kar romanı - Alper AKÇAM

Transkript

kar romanı - Alper AKÇAM
A. Alper AKÇAM
KAR ROMANI “DIŞARIDAN” MI GELDİ? *
“Kar” romanı, Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Benim Adım Kırmızı gibi güçlü
diyalojik, çoksesli yapıtlar vermiş Orhan Pamuk’un, biçem ve yöntem değişiklikleri yaptığı,
sürprizlerle dolu bir “son roman” olduğu kanısı uyandıran bir yapıttır. Aynı zamanda,
romanın asıl anlatıcısı olduğu romana anlatıcı olarak kendi adıyla girişinden sonra açıkça
bildirilen, anlatıcısıyla yazarının örtüştüğü, Orhan Pamuk’un, kendisinden daha derinlikli ve
ince ruhlu bir şair olarak tanımladığı (Kar, s. 343) ve kendisini daha iyi temsil ettiğini
bildirdiği kahramanı Ka’ya (“Kar’da da Orhan olarak silik bir kişi şeklinde görünürüm ama
bana benzeyen tabii ki Ka’dır” -Orhan Pamuk, Söyleşi, 10 Haziran 2002, Aksiyon Dergisi-)
Kars’ta bulunduğu sürece “dışarıdan” (Tanrısal!) bir yerden gelmiş şiirlerin anlamını ve gizli
simetrisini çözmek için tuttuğu notlar esas alınarak yazdığı bir roman olduğundan, kendisi de
“dışarıdan” gelmiş olduğu düşünülebilecek, taşıdığı söylem bir tür dokunulmazlık ve
tartışılmazlık içeren bir metindir!
Romanda okuru sürükleyen bir yapı ve çeşitli gerilimlerin yaşandığı heyecanlı bir öyküleme
kurulmuştur. Roman dili son derece “yalın ve anlaşılır” kılınmıştır. Diğer yapıtlarda olduğu
gibi yazınsal birikimi olan seçkin bir çevreye değil, sıradan okura seslenilmektedir. Hatta
yapıt “tamamen ve yalnızca” bu “sıradan okur” düşünülerek kaleme alınmış gibidir. Ancak,
“hitap edilen” bu sıradan okurun anlatı malzemesine oldukça yabancı bir konumda olması
önkoşulu da sağlanmaya çalışılmış gibidir. Yabancı bir okura, “egzotik ve gizemli” bir hayat
hakkında ilgi çekici bir gerçekliğin anlatılmakta olduğu kanısının uyandırılabilmesi için,
Anadolu’nun en kuzeyindeki bir yoksul ve az bilenen şehrin, Kars’ın özellikle seçilmiş
olunduğu düşünülebilir.
Anlatıcı Orhan Pamuk ile arkadaşı şair Ka, kahramanlardan imam hatip öğrencileri NecipFazıl çiftlerine taşıttırılan bir söylemdeki iki ses, yazarın diyalojik, çoksesli yazınsal
tutumunun Kar’daki görünümleridir.
Dostoyevski romanlarının ve kahramanlarının ana sorunsallarından olan “... ya Tanrı yoksa,
ruhun ölümsüzlüğü gerçekleşmeyecekse...” kaygısına benzer “...ya Allah yoksa...”
noktasından hareket eden bir söylemler karşılaşması imam hatip öğrencileriyle şair ve zaman
1
zaman bir ideolog gibi davranmaya çalışan Ka arasında kurulacak diyalojinin iskeletini
oluşturmuşlardır. Dinsel söylemle imam hatip öğrencileri ve türban mücadelesi veren genç
kızların toplum karşısındaki duruşlarının ve bireysel konumlarının gerekli kıldığı özel
koşullar, dinsel söylemin bir parçası olmak, çoğula katılmak ile günümüz toplum yapısının
bireyde oluşturmuş bulunduğu kendi başına var olma düşüncesi arasındaki ayrılıklar da
romanın söylemler karşılaşması içinde ortaya çıkan sesler olarak gözlemlenirler. Ayrıca,
zamandaş bazı ideolojik yapılar, politik örgütlenmelerin söylemleri de metne taşınmıştır.
Ancak, olay örgüsünün yapı ve genel söylem içinde çok önde olması, hem siyasal yapılar hem
ideolojik söylemler hem de bu söylemleri taşıyan bireylerin kurulumunda yazarın
ayrıntılarıyla göstermeye çalışacağımız yanlı tutumu ve metnin Orhan Pamuk çoksesli
yapıtlarının güçlü parodik yapısından arındırılmış olması nedeniyle çokseslilik örselenmiş,
tüm metin, bir siyasal bildirimin gerçekleşmesi çabasına araç kılınmıştır... İkili kişilikleri,
ikizmiş gibi duran kahramanların taşıdığı söylemlerin yan yana ve karşı karşıya duruşları,
karnavalcı bir “hakikat sınamacılığı” kaygısından çok, tekil bir sonucun iki ayrı ağızdan
söylenmesine, bir sözün içinde birbirinin neredeyse aynısı olan iki sesin varlığını kanıtlamaya
yönelmiş gibidir. Yapısal olarak diyaloji ve çoğulluk varmış gibi görünürken, bu görünür
kılınmaya çalışılan ayrılık, kendisini yadsımaya yönelmiş bir işlevle yükümlenmiş gibidir.
Diyaloji ve biçem değişikliğinin böylesi kullanımıyla, çokseslilik yapıdaki egemenliğini
yitirmiştir.
Yazarın çocukluk döneminden itibaren arkadaşı da olan kahraman Ka’nın Kars’ta geçen üç
günlük serüveninin üçüncü tekil ağzından anlatıldığı romanın sonunda Orhan Pamuk’un
kendisi, adını da kullanarak birinci tekil anlatıcı olarak anlatıya girmesiyle, yapısal olarak bir
biçem kırılması ve çoğulluk taşıyan bir değişim gerçekleşmiş olmakla birlikte, yazarla anlatıcı
arasındaki aralık da yok denecek düzeye indirilmiş olmaktadır... Böylece, çoksesli bir
romanda ilke olarak özenle korunması gereken, yazarın hayata ve anlatılan olay örgüsüne
“teğet duruş”u ortadan kalkmaktadır. Orhan Pamuk’un tüm yapıtları içinde ilk kez anlatıcının
baştan itibaren tüm olup biteni bildiği bir öyküyü okura anlatma çabası olduğu açıkça
duyurulmaktadır: “Yolun açık olsun sevgili Ka... Ama sizi kandırmak istemem: Ka’nın eski
bir arkadaşıyım ve Kars’ta başına gelecekleri daha bu hikâyeyi anlatmaya başlamadan
biliyorum ben” (Kar, İletişim yay., 1. Baskı, s. 11).
Kar romanında, Orhan Pamuk çoksesli dörtlüsünde (Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat,
Benim Adım Kırmızı) yapıda hep varlığını duyumsatmış parodi ve gülmece öğesi etkin
olabilecek boyutta kullanılmamıştır. Tam tersine, şiddetli bir keder ve kasvet egemendir
2
anlatıya. 1960’ların ünlü kalecisi Varol’un Kars’taki tiyatro sahnesinde halkı eğlendirmek için
giriştiği güldürmece çabası bile “acı çekme zevki ve Türk’ün eğlenceli zavallılığı havasıyla”
gülüşerek izlenmiştir (s. 140). “Keder” sözcüğü de anlatının içinde kendisi olarak onlarca kez
kullanılır, kahraman Ka’da diğer kahraman ve karakterler de sık sık ağlayarak, hıçkırıklar
içinde boğularak acınası tekil gerçekliğe özellikle işaret etme çabası gösterirler. Romanda
taşınmaya çalışılan bir politik söylemi iletme göreviyle yükümlü kılınmış görünen bu biçem,
bir tür yan tutma, yandaş olma düşüncesinin taşınıyor olduğunun işareti sayılabilir. Yazarın
anlattığından “kuşku duyulması” kaygısı vardır sanki...
Bu “kuşku duyulmaması gereken” tekil söylemi aktarma çabası, metnin içindeki kimi
epizodlarda kendisine karşı kullanılabilecek eleştirel bakışları da önceden göz ucuyla izler,
kendisi için “açık kapı”lar bırakmayı ihmal etmez. Diyalojik bir anlatı alışkanlığının gereği
olarak metne girmiş bu izleme ve olası yanıtı içinde barındırma çabası, karşı sesi konuşmadan
geçersiz kılmayı düşünmüş olmanın gereği gibi görünmektedir. Romanın 294- 295’inci
sayfalarında verilen “KARS’TA BİR ALLAHSIZ” başlıklı Serhat Şehir Gazetesi haberinde,
Kars’a gelmiş bulunan Ka’dan sözde şair olarak söz edilmekte, yıllarca içiçe, kardeşçe
yaşayan ayrı kültürel yapılardaki Karslıların dış güçlerce kardeş kavgasına sürüklenmeye
çalışıldığı, laik ve dinci, Kürt, Türk, Azeri diye ayrıştırıldığı, Ermeni katliamı iddialarının
canlandırıldığı o günlerde yıllardır kaçak olarak Almanya’da yaşayan bu kişinin bir casus gibi
Kars’ta belirmiş olmasına dikkat çekilmektedir. Ka’yı Allah’a, Peygambere ve Atatürk’e dil
uzatmakla suçlayan bu haber, roman kahramanı Ka’yı belli odaklara boy hedefi olarak
göstermekte, dayanaksızca saldırılan bir kişilik durumuna sokarak, masum, mazlum şair
görüntüsü pekiştirilmeye çalışılmaktadır. Elindeki gücü kullanarak haberin yazılmasını,
Ka’nın saldırılara hedef olmasını isteyen, Kars’taki askeri darbenin yöneticisi, eski solcu ve
sarhoş tiyatrocu Sunay Zaim’dir! Böylece roman söyleminin ve kahramanı Ka’nın politik ve
dinsel ayrımcılığa dayandırılmış olduğu düşünülebilecek söylemi, bu söylemi yaşama taşıyan
olay örgüsü, bir tür “dokunulmazlık” kazanmış olmaktadır. Yazarın romana ve söylemine
yönelecek eleştirileri baştan hesaplamış bu “hitap” tarzı onun diyalojinin gerçekliğin
oluşmasındaki gücünü bilen yazınsal ustalığının bir göstergesi de sayılabilir.
Aynı çaba, 355. Sayfada darbenin elebaşılarından, eski solcu, yeni gizli devlet görevlisi,
İslamcıların ve Kürt milliyetçilerinin gözü dönmüş düşmanı, katil Z. Demirkol tarafından
Ka’ya yöneltilmiş “hitap” içinde de dile gelir... İnsancıl kişilikli, hayatı sorgulayan, duyarlı,
baskı altındaki imam hatip öğrencilerine ve topluma kendi varlıklarını türban mücadelesiyle
kabul ettirme çabasındaki genç kızlara yardım kaygılarıyla davranan, sık sık acılı gözyaşları
3
döken şair Ka, Z. Demirkol’un adamları tarafından kelepçelenmiştir, yüzü güze kan içinde
kalacak şekilde dövülmüştür... “Bir reklam arasında Z. Demirkol sandalyeden kalktı,
masanın üzerinden manyetoyu aldı, Ka’ya gösterdi ve ne işe yaradığını bilip bilmediğini
sordu, cevap alamayınca söyledi ve çocuğunu sopayla korkutan bir baba gibi sustu biraz (...)
‘Marianna’yı niye seviyorum biliyor musun’ diye sordu dizi yeniden başlayınca. ‘Çünkü ne
istediğini biliyor. Senin gibi aydınlar ise ne istediklerini hiç bilmedikleri için beni hasta
ediyorlar. Demokrasi diyorsunuz, sonra şeriatçılarla işbirliği yapıyorsunuz. İnsan hakları
diyorsunuz, terörist katillerin pazarlıklarını yürütüyorsunuz... Avrupa diyorsunuz, Batı
düşmanı İslamcılara yağ çekiyorsunuz... Feminizm dersiniz, kadınların başlarını örten
erkekleri desteklersiniz. Kendi fikrinle, vicdanınla davranmıyorsun da, burada bir Avrupalı
nasıl davranırdı onun gibi yapayım diyorsun!’” (Kar, s. 355). Bu eleştirileri Ka’ya yapan
kişinin itici, zorba, katil kişiliği, eleştirinin içeriğini tamamen ortadan kaldırmakta, Ka’yı olası
benzer eleştirilerden koruyacak bir söylem durumuna gelmektedir.
Belediye başkanının öldürülmüş olması nedeniyle yapılacak belediye seçimleri ve genç kız
intiharlarını Cumhuriyet Gazetesi adına incelemek için Kars'a gelmiş Almanya'da sığınmacı
olarak yaşayan şair Ka’nın (asıl adı Kerim Alakuşoğlu’dur ama hoşlanmadığından
kullanmamaktadır) başından geçenlerin konu edildiği olay örgüsü içinde dört ayrı kriz ânı,
gerilimin doruğa ulaştığı eşik mekânlar (Dostoyevski romanlarının vazgeçilmez kronotopu!...)
yapılanmıştır:
1. Millet Tiyatrosu’nda 40’lı yıllardan kalma bir oyunun yeniden sahnelendiği tiyatro oyunu:
“Vatan Yahut Çarşaf”.
2. Z. Demirkol ve Sunay Zaim’in başını çektikleri askeri darbe,
3. Şair Ka’nın Avrupa’daki hayali Alman gazeteci arkadaşına götüreceği Karslı muhalifler
bildiri toplantısı,
4. Türbancı kızların önderi Kadife’nin sevgilisi İslamcı militan Lacivert’in hayatı karşılığı
başını açmaya zorlandığı ikinci tiyatro oyunu (Kyd’in İspanyol Trajedi’sinden uyarlanmış
“Kars’ta Trajedi”).
Kars Millet Tiyatrosu’nda “Vatan Yahut Türban” adlı oyun aslında kırklı yıllarda, yazarın
romandaki değinisiyle, “çarşaflıların devlet zoruyla çarşafsızlaştırıldıkları” (s. 149) dönemde
oynanmış bir oyunun tekrarı gibidir. 1970’li yılların bol sloganlı sol tiyatrolarından tanınmış,
Ka’yla aynı gün Kars’a gelen, bilinen eski solculardan Sunay Zaim ve karısı Funda Eser
4
tarafından sahneye konulan oyunda, Funda Eser çarşafını çıkararak özgürlüğü seçecek bir
kadını oynamaktadır. Oyundan önce “Brehtçi ve Bakhtinci” tiyatro anlayışının sergilendiği
edepsiz vurgulu “viynet”ler sahnelenir... Bu küçük oyunlar sırasında kadın kılığına girmiş
Sunay, Kelidor Şampuanı’nın uzun şişesini arka deliğine sokar gibi yapmıştır (s. 140). Karısı
Funda Eser, gerekli gereksiz erotik hareketler, iç gıcıklayıcı göbek dansları yapıp izleyici
tahrik etme çabasında gibidir. Bir sucuk reklamını taklit ederken eline aldığı kangalı “at mı
eşek mi?” diyerek göstermiş, edepsiz bir neşeyle, daha ileri götürmeden sahneden kaçmıştır
(ilerisi düşünüldüğünde, at ya da eşek penisini cinsel organına sokar gibi yapması
çağrıştırılmakta...) Daha sonraki asıl oyun sırasında çarşafı konusunda kendisini sorgulayan
ve çarşafını açmaya karar veren bir kadını oynayacaktır.
Funda Eser çarşafını çıkarınca, çıplak ve tombul kolları, güzel gerdanı, içkiden dumanlı
olduğu anlaşılan bilinciyle bir yandan izleyenlere oyun öncesinden başlayan erotik iletileri
sürdürmekte, bir yandan da kimilerince ancak orospu olanlar çarşafını çıkarır anlamına gelen
bir davranışta bulunmaktadır. Funda Eser’in roman boyunca anılması, hep böyle edepsizlikler,
tahrik edici davranışlar içinde olacaktır. Çarşafını çıkaran Funda Eser’e, oyun gereği, sakallı
yobazlar boğma ipi ve bıçaklarla saldırmışlardır. “Funda Eser onların eline düşünce
kurtulmak için iç gıcıklayıcı, yarı cinsel hareketlerle kıvrandı”... (Kar, s. 153). Şeriatçı
kılığında sahneye çıkan kişilerin itici görünüşleri, çıkardığı çarşafı yakan Funda Eser’in
davranışları, çarşaftan ve festen kurtulup modern Avrupa’ya koşmak gerektiğini bildiren
sözlerinin salonda bulunan İslamcıları ve imam hatipli öğrencileri kışkırtması kaçınılmazdır.
Öğrencilerin ve gençlerin “Allahsız din düşmanları”, “İmansız ateistler”, “Sen de çıplak koş
Avrupa’na, çırılçıplak koş!” bağırtıları, yuhalamaları arasında kurtarıcı olarak kalpağıyla ve
1930’ların askeri elbisesiyle (tiyatrodaki odasında Atatürk fotoğrafıyla kendi fotoğrafı yan
yana asılı Sunay Zaim’in bir zamanlar Atatürk filminde başrolü oynamak niyeti de olmuş, bu
isteği genelkurmay tarafından geri çevrilmiştir) sahneye çıkan Sunay Zaim’in kısa
konuşmasından sonra yanındaki askerler ellerindeki tüfekleri kalabalığa doğrultup ateş
etmeye başlarlar. Ancak dördüncü yaylım ateşten sonra, yapılan atışların oyun gereği
olmadığı, imam hatipli öğrencilerin vurulup öldükleri ayırt edilmeye başlanır. Silahını
ateşleyen askerler arasında bulunan Siirtli Kürt, kimseyi öldürmek istemediğinden tüfeğinin
namlusunu yukarı doğrultmuş ve attığı mermi çeyrek yüzyıl önce köpeğiyle birlikte film
izleyen Sovyet başkonsolosunun bulunduğu locaya gelmiştir. Açılan ateş sırasında Ka’nın
arkadaş olduğu imam hatip öğrencisi Necip de gözünden vurularak ölmüştür. Ölmeden öce
sahneye doğru bakarak “görüyorum” dediği söylenmektedir.
5
“Kimseyi öldürmek istemeyen Siirtli Kürt” imgesinin temsil ettiği siyasi bağlaşıklık önemli
olmakla birlikte, “köpeğiyle birlikte çeyrek yüzyıl önce film izleyen Sovyet başkonsolosu”
(Kars’ta böyle bir başkonsolos olamayacağını bilmek için Karslı olmak gerekmez sanırım)
romanın taşıdığı siyasi söylemin hangi tekil doğrultuyu işaret ettiğinin açık bir göstergesi
sayılabilir.
Askeri darbe, tiyatronun yarattığı karışıklık sonrası şehirde düzeni sağlamak için yapılmış
görünmektedir. Tiyatro bitiminde bağıra çağıra dışarı çıkan, sağa sola sarhoşlar gibi saldıran
Z. Demirkol’un öncülüğünde gerçekleşmiştir. Z. Demirkol eski bir komünist gazetecidir.
Yıllar önce askeri liseden atılmış Sunay Zaim’in arkadaşı, o anda Kars’ta en yetkili askeri kişi
olan Albay Osman Nuri Çolak darbenin başındaki adam olmakla birlikte Z. Demirkol, Sunay
Zaim ve MİT görevlileri yönlendiricilik yapmaktadırlar.
Darbeden sonra Kars’ta imam hatip lisesi yurdu ve evler basılmış, insanlar silahlı askerler
tarafından dövülerek Emniyet bodrumuna, Veteriner Fakültesi’nin dersliklerine, karla kaplı
stadyuma doldurulmuşlardır. İmam hatip lisesine yapılan baskın sırasında çok acılı tablolar
yaşanmıştır: “Bir- iki deli öğrenci yemekhaneden çaldıkları çatal ve bıçakları hela
penceresinden erlerin üzerine atmaya, ellerindeki tek tabancayla oyun oynamaya kalkıştıkları
için buradaki çatışmanın sonunda yeniden silahlar atıldı ve alnına kurşun yiyen güzel
vücutlu, güzel yüzlü bir öğrenci düşüp öldü” (Kar, s. 169). Emniyet müdürlüğünün
hücrelerine doldurulmuş imam hatiplilerin yüzü gözü morluklar içindedir. Kıyasıya
dövülmüşler, saçları sıfır numara tıraş edilmiştir. Askeri darbenin asıl hedefi belediye
seçimlerini kazanmak üzere olan dinciler ve Kürt milliyetçileridir (s. 184). Kürt milliyetçileri
veteriner fakültesine doldurulmuşlardır, burada işkenceden geçirilmektedirler. Tutuklananlar
arasında Ka’nın pastanede oturduğu sırada gözlerinin önünde öldürülmüş eğitim enstitüsü
müdürünün katilinin olup olmadığını saptamak için görevliler tarafından gezdirilen Ka,
Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesi Morgu’nda gözünden vurularak öldürülmüş Necip’in
cesedini görür, saf yürekli delikanlının soğuk yanaklarını öper... Bu davranışından ötürü darbe
yöneticilerine sürekli hesap vermek zorunda kalacaktır.
Kar romanı anlatısında, askerin zor kullanarak devreye girdiği darbeden önce de Kars’ta
siyasal İslamcılar ve Kürt milliyetçileri üzerinde yoğun baskılar zaten vardır! Başını açmayı
reddeden Teslime adlı bir öğrenci intihar etmiştir. Abdestini almış, namazını kılmış, kendisini
başörtüsü ile lamba kancasına asmıştır (s. 22). Başka bir genç kız öğretmeninin bakire
olmadığını söylemesinden sonra hakkında çıkan dedikodular, sarhoş babasının üzüntüden
ağlamaları sonucu intihar etmiş, yapılan otopside kızın bakire olduğu saptanmıştır. Baba ve
6
koca baskısı nedeniyle intihar eden başka genç kızlar ve kadınlar da vardır. Kars’ta erkekler
kendini dine vermekte, kadınlar intihar etmektedirler (s. 40). Ana babalar kızlarını sürekli
döverek ezmekte, sokağa çıkmalarına izin vermemektedirler (Kar, s. 19). Roman boyunca,
başını açmak istemeyen genç kızların ve saf yürekli imam hatip öğrencilerinin yaşadığı dram,
ağlatmak için çekilmiş Türk filmlerini geride bırakacak duygusallıklar, acıma duygusu
istismarı üzerine yapılanmıştır. Türban mücadelesi veren eğitim enstitülü genç kızların ve
bunları destekleyen imam hatip öğrencilerinin aileleri polis tarafından sık sık tehdit edilmekte,
esnaf velilerin dükkânları polislerce basılmakta, dükkânlarının kapatılarak kendilerinin
kovulacağı bildirilmektedir (s. 121).
Ka’yla birlikte Emniyet müdürlüğü’na götürülen siyasal İslamcı partinin seçimleri
kazanmasına kesin gözüyle bakılan belediye başkan adayı Muhtar orada dövülmüş, ağzı
burnu kan içinde bırakılmıştır. Ka’nın yanında Muhtar’a, “sana bu devleti teslim ederler mi
sanıyorsun!” diye bağırmışlardır.*
________________________________________________________________________
Dip not: *Edward Said’in Doğu’nun Batı’dan yazılı metinler durumuna geldiği yolundaki
“şarkiyatçılık” tanımı anımsandığında, Orhan Pamuk’un Kar romanı oldukça önemli işlevler
üstlenmiş bir metin olarak görülebilir: 2004 yılı yapılan belediye seçimlerini CHP’nin
adaylığını kabul etmediği bir eski solcu ANAVATAN PARTİSİ adayı olarak kazanmış,
sonradan, belki de şehrinin geleceğini düşünerek AKP’ye geçmiştir. Türkiye’de ilk kez Kar
romanında anlatılan siyasal İslamcı’ların patlayıcı yüklü kamyonla yapılmış intihar eylemleri
birkaç yıl sonra bilinen bir eylem biçimi olarak kullanılmaya başlanacaktır. Kürt milliyetçileri
de ağbisi öldürülmüş bir çaycı çırağını intihar eylemi için ikna etmeye çalışmaktadırlar (s.
317).
Roman ABD’nin Irak müdahalesinin konuşulmaya başlandığı, Türkiye’deki DSP- MHP
iktidarının üslerin Irak’a karşı kullanımını uygun bulmadığının söylendiği 2002 yılı başında
yayınlanmıştır. O sıralarda kurulan AKP’nin bir sonraki seçimlerde iktidar oluşuyla Kar
romanının yazılış mantığı arasında bir koşutluk kurulması, Orhan Pamuk’un yıllardır beraber
çalıştığı ABD’li menajerlerin Kar’ın yazılışında önemli katkıları olduğu yolundaki bir görüş
fazlaca komplocu bir bakış olarak değerlendirilebilir mi?
Romanda Orhan Pamuk’un önceki yapıtlarında başarıyla kullanılmış çoksesli biçemin önemli
öğeleri olan gülmece ve parodi zaman zaman kendini gösterirse de romanın tümüne etkili
7
olacak güçte değildir. Ka’nın 243. Sayfasındaki anlatıcı tarafından alıntılanmış iç
konuşmasında görülen diyalojik yapı tekil söylem cılız bir epizod olarak sırıtmaktadır: “Ka
İpek’in babasıyla konuşurken kendisine de bir şeyler söylediğini, aslında odadaki herkes gibi
hep çift anlamlı konuştuğunu, bakışlarını kimi zaman kaçırıp kimi zaman yoğunlaştırmasının
da bu iki anlamı vurgulamaya yönelik olduğunu hissetti. Kars’ta –Necip dışında- karşılaştığı
herkesin içgüdüsel bir ahenkle çift anlamlı konuştuğunu (bu saptama genelde Karslılar için
doğru olabilir ama roman için ne yazık ki geçerli değil –bizim notumuz-) çok daha sonra fark
edecek, bunun yoksullukla mı, korkularla mı, yalnızlıkla mı, hayatın yalınlığıyla mı ilgili
olduğunu soracaktı kendine. ‘Babacığım gitmeyin,’ derken İpek’in kendisini kışkırttığını
(Turgut Bey gidince Ka İpek’le sevişebilecektir – bizim notumuz-), Kadife’nin ise bildiriden
ve babasına bağlılıktan söz ederken aslında Lacivert’e bağlılığını dile getirdiğini görüyordu
Ka” (s. 243).
Ka’nın Frankfurt’a döndükten sonra göndermeyi bile düşünmeden İpek’e yazdığı kırka yakın
aşk mektubunun “canım bunları sana yazıp yazmamayı çok düşündüm”le başlayan söylemi,
bu mektuplardan birinde İpek’in ona göndermediği düşlemsel bir mektuba yanıtlayan,
kendisini yanlış anlamış olduğuna ilişkin anlatım, Kadife’nin Asya oteldeki toplantı sırasında
erkeklerin konuşmalarında düzeyin düşmesi karşısında kendi kendine başını açma kararı
alması ya da darbe olmasa başını açabileceğini söylemesi, Fazıl’ın o başını açarsa intihar
edeceğini bildirmesi, sonra da intihar düşüncesiyle ateist olabileceğine ilişkin kaygılara
düşmesi, Necip öldükten sonra Fazıl’ın onun kendi içinde yerleştiği, artık kendi içinde
yaşamakta olduğu düşüncesi, Ka’nın Asya otelde yapılacak toplantıya Turgut Bey’in de
katılmasını istemesinin bildiri ve toplantı içeriğinden çok babasıyla aynı çatı altındayken
sevişmek istemeyen İpek’le yatma arzusundan kaynaklanıyor olması gibi, kahramanlarda
zaman zaman ortaya çıkan ikili düşünceler, değişken yargılar, söylemlerdeki çift sesler, Orhan
Pamuk’un diyalojik dil tutumundan Kar’a artakalan parçalardır.
Kürt bir kadının yaptığı, şehir merkezindeki bir büfede satılan tarçınlı özel bir şerbetin
Kürtlere hiçbir kötü etkisinin olmamasına karşın bazı devlet görevlilerini zehirlemiş olması,
Türklerle Kürtlerin aynı kandan olduklarını savlayan devlet görüşünü boşa çıkarmakta
olduğundan gizli tutulmaktadır! Devletin ve valiliğin görevlendirdiği özel ajanlar çok uzun bir
süreden beri konu üzerinde çalışmalar yapmaktadırlar! Büfede ve kadının evinde
görevlendirilen hafiyeler de zehirlenmişlerdir. Yalnızca bir hafiye günde beş altı sürahi şerbet
içmesine karşın zehirlenmemiştir. Raporunda şerbetin zararlı değil faydalı olduğunu, hakiki
bir dağ içkisi olarak Kürt destanı Mem u Zin’de de yer aldığını bildiren bu hafiyenin de Kürt
8
olduğu saptanmıştır! Alınan şerbet örneklerindeyse herhangi bir zehir bulgusuna
rastlanmamıştır. İstanbul’dan gelen özel bir doktor grubu SSK Hastanesi’nde zehirlenmelerle
ilgili özel bir servis açmışlar ama çok geçmeden bedava muayene olmak isteyen Karslılar ile
“saç dökülmesi, sedef hastalığı, fıtık, kekemelik gibi sıradan dertlerden muzdarip” hastaların
burayı doldurmaları sonucu araştırmalara gölge düşmüştür. Hafiye Saffet Ka’nın Sunay
Zaim’e yakınlığını bildiğinden onun üzerindeki etkisini kullanarak kendisini şerbet
zehirlenmesi soruşturmasından aldırmasını istemiştir (s. 207-208). Ka’yı roman başından
sonuna kadar izleyen hafiye Saffet ve Ka’nın kara köpeği, ancak çoksesli bir romana
yakışabilecek kahramanlar olarak, yazarın tekil bildirimi için kurgulanmış ve karakterleri
buna uygun bir tornadan çıkmış Kar romanına uygunsuz düşmektedirler!
Hafiye Saffet Ka Kars’tan ayrıldıktan ve kendisi emekli olduktan sonra da Turgut Bey’in
çalıştırdığı Kar Palas oteline gelip gitmiş, kendisine sunulan yiyecek ve içecekleri geri
çevirmemiştir.
Olay örgüsüne yüklenmiş yazar siyasal bildirimi ve buna uygun çizilmiş tipler romanın
tartışılmaz iktidarı olarak görünmektedir. Romandan daha uzun alıntılamalar yaparak bazı
siyasal görüşlerin olumlanmakta, bazılarının aşağılanarak gözden düşürülmeye çalışılmakta
olduğunu kanıtlama çabasını örnekleri çoğaltarak sürdürebilmek çok kolaydır. Romanın daha
başlarından itibaren yazarın politik söylemi, tekil bildirimi büyük bir kuvvetle
duyumsanabilmektedir. Kar’da sanatsal bir temsilden çok siyasal bir bildirim göze
batmaktadır. “Bir fikrin sanatsal temsili, ancak fikir olumlanma ve yadsınmanın ötesinde
terimlerle sunuluyorsa, ama aynı zamanda her türlü dolaysız anlamlandırma gücünden
yoksun, basit fiziksel bir deneyime indirgenmiyorsa mümkündür” (M. Bahtin, Dostoyevski
Poetikasının Sorunları, s. 134).
Roman kahramanları ve karakterleri bir Türk filminin iyileri ve kötüleri olarak kurgulanmış
gibidirler. Kahramanlar kesinlikle özgür değillerdir, yazar tarafından biçimlendirilmişler, tek
bir tornadan çıkarılıp romanın tekil söylemi için yürüyüş koluna sokulmuşlardır. Kimileri
olumlanmış, değerli kılınmaya çalışılmış, kimileri olumsuzlanmış, aşağılanmaya çalışılmıştır.
Bu biçem, kahramanların söylemleriyle temsil ettikleri kişilikler arasında uygunsuzluklar
doğurmuştur (Yazar söylemiyle örtüştürülmeye çalışılan kahraman söylemi, kahramanın
toplumsal, ideolojik konumu ve gösterge karakterine ters düşmektedir). Siyasal İslamcı
militan Lacivert’in “Yahudiler bu yüzyılın en büyük mazlumlarıdır” (Kar, s. 228) sözüyle,
romanda “İslamcı” imge oluşturulurken yazarın bireysel öznelci tutumu (Bazıları bunu
9
ABD’li dostlarına ve Batılı okura hoş görünme çabası olarak da yorumlayabilir!) iyice açığa
çıkmaktadır.
Siyasal İslamcılar, roman kahramanı Ka gibi, genellikle duyarlı, duygulu, hayatı sorgulayan
kimselerdir. Solcularsa, ahlaksız, içkici, din ve insanlık düşmanı, katil ruhludurlar (Aslında
Kara Kitap’tan başlayarak sol düşünceye karşı özel bir yüklenme, küçümseyici alaysama
vardır Orhan Pamuk’ta ama, Kar romanındaki parodisiz tutum, bunu bir gerçekçi siyasal bakış
açısı olarak duruca ortaya çıkarmaktadır). Ka ve Almanya’daki sevgilisi de içlerinde olmak
üzere tüm solcular gençliklerinin sol düşünce yüzünden yitirilmiş olduğunu düşünmekte,
pişmanlık duymaktadırlar.
Cumhuriyet gazetesine haberler gönderen Serhat Şehir Gazetesi sahibi Serdar Bey’e göre de,
Siyasal İslamcılar, herkesten daha çalışkan, dürüst ve alçakgönüllüdürler; “Bir tek Allah’ın
partisinin adayının namusuna güveniliyor” demiştir (s. 31)... Serdar Bey’e göre önceleri barış
içinde, birlikte yaşayan Kars’taki ayrı kültürler (Kürtler, Terekemeler, Karapapaklar, Azeriler,
Türkmenler, Posoflu Lazlar, çarın Rusya’dan sürdüğü Almanlar) Türkiye’yi bölüp yıkmak
isteyen komünist Tiflis radyosunun yayınlarından sonra etnik kimliğiyle gururlanmaya
başlamış, ayrılıklar öne çıkarılmıştır!
Türbanlı kızları eğitim enstitüsüne almadığı, okula polis çağırdığı, soğukta okul kapısında
bekleyen kızları polise coplattığı için Ka’nın gözü önünde öldürülen eğitim enstitüsü
müdürünün katili bile Allah sevgisiyle dolu, terörden nefret eden birisidir. Fikir
mücadelesinden yanadır, Ateş etmeden önce müdüre sorduğu sorular arasında “Devletin emri
Allah’ın emrinden büyük müdür hocam?” (s. 45) vardır. Eğitim enstitüsünde baş örtüsü için
mücadele eden kızların sayısı artınca, Ankara’dan gönderilen bir kadın görevli de “Allah mı
büyüktür devlet mi?” sorusunu sormuştur. Türban karşıtları, Allah’ı yeryüzüne indirmekte,
küçük düşürücü sorular sormaktadırlar...
Siyasal İslamcı militan Lacivert’i ünlendiren şey, Güner Bey adlı, cicili bicili elbiseler giyen,
açık saçık ve sıradan şakalar yapan, “cahilleri” de sürekli aşağılayan, alık bir yarışmacıyla
alay ederken dil sürçmesiyle Hazreti Peygamber hakkında yakışıksız şeyler söyleyen,
Lacivert’in tüm televizyon kanallarına ve basına mektuplarla özür dilemezse öldüreceğini
bildirdiği kadınsı ve züppe bir televizyon sunucusunu öldürmüş olma olasılığıdır. İzmir’deki
bir otel odasında deniz topu desenli rengârenk kravatıyla (Bu Güner Bey’in itici bir tip
olabilmesi için anlatıcı elinden geleni esirgememiştir) boğularak öldürülen sunucunun
öldürüldüğü gün Lacivert türbancı kızları destekleyen bir konferans için Manisa’da
10
bulunduğunu kanıtlamış olmasına karşın cinayet nedeniyle polis tarafından aranmaktadır.
Eğitim enstitüsü müdürünün de İslamcı’ların suçlanması için devlet tarafından öldürtülmüş
olduğu söylentisi de düşünüldüğünde, siyasal İslamcıların öldürmeleri için haklı gerekçeler
bulunabilecek cinayetlerde bile asıl suçlunun laiklerin ve solcuların başını çektiği devlet
güçleri olduğuna ilişkin kanılara metinde özellikle yer verilmiş olduğu söylenebilir.
Ka ile darbeci, çocuk katili Sunay Zaim arasında geçen bir diyalog da, romanda, paradoksal
bir mantık yürütme ile siyasal İslamcıları temize çıkarma çabasının başka bir yansıması olarak
anılabilir:
“’Kars’ta öyle fazla korkulacak bir ‘dinci’ terörist’ yok dedi Ka.
‘Olanlar yeter,’ dedi Sunay. ‘Üstelik bu ülke ancak yüreklere din korkusu salınarak hakkıyla
yönetilebilir. Her zaman bu korkunun haklı olduğu çıkar sonra ortaya. Halk, dincilerden
korkup devlete, ordusuna sığınmazsa Ortadoğu’daki, Asya’daki kimi kabile devletlerinde
olduğu gibi geriliğin ve anarşinin kucağına düşer’” (Kar, s. 202).
Lacivert’in “Batı’nın kendisine benzemeyen düşmanların kazandığı demokrasiye tahammülü
olup olmadığı ya da Doğu’da gerçekten demokrasi, özgürlük mü, kendisini taklit mi istediği”
gibi Batı’nın şarkiyatçı politikalarının ayrımında bir entellektüele ait olabilecek sorgulamaları,
şeriat niyetlisi bir militana pek yakışmamakta, yazarın öznel tarzını açığa düşürmektedir.
Malatya’da imam hatipli öğrencilerin bir ateisti öldürmüş olduğunu bildiren Ka’yı yanıtlayan
Lacivert, olayda nam yapmak için zavallı bir ateisti öldürenleri alçaklıkla, bu haberleri
dünyada İslamcı hareketi küçültmek için abartarak kullanan oryantalistleri de rezillikle
suçlamaktadır (s. 229). Ka’nın sevgilisi İpek, bir zamanlar metresi olduğu Lacivert’in çok
şefkatli, çok düşünceli ve cömert olduğunu söyler; annesi ölen iki köpek yavrusu için bütün
bir gece gözyaşı dökmüştür (s. 364).
Romanda özel bir siyasal İslamcı tiplemesi üretilmek istenmektedir.
Aynı uygunsuzluk eski solcu “Turgut Bey” karakterinde de duyumsanır. Turgut Bey,
Lacivert’in tehlikeli dinci olduğu yolundaki bir söz üzerine aldırmaz bir tavırla dine
sarılmanın yoksulluğun bir sonucu olduğunu söylemiştir; aynı ruhla, Kürt milliyetçisi gence
de saygı duymakta olduğunu, bugün Kars’ta bir Kürt genci olsaydı kendisinin de tepkiyle
Kürt milliyetçisi olacağı şeklindeki bildirmesi (s. 239), bunu gerçek demokratlığın gereği
olarak görmesi (s. 240), solun İslamcı dünya görüşü ve milliyetçi akımlar karşısında
hoşgörülü, hatta destekçi (Kadife’nin türban mücadelesinde olduğu gibi) olması düşüncesi,
yazarın öznel söylemi, şarkiyatçı bir “sol” tanımı için dayanak noktalarıdır.
11
Günah olduğu için İslamcı topluluk intiharlara karşıdır. Türban eylemi yapan genç kızlar
inançları uğruna girdikleri mücadelede intihar etmek zorunda bırakıldıkları için Allah
tarafından bağışlanacakları umudu taşımaktadırlar. İntihar, onlar için masumiyet ve saflık
isteğinin sonucudur; vücutlarına sahip çıkabilme ve var olduklarını gösterebilme aracıdır.
Kadife’nin arkadaşı, baskılar karşısında başını açma kararı almaya yaklaşmış Hande başını
açtığında şehevi hislere kapılıp günah işleyebileceğinden, yeniden örtülü durumuna
dönemeyeceğinden korkmaktadır. Romanın sonuna yakın darbeci güçlerle Ka aracılığıyla
anlaşan, Kadife’nin son tiyatro oyununda başını açması koşuluyla serbest bırakılan Lacivert
darbeciler tarafından bir baskınla öldürüldüğünde, başını açmaktan cayıp militan Lacivert’e
katılmış Hande de onunla birlikte öldürülecektir. Kaldıkları dairenin duvarları Z. Demirkol’un
adamları tarafından delik deşik edilmiştir.
Ka’nın eski arkadaşı ve İpek’in eski kocası Muhtar, sarhoş olduğu bir gece aydınlık bir
kapıdan içeri girmiş, Kürt Şeyhi Saadettin Efendi hazretleriyle karşılaşmıştır. Şeyhin elini
içinden gelen bir duyguyla öpünce Şeyh de onun elini öpmüştür. Süreç içinde İslamcı
politikanın içine girmiştir Muhtar... “Dindarlar, sağcılar, bu ülkenin Müslüman
muhafazakarları...(...) ateist solculuk yıllarımdan sonra bana çok iyi geldiler. Onları
bulursun. Sana da çok iyi geleceklerdir umarım’” (s. 63).
Daha sonra Ka’da Şeyh’in yanına varıp elini öpecek, huzurunda gözyaşı dökecektir. Şeyh de
onun elini öpecektir!
İslamcı militanlar ve imam hatip öğrencileri ateistleri bile hoşgörüyle karşılamaktadırlar:
“’Lütfen yanlış anlamayın bizi,’ demişti Necip. ‘Bizim bir insanın ateist olmasına hiçbir
itirazımız yok. İslam toplumunda ateistlerin yeri hep vardı’” (Kar, s. 88).*
_________________________________________________________________________
•
*Dip not: Kar romanında bambaşka bir poetikaya varmış (kendi deyimiyle bir kesimi
onların gözüyle anlatmaya çalışmış!- Frankfurt Barış Ödülü Konuşması-) Orhan Pamuk
anlatımı, kışkırtıcı bir biçeme oturmuştur; dünya, ülke koşullarını ve Kars’ı azıcık bilen
bilinçli “yerli” okurda ister istemez öfke duygusu uyandırmakta; yanıt verme gereksinimi
doğurmaktadır: Kadınların dövülerek kara örtülere kapatıldığı, şeriat dışı davrananlara
recm’e varan cezalar uygulandığı İran, Afganistan, Suudi Arabistan gibi ülkeler başka bir
evrende, oruç tutmayan üniversite öğrencilerinin öldürüldüğü, sol eliyle yemek yiyenlerin
bıçaklandığı Türkiye başka bir dünyada olmalı!...)
•
_____________________________________________________________________
12
Solcular ya saf değiştirip dinci kesime geçmişlerdir (İslamcı partinin belediye başkanı Muhtar
Ka’nın gençlik yıllarından tanıdığı solcu bir şairdir; siyasal İslamcı militan Lacivert bile eski
bir sol eylemcidir), ya ahlak dışı kazanç işlerine girmişlerdir, ya da tüm insanlıklarını unutup
siyasal İslamcılara ve Kürt milliyetçilerine zulüm uygulayan devlet güçleri içinde yer
almışlardır (Z. Demirkol, Sunay Zaim)... Muhtar’la Ka’nın Almanya’ya sığınmış eski solcu
arkadaşlarından kimisi aklını yitirmiş, kimisi dinci politikalara girip camilerdeki etkinlik
kavgasında yer almış, kimisi PKK’ya katılıp bombalama eylemlerine katılmış, kimisi
mafyaya bulaşmıştır. Roman içinde tek olumlu solcu tip gibi görünen Turgut Bey (Ka’nın
sevgilisi İpek ve Lacivert’in sevgilisi Kadife’nin babaları), akşamları televizyonda Marianna
dizisini izleyip masasına oturan türbanlı genç kızların yanında rakı içmekte (asıl ilginç olanı,
bu birliktelikten türbanlı kızların hiçbir rahatsızlık duymuyor olmalarıdır!), devlet güçlerine
karşı mücadele ettiği için kızı Kadife’nin verdiği türban mücadelesini desteklemektedir.
“Taviz vermez bir ateist olmayacak kadar yumuşak kalpli olan” (s. 130) Turgut Bey’e göre
iki tür solcu vardır: “Halkı adam etmek, ülkeyi kalkındırmak için bu işe giren mağrurlar, bir
adalet ve eşitlik duygusuyla bu işe giren masumlar. Mağrurlar iktidar düşkünüdür, herkese
akıl verirler, yalnızca kötülük gelir onlardan. Masumlarsa yalnızca kendilerine kötülük
ederler Ama tek istedikleri de budur zaten” (Kar, s. 117). Bir solcunun ağzından, her durumda
ve konumdaki solcunun bir eksiklik hatta sapkınlık boyutunda ruhsal hasta olduğu dile
getirilmiş olmaktadır.
Romandaki tüm solcular, laikler ve ateistler sürekli içki içmektedirler. “Şiddete
eğilimli”dirler (s. 344). Halkın içki ve ahlaksızlık konularındaki kimi koşullanmaları,
1970’ler Türkiyesi’nde güçlenen sol karşısında iktidar sahiplerinin başvurduğu demagojik
yöntemler, Kar romanında da solculara karşı bir aşağılama öğesi olarak ısrarla kullanılmaya
çalışılmıştır. Sunay Zaim ve tiyatro ekibi her aşamada sarhoştur. Oyunlardan önce,
oyunlardan sonra, hatta oyun sırasında... Sunay’ın ağzındaki rakı kokusu tiyatro oyunu
sırasında ön sıralardan rahatça duyulmaktadır. Geçmişinde ün için yapmayacağı şey olmayan
bir Makyavelist’tir Sunay... 1980 darbesi öncesi Doğu Almanya’dan kendisine gönderilmiş
paralarla Brehtçi oyunlar oynamıştır (bir sanatçıdan çok para karşılığı çalışan bir casus
tiplemesi çizilmiş...). Darbeden sonra bazı incelemeler yapmak üzere Türkiye’ye gelen İsveçli
kadınlara Türkiye’de işkence yapıldığı doğrultusunda Batı basınında ülkesinden yakınılan
yayınlar yaptırtmıştır. Daha önceki yıllarda da Atatürk filmi çekimi düşünüldüğünde Atatürk
rolü için aday olmuş, Hürriyet Gazetesi’nin yaptırttığı bir ankette de en çok oyu topladıktan
sonra Hz. Muhammedi de oynayabileceğini söylemiş, İslamcı basının karşı yayınları üzerine
13
elinde Kuran’la Muhammet sevgisi üzerine demeçler vermiştir. Son tiyatro gösterisinde de
Kadife’nin eline boş şarjör yerine dolusunu vermiş, sahnede kendisini öldürterek sanatının
zirvesine çıkmıştır! Kadife bu sahnede “Seni de millet, din ve kadın düşmanı bir mikrop
temizlensin diye öldüreceğim!” diye bağırmıştır (s. 403). Kadife bir zorunlulukla, sevgilisi
Lacivert’i kurtarabilmek için başını açınca, yüzünde kalabalık içinde elbisesi açılmış bir
kadının utancı belirir. Çok acı çekmektedir (s. 405).
Romanda solcu bir kadın tipini temsil eden Sunay’ın karısı Funda Eser için roman boyunca
olumsuzlayıcı, aşağılayıcı, küçük düşürücü her tür anlatım kullanılmıştır. Funda da neredeyse
sürekli sarhoştur. Oyun sırasında bile, perde gerisinde, elinde içki şişeleri ve bardaklarla
gezmektedir (s. 400). Erkek izleyicileri tahrik etme, şehvetli gösteriler yapma çabası içindedir.
“Gözlerinin çevresine sürdüğü boyalar, kalın ve ağır ruju, iri göğüslerinin üstünü gösteren
açık kıyafeti ve abartılı jestlerine takılan Ka...” (s. 334). “Çünkü yirmi yıldır Anadolu’da
mazlum ve ırzına geçilmiş kadın rollerine çıkan Funda Eser’in sahnede tek bir hedefi vardı:
Kurban pozuyla erkeklerin cinselliğine seslenmek!” (s. 345). “Üçüncü sahnenin başında
Funda Eser ırzına geçilmiş kadının türküsünü söyledi. Bu oyunu yer yer fazla ‘entelektüel’ ve
anlaşılmaz bulan seyirciyi sahneye bağladı. Funda Eser her zaman yaptığı gibi, bir yandan
gözyaşı döker erkek milletine söverken, bir yandan da başına gelenleri ballandırarak
anlatmıştı” (s. 402).
Funda Eser’in aşağılanmasında diyaloglar ve olay örgüsü içindeki tanımlamalar, göstermeler
yetmeyince anlatıcı devreye girip özel bilgiler vermiştir. Basında Funda’nın lezbiyen olduğu
doğrultusunda haberler de çıkmıştır zamanında. Sunay Zaim’le birlikte Anadolu turnelerinde
iç gıcıklayıcı oyunlar oynamış, göbek dansları yapmıştır. Funda Eser rol gereği başka
erkeklerle sevişirken Sunay seyretmiştir. Sunay da karısı da kendilerini anlayamamış halka
karşı kin duymaktadırlar.
Z. Demirkol adlı karakter, darbenin ve belki de romanın yazar söylemini, kahraman
kurgusunda yazarın öznel ve yanlı tutumunu açığa çıkarabilecek önemde bir kilit adamdır. Bu
kişi eski bir komünist gazetecidir. 1970’li yıllarda Sovyet yanlısı komünist örgütlerde şair,
yazar, en çok da “koruma” olarak görünmüştür. Z. Demirkol 1980’den sonra Almanya’ya
kaçmış, Berlin duvarının yıkılmasından sonra Türkiye’ye dönerek Cumhuriyet’i Kürt
gerillalara ve şeriatçılara karşı savunmak için devlet görevlisi olmuştur. Kar romanında da
baskınların, öldürmelerin, imam hatipli öğrencilere işkencelerin baş sorumlusu olarak
gösterilmiştir... Yanında da bir zamanlar düşman olduğu iki eski milliyetçi vardır ama
“İslamcılar ve Kürt milliyetçileri ile ile mücadele”de ipler Z. Demirkol’un elindedir.
14
Komünist örgütlerde yazar, şair ve “koruma” olma durumu, sonra da eli silahlı bir devlet
görevlisi olarak Kars’ta önüne geleni öldüren acımasız bir katile dönüşmüş bu tip, 2000’li
yılların başında Kars’ta yaşayan bir siyasal İslamcı’nın da başka bir yerdeki başka bir insanın
da aklından geçebilecek bir imge değildir. Bu imgesel üretim bir zamanların sol hareketini
pek de dostça olmayan duygularla izlemiş Orhan Pamuk’un tekil bir bildirim için
yoğunlaşmış yaratıcı düş gücünün ürünü olmalıdır.
Z. Demirkol ve adamları, darbe sonrası yakalayıp getirdikleri “telefon idaresi müdürü” kapıyı
açmamakta biraz inat edince idam mahkumlarının hakkı olarak son bir sigara vermiş, kurşuna
dizmeye hazırlanmışlardır (s. 165). Stadyuma doldurulan tutuklulardan bazılarını soyunma
odaları girişinde ibret olsun diye kurşuna dizilmiştir (s. 303).
Z. Demirkol ve arkadaşları yollar açıldıktan sonra da Kars’ta kalıp İslamcıları ve Kürt
milliyetçilerini öldürmeye devam edeceklerdir (s. 420).
Ka’nın hayali Avrupalı gazeteci dostuna ileteceği Karslı muhalifler bildirisinin hazırlanması
için Asya otelde yapılan toplantıya katılan Turgut Bey dışındaki iki eski solcudan birisi
konuşulanları devlete iletmek için notlar almaktadır! Tartışma sırasında eski solcu Turgut
Bey’in söylemi daha baskın olan siyasal İslamcılar ve Kürt milliyetçileri karşısında zayıf
kalınca, kızı Kadife babasının yıllarca devletin karşısında olduğu, fikirleri yüzünden hapis
yattığını söyleyerek bir tür acındırma çabasına girmiştir.
“Budalaca, hatta kötücül ilkeler uğruna işkencede can veren...” solcular saçma bir hayat
yaşamışlardır (s. 296).
Roman kahramanı Ka, Orhan Pamuk’a göre, anlatıcı olarak kendisi de anlatıya girecek Orhan
Pamuk’tan çok yazar Orhan Pamuk’a benzemektedir (Aksiyon Dergisi Söyleşisi...) Gazetede
yazdığı yazılar nedeniyle mahkum olup Almanya’ya kaçmış eski bir solcudur.
Ka, sol lafları “bütün hayatını berbat eden” şeyler olarak görmekte, “onlara artık hiç
inanmamakta (...) güzel ve akıllı bir kıza sarılıp şiir yazabilmeyi” hayatta en büyük mutluluk
olarak görmektedir. On iki yıldır Almanya’da yaşamaktadır ama Almanca öğrenmeyip ruhunu
ve saflığını korumayı başarmıştır (Almanya’daki kütüphanede İngilizce kitaplar
okumaktadır!). Kendisini kar tanesi (kar yağınca insanlar birbirlerine sokulmaktadır
düşmanlıkların, hırsların öfkelerin üstüne yağarak onları birbirlerine yaklaştıran –Kar, s.
113) ile özdeş gören, kırılgan, duyarlı, içi merhamet duygularıyla dolu bir şairdir “Kar
taneleri uzaktan ne kadar zavallı gözüküyor, ne kadar zavallı benim hayatım. İnsan yaşıyor,
yıpranıyor, yok oluyor. (...) Kendisini seviyordu, bir kar tanesi gibi hayatının aldığı yolu sevgi
15
ve kederle izliyordu” (Kar, s. 89). İnsanlara yardımcı olmak için çırpınmaktadır. Yoksul
evlerinin yanından geçerken kederlenmekte, gözlerinde yaş birikmektedir (Kar, s. 16). Tüm
iyi ve sıradan insanlar gibi kararsızlıklar içindedir. Birbirine benzemeyen yargılara
varabilmekte, zaman zaman kendisini de kuşkuyla sorgulamaktadır. Darbeden sonra aklının
bir yanı memleket dincilere teslim edilmediği için sinsice sevinmekte olduğundan vicdanını
rahatlatmak için polis ve jandarmayla işbirliği yapmamaya karar vermiştir (s. 181). Kadife’nin
başını açması karşılığı hayatını kurtarmaya çalıştığı Lacivert’le konuşurken, “Bu ülkede adı
bayrak olabilecek dini önderlerin cesetleri bir uçağa konur ve belirsiz bir yerden denize
atılıverir” (s. 323) diyecektir. “Ka hayatta tek gerçeğin mutluluk olduğunu geç de olsa
öğrendiği bu aptal Kars kentinde, kendilerini saçmasapan siyasi kavgalara vermiş bu bahtsız
insanlara bu yalanları zevkle kıvırdığı için şimdi memnundu” (s. 331). Başarılı birçok
romanda örnek alınmış Dostoyevski’nin Budala’sındaki Prens Mişkin örnek karakterini
andırır, günü gününe, ânı ânına uymayan bir kahramandır... Allah’ın varlığı konusunda
yıllardır içinde doğmuş olan aydınlık Kars’ta iyice belirgin duruma gelmiştir. Dört yıldır şiir
yazamadığı halde Kars’ta, dışarıdan bir yerden (!) art arda şiirler gelmektedir kendisine...
“Yazar olsaydım, ‘Kar Ka’ya Allah’ı hatırlatıyordu diye yazardım kendi hakkımda. Ama bu
doğru olur muydu onu da bilmiyorum. Karın sessizliği beni Allah’a yaklaştırıyor”
demektedir (s. 63). Yazar Orhan Pamuk, arkadaşı Ka’yı anımsadıkça yazacağı “Masumiyet
Müzesi” adlı yapıt aklına düşmektedir (s. 258); arkadaşı onun için masumiyeti temsil
etmektedir!
Ka’nın ölümünden sonra Kars’a gelen Orhan Pamuk, İpek’i Ka’yla birlikte Kars’tan ayrılma
hazırlığı yaparken yanına almayı düşündüğü iri yeşim taşını boynuna takmış, büyüleyici bir
güzellik içinde görünce “İnsan ancak Ka gibi derin bir ruha sahip olursa böyle bir kadının
aşkını kazanır” diye düşünmüştür (s. 343). Orhan Pamuk’un çevresinde dolanmaları
karşısında yüz vermemiştir İpek; Ka, yazarından bir adım ileride, derinlikli, ince ruhlu bir
şairdir; yaşadıklarına, anlattıklarına inanmaktan kaçınılmamalıdır! “(...) Ka’nın içinden
geldiği gibi, kendi olarak yaşayabilen gerçek bir şair olarak yaşayabilmesine karşılık, benim
her sabah, her gece belirli saatlerde bir kâtip gibi çalışan, daha basit ruhlu bir romancı
olduğumu acıyla hatırlatıyordu” (s. 414-415).
Kar romanı, kahramanı Ka’nın kendisine anlatıcı Orhan Pamuk’tan daha yakın görünen
Orhan Pamuk tarafından, Ka’nın Kars’ta bulunduğu sürece dışarıdan art arda gelen “şiirlerin
anlamını ve gizli simetrisini çözmek (...) ‘edilgenlik’ durumunu değiştirmek” için (s. 379)
16
tuttuğu notlar esas alınarak yazılmış olduğuna göre, “dışarıdan bir yerden gelmiş!” bir roman
olarak kabul edilmesi, taşıdığı söylemin tartışılmadan kabul edilmesi gerekmez mi?
İslamcı militan Lacivert Ka için, “sen yıllarını şiirin çilesine vermiş bir dervişsin”
demektedir. Lacivert, sevgilisi Kadife’ye de Ka’nın bir derviş olarak Allah tarafından
doğumdan ölüme kadar masum kılındığını söylemiştir (Kar, s. 221). İmam hatip öğrencisi
Necip’e göre de ateist olamayacak kadar ince ruhludur, güvenilecek bir kişidir.
Ka, eski bir solcudur ama hayatının o dönemini ve solcuları andıkça büyük bir eziklik ve
utanç duymaktadır. “Bir zamanlar kendisini Nişantaşılı bir burjuva gibi gören siyaset
meraklılarına duyduğu cinsten bir öfke geçti Ka’nın içinden. Lisede bu adamlar
pandikleşerek sürekli birbirlerini ibne durumuna düşürmeye çalışırlardı. Bu faaliyetin yerini
daha sonraki yıllarda birbirlerini ve daha çok da siyasal düşmanlarını polis ajanı durumuna
düşürme oyunu almıştı” (s. 54)*.
__________________________________________________________________________
*Dip not: Tamamen gerçekçi bir atmosfer kurularak yazılmış, bunu sağlamak için sonradan
yazarın da kendi adıyla anlatıcı olarak devreye girdiği bir romanda anlatılanların gerçekliğe
yakınlığı konusunda okurun, hele de Kars’ı ve Türkiye’nin 1980 öncesi dönemini
bilmeyenlerin bir kuşkusu olmayacaktır. Gencecik yüzlerce masum insanın yalnızca ABD
karşıtı oldukları, “Bağımsız Türkiye” istedikleri gerekçesiyle kurşunlandığı, bombalandığı,
tellerle boğulup öldürüldüğü, yurt pencerelerinden atıldığı, camilerde toplanmış kalabalıkların
“Allahü Ekber!” bağırtıları içinde bıçaklı, sopalı saldırılarına uğratıldığı bir dönemin canlı
tanığı olarak yaşamış ve birçok yurtsever, devrimci arkadaşını yitirmiş birisi olarak Orhan
Pamuk’un Kar romanını ikinci kez okurken bile, ne yazık ki içimde kabaran öfkeye hakim
olamamakta, severek okuduğum başarılı bir yazara şimdiye kadar duyduğum saygının yıkılıp
gidişine tanıklık etmekteyim.
_________________________________________________________________________
Orhan Pamuk için “benim politik tek romanım” diyor. Bu bildirimi biraz değiştirmek, sözü
gerçekliğe gerçekten de işaret eder duruma getirmek daha uygun olacaktır: Kar, Orhan
Pamuk’un “Türkiye gerçeğini” Batılı gözle gören, tekil bir politik sonu işaret eden, “ılımlı
İslâm”ı Anadolu’nun şairane ve “kendine ve Batı dünyasındaki Doğu mitine yakışır” politik
gücü gösteren yapıtıdır.
17
Orhan Pamuk’un Frankfurt Kitap Fuarı’nda kendisine verilen Barış ödülü için yapılan törende
yaptığı konuşmada kahramanı Ka için söylediği, “Siyasete öyle çok meraklı biri değildir hiç,
hatta siyaseti sevmez: Aklı fikri şiirdedir. Frankfurt'ta yaşayan bir şairdir kahramanım.
Türkiye'de siyaset onu bir kaza gibi, o istemeden bulmuştur” (24 Ekim 2005, Radikal
Gazetesi) anlatımı Kar romandaki biçemi ve siyasi tutumuyla çelişmektedir.
Aslında Kara Kitap da, Yeni Hayat da politik romanlardır. Büyük ölçüde özgür bırakılmış
kahraman söylemlerini kullanarak, değişik zaman kesitlerinde süregelen çeşitli ekonomik
politik olaylarla ilgili yorumlar yapan, bu olaylara kendilerince çözümler üreten, farklı
ideolojik bakış açılarını yan yana ve karşı karşıya getiren yapıtlardır. Ancak her iki yapıtta da
romanın çoksesliliği örselenmeden, kendi dışındaki politik söylemler zorlama bir anlatıcı
yorumu eklenmeden, parodiye uğratılarak metin yapısına katılmışlardır. Kara Kitap’ta “sol”
adının geçtiği, sol düşünce taşıyan her karakterin anıldığı her yerde sinsi bir alay, bir
aşağılama gözleniyor olsa da, romanın bütününe egemen olan parodik anlatı, bu yanlıymış
gibi duran yorumun göze batıcı bir politik bildirim gibi öne çıkmasına engel olmaktadır.
Sessiz Ev’den sonraki yapıtlarında varlığını azar azar duyumsatan, bir ağırlıklı Doğu
alaysaması, ya da Batılı okur için 18. Yüzyıldan itibaren Batı’da egemen olmuş romantik
Doğu mitine uygun, “Batılı’nın merhamet duygularına sığınma gereği duyacak, eğitilip
ehlileştirilmesi gereken, yöneticileri tarafından ezilen, kimi yabanlıkları, barbarlıkları da
barındıran Doğulu imgesi” yaratma çabası, Kar’da iyice görünür duruma gelmiş, tekil yazar
söyleminin yaslandırıldığı imam hatipli delikanlılar, türban mücadelesi veren kızlar böylesi
bir öngörüyle “şey”leştirilerek, tüm nesnellikleriyle çizilmişlerdir. “Ebedi ve değişmez bir
Doğu vardır. Ve bu Doğu değişmezliğini bir ölçüde karşıtlıklarını çözümlememesine
borçludur. Doğu her şeyden önce bir tezatlar ülkesidir. Orada en korkunç suçlarla en arı bir
masumiyet, en affedilmez tabularla en çıldırtıcı duyusallık ve yasak zevkler, efendilikle
kölelik, kişiliklerde yoğun çelişkiler (çiftkişililik) birlikte bulunur. Romantikler bir yandan bu
saydığım öğelerle bir Doğu miti ya da Doğu düşü yaratırken, bir yandan da bu düşü
yaşantıya dönüştürmeye çabalamaktan geri durmuyorlardı” (Jale Parla, Efendilik,
Şarkiyatçılık, Kölelik, Eletişim yayınları, 2. Baskı 2002, s. 25).
Özetçe, Kar’da parodi yoktur, gülmece metne uğramamıştır. Metnin ana gönderge nesnesi,
konusu, kederli ve kasvetli bir anlatı içinde, türban takıp kendisi olmak isteyen genç kızlara,
içtenlikli, masum imam-hatip öğrencilerine yönelmiş “Kemalist zorbalığın” açığa çıkarılma
çabası, ya da öyle bir görünüm içinde gözden düşürülmeye çalışılması, türban ve siyasal
İslâmcı düşünceye karşı tüm güçlerin insanlık karşıtı eylemler içinde bulunuyor olduklarını
18
gösterme kaygısıdır. Anlatının olay örgüsü, diyalojinin önündedir. Çokseslilik yoktur. Metnin
tekil sesi, şairane Ka ruhu aracılığıyla dile gelir.
Romanın tekil bir söylemin okurda kuşkusuz yer edinebilmesi için alelacele kaleme alınmış
olduğuna ilişkin kimi göstergeler de bulunmaktadır. 90. Sayfada, aynı paragrafta hem
“mısra”, hem “dize” sözcükleri geçmektedir. Orhan Pamuk romanı yazarken birkaç kez gidip
her seferinde birkaç günlüğüne kaldığı Kars’ta kış mevsiminde yapraksız olarak gördüğü
ağaçların hangi ağaç olduğunu da sorma zahmetine katlanmamış olmalıdır (Orhan Pamuk
isteseydi, sık sık sofrasına çağırdığı, Kar romanında “Telefon idaresinin kitap ve hatıra
okumaya meraklı kültürlü müdürü” Recai Bey diye andığı, şimdilerde Kars Kent Konseyi
Genel Sekreteri olan Sezai Yazıcı dostumuz bu konuda kendisine severek yardımcı
olabilirdi!). Roman boyunca sık sık adları geçen çınar ve kestane ağaçları Kars’ta yetişmez,
Kars’ın çok sert iklimine dayanabilmeleri de olası değildir. Şehrin çok az yerinde az sayıda
iğde ağacı dikilmiş olduğu ama bunların da boy atamadığı ya da kuruduğu söylenmektedir.
Öyle kocaman, eski iğde ağaçları yoktur yani Kars’ta. Vitrinlerde gördüğü “Cizlaved”
markası, spor ayakkabılarına değil görece durumu iyi köylülerin giydiği içi miflonlu lastiklere
aittir. Yoksul köylüler hâlâ çok ucuza satılan çıplak, kapkara, “kara lastik” giymektedirler.
Orhan Pamuk, tüm yapıtlarında özel bir özenle seçtiği adlar konusundaysa yine başarılıdır:
“Ka – kar – Kars”... Kafka’dan ödünç alınmış kahraman Ka ve kasvetli metin havasıyla Kakar-Kars dizilimi içinde söyleminin ana iskeletini oluşturan türbanlı kızlar ve imam hatipli
öğrencilerin baskılara karşı mücadelesi ve bu mücadele ruhunun okur gözünde değer
kazanması çabasında gerçekçi bir tutum izlenir. Bunu sağlayabilmek için kendisi de anlatıya
adıyla sanıyla Orhan Pamuk olarak girmiştir ama seçtiği şehrin yapısı romanın gerçekçi
dokusu ile uyuşmayacaktır. Kars, çokdilliliğin, Anadolu’ya geçişlerde kavimler uğrağı,
kültürler harmanı olmanın, hâlâ daha altı yeri ayrı kültürü barış içinde, kardeşçe yaşatmanın
güzelliğiyle, göçer boylardan kalıt kan geleneklerinin etkisiyle, kadının erkeğin yanında
olduğu bir şehirdir. Kars’taki düğünlerde kadın erkekle kız delikanlıyla el ele tutup oynar.
Köylerde bile delikanlılar sevdiği kızın kapısına kadar gidip konuşurlar. Kızlar, kadınlar, ata
biner, tırpan çeker. İşte, eğlencede, mücadelede, kentinde ve köyünde, kadınla erkeğin cins
ayrımı yapılmaz. Köylerde göçerliğin, anaerkil toplumun kalıtı olarak, kadın adıyla anılan
soylar yaşarlar (Havalar, Zeynepler...)
Kar romanının Kars gerçekliğiyle oluşturduğu paradoks üzerine ayrıntıları uzatıp götürmek
çok da anlamlı olmamalı… Yalnızca coğrafyasıyla, romana girmiş nesneleriyle, kişileriyle
değil, kahramanlara taşıttırılan tekil söylemlerle de o yenibaştan üretilmiş Şarkiyatçı bir
19
metindir Kar. Kars’a yabancı, bilge, erdemli kişilik, şair Ka’nın Şarkiyatçı söylemidir
roman… “Şarkiyatçının Şark’ı, Şark’ın kendisi değil Şarklılaştırılmış Şarktır. Kesintisiz bir
bilgi ve iktidar kemeri Avrupalı ya da Batılı devlet adamı ile Batılı Şarkiyatçıları birbirine
bağlar; (…)” diyor Edward Said. (Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s. 114). Şair Ka., Kars
sokaklarında, Karslıların arasında onlardan birisiymiş gibi dolaşır, bir yandan gelen şiirleri
kaydeder, notlar alır. Oradan birisiymiş gibi görünmek için zaman zaman yalanlar söyler,
birbiriyle çelişen duygular içine girer. Mısır’a iki kez geçici olarak yerleşmiş Şarkiyatçı
Edward Wiliam Lane’nin bilgi kaynağı ve dostu olan Şeyh Ammet’le birlikte camide namaz
kılmasına benzer davranışları…
Kar romanı, metinle hayat arasındaki gerçeklik ilişkisini tartıştıran bir ontolojik hareket
noktası işlevi de görür. Yıllarca Kars ve Ardahan’da yaşamış, öğretmenlik yapmış olan
annemin Ankara’daki bayan doktor komşusunun “Hocam, Kar romanını okuduktan sonra
size çok acıdım. Onca yıl kızların türban takmak için intihar ettikleri, kadınların ezildiği
kapalı bir yörede nasıl yaşadınız ve çalıştınız?” diye dile getirdiği düşüncesinin romana bağlı
bir yanılsama olduğu gerçeği, annemin, duyarlı komşusuna Kars’ta kadının kapalı olmadığını,
erkekle eşit konumda yaşadığını, Kars’taki yıllarında hiçbir sıkıntı çekmediğini bildirmesi çok
da anlamlı değildir. Kar romanını okumuş olanların sayısı hem dünyada hem de Türkiye’de
Kars gerçeğini bilenlerin sayısından kat kat fazladır. Süreç içinde metnin yazdığının yaşanan
olmayacağını kim savlayabilir ki? Edward Said’in “Doğu’nun Batı’dan yazılmış metinler
durumuna geldiği” saptaması, bu bağlamda, Kar romanı için müthiş bir anlam taşımaktadır.
Romanın yazılmasından sonra ANAVATAN Partisi’nden seçilmiş belediye başkanı AKP’ne
girmiş olması (belki de Kars şehrinin geleceğini düşünerek...), tüm ülkede olduğu gibi Kars’ta
da türbanlı kızların, çarşaflı kadınların sayısında artışlar gözlenmiş olması Kar romanının bir
başarısı değildir belki de, bu yeni durumu amaçlayan bir politikanın Kar’ın yazılış poetikası
ile özdeşlik taşıyor olduğunu kim yadsıyabilir ki?
ABD’nin Irak’a müdahalesinin tartışıldığı, iktidardaki DSP- MHP hükümetinin üslerin
kullanılması konusunda ABD’ye güçlük çıkaracağının anlaşılacağı bir dönemde yazılmış Kar
romanının yayınlandığı 2002 yılı sonbaharında yeni kurulmuş AKP iktidar olabilecek bir oy
sayısına ulaşmış olduğunu da hep biliyoruz. .
Kar romanının yazılışında ve ABD’de ilk ona girmesinde Orhan Pamuk’un yıllardır ilişkide
olduğu ABD’li danışmanlarının rollerinin hangi ölçüde olduğunu ölçebilmek olası değildir.
Ancak dünyanın son durumu, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve özellikle 11 Eylül saldırısından
sonra Batı’da İslam’a bakışın değişime uğramasının da etkili olduğu bir atmosfer içinde
20
olmalı, Orhan Pamuk son demeçlerinde İslam’ın tehlikelerinden söz etmeye başlamıştır:
"Siyasi İslamcılık üzerine yazmak istiyordum. Bu işi bir romancı olarak yaptım. İslamcılar
elbette ki düşmandırlar, tehlikeli kişilerdir. Ama ben bir yazarım, bunu insani açıdan ele
almak, onları yaşadıkları biçimiyle anlatmak istiyordum. Pek çok Türk yazar, propaganda
eşliğinde onların kitaplarını mahvetti. Kar, benim ilk ve son siyasi romanımdır. Ben bu
romanı, propagandaya yer vermeksizin, muhtelif seslere onurlu bir saygı ilkesiyle yazdım. Bir
anlamda, Dostoyevski'nin tüm şahsiyetleri özgürce konuşturması gibi. Dolayısıyla Kar, siyasi
bir mesaj içermeyen siyasi bir romandır. Benim ilgilendiğim tek bir soru vardı: İnsanlar bu
kadar yoksulken nasıl mutlu olunabilir?” (İtalyan La Stampa Dergisi ile söyleşiden,
Haber.com. 13 Ekim 2005, Perşembe)
Kar romanında yazarın savladığının tersine, kahramanların özgür olmadıklarını bir kez daha
söylemenin anlamı yoktur ama Orhan Pamuk’un, dünyanın yeni siyasal yapısı ve Batı’nın
İslam’a güncel bakışı düşünüldüğünde, bir daha Kar benzeri bir roman yazmayacağını
bilebilmek için bilici olmanın da gereği yoktur!
Kar romanı hakkında konuşulacakları çoğaltmak, Orhan Pamuk poetikasında etkili olmuş
olabileceği düşünülecek kimi ilişkileri sıralamak bizi ne kadar edebiyat dışına düşürür, ne
kadar anlamlı olur bilemiyoruz ama Orhan Pamuk ve Kar’la ilgili bazı yazılarımdan sonra
bana gönderilmiş bir iletideki, Orhan Pamuk’un 1985 – 1988 yılları arasında A.B.D.’de üç yıl
kalıp İowa Üniversitesi içerisinde kurulmuş İnternational Writing Program adlı dünyanın
değişik yörelerinden gelmiş yazarların eğitildiği bir kursa katıldığını, Benim Adım Kırmızı ile
İMPAC (tüm dünyada yaygın danışmanlık hizmeti veren bir kuruluş) Dublin Ödülü’yla
birlikte 115 000 Dolar kazandığını, ödülü veren kuruluşun başındaki Dr. James İrwin’in
Amerika’nın orduyla arasından su sızmayan (ordudan West Point üstün hizmet ödülü almış)
Cumhuriyetçiler’inden olduğu, İMPAC’ın kurucuları arasında Ronald Reagan, Margaret
Thatcher, Baba Bush, Helmut Kohl, Jack Chirac gibi adların bulunduğu, Türkiye’den Doğru
Yol Partisi ve Anavatan Partisi’nin de üye olduğu bu kuruluşta, dünyaya silahların gölgesinde
demokrasi taşımakla ünlenmiş, ABD devlet sisteminin en önemli adlarından Henry
Kissinger’in de etken bir ad olarak yer aldığı bilgisini paylaşmamak biraz bencillik gibi
olacak... Orhan Pamuk Dosyası adlı iletinin yazarı Emekli Hava Füze Kıdemli Albay,
(kendisini Araştırmacı – yazar olarak tanıtan) Osman ŞAHİN imiş.
Yeniden dönelim kendi edebiyat alanımıza...
21
Orhan Pamuk yapıtları için, özellikle gazete köşe yazarlarında ve kimi çevrelerde sıkça
rastlanan “zor okunma” ya da “anlaşılamama” değerlendirmesiniyse yazınsallık içeren bir
eleştiri olarak algılayabilmek olası değildir. Bir yazara yönelmiş böylesi bir eleştirinin fazlaca
bir değeri olmasa da nedenleri üzerine düşünmek anlamlı sonuçlar doğurabilmektedir.
Aslında, Orhan Pamuk dili fazla karmaşık değildir. Anlatıcısı, genellikle, Dostoyevski’nin
birçok yapıtında olduğu gibi yalın bir anlatım kullanır. M. Bahtin, bu biçemi “belgesel üslup”
olarak adlandırmakta, kuru ve renksiz olarak nitelemektedir. Bu biçemin özellikle
kullanılmasıyla, kahramanlara tanınan özgürlük artmakta, anlatıcıyla kahraman ve karakterler
arasındaki uzaklık azalmaktadır. Orhan Pamuk, çok okuyan, entelektüel birikimi güçlü bir
yazardır. Biçeminde Dostoyevski ve Kafka etkileri açıkça görülebilir. Ancak dilinde bir
konuşma dili havasından çok yazma dili, çeviri etkisi gözlenir. Yerli kültür olarak da Osmanlı
kültürünü benimsemiş, kendi kültürümüz olarak o alana yönelmiştir. İslam etkisindeki
tasavvufçu mistik kültür üzerine yoğunlaşmıştır. Seçkinci, “soyluluk” imgesi taşıyan
kişiliğiyle halk kültürünün, günlük konuşma dilinin çok uzağında kalmıştır.
Orhan Pamuk’un çoksesli yapıtları olan Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Benim Adım
Kırmızı’da birçok karnavalesk öğe ruhuna uygun bir şekilde yeterince yer aldığı halde
“sefalet doğalcılığı”na hiç rastlanmaz. Halk yaşamından, halk dilinden uzak, kitaplardan
çıkarılmış, çevirilerden Batı kaynaklarını okuyarak, belki de o yapıtları kendi dilleriyle
okuyarak edinilmiş dilsel yapı, Tahsin Yücel’in bir yerinde bir saptamasıyla bir çeviri dili gibi
oluşmuştur.
Orhan Pamuk’un çoksesli anlatı yapısı içinde bile, ne yazıktır ki, kendi yaşadığı toplumun
kültürel zenginlikleri olan halk oyunlarına, kuttörelere, yoksul halk filozoflarına, Nasreddin
Hocalara, Keloğlanlara, Karagözlere ait bir ses yoktur. Tarihin her dönemi için seçkin ve
elitlere ait bir yelpazede sesleri ayrıştırır... Kitaplarındaki kahraman ve karakterlerinde,
Tanzimat yazarlarının kahramanlarına benzeyen özellikler bulunur. Benim Adım Kırmızı’da
Batı ve Doğu sanatları arasındaki ayrım, epistemolojik söylemler yan yana ve karşı karşıya
konup, bu söylemleri taşıyan kahramanların özgür tutumlarıyla başarılı bir diyaloji
yapılandırılmıştır. Pamuk’un kültür geçmişi anlayışında, poetikasının yapılanmasında, bir tür
“Osmanlılık” eğilimi, bir seçkinlik arayışı hep ağır basmıştır. Orhan Pamuk basın
açıklamalarında da Cumhuriyeti dönemini Osmanlı kültürü karşısında ilgisizlikle, hatta karşı
tavır almakla eleştirmektedir*. Osmanlı’nın Arapça Farsça Türkçe dil ve kültür eklektizmi,
Arap etkisindeki sünni İslami düşünceyi iktidar payandası yapıp toplumu teksesli bir yapıya
dönüştürme çabaları, kendi kurucu soyunun dilini ve kültürü yadsıma politikaları,
22
Cumhuriyet’in “aydınlatmacı” bir tarzla zaman zaman gölgelenmiş de olsa yeniden halk
kültürüne dönme uğraşı için ne dediği, diyeceğiyse bilinmemektedir.
___________________________________________________________________________
dipnot: “(....) Türkiye'de hâlâ kapalı, hâlâ yarı pre-modern olan bir topluma pozitivist ve
yararcı düşünce gelince ve toplumun geçmişindeki tasavvufi veya manevi değerler de
modernleşme çabası ile, Atatürk reformları ile yıkılınca, Cumhuriyet döneminin kuşakları
sanatın kendisi için yapılabileceğini düşünmeyi bile bir skandal olarak kabul eder oldu” (O.
Pamuk, Kitaplık, Kasım Aralık 2002, sayı 56, Söyleşi, s. 114
_______________________________________________________________________________________
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünce yapılmış, Türkçe için
anlam katan, metni zenginleştiren bir özgünlük olarak kabul edilen bir “ikileme”
çalışmasında, Yaşar Kemal’in Tanyeri Horozları adlı yapıtı ile karşılaştırılan Orhan Pamuk’un
Kara Kitap’ında “ikileme” kullanımı bakımından önemli bir zayıflık bulunduğu gösterilmiştir
(Yard. Doç. Necmi Akyalçın çalışması, KIBATEK – Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi 11.
Edebiyat Şöleni).
Roman türünde daha önceki başarısıyla kendinden söz ettirmeyi haketmiş ve kanımızca
yeterli bir üne kavuşmuş Orhan Pamuk’un daha fazla yorumlamak istemediğimiz bir
işlevsellik düşünerek Kar romanını yazmış olması ve sonrasında bir kısmının kendi adından
söz ettirmeyi amaçladığı görüntüsü veren demeçlerle, birbiriyle çalışan ifadelerle saygınlığına
gölge düşürmesi karşısında üzüntü bildirmekten öte yapılabilecek bir şey olduğunu
sanmıyoruz..
Kara Kitap’tan yapacağımız bir alıntı, onun kendi anlatıcısınca seslendirdiği sözü, onun için
söyleyeceğimiz son söz olsun:
“Şehzade eğer bir gün kendisi olamazsa, eğer bir gün kendisi olabilmenin gücüyle Osmanlı
tahtına oturamazsa, İstanbul’un soysuzlaşacak sokaklarında yaşayacak şaşkınların başından
geçecekleri hikâye ediyor, ‘kendi hayatlarına başkalarının gözüyle bakacaklarını, kendi
hikâyeleri yerine başkalarının masallarını dinleyeceklerini, kendi yüzleri yerine başkalarının
yüzleriyle büyüleneceklerini,’ anlatıyordu...” (Orhan Pamuk, Kara Kitap, s. 412)
Kaynakça:
Orhan Pamuk, Kar, İletişim Yayınları 1. Baskı, Ocak 2002
23
Mihail Bahtin, Karnavaldan Romana, Ayrıntı Yayınları 2001,
Mihail Bahtin, Rabelais ve Dünyası, Ayrıntı Yayınları 2005,
Mihail Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Metis Eleştiri, Eylül 2004, 1. Basım
Jale Parla, Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2002
*Bu yazı “KARNAVAL VE TÜRK ROMANI” adlı çalışmanın kısa bir parçasıdır.
[email protected] [email protected]
24

Benzer belgeler