Psikolojide Merak Ettikleriniz... - Yakutiye Rehberlik ve Araştırma

Transkript

Psikolojide Merak Ettikleriniz... - Yakutiye Rehberlik ve Araştırma
Psikolojide Merak Ettikleriniz...
Ergenlik yaşı giderek küçülüyor mu?
Yemek Yemeyi Tetikleyen Etmenler
Dolunay Davranışlarımızı Etkiliyor mu?
Depresyon Tedavisi
Bilgi ve Bellek
Stresle Başa Çıkma
Çikolata bağımlılık yapıyor mu? Çikolata niçin mutluluk veriyor?
Alkol bağımlılığı.Psikoterapi nasıl yardımcı oluyor?
Insomni nedir? Uzmanlar insomni (uyku uyuyamama) sorunu olanlara
ne öneriyor?
Kişiliğimiz hangi etkilerin altında?
Psikolojik hastalıkların kökeninde ne var?
Genlerimiz karakterimizi ne kadar etkiliyor?
Beyindeki Sinir Hücreleri Gerçekten de Kendilerini Yenileme
Yetisinden Yoksun mu?
Görme Duyusundan Yoksun Biri Rüya Görebilir mi?
Sol Elini Kullananlar Daha mı Zeki?
Çocuklar Neden Tırnak Yer?
Voodoo büyüsünün bilimsel açıklaması var mı?
Ciddi psikolojik rahatsızlıkları olan insanların rüya görmediği doğru
mudur?
Düşünce duyguyu yönetir mi?
Uyku ve Hipnoz...
ERGENLİK YAŞI GİDEREK KÜÇÜLÜYOR MU?
Edvard Munch’un “Ergenlik” (Puberty) isimli tablosu.
“Şimdiki çocuklar büyümüş de küçülmüş gibiler adeta...” Çoğu zaman bizim
de dilimize dolanan bu klişe acaba cidden gerçek mi? Zamane çocukları
daha mı çabuk büyüyorlar?
Yapılan son araştırmalar öyle gösteriyor ki bu inanç yalnızca genel sosyal
görüşümüz değil, aynı zamanda bilimsel bir gerçeği de yansıtıyor. Ergenliğe
giriş yaşının giderek küçüldüğüne dikkat çeken araştırmacılar bunun
nedenleri hakkında da bir takım varsayımlar üretiyorlar. Bu varsayımlar
genellikle günümüz yaşam koşulları ve ergenlik arasındaki ilişkiye dikkat
çekiyor.
Ekolojist Sandra Steingraber’a göre özellikle de gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde gençlerin televizyon ve bilgisayar başında çokça zaman
geçirmeleri melatonin hormonu salgılarını azaltıyor. Salınımı beden
hareketleriyle ilişkili olan bu hormon biyolojik saatimizin düzenlenmesinde
görev alıyor. Bu noktada melatonin hormonunun ergenliği bastırıcı bir
etkisinin olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Bu hormon seviyesi
azaldığında vücut kendisini ergenliğe hazırlıyor. Dolayısıyla değişen yaşam
koşullarıyla az melatonin salgılayan gençler ergenliğe daha çabuk giriyor.
Beden hareketini azaltan tek etmen televizyon ve bilgisayar değil elbette.
Çocukluk obezitesi (aşırı kilo) de benzer sebepten erken yaşta ergenliği
tetikleyebiliyor.
Kaynak: http://www.sciam.com/article.cfm?id=the-environmental-effect-onpuberty
(Scientific American, Temmuz 2008)
farklı metabolik hızlara sahip olduğunu, kahvaltıda yediklerinin çeşitlilik
gösterdiğini ve bedenlerindeki depolanmış yağ miktarının değişik
yüzdelerde bulunduğunu göz önünde aldığımızda öğle yemeğine aynı
saatte oturmaları beklenmeyecek bir durum. Ancak klasik olarak
birçoğumuz düzenli yemek saatlerinde yemeye koşullandığımızdan aşağı
yukarı aynı saatlerde acıkıyoruz. Diğer bir deyişle, enerjiye ihtiyaç
duyduğumuzdan değil, yemek zamanı geldiği için yiyoruz. Yemek
zamanının geldiğini haber veren saat aslında bir şekilde Pavlov'un ziliyle
aynı görevi görüyor. Öyle ki, yemek yeme davranışını tetikleyen beklentileri
arttırarak bedeni sindirime hazırlıyor. Örneğin, kandaki insülin artışı glukoz
kullanımını arttırarak kısa süreli açlık hissi yaratıyor. Benzer etkiyi yemeğin
kokusu ve görüntüsü de yaratabiliyor. Değil yalnızca görüntü ve koku, taze
ekmeğin, fırından yeni çıkmış bir pizzanın ya da sevilen bir tatlının
düşüncesi bile açlığa neden olan beden reaksiyonlarını tetikleyebiliyor.
YEMEK YEMEYİ TETİKLEYEN ETMENLER
Bu hafta, yemek zamanı ve yemeğin tadının yemek yeme davranışımız
üzerindeki etkisinden bahsediyoruz. Gelecek haftaysa kültürün etkisine
değineceğiz.
Yemek Zamanı ve Yemeğin Tadı
Birçok insanın öğle yemeğini aynı saatte yediğine dikkat ettiniz mi?
Böyle bir sofrada kim yemeden durabilir ki?
Yemek yeme alışkanlıklarımız, geçmiş deneyimlerimiz yoluyla
öğrendiklerimizden büyük ölçüde etkileniyor. Birçok insanın öğle yemeğini
aynı saatte yediğine dikkat ettiniz mi? Normal şartlar altında farklı kişilerin
Yemek yeme davranışımızı tetikleyen en önemli etmenlerden biri yemeğin
tadı. Araştırmacılar, pek çok yiyecek seçeneği sunulan farelerin tek bir
yiyeceğe maruz bırakılan hayvanlara göre çok daha fazla yediklerine dikkat
çekiyor. Benzer etki, biz insanlar için de geçerli. Örneğin, yılbaşı ya da özel
günlerde kurulan ziyafet masalarındaki çeşitlilik, daha fazla yemek
yememize neden oluyor. Gerek farelerin, gerekse insanların fazla yiyecek
seçeneği sunulduğunda daha fazla yemesinin nedeni belli bir lezzete karşı
hassasiyetin çabukça kayboluşu. Örneğin, makarna yiyorsak bir süre sonra
makarnanın tadına karşı hassasiyetimizi kaybediyoruz. Dolayısıyla,
doygunluk hissediyoruz.
Olaya evrimsel olarak bakacak olursak, çeşitli lezzetle beslenen bir
hayvanın daha zengin besin öğelerine ulaşımı söz konusu. Bu da, tek çeşit
yemekle beslenen diğer hayvanlara göre ona avantaj sağlayacağından
içgüdüsel olarak her çeşitten yemeği yeme gereği duyuyor.
DOLUNAY DAVRANIŞLARIMIZI ETKİLİYOR MU?
Dolunay zamanı kültürel öğelerin de etkisiyle kurt adamlar, cinayetler, seri
katiller ve uğursuzluklarla bağdaştırılır. Oysa yapılan bilimsel araştırmalar
öyle gösteriyor ki popüler inanışın aksine dolunay zamanlarının davranışlar
üzerinde herhangi bir özel etkisi bulunmuyor. Konu üzerine uzun yıllar
araştırmalar yapmış Kanadalı psikolog Ivan Kelly, yapılan çalışmaların
birbiriyle tutarlılık göstermediğini ve dolunayda davranışların değiştiğine
yönelik sonuç veren her çalışmaya karşılık aksi tezi savunan bir diğerinin de
mutlaka bulunduğunu söylüyor.
Çılgın Köpekler?
2000 yılında biri İngiltere, diğeriyse Avustralya Sydney'de yapılan iki farklı
çalışma dolunay zamanında köpek saldırısına uğradığı şikâyetiyle
hastaneye başvuran hasta sayılarıyla normal dönemlerdeki başvuruları
karşılaştırmış. Simon Chapman tarafından yürütülen Avustralya'daki
çalışma sonucunda köpek saldırıları ve dolunay zamanı arasında anlamlı bir
ilişki bulunamazken, Chanchall Bhattacharjee ve araştırma grubu
İngiltere'deki çalışmalarında dolunay zamanında köpek saldırılarının iki
katına çıktığını gözlemlemişler.
Bu çelişkileri sonuçları değerlendiren Washington Üniversitesi'nden psikolog
Eric Chudler, suç oranları, polis tutuklamaları ve intihar davranışlarında da
dolunay zamanının anlamlı farklar yaratmadığına parmak basmış. Chudler,
bilim tarafından desteklenmemesine rağmen insanların halen dolunay
zamanındaki suçları ve trafik kazalarını dolunayın etkisine bağlamakta ısrar
ettiklerine dikkat çekiyor.
Bilim tarafından desteklenmemesine rağmen insanlar halen dolunay
zamanındaki suçları ve trafik kazalarını dolunayın etkisine bağlamakta
ısrar ediyor.
Chudler, popüler inanışın halen dolunayda davranışlarımızın değiştiği
yönünde olmasını seçici hafızayla açıklıyor. Dolunay zamanında olağanüstü
bir şeyler olduğu zaman insanlar bunu ayın durumuyla bağdaştırma eğilimi
gösteriyorlar ve zihinlerine o şekilde kodluyorlar. Oysa örneğin, dolunay
dışında bir zamanda işlenmiş herhangi bir cinayet durumunda ayın
durumunu görmezden geliyorlar. Chudler'a göre bu yanlış inanışın bir diğer
nedeniyse birbiriyle ilişkili olmayan olaylar arasında neden sonuç ilişkileri
kurmak. Olumsuz bir olayın dolunay zamanında gerçekleşmiş olması, o
olaya neden olan durumun dolunay olmasını gerektirmiyor.
Sonuç olarak, dolunay konusundaki düşüncelerimiz filmlerdeki kurt adam
senaryoları ve medyanın da etkisiyle popüler etkilerden kurtulamasa da
yapılan bilimsel çalışmalar dolunayın kişilik ve davranışlar üzerinde
herhangi bir etkisinin bulunmadığına işaret ediyor.
Kaynak: http://news.nationalgeographic.com/news/2002/12/1218_021218_
moon_2.html
DEPRESYON TEDAVİSİ
düzenlememler yapmanın ve şemalarla bilginin bütününü de kavramanın
bellek adına yararlı olacağı söyleniyor.
Depresyon tedavisinde psikoterapinin de ilaç
tedavisinin de eşit derecede etkili olduğunu biliyor
muydunuz? İlaç tedavisi daha kısa sürede sonuç
verip psikoterapi daha uzun bir süreç gerektirse de
bilimsel çalışmalardaki istatistiklere göre hastalığın
tekrarlama olasılığı psikoterapide daha düşük.
• Üst Bellek (Metabellek): Üst bellek üzerine yapılan çalışmalara göre
insanlar genellikle neyi bilip bilmediklerine dair güçlü bir iç görüye sahip
oluyorlar. Araştırmacılarsa, özellikle de süreyle sınırlandırılmış bir sınav
sırasında hangi sorulara daha fazla zaman ayırmamız konusunda bu iç
görülerin bize rehberlik edebileceğine dikkat çekiyor.
Bilgi ve Bellek
"Çalışıyorum ancak yapamıyorum." Çoğu öğrencinin
zihnini kurcalayan ve canını sıkan bir cümledir bu.
Biliş alanında yapılan çalışmalarsa bu konuda
öğrencilere yardımcı olabilecek bir takım püf noktalar
sunuyor. Bakalım bu püf noktalar neleri kapsıyormuş:
• Özgül Kodlama: "Özgül kodlama" ile kastedilen
bilginin öğrenildiği ve geri çağrıldığı bağlamın aynı
olması. Örneğin, açık havada, çimlerde çalışılan bir
konunun sınıfta hatırlanması zorlaşabiliyor. Ancak bu
bağlam bilginin diğer bilgilerle ilişkisi olarak da
düşünülebilir. Hep aynı şekilde öğrenilmiş olan bir
bilgi sınavda farklı bir yorumla sorulduğunda yanıt
vermek zorlaşabiliyor. İşte bu nedenle de uzmanlar,
çalışırken notlarımızı sürekli tekrar düzenlememizi,
başlıkların birbirleriyle olan ilişkilerini incelememizi ve
yeni bağlantılar bulmaya çalışmamızı öneriyor.
>
• Dizisel Konum: Araştırmalar gösteriyor ki, çalışmanın ortasında öğrenilen
bilgiler unutulmaya en yatkın olanları. Bu nedenle de, okulda ders
ortalarında öğrencilerin daha dikkatli olmaları ve ders çalışırken konuları
sürekli farklı sıralara koyarak okumaları öneriliyor.
• Özümleyerek Tekrar Etme: Kimi zaman ders çalışırken kendimizi
konuların arasında kaybolmuş hissederiz. Bu gibi durumlarda, görsel
Kaynak:
Gerric, R. & Zimbardo P. G. Psychology and Life. (2005) sf.228
STRESLE BAŞA ÇIKMA
Günlük hayat sırasında stres uyandıran pek çok olayla kar
karşıya geliyoruz. Stresle başa çıkma, kendi kaynaklarımız
aşan bu içsel ve dışsal taleplerin üstesinden gelebilmemiz
olarak tanımlanıyor. Davranışsal, duygusal ve motivasyone
yanıtlarımızın tümüyse bizim stresle başa çıkma yollarımız
oluşturuyor. Bilimsel yaklaşımda iki farklı "başa çıkma
stratejisi"nden bahsediliyor. İlki, " problem odaklı başa çıkm
Bu stratejide insanlar stres kaynağını dolaysız, fiziksel
davranım ya da gerçekçi sorun çözme aktiviteleriyle yenm
çalışıyorlar. Tehdit edici unsuru yok etme ya da zayıflatma
kaçma ya da gelecekteki stresi önleme bu stratejideki
yanıtlardan yalnızca birkaçı. " Duygu odaklı başa çıkma "
stratejisinde ise stres kaynağı değiştirilmiyor ancak kişi bu
varlığında kendisini daha yi hissettirecek aktivitelere yönel
Örneğin, kaygıya karşı ilaç kullanma, rahatlama egzersizle
psikoterapi bu stratejinin içinde yer alan yöntemler. Uzman
stresle etkili bir şekilde başa çıkabilmek için kişisel kaynak
algılanan sorunla eşleşebilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu
yüzden de kişi deneyim yoluyla ne kadar çok yöntem
geliştirirse, stresle başa çıkabilme başarısı da o denli artıy
Kaynak:
http://teachpsych.lemoyne.edu/teachpsych/faces/text/Ch01
ÇİKOLATA BAĞIMLILIK YAPIYOR MU?
Günümüzde seri üretim halinde piyasaya sürülen
çikolata ürünlerinin tümü yüksek oranlarda şeker
içeriyor. Bizi çikolataya karşı bağımlı kılan en
önemli etmen de işte bu "tatlı"lık.
Yoksa siz de mi bir tatlı seversiniz?
Yakın zamanlarda New Yor Üniversitesi'nde
yapılan bir araştırma kimi insanların tatlı yemeye
karşı niçin daha eğilimli olduğu sorusunun yanıtını
genlerde bulmuş. Çalışmayı fareler üzerinden
yürüten ekip, bulunan gen dizilimlerinin
benzerlerini insan genomunda da saptamış.
Evrim ne diyor?
Evrimsel kuramcılar, tatlı şeyleri tanıyabilme ve onlara yanıt verebilme
yetisini atalarımızdan miras aldığımızı düşünüyor. Tatlı gıdaların bol enerjili
ve besleyici özellikleri olduğunu da göz önünde bulunduracak olursak, tarih
öncesi çağlarda insanların zehirli, acı bitkilerdense meyve toplama eğilimi
geliştirmiş olmaları anlam kazanıyor. Ancak yine de atalardan gelen bu
tercihlerin günümüz süpermarket kültüründe ne derece etkili olduğu tartışılır!
Endorfin hormonunun salgısı tetiklenirse.
l Çikolata, tıpkı diğer şekerli yiyeceklerin de yaptığı gibi vücuttaki endorfin
hormonunun salgısını tetikliyor. Bu hormonsa, haz ve mutluluk hisleriyle
ilişkili. Ancak bu tatlı tadın yanı sıra çikolata henüz kimi etkileri
saptanamamış 300 farklı kimyasal barındırıyor. Yani bağımlılık, bu
bilinmeyen kimyasallardan da kaynaklanıyor olabilir.
Çikolata ve Hamilelik
Bayanlar özellikle de adet öncesi dönemlerde ve
hamilelikte sık sık çikolataya aşererler. Uzmanlar
bunun nedenini, söz konusu zaman dilimlerinde
vücutta oluşabilecek magnezyum ve demir
eksikliğine bağlıyor. Çikolata ise bu eksikliğe
çözüm olabiliyor.
Çikolata ve Uyarıcılar
Çikolatada bulunan ve Merkezi Sinir Sistemi'ni
uyaran kafein, kişinin dikkatinde yükselme
sağlayabiliyor. Diğer bir uyarıcı olan theobromin
ise akciğer çevresindeki istemsiz kasları
yatıştırıyor. Bu maddeler, çikolatanın niçin
bağımlılık yaptığına dair en favori seçenekler.
Çikolata niçin iyi hissettiriyor?
Çikolatanın içerdiği kimyasallar beynimizin nörotransmitter trafiğini etkiliyor:
Nörotransmitterler: Beynimizin kimyasal mesajcıları da diyebiliriz. Farklı sinir
hücreleri arasında elektrik sinyallerini taşıyorlar. Bu sinyallerse
deneyimlediğimiz his ve duygularda değişim yaratıyor.
Çikolatanın içerdiği iki güçlü kimyasal ve etkileri:
Tryptofan: Beynin, seratonin isimli nörotransmitteri yapmak için kullandığı
kimyasal. Yüksek miktarlarda seratoninse mutluluk hissini tetikliyor.
Phenylethylamine: "Çikolata amfetamini" adıyla da anılan bu kimyasal,
kişide uyarılmışlık, çekim ve baş dönmesi hissi uyandırıyor. Beyindeki zevk
merkezini tetikliyor.
SARHOŞLAR NİÇİN DÜZGÜN YÜRÜYEMEZLER?
Eğer ki odaklanmada ya da konuşmada güçlük
çekme gibi içkinin verdiği ilk sinyalleri göz ardı
edip, alkol almaya devam edersekkendimizi düz bir
çizgide yürüyemeyecek kadar kaybedebiliriz. Bunun
nedeni, alkolün beynin ince motor hareketlerini
denetleyen bölgesi olan serebellumu etkilemesi. Eğer
ki, parmağınızla burnunuzun ucuna dokunmakta
zorluk çekiyorsanız "serebellum"unuz etkilenmiş
demektir.
Alkol ve Bayılma
Hepimiz ayağa kalktığımızda kan basıncımız düşüyor ve
vücudumuz istemsiz olarak kan damarlarını daraltıyor.
Yüksek miktarlarda alkol alan kişiler ayağa kalktıklarında
ise kendilerini kaybederek bayılabiliyorlar. Çünkü kan
damarlarındaki bu reflekssel sistem alkol tüketimi fazla
olan kişilerde çalışmıyor.
Alkol ve Beyne Etkileri:
Yüksek miktarlarda alkol tüketimi beyne oldukça büyük
zararlar verebiliyor:
Medulla & Beyin Sapı bedenin hayati fonksiyonlarını
kontrol eden beyin merkezleri. Çok fazla alkol tüketimi,
beynin bu merkezlerinde hasara yol açabiliyor; kişinin
bilincini kaybetmesine neden olabiliyor. Daha da
korkuncu, bu bilinç kaybı ölüme kadar varabiliyor.
Alkolün Uzun Dönemde Bedene Verdiği Zarar:
Uzun dönemler boyunca yoğun miktarda alkol tüketen kişiler karaciğer
sorunlarıyla yüz yüze geliyor. Etanolü kıran enzim olarak bilinen alkol
dehidrojenaz fazla miktarlarda salgılanmaya başlıyor. Bu da bağımlılığı
daha da körükleyerek vücutta benzer etkilerin görülebilmesi için daha fazla
miktarlarda alkole gereksinim duyulmasına yol açıyor. Karaciğer
kapasitesinin üstünde çalışmaya başlıyor, hücreler ölüyor ve doku
sertleşiyor. Sonuçsa; SİROZ.
Alkolün uzun süreli diğer etkileri.
* Kalp hastalıkları
* İnme
* Bunama
* Kasların zayıflaması (miyopi)
* Kanser (karaciğer, kalın bağırsak, göğüs)
Alkol bağımlılığı ne demek? (Dünya Sağlık Örgütü
tanı ölçütleri)
Aşağıdaki kriterlerden en az üçünün bulunması
gerekiyor:
* Alkol içmek için güçlü bir istek
* Alkol alma davranışını denetlemede güçlük (
alınan alkol miktarını ayarlayamama, kullanım
süresini ayarlayamama, başarısız bırakma
girişimleri)
* Alkol kullanımı azaltıldığında yada bırakıldığında
tipik yoksunluk belirtileri.
* Alkol ile gerekli iyilik halini elde etmek için
(rahatlık, sarhoşluk, keyif ) gittikçe artan
miktarlarda alkole gereksinim duyma (tolerans
gelişimi)
* Alkolü elde etmek, kullanmak ve etkilerini
gizlemek için harcanan zaman ve çabanın diğer
ilgi ve uğraşlara yer vermeyecek şekilde giderek
artması
* Aşırı alkol kullanımı nedeni ile ruhsal, sosyal,
fiziksel zararlar ortaya çıkmasına rağmen alkol
kullanımını sürdürme
Alkol Bağımlılığı (DSM-IV kriterleri)
12 aylık süre içerisinde aşağıdakilerden bir ya da daha fazlasının görülmesi
gerekiyor:
* Üstlenilen sosyal rol sorumluluklarının yerine getirilmemesi: Örneğin, alkol
kullanımına bağlı olarak işe gitmeyi aksatma, okuldan kaçma ya da ev
işlerini ve çocukların bakımını göz ardı etme.
* Fiziksel kazalara açık olma: Örneğin, alkol tüketimine bağlı olarak araba
kullanırken yapılan dikkatsizlikler.
* Legal sorunlarla karşı karşıya gelme: Örneğin, alkollü araba kullanırken
trafik polislerince durdurulmak.
* Sosyal ve kişilerarası sorunlar yaşama: Örneğin, alkollüyken kavgalara
karışmak.
Psikoterapi tedavide nasıl yardımcı oluyor?
Uygulanan bireysel ya da grup psikoterapileri sırasında psikologlar, kişilerin
niçin alkol tükettiğinin altında yatan psikolojik süreçleri sorguluyorlar.
Hastaların motivasyonunu arttırarak içki içmelerini tetikleyen durumları
sorgulamalarına ve yeni baş etme stratejileri geliştirmelerine yardımcı
oluyorlar. Terapi, kişinin içkiyi bırakmasıyla da sonlanmayabiliyor. İyileşen
hastaların içkiye tekrar başlamasını önleme aşamasında da psikolog
yardımı işe yarıyor. Alkol tedavisi sırasında aile terapileri de uygulanabiliyor.
Bu terapiler, ailenin geçirdiği bu geçiş döneminde alkol içen bireyin
iyileşmesiyle aile ilişkilerinin tekrar düzenlenmesine yardımcı oluyor.
normal insanlardan daha programlı bir uyku
düzeniniz olmalı.
7.) Akşam yemeklerini hafif geçiştirmeye çalışın.
Eğer gece uyanırsanız, bir şeyler atıştırmaktan
kaçının.
8.) Eğer ki insomnikseniz gündüz uykularından
kaçının.
UZMANLAR İNSOMNİ (UYKU UYUYAMAMA) SORUNU OLANLARA NE
ÖNERİYOR?
KİŞİLİĞİMİZ HANGİ ETKİLERİN ALTINDA?
İnsomni: Uyku uyuyamama sorunu olarak belirtilen insomni toplumda
görülme yüzdesi en yüksek uyku problemi.
* Yeterli ve kaliteli uykunun alınamaması durumunda ortaya çıkıyor.
* Tedavi edilmediğinde depresyon ya da uyuşturucu madde bağımlılığına
bile yol açabiliyor.
* Hastalar gündüz uyku uyuma ihtiyacı duymuyor.
* Çeşitli metabolik olayları kontrol eden ve strese karşı vücudu koruyan
ACTH ve kortisol hormonları insomnik kişilerde daha fazla salgılanıyor.
İşte uzmanlardan insomni sorunu olanlara öneriler.
1.) Yatakta fazla vakit geçirmekten kaçının. Eğer ki
uyanıksanız, yataktan kalkın. Yatağın beyninizde
insomni ve kaygıyla eşleştirilmesini engelleyin.
2.) Uyumak için kendinizi zorlamayın. Yatağa
uykunuz geldiğinde gidin ve uykunuz kaçarsa
tekrar kalkın.
3.) Yatağınızın yanında tik tak'larını duyduğunuz,
ses çıkaran bir saat bulundurmayın.
4.) Gece çok fazla fiziksel aktivite gerektirecek
işler yapmaktan kaçının. Bu, uykuyu engelleyen
otonom sinir sisteminizi harekete geçirecektir.
5.) Gece uyumadan önce kahve, çikolata ya da
alkol gibi uyarıcı etkisi bulunan maddeler
almamaya dikkat edin. Kafein sizi uyanık tutarken,
alkolse gece yarısı uyanma problemi yaşamanıza
neden olacaktır.
6.) Kendinize düzenli bir uyku programı yapın.
Eğer ki insomni problemiyle karşı karşıya iseniz
Kişilik konusundaki karmaşaya her psikoloji ekolü kendisine has bir
açıklama getiriyor olsa da, bugün en yaygın görüşlerden biri de kişiliğin
içsel/ bilişsel, davranışsal ve çevresel faktörlerden etkileniyor olduğu. Buna
sosyal-bilişsel görüşte karşılıklı determinizm deniyor.
ÖRNEĞİN;
Bungee-jumping yapan birini düşünelim;
İçsel/ bilişsel öğeler: "Yaptığım aslında riskli bir
davranış."
Çevre: "Ama arkadaşlarım da bungee-jumping
yapıyor."
Davranış: "Bungee-jumping yapmayı öğrenmeliyim."
İşte tüm bu üç öğe, sosyal-bilişsel görüşe göre
birbiriyle etkileşim içinde, kişiyi korkuyu yenerek bu
davranışı yapan biri haline getiriyor.
PSİKOLOJİK HASTALIKLARIN KÖKENİNDE NE VAR?
Bugün, akıl hastalığı üzerinde çalışmalar yapan pek çok araştırmacı,
psikolojik hastalıkların gerek genetik mirastan ve fizyolojik durumlardan,
gerekse içsel psikolojik dinamikler ve çevresel etmenlerden kaynaklandığını
düşünüyor
BİYO-PSİKO-SOSYAL PERSPEKTİF
İşte akıl sağlığına bu bütünsellikten bakan görüşe biyopsiko-sosyal perspektif deniyor. Bu görüş, akıl ve bedeni
birbirinden ayırmamak gerektiğini savunuyor.
Biyolojik etmenler: Evrim, bireysel genler, beyin yapısı
ve kimyası.
Sosyal etmenler: Toplum içindeki roller, beklentiler,
normal ve anormal tanımları.
Psikolojik etmenler: Stres, travma, öğrenilmiş
umutsuzluk, anılar, deneyimler.
Genler ve Karakter
Konuyla ilgili çalışmalar yürüten bilim insanları, karmaşık duygusal
durumlarımızı belirleyebilen tek bir genden bahsetmenin olanaksız
olduğunda hemfikir. Ancak özellikle de psikolojik hastalıkların temelinde
yatan bir takım genetik özellikleri ortaya çıkarmaya yönelik araştırmalar
sürüyor. Örneğin, serotonin taşıyıcı geni (5-HTT), beyne mesaj iletiminde
görevli serotonin kimyasalının vücudumuzdaki dağılımından sorumlu.
Bireylerin korku tepkileri ve nevrotiklik seviyeleriyle bu genlerindeki çeşitlilik
arasında bir ilişki olduğu düşünülüyor. Yine de altını tekrar çizmekte fayda
var: Kişiliğimizin karakterleri üzerine etkide bulunan genler öylesi çeşitli ve
birbirleriyle etkileşimleri karmaşık ki, kilit bir gen bularak kişiliği çözebilmek
ütopik görünüyor. Üstelik çalışmalar sırasında göz önünde bulundurulması
gereken bir nokta daha var: çevresel genetik. Çevremizle olan ilişkilerimiz
ve bu ilişkiler sonucu edindiğimiz deneyimlerin ya da altında kaldığımız
etkilerin genleri ne yönde etkilediği de önem kazanıyor. Çünkü hiç kuşku
yok ki karakter, genetik ve çevresel koşulların etkileşimli etkisiyle oluşuyor.
Tam olarak bir yüzde verebilmek ise çok zor. Çünkü bir kişilik karakteri
üzerinde genetiğin mi, yoksa çevrenin mi daha etkili olduğu hangi
karakterden bahsettiğimize göre de değişebiliyor.
Kan Grubu ve Karakter
Genlerin karakter üzerine etkileri konusunda konuşabilmek için öncelikle
"karakter" kavramını hangi çerçeveye oturttuğumuza göz atmamız
gerekiyor. Kimi araştırmacılar, karakteri üç ana başlık altında topluyorlar:
zekâsal yetiler, kişilik ve sosyal tutumlar. Zekâsal yetiler konusunda yapılan
araştırmalar öyle gösteriyor ki, genetiğin fiziksel büyüklüğüyle de ilgili olarak
beyinsel kapasite üzerindeki etkisi tartışılmaz. Çünkü beynin fiziksel
büyüklüğü sinir ağlarının sayısını, bununla ilgili olaraksa depo edilebilecek
bilgi potansiyelini etkiliyor. Kişilik ve genin ilişkisi ile ilgili olarak ise mevcut
bilimsel veri görece daha yoruma açık ancak yine de pek çok çalışmayla
desteklenmeye devam ediyor. Ve son olarak sosyal tutumlar. Bu konuyla
ilgili olarak yapılan çalışmaların henüz yeni olduğunu görüyoruz. Ancak yine
de genlerin, sosyal tutumlarımızda da parmağı olduğunu var sayabiliriz.
Kan gruplarının karaktere bir etkisinin olabileceğine dair söylenceler 1920
ve 30'ların Japonya'sında, o dönemlerde çıkan bir takım ırkçı söylemlere
tepki olarak doğuyor. Bu ırkçı söylemler, kan gruplarındaki istatistiksel
dağılımından yola çıkarak farklı toplumların evrim basamağında farklı bir
basamaklarda yer aldığını iddia ediyor. Ancak bugün, yapılan bilimsel
çalışmalar, bu söylenceyi destekler nitelikte değil. Yani kan gruplarıyla
bireylerin karakterleri arasında herhangi bir ilişki bulunmuyor. Psikologlar,
yaygın inanışa göre karakteriyle o karakterle bağdaştırılan kişilik özellikleri
uyuşan kişilerin bu durumunu "kendi kendini doğrulayan bir kehanet" olarak
yorumluyor. Daha açık bir şekilde, çevresi tarafından bir takım beklentiler
geliştirilen kişi, bu beklentileri içselleştirerek bir süre sonra benzer şekilde
davranmaya başlıyor.
GÖRME DUYUSUNDAN YOKSUN BİRİ RÜYA GÖREBİLİR Mİ?
BEYİNDEKİ SİNİR HÜCRELERİ GERÇEKTEN DE KENDİLERİNİ
YENİLEME YETİSİNDEN YOKSUN MU?
Araştırmalar öyle gösteriyor ki, doğuştan görme duyusu olmayan birinin
rüyalarında görsel figürler yer almıyor. Bu kişilerin rüyaları görsel nesneler
yerine yürüme duyusu, ya da mutlu olma hissi gibi günlük hayatta
deneyimledikleri duygu ve duyulardan oluşuyor. Uzmanlar rüyalarda görsel
figürler görebilmek için öncelikle bu deneyimi yaşamış olmak gerektiğini
vurguluyor.
SOL ELİNİ KULLANANLAR DAHA MI ZEKİ?
Beyindeki sinir hücrelerinin kendilerini yenileyebilme yetisinden yoksun
olduklarını gösteren çalışmaların öncüsü 1960'larda yaptığı çalışmalarla
ismini duyuran bir sinir bilimci: Dr. Pasko Rakic. Nitekim felç ya da diğer
beyin zedelenmelerinde hastaların kaybettikleri konuşma ve yürüme gibi
yetileri daha sonradan tekrar edinememeleri de bu bulguları destekler
nitelikte. Ancak başlangıcı 1965 yılında sıçanlar üzerinde yapılan deneylere
dayanan ve son yıllarda hız kazanan bir takım çalışmalar, beyindeki bazı
bölgelerde sinir hücrelerinin yenilenebildiğini gösteriyor. Özellikle de
belleksel işlevleri olan hippokampüs bölgesi ile makaklar üzerinde çalışılan
üst düzey bilişsel işlemlerden sorumlu ve evrimsel gelişimde son sırada yer
alan düşünme, koklama ve duyma ile ilişkili korteks bölgelerinin kök hücreler
sayesinde sinirsel yönden yenilenebildikleri bulgular arasında. Ancak bilim
insanları, bu çalışma sonuçlarının Alzheimer ya da Parkinson gibi sinir
hücreleri kaybı içeren bir takım hastalıkların tedavisinde kullanılabilmesi için
klinik ve uygulamaya yönelik daha çok çalışma yapılması gerektiğini
söylüyorlar.
Sol elini kullanan kişilerin daha zeki olduklarına dair bugüne değin pek çok
şey yazılıp çizildi. Bilim dünyasındaki tartışmalarda konuyla ilgili iki güçlü
varsayımdan ilki "bilişsel kalabalık kuramı". Biliyoruz ki beynin sol yarım
küresi dil ve sözel becerilerde baskınken, sağ yarım küresi daha çok
matematiksel ve uzamsal (mekânsal) becerilerde söz sahibi. Sol el
hareketlerini beynin sağ küresinin, sağ el hareketlerini ise sol küresinin
yönettiğini düşünecek olursak bilişsel kalabalık kuramı solakların uzamsal
ve matematiksel becerilerde daha düşük performans göstermelerini
öngörüyor. Çünkü bu yetenekleri kontrol eden sağ yarım küre aynı zamanda
sol el hareketlerinin de yönetildiği merkez. Yani etkinliği ikiye bölünmüş
oluyor. Oysa sağ elini kullananların el hareketlerini sol yarım küre yönetiyor
ve sağ yarım kürenin özelleştiği matematiksel yeteneklerde daha başarılı
oluyorlar. İkinci varsayımsa her iki elini de kullanabilenlerin matematiksel
becerilerinin daha yüksek olduğunu, çünkü matematiğin sol (dilsel) ve sağ
(mekânsal) yarım küreler arasındaki etkileşimi gerektirdiğini söylüyor. Her iki
eli kullanabilme becerisininse genelde solaklarda olduğuna dikkat çekerek,
solakların matematiksel becerilerinin daha güçlü olduğunu savunuyor.
Araştırmaların çoğu ikinci kuramı, yani solakların matematiksel becerilerde
daha başarılı olduklarını desteklemekte. Ancak yine de konu hakkında
ortaya atılan her bulgu daha fazla araştırmaya gereksinim duyulduğunu
vurgulamaya devam ediyor.
Voodoo büyüsünün bilimsel açıklaması var mı? Bilim bu tür olaylara
nasıl yaklaşıyor, bu konuları nasıl araştırıyor? ( Ergün Geçgin)
VOODOO ÖLÜMÜ
Kaynak:
http://bpm.slis.indiana.edu/scholarship/hibbard.shtml
ÇOCUKLAR NEDEN TIRNAK YER?
Tırnak yeme genellikle çocuklarda görülen bir davranış. Araştırmalar 6 yaş
civarı çocukların yaklaşık 25%'inin tırnak yediğini ortaya koyuyor. Bu
davranış bozukluğunun çocuğa gerek fiziksel gerekse sosyal anlamda
olumsuz etkileri olabileceği düşünülünce konu hakkında yapılan
araştırmaların sayısının yüksekliği de kaçınılmaz oluyor. Tırnak yeme
alışkanlığının nedenine ilişkin iki temel açıklama var. İlki, bu davranışı
kaygıyla bağıntılandırıyor (Hadley, 1984). Sinirleri gerilmiş bir çocuğun bunu
dışarıya tırnak yiyerek yansıttığını söylüyor. İkincisiyse "çevresel
baskılanma" varsayımı (Schendler, 1984). Bu varsayımsa motor hareketleri
kısıtlanmış çocukların tırnak yemeye daha eğilimli olduklarını savunuyor.
Günümüzdeki çalışmalarsa genelde bu iki temel üzerinden yapılıyor.
Voodoo ölümü Haiti kültürüne ait bir öğe. Ölüm, kişinin kendisine büyü
yapıldığına inanmasından hemen sonra, geçmişinde hiçbir fizyolojik neden
yokken, zamansız bir şekilde gerçekleşiyor. Ancak olur da bu süreç
içerisinde söz konusu kişi büyünün bozulabileceğine ikna edilebilirse bu
ölüm gerçekleşmeyebiliyor. Bir kişinin tamamen psikolojik nedenlerden
ötürü ölüme sürüklenebiliyor olması bizleri olduğu kadar doktorları da
hayrete düşürüyor. Ancak zihnin fizyolojik işleyişler üzerindeki etkileri
konuyu aydınlatmakta yol gösterici olabiliyor:
• Kişilik özelliklerinin ölüm riski üzerine etkileri Voodoo ölümüyle yakın ilişki
içerisinde. Psikolojik etmenler, psikosomatik (psikofizyolojik) hastalıkları
tetikleyebiliyorlar. Yaygın psikosomatik hastalıkların arasında ise ülser,
asma, kronik baş ağrıları, hipertansiyon ve koroner kalp hastalıkları geliyor.
• Üzerine dikkat yoğunlaştırılan bir diğer konuysa "nevroz, şizofren ya da
kişilik bozukluğu"na sahip hastaların sigara içme, dikkatsizce araba
kullanma, sağlıksız beslenme ve alkol kullanımı gibi yüksek risk
davranışlarını daha sık gösteriyor olmaları. Bizlim insanları, psikiyatri
hastalarının zamansız ölüm risklerinin normal nüfusa göre daha yüksek
olduğunu belirtiyor.
CİDDİ PSİKOLOJİK RAHATSIZLIKLARI OLAN İNSANLARIN RÜYA
GÖRMEDİĞİ DOĞRU MUDUR? EĞER ÖYLEYSE SEBEBİ NEDİR?
(ORÇUN KOÇAK)
• Kişilik tipleriyle koroner kalp hastalıkları arasındaki ilişkiyse bir diğer
nokta. Histeri, nevrotizm ve somatik şikayetler koroner hastalıkların ilk
belirtileriyle büyük uyum gösteriyor. Ancak yine de kişilik özelliklerinin birinin
yaşam süresini kısaltıp kısaltamayacağına dair net ve kesin bir bulgunun
olmadığının altı çiziliyor.
• Son olaraksa kişinin stresle başa çıkma yöntemlerine değiniliyor. Üç farklı
başa çıkma yöntemi sıralanıyor: Sabit, içe gerilim ve dışa gerilim. Gerilimi
psikofizyolojik tepkiyle (içegerilim) yansıtan hastalar onu öfke ve şiddetle
(dışa gerilim) yansıtan hastalara göre daha yüksek zamansız ölüm riski
taşıyor. Bu kişiler, kaygı, iştah kaybı ve uyku düzen bozuklukları gösteriyor.
• Sosyo-kültürel etmenlerin de ölüm zamanıyla ilişkilendirilebileceğine dair
bulgular bulunuyor. Duygusal bir bağla inanç duyulan, örneğin kutsal
olduğuna inanılan günler içerisinde ölüm oranları artabiliyor. Bu da bizlere
Voodoo ölümünün psikolojik ve sosyal etmenlerden nasıl da
etkilenebileceğini gösteriyor.
Her sağlıklı insan gibi psikolojik rahatsızlıkları olan hastalar da rüya
görüyorlar. Ancak yapılan çalışmalar öyle gösteriyor ki, bu hastaların
gördükleri rüyalar farklı özellikler barındırabiliyorlar. Bu özelliklere birkaç
örnek derledik; şimdi gelin hep beraber bu örneklere göz atalım:
1) Sanrılar
Uyku sırasındaki zihinsel aktivite beyinde genetik olarak miras alınan ya da
yaşam süresince deneyimlenen anıların saklandığı beyin bölgelerinin
uyarılmışlık durumuyla ilişkili. Kişi yaşlandıkça ya da radyasyon gibi dış
etkilere maruz kaldıkça sinaptik bağlantılar zayıflıyor ve bu durum uyanıklık
durumunda da rüya benzeri bazı sanrıların görülmesine neden oluyor.
(Kavanau, 2002)
Sonuç olarak, saydığımız tüm bu faktörler zihnin sağlık ve ölüm zamanı
üzerine etkilerini gözler önüne seriyor. Voodoo ölümü ise, her ne kadar
tartışmalı bir konu olmayı sürdürse de, bilim insanlarınca çizdiğimiz bu
çerçeve içerisinde incelenmeye devam ediliyor.
Kaynak: http://www.yetiarts.com/aaron/science/voodoo.shtml
2) Madde Kullanımı
Beyindeki ventral tegmentum bölgesi hem rüya görmede hem de madde
bağımlılığında söz sahibi. Çoğu bağımlılığın tedavisi sırasında hastalar
madde kullandıklarına dair rüyalar görüyor. Bir grup hasta üzerinde yapılan
bir çalışma (Christo & Francy, 1996), tedavi gören hastalardan maddeye
dair rüyalar görenlerinin tekrar bağımlı hale gelme olasılıklarının daha
yüksek olduğunu gösteriyor. Bunun nedeni ise, çoğu bağımlılık yapan
maddenin ventral tegmentumdaki dopaminerjik aktiviteyi arttırmasıyla
açıklanıyor. Bu aktivite, rüyaları da etkiliyor.
3) Şizofreni
Yapılan çalışmalar, şizofreni hastalarının rüyalarının normal gruba göre
daha basit ve garip öğelerden arınmış olduğuna dair. Ancak sık sık,
içeriklerinde hoş olmayan duygular barındırabiliyorlar. Şizofreni hastaları
rüyalara fazla ilgi duymuyorlar. Rüyalarında genellikle gerçek
üstülüklerdense normal ancak şiddet yönelimli öğelere rastlanıyor.
6) Zekâ Geriliği
Hastalar genellikle basit rüyalar görüyorlar ve içeriklerinde sıkça ev ve ev
ortamına dair olaylara rastlanıyor. Erkekler daha saldırgan içerikli rüyalar
görüyorken kadınların rüyaları daha renkli oluyor. Bir yerlerden düşme
öğesine sık rastlanıyor. (Kramer & Roth, 1979).
7) Travma Sonrası Stres Bozukluğu
4) Manik Depresyon
Manik depresif hastalar mani dönemlerine girmeden önce ölüm ve
yaralanma konuları içeren garip rüyalar görüyorlar. Bir başka bulguysa
rüyalarının depresyon hastalarına göre daha fazla kaygı öğesi taşıyor
olması (Beauchemin & Hays, 1995)
5) Depresyon
Depresyonda rüya görme sıklığı düşüyor (Kramer, 2000)Bu hastaların
rüyalarında mazoşist öğelere, başarısızlık ve felaket senaryolarına
rastlanabiliyor. Yine bir başka çalışma (Cartwright, 1984) depresyon
hastalarının rüyalarının kendi geçmişlerine yönelik pek çok anı
barındırdığını ortaya koyuyor.
Hastalar sürekli bir seyir gösteren ve aynı tipte rüyalar görüyorlar. Bu rüyalar
genellikle canlı, sanki rüyanın içinde yaşanıyormuşçasına, rahatsız edici ve
kolay hatırlanabilir oluyor. Sıkça uyanmalar, motor aktivitesindeki yükselme
ve terleme, hastaların rüyalarındaki huzursuzluğun göstergeleri olarak ele
alınıyor (Wilmer, 1996).
Ben "düşünce duyguyu yönetir" diyorum, bu ne kadar doğrudur?
Teşekkürler. (Duygu Gezgin)
ve güçlü kılacak bir takım hormonların salgılanmasına neden oluyor
örneğin, hayatta kalabilmek açısından oldukça önemli. Haliyle bu denli
"temel" bir mekanizmanın üst düzey zihinsel işleyişlerin kontrolüne
girebileceğini söylememiz oldukça zor.
İkincil duygularsa birincileri takiben, onlar üzerinden yürütülen zihinsel
işleyişlerle ortaya çıkıyor. Bunlar kimi zaman birkaç duygunun karışımından
da oluşabilmekte. Daha açık bir ifadeyle, zihinsel işleyişler etkin bir biçimde
bu noktada devreye girebiliyor.
Öyleyse diyebiliriz ki, duygularımızın evrimsel gelişimi takiben "reflekssel"
bir içeriği bulunmakta. Ancak bu reflekssel duygusal yanıtların ardından
gelen zihinsel işleyişler de söz konusu. Haliyle sorunuzun yanıtı hem evet
hem de hayır oluyor. Duygularımız üzerindeki düşünsel kontrolün tamamıyla
yok olduğunu söyleyemeyiz ancak sınırlı.
Genellikle günlük hayatımızda deneyimlediğimiz olayların doğrudan doğruya
o olayla ilgili duyguların oluşumuna yol açtığı yanılgısına düşüyoruz. İşe geç
kaldığımızda kaygılanıp iltifat aldığımızda mutlu olmamız gibi. Oysaki bilim
insanları, bu olayın bize ne ifade ettiğine dair zihnimizde oluşturduğumuz
yorumların da en az olayın kendisi kadar önemli olduğunu söylüyorlar:
Olay (Bizde herhangi bir duyguya yol açması beklenen durum)
v
Zihinsel yorum (O olayın bizim için ne ifade ettiği, önemi)
v
Duygu (Olayla ilgili olarak hissettiklerimiz)
Sorunuza bu çerçeveden bakacak olursak, düşüncelerimizin duygularımızın
oluşumunda önemli bir paya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak
araştırmacılar, burada bahsettiğimiz düşüncelerin farkında olduğumuz ve
bilinçli bir düşünme süreci sonrasında ortaya çıkan düşüncelerden ziyade
adına " otomatik düşünceler " denilen tarzda olduğunu da ekliyorlar.
Otomatik düşünceler günlük hayatımızda karşılaştığımız olaylar karşısında
öyle çabuk oluşturuluyorlar ki, çoğu zaman bilincinde olmamız
imkânsızlaşabiliyor.
Bir diğer önemli nokta ise duyguların " birincil " ve " ikincil " olarak ikiye
ayrılıyor oluşu. Birincil duyguların bir olay karşısında reflekssel olarak
verdiğimiz yanıtlar olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bir tehlike durumunda
korkmamız gibi -ki bilim insanlarınca bu yanıtın güçlü evrimsel kökenlere
dayandığı düşünülmekte. Korku, kaçma davranışı esnasında bizi daha hızlı
UYKUDAN MAHRUM KALINCA...
Uykusuz geçirdiğimiz geceler arttıkça, uykusuzluğun üzerimizdeki psikolojik
ve biyolojik etkileri de değişiyor:
1 gece uykusuzluk: Kişi kendisini rahat hissedemese de, bünye bir gece
uykusuz kalmayı tolore edebiliyor.
2 gece uykusuzluk: Kişinin vücut ısısı ritmi düşüyor ve uykuya dalabilmek
için büyük bir dürtü hissediyor.
3 gece uykusuzluk: Özellikle de sıkıcı şeylere odaklanmak oldukça
güçleşiyor ve bilişsel işleyişler yavaşlıyor. Bu sayılanlar, özellikle de sabahın
erken vakitlerinde şiddetli oluyor.
4 gece uykusuzluk: Yaklaşık üç saniye süren mikro-uyuma davranışı
gözlemleniyor. Bu mikro-uyumalar sırasında kişi anlamsızca boşluğa
bakıyor ve bilincini yitiriyor. Oldukça huzursuz ve aklı karışık oluyor.
5 gece uykusuzluk: Kişi her ne kadar bilişsel yetilerini halen kullanabiliyor
olsa da yukarıda anlatılanlara ek olarak hayaller görmeye başlıyor.
6 gece uykusuzluk: Kişi kim olduğu bilgisini kaybediyor. Buna uyku
mahrumiyeti psikozu adı veriliyor.
(Bentley, 2000)
TURİSTLER HANGİ MOTİVASYONLA GEZİYOR?
. Yapılan bir çalışma öyle gösteriyor ki, şehir şehir gezme
fikrinin altında yatan kişilerin gittikleri yörelere ilişkin
tarihsel bilgi dağarcıkları değil, hisleri, o yöreyle kurdukları
empati ve anıları. Çalışmaya katılan katılımcıların
ağzından dökülen kimi cümleler şöyle:
. Tarihi yerleri ve müzeleri gezerken zihnim geçmiş
zamanlara dönüyor.
. Geçmişte yaşayan insanların günlük yaşamlarını hayal
etmeyi seviyorum.
(Cameron & Gatewood, 2003)
HİPNOTİZE EDİLMEYE NE
KADAR EĞİLİMLİSİNİZ?
Hepimizin hipnotize edilmeye
duyarlılık düzeyi farklı. Kimileri
rahatlıkla hipnozun etkisi altına
girebiliyorken kimileri hipnoza
girmeyebiliyor. Peki bunu
ölçebilmek adına psikologlarca
geliştirilmiş bir ölçek olduğunu
biliyor muydunuz?
İşte, o ölçek:
Standford Hipnoza Duyarlılık Ölçeği:
1.) Kolların düşmesi: Katılımcıya açık kollarının giderek ağırlaştığı
söyleniyor ve kollar yavaşça düşmeye başlıyor.
2.) Ellerin birbirinden ayrılması: Katılımcıların kolları önlerinde açık ve elleri
birbirini tutuyorken eller ayrılmaya başlıyor.
3.) Tat halüsinasyonu: Katılımcı ağzında önce tatlı daha sonraysa ekşi bir
tat hissediyor.
4.) Kaskatı kasılmış kollar: Kollarından birinin giderek daha da katılaştığı
katılımcı onu kımıldatamaz hale geliyor.
5.) Rüya: Hipnotize edilen katılımcıya hipnoz deneyimi hakkında bir rüya
görüp daha sonra bu rüyayı anlatacağı söyleniyor.
6.) Geçmişe dönme: Katılımcıya hangi yaşı söyleniyorsa o yaştaki konuşma
ve hareketlerine dönüyor. El yazısı bile değişiyor.
7.) Kolların hareketsizleşmesi: Katılımcıya kollarını kaldıramayacağı
söylendiğinde bunu gerçekten de yapamıyor.
8.) Anosmia (koku hissinin kaybı): Katılımcıya gündelik kokuları
alamayacağı söylendiğinde gerçekten de koku alabilme yetisini kaybediyor.
9.) Halüsine ses: Katılımcı soruları halüsine bir sesle yanıtlıyor.
10.) Negatif görsel halüsinasyon: Katılımcı yalnızca iki tane olduğu söylenen
3 adet renkli kutuyu iki tane gördüğünü söylüyor.
11.) Hipnoz sonrası amnezi: Önceden ayarlanan bir sinyal verilmediği
sürece katılımcı hipnoz esnasında verilen bilgileri hatırlamıyor.
(Bentley, 2000)
Vücut ısımızı kontrol
. Doğal seçilim biz insanların çok düşük ya da çok yüksek sıcaklıklarla başa
çıkmasına yardım etmiş. Yüzey alanı-hacim oranı yüksek olan kişiler
deriden ısı katbetmeye daha yatkın olduğundan, tropiklerde yaşayan
insanlar genelde uzun boylu ve zayıfken, kutup sakinleri daha kısa ve kilo
olarak daha toplu.
KAYNAK
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/biliyormusunuz.htm

Benzer belgeler