Son yüzyıl içinde meydana gelen olaylar göstermiştir ki, İslam dünyasının kahir ekseriyetinin beyin ve lider merkezi
Türkiye’dir. Türkiye bu konumunu uzun
süre suskunlukla kamufle etmeye çalışmıştır. Ancak gelişen olaylar Türkiye’nin
liderliğini ve beyin olma halini adeta icbarla hatırlatmış, Türkiye bu vasfı-
na doğru zorla çekilmiştir. Dolayısıyla
Türkiye’nin bu önemli vasfı küresel sistemin gözünden kaçmamıştır. Sistem aldığı tedbirlerle Türkiye’yi kuşatmakta, adeta dev bir prangaya almaktadır.
Ağustos 2014
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
ve hedef alınan Türkiye
Son on yılda yaşanan olaylar göstermiştir
ki, Türkiye tam anlamıyla hedeftir. Suriye’de
yirmi milyonluk halkın yerinden oynatılması, Irak’ta milyonlara varan kişinin öldürülmesi, ayrıca ülkenin parçalanması, İsrail’in
Filistinlileri imha planları, Şiiliğin siyaseten
güçlendirilmesi Türkiye’yi de çok yakından
ilgilendiren büyük menfi gelişmelerdir. Türkiye adeta bu olaylarla bir çemberin içine
sokulmaktadır. Bu arada Ukrayna’da yaşanan örtülü Rusya-AB savaşı bile Türkiye’yi
saran politik çemberin bir parçasıdır. Zira
olaylar böyle giderse Karadeniz ve Kırım
dolayısıyla Türkiye’nin güvenliği de tehlikeye düşecektir.
Türkiye’nin etrafında bulunan şiddet çemberinin içindeki olayların son zamanlarda
ivme kazanması Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle de yakından alakalıdır.
Küresel sistem Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de hedef almıştır. Zira seçimler ilk defa halkın doğrudan oy kullanarak cumhurbaşkanlarını seçme yöntemine
dayanmaktadır. Bu da Türkiye’nin devlet
yönetim sistemine müspet mânâda önemli
katkılar sağlayacaktır. Bir kere Türkiye’deki
devlet sistemi ve içindeki kurumlar daha da
güçlenecektir. Hatta bizzat Türk demokrasisi güçlenecektir. Ayrıca devlet istikrar kazanacaktır. Bütün bunlar küresel sistem tarafından asla istenmemektedir. Sistemin
istemediği bir gelişme de Başbakan Recep Tayyip Erdoğdan’ın cumhurbaşkanlığıdır. Şimdilik sebepler tam belirgin olmasa
da sistem, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını istememektedir. Bunun için Türkiye dışında ve içinde bin bir türlü manipülasyonlar yapılmaktadır. Neredeyse bütün dünya,
Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle
yakından ilgilenmektedir.
Türkiye bu şartlarda cumhurbaşkanlığı
seçimlerine gitmektedir. Gelişen olaylar bu
seçimlerin sanılandan çok daha fazla müspet
sonuçlar doğuracağını göstermektedir. Türk
halkı teyakkuzla hareket edip istikbâlini ve
istiklâlini yükseltebilir. Bu seçimler, bahsettiğimiz çözülmesi zor meselelerin çözümünde de önemli bir anahtar olabilir.
temmuz 2014
33
haberajanda
Siyaset
Halkın kendi cumhurbaşkanı
Prof. Dr. Turan Güven
[email protected]
Sivil siyasetin
halka güvensizliği kısmen
devam etse de
(hâlâ milletvekillerini siyasî
partilerin genel
başkanları
seçiyor) cumhurbaşkanının
halk tarafından
seçilmesi, ülkemiz için önemli
bir adımdır.
Kısacık ömrümüz içinde,
gördüğümüz
kadarıyla her
Cumhurbaşkanlığı seçimi
problemli olmuş, halk bu
önemli seçimin
dışında tutulmuştu. Şimdi
ise durum değişmiştir; halk,
cumhurbaşkanını doğrudan
kendisi seçecektir. Halkın
kendi cumhurbaşkanını
seçmesi, bana
göre 90 yıllık
statükonun da
sembolik olarak sonudur.
34
temmuz 2014
statükonun so
T
ÜRKİYE’de
sivil siyasetin
problem çözme yeteneği
her geçen gün
biraz daha gelişiyor. Tabiî
ki bu yetenek durup dururken
gelişmez; ne kadar problemle
karşılaşır ve bunlara çözüm ararsa, o kadar çok gelişme kaydeder.
Siyasetin üzerindeki vesayete son
verilmiş olması, bastırılmış yeteneklerin ve insanî yaratıcılığın
birden açığa çıkmasında önemli
bir rol oynadı. Eminim ki halkın
desteğini arkasında hisseden bir
sivil siyaset, ülkenin 90 yılı aşkın
bir sürede birikmiş devasa meselelerini de çok kolay bir şekilde
çözecektir.
Peki, sivil siyaset, problem çözme konusunda var olan yeteneğinin ve kapasitesinin tümünü
kullanabiliyor mu? Bana kalırsa
kendi aymazlıkları, iç ve dış faktörlerin bozucu etkileri yüzünden
yeteneklerinin tümünü kullanamıyor. Daha 15 yıl öncesine
kadar ülke, yaklaşık 80 yıl gibi
uzunca bir süre aynı insan tiplerinin değişmeyen yöntemleriyle
idare ediliyordu. Bunlar, kurdukları sistemle ülkenin geleceğini
değil, sadece kendi geleceklerini
garantiye almış, toplumla doku
uyuşmazlığı yaşayan bir avuç
insandı ve kısa sürede kurdukları sistemi kutsamaya başladılar.
Sistem kutsal olunca, sistemi
eleştirenler de “kutsala saldıran
hainler” oluyorlardı. Sistemden
rahatsız olduğunu söyleyen halk,
onların gözünde “düşman” olarak
algılandı ve devlet, halkı hizaya
getiren bir aygıta dönüştü. Kimdi
bu insanlar? Yabancımız değillerdi; biz onları tanıyorduk da onlar
bizi, yani halkı tanımıyorlardı.
Tıpkı yeni doğmuş bir çocuk
gibi, hayata tutunmak için her
şeye sıfırdan başlamışlardı. Kendilerini inşa eden medeniyetin
özgün beşerî tecrübesini ve sermayesini “yok” sayarak insanlık
okyanusunda kalmaya çalışıyorlardı. Hâlâ bu eski yöntemlerde
ısrar etmeleri ve işlerin yürüyeceğini sanmaları da benzeri olmayan bir aymazlık, entelektüel
yetersizlik ve zihinsel travma
örneğidir.
Halkı ahmak yerine koydular
ve Allah’ın kendilerine verdiği
zamanı iyi kullanamadılar. Ne
kendilerinde, ne de yöntemlerinde bir değişiklik yapabildiler. Dahası, Allah’ın her insana verdiği
“insanî yaratıcılığı” bir zerre miktar geliştiremediler. Bu gidişle de
geliştiremezler, çünkü önce kendi
iç dönüşümlerini gerçekleştirmeleri gerekiyor.
Bir topluluk kendini değiştirmez ve geliştirmezse, Allah da o
topluluğu değiştirmez. İlk adım
iradî olarak insanın kendinden
gelecektir ki Allah o insanın yolunu açsın.
Millî hafızası olmayan bir sistemi, kendileri için kurdukları
bir statükoyu sonsuza kadar yaşatacaklarını sanıyorlardı. Zaten
bütün statükocuların ortak özelliği, içine doğdukları statükoyu
ezelden beri varolan ve sonsuza
kadar da kalacak bir sistem olarak görmeleridir. Eğer durum
statükocuların dediği gibi olsaydı,
köleler hep köle, efendiler ise hep
efendi olarak kalacaklardı. Bu da
statükocuların başka bir ahmaklığının delilidir.
Şöyle bir düşünmüş olsalar…
Kendileri de başka bir statükonun
zeval bulmasıyla ortaya çıkan bir
statükonun eseridirler ya…
Değişen dünya şartlarına uyum
sağlayan ve kendini devamlı yenileyen bir sistemi bu ülkede
kurmak zorundayız. Üzerinden
30 yıl geçmiş bir darbe anayasasının değişmesine bile karşı çıkan
bir muhalefet varken, böyle esnek
ve gelişmeye açık bir sistemi nasıl
kuracağız?
Düşünebiliyor musunuz, dünyanın büyük değişim ve dönüşümlerinin yaşandığı bir süreçte
kendinizi darbe anayasası ile zincirliyor ve içinden geçilen süreçleri algılamakta zorlanıyorsunuz.
Sivil siyasetin halka güvensizliği kısmen devam etse de (hâlâ
milletvekillerini siyasî partilerin
genel başkanları seçiyor) cumhurbaşkanının halk tarafından
seçilmesi, ülkemiz için önemli
bir adımdır. Kısacık ömrümüz
içinde, gördüğümüz kadarıyla
her Cumhurbaşkanlığı seçimi
problemli olmuş, halk bu önemli seçimin dışında tutulmuştu.
Şimdi ise durum değişmiştir;
halk, cumhurbaşkanını doğrudan
kendisi seçecektir. Halkın kendi
cumhurbaşkanını seçmesi, bana
nı seçmesi,
nudur
göre 90 yıllık statükonun da sembolik olarak sonudur.
Statükonun cenaze namazını
birlikte kılalım ve baş sağlığı dileyelim. Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni
“başkan”ı, pardon “Cumhurbaşkanı”
hayırlı olsun…
(Bu arada bütün okuyucularımın
ve milletimin Ramazan Bayramı’nı
kutluyorum.)
Zorunlu bir açıklama
HÜRRİYET gazetesinin 10 temmuz
2014 tarihli “Hürriyet-Gündem” internet
sayfasında, CHP-MHP’nin ortak Cumhurbaşkanı Adayı Prof. Dr. Ekmeleddin
İhsanoğlu’na, aralarında ANAP, DYP ve
DSP’den eski bakanlarla milletvekillerinin
de olduğu isimlerden destek geldiğine
dair Ankara mahreçli “İhsanoğlu’na destek” başlıklı bir haber yayımlanmıştır.
Destek olan isimler arasında fotoğrafımla
birlikte benim de ismim (Turan Güven)
yer almıştır. Oysa benim ne milletvekilliği
gibi bir sıfatım vardır, ne de böyle bir
toplantıya katılmışlığım olmuştur. Ayrıca
Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi çok önemli
bir olayda ismi öne çıkacak kadar meşhur
bir siyasî tanınmışlığım olduğunu da
sanmıyorum.
Bu yanlış ve çarpık haberin, DYP Mersin Milletvekili Turhan Güven ile benim
ismimin karıştırılmasından kaynaklandığı
anlaşılmaktadır. Adı geçen milletvekilinin
ismi yerine, “h” harfi düşürülerek benim
adım yazılmış ve internet ortamındaki
görünürlüğümden dolayı fotoğrafım da
habere monte edilerek kolay ve dikkatsiz
bir gazetecilik örneği verilmiştir.
Yanlışı düzeltmeleri için Hürriyet gazetesini aradım ve bir açıklama gönderdim.
Yazıyı bitirinceye kadar bu yanlış haberin
düzeltilmesi ile ilgili olarak bana bir dönüş yapılmadı. Ne böyle bir toplantıya
katıldım, ne de böyle bir desteğim söz
konusudur. Okuyucularıma ve kamuoyuna
saygılarımla arz ederim...
temmuz 2014
35
haberajanda
Siyaset
Kimi analistlerin
muhtemel bir fay
hattı olarak değerlendirdiği bu
yeni fiilî modelin
El-Câmi ismine
ne denli hürmet
edebileceğini
zaman içerisinde
göreceğiz elbette. Konuya dair
tüm yorumları
aşkın şekilde biricik beklentimizse,
“toparlayıcı olabilmek, özlenen bir
aradalığı, sosyoekonomik veya alt
kimliksel düzlemlerde yeknesaklığı
hayata ve sisteme
aktarabilmek”...
***
Enbiya Sûresi
105. ayet, günümüz terminolojisiyle “dünya lideri” diyebileceğimiz
“Yeryüzü Vârisi”
olacak kadroları
“Salihler” olarak
betimliyor. Yani
sulhu ve ıslahı bir
arada kuşanan
kişiler…
***
Kurumları
veya eski-yeni iktidar paydaşlarını
ilkeler ve değerler
üzerinden “ıslah”
etmeye girişirken
diğer gözü de tüm
muhatapları kuşatan bir “sulh”ta
olacak kadrolar,
cumhurun da
desteğiyle 2023’e
uzanacaktır. Ya
da umutlar başka
bahara…
36
temmuz 2014
CUMHURUN VAZETTİĞİ
KELİMELERİ
C
UMHURBAŞKANLIĞI konusunu
ele alacağımız bu yazıda, takip edegeldiğimiz yöntemin vazettiğince
birkaç kelimeye odaklanacağız
yine. Peki, nedir bu yazının kod
kelimeleri? “Reis-i Cumhur” tamlamasını oluşturan “reis” ve “cumhur”
ile bu ikisinin ardı sıra gelecek olan “başkan”...
>> Kubbealtı sözlüğünde, “reis” maddesinin
karşısında kelimenin Arapça olduğu bilgisi var.
“Baş olmak” manasındaki riaset mastarından
geliyor. Kelimenin bizdeki ilk kullanımları daha
çok askerî sahayla ilgili. Öyle ki hemen hepimiz
ilk anda hatırlarız “Turgut Reis” yahut “Piri Reis”
isimlerini.
Aynı kelime siyasî literatürümüze “Dışişleri
Bakanı” manasında “Reisü’l-Küttap” tamlamasıyla girmiş. Zamanla hüküm veren makamlar
için de “reis” unvanı kullanılır olmuş. Askerî
mahkemelerin başkanlarına “Reis Paşa” demişiz.
Ahmet Turgut
[email protected]
Yine bir nevi askerî üst hâkimler olan kazaskerler, “Reisü’l-Ulema” olarak anılmışlar.
Zaman içerisinde kelimeyi militarist öğelerden sıyırıp sivil hâkimler için de “reis”
demişiz. Görüleceği üzere kelime, askerî
yahut sivil sahalarda gücü, yönetimi, hükmü barındıran bir unvan olagelmiş. Nihayet
Cumhuriyet’le birlikte “Reis-i Cumhur”
tamlaması belirmiş. Yine benzeri bir ilerleme neticesinde de yönetim tasavvurumuz
askerîden sivile doğru meylettikçe “Reis-i
Cumhur” tabirinin yerini “Cumhurbaşkanı”
alıvermiş.
“O’nun için” bir araya
gelmek
Bu detay tespitin ardınca “kelime” yolculuğumuza “cumhur” ile devam edebiliriz artık. Ancak kubbealtı sözlüğüne başvurunca
bu kelimenin de Arapça kökenli olduğunu
görüyoruz. “Özgür insan toplulukları” muadili bir manaya sahip. Kökeninde bir arada
olmayı vazeden “cem” kelimesi var. Toplanma günümüz olan “Cuma”, toparlanma
manasındaki “ictima”, evrakların bir araya
geldiği “mecmua”, cinsî münasebeti anlatan
“cima”, ortak amaçlar için gönül rızalığı ve
özgür iradeyle bir araya gelmiş insanların
oluşturduğu “cemaat” kabilinden birçok isim
de yine bu kökten türetilip dilimize girmiş.
Tüm kelimelerin anayurdu olan Kitap’a
baktığımız zamansa “El-Câmi” ism-i ilahîsi
ile karşılaşıyoruz. Eşsiz toparlayıcı, varlığı
derleyen, hesap günü insanları bir araya getiren sonsuz ve mutlak özne olan Allah’ı anlatıyor. Ayetlerdeki kullanımları göz önünde
bulundurunca El-Câmi’nin “herkesi layık
olduğu yerde, layık olduğu insanların arasında toplayan yüce irade” vurgusuna haiz
olduğunu da görürüz.
Kitap’ın ilk emrinden kinaye üzerine ElCâmi ism-i şerifi ile varlığı okuyan bir aklın
dağıtmak yerine toplamak ve parçalamak
yerine bütünleştirmek için gayret sarf edeceğini söyleyebiliriz. Yine böylesi okumalara
yönelen basiret sahiplerinin duygu, düşünce
ve eylem dünyalarını birbirlerine yakınlaştırmak üzere hareket edeceği de açık. Bu
yakınlığın iki kefesinde bazen adalet ve rahmet kaygılarıyla hareketlenmek belirirken,
bazen de zahiri ve bâtını anlama çabaları
yer alacaktır. Mana ile maddenin ve ilke ile
değerin buluştuğu bu bakış açısında dünden
ibret alabilmek ve bu sayede yarını öngörmek yeteneği de var.
ANLATILIR Kİ, ŞEHİRDE MAHİR BİR MARANGOZ YAŞARMIŞ. GÜNLERDEN BİR GÜN CEHDEDİP MESCİD-İ AKSA İÇİN HARİKA BİR MİNBER
YONTMUŞ. “İYİ DE BUNU NASIL ORAYA KOYACAKSIN? KUDÜS, HAÇLI
İŞGALİ ALTINDA…”
Müfessirlere başvurduğumuz vakit “ElCâmi” isminin Medenî ayetlerle birlikte
zikredildiğini görürüz. Buradan çıkarabileceğimiz mesajsa zımnen şöyle olsa gerek:
“Ey Allah’ın El-Câmi oluşuna iman eden
insan! Bu isme hürmet etmek istiyorsan,
medeniyet tasavvurunu ve toplum inşanı
O’nun adıyla yapmaya uğraş. O’nun için bir
araya gel ve O’nun için, O’nun tasvir ettiğince yeknesak ol!..”
Yukarıdan aşağıya ve
aşağıdan yukarıya
Yukarıdaki yorumların, sadece “ülkenin
1 numarası” için bağlayıcı olduğunu düşünmemek gerek. Zira medeniyet tasavvuru ve toplum inşası sadece yukarıdan değil,
aşağıdan da başlayan bir gayrettir. Öyle ki,
cumhurun bir ayağı olan sanatçılar da en az
siyasiler kadar bu konuda rol ve sorumluluk
sahibidirler. İsterseniz sözün bu kısmında
tarihe dönelim ve asırlarca evvele, Halep’e
gidelim.
Anlatılır ki, şehirde mahir bir marangoz yaşarmış. Günlerden bir gün cehdedip
Mescid-i Aksa için harika bir minber yontmuş. “İyi de bunu nasıl oraya koyacaksın?
Kudüs, Haçlı işgali altında…” diyenlere
“Ben zanaatkârım. Elimden bu geliyordu, onu da yaptım. Bir babayiğit de çıksın,
Kudüs’ü alsın ve şu minberi bulunması gereken yere yerleştirsin!” diyormuş. Minberin
güzelliği ve yapılış amacı dillerden dillere,
beldelerden beldelere doğru akıp giderken,
Tikrit sokaklarında, o esnada 5-6 yaşlarında olan bir çocuk da bu olayı duymuş. Tarih onun bu olaydan kırk yıl sonra minberi
Kudüs’teki yerine naklettiğini bildiriyor.
Evet, o Tikritli çocuğu bizler Selahaddin-i
Eyyûbî olarak tanıdık. Vaktinin ve bölge
cumhurunun reisi olan Selahaddin...
Yine bu kıssadan hisseyle gördük ki, sütün üzerinde süt kaymağı oluyormuş, katranın üzerindeyse katran kaymağı. Reisin
yönelimlerini cumhurun beklentileri belirleyebiliyormuş.
Başkan, sulh ile ıslahı
“cem” etmeli
Ve gelelim konumuza dair son kelimeye,
“başkan”a…
Malum, ülke gündemimiz bir yandan
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve unvanı ile ilerlerken, bir yandan da “cumhur” kelimesini
elemine edip doğrudan “başkan” kelimesine de yöneliyor. Kastın “devlet başkanlığı”
tartışmaları olduğu açıktır sanırım. Lakin
güncel siyasete yönelince şunu da anlayabiliyoruz ki yakın gelecekte bizi bekleyen üst
yönetim, “devlet başkanlığı” tabirinden ziyade “yarı başbakanlık” tabiri üzerinden şekillenecek. Zira önümüzdeki seçimin galibi iyi
kötü belli. Bu durumda müstakbel başbakanı bekleyen pozisyon, evvelkilere nazaran
daha kısıtlı yetkiler vazediyor. Çoğunlukla
teamüllerle belirlenen Başbakanlık’a dair
bazı yetkiler, ülkenin “1” numarası olacak
cumhurbaşkanına devredilecek. “1” numara
“tam cumhurbaşkanı” olunca, Başbakanlık
yarım kalacak ve ülke “yarı(m) başbakan” ile
hükümet edilecek.
Kimi analistlerin muhtemel bir fay hattı
olarak değerlendirdiği bu yeni fiilî modelin
El-Câmi ismine ne denli hürmet edebileceğini zaman içerisinde göreceğiz elbette.
Konuya dair tüm yorumları aşkın şekilde
biricik beklentimizse, “toparlayıcı olabilmek, özlenen bir aradalığı, sosyo-ekonomik
veya alt kimliksel düzlemlerde yeknesaklığı
hayata ve sisteme aktarabilmek”.
Bu noktada liderliği konu edinmiş olan bir
önceki sayımızda yer alan yazıdaki bir hususiyeti hatırlayabiliriz: Enbiya Sûresi 105.
ayet, günümüz terminolojisiyle “dünya lideri”
diyebileceğimiz “Yeryüzü Vârisi” olacak kadroları “Salihler” olarak betimliyor. Yani sulhu
ve ıslahı bir arada kuşanan kişiler…
Kurumları veya eski-yeni iktidar paydaşlarını ilkeler ve değerler üzerinden “ıslah”
etmeye girişirken diğer gözü de tüm muhatapları kuşatan bir “sulh”ta olacak kadrolar,
cumhurun da desteğiyle 2023’e uzanacaktır.
Ya da umutlar başka bahara…
temmuz 2014
37
haberajanda
Siyaset
Aslında yeni devletin lideri ile
yeni Türkiye’nin lideri, 2023’te buluşacaktır. Muhalefetin tahammül
edemediği de bu başarı ihtimalidir.
2023 Türkiye’si, kurucu lider Atatürk
ile öncü lider Erdoğan arasındaki özü
imgelemektedir. Liderliği mevcut
anayasa (özellikle ihtilal anayasası)
çerçevesinde cumhurbaşkanını devletin bekçisi, başbakanı da “hizmet
işleri başkanı” olarak tarif etmek,
aslında hem yeni devletin kurucu
ufkuna aykırı, hem de vizyon için
yüzüncü yılda kendini taçlandıracak
ideal Türkiye karşısında bir engeldi.
Çünkü toplumu lidersiz bırakan ve
sadece gizli lider olarak askeri tek
38
temmuz 2014
“CUMHUR” DEVL
C
UMHURBAŞKANLIĞI seçimi, beraberinde
yeni tartışmalar getirdi.
Bu tartışmalar muhalefetin “çatı” adayı ile
başlattığı kampanya ile
politik hedef kadrajından çıkmadan yürütülmek isteniyor. Amaç, aslında 2015
genel seçimlerinde bir “başlangıç” çizgisi
oluşturmak. Yani bir anlamda kaçınılmaz
olan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından sonra iktidar yolunu açacak bir kanal
inşa etmek.
Muhalefetin, cumhurbaşkanının “tarafsız” misyonu etrafında kopardığı fırtına
ve bu fırtınayı yelkenini şişirecek şekilde
kullanma mahareti sergileyen Erdoğan’ın
“cumhurun tarafı” şeklindeki kampanya
kodu, aslında bir direnç noktasında topla-
Servet Hocaoğulları
[email protected]
Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçiminde “lider” çerçevesi içinde
yol haritası çıkarmaktadır, cumhurbaşkanının yasal yetkileri
ile hükümetin icrası arasında yaşanabilecek tartışmalara odaklı
değil. Sonuçta yasal çerçeve içinde kalarak da liderliği yapacağındaki ısrarı açıkça ilan etmektedir.
ET Mİ, HALK MI?
nıyor: Devlet Cumhuriyet, Erdoğan’a kadar özü itibari ile “yeni devlet” tanımında
ve halkı temsil etme ve de yönetme erki
olarak tarif edilmiş, bu sebeple de cumhurbaşkanı, “Cumhuriyet Başkanı” olarak
işlem görmüştür.
de “yetki-yasa” tartışması yapılmamıştır.
Çünkü devleti temsil ve cumhuriyeti
(rejim olarak) korumak noktasında cumhurbaşkanı, hükümet dışı tüm unsurların
(asker, yargı, YÖK başta olmak üzere)
başkanı olarak görev yapmıştır.
Türkiye’de Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı oluşuna kadar hiçbir aşamada
cumhurbaşkanı ve hükümet denklemin-
Özal ve Demirel döneminde yaşanan
sorunlar bile hükümet-cumhurbaşkanı
tartışmaları değil, Özal ve Demirel’in
koşul sayan bir zihniyete sahipti.
***
Erdoğan’ın başından beri “lider” karizmasındaki pozisyon alışları ve bunun en tipik örneği olan, Sayın Gül’ün
Başbakan ve Cumhurbaşkanı oluşundaki tayin ediciliği bir gerçeği ertelenemez kılıyordu: Yeni Türkiye’nin
lideri, ölene dek Erdoğan…
***
2023 hedefi için “Yeni Türkiye” formatı doğru bir niteleme taşımakta
mıdır? Vizyon için “lider” ihtiyaç mıdır? Türkiye, lider olmadan devleti ve
toplumu yönetecek, geliştirecek, değişime uygun halde dinamik kılacak
bir sistem benimsemiş midir?
temmuz 2014
39
haberajanda
Siyaset
kurucusu oldukları partilere hâkim olmak
adına ellerindeki imkânı kullanma sanatına
ilişkin bazı örneklemelerle sınırlı olmuştur.
sokmak mümkün olsa bile, birlikte yürümeyi, hatta koşmayı engelleyemeyecektir.
Mesele budur!..
Erdoğan liderliğinde kurulan ve 12 yıldır iktidar olan AK Parti, Cumhuriyet’in
“yeni devlet” tanımına ve özellikle bazı
“tartışılamaz” içeriğine yönelik “Yeni Türkiye” vizyonuyla özeleştiri ve yeni açılımlar getirmiştir. Erdoğan, “yeni devlet”
imkânını gelişen, değişen ve kaçınılmaz
dünya dengelerine göre daha üretken ve
daha dinamik bir yapıya kavuşturmak için
“2023” hedefini göstererek, bir anlamda
yeni devletin yüzüncü yılını “Yeni Türkiye”
olarak vizyone etmektedir.
Cumhurbaşkanı ile icranın başı arasında
kurulan bağlar veya bu bağı koparan “siyaset dışı aday” gibi salvolar, bir anayasa sorunu ve yorumu değil, aksine, ilk defa cumhurbaşkanını halkın seçmesi, pratikte lider
için imkân, hedefte ise lider sistemine yönelmek anlamındadır. Yarı başkanlık veya
başkanlık sistemi, netice olarak “Başkan,
eşittir lider” sistemidir. Kuşkusuz bu liderlik, sistemi yönetme liderliği içeriğinde bir
“kontrollü güç” imkânıdır.
Yeni Türkiye yolunda açıklanan vizyon,
“İcranın başı başbakan mı, yoksa cumhurun başkanı mı?” polemiğini aşan ufuklara
sahiptir. Çünkü “Yeni Türkiye” ile çizilen
sistem, Hükümet, Cumhurbaşkanlığı, sorunlar ve çözümlerle birlikte dünyadaki
yerimize ilişkin çerçeve de aslında “yeni
devlet”in lideri Mustafa Kemal Atatürk ile
Yeni Türkiye’nin lideri Erdoğan arasındaki
“cumhur” yorumuna ilişkin tamamlayıcı
bir pozisyon alıştır.
Aslında yeni devletin lideri ile yeni
Türkiye’nin lideri, 2023’te buluşacaktır.
Muhalefetin tahammül edemediği de bu
başarı ihtimalidir. 2023 Türkiye’si, kurucu lider Atatürk ile öncü lider Erdoğan
arasındaki özü imgelemektedir. Liderliği
mevcut anayasa (özellikle ihtilal anayasası) çerçevesinde cumhurbaşkanını devletin
bekçisi, başbakanı da “hizmet işleri başkanı” olarak tarif etmek, aslında hem yeni
devletin kurucu ufkuna aykırı, hem de vizyon için yüzüncü yılda kendini taçlandıracak ideal Türkiye karşısında bir engeldi.
Çünkü toplumu lidersiz bırakan ve sadece
gizli lider olarak askeri tek koşul sayan bir
zihniyete sahipti.
Lider, her yerde liderdir
Parlementer sistemi savunmak, toplumun liderlik anlayışının parlementer
sistemle örtüştüğünü ileri sürmektir. Siz,
“Parlamenter sistem, yeni devlet olarak
Türkiye Cumhuriyeti’ne en uygun sistemdir” diyebilirsiniz. “Devlet lidersiz olacak”
düşüncesine bulaşmak bir tercih ifadesidir.
Peki ya toplum? Bu toplumun tarih ve genindeki liderlik algısını ne yapacaksınız?
Toplumun doğasına ve dünyanın gelişen
şartlarına en uygun sistem, “liderlik üzere
kurulu sistem” değil midir? Asıl tartışmanın odağı budur!
Erdoğan fiilî olarak öncüllüğü toplumun
lider özlemiyle buluşturan bir güce dönüştürebilmiştir. Ancak bunu yasal bir sisteme
de evriltmek istemektedir. Erdoğan’a yöneltilen itirazdaki “lidersiz Türkiye” ile parlamenter sistemle devletin birden fazla lideri
olması devam etsin isteniyorsa, o zaman
Atatük’ün liderlik dönemi de -Erdoğan’a
yapılan eleştiri gibi- “tek adam/diktatör”
kurgusu içinde kalır. Oysa yeni devlet, lider
olduğu için kurulabilmiştir. Değilse Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir lider olmaz,
liderliği paylaşan komisyon-komite-grup
ve gücü paylaşan kurumlar olurdu.
Özün sözü
Erdoğan’ın başından beri “lider” karizmasındaki pozisyon alışları ve bunun en
tipik örneği olan, Sayın Gül’ün Başbakan
ve Cumhurbaşkanı oluşundaki tayin ediciliği bir gerçeği ertelenemez kılıyordu: Yeni
Türkiye’nin lideri, ölene dek Erdoğan…
Dolayısıyla özün sözü şudur: 2023 hedefi için “Yeni Türkiye” formatı doğru bir
niteleme taşımakta mıdır? Vizyon için “lider” ihtiyaç mıdır? Türkiye, lider olmadan
devleti ve toplumu yönetecek, geliştirecek,
değişime uygun halde dinamik kılacak bir
sistem benimsemiş midir?
Dolayısıyla lider hükümet başı iken de
liderliğini gösterecek, cumhurbaşkanı olduğunda da liderliğini sürdürecektir. Liderin toplumla yürüyüşünü yasalarla parkura
Hadi daha açık soralım: Parlamenter
sistem devlet için mi, yoksa toplum için mi
doğru bir sistemdir? Toplum -tabiatı gereği- devlete oranla daha hızlı değişken ve
40
temmuz 2014
Cumhurbaşkanlığı
seçimi, bir liderin final hareketi değil, Yeni
Türkiye için toplumun
lideri ile beraber atacağı
ilk adımdır. Bu başlangıç
sadece eski Türkiye’nin
sonunu getirmeyecek,
aynı zamanda bu toplum ve devlet için “lideri
bırakmak” hesabı yapanların da sonunu getirecektir. Hayırlı olsun!..
gelişken olduğuna göre, sistemler toplumu
merkez alarak kendilerini değiştirerek ve
geliştirerek yollarına devam edemezler mi?
Erdoğan “Yeni Türkiye” derken çok açık
konuşuyor: Bu toplumun doğasında “lider”
odaklı bir doku var. Bu toplumun devleti de
liderlik sistemi ihtiyacına karşılık vermeli.
Bu liderliğin -tek adam ve diktatörlük durumlarına düşmeden- kontrolü içinde her
sistem tartışılmalıdır.
Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçiminde
“lider” çerçevesi içinde yol haritası çıkar-
maktadır, cumhurbaşkanının yasal yetkileri
ile hükümetin icrası arasında yaşanabilecek
tartışmalara odaklı değil. Sonuçta yasal
çerçeve içinde kalarak da liderliği yapacağındaki ısrarı açıkça ilan etmektedir.
kalıpları çoktan kırmış bir liderdir. Bu toplum, bu kalıplara sığmayacak kadar taşmıştır.
Geriye tek şey kalıyor: Liderli toplumun lideri ile Yeni Türkiye’nin lideri için en uygun
anayasa ve buna dayalı sistemi kurmak...
Liderlik yasalara ve Yeni Türkiye’de mevcut anayasaya sığmayacaktır. Erdoğan bu
Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir liderin final
hareketi değil, Yeni Türkiye için toplumun
lideri ile beraber atacağı ilk adımdır. Bu başlangıç sadece eski Türkiye’nin sonunu getirmeyecek, aynı zamanda bu toplum ve devlet
için “lideri bırakmak” hesabı yapanların da
sonunu getirecektir. Hayırlı olsun!..
Yeni devlet, yüzüncü yılında hayal ettiği
Türkiye’yi “Yeni Türkiye” ile ilan etmiş olacaktır. Onun için “Yeni Türkiye Yolunda”
kullanılan stratejik isim, seçim ve seçenek
için en doğru tanımlamadır.
temmuz 2014
41
haberajanda
Siyaset
Şunu siyasetle biraz ilgisi olan herkes bilir ki “siyasette tarafsızlık diye bir şey yoktur, adalet diye bir
şey vardır”. Adalet, tarafsızlık değil, haktan ve haklıdan yana olmanın adıdır. Eğer aranacaksa tarafsız
değil, adil bir cumhurbaşkanı aranacaktır, aranmalıdır.
***
Oysa yapılması gereken ve siyaseten yakışır
olanı, herkesin kendi adayını aylar öncesinden belirlemesi, bunu ülkenin her ferdine tanıtması ve elbette
bu adayların da kendilerine verilen yetkiler çerçevesinde ülke için ne yapacaklarını bu millete anlatmasıydı. Fakat muhalefet partileri bu basit gerçeğe
uymadılar ve “Nasıl yaparız da iktidarın adayının
seçilmesini önleriz?” hesabıyla hareket ederek seçilecek adayın bu ülkeye yapacakları konusunda hiçbir
hazırlık yapmadılar. Dolaştıkları değişik mahfillerde
de çatı adaylarının kim olduğunu söylemeden destek
istediler. Çünkü çatı adayının kim olacağını kendileri
de bilmiyorlardı. Bilmiş olsalardı önce Kemal Derviş’e,
sonra da Abdullah Gül’e teklif yaparlar mıydı?
Hiçbir birliktelik bu milletin tarihe yürüyüşünü önleyemeyecektir. Milletin önüne dinin ekmeli,
en kemallisi, en faziletlisi, en erdemlisi olarak konulan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da, onu “çatı
aday” olarak millete dayatan dış ve iç güçlerin gayretleri ve çabaları da bu yürüyüşü önlemeye
yetmeyecektir. Anadolu insanı bu durumlarda ne güzel söyler: “Gün ola, harman ola…”
42
temmuz 2014
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen
[email protected]
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken
kuşatma daralıyor
G
EREK Cumhurbaşkanlığı’nın çok etkin ve önemli olmadığı 1960-1980 arası dönemde, gerekse Cumhurbaşkanlığı yetkilerinin Evren’e göre düzenlendiği ve
elbette arttırıldığı -12 Eylül çetesinin darbesiyle başlayan ve halen devam eden- dönemde, ülkemiz demokrasisinde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin çok sancılı geçmesi akıllara
pek de uymayan bir olaydır.
>> Her ne kadar 1982 Anayasası ile yetkileri çok arttırılmış, hatta
kimi siyaset bilimcilere göre Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın
yetkileri, dünyanın jandarmalığını
yapan süper güç ABD’nin başkanından daha fazla olsa da -Anayasa
ve Cumhurbaşkanlığı yetkilerini kendisine göre düzenleyen 12
Eylül çetesinin başı Kenan Evren
döneminde bile- bu yetkilerin tamamı, hükümeti çok da zora sokacak şekilde kullanılmamıştır. Bu
yetkileri rahmetli Turgut Özal’ın
da, Abdullah Gül’ün de Cumhurbaşkanlığı döneminde hükümeti
rahatsız edecek şekilde kullandıklarını söyleyemeyiz. Belki sadece
muhafazakâr kesimin içinden çıktığı ve muhafazakâr kesimin oylarıyla
siyaset sahnesinde kalıcı olduğu için
bu kesimin reflekslerini çok iyi bilen
Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanlığı yetkilerini özellikle RefahYol zamanında hükümeti zora sokacak şekilde kullanmış ve ülkenin
milyarlarca dolarının, belli ailelerin
kasasına akmasını sağlamıştır. (Diyet borcu olarak görevi idi; böyle
yaparak borcunu ödemiş oldu.)
Demem şu ki, Anayasa’da var
olan yetkilere rağmen Cumhurbaşkanlığı makamı, esasen, geçmişten
bugüne gelen uygulamalara bakarak
üzerinde fazlaca durulmaması gereken bir makam gibi görünmektedir.
Nitekim rahmetli Turgut Özal
gibi cesur, bilgili, reformist bir insan
bile Anayasa’da olan onca yetkisine
rağmen, o çok korkulan yetkilerini
kullanamamış ve tekrar aktif siyasete dönme planları yapmıştır. Eğer
kimi siyasilerin ve elbette Boğaziçi
Aşireti’nin içinde bulunduğu ve
aktif rol aldığı derin çete tarafından -kesinlikle derin devlet değilzehirlenip öldürülmemiş olsaydı,
mutlaka aktif siyasete dönecekti.
Fakat derin çete, rahmetli Turgut
Özal’ın aktif siyasete dönmesine
kadar geçecek süreye bile tahammül
edememiş ve onu zehirleyerek ortadan kaldırmayı tercih etmiştir.
Hal böyleyken, neden Cumhurbaşkanlığı makamı, olduğundan
daha fazla büyütülmekte ve ülkenin
ekonomisini baltalayacak şekilde
korku senaryoları ortalıkta dolaşmaktadır? Nedir Cumhurbaşkanlığı etrafında kopartılan fırtınanın
ve altına olanca yakıt sürülen cadı
kazanının sebebi?
Abdullah Gül yetkilerini
kullanmadı (!)
İşte mevcut Cumhurbaşkanımız
Abdullah Gül! Söyler misiniz, yedi
yıl boyunca Abdullah Gül, cumhurbaşkanı olarak dişe dokunur hangi
yanlışlığı yaptı? Kimin tavuğuna
kış dedi? Toplumun hangi kesimini dışladı? Ülkeyi hangi zararlara
soktu? Ülkenin itibarını hangi davranışları ve uygulamalarıyla zedeledi? Laik dine mensup müminlerin
hangi ibadetlerine karıştı? Onların
hangi törenlerine çomak soktu?
Elinizi vicdanınıza koyun ve
söyleyin; kendisini cumhurbaşkanı yapan Bülent Ecevit’e Anayasa
kitapçığı fırlatarak ve bunu anında
basına sızdırarak ülke ekonomisini milyarlarca dolar zarara uğratan
Necdet Sezer’in yaptığını mı yaptı?
Başörtülüleri kamusal alana sokmak istemeyen ve bunu açıkça dile
getiren Necdet Sezer’in yaptığının
tersine, laik dine mensup hanımların belli mekânlara girmesini mi
yasakladı?
Bütün siyasî hayatını ve siyasî
hayatındaki tırmanışlarını kimi
meşhur siyasilerin ölmesine ve öldürülmesine borçlu olan, geldiği
yerlere esas olarak muhafazakâr
kesimin oylarıyla ve desteğiyle gelen Süleyman Demirel’in başörtülü
kızları Suudi Arabistan’a gönderdiği gibi Abdullah Gül de laik dinin
mümine, mutaassıp, fanatik, bağnaz
ve muhafazakâr kadınlarını İsveç’e,
Norveç’e, Danimarka’ya mı gönderdi, yoksa 28 Şubat çetesiyle işbirliği
yapıp bütün teamülleri çiğneyerek
hükümeti kurma görevini yeterli sayıda milletvekili olmayan laik dine
mensup siyasilere mi verdi?
Diyebilirsiniz ki “Abdullah Gül
başka, şimdi aday olarak karşımıza çıkacak olan Tayyip Erdoğan
başka”, fakat laik dinin müminleri
olarak bugün başka olarak gördüğünüz eğer kabul edilecek olsaydı, Cumhurbaşkanı adayı olarak
omuzlara alacağınız Abdullah Gül’e
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecindeki tavrınızı bu millet unuttu mu
temmuz 2014
43
haberajanda
Siyaset
Ekmeleddin Bey
sanıyorsunuz? Cumhurbaşkanı olduktan
sonra kaç kez görüşme talebini reddettiğinizi, kabul günlerini boykot ettiğinizi bu millet
göz ardı mı etmeli sizce?
Gerçekten de ey laik dinin müminleri,
nedir bu telaşınız? Siz de biliyorsunuz ki tarafsızlık çerçevesinde seçmek için elinizden
geleni yapacağınız her cumhurbaşkanı, ülke
ekonomisini Boğaziçi Aşireti’ne peşkeş çekecek ve çoğunluğun kazancı, alavere dalavere ile belli bir azınlığın kasasına akacaktır.
Nitekim ne tarafsız cumhurbaşkanı olarak
seçilen ve aslında hiç de tarafsız olmayan Süleyman Demirel, ne de bulunduğu yer -yani
daha önce görev yaptığı makam- bakımından tarafsız olması gerektiği halde hiçbir
şekilde tarafsız olmayan/olamayan Necdet
Sezer ülke için bir uğraş vermiştirler. Öyle
ya, kendilerini oraya getiren siyasî güç gibi
görünenler için dahi çalışmamıştır bu isimler,
ellerine verilen gücü her fırsatta kendilerini
oraya getiren siyasî gücün ve halkın lehine
değil, ülke ekonomisini elinde tutan, darbeleri kurgulayan ve darbecileri besleyen ekonomik gücün lehinde kullanmışlardır.
İsterseniz 12 Eylül öncesinde yine tarafsız olarak seçilen Fahri Korutürk’ün yaptığı
cumhurbaşkanlığının kimin için olduğuna
şöyle kabataslak bakabilirsiniz. Korutürk
millet ve milletin çoğunluğu için mi, yoksa
belli bir zümrenin çıkarlarını korumak için
mi çalışmıştır?
Muhalefet konuyu anlamadı,
anlamayacak
Şunu siyasetle biraz ilgisi olan herkes bilir ki “siyasette tarafsızlık diye bir şey yoktur,
adalet diye bir şey vardır”. Adalet, tarafsızlık
değil, haktan ve haklıdan yana olmanın adıdır. Eğer aranacaksa tarafsız değil, adil bir
44
temmuz 2014
cumhurbaşkanı aranacaktır, aranmalıdır.
Fakat muhalefet nedense adil değil, tarafsız bir cumhurbaşkanı üzerinde durmuş,
bütün arayışını böyle bir aday üzerinde yoğunlaştırmış, tarafsız bir cumhurbaşkanı
adayı olarak da hep laik dinin müminlerini
öne sürmüştür.
Şahsen, herkesin kendi dinini kimseye
zarar vermeden ve kimseye dayatma yapmadan yaşaması gerektiğine inanan, bunu kabul
eden, yeri geldikçe yazılarımda, sohbetlerimde ve konferanslarımda bunu dile getiren
bir insanım ve bilir ve de inanırım ki kişilere
kendi dinlerini yaşama imkânı verilmeyecek
olursa toplumda iki kimlikli kişilikler ortaya
çıkacaktır. Yani münafıklar ve mürailer…
Böyle kişilikler hem kendileri huzursuz
olacak, hem de giderek toplumun huzurunu
bozacaklardır. Bu bakımdan insanlar, tercihleri konusunda zorlanamazlar. Zorlanırlarsa
zulmedilmiş ve adaletsiz davranılmış olunur.
Ancak kimileri geçmişten gelen alışkanlıkla halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi
konusunda bile -ellerinden gelirse- zorlama
ve dayatmadan yana bir arayış içindeler. Kendilerine göre değişik güç odaklarını dolaşacaklar ve asıl olarak o güç odaklarının menfaatlerini koruyacak olan birini “İşte sizin oy
vereceğiniz cumhurbaşkanı budur!” deyip
çatı adayı olarak milletin önüne süreceklerdir.
Millet de amiyane tabirle bunu yutacak ve bir
çatı adayı olarak Fahri Korutürk, Süleyman
Demirel veya Necdet Sezer gibi birine oy verecek ve onu ülkenin başına cumhurbaşkanı
olarak seçecek… Bu ne güzel kurgu, bu ne
güzel hayal, bu ne güzel rüya böyle!..
Anadolu insanı bu durumlarda o irfan
yüklü sözünü söyler: “Ümit fakirin ekmeği;
ye muhalefet ye! Hem de bol bol, kepçeyle,
kürekle, kazanla ye…”
Oysa yapılması gereken ve siyaseten yakışır olanı, herkesin kendi adayını aylar öncesinden belirlemesi, bunu ülkenin her ferdine
tanıtması ve elbette bu adayların da kendilerine verilen yetkiler çerçevesinde ülke için ne
yapacaklarını bu millete anlatmasıydı. Fakat
muhalefet partileri bu basit gerçeğe uymadılar ve “Nasıl yaparız da iktidarın adayının seçilmesini önleriz?” hesabıyla hareket ederek
seçilecek adayın bu ülkeye yapacakları konusunda hiçbir hazırlık yapmadılar. Dolaştıkları değişik mahfillerde de çatı adaylarının
kim olduğunu söylemeden destek istediler.
Çünkü çatı adayının kim olacağını kendileri
de bilmiyorlardı. Bilmiş olsalardı önce Kemal
Derviş’e, sonra da Abdullah Gül’e teklif yaparlar mıydı?
Ve Yozgatlı İhsan Efendi’nin oğlu Ekmeleddin Bey, Osmanlı Cihan Devleti’ni yıkan
güç tarafından yıllar önce belirlendi ve günü
gelince rollerini oynamaktan başka yetkileri olmayan muhalefet liderlerinin önüne
konuldu “Buyurun buradan yakın, sonra da
Türkiye’ye olacaklara bakın” der gibi…
“Bu durumda olacak nedir?” mi diyorsunuz?
Muhalefetin çatı adayı, eğer seçilecek
olursa Hükümet’in ayağına pranga vuracak
ve elinden geldiği kadar güç odaklarının çıkarları için cansiperane çalışacaktır. Gerekirse kimi derin güçlerin iktidarı defakto olarak
ele geçirmesi için kimi plan ve programların
kurgulanmasına ve uygulanmasına çalışacaktır.
Maalesef milletimiz yakın zamanda bunu
gördü, yıllarca muhafazakârların oylarıyla bir
yerlere gelenlerin değişik bağlantılarla güç
odaklarına çalıştıklarına ve ülke ekonomisinin yerle bir olmasına neden olduklarına
tanık oldu. Bütün bunları bizzat yaşayan bu
millet, binlerce yılın kendisine kazandırdığı
irfanla laik dinin müminlerine bir daha o fırsatı vermeyeceği kanısındayım. Zaman bunu
bize gösterecek. Ve nice emekle kurdukları
çatının, bu milletin irfanıyla kurgulayanların
üstüne nasıl çöktüğünü, bu millete çatı adayını dayatanların nasıl hüsrana uğradıklarını
da… Biraz daha sabır!
Hiçbir birliktelik bu milletin tarihe yürüyüşünü önleyemeyecektir. Milletin önüne dinin ekmeli, en kemallisi, en faziletlisi,
en erdemlisi olarak konulan Ekmeleddin
İhsanoğlu’nun da, onu “çatı aday” olarak
millete dayatan dış ve iç güçlerin gayretleri
ve çabaları da bu yürüyüşü önlemeye yetmeyecektir. Anadolu insanı bu durumlarda ne
güzel söyler: “Gün ola, harman ola…”
haberajanda
Siyaset
Cüneyt Akar
[email protected]
> > Klasik bir cumhurbaşkanı mı istiyoruz?
Öyle ise seçimimiz belli:
Ekmeleddin Mehmet
İhsanoğlu. Yok, “Eğer ben
seçeceksem, o koltuğa
bir onay makamı olarak
değil, icra makamı olarak
bakmak isterim” diyorsak,
seçimimiz “Recep Tayyip
Erdoğan”.
Herkes gibi ben de
üçüncü adayı, yani
Demirtaş’ı seçenekler
arasına koymayı pek
düşünmüyorum. Ancak
Demirtaş’ın alacağı oyların her biri, seçim ikinci
tura kalırsa çok büyük
anlam kazanacak. Zira
bugüne kadar muhalefet
cephesinin dillendirdiği
taviz pazarlıkları asıl o
zaman ziyadesiyle gündeme gelecektir. Zaten
Demirtaş’ın aday olma
amacı da tam olarak bu.
Erdoğan kalacak yüzde
49 ‘da, İhsanoğlu alacak
yüzde 44 oy; Demirtaş
turları başlayacak ondan
sonra. Kim daha çok taviz
verirse… Bunu düşünmek
bile çocukça aslında.
“Ben sınırları
Anayasa’yla çizilmiş bir
cumhurbaşkanlığı yapmaya geliyorum” diyen İhsanoğlu ya da tabanındaki
CHP-MHP ikilisi ne verebilir ki Kürtlere. Elindeki
hangi güçle hangi tavizi
verecek? Dolayısıyla burada da Erdoğan bir adım
öne geçiyor şimdiden.
Şahsî kanaatim odur ki,
seçim ilk turda sonuçlanacaktır. Bunun aksi, ancak
CHP-MHP seçmeninin
yüksek oranda sandığa
gidip çatı adayını desteklemesiyle mümkün olabilir. Şimdilik söylüyorum
ki, özellikle CHP seçmeninde küçük tepkilere
rağmen büyük “acaba”lar
var İhsanoğlu konusunda.
Bir de -ne kadar tam tersi
algı yaratılmaya çalışılsa
da- “Erdoğan bu seçimi de
ne yapar eder, kazanır”
izlenimi, çatının çatlak
tabanını sandıktan uzak
tutabilir. Unutmayalım ki
bir adayın seçmeni sandığa ne kadar az giderse,
diğer adayların aldığı her
oyun yüzdelik karşılığı
artıyor.
Türkiye kendini yeniliyor. Bu yenilenme,
Yeni Türkiye, yeni düzen,
ilk “Başkan”
T
ÜRKİYE kabuğundan sıyrılmaya devam ediyor.
Halk ilk defa kendi cumhurbaşkanını kendi seçecek.
“Seçilen kişi cumhurbaşkanı mı olmalı, yoksa fiilî bir
başkan mı?” sorusu herhalde tarafımızı belirlemekte bize
en çok yardımcı olacak soru.
ekonomiden siyasete,
etnik sorunlara bakışımızdan dünya siyasetiyle
baş edişimize kadar her
alanda kendini gösteriyor.
Yenilenmenin en zayıf
halkası ise maalesef muhalefet siyaseti. Sokaktaki
100 kişiye sorsak, yenilenmeye verilen onay
herhalde 90’ların üzerinde çıkar. Ne var ki bunun
siyasete uygulanması
ayağı, CHP ve MHP’de çok
zayıf kalıyor. Yeni deyince
“öcü” anlayan bu zihniyet,
Türkiye’nin önünde engel
olarak kalmaya devam
ediyor.
Oysa yeni dünya düzeni, devletlerin askerî
ve sayısal güçlerini ikinci
plana atmış durumda.
Dünyaya hükmeden devletlerin hepsi, ekonomik
sorunlarını geride bırakabilmiş, politik hamlelerini
zamanında yapabilen, iç
siyasette istikrarı yakalayabilmiş olanlar. İstikrar,
sürekli aynı partinin hükümet etmesi anlamına
gelmiyor. ABD seçimlerinde Cumhuriyetçilerin ya
da Demokratların kazan-
ması ne değiştiriyor ABD
vatandaşı ya da dünya
için? Sistemin istikrarı
önemli yani. Sistem doğruyu bulduktan sonra,
kim gelirse gelsin, büyük
tahribat yapamıyor.
İşte bizim şu andaki en
büyük eksiğimiz “sistem”.
12 yıldır yenilenen Türkiye doğru sistemi kurdu
mu hâlâ bilmiyoruz. Eğitimden sağlığa, yargıdan
siyasete kadar bitmeyen
bir yenilenme içinde
devlet. Sistem, oturduğunda kendi kendini yönetir
duruma gelecek ve biz
bunu kendi hayatımızdan bile rahatlıkla fark
edebileceğiz. Ancak 12
yıllık çabaya, yapılanların
genellikle doğru olmasına
rağmen eksiklikler bitmiş
değil. Bu eksikleri de siyaset ve siyasetçi tamamlayacak. O halde siyaset ve
siyasetçiden korkmanın
bir anlamı yok. Devlet ve
demokrasi var oldukça,
siyaset ve siyasetçi de var
olacak ve devleti yönetecek. Ve biz o siyasetçiyi
denetleyip oylarımızla
puan vereceğiz.
Yapmadıkları için hesap soramayacağımız bir
cumhurbaşkanını seçmek
için niye oy verelim ki? O
halde siyaset dışı bir adayı
cumhurbaşkanı yapmanın hiçbir geçerli mantığı
olamaz.
Benim cumhurbaşkanım siyaseti çok iyi bilmeli. Vatandaşın dün tanıdığı,
dünyanın neredeyse hiç
tanımadığı biri olmamalı.
Ufku açık, vizyonu geniş,
devleti bilen, icraya engel
değil de destek olacak biri
olmalı.
Benim cumhurbaşkanım taraf olmalı. Yeniliğe,
gelişmeye, büyümeye,
2023 hedefine taraf olmalı. Bugüne kadar olduğu
gibi, gecesini gündüzüne
katarak vatanı için çalışıp
vatandaşından taraf olmalı. Benim cumhurbaşkanım hem devletin, hem
milletin, hem icranın, hem
ordunun başkanı olmalı.
Velhasıl benim cumhurbaşkanım, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk seçilmiş başkanı, Recep Tayyip
Erdoğan olmalı.
temmuz 2014
45
haberajanda
Siyaset
Erdoğan kaybederse,
ben bu ülkeyi terk ederim!
10
AĞUSTOS’ta
tarihî bir gün
yaşayacağız.
Sandık başında sıraya girecek, elimize
oy pusulasını ve mührü alacak, gönlümüzdeki aday için
besmele ile tercihte bulunacağız.
46
temmuz 2014
>> “Mühür kimdeyse Süleyman odur” sözünü hatırlayacak ve o an için hepimiz birer “Süleyman” olacağız.
Kimin cumhurbaşkanı olacağına, tarihte ilk
defa millet karar verecek. Bu aşamaya kolay
gelmedik. Sıradan bir seçim değil bu, seçimlerden herhangi biri değil. Ne badireler atlattığımızı zihnimizden geçirelim. Tehditleri, şantajları, 367 garabetini, aday olmak isteyenlerin
tartaklandığını, dövüldüğünü, statükonun isteğinden farklı oy kullanma eğilimine sahip olduğu bilinenlerin silah zoruyla seçimden uzak tutulduğu dönemleri hatırlayalım.
Hiçbir sıkıntı boşuna çekilmiş sayılmaz.
2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında
yaşanan kriz, bir sonraki seçimin halk tarafından yapılmasının yolunu açtı. “Öyle de olmayaydı, böyle de olacağı yoğidi.”
Mehmet Şeker
[email protected]
O gün, milletin gönlündeki kişi cumhurbaşkanı olacak. Üç aday arasından hiç biri yeterli oy alamazsa, kısa süre içinde en çok oy
alan iki aday tekrar yarışacak. Neticede yine
milletin en çok istediği Çankaya’ya çıkacak.
Seçimlerden önce yorum yapanların genellikle temkinli davrandığına şahit oluruz. Tıpkı
futbol maçlarındaki gibi... Dünya Kupası yarı
final maçında Brezilya, Almanya karşısında
çok gollü bir yenilgi alınca, bazı yorumcuların
teknik direktörü eleştirdiklerini gördük. Tarihinin en ağır yenilgisine uğrayan Brezilya için
maç bittikten sonra yorum yapanların durumuna epey güldüm. Eğer yorum yapacaksan,
takım kadroları açıklandığı zaman yapacaksın.
Bu takım Almanya’dan en az 7 gol yer diyebiliyorsan, ne âlâ. Benzer şekilde tek kelime bile
etmediysen, söylediğin sözler pek anlam ifade etmez.
İşbu sebeple, seçime henüz bir ay varken
temkinli davranmayı aklıma bile getirmeden,
son derece iddialı bir yorumda bulunmak istiyorum.
Eğer Recep Tayyip Erdoğan kaybeder,
Ekmel Bey seçimi kazanırsa, ben bu ülkeyi
terk ederim...
***
Ekmeleddin İhsanoğlu, ya da Kemal
Bey’in ifadesiyle Ekmeloğlu kötü bir insan
mıdır? Hayır... Allah selamet versin, sağlık
afiyet versin. Fakat uygun kişi değildir. Vaziyet bu kadar basit.
Hele adaylardan biri Ekmel Bey, diğeri Erdoğan iken, eğer bu millet tercihini düşündüğüm şekilde kullanmaz da tam tersi
yönde sonuç çıkarsa, hayırlı olsun deyip pılıyı pırtıyı toplamaya ve kendime yeni bir adres aramaya başlarım.
Seçime bir ay kala değil, adayların hiç biri
ortaya çıkmamışken bile kimin cumhurbaşkanı olacağı belliydi.
Diyelim ki aylar önce, “Bu ülkede cumhurbaşkanı olmayı en çok hak eden kişi kimdir?” şeklinde bir soru ortaya atılsaydı, nasıl
bir cevap alınırdı?
Kimdir? Kemal Kılıçdaroğlu mu, Devlet
Bahçeli mi, Selahattin Demirtaş mı? Haydar Baş mı, Doğu Perinçek mi, Mesut Yılmaz mı? O dönem için kim olduğu bilinmeyen çatı aday mı?
Hangi partiden olursa olsun, çoğunluğun
Ekmel Bey’in “İşbirliği Teşkilatı”
bugüne kadar ne yaptı?
MUHALEFETİN ortak adayı
Ekmel Bey’e bakıyorum... İyi bir
insana benziyor. Önce adından
“din” kısmını çıkardı. Sonra kendisine ufakken “ekmek” dediklerini söyledi. Tanıtım toplantısında “Ekmek için Ekmeleddin”
diye bir sloganla halkın karşısına çıktı.
Kılıçdaroğlu özenle seçtiği, fakat yardımcılarının bile habersiz olduğu ortaya çıkan adayının adıyla soyadını birleştirip
“Ekmeloğlu” yaptı. Ekmel Bey,
Suriye konusunda “Ben olsam
sınırları açmazdım” açıklamasında bulundu.
Filistin meselesinde kıyıda
durdu. Ortadoğu’nun diğer ülkeleri ve Filistin dramıyla ilgili “Arapların meselesi, araya girmemek lazım” gibi anlamsız
cümleler kullandı. (Anlamsız tabiri, burada pek hafif kaldı, farkındayım!) Araya girmemek
gerekirmiş, çünkü onlar yarın anlaşırlarmış, sonra biz kötü
olurmuşuz.
Oy, oy, oy!.. Durun, bitme-
di; dahası var... Kürt meselesiyle ilgili görüşü sorulduğunda yorum yok deyip geçti gitti.
Mısır’daki darbeye darbe demediğini de biliyoruz. Paralel yapının da desteğini alacağı malûm…
Daha ne? Karnede bu kadar
fazla zayıf not olduktan sonra…
Ve bunları kendi ağzından duyduktan sonra… Geçiniz...
***
İslam Konferansı Teşkilatı İKT vardı; Ekmel Bey’in başında bulunduğu... Bir süre sonra
“Teşkilat” yerine “Örgüt” kullanılır hale geldi, İKÖ oldu. Ardından isim değiştirdi, “İslam İşbirliği Teşkilatı yapıldı. “İşbirliği”
kelimesi olumlu yanlarıyla beraber, “işbirlikçi” tabirini de akla
getiriyor. “Kim, kiminle işbirliği
içinde?” sorusu doğuyor bu durumda. Aynı zamanda “Kimlere işbirlikçi deneceğini” düşündürtüyor.
Ve asıl soru şu: İKT, İKÖ ve
İİT bugüne kadar ne yaptı?
***
Ekmel Bey için çekincesiz şekilde kullanılan “İngiltere Kraliçesi’nin adamı” ifadesi
bir yakıştırmadan mı ibaret hakikaten? Eğer yakıştırma değilse, haksızca yapılmış bir isnat
değilse, biz başımıza İngiltere Kraliçesi’nin adamını mı seçmeliyiz?
***
CHP’li olsaydım, müzmin bir
Erdoğan muhalifi olsaydım bile,
gidip kuzu kuzu Ekmel Bey gibi
bir adaya oy vermezdim.
Gider, seçim pusulasının üstüne “Kamer Genç” yazar, mührü basardım. Sırf nam olsun, kâr
olmasın niyetine. Adam hiç değilse çevreci; çiçeği seviyor, yeşili koruyor...
vereceği cevap, daha o zamandan tek adrese
işaret ederdi emin olun. En fazla hak eden kişi
sorusuna mukabil Erdoğan’ın ismi öne çıkardı. Muhalif pozisyonunda bulunanlar bile dürüstlük içinde “Ben karşıyım ama en fazla Erdoğan hak ediyor” cevabını verirdi. Seçimden
önce böyle çıkan bir isim, seçim sandığından
da çıkar. En ufak bir endişem yok.
***
Bugüne kadar girdiği her seçimi kazanan
ve her seferinde daha fazla oy alan bir liderin, cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmel Bey
gibi bir aday karşısında mağlup olması, akıllara durgunluk verecek derecede vahim bir
durum demektir.
Öyle bir sonuç, bu milletin vefasızlığına işaret eder ki, kendi adıma başka bir adres aramak için yeterli sebeptir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, “Emaneti ehline teslim
etmek” gibi bir mecburiyetimiz var. Asla göz
ardı edemeyeceğimiz sağlam bir tavsiye bu.
Daha doğrusu tavsiye değil, emir...
***
Bir de, “İyi diyorsun ama ben Erdoğan’ın
icraatın başında kalmasından yanayım” diye
açıklamada bulunanlar var.
Samimi olduklarından şüphe duymuyorum. Sebebi sorulduğunda, “Başladığı işleri
tamamlaması gerektiği” gibi gayet mantıklı
cevaplar alıyoruz.
Bu düşünce, Erdoğan’ın adaylığı açıkladığı anda geçerliğini yitirmiştir. “Seçilecek kişinin, farklı bir cumhurbaşkanı olması gerektiği… Koşturan, terleyen, biri olmalı” diye tarif
veren kişi de bizzat Başbakan Erdoğan değil miydi?
Adaylığı açıklandıktan sonra da aktif şekilde koşturacağını günlerdir meydan meydan anlatan, bütün yetkilerini kullanacağını
belirten o değil mi?
Sembolik bir cumhurbaşkanına mecbur
muyuz? Tam aksine, güçlü bir cumhurbaşkanına ihtiyacımız var. Güçlü, karizmatik,
ne yaptığını ve ne dediğini bilen, planı programı olan, bu ülkenin daha iyi şartlara sahip
bir ülke olması için hayatını ortaya koyabilen biri…
Kimseden sözünü sakınmayan, icraatın
içinden gelen, yurdun her karış toprağında
ayak izi bulunan biri…
Sevdası, birlik ve dirlik içinde güçlü Türkiye olan bir cumhurbaşkanı…
Tarih önümüze böyle bir fırsat getirmişken mırın kırın etmek, “İyi güzel ama…”
deyip burun kıvırmak, naza çekmek, kendi
sorumluluğunun dahi farkında olmamak anlamına gelir.
temmuz 2014
47
haberajanda
Analiz
Eğer biz
cumhurbaşkanımızdaki
özelliklerin
aynı olması
husussundaki
hemfikirliğimizi “hemaday”
çizgisine dönüştürürsek,
işte o zaman
tadından yenmez. Bakın,
işte o zaman
kendini aşmış
insanlar ülkesi
olan Türkiye’yi
kimse tutamaz! Ayaklarına ağırlık
bağlamış değil,
ağırlıkları çıkarılmış insanlar
tarafından
yönetilen bir
ülke oluruz.
C
UMHURBAŞKANLIĞI
seçiminde de kendimize
has durumdayız. Memleketimizin iyi idare edilmesi
için cumhurbaşkanı seçmeyi mi istiyoruz, yoksa Cumhurbaşkanlığı seçiminden
başka kârlar mı umuyoruz?
Yağı, salçayı, bulguru ve suyu koyup şiş kebap elde
edeceğimizi ummuyorsak, adaylarımızın da ifade
ettikleri gibi, aslında tek adayımız var.
Bir süre milletvekilliği vazifesi icra ettik. Vekillik,
temsilî bir vazife olmasına, herkesin bunu bilmesine rağmen nedense hep icra beklentisi oldu. Birçok milletvekili arkadaşımız hastane, misafirhane,
ulaşım gibi birçok hizmeti icra ettiler. O vazifedeyken sorun çözmek ve milletimizi, insanımızı
sevmek adına bunlar istenerek, şikâyet edilmeden
yapılan işler. Atama, tayin, yol, su, elektrik gibi
birçok icrayı veya günümüz tabiriyle yürütmeyi
ilgilendiren hususlardı bunlar. Ama tüm vekiller
bilfiil bunlarla ilgilendik. Temsilciden beklenen
veya yer yer de temsilcinin kendi anladığı temsil
vazifesi, aslında icra vazifesi. Bir milletvekilinden
bile bu kadar icra beklenirken, cumhurbaşkanından icra beklenmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Üstelik Anayasa böyle bir vazife vermişken…
Cumhurbaşkanlığı’nın algılanmasında kesinlikle icra vardır. En büyük makam olacak da icra olmayacak? Olacak bir durum değil. Sade vatandaşın taleplerine bir bakın, neler yoktur ki? Eğitimden maddi yardıma, adli meselelerden uluslararası
ilişkilere kadar her konuda icra talebi vardır. Peki,
siyasilerde böyle bir beklenti yok mu? Tabiî ki var.
Hükümet’in birtakım icraatlarının engellenmesini
Abdullah Bey’den isteyen muhalif partilerimiz idi.
Tabiî ki istenecek, beklenecek. Hepimizin elinden
48
temmuz 2014
ne geliyorsa, el ele verip bu işi yapmalıyız. Cumhurbaşkanlarımızın yapabileceği bir şey varsa tabiî
ki geri durmamalılar. Kimse, kimsenin görevini
zaten yapmaz. Ona gerek de kalmaz. Bu konuda
cumhurbaşkanı adaylarımız da artık sloganları ve
açıklamalarıyla icraat yapacaklarını söylemekteler.
Bir başka ifadeyle hepimiz, cumhurbaşkanının
icra yapması gerektiği konusunda hemfikiriz.
Çözüm Süreci önemli
Hemfikir olduğumuz bir başka husus ise Çözüm Süreci. Her ne kadar muhalif partilerden
CHP ve MHP bu sürece karşı duruyor olsalar
da ortak adayları bu noktada desteğini gösteriyor.
Tüm adaylar bu konuda hemfikirler.
Başka bir hemfikir olunan konu ise ekonominin, yatırımların Türkiye’de iyiye gittiği. Hızlı
trenden yollara, Marmaray’a, sağlık hizmetinden
konut meselesine, ihracattan turizme dek pek çok
konuda iyiye gidişle ilgili ciddi bir hemfikir durumu var. Aslında istikrarı bozmayacak bir şekilde
ilerlenmesi gerektiği de konuşmalarda vurgulanan
bir durum.
Son zamanlarda Filistin konusunda Ekmelettin
Bey de Tayyip Bey ile aynı şeyleri söylemeye başladı. Yani önceleri tarafsız olunmasını savunurken,
sonra Filistinlilerin yanında yer alınacağını ifade
ediyor. Demek ki her ikisi de daha önce konuşma
fırsatı bulsalarmış farklı şeyler söylenmeyecekmiş.
Yani Tayyip Bey, ne yapılması gerektiğini ikna
edici bir şekilde izah ederdi gibi geliyor bana.
Fatiha
Hemfikir olunan meseleler bunlar mı sadece?
Tabiî ki değil. Her iki adayın da Fatiha Suresi
vurgusu önemli bir birliktelik. Tabiî CHP’nin bu
konuya nasıl baktığı da bir şekilde ortaya çıkmış
Lokman Ayva
[email protected]
Ne yapabilirlerdi? Çok basit! Madem her konuda hemfikiriz, kişisel duyguları bir tarafa bırakıp galibiyet-mağlubiyet
sıkıntılarını bir kenara atıp Tayyip Bey’i aday gösterirdik. Niye mi? Aynı fikirdeysek neden Türkiye’yi 12 sene yönetmiş
genç, aşırı çalışkan, dürüst, vizyoner ve tabiî ki erdemli bir kişiyi göstermeyelim ki? Üstelik arkasında sımsıkı duran,
“Dik dur, eğilme! Bu millet seninle!” diyen bir halk varken...
oldu. Bu tür tutumlara karşı çıkan ciddi bir
CHP kesiminin ne yapacağını bilemiyorum.
Önemli bir hayal kırıklığı yaşamış oluyorlar.
Ama bunlara rağmen CHP yönetimi AK
Parti ile aynı düşünüyor ki aynı istikamette
bir aday çıkarmayı MHP’ye teklif etti.
Köşe yazılarında, kulislerde birçok dedikodu var: “Aslında CHP’li bir aday çıksaymış Kemal Bey’in koltuğu sallanırmış, o
yüzden böyle bir aday çıkarmışlar…” Neymiş efendim “Tayyip Bey’in cumhurbaşkanı
olmasını AK Parti’lilerden daha çok muhalefet istiyormuş, zira böylelikle seçimi kazanabilme umudu ortaya çıkıyormuş”. Bunların hangisi doğrudur bilemem, doğrusu
bilmek için de hiç uğraşmam. Zira bizim
şu anki gündemimiz, “cumhurbaşkanının
seçilmesi”. Az önce arz ettiğim tarife göre
yemek yaparsanız, bana inanın, şiş kebabı
ortaya çıkmaz, çıksa çıksa bulgur pilavı çıkar. Onun gibi, muhalefet partilerimiz böyle
değişik hesaplara hiç girmesinler. Onların
plan ve programını ayrıca yapsınlar. Ama
şu güzelim ülkeye, harika insanlar ülkesine
zaman kaybettirip eziyet çektirmesinler.
Peki, ne yapabilirlerdi?
Ne yapabilirlerdi? Çok basit! Madem
her konuda hemfikiriz, kişisel duyguları
bir tarafa bırakıp galibiyet-mağlubiyet sıkıntılarını bir kenara atıp Tayyip Bey’i aday
gösterirdik. Niye mi? Aynı fikirdeysek neden Türkiye’yi 12 sene yönetmiş, genç, aşırı
çalışkan, dürüst, vizyoner ve tabiî ki erdemli
bir kişiyi göstermeyelim ki? Üstelik arkasında sımsıkı duran, “Dik dur, eğilme! Bu millet seninle” diyen bir halk varken...
Anlaşılıyor ki muhalif liderlerimiz bu
konuda kendilerini aşamıyorlar. Madem
öyle, bari vatandaş olarak biz bu durumları
aşalım. Aksi halde bizim durumumuz şuna
benzeyecek: İki kişi lokantaya gidiyor ve her
ikisi de hemfikir oldukları yemekleri sipariş
veriyorlar. Ama biri bağırıyor, çağırıyor, üzülüyor, ağlıyor; diğeri yemeğini afiyetle yiyor.
Yani diğer arkadaşı için bir şeyler yapmak
istese de yapamamış oluyor.
Eğer biz cumhurbaşkanımızdaki özelliklerin aynı olması husussundaki hemfikirliğimizi “hemaday” çizgisine dönüştürürsek,
işte o zaman tadından yenmez. Bakın, işte
o zaman kendini aşmış insanlar ülkesi olan
Türkiye’yi kimse tutamaz! Ayaklarına ağırlık
bağlamış değil, ağırlıkları çıkarılmış insanlar
tarafından yönetilen bir ülke oluruz.
Efendim, diliyoruz ki çocuklarımız, bizim yaşadığımız olumsuzlukları yaşamazlar.
Ama yine diliyoruz ki bizim yaşamadığımız
güzellikleri yaşayacakları bir ülkeleri olur.
Keşke bizler de bu mirası bırakacak fırsatı
değerlendirebilsek…
temmuz 2014
49
haberajanda
Siyaset
Türkiye’de
siyaset artık
tamamen konsalide olup, saflar da oldukça
netleşti. Bundan
ötesi yok; herkes bunu biliyor.
Bu durum, yenilenen Ağrı ve
Yalova seçimlerinde de ispatlandı. Seçmen,
30 Mart 2014’te
Başbakan’a,
“Cumhurbaşkanlığı’na
adaylığını koy,
senin yerin artık
orası” mesajını
iletmiştir. Cumhurbaşkanlığı
seçimi bundan
dolayı heyecanını kaybetmiştir.
Seçim, aslında o
gün bitmiştir.
***
CHP’nin klasik
reel politik dış
politika ağzıdır
bu; pragmatist,
oportunist,
pasif ve de statükocu... Aday
yapılmasındaki en büyük
etkenin de bu
olduğu açık.
Hem dünyada
sulhtan bahsedeceksin, hem
de Suriyeli mülteciler için “Ben
olsam sınırdan
içeri almazdım”
diyeceksin. Bunun adı sanırım
“kibar ölüm”
oluyor. Bunları
başında “İslam”
olan teşkilatın
emekli Genel
Sekreteri söylüyor.
50
temmuz 2014
Tayyip Erdoğan’ın karşısına
Abdülhamid veya
Fatih’i çıkarma şansınız
olsaydı, belki…
C
UMHURBAŞKANLIĞI seçimi öncesi üç adayı da
kendi temsil ettiği ideoloji ve taraftarlarıyla birlikte
düşünmek gerekiyor. O zaman tek tek bakalım ve en
renklisinden başlayalım
Ekmeleddin
İhsanoğlu
Bir öğretmen arkadaşım dükkânıma ziyarete gelmişti. Hoşbeşten sonra “CHP’nin çatı adayını
duydun mu?” diye sordu. “Duymadım, kimmiş?” dedim. “Ekmeleddin İhsanoğlu!” dedi. “Şaka
yapıyorsun?” deyince “Yapmıyorum” demesiyle birlikte neredeyse
karnıma ağrılar girecekti…
Her yere müracaattan sonra
buldukları aday buydu demek!
Bir anda gözümün önüne sessiz, sakin, stükonun gereklerini
yerine getirecek bir şahıs geldi.
Bu şahsı AK Parti’nin İslam İşbirliği Teşkilatı’na Genel Sekreter yapmak için didindiği, İİT’yi
BM ayarında bir stratejik araç
yapacağını umduğu kişi olarak
tanıyorduk. Maalesef olmadı,
olamadı. Sürekli BM söylemlerine eklemlenmiş bir İİT gördük.
Özellikle Suudi Arabistan’ın
finansörlüğünü yaptığı bu teşkilat, ne Ortadoğu’daki demokratikleşmede bir rol alabildi, ne
de Batı’dan bağımsız bir politika
geliştirebildi.
Neden aday yapıldı?
CHP ve MHP’de aday olacak
kapasitede bir lider olmadığından
mı, Yeni Türkiye’den korkmalarından mı, kendi mamalarının kesileceği endişesinden mi, Mansur
Yavaş’ın Ankara’da ortaya koyduğu performansa dair milliyetçi
muhafazakâr ve özellikle dindar
oyları kafesleme stratejisinden mi
İhsanoğlu aday gösterildi? Belki
de Aydın Doğan’ın dört yıl önceki işaretinden?
Dindarlara yaklaşmaya çalışırken, içeride var olacak kırılmalardan dolayı “dindarlardan
uzaklaşmayı” ancak böyle başarabilirlerdi, başardılar. Kemal
Kılıçdaroğlu’nun “Tıpış tıpış
oy verecekler” demeye getirdiği
işte buydu! Sokakta nal bulanın,
“Hah, şimdi sıra at almaya geldi!”
demesi gibi…
Aslında durumun farkındalar
ya da çaresizlikten “salağa yatıp”
denemek zorunda kaldıkları tek
strateji bu kaldığı için böyle bir
siyaseti denemeye karar verdiler.
Türkiye’de siyaset artık tama-
men konsalide olup, saflar da oldukça netleşti. Bundan ötesi yok;
herkes bunu biliyor. Bu durum,
yenilenen Ağrı ve Yalova seçimlerinde de ispatlandı. Seçmen,
30 Mart 2014’te Başbakan’a,
“Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını
koy, senin yerin artık orası” mesajını iletmiştir. Cumhurbaşkanlığı
seçimi bundan dolayı heyecanını kaybetmiştir. Seçim, aslında o
gün bitmiştir.
Benim üzüntüm
başka
Önüne konan kâğıttan Fatiha
Suresi’nin mealini bile doğru dürüst okuyamayan bu adamı millete ezdirecekler. Aday gösterdikleri
adamın seçim yürütecek bir becerisi olmadığı gibi siyaset alanında
da hiçbir yeteneği yok. Cumhurbaşkanının siyasî bir kimliğinin
olmaması gerektiğini bundan öne
sürüyorlar. Fakat ne çare ki cumhurbaşkanını bu kez halk seçeceği
için her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar.
Size, Kemal Kılıçdaroğlu ve
Bahçeli’nin siyasî istikballerini
garanti altına almak için bir garibi kurban etmesine dair Fatih
Altaylı ile Kılıçdaroğlu arasında
geçen bir diyalog:
Kılıçdaroğlu: “Ekmel Bey, bu
Murat İlkter
[email protected]
Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu
İsrail Gazetesi Haaretz’in “Ekmeleddin” manşeti şöyle: “He is one of us.”
Yani, “O bizden biri”... Bu başlık bile tek başına ne kadar da çok şey anlatıyor.
zamana kadar toplumu rahatsız edecek bir
söylemde bulunmadı.”
bizden biri”... Bu başlık bile tek başına ne
kadar da çok şey anlatıyor.
Altaylı: “Ekmeleddin Bey’in bir söylemi
yok zaten. Konuşmalarını dinliyorum, kayda değer bir şey söylemiyor.”
Finansörlüğünü Suud’un yaptığı İslam
İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri iken
Sisi’ye ve Esad’a verdiği desteği unutan
varsa, bir de 13 Temmuz 2013’te yaptığı şu
cumhurbaşkanı tanımına baksın:
Elde görünen bir tek şey var, o da “beyefendilik”... Adama “Sen kibar ol, gerisini
bize bırak” talimatı verilmişe benziyor. Bu
kadar nezaketin ise bu millette bir karşılığı
yok.
Bir diğer başlık
İsrail Gazetesi Haaretz’in “Ekmeleddin”
manşeti şöyle: “He is one of us.” Yani, “O
“Bütün Türkiye’yi kucaklayacak, dünyadaki itibarını yükseltecek, düşmanların
hedefi olmayacak bir ülke haline getirecek,
yani içeride huzur, dışarıda itibar sağlayacak bir cumhurbaşkanına ihtiyacımız var.
‘Yurtta sulh, cihanda sulh’u sağlayacak bir
cumhurbaşkanına ihtiyacımız var.”
CHP’nin klasik reel politik dış politika
ağzıdır bu; pragmatist, oportunist, pasif
ve de statükocu... Aday yapılmasındaki en
büyük etkenin de bu olduğu açık. Hem
dünyada sulhtan bahsedeceksin, hem de
Suriyeli mülteciler için “Ben olsam sınırdan içeri almazdım” diyeceksin. Bunun adı
sanırım “kibar ölüm” oluyor. Bunları başında “İslam” olan teşkilatın emekli Genel
Sekreteri söylüyor.
Savaştan yenilgi ile çıkmış bir devletin,
o günlerde zaman kazanma adına “Bizim
artık emperyal hedeflerimiz yok, bize dokunmayın” dediği günlerdeki dış politik
söylemle aynı ağız kullanılıyor. Böyle bir
söylemin ne fıtratla bir alakası var, ne de
temenniden öte bir gerçeklikle. Öyle olsa
bugün başımıza Kürt sorunu örülür müydü, Balkanlar ve Ortadoğu kan gölüne döner miydi?
temmuz 2014
51
haberajanda
Siyaset
Öncelikle cebine bakan millet açısında
tüm rakamlar, son on senedir milletin alım
gücünün arttığını gösteriyor. Halkın en
büyük korkusu, şu anki mevcut durumunun kötüye gitme ihtimali. Bu da daha çok
etrafımızdaki ateş çemberinden kaynaklanıyor ve muhalefet de sürekli bu yumuşak
karna vuruyor.
İkinci kriter olan vaatlere göre Erdoğan,
yeni ve demokratik bir Türkiye ile birlikte
icracı bir cumhurbaşkanlığını işaret ediyor.
Demirtaş, “birlik ve beraberliğin teminatı
olduklarını ve asla bir daha silaha sarılmayacaklarını” vurguluyor. Ekmeleddin Bey
ise hâlâ 1970’lerin Türkiye’sinde gezinip
“Ekmek için Ekmeleddin” diyerek Ahmet
Necdet Sezer tadında bir cumhurbaşkanlığı vaat ediyor.
Üçüncü kriter olan vizyon noktasındaysa “görünen köy kılavuz istemiyor”. O
yüzden…
Selahattin Demirtaş
Sonuç ortada
Kürtlerin akıllarını başlarına devşirip muhalefeti CHP ve MHP’den alması
an meselesi. Selahattin Demirtaş’ın yaptığı açıklamalara bakarsanız bu
açıkça görülüyor. Milliyetçiler farkında mı bilmem ama Demirtaş tüm propagandasını Türkçe ve Türkiye’ye yönelik yapıyor, Türkçeyi de Ekmeleddin Bey’den daha güzel kullanıyor. Hedefine ne kadar varır bilemem ama
bu adamdan önümüzdeki beş sene çekecekleri var.
Selahattin Demirtaş
Demirtaş daha vizyonel, muhalafetin geleceği adına daha akılcı ve günümüz siyasî
gerçekliğine dair daha idealize bir propaganda yürütüyor. Handikabı ise hitap ettiği
kitlelerle doku uyuşmazlığı yaşıyor olması.
Hoş, o alanı AK parti kuşattığı için çaresiz,
ama madem Türkiye’ye dair bir siyaset hedefleniyor, hem de Türk milletinin değerlerine ve inancına yönelik bir siyaset, mevcut
siyasî boşluğu doldurmakta çok daha iyi iş
yapacaktır.
Erdoğan’ın “Yeni Türkiye” vizyonundaki
devlet-millet ikileminde “milletten yana”
olduğunu ortaya koyması, Demirtaş’ın
“birlikte yaşama vizyonu” birbirini tamamlayan siyasî bir perspektif sunuyor. Bu da
gösteriyor ki önümüzdeki en az beş yıl,
Türk ve Kürdün yılı olacak. Bu, sadece bizim bölgemiz için değil, iki vizyonun örtüşmesiyle gerçekleşecek ve tüm Ortadoğu
huzur bulacak.
Tayyip Erdoğan
Erdoğan’ın adaylığındaki en büyük hak
52
temmuz 2014
ediş, batmış bir ülkeyi getirdiği noktadır.
Halk bunu biliyor. Yeni Türkiye’nin nereye
doğru evrildiğini fark etmeyenlerin de en
büyük güvencesi Erdoğan. Onun söylediği
her şeyi bir güvence olarak gören bir millet
ile Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nı daha
ilk turda alacağı açıkça görülüyor.
“Güçlü liderlik” milletin genlerine sirayet ettiği için, Erdoğan simgesel bir cumhurbaşkanı değil, yetkilerini sonuna kadar
kullanan icracı bir cumhurbaşkanlığını vaat
ediyor. Bunun karşılığını da alıyor. Ortadaki
durum, açıkçası yepyeni bir devlet demek…
Erdoğan, özellikle Ekmeleddin Bey’in
siyasî zaafına çalışıyor ve onu siyasete çekerek sürekli hataya zorluyor. Bahçeli ve
Kemal Kılıçdaroğlu bu açığı kapatmak
için rol çalmaya kalktıkça da Ekmeleddin
Bey pasifize oluyor ve kendi karakteri ile
CHP’nin karakteri birbirine uymadığından yapılan her açıklama tevile uğruyor.
Halkın seçime yaklaşımı
Türk milleti oy verirken üç şeye bakıyor:
Cebine, vaatlere ve vizyona...
Zerre heyecanı olmayan bir seçime gidiliyor. Oy pusulasında yer alan sıralamadaki
gibi gerçekleşecek her şey. Başta Erdoğan,
sonra Demirtaş ve oyları Demirtaş’tan
yüksek olmasına rağmen Demirtaş’a karşı
bile kaybeden İhsanoğlu…
Gördüğünüz gibi işin içine bir de Ramazan ve yaz rehavetinin girmesi bu yazıyı
da heyecandan yoksun kılıyor.
Bu seçimde özellikle beni ilgilendiren
taraf, yakından izlediğim Kürt sorunu ve
buna mukabil açılımın geleceği… 1980
öncesi Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koyduğu için Diyarbakır Cezaevi’nde
İstiklal Marşı’nı ezbere ve tersten okumak zorunda kalan Nurettin Yılmaz’dan
Demirtaş’ın adaylığına nasıl geldiğimizi iyi
düşünmek gerek…
Kürtlerin akıllarını başlarına devşirip muhalefeti CHP ve MHP’den alması an meselesi. Selahattin Demirtaş’ın yaptığı açıklamalara bakarsanız bu açıkça görülüyor. Milliyetçiler farkında mı bilmem ama Demirtaş
tüm propagandasını Türkçe ve Türkiye’ye
yönelik yapıyor, Türkçeyi de Ekmeleddin
Bey’den daha güzel kullanıyor. Hedefine ne
kadar varır bilemem ama bu adamdan önümüzdeki beş sene çekecekleri var.
Not: -Hangi sivri zekâlının akıl ettiğini
bilmiyorum- “Muslukaçistanbulunsuyunubitir” kampanyasına itibar eden ey gafiller!
Ne yaparsanız yapın, kaybedeceksiniz!
haberajanda
Siyaset
Yavuz Şahin
[email protected]
M
ONARŞİNİN padişahından Cumhuriyet’in reis-i
cumhuruna… Yaşamını
yüzyıllarca şaşaayla sürdürebilmiş bir imparatorluğun padişahlarının bir
gece verilen kararla sürgüne gönderilmiş olmaları,
Cumhuriyet’in monarşi
karşısında hükmen galip
olduğunu gösteriyor.
Devletin başı
YENİ bir Türkiye için yine sandık başına! Sıra, 10 Ağustos
günü, artık iller bazında bir adayı değil, ülkenin, yani devletin başını seçmeye geldi.
dolayı vesayetin aktörleri
tarafından üretilen sofistike argümanlara rağmen
7 yıldır hakkını vererek
halkla iç içe gerçekleştirdiği görev süresinin
son zamanlarına gelmek
üzere.
1920 yılında kurulan
Meclis’in ardından ilan
edilen yeni rejim, “cumhuriyet”. 1923 yılında o
cumhurun reisi olan, yeni
yönetim biçimini halkına
büyük bir sağduyunun
şemsiyesiyle sunan ilk
Cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal Atatürk dahi iliklerine kadar benimsediği
siyasal partiden arınamadan Cumhurbaşkanlığı
görevini yürütmüştür.
İkinci seçim ilkinden
daha sarsıntılı gerçekleşmiş. Yeni rejimin ilk kabil
hamlesi militarist zorbalık, ikinci Cumhurbaşkanlığı seçiminde sahneye
konulmuş ve İnönü’nün
seçilmesi için ordu komutanının muhtıra (!)
yayınlamasıyla beraber
zafer gerçekleşmiş. 1980
Darbesi, 115 tura rağmen
seçilemeyen bir cumhurbaşkanı kaosunu ortaya
çıkaran ve ardından referandumla kendini zorla
kabul ettirmiş bir diktatör
cumhurbaşkanını meydana getiren bir darbedir.
Kimler geldi, kimler
geçti Çankaya’dan, fakat
sonunda ilk sivil ve dindar
cumhurbaşkanının seçilmesiyle mustazafların
yüzü sonunda güldü.
Askeri şortla denetleyebilen ve Çankaya’da
Cuma namazı kılabilen,
iftar yemekleri verebilen,
ezberleri bozmuş rahmetli
Kimler geldi, kimler geçti
Çankaya’dan, fakat sonunda
ilk sivil ve dindar cumhurbaşkanının seçilmesiyle mustazafların yüzü sonunda güldü.
Askeri şortla denetleyebilen ve
Çankaya’da Cuma namazı kılabilen, iftar yemekleri verebilen,
ezberleri bozmuş rahmetli Turgut Özal, ilklerin temelini attığı
gibi bugünler için de rol model
olmuştur.
Turgut Özal, ilklerin temelini attığı gibi bugünler için
de rol model olmuştur.
İçinde general barındıran 28 Şubat post-modern
darbesinin avukatı kesilen
Demirel ve adam olmanın
laiklikten gelebileceğine
inanabilmiş bir sabit fikir
babası Sezer, reis-i cumhurlar tarihçesinin son iki
renkli halkasıdır.
Vesayet rejiminin
Cumhurbaşkanlığı’na
yüklediği anlamı en doğru şekilde okuyabilmek
bu kısıtlı tarihçeden
mümkündür. Nitekim
2007 yılında işlenmiş
şaibeli cinayetler, teknolojik militaristlik 27 Nisan
muhtırası ve Anayasa’da
bile hükmü olmayan 367
zırvası, türbanlı eşi olan
bir cumhurbaşkanının
Çankaya’ya çıkmasını
engellemek için gerçekleştirilmiştir. Bu kadar büyük
ve etkin planların yapılabildiği bir seçimin seçileni
mühim olmaz mı?
Dikkat edilmesi gereken en önemli unsurlar-
dan biri, cumhurbaşkanını politik olmayan, sadece
bilimsel, ahlakî, adeta
göze hitap eden bir sanat
eseri gibi göstermek ve
siyasallıktan çıplaklaştırma gayretinin boşuna ve
antidemokratik olduğunun bilinmesidir.
Son günlerde en çok
tartışılan konuların
başında, hiç şüphesiz
Recep Tayyip Erdoğan’ın,
seçilmesi sonrası
Cumhurbaşkanlığı’nın
bütün yetkilerini kullanabileceğine dair açıklamaları geliyor.
Seçilmişlerin değil,
artık direkt seçenin belirleyeceği cumhurbaşkanı,
2007 referandumuyla birlikte yetkilerini halk kadar
genişletmiştir aslında. Halkımız o referandumda, artık Cumhurbaşkanlığı’nın
sembolik bir makam
olmadığına çoğunluğuyla
“Evet” dedi. Köşk’ü artık
halk sahiplenmişti o
mükemmel şahsiyetin
maneviyatından duydukları hoşgörmezlikten
Çankaya, Sayın Abdullah Gül ile birlikte halka
bütün kapıları en samimi
şekilde, ilk defa açmıştı.
Bayrağın devri de en az
kendisi kadar yüce bir
gönülle vatanını seven ve
her alanda aktif bir devlet
adamına gerçekleşmeli?
İşte bayrağı teslim almaya
aday olanların ilki, defalarca girdiği seçimlerde
galip çıkmış, maneviyatının hamdını gururla
söyleyebilen, tırnaklarıyla
kazıyarak geldiği bu mevkide dünyada adını puntalı harflerle yazdırabilmiş
bir “Başbakan”. O, halkın
bazen ağabeyi, bazen oğlu
ve gerçek bir dava adamı
“Tayyip Erdoğan”...
Bir diğer aday, ülkenin tanıyıp bildiği her
ne kadar etnik kimlik
vurgusunu siyaset hayatının vazgeçilmezi olarak
kabul etse de barış ve
özgürlük adına yapıcı
hedef ve planlarıyla aday
olduğunu açıklayabilecek
cesarete sahip Selahattin
Demirtaş…
Ve son olarak, tabanı
birbirine zıt iki partinin
uzlaşısı gibi tanıtılan,
ansızın belirlenmiş ve
ismini halkın belki de
çoğunun ilk defa duyduğu
ve ilk fırsatta Anıtkabir
ziyaretiyle imaj tazeleyen,
tarafsızlığını Filistin-İsrail
Savaşı’ndan yana kullanabilecek kadar taraflı çatı
aday, Türk-İslam sentezi
Ekmeleddin İhsanoğlu…
Evet aziz yurttaşlarım,
yeni bir Türkiye için yine
sandık başına! Sıra, 10
Ağustos günü, artık iller
bazında bir adayı değil,
ülkenin, yani devletin
başını seçmeye geldi.
temmuz 2014
53
haberajanda
Siyaset
Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet söyleminden
adım adım tek başkanlığa
Türkiye,
aslında fiilî
olarak olmasa bile zihnen
başkanlık sistemine geçmiş durumda.
Recep Tayyip
Erdoğan bu
konudaki
hedefini ve
isteğini gizlemiyor. Bu
seçimlerde
alınacak oy
oranı, bir anlamda bu sistemin onayı
anlamına
da gelecek.
Önümüzdeki
dönem bu
sistemin
daha çok
konuşulduğu
ve siyasetin
bu yönde geliştiği bir dönem olacak.
Başbakan
Erdoğan’ın
sıkça tekrarladığı “tek
millet, tek
bayrak, tek
vatan, tek
devlet” kavramı, bundan
sonra “tek
başkan” söylemi ile devam edecek.
54
temmuz 2014
10
AĞUSTOS Cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylar belli
oldu.
Muhalefet
partileri, bir süre önce “çatı aday”
formülü ile birlikte “her ne kadar
daha önce ismi çeşitli şekillerde telaffuz edilse bile” yine de çok sürpriz
bir biçimde eski İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin
İhsanoğlu’nu aday olay gösterdiler.
HDP bu çatının altında yer almayarak ve kendi adayını ortaya koyarak Selahattin Demirtaş’ı aday
gösterdi. Son olarak AK Parti, beklendiği gibi Genel Başkan ve Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ı
Cumhurbaşkanlığı’na aday olarak
gösterdi. AK Parti cephesinde son
ana kadar bir sürpriz bekleyenler
yanılmış oldu. 10 Ağustos’ta ilk tur
seçimleri gerçekleştirilecek ve Türkiye, halkoyuyla ilk defa cumhurbaşkanını seçmiş olacak. Beklenen çoğunluk sağlanamaz ise, 2. turda 12.
Cumhurbaşkanı seçilmiş olacak.
Anketler ve son
durum
Son yerel seçimlerle birlikte AK
Parti’nin en az yüzde 45-50’lik bir
oy oranına sahip olduğunu gördük.
Genel seçimleri de hesaba katarsak,
bu oy oranının Erdoğan etrafında
kemikleştiğini söyleyebiliriz. Yapılan
anketlerde ise Başbakan Erdoğan’ın
Cumhurbaşkanlığı adayı olması durumunda yine en az yüzde 50-55’lik
bir desteği olduğu görülüyor.
MHP ve CHP, kısacası “MCHP”
partilerinin ise toplamda yüzde
40-45’lik bir oyu var. Ancak çatı
aday olarak gösterilen Ekmeleddin
İhsanoğlu’nun yapılan anketlerde
yüzde 35-40 civarında oy aldığı görülüyor. Bu durumun muhtemelen
sandığa böyle yansıyacağını öngörmek –sanıyorum- yanlış olmaz.
Çünkü adaylığının açıklandığı ilk
günden itibaren, haftalar geçmesine
rağmen her iki partinin tabanı da
İhsanoğlu ismini tam olarak benimseyebilmiş
değil.
Selahattin Demirtaş’ın oy oranı
ise yüzde 5-7 ortalamasında görülüyor. Demirtaş’ın aday gösterilmesi,
bir iddia değil, daha çok bir varlık
gösterisi.
Çatı
aday formülü
MCHP partileri, son yerel seçimlerde AK Parti karşısında kol kola
bir siyaset izleyerek bir cephe stratejisi oluşturmuşlardı. Karşılıklı transferlere, bazı bölgelerde AK Parti
adaylarına karşı açıkça birbirilerini
desteklemelerine ve hatta okyanus
ötesi desteğe rağmen istenilen başarı
elde edilemedi. Mevcut oy oranları
Orhan Mücahit
[email protected]
ile başarı sağlayamayacaklarını gördükleri
için ortak bir aday çıkarma konusunda anlaştılar. Ancak çatı aday çıkarma formülünün altında sadece mevcut oy oranlarının yetersiz
oluşu yatmıyor, başka nedenlerde var. Bu nedenleri
kısaca özetlemek gerekir:
1. AK Parti’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın
karşısında kendi adaylarının fazla şansı olmadığını biliyorlar. Karşılarında her türlü
karşı plan ve propagandaya rağmen, hemen
her seçimde oylarını arttıran bir Erdoğan var.
Muhtemel bir yenilgi sonrası sonuçta direkt
olarak kendi adayları değil, destekledikleri
ortak aday kaybetmiş olacak. Yenilgi sonrası
kendi tabanlarında oluşacak olan eleştiriler,
bir anlamda en başından asgarî düzeye indirilmiş
olacak. 2. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli için kendi içlerinden çıkaracakları her aday, aynı zamanda
seçim sonrası pekâlâ karşılarına güçlü bir
muhalif aday olarak çıkabilirdi. CHP’de Deniz Baykal, MHP’de Meral Akşener isimleri
konuşuldu. Deniz Baykal’ın uygun bir fırsat
beklediği zaten malumumuz. Örneğin bir
Deniz Baykal isminin yüzde 30’ları aştığını düşünelim. Bu durumda genel ve yerel
seçimlerde yüzde 30’u aşamamış Kemal
Kılıçdaroğlu’nun liderliği sorgulanmaya başlayacaktı. Meral Akşener ismi ise MHP’de
son yıllarda oldukça çok öne çıkan bir isim.
Akşener, muhalif olarak Bahçeli’nin karşısına çıkarılabilecek bir isim değil ve MHP’de
bir bayanın genel başkan olması, teamülleri aşan, çok zor bir ihtimal. Ancak örneğin
yüzde 15 üzerinde bir oy alması durumunda
Bahçeli’nin liderliği de sorgulanmaya başlayacaktı. Hem Kılıçdaroğlu, hem de Bahçeli,
bence az çok bu riskin farkındaydı. Ortak
aday
stratejisi bu riskleri azalttı.
3. Erdoğan’ın muhtemel bir Cumhurbaşkanlığı’nı CHP ve MHP’den daha fazla sorun olarak gören ve meseleyi kendileri için
varlık-yokluk olarak addeden çeşitli dâhilî ve
haricî gruplar var. Muhalefet, onların da baskısı ile Erdoğan’a karşı ortak hareket etme
konusunda
anlaşmış oldu.
İşte bütün bu nedenler, muhalefeti yine
ortak olmaya yönlendirmiş oldu. Siyaset,
aynı zamanda maalesef böyle bir metafor.
Menfaatler yeri geldiğinde ilkeleri, prensipleri ve değerleri bile bir kenara bıraktırabiliyor. Kim derdi ki CHP, kurtuluşunu
muhafazakâr bir adayda arayacak? Kim derdi
ki o laik-Kemalist CHP tabanı, El-Ezher
Üniversitesi’nin bir akademisyenine oy verecek? Kim derdi ki MHP, kurtuluşu Suudla-
rın gözdesi bir adayda arayacak? Kim derdi
ki CHP ve MHP örgütleri kol kola siyaset
yapacak? Kim derdi ki okyanus ötesi cemaat,
düne kadar savaştığı statükocu zihniyetle ve
küresel çetelerle beraber hareket edip davasına ihanet edecek?
Ekmeleddin
İhsanoğlu
İhsanoğlu’nun ismi sürpriz oldu. MHP
ve CHP liderleri, altını çiziyorum, tanımayı
bırakın, adını bile söylemekte zorlandıkları bir
ismi ortak aday olarak göstermiş bulundular.
Görevli olduğu dönemde, özellikle son yıllarda hemen hemen hiçbir varlık gösteremeyen silik ve sinik bir genel sekreterlik görevi
yapan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu her nasılsa
ikna edip Cumhurbaşkanlığı’na aday olarak
gösterdiler. “Her nasılsa” diyorum, çünkü
daha önce kendisine Cumhurbaşkanlığı
adaylığı sorulduğunda “İddialar iftira, benden politikacı olmaz” diyen biri bugün aday
olabiliyorsa, farklı zorlayıcı etkenlerin bu süreçte rol aldığını düşünmek yanlış olmaz. Ismarlama ve daha yukarılardan gelen bir emir
olduğu
belli.
İhsanoğlu’na
gelelim…
1. Erdoğan karşısında düşük bir profile
sahip. Öncelikle bir lider olma vasfı taşımıyor. Güçlü bir duruşu yok. Güven vermiyor.
Bilinirliği az. Devlet yönetimi tecrübesi yok.
Hitabet yeteneği zayıf. Akademik kariyer,
cumhurun reisi olmak için yeterli bir gösterge değil. Her ne kadar değişimci gibi görünse
bile izlediği tutum ve davranışları ile statükonun ve vesayetçi sistemin emrinde olduğu/
olacağı izlenimi veriyor. Çizgisi, yönü net değil. Herkesi memnun etme çabası, karmaşık
izlenimlere
kapılmamıza yol açıyor.
2. Her ne kadar Cumhurbaşkanlığı bir iç
siyaset makamı değilse bile ülke siyasetinin
temsil edildiği bir makam. Siyaseti bilmeyen,
dış siyasete yön verme kabiliyeti olmayan
bir cumhurbaşkanının ise ancak statükonun
emrinde olduğu ve bu makamı bürokratik bir
makamdan öteye taşıyamayacağı bir gerçek.
Bu da Türkiye için kaybedilmiş bir 5 yıl daha
demek. Necdet Sezer döneminde biz bunu
yaşadık.
3. İktidar ile uyumlu olmayan ve muhtemel AK Parti iktidarı ile uyumlu olamayacağı görülen bir adayın cumhurbaşkanı olması
Türkiye’yi geriye götürür. İhsanoğlu, AK
Parti ve Erdoğan’ı durdurmak için seçilmiş
bir isim. Bu ülke gerilim siyasetinin faturasını geçmişte çok ağır ödedi. Bizim artık böyle
bir lüksümüz yok.
4. Mısır, Suriye ve Filistin konuları Türki-
ye’nin yumuşak karnı. Bu sorunlardaki duruşu milli dış politik çizgimize uymuyor ve
halkın çoğunluğunun beklentilerini karşılamıyor. Genel Sekreterliği döneminde sadece
Türk halkını değil, tüm İslam âlemini hayal
kırıklığına uğrattı. Beklentileri karşılayamadı. İhsanoğlu’nun Erdoğan karşısında şansı
çok az. Muhalefet bunun farkında ama yapabilecekleri fazla bir şey yok.
Cumhurun reisi ve
başkanlık
12. Cumhurbaşkanımız, muhtemelen
Recep Tayyip Erdoğan olacak. Erdoğan’ın,
cumhurbaşkanı seçildiği takdirde mevcut
duruşunu değiştirmeyeceği ve proaktif bir
yaklaşımla Cumhurbaşkanlığı makamını
daha fazla icracı bir konumda sürdüreceğini
düşünüyorum.
Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı döneminde çok büyük işler yaptı. Makamın vizyonu değişti. Tabiri caizse, Gül hiç yerinde
durmadı, sürekli çalıştı. Türkiye’nin önünü
açan liderlerden biri oldu. Gül için “Gelmiş
geçmiş en iyi Cumhurbaşkanı oldu” dersek
yanlış olmaz. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu
çıtayı daha da yükselteceğine inanıyorum.
Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan
arasında güçlü bir sinerji yakalandı ve bu
sinerji, Türkiye’nin gelişmesine büyük katkı
sağladı.
Bunun yanında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile örneğin bir Başbakan Gül arasında
çok daha güçlü bir sinerji yakalanabileceğini
düşünüyorum. AK Parti, Erdoğan sonrası
güçlü lider sorununu çözer (bu satırlar kaleme alındığında henüz bir yol haritası belirlenmemişti ve lider sorunu çözülmemişti) ve
kendi içince bütünlüğünü muhafaza etmeyi
başarırsa, uyumlu bir birliktelik, Türkiye’nin
gelişmesi ve büyümesi adına muazzam bir
ivme
sağlayacaktır.
Başkanlık konusuna gelince… Türkiye,
aslında fiilî olarak olmasa bile zihnen başkanlık sistemine geçmiş durumda. Recep
Tayyip Erdoğan bu konudaki hedefini ve
isteğini gizlemiyor. Bu seçimlerde alınacak
oy oranı, bir anlamda bu sistemin onayı anlamına da gelecek. Önümüzdeki dönem bu
sistemin daha çok konuşulduğu ve siyasetin
bu yönde geliştiği bir dönem olacak. Başbakan Erdoğan’ın sıkça tekrarladığı “tek millet,
tek bayrak, tek vatan, tek devlet” kavramı,
bundan sonra “tek başkan” söylemi ile devam
edecek.
temmuz 2014
55
haberajanda
Siyaset
“Reis”i cumh
Halen yürürlükte olan ve
bizzat muhalefet engeli
ile değiştirilmeyen 1982
Anayasası’nın
verdiği yetkileri kullanan
cumhurbaşkanı, bizzat
devletin, yürütmenin başıdır. Hukukçu
olmayan bir
vatandaş olarak oldukça
açık ve anlaşılır maddeler
olduğunu
düşünüyorum. Ama
öyle değilmiş;
cumhurbaşkanı başbakana talimat
veremezmiş.
İşe bakın,
gerektiğinde
Bakanlar
Kurulu’nu
kendi başkanlığında toplantıya davet
edecek kişi
için söyleniyor bunlar.
56
temmuz 2014
S
ON yıllarda yaşanan seçimlerde genel manzara hiç değişmiyor, malumunuz. Sözde yarışa
herkes “Hedefim yüzde …” diyerek kazanacağından emin başlar; seçim sonuçlarında alınan
birkaç puan fazla oy ise herkesin kazanmasına
yeter. Hâsılı, bizim seçimlerin kaybedeni yoktur; herkes kazanmıştır ama tek parti iktidarını mümkün
kılacak bir çoğunluk yine de çıkmıştır.
Bu çoğunluk desteğini on küsur yıldır aynı parti, aynı adam
alıyor. Diğer liderler ise “Neden
kaybettik?” sorusunu asla sormadan, nasıl kazandıklarının
izahında bir sonraki seçime ilerliyorlar. Kimi uzun yıllar liderliğini bu şekilde sürdürüyor, kimi
de birtakım kasetlerle yerinden
ediliyor ve yenileri geliyor. İsimler değişiyor, lakin ana yapı değişmiyor.
30 Mart seçimleri de bu temelde yaşansa da onu diğerlerinden ayrı kılan bir yönü vardı:
Anti-Erdoğan cephesi. Bu cep-
henin ortak teması, Erdoğan’ı
devirme yolunda her şeyin mubah olması idi. Yargıdan polise,
akademiden medyaya her alanda
sözde demokrasi savunucularının kendilerine özgü demokrasi
özlemlerini ve bu uğurda göze
aldıklarını anlamamız açısından
önemli, zorlu, kritik bir süreçti.
Şubat 2013’ten bu yana cesur hamlelerin olduğu bir satranç oynanıyor ve oyun henüz
bitmedi. Süreç devam ediyor.
Algı operasyonları dört koldan
sahneye konuluyor. Türkiye’nin
itibarı düşünülmeden, yıllanmış
emeklerin heba edildiği operas-
Peki, ne imiş efendim? “Cumhurbaşkanı hükümetin işlerine karışmayacak”mış. Hiç hizmet deneyimi olmayan bir adayı ortaya attıklarından olmasın bu savları da. Oysa bizzat Anayasa diyor ki, hükümet toplantılarına başkanlık eder, uluslararası anlaşmaları onaylar,
TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar verir, başbakanı atar ve sair…
Nadire Çamlı Yıldırım
[email protected]
ur seçecek
yonların sürdüğü biliniyor, yeni planlardan
ve kasetlerden söz ediliyor. 30 Mart’ta alınan
net sonuçsa gerekli mesajı vermemiş olacak
ki hâlâ aynı doğrultuda ve aynı garabette
seyreden bir saflaşma mevcut.
Sonucu belli bir yarış
Cumhurbaşkanlığı seçimi de yerel seçimlerdeki ittifakın uzantısı olarak, sonucu
önceden belli bir müsabaka şeklinde başladı.
Muhalefet, aday adaylığı için harcayacağı
yahut parlatmayı göze aldığı bir isim bulamadı ve ismini dahi telaffuz edemedikleri
bir adayı çatıya kondurdu: “Ekmeleddin
İhsanoğlu”. HDP’nin cumhurbaşkanı adayı
Selahattin Demirtaş, siyasetin aktif isimlerinden oluşu ve temsil ettiği harekete hitap
etmesi açısından çok daha makul bir seçim
gibi görünüyor.
Bir yanda sadece gündemle az da olsa
ilgilenen insanların İslam İşbirliği Teşkilatı
Genel Sekreteri olarak bildiği bir isim, diğer yanda daha belediye başkanı iken adını duyuran bugünün “Başbakan”ı. Üstelik
İnsanoğlu’nun (Kılıçdaroğlu karıştırmasın
da ne yapsın? İnsanın İslamoğlu demeden
söylemesi için pür dikkat olması gerek) bu
teşkilat ile tanınması da lehine olacak gibi
görünmüyor. Çünkü onu biz daha çok, oldukça silik ve tavırsız bir genel sekreterlik
dönemi geçirdiği teşkilatla ve bilhassa yüzlerce insanın idamı ile sonuçlanan Mısır
olaylarındaki gayri insanî duruşu ve Suud
yakınlığı ile hatırlıyoruz.
HDP adayı özgürlük ve eşitlik vurgusunu
doğru kullanacak gibi görünüyor. Çatı adayı ise daha şimdiden siyaset dışı olmaktan
ve cumhurbaşkanının tarafsız duruşundan
dem vuruyor. Seçilmesindeki amaç işin
başında ortaya kondu. Zaten kazanamayacağı belli bir aday üzerinden “Cumhurbaşkanı nasıl olunur?” vurgusunu yapmanın, Çankaya’yı pasif bir onay yahut engel
mekanizması olarak çalıştırma heveslerinin
peşindeler. Bir ihtimal de, bunların yanında
“Evet, sistem ancak bu şekilde korunur” diyen eski Türkiye heveslilerinin üç beş oyunu
daha çalabilmek.
Siyasete bakışları, demokrasi algıları,
halklarına yakınlıkları işte bu kadar! Bu mesajlar üzerinden bile yönlendirebilecekleri
bir halk olduğuna, orada öylece kalmalarının bile bir gün ve bir şekilde kazanmaya
yeteceğine inanmak istiyorlar. Durum gerçekten vahim…
Onca seçim yenilgisine rağmen en ufak
bir özeleştiri yok. Değişim ve yenilenme çabasını bırakın, ihtiyacını dahi hissetmediler
henüz. Onca parti siyasetin içerisinden bir
aday bulup çıkaramadı ya, gerekçeleri hazır:
“Cumhurbaşkanı siyaset üstü olacak.” Bizzat bu cümlenin evvelde kendilerine hakaret
olduğunun farkında değiller.
Siyaset hokkabazlığı
Peki, ne imiş efendim? “Cumhurbaşkanı
hükümetin işlerine karışmayacak”mış. Hiç
hizmet deneyimi olmayan bir adayı ortaya
attıklarından olmasın bu savları da. Oysa
bizzat Anayasa diyor ki, hükümet toplantılarına başkanlık eder, uluslararası anlaşmaları onaylar, TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar verir, başbakanı atar ve sair…
Halen yürürlükte olan ve bizzat muhalefet engeli ile değiştirilmeyen 1982
Anayasası’nın verdiği yetkileri kullanan
cumhurbaşkanı, bizzat devletin, yürütmenin başıdır. Hukukçu olmayan bir vatandaş
olarak oldukça açık ve anlaşılır maddeler
olduğunu düşünüyorum. Ama öyle değilmiş; cumhurbaşkanı başbakana talimat veremezmiş. İşe bakın, gerektiğinde Bakanlar
Kurulu’nu kendi başkanlığında toplantıya
davet edecek kişi için söyleniyor bunlar.
Tarafsızlık vurgusu yapan adayların neye
hizmet ettikleri yahut aslında kimlerin tarafında olduklarını halkın sezme ihtimaline
karşı, çatı adayın kimin tarafından önerildiğini dahi doğru düzgün açıklayamadılar.
Arkasında duruyorlar ama bir yandan içlerinden yükselen itiraz seslerine, bir yandan
adaylarından çıkabilecek olası gaflara ve aykırı görüşlere karşı markaj konumundalar.
İhsanoğlu cumhurbaşkanının neler yapmaması gerektiği üzerine vurgu yaparken,
Recep Tayyip Erdoğan bizzat aktif bir rol
alacağını açıkça ilan etmekten geri durmuyor. “Aktiflik”, en vurgulu söylemi… İcraat
adamı olmanın getirdiği ve halkın yıllardır
kendisine verdiği desteğe güvenle söylem
ve hedeflerini de birkaç tık daha yükselten
bir portre var karşımızda. Hal böyle olunca çatı aday seçimindeki anlamsızlık daha
da büyüyor gözümüzde. Bu noktada Haşmet Babaoğlu’nun birkaç kez dillendirdiği
“Tezgâhlanacak bir ara rejim ve geçiş sürecinde El-Baradey türü liderlik rolü mü?”
sorusu önemli. Amaç için her şeyi mubah
görenleri, muhalefeti, paraleli ve destekçileri
ile bütün gelişmeleri izlerken, bu soru, akılda tutulması gereken bir nokta olarak havada öylece kalmalı.
Ağustos’ta “Yeni Türkiye”nin cumhurbaşkanı seçilecek ve bu yarış, eski zihniyet
ile yeniden yapılanmaya inananlar arasında
geçecek. “Vesayet mi, seçilmiş mi?” Hep
birlikte göreceğiz… Ana muhalefetin aday
seçimi ve söylemlerindeki değişim bile
Türkiye’nin yaşadığı derin ve köklü değişim
hakkında en güzel açıklamayı yapıyor.
Yine aynı yazarın Haziran ayında hatırlattığı bir bilgiyi de paylaşarak veda edelim.
ABD merkezli East West Institute tarafından İhsanoğlu’na 2013 yılında Yaşam Boyu
Başarı Ödülü verildi. Başka kimlere mi verildi? “Bu enstitüden ödül alan iki Türk var:
2000 yılında İsmail Cem ve 2010 yılında
da F. Gülen.”
temmuz 2014
57
haberajanda
Siyaset
Cumhur başka
“M
ERHABA kızım, ben Ayşe Amcan!/ —Efendim?/ —Ben
senin Ayşe Amcanım evladım, neden şaşırdın?/ —Amcaysan niye adın Ayşe? Adın Ayşe’yse neden bıyıkların var? Ben senin gibi amca istemem, istemiyorum!/
—Amcanı seçemezsin evladım!...”
>> Yukarıdaki kısa diyalogda ana fikir
olarak ne anlatılmak istenmiştir?
a) Bir şeyin sahtesi, hiçbir zaman aslının yerini tutmaz./ b) Dayatmaları kabul
Tabiî dile kolay, neredeyse bir asır... Pek
çok oturmuş, adı konulmamış, konulmak
istenmemiş kural var
bu oyunda. Sandıkla işi
olmayan ensesi kalın
bürokrasinin biraz daha
kullanılmazsa artık
çalışmaz hale gelecek
pompaları, elbette ki
körükleme hevesiyle
birtakım yangınlar
bekleyecekler. Kapitalin
korku imparatorluğu
armalı maskelerini takmış soytarıları, elbette
ki kraldan çok kralcı
olacak, budalalık yarışına girişecekler. Kendi
hesabına çalışan pek
çok kont, vikont, baron
ve lord, paslandığından
bîhaber oldukları vesayet zırhlarını kuşanacak
ve adaletten, haktan ve
hukuktan bahsedecek.
Ve tüm bunlar halk adına yapılacak, 90 küsur
yıldan sonra akıllarına
gelen halkın adına...
58
temmuz 2014
etmek, kader anlayışı içinde yer almaz./ c)
Hezeyanların üstü bıyıkla örtülemez./ d)
Akıllı çocukların vesayetle işi olmaz./ e)
Hepsi.
Cumhur, cumhuriyet ve cumhurbaşkanı… Halk, halkın egemenliği elinde tutması
ve halkın başındaki kişi…
Yönetim sisteminizi “cumhuriyet” olarak
belirlemenizin üzerinden tam 91 yıl geçtikten sonra halk iradesini temsil eden bu
sistemin başkanının seçimi ilk defa halk
tarafından yapılacak. Yani ilk defa tam ve
bağımsız, dolaysız, hiçbir etki altında kalmadan, halk, kendi cumhurbaşkanını kendisi seçecek. Unutulmaya yüz tutmuş bir
Orhan Rufat Karagöl
[email protected]
nını seçerken…
alfabenin onlarca yıl raflarda tozlanmaya
mahkûm bırakılan bir nüshasının bulunup
da ilk harfi üzerinde şöyle parmakların dolaştırılması gibi...
Tabiî dile kolay, neredeyse bir asır... Pek
çok oturmuş, adı konulmamış, konulmak
istenmemiş kural var bu oyunda. Sandıkla
işi olmayan ensesi kalın bürokrasinin biraz daha kullanılmazsa artık çalışmaz hale
gelecek pompaları, elbette ki körükleme
hevesiyle birtakım yangınlar bekleyecekler. Kapitalin korku imparatorluğu armalı
maskelerini takmış soytarıları, elbette ki
kraldan çok kralcı olacak, budalalık yarışına girişecekler. Kendi hesabına çalışan pek
çok kont, vikont, baron ve lord, paslandığından bîhaber oldukları vesayet zırhlarını
kuşanacak ve adaletten, haktan ve hukuktan bahsedecek. Ve tüm bunlar halk adına
yapılacak, 90 küsur yıldan sonra akıllarına
gelen halkın adına...
Ve sonra içleri özene bezene süslenmiş
korku cümleleri salınacak etrafa; “Burası
bir kaledir” denilecek ve “Burası da giderse…” diye devam edilecek…
“Bir saniye! Epikuros der ki, ‘Etrafa korku salanın kendisi de korkuyordur’.”
“Boş ver Epikosu!” şeklinde zırvalanacak, koltuk iştahları kabartacak, zil çalan
karınların bazılarına atıştırmalık “bisküvi”
girecek, doğruluğa “yürüyen merdivenlere”
bu heyecanla tersten binenler olacak…
Sakın gülmeyin, ciddi bir durum bu!
Tüm bunlar yaşanırken, rüzgâr uygun zamanı kollayan bir sırtlan gibi yine pusuda,
esip geçeceği her yeri kardinal kırmızısına
bürümeyi bekliyor olacak.
Halkı temsil eden kişinin devletin çıkarlarını düşünen, bu vesileyle Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusunun birliğini temsil
eden, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın
yerine getirilmesini ve devlet organlarının
birbirleriyle organize ve uyumlu iş yapabilmesini sağlayacak olan, özetle devleti ve
milleti adına güzel şeyler yapması gereken
kişi olması gerekliliği elbette ki gözardı edilecek. Denilecek ki, “Herkesin cumhurbaşkanı olmalı”. Muhterem! “Herkes” dediğin
seçecek ya zaten… “Yok, senin bilmediğin
işler var” tavrı takınılacak, temsil vurgulanacak… Temsil etmek? Sadece temsil yani,
süs bitkisi gibi. “Sen orada otur, bizleri izle
ama sus, hiçbir şeye karışma!” misali…
Peki ama cumhurbaşkanı adayı seçim
çalışmalarında halka ne diyecek? “Ben tepenizde gören gözünüz, işiten kulağınız
olacağım. Çok iyi bir temsilci adayıyım.
İzlerim, gözetlerim. Kafamı sallarım. Kim
ki devletin çıkarları doğrultusunda güzel
bir icraat yapar, onun için bile konuşmam;
bu benim tarafsızlığımı bozar. Bu ülkenin
kanayan bir yarası, hayatî bir ihtiyacı olsa
ya da dış politikada adım atılması gereken
kritik bir noktası bulunsa bile sesimi çıkartmam. Tüm bunları siyasiler gerçekleştirecek, benim makamım her şeyin üstünde, çok yukarıda yani, öyle böyle değil” mi?
Peki, halk ne diyecek bu sözlere? Son
23 Nisan’ın sembolik cumhurbaşkanı kaç
yaşında bir çocuktu hatırlamıyorum, fakat
ona bile sorsanız şunu der: “Peki, o zaman
biz niye ve ne için seçeceğiz sizi? 90 yıldır
elinizin altında olan bu dümeni neden bize,
yani cumhura, yani halka bıraktınız?”
Unutulan kavram:
“Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir”
Özgürlük beyaz bir kısraktır. Bazen uçsuz bucaksız bozkırlarda dörtnala koşarken
görürsünüz onu, bazen kanlı bir savaşın ortasında…
Cumhuriyetin en temel kriteri olan egemenliğin “kayıtsız şartsız” milletin elinde
bulunması ilkesi, işte bu nedenle kimsenin
tekeline tâbi olamaz. Dolayısıyla temsil görevi atanmışların değil, seçilmişlerin hakkı
olmalıdır. Yoksa o atanan kişi, en başta zikrettiğimiz diyalogda bulunan bıyıklı Ayşe
Amca’ya döner ki karşısındaki çocuk olsa
sorar: “Sen Ayşe’ysen neden sana amca
diyorum? Bıyıklarınla adın örtüşmüyor.
Ayrıca içinde bulunduğumuz durum babadan, kan bağıyla gelen değil, benim seçimime bırakılan, hür bir amcalık seçimi.”
Bir çocuk zekâsıyla verilen bu örneğin,
bazılarının idrakine dâhil olacağını ümit
ediyorum…
Hatırlarsanız, Ekim 2007’de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi başta
olmak üzere, birtakım Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunumundan önce de
bir kesim çıkıp bir bardak suda fırtınalar
koparmaya çalışmıştı. Yüzde 68 katılımlı
bu halkoylamasından çıkan yüzde 70’lik
“Evet” sonucu, “Buna halk karar vermemeli” diyen veya lafı geveleyip benzer bir fikre
getiren bu kesimi akıllandırmıştır diye ümit
edenler muhakkak vardı; onlar adına üzgünüm. O zamanlar bu referanduma karşı
çıkanlar, şimdi tüm bunları unutmuşçasına
yine birtakım benzer söylemlerle ortadalar.
İçinizden bazıları bir ıstekayla impuls
momentum diyerek karşı görüş diye bellediklerinin kafalarına vurmak isteyebilir,
bazıları da olan biten her şeye kulak tıkayıp sandık sonuçlarını bekleyebilir. Ancak
kaynağı insan olan hiçbir sistemde her şey
sütliman değildir ve olamaz da. Tıpkı satrançta şah çekenin suçlanamayacağı gibi...
Demokrasinin pratiği de burada başlar.
Öyle sanıyorum ki, Sayın Erdoğan’ın
şu ana dek söyledikleri ve bundan sonraki
süreçte de söyleyeceğini tahmin ettiğimiz
ve kendi bakış açımızdan da benzerlik arz
eden konuları izah edebilmişizdir. Dünyanın değişmez gerçeğidir ki halk, her zaman
milletin yanında olanla beraberdir. İlanihaye, herkes ve her sistem millete ayak uyduracaktır, zira devlet aynalarda yaşar. Koltuk
sevdasını parti tüzüğünden çıkaran, verdiği
sözü yemeyen, halka ve dolayısıyla Hakk’a
hizmet edenler kazanacaktır.
temmuz 2014
59
haberajanda
Siyaset
ESASEN TÜRK MİLLETİNİN GELENEĞİNDE “GÜÇLÜ BAŞBUĞLUK” ANLAYIŞI VARDIR. TARİHEN
SABİTTİR Kİ, MİLLETİMİZ NE ZAMAN BİR GÜÇLÜ LİDER BULMUŞSA COŞMUŞ VE TAŞMIŞTIR.
ADI CUMHURBAŞKANI, ETKİNLİĞİ SIFIRA YAKIN BİR GARABETTEN ÜLKEMİZ ARTIK KURTULMALIDIR.
Tayyip Erdoğan’ın “kızıl elması”
İ
KİNCİ, Dünya Savaşı sonunda oluşturulan küresel statü ömrünü tamamlayalı yirmi yılı geçmiş olmasına rağmen yerini alacak yeni bir statü oluşturulamamış ki yakın
bir zamanda oluşacağa da benzemiyor.
Çünkü milletlerarası münasebetlerde çok
sayıdaki değişken önemli roller oynuyor. Başta enerji kaynakları olmak üzere, yeryüzünün nimetlerini
paylaşma hesapları ve mücadelesi bütün şiddetiyle
devam ediyor. Eski ittifaklar sarsılıyor, yeni ittifak
arayışları, yeni blok oluşturma hamleleri birbirini
takip ediyor.
>> Bütün bu hesapların içerisinde
bölgemiz ve ülkemiz birinci derecede
konu oluyor. Bunun başlıca sebebi,
başta Ortadoğu olmak üzere, Kafkasya ve Orta Asya’da mevcut bulunan
enerji kaynakları ve coğrafi olarak
Türkiye’nin bütün bu enerji kaynaklarının Batı’ya ulaştırılmasındaki
adeta belirleyici konumudur. İlahi
bir lütuf mu, yoksa bir musibet midir
bilinmez, Kazakistan petrollerinden
başlamak üzere Azerbaycan petrolü
ve gazı, Türkmenistan gazı, İran petrolü ve gazı, Irak petrolü ve gazı ve
de İsrail ile Kıbrıs gazı tüketim merkezlerine ulaştırılmak için ülkemize
muhtaç, hatta bazıları bir bakıma
mahkûm durumdalar.
Türkiye’nin önemi sadece bu değil,
aynı zamanda bu kaynaklara sahip
olan devletlerin ve coğrafyanın üzerinde etkinlik sağlama potansiyelidir.
İşte bu sebeplerden dolayı bütün küresel güçlerin hesaplarının ortasında
Türkiye vardır.
Ancak Türkiye’yi çok önemli kılan bir başka sebep daha mevcuttur.
Ortadoğu’daki Osmanlı mülkü üzerinde 100 yıl önce oluşturulan statü
60
temmuz 2014
ömrünü tamamlamış, darmadağın
olmuştur. Irak ve Suriye gibi bölgenin
en önemli iki “büyük” devleti ortadan
kaldırılmıştır. Büyük ihtimalle Lübnan ve Ürdün’ün, belki de Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin de ortadan kalkması söz konusu olacaktır.
Bu bölgede oluş(turula)acak yeni
statünün belirleyici unsurlarından
biri de İsrail faktörüdür. Halen Suriye
ve Irak’ta olup bitenler, kendi başına
bırakılmış değildir. Mısır’ı kendi başına bırakmayan Batı dünyasının, bölgenin diğer kısımlarını ihmal etmiş
olması asla mümkün değildir. Bölge
üzerinde yapılması planlanan yeni
operasyonlara zemin hazırlanmaktadır. Tıpkı 100 yıl öncesinde veya
bugün Mısır’da olduğu gibi, bölgenin
yeniden dizayn edilmesinin hesabı ve
hazırlıkları yapılıyor.
Bu hazırlığı esasen bu ülkeler yıllar öncesinden açıkça deklare etmişlerdir. ABD eski Dışişleri Bakanı
Condoloezza Rice, henüz bakan olmadan önce, daha Başkan’ın güvenlik
danışmanı iken bir dergiye yazdığı
makalede, Fas’tan Türkiye’ye kadar
24 ülkenin sınırlarının değişeceği-
ni iddia etmiştir. Daha sonra bakan
olduğunda İsrail’e giderek Cumhurbaşkanı Peres’le beraber, kameraların
karşısında bölgenin haritasını değiştirmeye karar verdiklerini küstahça
beyan etmişlerdir.
Ülkeyi yönetenler,
muhalefet gibi
düşünemezler
Onlar bu bölgeyi kendi mülkleri
sayıyorlar. İşte bu noktada Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı “Hop! Durun bakalım, o kadar değil” demiştir.
Onları çıldırtan, Tayyip Bey’i hedef
tahtasına koyduran şey, Türkiye’den
hiç alışık olmadıkları bu çıkıştır. İnsanlıktan nasipsiz Batı zihniyeti,
kendi bencil hesapları için bir kadim
medeniyetin mahvolmasını, milyonlarca masum insanın akıl almaz acılar
içinde yok olmasını zerre kadar kaale
almıyor.
Peki, bütün bu gelişmeler karşısında gerçekten Türkiye’nin pozisyonu
nedir? CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu, “Bize ne?! Ne yaparlarsa yapsınlar; biz bu işlere bulaşmayalım, başımızı belaya sokmayalım”
diyor. Acaba biz bulaşmasak oradaki
gelişmeler bize ulaşmayacak, bulaşmayacak mıdır? Bu bölge her şeyden
önce Türkiye’nin coğrafi devamı ve
periferisi olmakla en fazla Türkiye’yi
ilgilendiriyor.
Ayrıca bu topraklar, bizim devletimizin yüzyıllardır hükmettiği kendi
mülkü, bir kısmı “Misak-ı Milli”ye
dâhil, kendi vatanımızın parçasıdır.
Üzerinde yaşayan insanlar, Türk halkı
ile 500 sene aynı devletin vatandaşları olarak beraberce yaşamış, aynı
dinin ve kültürün mensuplarıdır.
Dolayısıyla bölge üzerinde ilk ve en
fazla söz hakkı olan ülke Türkiye’dir.
Türkiye’nin yerinde dünyanın en
Sabri Öğe
[email protected]
zavallı devleti bulunmuş olsa, o dahi CHP
liderinin tavrını benimseyemez, yanı başındaki oluşuma bir şeyler söylemeye çalışır.
Çok şükür ki devletimizin başında olanlar
CHP Genel Başkanı gibi düşünmüyorlar.
MHP’nin bu konularda bir görüşü var
mıdır, bilmiyor ve sanmıyorum. Genel Başkan Devlet Bahçeli, akşamleyin başını yastığa koyduğunda –Allahuâlem- ertesi günü
Başbakan’a hangi yeni kelimelerle küfredeceğini düşünüyordur. Bu partinin, şu kadar
senedir iktidarın her yaptığına banko karşı
çıkmaktan ve Başbakan’a terbiyesizce küfretmekten başka yaptığı bir şey, olumlu bir
davranışı olmuş mudur?
Türkiye bir oyun kurucudur
Neyse… Şimdi gelelim Başbakanımızın
konuya nasıl yaklaşması gerektiğine, nasıl
yaklaştığına.
Sayın Başbakan, yıllardır “Türkiye oyun
kurucudur, olayların arkasından giden değildir” diyor. Olması gereken de budur. Bunun
için belirlenmiş hedefler ve bu hedeflere uygun stratejiler geliştirilmeli, zamanı gelince
gerekli hamleler yapılmalıdır. Sayın Baş-
bakan, bu yaklaşımın gereği olarak, yıllarca
önce bir hususu bütün dünyaya, tabiatıyla
özellikle de ilgili devletlere hitaben dedi ki,
“Ortadoğu’da Türkiye’ye rağmen hiçbir şey
yapılamaz”. Tabiatıyla bu iddiaların gerçekleşmesi güç ve ülke içinde birlik ve de
istikrar ister. Bunun için Türkiye’nin “Kürt
sorunu”nu çözmesi, PKK terörünü ortadan
kaldırması, milli birliğini tahkim etmesi ve
ayrıca ekonomisini dünya ölçeğinde mega
projelerle daha da güçlendirmesi şarttır.
Tayyip Bey kararlılıkla bunu yapmaya çalışıyor. İktidarı süresince verdiği her
sözü gerçekleştirmiş olması sebebiyle onun
bu tutumu, bölgemiz üzerinde hesabı olan
uzak yakın bütün devletleri ve güç odaklarını dehşete düşürmüş, onu boy hedefi haline
getirmelerine sebep olmuştur. Dâhildeki
işbirlikçileriyle birlikte yapmış oldukları en
pespaye, en kalleş saldırıları ise şu ana kadar Sayın Erdoğan Allah’ın izniyle bertaraf
etmeyi başarmıştır. Tayyip Bey’in “Güçlü
Cumhurbaşkanlığı” projesi, önümüzdeki
çok kritik dönemde gelişmelere daha etkin
bir şekilde müdahil olabilmenin, çevik hamleler yapabilmenin gereğidir.
Esasen Türk milletinin geleneğinde “güçlü başbuğluk” anlayışı vardır. Tarihen sabittir ki, milletimiz ne zaman bir güçlü lider
bulmuşsa coşmuş ve taşmıştır. Adı cumhurbaşkanı, etkinliği sıfıra yakın bir garabetten
ülkemiz artık kurtulmalıdır.
Anti-Erdoğan cephesinin gündemdeki
son kozu ise Ekmeleddin İhsanoğlu’dur.
Ben bu zatı çok eskilerden beri takip ve takdir etmekte, hatta onun kariyerini kendi oğluma örnek göstermekte idim. Beynelmilel
fitne cephesinin sinsi oyununa alet olmakla
kendisine yazık etmiştir. Ülkemiz bir kere
daha önemli bir dönemeci inşallah başarıyla
geçecektir.
Bundan sonra ülkemizin aydınları,
Ortadoğu’nun yeni haritası üzerinde düşünmeli ve tartışmalıdırlar. Türkiye, Anadolu’ya
sıkışmış bir vaziyette, ilânihaye kendisini ve
kendisine umut bağlayanları savunamaz.
Türkiye mutlaka emperyal bir devlet olmalı,
hesaplar ve hamleler de bunun üzerine yapılmalıdır. Dünyada Türkiye kadar gelişme
ve genişleme potansiyeline sahip olan bir
başka ülke yoktur. At binenin, kılıç kuşananındır.
temmuz 2014
61
haberajanda
Siyaset
Ve bugün tarihî bir
dönemeçteyiz. Badireler aşıldı, engeller geride
kaldı. Eloğlu tuzak kurdu
ama boşa çıkardı Allah.
Gündüze örtü çektiler,
günün üstüne geceyi
devirdiler, ay ışığında
yol bulduk, sabahı teze
çektik. Bu milleti uyutmak için sihirli dumanlar
savurdular düzlüklere.
Soluksuz geçtik o düzlükleri, nefesimizi tuttuk.
Çokça diyarlar aştık. Medeniyetin şuur çerağanını başımıza gök ettik,
yıldızlarını ise gecelerce
ezberledik. Günü gün,
geceyi aydınlık, bahtımızı bahtiyar etti Allah.
62
temmuz 2014
Aradan 14 yıl
Ö
YLE bir görüntü
veriyordu ki ümitsizlik, bitkinlik ve
adamsendecilik
almış başını gidiyordu. Dışarıdan bakıldığında henüz yerli
yerine oturmamış, bir ülkeydi. Kronik bir hastalık haline
gelen “gelişmekte olan ülke
olmak” sendromunu üzerinden bir türlü atamıyordu. Her
geçen gün daha da kötüye gidiyordu. Ne sorulanlara cevap
veriyor, ne de olup biteni anlıyordu. Kendini bitkisel bir hayata alıştırmış öyle gidiyordu.
Aradan 14 yıl geçti...
Kritik eşiği aşamıyordu bir
türlü. Avrupa Birliği’ne katılım süreci, Doğu’nun zenginliği, soydaşlarıyla ilişkisi, din
kardeşleriyle hakeza belli belirsizdi. Nereye ait olduğuna
dair ulusal kimlik tanımını bile
Ve bugün tarihî bir dönemeçteyiz. Badireler aşıldı, engeller geride kaldı. Eloğlu tuzak kurdu ama boşa çıkardı Allah. Gündüze
örtü çektiler, günün üstüne geceyi devirdiler, ay ışığında yol bulduk, sabahı teze çektik. Bu milleti uyutmak için sihirli dumanlar
savurdular düzlüklere. Soluksuz geçtik o düzlükleri, nefesimizi tuttuk. Çokça diyarlar aştık.
geçti...
henüz netleştirememişti. Kendi halkına
dahi net bir biçimde anlatamamıştı. Çevresindeki ülkelerle ilişkisi devamlı aleyhe
işleyen, genç nüfusuna gelecek umudu ve
istikamet şuuru aşılayamamış, kaynaklarını
rasyonel olarak kullanamayan, kendini tüketen, iç borç olarak en az 90 milyar dolar,
dış borç olarak da en az 110 milyar dolarlık lanetli bir sarmalın ortasında kalmış, eli
ayağı, ruhu, dili, gözü ve nihayetinde aklı
bağlanmış, yükselen ve üreten dünyaya
Muhammed İkbal Bakırcı
[email protected]
inat, gerisin geriye giden bir ülke görüntüsü veriyordu.
Aradan 14 yıl geçti...
“Çuvalladık” diyenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. “Biz ülke yönetmeyi bilmiyoruz, dışarıdan birisi gelse de bizi yönetse…” diyecek
kadar asaleti satılık, izzeti kiralıkların sayısı
da azımsanmayacak kadar artmıştı. Özgüven ise sizlere ömür... Özgürlüğü her gün
yeniden fethedenler, özgürlüğü hak ederlerdi oysa. Dünya değişirken, hem de süratle
değişirken, devamlı bir biçimde toplumlar
sıçramalar yaşarken, gereken ritim ve genişlikteki değişim bu ülke için başarılamamıştı.
Bunun maliyetini de yıllarca tünelin ucundaki ışığa avunup, adeta kurtuluş gününü
beklerken gitgide yoksullaşan insanımıza
hiç de adil olmayan şekilde ödettiler.
Aradan 14 yıl geçti...
Ekonomik bunalım bir bataklıktı, içine
çekmeye başlamıştı Türkiye’yi. Motor güç
olarak lanse edilen özel sektörün de makyajı bozulmuş, rimeli akmış, ruju yüzüne
bulaşmıştı. Onca boya hiçbir işe yaramıyordu artık. 2001 yılında dünya ligindeki
yerimiz 49 ülke arasında 46’ıncı sıraydı.
Uluslararası rekabet gücü sınıflandırması böyleydi. Rüşvette, yolsuzlukta ise başı
çekiyorduk. Tarımda, sanayide, işgücünü
verimli kullanma sıralamasında diplerdeydik. Ortalamanın altında olmaktan utanmayacak kadar vazgeçmiştik yarıştan. Turizmi hiç sormayın; gelen turist parasızdı.
Kazanılacak bir şey varsa, onu da yabancı
tur şirketleri kendilerine ayırmıştı. Gecekonduların istilası, doğal hayatın sahipsiz
kalması, ormancılığa ait bir aklın olmaması
ve kültürel değerlerin çöp niteliğinde görülmesi nedeniyle çevre yönetimi de dibi
bulmuştu. Bu hale nasıl düşmüştü, daha
kötüsü ne olabilirdi?
14 yıl geçti. Dile kolay, “14 yıl”...
Üretim sektörü rant dağıtmaktan bilgi
çağını yakalamaya vakit bulamıyordu. Akıl
zindandaydı, IMF disiplini ise bir gardiyan
gibi sadece belaydı. Önerileri hiç bitmezdi. İnandırıcılığı o gün de yoktu, bugün de
–malumunuz-. Kanatlarımızı kaz yolar gibi
yolan heyetler, her gelişlerinde bir miktar
demoralizasyon enjekte edip giderlerdi.
“Kımıldama sakın!” dediler usanmadan.
Emir almaya müptela eli bağdaşlar ise “Olur
efendim!” demekten öteye gidemediler.
Aradan 14 yıl geçti...
Halkın iradesini yansıtmayan, sureti ecnebi bir ruhla işgal ve sireti hercümerç olmuş, yönetemeyen ya da uzaktan kumanda
ile yönetilen sahte bir demokrasi kalmıştı
elde avuçta. Akışa karşı kulaç atıyorduk.
Adalet sistemi adil işlemiyordu ve belli
bir grubun kontrolündeydi. Katillerin savcı, hırsızların hâkim, satılmış vicdanların
avukat olduğu bir dönemden geçiyorduk.
“Ananı öpen kadı ise kimi kime şikâyet
edesin?” diyordu devlet adamları. Neredeyse övünecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı
milletten başka. Hem hızan, hem zartazan bir haldeydik vesselam… Uluslararası
hiçbir örgütte sesimiz çıkmazdı. Parmakla
değil, burun ucuyla gösterilir bir ülke olup
çıkmıştık.
Aradan 14 yıl geçti…
Ve bugün tarihî bir dönemeçteyiz. Badireler aşıldı, engeller geride kaldı. Eloğlu
tuzak kurdu ama boşa çıkardı Allah. Gündüze örtü çektiler, günün üstüne geceyi
devirdiler, ay ışığında yol bulduk, sabahı
teze çektik. Bu milleti uyutmak için sihirli
dumanlar savurdular düzlüklere. Soluksuz geçtik o düzlükleri, nefesimizi tuttuk.
Çokça diyarlar aştık. Medeniyetin şuur
çerağanını başımıza gök ettik, yıldızlarını
ise gecelerce ezberledik. Günü gün, geceyi
aydınlık, bahtımızı bahtiyar etti Allah.
Ancak biliyoruz ki bu coğrafya, Batı
dünyasının hem bizi rahat bırakacağı, hem
de bize bırakacağı sıradan topraklar üzerinde kurulu değil. Yine yeni köprülerden
geçeceğiz. Yine yeniden dinamitler döşenecek eloğlunun ihanet aşılı eliyle. Dünyanın süper güçleri yeni ağırlık merkezleri
oluşturmakta, kılık değiştiren kavramlar
algı dünyamızı yeniden biçimlendirmektedir bugün.
Başlama düdüğü çoktan çaldı, değişim
başladı. Milli menfaatlerimiz inci niteliğinde artık dünya pazarında. Eskisi gibi
kaçakçıların, kaçakçı kılıklıların elinde
oyuncak değil, ne mutlu!.. Diplomasinin
oyun tahtasında ulusal menfaatlerimiz
öncelikli hale geldi bugün. Eski zurnanın
sesiyle değil, şehriyanlar arasında davulların çıkardığı yeni bir sesle uzak diyarlara
gidip geliyoruz. Bu millet burada, “Durun
kalabalıklar, burası çıkmaz sokak!” diyerek
makus talihe bir “Dur!” diyoruz şimdi.
Artık ümit var olun... Aradan 14 yıl geçti...
temmuz 2014
63
haberajanda
Siyaset
Tarihle yüzleş
T
ARİHLE yüzleşmenin vaktidir… Bu memleket; çay,
portakal, üzüm ve iyot kokulu bu mis topraklar, nice
seçilmiş gördü. Nice mâkamdan, nice mevkî sahibi geçti. Nice derdestlere şahit oldu nemli gözlerimiz,
nice silahlı nöbetlere eşlik etti babalarımızın hıçkırıkları. Hiçbir şahitlik çözmedi geçmişin düğümlerini.
Söylendik, dağlandık, kanadı mütemadiyen yaramız, acıttı… Ama derde deva olmadı seçtiklerimiz.
Ya tapacaksın, ya
susacaksın!
rahmet dilemek suçtu, gericilikti, sustuk, yutkunduk…
Tarihle yüzleşmenin vaktidir… Ata’nın
adıyla sindirildik, öğütüldük. Ata’yla kanırtıldık, kışkırtıldık. Ve kendimizi “Ya tapacaksın,
ya susacaksın!”larda bulduk.
“İnsan” olduğunu öyle unuttuk ki, meydanlarda sloganımız oldu; bir rahmet dileyemedik;
Bir benzerinin gelebilme fikrini ayıp saydık!
Oysa ne imrenilesi bir durumdur kahraman
ve cesur liderlerin sıklığı… Kabullenemedik,
çünkü insan olduğu unutturuldu Ata’nın.
Namlu ucu yaşamlar
Hep namlu ucunda yaşadık biz. “Asker milletiz” diye övündük durduk. Silah oldu demokrasimizin direği. Üniforma ne buyurursa oydu.
Son söz hep komutanındı. Değişmez zannettik, cesur değildik, sustuk, yutkunduk.
Tarihle yüzleşmenin vaktidir… Küçülmüştük, Anadolu toprağına sıkıştırılıp bırakıldı
yüzyılların hükümranlığı. O gözükara, merhametli, hoşgörülü, tüm toplumları şefkatiyle kucaklayan Osmanlı Devleti, yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı kan ve gözyaşıyla.
Ömrü bitti ve yeni Türkiye kuruldu acıyla,
topyekün mücadeleyle.
Bunu da konuşamadık, yutkunduk… Sorgulamaksa, asla! Hatasızlık mümkün değildi
ama söylenemez, yazılamazdı. Irkçılık pahasına susmalıydık. Yabancının tarih diye yutturduğunu alıp, düşman olduk Osmanlı’ya, kendi atalarımıza… Bunca sene dünyayı hoşgörü
ve İslam ile yöneten o mübarek ceddimize
düşman edildik. Ama Mustafa Kemal’in hiçbir adımına “Neden?” diyemedik, insanüstüydü, sustuk!
Kalbim temiz ve gizli
ibadetler!
“Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir
ülkeyiz” diye masa başında hem memleketi
hem de Müslümanları kurtarırdık ama iş icraata gelince durum başkalaşırdı. Hepimiz kendi Müslümanlığımızı yaşamalıydık; yoktu öyle
beraberlik, cemaat, tarikat, mürşid filan.
“Google Hazretlerine soralım, öğrenelim efendim.” “Başımıza iş açılmasın, aracı filan yoktur
İslâm’da.” Birinden öğrenemezsin deniyorsa,
dinleyelim dedik, yutkunduk. Çocuklarımızı öğrenme sınırı aştıktan çok sonra gönderebildik Kur’an-ı Kerim öğrenmeye. Ve İngilizce
eğitimini “Tam da öğrenme yaşı!” diyerek indirdik ana sınıflarına! Çocuk dil öğrenmeliydi
ama “Kur’an Dili”’ni asla!
Paradokstu her yanımız. Yoktu bir standardımız. İnanabilirdik ama uygulayamazdık.
Kalbimiz temiz olsun, yeterdi… Gizledik, gizlendik, acı çektik sürekli. Evlerimize hapsettik
secdelerimizi, okumalarımızı, sohbetlerimizi.
Oğlumuzun yemin törenine alınmaz, üni-
64
temmuz 2014
Suna Akar
[email protected]
menin vaktidir
versitede okuyamazdık. İkinci sınıf vatandaş
sayıldık, içlerini rahatlattık birinci mevkî kavgasındakilerin. İzleri vardır hâlâ üzerimizde.
Ömrümüz kadar derin, yaşantımızca sıcak,
büyük, nemli, kapanmaz yaralar edindik. Üstlerini örttük örtebildiğimizce, affettik.
Tarihle yüzleşmenin vaktidir...
Biri çıktı ve indirdi yatak başlarının üzerindeki Kur’an-ı Kerim’leri… Usulca başörtülerimizi bıraktı kucağımıza. Gözümüzün içine
herkese baktığınca baktı. Okulların kapılarını
açtı ardına kadar. Hocalara “Eşit olun” dedi.
Üslerin, nizamiyelerin kapısını açtı, komutanlara “Eşit olun” dedi.
Türkçe ezan beklenirken yeniden, ruhlarımız yıkandı. “Ata’m ruhun şâd olsun. Verdiğin
mücadelen boşa gitmeyecek! Şimdi cesur, yürekli ve yeni Türkiye’yi kurma zamanıdır.” Fatiha
okudu Anıt Kabir’de.
Korkuyu rayting edinmiş olanlar, “irtica geliyor”un ardından çıkıp, yeni karanlıklara saklandılar.
Tarihle yüzleşmenin vaktidir…
Kürtler Türklere döndü yüzünü, Türkler
Kürtlere… Kucaklaştık birbirimizin gözlerinin içine bakarak. Düne kadar kız alıp verdiğimizle kesmişken ticareti bile, bugün açılımlarda helalleştik.
Irk ve milliyet zırhlarımızdan sıyrılıp
“insan”a baktık, adına ümmetçilik dediler ama
Hırıstiyan-Yahudi-ateist-agnostik-putperest
ayırmadıydık aslında.
Çıktı ve “Kucaklaşma zamanıdır!” dedi.
PKK’yı ayrı tuttuyduk ya yıllarca, şimdi gömecektik tarihe, heyecanlandık…
Acılar hiyerarşisi ve adil
hafıza
Sözde Ermeni soykırımına itirazı dillendirmenin bile yasaklandığı ülkelerde başı dik
dolaştı ve günü geldiğinde, 24 Nisan 2014’te,
1915 Ermeni tehcirinin 100. Yıldönümü’nde,
devlet olarak taziyelerimizi bildirme enginliğini gösterebildi.
Yüreklerimize su serpildi, acıyı birlikte yaşa-
mıştık ve öyle çok masum vardı ki… Biz Türk
milletiydik; Türk’ü, Kürd’ü, Ermeni’siyle… Ve
unutturulmaya çalışılan buydu.
Evet, bir tehcir yaşanmış, kayıplar olmuş
ama asla bir soykırım yaşanmamıştı. Elbette
yanlış yapanlar olmuştu. Tıpkı bugün gibi…
Piramitin ilk basamaklarında -ki o basamak
geniş ve kalabalık olur- bulunan masum ve temiz tabaka günahsızken, tepe noktadaki çıkar
gruplarının alengirli hesapları bizi düşman etmişti birbirimize.
“Ermeni’den özür diledi” diye eleştirildi, oysa
çok açıktı mesaj!
Bu ortak kültüre sahip halklar kayıplarını
birlikte anabilmeli ve geçmişlerini olgunlukla
konuşabilmeliydi.
Osmanlı Devleti’nin son yılları hangi din ve
etnik kökenden olursa olsun, tüm vatandaşlar
için çok acılı ve zordu. Birbirimizi anlamalıydık. Acılar hiyerarşisi kurmaya, acıları kıyaslamaya gerek yoktu, hepimiz acı çekmiştik. Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi
Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların
hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak
bir insanlık vazifesiydi.
Her din ve milletten milyonlarca insanın
hayatını kaybettiği 1. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran
hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve
karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıydı. Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi ortak geleceğimizin inşası
bakımından hiçbir şekilde yararlı da değildi.
Aynı dönemde benzer koşullarda yaşamını yitiren, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun
tüm Osmanlı vatandaşları da rahmetle ve saygıyla anılmaktaydı.
Cesurca ve sürpriz bir çıkış, enfes bir HakkHalk-Tarih selamlamasıydı.
Cesur Adam!
Ve şimdi bu CesurAdam veda ediyor partisine, meclise… Az kaldı, Cumhuriyet’in başı-
na geçiyor. Dua ile başladığını, dua ile bitiriyor
alnı secdede, gönlü Rabb’inde CesurAdam.
Bu bakış; özlediğimiz, burnumuzun direğini sızlatan Osmanlı bakışı, Osmanlı kucaklayışıdır. Elbette gözleri, kulakları ve kalpleri
mühürlüler olacaktır. Onlara duacıyız…
Önemli olan devletin bekâsıdır.
Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti’nin kurucusu, Şehr-İstanbul’un Belediye Başkanı -ki
İstanbul’u yönetmek ülkeyi yönetmek gibidir-, Başbakan, Türkiye’nin uluslararası arenada iade-i itibarının mimarı, Türkiye mozaiklerini tek tek işleyen CesurAdam, elbette kalıcı
olmayacak, bir gün bu makam ve mevkîlerden
sıyrılacak ve dahî belki de bu vatan, bu millet
için kurban olacaktır.
Ama bu memleketin böyle liderlere ve masaya yumruğunu vurabilen efelere her dem ihtiyacı vardır. Varsın “Kasımpaşalı” diye anılsın,
iş yapsın, memlekete huzur gelsin, ülke gelişsin, müreffeh bir toplum olalım.
Bugünün gözleri ve bugünün hafızasıyla
düne bakmak bize asla geçmişi göstermez. Ne
dünkü biz, biziz; ne dün bugündür.
Tarih hafızamızı canlandırırken, yarınki ışığa ulaşmamızı kolaylaştıracak yolları seçip bir
an önce aydınlanmaktır aslolan. Aksi takdirde kör kuyularda yalnız kalmaya mahkûm ve
mecbur oluruz.
Tarihle yüzleşmenin
vaktidir…
Bu memleket; çay, portakal, üzüm ve iyot
kokulu bu mis topraklar, nice seçilmiş gördü.
Nice mâkamdan, nice mevkî sahibi geçti.
Nice derdestlere şahit oldu nemli gözlerimiz, nice silahlı nöbetlere eşlik etti babalarımızın hıçkırıkları. Hiçbir şahitlik çözmedi
geçmişin düğümlerini. Söylendik, dağlandık,
kanadı mütemadiyen yaramız, acıttı… Ama
derde deva olmadı seçtiklerimiz.
Bugün bir CesurAdam, seçimle gelen, seçimle ilerleyen, ilaç olacak sanki tarihin yaralarına, sarıp sarmalayacak gibi… Herkesi memnun
etmek imkânsız ama bu kez olacak galiba…
Umutla kalın...
temmuz 2014
65
haberajanda
Siyaset
Bu ülkenin ışıklarını kimin yaktığını
bilenler biliyor. O ışığın şavkını dünyaya yansıtmaya ahdetmiş olanın kalbine kuvvet diliyor. Kimileri de göremese
de, nasıl göreceğini öğreniyor. Sair “safi
zihinlerin” ahvali ve dahi ahvallerinin
vebali Rabbe emanet! Dileriz, onların
da zihinlerinden tez kalkar zulmet!
İhanetin
i
“B
ATIL şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir”
der zamanın bedisi Said Nursi... Bu düsturdan
hareketle haktan ve haklıdan
söz etmeye geçmeden bu ifadeyi bir parça açmakta fayda görüyorum.
Öncelikle “idlâl” kelimesine
odaklanmak gerekiyor ki, Osmanlıca ve Arapça iki tanım
karşımıza çıkıyor. Osmanlıcada “idlâl” kelimesi, “Hak dinden, iman ve İslamiyet’ten
saptırmak. Doğrudan, Hak
ve hakikat caddesinden ayırmak...” anlamlarında karşılık bulurken, Arapçada “Naz
etme, çok nazlanma...” olarak
izah buluyor.
Bediüzzaman “idlâl” kelimesini Hakk ve hakkaniyetten
sapmak olarak esas alıyor. Bu
ibarede yer alan “safi zihinler”
ifadesinden ise, derin meselelere girmeye kabiliyeti olmayan, yüzeysel ve zahir ile hükmederek mevzuyu yahut vuku
bulan olayı derinlemesine etüt
etmeden yargıya varan kimseler işaret ediliyor.
Marazi bir
alışkanlık
Batılın enine boyuna tarif ve
tasviri işte böylesine derinlikten, mânâ ve mazmun kaygısı
taşımayan, havas ehli olmayıp
avami bir ezberciliği benimsemiş insanlar için neredeyse bir
tür reklâm vasıtası haline geliyor. Batılı izah ettikçe, “safi zihinler” farkındalıktan uzak,
marazi bir alışkanlık ve savunma psikolojisi ile “Hak” olanı ötelemekte beis görmüyor.
Batıl olanı abes bulmadığı gibi
66
temmuz 2014
kendi içinde bulunduğu duruma yani batıla olan yakınlığına, yapılan tasvirleri kişileştirerek şahsına yapılan bir saldırı
olarak kabul ediyor ve anlamak, araştırmak yerine hakikati inkârı seçiyor. Bunu yapmasa
kendini inkâr etmesi gerekecek ki, bu, insanoğlunun nefsine yapmakta zorlandığı büyük
bir haslet olmakla birlikte, ilim
ve irfandan yoksun olanlar için
hayli zor bir tutum olacaktır.
Kendisinin batıl ile iştigalinden şüphe dahi duymuyor. Duysa, şüphe onu sorulara, sorular cevaplara, cevaplar
farkındalığa ve dahi hakikate
ulaştıracak. Direkt reddetmek
ve inkâr böylesi düşünmekten
mahrum “safi zihinler” için elbette en kolayı olacaktır.
Daha keskin bir
reddiye
İşte Bediüzzaman’ın bu sosyolojik tespitinden hareketle, batılı iyice tasvir ve tenkit
ve dahi gündemde sıklıkla tutmak, bir nevi o şerrin reklâmını
yapmak kadar riskli ve tehlikeli durumlara vesile olabiliyor.
Ki, bu metot üstelik irşada da
vesile olmuyor. Sadece, daha
keskin bir reddiyeye sebebiyet vermekle kalmayıp batılın
gündemde uzun soluklu kalmasını, yeni “safi zihinlerin” etkilenmesini sağlayabiliyor.
Risale-i Nurların geneline
baktığımızda, bu risk ve tehlikelerin hesaplandığı, batılın
saklı ve gizli tutularak o minvaldeki fikirlerin temelden çürütüldüğü görülür. Risale-i
Nurlar, muhatabına batılın
reklâmını ve izahatını yapmıyor. Sadece o yanlış ve ba-
Nesrin Çaylı
[email protected]
nkârı ve idlâl!
tıl düşüncenin esassız ve çürük noktalarını
gösteriyor. Teferruata girmeyerek, zihinlerin bulandırılmasına meydan tanınmıyor.
***
Detayları göz ardı
eden zihniyet
Yazıma bu cümlenin şerhi ile girmemin ana sebebi, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi adayların açıklanmasından
sonra, 17 Aralık itibariyle neşet eden “Gezici Zihniyet”ini ve “Pensilvanya merkezli örgüt”ün medyaya yansıyan siyasi dillerinin sebep olacağı riske dikkat çekmek
içindir. Ve bir parça kaygı taşımamdandır.
Bu kaygının iki ciheti var: İlki, örgüte ait
basın kurumlarının yaptığı manipülasyonların, yazılı ve sosyal medyada alıntılanarak eleştirilmesi... Zira örgütün büsbütün
mesnetsiz haberlerini, tekzibe muhtaç suçlamalarını, karşı cenahı eleştirmek için; logolarıyla, markaları ve amblemleriyle alıntılanarak kullanılması halk arasında detayları
göz ardı edenlerin (safi zihniyetin) marazlı bir şekilde taraf durmalarını sağlaması
ihtimaldir. Tabii bu görünen yüzü... Bir de
tahrifatta uzmanlaşmış bu örgüt elemanlarının yerleştirebileceği subliminal mesajlar
da yabana atılmamalı.
İnkâr psikolojisi
İkinci kaygım ise, yukarıda da değindiğim gibi, bile isteye yahut sürüklenerek
bu örgüt içinde yer alanların hakikate karşı geliştirecekleri “inkâr psikoloji”nin tetiklenmesi...
Dr. Jung, “Aion” adlı kitabında “Hiç
kimse üzerinde ciddi olarak uğraşmadan
‘gölge’sinin (Egonun bilinçaltında saklı
yanı) farkına varamaz ve onun farkına varmak demek kişiliğin karanlık yüzünü karakterinin bir parçası olarak kabul etmek
demektir. Bu kabullenme kendimizi tanımak için gereklidir fakat kural olarak da
her zaman bir iç direniş (inkâr ediş) ile karşılaşır!” der.
İşte bu inkâr edişin tetikleyicisi olmak
yerine, inancımızın kaynağı vahiy ve sünnetullaha uygunluğu ile tercih ettiğimiz,
ideal bulduğumuz şahıs ve siyasi oluşumun
prensiplerini izah ve teşri etmeyi seçmek
daha aklı selim bir tavır olacaktır.
***
Güzel bir nazire
Geçen ay dergimizde Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’a ithafen kaleme aldığım
“Her kardeş ihaneti bir Yusuf eder” başlıklı yazım yer almıştı. Bu yazımı okuyan şair
bir dostum kısacık şiiriyle şöyle nazirede
bulunmuş: “Yazgısında ihanet olan Yusuf ’a
kardeş gerek değil(di)/ Kederi Yusuf ’a kader eyleyen
kardeşlerine Yusuf gerekti!” Ne güzel de
yapmış!
Öyle ya... İnkişafları için kendisinden
“Hakk” adına talep edilenleri yerine getirme gayretini esirgemeyen Başbakana ihaneti reva görenler, Başbakan için kardeş değilmiş meğer. Ve görüldüğü gibi gerekli de
değilmişler. Yerel seçimlerde, ihanetlerinin
ardından “Cehennem Partisi”ni destekleyen örgüt oylarının AK Parti’nin oy oranını sarsmadığını cümle âlem içinde kendileri de gördü. Fakat Yusuf ’a ihanet edenlere,
elbet bir gün Yusuf gerekecek! Kederi ona
kader eyleyenler, o gün geldiğinde Yusuf ’un
şefkatinden nasiplenip belki “çuval ile buğday” değil ama nadim olmanın ecrini kazanacaklar!
Şair dostuma bu kıymetli naziresinden
dolayı teşekkür ediyor bir küçük kıssa ile
yazımı sonlandırmak diliyorum.
Görmeyi öğrenmek de
marifet
Sultan II. Mahmut Han döneminde
yaşlı bir kadıncağız duymuş ki, Hızır her
gün yatsı namazında Yeni Cami’de görülürmüş. Kendisi de Hızır Aleyhisselam’ı
görmeyi öteden beri çok istermiş. Eşinden izin alarak bir gece yatsı namazına
Yeni Cami’ye gitmiş. Namaz çıkışında,
avluda bir kenara çekilmiş ve başlamış çı-
kanlara dikkatle bakmaya.
Pür dikkat çıkanları takip ederken, yanına bir yaşlı adam yaklaşıp “Ne beklersin hatun?” diye sormuş. Kadın, “Dediler
ki bu camide her gece Hızır Aleyhisselam görünürmüş, onu görmeye geldim” demiş. Adam, “Peki onu görsen nasıl tanıyacaksın?” diye sorunca kadıncağız, “Bilmem!
Nasıl da akıl edemedim!?” diye seslice hayıflanmış. O vakit yaşlı adam, “Bak öyleyse,
sana onu nasıl tanıyacağını öğreteyim. Şu
arakamdaki camiyi görüyor musun?” diye
sorunca, kadın, “Evet!” demiş. “Işıklarına
bak, söndü mü şimdi?” Kadın bakmış ki caminin ışıkları sönük. “Aa, evet söndü!” demiş. Yaşlı adam yeniden sormuş: “Şimdi bir
daha bak, caminin ışıkları tekrar yandı mı?”
Kadın şaşkınlıkla bakmış ki, caminin ışıkları yanıyor. Onaylamış: “Evet ışıklar tekrar
yandı.” Yaşlı adam son cümlesini kurmuş:
“İşte aynı böyle, hiç kıpırdamadan karşındaki caminin ışıklarını yakıp söndürebilen
birisini görürsen anla ki o Hızır’dır.” Kadıncağız bu tariften çok memnun olmuş ve
“Hay Allah senden razı olsun!” diyerek yanından ayrılan yaşlı adama dua etmiş.
Ve koyulmuş yine beklemeye... Cami cemaati boşalmış. Ne gelen varmış ne giden.
Ne caminin ışıkları yanıyormuş, ne de sönüyormuş. Yaşlı adamın tarifine uygun hiç
kimseyi görememiş. Melül mahzun evinin
yolunu tutmuş. Eşi, “Hızır Aleyhisselamı
görebildin mi?” diye sormuş. Kadın yarı üzgün yarı memnun bir ifadeyle eşine “Göremedim ama nasıl görülür çok iyi öğrendim” demiş.
Ahval ve vebal!
Bu ülkenin ışıklarını kimin yaktığını bilenler biliyor. O ışığın şavkını dünyaya yansıtmaya ahdetmiş olanın kalbine kuvvet
diliyor. Kimileri de göremese de, nasıl göreceğini öğreniyor. Sair “safi zihinlerin” ahvali ve dahi ahvallerinin vebali Rabbe emanet! Dileriz, onların da zihinlerinden tez
kalkar zulmet!
temmuz 2014
67
haberajanda
Siyaset
Ö
Alparslan Şimşek
[email protected]
ZÜNDE merhametli,
işinde merhametli olan
Allah’ın adıyla… Şüphesiz
her şey, “Allah namına”
diyene musahhar olur.
Vaktin telafisi, sin’lerin
yıkılışıdır. Zan makamında söylenen sözlerin
boğumu, medeniyet
hırkasını parçalayan
ideolojilerin hüsranıdır.
Ya yalancısın, ya yalansın
yahut sen kimsin? Yıllarca
mücadelesini verdiğin fikriyatla ilgisi olmayan bir
kişiyi “Cumhura başkan
için seçilsin” diyorsan sen
yalancısın, aksi halde yalansın. Yahut sen kimsin?
Ne söylemiş Sadî? “Eğer
Yüce Allah’a satabileceksen, riya ile hırka dikmeye
devam et. Zira insanlar,
elbisenin içindeki kimdir
ne bilsin?”
Vaktin telafisidir
VAKTİN telafisi, sin’lerin yıkılışıdır. Zan makamında söylenen
sözlerin boğumu, medeniyet hırkasını parçalayan ideolojilerin
hüsranıdır. Ya yalancısın, ya yalansın yahut sen kimsin? Yıllarca mücadelesini verdiğin fikriyatla ilgisi olmayan bir kişiyi
“Cumhura başkan için seçilsin” diyorsan sen yalancısın, aksi
halde yalansın. Yahut sen kimsin? Ne söylemiş Sadî? “Eğer
Yüce Allah’a satabileceksen, riya ile hırka dikmeye devam et.
Zira insanlar, elbisenin içindeki kimdir ne bilsin?”
Oradan oraya koşturup
durdular. Sonra bir çatı
yaptılar. Halk ustayı ne
bilsin? Ne söylemiş Sadî?
“Mektupta ne yazdığını,
ancak onu kaleme alan
bilir. Doğruluk divanıyla
adalet terazisinin bulunduğu yerde, içi hava dolu
tulumun ağırlığı ne tutar?”
Bir baktık ki bizce
söylemler… Ne söylemiş
Sadî? “Eğer güzel kokun
yoksa ‘Bende güzel koku
var’ deme. Varsa, koku her
yere dağılacaktır.”
Bu özete bir de ek yapmak gerekir: Kim demiş
“Başkanlık sistemi olmaz”
diye? Bak, nasıl bir araya
geldiler!
Kadercilik ile iktidarını
meşrulaştıran, sözde
demokrasilerle fıtratının
ezberini bozan ideoloji
parçacıklarının unuttuğu,
edebiyatçılara göre ses,
bizce nefes olanın zahir
olmasıdır. Bu millet, mektupta yazanı ve elbisenin
içinde ne olduğunu bilmese de nefesi tanır. Yüreğine yazılanı Yaratan Rabbi
adıyla okur. İkra ile başlıyor Kur’an-ı Hakîm, bişnev
ile başlıyor Mesnevî-i
Şerif. Bunu bilen, varlığı
yaratan ve yarattığı her
varlığın fıtratını da yaratan Allah’ın, karanlığın ve
bilinmeyenin de Rabbi
olduğunu bilir.
Çokçu varlık tasavvurunun inşa ettiği beyinler,
Nebevî yönetim anlayı-
68
temmuz 2014
şından sapmış ve halka
rağmen “Halk yanımızda”
safsatasını diline dolamıştır. Hangi kavmin sapık
düzeni kurtuluş olabilir ki?
İnsanları hayvan olarak
görüp canlarını, mallarını
ve namuslarını kendi malı
yerine koyan ve bu suretle
insanın başına bela olanlara yeryüzünü imar ve inşa
ile görevlendirilmiş müminlerin nefese yönelmesi
elbette sizi çıldırtacaktır.
Sınırlı olduğunu unutup
sınırsız erk kullanmaya
çalışanın çıldırmaktan
başka çıkışı da yoktur.
Kur’an ve sünnetin inşa
ettiği idareci, yani Nebevî
yönetim anlayışına sahip
kişilik “yönetici” olarak
seçilmelidir. Âlim, adil ve
emaneti ehline veren kişi
Allah’la pazarlığa girişmez
ve ahdini bozmaz. Bilgili
değil, âlim olması gerekir.
Bilginin hamallığını yapanı öne çıkarmanın anlamı
yoktur. Gerek zamansız
ve mekânsız, gerekse her
zaman ve mekânda eşsiz
ve benzersiz biçimde
bilen Allah’tır. Allah’tan
rol kapıp, zaman ve
mekânda konuşup zaman
ve mekân üstü rollerle
kendini inşa edense firavunlaşır.
Yüreğine yazılanı okuyan bir medeniyetin evladı, “on iki levha” kanunları
ile yönetilemez ve hiçbir
süre demokratik toplum
düzeniyle başlamaz. Bu
toprağın evlatları, kuytu
bir mecrada modernizmin lokmalarını taşımanın meşakkat olduğunu
anlayınca ve gecede kalıp
renklerin döküldüğünü
görünce, yetim bir bebeğin elini tutmak için
ve kandil gecesi duaya
kalkan uçuşlu ellerin
gerekliliğini anlayınca,
seçeceği başkanını da iyi
bilir.
İktidarı putlaştırmayan iyi bilir ki, her şeyi
yaratan ve bir ölçüye göre
düzenleyen Allah’tır ve
her devlet, El–Melik’in
mülkünde kurulur.
Şimdi kara gözlerin
çağırdığı bu memlekette,
Bilge Kral Aliya gibi, tüm
pazarlıklardan çıkıp
üçüncü bir yolu seçmek
gerekir. Nitekim yerini
ve haddini bilen insan,
El-Vekîl olan Allah’ın
sonsuz güven veren ve
tek koruyucu otorite ve
Vekîl sıfatında tek olduğunu, Vekîl olana tevekkül
edileceğini, Allah’ın insanı
yeryüzüne halife tayin
ettiğini bilir. Hüşyâr olan görmelidir
bu en latif, en nazif dirilişi.
Tecâvûb vaktidir. Bu aziz
millet kirli bulutlardan hesap sormaz. El-Ekrem’den
ikramını ister. Kelam
yoktur Allah’ın kelamı
üzerine: “Muhakkak ki bu
sizin ümmetiniz (topluluğunuz, dîniniz) tek bir
ümmettir (dîndir). Ve Ben,
sizin Rabbinizim. Öyleyse
Bana kul olun!”(21/92)
Zamanın tükettiği
kısık bakışlara geliş müjdesi bağlama vaktidir.
Takvimleri “keşke”den
çıkarma vaktidir. Şimdi,
seçim sabahı medeniyetin
resmini gözbebeklerimize
çizip oy kullanma vaktidir.
Bu, vaktin telafisidir.
haberajanda
Siyaset
Ü
Aytekin Atasoyu
[email protected]
LKEMİZ, kurulduğu günden itibaren çok önemli
değişim ve dönüşüm
süreçlerinden geçti. Bu değişim ve dönüşüm süreçlerinin ilki, hiç şüphesiz
Türkiye’nin modernleşme
tarihinin de başlangıcı
sayılan Cumhuriyet’in
ilanıdır. Farklı bakış açılarına göre Türk modernleşmesini daha da geriye
götürmek mümkün olsa
da konunun uzmanı olan
sosyal bilimciler, ulus
devletin inşa sürecinin
başlangıcı olan 1923’ü
Türk modernleşmesinin
başlangıcı sayarlar.
Yeni bir değişim ve dönüşüm
sürecine doğru
ÖNÜMÜZDEKİ ay yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi,
büyük önem arz etmektedir. Çünkü cumhurbaşkanını halkın
seçecek olması, cumhurbaşkanının aktif olarak bu süreçlerde
rol alması anlamına da gelmektedir. Yani biz, cumhurbaşkanı seçerken tüm bunların gerçekleşmesi için efor sarf eden,
devletin kurumlarını, toplumu, sivil toplum kuruluşlarını bu
noktada motive edebilecek bir kişiyi seçmeliyiz.
ği reformlar sayesinde AB
ile müzakerelere başlayan
Türkiye, son yıllarda
yavaşlasa da bu sürece
devam etmektedir.
Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, siyasî, iktisadî
ve toplumsal atılımlar
yapma yolunun modern
toplum yapılanmasından geçtiğini öngörerek
modernleşme hamlesini
başlattı. Fakat 1923’te
başlayan Türk modernleşmesi, yeni bir ulus yaratma iddiasıyla toplumu
çağdaşlaştırmaya çalışsa
da bu girişimler cemiyetin
tüm kliklerine ulaşamamış, yalnızca kendi elitini
yaratmıştır.
Bu elitist kadroların
oluşturduğu tek parti döneminde gerçekleştirilen
partizan-elitist uygulamalar ve mukaddesata saldırı niteliği taşıyan icraatlar
ile tek parti döneminde
halkın değerlerine karşı
gösterilen hoşgörüsüzlük,
ülkede demokrasi eksiğini
iyice hissettirmeye başlamış ve 1950’den itibaren
Türkiye, bir demokratikleşme sürecine girmiştir.
Dış politika bağlamında
ise Türkiye’nin demokrasiye geçişi bir zorunluluktur. Çünkü 1945’te sona
eren İkinci Dünya Savaşı
sonrasında Soğuk Savaş
başlamış ve dünya kutuplara bölünmüş durumdaydı. Türkiye, Sovyetler
gibi totaliter rejimler ya da
Batı demokrasisi arasında
bir tercihle karşı karşıya
kalmış ve demokrasi
kültürünü benimseyerek
Batı dünyasının yanında
saf tutmuştur.
Türkiye’nin demokratikleşme süreci zaman
zaman sekteye uğrasa
da demokrasi kültürünün gelişimi halen devam etmektedir. 1980
Darbesi’nden sonra serbest piyasa ekonomilerinin güçlenmesiyle birlikte
Türkiye, kendini küresel
sisteme entegre etme ihtiyacı hissetmiş ve 1980’den
sonra küreselleşme macerasına başlamıştır.
Dış politika bağlamında ise
Türkiye’nin demokrasiye geçişi bir zorunluluktur. Çünkü
1945’te sona eren İkinci Dünya
Savaşı sonrasında Soğuk Savaş
başlamış ve dünya kutuplara
bölünmüş durumdaydı. Türkiye, Sovyetler gibi totaliter
rejimler ya da Batı demokrasisi
arasında bir tercihle karşı karşıTürkiye’nin bu küreya kalmış ve demokrasi kültüselleşme macerası, yeni
rünü benimseyerek Batı dünya- milenyumun başına
sının yanında saf tutmuştur. kadar inişli çıkışlı bir seyir
izlemiştir. Dış politika
bağlamında Türkiye’nin
bu sürece entegre olması,
yine bir zorunluluk olarak
ortaya çıkmıştır. Çünkü
Soğuk Savaş 80’lerin
sonuna doğru nihayet
bulmuş siyasî haritalar
yeniden şekillenmeye
başlamış, ülke ekonomileri birbirine bağımlı hale
gelmiştir. Siyasal, toplumsal ve ekonomik anlamda
küreselleşen Türkiye, yeni
milenyumun başından
itibaren gerçek manada
Avrupalılaşma sürecine
girmiştir.
Türkiye’nin Avrupalılaşma sürecinin geçmişi
1950’li yıllara dayanıyor
olsa da Aralık 1999’da
Türkiye’nin aday statüsü
kazanması sonrası ve
hızla gerçekleştirilen
reformlar nedeniyle konunun uzmanları 2000’li
yılların başını Türkiye
için gerçek manada Avrupalılaşma sürecinin
başlangıcı olarak görürler.
AK Parti hükümetlerinin
ardı ardına gerçekleştirdi-
Tüm bunların yanı sıra
Türkiye, yeni bir değişim
ve dönüşümün arefesinde
bulunuyor. Bu değişim
ve dönüşüm süreci, önce
bölgesel, sonra da küresel aktör olma sürecidir.
Türkiye bu değişim ve
dönüşümü yaşamalıdır.
Yerel veya küresel bağlamda güç olabilmenin yolu,
ülkenin askerî, ekonomik
ve teknolojik kapasitesi
arttırılarak bölgesel ve
küresel güçlerle yarışabilecek olgunluğa ulaşmasından, yani siyasal, askerî ve
ekonomik dönüşümden
geçmektedir. Tabiî bunların gerçekleşebilmesi için
de uygun bir siyasal zemin,
uygun bir siyasal sistem, iktidarı ve muhalefetiyle bu
siyasal sistem aktörlerinin
aynı amaçlar için ortaya
koyacağı siyasal, sosyal ve
ekonomik takvimin olması gerekmektedir.
Önümüzdeki ay
yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi, işte
bu noktada büyük önem
arz etmektedir. Çünkü
cumhurbaşkanını halkın
seçecek olması, cumhurbaşkanının aktif olarak
bu süreçlerde rol alması
anlamına da gelmektedir.
Yani biz, cumhurbaşkanı
seçerken tüm bunların
gerçekleşmesi için efor
sarf eden, devletin kurumlarını, toplumu, sivil
toplum kuruluşlarını bu
noktada motive edebilecek bir kişiyi seçmeliyiz.
Kanımca diğer tüm kriterlerimizin yanında en
önemlilerinden biri de bu
olmalıdır.
temmuz 2014
69
haberajanda
Analiz
Siyasetle uğraşılıyorsa eğer, birinin
sizi kapalı kutuyken
keşfetmesini bekleyemezsiniz. Nasıl bir
sanatkâr eserini arz
etmek derdindeyse,
siyasetçi de fikrini
arz etmek derdinde
olmalıdır. Böyle yapan siyasetçi, yeryüzünde en zor meslek
olan yönetmeye
talip olmuştur artık.
Yok, kapalı kutu yer
tutup birinin sizi
bulmasını istiyorsanız ve “Zaten o veya
onlar var, onlar beni,
ben de milleti idare
ederim” demek istiyorsunuzdur. İşte bu,
kirli siyasetin başlangıç versiyonudur!
***
Şu sıra gündem ve
lobi oluşturanlar
çok rahatlar. Zira
akıllarındaki, “Recep
Tayyip Erdoğan
eğer cumhurbaşkanı
olursa onun ardından başbakanlık
ve genel başkanlık
o kadar kolay olacak ki tadından
yenmeyecek” diye
geçiyor. Öyle ya, tek
hedef olarak yalnız
Türkiye’nin değil,
bütün dünyanın
karşısında duran
biri varken ve hiçbir
nazı gönlünden geçirmeyip sözünde er
biçimde duruyorken
kim başbakanla
uğraşır? Böyle bir
durumda Başbakanlık makamı, “Yediğim
önümde, yemediğim
arkamda” makamı
olur.
70
temmuz 2014
Ş
U sıralar Türkiye, Çankaya yokuşunda söylenen
marşları dinliyor. Zafer geçidine az kaldı. Kulaklara
tak tak düşen ayak seslerinin kime ait olduğunu en
iyi Allah bilir. Biz şu ara çelik çomakla meşgul olalım en iyisi...
>> Başbakan ve AK Parti Genel
Başkanı Recep Tayyip Erdoğan,
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun arasında
geçecek yarışın evvelinde kimin
hangi özellik, avantaj ve dezavantajlara sahip olduğunu değerlendirmek, meydana konulmuş olan
imajları vizyon vizyon takip eden
halka belki de ayıp etmek demek.
Zira toplumun topyekûn bu konuyla ilgilendiği ve her bireyin
başka detaylar yakaladığı bir süreç
yaşanıyor.
Bu deyişi arz edip halkımıza
yönlendirmeli veya güdümlü yorumlarla eksen çizmek yerine, çok
rahatsız edici ve dahi kaşındırıcı
bir etkiye sahip seçim sonrasını
Cumhurbaşkanlığı
makamıyla
Başbakanlık arasında gidip gelen
ve Türkiye’nin bu sürecinde güdüleme üzere örtme faaliyetleri
yürütülen, herkesin görmüş olduğu birkaç aşamaya değinmek
istiyoruz.
Tek tabancanın
kalibresi
Haliyle Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na aday
olması, partinin sabitlenmiş üç
dönem sonunda aktif pozisyondan çekilme ilkesi üzerine birçok
teoriyi konuşturmaya başladı.
Elbette bu teoriler daha önce de
dillendiriliyordu, ancak birtakım
söylemlerin gelecekte olacakmış
gibi lanse edilmesi, ciddi ve tekin
olmayan sorgulamalarla baş başa
bıraktı milleti. Zira millet, şu sı-
ralar gayet ürkek. Sebebi, Erdoğan
isminin icranın başından ayrılmasıyla yerine gelecek kimseye güvenmeme hissi…
Bu sebepten bahsettiğimiz anda
özellikle AK Partili üst düzey kadronun hangi yörüngede konuştuğuna ve Başbakan Erdoğan’ın
danışman kadrosunun neden hiç
konuşmadığına yöneliyor dikkatlerimiz. Kim nasıl konuşmuştu ki
dikkate şayandı? Zaten konuşulanlar da, konuşanlar da belliydi
ya, dikkate ne gerek vardı?
Başbakan Erdoğan’ın da bazı
anlarda vurguyla söylediği ve AK
Parti Genel Başkan Yardımcısı
Ekrem Erdem’den de dinlediğim
bir Başbakan düsturu var ki şöyle:
“Vazifenin verilmesini bekleme,
ona talip ol!”
Başbakan Erdoğan’ı bugüne
kadar gelmiş başbakanlardan ayıran en önemli özelliklerden ikisi,
siyaset yaparken nazlı olmamak ve
–hata mahlûka mahsus- sözünün
kendini bağladığını bilerek geri
dönmemesi. Bu noktada Başbakan Erdoğan’ı belki de gündem
manzarasında tek tabanca yapan
faktör de bu iki özellik. Zira icra
ile vazifeliyken naz yapmamayı ve
gemi yakmayı kendine şiar edinmiş tek isim o...
dindeyse, siyasetçi de fikrini arz
etmek derdinde olmalıdır. Böyle
yapan siyasetçi, yeryüzünde en
zor meslek olan yönetmeye talip
olmuştur artık. Yok, kapalı kutu
yer tutup birinin sizi bulmasını istiyorsanız ve “Zaten o veya onlar
var, onlar beni, ben de milleti idare
ederim” demek istiyorsunuzdur.
İşte bu, kirli siyasetin başlangıç
versiyonudur!
Belki beni yadırgayacaksınız
ama uydurulmuş bir Türk töresinden bahsedeyim: “Görev alınmaz,
verilir…” Bu törenin hiçbir yanının Türk kokmadığını hissediyorum ki sebeplerim var.
Kadim Türk geleneğinde insan
tipolojisinin savaşçılığa uygun
olduğu belirtilir. Savaş, tarihte
bugünkü tür yerine meydan ve
cephe şeklinde yürütülen, analitik
zekâ ile fizikî yeteneklerin konuşturulduğu bir olaydır. Öyleyse savaşta mevcudiyeti arz vardır. Yani
savaşan herkes, yalnız düşmanı
mağlup etme hissiyle dövüşmez,
kendi safındakine ayrıca psikolojik
sunumlarda bulunur. Mağlupken
“Her şey düzelecek” diyenle galipken “Ha gayret!” diyen bellidir. Yahut düşmana en çok zarar verenle
safını en iyi müdafaa eden bellidir.
Bu belli şahıslar, hâl dilleriyle talip
olmuşlardır zaten.
Kalibresiz adamların
siyaset oyunu
Resul-i Zişan Efendimiz (s.a.v.),
bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar: “Ey iman edenler! İçinizden
biri bir kötülük gördüğünde onu
eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle söylesin. Buna da
gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz
etsin. Ancak bu, imanın en zayıf
olanıdır.”
Siyasetle uğraşılıyorsa eğer, birinin sizi kapalı kutuyken keşfetmesini bekleyemezsiniz. Nasıl bir
sanatkâr eserini arz etmek der-
“Görev alınmaz, verilir” iddiası,
Bu hadisin kaydını birinci, ikinci ve üçüncü ölçüde düşen de bellidir.
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
bana bir kraliyet şövalyesinin, ailevî bağları
kullanarak sarayın biricik prensesiyle evlenip
seremonide kraliçenin önünde diz çökerek
unvan almasını hatırlatıyor. Elbette iddia
tasavvufî ölçekte değerlendirerek kişinin tevazu göstermesi ve benlik çıkıntısı olmaması
hakkında yorumlayabiliriz. Ancak tasavvufun “Edeb ya Hû!” gibi öncelikli düsturlarından biri de “Derde talip ol ki dertli kalmasın”
şeklindedir.
“Artık başbakan olana
ilişmezler” fikri
Şimdi, belki de bu kadar hadsiz açıklamaya girdikten sonra bu iddiamın arkasındaki
en güçlü gerekçelere geliyor ve başlangıçta
belirtmiş olduğum açık fakat perdeli konuşmalar ile Başbakan Erdoğan’ın naz gütmeyen siyasetini anlatmaya başlıyoruz.
Bundan iki veya üç yıl önce, –Rabbim zeval vermesin- Başbakanımıza bir suikast dışında ecel gelmiş olsaydı yalnız Türkiye değil,
dünya çalkalanırdı. “Suikast dışında” diyerek
vurgu yapmamızın sebebi, suikast süreci ve
sonrasının belirli planları olmasından kaynaklanıyor. Suikast dışındaki her ecel senar-
8 Temmuz 2014 tarihli TBMM AK Parti Grup Toplantısı konuşmasında bütün alevlerin arasından AK Parti Genel
Başkanı Erdoğan şöyle dedi: “Paralel yapıyla mücadelemiz sırasında bazı arkadaşlarımız bize gayretleriyle destek
olmadılar. Devekuşu toprağa başını gömünce görülmediğini sanır, bu arkadaşlarımız da böyleler; görülmediklerini
sanmasınlar!..”
yosu, planları belli işleyişlere sahip olan bütün yabancı mihrakları birbirine düşürecekti.
Zira ülke içinde bir klik savaşı başlayacaktı.
Böyle bir ortamda Başbakanlık makamına
adaylığını açıklayacak cesarette birini bulabilir miydik?
Şu sıra gündem ve lobi oluşturanlar çok
rahatlar. Zira akıllarındaki, “Recep Tayyip
Erdoğan eğer cumhurbaşkanı olursa onun
ardından başbakanlık ve genel başkanlık o
kadar kolay olacak ki tadından yenmeyecek”
diye geçiyor. Öyle ya, tek hedef olarak yalnız
Türkiye’nin değil, bütün dünyanın karşısında
duran biri varken ve hiçbir nazı gönlünden
geçirmeyip sözünde er biçimde duruyorken
kim başbakanla uğraşır? Böyle bir durumda
Başbakanlık makamı, “Yediğim önümde, ye-
temmuz 2014
71
haberajanda
Analiz
Süleyman Aslan’a gösterdiği “Aklanıp gelsin”
tavrıyla Aslan’a bir gurur tablosu olarak istifa resti çektiren ve o güne kadar 17 ve 25
Aralık’la ilgili konuşmayan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, her nedense “17 Aralık
her şeyiyle bir darbe girişimidir” diyor…
Ülkemizde yürütme erki, Cumhurbaşkanı
ve Bakanlar Kurulu’ndan oluşur. Cumhurbaşkanı ile Bakanlar kurulu arasında bir de
Başbakan’dan bahsedilmez. İlke böyledir.
Zira başbakan, diğer bakanların başıdır. İcranın, yani yürütmenin başı cumhurbaşkanıdır. Şimdi bunca çelişki varken Başbakan
Erdoğan’ın meydan meydan neden cumhurbaşkanının, icranın başındaki kişi olduğunu
anlatmaya çalıştığını daha net anlamak lazım.
Öncelikle Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, AK Parti
Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ve birkaç AK Partili yetkinlerin, Başbakan Erdoğan’ın adı Cumhurbaşkanlığı’na
aday olarak ilan edilmeden evvel yerine geçecek isim olarak zikrettikleri kişi hep Abdullah Gül’dü –hâlâ da öyle-...
mediğim arkamda” makamı olur.
Gül lansmanı
Tam da bu noktada AK Partililerin konuşmalarına gelelim. Öncelikle Başbakan
Yardımcısı Beşir Atalay, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı
Ali Babacan, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ve birkaç AK
Partili yetkinlerin, Başbakan Erdoğan’ın
adı Cumhurbaşkanlığı’na aday olarak ilan
edilmeden evvel yerine geçecek isim olarak
zikrettikleri kişi hep Abdullah Gül’dü –hâlâ
da öyle-...
Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “Çatı
Aday” sıfatıyla nitelendirildiği gün konuşulan
yorumlardan en önemlisi, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ü en iyi tanıyan isimlerden biri
olan Taha Akyol’a aitti. İhsanoğlu ile ilk canlı
yayın röportajını gerçekleştiren de ne tevafuk
ki Akyol idi. İhsanoğlu, Abdullah Gül’ün
muazzam cehdiyle İslam İşbirliği Teşkilatı’na
Genel Sekreter olmuştu, zira Gül’ün çok değerli bir ahbabıydı. Dolayısıyla İhsanoğlu,
elbette Akyol’a konuk olacaktı. Söz konusu
röportajda her sorunun stratejisi hesap edilmişti. İşte burada Akyol’un İhsanoğlu yorumuna geri dönünce, Çatı Aday’ı yorumu
boyunca Abdullah Gül’e benzeten ve şahin
Erdoğan’la kıyaslarken ayar bozan bir yorum
manzumesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Şimdi
72
temmuz 2014
soralım: Taha Akyol, İhsanoğlu’nun adaylığını mı, yoksa Abdullah Gül’ün lansmanının
nasıl gerçekleştirileceğini mi anlattı?
Özellikle son bir yılda verdiği kararlarla
Recep Tayyip Erdoğan’ı kontrpiyede bırakan bir Anayasa Mahkemesi var ortada.
Bugünlerde adaletin kalesi konumunda birilerine göre. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini yaptığı düzenlemelerle Recep Tayyip
Erdoğan’a çalım atmaya çalışan bu mahkemenin 11 asil üyesini atamaktan gurur
duyduğunu söyleyen kim? Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül…
Hey devekuşu! Seni gördüm
8 Temmuz 2014 tarihli TBMM AK Parti
Grup Toplantısı konuşmasında bütün alevlerin arasından AK Parti Genel Başkanı Erdoğan şöyle dedi: “Paralel yapıyla mücadelemiz
sırasında bazı arkadaşlarımız bize gayretleriyle
destek olmadılar. Devekuşu toprağa başını gömünce görülmediğini sanır, bu arkadaşlarımız
da böyleler; görülmediklerini sanmasınlar!..”
Başbakan’ın bu konuşmasının, yukarıda
belirttiğimiz üzere ürken halka moral olmasını niyaz ederken, konuşmanın hemen
bir gün sonrasında eski Halkbank Genel
Müdürü iken 17 Aralık darbesiyle gözaltına
alınıp daha sonra serbest kalan ve ardından
da Ziraat Bankası Yönetim Kurulu’na alınan
Şimdiye dek Abdullah Gül’ün hep bir
noter gibi çalıştığını söyleyenler neden AntiErdoğancı Anayasa Mahkemesi üyelerini de
onun atadığını anlatmazlar? Yalnız Twitter’in
kapatılması hikâyesinde bile Başbakan tam
söz konusu siteye diz çöktürecekken kanunsuz şekilde siteye girdiği belli olan Cumhurbaşkanı demokrat biliniyorsa eğer, o ismin
atadığı üyelerin bu siteyi tekrar açtıracağı ve
Başbakan’a meydan okuyacağı da belli olmalıdır.
1 Temmuz 2014 günü adayını açıklayacak
AK Parti hükümetinin, düzenlenecek tanıtım
organizasyonundan üç gün önce kameralar
karşısına geçen Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç neden dayanamayıp Başbakan’ın aday
olduğunu söyler? Gelecek dönemdeki başbakan ve partinin de genel başkanı olacak isim
konusunda Abdullah Gül’e bağlılığını bildiren Arınç’ın gayesi nedir?
DSP ile anlaşarak dönemin Anayasa
Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i
Cumhurbaşkanlığı’na aday gösteren ve bu
duruma itiraz ederek kendi adaylığını açıklayan Sadi Somuncuoğlu’nu tartaklatan dönemin MHP Divanı, sözcülüğünü Şefkat
Çetin’in yaptığı bir basın toplantısıyla “töre”
bahsinden söz etmişti. Öyle ya, aynı töre
yıllarca Muhsin Yazıcıoğlu için de işletilmiş,
ihanet iftirasına devam etmek töreden sayılmıştı. “Görev alınmaz, verilir” iddiasının Türk
gibi neden kokmadığını anlatabildiysem ne
mutlu bana, yok anlatamadıysam burada adlarını zikrettiklerim de, bu yazıyı okuyanlar
da haklarını helal etsinler…
Rabbim milletimizi kapalı kutulardan korusun…
Ramazan Bayramı bütün âlem-i İslam’a
güzellik, esenlik ve huzurla gelsin; Cumhurbaşkanımız dünyaya hayırlı olsun inşallah…
haberajanda
Siyaset
Ahmet Sağlam
[email protected]
>> Bu devletlerin sistemleri, çıkarları üzerine
kuruludur. Onlar için
hiçbir zaman insanların
hayatlarının veya dünyanın geleceğinin bir önemi
yoktur. İlk önce çıkarlarını
belirlerler, daha sonra
bunu hayata geçirebilecekleri sistemi dizayn ederek
dünyaya bu sistemi entegre ederler.
Yine bunlardan biri olan
“ulus devlet” olgusunun
uluslararası sistemin ana
unsuru haline gelmesi ile
birlikte, bir siyasî topluluk
olan “ulus”, bu topluluğun
egemenlik şeklinde örgütlenmesi olan “devlet” ve bu
siyasî egemenliğin yayıldığı alanları kapsayan “ülke”
kavramları iç içe geçmiş
bir anlam bütünlüğü ve
bağımlılık kazanmıştır.
Modern “sınır” kavramının
temelini, coğrafî alanların
devletler arasında bölüşümü oluşturmaktadır.
Son kördüğümü çözmenin arefesinde
bir seçim
“B
ATI” diye tabir ettiğimiz Avrupa devletlerini
ve daha sonralardan dünya sistemine dâhil
olup Avrupa devletlerinden bir farkı olmayan
ABD’yi hep sistemleri ile tanıdık. Kişilere bağlı olmayan
oturmuş sistemleri sayesinde yeri geldi 40 yıllık, yeri geldi
100 yıllık planlar kurguladılar ve bu planlarını çoğu zaman
hatasız şekilde hayata geçirdiler.
derdiyle dertlenen evladı,
bu sistemin ne pahasına
olursa olsun değişeceğini
söyledi. Muhteşem takımını oluşturdu. Bu millet,
onların döneminde öyle
başarılara şahitlik etti ki
“Bizden hiçbir şey olmaz”
düşüncesinden sıyrılıp,
“Bizler mazlumların tek
umuduyuz” düşüncesine
ulaştı.
İmparatorlukların
dağılması ile birlikte ortaya
çıkan ulus devletlerin
aralarındaki çatışmaların
çoğunun görünen sebebi,
tarihî vizyonları ile şu anki
hukukî sınırlarının birbiriyle uyuşmuyor oluşu ve
bu devletlerin vizyonlarındaki sınırlara bir şekilde
ulaşmak arzusunda olmalarıdır. Kurulan bu sistem
sayesinde ve yaşanan savaşlar neticesinde satılan
silahlar, bu ülkeleri fazlası
ile zenginleştirmiştir.
ABD’nin dünya sahnesine bu kadar hızlı
giriş yapmasının sebebi,
1. Dünya Savaşı’nın puslu
atmosferinde aranmalıdır.
Diğer devletler birbirleri
ile savaşırken ABD’yi bu
devletlere sattığı silahlar
fazlasıyla ihya etmiştir.
Bununla beraber bu sistem, sömürgeciliğin de
yolunu açmıştır. Birbirleri
ile sınır derdine düşen
ve “gelişmemiş ülkeler”
Onlar için hiçbir zaman insanların hayatlarının veya
dünyanın geleceğinin bir önemi
yoktur. İlk önce çıkarlarını belirlerler, daha sonra bunu hayata
geçirebilecekleri sistemi dizayn
ederek dünyaya bu sistemi
entegre ederler.
olarak nitelenen devletler,
yeri gelmiş ve güçlü ülkelerden kendi devletlerine
müdahale etmelerini istemişlerdir. Zalimlikte sınır
tanımayan Yahudilerin de
Ortadoğu’ya yerleştirilmesi tam da bu amaca hizmet
etmiştir. Bu sayede Yahudileri bölgeden uzaklaştırma
gücü bulunmayan Arap
ülkelerine yüklü miktarlarda silahlar satılmış, aynı
sistem sömürgecilere,
Arap ülkelerinin topraklarına müdahale etme fırsatını doğurmuştur.
Bu yeni sistemin ilk
uygulamaya konulduğu
vakitlerde, maalesef
tarihinde kale anlayışı
bulunmayan bizler de belli
sınırlar içerisine tıkılmış
ve bu sistemi en çok benimseyen milletlerden biri
olmanın zararını, kolayca
yönlendirilebilen, idealsiz
ve davasız nesillerin varlığı ile ödemişizdir. Bizler
eğer arzuladığımız tarihî
vizyonumuzu gençliğin sinelerine yerleştirebilirsek
ve bu gençler sayesinde
vizyonumuzu fikir ve düşünce ekseninden çıkartıp
aksiyon hayatına sokabilirsek, bu tarihî miras, bizleri
bir kafese tıkar gibi belli
sınırların içerisine hapseden mihrakların yüz yıldır
vücudumuzu parçalayan
pençelerini törpüleme
fırsatını muhakkak sunacaktır. Bugüne kadar bizler,
bunun asla başarılamayacağını düşünerek ülkemize güvenden yoksun yol
aldırdık.
Sonra milletimin eskiden beri oluşturduğu
vizyonunu tekrar bu
millete hatırlatmanın
“Artık bir daha sıkıntılı
günler yaşamayalım”
diyen millet gitmiş, yerine sömürgeci güçlere
“Dur!” demek için güçlü
olmayı beklemeyen bir
millet gelmişti. İlk defa
sömürgeci devletlerin
oyunlarını bozmaya bu
kadar yaklaştık. Çünkü
uzun zamandan sonra
ilk defa milletim, kendine
olan inancını tazelemeyi
başardı. Bunun farkında
olan kan emici güçler, bu
düzenin yıkılmaması için
düzenlerinin önündeki
engeli ortadan kaldırmanın derdine düştüler. Onlar
için Türkiye’nin kendi
başına birtakım politikalar
üretmesi gerektiğini söyleyen herkes potansiyel bir
tehditken, Recep Tayyip
Erdoğan bu düşünceyi fikir çerçevesinden çıkartıp
Türkiye’nin aksiyon hayatına dâhil etmiş bir liderdi.
Ve bu lider, hâlâ milletinin
umuduydu.
Başbakanlık’ın keyif
makamı olmadığını millete öğreten Erdoğan, şimdi
de Cumhurbaşkanlığı
anlayışını değiştirmek
üzere yola çıktı. Kazanırsa
-tecrübeyle sabittir ki- millet kazanacak, kaybederse
eski düzenin devamından
yana olan ve varlığını da
bu asalak düzene borçlu
olan sömürgeci vampirler.
temmuz 2014
73
HABERA JANDA/SÖYLEŞİ/KAPAK
İlk etapta muhafazakâr
demokrat bir profil olarak
değerlendirebileceğimiz
Ekmeleddin Bey’in, bu kimliğinden ziyade vesayet ve
statüko yanlısı kesimi ikna
çabasında olduğunu müşahede etmekteyiz. Başörtüsü
ile ilgili kullandığı “Gelenekten gelen bir şeydir” ifadesi,
İsrail-Filistin meselesi için
“Taraf olmamalıyız” açıklaması, İsmet İnönü’nün kabrini ziyaret etmesi, ülkemizin
en büyük sorunlarından olan
82 Anayasası için “Onun
koruyucusu olacağım” şeklindeki sözleri ve en son Gezi
Parkı’nı ziyaret etmesi bu
çerçevede değerlendirilebilecek önemli hususlardır.
***
Siyasî söylem olarak yıllarca tüm vatandaşlarımızı
kucaklamamış olması nedeniyle elbette ki karşılığı
olmayan bir taleple toplumun karşısına çıkacak olan
Selahattin Bey, diğer siyasî
partilerin yapamadığı bir
cesareti göstermiştir. Ancak
şahsen Demirtaş’ın adaylığını “cumhuru temsil etme”
talebi olarak görmüyorum.
Bu adaylık, var olabilme adına bir çeşit ontolojik direnç
olarak okunmalıdır. Umarım
Selahattin Bey, bu süreçte
korku yaratma üzerine inşa
edilmiş eski siyaset tarzıyla
değil, hizmet aşkı ile tüm
yurt sathında kucaklayıcı
bir söylem geliştirmeyi
başarır.
***
Ne hazin bir paradoks ki,
geçmişimizi hem geri kalmışlığımızın nedeni sayıyor,
hem de geçmiş başarılarımız üzerinden ezilmişlik
psikolojisinden kurtulmaya
çalışıyorduk.
***
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, “Halkın
74
temmuz 2014
BAŞBAKAN YARDIMCISI
PROF. DR. EMRULLAH İŞLER:
YAVUZ SELİM – CAHİT TUZ
“Sayın Başbakanımız
bireysel bir ilerleyişin
yanında, beraberinde kitleleri de sürükleyebilmiş
ve başta da ülkemizde
çeşitli nedenlerle ezilmiş
kitleler olmak üzere, bugün İslam coğrafyasının
tamamına hem ilham,
hem de umut olmuştur.”
Sözcüsü” ile ideolojik yaklaşımlarına göre belli çevrelerin
sözcüleri arasında geçecektir.
Bu seçimi ayrıştırıcı ve anarşist söylemlerden beslenen
değil, bütünleyici ve kardeşlik
esasına dayanan söylemlerin
sahibi kazanacaktır.
***
Esasında bana göre bu seçimi
önemli kılan en önemli husus,
eski Türkiye ile yeni Türkiye
arasında kalın bir çizgi çekeceği ve adeta tarihin bizden
yana olan tarafına adım
atacağımız hakikatidir. Bu
hakikatin net bir şekilde anlaşılabilmesi adına çizginin her
iki tarafını anlamaya çalışmakta yarar görüyorum. Zira
ancak bu şekilde çizginin her
iki tarafı arasındaki farkların
somut bir şekilde görülebileceğini düşünüyorum.
***
Çiftçiyi milletin efendisi olarak
gören kurucusunun tersine,
onu aşağılayan bir tutum
sergiledi. Nitekim bir dönem
milletvekili de seçilen Nevzat
Tandoğan’ın, hapisten çıktıktan sonra tekrar üniversiteye
dönmek isteyen Osman
Yüksel Serdengeçti’yi yanına
çağırarak, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilik ile,
komünizm ile ne işiniz var?”
diye bağırması ve sonrasında
da “Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul
yetiştirmek. İkincisi, askere
çağırdığımızda askere gelmek!” demesi, bu zihniyeti net
bir şekilde ifşa etmektedir.
***
İnsanlar anadillerinde konuşamaz olmuş ve kendi vatanlarında yabancı bir şekilde yaşamak zorunda bırakılmışlardı.
Oysa insanlar bugün olduğu
gibi mesela Kürtçe konuşabilse, Kürtçe eser yazıp kendi
dilinde kendisini ifade edebilse
bu kadar acı yaşanır mıydı?
Bundan kaybımız ne olurdu?
temmuz 2014
75
HABERA JANDASÖYLEŞİ/KAPAK
“O, yıllarca biriken kin ve öfkenin tercümanı oldu. Kendine şiar edindiği ‘Gidiyoruz
gündüz gece...’ söylemini rehber edinerek durmadan yola devam etti. Sayın Başbakanımızın ortaya koyduğu kararlı ve dirayetli duruşla ‘Çözülemez!’ dediğimiz pek çok
sorunumuzu halletmeyi başardık.”
T
ÜRKİYE, tarihinin en önemli imtihanını
10 Ağustos 2014 tarihinde verecek. Cumhurbaşkanlığı seçimine gösterilen ilgi,
son dört yıldır Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın sürekli şekilde dillendirmiş
olduğu bu meselenin bıçak kemiğe dayandığında ne mühim bir değere sahip olduğunun nişanesi
oldu.
>> Başbakan ve AK Parti
Genel Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı
makamına adaylığının açıklanmasının ardından, İstanbul’daki
bir davette ilan edilen vizyon
belgesi ile patenti alınmış “Yeni
Türkiye” söyleminin yol haritası arz edildi. Bu anlamda söz
76
temmuz 2014
konusu belgenin adı da “Yeni
Türkiye Yolunda” şeklinde
lanse edildi.
Cumhurbaşkanlığı seçimine hazırlanan Türkiye’nin
elbette tek cumhurbaşkanı
adayı Erdoğan değil. İslam
İşbirliği Teşkilatı’ndan tanıdı-
ğımız Prof. Dr. Ekmeleddin
İhsanoğlu ile HDP Eş Genel
Başkanı Selahattin Demirtaş
da YSK’nın onaylayarak önümüze sunduğu adaylar. Bu iki
isimden Demirtaş’ı ülke daha
iyi tanırken, İhsanoğlu noktasında tanımlama sıkıntısı çektiği kesin. Zira kendisini aday
olarak ilan edenlerle birlikte
adayın kendisi de iç çatışmalar
yaşayınca oturması gereken
imaj çerçeveye girince eksen
kaybediyor. Bütün bunları düşününce Başbakan Erdoğan’ın
Cumhurbaşkanlığı makamına
“uzun ince bir yolda gündüz
gece gidişini” seyretmek belki
de daha da kolaylaşıyor.
Söz konusu süreci değerlendirirken bizler ne kadar zihin
dünyamızla yorumlar üretmeye
çalışsak da his dünyamızdan
derdiğimiz iyi niyetli temennilerin de zerrelerini dokunduruyoruz söylemlerimize. Fakat
bu noktada konunun tam da
merkezinden, hâce duruşu ve
keskin anlayışıyla mühim bir
ismi kendimize bir tercüman
olarak buluyoruz…
17 ve 25 Aralık darbe girişimleriyle sarsılmaya çalışan
Türkiye’nin kirişlerini sağlama
almak için, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan bu mukaddes
binada kuvvetlendirme çalışmalarına girişerek söz konusu
düzlemde bir kabine değişikliğine gitti ve daha önceleri
de ismi sıkça zikredilen ve
Güç; arzu, dava, dert ve kavga aşkıdır. “Şu yeryüzünde çakılı
bir çivimiz olsun” aşkıdır bu… Mizaç, durmayan bir akış gibi
yol alıştır. Bu güç, bütün bunların armonisidir aslında. Biz sünnetullah ile büyüdük. Halifeleri örnek aldık; Alparslan’ı, Osman
Bey’i, Fatih’i, Yavuz’u, Abdülhamit’i kendimize rehber edindik.
Duramıyoruz, koşasımız var. Nasıl kendimizi, yolun ortasındaki
taşı kenara koymak zorunda hissediyorsak, iman ve sünnet
düsturu olarak bir diplomat ve bir işçi gibi de çalışmak zorunluluğunu hissetmeliyiz.
***
Türkiye’nin yakalamış olduğu siyasî ve ekonomik istikrarın ardından, TİKA’nın bugün gelmiş olduğu konum bir tesadüf değildir. Türkiye olarak girdiğimiz her yeri kendimizden bir parça
olarak görüyoruz. Samimiyetle, karşılık beklemeksizin, büyük
bir mesuliyet duygusuyla hareket ediyoruz. Bu tutumumuz,
muhataplarımızda çok güzel bir şekilde karşılık buluyor.
entelektüel birikimi ve iletişim
ağlarıyla dikkat çeken bir isim
olan Prof. Dr. Emrullah İşler’i
Başbakan Yardımcısı olarak arz
etti. İşte bize o hâce duruş ve
kesin anlayışla tercüman olan,
nezaketiyle bizleri kırmayarak
müthiş yoğunluğu sırasında
röportaj talebimizi kabul eden
Başbakan Yardımcısı Sayın
Prof. Dr. Emrullah İşler’e tekrar şükranlarımızı sunarken,
Türkiye’nin rolünü ve “Yeni
Türkiye” yolunu içtenlikle izah
eden yorumlarıyla sizleri başbaşa bırakıyoruz.
***
• Öncelikle röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için
teşekkür ediyoruz Sayın
Bakanım…
“Cumhurbaşkanlığı seçimi, ‘Halkın
Sözcüsü’ ile ideoloji
sözcüleri arasında
geçecek”
Doğrusu adaylarla ilgili çok
söze hacet olmadığı kanaatindeyim. Ancak ayırt edici
ve belirgin bazı özelliklere
değinmekte fayda mülahaza
ediyorum.
Bu nazik talebiniz için ben
teşekkür ediyorum…
• Sayın Bakanım; ülkemiz,
yakında tarihimizin en
önemli seçimlerinden
birine sahne olacak. Uzun
zamandır merakla beklenen adaylar da açıklandı.
Seçimler üç aday arasında
geçecek. Adaylarla ilgili
düşüncelerinizi öğrenebilir
miyiz?
Ekmeleddin Bey’in, adaylığının açıklandığı andan
itibaren izlediği stratejiye baktığımızda çelişkili bir davranış
sergilediğini görüyoruz. İlk
etapta muhafazakâr demokrat
bir profil olarak değerlendirebileceğimiz Ekmeleddin
Bey’in, bu kimliğinden ziyade
vesayet ve statüko yanlısı
kesimi ikna çabasında olduğunu müşahede etmekteyiz.
Başörtüsü ile ilgili kullandığı
“Gelenekten gelen bir şeydir”
ifadesi, İsrail-Filistin meselesi
için “Taraf olmamalıyız” açıklaması, İsmet İnönü’nün kabrini ziyaret etmesi, ülkemizin
en büyük sorunlarından olan
82 Anayasası için “Onun koruyucusu olacağım” şeklindeki
sözleri ve en son Gezi Parkı’nı
ziyaret etmesi, bu çerçevede
değerlendirilebilecek önemli
hususlardır.
Görünen o ki, Sayın İhsanoğlu ne olduğu değil de ne
olacağı yönünde, özellikle belli
bir kesimi ikna uğraşında bulunacağı bir profili sıkça kullanacaktır. Ekmeleddin Bey, bu
profiliyle belli odaklarca “günü
geldiğinde oyun tahtasına
konulan ve statükonun bekçiliği için ona iliştirilmiş tüm
rozetler referans gösterilen”
bir kişi tasviri olarak önümüze
çıkarılmaktadır.
Diğer taraftan bir siyasî
aktör düşünün ki, kendi meşruiyetini kaos ve şiddet üreten
terör tehdidinden almakta,
toplumsal tabana yayılmak yerine etnik değerleri kullanarak
söylem geliştiren, kendi kendini idare etmek yerine yönlendirilen bir kurumsal yapıyı
temsil etmektedir. Ancak bu
siyasî yapının ilk defa tüm yurt
sathında bir temsil hakkı talep
etmesini önemsemek gerekir.
Bu durum, her ne kadar sonuç
olarak bir beklentisi olmasa
da nitelik olarak çok şey ifade
etmektedir.
Siyasî söylem olarak yıllarca
tüm vatandaşlarımızı kucaklamamış olması nedeniyle elbette
ki karşılığı olmayan bir taleple
toplumun karşısına çıkacak
olan Selahattin Bey, diğer siyasî
partilerin yapamadığı bir cesareti göstermiştir. Ancak şahsen
Demirtaş’ın adaylığını “cumhuru temsil etme” talebi olarak
görmüyorum. Bu adaylık, var
olabilme adına bir çeşit ontolojik direnç olarak okunmalıdır.
Umarım Selahattin Bey, bu
süreçte korku yaratma üzerine
inşa edilmiş eski siyaset tarzıyla
değil, hizmet aşkı ile tüm yurt
temmuz 2014
77
HABERA JANDASÖYLEŞİ/KAPAK
“Özellikle AK
Parti’nin art
arda kazandığı
zaferler sonucunda kurulan
hükümetlere
yapılan saldırılar
silsilesine karşı
halkın iradeli tavrının yeniden teyidi, salt bir partiden ziyade bir
devrim hareketi
olan AK Parti’nin
en tepesindeki
ismin adaylığıyla
devrimin kemale
erecek olması,
sessiz yığınların
sesi haline gelen
ismin adaylığı ve
yüksek oranda
kazanma ihtimali neticesinde
mazlum halkların umudunun
devam etmesi
başta olmak
üzere, bu seçimi
anlamlı kılan pek
çok hususu zikretmemiz mümkündür.”
sathında kucaklayıcı bir söylem
geliştirmeyi başarır.
Sayın Başbakanımız ise,
siyasî hayatına adım attığı
günden itibaren önüne çıkarılan tüm engellere rağmen dik
durmayı başarmış ve istikrarlı
ilerleyişini sürdürebilmiştir.
Bireysel bir ilerleyişin yanında, beraberinde kitleleri de
sürükleyebilmiş ve başta da
ülkemizde çeşitli nedenlerle
ezilmiş kitleler olmak üzere,
bugün İslam coğrafyasının
tamamına hem ilham, hem de
umut olmuştur.
“Çözülemez
sorunları çözmeyi
başardık”
Taklit bataklığına düşmüş,
kendine ait olandan tamamen
bîhaber bırakılmış, benliği
yok edilmiş, sürekli kendi dışındakine doğru koşan, siyasî
buhranlar ve boşluklar yaşayan
bir dünya düşünün! Birbirinden koparılan ve araya türlü
nifakların sokulmasıyla birbirine düşürülen bir dünya…
İşte Osmanlı’nın dünya sahnesinden silinmesinden sonra,
İslam dünyası belirli güçlerin
parça parça böldüğü, hasta bir
vücudu andıran, bedbaht bir
sürece girdi. İslam coğrafyası
istikrarsızlığın, yolsuzluğun,
darbelerin, acının ve her türlü
gayr-ı ahlakî davranışın merkezi haline gelmişti. Bir yanda
yeni kırılmalar yaşanırken,
diğer taraftan yarım asrı aşan
-başta Filistin meselesi olmak
üzere- pek çok sorun, giderek
çözümsüz hale geliyordu.
Ülke olarak “Batı’ya rağmen
Batılılaşma” projesine gark
olmuş vaziyette, başkalarının
dili ve ağzıyla kendi dünyamızı
kurmaya çalışmıştık. Örgütsüz ve dolayısıyla şuursuz bir
kalabalık haline gelmiştik.
Geçmişimizle iki yönlü bir
bağımız vardı: Birincisi, tüm
geri kalmışlık ve başarısızlığı-
78
temmuz 2014
mızın müsebbibi olarak geçmişimizi görmek suretiyle ona
acımasızca saldırdık. İkincisi,
başarısızlıklarımızın doğurduğu ezilmişlik psikolojisiyle
dört beş yüzyıl öncesinde kazandığımız zaferleri zikrederek
hem kendimizi tatmin etmeye
çalıştık, hem de buradan prim
yapmaya...
geliyorsa, tüm bunlar, ortaya
konan ilkeli ve kararlı politikalar sonucunda olmuştur.
Osmanlı’dan sonra tevarüs
eden lider boşluğu, İslam coğrafyasında yaşanan bu buhran
ve acıların derinleşmesini
hızlandırdı. Tam da böyle bir
dönemde Sayın Başbakanımız,
siyasî hayatında basamak basamak ilerleyerek, adeta üzerine
toz serpiştirilmiş ruhlara bir
canlılık, bir hareket getirdi.
Başbakanımız, gerek söylemleri
ve gerekse yeri geldiğinde fiilen
gösterdiği tepkilerle -başta ülkemiz olmak üzere- tüm İslam
coğrafyasına bir aydınlık, bir
rehber olabileceğini gösterdi.
“Mazlumların
umudu solmayacak”
Ne hazin bir paradoks ki,
geçmişimizi hem geri kalmışlığımızın nedeni sayıyor, hem de
geçmiş başarılarımız üzerinden
ezilmişlik psikolojisinden kurtulmaya çalışıyorduk.
İşaret ettiğimiz bu gerçekler
ışığında bir değerlendirme
yaptığımızda, önümüzdeki
Cumhurbaşkanlığı seçimleri,
“Halkın Sözcüsü” ile ideolojik
yaklaşımlarına göre belli çevrelerin sözcüleri arasında geçecektir. Bu seçimi ayrıştırıcı ve
anarşist söylemlerden beslenen
değil, bütünleyici ve kardeşlik
esasına dayanan söylemlerin
sahibi kazanacaktır.
• Sayın Bakanım, cumhurbaşkanının halk tarafından
seçilmesiyle Türkiye’nin
yeni bir sürece gireceği
aşikâr… Siz Yeni Türkiye’yi
nasıl tanımlıyorsunuz?
Kuşkusuz neresinden bakarsak bakalım, önümüzdeki
Cumhurbaşkanlığı seçimleri
ülke tarihimiz için son derece
önemlidir. Bu seçimi önemli
kılan, sadece reis-i cumhurun
ilk kez cumhur (halk) tarafından seçilecek olması değildir.
Özellikle AK Parti’nin art arda
kazandığı zaferler sonucunda
kurulan hükümetlere yapılan
saldırılar silsilesine karşı halkın
iradeli tavrının yeniden teyidi,
salt bir partiden ziyade bir devrim hareketi olan AK Parti’nin
en tepesindeki ismin adaylığıyla devrimin kemale erecek
olması, sessiz yığınların sesi
haline gelen ismin adaylığı ve
yüksek oranda kazanma ihtimali neticesinde mazlum halkların umudunun devam etmesi
başta olmak üzere, bu seçimi
anlamlı kılan pek çok hususu
zikretmemiz mümkündür.
Esasında bana göre bu seçimi önemli kılan en önemli
husus, eski Türkiye ile yeni
Türkiye arasında kalın bir
çizgi çekeceği ve adeta tarihin bizden yana olan tarafına
adım atacağımız hakikatidir.
Bu hakikatin net bir şekilde
anlaşılabilmesi adına çizginin
her iki tarafını anlamaya çalışmakta yarar görüyorum. Zira
ancak bu şekilde çizginin her
iki tarafı arasındaki farkların
somut bir şekilde görülebileceğini düşünüyorum.
Bir ülke düşünün... Boynu
tutulmuş hasta misali sadece
tek yönlü bakabilen, tek yönlü
düşünen ve ruhsuz bir surete
bürünmüş bir ceset haline
gelmiş, getirilmiş; kendi tarih
ve coğrafyasıyla çatışan, hatta
onu geri kalmışlığının sebebi
sayan bir zihniyet hâsıl olmuş
bu ülkede. Teknolojiyi üretecek
akıldan yoksun, değer üretemeyen, taklitçiliği ilerleme addeden, yeni cumhuriyeti omuz
omuza kurduğu kardeşlerini
inkâr eden politikalar izleyen,
halkın büyük teveccühüyle
yönetime gelen güzide liderleri
darağacında asan, meşruiyetini
darbe zihniyetinden alan, öfkeyi, yıkıcılığı, kestirip atmayı,
toptan ret veya toptan kabulü
zorlayan, buna mecbur eden
yöneticilerin eksilmediği bir
ülke…
“Toplumun
kodlarıyla oynandı”
Uygulanan politikalarla
O, yıllarca biriken kin ve öfkenin tercümanı oldu. Kendine
şiar edindiği “Gidiyoruz gündüz gece...” söylemini rehber
edinerek durmadan yola devam
etti. Sayın Başbakanımızın
ortaya koyduğu kararlı ve dirayetli duruşla “Çözülemez!”
dediğimiz pek çok sorunumuzu halletmeyi başardık.
Yıllarca ülkemizin kangreni
haline gelmiş sorunlar ise çözüm aşamasına gelmiştir. Dün
Kürtçe kasetler toplatılırken,
bugün TRT Kürtçe yayın
yapıyorsa, başörtülü hanımlar
serbestçe resmî kurumlara
girip çıkabiliyorsa, Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuru
hakkından söz edebiliyorsak,
Avrupa’daki pek çok vatandaşımız bulundukları ülkeleri
terk edip akın akın Türkiye’ye
temmuz 2014
79
HABERA JANDASÖYLEŞİ/KAPAK
mıydı? Maalesef Aram Tigran,
Şivan Perver, Civan Haco ve
Ahmet Kaya gibi değerler,
ülkeyi terk etmek zorunda
kaldılar.
Yine bu zihniyetin yarattığı
toplumsal kırılmanın bir sonucu olarak ülkemiz, daha sonra
40 bin cana mal olan terör
sorunuyla karşı karşıya kaldı.
Yaşanan terör hadiseleri, aldığı
canların yanında on binlerce
insanın hayal ve ümitlerini de
yok etti.
adeta toplumun kodlarıyla oynandı. “Üzüntüyü bırak, hayata
bak!” sloganlarıyla bilinçsiz,
kendine ait olandan bîhaber,
benliği çökmüş bir nesil yetiştirilmek istendi. Zira benliğin
çöktüğü yerde ne kişilikten, ne
kimlikten, ne de bilinçten söz
edilebilirdi.
Atatürk’ün ölümünden sonra
Türkiye’yi yöneten tek parti
zihniyeti, yukarıda zikrettiğim
tüm uygulamaların yanı sıra,
isminde “halk” olmasına rağmen bir türlü halkla bütünleşemeyen, derdine merhem olamayan, hatta onu hakir gören
bir yönetim sergiledi. Kendini
devletin yegâne sahibi sayan
bu zihniyet, halkın kutsalına
dokunmakta bir beis görmedi.
Çiftçiyi milletin efendisi olarak
gören kurucusunun tersine,
onu aşağılayan bir tutum
sergiledi. Nitekim bir dönem
milletvekili de seçilen Nevzat
Tandoğan’ın, hapisten çıktıktan sonra tekrar üniversiteye
dönmek isteyen Osman Yüksel
Serdengeçti’yi yanına çağırarak,
“Ulan öküz Anadolulu! Sizin
80
temmuz 2014
milliyetçilik ile, komünizm ile
ne işiniz var?” diye bağırması ve
sonrasında da “Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp
mahsul yetiştirmek. İkincisi,
askere çağırdığımızda askere
gelmek!” demesi, bu zihniyeti
net bir şekilde ifşa etmektedir.
CHP zihniyetinin hâkim
olduğu o dönemde toplumsal
kutuplaşma artmıştı ki halk
kâh sağcı solcu, kâh etnik
ayrışmalara dayalı olarak
birbiriyle sürekli bir çatışma
halindeydi. İnsanlar en temel
gıda ve sağlık ihtiyaçlarına bile
ancak uzun kuyruklardan sonra
ulaşabiliyorlardı. Halka rağmen
darbelerle halkı yönetmeye
çalışan bu zihniyet, büyük
toplumsal kırılmalara yol açtı.
Yaşanan hadiselerde pek çok
vatan evladı hayatını kaybederken, yurtdışına da büyük beyin
göçleri verdik. Başta Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil ve
Prof. Dr. Fuad Sezgin olmak
üzere, pek çok bilim adamımız
ülkeden sürülmüş, yurtdışında
vatan hasretiyle yaşamak zorunda bırakılmıştır.
“İnsanlar kendi
vatanlarında
yabancılaşmışlardı”
Yüzyıllarca birlikte yaşadığımız Kürt, Ermeni ve diğer
pek çok etnik mensubiyete ait
vatandaşımız, ötekileştirilerek
asimilasyon politikalarına maruz bırakıldı. Söz konusu bu
politikalar, toplumun hafızasında silinmez yaralar açtı.
İnsanlar anadilleriyle konuşamaz olmuş ve kendi vatanlarında yabancı bir şekilde yaşamak zorunda bırakılmışlardı.
Oysa insanlar bugün olduğu
gibi mesela Kürtçe konuşabilse,
Kürtçe eser yazıp kendi dilinde
kendisini ifade edebilse bu
kadar acı yaşanır mıydı? Bundan kaybımız ne olurdu? Aslen
Ermeni olan, ancak Kürtlerle
kaynaşmış ve pek çok kişi
tarafından Kürt olarak bilinen
Diyarbakırlı sanatçı Aram
Tigran, “Günaydın Diyarbakır!
Seni çok özledik, seni görmeye
geldik. Ancak sen kapılarını
açmadın!” gibi vatan hasreti
kokan böylesi ifadeleri kullanır
Ülkemiz bir türlü tarihsel
fonksiyonunu idrak edemedi.
Tüm bu mühendislik faaliyetleriyle toplumumuz, varlık,
anlam ve amacından uzaklaştırıldı. Medeniyet havzamızı
daraltmak, düşünmemizi
engellemek suretiyle varlık ve
yaşamımız anlamsızlaştırılmak
istendi. “Dert etme!”, “Kafana
takma!” mantığıyla ot gibi
yaşamayı, amaçsız ve boş hayatları imrenilecek bir hayale
dönüştürme gayreti içerisine
girdiler.
Şüphesiz CHP zihniyeti
ve koalisyon hükümetlerinin Türkiye’sine dair daha
zikredebileceğimiz pek çok
hadise, bizi en başta bizden,
coğrafyamızdan ve medeniyet
muhayyilemizden uzaklaştırdı.
Suiistimale açık, keyfî ve baskıcı bir sistemde insanın hayatını,
aklını, hürriyetini ve izzetini
koruması mümkün değildi ve
bunun önlenmesi, durdurulması gerekirdi.
“İki günü eşit
olanın zararda
olduğunun
idrakindeyiz”
Çizginin bu tarafına, yani
yeni Türkiye’ye gelince... Her
şeyden evvel kendi tarihi ve
coğrafyasıyla barışmaya çalışan,
ekonomik ve siyasî istikrarını
sağlamış, gerek bölgesel, gerekse küresel meselelerde bekleyip
gören ve ona göre adım atan
değil, bilfiil rol alan, sözü anlam ifade eden bir Türkiye inşa
etme gayretindeyiz. Az evvel
zikrettiğimiz tüm sorunlarını
çözmüş, kökü mazide olan atiyi
inşa etmeye çalışıyoruz.
Yolumuzun uzun ve meşakkatli olduğunu biliyorduk.
Ancak “iki günü eşit olanın
zararda olduğunu” bildiren bir
inanç ve medeniyet tasavvurunun ferdi olduğumuz idrakiyle
hareket ettik. Öncelikle “hafıza
tazeleme”ye ihtiyaç duyduğumuz bilinciyle kararlı ve cesur
politikaları icra ettik. Bu tazeleme, hem inanç, gelenek ve
kültürümüzü ifade eden medeniyet tasavvurumuzu, hem de
taklitçi olmanın ötesine geçemeyen yeni bir sistem kurmak
adına sahip olduğumuz değerler üzerinde yapılan tahrifatları
anlamak şeklinde olmalıdır.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı
“sandık”, belki de tarihimizde
ilk kez bu kadar net bir şekilde
siyasal meşruiyetin, güçler dengesinde tayin edici son sözün
adresi olacaktır.
“Şu yeryüzünde
çakılı bir çivimiz
olsun”
• Türkiye’nin özellikle Orta
Asya, Balkanlar, Ortadoğu
ve Kuzey Afrika’da geliştirmeye ve ağını genişletmeye
çalıştığı ve de bizim anlatırken sevinçten boğazlarımızı düğümleyen çalışmaları
mevcut. Bu programların
sağlıklı biçimde yürütülmesinde hem bir işçi, hem
de bir diplomat gibi çalışıyorsunuz. Bu güç nereden
geliyor?
aldık; Alparslan’ı, Osman Bey’i,
Fatih’i, Yavuz’u, Abdülhamit’i
kendimize rehber edindik. Duramıyoruz, koşasımız var. Nasıl
kendimizi, yolun ortasındaki
taşı kenara koymak zorunda
hissediyorsak, iman ve sünnet
düsturu olarak bir diplomat ve
bir işçi gibi de çalışmak zorunluluğunu hissetmeliyiz.
Küresel bir aktör olarak hızla
var olan Türkiye, tüm bu etki
alanında üreten insan kaynaklarını yakalamakta gecikmekle
beraber, son 5-6 yıldır güçlendirmekte ve desteklemektedir.
Eğitim, vakıf ve dernek gibi
birçok kuruluş ulusal alanın
ötesine geçmiş olup, uluslararası düzlemde hizmet vermeyi,
eğitim stratejisi üretmeyi müzakere ve istişare çalıştayları ile
desteklemektedir.
Hissiyatı millî mücadele ve
milliyet şuuru olan fert, elini
taşın altına koymayı vazife
bilmelidir. Yetenekli fertler keşfedilmeli, devlet kademelerinde
ve siyasî zeminde, akademi ve
millî enstitülerde değerlendirilmelidirler. Eğitimini kurumsal
değil de bireysel düzeyde
tamamlayan veya tamamlamaya gayret eden kimselerin
meziyetleri bir ölçüde enstitü
ve akademilerce veya STK
ve siyasî kurumlarca besleyici
unsur olarak değerlendirilip,
verimliliğe katma değer haline
getirilmelidir. Bu güç, bu unsurların bir bütünü olarak var
olmuştur ve daha da genişleyecektir diye ümit ediyoruz.
“Nerede bir dertli
varsa Türkiye
orada”
• TİKA neredeyse siz orada,
siz neredeyseniz TİKA
orada… Bu muazzam
koordinasyona sanırım
dünya da hayret ve gıpta
ile bakıyordur. AK Parti
hükümetlerinden çokça
evvel kurulmasına rağmen,
AK Parti’nin bu kurumu en
verimli şekilde kullanmasının altında yatan nedir?
Türk dış politikası, AK Parti hükümetleri ile yeni bir anlayışa evrilmiştir. Sayın Başbakanımızın dünyaya ilan ettiği
üzere, dünyanın her yerine
uzanıp, nerede bir dertli varsa
Türkiye olarak oraya gidip -az
veya çok- yardımda bulunmayı düstur edinmemizden dolayı
TİKA olarak dünyanın her yerindeyiz. Bu durum, AK Parti
hükümetleri döneminde iki bin
yıllık kadim devlet geleneğimizden miras aldığımız ırk, dil,
din ve renk ayırımı yapmaksızın “insanı ve insanî değerleri
merkeze alan” bir anlayışla dış
politikada ülkemizin daha aktif olmasının doğal bir sonucudur. Başbakanımızın 2011 yılında Somali’ye yapmış olduğu
ziyaret ile neredeyse her şeyiyle
iflas etmiş olan ülkenin bugün
yeniden kendine gelmesi, bu
durumun en güzel örneğidir.
Türkiye’nin yakalamış olduğu siyasî ve ekonomik istikrarın ardından, TİKA’nın bugün
gelmiş olduğu konum bir tesadüf değildir. Türkiye olarak girdiğimiz her yeri kendimizden
bir parça olarak görüyoruz. Samimiyetle, karşılık beklemeksizin, büyük bir mesuliyet duygusuyla hareket ediyoruz. Bu
tutumumuz, muhataplarımızda çok güzel bir şekilde karşılık buluyor.
Neticede TİKA, bütün dünyanın takdir ettiği etkin projeler üretmeye başlamış ve bugün
dünyada 100’ün üzerinde ülkeye ulaşmıştır. Böylece bugün
gelinen noktada Türkiye, kendine özgü tarihî ve geleneksel
kodlarından ilhamını alan “yardım felsefesi” sayesinde dünyadaki diğer donör ülkelerle arasındaki farkı net bir şekilde
ortaya koymayı başarmıştır.
Güç; arzu, dava, dert ve
kavga aşkıdır. “Şu yeryüzünde
çakılı bir çivimiz olsun” aşkıdır
bu… Mizaç, durmayan bir
akış gibi yol alıştır. Bu güç,
bütün bunların armonisidir
aslında. Biz sünnetullah ile
büyüdük. Halifeleri örnek
temmuz 2014
81
haberajanda
Dosya
Söz konusu belgede yer
alan “İsmet’in mahdumlarının tahsil masrafı olarak” şu
kadar miktar paradan söz
eden madde, bu iddianın gerekçesi olarak belirtiliyor. Ayrıca, Ulus ya da Hâkimiyet-i
Milliye gazetesinin tek adet
olarak basılan nüshası da
ortada duruyor. Vefatından
kısa bir süre önce söz konusu
nüsha, Mustafa Kemal’in eline tutuşturuluyor okuması
için. Gazetenin manşetinde
şöyle yazıyor: “Eski başvekillerimizden İsmet Paşa vefat
etmiştir, milletimizin başı
sağ olsun!” O hâlde, bütün
bunlara rağmen nasıl oldu da
İsmet İnönü cumhurbaşkanı
oldu?
***
10 Kasım’da Mustafa
Kemal’in vefatının hemen
arkasından, yani 11 Kasım
günü, Meclis’i ablukaya alan
Birinci Ordu’ya mensup askerler, halen Genelkurmay
Başkanlığı’nı yapmakta olan
Fevzi Çakmak ve Başbakan
koltuğunda oturmakta olan
Celal Bayar’a rağmen, gizli
kapılar ardında olup biten
darbe senaryosunu hayata
geçirdiler ve böylece İnönü
“Cumhurreisi” oldu. Bu öyle
öfkeli bir darbeydi ki, kendisine darbe yapılanların birincisi olarak tarihe mal olan
Mustafa Kemal Paşa’nın na’şı
bile toprağa verilmedi, bir
müzede yok oluşa terk edildi.
***
Bu dönemde kurulan partilerin neredeyse tamamı
Cumhuriyet Halk Partisi’nin
rahminden çıkmıştı. Bir bakıma yeni partiler, CHP’nin
evlatları ve tabiî ki yeni
partileri kuranların çoğu da
İsmet Paşa’nın arkadaşlarıydı. Demokrat Parti de bu
saptamanın dışında değildi.
82
temmuz 2014
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
Menderes ve birkaç arkadaşı, Demokrat Parti’yi oluştururken İsmet’in
yakın arkadaşlarından birini de içlerine dâhil etmekte bir beis görmediler.
Tabiî ki bu arkadaş, Celal Bayar’ın
ta kendisiydi. Bayar, belki de İsmet
Paşa tarafından “ne yapacakları belli
olmayan bu çoluk çocuğu koruyup
kollaması” ve “onların denk durması
hususunda göz kulak olması” için bu
partiye “tayin” edilmişti.
***
Bu karmaşa ve kafa karışıklığının
nedeni, miatlarını doldurmuş olan,
B
geçen yüzyıla ait fikrî ve siyasî markaların öldükleri yerde kalmayıp bu
yüzyıla tabela taşınması olarak izah
edilebilir. Daha açık söylemek ve
örneklemek gerekirse, 1999 yılı öncesine ait partiler artık aynı noktada
değiller, zemin değişti. Bunun gibi,
partililerin önemli bir kısmı da eski
adreslerinde yoklar artık. Ne dünün
MHP’si bugünün MHP’sine, ne dünün
CHP’si bugünün CHP’sine benziyor.
Bunun gibi SP, SP değil; İP, İP değil.
Zaten kafaları karıştıran da eski ve
yeni oluşumlardaki bu isim ve parti-
İR iki ay önce birtakım geometrik çiziktirmelerle başlayan ve adı “Çatı Aday”
şeklinde belirlenen “proje” sonuçlandırıldı. “Çat kapı davetsiz misafir” faaliyetinin ardından “Çatı Aday” açıklandı:
“Ekmeleddin İhsanoğlu...”
>> İki sayın, Kılıçdaroğlu
ve Bahçeli, ortak adaylarını
kamuoyuna duyurdular. Ortalık şaşkına döndü; sağcı ve
solcuya, CHP’li ve MHP’liye,
kısacası herkes birbirine bön
bön bakmaya başladı. Haberal, Kılıç, Yavaş mavaş derken,
ağızdan kulağa dolaşan bir
düzine isim çöpe dökülmüş ve
adı dillendirilmeyen “terüta-
ze” bir isimde karar kılınmıştı: Yozgatlı İhsan Efendi’nin
mahdumu Ekmeleddin Bey…
Hayırlara vesile olur inşallah…
Kısa ve anlamlı bir suskunluğun ardından “elin torbası”,
pardon “ağzı” açıldı, yumuldu
gözü. İlk tepki “İkna Odası
Kraliçesi”nden geldi, ardından
da onun kafa denkleri itiraz
ettiler ve böylece CHP’nin
“ulusal köşe”den çatlamaya
başladığı anlaşıldı. Bu normaldi, ancak en yoğun tepki
İslamcı cemaatten geldi. Söz
konusu cemaatin gazetecileri
el birliği etmişlerdi sanki ve
bu sebeple söz birlikleri de
aynıydı: “Ekmeleddin Bey’in
efendiliğine, çelebiliğine bir
şey demiyoruz ama o olmaz!”
“Çatı Adayı”na karşı olanlardan biri de “Kürkçügiller”di
ve onların karşı oluşları, kendi
gidişatlarına uygun olmayan
bir kimlik ve kişilikti. Bu da
normaldi. Ancak karşı olan
bir başka grup da Erbakanist-
temmuz 2014
83
haberajanda
Dosya
daş benzerliği. Belki bu isim
karmaşasından ilk sıyrılmaya
çalışan BDP oldu tabelasını
HDP olarak değiştirme sürecini başlatarak.
***
Yüzyıl aralığındaki değişim,
sadece partilerin kovanında
olmadı, partililer de tabelayla birlikte taşındılar geçen
yüzyıldan bu yüzyıla. Ancak
onların bir kısmı kendi değişimini başlatarak kişiliğini 21.
yüzyıla uygun yaptı, önemli
bir kısmında ise değişim
sürüyor. Lakin bir kısmı asla
değişme niyetinde değil. İşte
ferdî ve toplumsal sıkıntının
kaynağı bu! Siyaseten bölünmüş insan, kendini nasıl
tarif edeceğini bilemeyen,
iki adresli partili ve ideolojik
değişimi içselleştiremeyen
siyasetçi…
***
Yeni dönem insanı eski kimliğinden kurtulunca beynindeki prangadan da özgürleşecek. Doğal olarak kendisine
önerilen, eski partisini arkasına takıp gitmek olmayacak.
Zira “abiler”in ağabeylik tahakkümü kalkacak ve özgür
birey kendisine soracak: “Ben
Cumhuriyetçi miyim, yoksa
Demokrat mı?” 20. yüzyıldan,
21. yüzyıla geçerken kat ettiği yüz yıllık yolun yorgunluğuyla kendisini yeniden tarif
etmek şart olacak. Bu sebeple yeni yüzyılın Cumhuriyetçileri içerisinde ne kadar
ülkücü, İslamcı, komünist,
faşist, Kürtçü, sağcı ve solcu
olacaksa, Demokratlar içerisinde de aynı kimliklerin eski
müntesipleri yer alacak. Sadece Laikler hariç. Zira onlara
sadece CP içinde rastlamak
mümkün olacak; onların karşıtları “Demokrat Parti” içinde
anti-laik olarak değil, seküler
olarak yer tutacaklar.
84
temmuz 2014
ler olarak kendini gösterdi. Muhsinistlerin
pozisyonunu ise, son günlerde belli oldu:
“Çatı Aday” desteklenecekti...
Ha bu arada beş parti bir olarak Çatı’nın
altına sığındıklarını deklare ettiler. (BBP
sonra katıldı bunlara... Daha sonra bu particikler 9 oldu.) Beş kardeşin aralarında Sayın
Baş var ve galiba serçe parmak olarak Demokrat Parti de beşibiryerdeye dâhil...
Yukarıdaki girizgâha bakıp “Çatadayı”na
karşı durduğumu sanmayasınız diye araya
sokuşturuyorum üçüncü paragrafı. Benim
karşı olmam, bidayette sosyogenetik olarak
namümkün. Zira Ekmel abiyle hemşeriyiz. Yani ikimiz de “yiğidin harman olduğu diyar”ın toprağıyız. Bir Yozgatlı olarak
“Dayı”ya karşı durmam “Melmeket”e karşı
ayıp olur. Sonra nasıl bakarım “toprağım”ın
yüzüne?! Bu paragrafın ikinci argümanını,
yazının genel muhtevası içinde bulacaksınız.
Dördüncü paragrafla mevzuya dalalım.
Efendim, aslında yazının başlığını “Cumhurbaşkanı seçmecesinde en kesmece aday
Ekmel Abi” şeklinde koymuştum, sonra
kalemime yukarıdaki başlık döküldü. Buradaki “kesmece” sözcüğünü yanlış anlamayın,
Çatadayı’nı hedef medef gösterdiğimiz yok
vallahi, seçmeceye uygun kafiyeyi oluşturan,
masum bir kelime “kesmece”...
Okuyucularımız, yazılarımızda “dünbugün-yarın” formülünü kullandığımızı bilirler, bu yazımızda da söz konusu formülle
tarihe bir göz atıp günümüzdeki meseleyi
ederler ki, Mustafa Kemal’den sonra onun
tahtına geçecek iki saklı aday vardı: Kazım
Karabekir ve Fevzi Çakmak... Ancak bunlardan ilkini “Birinci Adam”, sonrakini “İkinci
Adam” istemiyordu. Bu itibarla “Birinci
Adam” Karabekir’i saf dışı etti, Çakmak’ı ise
Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna “tutkallayarak” adaylığını sıcak tuttu.
Kanaatimce Çakmak’ı isteyen sadece Mustafa Kemal’di, zira İkinci Dünya
Harbi’nin başlamasına ramak kala “Cumhurbaşkanı Atatürk ve Kurmaybaşkanı
Çakmak” olan bir Türkiye’nin “yamuk”
yapabileceği endişesine kapılan dış güçler,
Mustafa Kemal’i saf dışı ederek bir taşla iki
kuş vurdu ve Çakmak’ın cumhurbaşkanlığını da ilelebet kapattı. Birdenbire İsmet
İnönü, Cumhurbaşkanlığı tahtına kuruldu.
Oysa Mustafa Kemal, ona son dönemde,
1937’den itibaren Başbakanlık’ı bile layık
görmemişti. Hatta bir söylentiye göre, yaveri Salih Bozok’a verdiği gizli görev için
gerekçesini şöyle dillendirmişti: “Korkuyorum; bu sağır, milletin başına bir çorap
örecek!”
yorumlamak ve yarına projeksiyon tutmak
muradındayız. O hâlde aynı formülü bu
makalede de kullanalım ve bakalım ayine-i
devran ne gösterecek?
Tarihteki gezintimiz, cumhurbaşkanları
ve seçimleri hususunda olacak bittabiî. Bu
manada Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
için söyleyecek bir sözümüz yok. Çünkü o,
kuruluş sürecinde oluşmuş şartların gereği olarak kendini “Cumhurtahtı”nda bulmuştu. Görevinin birkaç kere uzatılması ve
sonunda ömür boyu cumhurbaşkanı hâline
getirilmesi eleştiriyi hak ediyor olsa da onu
yapmayacak fakir. “Olmuş bitmiş bir geçmişi karıştırmayayım” diyor ve de ilk Cumhurbaşkanını geçiyorum.
Tarih yorumcuları şöyle hikâyet ve rivayet
Gizli görev oldukça vahimdi ve “Sağır
Paşa”nın “defterinin dürülmesi” şeklindeydi.
Vallahi bu hususta biz elin yalancısıyız; gerçeği bir onlar biliyor, bir de tarihçiler. Tarih
yorumcuları, durumun ayniyle vaki olduğuna gerekçe olarak Gazi Paşa’nın vasiyetnamesini gösteriyorlar. Söz konusu belgede
yer alan “İsmet’in mahdumlarının tahsil
masrafı olarak” şu kadar miktar paradan söz
eden madde, bu iddianın gerekçesi olarak
belirtiliyor. Ayrıca, Ulus ya da Hâkimiyet-i
Milliye gazetesinin tek adet olarak basılan
nüshası da ortada duruyor. Vefatından kısa
bir süre önce söz konusu nüsha, Mustafa
Kemal’in eline tutuşturuluyor okuması için.
Gazetenin manşetinde şöyle yazıyor: “Eski
başvekillerimizden İsmet Paşa vefat etmiştir, milletimizin başı sağ olsun!” O hâlde,
bütün bunlara rağmen nasıl oldu da İsmet
İnönü cumhurbaşkanı oldu?
Gizli 1938 Darbesi
Konunun uzmanları, darbelerin ilki olarak 1960 Darbesi’ni sayarlar. Oysa ilk darbe, 1938 Darbesi idi ve gizli yapıldığı için
bugüne kadar kimse farkına varmadı. Tıpkı
1993’te Özal’a yapılan darbe gibi…
İlk defa fakirin bu satırlarda sözünü ettiği
“1938 Darbesi” iddiasını izah etmek de yine
bu fakire düşüyor.
Efendim, ordu mensupları ve orduyla ilgilenen tarihçiler iyi bilir, Türk Silahlı
Kuvvetleri’nde iki damar ya da iki güçlü ekol
vardır. Günümüzde de varlığını sürdüren bu
ekoller, “İnönücüler Fraksiyonu” ve “Çakmakçılar Kliği”dir ki kökü ta Osmanlı’nın
Mansuriye Ordusu’na kadar uzanır. Son
dönem Osmanlı Ordusu’nda “İttihatçılar”
ve “Hürriyetçiler” olarak kendini gösteren
bu iki damar, Cumhuriyet’le birlikte Çakmakçılar ve İnönücüler olarak devam edegelmiştir. 1940’lı yıllar, bu ekollerin orduda
adeta demirbaşı şekline geldiği ve sık sık
darbelerle devlet yapısına müdahale ettiği
bilinmektedir.
Her iki damarın da “darbecileri” vardır.
Ancak siyasî tarihimizdeki darbelerin çoğunu, birinci fraksiyona mensup “İnönücü
darbetörler”in kotardığı görülüyor ki onlar,
adlarını tarihe katran harflerle yazdıranlar
olarak ünlerini korudular. 1938 Darbesi’ni
yapanlar da İnönü fraksiyonuna mensup “darbetör”lerdi. 10 Kasım’da Mustafa
Kemal’in vefatının hemen arkasından, yani
11 Kasım günü, Meclis’i ablukaya alan Birinci Ordu’ya mensup askerler, halen Genelkurmay Başkanlığı’nı yapmakta olan Fevzi
Çakmak ve Başbakan koltuğunda oturmakta olan Celal Bayar’a rağmen, gizli kapılar
ardında olup biten darbe senaryosunu hayata geçirdiler ve böylece İnönü “Cumhurreisi” oldu. Bu öyle öfkeli bir darbeydi ki,
kendisine darbe yapılanların birincisi olarak
tarihe mal olan Mustafa Kemal Paşa’nın
na’şı bile toprağa verilmedi, bir müzede yok
oluşa terk edildi. Çakmak Paşa ise, yıllardan
beri yapageldiği Kurmay Başkanlığı’ndan
apar topar emekliye sevk edildi ve kalan
ömründe süründürüldü.
İkinci Adam, İkinci Cihan Harbi’nin
toz dumanı arasında, şimdilerde “İnönücü
kalabalıklar”ın boş zamanlarında bağırış çağırışını yaptıkları “Atatürk Cumhuriyeti”ni
yıktı ve yerine “İsmet Cumhuriyeti”ni kurdu. Ancak usta bir manevrayla kurduğu
“İsmetistan”a biçtiği ideolojinin adını “Kemalizm” koydu ve gerçeği sakladı. Onun
oyununa ilk düşenlerse Menderes ve arkadaşları oldular. Demokrat Parti’nin oylarıyla
Kemalizm’in adını “Atatürkçülük” yaparak
kanun garantisi altına aldılar. O garanti altında “İnönist Oyun” devam ediyor günümüzde dahi ve hepimiz, 1940’ın “sahipsiz
bağda değnekli gezen bağcı İsmet Paşa”nın
kurduğu ideolojik tuzağa hapsolmuş durumdayız.
temmuz 2014
85
haberajanda
Dosya
İdeolojik tuzağın her konuya el atan ceberut anlayışı içerisinde “Cumhurbaşkanlığı seçimi boyutu” da vardı tabiî. Buna göre
devletin tahtına oturacak tüm cumhurbaşkanları ya “İnönist” ya da “Gizli İnönist”
olacaklardı. O günden bugüne “İnönist
ekol”ün başkanları belli: Asker kökenli Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve kısmen Fahri
Korutürk. Aynı fraksiyonun sivillerinden
üçüncüsü Ahmet Necdet Sezer, diğerleri
Celal Bayar ve Süleyman Demirel olarak
“en tepe liste”ye adını yazdıranlardır. “Geriye kim kaldı?” dediğinizi duyar gibiyim:
Turgut Özal ve Abdullah Gül...
Evet, Özal ve Gül’ü diğerlerinden ayırarak, öncülleri olarak Mustafa Kemal’in
peşinden sıralamak gerekiyor. Bu üçü bir
kampta, diğerleri karşı kampta, yani İnönizmin ardında yer alıyorlar. Bu durumda,
günümüzde yapılacak seçimi eğer Erdoğan
kazanırsa, Atatürk, Özal ve Gül skalasının
dördüncü ismi olacak. Eğer İhsanoğlu kazanırsa, İnönü’nün arkasından sıralanan
diğerlerinin sonuncusu olarak adını tepe listesine yazdıracak kanaatimizce. Buraya bir
“virgül” atalım ve devam edelim…
Cumhurbaşkanlığı seçiminde “Gizli İnö-
86
temmuz 2014
nist” yöntemini biraz daha açalım. “Açıktan
İnönizm” yönteminde herhangi bir “katakulli” yok. Bizzat İsmet Paşa’nın kendisinde olduğu gibi, ordudaki “İnönü Ekolü”,
belirlediği adayı darbe yapıp tahta geçiriyor.
Darbeyle tahta geçenler için en belirgin
misal, tabiî ki 1960 Darbesi’nin eseri olan
Cemal Gürsel. Gürsel’in ardılları ise bir
nevi “Het höt!” ile başa geçen komutanlar
şeklinde karşımıza çıkıyorlar. Bunlar gibi
bizzat İsmet Paşa’nın kendisini de “Het höt
darbesi” eseri saymak gerekiyor.
“Gizli İnönizm Yöntemi”ne gelince… İşte
bu yöntem tam bir katakullik oyun olarak
defaatle denendi ve başarılı oldu. Bu yöntemde adaylar, karşı kampın içine yerleştirilmiş olan Truva atlarından seçiliyordu; yöntemin birinci namzeti elbette Celal Bayar’dı.
İstiklâl Harbi sırasında “Galip Hoca” adıyla
Anadolu’yu dolaşan Komitacı Bayar’ın İttihatçılığı, su götürmez bir gerçek olarak her
zaman kendisini göstermişti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yalta
Konferansı’nda toplanan savaşın galipleri, Türkiye’nin Batı kampında yer almasını
kararlaştırmışlardı. Batı kampının patronu
da İngiltere’nin müsaadesi ile artık Amerika
Birleşik Devletleri’ydi. ABD, yeni dönemde
kendi nüfuz sahası içerisindeki devletlere
çok partili sisteme geçmelerini şart koşmuştu. 1938’den 1950’ye kadar dört kere
Cumhurbaşkanlığı makamına oturan İsmet
İnönü, istemeye istemeye ABD’nin bu buyruğunu yerine getirdi ve ülkemiz, çok partili
demokratik hayata geçmiş oldu.
Bu dönemde kurulan partilerin neredeyse
tamamı Cumhuriyet Halk Partisi’nin rahminden çıkmıştı. Bir bakıma yeni partiler,
CHP’nin evlatları ve tabiî ki yeni partileri
kuranların çoğu da İsmet Paşa’nın arkadaşlarıydı. Demokrat Parti de bu saptamanın
dışında değildi. Menderes ve birkaç arkadaşı, Demokrat Parti’yi oluştururken İsmet’in
yakın arkadaşlarından birini de içlerine
dâhil etmekte bir beis görmediler. Tabiî ki
bu arkadaş, Celal Bayar’ın ta kendisiydi. Bayar, belki de İsmet Paşa tarafından “ne yapacakları belli olmayan bu çoluk çocuğu koruyup kollaması” ve “onların denk durması
hususunda göz kulak olması” için bu partiye
“tayin” edilmişti. Öyle ya da böyle, sonuçta
Celal Bayar, İsmet Paşa gibi İttihatçı gelenekten gelen bir komitacıydı ve pek çok hususta Paşa’dan farklı düşünmüyordu.
Bu itibarla, müsait yaşının da gereği olarak, yeni dönemin en uygun cumhurbaşkanı
adayı olarak ortaya çıktı. Böylece üçüncü
cumhurbaşkanı olarak Celal Bayar’ın seçilmesine kimsenin itirazı olmadı. Nevi şahsına münhasır bir gizli İnönücü olan Bayar,
on yıl boyunca birkaç kez başkan seçildi ve
bu arada elinin altındaki “yaramaz çocuklara
göz kulak oldu”.
Sonunda zurna öttü, on yıl tamam oldu
ve orduya gün doğdu. Zira şimdi darbe
zamanıydı. 1960’da darbeler tarihinin en
büyük darbesi yapıldı. Darbenin ardı sıra
önce Devlet Başkanı, daha sonra Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel, bidayette gizli
oluşumun hiçbir yerinde yoktu. Bir “Albaylar Darbesi” olan 1960’ı kotaranlar, kendilerine “omzu kalabalık” bir paşa arıyorlardı ve
aradıklarını İzmir’de buldular. Söylendiğine
göre henüz “tekaüte” ayrılmış olan Gürsel
Paşa, bir gece yatağından kaldırılarak, pijamaları ile birlikte Ankara’ya getirildi ve darbenin başına geçirtildi. “Zavallı yeni emekli
adam”, daha neler olduğunu anlamadan evvela Devlet Başkanı, sonra da Cumhur(un)
başkanı oldu, ancak ömrü vefa etmedi. Birkaç yıl süren “ikinci baharında” sağlığı bozuldu, hastalandı, tedavi için Amerika’ya
gönderildi. Orada komaya girdi ve bir daha
da çıkamadı. Tekrar yurda getirilip Gülhane
Askeri Tıp Fakültesi Hastanesi’ne yatırıldı
ve çok geçmeden de orada öldü.
Burada duralım ve soralım: Acaba Cemal Gürsel öldü mü, öldürüldü mü? Daha
darbenin ilk yılında birbirine düşmüş olan
darbecilerin komplosuna mı gitti yoksa?
Milli Birlik Komitecileri, arkadaşlarından
bir grubu Hindistan’a sürerken “komadaki adam”ın da fişini mi çekti? Araştırılsın
efendim! Özal’ı araştırmadılar mı? Veya
Dördüncü Başkan ve yandaşları, kendilerini Köşk’e götürecek yolu Gürsel’in vücut
temizliği ile mi açmışlardı/açtırmışlardı?
Bunlar olmayacak şeyler değil. Zira aynı arkadaşlar, karşı kampın adayı olmaya sıvanan
Ali Fuat Başgil’i güzellikle (!) ikna etmişlerdi de adamcağız aday olduğuna olacağına nasuh tövbesi yaparak evine saklanmak
zorunda kalmıştı.
Kanatimizce “Gizli İnönücülük”ün en
belirgin örneği Süleyman Demirel’dir. Yıllarca karşı kampın birinci adamlığını “Nurlu Süleyman” yaftasıyla oynayan “Ispartalı
Çoban”, kendisini aynı kampın oylarıyla
cumhurbaşkanı seçtirdiğinde hâlâ kamp
arkadaşları uykudaydı. Eğer “Beyefendi”
28 Şubat’ın baş mimarlığını yapıp “İşte laik
Türkiye’nin fotoğrafı bu!” dememiş olsaydı,
kamp uykusu devam ediyor olacaktı. Biz bu
yönteme “Sülü Tekniği” diyelim ve geçelim
gizli İnönizmin ikinci yöntemine.
Bu yöntemin adı da “Sezer Tekniği” olsun. Sezer Tekniği’nde aday, hiçbir kampta
değilmiş gibi görünüyor. Zira o, bir yüksek
bürokrat. Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken, İnönistler, belirlenen adaya öyle bir
konuşma yaptırıyorlar ki bir anda gizli İnönücü namzet, “memleketin en demokrat” bireyi hâline getiriliyor. Böylece karşı kampın
oyları adayın arkasına alınıyor ve taht yolu
sonuna kadar açılmış oluyor. Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı seçimi bu
teknikle yapıldı ve çok geçmeden Sezer’in
gerçek kimliği ortaya çıkınca birçok kişi,
pişmanlığını belirtmek için “Elim kırılaydı
da oy veremez olaydım!” demek durumunda
kaldı.
İki üst paragrafta virgül attığımız yere
tekrar dönelim ve makaleyi günümüze getirerek neden “En uygun aday İhsanoğlu”
dediğimizi izaha çalışalım.
Sözün burasında bir ara makale yazmamız elzem oldu.
Efendim, 20. yüzyıl bitti ve 21. yüzyıla
usul usul giriyoruz. Son üç yüzyıldan beri
“medeniyetin sahipliği”ni yapan Batı, her
yüzyılı ayrı biçimde formatlıyor, dolayısıyla
yüzyıl geçişlerinde kafalar karışıyor. İnsanlar eski alışkanlık ve ezberlerinden kopup
yeni duruma eklemleniyorlar. Dolayısıyla
insan, toplum ve siyaset, kendi içinde ikilem
yaşıyor. Bir yanda eski argümanlar yakasını
bırakmazken, öbür yakasına yeni tercihler
yapışıyor. Bu durumdaki insan, toplum ve
siyaset, tam bir “anakronizm sersemi” hâline
geliyor. Baş döndüren bir anafor ortasında
kalan memlekette dünkü milliyetçilerin
Maocularla “Kızılelma koalisyonu” kurması,
dünkü İslamcıların ateistlerle aynı partinin
çatısı altında buluşması, dindarların ve sosyalistlerin Kürtçü partide milletvekili olması, solcuların liberal partide siyaset yapması,
yani kısaca fikir zeminlerindeki kaymayı,
fikirler ve partiler arasındaki savrulmaları
anlamak kolay olmuyor.
Bu karmaşa ve kafa karışıklığının nedeni,
miatlarını doldurmuş olan, geçen yüzyıla
ait fikrî ve siyasî markaların öldükleri yerde
kalmayıp bu yüzyıla tabela taşınması olarak
izah edilebilir. Daha açık söylemek ve örneklemek gerekirse, 1999 yılı öncesine ait
partiler artık aynı noktada değiller, zemin
değişti. Bunun gibi, partililerin önemli bir
kısmı da eski adreslerinde yoklar artık. Ne
dünün MHP’si bugünün MHP’sine, ne dü-
temmuz 2014
87
haberajanda
Dosya
nün CHP’si bugünün CHP’sine benziyor.
Bunun gibi SP, SP değil; İP, İP değil. Zaten
kafaları karıştıran da eski ve yeni oluşumlardaki bu isim ve partidaş benzerliği. Belki
bu isim karmaşasından ilk sıyrılmaya çalışan
BDP oldu tabelasını HDP olarak değiştirme sürecini başlatarak.
Şimdilerde AK Parti de eski idarecilerini
istifa ettirerek ve üç dönemlik vekillerini bir
nevi emekliye sevk ederek bunu yapmaya
çalışıyor. Bakarsınız “AK” olan adını “PAK”
bile yapabilir.
Yüzyıl aralığındaki değişim, sadece partilerin kovanında olmadı, partililer de tabelayla birlikte taşındılar geçen yüzyıldan bu
yüzyıla. Ancak onların bir kısmı kendi değişimini başlatarak kişiliğini 21. yüzyıla uygun
yaptı, önemli bir kısmında ise değişim sürüyor. Lakin bir kısmı asla değişme niyetinde
değil. İşte ferdî ve toplumsal sıkıntının kaynağı bu! Siyaseten bölünmüş insan, kendini
nasıl tarif edeceğini bilemeyen, iki adresli
partili ve ideolojik değişimi içselleştiremeyen siyasetçi…
Geçelim bir başka hususa… İnsanımız,
88
temmuz 2014
geçen yüzyılda siyasî kimliğini Alman ve
Fransız markalarını kullanarak, ikişerli
kamplar üzerinden, komünist-faşist, sağcısolcu, laik-dindar gibi kavramlar şeklinde
tarif etmişti. 21. yüzyılda bu kavramların
hepsi out! Zira son kullanma tarihleri 2000
itibariyle doldu. Şimdi siyasî hayatımıza
Amerikan kavramları transfer oluyor. Alman ve Fransız kavramlarının yerine ikame
edilen tarif kavramları, “Cumhuriyetçi” ve
“Demokrat” şeklinde belirlenmiş durumda. Lakin halkımız, hatta siyasetçimiz, hâlâ
kendine “sağcı veya solcu” demeye devam
ediyor, “Cumhuriyetçi” veya “Demokrat”
demekte zorlanıyor.
Bu yüzyıl için önerilen “Cumhuriyetçi” ve
“Demokrat” kavramları Amerikan siyasetine ait dedik yukarıda, söz konusu Atlantik
ötesi siyasî rejim de bu kavramları kendisine
isim olarak vermiş olan iki parti üzerinden
işliyor. Ülkemizin bu yüzyılı ağırlıklı olarak
Amerikan nüfuz sahasında geçireceği kesin
gibi duruyor. Bu itibarla partilerimizin de 15
yıldan beri “Cumhuriyetçiler” ve “Demokratlar” olarak iki adreste toplaşmasına zor-
landığını görüyoruz. Büyük ihtimalle operasyon bu yıl içinde tamamlanacak ve ülke,
2015 seçimlerine belki iki rakip parti olarak
değil ama “Demokratlar ile Cumhuriyetçiler Dayanışması/İttifakı” içinde girecek.
Ancak 2015’ten sonraki seçim mutlaka iki
partili geçecek.
Peki, kim Demokrat, kim Cumhuriyetçi? Partiler düzleminde bu durum hızla
şekilleniyor. Geçen yüzyılın Alman ekolü
Cumhuriyetçiliği, Amerikan ekolü de Demokratlığı inşa ediyor. Cumhurbaşkanlığı
için “Çatı Aday” önerisi Cumhuriyetçileri
toplulaştırmak için yapılan en çaplı çalışmaydı. CHP ve MHP artık “Cumhuriyetçi”. İkisinin dışında kalan ve çatı görüşmesi
yapılan diğer tüm partiler yolda. Altı parti
şimdiden “Cumhuriyetçiler kampı”na dâhil
oldu. Kamp kenarında dolanan diğerleri
de kafalarındaki karışıklığı atar atmaz yeni
adreste yerlerini alacaklar. Hangileri mi?
İlk aklımıza gelenleri sayalım da hayret
edin: Saadet Partisi, İşçi Partisi, Komünist
Parti ve benzerleri… Bu durumda ortada
kala kala sadece AK Parti kalıyor; onun
kaderi de “Demokrat” olmak...
Bu arada Demirtaşgillerin durumuna
ayna tutalım mı? İyi olur! Doğulu kardeşlerimizin ilk önceki partileri, yani BDP, kerhen Demokrat bir oluşumdu. Zira Amerika,
PKK’nın tasfiyesini ve o yolun yolcularının
düz ovada siyaset yapmasını istediği için
kendi yörüngesinde BDP’yi kurdurmuştu.
Lakin Demirtaşgiller, genetik yazılımlarında Fransız Mösyö Miterand’ın karısı
Madam Miterand’a bağlılık yeminlerini
taşıdıkları için bir türlü Demokrat olmayı
içselleştiremediler. Olmak için uğraştılar,
hatta bunun için iki üç yıl önce “toplu birlik hâlinde” Amerika’ya bile gidip “hacı” da
oldular, ancak aşı tutmadı. Bunun üzerine
kardeşlerimiz, Amerikancı partinin içini boşalttı ve eski tüfek komünistlerin yardımıyla
Almanist bir oluşum olarak HDP’yi icat
ettiler. Onlar şimdi “asker”, hem de “kürklü”
parkalarına bürünmüş olarak “Çayanlar”ın
izini bile sürebilirler. Zaten Almanya da
böyle istiyor: “İch möhte so!”
21. yüzyılın siyasetini, partisini, insanını
ve hatta devlet yapısını belirlemede kullanılan şifre kelime “yeni”. Bu kelime şimdiye
kadar bir CHP için kullanıldı, bir de “Yeni
Türkiye” şeklinde Erdoğan’ın ağzından ortama düştü. Bu kullanım CHP açısından çok
önemli; zira CHP’nin önüne konan bu sıfat, “yeni siyaset” döneminde “Cumhuriyetçi Parti”nin adresinin neresi olacağını işaret
ediyor. Cumhuriyetçiliğin adresi “CHP”.
Ancak partinin kısaltması “CHP” şeklinde
yazılacak değil, “CP” biçiminde, yani “Halk”
kısmı atılmış olarak yerini alacak Cumhuriyetçi Parti tabelalarında.
Erdoğan’ın telaffuz ettiği “Yeni Türkiye”ye gelince… Türkiye’nin başındaki “Yeni”
sözcüğü, geçen yüzyılda kurulan “Lozan
Devleti”nin yıkıldığını/yıkılmak üzere olduğunu işaret ediyor. Yeni Türkiye, Erdoğan
ve arkadaşları eliyle ve 2023’te kurulmak
üzere hazırlanıyor. Tıpkı iki yıl önce paradaki sıfırların atılması ve Türk lirasının
“Yeni Türk Lirası” olması gibi. Hatırlayın,
TL önce YTL olarak yazılmıştı etiketlere,
sonra tekrar TL’ye döndü. Ama bu kez etiketlere TL olarak yazılmadı, dolar ve avro
misali özel bir işaretlemeyle grafize edildi.
Paradaki bu operasyon, şimdilerde bizzat
devletin kendisinde hayata geçiriliyor, sessiz
ve derinden…
“Yeni CHP, yani önümüzdeki seçimde
iyice şekillenecek olan CP’nin (Cumhu-
riyetçi Parti) en büyük icraatı ne olacak?”
sorusunun cevabı şu: Başta MHP olmak
üzere AK Parti dışındaki tüm partileri yutacak, sindirecek ve ülkücü, İslamcı, solcu
hatta Kürtçü gibi kavramları işlevsiz hâle
getirip herkese “Cumhuriyetçiyim” dedirtmeye çalışacak. Ancak yeni dönem insanı
eski kimliğinden kurtulunca beynindeki
prangadan da özgürleşecek. Doğal olarak
kendisine önerilen, eski partisini arkasına
takıp gitmek olmayacak. Zira “abiler”in
ağabeylik tahakkümü kalkacak ve özgür birey kendisine soracak: “Ben Cumhuriyetçi
miyim, yoksa Demokrat mı?” 20. yüzyıldan
21. yüzyıla geçerken kat ettiği yüz yıllık yolun yorgunluğuyla kendisini yeniden tarif
etmek şart olacak. Bu sebeple yeni yüzyılın
Cumhuriyetçileri içerisinde ne kadar ülkücü, İslamcı, komünist, faşist, Kürtçü, sağcı
ve solcu olacaksa, Demokratlar içerisinde
de aynı kimliklerin eski müntesipleri yer
alacak. Sadece Laikler hariç. Zira onlara sadece CP içinde rastlamak mümkün
olacak; onların karşıtları “Demokrat Parti”
içinde anti-laik olarak değil, seküler olarak yer tutacaklar. Tabiî her iki partide de
partililer, kendilerini eski kimlikleriyle tarif
etmeyecekleri için herhangi bir kan uyuşmazlığı yaşanmayacak.
Operasyon bitmedi. Demokrat Parti haline dönüşecek olan AK Parti, bugünlerde
ilçe teşkilatlarını baştan yaparak değişimin
başladığının ilk işaretini veriyor bize. Ancak
yeni AK Parti, eski AK Parti’den bir farkla
ayrılıyor: Yukarıda izah ettiğimiz CHP’nin
CP olma serüveninde ülkücü, İslamcı ve
diğerlerinin Cumhuriyetçileştirilme ameliyesi, aynı şekilde yeni AK Parti’de de yaşanacak. Zira her iki parti de partilisini ve
siyasetçisini tek havuzdan derliyor/derleyecek. Bu havuz, geçen yüzyılda ayrı havuzlarda yüzen partili ve siyasetçiyi haznesinde
karıştıran ve sonra ikiye ayrıştıran bir iksirle
dolu. Bu itibarla geçen yüzyılın ülkücüsü,
kapanan MHP’den koparken ikiye ayrılmak durumunda. Bu süreç içinde kendi iç
değişikliğini yaşayanlar “Demokratlaşmış”
olarak AK Parti’ye yönelirken, anakronizm
batağına saplanmış olanların yeni adresi de
yeni CHP olmak zorunda. Diğer partiler
için de gelecek yok ve yol ayrımı önlerinde
duruyor.
İhsanoğlu’nun adaylığını
tarifi
Biraz zaman alan ara makaleden sonra
gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığına…
Yukarıdaki izahtan sonra hiç kimseye
bundan kelli “Bu ülkücüdür/İslamcıdır/
Türk-İslam sentezcisidir” demeyeceğimize göre, İhsanoğlu’nu niye eski fikriyatıyla
yaftalayalım ki? Ona ateş püsküren laikçiler
ve Kemalistler ya da eski dindar arkadaşları
henüz yüzyıl değişimini anlayamamış olan
anakronik vakalar olarak arz-ı endam ediyorlar ekranlarda. Yani onlar, bir nevi zaman
şaşkınları… Ancak korkacak bir durum yok,
zira şaşkınlık bulaşıcı değil ve zamanla geçiyor.
Bu noktada ben kendi adıma “Kemal
Abi”yi kutluyorum. Çünkü şahsen ve parti olarak geldikleri ve gidecekleri noktayı
anlamış bir Kılıçdaroğlu var karşımızda.
İnanmayacaksınız, lakin Sayın Bahçeli de
anlamış. Hatta “çatıcı biraderler”den aylar önce Mısır’daki Sisi darbesi karşısında
yeni yerini belli eden Ekmeleddin Bey de
anlayanlardan. İİT Genel Sekreterliği hususunda İhsanoğlu’nu bidayette arkalamasına rağmen nihayette Erdoğan da kimin
ne olduğunu anlamış, hem de ta 7 Ocak’ta,
Oslo görüşmelerinin ardından. (Galiba bir
de fakir anlamış ki bu makaleyi yazmayadurmuş. Başka anlayan yok galiba.) Zaten
Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin, Ekmeleddin
Bey’in Cumhurbaşkanlığı’nı alacağı umudu
da burada yatıyor. Nerede mi? Ne demiştik
ta yukarılarda bir yerdeki “Gizli İnönizm”
bahsinde? İnönistler Cumhurbaşkanlığı
seçiminin gizlisinde ya “Sülü” ya da “Sezer
Tekniği”ni kullanırlar. Şimdilerde İnönistler,
Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı
yapmak için iki tekniği birden kullanıyor/
kullanacaklar. Yani Ekmeleddin Bey, dindar
kimliğiyle karşı kampın içinde yer alıyor,
Esed ve Sisi hususundaki tavrıyla Cumhuriyetçi/Darbeci kampa ait olduğunu işmar
ediyor. Daha ne etsin adamcağız?
Düşünsenize, Cumhuriyetçilerin oyu
zaten çantada keklik. “Truva atı” resmiyle
de dindarların, daha doğrusu yeni tabirle
“Demokrat” olması gerekenlerin ciddi bir
miktar oyunu alabilirlerse “Çataday” neden
Cumhurbaşkanı olmasın? Olur mu olur!..
Bu seçimin en önemli buluşuna gelince…
Eski İnönistler, şimdiki Cumhuriyetçiler,
ağababalarının tekniklerine yeni bir “Cumbaba seçtirme tekniği” daha katacaklar. Bu
tekniğin adı şimdiden belli: “Ekmel Bey”.
temmuz 2014
89
haberajanda
Siyaset
Y
Yahya Kurt
[email protected]
SK tarafından açıklanan
kesin listeye göre Cumhurbaşkanlığı için üç isim
yarışacak. Asıl yarış ise
Erdoğan ve İhsanoğlu
arasında geçecek. Çünkü
Demirtaş’ın adaylığının
milliyetçi Kürt seçmenin
son durumunu görme ve
safları sık tutma amacında
olduğu ve en fazla yüzde
8-9 gibi bir oy alacağı
biliniyor.
Bu iki aday arasındaki
seçimin favorisi ise şüphesiz Erdoğan. Hatta adaylığının açıklanmasından önce
başlayıp ilanıyla kesinleşen süreçte en çok konuşulan konu, Erdoğan’ın
kazanıp kaybetmesinden
ziyade alacağı oy oranı ve
ilk turda seçilip seçilmeyeceği üzerinden devam
ediyor.
Cumhurbaşkanlığı
meselesi
ASLINDA CHP ve MHP, seçimi kaybedeceklerini biliyorlar.
YSK’ya yapılan itirazdan da anlaşıldığı üzere, aslında CHP ve
MHP seçimi değil, seçim sonrasını düşünüyor. Seçim sonrası bahaneler için altyapı şimdiden hazırlanmaya başlandı
bile. Seçimden sonra Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, Erdoğan yüzde 99 oy alsa, “İyi de seni istemeyen yüzde 1 var, sen tüm
Türkiye’nin cumhurbaşkanı olamazsın!” diyecek.
İki adayla ilgili son
durum ise ideolojileri…
Erdoğan, AK Parti’nin
de üzerine inşa edildiği
“muhafazakâr demokrat”
kavramı üzerinden kendisini ifade ediyor. Ekmel
Bey’in durumu ise bu
konuda epey karmaşık.
Ekmel Bey’in aile geçmişi
ve hafızlığı vurgulanarak
muhafazakâr olduğu
vurgulanıyor. Eşinin başörtüsüz olması ile de laik
olgusu kuvvetlendiriliyor.
Memleketi ve kökeni ile
milliyetçi bir portre çizilirken İhsanoğlu’nun bunlardan hangisi olduğunu
anlamak zorlaşıyor. Siyasî
tecrübe ve liderlik meselesini ise sanırım konuşmaya bile gerek yok.
Peki, bu ik i adayın
seçim çalışmaları ve adaylık süreci incelendiğinde
nelerin dikkat çektiğine
birlikte göz atalım.
Ekmel Bey bir uzlaşı
üzerinden aday olarak
önerildi ve “çatı aday”
olarak kamuoyuna takdim
edildi. Daha geniş katılımlı
bir destek oluşumu beklense de sayı 5-6 parti ile
sınırlı kaldı. Bu partilerin
tabanları ve ideolojileri
dikkate alındığında ise bir
araya gelmeleri epey zor,
ancak durum dikkat çekici. Son yerel seçimlerden
hareketle bu partilerin
toplam oy oranı yüzde 4243 civarında. AK Parti’nin
yüzde 45-46 civarında oy
aldığı dikkate alındığında
seçimin çekişmeli geçeceği düşünülebilir.
Fakat benim kanaatim
böyle olmayacağı yönünde. Çünkü ulusal çizgideki
CHP seçmeni ve CHP’deki
adaylık süreci çatlağı göz
önüne alındığında ve buna
Alevi oyları ilave edildiğinde, bu durum çatı cephesinde epey karmaşık bir
hal alacak.
Erdoğan’ın ise son
seçimde aldığı oy, aslında bugünkü sürecin
en önemli ve en güçlü
göstergesi. Siyasî düşünce
olarak Erdoğan’a yakın
olmakla birlikte, gerek
ideolojik, gerekse başka
sebeple diğer partileri
destekleyen seçmenin de
kendisini temsil edecek en
90
temmuz 2014
iyi adayın Erdoğan olduğu
düşüncesinden hareketle
Başbakan’ı desteklemesi
durumunda AK Parti
adayı, ilk turda seçilmesine yetecek oyu rahatlıkla
alacaktır.
Gelelim diğer hususlara… Ekmel Bey, Cumhurbaşkanlığı adaylığı
sürecinde polemikten
uzak, yumuşak güç tarzı
bir seçim çalışması yürütüyor ve sıklıkla “seçilirse
tarafsız bir cumhurbaşkanı” olacağına vurgu
yapıyor. Türk siyasetini
takip eden herkes bilir,
Türk halkı her zaman
güçlü bir lider portresi
benimsemiş, arzu etmiş
ve karizmatik ve güçlü
liderleri destekleyerek
onları zafere taşımıştır.
Peki, o halde neden siyasî
tarihimizde Kılıçdaroğlu
ile başlayan ve şimdi
Ekmel Bey ile kendini bize
tekrar hatırlatan yumuşak
güç meselesi yeniden
ortaya çıkıyor? Aslında
buna biraz mecburlar.
Çünkü güçlü lider rolünü
oynamaya kalktıklarında
Erdoğan karşısında öyle
gülünç duruma düşüyorlar ki ellerinden başka bir
şey gelmiyor. Dolayısıyla
mecburî olarak böyle bir
yola tevessül ediyorlar.
Erdoğan ise kendisini
uzun yıllardır siyasette
başarıya taşıyan halk
merkezli ve güçlü lider
eksenli metodu kullanmaya devam ediyor. Söylemlerinde de bunun üzerine
giderek Cumhurbaşkanlığı
makamını sembolik bir
makam olmaktan öteye
götürüp, halkın iradesinin
direkt tecelli edeceği ve
halkı merkeze alan, halka
karşı sorumlu olan bir
kuruma dönüştüreceğini
açıkça ifade diyor.
Son olarak şunu belirtmekte fayda var: Aslında
CHP ve MHP, seçimi kaybedeceklerini biliyorlar.
YSK’ya yapılan itirazdan
da anlaşıldığı üzere, aslında CHP ve MHP seçimi
değil, seçim sonrasını
düşünüyor. Seçim sonrası
bahaneler için altyapı
şimdiden hazırlanmaya
başlandı bile. Seçimden
sonra Kılıçdaroğlu ve
Bahçeli, basının karşısına
geçip “İyi de bu hiç adil bir
seçim olmadı, Erdoğan
iktidarın gücünü ve etkisini kullanarak seçime girdi
ve kazandı”; hatta Erdoğan
yüzde 99 oy alsa, “İyi de
seni istemeyen yüzde 1
var, sen tüm Türkiye’nin
cumhurbaşkanı olamazsın” diyecek.
Ancak cumhur, öncesinde de, sonrasında da
kendine yakışanı yapıp
iradesini ortaya koyacak
ve “Reis-i Cumhur”unu
seçecek. Türkiye, yeniden büyük devlet olma
iradesiyle dünyaya nizam
verecek.
haberajanda
Strateji
>> Bu yazımızda
Türkiye’de ilk defa gerçekleştirilecek olan cumhurbaşkanlığı seçiminden ve
bu seçimin adaylar bağlamında dış politikaya yansımasını analiz edeceğiz.
Birinci tur oylamanın 10
Ağustos tarihinde yapılması ve ilk tur oylamada
söz konusu adayların salt
çoğunluğu sağlayamadığı
takdirde ikinci tur oylamaFatma Şura Bahsi
[email protected] nın 24 Ağustos tarihinde
yapılması beklenmektedir.
Seçim sonrası Türkiye’de
gerek iç politika gerekse
dış politika bağlamında
yeni bir süreç başlamış
olacak. Böylelikle Türkiye
“Başkanlık” sistemine
giden yolda ilk adımı atmış
olacak.
Cumhurbaşkanlığı seçimine dair tartışmalar uzun
süredir devam ederken
adayların netlik kazanması ile birlikte tartışmalar da
hızlandı. “Çatı Aday” olarak
gösterilen Ekmeleddin
İhsanoğlu’nun adaylığının
açıklanmasının ardından
İhsanoğlu’nun kimliğinden ötürü destekçisi
olduğu partilerin kendi
içlerinde de tartışmalar
çıkmış ve yoğun bir eleştiri söz konusu olmuştur.
İhsanoğlu ile birlikte Selahattin Demirtaş da adaylığını açıklamış ve resmen
Recep Tayyip Erdoğan’ın
adaylığının duyurulması
ile cumhurbaşkanı adayları netleşmiş ve tartışmalı
seçim kampanya süreci
başlamıştır.
Cumhurbaşkanı adaylarının dış politika yaklaşımları bir başka tartışma
konusu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Her üç adayın
da dış politika öncelikleri
ve dış politikaya yönelik
tutumları birbirinden
farklılık arz ettiği/edeceği
kanaatindeyim. Cumhurbaşkanlığı makamı siyaset
üstü bir makam olması
nedeniyle adayların
doğrudan siyasi bir tavır
takınmaları beklenen bir
durum olmamasına karşın
her adayın siyasi geçmişi
göz önünde bulundurularak analiz yapmak mümkündür. Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın ve bu
bağlamda AK Parti’nin
dış politika konusundaki
yaklaşımını geçmiş tarihli
yazılarımızda defaatle
Cumhurbaşkanı adaylarının dış
politika yaklaşımları
B
U makaleyi kaleme aldığım şu günlerde dünyanın
her bir yanından mazlum halklara yönelik olarak
uygulanan zulüm haberlerini içimde dalga dalga
büyüyen nefret ile izliyor, kalbimin sızısını ayak
tırnaklarıma kadar hissediyorum. Sözlerime başlamadan
önce duyarsız kalamadığım Filistin’e, Doğu Türkistan’a,
Suriye’ye, Mısır’a ve zulüm altında adeta inim inim inleyen
bütün halklara Rabbim’den refah ve barış diliyorum.
mektedir. Bu bağlamda
muhalefet partilerinin
özellikle “Arap Baharı”
sonrası Türkiye’nin bölge
devletleri halklarına verdiği desteği sürekli olarak
eleştirmeleri, Türkiye’nin
Suriye’de, Mısır’da tarafsız
kalması gerektiğini savunmaları İhsanoğlu’nun
söylemleri ile paralellik
arz etmektedir.
analiz ettiğimiz için bu
yazımızda değinmeyeceğiz. Diğer iki aday üzerinden değerlendirmelerde
bulunmaya çalışacağız.
Bir varsayımda bulunmak
gerekirse Demirtaş’ın hem
iç hem de dış politikaya
karşı yaklaşımının Kürt ve
PKK sorunu odaklı olacağı
aşikârdır.
Buna karşın
İhsanoğlu’nun diplomasi
bağlamında var olan
tecrübesi AK Parti dış
politika yaklaşımına karşı
eleştirel bir tutum sergilemesini de kolaylaştırmaktadır. İhsanoğlu’nun
diplomatik kimliği geleneksel Türk dış politikası
yaklaşımı bağlamında
bir dış politika anlayışı
benimsemesine neden
olmaktadır. Dolayısıyla
İhsanoğlu Türkiye’nin
bilhassa bölgesinde üstü
örtülü de olsa tarafsız
bir politika izlemesi gerektiğini savunmaktadır.
Son günlerde Filistin’de
yaşanan olayları değerlendirirken Türkiye’nin
Filistin konusunda taraf
olmaması gerektiğini
ima eden açıklamalarda
bulunmuş, eleştirilerin
ardından yanlış anlaşıldığını ifade etmiştir. Belki de
İhsanoğlu’nun bu türden
söylemlerinin ardında
daha önce de ifade ettiğimiz gibi cumhurbaşkanlığı makamının siyaset
üstü ya da partizanca
tutumlardan arındırılmış
bir konumda olması
gerektiği inancından
kaynaklanmaktadır. Söz
konusu bu değerlendirme
İhsanoğlu’nun tutumuna
karşın iyi niyetli bir yargı
olsa da MHP ve CHP tarafından dile getirilen söylemlerle İhsanoğlu’nun
söylemlerinin paralellik
göstermesi bu yargıyı
çürütür niteliktedir.
Zira AK Parti iktidarının
komşularla sıfır sorun ve
aktif çok yönlü dış politika
yaklaşımının bir sonucu
olarak bugün gelinen
noktada dış politikada
tarafsız kalmanın mümkün olmayacağını göster-
Şayet İhsanoğlu’nun
cumhurbaşkanlığı
seçimini kazanması durumunda- ki anket çalışmaları bu oranı yetersiz
göstermektedir – yaklaşık
son 12 yıldır sürdürülen
dış politika yaklaşımını
görmezden gelerek geleneksel, başka bir deyişle
anti-revizyonist ve realist
dış politika yaklaşımını
yeniden temel dış politika
argümanı olarak görmesi, Türkiye’yi başladığı
noktaya geri götüreceği
gibi hem bölgesinde hem
de uluslararası arenada
büyük bir itibar kaybına
neden olacaktır. Söz
konusu bu varsayımları
ise kendisini “Çatı Aday”
olarak belirleyen ve destekleyen parti ve grupların Davutoğlu tarafından
kurgulanan ve sürdürülen
dış politikaya ilişkin sürekli olarak eleştirel bir
tutum içerisinde olmalarından ve geçmişteki
iktidar tecrübelerinde
benimsedikleri dış politika yaklaşımlarını göz
önünde bulundurarak
ortaya koymaktayız.
Nihayetinde 11 Ağustos
sabahı güneşin ülkem ve
dünya için hayırlarla doğmasını temenni ediyor,
tüm insanlığın ihtiyacı
olan barışı diliyorum…
temmuz 2014
91
haberajanda
Siyaset
Şimdi Sezer’den daha bilinmez bir “Çatı Aday”ımız
var. CHP ve MHP’nin ortak adayına, i’rapta mahalli
olmayan birkaç partinin de destek deklarasyonu
var. Güya geniş kesimlere hitap edebilmek için
rengini pek belli etmiyor. Ama toplumu ilgilendiren
konularda fireler vermeye başladı. Örneğin “Filistin
meselesine tarafsız kalmalıyız” veya “Başörtüsü
gelenektir” gibi sözleri, Türksolu mecmuası ile
verdiği poz belli kesimleri rahatsız ediyor. Ayrıca
Selahattin Demirtaş’ın adaylığı ile ilgili Devlet
Bahçeli’yle farklı yön çizmeleri de çatının ilk çatlağı olarak yorumlanıyor.
Çatı Aday da ne?
MHP
lideri Devlet
Bahçeli’yi, siyasî
literatürümüze
kazandırdığı “Çatı
Aday” kavramı için tebrik etmek lazım. “Nedir bu Çatı
Aday?” diye soranlara şöyle anlatabiliriz:
>> Birinin altında yüzde 64,
diğerininkinde yüzde 36 olan
iki üçgenin ortasına, iki üçgenin
tabanını da kapsayacak şekilde
daha büyük bir üçgen çiziyorsunuz ve üçgenin tepesine de adayı
oturtuyorsunuz. Böylelikle “Çatı
Aday” ortaya çıkmış oluyor.
Ortaya çıkan şeklin yanında
da alt alta yazılmış üç tane “M”
harfi ve onların da altında “laik”
ve “dem” (“demokratik” denmek
isteniyor) yazıyor; en sonunda
da bir çizgi var (diğer aranan
özellikleri anlatmak için yazılsa
gerek). Üç “M”nin “milliyetçi”,
“muhafazakâr” ve “manevi değerleri önemseyen” anlamlarına
geldiğini gazetelerden öğreniyoruz. Çatı Aday’ın kavramsal temeli bu şekilde şematize edilmiş
ve açıklanmış.
CHP’nin de öneri aklına
yatmış olmalı ki kısa sürede iki
parti, bu teorik çerçeveye uygun
aday bulma peşine düştüler. İki
partinin de bu işe iştahla sarılmasının arkasında Türkiye’ye iyi
bir cumhurbaşkanı seçme der-
92
temmuz 2014
dinin mi, yoksa siyasî ikballerini ortaya çıkabilecek tehlikelere
karşı koruma endişesinin mi olduğuna emin değiliz. Çünkü her
iki parti adına çıkabilecek herhangi bir aday, Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanamasa bile,
son seçimde partilerin aldıkları
oyun üzerine çıktığı takdirde
parti liderlerinin koltukları sallanmaya başlayacaktı.
“Çatı Aday” formülü bu açıdan iki partiyi de rahatlattı. Partileriyle ilgili olmayan bir aday,
kazansa da, kaybetse de parti
dışından olduğu için “Faydası
olur, zararı olmaz” mantığıyla
düşünüldü. Tabiî ki sosyal ve
siyasî meselelerde bu tür hesaplar çoğunlukla tutmaz, öngörülenlerden daha farklı sonuçlar
doğurabilir.
Çatı seçenekleri
“Çatı Aday” arayışları başlayınca akla CHP’den Deniz
Baykal ve Emine Ülker Tarhan
gibi isimler zikredildi. Ancak
CHP içerisinden herhangi bir
“Çatı aday” formülü, cumhurbaşkanını Meclis’in seçtiği sistemde daha iyi tutabilir.
Formül tutar tutmasına da -Ekmeleddin Bey’de de olduğu gibi- bilinmez bir kişiyi
aday olarak milletin önüne getirirseniz, sonunda bir sürprizle karşılaşabilirsiniz.
Bunun örneğini 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’de Türkiye tecrübe etti.
Doç. Dr. Serhat Atabey
[email protected]
ismin “Çatı Aday” formunun kavramsal
çerçevesine uymayacağı belliydi. MHP’den
ise Meral Akşener’in ismi geçti. Üç “M” ile
birlikte “laik” ve “demokratik” olarak belirlenen “Çatı Aday” standartlarına Meral
Akşener’in CHP içinden çıkacak adaylardan daha çok uyduğunu söyleyebiliriz.
Bir ara MHP’den CHP’ye geçen Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Mansur Yavaş’ın da ismi geçti. Mansur Bey de
belki Meral Hanım’dan sonra “Çatı Aday”
formülüne uygun bir isim olabilirdi.
Gelin görün ki iki partiden de uygun
bir isim bulunamadığından ya da partilerden önerilen isimlerin yukarıda bahsedildiği gibi yine bu partilerin başına musal-
CHP İÇİNDEN ÇATI ADAY”A MESAFELİ DURANLAR VAR. BÜTÜN BUNLARA
BAKILDIĞINDA, “ÇATI ADAY” ADINI VEREREK SÖZ KONUSU MUHALEFET PARTİLERİ, SEÇİMİ KAZANMASI ZOR BİR KİŞİYİ YA “YA TUTARSA?” DİYEREK YA
DA SEÇİM SÜRECİNDE MEYDANLARA ÇIKMAMAK ÜZERE İLERİ SÜRDÜLER
VE KAZANSA DA, KAYBETSE DE “BİZDEN UZAK OLSUN” DİYE DÜŞÜNDÜLER.
BAKALIM ONLAR AÇISINDAN SONUÇ NE OLACAK?
İhsanoğlu profilindeki
eksiklikler
Ekmeleddin Bey, kamuoyunun çok bilip tanıdığı bir isim değil. İslam İşbirliği
Teşkilatı Genel Sekreterliği’ni yapmış
olması sebebiyle biraz aşinalık var. Ama
onun dışında nerede doğduğu veya ne yaptığı pek bilinmiyordu. Kişilik özellikleri,
siyasî duruşu, hayat tarzı da bilinir değil.
Türkiye’nin etrafını kuşatan sorunlar, Avrupa Birliği süreci, Kürt meselesi ve benzeri konulardaki görüşlerini hâlâ bilmiyoruz.
Miting yapmama kararı aldığı için de kendisini tanımak istersek ara sıra televizyonlara yansıyan görüntülerine ve “Google”ye
bakmaktan başka imkânımız yok.
“Çatı Aday” formülü, cumhurbaşkanını
Meclis’in seçtiği sistemde daha iyi tutabilir.
Formül tutar tutmasına da -Ekmeleddin
Bey’de de olduğu gibi- bilinmez bir kişiyi
aday olarak milletin önüne getirirseniz, sonunda bir sürprizle karşılaşabilirsiniz. Bunun örneğini 10. Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer’de Türkiye tecrübe etti.
lat olma ihtimalinden ötürü hiç kimsenin
beklemediği bir isim “Çatı Aday” olarak
kamuoyuna açıklandı: “Ekmeleddin İhsanoğlu”...
Hatırlarsanız Süleyman Demirel’in yeniden seçilmek için uğraştığı ancak başarılı olamadığı 5+5 çalışmalarından sonra,
o zamanki hükümetin koalisyon ortakları
Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut
Yılmaz ve de muhalefet partilerinin liderleri Recai Kutan ile Tansu Çiller, Ahmet Necdet Sezer’i ortak cumhurbaşkanı
adayı ilan ettiler. Anayasa Mahkemesi
Başkanlığı’ndan
Cumhurbaşkanlığı’na
terfi eden Sezer, özellikle belli çevrelerde tam bir hayal kırıklığına sebep oldu.
Adaylık sürecine bakıldığında Sezer’in
Ekmeleddin Bey’den daha bilinir ve tanınır olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen
“demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü” filan derken gittikçe marjinalleşen ve
belli kesimleri temsil eden bir profil ortaya
çıkardığına şahit olduk. Bülent Ecevit’e
Anayasa kitapçığı fırlatması, hapisteki
DHKP-C’lileri affı, özellikle AK Parti’nin
iktidara gelmesiyle birlikte kanunları veto
etmesi gibi icraatları akılda kaldı. Liderlik
özellikleri açısından da resmî törenlere katılmak dışında bir inisiyatif gösteremeyen
ve vaziyeti idare eden bir görüntüsü vardı.
Kısaca Sezer, kanaatimce çoğu toplum kesimleri için tam bir hayal kırıklığıydı.
Şimdi Sezer’den daha bilinmez bir “Çatı
Aday”ımız var. CHP ve MHP’nin ortak
adayına, i’rapta mahalli olmayan birkaç
partinin de destek deklarasyonu var. Güya
geniş kesimlere hitap edebilmek için rengini pek belli etmiyor. Ama toplumu ilgilendiren konularda fireler vermeye başladı.
Örneğin “Filistin meselesine tarafsız kalmalıyız” veya “Başörtüsü gelenektir” gibi
sözleri, Türksolu mecmuası ile verdiği poz
belli kesimleri rahatsız ediyor. Ayrıca Selahattin Demirtaş’ın adaylığı ile ilgili Devlet
Bahçeli’yle farklı yön çizmeleri de çatının
ilk çatlağı olarak yorumlanıyor.
CHP içinden Çatı Aday”a mesafeli
duranlar var. Bütün bunlara bakıldığında,
“Çatı Aday” adını vererek söz konusu muhalefet partileri, seçimi kazanması zor bir
kişiyi ya “Ya tutarsa?” diyerek ya da seçim
sürecinde meydanlara çıkmamak üzere ileri sürdüler ve kazansa da, kaybetse de “Bizden uzak olsun” diye düşündüler. Bakalım
onlar açısından sonuç ne olacak?
Vatandaşların Cumhurbaşkanlığı seçiminde çatıya mı, zemine mi daha çok
bakacağını göreceğiz. Ancak Türkiye’nin
içinde bulunduğu konjonktürel durum,
bilinmez bir “Çatı Aday”ı kaldıracak gibi
görünmüyor. İlaveten, sadece Türkiye’ye
cumhurbaşkanı seçilmiyor, birçok mazlum
ve mağdur halkın gözü de bu seçimlerde
olacak.
Siyasî ve iktisadî istikrarın devam etmesi,
Ortadoğu’yu bölük pörçük eden girişimlerden Türkiye’yi korumak, yine Ortadoğu’yu
yeniden dizayn edecek iradenin ortaya
çıkması ve Çözüm Süreci’nin, Türkiye’nin
birliği ve dirliğini güçlendirecek bir şekilde neticelenmesi açısından bu seçim önem
arz ediyor. Bu çerçevede seçimlerin ülkemiz için hayırlı neticeler ortaya çıkarmasını temenni ediyoruz.
temmuz 2014
93
haberajanda
Siyaset
B
Mehmet Ziya Üsküdarlı
[email protected]
İR vakitler, televizyonun
siyah-beyaz olduğu zamanlarda bir dizi vardı,
Komiser Kolombo... Elinde
not defteri, sırtında yorgun trençkotu, ağzında
yamuk pürosuyla sempatik bir komiserdi. Daima
birşeylerin sebebini
isticvab eder, fevkalade
zekîce suallerle mücrimleri sıkıştırır, bunaltır, itirafa
icbar eder ve nihayeten
onları tevkîf ederdi.
Komiser Kolombo
ve Çatı Adayı
TAYYİB BEY’İN Başkan seçilmesinin sadece memleketimiz
açısından değil, tüm dünya dengeleri bakımından ne raddede sıhhatli ve hayırlı neticeler getireceğini bir de ben yazsam
ne olur, fazla olur mu? Bu hususda zaten çok güzel makaleler
yazıldı. O makalelerin muharrirleriyle ayni safda olmakdan
şeref ve saadet duyduğumu yazmakla iktifa edeyim.
Çatı Adayı olarak lanse
edilen “müeddeb” şahsa,
bu seçimi kaybedeceğini
müdrik olmasına rağmen
böyle bir adaylığı neden
kabul ettiğini sorardı
muhakkak.
“Edeb” cevabı
Kolombo’yu tatmin eder
miydi, bilemiyorum da;
Nasreddin Hoca, “Biraz
da biz ölsek yahu!” diyebilirdi.
Öyle ya, sayın aday
neden bile bile lâdes demektedir? Ben de kafamı
kaşıyarak bu suali kendime isticvab ediyorum.
Vehmettiğim cevablar canımı sıkıyor. “Sıkılan can
bende kalsın, sizleri de
sıkmayayım” diyeceğim,
lâkin bunun için makale
yazılmaz.
Çatı Adayı’nın tebşiriyle eşzamanlı olan
Ortadoğu’daki gelişmelere
bakıyorum da, “Bu kadar
tesadüf meteoroloji’de bile
Sayın Kılıçdaroğlu, Çatı
Adayı’nı “zamanla seveceğimizi” müjdelemiş. Teşbihte hata
olmaz, nikahda keramet aramak gibi bir durum bu. Demek ki
muhalefet liderinin bu hususda
tecrübesi var. Acaba kendisinin
sayın adayı sevmesi ne kadar
zaman aldı? Kaç zamandır
teşrik-i mesaideler? Sayın aday
yolla, tünelle uğraşmayacağını
tebliğ ettikten sonra da ayni
muhabbet devam ediyor mu?
Ma’mafih buna hiç şaşırmam;
öyle ya, CHP’nin bildiğimiz
alıştığımız siyaseti de böyledir
zaten. Hizmeti “Devlet” değil,
“Millet” eder. “Şimdi durduk
yerde öyle yol, tünel filân; ne
gereği var efenim, kâfi derecede
yol da var, tünel de…
94
temmuz 2014
olmaz” diyesim geliyor. Sayın Kılıçdaroğlu, Çatı
Adayı’nı “zamanla seveceğimizi” müjdelemiş.
Teşbihte hata olmaz, nikahda keramet aramak
gibi bir durum bu. Demek
ki muhalefet liderinin bu
hususda tecrübesi var.
Acaba kendisinin sayın
adayı sevmesi ne kadar
zaman aldı? Kaç zamandır teşrik-i mesaideler?
Sayın aday yolla, tünelle
uğraşmayacağını tebliğ
ettikten sonra da ayni muhabbet devam ediyor mu?
Ma’mafih buna hiç şaşırmam; öyle ya, CHP’nin
bildiğimiz alıştığımız
siyaseti de böyledir zaten.
Hizmeti “Devlet” değil,
“Millet” eder. “Şimdi durduk yerde öyle yol, tünel
filân; ne gereği var efenim,
kâfi derecede yol da var,
tünel de… Reis-i Cumhur
hazretleri konfortabl
bir şekilde Çankaya’da
otursun, haftada bir Cuma
selâmına çıksın, haftada
bir de başvekil hazretle-
rini kabûl buyursun, kâfî;
bu iş için yola tünele filan
gerek yok.” Yahu, Allah
selamet versin diyeceğim
de, dilim varmıyor. Çünki
sizlerin bu halini gören
vatandaş AK Parti’ye koşuyor. Demek ki herşeyde
bir hikmet var!
Tayyib Bey’in Başkan
seçilmesinin sadece
memleketimiz açısından
değil, tüm dünya dengeleri bakımından ne
raddede sıhhatli ve hayırlı
neticeler getireceğini bir
de ben yazsam ne olur,
fazla olur mu? Bu hususda
zaten çok güzel makaleler
yazıldı. O makalelerin
muharrirleriyle ayni safda
olmakdan şeref ve saadet
duyduğumu yazmakla
iktifa edeyim.
Brezilya- Kolombiya
maçını izleyebildiniz mi?
Ne maçdı o Yarabbi! Top,
futbol topu olmaktan
çıkmış, ping-pong topuna
müşabih bir hal almıştı.
TRT1’in spikeri maçın
temposuna imtizac ede-
bilmek için adeta helâk
oldu. Latin Amerika futbolu bambaşka bir şey. Bir
futbol muhibbi olan Sayın
Başkan Tayyib Bey’den ilk
recamdır: Memleketimize
Latin Amerika futbolunu
tedris eden hocalar idhal
edelim. Avrupa’nın şaşı
futbolunun bize bir faidesi
yok. Fevkalade elzem
hukuk reformu kadar
ehemmiyetli görünmese
de, Latin Amerika’nın estetik ve pek keyifli futbolu,
yapılması pek elzem pek
çok reforma muavenet
edebilir.
Ne dersiniz? Yeni bir
sahife açılırken tüm
sistemleri tecdîd etmek
güzel olmaz mı?
Ziya Paşa’nın bir beyiti
ile bitireyim: “Ümmîd-i
vefa eyleme her şahs-ı degalde/ Çok hacıların çıktı
haçı zir-i begalde.” *
* Hilekâr insanlara vefa
umudu bağlama. Nice hacıların koltuklarının (katırlarının) altından haç çıktı.
haberajanda
Toplum
K
Muhammed Lütfü Avcı
[email protected]
ADİM destanlardan,
efsanelerden, masal, kıssa
ve anlatılara, mesnevîlere,
şarkılara, şiire, aşka, şaraba
ve kalbe işleyen, modern
edebiyat, şiir, roman, öykü
ve muhtelif neşriyatın hissiyatına sinen, toplumların
karakteristiğini oluşturan
ve genetiğini inşa eden
şuuraltı epizotlarına kadar
uzanır algı dünyamızın
yapısal başlangıcı.
Bir topluluğu yönetmek
ve yönlendirmek istediğinizde o topluluğun davranışlarını, algılama biçimlerini, duygusal uçlarını
ele almak, o topluluğa dair
tarihten gelerek gündelik
hayatın içinde kök salmış,
geleneğe ve dine dair her
türlü kavramı evvela tespit
edip incelemek, tahlil
ederek araştırmak zorundasınızdır. Sosyal bilimler
bugün bizlere gösterdi ki
çağımız, enformasyonu
güce çevirebilenlerin
kitlelere hükmedebildiği
bir çağ. Bu bağlamda
enstitülerin imkânsızlıklar
içinde gerçekleştirmeye
çabaladığı bilgi edinim mücadelesini milli bir mesele
olarak gören ülkelerden
biri olduğumuza pek emin
değilim.
Teoride bilgi edinim
ilkelerinin en ussal kaideleri bizde mevcut, fakat
bu kaidelere riayet etmek
konusunda ne durumda
olduğumuz beni düşündürüyor. İlim Çin’de, fakat
almaya yeltenenimiz yok.
Harf öğreten var, ilme tebaa olmayı göze alanımız
yok. Bu nedenle gelecek
150-200 yılı imar edecek
enformasyon birikimine
sahip olmak için daha
yolun başındayız ve yapılacak çok iş var.
Rusya, medeniyetimizin
doğusunu, Orta Asya İslâm
beldelerini sosyolojik
enformasyon metotlarıyla
işgal etti. Misyonerlik
faaliyetleri de günümüzde
sosyal bilimlerin ulaştığı
bilgiler ışığında çağ atlamış
durumda. İran, Güney
Azerbaycan Türklerini
Hakikatin kalıcı, batıl olanınsa akıp gidici olduğunu görebilmemiz için inancımızın bize ilk
emridir “okumak”.
Yabancı bir erk olarak enformasyon ve kitlesel
algı mühendisliği
TEORİDE bilgi edinim ilkelerinin en ussal kaideleri bizde
mevcut, fakat bu kaidelere riayet etmek konusunda ne durumda olduğumuz beni düşündürüyor. İlim Çin’de, fakat almaya yeltenenimiz yok. Harf öğreten var, ilme tebaa olmayı göze alanımız yok. Bu nedenle gelecek 150-200 yılı imar
edecek enformasyon birikimine sahip olmak için daha yolun
başındayız ve yapılacak çok iş var.
aynı metotlarla kendi
inanç normlarına adapte
etmeyi başardı. Yahut
küresel şirketler, gittikleri
her ülkede halkbilim
verileri ışığında yaptıkları
toplumsal mühendisliğe
dayalı yatırımlarla kültürel
işgal hamlelerini gerçekleştirdiler.
Bizde insanın özüne
sirayet etmiş olan ve
kültür genetiğimizi barındıran dinsel ve geleneksel
unsurların, şiirin, müziğin,
resmin ve sinemanın
anlam ve niceliğine, insana dair bu kavramların
etki alanlarına henüz
tam manasıyla vakıf olunamamıştır. Köklerimizi
medeniyetimizde değil
de bizden uzakta, Batı
âleminde aramaya meylettiğimiz günlerden beri
kendimizin, ifade ettiğimiz
bilinçli ve bilinçdışı varlık
bütünlüğümüzün hangi
insanî kodları barındırdığını anlamaya muktedir ola-
madık. Kendimizi Batı’nın
deneysel numunesi olmak
durumundan bir an olsun
kurtaramadık.
Son dönemde bu paslı
boyunduruktan kurtulmak için kararlı adımların
atıldığına şahit oluyoruz.
Bu adımları yüzyıllara
yaymanın ön şartı ise bilgi
üretimini sağlamaktır ki
bunun için atılması gereken adımlardan biri de
“ithal enformasyonun satır
aralarına ustaca gizlenmiş
telkinlerle toplumumuz
üzerinde yürütülen algı
yayınlarının sinyallerini
bozmak”tır.
Bilgi çağı
şarlatanları
Bu noktada bilgiye muz
muamelesi yapan küçük,
çoğu zaman sevimsiz
maymuncuklara değinmeden geçemeyiz. Bilgiyi
üretmeye dönük en ufak
bir çaba göstermeyişimiz
yüzünden içimizde barınıp parayı, makam ve şöhreti bahşeden ithal güçlere
tapınan, “millî” ve “dinî”
kimliğimiz üzerinden
uyduruk siyasî veya ekonomik doktrinler üreten
şarlatanların maskelerini
düşürmekten aciz kaldık.
Bilgelikten o kadar yoksun
bırakıldık ki millet olarak
eski Sovyet ülkelerinde
para karşılığı aldıkları sahte diplomalarla başımıza
ekonomist kesilen yalancı
şeyhlerin siyasî kimliklere
bürünerek -büyük aktörlerin kucağında- milletimize
yol tayin edişlerine de
sonunda şahit olduk. Rol
kapma çabası içine giren
bu uyduruk figüranları
son olarak “çatı üstünde
saksağan” komedisinin
kiremitleri arasında da
müşahede ettik.
Hakikatin kalıcı, batıl
olanınsa akıp gidici olduğunu görebilmemiz
için inancımızın bize ilk
emridir “okumak”. Okumaktan uzağız; bu nedenle
insanımız inanca aç ve
okumadığı için bu açlığı
hakikatle doyuramıyor.
Sosyal ve kitlesel medya
vasıtasıyla halkın algı parametreleri üzerinden derin
politikaların rahatlıkla
uygulanabildiği bir çağda
yaşıyoruz. Buna ek olarak,
son zamanlarda Sovyet
toplum mühendisliğini
kullanarak adam adama,
yüz yüze, askerî disiplinle
ithal telkinlerin propagandalarını yapan, beyin
yıkayan, bozuk inançlarını
saf insanlara aşılayan
birtakım dessaslar türedi.
Eğer okumuyor ve gerçeği
kendi iradenizle aramıyor
iseniz, bu adamların sizi
ikna etmemeleri için hiçbir
sebep yoktur.
temmuz 2014
95
haberajanda
Otoröportaj
Olması gerekenlerle ilgilenmezler. İlgilendikleri
yegâne unsur, mevcut
dengelerin korunmasıdır.
Genel itibariyle mevcut
dengelerin bihakkın
gözetilmesi statik bir
durumu iktiza ettiği için,
uygulamacının yegâne
amacı da değişiklik veya
düzenleme yapmak yerine, günü kurtarmak
dışında bir şey olamaz.
İşin garibi, günü kurtarma becerisinden de
yoksundurlar.
Kimse üstüne alınmasın,
kendimle
röportaj yaptım!
Y
ETKİ sahibi olan bir kısım insanların kendi ikballeri için gösterdiği titizlik, bu yolda harcadığı
mesai ve sergilediği çaba, nasıl
oluyor da kamu yararının önüne geçebiliyor?
- Bu durum, uygulamacının vizyon ve misyon sahibi olmamasının şaşırtıcı olmayan
kaçınılmaz bir sonucudur. Neyi, niye, kiminle
ve nasıl gerçekleştirebileceği hususunda ne
kurgusal, ne de fizikî hazırlığı olan ve üstüne üstlük geçmişinde, başka görevlerde test
edilmemiş yöneticileri bekleyen akıbet budur.
Bu tür yöneticiler, mevcut bürokrasinin ve
profesyonel çıkarcıların kuşatmasından, hatta
oyuncağı olmaktan kendilerini kurtaramazlar.
Zaten böyle bir kurgusal hedefleri de yoktur.
Kuşatılan veya gönüllü kurban, bu duruma düştükten sonra ne yapar?
- Yönetici, kendi için özel hazırlanan sanal
dünyada yaşamaya başlar. Eller cebe gitmeden
yenilir, içilir, gezilir… Zahmet çekilmeden
protokol kuralları dâhilinde misafirler ağırlanır, misafir olunur, hediyeler alınır, ödüller
dağıtılır… Kısacası, düzeneğin tüm tarafları
mutludur.
96
temmuz 2014
Prof. Dr. Bünyami Ünal
[email protected]
Bahsi geçen bu sanal dünyanın devamı
için gerekli olan şeyler nelerdir?
- Şimdi bu huzuru bozabilecek unsurlara
yönelik operasyona sıra gelmiştir. “Her şey
yolundacılar” -ki bu sınıf kendi çıkarları dışında hiçbir toplumsal kaygı taşımayan özel
bir canlı türüdür-, olumsuzlukları “kral”a
bildirebilecek unsurları saray çevresinden
şu veya bu sebeple uzaklaştırmakla kalmaz,
aynı zamanda sözlerinin tesirini kırabilmek
için krala her gün, sistematik dozlarda tahşidatta bulunurlar. Bir kısım duyarlı insanların ise krala ulaşmaları şu veya bu şekilde
engellenir. Hadi diyelim ki ulaştılar, baş başa
görüşmeleri olanaksızdır. Hadi görüştüler,
önceden kredileri yalan ve iftiralarla tüketildiği için, uyarıları kralda en küçük bir tesir
oluşturamaz.
Bunun söylediğiniz şekliyle gerçekleştiğini nereden biliyorsunuz?
- Kendi çapımda yaşadıklarımın neticesi
olan tecrübelerime dayanarak söylüyorum.
Konuya başlamadan önce, “kral” nitelemesiyle neyi kastettiğimi açıklığa kavuşturmak
isterim. Kral, yönetici pozisyonundaki herhangi biri olabilir. Mesela bunlardan biri de
bir tıp fakültesinin dekanlığını yürütmem
hasebiyle “benim”. Daha açık ifadeyle, verdiği kararlar ile bulunduğu kurum ve orada
çalışan diğerlerini etkileme gücüne sahip
olan idarecilerin hepsine bir manada “kral”
denilebilir.
Normal kognitif çabayla
anlaşılması zor meseleler
“Her şey yolundacılar” diye bir tabir
kullanıyorsunuz, bunların davranış kalıplarından biraz daha bahsedebilir misiniz?
- Bunlar da kendi içinde sınıflandırmaya
tâbi tutulabilir. Böyle bir yol seçersek mesele
çok uzar. Şimdilik genel ve ortak özelliklerinden bahsedip geçelim. En temel özellikleri, oldukça hırslı olmalarıdır. İkinci hususiyetleri ise, hırslarıyla ters orantılı biçimde
donanımsızdırlar. Üçüncü ortak özellikleri,
kompleksli olmalarıdır. Bu kompleks, mevcudun zıddıyla kendini gösterir. Yani bir şekilde kendini üstün hissetme algısı biçiminde karşımıza çıkar. Dördüncüsü de herhangi
bir meselenin merkezine kendilerini yerleştirmeleridir. Dünyanın kendi etraflarında
döndüğü duygusunun esiri olmuşlardır.
Böyle olunca ne olur?
- Kime göre ne olur? Her şey yolundacılara göre mi? Onlara göre her zaman olduğu
gibi, tabiî ki her şey yolundadır…
O halde sorun ne?
- Problem yok… “Olana yok, olmayana var” derseniz her şey yolunda demektir.
Gerçeklere sırtınızı dönerseniz, zahmet buyurup sorunla ilgilenmezseniz mesele yok
demektir.
Aranızda hiç “Olana var, olmayana yok”
diyen kimse bulunmaz mı?
- Elbette var…
Bir şey demiyorlar mı?
- Diyorlar, ama kendilerini dinletemiyorlar. Üstüne üstlük, uyaranların bir kısmı da
iftiralara uğruyor, itibarsızlaştırılıyorlar.
Neden?
- “Sorun yok” diyenleri dinlemek, onlara itibar etmek, problem çözücünün işine
geliyor. Kimse ağrımayan başını ağrıtmak
istemiyor.
Nasıl yani?
- Demek istediğim, bu tür yöneticilerin
sorun algılama biçimini anlamadan bir sonuca ulaşmak imkânsız. Normal bir kognitif
çabayla anlaşılması da zor. Kognitif fonksiyonları olması gerektiği gibi çalışan insanların anlamadıkları da tam tamına bu!.. Her
neyse…
Bahsi geçen uygulamacıların problem
çözme biçimi nasıldır?
- Olması gerekenlerle ilgilenmezler. İlgilendikleri yegâne unsur, mevcut dengelerin korunmasıdır. Genel itibariyle mevcut
dengelerin bihakkın gözetilmesi statik bir
durumu iktiza ettiği için, uygulamacının
yegâne amacı da değişiklik veya düzenleme
yapmak yerine, günü kurtarmak dışında bir
şey olamaz. İşin garibi, günü kurtarma becerisinden de yoksundurlar.
Biri çıkıp “Kral çıplak!”
diye bağırırsa…
Yönetici ve etrafındaki ekip, tüm bu
olumsuz gelişmelerden sonra ne yapar?
- Bu arada yapılması gereken son bir iş
kalmıştır. Allah esirgesin, bir yerde biri çıkıp
“Kral çıplak!” diye bağırırsa, susan kalabalıkların uyandırılıp eyleme geçirilme ihtimaline karşı da önlemler alınması gerekmektedir. Evet, bu iş de başarıyla icra edilir.
Kralın kalabalıklarla temas etmesi minimuma indirilir. Ne olur, ne olmaz bağlamında
kralın, karşılaşabileceği muhtemel şikâyet
veya olumsuzluklar konusunda önceden bilgilendirilmesi sağlanır. “Hocam şu konuda
şöyle şöyle diyorlar. Aslı şudur. Bu söylentiyi çıkaran falanca, esasen sizin muhalifiniz olup, geçenlerde sizin aleyhinizde şunu
şunu söylediğine arkadaşlar şahit olmuş…”
Kralın neye kulak verip neye vermeyeceği,
kimin sözüne itibar edip kiminkini kale alacağı veya almayacağı önden ayarlandığı için,
küçük ve göstermelik temasların kimseye
bir zararı olmayacaktır.
Hakkın hatırını öncelemek
İkinci konu başlığımız hak hukuk meselesi… Bu bağlamda benim dikkatimi
çeken bir husus var ki o da insanımızın
kendine yapıldığında isyan edip, başkalarına yapılan haksızlıklar karşısında sessiz
kalması olgusudur. Bu konu nasıl açıklanabilir?
- “Kendilerini doğrunun yegâne temsilcisi, muhatabını da kendi durduğu yerin
tam zıddında konuşlanmış olarak kabul
ediyorlar” demiyorum, kabul ediyormuş gibi
yapıyorlar. Son ifade ettiğim iki cümle birbirinden oldukça farklı. İlkinde yanlış veya
doğru bir inanmışlık var. Yani kişi samimi…
Tabiî ki samimi olması onun yanlışlıklarını
örtmez; yanlış, yanlıştır.
İkincisinde inanmışlık elbisesi giydirilmiş
bir çıkar ilişkisi söz konusu. Elbette arada
hakikaten inanmış insanlar da var. Her zaman olduğu gibi onlar da ana akıma uymak
zorundalar. Güzellikle olmazsa başka yöntemlerle…
Sonra?
- Sonrasında sen sağ, ben selamet… Yanlışa yanlış diyen kişi, saf ve göz yuman, ilmi
siyaset uzmanı… Yalana ve iftiraya tevessül
etmeyen, beceriksiz, ilkesiz olansa iş bitirici… Prensiplere bağlı olan kişi bozguncu,
güce tutunan, yol arkadaşı… Sahada ter dökense asker, arkadan iş çeviren, vezir…
Bu konuya ilişkin son olarak ne söyleyebilirsiniz?
- Güzel bir tespiti buraya kaydedip bu
konuyu bitirelim. “Memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için
girse bir nevi Çingenelik eder.”
Hamiyet ve hizmet yoksa…
Evet…
- Kuru söğütten düdük olmaz. Eğri çubuğun gölgesi doğru olmaz…
temmuz 2014
97
HABERA JANDASÖYLEŞİ
“Bir toplum değerleriyle,
inançlarıyla, kararlılıklarıyla ve
güçlü bağlarıyla ayakta kalır.
Bir toplumun geleceğinden
ürkülürse, hasım strateji şunu
yapar: Önce o toplumun genç
nesillerinin tarihle olan bağlarını kopartır. O açıdan savaş
ve politika, aslında içiçe geçmiş iki kavramdır. Yani politika
kansız savaştır, savaşsa kanlı
bir politika.”
***
Böyle yerlere, yani pazar ve
enerji imkânlarıyla ve doğal
kaynaklarıyla iştah uyandırıyorsa ve bu iştah yüksek
teknolojinin geldiği en üst
seviyeye rağmen azalmadıysa,
buralara gitmek için bir meşruiyete ihtiyacınız olur. Tarihin
hiçbir döneminde dünyanın
hiçbir yerine gerçek nedenlerle gidilmemişti. Şöyle bir
bakın sömürgecilik tarihine.
Afrika’ya gidildiğinde “Biz sizi
köleleştirmek, ümüğünüzü
sıkmak, kıymetli madenlerinizi
elinizden almak için geliyoruz”
denildi mi? Hatırlayın ünlü bir
Afrikalının sözünü: “Misyonerler topraklarımıza geldiklerinde
bize dua etmesini öğrettiler.
Gözlerimizi kapadık ve dua
etmesini öğrendik. Gözlerimizi
açtığımızda Hıristiyanlık dini
bizim olmuştu, topraklarımız
onların.”
***
2004 senesinde başka bir
adla Irak’ta kurulduğunda
işgale karşı, Sünni direnişi
benimseyen bir yapısı vardı
IŞİD’in. O zaman El-Kaide filan
denmişti. Bakın, haklı adalet
mücadelesi, millet iradesi,
insanca yaşama iradesi Müslüman dünyasının neresinde
varsa, oraya bir şekilde bu
tür örgütler sonradan geliyor;
bütün bu haklı, herkesin
benimseyeceği, Hıristiyan
dünyasında bile içinde azıcık
vicdanı olan yeni neslin vicdanını harekete geçirebilecek ne
varsa onu baştan kesen, kopartan, bu haklı direnişi yerle
bir eden bir davranış biçimi
görüyoruz. Suriye bunun en
çarpıcı örneğidir.
98
temmuz 2014
KÜRESELLEŞME VE
ORTADOĞU’DA KIRILAN
FAY HATLARI
K
ÜRESEL gelişmeler, evrensel değerler, demokrasi,
insan hakları, hukuk ve
eşitlik gibi kavramları ortaya çıkarmanın yanı sıra
güçler arası çıkar çatışmalarını, ülkeler arası siyasî
bağlantıları, güncel ve gelecek hayatlarımızı da şekillendirebilmektedir.
>> Küreselleşme sürecinde
ulus devlet, giderek artan
ölçülerde uluslararası insan
hakları düzenine karşı sorumlu
tutulmaktadır. Ulus devletin
egemenlik alanı ve rolü, uluslararası düzen tarafından tanımlanmakta, küreselleşme ile ulus
devlet daha kapsamlı ve büyük
bir birime bağlı hale gelmekte,
dışa açılmakta, ulusal sınırlar
da esneklik kazanmaktadır.1
Küreselleşme süreciyle birlikte
bir de yeni bir siyasal mekân
ortaya çıkmaya başlamaktadır.
Küreselleşmenin Türkiye’ye
yönelik en önemli etkilerinden
biri, iç politika ile dış politika
arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak iç politikayı dış politikanın uzantısı haline getirmesi
olmuştur. Küreselleşme öncelikle iç politikayı etkilemekte,
iç politika da kendini dış politika üzerinden yeniden üretmektedir. Dış politikaya yön
veren kimliklerin bilinç haritaları değişikliğe uğramakta, yeni
güvenlik ve tehdit algılamaları
ortaya çıkmaktadır.2
Sömürgecilik sonrası
Ortadoğu’da Arap ülkeleri
diktatörler, yerel işbirlikçiler
ve dış güçler tarafından yönetilmişlerdir. Diktatör ve dış
güçler arasındaki uzlaşma ve
çatışmalar, birçok Arap ülkesindeki olayların gidişatını belirlemiştir3. Otoriter rejimlerin
dünyadaki tüm değişim dalgalarına karşı koyarak ayakta
kalmanın yolunu hep bulduğu
bölgede, kentli orta sınıfların
başını çektiği bir özgürlük ve
egemenlik hareketi yerleşik
yapıları sarstı, siyasetin niteliğini değiştirdi.4
İslamcılık düşüncesi 150
yıldır Müslüman toplumları
ulus devletlere bölmenin aracı
olmuştur. Arap halklarının
kendi özgürlük, egemenlik ve
onur mücadelelerini toplumsal hareketlenme ve barışçı
örgütlenme yoluyla yapması
Batı’nın desteğini alırken,
Arap Baharı’ndan 2003 Irak
Savaşı’yla tetiklenen mezhepsel fay hatlarına doğru
bir kayış söz konusu olmuş,
bugün İslamcı örgütler Müslüman toplumlarla çatışmaya,
Müslümanlara eziyet etmeye
başlamışlardır.
Türkiye ise yeni dış politika konsepti gereği bölgesel
ekonomik ilişkilere ağırlık
verirken, sadece Ortadoğu’yla
değil, Balkanlar’dan
Kafkaslar’a kadar her bölgede
etkinlik göstermektedir. Arap
Baharı’nın akabinde sorun
çözücü, istikrar sağlayıcı bir
rol üstlenen Türkiye, Dışişleri
Bakanı Davutoğlu’nun “akil
ülke” tanımlamasıyla uyumlu
bir çizgide ilerlemiş; Başbakan
Zehra Ulucak
[email protected]
Bir anda yeni yapılar, yeni örgütler çıktı ortaya. El Nusra, IŞİD ve
sair… Kafalar kopartılıyor kör bıçakla, insanların kalpleri çıkartılıyor ve bunların görüntüleri tüm dünyaya servis ediliyor. Bundan
en çok Esad yararlandı; “İşte bu!” dedi, “Ben terörle mücadele
ediyorum”. Rakka’da petrol bölgesini teslim etti. Finansman kaynağı üretti, üstüne gitmedi. IŞİD, Özgür Suriye Ordusu ile çarpıştı.
Bu nasıl bir İslam savunuculuğu? Dolayısıyla bu bir maniveladır.
Arkasında sığınak yapanları tek tek saymaya gerek yok, ama son
günlerde bu tür analizler duydukça bir ülkenin adının hiç duyulmaması da bana çok manidar gelmeye başladı.
***
Örneğin İngiltere… Sanki ortada böyle bir ülke yok. 1926 Ankara
Antlaşması’nın tarafı olarak Musul’u oldubittiye getirip kapan,
1926’nın koşullarını isyanlarla 1925’te yaşatan İngiltere herhalde unuttu burayı, herhalde Irak’la hiç ilgilenmiyor. Peki, böyle bir
şey sizce mümkün olabilir mi? Mümkün değil. Dolayısıyla bunların hepsinin hesap edilmesi gerek.
Bu durum sermaye hareketliliği açısından yeni mekânların üretilmesine ve bu sıkışmanın giderilmesine zemin hazırladı. Bu yöneliş,
Soğuk Savaş sonrasının siyasal iklimiyle bütünleşerek yeni coğrafî
alanlar ve yeni devlet yapılarına odaklandı. Kapalı ve sorunlu devlet
yapıları ise ilk akla gelenlerdi. Buralara yönelişler oldu. Bu yönelişlerin esası, pazarlık gücü daha sınırlı olan, daraltılmış küçük devlet
modellerinin oluşumuna dayanıyordu. Nitekim öyle de oldu. Bugün
Suriye, Irak, hatta Libya için üçe bölünmelerden söz ediyoruz. Bu
ufalanmalar, yeni devletler veya devletçiklere yönelik denetim
zorluğunu en aza indirebileceği gibi, her biri küçük birer kâr adacığı
gibi bir işleve sahip olmalarına da zemin hazırlayacaktır.
***
Biz bütün bu coğrafyanın verdiği çeşitlilikle dış politikada da
seçeneksiz olamayız. Tek seçenekli hiç olamayız. Bunların hepsiyle birlikte olmalıyız, hepsiyle hem oyun kurucu, hem yönlendirici,
hem aktif rol alıcı bir işleve sahip olmak zorundayız. Bu böyle
olmak zorundadır. Olmadığı takdirde bu coğrafyaya hapsedilir-
Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı
Prof. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu
temmuz 2014
99
HABERA JANDASÖYLEŞİ
siniz. Tarih boyunca da bu
hep böyle olmuştur. Bakın,
bir söz söylenmiştir Türkiye
için: “Soldukça sulanmalıdır,
yükseldikçe budanmalıdır.”
Bu sözün sahibi, İngiltere
Eski Başbakanı Churchill’dir.
***
Ortadoğu’da rejimler ve
halklar birbirinden ayrı
keyfiyetlerdir. Yani bir ülkeyi
rejimleri üzerinden değerlendiremezsiniz. Orada halklarla
rejimler başka şeylerdir.
Oraya suni olarak bırakılan
totaliter yapılar, bölgeye
nizam vermek isteyenlerin, özellikle İngiltere ve
Fransa’nın bıraktığı bir mirastı. Bu mirasla kendilerinin
bekçiliğini yaptırmak istediler. Ama şimdi halklar diyor
ki, “Bu zengin toprakların
yoksul bekçileri olamayız.
Bu kaynakların asıl sahipleri
bizleriz. Biz, artık kukla yönetimler ve maşa örgütlerle
temsil edilemeyiz.” O yüzden
ne IŞİD’i, ne Saddam’ı, ne
Esad’ı… Bunlar, o halkların
gerçek temsilcisi olamazlar.
***
Koca İslam medeniyeti darmadağınık. İçinde bir Türk
dünyası var, darmadağınık.
Ne arıyorsunuz? Doğal
kaynakları. Nerede? Burada.
İnsan? İnsan kaynağı da
burada. Genç nüfuslar zıpkın
gibi, ama bir araya gelme
iradeleri ellerinden alınmış.
Hayır, Türkiye artık bu kabuğu kırmaktadır ve ilk defa
Türkiye bu bölgede halklar
nezdinde -rejimler değil, onlar
manipüle edilmiş, üzerlerinden algı yönetiliyor- böyle bir
tohumlanma yapılmaktadır.
Yeter ki inançlı ve istikrarlı
yürüyüş devam etsin. Ancak
bunun için de ekonomik çekiciliğimizin artması gerekir.
Burada parantez içinde şunu
söylemek isterim: IMF’den
kurtulmuş bir ülke olarak
bundan sonra yapacağımız
yegâne hamle, ileri stratejik
teknoloji üretmek ve katma
değeri yüksek ürün kategorisine geçmektir.
100
temmuz 2014
Erdoğan’ın Kuzey Afrika gezisinde inançlı bir lider olmasına
karşın laik devlet yönetiminden yana olduğunu söylemesi
Batı dünyasından çok olumlu
tepkiler almıştır.
Biz de bölgesel ve küresel
gelişmeleri, ulus devlet anlayışını, Ortadoğu’da kırılmaya
yüz tutan fay hatlarını, dünyayı
ve Türkiye’yi Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı,
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı ve Uluslararası
İlişkiler Profesörü Sayın Yaşar
Hacısalihoğlu’yla konuştuk.
***
Dediler ki, “Biz
okyanusun dibine
attık onu”…
• Hocam, öncelikle söyleşi
teklifimizi kabul ettiğiniz
için teşekkür ediyorum…
Ortadoğu’da yaşananları, Suriye ve Irak’taki
gelişmeleri ve son olarak
IŞİD’in durumunu nasıl
değerlendirirsiniz? IŞİD
nasıl bir örgüt ve kime
çalışıyor? Musul’daki Türk
Başkonsolosluğu’na düzenlenen saldırı ve rehin
alma hadisesinin sebebi
neydi?
Soğuk Savaş döneminin
bloklu bir yapısı vardı. O zaman iki taraf, ideolojik zemin
üzerinden bir karşıtlık üretmişti ve sınırlar belliydi. Her
şey büyük ölçüde kaba kuvvete
dayalı yöntemlerle yürüyordu.
Uluslararası ilişkilerde karşıtlık
ve düşmanlık algıları esastı.
Bütün bunların değişime uğradığı yeni bir döneme girildi.
Bu yeni dönemde güçlerin
hedefleri gözden geçirilmiş
ve buna dayalı yeni yöntemler
saptanmıştır.
Biz uluslararası sistemi şöyle
görmeliyiz: “Büyük bir bilek
güreşinin olduğu yer.” Uluslararası ortam, keşke işbirliğinin
çok daha kolay işlediği, ortak
idealde buluşulan, insanlık
adına yararlı şeyler üreten bir
sistem olsaydı, ama maalesef
böyle değil. Çıkarlar belirleyici, ama bu çıkarlar nedense
çoğu zaman işbirliğinden
daha çok çatışmayı besliyor ve
her zaman kaotik bir ortamla
karşı karşıya kalıyoruz. Hal
böyle olunca bu yeni dönemin
yöntemlerine baktığımızda
-geçmişten çok daha farklı
olarak- yeni dönemde önemli
jeopolitik boşlukların, sinir
uçlarının üzerinde büyük bir
kümelenmenin ortaya çıktığını
görüyoruz.
Sovyetler Birliği’nin önce
kendi içinde çözülmeler başladı. Ardından Balkanlar, Doğu
Avrupa, Kafkaslar, Orta Asya
ve Ortadoğu gibi jeopolitik
önemdeki bölgelerde önemli
değişimler yaşandı. Ortadoğu
özelinde Irak ve Suriye de bu
değişimden nasibini aldı. Saddam ve Baba Esad’lı dönemler
kapandı. Onlar ortadan kalkınca adeta bir enerji boşluğu
doğdu. Ama dünyada değişmeyen bir şey daha vardır ki, o
da, sürekli büyük güçlerin, büyük hedef koyanların, dünyaya
nizam vermek isteyenlerin
davranış biçimidir. Bu davranış
biçimi iki unsura odaklanıyor:
Birincisi, yerin altının bereketine yönelen ilgi ve hiç eksilmeyen iştah. İkincisi ise, yerin
üstünün bereketi. Yani geniş
nüfuslu, özellikle genç nüfuslu
ve hatta üretmekten çok tüketmeye eğilimli pazarlar; bir
ülkenin veya bölgenin pazar
olarak görülmesi, ilgi uyandırması, iştah kabartması…
Böylesi iki nokta üzerinde
bulunduğumuz coğrafyada
yeniden saflaşmanın gereği
ortaya çıktı adeta. Bu noktada
aracı kurumlar niteliğinde
“aracılarla savaş, aracılarla
mücadele ve vekâlet savaşları”
tarzında diyebileceğimiz devletlerarası ilişkiyi örtülü bir
savaşla yürüten terör örgütleri
peydahlandı.
El-Kaide adını 11 Eylül’den
sonra dünya daha çok duydu.
Sovyetlerin Afganistan işgali
sonrası başındaki kişinin biçim
değiştirdiğini duyduk. Bir resimlerini gördük, bir de dediler
ki, “Biz okyanusun dibine attık
onu”. Ne güzel, ne kıymetli
sırları vardı onun, keşke onları
öğrenebilseydik. Kimle nasıl
ilişkileri vardı acaba?
Şunu söylemek isterim ki,
böyle yerlere, yani pazar ve
enerji imkânlarıyla ve doğal
kaynaklarıyla iştah uyandırıyorsa ve bu iştah yüksek
teknolojinin geldiği en üst
seviyeye rağmen azalmadıysa,
buralara gitmek için bir meşruiyete ihtiyacınız olur. Tarihin
hiçbir döneminde dünyanın
hiçbir yerine gerçek nedenlerle gidilmemişti. Şöyle bir
bakın sömürgecilik tarihine.
Afrika’ya gidildiğinde “Biz
sizi köleleştirmek, ümüğünüzü
sıkmak, kıymetli madenlerinizi
elinizden almak için geliyoruz!” denildi mi? Hatırlayın
ünlü bir Afrikalının sözünü:
“Misyonerler topraklarımıza
geldiklerinde bize dua etmesini öğrettiler. Gözlerimizi kapadık ve dua etmesini öğrendik.
Gözlerimizi açtığımızda Hıristiyanlık dini bizim olmuştu,
topraklarımız onların.”
Oysa söylenen, beyaz
adamın boynunun borcuydu
putperest topraklara semavi
bir dini götürmek. Çıktısı ne
oldu? Kolonyalizm, kölecilik
ve bunları dünya siyasî tarihine armağan ettiler. Irak’a da
demokrasi ve insan hakları
götürmek için gidildi. Ama
orada Basralı Ömerler, Felluceli Aliler babasız ve annesiz
kaldılar. Elleri kolları kopartıldı üzerlerine düşen demokrasi
bombalarıyla. Böyle bir noktada hedefteki yere giderken
meşruiyet aracına ihtiyaç
duyarsınız, mızrak uçlarına
ihtiyaç duyarsınız; sistem böyle
işliyor.
Dolayısıyla 11 Eylül sonrası ne dendi? “Sovyet bloğu
yok artık! Düşman yenildi,
komünizm çöktü. Fakat yeni
bir düşman var. Kim? Küresel terör…” Bu sıfat nasıl
ortaya çıktı? “Yok, yok! Siz
anlamadınız. İslam’la terörü
yan yana getirin… İşte anlamanız gereken bu!” Zihinlere
bu yerleştirildi. İslam, doğası
gereği yaratılışın, fıtratı gereği
varlığın, bütün hikmeti gereği
barışın, kardeşliğin, komşuluk
ve kardeşlik hukukunun ve
de her şeyden önemlisi adalet
duygusunun içinde olduğu bir
hikmettir. Dolayısıyla terörle
İslam’ı özdeşleştirmek ve
kalıcılaştırmak, özellikle Batı
toplumlarının zihnine bunu
yerleştirmek adına bu örgütler işe yarıyor. Bu örgütlerin
İslam’a faydasını tespit eden
varsa çıksın söylesin. Bu elle,
bu tür yöntemlerle nasıl bir
faydası var?
İsteriz ki bütün dünya
İslam’ı benimsesin. Bu yöntemlerle mümkün mü? Bu tür
örgütler bugünün gençliğine
sempati uyandırır mı? Bu tür
örgütlerin varlığı ve işleyişi,
temmuz 2014
101
HABERA JANDASÖYLEŞİ
bizim zorunluluğumuz mu bu?
Türkiye gözümüzün önünde.
Müslüman ve millet iradesiyle
yaşayabilen, demokrasi ile İslam’ı
bir arada buluşturabilmiş, bunu
ispatlamış bir ülke; biz de böyle
yaşamalıyız.”
İslam’a yapılmış en büyük kötülüktür. IŞİD denilen yapı bir
tür Sünni örgütlenmeymiş ve
Sünnilerin haklarını savunmak
üzere -Irak’ta Maliki rejiminin
baskıcı, mezhepçi Müslümanlara zarar veren o ayırıcı
niteliğini gözardı etmeden ve
bunu da gerekçe göstererekSünnilerin ezilmişliğini ya da
horlanmışlığını ya da doğal
kaynaklardan ve sairden uzak
kalmasının bir giderici unsuru
öncüsü olacakmış. Böyle bir
şeyin doğru olduğunu söylemek mümkün değil.
“Nerede haklı bir
mücadele varsa
örgütlerin elleriyle
kestiler”
Şunu söylemek gerekir:
IŞİD’in yaptığı, bugün Irak’ta
yüzyüze kaldığımız, analiz
etmeye çalıştığımız davranış
biçimlerine bakın, bu İslam’a,
Müslümanlığa dönük ve
ihtiyaç duyduğumuz devrim
niteliğine dayalı bir şey midir?
Şunu demek istiyorum: Tarih
102
temmuz 2014
boyunca İslam dünyasında
Sünni ve Şii ayrılığın fesadını
yerleştirenler, İslam’a yapılmış
en büyük kötülükle tarihe
adlarını yazdırmışlardır. Ayrıntısına girmek istemem ama
sordunuz ya “IŞİD’in arkasında kim var?” diye, bundan
1500 yıl önce bu hadiselerin
arkasında kim vardı ise o var.
Orada da aynı şey çıkar.
Hıristiyan dünyası da birbiriyle çok çekişti. Ortodokslar,
Katolikler, ardından Protestanlar çelişkileriyle büyük
çatışmalar yaşadılar. Ama artık
onlar için bitti bu işler. Şimdi
bizim dünyamıza yıkılmış
durumda, bizim medeniyetimiz benzer çatışmayı yaşıyor
ve olaylar koca bir medeniyeti
büyük bir girdaba çekiyor.
Adeta içine gireni yok ediyor.
Nedir bu girdap? Sünni-Şii
ayrılığı. “Körükledikçe körükleyelim, bloklaştırdıkça
bloklaştıralım, çatıştıralım,
istediğimizi yapalım…” Bu da
yetmiyor, IŞİD gibi yapılarla
Sünni blok da atomize edili-
yor aslında. Bunun da kanıtı,
IŞİD’in Suriye’deki tavrıdır.
2004 senesinde başka bir
adla Irak’ta kurulduğunda
işgale karşı, Sünni direnişi
benimseyen bir yapısı vardı
IŞİD’in. O zaman El-Kaide
filan denmişti. Bakın, haklı
adalet mücadelesi, millet iradesi, insanca yaşama iradesi
Müslüman dünyasının neresinde varsa, oraya bir şekilde
bu tür örgütler sonradan geliyor, bütün bu haklı, herkesin
benimseyeceği, Hıristiyan
dünyasında bile içinde azıcık
vicdanı olan yeni neslin vicdanını harekete geçirebilecek ne
varsa onu baştan kesen, kopartan, bu haklı direnişi yerle bir
eden bir davranış biçimi görüyoruz. Suriye bunun en çarpıcı
örneğidir.
Kaç yıldır Suriye her sorulduğunda şunu söylüyorduk:
“İnsanlar burada hakça yaşamak
istiyor ve şunu diyorlar: ‘Babadan oğula geçen bir rejimle
yaşamak zorunda mıyız?’ Dünyada bir yığın iyi örnek varken
Tüm bu haykırışlar, Suriye
muhalefetinin özünü oluşturuyor. Peki ya ne oldu sonra? Bir
anda yeni yapılar, yeni örgütler
çıktı ortaya. El Nusra, IŞİD
ve sair… Kafalar kopartılıyor
kör bıçakla, insanların kalpleri
çıkartılıyor ve bunların görüntüleri tüm dünyaya servis
ediliyor. Bundan en çok Esad
yararlandı; “İşte bu!” dedi,
“Ben terörle mücadele ediyorum”. Rakka’da petrol bölgesini
teslim etti. Finansman kaynağı
üretti, üstüne gitmedi. IŞİD,
Özgür Suriye Ordusu ile çarpıştı. Bu nasıl bir İslam savunuculuğu? Dolayısıyla bu bir
maniveladır. Arkasında sığınak
yapanları tek tek saymaya
gerek yok, ama son günlerde
bu tür analizler duydukça bir
ülkenin adının hiç duyulmaması da bana çok manidar
gelmeye başladı. Örneğin
İngiltere… Sanki ortada böyle
bir ülke yok. 1926 Ankara
Antlaşması’nın tarafı olarak
Musul’u oldubittiye getirip
kapan, 1926’nın koşullarını
isyanlarla 1925’te yaşatan İngiltere herhalde unuttu burayı,
herhalde Irak’la hiç ilgilenmiyor. Peki, böyle bir şey sizce
mümkün olabilir mi? Mümkün değil. Dolayısıyla bunların
hepsinin hesap edilmesi gerek.
Bu noktada bir şey söylemek
isterim Zehra Hanım. Uluslararası ilişkiler analizi iki katmanlı yapılmalıdır. Birinci katman, “görünenlerin analizi”dir.
Sonuçlardan yola çıkarsınız.
Dersiniz ki, “El-Kaide’nin bir
uzantısıdır, ayrışmıştır, yeni bir
yapıdır; Sunnileri savunmaktadır. Maliki baskıcı rejimle
buna ortam sağlamıştır. Sünnileri birbirine kırdırmak adına
sessiz kalmaktadır” vs. İkinci
katmansa “görünmeyenlerin
analizi”dir. Sadece görünmeyenlerin analizi ile uğraşırsanız
komplocu olursunuz. Yeterince
ispat edemezseniz hayalcilikle
de suçlanırsınız. Ama birinci
katmanla ikinci katman arasında bağ kurup birinciden
ikinciye veri taşır ve bir sentez
yaparsanız gerçeğe ulaşırsınız.
Uluslararası ilişkiler aslında
perdelidir, ajandalıdır. Görünmeyenlere kayıtsız kalınarak,
sadece görünenlerle meşgul
olunursa ederler hiçbir zaman
ne gerçeğe ulaşır, ne de sonuca.
İkisini birlikte sentezleyerek,
harmanlayarak yapmak gerekir.
Böyle yapıldığında IŞİD’in
gerçek niyeti ortaya çıkar. Ne
İslam’a, ne de Müslümanlığa
faydası vardır bu yapılanların.
“Küçük kâr
adacıkları
oluşturmaya
hazırlanıyorlar”
İslam’ın, bugün geldiği noktada dâhilî düşmanları, haricî
düşmanlarından çoktur. Esas
olan buna zemin hazırlamasıdır. Bu zemini hazırlarsanız,
küresel hesabı olanlar buna
atlarlar tabiî. Bunu biz söylemiyoruz. Bunu yayınladılar
rapor olarak. Hatta bu bir Pentagon raporuydu. Amerikan
ordusunun Eğitim ve Doktrin
Komutanlığı yayınlamıştı.
Oradan küçük bir not olarak
kalmış zihnimde. “21. Yüzyılda
Terörizm İçin Askerî Rehber”
başlıklı bir rapor. Burada çarpıcı bir iki tasnif vardı. Devletlerle ilişkili terör örgütleri ikiye
ayrılıyordu: Birincisi, devlet
destekli terör örgütleri (state
supported). İkincisi ise, devlet
yönelimli terör örgütleri (state
directed). Dünyada terör örgütleri üzerine artık böyle bir
tasnif yapılıyor. Bunların kim
olduğu raporda belirtilmemiş.
Dolayısıyla herkesin kendine
göre bir terör tarifi, herkesin
kendine göre bir terör örgütü
var. O açıdan IŞİD’in buradaki
mevzilenişini bu noktadan
görmek gerekir.
Aynı zamanda bu, dikkat
edilecek olursa yeni dönemde
Irak ve Suriye’de bir türlü
yönetilemeyen ya da yönlendirilemeyen mevcut siyasî
iradelerin daha kestirme bir
yolla haritalandırılarak, doğal
kaynaklara dayalı yeniden bir
harita çizilmesine katkı sunulması demektir. Korkarım ki
bu, bu işten medet umanların
yeni bir harita çizilmesi konusunda düğmeye basma adına
da son hamlesidir.
Biz bunu Soğuk Savaş
sonrası dönemde de gördük
ve söyledik. Şöyle gördük:
Dünyada iki strateji çatışacak
ki birincisi, mevcut duruma
dayalı olarak statükoyu kabul
edip mevcut durumu sınırların
değişmezliği üzerinden yürüteceklerin stratejisi, yani toprak
bütünlüğü stratejisi. İkincisi
ise, mevcut durumu kalıcı
veri almayarak sınırlarında
değişebileceğine dayalı anlayış;
“Soğuk Savaş sonrası dünya
değişti ve bu değişime bağlı
olarak siyasî atlas da değişecek.
Dolayısıyla ufalanmalar, parçalanmalar yaşanacak ve yeni
dönemde toprak bütünlüğü
tezi değil, toprak bütünlüğü
tezinin geçersizliğinin öne
çıktığı bir strateji olacak” diyenlerin yaklaşımı.
Bu iki strateji bugün çatışıyor. Buna bir dönem “Balkanlaşma” dendi. Aslında uluslararası politikada belirginleşen
trend, mekânsal temelli ve
milli sınırlar üzerinden yeni
birleşmelere değil, daha çok
parçalanmalara, coğrafî boşanmalara işaret ediyor. Soğuk
Savaş sonrası iki Almanya’nın
birleşmesi dışında başka
birleşme örneği yok. Oysa
parçalanmalar daha çok. Örneğin bu belirgin trende göre
Kıbrıs adasının da tek devlet
olarak birleşmesi çok güçtür.
Bu durumun, yani uluslararası
ortamda birleşmelerden daha
çok parçalanmaların yaşanıyor olmasının nedenleri, esas
olarak yeni dönemin ekonomi
politiğinde saklıdır. Buna
göre Soğuk Savaş döneminde
mekânsal olarak sıkışan sadece
güvenlik boyutu değildi, aynı
zamanda ekonomik alanda,
özellikle sermaye hareketliliğinde kısıtlılık, yine mekânsal
esası, pazarlık gücü daha sınırlı
olan, daraltılmış küçük devlet
modellerinin oluşumuna dayanıyordu. Nitekim öyle de oldu.
Bugün Suriye, Irak, hatta Libya için üçe bölünmelerden söz
ediyoruz. Bu ufalanmalar, yeni
devletler veya devletçiklere
yönelik denetim zorluğunu en
aza indirebileceği gibi, her biri
küçük birer kâr adacığı gibi bir
işleve sahip olmalarına da zemin hazırlayacaktır. Gidişat bu
yönde, trend böyle işliyor. Ön-
anlamda sermaye sıkışmasına
yol açmıştı.
celikle bunu tespit etmeliyiz.
Bu trend veya gidişata karşı
çıkmak veya benimsememek
ayrı bir konu, bu durumu saptamak ve buna göre bölgeleri
ve uluslararası ortamı analiz
etmek de ayrı bir husus.
Bu durum sermaye hareketliliği açısından yeni
mekânların üretilmesine ve
bu sıkışmanın giderilmesine
zemin hazırladı. Bu yöneliş,
Soğuk Savaş sonrasının siyasal
iklimiyle bütünleşerek yeni
coğrafî alanlar ve yeni devlet
yapılarına odaklandı. Kapalı
ve sorunlu devlet yapıları ise
ilk akla gelenlerdi. Buralara
yönelişler oldu. Bu yönelişlerin
Bu noktada söylenmiş iki
söz, bu sürece dair yaklaşımları
yansıtıyor. Birincisi, ABD’li
futürist John Naisbitt’in
“Dünya tek pazar haline gelecekse parçaları küçük olmalı”
sözü. Diğeri ise, bir dönem
temmuz 2014
103
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Genişlemeden Sorumlu AB
Komiseri’nin “Biz Müslüman
ülkeyi AB’ye tam üye yaparız,
ama küçük olmalı” sözü...
Aslında bu durum daha çok
yöntemler açısından yeniliğe
işaret ediyorsa da meselenin esası açısından geçmişle
benzerlikler taşır. Nitekim
Osmanlı’dan sonra Batı tarafından Ortadoğu’ya bırakılan
mirasın özünde şu anlayış vardır: “Biz topumuzu, tüfeğimizi,
üniformamızı götüreceğiz ama
gözümüz arkada kalmamalı.
Önce haritalar özenle, büyüklükleri küçülterek, etnik ve mezhepsel ayrışmaları körükleyerek
ihtilafların kalıcılaştırılması
esasına göre çizilmeli. Öyle ki,
günün birinde denetim sorunu
yaşarsak, bu ihtilaflar bölgeye
104
temmuz 2014
müdahale etmemize meşruiyet
kazandırmalı ve tabiî ki bizden
sonra bırakacağımız baskıcı
rejimler de bizlerin çıkarlarını
gözetecek tarzda olmalı.”
Bu anlayış Ortadoğu’ya
nizam vermiş ve geriye Irak,
Suriye ve Ürdün gibi ülkeleri,
cetvellerle sınırlarını belirleyerek yeni ülkeler diye önümüze
koymuştur. Aynı ümmetin bu
ülkelerinin farklılıklarından
çok benzerlikleriyle bilinmelerine rağmen bu gerçek
hep ötelenmiş ve ihtilaflarıyla
yoğrulan bir kaos coğrafyasına
dönüştürülmüştür burası. Bölgede sürekli ayrışan, atomize
olan, ihtilaflarını uzlaşmaz
çelişkilere dönüştüren ve milletleşmenin önünü tıkayarak
güç oluşumunu engelleyen bir
süreç hep egemen olmuştur.
Bugün 50 eyaletli -eyalet
sistemiyle yönetilen- ABD, iddiam o dur ki -gidip yaşadım,
bizzat görmek için 42 eyaletini
de gezdim- “bir millet refleksi
ile çalışır”. Çünkü bir devlet,
milletiyle bütünleşirse güç
olur. Güç ise yönetilebilirse
gerçek olur. İç barışını sağlayamamış, bir balıkçı ağı gibi
içeride bütünleşmemiş hiçbir
devlet, dışarıdaki, uluslararası
arenadaki bilek güreşinde galip
olamaz.
Örneğin Mısır’da bir millet iradesi ile seçim oldu ve
hemen “beş benzemez” orada
darbeyi destekledi, finansmanını sağladı, siyasi gücünü de
yansıttı ve ülkeyi darmadağın
etmeye kalkıştı. Bu “beş ben-
zemez”, İsrail, Suudi Arabistan, İngiltere, Esed ve General
Sisi. Buradaki davranış biçimini görmezsek gerçeği anlayamayız. Hiç kimse “Cambaza
bak!” mantığıyla uluslararası
ilişkiler analizi yapmamalı.
Esas olan, gerçekte var olan
mekanizmayı çözmek.
“Soldukça
sulanmalı,
yükseldikçe
budanmalı”
• Türkiye, mevcut stratejik
konumunun ve küresel
konjöntürün kendisine
sunduğu fırsatları yeterince
kullanabiliyor mu?
Türkiye’nin bulunduğu yer,
hakikaten biricik bir yer. Bunu
ben değil, harita söylüyor. Tür-
kiye, üst ölçekte Asya, Avrupa
ve Afrika’nın, alt ölçekte ise
Balkanlar, Karadeniz, Akdeniz, Kafkaslar, Orta Asya ve
Ortadoğu’nun en stratejik orta
yeridir, merkezî konumdadır. Bu konum eşsiz fırsatlar
manzumesi sunar. Bu coğrafi
konumun stratejik değeri,
Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada ayrıcalıklı kılmaktadır. Üç
tarafının denizlerle çevrili olması başlı başına üstünlüktür.
Bu durum dış politika stratejilerine de doğrudan yansır.
Her şeyden önce bölge
merkezli dış politika stratejiniz
esas olmalı. Türkiye’nin çevresindeki tüm bölgeler, mutlak
suretle sizinle hemhaldirler.
Yani Ortadoğu, Kafkaslar,
Balkanlar, Akdeniz ve Karadeniz dünyasıyla… Bizim milli
ve idari sınırlarımızın yanı sıra
başka sınırlarımız da var. Bizim inanç, kültür ve ekonomik
sınırımız çok geniş coğrafyaları
içine alır. Üstelik bu sınırlar
başka ülkeleri bölen, onlarla
çelişen, onları dışlayan değil,
onlarla hemhal olan sınırlardır.
Tarih boyunca da bu hep böyle
olmuştur. Dolayısıyla geliştireceğiniz dış politika stratejiniz
de bunları gözetip öne çıkartarak ortaya konulmalı.
Biz bütün bu coğrafyanın
verdiği çeşitlilikle dış politikada da seçeneksiz olamayız.
Tek seçenekli hiç olamayız.
Bunların hepsiyle birlikte
olmalıyız; hepsiyle hem oyun
kurucu, hem yönlendirici, hem
aktif rol alıcı bir işleve sahip
olmak zorundayız. Bu böyle
olmak zorundadır. Olmadığı
takdirde bu coğrafyaya hapsedilirsiniz. Tarih boyunca da
bu hep böyle olmuştur. Bakın,
bir söz söylenmiştir Türkiye
için: “Soldukça sulanmalıdır,
yükseldikçe budanmalıdır.” Bu
sözün sahibi, İngiltere Eski
Başbakanı Churchill’dir.
“Soldukça sulanmalıdır”:
“Bir pazar olarak, stratejik
olarak tutulmalıdır: Maazallah bize hasım birinin eline
geçerse ne yaparız?” “Yükseldikçe budanmalıdır: Yükselirse
mızrak çuvala sığmaz, kontrol
edemeyiz.”
Dolayısıyla bu açıdan da
bu coğrafya, bulunduğumuz
bu yer, başlı başına bu özelliği
ortaya koyar.
Son yıllarda bölge merkezli
dış politikaya yönelişimiz ve
bilhassa Ortadoğu’yu tekrar
hatırlamamız önemli. Burada
da şöyle bir yol izlendi: “Bu
konuda yanlışlar yapıldı” diye
eleştiriler yapılabilir, ama bu
uzun soluklu bir iş aslında.
Bunun kırılma noktası “Davos
süreci”dir. Oradan günümüze
gelen süreç içerisinde uygulanan şey de aslında bir kamu
diplomasisi, yani halklarla
hemhal olma durumudur. Başlangıçta, yani Davos’ta spontan
gelişen durum sonrasında
mutlak suretle her şey bilinçle
yürütülmüştür diye düşünüyor,
öyle umut ediyorum. Kamu
diplomasisi yolu meşakkatlidir,
sabır ister. İnanç ve dayanıklılık ister. Sonuna kadar taşımak
ve götürmek gerekir.
“Dünya beşten
büyüktür”
Ortadoğu üzerinden cevap
verecek olursak… Ortadoğu’da
rejimler ve halklar birbirinden
ayrı keyfiyetlerdir. Yani bir
ülkeyi rejimleri üzerinden
değerlendiremezsiniz. Orada
halklarla rejimler başka şeylerdir. Oraya suni olarak bırakılan
totaliter yapılar, bölgeye nizam
vermek isteyenlerin, özellikle
İngiltere ve Fransa’nın bıraktığı bir mirastı. Bu mirasla kendilerinin bekçiliğini yaptırmak
istediler. Ama şimdi halklar
diyor ki, “Bu zengin toprakların yoksul bekçileri olamayız.
Bu kaynakların asıl sahipleri
bizleriz. Biz, artık kukla yö-
netimler ve maşa örgütlerle
temsil edilemeyiz.” O yüzden
ne IŞİD’i, ne Saddam’ı, ne
Esad’ı… Bunlar, o halkların
gerçek temsilcisi olamazlar.
Bugün Mısır’daki Sisi de
halkın temsilcisi olamaz, o
da bir kukladır. Türkiye’nin
yürüttüğü “kamu diplomasisi”,
halkların yüreklerine ve zihinlerine bırakılan tohumlardır.
Bu meşakkatlidir, sabır ister,
uzun solukludur, değerlerle
sürdürülen bir yaklaşımdır.
Bu değerler, subjektif şeyler
değildirler. Değerden kastettiğim, uluslararası sistemin içine
düştüğü boşluk, bir değersizlik
boşluğu. Nedir o? Uluslararası
hukukun, yani adalet duygusunun yok olması.
Birleşmiş Milletler diye devasa bir yapı var. Ondan beklenene yeterince cevap veremeyen, yaptırım gücü olmayan bir
adres görünümünde. Güzel bir
söz vardır “Beş mi büyüktür,
dünya mı?” diye, dünya beşten büyüktür. Beş daimî üye
dünyaya nizam verecek, onlar
üzerinden her şey Güvenlik
Konseyi’nde yönlendirilecek
(!)... Böyle bir yapıdan hayır
gelir mi?
Konjonktür değişmiş, yeni
bir dünya var artık. Başka
ülkeler var, mazlumlar var…
Dolayısıyla Türkiye’nin bugün
itibariyle tuttuğu yol ve ilerlemek istediği nokta, elbette
bütün bu dış politika seçenekleri içinde çeşitlendirerek hepsiyle temas kurmaktır. AB’ye
üyelik süreci sürsün, ama bunu
yaparken başka yerlerle olacak
ilişkilerimiz engellenmesin,
başka yapılarla kurulacak
bölgesel ittifaklarımız ayrılığa
uğratılmasın.
Koca İslam medeniyeti
darmadağınık. İçinde bir Türk
dünyası var, darmadağınık. Ne
arıyorsunuz? Doğal kaynakları.
Nerede? Burada. İnsan? İnsan
kaynağı da burada. Genç nü-
fuslar zıpkın gibi, ama bir araya gelme iradeleri ellerinden
alınmış. Hayır, Türkiye artık
bu kabuğu kırmaktadır ve ilk
defa Türkiye bu bölgede halklar nezdinde -rejimler değil,
onlar manipüle edilmiş, üzerlerinden algı yönetiliyor- böyle
bir tohumlanma yapılmaktadır.
Yeter ki inançlı ve istikrarlı
yürüyüş devam etsin. Ancak
bunun için de ekonomik çekiciliğimizin artması gerekir.
Burada parantez içinde şunu
söylemek isterim: IMF’den
kurtulmuş bir ülke olarak bundan sonra yapacağımız yegâne
hamle, ileri stratejik teknoloji
üretmek ve katma değeri yüksek ürün kategorisine geçmektir. Yani futbol terimiyle süper
lige, A grubuna çıkmak…
Biz, artık cari açıklarla uğraşmayan, ürettiği değerlerle
ülkeler üzerinde çeşitlilik kazanan, ortak barışı sağlayacak
bir ülke haline gelmeliyiz.
Bunun için önemli stratejiler
geliştirildiğini biliyorum. İnşallah bunlar başarılır.
“Almanya
tedirgin”
• Türkiye’nin, Dışişleri
Bakanı Davutoğlu’nun
“akil ülke” tanımlamasıyla
uyumlu bir çizgide ilerlediğini düşünüyor musunuz?
“Hayali gerçekleştirmesin”
diye uğraşanlar çok. Az önceki
sorunun cevabında da bu saklıydı. Bakın, tarihinde ilk defa
belki ama -biz ‘dost müttefik’
diye laflar ederdik - Almanya
çok tedirgin. En tedirgin olan
Almanya belki de. Türkiye’nin
toparlanışı ve ilerleyişinden
tedirgin. İstanbul’daki bazı
projelerden bile tedirgin. Ben
şaşkınlıkla izledim; “Başbakan
Almanya’ya gidecek, kapalı
toplantı düzenleyecek” diye
gazete manşetlerinde ağıza
alınmayacak laflar neden
edildi? Hep bu tedirginlikten.
temmuz 2014
105
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Mısır’a kadar geldi, Mısır’da
durdurulmak istendi. Mısır’da
o seçimle birlikte ortaya çıkan
sonuç bunu ortaya koymuştu.
İhvan Hareketi’nin Mısır’da
kuruluşundan günümüze
kadarki çeşitli merhalelerle
yaşadığı değişimler ve yeni
tecrübeler edindiği noktasında
da bu sonuca varıyoruz. Nitekim hazırladıkları anayasada
da İslam’la demokrasiyi birleştiren çok önemli maddeler
vardı aslında. Ama orada da
unutmayalım ki Selefi anlayış
ve Vahhabi gölgesi ve etkinliği,
bu anayasayı da boykot etmişti. Hatta “Neden yeterince
şer’i hüküm içermiyor?” diye
eleştirmişti. Batı’ya nasıl yansıtıldı? “Mursi şer’i hükümlerle
şeriat devleti yönetiyor; radikal
İslamcı” filan dendi. Bakın
çelişkilere! Esasen her ikisi de
manipülasyondu. Esas olan,
İhvan’ın da millet iradesiyle
seçilmiş olmasıydı.
Bu tedirginlik şunu gösteriyor
aslında Zehra Hanım: Almanya diyor ki, “Türkiye benim
kulvarımda ve benim ölçülerimde bir ülke olma yolunda”.
Korkusu bu! İleri teknoloji
üretecek -bu konuda mesafe
almamız gerekiyor- nüfus
büyüklüğü, coğrafi büyüklüğü,
etki alanlarındaki çatışmalar,
pazar imkânları Almanya’yı
tedirgin ediyor.
“Akil ülke”den benim anladığım, ekonomisi istikrarlı,
nihaî maldan çok ara malı
üreten, ileri teknolojiye dayalı
üretim mekanizmasını kuran,
enerji santrali açısından önemli
ölçüde bir merkez işlevi gören
ve bunları da katma değere dönüştürebilen bir ülke noktasına
geliyor. Ortadoğu’daki halklar
üzerinde yumuşak gücünü de
kullanıyor olması, uluslararası
sistemde Türkiye’ye bir değer
daha yüklüyor.
“Demokrasi inancı
106
temmuz 2014
bölge insanının
yüreğine ve zihnine
yerleşti”
• Arap devrimlerini başarısız
olarak nitelendirmek doğru olur mu? İslamî partilerin kısa süreli iktidar deneyimlerinden yola çıkarak
siyasal İslam’ın sonunun
gelip gelmediğine yönelik
tartışmalardan bahsetmek
ne kadar doğrudur?
Ben “Arap Baharı” nitelemesinin yaşananları tam olarak
karşıladığını düşünmüyorum.
Sonuçta bu Soğuk Savaş sonlandıktan sonra dünya yeniden
şekillenirken, beraberinde yeni
teknolojiler, yeni imkânlar,
yeni bir neslin ortaya çıkması
bunların kullanılmasını getirmiştir -daha önce hiç tanıdık
olunmayan stratejik iletişim
çağındayız-. Birçok çalışmanın
algılar üzerinden yürütüldüğünü biliyoruz. Artık gerçek olan
değil, algılanan önemli. Neyin
gerçek olduğu değil, halkların
neye inandırıldığı önemli.
Bütün bu imkânlar hiç kuşkusuz bütün dünyada olduğu
gibi Arap dünyasında, özellikle
gençler üzerinde ciddi bir hareketlilik, büyük bir isyan hareketi başlattı. Tunus’la başlayan
süreç –ki bu, aslında başından
beri söylediğim, bölgeye monte
edilmeye çalışılan rejimlerle
halkların uyuşmazlığına karşıbir isyandı; bir isyan geleneği
var Ortadoğu’da, bunun açığa
çıkmasıydı. Ama “Bu süreç
doğru yolda yürümesin” diye
ellerinden gelen her şeyi, bu
konuda her hesabı yapanların
ajandasına yerleşti. Kulvar değişikliği, yön değiştirmeler ve
sair… Bu süreç, İslam coğrafyasında yaşanan bir durumdu.
Diğer soruların cevaplarında
da söylediğim gibi, bana göre
bu süreç yolunda gitseydi,
İslam ile demokrasinin birlikte
yaşamasının tüm dünyaya en
yaygın biçimiyle ispatı olacaktı.
Bizim Başbakanımızın
Mısır ziyaretinde Mısırlılar,
havaalanını bir akşam saatinde
miting alanına dönüştürmüşlerdi, büyük bir coşkuyla karşılamışlardı. O zaman, “Korkmayın! Demokrasi ile İslam
bir arada yaşar” mealindeki
ifadeleri Başbakan da kullanmıştı “Örnek biziz” diyerek.
Bunların hepsi Mısır ve bölge
üzerinde hesap yapanlar için
ürkütücü oldu. Bunun rotasını
değiştirmek, yolunu kesmek
için daha önce dediğim o “beş
benzemez”in -ki bunu altı,
yedi, sekize de çıkarabilirizhepsi darbeden yana oldular.
İhvan’ın ve orada harekete
geçirdiği Mısır halkının, millet
iradesinin önünü kestiler.
Ben şuna inanıyorum: Bir
defa o inanç, o toprakların
gençlerine ve insanlarına,
yüreklerine ve zihinlerine
yerleşmiştir. Eskisi kadar baskıcı ve totaliter rejimler, baskı
yöntemleriyle kolay başarı elde
edememektedirler. Bir süre
sonra mutlak suretle bu yeniden rotasına girecektir.
“Artık bir umut
var”
• Cumhuriyet tarihi boyunca
gerek yurtiçindeki dinamikler, gerekse uluslararası
konjonktür dolayısıyla
kurumsallaşmakta zorluklar çeken Türkiye demokrasisinin geleceğine yönelik
neler söylemek istersiniz?
Devleti bir organizasyon
yapısı olarak değerlendirdiğimizde, bana göre iki tip devlet
modeli öne çıkıyor: Birinci
modelde bir devletin içindeki
milletiyle, bütün unsurlarıyla,
yani içindeki insanî kurumları,
onların teşkilatları ve ne varsa
bir ülke içerisinde -fabrikasından okuluna, bürokrasisinden
insanına- tüm varlıklarıyla,
kimi başarılı, kimi başarısız,
kimi yoksul, kimi zengin,
ama onları bir balıkçı ağı gibi
birleştirerek aynı idealde, aynı
amaç doğrultusunda toparlayabilme becerisini gösterebilen
devletler var. Bunu başaran
devletler, uluslararası ortamda
iç bütünleşmesini sağlamış
olmanın gücüyle davranabilme
imkânına kavuşurlar.
İkinci model ise “ağaç dalları
gibi kalanlar”. İç bütünleşmeyi
sağlayamamış, kurumları ve
bireyleriyle birbirinden kopuk,
“Her koyun kendi bacağından
asılır” veya “gemisini kurtaran
kaptan” misali bir atmosferin
egemen olduğu devletler… Bu
modelde ağaç dalları gibi olan
kurum ve bireylerini, ağaç dallarının uzun ve kısalığına göre
simgeleyebiliriz. Uzun dal,
“başarı örnekleri” olsun. Yok
mu? Vardır elbette o ülkede
başarılı olan. Öyle kurum, öyle
birey vardır ki dünya çapında
başarı sağlamıştır, ama tektir,
korunaksızdır, emniyetsizdir,
diğerleriyle bağı yoktur.
Kısa dal da “başarısızlık ör-
neği” olsun. Kurum veya birey
olsun, kısa dalın uzun dal karşısında iki davranış biçiminden
birini seçme durumu vardır.
Ya uzun dalın başarı örneğini
kabullenir, “Gölgesinde nasipleneyim” deyip asalak yaşar ve
bütüne katkısı olmadığı için
ondan bekleneni yapmamış
olur ya da daha kötüsünü yapar ve hiç kabullenemeyerek
uzun dalın başarısını ne yapıp
edip, fitne fesatla aşağıya çekmeye çalışır.
İlkinde -balıkçı ağı modelinde- tatlı bir rekabet vardır.
İkincisinde boğazlaşma, çatışma hat safhadadır. Her kurum
birbiriyle çatışma halindedir.
Sürekli kamplaşan bir yapı burada vücut bulur. Ülke içinde
balıkçı ağı modelini başaranlar,
dışarıya şirketleriyle, vakıflarıyla, üniversiteleriyle, güvenlik
unsurlarıyla gidecek, boynuna
kement atacak yer, kurum,
birey arar.
Ağaç dalları gibi kalan, iç
bütünleşmesini başaramayan
ülkelerde de çok kolay boynuna kement yeme eğilimi çıkar
ortaya. Yıllardır Türkiye, boynuna kement yiyen bir ülkeydi.
IMF’nin bilmem kaçıncı
sınıf memurları yönetiyordu
Türkiye’yi. Türkiye’ye gelip
gidişleri herkesin birinci gündemi oluyordu. Önemli siyasi
kararlar, borsalar kapandıktan
sonra açıklanıyordu. İrade
bizde değildi demek ki…
Çok şükür bunlar geride
kaldı. Henüz daha tam balıkçı
ağı olduğumuzu söyleyemeyiz,
ama artık bu konuda bir umut
doğdu, bir yola girildi. İnşallah
her türlü fitne fesada rağmen
Türkiye, bir an evvel tam bir
balıkçı ağına dönüşür ve geleceğin küresel aktörleri arasında
yerini alır.
“Demokrasi ihraç
edilemez, ancak
üretilir”
Demokratikleşmeye gelince… Demokrasi, bir körün fili
tarifi gibi olmamalı. Kime göre
demokrasi, neye göre demokrasi? Uluslararası ortamda
demokrasi adına yaşanan ve
yaşatılanlara bakıldığında
demokrasinin lastikli bir
kavrama dönüştürüldüğünü
görüyoruz. Irak’a da demokrasi
getirilmişti, yaşananlar ortada.
Demokrasiler ihraç edilemez.
Demokrasiler üretilir, kurumsallaştırılması için de sürekli
bir meşakkat, merhale, sabır
ister.
Ben demokrasiyi Türkçeleştireyim müsaade ederseniz…
Demokrasi demek, adalet
demektir. Adalet sağlayan
nizam, bana göre demokrasidir. Dolayısıyla Türkiye, terör
meselesinin çözülmesinde,
Kürt meselesinin çözümünde,
herkesi mutlu edecek birlikte
yaşama iradesini ve kararlılığını ortaya koyacak bir noktaya
geldiği takdirde kenetlenmiş
olacak. İşte bu balıkçı ağı modeliyle yolumuzda emin adımlarla ilerleyeceğiz inşallah.
Son olarak, artık hiç kimse
Türkiye’nin topla tüfekle,
işgalle bileğini bükemez.
Önemli olan zihinler, önemli
olan kalpler üzerinden yapılan
manipülasyonlardır. Yani psikolojik savaş teknikleri… 2500
yıl önce Çin askerî stratejisti
Sun Tzu’nun, psikolojik savaş
için beş önerisi vardır. Diyor
ki, “Bir güçle mücadele ediyorsan, savaşmadan savaşı kazanmanın yollarını öneriyorum.
Bir, hasım ülkelerde iyi olan
şeyleri gözden düşürünüz. İki,
hasım ülkelerin hakanlarının
başarılarını küçük göstererek
şöhretlerine gölge düşürünüz
ve zamanı geldiğinde kendi
halkının onları hor görmesini
sağlayınız. Üç, karakteri sıkıntılı, adi, aşağılık, toplum içine
çıkamayacak kişilerin işbirliğinden yararlanınız. Dört,
düşman halkın kendi araların-
daki uyuşmazlık ve kavgaları
yayınız. Beş, hasmınızın geleneklerini gülünç hale getiriniz
ve onları gözden düşürünüz.”
Bir toplum ancak değerleriyle, inançlarıyla, kararlılıklarıyla, güçlü bağlarıyla ayakta
kalır. Bir toplumun geleceğinden ürkülürse, hasım strateji
şunu yapar: Önce o toplumun
genç nesillerinin tarihle olan
bağlarını kopartır. O açıdan
savaş ve politika, aslında içiçe
geçmiş iki kavramdır. Yani
politika kansız savaştır, savaş
da kanlı bir politika.
Tüm bunların farkına vararak, tüm tuzaklara, fitne
fesada “Dur!” diyerek, ortak
kaderde herkesi buluşturarak,
kimseyi ötekileştirmeden aynı
harman yerinin asli unsuru
kabul ederek, bilgiyi bilince
dönüştürerek, büyük medeniyet havzamızda “Büyük
Türkiye” mefkûresini yeniden
inşa ederek, tüm mazlumların yâr ve yardımcısı olarak,
kimsesizlerin kimsesi olarak,
geleceğimizi biz belirleyerek,
devletiyle milletini buluşturan
bir güç olarak bu coğrafyada
sonsuza kadar başı dik var
olacağız inşallah.
• Bu keyifli sohbet ve vermiş
olduğunuz bilgiler için
hem şahsım, hem dergimiz
adına teşekkür ederim
Hocam…
Ben teşekkür ederim…
Notlar
1.
2.
3.
4.
Mehmet Yüksel, Küreselleşme,
Ulusal Hukuk ve Türkiye,
Siyasal Kitabevi, Ankara, 2001,
s. 145
Bülent Aras, “Globalleşme ve
Türk dış politikası”, Zaman
Gazetesi, 23.07.2002
Ramzy BAROUD / Çeviri: Sevgi
Kaçar, Arap devrimleri başarısız
mı oldu?
Soli Özel, “Arap Baharı” ile
Ortadoğu’da değişen dış
politika dengeleri
temmuz 2014
107
HABERA JANDADOSYA
Yaşı, sözünü ettiğimiz yılı
kapsayan Ankaralılar gayet
iyi bilirler, Ulus semtinde,
Heykel’in yanından geçip
Kale’ye çıkan Hisarpark
Caddesi’nde, sol tarafta sekiz
on katlı bir otel vardı: “Paris
Oteli”... Otelin adına dikkatinizi çekerek ilerleyelim ki
bu otelde kara sakallı, kara
sarıklı, kara gözlü ve kara
üstlüklü ihtiyar bir adam
kalıyordu. Kara düşkünü bu
adam İranlıydı ve sıradan
biri değil, bir “Ayetullah” idi
ve adı Humeyni’ydi. O yıllarda doğu komşumuza, 50 yıl
evvel bir elçilik darbesiyle
el koymuş olan “sonradan
görme” ya da “çakma şah”
Kavas Rıza Pehlevi’nin oğlu
hâkimdi.
***
Bunun için “Sekiz Yıl Savaşları” başlatıldı ve İran’la
Irak, 1980-1988 aralığında
acımasızca vuruşturuldu.
Böylece Irak içerisindeki
yüzde 80’lik Şia varlığının
uyanması, Sünni devlete
başkaldırması, en azından
Bağdat’a düşman olması,
İran sempatisi geliştirmesi
ve istenen isyan hareketini başlatması istenmişti,
lakin istenen yine olmadı.
Bunun üzerine doğrudan
müdahale gerekti ve “Körfez
Harekâtları” başlatıldı. Baba
Bush, Sünni iktidarı yıktı ve
Şiilere yol açtı. Fakat Şiiler,
Kürtler kadar bile olamadılar
ve Güney Irak halkı üzerindeki “tarihî çekingenlik”
devam etti. Bunun üzerine
“İkinci Körfez Müdahalesi”
yapıldı ve oğul Bush, idarenin anahtarını bizzat teslim
etti Şiilere ve “Üzerlerindeki
korkuyu atsınlar” diye de
başta Saddam olmak üzere
“Tikrit Sünnileri”nin tamamını cümle âlemin gözü
önünde astı.
***
“Bir İngiliz Casusunun
Hatıraları” kitabındaki casus, çengeli 350 yıl evvel
Riyad’da takmış ve hırslı
Deriyye Emiri Suud ile
Abdülvehhab’ı “Made in
Majestik Yuvarlak Masa”nın
etrafında bir araya getire-
108
temmuz 2014
Ahmet Yozgat [email protected]
Dünyadaki on komplonun dokuzu İslam üzerine
IŞİD FENOMENİ
T
AKIN kemerlerinizi, 1975’e gidiyoruz. Özelliği şu bu yılın: 20’nci asır bitti, ancak henüz 21’inci asır başlamadı.
Başlaması için daha 25+25, yekûn 50 yıl var. (Yazımızın
burasına bir parantez içi yıldız koyup dipnotumuzu “baş
not” olarak kaydedelim. Bu konuyu ilerideki bir makalede ele alacağız.)
>> 1975’le birlikte dünya
ahvalinde birtakım değişimler başladı. Yazımızda
bu olayların ilklerinden “İran
Devrimi” ya da “komşudaki
hanedan değişimi” ile başlayan o kanaldaki gelişmelerden söz edip, günümüz
Ortadoğu’suna ulaşacağız
inşallah.
Yaşı sözünü ettiğimiz yılı
kapsayan Ankaralılar gayet
iyi bilirler, Ulus semtinde,
Heykel’in yanından geçip
Kale’ye çıkan Hisarpark
Caddesi’nde, sol tarafta sekiz
on katlı bir otel vardı: “Paris
Oteli”... Otelin adına dikkatinizi çekerek ilerleyelim ki
bu otelde kara sakallı, kara
sarıklı, kara gözlü ve kara
üstlüklü ihtiyar bir adam
kalıyordu. Kara düşkünü bu
adam İranlıydı ve sıradan biri
değil, bir “Ayetullah” idi ve adı
Humeyni’ydi. O yıllarda doğu
komşumuza, 50 yıl evvel bir
elçilik darbesiyle el koymuş
olan “sonradan görme” ya
da “çakma şah” Kavas Rıza
Pehlevi’nin oğlu hâkimdi.
İkinci Dünya Harbi’nin arka-
sından gelen dönüşüm yıllarında Türkiye’de Menderes
iktidara geldiği sırada, İran’da
da milli eğilimler içindeki
-Türk kökenli olduğu söylenen- Musaddık oturmuştu
başbakanlık koltuğuna.
Dünyanın yeni efendisi Sam
Amca buna müsaade etmedi
ve başarılı bir CIA operasyonu
olan Ajax darbesiyle idareye
el koydu. Böylece Avrupa çizgisindeki İran, ABD’nin nüfuz
alanı içine girdi. Bu itibarla
doğu komşumuz, “21’inci
yüzyılın eşiğindeki küresel
komplo”nun eylem alanlarından biri, belki de birincisi oldu.
Ortadoğu’da en stratejik
istasyonunu Atlantik ötesine
kaptıran ve o yıllarda “DemirKömür Birliği”nin temellerini
atma çalışması içinde olan
“Avrupalı babalar” yenilgiyi
kabullenecek değillerdi ya,
İran’a çengellerini attılar ve
böylece “Paris Oteli Operasyonu” başlamış oldu.
Yazımızın üst başlığını bir
kere daha yazalım; “Dünyada
on komplo varsa, dokuzu İslam ve Müslüman üzerinedir”
şeklinde ve devam edelim...
Komplonun ve fitnenin
beşikdarı olan “Salamon
Efendi”nin yanında 300
yıldan beri “Mister Majeste
Edvard” da vardı. Bu “dehşet
çifti”ne yüz yıldan beri “Mösyö Şarl” ve “Herr Hans” da
dâhil olmuştu. Şimdi ise bir
de “Sam Amca” katılıyordu
“mahşer atlıları”na. Birbirlerine karşı “taktik komplolar”
düzenlemekten de çekinmeyen mahşerin bu beş atlısı,
geçmişi bin 400 yıl evveline,
hatta bir bakımdan “Kabil
Operasyonu”na kadar giden
“temel komplo”da ortak iş
tutuyorlardı. Ve bu komplo,
bizatihi İslam’a karşıydı ve
Vahdet Dini’ni yeryüzünden silmek üstüneydi. Zira
mahşerin atlılarının nihaî
hedefleri sayılan “Satan
İmparatorluğu”na giden yolda
ayaklarına dolanan tek unsur
“Tevhid Dini” idi.
Ahir zamandaydık. Bu itibarla vakit giderek daralıyor,
hatta tükeniyordu. Ancak
kesin tarih belli değildi ve o
nedenle “komplonun efendi-
rek el sıkıştırmış. Hepimiz
Suudi idarenin Arabistan
coğrafyasının elimizden
yittiği Birinci Cihan Harbi’yle
tarih sahnesine çıktığını
sanırız, oysa idare, 1800’ün
de öncesine kadar gidiyor
ve Deriyye Emirliği’ni o tarihlerde kuran ve Osmanlı’yı
bölgeden kovan “Majeste”
destekli Suud ailesinin Şerif
Hüseyin’i alaşağı edip Hicaz
Emirliği’ni iç ettiği tarih yanıltıyor bizi.
***
Kendilerine Suriye’de insanî
ve coğrafî bir zemin bulan
Selefi cihatçılar, bir örgütler
harmanına dönen ülkede
hâkimiyet sağlamak için,
Nuseyriyan devletle kapışmadan önce mevcut örgütleri temizlemesi gerektiğinin
farkındaydı. Bu anlayışla
Esad ile Rakka petrolleri
karşılığında anlaşmıştı. Bu
anlaşma üç başlı bir kazanımdı ve “harp de hile” idi.
Cihatçılar bu sebeple Esed
ile tokalaşmışlardı, biz Türklerin kafasını karıştırmak
için değil. Bu arada Nuseyri
Diktatör’e asıl amaçlarının
Irak olduğunu ve Diktatör’ün
ülkesinde “ayakları yere basana kadar” kalacaklarını da
söylemiş olmalılar, yoksa iki
tarafın anlaşması bu kadar
kolay olamazdı.
***
Biliyorsunuz, İslam dünyasının ekseri yerinde İslam
olmak, Türk olmak/Turkuvaz
olmak olarak isimlendirilir. Bu
isimlendirme, hiçbir devirde
bugünlerdeki gibi doğru
olmadı. Evet, İslam olmak,
artık Türk olmaktır. Şu anda
Turkuvaz Türkler, Tevhid
Dini adına tam bir varoluş
mücadelesi vermektedirler,
sadece “Cumhurbaşkanı”
seçiyor değiller. Ya Türkler
Türkiye’deki ve gurbetçi
Türklerin oyu ve dışarıdaki
Türklerin dualarıyla kendi
başkanlarını seçerek 2023
itibariyle “Empergam Türk
İmparatorluğu”nun temelini
atacak ya da yüz yıl daha -bir
başka ideolojik rejimle- “Batı
boyunduruğu”nu boğazında
taşımaya devam edecektir.
temmuz 2014
109
HABERA JANDADOSYA
İran’da bir “İslam Cumhuriyeti” kurmak, Şii gücünü Sünni gücün karşısında dayanabilecek sıklete çıkartabilir miydi? Hayır! Bu durumda terazinin Şii kefesini daha da
arttırmak gerekiyordu. Bunun üzerine İran’ın eski alışkanlığı harekete geçirildi ve Şah
İsmail yöntemiyle Müslüman ülkelere “devrim ihracı” çalışmaları başlatıldı. “Modern
dailer”, başta Türkiye olmak üzere bölgeye sevk edildiler. O yılları anımsayınız lütfen!
Ülkemizde bir “Humeynicilik” akımı doğmuş, hatta bu akıma kendini kaptıran kimileri
mezhep değiştirip Caferi olmuştu.
leri”, söz konusu vakti “kontrollü olarak kendi istedikleri
takvim içinde tüketme”yi
planlıyorlardı. Bu planın birinci
ayağı İran ve İran’da hayata
geçirecekleri yönetim değişiklikleriydi.
“1953 Musaddık
Darbesi’nin ardından, Berlin
ve Paris’te mukim demir-çelik
lordları İran’a çengel attılar”
demiştik, oradan devam edelim. Çengel, İran’daki özerk
dinî hayat üzerineydi. Kısa
zamanda Şah’ın “laikçi” uygulamaları dinî otorite arasında
hoşnutsuzluğa neden oldu
ve gide gide bu hoşnutsuzluk muhalefete dönüştü.
Ayetullahlar “Bu hanedanlıkla olmayacak” noktasına
ulaştıklarında bazı mahfil ve
gizli servislerin merkezlerinde
“Şah’tan sonrası”nın düzenlemeleri yazılmaya başlanmıştı.
Bu merkezlerin başında da
“Mösyö”nün SDECE servisi
geliyordu. “Fransız MİT”inin
ceolarının hedefindeki ideal
adam, “kara sakallı, kara gözlü,
kara sarıklı” zattı. Bu itibarla
Ayetullah Humeyni, Şah’ın
karşısında hedef hâline getirildi.
Önce Ankara’ya, Paris
Oteli’ne taşındı ve kendisini
fitnenin sonuncu istasyonuna götürecek kaçak trenini
beklemeye başladı. Lakin bir
durak daha vardı: Irak... Sonra
Irak’a sürüldü. Orada “Necef’in
Şii uleması” ile tanıştırıldı.
“Fitnenin son istasyonu”,
Ankara’daki otelin isminde
saklıydı: “Pagi”… (“Pagi” kelimesini lütfen Fransız aksanıy-
110
temmuz 2014
la okuyunuz, yoksa çizgi film
ayıcıklarını çağrıştırır.)
Bir ara verelim, ince belli
bardakta tavşankanı içelim ve
“21’inci yüzyıl için temel komplo neden İran’da başlatıldı?”
sorusunun cevabını arayalım...
Bir Sünni-Şii savaşı
istiyorlardı
Efendim, İslam’ın en zayıf
halkasının “Şii halkası” olduğunu ispatlamamıza mahal
yok, bunu herkes biliyor ve
bilinen bir başka şey de şu:
Şia demek, İran demektir. İşte
sebep bu!
“Tötonik” fitne merkezleri şimdiye kadar yüzlerce
yıla uzanan “Haçlı Seferleri”
düzenlemiş, İslam imparatorluklarını çökertmiş, Müslüman
diyarlarını işgal etmiş, lakin din
mevzuunda yel, kayadan bir
şey kopartamamıştı. İslamiyet,
her yüzyılda müceddidleriyle kendini yenileye yenileye
yoluna devam ediyordu. “Tötonik somon pehlivanları”na
mücadelenin püf noktasını
gösteren yine bir İbrani olmuştu ve galiba o İsrailliydi. Vaktiyle kendisi de bir Judik olan
Majeste’nin Başbakanı “Avam
Kamarası”nın kürsüsüne elinde bir yaldızlı Kur’an alarak çıkmış, “Bunu silmediğiniz sürece
Müslümanları yok edemezsiniz!” diye hedef göstermişti.
Ve fitne merkezleri, elbirliği
hâlinde dinin kalbine saldırıyorlardı: Doğrudan Kur’an’a,
İslam’ın bizzat kendisine...
Ancak bu kez taktik farklıydı ve -tabir caiz değil ama
biz yine de kestirmeden
yazalım- “iti ite kırdırmak”
deyimi, bu yeni savaşın temel kuralıydı. Yumuşak karın,
“zayıf halka”dan koparılacaktı. Kısacası, planlanan şey bir
Sünni-Şii savaşıydı.
Bu düzlemde bir sorun vardı: 2 milyarı bulan Müslüman
nüfusu içerisinde Şia’nın payına düşen en kabadayı şekliyle 100, bilemedin 150, hadi
200 milyon, yani genel içinde
yüzde 10’du. Derin komplonun dişinin kovuğuna bile
yetmeyen bir sayıydı bu. Bu
durumda ne yapmak lazımdı?
Basit: Kemiyet bir yana, keyfiyete el atmak gerekiyordu.
Yani Sünni gücü azaltmak,
Şii gücü arttırmak... Ta ki güç
terazisinin kefeleri eşitleninceye kadar. Yoksa “yüzyıllara
uzanan genetik yılgınlığı ruhunun bir parçası şeklini almış
olan Şia”nın Sünniliğe ve
Sünnilere karşı topyekûn bir
saldırıya kalkışması zor, hatta
imkânsızdı.
İşte bu sebeple “grand”
yatırım İran’a yapıldı. Evvela
Paris Oteli Operasyonu ve bir
“tanrısal kahraman” yaratmak amacıyla “kara sarıklı
adam” SDECE elemanlarının
yönlendirmesi üzerine Pagi’ye
(lütfen Fransız aksanıyla…)
götürüldü. Ondan sonrası
karanlık…
Pagi’de kimlerle görüştürüldü, bu görüşmelerde neler
konuşuldu, operasyonun adı
hangi görüşmelerden sonra
“II. Ajax Operation”a dönüştürüldü, (lütfen “Ajax” söz-
cüğünü de Alman aksanıyla
telaffuz ediniz) işin finansmanı kim tarafından sağlandı,
ne kadar sermaye kondu ben
bilmem, ağam bilir...
Ve operasyonun
finali...
“İmam”, doğrusu bilemiyorum fakat galiba bir Fransız
uçağıyla Tahran’a indi. Peki,
indiğinde ona refakat eden
kişiler hangi ülkenin gazeteci
kimlikli gizli servis elemanlarıydı? Mutlaka İmam’ın
yanındaki koltuklarda Fransız
SDECE görevlileri oturuyorlardı ve diğer yolcular ise
Alman BND’sine bağlı olmalıydı. Yolcuların aralarında
İngiliz MI6’sından da eleman
var mıydı, ya MOSSAD ve
CIA’dan? İranlı “ağır abiler”
yanlış anlamasınlar sakın,
fakir sadece bu soruların cevabını istiyor. Siz cevap olarak
“İmam, Tahran’a İran uçağıyla
geldi ve yanında diğer Ayetullahlar ve Şii din adamları
vardı” deyin, size inanalım
ve böyle “bozguncu yazılar”
yazmayalım.
İran’da bir “İslam Cumhuriyeti” kurmak, Şii gücünü
Sünni gücün karşısında dayanabilecek sıklete çıkartabilir
miydi? Hayır! Bu durumda
terazinin Şii kefesini daha da
arttırmak gerekiyordu. Bunun
üzerine İran’ın eski alışkanlığı harekete geçirildi ve Şah
İsmail yöntemiyle Müslüman
ülkelere “devrim ihracı” çalışmaları başlatıldı. “Modern
dailer”, başta Türkiye olmak
üzere bölgeye sevk edildiler.
O yılları anımsayınız lütfen!
Ülkemizde bir “Humeynicilik”
akımı doğmuş, hatta bu akıma
kendini kaptıran kimileri mezhep değiştirip Caferi olmuştu.
İşte Sünniler arasından devşirilen ilk cihatçı damar bu şekilde Afganistan güzergâhına
döşenmiş ve batıdan doğuya
sirkülasyon başlatılmıştı.
Onlar, Elbruz Dağları geçitlerinden Afganistan yaylalarına
akadursun, biz geri dönelim…
İran’dan yapılan devrim
ihracının asıl ereği başkaydı.
İstenen, mihver ülkelerdeki
pasif/edilgen/yarı uykulu Şii
unsurların ihtilalci genetiğini
uyandırmaktı. Böylece üzerlerinden uyku örtüsü sıyrılan
“imametçi” kitleler arkalarını
“Güçlü İran”a dayayacak ve
kendilerine gelen güvenle
birlikte ülkelerinde hükümran
Sünni idareler karşısında “Sıffin savaşçıları”na döneceklerdi. Belki bu planın senaristleri,
Şii unsurların “Hüf!” deyince
ayağa kalkıp “Zülfikâr”ı kapanların meydanlara fırlayacağını sanıyorlardı, lakin öyle
olmadı.
Şii kitleler uyumaya ve Sünni iktidarlar karşısında “ezeli
korkularına gömülerek” ya da
sağduyuya müracaat ederek
“efendice” yaşamaya devam
ettiler. Türkiye’de bir uyanış
yaşandı, lakin uyananlar da
“Yavuz tedirginliği”ni üzerlerinden atamadılar. Maraş,
Çorum, Sivas, Madımak ve
Başbağlar provokasyonlarına
rağmen kitleler harekete geçirilemedi. Hatta “Eli Zülfikar
tutacak olan Evlad-ı Kerbela”, ülkeden kaçıp Avrupa’da
mülteci yaşamayı tercih etti.
Olsun, derin Germen BND
elemanları, ayaklarına kadar
gelen “Kerbelayan”a çengel
atmakta gecikmedi ve “98
Kuşağı Marksizmi”nin üzerine
“Alisiz Alevilik” diye bir başka
klasör açarak malzeme biriktirmeye koyuldu. İşte DHKP-C,
TİKKO ve sair tipteki örgütler
de o malzemeden üretildi. 79
Ajax Operasyonu’nun ülkemiz
üzerindeki etkisi, bu minval
üzerinden devam ededursun,
biz inelim güneye…
Terazi dengeye
getiriliyor
İranizm’in etkisinin en çok
hissedilmesi istenen bölge
“Arap Ortadoğusu” idi. Zira
Şia’nın Kâbe’si sayılan “Kerbela” oradaydı. Kerbela’nın
vatanı Irak’ta ciddi bir Şii nüfus vardı ve “Arap Aleviliği”,
Türklere has “Kızılbaşlık”tan
daha çok benzeşmekteydi
İran Şiası ile. Ancak bu durakta da bir sorun vardı: Daha
çok benzeşiyor olmasına
rağmen Arap Aleviliği, yüzyıllara uzanan zaman içinde
Sünni idarelerin terbiyesinden
geçmiş, devrimci karakteri
iğdiş olmuş, edilgen bir meşrep geliştirmiş ve en önemlisi
de Sünni kardeşlerle beraber
yaşama kültürü geliştirmişti.
Sayılan bu argümanlar, temel
planın topal ayaklarıydı ne
yazık ki...
Topal ayakları tamir için
Suriye’deki Nuseyriyan Alevilik, SDECE’nin bir makas
darbesiyle iktidara getirildi ve
bununla Şii zihinlerde “Evet,
biz de muktedir olur, iktidara
gelir, Sünnileri idare edermişiz!” düşüncesi oluşturulmak
ve yok olan kendine güveni
inşa etmek istenmişti. İstenen
Suriye’de başarıldı ve fakat
asıl coğrafyada, yani Irak’ta
olmadı ya da orada bir başka
yöntem denendi: “Şiileri savaş
içinde bilemek ve bilinçlendirmek...”
Bunun için “Sekiz Yıl Savaşları” başlatıldı ve İran’la
Irak, 1980-1988 aralığında
acımasızca vuruşturuldu.
Böylece Irak içerisindeki
yüzde 80’lik Şia varlığının
uyanması, Sünni devlete
başkaldırması, en azından
Bağdat’a düşman olması, İran
sempatisi geliştirmesi ve istenen isyan hareketini başlatması istenmişti, lakin istenen
yine olmadı. Bunun üzerine
doğrudan müdahale gerekti
ve “Körfez Harekâtları” başlatıldı. Baba Bush, Sünni iktidarı
yıktı ve Şiilere yol açtı. Fakat
Şiiler, Kürtler kadar bile ola-
madılar ve Güney Irak halkı
üzerindeki “tarihî çekingenlik”
devam etti. Bunun üzerine
“İkinci Körfez Müdahalesi”
yapıldı ve oğul Bush, idarenin
anahtarını bizzat teslim etti
Şiilere ve “Üzerlerindeki korkuyu atsınlar” diye de başta
Saddam olmak üzere “Tikrit
Sünnileri”nin tamamını cümle
âlemin gözü önünde astı.
U.S Army, bölgede tam bir
“Sünni süpürmesi” yaptı ve
dişe dokunur herkesi havaya
savurdu. İşini tamamlayan
Sam Amca, Irak’tan kendisi
çekilirken Bağdat tahtına
oturttuğu “Şii Maliki idaresini de İran’a emanet etti”.
Bağdat’ı Nuseyri Suriye ile
komşu ve Şam üstünden
Lübnan’la da temas eder hâle
getirdi. Böylece kökü Kum’da,
bir ucu Bahreyn’de, diğer
ucu Yemen’e inen “Şii hilâli”
şekillenmeye başlıyordu ve
bölgedeki Şii nüfusa Kumlu
dailer –ki artık onlar SAVAMA
ajanlarıydı- tarafından “Sasani ruhu” üflenmeye başlamıştı. Ve sözünü ettiğimiz “güç
terazisi” böylece eşitlenme
yoluna girmişti.
Öte yandan “derin dünya”
durmuyor ve insanlık önünde İslam’ı “lanetli” duruma
getirecek her türlü numarayı
yapmaya devam ediyordu. Bu
lanetin adı İslamofobya idi ve
aslında bu fobi, İslam değil,
Sünnilik üzerineydi. Dolayısıyla lanetlenenler de bütün
Müslümanlar değil, sadece
Sünnilerdi.
Hay Allah! Atın büyüğünü
ahırda unuttuk. Derin dünya
her ne yaparsa yapsın, Şiiliği
bir savaş unsuru olarak Sünniliğin karşısına dikemeyeceğini biliyordu, bir şey hariç…
Hariç olan şey nükleer güçtü
ve böylece İran’ın nükleer güç
hâline getirilmesi kararlaştırıldı. Fransız, Alman ve Rus nükleik şirketleri, İran’ın nükleer
güç olması için yönlendirildi
ve Buşehr’deki yeraltı sığınaklarında otomatik sarnıçlar
kaynatılmaya başlandı.
Uranyum ihtiyacı, dağılan komünistlerin Kızıl
Ordu’sunun Rus pazarlarına
düşen nükleer artıklarıyla
karşılandı. Üstelik bu uranyum
hareketi Türkiye üzerinden
yapıldı. Ne yazık ki ülkemiz
bu fırsatı değerlendiremedi
ve nükleik yakıtı kendi elleriyle teslim etti “Çaldıran
artıkları”na...
Bu arada Batılı devletler
boş durmadı ve sürekli “Buşehr faaliyeti”ni kışkırttı.
“Vuracağım ha, kıracağım ha!”
salvolarıyla işi hızlandırmak
için ne lazım geliyorsa yapılırken, biz zavallılar da için için
sevindik Pakistan’ı unutarak
“İslamî bomba geliyor!” diye.
Ne yazık ki o bombanın İslam
değil, “Şii bombası” olduğunu
hiç aklımıza getirmedik. Hatta Birleşmiş Milletler’de bile
devlet olarak “Nükleik Şia”nın
arkasında durduk. Tırnak içinde yazıyorum, “biz Türkiye’ye,
yani ana İslam damarına
karşı üretilen Şia bombasının
İsrail’e ve Batı’ya karşı kotarıldığı yanlışına düştük ve hâlâ
düştüğümüz yerdeyiz”.
Bugün Ortadoğu’da bir “ŞiiSünni Savaşı” fiilen başladığına göre, terazinin dengesini
sağlayacak son okka da Şia
kefesine konmuş demektir.
Gözünüz aydın kelaynaklar!
“Ayetullah bombası” yapıldı.
Bu yüzden birkaç ay evvel
Ruhani, Batılılarla anlaşma
masasına oturdu. Artık Kumlu
Şah İsmail nükleer bir güç,
tıpkı İsrael, Hindistan, ABD ve
diğerleri gibi…
Dikkat!
Bu durakta bir şeye dikkatinizi çekmeden geçmeyelim:
Batı, İran’la anlaşma yoluna
girdiği andan itibaren Türkiye
temmuz 2014
111
HABERA JANDADOSYA
Arabistan’ı bilen bilir, Saudia’da nereye baksanız “Bin Laden” tabelalarıyla karşılaşırsınız. El-Cezire’nin en zengin ailelerinden biri olan Bin Ladenlerin birçok kalemde ABD’li
şirketle ortaklık yaptıkları biliniyor. Galiba asıl ortaklık Afganistan’da olmuş. Afgan cihadı Vehhabi cihadına dönüşmüş, akabinde Bosna ve Çeçenistan savaşlarında önemli
tecrübeler kazanılmıştı. Afgan, Boşnak ve Çeçen coğrafyalarında “cihatçılığı” meslek
edinen ve elinden başka iş gelmeyen “nefret savaşçıları”, o zamandan beri serseri kurşunlar gibi dolaşıyor ortada ve nerede iş varsa orada mantar gibi bitiyorlar.
ile külâhları değişti, farkında
mısınız? Gezi, 17 Aralık ve
sokak operasyonları, değişen külâhla birlikte başımıza
oturtuldu. Halen “külâh operasyonları” devam ediyor. Şu
anki hazırlıklar ve hazırlayıcıları 10 Ağustos’a kilitlenmiş
durumda; bu arada her şeyi
bekleyebilirsiniz, suikastlar
dâhil!
Geriye dönelim ve konumuza Türkiye üzerinden devam edelim... “Şii dünyasının
koçbaşı” hâline getirilen İran
ve arka bahçesinde bunlar
olurken, zaten ve biz ne kadar
“Yok canım, öyle bir şey yok!”
desek de “Sünni dünyanın
koçbaşı” durumundaki ülkemizde bir “model olma” teranesi tutturulmuştu. “Olmaz
olaydık!”
Bize model ülke yaftası
yapıştıran “lordlar”, Sünni
İslam dünyasını da bize benzeme vaadiyle bir “yalancı
bahar” havasına soktu ve
Tunus’tan Suriye’ye kadar
bir dizi ayaklanma başlattı.
Baharla birlikte “geçen yüzyıla ait idareler ve idareciler”
birer birer tarihin çöplüğüne
gönderildi ve yerlerine “taze
kan lider ve idareler” getirildi/
getiriliyor. Bir bakıma “Batıcı
yönetim/rejim” rektefeye
çekildi. Mısır’ın firavunu gençleştirildi, Libya Afganistanlaştırıldı, Tunus’un zaten bir
hükm-ü harbiyesi yok, Suriye
malûm… “Bahar hurucu”
devasa bir savaş halinde alt
yanımızda kronikleşti ve sınırlarımızı zorlamaya başlamış
durumda. Savaşın bize dönük
112
temmuz 2014
muharebelerini Gezi’de ve 17
Aralık’ta yaşadık, şimdi sırada
10 Ağustos var ve “atın büyüğü ahırda”, bizi bekliyor…
“Arap Baharı
Operasyonu”nun Ortadoğu’ya
“hediye” ettiği en mühim unsursa “Selefiyan öfke” oldu.
Lakin bu öfkenin kontrolü,
öfkeli Selefilerin elinde değil.
“Lordlar”, onu ta 1720’de, Deriyye bölgesinde Muhammed
bin Abdulvehhab’ın zuhuru
esnasında ele geçirmiş durumda. “Bir İngiliz Casusunun
Hatıraları” kitabındaki casus,
çengeli 350 yıl evvel Riyad’da
takmış ve hırslı Deriyye Emiri
Suud ile Abdülvehhab’ı “Made
in Majestik Yuvarlak Masa”nın
etrafında bir araya getirerek
el sıkıştırmış. Hepimiz Suudi
idarenin Arabistan coğrafyasının elimizden yittiği Birinci
Cihan Harbi’yle tarih sahnesine çıktığını sanırız; oysa idare,
1800’ün de öncesine kadar
gidiyor ve Deriyye Emirliği’ni o
tarihlerde kuran ve Osmanlı’yı
bölgeden kovan “Majeste”
destekli Suud ailesinin Şerif
Hüseyin’i alaşağı edip Hicaz
Emirliği’ni iç ettiği tarih yanıltıyor bizi. Suudi Krallığı’nın
kuruluş tarihi 1926, fakat Suud
Hanedanı, milli bayramına söz
konusu tarihi başlangıç yapmıyor ve 1744’ü baz alıyor. Yani
“Vehhabi Selefiliği” yaklaşık
300 seneden beri var ve geleneksel “Tezkiyeci Selefilik”in
siyasallaşarak günümüzdeki
cihatçı ruha evrilmesinin ana
rahmi görevini göregeliyor.
Suudiler, 1980’lerde çok
sözü edilen “Rabıta” sayesin-
de İslam ülkelerine yayılmış
ve bugünlerdeki “öfke hâli”ne
ulaşmak için ciddi rakamlarda “petrodolar” harcamıştı.
Vehhabi Selefiliği, harcadığı
petrodoların karşılığı olarak
ilk devşirmeyi Afganistan’da
yapmıştı.
Arabistan’ı bilen bilir,
Saudia’da nereye baksanız
“Bin Laden” tabelalarıyla
karşılaşırsınız. El-Cezire’nin
en zengin ailelerinden biri olan
Bin Ladenlerin birçok kalemde ABD’li şirketle ortaklık
yaptıkları biliniyor. Galiba asıl
ortaklık Afganistan’da olmuş.
Afgan cihadı Vehhabi cihadına
dönüşmüş, akabinde Bosna
ve Çeçenistan savaşlarında
önemli tecrübeler kazanılmıştı. Afgan, Boşnak ve Çeçen
coğrafyalarında “cihatçılığı”
meslek edinen ve elinden
başka iş gelmeyen “nefret
savaşçıları”, o zamandan
beri serseri kurşunlar gibi
dolaşıyor ortada ve nerede iş
varsa orada mantar gibi bitiyorlar. Birkaç yıldan beri de
Suriye’deler.
Bir kez daha dönelim ülkemize ve eğri oturup doğru
konuşalım. 2002’de “İngoAmerikan ekolü”nün siyasal
organizasyonu olarak iktidara
gelen AK Parti’nin ömrü 10
senelikti ve 2012’de partinin
arkasındaki Washington’un
“on yıllık” desteği çekildi.
“Plan gereği belli bir süreç
içerisinde Amerikan ekolünün
iktidarının sonlanması” ve
“Alman-Fransız (Almo-Frans)
ekolü”nün işbaşı yapması
gerekiyordu. Lakin partinin
arkasındaki halk desteği ve
Erdoğan’ın meşrebi buna
engel oldu. Bunun üzerine
Ergenekon tutuklamaları
nedeniyle ortada “militarist
darbeci” kalmadığı için “TSK
emir komuta zinciri içerisinde
idareye el koyamadı” ve kerhen Gezi Parkı’nda “sivil darbe” girişimi başlatıldı. Ancak
“başıbozuğun darbesi” ancak
bu kadar olurdu ve girişim,
Hükümet tarafından “kaput”
hale getirildi. (“Kaput” kelimesini Alman aksanıyla okuyunuz, zira kelimeyi Almanca
lügatten apardım.)
Büyük şaşkınlık
halleri
Yazının burasında “hamd-ı
şükr” şart oldu. Çünkü
1839’da Islahat Fermanı’yla
iplerini resmen Batı’ya teslim eden ülkemiz, tam 172 yıl
sonra ilk defa “bağımsız” oldu.
Yani Amerika (fakir “Amerika” dediğinde İngiltere ya da
İngo-Amerika anlayın lütfen),
AK Parti’nin arkasındaki elini
çekmiş, Almanya ise (yani
Almo-Frans) elini sokamamıştı. İşte bu sebeple spontane olarak bağımsız alana
düşmüştük. Bu gelişme karşısında “derin dünyanın planı”
hiç umulmadık bir şekilde
çatlamıştı. Herkes şaşkındı.
İngiliz, Alman, Yahudi, hatta
Türkiye bile… Şaşkınlardan
ABD ve İsrail, kendisini ilk
toparlayan taraf oldu ve apar
topar “17 Aralık Operasyonu”
tezgâha sürüldü. Oysa operasyonda kullanılan “argüman”, daha ilerideki bir başka
ameliyat için hazırlanıyordu.
Yani adamların kırk yıllık emeği heba oldu.
Sonuç malûm, operasyon
30 Mart itibarıyla tam bir
hezimete uğradı ve Türkiye
gerçekten “bağımsız” oldu,
bu kez taammüden... Lakin
bağımsızlık, bizim için iki ucu
keskin bıçaktı ve buna “lord-
lar” asla müsaade etmezlerdi.
Zira bağımsız olmuştuk ama
bağımsız yaşayacak gücümüz yoktu. Şahsen ben,
bağımsız olmaktan korktum.
Galiba Başbakan da ürktü
ve apar topar destek arayışına girdi. Önce Avrupa
Parlamentosu’na gitti, destek
işini konuştu. Fakat Avrupa
“derin plan”da bir taraftı ve
Türkiye’nin bağımsızlığını şiddetle reddetti. Erdoğan döndü
ve ayağının tozuyla Pakistan,
Japonya ve Malezya gezisine
çıktı.
Burada duralım…
Batı emperyalizmi karşısında “öteki devlet/millet”lerin
bağımsız olması o kadar zor
ki, buna imkânsız demek daha
doğru olur. Ancak bağımsız
olmanın bir yolu var: Nükleer
güç olmak… Batı’nın kâbusu
hâline gelen atom bombalarını
hangarlarına istiflemeyen
hiçbir ülkenin bağımsız olmasının olanağı bulunmuyor;
isterseniz dünyanın yarısı
sizin olsun. Şu an mevcutlar
içerisinde dünyanın en bağımsız devleti hangisidir, biliyor
musunuz? Sizi yormayalım ve
cevabı verelim: “Kuzey Kore”…
Şimdi anladınız mı uçsuz
bucaksız arazilerin bit kadar
önemi olmadığını? Galiba
bunu şu son bir sene içerisinde Erdoğan da anlamış olmalı.
“Nükleer kardeş Pakistan”ı
ve hemen ardından “nükleer
dost Japonya”yı niçin ziyaret
etti sanıyorsunuz? Biz niçin
olduğunu sanmasak da “derin
Avrupa” gerçeği fark etti ve
apar topar Fransız Cumbabası
Hollande ülkemize geldi -tabiî
ki- “Delioğlan”ın kulağını
çekmek için. Ancak o ise aynı
gün İran’a gitmişti.
Bu seyahat, “kulak çekicilere” verilmiş atomik bir cevaptı. Demek istiyordu ki Sayın
Başbakanımız, “Van minit
birader! Benim canımı sıkma-
yın. İran’la otururum masaya,
veririm Suriye’yi ve dahi Irak’ı,
alırım nükleer sırları…”
Ankara’dan uçan bu mesajı
Şansölye Merkel aldı ve hatta
“Türk Şövalyesi”ni Berlin’e
çağırdı. Yetmedi, bir süre
sonra Germen Cumbabası
Gauck’u Ankara’ya yolladı.
“Ukala Cumhurbaşkanı”nın
Ankara’da “Gak guk!” etmesi,
Almanların hâlâ Ankara’nın
kararlılığını anlamadığını göstermişti. Lakin Herr Gauck,
hak ettiği cevabı sert bir retorikle aldı. Yetmedi, bir süre
sonra Erdoğan Almanya’ya
gidip “lordların” ininde geniş
katılımlı bir miting yaparak
tüm “derin dünya”ya meydan
okudu ve ipleri kesip attı. (Attı
mı acep?)
Şimdi her şey sil
baştan…
Bu arada iki şey daha yaptı Erdoğan ve sık sık “Yeni
Türkiye”den söz etmeye
başladı. Ne demekti “Yeni
Türkiye”? Bana göre bağımsız
bir devlete işaret ediyordu
Başbakan bu tarifiyle. Tarifin
içini doldurmak gerekiyordu.
Gereğini yapmak üzere harekete geçildi. “Amerikancı
AK Parti” bugünlerde yeniden kuruluyor ve “Bağımsız
Türkiye’nin Partisi” olarak
sil baştan dizayn ediliyor. İl
yönetimleri “gönüllü” olarak
istifa ediyor, eskilerin yerine
“yerli ekol”, rengi en belirgin
siyasetçilerden yeni yönetim
oluşturuluyor/oluşturulacak.
Ters tarafından “Birinci Meclis
ve İkinci Meclis” operasyonu
gibi…
Gemiler yakıldı, köprüler
atıldı, ipler koptu. Önümüzdeki son muharebe, 10 Ağustos
Cumhurbaşkanlığı Seçimi… Bu
seçim, 3. Dünya Savaşı’nın en
belirleyici kapışması olacak ve
belki de son muharebe yerine
geçecek. Ondan sonra savaş
bitecek mi? Ne gezer?! Zira
harbin bitim tarihi belli: 2023...
“Seçim savaşı”nı karşı cephe kazanırsa 1923’e
döneceğiz hepimiz. Emperyalistlerin post-modern
Saykıs-Pikot’ları Ortadoğu’yu
yeniden cetvelleyecek. Bu
bölüşümde bize başta Trakya ve Boğazlar olmak üzere
ülkenin doğu ile güneydoğusu
ve güneyi budanmış, 300 bin
kilometrekare civarında bir iç
devlet kalacak. Yani biz Türkler de “çöl halkı” olacağız.
Bitmedi... Lordlar açısından
bir problem daha var: Ya 10
Ağustos seçimini Erdoğan
kazanırsa… Bu, 3. Dünya
Savaşı’nı Sünni Türklerin ve
“Çözüm Süreci”yle birlikte
ağabeyleriyle beraber hareket etme kararı alan Sünni
Kürtlerin kazanması anlamına geliyor ki bu kazanım,
içinde bir kartopu potansiyeli
taşımakta. Potansiyel kartopunun yuvarlandığında kinetiğinin nerede duracağı belli
değil, ancak belli olan bir son
var: Devasa kartopu, önüne
çıkan “Tötonojudik”, yani Batı
ve Yahudi ortaklığının eseri
olan “zalim emperyalizmin”
üzerinden bir buldozer gibi
geçecektir. Bu, 1701’de Batılı Tötonlara geçen “gönül
medeniyeti”nin tekrar gerçek
sahiplerine, Şark milletlerine,
daha da açık konuşalım ki
Satan’dan Hakk’a geçmesi
anlamına geliyor.
Peki, binlerce yıllık emekle
bina edilen kazanımlarının
bir kartopu darbesiyle yok
olmasına müsaade etmek,
emperyalist lordların sineye
çekeceği bir durum sayılabilir
mi? Asla!
Şimdi savaş zamanı! Hem
de topyekûn bir savaştan söz
ediyoruz. Biliniz ki 3. Dünya
Savaşı, 1. Cihan Harbi’nin Ortadoğu cephelerinde şiddetle
başlatıldı. Şimdi boğuşma
Sünni-Şii düzleminde devam edecektir, zira 1979’da
başlatılan “Şii dünyayı Sünni
dünya ile savaşacak boyuta
eriştirme planı” epey bir yol
almış durumda. Artık düğmeye basılabilirdi, basıldı...
Bunun üzerine IŞİD/DAİŞ
markası altında birleştirilen
Selefi cihatçılar, Şam’ın verdiği Rakka desteğinde elde
edilen “petropara” ile yola
dizildi. Ortadoğu çöllerinde
“kan kervanı” yolda ilerliyor.
Bu sebeple hepi topu 900 kişi
olan IŞİD alayı, Sufilerin, Saddam ardıllarının ve aşiret muhariplerinin katılımıyla 10 bin
savaşçıya ulaştı ve “çekirge
sürüleri” gibi güneye akmaya başladı. Yolda zafer vardı,
kolektif gücün verdiği egoizm
vardı, ganimet vardı… Tıpkı bin
yıl önce “Doğu’nun masalsı
zenginliği”ne akmakta olan
“Haçlı” çapulcuları misali…
Hoş geldin Ruhani!
IŞİD’in Bağdat seferi, İran
Cumhurbaşkanı Ruhani’nin
Ankara’ya ayak basışıyla başladı. Bu durum manidar! Kanaatimizce Ruhani’nin başkente
gelişinin şifresi önemli. Bu
gelişin, Hollande’nin Ankara’ya
indiğinden birkaç saat sonra
Erdoğan’ın Tahran’a yaptığı
günübirlik seyahatin devamı
olduğu belli oluyor. O seyahatte Ankara, Tahran’a ne
önermişti? Fakirin yukarıdaki
tahmini gibi, Türkiye’nin mevcut Suriye ve Irak politikasını
İran lehine geliştirmek mi?
İhtimal, “evet”!
Ruhani’nin gelişi sırasında
imzalanan antlaşma sayısı
10 kadar. Ya kamuoyunun
bilmediği gizli imza kaç tane?
Bunu bilmek güç, fakat yukarıdaki tahmin doğrultusunda
anlamak hiç de zor değil. Zira
IŞİD, seyahate paralel olarak
harekete geçirilmiş durumda.
Örgütün ve bağlı grupların
hareketinin hem Türkiye, hem
temmuz 2014
113
HABERA JANDADOSYA
IŞİD’in Türkiye ile önce Süleyman Şah/Caber Kalesi’nde, sonra Musul Başkonsolosluğu’nda karşı karşıya gelmesinin sebeplerinden birincisi, Esed’e verdikleri söz veya “Nuseyri Kral”ın hazzını okşamak gibi görünse de Caber hususundaki meydan okuma nedeni, sınırlarımızdaki “katırla petrol transferi” ticaretiydi. Suriye’nin birkaç fakir petrol
bölgesinden biri olan Rakka kuyularını ele geçiren örgüt, hem aynı bölgeye göz diken
Rojova PYD’sinin PKK sever militanlarıyla çarpışıyor, hem de elde ettiği petrolü satıp
“cep harçlığı”nı çıkarmanın peşinden koşturuyordu.
de İran’a dönük tarafları var.
Önce İran-IŞİD ilişkisini irdeleyelim.
Meselenin uzun vadeli
yüzünü 1979’da başlatmış
ve yazının uzun içeriğinde
izaha çalışmıştık. Spontane
geliştiğini tahmin ettiğimiz
Selefiyan Bağdat seferinin,
Tahran’ın kulağını çekmeye
matuf olduğu anlaşılıyor.
Kanaatimizce Batı planlarında Türkiye ile İran’ın yan
yana değil, karşı karşıya
durması şarttı ve üstelik bu
istek yeni değil, ta Venedik
ve Ceneviz’den beri böyle.
Lakin bir anda İran, kendisine
çizilen yolun dışına çıkıyor ve
Ankara’yı ziyarete geliyor…
“Vay! Sen misin gelen!?” öfkesiyle birlikte İran, en başarılı
olduğu “Irak Şii Devleti”nin
başkenti Bağdat’ta vuruluyor. Ne oranda ve nereye
kadar vurulacağını zaman
gösterecek, ancak ilk sadmede Musul’dan Samarra’ya
kadar kovalanmış durumda.
Fakat bu sefer Şii hilâlinde,
Suriye-Irak arasında derin bir
çatlak oluşturmuş durumda.
Bu arada Irak ordusunun da
kof bir yapı olduğu belli oldu.
Kof ordu gerçeği karşısında
Maliki’nin “Büyük Şii Irak”
hülyası ölümcül yarayı beyninde hissetmiş olmalı. Yazının
kaleme alındığı tarihte durum
bundan ibaret…
Bölgede
hilenin dibine
çökülmüşken…
Gelelim Türkiye’ye… Ken-
114
temmuz 2014
dilerine Suriye’de insanî ve
coğrafî bir zemin bulan Selefi
cihatçılar, bir örgütler harmanına dönen ülkede hâkimiyet
sağlamak için, Nuseyriyan
devletle kapışmadan önce
mevcut örgütleri temizlemesi
gerektiğinin farkındaydı. Bu
anlayışla Esad ile Rakka petrolleri karşılığında anlaşmıştı.
Bu anlaşma üç başlı bir kazanımdı ve harp de “hile” idi.
Cihatçılar bu sebeple Esed ile
tokalaşmışlardı, biz Türklerin
kafasını karıştırmak için değil.
Bu arada Nuseyri Diktatör’e
asıl amaçlarının Irak olduğunu ve Diktatör’ün ülkesinde
“ayakları yere basana kadar”
kalacaklarını da söylemiş
olmalılar, yoksa iki tarafın
anlaşması bu kadar kolay
olamazdı.
IŞİD’in Türkiye ile önce
Süleyman Şah/Caber
Kalesi’nde, sonra Musul
Başkonsolosluğu’nda karşı
karşıya gelmesinin sebeplerinden birincisi, Esed’e
verdikleri söz veya “Nuseyri
Kral”ın hazzını okşamak gibi
görünse de Caber hususundaki meydan okuma nedeni, sınırlarımızdaki “katırla
petrol transferi” ticaretiydi.
Suriye’nin birkaç fakir petrol
bölgesinden biri olan Rakka
kuyularını ele geçiren örgüt,
hem aynı bölgeye göz diken
Rojova PYD’sinin PKK sever
militanlarıyla çarpışıyor, hem
de elde ettiği petrolü satıp
“cep harçlığı”nı çıkarmanın
peşinden koşturuyordu.
Elindeki malı -her ne ka-
dar Esed’e satıyor dense
de- tek pazarlayacağı ülke
Türkiye’ydi. Ancak bu kaçak
ticarete “Ayyıldızlı Jandarma”
izin vermiyordu ki… Mehmetçik “Yassah hemşerim!” diyor,
başka bir şey demeyi bilmiyordu. Oysa örgütün istediği
birkaç yüz katırın sırtındaki
birkaç bin galonluk mazotu
paraya çevirmekti. Devenin
kulağındaki kir… İşte Caber
Kalesi tehdidinin altında yatan
sebep buydu!..
Konsolosluk çalışanları
ve Türk tır şoförlerinin tutsak edilmesi ise bir pazarlık
kozu ele geçirme çabası gibi
duruyor. Anlaşılan o ki, örgütün başı olduğu söylenen
Ebubekir Bağdadi, Ankara
tarafından dikkate alınmak
arzusunda, bu bir. İkinciye gelince, Bağdadi, Irak seferinde
halen Türkiye’nin Misak-ı Milli
sınırları içinde yer alan MusulKerkük hususunda Ankara’yla
karşı karşıya kalacağının farkında. Ayrıca bir kısmı Şii olan
Türkmenleri de içine alacak
savaş ateşi karşısında kuzeydeki komşu, ırkî refleksleriyle
hareket edebilirdi ve IŞİD idarecileri bu savaşta Türklerin
karşısında hedef olmak istemiyorlardı.
Bununla birlikte Selefi komutanlar, kim ne derse desin,
artık Ortadoğu’da Türkiye’nin
de var olduğunu haykıran
gerçek tarihin sesini duymuş
olmalılar ki bu itibarla IŞİD,
yukarıda denildiği üzere Ankara tarafından tanınmasını,
dikkate alınmasını arzu et-
mekte. Güneye doğru çekilen
örgütün giderayak Musul
Başkonsolosluğu’nu basıp
görevlileri esir almasının düşmanlık gibi bir başka gerekçesi olamaz. Başka kalemler
tarafından dillendirilen bir
diğer neden ise “Ankara’nın
ayranlığını kabartmak” ve
“spontane biçimde bataklığa
çekmek” şeklinde kendini
gösteriyor. Eğer amaç bu
ise, Bağdadi ve çevresindekiler yanılmış olmalılar. Zira
Kerkük’teki defakto duruma
rağmen ve bununla birlikte
Musul baskınının gerçekleşmesi karşısında Türkiye’de bir
öfke patlaması oluşmadı. Ancak IŞİD’in muhatap alınması
ve pazarlık arzusu gerçekleşmiş durumda ve görüşmeler
-bugün itibariyle- sürüyor.
Derin dünya açısından “IŞİD
Irak Hurucu”nun Türkiye
cephesinde arzulanan pratiği,
“Kürt taşları”nın yerinden
oynamasıydı. Derin planın bu
gereği amacına ulaştı sayılır.
“Bayrak ve Lice” derken taşlar yerinden oynama istidadı
gösterdi. Suriye ve Irak’ta
IŞİD’in hayalî devletinin arazisi
“güneye hücum” ile birlikte
boşaldı ve boşalan yeri Kürtler doldurdu. Artık Kerkük bir
Türkmen kenti değil, Peşmergenin kontrolünde.
Şehirden kaçan Türkmenler
“Barzani bölgesi”ni zorluyor,
ancak yine Kürt gruplara teslim olmaya zorlanan -Telafer
başta olmak üzere- Ambar
kasabalarının Sünni kaçkınlarıyla birlikte sınır boyunda
bekletiliyor ve zorunlu kamp
hayatına mecbur ediliyorlar. Fakat dönüp dolaşıp
Türkiye’ye iltica edecekleri
kesin görünüyor. Şii soydaşlar
ise Sünnilerin aksi istikametinde yer alan ve Melek-ül
Tavus adını verdikleri, Şeytan’ı
kutsayan Yezidi Kürtlerin
oturduğu Sincar şehrine doğru çekiliyorlar. Şii Türkmenler,
her ne kadar Ankara kendilerini dışlamasa da politik olarak
Türkiye’ye yakın durmuyorlar.
Zaten seçimlerde de Şii blok
içinde hareket ettikleri biliniyor.
Irakta bunlar olurken Ankara açısından da, Suriye’de
de durum farklı değil. Rojova
köşesine sıkışmış olan PYD/
PKK’lıların eli ve yeri bolardı;
Rakka petrolleri bugün değilse bile yakın bir süre içinde
onların olacak. Suriyeli Kürtler, yine makul bir süre içerisinde sınır boyunca batıya
doğru ilerleyerek Türkiye’nin
“ikinci özerk komşusu” olmaya hazırlanıyorlar.
Bir başka durumsa şu: Birbirlerinden pek hazzetmeyen
PYD ve Barzani, IŞİD’e karşı
ortaklığa karar vermiş durumda. Kısacası “IŞİD Emiri”
Ebubekir Bağdadi’nin bir süre
önce yayınladığı Irak-Şam
Devleti haritası, doğu-batı
ekseninde Kürt arazisi olmaya
gebe. Yani Irak-Şam Devleti,
Irak-Şam Kürt Devleti şeklini
alırsa hiç şaşırmayın!
Türkiye’nin yumuşak karnı
bu şekilde şişerken “Bizim
Kürtler” boş duracak değildi
ya, IŞİD seferine paralel olarak kardeşlerimiz de “Süreç
müreç derken Erdoğan bizi
kandırıyor mu, aldatılıyor muyuz?” öfkesine kapılıp, başta
Lice olmak üzere yine ortalığa
saçıldılar. Planlı bir girişim
olduğuna inandığımız “bayrak
indirme olayı” işin tuzu biberi
oldu ve kafası karışan iktidarı
“süreç ve bayrak” dilemması içinde bıraktı. Başbakan,
“Bayrağı indireni indireceksin!” demek zorunda kaldı. Bu
söz, Bahçeli’nin “alnının çatından vurmak” tavsiyesinin
ötesinde değil, yanında...
Bahçeli demişken, lordlar
epeydir ülkücüleri sokağa
dökmeye uğraşıyorlardı,
“bayrak hadisesi” ile birlikte
bu arzu yerine geldi ve bayrağı kapan bozkurt dışarı
fırladı. Çoktan beri kaşınan
öteki ülkücüler/alperenler de
PKK sempatizanlarıyla çatışmaya başladı. Zaten “Gezi
mezhebi”nin müntesipleri
hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar
maşallah!..
yazdı. Otuz seneden beri İran
cephesinde olanların, dört
yıldan beri Tunus’tan başlayıp
sınırlarımıza dayanan olayların, IŞİD’in Irak seferinin ve
olan biten her şeyin hedefi
Türkiye’dir, Türkiye’de yaşandığına inandığımız, “Hakk’ın
İslam’ı”dır.
Özetle, “10 Ağustos seçimi”
yaklaşırken sokak savaşları
yeni katılımlarla sürüyor/
sürecek...
Biliyorsunuz, İslam dünyasının ekseri yerinde İslam
olmak, Türk olmak/Turkuvaz
olmak olarak isimlendirilir. Bu
isimlendirme, hiçbir devirde bugünlerdeki gibi doğru
olmadı. Evet, İslam olmak,
artık Türk olmaktır. Şu anda
Turkuvaz Türkler, Tevhid Dini
adına tam bir varoluş mücadelesi vermektedirler, sadece
“Cumhurbaşkanı” seçiyor değiller. Ya Türkler Türkiye’deki
ve gurbetçi Türklerin oyu ve
dışarıdaki Türklerin dualarıyla
kendi başkanlarını seçerek
2023 itibariyle “Empergam
Türk İmparatorluğu”nun temelini atacak ya da yüz yıl
daha -bir başka ideolojik rejimle- “Batı boyunduruğu”nu
boğazında taşımaya devam
edecektir. Her şeyi O (c.c.)
biliyor.
Bu arada güzel bir gelişme
var. Derin planın da, yufka
planın da dışında geliştiğini
zannettiğimiz “Yürekli Anneler Hareketi”ne “Yürekli Babalar” da katılmış durumdalar.
Doğruyu söylemek gerekirse,
bu anne ve babaların AK Parti
çizgisinde olduğu biliniyor.
Olsun, zararı yok! Sonuçta anneler kazandı; “ciğeri
yananlar”ın Ankara ziyareti,
HDP Genel Merkezi’ndeki
“ağız dalaşı” dışında olumlu
geçti. Hükümet dünyadaki
tüm Kürtlere dostluk elini
uzattı ve öncelikle süreci
yasal bir zemine oturtmak
için konuyla ilgili kanunu
Meclis gündemine aldı ve
Ramazan içinde halletme
sözü verdi. Daha sonra “Barzani Vilayeti”nin Başbakanı
Damat Neçirvan’ı birkaç kez
Ankara’ya çağırdı. Genç adama -şu bağımsızlık hususunda- İsrael’in kışkırtmalarına
kulak asmamasını öğütledi
ve galiba zamanı gelince bu
konuyu beraberce konuşacaklarının işaretini verdi. Her
ne kadar Barzan Baba, Erbil
Parlamentosu’ndan bağımsızlık için komisyon kurulmasını istese de “kazın ayağı”nın
hiç de onun sandığı gibi olmadığı malumatını bir kere daha
ortaya koydu.
Sonuç
Eğer bir paranoya ise, bu
satırları paranoyak kardeşiniz
Not
Bu makale yazıldıktan
sonra birtakım olaylar gelişti.
Aklı sıra IŞİD, halifelik ve emiri
olan Bağdadi’yi halife ilan etti.
Garipler bilmiyorlar ki halen
halifelik, TBMM’nin manevi
şahsında temsil ediliyor; 90
yıl pasifleştirilmiş olsa da bir
halife zaten var. Zamanı gelince ve gerekirse ortaya çıkar;
gidişat ona doğru...
Oldu oldu, halifenin çıkış
tarihini de tahmin edelim bari.
Kaldırılışının yüzüncü yılında,
yani 2024’te bekleyin Halife
Hazretleri’ni; tabii ki kendi
kentinde, yani İstanbul’da...
Anlaşılan çakma halife
Bağdadi’nin, bir başka halife
kenti olan Bağdat’ın fethini
beklemeden adına hutbe
okuması, Harun Reşid’in tahtını almaktan umudunun kesildiğini gösteriyor. Ha bu arada halifeciğe biat eden kabilelerden de bahsediliyor, ancak
Türkmenler biatı reddetmiş ve
“baş kesici militanlar”ın hedefi
şekline gelmişler; bu anlamda
çarpışmalar sürüyor.
Demek ki IŞİD’ciler, Konsolosluk çalışanlarını tutsak
ederken böyle bir durumla
karşı karşıya kalacaklarını
hesap etmişler. E bu da bir
öngörü, ne diyelim?!
Bu arada başkent 50
kilometre mesafedeki
Samarra’da çakılıp kalan Selefiyan savaşçılarının da mezarlıkları tahrip ettiklerinin,
cami minarelerini dahi bid’at
işlerden sayıp bombaladıklarının, tekke ve türbeleri berhava ettiklerinin görüntüleri
ekranlara yansımakta.
Bir de Endülüs’ün fethi
meselesi var. İspanyollar
rüzgârı gerçek sanmışlar,
verip veriştiriyorlarmış. Endülüs meselesi neyse de IŞİD
cephesinden “Kâbe’nin dahi
yıkılacağı” haberleri de geliyor ki fakir buna inanmıyor.
Münafık medya söylenmemişi
söylenmiş gibi yansıtmakta
oldukça mahir, biliyorsunuz.
Ya da çarpıtma hususunda
sabıka zengini bir basın yayın dünyası var ortada. Hem
Kâbe, hem Kabr-i Nebevî,
98 yıldan beri Vehhabiyan
Suud krallarının yönetiminde.
Nice zamandan beri Kutsal
Kâbe’nin genişletilmesi için
milyon dolarları da onlar yatırıyor. Şimdi durup dururken
adamların hakkını yemeyelim;
siz de yemeyin! Oralardaki
vaziyeti bu sıralarda umreden
dönen akrabalarınızı ziyaret
edip, hurmalarını yiyip Ebu
Zemzem’lerini içerken onlara
sorun…
temmuz 2014
115
haberajanda
Analiz
Bağımsızlığın,
büyük devlet olmanın, “Biz artık
kukla bir devlet olmak istemiyoruz”
demenin ve diyebilmenin, küresel
çetelere eyvallah
etmemenin, onurlu siyasetin, “Biz
özgür bir devletiz” demenin bir
bedeli var. Sabırlı
olmalıyız. Türkiye
bir yol ayrımında. Ya eskisi gibi
küresel çetelerin
oyuncağı olacak
ve “Biz bağımsız
bir ülkeyiz” diye
birbirimizi kandırmaya devam
edeceğiz; ya da
bazı bedeller ödeyip, biz olmasak
da çocuklarımıza
ve torunlarımıza
tam bağımsız
yaşayacakları,
küresel siyasete
yön verebilen
onurlu bir ülkeyi
onlara armağan
edeceğiz.
BARIŞIN VE
BAĞIMSIZLIĞIN
BEDELI
İstikrarlı istikrarsızlık
O
RTADOĞU’daki istikrarsızlık devam
ediyor. Daha doğrusu Ortadoğu’daki “istikrarlı istikrarsızlık” devam ettiriliyor.
Ortadoğu’da planlı bir istikrarsızlık var. Bu
istikrarsızlık, bölge ülkelerini kontrol altında tutmak için 100 yılı aşkın bir süredir uygulanan bir
oyunun parçası.
>> Bölge 100 yıldır bir kaosun içinde. Bu kaos İsrail’e,
ABD’ye, AB’ye ve kısmen ve
de zaman zamansa Rusya’ya
yarıyor. İstikrarsızlık ne zaman azalmaya başlar ve bölge
ülkelerinden biri ne zaman bu
“kaos kümesinin” dışına çıkma
emaresi gösterirse, ya yine yeni
mezhep ve kimlik çatışmaları çıkartılarak istikrarsızlığın
içine itiliyor ya da demokrasi
getirme bahanesi ile işgal ediliyor.
Osmanlı Devleti bu asırlık
planın ilk hedefi, Türkiye ise
bu planın sadece bir parçasıydı -kuruluşu ve yönetimi ile
de bu planın ikinci adımıydı-.
Türkiye, tarihinden koparılarak inkâr ve asimile politikaları
ile dönüştürülmeye çalışıldı.
Mayası sağlam olan halk, her
seferinde aslına dönmek için
gayret gösterdi ve ülke, tarihinde birkaç kez bağımsız
116
temmuz 2014
olma girişiminde bulundu.
Ancak bu girişimler de çeşitli
darbeler, sağ-sol çatışmaları,
PKK terörü, çeşitli suikastlar
ve kimliği meçhul cinayetler
ve küresel patentli ekonomik
krizler ile engellendi.
Bağımsızlık
mücadelesi
AK Parti ile Türkiye yeniden bir bağımsızlık mücadelesine girişti. Narkozdan çıktı ve
üzerinde yapılagelen ameliyatların farkına vardı. Bu yüzden
Türkiye yeniden bir hedef haline geldi. Yurtiçi ve dışındaki
piyonlar yeniden sahneye sürüldü. Vesayetçi sistemin elemanları, Kemalizm şemsiyesi
altındaki burjuvazi ve elitist
takılan devşirmeler yine devreye girdi.
Ancak bu sefer planları
tutmadı. Oynanan oyunlar ve
oyuncular her seferinde deşif-
re edildi. Maskeler düşürüldü.
Son olarak içimize, tabiri caizse ta ciğerimize kadar sızdırdıkları Cemaat’i kullandılar.
Ve fakat yine Allah’ın izni ile
deşifre edilerek püskürtüldüler.
Bayrak indirme
olayı ve IŞİD
Bunca yaşanan olaydan sonra gelişen olaylara ani tepkiler
vererek değil, artık daha soğukkanlı ve sağduyulu bakmayı öğrenmemiz gerekli.
Geçen ay Diyarbakır’daki
askerî üstte Türk bayrağı indirildi. Bayrak indirilirken
müdahale edil(e)medi; toplumun tepkisi test edildi.
Hemen ardından IŞİD adlı
örgüt Musul’u işgal etti ve
burada bulunan Konsolosumuzu ve çalışanları rehin aldı;
Hükümet’in refleksleri test
edildi. Birbiri ile alakasız görünen olayların ortak paydası,
Türkiye’nin istikrarsız bir savaş
ortamına çekilmek istenmesi
ve çözüm süreci ile artan huzur
ortamının bozulması.
Bayrak indirme olayına değinmeden önce, Kürt sorunu
ve gelinen noktayı iyi bir şekilde tahlil etmek gerekli.
PKK terörü ve Kürt sorunu,
Zehra Mücahit
[email protected]
Irak Şam İslam Devleti IŞİD) örgütü lideri
Ebubekir el-Bağdadi’ye ait olduğu iddia
edilen bir görüntü...
“Büyük Türkiye” önündeki en büyük engellerden biriydi. Bu sorunun çözümü için,
Hükümet taşın altına sadece elini değil,
adeta tüm bedenini koydu. Ciddi ve tarihî
adımlar atıldı. Bu süreçte ufak tefek olayların ve boşa çıkartılan birkaç provokasyonun dışında çok ciddi bir olay yaşanmadı.
Hükümet ve Çözüm Süreci’nde samimi
olan tarafların sağduyulu yaklaşımları ile
bu provokatif eylemler amacına ulaşamadı.
PKK içinde çeşitli gruplaşmalar var.
PKK’nın çok uluslu bir terör çetesi olduğu
biliniyor ki fazla bilinmeyen yönü ise küresel uyuşturucu trafiğinin önemli ve kilit bir
parçası olduğu. PKK içindeki gruplar hem
kendi içindeki çıkarları, hem peşmerge ile
Kuzey Irak’taki çıkarları, hem de Türkiye
ile diğer çıkarları için çatışma içinde. Çözüm sürecinde PKK içindeki belirsizlik,
çokseslilik ve provokatif eylemlerin nedeni
de bu.
Diyarbakır’da indirilen bayrak ise hem
Çözüm Süreci’ne, hem de Hükümet’e
bir darbe amaçlıyordu. Bu sınırları aşan
provokatif eylem, yine hem Türk, hem de
Kürt halkının sağduyusu sayesinde büyümeden engellendi. Yapılması gerekeni barış isteyen halk zaten yaptı da, yapıyor da.
Diyarbakır’da indirilen tek bayrağa karşı,
Kürt halkı binlerce Türk bayrağını kaldırarak cevap vermiş oldu.
Barışı ve çözümü samimi şekilde isteyen
hiçbir kesimin, bu tür olaylara ve provokatif eylemlere prim vermemesi gerek. La
Fontaine, “Hiçbir zafere çiçekli yollardan
gidilmez” demiş. Anlaşılan o ki, zafer kadar
barışa uzanan yollar da artık çiçekli değil.
Barışın bir bedeli var. Kalıcı bir barış
için sabırlı ve sağduyulu olmamız gerekli.
Benzeri provokatif olaylar ne ilk, ne de son
olacak. Bu tür olaylardan sonra asla sessiz
kalmayacağız. Ancak yine de asla öfkeyle
tahriklere kapılıp barış ve huzur ortamını
bozmak isteyenlere prim vermeyeceğiz.
Türkler ve Kürtler, bu provokasyonlara kol
kola girip gerekli cevabı verecektir.
IŞİD’e gelince…
Irak’taki durum çok daha karışık. İran
destekli Şia blokuna karşı Arap milliyetçisi Sünni blok, yani Kürtler, Türkmenler ve
IŞİD benzeri irili ufaklı örgütler… Bunların tamamı, aslında petrol üzerinde oynanan oyunların piyonları.
Türkiye’nin Kuzey Irak’la, daha açık bir
ifadeyle Peşmerge ile olan yakın işbirliği
ve Kuzey Irak petrolünün Bağdat’a rağ-
men Türkiye üzerinden akması da yine
Türkiye’yi hedef haline getirenlerin hoşuna
gitmedi. Irak ordusunun bir anda geri çekilmesi ve adeta dağıtılması, IŞİD’in Musul
gibi stratejik bir kenti açıkçası elini kolunu
sallayarak düşürmesi ve daha da ileri giderek Konsolosluğumuza girmesi ve Konsolos dâhil herkesi rehin alması da rastgele
değil, planlı bir eylemin göstergesidir.
Soğukkanlılığımızı kaybetmeden mevcut politikamıza devam etmemiz gerekli.
Türkiye peşmerge ile yürüttüğü ikili ilişkileri sürdürmeli ve desteğini arttırmalıdır.
Bağımsızlığın, büyük devlet olmanın,
“Biz artık kukla bir devlet olmak istemiyoruz” demenin ve diyebilmenin, küresel
çetelere eyvallah etmemenin, onurlu siyasetin, “Biz özgür bir devletiz” demenin bir
bedeli var. Sabırlı olmalıyız. Türkiye bir yol
ayrımında; ya eskisi gibi küresel çetelerin
oyuncağı olacak ve “Biz bağımsız bir ülkeyiz” diye birbirimizi kandırmaya devam
edeceğiz ya da bazı bedeller ödeyip, biz
olmasak da çocuklarımıza ve torunlarımıza
tam bağımsız yaşayacakları, küresel siyasete yön verebilen onurlu bir ülkeyi onlara
armağan edeceğiz.
temmuz 2014
117
İsrail, 2009’da Hayfa’nın
90 kilometrelik batısındaki açık denizde keşfedilen
Tamar sahasında 283
milyar metreküplük ve
47 kilometre güneybatısındaki Leviathan
sahasında da 530 milyar
metreküplük rezerv
buldu. Tamar’da bulunan
rezerv Mart 2013’te üretime başlarken, Leviathan
sahasındaki rezervde ise
2017’de üretime geçilecek. Zaten bu noktada
İsrail Enerji Bakanlığı da
2015’te ülkenin enerji
ihtiyacının yarısının yerli
doğalgazla karşılanacağı,
2017’de ise net şekilde
ihracatçı olunabileceği
müjdesini vermişti.
***
2 Temmuz’da operasyon sinyali veren
Netanyahu’nun ardından,
3 Temmuz günü Cumhurbaşkanlığı görevi bitmek
üzere olan Simon Peres,
“Kışkırtmaları durdurma
zamanı geldi” diyerek iki
ucu açık ve farklı şekillerde yorumlanabilecek
bir açıklamayla “barışçıl”
diye ifade edilen bir
cümle kullandı. Ancak
İngiltere’de BBC, Filistin’e
yapılan hava saldırılarını
İsrail yanlısı verdiği
gerekçesiyle protesto
ediliyor, bırakın bölgede
bir sakinlik sağlanmasını,
dünya kamuoyu fokurdatılıyordu. Bugünlerde eski
İngiltere Başbakanı Tony
Blair ile görüşen Mısır
Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi’nin iş fırsatları ve
ekonomi danışmanlığına
getirildiğini öğreniyorduk.
3 Temmuz günü aldığımız
bu bilgi, 4 Temmuz günü
Mısır’da olaylar büyümeden önünün kesilmesi
için görüşme turuna
çıkan Hamas haberlerinden herhalde daha
mühimdi(!).
***
118
temmuz 2014
Muhsin Selçuk Bayındır
[email protected]
İsrail hava saldırılarını
yavaş yavaş sertlik ve
hız bakımından arttırırken, bir yandan da
dünya kamuoyunda
ilginç bir insancıl damar
tutturmuş türden görüntüler veriyordu. Hüseyin Ebu Hudayr adlı
17 yaşındaki Filistinli
gencin benzin içirtilerek
diri diri yakılmış vücudu
bulunuyor, bu iğrenç
vahşeti yapanların
ardına düşülmeyeceğinin, Uğur Mumcu’nun
hayatını kaybettiği hain
saldırının ardından “Faillerini bulmak namus
borcumuz!” denildiği gibi
Netanyahu’dan aileye taziye mesajı veriliyordu.
***
15 ve 16 Temmuz günlerinde ise birçok şey
gerçekleşti. Bu silsilenin
başlangıcında Mısır’ın
söz konusu savaşa dair
yaptığı ateşkes çağrısı
vardı. Mısır’ın teklifini
İsrail kabul ederken Filistin idaresi olan Hamas
hükümeti reddetti. Sizce
Mısır, 4 Temmuz günü
kendisine gelen Hamaslı
yöneticilerin arabulucuk
isteğini 12 gün görüştükten sonra İsrail’e nasıl
sunacaklarını mı istişare
ettiler? Şartlardan evvel
ateşkesin uygulanmasını
isteyen Mısır’dan Hamas
ne istiyordu da teklifi
reddetmiş ve dünya
kamuoyuna barışı istemeyen asıl taraf olarak
lanse edilmişti?
***
Bugüne dek yapılan
kara, hava ve deniz
saldırılarında 350’ye
yakın Filistinli şehit oldu.
Dosyanın başlığındaki
“Lema”yı merak etmiş
olanınız varsa belirtelim.
Lema, bu saldırılarda
şehit olan en minik Filistinli, zira 5 aylık…
SUSTU
LEMA...
İ
Kİ şey geldi aklıma: Biri Peygamber’in inci tanesi, biri türkü… Burnumu, gönlümü, beynimi,
ruhumu sızlatan, düşündüğümde tâbiyete
anlam kaybettiren, ebteri terse çeviren, kevseri damlatan, ürkek bir ceylanı küheylan gibi
şahlandıran bir ânın ifadesidir o inci tanesinin
cümlelerindeki…
>> Baba, Resul-i Zişan, Hatemü’l-Enbiya, Server-i Kâinat Kâbe’de namaz kılarken, secde anında
his yoksulu, zihin fakiri, dünya budalası azgın bir sefil güruh, Güzeller Güzeli Habibullah’ın mübarek
ve temiz ensesine işkembe yığmıştı.
Kimse bir hamlede bulunamazken,
tehdit ve korku nefes nefes yayılmışken Mekke’ye, bir haber üzerine yıldırım olup meydana düşendi
o inci tanesi, ciğer paresi…
Meydan inliyordu: “Kim yaptı bunu?” İnlemenin sarsıntısında
yaydığı korkuyu soluğuna karıştırdığı tükürükle sert bir lokma gibi
bütün bütün yutan o meydan, o
ciğer parenin karşısında ezim ezim
eziliyordu.
Derhâl o temiz enseye konulanları temizleyen zehra yürekli,
narin kollarıyla kuvvetle sarmaladığı Baba’ya gözlerinden dökülen
kevser damlalarıyla soruyordu bu
kez “Kim yaptı bunu Sana?” diye...
Ciğer paresine buğulu gözlerle bakan Rahmet Nebisi ise, “Ağlama
kızcağızım! Allah, Baba’nın gayretini zayi etmeyecek!” diyordu…
İşte bu hatırayı Nebevî hayatın
en keskin ve en dramatik sahnesi
olarak hatırlarken dilime takılan
türküyü Karacaoğlan seslendiriyor
yanık yanık: “Üryan geldim, gene
üryan giderim./ Ölmemeye elde
fermanım mı var?/ Azrail gelmiş
de can talep eyler;/ Benim can vermeye dermanım mı var?/ Bu dünyanın hesabını isterler./ Onun için
el çekti veliler./ Haramî var deyu
korkuverirler;/ Benim ipek yüklü
kervanım mı var?” Üç gencin cesedi
bulundu ve…
12 Haziran 2014 günü, Yahudi
yerleşimcilerden üç genç kayboldu.
Kayboluş öyküsü hakkında hiçbir
temmuz 2014
119
bilgiye yer verilmeyen takibat seyri 17 gün
sürdü. 17 günlük hezeyan sırasında Batı
Şeria’da taciz etmediği ev, tecavüz etmediği hak bırakmayan İsrail, hedefinde tuttuğu Gazze’ye Hamas mazeretli bir baskının
planlarını çiziyordu. O planların başlangıcına uzanan süreçte, 585 Filistinli gözaltına
alındı.
585 Filistinlinin gözaltı süresi hakkında
hiçbir açıklama getirilmezken, İsrail’in kayıp üç genç hakkındaki beyanatı arz edildi:
“Kayıp gençleri kaçıranlar, Hamas üyesi olan
Mervan Kavasime ile Amir Ebu Ayşe...”
27 Haziran 2014 günü yapılan bu açıklamadan iki gün evvelse Mescid-i Aksa’da
yeni bir kışkırtmayla karşılaşan Filistinliler,
aşırı dinci diye tabir edilen Yahudiler tarafından İsrail askerlerinin hedefleri haline
getiriliyorlardı. Aksa’nın basıldığı bugün,
yani 25 Haziran 2014, operasyon programı
belli olan İsrail’in hava saldırılarının başlangıç günüydü. Zira aynı gün Hamas tarafından İsrail topraklarına 4 adet roket fırlatıldığı iddiası hazırdı, ancak Hamas bu iddiayı
yalanlıyordu.
Dünya kamuoyunda başlayan hava saldırılarına dair hiçbir yankı bulunmazken ölü
olarak bulunan üç Yahudi genç için Avrupa
Birliği ve ABD’den taziye mesajları yayınlanıyordu. Galiba bu mesajlar, ileride değineceğimiz kara harekâtını İsrail’in haklılığı
üzerine yorumlayan Batı’nın ilk bahanelerinin içeriğinin işaretlerini veriyordu. Zaten
2 Temmuz 2014 günü yapılan toplu cenaze
120
temmuz 2014
merasiminde İsrail Başbakanı Netanyahu,
operasyon hakkında örtülü mesajlar dökmüştü dilinden.
585’ten damıttığı 2’nin hesabını Gazze’de
vurduğu 34 hedefle başlatan İsrail’e bu
hava saldırıları sırasında BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’dan itidal çağrısı geldi
ve kara harekâtına girişilmemesi gerektiği
uyarısı yapıldı. Ancak bu uyarının anlamını
çözmekte zorlanmamızın sebebi, dünyanın
meseleden neredeyse haberi yokken ortaya
sürülen peşine itidal çağrısı ve kara harekâtı
uyarısı idi. Peki, bu çağrı ve uyarının merkezinde ne olabilirdi?
İsrail’in istediği roketlere
cevap mı vermekti sadece?
Mutlak surette Gazze’yi hedefine bu kez
de oturtan İsrail, Netanyahu ağzıyla millî
mutabakata gitmiş olan Filistin’e tehdidini
savurmuş, “Hamas’la birlikte olan, barış istemiyor demektir” demişti. Hedef, İsrail’in
gözüyle bakılınca millî mutabakat, yani Hamas ile Fetih’in siyaset ve fikir birliğine gidişiydi. Yalnız, sadece bu muydu sebep?
Çalışmalarını Londra’da yürüten Politika
Araştırmaları ve Kalkınma Enstitüsü Direktörü Dr. Nafiz Ahmed, “İsrail’in Hamas’ı
zayıflatarak kendi şartlarını dikte edebileceği bir gaz rejimi yaratmayı istediği belli. Bu
nedenle İsrail’in Gazze saldırısı, Gazze’nin
henüz çıkarılmamış doğalgaz kaynaklarını
kontrol etme arzusuyla doğrudan ilişkilidir”
diyor. 2000’de Gazze açıklarında bulunan
yaklaşık 38 milyar metreküplük ve 4 milyar
dolarlık gazdan sonra İsrail-Filistin çatışmasının temel nedenlerinden birinin de
Tel Aviv’in artan doğalgaz ihtiyacı ve buna
yönelik geliştirdiği gaz planı olduğunu söyleyen Ahmed, plana göre söz konusu gazın
Hamas kontrolüne geçmesinin engellenmesi gerektiğini ve İsrail’in de bu noktadaki
tedbirlerini böyle aldığını vurguluyor.
Ahmed, İsrail’in son yıllarda Doğu
Akdeniz’deki Levant sahasında, ülkeyi enerji ithalatçısından Avrupa, Ürdün ve Mısır’a
gaz ihraç eden ülke haline getirecek doğalgaz keşifleri yaptığını anımsatarak “Ancak
potansiyel engel şu ki, Levant sahasındaki
3,5 trilyon metreküp gazın çoğu İsrail, Gazze, Lübnan, Suriye ve Kıbrıs arasındaki tartışmalı sularda” diyor.
İsrail, 2009’da Hayfa’nın 90 kilometrelik batısındaki açık denizde keşfedilen Tamar sahasında 283 milyar metreküplük ve
47 kilometre güneybatısındaki Leviathan
sahasında da 530 milyar metreküplük rezerv buldu. Tamar’da bulunan rezerv Mart
2013’te üretime başlarken, Leviathan sahasındaki rezervde ise 2017’de üretime
geçilecek. Zaten bu noktada İsrail Enerji
Bakanlığı da 2015’te ülkenin enerji ihtiyacının yarısının yerli doğalgazla karşılanacağı,
2017’de ise net şekilde ihracatçı olunabileceği müjdesini vermişti.
İsrail söz konusu hava saldırılarına bahane olarak Hamas’ı gösterse de, Hamas’ın
yalanladığı roket saldırılarını Filistin Halk
Kurtuluş Cephesi üstlendi. Bu çıkışı İsrail’in
tahriklerine dayanamadıkları ve Filistin’e yapılan baskıya karşı seslerini duyurmak için
yaptıklarını beyanla ilan ettiler. Peki, İsrail
Hamas’tan özür diledi, dünya İsrail’in iftirasını kınadı, Gazze saldırısı bitti mi?
Bu noktada bir hatırlatma yaparak dikkat
çekelim de karşımızdaki cepheyi genişletelim. 2 Temmuz’da operasyon sinyali veren
Netanyahu’nun ardından, 3 Temmuz günü
Cumhurbaşkanlığı görevi bitmek üzere
olan Simon Peres, “Kışkırtmaları durdurma zamanı geldi” diyerek iki ucu açık ve
farklı şekillerde yorumlanabilecek bir açıklamayla barışçıl diye ifade edilen bir cümle
kullandı. Ancak İngiltere’de BBC, Filistin’e
yapılan hava saldırılarını İsrail yanlısı verdiği gerekçesiyle protesto ediliyor, bırakın
bölgede bir sakinlik sağlanmasını, dünya
kamuoyu fokurdatılıyordu. Bugünlerde eski
İngiltere Başbakanı Tony Blair ile görüşen
Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi’nin
iş fırsatları ve ekonomi danışmanlığına getirildiğini öğreniyorduk. 3 Temmuz günü
aldığımız bu bilgi, 4 Temmuz günü Mısır’da
olaylar büyümeden önünün kesilmesi için
görüşme turuna çıkan Hamas haberlerinden herhalde daha mühimdi(!).
İsrail hava saldırılarını yavaş yavaş sertlik
ve hız bakımından arttırırken, bir yandan da
dünya kamuoyunda ilginç bir insancıl damar tutturmuş türden görüntüler veriyordu.
Hüseyin Ebu Hudayr adlı 17 yaşındaki Filistinli gencin benzin içirtilerek diri diri yakılmış vücudu bulunuyor, bu iğrenç vahşeti
yapanların ardına düşülmeyeceğinin, Uğur
Mumcu’nun hayatını kaybettiği lain saldırının ardından “Faillerini bulmak namus borcumuz!” denildiği gibi Netanyahu’dan aileye
taziye mesajı veriliyordu.
kara duman bulutları yükseliyor. Elektrikler
kesik; ana caddeler, sokaklar ve Suriye’den
iltica edenlerin bulunduğu mülteci kamplarının patika yollarından halk tamamen
çekilmiş. Sadece bomba ve uçaklardan kaynaklanan yüksek ses dahi birçok çocuğun
yaralanmasına neden olmuş.
Mısır halkının seçtiği(!) Sisi gibi havadan ve
karadan ölüm saçıyor, ateş ediyor. Ve sonunda, saldırılar başladıktan yaklaşık iki hafta
sonra, 12 Temmuz günü Arap Birliği toplanıyor. Alınan karar mı? Bilinmiyor…
On çocuklu bir baba, bombardıman sırasında yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Gece
hiç bitmeyecek gibi, zaman durdu… Çocuklarımı uyutmaya çalışıyorum ama uyumuyorlar. Korkudan titreten patlama sesleri
uykuya ağır bastı…”
12 Temmuz günü bir günde 200 hava
saldırısı düzenledi İsrail. Netanyahu, bin
hedefi vurduklarını belirttiği açıklamasında operasyonu savundu. Gazze’deki Ulusal
İslam Bankası da vuruldu. İsrail’in saldırılarına karşılık El-Kassam Tugayları’nın Tel
Aviv’e fırlattığı füzelerse Obama’nın gurur
duyduğu Demir Kubbe tarafından infilak
edildi. İsrail’in elinde 9 adet Demir Kubbe
bulunuyor. 20 roket bataryalı füze savunma sistemi, ABD’nin hibelerinden oluşan
gelirle kısa menzilli saldırılara karşı mobil
bir düzenekle çalıştırılmak üzere yapıldı.
Sistem, karşı atağa otomatik cevap veren bir
yazılıma sahip.
Bombardımanların sesinin kesilmesiyle
bebeklerin, çocukların, yaralıların ve korkuya kapılanların çığlıkları titretiyor şehri.
Saldırıların durduğu anda arama kurtarma
ve ilkyardım ekipleri, itfaiye erleri harekete
geçiyor. Öyle ya, İsrail, öncelikli olarak hedefine aldığı Filistin’in can damarı olan tünelleri vururken, bir yandan da hastaneleri,
ambulansları, evleri de vuruyor. Kimse harekât istemiyor(!)
Filistinleri korku mesajları ve tehdit telefonlarıyla demoralizasyon seanslarına
tâbi tutan İsrail karşısında dünyada ilginç
bir tıp oyunu oynanırken İslam İşbirliği
Teşkilatı’ndan BM Güvenlik Konseyi’ne
olağanüstü görüşme talebi yöneltiliyor. Bu
sırada ABD’den bir beyan daha çıkıyor:
“Kimse kara harekâtı görmek istemiyor.” Bu
ne şimdi? BM’nin yaptığı gibi eşeğin aklına
karpuz kabuğu düşürmek de neyin nesi?
Her üç dakikada bir saldıran İsrail,
Filistin’de silahsız halde kendini protesto
edenlere dahi tahammül edemeyerek büyük
Sesini yükselten bir iki devletten biri
olan Türkiye’nin Başbakan Erdoğan tarafından yürütülen arabulucuk faaliyetlerine
İsrail’den yanıt gelmezken Erdoğan, Katar
Emiri El-Sani ve Fransa Cumhurbaşkanı
Hollande ile görüştü. Katar Emiri, bu görüşmenin ardından bir de Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşmek üzere bir gece yeniden
Türkiye’ye geldi.
13 Temmuz günü ise BM’ye iki çağrı
geldi: Biri Filistin, biri de İran’dan. Uluslararası koruma talebinde bulunan Filistin’e
olumlu bir cevap veremeyen BM’ye İran
“İsrail’i durdurun!” dedi. Burada bir dikkat
celbi yapacağız: Irak’taki Irak-Şam İslam
Devleti denilen terör örgütü Şiilere katliam
Hamas’ın 4 Temmuz günü arabuluculuk
için başvurduğu Mısır’dan ses seda çıkmazken Filistin Devlet Başkanı Mahmud
Abbas’tan “Yaşanan bir savaş değil, silahlı bir
ordunun silahsız bir halkı katletmesi” açıklaması geliyordu. Zira İsrail hava saldırılarıyla
hükümet ve kamu binalarını vuruyor, deniz
saldırılarıyla Gazze kıyılarını topa tutarken
yine sahildeki çocukları hedef alıyordu.
İsrail terör kustuğu Gazze’de gece boyu
süren saldırılara şahit olan Anadolu Ajansı
muhabirleri, İslam dünyasının içinde bulunduğu Ramazan ayına dikkat çekerek saldırılardan endişe edildiği için camilerin bile
kilitli olduğunu belirtiyorlar. Sahur vaktine
hazırlan şehre, İsrail uçakları art arda bombalar yağdırıyor. Gazze’den gökyüzüne kap-
temmuz 2014
121
Başlarda ifade ettiğimiz barışçıl Cumhurbaşkanı Simon Peres ise Mahmud Abbas
hakkında tam da bu sırada “barışa hazır gerçek bir lider” övgüsünde bulundu. Abbas ne
mi yaptı? 18 Temmuz’da geldiği Türkiye’de
Cumhurbaşkanı Gül ile görüşmesinde gazetecilere “Ateşkesi kabul etmeliydik” dedi.
Başbakan Erdoğan ile yaptığı görüşme ise 2
saat 15 dakika sürdü, ancak basına kapalıydı
ve bilgi verilmedi.
Ayrıca İsrail sadece bombalamıyor, Hamas üyesi milletvekillerini ve parti yöneticilerini de gözaltına alıyor.
Yine 16 Temmuz günü Almanya Federal Güvenlik Konseyi, İsrail’e bir denizaltı satışı için daha onay verdi. Hamas’ın,
Mısır’ın teklifini resmen tanımadığını ilan
ettiği bugün, BM ve ABD’nin hep uyardığı ve kaygı duyduğu (!) kara harekâtı için
8 bin yedek asker daha çağırıldı sınıra yığınak yapıldı.
uyguladığında devam etmesi halinde bölgeye girerek savaşacağını ilan eden ve Siyonist
İsrail’in güya 1 numaralı düşmanı İran, Filistin hususunda bir adım öteye geçemedi.
Her şey Hamas aleyhinde
işletiliyor
Bu arada 14 Temmuz günü, Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan,
katil İsrail’in düzenlediği saldırılara bahane
olarak ileri sürdüğü Hamas füzelerinin neden bir yankısının olmadığını sorgulayarak
“Niçin hiçbir zarar görünmüyor?” derken
İsrailli kaynaklar askerî bir üsse füze isabet
ettiğini açıkladılar. Demek ki Obama’nın
gurur duyması boşuna, zira Demir Kubbe
hem de askerî üs bölgesinde çalışmıyor, tutukluk yaptı zahir…
ABD ile İsrail’i andığımızda tavukyumurta bahsini hatırlamak borç oluyor.
İsrail’in orantısız güç kullandığına dair kanıt göremediğini ilan eden ABD Dışişleri
Bakanlığı, kara gecede kara karıncayı tespit
ettiği yönündeki ilahî iddiadan vazgeçmenin eşiğine gelmez mi acaba?
15 ve 16 Temmuz günlerinde ise birçok
şey gerçekleşti. Bu silsilenin başlangıcında Mısır’ın söz konusu savaşa dair yaptığı
ateşkes çağrısı vardı. Mısır’ın teklifini İsrail
kabul ederken Filistin idaresi olan Hamas
hükümeti reddetti. Sizce Mısır, 4 Temmuz
günü kendisine gelen Hamaslı yöneticilerin arabulucuk isteğini 12 gün görüştükten
sonra İsrail’e nasıl sunacaklarını mı istişare
122
temmuz 2014
ettiler? Şartlardan evvel ateşkesin uygulanmasını isteyen Mısır’dan Hamas ne istiyordu da teklifi reddetmiş ve dünya kamuoyuna barışı istemeyen asıl taraf olarak lanse
edilmişti?
Hamas’ın ateşkes şartları şöyleydi: Filistin’e uygulanan ambargo kalkacak, Refah Sınır Kapısı sürekli açık olacak, 12
Haziran’dan beridir tutuklu olanlar serbest
bırakılacak (hani 585 kişi vardı ya), esir takasına bağlı kalınacak, Gazze’ye uygulanan
balıkçılık sahasında kısıtlama genişletilecek,
uzlaşı hükümetine karışılmayacak. Mısır’ın
teklifi ise Filistin’i sıfır noktasına taşıyacaktı.
Hamas’a ateşkesi uygulaması için baskı
kuran ABD’nin Başkanı Obama Ramazan
iftarı verirken Beyaz Saray’da, Ramazan’ı
zehre bulanmış Gazze’de çocuklar ölüyordu. Ateşkes baskısı yalnız ABD’den değil,
İngiltere, Almanya ve Fransa’dan da yoğun
şekilde geliyordu. Fransa, İsrail karşıtı protesto eylemlerini yasakladı, Almanya Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier ise
Filistin’e kadar giderek teklifi ikna görüşmelerinde bulundu.
Filistinlilere sık sık evlerini boşaltma talimatı veren İsrail’de ayrıca bir çatışma da yaşanıyordu. Savunma Bakan Yardımcısı Danny
Danon, “Başbakan iyiden de, kötüden de
sorumludur” şeklindeki ifadesiyle şimşekleri
üzerine çekiyor, Başbakan Netanyahu tarafından kovuluyordu. Almanya Şansölyesi
Merkel bile İsrail’in haklı olduğunu söylerken bu adam da ne söylüyordu böyle?
Ayın 17’si… Harekât
başladı…
Ve 17 Temmuz 2014… Kara harekâtı başladı. Hava saldırıları sürerken tank ve zırhlı
araçlarıyla İsrail topyekûn Gazze’ye girdi.
Netanyahu, “Günah benden gitti!” yüzsüzlüğünde “Ben Mısır’ın teklifini kabul ettim,
Hamas ise reddetti. Tek sorumlu Hamas’tır!”
dedi ve dünya kamuoyunda savaşın tek müsebbibi olarak görülen Hamas’a yöneltildi
bütün oklar. Bu noktada Filistin’den tek
arabulucu olarak tanınacak devletin Türkiye
veya Katar olacağı ilan edildi.
Aynı gün Birleşmiş Milletler, insanî
yardımların ulaşması için 5 saatlik ateşkes
istedi. Hayat tünelleri yerle yeksan edilen
Gazze’de ilaç sıkıntısı had safhada…
Mısır’ın teklifini reddederek kara
harekâtını asıl müsebbibi olarak tanıtılan
Hamas’a tam da bu sırada İngiltere’den bir
uyarı geldi ve Hamas’ın roket atmayı durdurmasını istedi. Oysa bu sıralarda Filistin
cephesinden İsrail hakkında zehirli gaz
kullandığı da iddia ediliyordu. Yani durum
şuydu: İnsan hakları bütün dünya tarafından korunuyor, İsrail lehine bütün tehditler
yağdırılıyordu Filistinliler can verirken…
Tavuk-yumurta bahsinin ortakları ABD
ile İsrail arasındaki görüşmeler hız kesmiyordu. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry,
Netanyahu’ya “tünelleri titiz bir çalışmayla yok etmelerini” tavsiye ediyordu. Zaten
Netanyahu’yu bilmiyor muydu, o sivilleri
vurmamaya gayret eden bir idareciydi(!).
İsrail Dışişleri Bakanlığı tüneller tamamen
imha edilince harekâtın biteceğini duyururken, Genelkurmay Başkanı ise operasyonun
hemen bitemeyeceğini söyledi.
Bugüne dek yapılan kara, hava ve deniz
saldırılarında 350’ye yakın Filistinli şehit
oldu. Dosyanın başlığındaki “Lema”yı merak etmiş olanınız varsa belirtelim. Lema,
bu saldırılarda şehit olan en minik Filistinli,
zira 5 aylık…
Bir Kevser damlasında
ümidim…
Şimdi en başa dönüp Peygamber’in ciğer
paresini utancımla baş başa kalmış halde
bir kez daha anayım. Dünyanın gözünün
önünde, bütün hücreleriyle korkuyu olurken
arz, zehra zehra bir kevser damlası düşsün
meydana istiyor gönül…
letmeye hazır olduğu yönündeki başlığıyla
verdiği haberinde İsrail ordusunun bombardıman öncesi 14 bölgeye broşürler bıraktığını, ancak zaten dar olan ve yoğun nüfusun
yaşadığı Gazze’de Filistinlilerin kaçacak yerinin olmadığı bilgisini paylaştı.
“Terörü durdurmanın tek yolu” başlığını kullanan Alman Die Welt gazetesi, İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı kara
harekâtında bulunduğunu yazarak bir İsrail askerinin kendi arkadaşları tarafından yanlışlıkla öldürüldüğünü, birçok aşırılık yanlısının yanı sıra 4 Filistinli çocuğun da hayatını
kaybettiğini belirtti. Yani Almanlara göre
Filistinlerin kendileri zaten birer terörist.
tutumundan övgüyle söz edilen haberde
Katar’ın Gazze’ye verdiği desteğin açık
ve etkili olduğu vurgulandı. Birleşik Arap
Emirlikleri’nde yayımlanan El-Beyan gazetesi, operasyonu “Saldırganlık stratejisi”
başlığıyla verdi.
Otorite paralelindeki
basının yazdıkları
Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı dâhilindeki kurumlarıyla Gazze’ye
olan desteğini açık yüreklilikle dile getirirken tüm ilgili kurumlarıyla Türkiye bölgede yer aldı. Türkiye’de gerçekleşen protesto
Garip Gazze, üryan geldiği dünyadan
üryan giden Gazze ölümden kaçmanın
değil, nereden, hangi anda geleceğinin hesabında. Can talep edilen meydanda can
bile vermeye derman bulamayan yorgun
Gazze için bir kevser damlası niyetiyle el
açtık Mevla’ya…
Şüphesiz bu dünyanın hesabı istenecek ve
bu hesabı bütün dünya da, İsrail de verecek.
İsrail denen haramîden korkanların hesabı
en ağır olanı olacak. Ancak Gazze’nin ipek
yüklü kervanları yok ki zor olan bir hesaba
girsin; onun sahilde vurulan Lema’ları var…
Dünyada Gazze
operasyonunun yankısı
ABD basını, haberlerinde ağırlıklı olarak operasyonun risklerine ve sivil can kaybının artacağına işaret etti. İngiliz basını
aynı günlerde Ukrayna’da düşen Malezya
uçağına Gazze’den daha fazla yer verdi. Zira
Gazze idi adı, Gezi değil. Çin ve Yunanistan
basını İsrail’in ateşkesi kabul ettikten sonra
kara operasyonu başlattığına vurgu yaptı,
Rus basını ise normal bir rutinden bahseder
gibiydi.
Gazze harekâtında Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanı Erdoğan’a getirilen eleştirilerse
dikkat çekiciydi, hani “Ne diye one minüt çektin be adam?!” diyen cinsten. New
York Times, Erdoğan’ın açıklamalarına yer
vererek İsrail’in Gazze’de soykırım yapmakla suçlayan sözlerine yer verirken İsrail’in
İstanbul ve Ankara’daki diplomatlarını protestolar nedeniyle evlerine geri gönderdiğine dikkat çekti.
CNN, İsrail’in kara operasyonunu geniş-
İsrail’de yayın yapan gazete ve televizyonlarsa hükümetin operasyona başlamasında
Hamas’ın anlaşmaya yanaşmayan tutumundan dolayı bu yönde bir kararı almak
zorunda kaldığı düşüncesinde birleşti. Haaretz, “İsrail Savunma Kuvvetleri Gazze’ye
büyük kara operasyonu başlattı” başlığıyla
verdiği haberinde harekâtın Hamas’la yapılan ateşkes görüşmesinin gerçekleşmemesi
sonucu başlatıldığını yazdı. Jerusalem Post
ise Hamas’ın ateşkesi kabul etmemesi nedeniyle operasyonu doğrudan savundu.
Katar basınından Eş-Şark gazetesi ise
harekâtı “Yeni savaş suçu” başlığıyla manşetine taşıdı. Katar’ın saldırılar karşısındaki
gösterileriyse İsrail’in elçilik personellerinin
hepsini çağırmasına yol açtı. Ancak İsrail’in
bu konuda yapmak istediği belli: Türkiye’yi
saldırganlıkla itham etmek…
Tüm bunlar olurken yukarıda sıraladığımız dünya basınına ait haberlerin yanında
Türkiye’de işbirlikçi otorite paraleli medyanın haberlerinde Gazze’ye dair olmasa da
güya İsrail’e yüklenen haberler yayınlandı.
Ancak bağcı dövmek hevesindeki paralel sopa sahipleri sürekli şekilde Başbakan
Erdoğan’a çatma derdindelerdi.
Buna beddua edilir mi? Beddua edenler,
beddua etmediklerinin yanında 5 aylıkların
ahında boğulmazlar mı?
temmuz 2014
123
haberajanda
Teknoloji
Günümüzde, tamamen sanal bir
e-ticaret mağazası açmak mümkündür. Şimdi yasalar evde iş yeri
(Home Ofis) açmaya müsaade etmektedir. Maliye
Bakanlığı, elektronik faturaları da
geçerli saymaktadır. Diğer bir unsur,
yeni nesil sanal telefon numaralarının kullanılabilmesi sayesinde geride
gerçek, fiziki bir
adres bırakılmadan
iş yapma imkanı
bulunmaktadır.
Başka bir konu ise,
hiç bir stok bulundurmadan, kısacası mallara hiç bir
para bağlamadan,
tedarikçi ve üreticilerle güçlü anlaşmalar yapılarak
e-ticaret mağazası
açılabiliyor olmasıdır. Buna kısaca
Kayseri tabiriyle “Elin taşıyla elin
kuşunu vurmak”
denilebilir. Bugün
sistem buna müsaade ediyor. Şimdi geriye, kendine güvenen,
özgüveni olan, girişimci bir ruha sahip, biraz işletme
ve ekonomi üzerine bilgisi olan
veya eğitimini almış olanların harekete geçmesi kalıyor. Haydi e-ticaret
mağazası açmaya...
124
temmuz 2014
Türkiye’de elektr
Dr. Nurettin Alabay
[email protected]
onik ticaretin gelişimi
E
LEKTRONİK Ticaret veya kısa adıyla e-ticaret (E-Commerce),
her türlü mal ve hizmetin, internet, bilişim teknolojileri, elektronik iletişim kanalları ve ilgili diğer teknolojileri (akıllı kartsmart card-, elektronik fon transferi –EFT-, sanal POS sistemleri,
e-mail gibi) kullanarak yapılan satış işlemini ifade eder. Kısaca ödeme işleminin internet üzerinden yapıldığı her türlü alışveriş, e-ticaret kapsamındadır. Bu bakımdan, E-Ticaret yoluyla
oluşan ekonomi de, dijital ekonomi, elektronik ekonomi (e-ekonomi) olarak tanımlanmaktadır.
>> E-ticaret yoluyla yapılan alışverişler,
geleneksel alış-veriş biçimine göre temelde
bir kaç noktada farklılık göstermektedir:
1) 7/24 alış-veriş yapılabiliyor olması... 2) Ürünü görmeden ve incelemeden
alma... 3) Ürünü hemen teslim alamama...
4) Ödeme biçimindeki farklılıklar...
Bu farklılıkların tümü müşterinin güveniyle ilgili faktörlerdir. Satıcı, müşterinin güvenini kazanmak için, sitede ürün
detaylarını yeterince verebileceği gibi, önceki müşterilerinin memnuniyetlerini de
potansiyel müşterilere aktarabilir. Diğer taraftan, ürünü hemen teslim almama konusunda benzerlik de yaşanabilmektedir. Geleneksel pazarlamada da bazen, müşterinin
ürünü hemen teslim alamadığı, sipariş ederek birkaç gün sonra aldığı da olmaktadır.
Diğer bir durum ise, müşteri geleneksel
mağazalarda ürünü inceleyip, fiyat cazibesinden dolayı internet üzerinden sipariş
verebilmektedir.
E-ticaret 20 milyonu aşkın yeni iş imkanı ortaya çıkarmıştır. Günümüzde, kurumlara ve bireysel girişimcilere elektronik
dükkan (e-dükkan) kiralayan servis sağlayıcılar, e-ticaret ile dükkan açmayı kolaylaştırmışlardır. Bu e-ticaretin ülkemizde
gelişmesinde önemli bir faktör olmuştur.
Buna benzer diğer bir faktör ise, Kamu
Lisansı (GNU) ile ücretsiz hazır e-ticaret
yazılımlarının Türkçe’ye çevrilmesi, ülkemizde e-ticaretin yaygınlaşmasında ve gelişmesinde önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüketicilerin internet
ve e-ticaret bilgi düzeylerinin artması da,
şüphelerin giderilmesi ve güvenin artmasıyla e-ticaretin gelişmesinde önemli bir
faktördür.
Bugün, elektronik ticaret hacmi tüm
dünyada artıyor ve giderek geleneksel ticaret hacmini geçecek gibi görünüyor. Çünkü, büyük kolaylıklar sunuyor. Oturduğu yerden insanlar tüm işlerini yapabiliyor.
Maliyetlerinin düşüklüğünün fiyata yansıtılması, fiyat cazibesi meydana getiriyor.
Bu nedenle kullanıcılar tarafından çok tercih ediliyor. Ayrıca işletmeler açısından da
oldukça fazla teşvik ediliyor. Çünkü, maliyeti daha düşük, daha az insan kaynağı ile
yürütülebiliyor, temas düzeyi oluşturmadığı için şikayet üretmiyor, işletme itibarını
korumada daha etkili görülüyor.
Elektronik ticaret, ülkemizde ilk defa
1998 yılında uygulanmaya başlamış ve
2012 yılından 2013 yılına yüzde 35 büyüme göstermiştir. 2012 yılında toplam
e-ticaret hacmi 31 milyar lira iken, 2015
yılı hedefi 62 milyar TL olarak beklenmektedir. İşlem sayıları da ciroya paralel olarak artmaktadır. Alışverişlerin yüzde
50’ye yakını 3 büyük ilden gerçekleşmektedir. Yüzde 28 ile İstanbul en başta, yüzde 13 ile Ankara, yüzde 7 ile İzmir illeri
önde gelmektedir. Yüzde 50’si ise diğer iller
arasında dağılım göstermektedir. İnternetten yapılan satışlarda, satış başına sepet ortalaması 2007’de 100 TL iken, 2013 yılında 200 TL’ye çıkmıştır. İnternetten en çok
kadınlar alışveriş yapmaktadır. Kadınların
yüzde 41’i giyim aksesuar alışverişi yaparken, erkeklerin yüzde 39’u elektronik ve
bilgisayar ürünleri alıyor.
temmuz 2014
125
haberajanda
Teknoloji
tekliflerinin yetersizliği, güvenlik ve gizlilik
şartlarının yeterince sağlanmadığı, internet
bilgilerinin olmayışı gibi nedenlerden dolayı internet üzerinden alış-veriş yapmadıkları biliniyor.
Elektronik ticaret denildiğinde, işletmeden müşteriye (B2C), işletmeden işletmeye (B2B), Müşteriden işletmeye (C2B) ve
müşteriden müşteriye (C2C) türlerinden
bahsetmek mümkündür. Bununla beraber,
bu yazıda elektronik ticaret denildiğinde
daha çok İşletmeden tüketiciye türü olan
B2C (Business to Customer) anlaşılmalıdır. Elektronik ticaretin ilk kullanılmaya
başladığı yıllardan günümüze pek çok şekil
değiştirdiği de görülmektedir.
E-ticaret, kendi dijital parasını (Bitcoin)
meydana getirerek büyük bir sektör haline gelmiştir. Dijital para Bitcoin, Dolar ve
Euro gibi alınıp satılan, bir borsası olan ve
dünyanın her yerinde geçen bir para birimi
haline gelmiştir.
Elektronik ticaretle birlikte, hem
Türkiye’ye has hem de küresel elektronik
ticaret (sitesi) markaları meydana gelmiştir.
Mesela hepsiburada.com, sahibinden.com,
yemeksepeti.com, markafoni.com, ciceksepeti.com, gittigidiyor.com vb. yerel markalar olabildiği gibi, amazon.com, ebay.com
gibi küresel markalar da meydana gelmiştir. Hatta küresel markalar, ülkelerde meydana gelen yerel e-ticaret sitesi markalarını
satın alarak büyümeye başlamışlardır. Buna
örnek, ebay.com sitesinin kendi konseptine
çok benzeyen gittigidiyor.com sitesi markasını satın alması verilebilir.
Elektronik ticaret sitelerinin gelişiminde, internetin kullanımının yaygınlaşma-
126
temmuz 2014
sı, güvenlik açıklarının kapatılması ve SET,
GET, 3D SSL gibi yeni güvenlik sistemlerinin geliştirilmesi, kapıda ödeme gibi yeni
ödeme yöntemlerinin geliştirilmesinin yanı
sıra kredi kartı kullanımının yaygınlaşması,
sanal kart kullanımının yaygınlaşması, taşıma maliyetlerinin düşmesi ve kargo firmalarının elektronik alt yapısını tamamlaması gibi bir takım faktörlerden bahsetmek
mümkündür.
Türkiye’de internet kullanıcı oranı yaklaşık yüzde 50 civarındadır. İsveç’te ise bu
oran yüzde 92 civarındadır. İnternet kullananlar içerisinde yüzde 22’si ise internetten alış-veriş yapmaktadır. İnternetten alış
veriş-yapanların sayısı yaklaşık 8 milyon
civarındadır.
Elektronik ticaret yoluyla alım yapanlar,
yüzde 57 kredi kartıyla ödeme yaparken,
yüzde 31’i kapıda ödemeyi tercih ediyor.
Diğer ödeme türleri ise yüzde 12 civarındadır.
Elektronik ticaret yoluyla alım yapanlardan 10 kişiden biri problem yaşamaktadır.
Bu problemlerin yüzde 50’si, yanlış ya da
hasarlı ürün teslimi iken, yüzde 5 dolandırılma, yüzde 40’ı ise geç teslimata dayanmaktadır.
Araştırmalara göre, tüketiciler önce mağazada ürünü inceliyor, sonra internetten
satın alıyor. E-ticareti kullanmayanların
ise, büyük ölçüde internetten yapılan satış
E-ticaret sisteminin birçok tarafı bulunmaktadır. Bunlar, müşteri, satıcı firma,
üretici veya tedarikçiler, lojistik firmaları, sigorta firmaları ve son olarak bankalar
şeklinde sıralanabilir. E-ticaretin çalışma
sistemi şu şekilde işlemektedir: Müşteri sitedeki ürünleri inceler. Beğendiği ürünlerin tutarını EFT veya sanal POS ile bankaya öder ve sipariş eder, banka satıcıyla
arasındaki anlaşma şartlarına göre parasını
satıcıya öder, satıcı stoklu çalışıyorsa malı
kargoya verir, tedarikçi veya üreticiden çalışıyorsa onların malı kendi adına kargoya
vermesini sağlar. Eğer kargo, sigortalı gidecekse sigorta firmasına mallar, sigortalatılarak kargoya verilir. Bu süreçte önemli 2
nokta bulunmaktadır:
1) Müşterinin sipariş bilgileri satıcıyla
birlikte, istendiğinde kargocuya, sigortacıya ve gerektiğinde tedarikçi ve üreticiye de
gönderilir. Onlar da işlemlerini buna göre
yapar. Mesela kargo firması malın alınacağı yere (satıcı veya tedarikçi) bir kargo elemanı göndererek malı aldırtır. Sigortacı ise,
sigorta evraklarını hazırlar ve isteğe bağlı
olarak kargo firmasının almasını bekler.
2) Ödeme banka ara yüzüyle yapılır, hiç
bir türlü müşterinin banka bilgileri üçüncü taraflara iletilmez. Ödeme, SET, GET
veya 3D SSL gibi güvenlik sistemleriyle
yapılır.
Müşteri sipariş vermeden önce malın
stok durumunu bilmelidir. Diğer taraftan
siparişin ardından, malın hareketliliğini internet üzerinden izleyebilmelidir. Müşteri,
malın ne zaman kendisinde olabileceğini,
alış-veriş öncesi bilmelidir. Tüm bu izleme
süreçleri, müşteriye e-mail veya cep telefonu mesajıyla bildirilmelidir. Fatura bilgileri, müşteriden eksiksiz alınıp, fatura mutlaka müşteriye gönderilmelidir. Çünkü bu
ilişkinin en önemli belgesi faturadır. Fatura, satış sonrası ihtilaflı durumlarda veya
garantinin işletilmesinde ihtiyaç olacaktır.
Faturada yazan kalemler, e-ticaret sitesinde yazan kalemlerle aynı olmalıdır.
Bu süreçte, müşteri siparişin nasıl ve
hangi şartlarda yapılacağını, ödemenin
hangi güvenlik şartları altında yapılacağını, teslimatın kaç günde ve nasıl yapılacağını, satış sonrası garantinin nasıl ve hangi
şartlarda işleyeceğini, iade ve ihtilaflı durumlarda ne yapacağını ve gizlilik politika ve şartlarının neler olduğunu alışveriş
yapmadan önce bilmelidir. Bu amaçla satıcı, bu bilgileri e-ticaret sitesine en açıklayıcı biçimde koymalıdır. Her şeyden önce
e-ticaret sitesi müşteriye güven vermelidir.
Güven eksikliği olduğunda alışverişin gerçekleşmemesi veya ödeme yöntemlerinin
kapıda ödeme gibi diğer seçeneklere kayması söz konusu olacaktır.
İşletmeler, geleneksel mağazalarının yanı
sıra e-ticaret mağazaları açabildiği gibi, artık sıfırdan e-ticaret mağazalarının açıldığına da şahit oluyoruz. Bu durum, yazılımların gelişmesi, e-ticaret sisteminin
kuruluşunun kolaylaşması, para ödeme sistemlerinin güvenliğinin artırılması, müşterilerin gittikçe internetten alışveriş yapmaya yatkın hale gelmesi ve güvenlerinin
artması, geleneksel mağazacılıkta dükkan
kiralama ve insan kaynağı maliyetlerinin
artması gibi faktörlere dayanmaktadır.
Geleneksel mağazalarda, eskiden kredi
kartlarına taksit yapma özelliği eklenmeden önce (ki bu özellik sadece Türkiye’de
var), müşterilerine elden taksitler yapardı
ve her ay müşteri taksitini ödemeye mağazaya gelir ve bu vesileyle yeni ürün çeşitlerini görmesi sağlanırdı. Böylece müşteri taksitini bitirince satın alacağı yeni ürün
adayını belirler ve taksitin bitimiyle o ürünü alır, taksit ödemesine devam eder ve bu
süreç hiç bitmezdi. Ancak, kredi kartlarının taksit yapma özelliği çıktığından itibaren insanlar sadece ihtiyaçları olduğunda mağazalara gitmeye başladılar. Bu
durum geleneksel mağazacılığın da işlerinin azalmasına neden oldu. E-ticaret mağazacılığında ise, ister önceden alış-veriş
yapmış mevcut müşterilerine, ister potansiyel olarak müşteri olabilecek hedef kitlelere, Facebook gibi sosyal ağlar araçlarıyla
reklam verilerek ulaşılabilmekte ve isterse
de e-mail yoluyla onlara ulaşarak mağaza
ve ürünler hakkında bilgi verebilmektedir.
Her iki yolla da kampanyalar düzenleyerek
müşterilerin cazibesini çekmek için kampanya şartlarını onlara bildirebilmektedir.
Türkiye’de e-ticaret sektörü, kendini sürekli iyileştirme ve geliştirme çabası içerisinde olmuştur. Gelecek yıllarda da aşağıdaki konularda iyileşme beklenmektedir:
1) Aynı gün içinde teslimin artırılması... 2) Büyük veri (Big Data) ile müşterilerin internet üzerinde bıraktıkları bilgilerin
değerlendirilmesi... 3) İçeriğin zenginleştirilmesi ve fayda merkezli içerik pazarlamasına yöneliş... 4) Geliştirilmiş müşteri
desteği ile sepeti terk eden müşteri oranlarının azaltılması... 5) Canlı destek (chat)
ile hizmetlerin geliştirilmesi, müşterilerin
sorularına anında cevaplar verilmesi... 6)
Mobil cihazlara uyumluluk ile mobil ticaretin geliştirilerek işlem hacminin artırılması... 7) Site optimizasyonuyla e-ticaret
sitelerinin iyileştirmesi... 8) Kişiselleştirilmiş alış-veriş deneyiminin yaygınlaştırılması, müşterilerin ürünü test edebil-
melerine imkan vermek için özel ürün ve
fırsat markalar sunulması... 9) Sosyal ağlardan e-ticaret mağazalarına giriş yapabilmek ve üye olabilmek, böylece sosyal ticareti e-ticaret üzerinden geliştirilmesi... 10)
Sepet tutarını artırmak için, çapraz ve dikey satışların akıllı telefon veya tabletlerin
etkin kullanımının artırılması...
Günümüzde, tamamen sanal bir e-ticaret
mağazası açmak mümkündür. Şimdi yasalar evde iş yeri (Home Ofis) açmaya müsaade etmektedir. Maliye Bakanlığı, elektronik faturaları da geçerli saymaktadır. Diğer
bir unsur, yeni nesil sanal telefon numaralarının kullanılabilmesi sayesinde geride
gerçek, fiziki bir adres bırakılmadan iş yapma imkanı bulunmaktadır. Başka bir konu
ise, hiç bir stok bulundurmadan, kısacası
mallara hiç bir para bağlamadan, tedarikçi ve üreticilerle güçlü anlaşmalar yapılarak
e-ticaret mağazası açılabiliyor olmasıdır.
Buna kısaca Kayseri tabiriyle “Elin taşıyla elin kuşunu vurmak” denilebilir. Bugün
sistem buna müsaade ediyor. Şimdi geriye,
kendine güvenen, özgüveni olan, girişimci bir ruha sahip, biraz işletme ve ekonomi üzerine bilgisi olan veya eğitimini almış
olanların harekete geçmesi kalıyor. Haydi
e-ticaret mağazası açmaya...
temmuz 2014
127
128
temmuz 2014

Benzer belgeler