PDF seçeneği için tıklayın - Zeki Z. Kırmızı * Okumanın Sonuna

Transkript

PDF seçeneği için tıklayın - Zeki Z. Kırmızı * Okumanın Sonuna
2008 OKUMALARIM
DİZİN
Nothomb, Amelie, Dişi Şeytan
Nothomb, Amelie; Kameraya Gülümse
Durrell, Lawrence; Acı Limonlar: Kıbrıs 1956
Anar, İhsan Oktay; Suskunlar
Leader, Daniel; Mona Lisa Kaçırıldı
Kocagöz, Samim; Kalpaklılar
İleri, Cem; Yazının Da Yırtılıverdiği Yer
Yıldırım, Müjgan; Bir Rönesans Adamı: Doğan Kuban Kitabı
İskender, küçük; Hasta Hayat Depoları
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Sanat Nedir?
Ditfurth, Hoimar Von; Başlangıçta Hidrojen Vardı
Meriç, Nezihe; Gülün İçinde Bülbül Sesi Var
Tunç, Ayfer; Aziz Bey Hadisesi
Grossmith, Weedon/George; Önemsiz Bir Adamın Günlüğü
Arsel, İlhan; Şeriatçıyla Mücadelenin El Kitabı
Bayramoğlu, Zeynep; Huzursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler
Sadeghi, Cafer Modarres; Ben Sabaha kadar Uyanığım
Suarez, Andre; Üç Ölümsüz: Tolstoy-Baudelaire-Cervantes
Tunç, Ayfer; Kapak Kızı
Nothombe, Amelie; Ne Adem Ne Havva
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Günlükler (1847-1910)
Tolstoy, Sophia; Günce (1862-1910)
Nazım Hikmet; Elyazmaları ve Basılı Kitaplarda Saman Barısı
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 1. Justine (1957)
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 2. Balthazar (1958)
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 3. Mountolive (1958)
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 4. Clea (1960),
Thomese, P.F.; Gölge Çocuk (2003)
Gorki, Maksim; Tolstoy‟dan Anılar (1911)
Baldwin, James/Cezzar, Engin; Dost Mektupları (2007
Türker, Sibel K; Ağula (2007)
Asiltürk, Baki, Haz.; Yapı Kredi 2007 Şiir Yıllığı (2008)
Furuğ; Yeryüzü Ayetleri (1952-1974
Tunç, Ayfer; Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek (2001)
Baran, Ethem; Yarım (2008)
Kocagöz, Samim; Doludizgin (BE 4) (1962)
Kocagöz, Samim; İzmir‟in İçinde (BE 1) (1973)
Hobsbawm, Eric; Küreselleşme, demokrasi ve Terörizm (2007)
Atılgan, Yusuf; Aylak Adam (1959)
Atılgan, Yusuf; Anayurt Oteli (1973)
Tüzün, Ahmet/Büyükuysal, Yüksel, Haz.; Birhan Keskin Şiiri ve Ba (2008)
Doğan Kuban; Osmanlı Mimarisi (2007)
Zweig, Stefan; Dünya Fikir Mimarları Cit III. Casanova/Sendhal/Tolstoy
Turgut Özakman; Diriliş Çanakkale 1915 (2008)
Nakazawa, Keiji; Yalınayak Gen 3.Bombadan Sonra (2005)
Callinicos, Alex; Postmodernizme Hayır. Marksist Bir Eleştiri
Nikol Avril; Yüzün Romanı (1999)
Eric Hobsbawm; Yeni Yüzyılın Eşiğinde (2000)
G.V. Plehanov; Kont Tolstoy (1911)
Rosa Luxemburg; Tolstoy‟un Yolu (1913)
Lenin, V.I.U.; Sanat ve Edebiyat (1908-11)
Ditfurth, Hoimar Von; Bilinç Gökten Düşmedi (1976)
Gürbilek, Nurdan; Mağdurun Dili (2008)
Callinicos, Alex/Harman, Chris; Neo-liberalizm ve Sınıf (1986)
Yücel, Tahsin; Golyan Devrimi (2008)
Demirel, Selçuk; Kaleydoskop (2008)
Alemdar, Hüseyin; Vakitler İncelikler (2007)
Parini, Jay; Son İstasyon (1990)
Matur, Bejan; İbrahim‟in Beni Terketmesi (2008)
Atılgan, Yusuf; Bütün Öyküleri (2000)
Boynukara, Cuma, Yoksun (2008)
Calvino, Italo; Klasikleri Niçin Okumalı? (2002)
Atikkan, Zeynep; Amerikan Cinneti (2006)
Touraine, Alain; Kadınların Dünyası (2006)
Derrida, Jacques; Marx ve Mahdumları (2002)
Walser, Martin; Aşk Zamanı (2004)
Atılgan, Yusuf; Canistan (2000)
Ak, Behiç; Uyku Şehir (2008)
Kehlmann, Daniell; Ben ve Kaminski (2003)
Keleş, Ruşen; Kentbilim Terimleri Sözlüğü (1998)
Burak, Sevim; Yanık Saraylar (XXXX)
Kocagöz, Samim; Bu Da Geçti Yahu.BE 2 (2004)
Sarup, Madan; Post-yapısalcılık ve Postmodernizm (1988)
Lorenz, Konrad; İşte İnsan: Saldırganlığın Doğası Üzerine (1983)
Weyergans, François; Annemde Üç Gün (2005)
Çolak; Veysel; 2007 Şiir Yıllığı: Şair Vur Kendini (2008)
Durrell, Lawrence; Labirent (1947)
Kocagöz, Samim; Gecenin Soluğu (1985)
İnci, Handan, Haz.; Oğuz Atay‟a Armağan (2007)
Balzac, Honore de; Evde Kalmış Kız (1836)
Arslanoğlu, Kaan; Devrimciler 2.Karşıdevrimciler (2008)
Korkmaz, Doğan; Kadınca (2007)
Burak, Sevim; Afrika Dansı (1982)
Çetinkaya, Hikmet; Çağımızın Üç Tanığı: Velidedeoğlu, İzgü, Kocagöz (2004)
McCall Smith, Alexander; Sosis Köpeklerin İncelikleri
Aksan, Doğan; Türkçeye Yansıyan Türk kültürü (2008)
Özkılıç, Hasan; Şerul‟da Beklemek (2002)
Goethe, Johann Wolfgang Von; Genç Werther‟in Acıları (1774)
Goethe, Johann Wolfgang Von; Werther (1774)
Burak, Sevim; Sahibinin Sesi (1982)
Pamuk, Orhan; Masumiyet Müzesi (2008)
Durrell, Lawrence; Avignon Beşlisi 1. Monsieur ya da Karanlıklar Prensi (1974)
Burak, Sevim; Everest My Lord/İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar (1984)
Burak, Sevim; Ford Mach I (2003)
Kocagöz, Samim; Tartışma (1976)
Satrapi, Marjane; Dikiş Nakış (XXXX)
Özkılıç, Hasan; Orada Yollarda (2006)
Özkılıç, Hasan; Gönlümün Şirazesi Bozuldu (2008)
Kocagöz, Samim; Mor Ötesi (1986)
Bachelard, Gaston; Uzamın Poetikası (1957)
Barthes, Roland; S/Z (1970)
Kayıran, Yücel; Felsefi Şiir (2007)
Kolcu, Ali İhsan; Yusuf Atılgan‟ın Roman Dünyası (2003)
Eckermann, Johann Peter; Goethe ile Konuşmalar (1835)
Honore, Carl; Yavaş (2004)
Jameson, Fredric; Modernizm İdeolojisi (2008)
Sarısayın, Ayşe; Karakalem resimler (2008)
Özmen, Gonca; Belki Sessiz (2008)
Bilsel, Şeref/Gündoğdu, Cenk; Şiir defteri 2008. Şiir ve Hayat (1970)
Kemal, Orhan; Ekmek Kavgası (1950)
Culler, Jonathan; Barthes (1983)
Botton, Alain de; Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı (2008)
Galey, Matthieu; Açık Gözler: Marguerite Yourcenar (xxxx)
Kemal, Orhan; Baba Evi (Küçük Adamın Notları 1) (1950)
Dağlarca, Fazıl Hüsnü; İçeri Sait Faik (2008)
Treske, L.Gülden; Sinemadan Çıkanlara Öyküler (2008)
Fürüzan; Parasız Yatılı (1971)
Manguel, Alberto; Geceleyin Kütüphane (2006)
Kemal, Orhan; Avare Yıllar (Küçük Adamın Notları 2) (1950)
Petterson, Per; At Çalmaya Gidiyoruz (2003)
İskender, küçük; Ölü Evinde Seks Partisi (2008)
Durrell, Lawrence; Avignon Beşlisi 2: Livia ya da Diri Diri Gömülmek (1978)
Enis, Reşat; Afrodit Buhurdanında BirKadın (1937)
Andaç, Feridun; Türkan Şoray ile Yüz Yüze (2000)
Zikrullah Kırmızı
OKUMALARIM
Nothomb, Amelie, Dişi Şeytan, Çev. Yaşar İlksavaş
Doğan yayınları, birinci basım, Aralık 2005, İstanbul, 100s
1967 Kobe doğumlu Nothomb Fransızca yazıyor, Belçikalı.
Soğukkanlılığı hayatın ürkünç yanlarının tüm çıplaklığıyla görünmesini olanaklı kılıyor. Buna
uygun seçtiği (geliştirdiği diyemeyeceğim) biçem aynı zamanda insan ve yaşamı üzerinde etik
derslerle yüklü bir sorgulamayı da sağlıyor. Gencecik bir yazar ama varlıksal temellere giren sorgusu
korkumuzun kaynaklarına da ışıldak tutuyor. Büyük yazınsal gücünden söz edemem, etmek istemem.
Ama Dostoyevski‟lerde, Conrad‟larda, Hawthorne‟larda, Melville‟lerde eşelenen suç, günah, ama
özellikle de kötü(cül)lük gözde izleği Nothomb‟un.
Onun bir yazar, aydın olarak „sorumluluk‟ duygusudur hoşuma giden.
Bu kötü‟yü hep sınırda tutması ise onun alkışlanacak yani. Çünkü onu okuduktan sonra bilgimiz
dışında kalan şey kötünün doğamızla mı, kurgumuzla mı (toplumsal kuşkusuz) ilgili olup olmadığı.
Askıda, kuşkuda kalmak iyidir diyorum ben.
Anlatıyı sonlandıran bitiş sahnesi ise Hollywood‟a yakışır parlaklıktaydı, ama o kadar da kötü
bulmadım.
Blanche‟ın, sınıfa girdiğinde hakkında tüm sınıfa olumsuz gösteri yapan Christa‟yı, yani şu Dişi
Şeytan‟ı dudaklarından öptüğü sahne. Yeterince rahatlatıcıydı her şeye rağmen.
Yolların çatallandığı nokta da budur belki.
Tolstoy aklı kadından koparır ve duygusal bir kötülük kaynağı olarak görür kadını. Ne kadar
ilginç bu!
Bu romanın sağaltıcı (terapik) özellikleri üzerinde durmayı da anlamlı bulurum. Çok öğretici
insanlar ve ilişkiler hakkında.
Genç insanlar Nothomb‟u özellikle okumalı diye düşünüyorum.
***
Nothomb, Amelie; Kameraya Gülümse; Çev. Yaşar İlksavaş
Doğan yayınları, birinci basım, Ekim 2006, İstanbul, 133s
„Pannonique, tutuklandığı günden bu yana Tanrı‟ya korkunç ihtiyaç duyuyordu.
BoĢalana dek sövüp saymak için büyük bir açlık duyuyordu içinde. Bu cehennemden
sorumlu tutabileceği daha büyük bir güç, yalnızca daha büyük bir güç bulabilmiĢ olsaydı
tüm gücüyle ondan nefret ederek, ona en ağır küfürleri yağdırarak teselli bulacaktı. Ne
yazık ki kampın tartıĢılmaz gerçeği Tanrının inkarıydı: birinin varılğı kaçınılmaz olarak
diğerinin yokluğunu gerektiriyordu. Artık bu düĢünülemiyordu bile. Tanrı‟nın yokluğu
yerleĢmiĢti.
„Ġnsanın böyle bir nefreti yöneltebileceği kimsenin olmaması dayanılmaz bir Ģeydi. Bu
durumdan bir tür çılgınlık doğuyordu. Ġnsanlardan nefret etmek? Bunun bir anlamı yoktu.
Ġnsanlık bu uyumsuz kaynaĢma, herhangi bir Ģeyi ve tersini satan o anlamsız
süpermarketti. Ġnsanlıktan nefret etmek evrensel bir ansiklopediden nefret etmeye
varıyordu: bu tiksintinin ilacı yoktu.‟ (51)
Nothomb beni şaşırtmayı sürdürüyor. Kuşkusuz bu yazınsal değerinden, yazısından
gelmiyor ama yazısının yalınlığıyla tümlediği, çağcıl ürküyü içselleştirdiği içeriğiyle,
izleğiyle ilgili. Bana kimi filimleri (Redford), kimi romanları (Böll) anımsatan, aslında
kuramsal olarak çok da irdelenmiş (Chomsky) bir izlek bu. Bernard Tavernier‟nin La Mort
Indirect‟ i hele anımsamamak olanaksız. Ya Peter Weir‟ın Truman Show‟u (1998). Öte
yandan kitlesel bakış (linç) ya da bakışın psikodinamiklerini sanatsal bağlam içinde irdeleyen,
tam da şu an elimdeki kitap: Darian Leader‟ın Mona Lisa Nasıl Kaçırıldı? (Ayrıntı y.,
İstanbul, 2004)
Nothomb‟un burada direniş kültürünün bir parçası gibi durmasıdır güzel olan. O kitlesel
bakışın kıyıcılığına karşı, bunun güncel araçlarının (başta TV) karşı konulmaz sanılan gücüne
karşı, Pannonique‟in yanlış yapmayı da dışlamayan „kendi‟lik düzeyinde başkaldırısının
esinlerini taşıyor okuruna. Bir an durulabilir, kameraya dönüp, „TVlerinizi kapatın, bu
izlenceyi seyretmeyin‟ denebilir. Herkes isterse bir an durabilir. Bir an durulabilir.
Şiir işte bu duruştadır. Yanılma, yanlış yapma ve bunun güzelliği. İnsan eğer olacaksa
bu küçün anın ortasındadır.
Ellerine sağlık diyeceğim Nothomb‟un. O çağına bakıyor, başkalarının (sistem) ona
gösterdiklerine değil, gösterilmeyene. Bu küçük roman bunun kanıtı.
***
Durrell, Lawrence; Acı Limonlar: Kıbrıs 1956; Çev. Hüseyin Aşuroğlu
Belge yayınları, birinci basım, Eylül 1992, İstanbul, 285s
Yunan adalarını anlattığı bir dizinin parçası bu anılar. Rodos ve Korfu Türkçeye
çevrilmedi.
Attila İlhan haklı bence. Durrell Büyük Sömürge İmparatorluğu Britanya‟nın gizli servis
üyelerinden, ajanlarından biri. En azından 1950 ortalarına değin. Balkanlarda, Akdeniz
bölgesinde görev yaptırıldığı anlaşılıyor.
Bakış açısından emperyal bir dayanağı olduğu açık yazarın. Kendi de saklamıyor. Ama
buradan nasıl bir yazar çıkar onu ben anlamadım. Göreceğiz. Kara Defter‟i, ilk romanı
unutmuyorum. 20. Yüzyıl Rimbaud‟su denebilir mi Durrell‟a. Belki. Dibe inmek (belki
Lawrence de onun gibiydi), her pisliğe bulaşmak, sonuna gitmek ve sorumsuz kalmak.
Şımarıklık da var işin içinde, Woolf‟ta bile ayrımsadığım bir emperyal kibir, kendini
beğenmişlik de… Hiçbir şeyi üzerinde tutmamak, bu denli de kolay. Ben bağışlamam, kimse
kusura bakmasın.
Eski bir deyim var: tefessüh (etmek). Ama daha kötüsü, bir deneyime dönüştürüp
yazılaştırmak bunu…
Öte yandan Kıbrıs‟ta sona yaklaşan imparatorluğun Kıbrıslı Rumlara ve Yunanlılara
bakışında da şaşıracak bir şey yok. Daha önce Filistin sorununda, ondan önce Hindistan‟da
yaşadıkları Kıbrıs‟ın ne olacağının işareti… 19. Yüzyıl İngiliz romantizmini unutmamalı
(Byron).
Ama bir şey var. İngiliz duruşu Durrell‟in, Rumlar için savaşmasını, Rum davasına
kendisini adamasını önlemiş. Çok kötü onun açısından bir durum bu. Entelektüel benliği Rum
davasının çoşkusuna çoktan kapılmış olsa da, soğukkanlı İngiliz yurttaş sorumluluğu onu
herkese karşı „Güneşin Üzerinde Batmadığı İmparatorluğun‟ çıkarları konusunda duyarlı
kılıyor. Kılmış…
Sempati var. Hatta karşılıklı. Ama bir gerçek istenmese de Durrell‟in bu ikircikli
konumundan görünür oluyor. Rumların aslında emperyalizme karşı koymak, ulusal, yerel bir
direniş koymak gibi bir dertleri yok. Böyle görünen Başpiskoposluğun bile yok. Hiç kimse
bana anlatmasın, Kıbrıs Rum‟u, Türk desteğini de görmeden, İngiliz emperyalizmine karşı
direnmiş, savaşmış… Sevsinler. (Yahudilerin Filistin‟de emperyalizme karşı direndiklerini ne
kadar söyleyebiliriz). İşte gerçek ortada. De facto sömürge durumu biraz işi bozuyor, tümü
bu. Eğer Kıbrıs İngilizlerce Osmanlıdan bir sömürge olarak koparılmasaydı, İngiltere
Osmanlı-Türk varlığına karşı, Doğu Anadolu‟da olduğu gibi epey bir sömürgeci nifak
tohumları serpiştirerek Rumları kışkırtacaktı. Zaten sonraki zaman da bunun kanıtı.
ENOSİS gerçekten mayasında faşizmi barındıran bir politik idea. Yunanın magelo
ideasından hiç farkı yok. Efendim, Bizans, onun ortodokside yarattığı özgünlük, vb. palavra
bunlar. Tarihsel gerçeğin gerçek oluşu onu geçerli kılmaz. Yediden yetmişe tüm adalı
Rumların iman ettiği ve İngiliz sömürgeciliğinin de güçlendirdiği ENOSİS bu faşist amacın
parçası. Bu oyun tutmadı. Çünkü Rumlar (Yunanistan‟da olsun, adalarda olsun) tarihin
ayrıcalıklı varlıkları olduklarına fena halde inanmışlar bir kere. Varlık nedenine
dönüştürmüşler bunu. Bu kadarının düşüncesi bile çekilmez. Ölçekleri bozuk. Algıları bozuk.
Dünya ve uygarlık Antikiteye borçlu, ama bu antikite de bir şeylere borçlu olmalı. Hem
de nasıl. Rumlar Dünyayı ve onun zamanını bozuyorlar. Eşitler arasında birincilik dertleriyle.
Örneğini Durrell 50‟li yılların Kıbrıs Rum ayaklanmalarında veriyor. BASK ya da IRA örgüt
disiplinine rahmet okutacak bir acımasızlıkla ENOSİS için ölmeyi ve öldürmeyi buyuruyor.
Bütün cinayetleri işleyebilecek denli haklı görmüşler kendilerini. Hala da görüyorlar.
Durrell‟sa reel politik açısından karşı çıksa da temelde haklı buluyor onları. Aklıyor
üstelik. Yakışır.
Türk varlığı ise göz ardında. Hem Rumlarca, hem İngilizlerce… Zaman yine onları haklı
çıkarmadı. Durrell‟ın İngiliz soğukkanlılığıyla geleceğe ve eğilimlere ilişkin kestirimleri ise
doğruydu. Ama bu çok da büyük bir zeka gerektirmiyordu. Tuzu kuru İngiliz dönüp
sığınabileceği adasının güvencesiyle düşünsel etkinliğinde alabildiğine sınırsız, yorumlayıp
duruyor. Yakışıklı, güzel İngiliz askerinin adadaki varlığı ise yazarı heyecanlandırıyor. Ah,
ikiye bölünmüş yürek!..
Birkaç alıntı:
„Şöyle demişti: “Bu olayı Birleşmiş Milletler‟e götürmek büyük bir hataydı, ancak
sanırım Yunanlıların başka seçeneği yoktu ve kamuoyunun baskısı ile hareket ettiler.
Kanımca lastiği söndürmek ve bir daha şişirmemek istiyorlar, aksi takdirde patlayacak.”
“Patlayacak mı?” diye sordum. “Evet, Filistin‟de olduğu gibi Yunanlıların kötü niyetleri
olduğuna şahsen inanmıyorum, ancak zaten pek çok sorunu olan Birleşmiş Milletler‟in
ilgisini çekmek istiyorlarsa ahlaksal noktadan daha güçlü bir şeye gereksinimleri olacak.
Harika denecek denli dingin bir adayı gösterip Yunanistan‟la birleşmesini isteyemezsin,
gürültü çıkar. Dünya, bu sorunun uluslar arası boyutlarda olduğuna ikna olmalı.” “Yani
burada sorunlar başlatabilirler mi demek istiyorsun?” “Ciddi sorunlar çıkabileceğini
söylüyorum. Bir yerleri havaya uçurabilecek yaklaşık yirmi Kıbrıslı vardır; ya da belki on
Giritli gelir ve onlara nasıl yapacaklarını gösterir. Halak ne kadar pasif olursa olsun seçim
yapmak zorunda kalacaktır. İngilizleri seviyorduk, fakat fırtına koptuğunda davaya hizmet
etmek zorunda kaldık diyeceklerdir.” Bunu Kollis‟e söylediğimde çok huzursuz oldu ve
“İngiliz-Yunan dostluğunu unutuyorsunuz,” dedi. Gazeteci yanıtladı, “Açık bir ayaklanmaya
karşı dayanamaz.” (129)
„Çünkü Bizans kültürü, zayıflayan Hellenizm‟den ve Yakın Doğu etkilerinden aldığı
unsurların toplamından da daha fazla bir şeydi. Kendi başına bir varlıktı, sadece farklı
kültürlerin değişik parçalarından oluşmuş renkli bir bileşim değildi. „Doğ Roma
İmparatorluğu‟ bu açıdan yanıltıcı bir kavramdır; çünkü Büyük Konstantin 330 yılında Roma
dünyasının başkentini Bizans‟a taşıdığında, sorunlara yaklaşım biçimi ve rezonansı,
mimarisi, yasaları ve edebiyatı açısından tümüyle eşsiez ve kendine özgü bir ruhsal
imparatorluk kurmuştu. Yunan ve Yunan-Roma dönemine tutkulu bir romantizm ile bağlı olan
Batı bunu nasıl olmuş da görememişti? Açıklaması zor. Kaderin bir oyunu ile kurulmasından
1453‟te düşmesine kadar geçen 1100 yıl boyunca Yunanistan, kolları Avrupa ve Asya‟ya
uzanan o büyük ahtapotun bir parçasıydı; ve Batı, Roma İmparatorluğunun yıkılmasından
sonra Karanlık Çağlardan geçerken Konstantinopolis egzotik bir çiçek açma sürecine girmiş
ve yeni bir düşünüş, yeni bir görüş biçimi ile bilim ve siyaset dünyasını sarsmıştı. Akdeniz‟in
gerçek çocuğu olan bu kent, ruhsal durumunu din ve sanat ruhunda göstermişti. Siyasi açıdan
devlet ve kilise birliğine duyduğu parçalanmamış, gerçekte parçalanamaz nitelikte inancının
damgasını taşıyordu- ve başlıca kurumu ve akıl hocası olan Yunan Ortodoks Kilisesi, modern
Yunan devletinde çiçek açmağa devam etmişti. Bizanslılar, kilise ve devlet ile tümüyle
bağdaştıramadıkları hiçbir siyasi fikir benimsemezdi: ve bu büyük kültürün temel sosyal
birimi, jeolojik bir oluşum ya da ırklara dayalı bir modelden değil (çünkü Bizansta bir düzine
ırk vardı), tümüyle Hristiyan görüş biçiminin egemen oybirliğinden oluşan bir inananlar
topluluğuydu. Bu görüş, bildiğimiz demokratik süreçlerden hexrhangi biri olmaksızın
seçimler yapılmaksızın veya çoğunluk kuralı kavramı olmaksızın tümüyle işlemsel bir yapı
halindeydi –insanların isteklerinin saptanması ve incelenmesi için bir araçtı. (…) Bu ender
bulunur bir çiçek açma süreciydi; ve Yunan kliseleri ile toplumları Bizans tozlarının içine
yuvarlandıktan sonra bile dört yüz yıl süreyle bunu canlı tuttu ve çocukları Türkiye‟nin bu
ilhak ettiği dünyaya getirdiği karanlığın içine giderek daha çok gömüldü.
„Karanlık mı? Böyle şeyler görecelidir. Ama insanı en çok şaşırtan şey, belki de
kendilerine özgü bir kültür modelleri olmayan, ya da Yunanlılar üzerine empoze etmeye değer
bir kültürleri olmayan Türklerin onlara din, dil ve hatta yerel hükümet özgürlüğü vermesiydive gerçekten de imparatorluk yönetiminin büyük bir bölümü bunlara dayanıyordu: Türkler
belki de kendilerinde eksik olan huzursuzluk ve hayal gücü gibi değerli niteliklerin onlarda
olduğunun farkındaydı. Bundan dolayı, modern Yunanistan 1821‟de bir kere daeha coğrafi
bir birim olarak gün ışığına çıktığında, Yunan Bizans‟ının üvey çocuğu oldu, çünkü yaklaşık
dört yüz yıl boyunca Ortodoks Kilisesi bu son dönem Bizanslıların doğal dehasının veya
ahlak kurallarının korunması görevini üstlenmişti. Dil dikkatle korunmuştu, böylece
Türkçe‟den alınmış birkaç son ek ve Yunanca‟dan alınmış birkaç sözcük dışında Rumca hala
Yunanca özelliğini korumuştu, ve Türk istilasından sonra ortaya çıkan ortalama Rum toplumu
psikolojik açıdan Normanların istilasından sonraki İngiliz toplumuna göre daha az
değişmişti. Davranış, mutfak, vb. konularında Türk alışkanlıkları yerleşmişti, fakat bunlar
bile dikkatli ve lükse kaçan eski moda Türk tembelliğine oldukça yabancı kaçan bir
canlılıktan etkilendiler. Bir araştırma alanı olarak elimizde kalan fırsat, güçlü Türklerin
kulağı olarak Karagöz‟ün karakterinde hala canlı olan Türk gölge oyunu Karagöz-Hacivat‟ın
Yunan versiyonunu incelemektir.‟ (132)
Bir de Durrell‟in kullandığı bir terim dikkatimi çekti. Sayfa 181‟de, „…zamanımızın
vızıltısı olan milliyetçilik…‟ diyor. İlginç.
***
Anar, İhsan Oktay; Suskunlar (2007)
İletişim yayınları, Birinci basım, 2007, İstanbul, 269s
Yegah, Dügah ve segah adlı üç bölümden oluşan roman, aslında postmodern bir anlatı. Daha
önce Anar yazılarından daha iyi değil (bana kalırsa). Anlatısının kendisini yinelediğini, bu nedenle
sıkıcı olduğunu belirtebilirim. Çünkü hep aynı şeyi yemek, cennet taamı da olsa sıkar insanı. Hep aynı
oyun da oynanmaz. En azından bin yan çizerim.
Mevlana kaynaklarına güncel gönderme yapan Anar bu romanıyla felsefi anıştırmalar yapıyor
olsa da bu da oyunun bir parçası gibi görülmüş ve gösterilmiştir. Kendimizi okurlar olarak
kandırmamıza hiç gerek yok. Yer yer eğlenceli betimlemeler tüm beklentileri kırıp geçiren tutum
karşısında yetersiz kalmakta gecikmiyor. Tristram Shandy kaç yüz yıl öteden daha iyisini yapmadı mı?
Güncel olsun (Fetullah Gülen) olmasın birçok şeyi rastgele harmanlayan yazar, yalnızca yazınsal
kaynakları değil birçok görsel kaynağı da kullanıyor.
Sonuçta Anar‟ın yaptığı ortada… Postmodernizmin yazıda belirişi ne ise Anar bunu iyi
gösteriyor. Müzik ve terminolojisi fonda yeterli özgünlüğü sağlamaya yetmiyor bence. Bütün
postmodern yazın böyle mi bilmiyorum, ama bir ikinci eldenlik, bir kullanılmışlık… duygusu baskın.
„Ama ne yazık ki, bu şeyh bilerek, ney üflerken ya da bir pardayi azıcık pes veya tiz çalar ya da
bir sesi fazlaca uzatır, yani mutlaka bir, sadece bir tek hata yapardı. Kendisine, “Erenler, zirguleyi
biraz dikçe üflediniz!” veya “Peşrevin ikinci hanesinde bir ara usulu kaybeder gibi oldunuz!”
diyenlere daima şu cevabı verirdi:
“Kusur, benim imzamdır.”
Ardından şunu söylemeyi de ihmal etmezdi:
“Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.”
Bazen de şöyle söylerdi:
“Kusursuzluk, Muhteşem Neyzen Batın‟a mahsustur” (140)
„Kahin görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve uzun boylu, çekik gözlü o adamı gördü. Bunu
görmek, kendisi gibi diğerlerinin de içinde yaşadıkları o dünyadaki asıl hakikati görmek demekti.
Gözün görevinin görmek değil, hakikati görmek olduğunu söyleyen alim aklına geldi. Hakikati gören
gözün başka hiçbir şey görmesine gerek yoktu. Yedikule Kahini‟nin yegane gözüne de bu şekilde
perde indi. Ama kör olmasına rağmen hiçbir şey görmüyor değildi. Gözlerinin ona gösterdiği yegane
şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı. Tıpkı sessizliği dinleyen Eflatun gibi, kahin de sustu. Belki de susmak
gerçeği anlatmanın tek yoluydu‟ „268)
***
Leader, Daniel; Mona Lisa Kaçırıldı (2002), Çev. Handan Akdemir
Ayrıntı yayınları, Birinci basım, 2004, İstanbul, 179s
Sanatın Bizden Gizledikleri altbaşlığını taşıyan çalışmanın yazarı bir psikanalist ve Londra‟da
iki üniversitede hoca. Bu durumda yapıtın, psikanalizle sanat kavramının irdelenmesi olacağı açık.
Darian Leader, 21 Ağustos 1911 günü Vincenzo Peruggia adlı badanacının Mona Lisa‟yı Louvre‟dan
çalışını kuramını destekleyen bir eğretileme olarak kullanıyor. Yani, Mona Lisa çalındıktan sonra
duvarda kalan boşluğunun insanların beklenti ve algıları üzerindeki etkilerini irdeliyor. Sanatın
nesnesinin algısal süreci, boyutu yerine, sanatın yokluğunun algılanması ve bunun psikodinamiklerini
irdeliyor; ama bununla yetinmiyor, sanatsal nesnenin neliğine ilişkin, gösterdikleri değil de
göstermeyip gizlediklerine, daha doğrusu bağrında taşıdığı boşluğa ilişkin bir kuram geliştiriyor. Bir
kere adı konmasa bile sanat etkileşiminin çokboyutluluğu, diyalektiği temellendirilmiş oluyor.
Psikanalizin tekniği sanat yapıtı üzerinde sınanmış oluyor bir kez daha. İki büyük örneğin arkasından:
Freud ve Lacan.
*
Pek çok şey onları yitirdiğimizde daha ilginçleşir (16). Yitirdiğimiz şeyi aradığımıza göre,
görsel sanatlarla neden ilgilendiğimizi bu bağlamda değerlendirmek iyi olabilir. Görsel üründe
yitirdiğimiz şeyi mi arıyoruz ve öyleyse ne olabilir bu? Psikanalizin bu konuda söyleyecek her zaman
çok şeyi olmuştur. (17) Hepimizin bir saklı imgeler kataloğu var ve bu hazinemiz yüzünden, sanat
hakkında okuduğumuz şey hiçbir zaman sanatın tümünü ifade etmez. Sanat kuramlarının bir işe
yaramaması da bundan.(19)
İnsanın görsel merakı gizli olan şey etrafında kurulur. „Cinsel organlar gizlenir ve görsel dünya
da biz gizlenmiş unsuru tamamlamak için araştırdıkça bizim için ilginç hale gelir. Freud‟a gföre
medeniyete girişimiz, insan oluşumuz, vücudumuzun bir parçasının hariç tutulmasını talep eder: Hem
ödediğimiz bedel hem de bakmaktan aldığımız hazzın koşulu budur.‟ (20)
Ne gördüğümüz, nereye baktığımız kısmen başka birinin ne gördüğüne, nereye baktığına bağlı
olacaktır. Dünyaya daha ilk gelişimizde , herhangi bir şeyi görebilmemizden önce, başka birinin
bakışının nesnesi oluruz. Bebekler beslenmeye, tuvalet alışkanlığına, vb. direnebilirler, ama bakılmaya
nasbıl karşı koyabilirler. Bu gerçek, başkasının bakışının potansiyel tehdit içeriğiyle ilgili, bunu ima
eder. Dolayısıyla psikanalitik görü kuramı (Lacan) üç terimli bir sürece vurgu yapar: izleyici, nesne,
izleyiciyi izleyen.
„Kişinin kendi gözleriyle gördüğü, bir başkası ne görüyor, sorusuyla karışmış durumdadır.‟(23)
*
Ayna imgeleriyle özdeş değiliz, tam olarak imgenin yerine geçemeyiz, tam olarak başkasının
yerine geçemeyeceğimiz gibi. İnsanoğlunun acılarının en temel yönlerinden birini de bu oluşturur.
İnsan, beden imgesiyle birçok sorun yaşar ya da başkalarının sahip olduğu maddi nesneleri elde etmek
için uğraşan tatminsizliği simgeler. Başka biriyle özdeşleşmenin bir sonucu da, ne istediğimizin
onların ne istediğiyle tanımlanmasıdır. Lacan‟ın gösterdiği gibi „imgeler bizi biçimlendiriyor,
mıhlıyor, cezbediyor ve yabancılaştırıyor. Yetişkinler olarak kendimizi bazen, tanıdığımız birinin
jestlerini ya da ses tonunu taklit ederken yakaladığımızda bunun farkına varabiliyoruz. Onları taklit
etmek gibi bir niyetimiz olmayabilir ama birdenbire kendimizi böyle yaparken buluveririz.‟ (33)
„Resim yakalayan aletler olmak bir yana, insanların kendileri sürekli olarak resimler
tarafından yakalanıyor. Bir imge ya da bir resim insan yakalayan alettir.‟ (33)
*
Özdeşleşme yalnızca imgelerle ilgili bir şey değildir, çünkü bir imgenin bir değeri de taşıması
gerekir. Aynada kendi imgesine yakalanan çocuk anababasına döner, onay bekler. Görsel imgeler
kendi başlarına bizi tuzağa düşürebilirler ama yakalanışımızın gelip geçici bir şey olmaktan daha
fazla bir önem kazanması için sembolik, anlam taşıyan bir değeri üstlenmesi gerekir. Onlar için bir
yer yapılmış olmalıdır. BaĢka biri için hayati boyutlarda bir şey ifade ediyor olmaları
gerekir.Değerlerimiz de bakıcılarımızın ilgilerini nasıl algıladığımızla oluşarak gelişme eğilimindedir.
Sözgelimi insanların politik bağlantıları neredeyse her zaman anababalarınınkinin ya doğrudan bir
yansıması ya da tam karşıtıdır.‟(34)
*
İnsan ve hayvan imgece tutsak edilirken, yalnızca insan imgeyi bir savunma aracı olarak
kullanır. Bakışı başka bir yöne çekmek için bir sihir ya da yem haline gelebilir, başka birinin ya da bir
şeyin insanı tedirgin eden ve dehşete düşüren bakışı. Örn., Lowry‟nin çarpık evreninde resme bakan
bizden çok bize bakan resim sözkonusudur. Ressamın gözü resmin içine yerleşmiştir. Lacan‟ın görüşü
şu: „Bazı durumlarda görsel sanat kem gözü başka yöne çekmek, zararsız hale getirmek için bir perde
olarak kullanılır.‟(45).
[Leader yansıtmanın kandırma işlevine Zeuxis ile Parrhasios öyküsünü örnek verir]
Bir bakıĢı yakalamak için orada olan sanat yapıtı. „Sadece gerçeği taklit etmekten öte, imgeye
has bir bakışı ayartma, kandırma çabası vardır.‟(47)
*
İmge değerini ifşa anında mı kazanır, yoksa ona bakılmadığında mı gerçekleşir işlevi?
„Buradaki tezimiz oldukça geleneksel. Sanatın hiçbir zaman dinsel olmayı bırakmadığını öne
sürüyoruz. Tabii kısmen bir adak olarak tasarlanmak gibi kesin bir anlamda dinsel. Sanat ve din bu
noktada kurban motifi kanalıyla birleĢiyor. Kurban ediĢ neyi gerektirir. Bir nesnenin özel kılınması
ve bu nesnenin bir ilaha adanması hakkındadır. Sanat da, daha klasik biçimlerinden günümüzdeki
ısmarlama kavramına kadar, artık yeni bir ıĢıkta değerlendirilen gündelik bir nesneyi, özel kılma
iĢidir. Walter Burkert‟in ifade ettiği gibi, “sanat algının belli nesnelerini “özel kılma” tanıdık olanla
hayranlık duyulan arasında karakteristik bir gerilim üretme ve böylece potansiyel bir ortak
dünyanın yeni yönlerini yaratma anlamına gelir.” Bu tez ne kafa karıĢtırıcı ne de özellikle yenidir,
Ģu apaçık, ortada olmasına rağmen gözden kaçırılan sonuçları biz ekleyene kadar: Eğer sanat ve
din kurban temasını paylaĢıyorsa kurban etme gerçekleĢmediğinde ne olur? Peki her ikisinde de
bir adama varsa söz konusu adama neyi savuĢturmak için tasarlanır.‟ (55)‟Sanatsal yaratım bazen,
pek çoğumuzun hayatına dadanan bu korkunç talepleri ve istilacı güçleri kurban etme yoluyla
sakinleĢtirme yöntemidir. Buradaki kurban ediĢ memnun etmekten ziyade savuĢturmak içindir. Ve
eğer sanatçı eser üretmeyi bırakırsa, bu pek çok kötü Ģeyin olacağını gösterir.‟(57)
*
Lacan, süblimasyona Freudçu cinsel içgüdü mitiyle bakmaz, boşluk kuşağı, insan oluşumuzu
olanaklı kılan „boş yer‟ üzerinde durur. O buna „Şey‟ der. Şey dediği, düşünce ve dil boyutunda
boşluk, boş bir uzamdır, sınırların ötesindeki, dehşet ve yokluk imgelerini yansıttığımız ulaşılamaz
kuşak. Pozitif, ampirik temsile gelmez, çünkü temsil düzleminde nesneden çok „yer‟dir. „Nesneler ise
bu yere girdiklerinde yeni ve alışılmamış nitelikler kazanırlar.‟ (64) Bu noktada Lacan‟ın dikkati
sanata yönelir. Perspektif bir süblimasyon projesidir. Şövalye aşkı da. „İşaretler ağı tarafından bir
aralık oluşturuluyor ve bu aralıktan bir sanat eseri çıkıylor. Sanat eserinin ötesinde ise dayandığı ve
hatırladığı boşluk var.‟ (68) Mona Lisa‟nın çalınması, modernizmin hem sanatçılarının hem de
yazarlarının meşgul olacağı pek çok şeyi mütjdeliyordu: „yokluğun gücü, imgenin ötesinde boş yer,
uygarlığın kalbindeki boşluk.‟(71)
*
Bir işaretler evrenine doğarız ve psikanaliz açısından, bunun temel etkilerinden biri „kayıp
etkisi‟dir. Annenin yitirilişi (Oedipus), beden hazlarının yitirilişi (eğitim) ve diğer (konuşma ve dille)
yitirişler, bir zamanlar sahibi olduğuna inandığımız şeyleri bulma özlemini, arzuyu yaratır. „Sanat
medeniyet içinde bu arayışı sembolize etmek ve ayrıntılarına girmek için özel bir alan yaratır.‟ (77)
Boyanmış bir yüzey ulaşılmaz kuşağı işaret eder. Gölgenin ana hattını çekmek, yokluğu
çerçevelemekle ilgiliydi rönesansa kadar resim. Gölge sonunda kavranamaz ve cismin özünden yoks
undur. Ama bunun kadar önemli bir diğer şey de, sanat eserinin mağaradan başlayarak günümüze
değin özel bir uzamda yerleştirildikleridir. „Lacancı deyişle sanat nesneleri asla şöyledir diyerek temsil
edilemeyen, sadece ötesi olarak akla getirilebilen Şey‟in yerini alır. Bu yüzden her zaman sanat eseri
ile işgal ettiği yer arasında bir gerilim olacaktır. Modern sanatın yer ile onu dolduran unsur arasındaki
minimum aralığı korumayı amaçladığı öne sürülmüştü.‟(77) Sanat yapıtının oluşturduğu bu büyük
boşluk, bunlardan birini satın alabilmek için akla sığmaz bedellerin nasıl ödenebildiğini de açıklar.
„Medeniyet sanatı kendisi hakkında, her şeyi mümkün kılan kayboluş hakkında bir tür mesaj olarak
onaylar. İşte bu nedenle bir zamanlar Martin Kippenberger‟in ileri sürdüğü gibi, sanat bitmeyen bir
şaka gibidir.‟(87) Bu şaka bu kadar yüksek bedel ödenmiş nesnenin (sanat yapıtının) sahte olup
olmadığı endişesiyle yakından ilgilidir. Par excellence bir arzu nesnesine dönüşmüş, mübadele
kurallarından taşmış sanat yapıtını kadına yakınlaştırır bu durum. Aynı soru kadın için de sorulur:
Kadın sahte mi? „Her şeyli satın alabilen bir erkek bazı şeyleri kaçırdığını hisseder. Bu bazı şeylerin
yerinde de bir güzellik imgesi vardır: Bir tablo ve/veya bir kadın. Sanat eserinin ya da kadının sahte
olup olmadığı sorusu herhangi bir ampirik nesnenin onların isteklerini karşılayıp karşılamayacağı
konusundaki temel belirsizliği ifade etmenin bir yoludur. Tıpkı Zeuxis‟in üzümleri gibi; üzümler
kuşları besleyebilir ama onları asla doyurmayacaktır. Arzu bir nesnenin eksikliğini gerektiren bir
durum olduğu için arzuyu bir nesne ile tatmin etmek fikri çelişkilidir. Bu hem tablonun hem de kadının
şu düşünceyle lekeleneceği anlamına gelir: „Bu o değil‟‟.(87) „Ayrıca Freud‟a göre, yer gerçekte hiç
varolmamış bir nesneninse, o zaman herhangi bir ampirik nesne burayı nasıl doldurabilir?‟ (88)
*
Peki bu boşluk herkes için aynı anlama mı gelir? Ayrıca sözkonusu olan herkes için aynı boşluk
mudur? Bu boşluğun dışarıda bırakılması her zaman sanatsal edimde pozitif bir gerçekleşmeyle
sonuçlanmaz, otizm gibi negatif bir öteleme anlamına da gelebilir elbette. Lacan‟ın boşluk vurgusu
farklıdır: bir şeyden daha çok hiçbir şeyden yaratıyoruz.
Görsel dünya içine dil aracılığıyla gömülürüz ve dil görsel tanıma deneyimimizin büyük
bölümüne şekil verir. Sanatın pek çok biçimi dilin gerçekliğimiz üzerindeki etkileriyle ilgilidir. Buna
rağmen bu kavramsallık (varlığı), yapıtın iletişim kurduğu ya da sanatçının bunu amaçladığı anlamına
gelmez. „Ressam bir şey söylemez‟ (Van Gogh), „Bir şey söylemiyorum‟ (Bacon).
*
Arzunun tekilliği (biricikliği) sahte olandan hoşlanmamamızın da nedenidir. Sahte orijinalden
aldığımız tadı asla veremez. Hiçbir fark algılamamışken bile aldatıldığımızı hissederiz. „Bu yüzden bir
resmin neye benzediği, onda ciesimleşmiş arzunun tekil doğası, ona ait bireysel imza kadar önemli
değildir. Bir arzunun sahtesini yapma düşüncesinin anlamı yoktur ve toplumsal bağlamı içindeki
sanatın temel işleviyle çelişir. Eserin geldiği yer önemlidir.‟(111) „Eser bakan kiĢinin yaratıcı
edimini cesaretlendirmek amacıyla bitmemiĢ değildir: Bakan kiĢinin yaratıcı ediminden dolayı
bitmemiĢtir. Esere bir sanat eseri olarak bakmak, onu bir gösteren yapar ve bu yüzden de özneyi, bir
gösteren olmayan Ģeklinde temsil etmeyi baĢaramaz. Bu perspektiften bakıldığında, bir eseri basitçe
sanat eseri olarak adlandırmak onu bitmemiĢ kılar.‟ (117)
*
İmge , bir „ötesi‟ olarak akla getirdikleri için önem taşımaktadır. Perdeleme işlevi görür.
Botticelli‟nin Venüs‟ü bile dehşet verici bir tarihin üzerini örtmektedir. Venüs öyle gözkamaştırıcıdır
ki onun nereden geldiği unutulur: Satürn Uranüs‟ü iğdiş ettikten sonra cinsel organları denize fırlatır
ve bundan güzellik tanrıçası doğar. „Batı sanat tarihi, diğer tüm imgeleri iptal etmeyi amaçlayan bir
imge halinde tasarlanmış, yaşam ve ölümün birleşme noktasına bir başka figür yerleştirmiştir:
Çarmıha gerilen İsa.‟(121) Eğer bir imgede sürekli eksik olan bir şey varsa (imge kısmi ise)
tamamlanmış olmayı akla getirecek tek yol, bitirilmemiş görünen bir imge kullanmak olacaktır.
„Bakışımızı cezbeden şey göremediğimiz şeydir ve orada kendine asla yer bulamayacak olan bir şey
için, yani görsel gerçeklikten yoksun olan parça için görüş alanını araştırırız. Belki de romantiklerin
“bitirilmemiş” olandan hazzetmediklerini söylemeleri ve non finito, bitirilmemiş olana övgüler
düzmeleri bu yüzdendir. Gerçekte bitirilmiş olana asla ulaşılamayacağını bildikleri için, bitirilmiş
olanın ideali, sadece bitirilmemiş şeyler aracılığıyla arzulanabilir. Bu anlamda bir bütün olarak sanat
bitmemiştir, çünkü gözün iştahını asla doyuramaz. Gözün aradığı şeyi asla gösteremez.‟ (124)
*
Perspektifin gerektirdiği kuralları izlersek bir resim düzlemi kurulur, çerçeve bakışımızı
yönelttiğimiz bir pencereye dönüşür. Buna karşılık ortaçağ resminin bolca birleşme noktası vardır.
Onlara çeşitli yerlerden bakılır ya da bu olasılık hep vardır (minyatür için de aynı şey). Görsel uzam
burada (mağara resimlerinde olduğu gibi) kesintilidir. Optik kuralları bilinmesine karşın bu sanatlarda
uygulanmamıştır. „Uzamın geometrik haritalanmasına dayanan sanat biçimlerinde, izleyici görülecek
tek noktayla sınırlanıyordu. Bu katılık öylesine güçlüydü ki 19.yy.da bile resimler, onlara bakan
izleyicinin çoğunlukla resim düzlemine düşey olan merkezi bir konumda olacağı şekilde, duvarlara
belli bir açıyla asılırdı.‟(126) Aslında perspektif yalın bir kurallar dizisi değil, resimlerdeki görsel
düzen için bir metafor olarak kullanıldı. Figür için fonun ya da zeminin çiziminde süslemeye ait bir
statü (Mona Lisa‟nın arkasındaki manzara). Dolayısıyla gerekli bir şema değil resmin bir parçasıydı ve
modern kuramcılarca övülen soyut kap değildi. „Görsel uzamın geometriye indirgenmesi ve bakan
kişinin bir ideal noktaya hapsedilmesi, toplumsal ve kültürel tarihin belirli anlatıları açısından çok
anlamlı olmaktadır.‟(127) 16/17.yy.da bir resim modasına işaret eder Lacan: anamorphic sanat.
Perspektifin kimi göstergelerini değiştirmek ve sorgulamak için perspektif yasalarının kullanımı
diyebiliriz. Neden anamorphosis? Bize maddi dünyanın budalalığına dair bir mesaj gönderiyor:
„imgenin ötesinde bir şeye yöneltiyor bizi.‟ (130) Gördüğümüz şey ona nereden baktığımıza bağlıdır,
bakan kişi gerçekliği kuruyor gibidir. Anamorfik sanat, „gözü betimlenmiş bir sahneye bağlamak
yerine, gözün sahneyi öncelikle nasıl yarattığını , gözün nasıl zaten resme dahil edildiğini gösteriyor.
Lacan‟ın işaret ettiği gibi anamorfik sanat, geometrik yaklaşımın görüden kaçmasına izin verdiği şeyi
yeniden ona sunmuştur.‟(131) Onun asıl dersi, sürekli olarak görü alanındaki bir şeyleri yitirmemiz.
Lacan bu tartışmayı ilerletti. Panoramik bir bakışla hareket etti. Anamorfis‟i arkaik bir mimari diziyle
ilişlkilendirdi. Bunun işlevinin, dil ve göstergeler dünyasınca yaratılmış bir boşluğu barındırmak
olduğunu düşündü. Perspektifle birlikte boşluk, resmin aldatıcı uzamına dönüştü ve ardından
neoklasiszmle, resimden gelen perspektif ilikelerine dayalı mimarinin içine taşındı. Perspektifin uzamı
derinlik yanılsaması yaratırken anamorfosis, yanılsamanın yapay, sembolik yanını vurguladı.
Başlangıçta sembolik sistemin yapay olduğunu gösteriyordu. Bu bağlamda Bizans sanatı özellikle
önemlidir. Öyleyse bakış, Lacan‟a göre, bizden ayrı bir şeydi. Yalnızca Öteki‟nin bakışı değil, kendi
bakışımız da bizden ayrıydı. [Burada bakışın koşullarını dışlamasını örnekleyen Patricio Grose
Forrester‟in bir resmini ve Lars von Trier‟in bir filmini (Dancer in the Dark) irdeliyor Leader-ZK] „En
gerçek olana ulaşmak için en yapay olana‟ başvuran Trier, filimde her karakter için gerçeğin
farklılaştığına işaret eder. Körlüğün farklı biçimleri, en indirgenmiş biçimde arzu nesnesiyle
ilişkilerini tanımlar figürlerin. Görüye, bakışa kilitlenmiş (röntgen) imgelem sonunda sese ulaşır.
Boşluk görselin ötesinde seslerle dolar, oluşur.Bir dalın çıtırtısı.
*
Bebek annesinin meme uçlarına değil, yüzüne bakar. „Sanat tarihini anlamanın bir yolu,
bakmamızı sağlayan yokluktur; imgeler dünyasında yitik olanı çağrıĢtırmanın yeni yollarını bulma
tarihidir bu aynı zamanda. Eğer bu tarihteki unsurlardan biri yarım görülen nesnelerin görsel
sanata katılmasıysa, diğer iki unsur da, anamorfik sanat ve Cezanne‟ın eseridir. Bunlar görü
alanında her zaman bir Ģeyleri yitirdiğimizi gösterirler bize. Göremediğimiz bir Ģey vardır her
zaman. Belki de çoğu insanın televiziyon seyretmenin sanata bakmaya tercih etmesinin ve sanat
galerilerinde patlamıĢ mısır satılmamasının nedeni budur. Ġmgeler belki de sahip oldukları bildik
iĢlevlerinin aleyhine çalıĢmaktadır.‟ (139). Yine Leader Bacon Çığlık Atan Papalar resim dizisini bu
bağlamda irdeler. Psiko-biyografik açımlamanın yetersizliğine işaret eder, ayrıca Potemkin
Zırhlısı‟ndaki merdivenlerde kucağında ölü çocuğu çığlık atan anne figürünün Bacon üzerindeki
etkisine. Bacon‟ın papaları neden çığlık atıyordu?
Bir imge kümesinden diğerine geçiş, bir imgeye dönüşmeye direnen şeyleri içerme sorunuyla
yakından bağlantılı. „Kilit nokta, biçimi olmayan bir şeye biçim verme sorununa bir tür yaklaşım
kendini tüketince değişimin ortaya çıkmasıdır.‟(145) „…Arzulayan bakışa bir imge vermenin
imkansızlığı sese dönüşür.‟ (146) „Psikanalitik yaklaĢımın önerdiği Ģey, görsel gerçekliğin bir
yasaklamadan daha çok bir imkansızlığın sonucu olan bir dıĢarıda bırakmaya dayalı olmasıdır.
Dünya bizim için bir tutarlılık barındırabilir; bunun nedeni toplumun, belirli Ģeylerin gizlenmesinin
ya da tabu olmasının gerekliliğini söylemesi değil, belirli Ģeylerin gerçekten de görselleĢme, hatta
hazır hayal gücü düzeyine geçememesidir. Örneğin Bacon‟daki tanımlanamaz çığlığın imkansız
temsili, resim çalıĢmasına geçmeden önce görsel uzamın koordinatlarını çökerten Ģeydir. Eğer
bakıĢ, derin biçimde imge alanından farklılaĢırsa, bir baĢka kütükte temsil edilmek zorundadır-ses
gibi. Bu yüzden bir uzam bir baĢka imkansız uzama bağlıdır ve sanat tarihini, bir uzamı ötekiyle
birlikte yaĢamaya iten ardıĢık çabaların öyküsü olarak görebiliriz.‟(146)
*
Günümüz reklam dünyasında Mona lisa‟nın gülümseyişi, arzu ile arzunun ampirik nesneyle
doyurulması arasındaki boşluğu içermeye başladı.
*
Peruggia‟nın hırsızlığıyla, hırsızlığın kendi sanat eserine dönüştü. Gerçeklik ağı içerisinde bir
yokluk oluştu ve bu bakışı tetikledi. Bakış harekete geçirilmiş oldu. Bu durum günümüz komplo
teorilerinin psikodinamiğini de bir ölçüde açıklayabilir. Bir simgenin ölümü bir insanın ölümünden
farklıdır. Ağ içerisindeki yerinden anlam üreten bir simge yokolduğunda, bu bir komplo sonucu
olmayabilir, ama bir komplo teorisi olmalıdır. Ve bu teori çürütülemez. Her an birinin yerini diğeri
alır.
*
„Sanat eserinin içinde oturduğu özel, kutsal uzam, bize “Bu sanat mı?” sorusunu
sordurtuyor. Bu uzamın sorunu ve aynı zamanda gücü onu göremememizdir. Sanat, uzamı
hatırlamamızı sağlayabiliyor, ancak görülemez olarak kalıyor. Uzam, sanatın hem bizi görmemiz
için çağırdığı hem de bizi görmekten alakoyduğu Ģeydir.‟ (166)
Bridget Riley
Richard Billingham
Ruth Weber
Sarah Lucas
Marc Quinn
Hans Holbein
Patricio Grose Forrester
Francis Bacon
***
Kocagöz, Samim; Kalpaklılar. BE 3 (1962)
Dünya yayınları, Birinci basım, Şubat 2005, İstanbul, 352s
Kocagöz‟ün Yağmurdaki Kız öyküsüne 6 yıl var daha ve bu beşinci romanı. Arkada Onbinlerin
DönüĢü var.
Anlatısında belli bir düzeye ulaştığı, kurguda özenli olduğu, destansı anlatıma yatkın olduğu
noktada Ege‟nin Milli Mücadele başındaki direnişini ele alıyor yazar. Daha sonra direnişle ilgili başka
yazarlarca daha iyi örneklerinin verildiği bu izlek çevresinde, yapısal biçimlemede matematiğin
dışlanmadığı seziliyor hemen. Evet önceden tasarlanmış, ayrıntıları düşünülmüş, sahneleri çizilmiş bir
roman. Yine de beklenen duyguyu, direniş duygusunu tam veremeyişinin başka nedenleri olsa gerek.
Kavrayıcı bakışla dramatik özgüllük arasında bir yerde kalmaktan kaynaklanıyor bu durum belki de.
Çünkü epikle dramatiğin geçiş alanında destan-roman kırması bir şey çıkıyor ortaya. Her dramatik
sahne başlı başına romanlaşmaya uygun malzemeyi taşırken, geniş çevren içinde „genel öykü‟nün
bütünlüklü olarak algılanması dramatik gerece takılıp tökezliyor. Aslında bu diyalektiğe Tolstoysu bir
çözüm var kuşkusuz: Savaş ve Barış.
Öyleyse bu romanın güzelliği başlangıçta durmasında. Ulusal direniş ruhundan „direnme‟ ruhu
çıkarmayı ummasında. Bu anlamda Kocagöz geçmişin yazma geleneğini sürdürüyor. Yazmak birçok
aydınımız için olduğunca onun için de bir „görev‟i yerine getirmektir. Ben bunu bir çok „merci‟ye
rağmen daha anlamlı buluyorum. Belki başyapıtlardan yoksun kaldık bu yüzden, saltık (ne kadar
olabilirse) güzellik kavramını geliştiremedik. Ama bunu biraz etikle dengeledik diyeceğim, ama ilk
itiraz da kendimden geliyor. Evet, şimdi anlıyorum ki, estetikle etik gelişebilir. Tolstoy olsaydı, tamam
da şu estetikten ne anladığımıza bir bakalım, derdi. (Sanat Nedir?) Bir sınıf erkinin, ayrıcalığın
pekişmesine ne kadar hizmet ediyor, bir bakalım.
Evet, ulusal direnişimizi ve onun esinlerini yitirebiliriz. Yitirdik zaten. Dolayısıyla
içselleştiremediğimiz bu direnişten bir ulus çıkaramadık diyeceğim. Dolayısıyla bunu anlatamadık da.
Ama çaba içten, temiz, dürüst bir çaba. Kocagöz‟lere bu nedenle hayranım. Bir Nazım çalışması var,
yakışır bir çalışma direnişimize. Anlamını çoğaltabilmiş, ulusal varlığa temel yapabilmiş… Diyelim
ki, kendisini çok sevmeme karşın Özakman‟ın milyonlar satmış Şu Çılgın Türkler‟i, bana kalırsa
büyük emek ürünü, ama Kalpaklılar‟dan daha az roman. Olsun, ne sakıncası var. Meramını anlatmış
ya. Sanat ne için?
Tabii yazan çok… Yıllardır okurum. Daha Adıvar‟dan, Karaosmanoğlu‟dan geliyor. Epiğe
varamadan (Nazım dışında) kırılıyor. Yoksa unutmuş değilim elbette, Erol Toy‟u, Dinamo‟yu,
diğerlerini. Aka Gündüz. Daha niceleri, nice yapıt. Türk Dili Dergisinin Türk Yazınında Ulusal
Kurtuluş Savaşı diye bir özel sayısı olduğunu da biliyorum.
Tamam, matematik, tasım yetmiyor. Roman dağınık kalıyor. Taşlar, kum, çakıl, cam, tahta, vb.
toplanmış, var da, tümünden oluşan yapıda dengesizlikler, kopup gitmeler, ağırlıklar, yalpalar var.
Bundan olsa gerek, ikinci cilt Doludizgin toplamak için gelmiş arkadan. Bakalım ne kadar topluyor.
İyiler ve kötüler kaçınılmazdı, ama Nazım gibi ihaneti görmek, ihanetin içinden çıkan insan
yüzüne bakmak, ondaki değişmeyi, ışığı ve gölgeyi yakalamak gerek. Gerçi işbirlikçiler de bolca
anlatılmıştır, gizlenmemiştir. Ama Dido Sotiriyu neden daha anlamlı duruyor. Hatta Atatürk‟ün bizzat
kendisi. Savaşı öçten, kinden ayrı tutabilmektir asker olmak. Tam da bir askerdi.
Savaşıp da kötü olmamak olanaksız. Güçlü olan, kazanan öyküsünü de dayatıyor. Yine de bunu
görüp fazlasının peşine düşmektir marifet.
Kocagöz yapıtının bütününden bakılırsa büyük yazar. Pusulası kuzeyi gösteriyor çünkü. Kaç
yazarımız varsıllığı üretip de yoksulluğa yargılı köylüleri, işçileri, işsizleri, gecekondu insanlarını,
kadınları onun kadar sahiplendi. Yok demiyorum, unutmuş değilim, ama Kocagöz işte onların yanına
yakışıyor, yerleşiyor. Bence onun öyküleri üzerinde durmalı en çok. Olağanüstü öyküleri var.
***
İleri, Cem; Yazının Da Yırtılıverdiği Yer (2007)
Metis yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 269s
Yalnızca yazının değil, eleştirinin de, bakışın da yırtıldığı yerden söz etmeli. Cem
İleri‟nin beğenmediğim bu yapıtı, her şeyi söyleyerek hiçbir şey söylememenin olanaklı
olduğunun da bir kanıtı. Kullandığı yöntemle vargıları arasında çelişki olan İleri, ussal bir
çözümleme tekniğini bir tür gizli olguculuğa, bataklığa gömmeyi beceriyor. Ben yazıyorum,
metnin düz/ters, iç/dış ne kadar anlamı varsa tümünü sorguluyorum ama bakmayın bana,
aslında bir şey demek istemiyorum, çünkü ortaya çıkan şey çıktığı anda bitirir kendisini,
deyiveriyor gizlice.
Çalışma, bir eğretileme. Aslında aşkla, şevkle yazılmış. Bir yazınsal ürün… Hani okur
yanılıp da benim gibi, Bilge Karasu‟ya giriş gibi değerlendirmemeli, bir yaklaşım gibi. Bu
benim lafım postmoderniteye ters tamam da, postmodernite ne demek istediğini biliyor mu?
Ünlü tartışmayı anımsamamak elde değil burada.
Yani İleri‟nin bütün yaptığı Bilge Karasu‟da her şeyin kendisi olduğunu yinelemek…
Evet, Bilge Karasu‟nun yapıtını değiştireceği dönüştüreceği yok. İş okur icrasına gelince, her
icra için geçerlilik düzeyini nereye değin yabana atabiliriz.
Hadi doğru okuma demeyelim, eksiksiz okuma konusunda yeterince ikna edici mi İleri.
Kendi kafasında yakaladığı izi sürmüş, izin izine takılmış, izin izinin izinde… şaşırmış
pusulayı.
Yo, yanlış anlamayın, çok ciddi duruyor. Da, bu kılı kırk yaran sözde çözümlemeden
geriye ne kadar Karasu kalıyor. Belki ben anlayamadım, ama anlasam ne olacaktı. Karasu‟ya
giydirdikçe kat kat giydirmiş Sayın İleri. Yapıt onun sandığı kadar duraylı, kararlı bir yapı
mı? Bilge Karasu titizdir, yakındır buna ya, öte yandan dizgeler kaçkınıdır da. İnsancıl bir
okumaya hiç sıvamamış kollarını Cem İleri. İliğini kemiğini boşaltıp ortaya kusursuz icra
megalomanisi koymak acaba hangi performans sanatıyla açıklanabilir. Bir kötüye
kullanmadan söz ediyorum, bir alet edavat kullanmadan.
Cem İleri‟yle bir alıp vereceğim olmaz. Ama seçtiği yoldur irkilten beni. Bir şeye bir
şey demek, fazladan (gereksiz) bir şey demek değil mi? Yapıtı yeni kavrayışlara açarak,
yapıtın kendini aşmasını, yenilemesini sağlamak eleştiri için bir şeydir.
Onu ele, bunu ele. Geriye sıfıra sıfır elde var sıfır. Tam öyleyse bunu mu söyledi, derken
sözü ağzımızdan kaptığı gibi taşıyor bir yere, hayır, asla, o bir şey demek istemedi.
Yazı yırtıldı, yırtıktan içeri baktık, Cem İleri yardım etti, kafamızı soktuk yırtıktan içeri,
kocaman bir boşluk. Elbirliğiyle yokluktur olsa olsa yazmanın, yapmanın etmenin amacı.
Ehh, biz de iyi yere gelmiş, demir atmışız anlaşılan. Bu yırtıktan fazla yırtık, ayıp bir tavır
uçveriyor. Oyunsa eğer bütün bunlar (akademik yansımalar, oyunlar) ben bu oyunla zaman
harcayamam. Bence Bilge Karasu da (onun adına elbette ki konuşamam) sadece oyun
oynamamıştır. Bu bakış açısının, postmodernizmin en iyi örneği olarak Cem İleri çalışmasını
(emek sözkonusu olsa da) kınayabilirim ancak.
Uzatmayacağım. Ayrıntılı bir eleştirisi belki yapılmalıydı.
Bir Escher metaforu.
Şunu unutmamalı. Herşey gibi yazının da kendince bir zamanı, uzamı, dil politikası, bir
geometrisi, uzayı var. Yani olmasını bir tansık gibi mi görelim? Şöyle ya da böyle olması işin
doğasına uygun değil mi? Bu bakışın içinde bir değer(leme) yargısı var mı? Ne?
Bence göründüğünün tersine özgün değil, ikinci sınıf (bir çalışma).
Son paragrafı:
„Yazı, yazıldığı an değil, okunduğu an, bir zamanlar yazılmış olduğu anı da anımsıyor, o
anın anısı haline geliyor ama daha o anda, kendisini, biçimini, bir vasiyet olarak, yazıyı
yazanın (ustanın) ölümünün vasiyeti olarak, çırağın okumasına emanet ediyor.‟(254)
***
Yıldırım, Müjgan; Bir Rönesans Adamı: Doğan Kuban Kitabı (2007)
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Kasım 2007, İstanbul, 436s
Kuban‟ın önemini öyle sanıyorum içeriden bizim kavramamız zor. Ne yapıp ettiği bir
yana, yapıp ettiklerinin önemini kavramamız gerek önce.
Nehir söyleşi Kuban‟ın ulusal katkısının yanı sıra mimarlık tarihine uluslar arası
katkısını da göz önüne seriyor.
Önemli restorasyon çalışmalarına katılmış, alanında kaynak niteliği taşıyan
çalışmalarıyla alçakgönüllü ama dev gerçekte, girişimini 80‟li yaşlarına değin sürdürmüş ve
sürdürüyor hala.
Evet, pırıl pırıl genç, yaratıcı bir beyinin sahibi olduğu Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji
yazılarından da belli…
Tarihimizin, tabii sözkonusu olan kültür tarihimiz, yoksulluğuna ve yoksunluğuna işaret
etmekten çekinmeyen Kuban, kuramsal çerçeve oluşturacak denli „mimar‟ olamadığımızı,
muhteşem Mimar Sinan‟a rağmen söylüyor ve yineliyorum bunu söyleyen kişi Sinan‟ı,
Bizans, Selçuklu, Osmanlı mimarisini herkesten daha fazla bilen biri.
Çocuksu yaklaşımları bu nedenle yalnızca renk katıyor söyleşiye. Karşıtlık üzerine
tezinden özellikle söz ediyorum, bunu ne denli basit algıladığından. Ama belki de bizim
göremediğimiz bir şey var onun „karşıtlığın doğada yer almadığı‟ konusundaki yargısında…
Kuban demek, şunu anladım ki, Bizans demek, Selçuklu, Osmanlı demek, İstanbul
demek, Kalenderhane demek, Sivas Çifteminare demek, kent demek, kentlileşme demek, bir
cesur devrimci duruş demek.
Otomobildeki tenekeyi görmüş biri demek. Ben Kuban‟ı çok geç keşfettim kuşkusuz.
Elimde eşsiz bir yapıtı; Osmanlı Mimarisi var. Öğreniyorum, öğreniyorum ve öğreniyorum…
Onun öğrencisi olmak, onun yurttaşı bile olmak onur verici.
Çünkü temelde yaklaşımında yatan farklılık onu oldukça ayrıcalıklı kılıyor. Şu:
Karşılaştırmalı Bakış. Bağlamsal yaklaşım. Böyle olmadıkça ya çok küçük, ya çok büyük
görürüz. Oysa Kuban gerçek ölçülerden yana. Diğerine göre ne‟likten yana… Başka türlü
anlayamayız yargısına da gönülden katılıyorum.
Kültür ve uygarlık kavramları arasındaki ayrımı Türkiye‟yi anlamakta yardımcı olabilir.
Restorasyon ve kentsel değişme konusundaki yaklaşımları da ufuk açıcı. Gerçekciliği belki de
yöntemine bağlı. Nostaljiye uzak duruşu, nesnelliği bilim adamı kimliğini nasıl
özümsediğinin de kanıtı.
Aslında bir kültür, bir Rönesans adamı. Yapıtı bir uzmanlık‟a işaret etmekle asla
yetinmiyor. Öyle olsaydı uzmanlardan biri olurdu (akademisyen). Hayır, geniş bir yelpazede
açılan merak duygusu, onu yaşamın bütün alanlarında bakmaya, gördüğünü içselleştirmeye
yöneltmiş. Tümlemiş uzmanlığıyla uzmanlık dışı birikimini. Ortaya „yaratıcı‟ denebilecek bir
yaklaşım çıkmış. O tarihe bakıyor ve gördüklerini daha kapsamlı, geçerli bir anlam
çerçevesine oturtuyor. Çıkan sonuçlar mı? Elbette, çok hoşumuza gitmeyecek. Bize ne kadar
olduğunu yekten söylediğine göre. Kaçacak deliğimiz yok, bu açık.
Kullandığı ve kuramlaştırdığı bir kavram çifti de göçerlik/yerleşiklik(kentlilik). Bu
ikilemin biçimleme gücüne sıkça işaret ediyor ve oldukça inandırıcı biçimde.
Yine de diyorum ki, belli bir düşünce geleneğine yaslanmış biri olarak, kendi kuramsal
resminde, tarihsel toplumun tüm (iç/dış) dinamikleri yeterince dikkate alınıyor mu? Toplum
orada duran, kendi olan, som bir bütün gibi görünüyor. Oysa bu toplum liflerine ayrılalı
hanidir…
Bunsuz, bu görülmeden bir kuramlaştırma girişimi, niyeti bizi nereye taşıyabilir.
Evet, öğrencisi olunası bir adam… Büyük adam Doğan Kuban.
***
İskender, küçük; Hasta Hayat Depoları (2007)
Sel yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 275s
Küçük İskender‟le olmaz, ama onsuz da olmaz. Türk şiirinde bir yeri yok (gerçek
anlamda), ama Türk şiiri demek bugün biraz o.
Benim gözümde ilk putkırıcı (Nazım‟dan farklı olarak dile bile başkaldırdığından), yine
gerçek anlamda. O daha içerden, dipten başladı kırmaya, yok etmeye. İmge yağmasına bir dur
dedi önce. Nasıl yaptı bunu? Anatomi dersinde elinde neşter kadavra keser gibi. Bu yüzden
aa, çağıl çağıl bir imge şiiri bu, Attila İlhan falan, derken nerede, imgesizlikten çöl bu şiir,
imgeyokedicisi, terminatörü, biz alışkanlıkla bakıp da okuyup da uyuyanlar imge ya da
karşı(anti)-imgeye iliştiriveriyoruz şiirini onun.
Onu okuyan imge dünyasının (artık onun da bir tarihi, geleneği var değil mi?), ikincil
bir alışkanlık, seçenek bir dünya olduğunu anlamakla kalmaz, bir güç ilişkileri, bir erk biçimi
oluşturduğunu da, bir baskılama aracı olduğunu da görür.
Bu, küçük İskender öğrettiğinden ötürü böyle değildir. Uykuya düşman, sağlığa düşman,
yolunda giden her şeye aykırı bir öğretmen olabilir mi?
Onunkisi bir sözü boğma, sözü gırtlağından sıkıp cansız bırakma, söz katliamı sanatı.
Saklama, gizleme, şifreleme işlemi. Kundakçılık. Başarısız kalmış bir suç, cinayet girişimi,
ama içtenliğinden de kuşku duyulmamalı. Başarısızlığı içtenliğini silmez.
Böylece Türkçeye tutsak… Türkçesiz soluk alamaz. Çevrilemez. Anlamsızlığın daha
anlamsızı olmaz çünkü. Derece işi değil bu. Doğaya, çevreye uyum sağlarcasına imge
renkleri, kalıpları kullanır. Pencereyi, kapıyı araladığınızda içeride imgeden, imgesellikten ve
onun vaatlerinden eser yoktur ama. Çünkü bu imge var ya, ilk yıkılması gereken şey(dir).
Çünkü çok eski, çok bildik, çok aşina bir sığınak(tır o).
Oysa bize gereken sığınak değil. Bize gereken çırılçıplak ayazda titremek, sonuna kadar
aç kalmak, açlıktan kendini yiyecek kerte, gereken gözkapaklarını jiletle kesip atmak, görüyü
bitirmek, görmek için, yanmak ama nasıl. Tüm sinir hücrelerinin ayrı ayrı acıdan
burulmalarının, büzüşmelerinin sesini duymak… Bütün acıyı duyulur kılmak.
Kendisi üç bölümün başında açıklamış zaten ne yapmak istediğini. Bir başka okuma
yapmak ama adı okumak olmayan bir okuma yapmak. Sözcükleri kullanmak, ama her
sözcüğün kendini reddini de sağlamak… Sözcüğü sözcüğe bağlayan düzeni kırmak… Yeni
bir sözdizimi (sentaks) oluşturmak, daha oluşurken karşı çıkmak…
Anlama kızgın lav saçmak. Ve büyük, sonul anlam(a ulaşmak).
Uçuş deneyimi. Kopuş. İlineği çözmek. Doku, lif, hücre, atomaltı. Daha ötesine vurmak
kendini… Bedenini, sesini, kişisel eylemini, anılarını… Vurmak, çarpmak.
Varlık katına inmek… „Bir‟ olmak. Sözcüklerin yığınından, onların özdeksel
varlıklarından, ontolojik cümbüşten gelmek, süzülüp havada belirivermek, mesnevileşmek.
Şiirin yokladığı, sana geldiği (an). Yani küçük İskender‟e. Gelenin şiir olduğundan çok emin
olmayalım, tamam. Değişik formları kullanıp, leşlerini sermek duvar diplerinde. Bir bir.
Okuyanı öldürmek, yeniden diriliş için. Okuru öldürmek için yazıyor küçük İskender.
Beraber uçmak için. Katıl ya da katılma, pek umurunda değil.
Gece kendine karşı gece olsaydı eğer, geceyi diplemek… Başkaldırmak.
Dünya irili ufaklı tüm nesneleri, özneleri, tüm varlığıyla kabarıp da, üzerine abanıp da
saldırdığında, her şey ama her şey kendi perdesinde notalandığında, kayık pula, metal yüze
yaklaştığında, birdir bir, az kaldı; biriktirilmiş evrensel kırıntının ya heylenip ortalığa boca
edilmesi.
Ha, soğuk tabii… Kırılganlık evet. Duyarlık keskin. Tiz, bıçkınlık. Cesaret bağlamsal.
Gözyaşı sahi. Ne diyeyim. Onu okumak olanaksız.. Okumamak daha da olanaksız…
Türkçeye kimse onun kadar takla attıramamış, Türkçe hiç onun elinde olduğunca baştan
çıkmamıştır. Türkçenin birkaç renginden biri… Bu onu gözümde büyük yapmaya yeter de
artar bile.
94.
beş kişiysek
dördümüz kağıt oynar
beşincimiz düşünür
kim bilir, yere atılacak
joker olur ilerde!
beş takla attık geceyebeşi de beş bela, beşi de beş belalı leş
beş kişiydik beşibiryerde
beşin biri kalleş
ikinci durum, biraz kanla kardeş
kana illaki sipahi kar yağarken,
feci vaziyet, üçüncü: o, fuzuli mükemmel.
tedarik edilen dördüncünün ruhu.
bize lazım olan yerküreyi
kuzey kutbunu güneye doğru
tersyüz edecek güce yetişmiş
o güce yetişmeli „beş”!
ama esas oğlanların mücadelesinde
esas olan
atılması gereken o tarihi düşeş!
(s.103)
***
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Sanat Nedir? (1897), Çev. Mazlum Beyhan
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Eylül 2007, İstanbul, 375s
Yüzyılın (19) sonlarına doğru, yaşı yetmişlerin üzerinde Tolstoy‟un ve öfkeli. Kendini
aldatılmış duyumsuyor. Kreutzer Sonat‟la öcünü yeterince alabilmiş, yatışabilmiş değil. Bu o
dönemin ünlü besteci ve piyanist yorumcusu Taneyev‟le, kendisinden neredeyse 20 yaş
küçük, ama 50 yaşlarına yakın karısı Sofya arasındaki „maşuk hallerine‟ katlanamıyor. Kırıcı,
kırdıkça da üzülüp kendisi kırılıyor. Huzursuz, sözcüğü daha doğru.
Müzik, öyle mi? Beethoven, hele Wagner? Görürsünüz siz. Tolstoy onlardaki kofluğu,
onlardaki şatafat düşkünü beysoylu (aristokrat) süsü püsü bir eldiven gibi çarpsın da
suratınıza…
Aslında bu bir şamar. Ve bu şamar Sofya Tolstoy‟un yüzüne inmek için kalkıyor. Onu
ve büyük davasını hiç ama hiç anlamamış şu karısının… Kadın zaten az çok şeytan sayılır. Bu
şeytanı mutfağa ve analığa kilitlemek en iyisi ya, bu öyle zor, olanaksız ki…
Tolstoy, en inanılmaz, en sapkın, dogmatik tezlerine kılıf geçirme uzmanı. Size verdiği
şey, onun yargısı elinizi güçlendirdi sanıyorsunuz. İşte Tolstoy miti… Tam bir softa… Tam
bir kadın düşmanı… Sanat, müzik düşmanı… Kendinin bile. Kör yadsıma... Ama sizi
elinizden tutup götürdüğü yer, sandığınız, umduğunuz yer değil. Örneğin törenlerinin altında
insanın pestile döndüğü Ortodoks kilise değil. Örneğin, aristokrat sırça köşk, saltanat değil.
Örneğin savaş değil. Örneğin silah, devlet değil. Örneğin erkekcil bakış açıları, kör bilim
düşmanlığı değil.
Ama ne diyordu, biliyorsunuz. Toplum zıvanadan çıktı, sanat, kültür, toplumsal yaşam
„dinsel‟likten uzaklaştı. Allah Allah! Dinsellik diyor bu anarşist. Sofya‟nın buraya itirazı yok
ama okuyor, arkasından gelen tümceleri. O da ne? Tolstoy dinsellik diyor, ama onun dinsellik
dediği şey, „evrensel insan kardeşliği‟. Haydaa! Ne yapsın şaşırmaktan başka zavallı Sofya,
ağır yaralı, yitik Sofya? Durup bir de, Ortodoks Hiristiyanlık ortak paydasından söz etmiyor
mu? Durun biraz, bana kalırsa Sofya‟nın da zaman zaman sezdiği gibi, bir dinsiz mi o? Bir
kararsız, yolunu yitirmiş…
Herkese, insanların güvenle inandıklara her şeye, Kutsal Ayine, Babaya, Çara, Devlete
karşı çıkan bu Tolstoy, kafa karışıklığıyla kaleme sarılıyor. Bir yandan ciddi hastalıklarla
boğuşarak, sık sık, bu son, ölüyorum artık diyerek, ölmeyi isteyerek, ama Sofya‟ya göre
ölmekten ölümüne korkarak. Bunu, bu korkuyu Tolstoy‟a hiç yakıştıramaz.
Bu yazının, kitabın güzelliği Tolstoy gibi bir adamın duygularına, öfkesine,
başkaldırısına tanıklıktan geliyor. Hafife alınmamalı bence. Uslamlama çizgisi, kullandığı
verinin kanıtlamada yetersizliği, vb. vb. onu bir kenara fırlatıp atmamızı gerektirmez.
Yine de içler acısı, iç burkan bir yanı var bu onca emeğe patlamış Tolstoy yazısının, bu
kanıtlama gereksinimi arkasındaki ruh durumunun. Tolstoy‟un bir peygamber kadar
kavrayıcılığını, kapsayıcılığını da gösteriyor Sanat Nedir yazısı.
Sansürlenmiş Rusya‟da. Ertesi yıl, sanırım 1898‟de eksiksiz çevirisi İngiltere‟de
yayınlanıyor.
Yanlış yargılardan başlayıp doğru denebilecek, en azından benimsenebilecek sonuçlara
ulaşan Tolstoy çizgisi, kendi ömrü içersinde geliştirdiği, bir tekniğe dönüştürdüğü bir çizgi.
Kim ne derse desin Tolstoy kendisi gibi davranmıştır. Yanlış, eksik, kusurlu olmaktan,
pişman olmaktan, özür dilemekten de çekinmemiştir. Ama yaşamında onu aşan bir davaya
bağlandığı noktadan başlayarak, dünya malı olmasından itibaren, kişisel ilişkilerinde haksızlık
dozu da zirve yapmış olmalı. Dünyanın dört bir yanından onu anlayanlar vardı ama en
yakınındaki insanların anlayışsızlığı onu dehşete düşürüyordu. Bu yüzden ters davranıyor, en
çok da karısını incitiyordu. Oysa Sofya‟nın istediği, beklediği şey azıcık ilgi gibi gözüküyor.
Telif gelirlerine gelince… Yazı parayla satılmaz, diyen Tolstoy mu dürüsttü, yoksa
çocuklarımın geleceğini düşünmek zorundayım, diyen Sofya mı?
Sanat Nedir? sanki Sofya (gibileri) ile bir hesaplaşma, polemik. Ders verme, uyarı.
Kokmuş, çürümüş beysoyluluğa, emeğe, çalışmaya dayanmayan bütün hayatlara isyan.
Ama biliyorum, asıl isyan Sofya‟ya. Kıskançlık görünürde bunu açıklıyor, ama
görünürde. Bence ahlakının katı çerçevesini kişisel duygularına çokça borçlu olmakla birlikte,
Tolstoy‟un yapıtının kökünü, tepkilerini kıskançlık vb. yeterince açıklamaz. Ama Tolstoy bu,
kişioğlu yargısına pek sığmaz.
Sanat Nedir için kısa bir özet almakla yetineceğim. Tezi çok yalın, polemik kabartıyor
metni. Bundan yineleme, öğretmen edalı bir yineleme geleceğe kalmak endişesini tümlüyor.
Tolstoy gelecek için yazıyor. Yalvaç olduğunu unutmayalım.
Önce, „onca insanın emeğini ve zamanını yalayıp yutan‟ bu sanat ne mene bir şey, buna
değer mi diye sormakla başlıyor işe. Basım işçileri, sahne işçileri, boya üreticileri, vb.
Sonra nedir sanat sorusuna başlangıçtan günümüze verilmiş yanıtları özetliyor oldukça
kabaca. Baumgarten‟le başlıyor, ama daha eskilere açılmak kaçınılmaz. Belli ki birkaç
kaynağa başvurmuş bu özet için. Yani ikinci el bir bölüm çalışması bu... Yanlış mı? Bütün
kaba saba özetler gibi yanıltıcı olabilir diyorum yalnızca. Hiç kuşkusuz tıpkı şiiri tanımlamak
gibi, estetik‟i tanımlamak da neresinden tutarsan orasına göre yapıldığından, bütün tanımlar
doğru, ama bir o denli de yanlış, eksik en azından. Bunun kanıtı da şu ki, hiçbir tanımlama
girişimi yetmez, doyurmaz bir türlü. Ha, Tolstoy‟un işine gelen durum da budur. Bırakın
zevzekliği, çelişkili açıklamaları, sadede gelin, deme hakkı doğuyor kendiliğinden. Bir kanon
var: Phidias, Sophokles, Homeros, Tiziano, Rafaello, Bach, Beethoven, Dante, Shakespeare,
Goethe vb. Öyle bir gelenek ki bu, çizgi tartım çizgisini oluşturur. Cesaret ister bu kanon‟a
diklenmek. „Bütün estetik bu plan üzerine yapılandırılıyor‟ (43) Oysa, „insanlar sanatın
anlamını ancak bu etkinliğin ereğinin güzellik, yani haz olmadığını gördüklerinde
anlayacaklardır‟ (45) Demek ki, put kırıcıdır Tolstoy, işe sanatın ereği: haz özdeşleyimini
kırarak başlıyor. Peki sanatsal üretim sürecinin altına giren o emekçiler ne diyor bu işe?
Onların emeğine kurulmuş bir tuzak olmasın, temelinde güzellik olduğu söylenen sanat
kavramı. (46)
Öyleyse, sanatı doğru kavramak için önce onu bir haz aracı olarak görmekten
vazgeçmek gerekiyor, o insan yaşamının koşullarından biri. „Sanat, yaĢadığı bir duyguyu
karĢısındakilere geçirmek isteyen birinin bu duyguyu kendinde yeniden üretmesi ve belirli
dıĢ iĢaretlerle onu ifade etmesiyle baĢlar.‟ (49) Sanat, insanları aynı duygular çevresinde
birleştiren ilişkiler ortamı. (51) Bu çerçevede sanatın gerekliliğini tartışmak da anlamsızdır.
Çünkü insan yaşamının koşullarından biridir, yinelemek gerekirse.
Ben şimdi burada, durduk yerde sormam gerek ya, sormayacağım, bu çocuk (naif)
yazara, hazzı niye güzel‟e eşitliyor diye. Belki de tüm kuramının Aşil topuğu, en zayıf halkası
bu. –ZK.
Tolstoy‟a göre yüksek beysoylu (aristokrat) sınıf, kullanmasına rağmen kiliseyi, hiçbir
şeye inanmıyordu. İsa‟yı unutmuşlardı. Dinsel dünya görüşünden yoksun kalmışlardı. Bu da
onların iyi ve kötüyü ayırmak için hazdan başka ölçüt kullanamamalarını getirmiştir. İyinin,
güzelin temeline haz oturunca iş zıvanasından çıkmıştı. Sanatın amacı güzeli ortaya çıkarmak,
dendi. (63)
Bir yandan işler böyle yürürken, insanlığın büyük çoğunluğu dışarıdadır. Sanatı başka
türlü yaşamaktadır. Tartışılan sanat kavramı bir azınlığın yürüttüğü züppe retorikten başka bir
şey değildir. Öte yandan insanların yaşamlarını harcadıkları bu sanatsal üretim eylemlerinin
sonucunda, sanat emekçilere geri dönmez. Ama eğer „sanat önemli bir şeyse,-sanata
tapınanların sevdikleri bir deyişle- tıpkı din gibi bütün insanlara gerekli bir ruhsal esenlik
işiyse, o zaman herkes onu kolayca anlayabilmelidir. Sanat eğer bütün halkın sanatı olmazsa,
iki olasılık söz konusu demektir: Ya sanat öne sürüldüğü gibi önemli bir iş değildir ya da
bizim sanat olarak adlandırdığımız sanat önemli bir iş değildir.‟(76)
Ayrıca sanılanın, gösterilenin tersine bu azınlık sanatı içerik olarak da son derece
yoksuldur. Satışı iyidir, satıştır gerçekte (Kanon‟u unutmayalım). Duygularımız çok önemli
gelir bize. Oysa bunlar, gurur, cinsel tutku, yaşamdan duyulan iç sıkıntısı olarak
indirgenebilir. İşte varlıklı sınıfların dönüp dönüp anlattıkları bunlardır. (80) İnançsızlık
kaynaklı yoksullaşmanın yanı sıra ayrıksılaşma, karmaşıklaşma, tumturak, süs püs, bulanıklık,
gizem kaçınılmazdı.
Bakar mısınız Tolstoy‟un verdiği şiir örneklerine: Baudelaire, Mallarme, Verlaine,
Maetherlinck, resimde Pissaro, müzikte Liszt, Wagner, vb. Anlaşılmazlık sanat yapıtının
kötülüğünün göstergesidir onun için. „Yüce sanat yapıtlarının yücelikleri bu yapıtları herkesin
alılmayabilmesinden, anlayabilmesinden gelir.‟(111) İnsanları eğitim düzeyinden bağımsız
olarak etkiler, akli etkinliklerden farklı olarak. Halk üstün sanatı anlar, anlayacaktır,
anlamıştır her zaman.
Seçkinci sanat, beysoyluluğun isterlerini karşılamak için sanata benzer bir şeyler
üretmek zorundadır. Şu yöntemleri kullanır bunun için: 1. Ödünçleme, 2. Öykünme, 3.
Şaşırtma, 4. İlginç olma. (116) Bir heyecanın estetikle ilgili olması için bir insandan ötekine
geçen, aktarılan bir duygu olması gerek. Tabii sanat böyle olursa, bu başa uygun tarak olan
eleştiri de farklı olmaz. „Eleştirmen her zaman sanata kapılma yetenekleri en az olan
insanlar‟dır. Beğeni prototiplerini fabrikasyon üretip yayarlar. Sisteme yardımcı olurlar, onu
güçlendirirler.
Varlıklı sınıfların malı olan sanat hemen meslekleşti, kurumlar doğurdu. Eğitim
sisteminin parçasını oluşturdu. Al gülüm, ver gülüm sistemi çıktı böylelikle ortaya. „Bu üçlü,
yani sanatçıların profesyonelliği, eleştiri ve sanat okulları, günümüzde insanların büyük
çoğunluğunu gerçek sanattan habersiz bıraktığı gibi, sanat adına üretilmiş en bayağı
ürünlerin, en kaba sanat taklitlerinin sanat olarak benimsenmesine yol açtı.‟ (139)
Wagner‟e, Niebelungen operasına biraz daha yakından bakmaya çağırır okurunu
Tolstoy. Ne görkemli kofluktur aristokratların alkışlara boğduğu bu koca ve kof sahne
gösterisi. Tolstoy usta bir anlatıcı olarak Niebelungen‟i öyle özetler ki, gülünç, bozuk, sarkık,
kötü ne varsa beliriverir gözümüz önünde. Bunlar sahte yapıtlardır. Özenti, kopya,
ikincil…Aynı şey Beethoven‟in birçok yapıtı için de böyledir. Flaubert için de. (Ya Balzac
nerede?) Ondan hiç söz etmiyor Tolstoy. Aslında Balzac‟ı da küçümsemesi için birçok neden
var, ama bunlar farklı olmalı-ZK.
„Bir insan başkasının yarattığı yapıtı okurken, dinlerken ya da izlerken herhangi bir
etkinlikte bulunmaksızın ve bakış açısını değiştirmeksizin, kendini o yapıtın sahibiyle ve o
yapıtı kendisinin kavradığı gibi kavramış, algılamış, benimsemiş öteki insanlarla birleştirip
bütünleştiren bir ruh durumu içine girerse, böylesi bir ruh durumunu yaratan yapıt, sanat
yapıtıdır.‟ (167) Sanat yapıtı sınırları yok eder. Hem kişiliğimiz yalıtılmışlığından kurtulur,
hem de başka kişiliklerle kaynaşıp bütünleşir. Sanatın başlıca çekici gücü de burada yatar.
Yani, evrensel kardeşlik duygusuna yaptığı katkıda… Bunu sağlamayan yapıta sanat
denemez. Bunun bileşimi de bellidir: özgünlük, açıklık, içtenlik. Bunların ağırlıkları yapıtın
artamını belirler.
Sanat, daha az iyi, insan gönenci için daha az gerekli duyguları dışlayarak yerine daha
iyi, gönenç için gerekli duyguları geçirir. Duyguların değerlendirilmesinde ise, „belirleyici
olan şey, din bilincidir.‟ (173) Bu din bilinci, toplumda akan bir ırmağın doğrultusu gibidir.
Yaşayan bir toplumun aktığı bir yön vardır ve bunun bilinci, yani akış yönünü gösteren bir din
bilinci. Her toplumda var bu, Tolstoy‟a göre. Demek ki insanın ilerleyişi, dinin
kılavuzluğunda gerçekleşmektedir. Beğenelim beğenmeyelim, Katoliklik, Protestanlık, vb.
kült dinleri değil, ama günümüzün din bilincini kabul etmek zorundayız. Sanat da bu din
bilincini kavrama oranında öne çıkarılmalıdır. Gelelim, din bilinci derken Tolstoy‟un
kastettiği şey şu: „En gelişmiş uygulamasıyla, maddi ve manevi, bireysel ve genel, geçici ve
sürekli gönenç ve esenliğimizin bütün insanların kardeşçe yaşamalarında ve kendi aramızdaki
sevgi birlikteliğinde olduğu bilinci.‟ (176) İsa ve geçmiş zamanların en iyi insanlarının
simgelediği, Dünya Kardeşliği yolu. İşte Tolstoy‟u son anda „ciddi‟ye almamızı sağlayan U
dönüşü. Bizi kiliseye, ritüele sürüklemesini beklerken başka bir yerlere uçurmuştur. Üstelik,
gerçekte çok daha naif, uçucu, basit ve sıradan bir yere. Bu noktada sıkı bir eleştiriye
dayanamayacak denli zayıf temeller üzerinde bir „öngörü‟, bir „vaaz‟ bu. Ama tüm güçlü
söylemler gibi, kapılıp benimsenmeye de o denli yakın. Tolstoy‟u ermişliğin, yalvaçlığın
sınırlarına taşıyan da bu yeğinlik olsa gerek. Çok yaşlı çok çocuk pervasızlığı… Neden
yalvaçlaşamadığına gelince o kökenlerde, kaynaklarda duran ve zamanı gelince başına
kaldıran „kuşku‟nun onu hiç terk etmeyişinde aramak gerek bu nedeni. Bir U dönüşü daha
neden olmasın. Şunu söyleyebilir durduk yerde ve yerle yeksan olur perde: „Hiristiyanlığın
evrensel birlik ilkesi.‟ (177) Bu noktalardan sonra bir tutarlılık, sağlam adımlarla kurulmuş
güvenli bir yoldan, kurtuluştan söz etmek, sanatı, güzeli kavrayabileceğimizi ummak ham düş
olur artık. Hiristiyan ideali geçmişin ideallerinin yerine alçakgönüllülüğü, tevekkülü,
temizliği, acımayı ve sevgiyi koymadı mı? Varsıl kahramanlar yerlerini yoksul Lazarus‟a
bırakmadı mı, Maria Magdalena değil, artık Magdalena‟ydı kahraman, pişman olmuş,
nedamet getirmiş… Evet, sonuç; Hiristiyan bilincinin özü, İncil‟de söylendiği gibi (Yohanna,
XVII,21) her insanın tanrının oğlu olduğunu kabul etmesi ve bu yüzden her insanın Tanrıyla
ve diğer insanlarla birliği‟ olduğuna göre, Hiristiyan sanatının içeriğini de; „insanların
Tanrıyla ve birbirleriyle birlik içinde oluşlarını sağlayan duygu‟ (179) oluşturur. Tolstoy‟a
göre Hiristiyan sanatı iki türe ayrılır: 1. İnsanın dünyadaki konumu ve Tanrıyla ilişkisini
anlatan dinsel sanat, 2. Gündelik yaşama ilişkin, herkesin anlayabileceği, en yalın duyguları
anlatan, evrensel sanat. İlki söz, resim, yontu ağırlıklıyken ikincisi söz yanı sıra, resim, yontu,
dans, mimarlık gibi sanatlarda dile gelir. Örneklere gelince, Schiller (Haydutlar), Hugo
(Sefiller), Dickens (Ġki ġehrin Hikayesi), Beecher-Stowe (Tom Amcanın Külübesi),
Dostoyevski (Ölü Bir Evden Anılar), Eliot (Adam Bede)… Diğer sanatlarda da örnekler verir
Tolstoy. Ama Beethoven (Dokuzuncu Senfoni) konusunda ilkelerini çiğneyecek değildir.
Ölçütünü acımasız uygular: Çöpe. „Toplumumuzda sanat diye adlandırılan şeyin
insanlarımızın ileri gitmesine en ufak bir katkıda bulunmak şurada dursun, tam tersine,
toplumsal hayatımızın iyileşmesinin karşısındaki en büyük engel olduğu görülmektedir.‟(202)
İsa öğretisini gerçek anlamda benimseyemediğimiz için hastayız. Bundan kurtulmanın
biricik yolu da: öğretiyi eksiksiz benimsemek… Üstelik yalnızca gerekli değil, zorunludur da
bu. İnsanoğlu yaşamın ona sunabileceği gönence ancak kendi arasında birleşebildiğine
ulaşacaktır: bütün insanların kardeşliğiyle. Oysa sanat, günahkar kadınlara benzetildi: süslü,
takıp takıştırmış, her zaman satılık, baştan çıkarıcı ve yıkıcı. Yani annelik dışında, doğurma
dışında her şey.
Geleceğin sanatı üst sınıfların sanatıyla ortak yan taşımayacak, yepyeni temeller
üzerinde yükselecektir. İnsanların kardeşliğini vurgulayan bir din bilincini taşıyacak, sanatçısı
halk olacak, para kazanma yolu olmayacak, istilacı bezirganları tapınağından kovacak, savaşa,
silaha karşı duracaktır. Duygularda ayrıksılık, seçkincilik değil genellik, anlaşılırlık;
biçim/biçem konusunda belirsizlik/gizemlilik, karmaşıklık, istifçi büyüklük değil, kısalık,
açıklık, yalınlık…
Hem bilim için de görev farklı değildir. O da toplumun din bilincini kavramak
zorundadır. Bilimi de sanat gibi ayrıcalıklıların eğlence aracı olmaktan kurtarmak gerekir.
Tolstoy son dileği, bilim için de kendisinin yaptığı türden bir çalışmanın yapılması, asıl
önemli olanın dinsel, ahlaksal ve toplumsal bilimlerin olduğunun berkitileceği bir çalışmanın.
Sanat yüce iştir, ne keyif, ne avuntu, ne eğlencedir. Bilinçli bilgiyi duygulara aktaran bir
organdır. „Günümüzde insanların ortak dinsel bilinci, insanların kardeĢliklerinin bilincidir;
insanların bir ve beraber olmak için karĢılıklı olarak birbirlerine atılıĢlarından
kaynaklanan esenliğin bilincidir. Gerçek bilim bu bilincin hayata uygulanıĢının farklı
biçimlerini gösterirken, sanat bu bilinci duygulara taĢımalıdır.‟ (230).
„Sanatın üzerine düĢen büyük görevler vardır: Sanat, ama gerçek sanat, dinin
güdümündeki bilimin de yardımıyla, günümüzde mahkemeler, polis, teftiĢ, denetleme, hayır
kurumları, vb. dıĢsal birtakım önlemlerle gerçekleĢtirilen bir Ģeyi, insanların özgür, mutlu,
barıĢ içinde bir arada yaĢamalarını sağlamalıdır. Sanat zoru, Ģiddeti hayatımızdan
uzaklaĢtırmalıdır.
„Bir tek sanat yapabilir bunu.‟ (230)
„Çağımızda sanatın görevi, insanların esenliğinin onların bir araya gelmelerinde,
birleĢmelerinde olduğu gerçeğini akıl alanından duygu alanına geçirmektir; sanatın akıl
alanından duygu alanına geçireceği bir baĢka gerçek de, varlığını sürdürmekte olan
Ģiddetin egemenliğinin yerini ilahi egemenliğin, baĢka bir deyiĢle hayatımızın en yüce
amacı olarak bizlere sunulmuĢ olan sevginin egemenliğinin alması gerektiğidir.‟ (231)
Bu makaleyi yazdıktan sonra birtakım ekleri de olmuştur Tolstoy‟un. Şiir örneklerinin
sergilendiği ilk ek, arkasından Niebelungların Yüzüğü‟nün (Wagner) özeti, Sanat Nedir‟in
Ġngilizce Baskısına Önsöz (ki Rusya‟daki sansüre değinir bu metinle ilgili olarak).
Tabii Mazlum Beyhan Tolstoy‟un sanata ilişkin görüşlerini içeren diğer önemli
metinleri de kitaba eklemiş. Bu iyi olmuş gerçekten. Yanlış anlamaya yer kalmamış
böylelikle.
Guy de Maupassant‟ın Yapıtlarına Önsöz kendi sanat kuramının bir tür uygulaması,
oldukça kötü bir uyarlaması olarak değerlendirilebilir. Zaman zaten genel olarak Tolstoy‟u ne
Maupassant konusunda, ne de diğer sonuçlarında doğrulamadı. Örneğin, „Bel Ami son derece
iğrenç bir kitap‟, türünden tümceler içeriyor metin. Sokakta, ahlak elden gidiyor, diye
yaygara koparan cühela taifesinden birini bazen Tolstoy‟dan ayıranın ne olduğunu yaman
merak ediyor insan. Ama ayıran bir şey vardır. Hem de birçok şey. Bozuk saat meselesi…
S. T. Semyonov‟un „Köylü Öyküleri‟ İçin Önsöz, Von Polenz‟in „Köylü‟ Adlı
Romanına Önsöz de polemikçi, kışkırtıcı yanlarıyla dikkati Tolstoy‟un ve onun vaazının
üzerine çeken yazılar.
Gogol Üzerine, Çehov‟un „Duşecka‟ Adlı Öyküsüne Sonsöz diğer yazılar.
Kitapta önemli ikinci çalışma kuşkusuz ünlü „Shakespeare ve Dram Sanatı Üzerine‟
adlı yazı. Büyük haksızlıklar içeren yazı, bir kuramın, üstelik çok da tutarlı çatılmamış bir
kuramın uygulamada nasıl vahim sonuçlar doğurabileceğinin de kanıtı. Aslında üzerinde
durulacak çok şey yok. Tolstoy‟un tezi şu: Shakespeare sıradan bir yazar, ondan çok daha
önemli çağdaşları var. Onun önemi kanonik bir söylemden geliyor. Bunda da Goethe‟nin
Shakespeare üzerine yazmasının çok önemli bir yeri var. Şişirile şişirile bir büyük anlatı
üzerine anlatı anıtı dikildi: sahte, aldatıcı bir put. Çünkü Shakespeare dediğimiz şey varsılların
eğlenceliğinden ve ahlaksızlığa övgü düzmekten başka bir şey değil. İçinde Hiristiyanca
hiçbir şey yok elbette.
„Benim, insanlar aslı esası olmayan, hiçbir gerçek nedene dayanmayan sahte
Shakespeare övgülerinden ne kadar çabuk kurtulursa o kadar iyi olur diye düĢünmem
bundandır. Ġlk olarak Ģu nedenle: Bu yalandan kurtulmalarıyla birlikte insanlar, temelinde
dinsellik bulunmayan tiyatronun bugün sanıldığı gibi önemli ve iyi bir iĢ olmak Ģöyle
dursun, en bayağı, en hor görülecek bir iĢ olduğunu anlayacaklardır. Bunu anlayınca da
çağdaĢ tiyatro için insanlarda en yüksek düzeyde dinsel bilinç geliĢtirecek, bu bilinci
berkitecek yeni oyun formları bulacak, yaratacaklardır. Ġkinci olaraksa, bu hipnozdan
kurtulan insanlar, Shakespeare‟in ve ona öykünenlerin tek amacı izleyicilerini eğlendirmek
olan beĢ para etmez, ahlaksız yapıtlarının kimseye hayatı öğretemeyeceğini, temelini
dinselliğin oluĢturduğu gerçek oyunlar henüz yaratılamadığına göre, hayatı öğrenmek için
bambaĢka kaynaklara baĢvurmaları gerektiğini anlayacaklardır.‟(375)
Görüldüğü üzere Tolstoy‟un sanat üzerine düşüncesi (kuramı diyemiyorum) kendi
sanatını açıklamaktan, aydınlatmaktan son derece uzak, ama kendisini açıklamakta iyi bir
kılavuz olabilir.
***
Ditfurth, Hoimar Von; Başlangıçta Hidrojen Vardı (1972), Çev. Veysel Atayman
Cumhuriyet yayınları, Birinci basım, Mayıs 2007, İstanbul, 510s
1972‟de Almanya‟da TV‟de belgesel dizi olarak yayınlanan bu çalışmanın yazarı Hoimar von
Ditfurth psikiyatri ve nöroloji hocası bilim adamı. Diziyi de kendisi hazırlamış zaten.
Evrenin ve canlılığın evrimine özgülediği bu birinci ciltte beni etkileyen sayısız şey oldu
kuşkusuz. Ama ben yöntemsel bakış açısına değinmek, bunun önemini vurgulamak istiyorum. Evrenin
öyküsünün kimi basamakları eksik kuşkusuz, cansız canlı evrim üstelik sıçramalarla yürüyen bir şey.
Burada Ditfurth‟un denediği doğru da görünen yöntem, eldeki evren kalıtını en iyi, tutarlı resmi
oluşturacak biçimde düzenlemek ve bu kuramsal resmi, çerçeveyi olgu dizileriyle doğrulamak.
Bugüne değin okuduğum en iyi evren evrimi fotoğrafını veren çalışmada üzerinde durmak
istediğim, bana yeni esinler taşıyan noktalar şunlar:
1.Bilimin dili sorunu: Bunun yetersizliği ilk kez bu denli açık göründü bana. Sorun
Türkçemizde değil. Hiç ilgisi yok. Dünya dillerinin tümünün de insanın yaşam algı ve
programlarına göre biçimlenmesiyle ilgili daha çok. Şudur söylediğim. Amaçcılık örgütler
insan düşüncesini, dolayısıyla algı yapısını. Yaşamı ertesi güne aktarmak kaygusudur dile
biçimini veren. Metafor da buradan doğdu tam. Bir fazladan.Dil akışta amaç görür. Sanki
evreni çeken bir amacın peşinden sürüklenmiştir evrim ve dil de bunun tanıklığıdır. Dil
böyle yapılanınca Özne baş köşeye oturuyor kaçınılmaz bir biçimde. Oysa Ditfurt‟un da
belirttiği gibi doğanın öznesi olmaz ya da olsa bile bu bizim bilgimizin içinde olamaz. Bu
denli yalındır her şey. Oysa dil bu dileme yüzünden bizi hep şqaşırtır. Bilimi doğru yere asla
koyamayız. Sanırız ki, maddeyi yasalar çekiştirir bir ucundan, evrim insana yürür, ilk
organik hücre insanı taşımıştır bağrında, vb. Bunlar olgusal düzeyde doğru olsa bile, bizi
bulunduğumuz yeri sonul nokta diye görüp geriye bakıyor ve anlatmak zorunda kalıyoruz.
Sorun tam burada. Anlatıyoruz. Dünü bugüne çekiyoruz. Yarını göremediğimiz için noktayı
bugüne yerleştiriyoruz. Sanki 14 milyar yıl bağrında bugün onu bilince çıkaran, özbilinç
taşıyan insanı var kılmak için geçti.
2.Başka türlü olabilirdi: Evet geçmişin anlatısı biriciklik özelliği taşır taşımasına, bir kez daha
yinelenmeyeceğinden, ama bu öykünün başka türlü gerçekleşmeyeceğinin kanıtı değildir bu.
Everenin evrimi başka türlü olabilirdi seçenekler de sınırsızdı üstelik. Ta en başından
başlayarak bu böyle olabilirdi.
3.Bilimin temelini rastlantı/zorunluluk diyalektiği oluşturur: Rastlantının eşsiz, büyüleyici
bir etkisi vardır doğanın tarihinde. En temelde öyle değil de, böyle olması bileşenlerin
„böyle‟ bir araya gelmesiyle ilgili. Bu ikinci maddeyi tamamlayan bir şey.
4.Evrenin evriminin yöntemi mutasyon/selection diyalektiğine dayanır: Değişimin, evrimin
motoru genetik sapmadır. Ayıklama (selection) bunu tümler, ikinci adımdan sonradır ki
genetik sapmanın nedeni olur.
5.Evrim (canlı evrimi) deneylikte (laboratuar) incelenebilir: Evrim deneyliğe sığmaz yanlış
görüşünü artık terk edebiliriz. Bir çok deney, embriyo gelişimi, karşılaştırmalı fizyoloji, vb.
bir çok disiplin evrimin deneylenmesini sağlamaktadır.
6.Evrende başka canlıların bulunma olasılığı yüksektir.
7.Uzay araştırmaları pahalı ve anlamsız görünen girişimlerdir.
8.Evrende başka dünyalara, canlılara erişim olanağı sıfırdır.
9.Kozmik, evrensel ağ stratejisi geleceğimizi belirleyecektir.
10. İnsanı uzaya tüm umutsuzluğa karşın zorlayan, itekleyen şey, denizdeki canlıyı karaya
sürükleyen neden(sizlik)le aynı şeydir.
11. Zeka beyne bağlı değildir (Lederberg).
Bunlar çok önemli vargılar olmakla birlikte kitap bu temel uslamlama çizgisinde U-Rey efektinden,
yaşamın ilk hücrelerine, hücrenin evrimine (bitki ve hayvan ayrışmasını sağlayan ilk farklılaşma),
hidrojenin derişmesinden, atmosfer dönüşümlerinin ilk canlıya yol açan bileşimine, tek hücreden çok
hücreye, bilincin, beynin ve belleğin evrimine varıncaya değin bir çok konuya giriyor, bunları anlamlı
bir bütün içinde tümlüyor (sentezliyor), tüm bu genel fotoğraf yapımında bir „yaratıcı‟ kavramına
neden gerek olmadığını kanıtlıyor. Hiçin var‟a dönüştüğü nokta için bir yorum yapmıyor haklı olarak.
Bu bilim adamının işi olamaz çünkü.
Olağanüstü bir kitap… Bilimin ne denli zevkle okunabileceğini de gösteriyor. Bu bilimsel çatı,
çatma olmadan eylemlerimizi, sanatlarımızı yeterince anlamlandıramayız üstelik.
***
Meriç, Nezihe; Gülün İçinde Bülbül Sesi Var (2008)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Ocak 2008, İstanbul, 114s
Nezihe Meriç ablamla ne yapacağımı bilemedim. Bu kadar güzel bir insan olabilir mi? Hani şu 8
Mart Kadın Emekçiler Günü var ya, o gün benim o günden anladığım çerçevelerde, Nezihe Meriç‟e
adansa yeridir. O bugünün tüm tarihsel anlamını bir insan olarak taşıyor gibi gelir bana. Onu benim
kişisel öğretmenlerimden biri olarak okudum, gördüm ve görürüm. Yaşam okulunda yaşamak üzerine
dersler veren, yazan biri olarak.
Burnu büyük, kıl aldırmaz yazıya kafa tutmuş mu, tutmuş. Kendini yazının içine boylu boyunca
koymuş, artık yazar kim, anlatan kim, öykü dışarıda mı, içeride mi yoksa, yaşıyor muyuz, yazıyor
muyuz, karıştırıyor muyuz, her şey birbirine içine girmiş mi? Girmiş. Yaşam zaten çoksesli bir
patırtıysa işte bu yazı, bu öykülerden bu gürültü patırtı, bu sesi yaşamın, bin türlü, geliyor mu
kulağıma? Geliyor.
Metinde soyutlamanın bu büyük ustası, ki hiçbir okuyana böyle gelmez, bana böyle gelir, soyut
sanatın bu geometrik kurgucusu yazıda açıların peşine düşmüş. Bulunduğum, durduğum yerde yaşam
dediğin, hatta evren dediğin, olsa olsa böyle görünür, hatta bir çok anlatıcı için görünmekten öte
öyledir. Ama hınzır yazıcı, pat bir ayraç açıyor, tam karşıt köşeye iteklemiyor mu beni, başım dönüyor
bu sonsuz köşe kapmacalık ezgilemesinden, açı içinde karşı açı, yer içinde yurtsuzluk, diyalog içinde
sessizlik, doğallık üstünde kurgu, kurulum. Peki nerede öyleyse kurum kurum kurumlanma. Ara ki
bulasın.
Ama ablacım, bu kadar alçakgönüllülük sana bile fazla değil mi?
Onu Klee‟nin yanına koyarım, ama Chagall‟a yakışır. Uçar durur, uçadurur, yakalayabilene aşk
olsun. Çavlanın altında durur da, küçük Nezihe, büyümemekte bu nasıl inat… Ve bilge bir Kızılderili
anası kadar da yaşlı. Sanki dersin, hep böyle yaşlı durmuştur. Ve de yaslı durmuştur… Da, yasa
yaslana dayana gülmelere gelmiş. Nezihe (Meriç) bu?
Öyküsünün ortasında bir çocuk konuşur. Bu çocuk buraya nerden geldi dersin, ilk tepkin bu
olur. Şöyle demezsin: ne güzel konuşturmuş çocuğu. Ne konuşturması, çocuğun, şu minicik varlığın
hayata karşı duruşu orada, görmüyor musunuz?
Kıpırtı Hanım kadar kıpraktır onun yazısı, anlatısı. Canlıdır, ses verir, çok da duyarlıdır. İğne
batırsan hoplar bu yazı. Ay, anam, diye. Bu nasıl bir yazı(dır) böyle ki?
Kara bağlamak için neden mi ararsın? Çok! Nezihe Meriç kaçmaz karayazıdan. Ölümse geldi,
hoş geldi ne desin. Kederlenir nasıl. Ama camın arkasından şu kedinin mav‟ı yok mu?
Her pencere daha büyük bir pencerenin içindedir. Her sözü de daha büyük bir sözün içine
koyabilirsin. Diyeceksin ki, söz kokmaz bozulmaz mı o zaman? Derdin eğer sözse, sözün kendisiyse
tamam bozulur. Kokar bile. Ama sözün özüyle ilgiliysen, sözün ötesiyse peşine düştüğün kuzeyi
şaşırmazsın, sözü söze bağlarken bakmışsın yaşamın battaniyesinin altında boylu boyunca bir sevinçtir
uzanıvermiş, sözüm ona gizli, kıpır kıpır ama, muzip mi muzip, hınzırca, ama her durumda sevgiyle…
Türkü öyküye karışır. Ünlersin dağlara doğru. Kentli yalnızlık „bir yelpaze gibi‟ (Cemal Süreya)
açılır. Rengarenk bir tavus kuyruğu. Bu kuyruktan bir yüz düşer, kırılan bir göz çizgisi damlayıverir,
ama şu eller, nerden de çıkıverirler birden, nerden ne sokulurlar birbirlerine de, sıkı sıkı tutunurlar da,
elden ele, elele, bu ne mene bir sevinçtir. Gencecik kızlar gelir, elleri üzerinde hop kaldırıverir
uçuverirler bir salıncak gibi Nincik‟i, çaya, çayın derin kokusuna. Bu kardeşlik, bu insanlık, bu
sevgidir Nezihe Meriç‟i kendisi yapan.
Ya Kent? Ya yalnızlık? Buruk, kırık şu öykü… Ya yitirilmiş olan? Bir daha‟sı yok bunun, bir
daha‟sızlık? Vay canına! Bu nasıl derişim, bu nasıl keskin görü, bu nasıl kavra(n)mışlık.
Bu öykü aldı başını gitti. Toparlamak gerek (43)
Tam buraya not (45) üşürmeli. Tam buraya. Yazarın sıkıntısı vardı. Şu. (47) Doğuracak ya. Öyle
bir tan gelir, kızıl desen, koyu bir tan. Aç aç oku, yaşadığın da var içinde, kaçırdığında. Hüzündür
gerisi. Offf!
Razıyız ya aslında, başka türlü olmazlanmasından, bu kadere razıyız ya, razı olmasak ne yazar
ki, buruşuruz böyle. Ne kederdir bu. İki orta yaş erkeği asılır rakı şişesine. Kazandığın senin olsun,
yitirdiğini anlat bana.
Kadın ve Erkek… Bütün öykülerin altındaki çıtırtı… Bu tohum çatlarsa ne çıkacak ortalık yere.
Bu değil ya önemli olan, bu çıtırtının müziği. Bunun sesi. Gerisi sana kalır. Hepsinden, her şeyden
sonra yine de kalın kalın kalan, süren şey var ya, işte odur insanın yüreğini kıyım kıyım kıyan, insanı
soluksuz bırakan.
Yukarıda demiştim zaten. Kapılı öykü. Evet, kapının neresinde durursan yazı oradan bakar.
Kapıya göre konuşlanır, uzanıverir artık nereye olursa.
İnsan insanın içini hiç bilemeyecek de, bu bilememekte, bu yarım kalmışlıkta en güzel
dokunuşlar, sevgiler uç verir. İş, ustalık bunu görmekte bile değil, göstermekte. Göstermek deyince
aklıma biri geldi yine: Nezihe Meriç. Ablam.
Sonra otur da Cemal Süreya‟nın hani adam, kadın ve çocuklu bir şiiri vardı, durakta bekleyen
ailenin şiiri, onu oku. Sonra dön, Anne, Baba, Küçük Kız öyküsünü oku. Sonra mı? Otur ağla istersen.
Kaldıysa gözünde yaş…
Bir an‟a, anlara geldik dayandık mı? Olacağı buydu. Bu sonsuz görünen yaşam o bir anın içinde
tomurcuklanır, hatta ölür bile. İnanmazsan Nezihe Ablama sor!
Dile gelince. İşte bunun dili, Türkçesi. Zaptürapta gelmez, esinli, hatta neşeli diyeceğim. Ama
baş edilmiş, uysallaştırılmış, geme alınmış…
Yapı falan derseniz, o ne ola ki? Boşverin bunları. Siz Nezihe Meriç okuyun en iyisi.
***
Tunç, Ayfer; Aziz Bey Hadisesi (2000)
Yapı Kredi yayınları, İkinci basım, Nisan 2002, İstanbul, 134s
Ayfer Tunç‟u okumak özel bir deneyim, serüven. Geriye doğru, düzensiz okudum. İyi mi oldu,
kötü mü bilemeyeceğim. Beni ikinci kez, hem de çok kısa süreler içerisinde, ikinci kez okumaya
zorlayan yapıtları, başucu yazarıma dönüştürüyor, dönüştürebilir onu.
Çünkü daha elime aldığım herhangi bir yapıtını bitirir bitirmez belleğimin ilk yaptığı,
okuduğunu gerekli alana yerleştirmek değil, silmek oluyor. Bu ilginç! Bunun üzerinde düşünmem
gerekiyor. Genellikle ruhsal bir tepki biçimi olarak görülebilir bu. Yüceltme (sublimation) etkili
olabilir bunda. Öyle yüceltmişsindir ki varlık katına inmiş, içgüdüsel savunma tepkileri verir
olmuşsundur. Yoksa bu yüce, bu büyük, bu görkemli yapı ezip geçecektir seni. Bu yazardan, onun
yazıdan anladığı şeyden asla kaynaklanmıyor. Tersine, Ayfer Tunç öyle bir yazar değil, aralıkların,
eşiklerin, gölgelerin, unutulmuşluğun, çekinikliğin, gizliliğin yazarı. Bu nedenle olsa olsa o dünyayı
gözünde büyütmüş, ezici kayıtsızlığıyla baş edememiş olabilirdi. Hayır, bunu da savlamıyorum. Okur
olarak benim Ayfer Tunç algımdan söz ediyorum. Belleğimin onun yazısına tepkisinin
kaynaklarından. Bu yazının sızma, derinlere inme gücü, benim baş edebileceğimden çok olmalı ki,
savunma düzeneğim ayaklanıyor.
Evet, belki de bu durum sızlanılması gereken bir durum değildir. Belki hoş olan budur, bu
heyecanı duymaktır. Eninde sonunda yaşamla yüzleşmenin ve bu bekleyişin heyecanını…
Bellek silmesine siliyor ama neyi? Bu onun öyküsünde olmayan şey mi yoksa? Yanılıyor
muyum? Onun anlatısından bende kalan ve içimde bir yerde duvarımdaki eksik tuğlanın sonunda
yerine konulduğu duygusunu yaşatan bir „tümlenmişlik‟, bir „olgunlaşma‟ içsel deneyimi söz konusu.
Onu okuyanın, kendi benliğine ilişkin artımlar, çoğalımlar izlenimini, birçok şeyin yanı sıra edineceği,
sürükleyeceği düşüncesinde ısrarlıyım. Çünkü anlamlandırmaya, usa sığdırmaya kalktığımızda
yetersiz kalan bir şeyler oluyor, kalıyor hep. Ama daha kötüsü, belki de iyisi, ussal kavrayışın
yetersizliğine ilişkin bir üst (meta) kavrayış getirmesi, bizi „yaşanmışlık‟ diyebileceğimiz bir yetimlik,
hatta yetmemişlikle ilgili bir olanaklılık alanı açması. Yaşamın nabzı onun gösterdiği yerde, en sayrı
yerimizde ataduruyor, üstelik gittikçe şiddeti artarak. Yani, dışarı‟nın, olağanın, gündeliğe sığmayanın
öyküleri bunlar. Ama gerçekten öyle mi? Bunlar marjinal insanlar, marjinal dünyanın gözümüzden her
an kaçabilecekken, işte Ayfer Tunç yüzünden bu denli etkili ve çarpıcı biçimde önümüzde beliriveren
insanları mı? Bunu söylemek nasıl da zor? Zor çünkü nabzımızın atışını duyumsadığımız ve bizi allak
bullak eden, ürküten parçamız, organımız, aynı zamanda bizim hayatımızın da parçası, hayatımızın ta
kendisi değil mi?
Demek ki, yaşam dediğimiz şey azlık üzerinden kavranabilir. Çokluk çoğu kez bu kavrayışı
örtebilir bile, görünmez kılabilir. Bu büyük yazarların kötülüğü (!) de biz sıradanlar için burada işte.
Unutmak istediğimiz şeyi unutturmuyorlar bize. Bizi bunları görmeye, Aziz Beyi görmeye ve onu
anlamaya zorluyorlar. Bizi belki „iyi insanlar‟ yapmaya değil ama, başka olanakların da olduğu, başka
türlüsünü seçebileceğimiz konusunda uyarıyorlar. Bizi bu dertle, yaşam derdiyle ve onun yükünü
taşımamız sorumluluğu ve sorgusuyla başbasa bırakıyorlar.
Peki, hiç de böyle bir savı yokken Ayfer Tunç ahlakçı bir yazardır, desem ne olacak? Aslında
değil, ama bizi görmeye ve taşımaya zorlayarak da, tam böyle.
Bir yazar bunun için iyi yazardır. Sizi ikircimde bırakır. Öldürmez öldürmesine ama yaşadığın
şeyle yüzleşmeye zorlar seni. Kaçınılmazdır bu. Neyin nesi olduğunu sormak zorundasın kendine.
Evet, şimdi geldik, Ayfer Tunç‟un gözümdeki yücelişini pekiştiren şeye. Hayır, diyor size bir
şey öğretmiyorum. Bakın bu da var. Algınızı farklılaştırın, göreceksiniz… Onun gösteriminden
kurtulamazsınız. Yazısı zorlayıcıdır, bu yumuşak, savsız, ironisiz, uysal yazı dipten dibe direniş
örgütler. Yılmışlık ayaklanır, yaşamı başka türlü okuma üzerine bir öneri olarak kitap suretine girer,
önümüze gelir.
Bir tür toplayıcılıktır (koleksiyonculuk) bu. Özel türden yaşamlar derlemeciliği… Zaman da
toplanabilir. Onun da artıkları vardır. Zamanın da gereksiz(leşmiş) nesneleri, gölgeleri vardır.
Üzerinden atladığımızı sanmışızdır. Ne büyük yalan. Fotoğraf canlanabilir. Olmadığı şeyi taşıyabilir.
Peki ya geçmiş özlemi (nostalji)? Hayır, derim, burada o, malzemelerine bakan bilim insanı
gibidir. Melankoli? Sanmam. Melankolinin yazınsal deneyimlerine hiç de yabancı olmayan bir duruşu
var kuşkusuz yazısının, ama bu anlatı için yetmez. Bir yazı duruşu sağlamaz gerçekte melankoli.
Acımasız, sert, sabırlı, duygusuz görünme pahasına „metne bağlı‟ olmak kaçınılmazdır. Yazısının sıkı
ama görünmez disiplini kanıtıdır bütün bunların. Ağlayarak görüntünün bulanmasını istemez Tunç,
yansılamaz. Doğalcı olmadığını söylemeye gerek yok. Daha çok önerdiği yol arkadaşlığıdır. Okurunu
alır, birlikte yürümektir niyeti.
Anladığım şey, Türk yazınının sağlıklı, özgün birikimlerini çok iyi birleştirmiş oluşudur Ayfer
Tunç‟un, yazısından. Ama yalnızca bir bireşim olarak, yetkin bir sonuç olarak görmek büyük haksızlık
olur. Yine de arkasında duran ve genelde sessizliğe bırakılmış bir kadın yazarlar ırmağı var. Onların
kattığı şeyler duruyor.
Aziz Bey Hadisesi, bu uzun öykü Karay çağrışımları bir yana, yazınımızın en güzel
öykülerinden. Bir kez daha biliyoruz ki, yaşam daha çok yapılamamış şeylerden örgülenir, eksik kalan
bir şeydir, bir kez daha yaşanamayacak olanın kolay sindirilemeyecek tortusudur, baskın bir hüzündür,
ki o noktada kimse bunu anlatamaz. Tunç‟un yaptığı türden, „anlatılamayışı anlatmak‟ dışında…
İşte buydu demek istediğim. O bir şeyin, bütün bu şeylerin anlatılamayacak yanına işaret ediyor.
Sözü aşan, dışında kalan şeye… Hem de bunu sözle yapıyor. Söz de bu yüzden sözdür zaten. Kendi
ötesine uladığından, kendiyle yetinmediğinden, sanat diyebileceğimiz bir şeyi doğurarak. Keder de
varsa burada. Anlatılamaz, yaşanır bunlar, demeden asla, neyi yaşadığımızı tam bilemeyişimizden
gelen bir keder. Keder de sözle taşınır, yaşam gibi. Bir tek, sözle…
Ayfer Tunç‟un imge dolabı, gardrobunun bir yazınsal çetelesini çıkarmalı. Belli bir zamana ve
yere bağlı görünüyor. Bir coğrafyası, tarihi var imgelerinin. Bu anıyı neden ve hangi hakla taşıyor,
diye sormak istiyorum. Bu imgeler benim de bir coğrafyamın, tarihimin olduğunu, üstelik aynı giysi
dolabından giyindiğimizi kanıtlıyor durduk yerde. Ne kadar hüzünlendirici ve acı verici bu. Ve
doğru…
Yoksa bunlar artmış olanların, yaşamdan artmış, sarkmış, geride kalmış olanların değil de,
benim öykülerim mi? Yoksa… Yaşamın artıklarından, sarkmışlarından, geride kalmışlarından biri de
ben miyim? Gel de çık işin içinden. Çıkabilirsen.
Kırmızı Azap (1996) Ayfer Tunç‟un düşlemsele çok da uzak durmadığını gösteriyor. Bu
olağanüstü, emek, ter ürünü öyküleri sıralıyorum yazılış yıllarıyla:
Aziz Bey hadisesi (1999), Kadın Hikayeleri Yüzünden (1999), Soğuk Geçen Bir Kış (1998 ), Kar
Yolcusu (1999), Mikail‟in Kalbi Durdu (1997), Kırmızı Azap (1996).
***
Grossmith, Weedon/George; Önemsiz Bir Adamın Günlüğü (1892), Çev. Kaya
Genç
İletişim yayınları, Birinci basım, 2007, İstanbul, 254s.
Punch Dergisinde (Kuruluşu 1841), 1888-89 yıllarında yayınlanmış yazar George,
ressam Weedon Grossmith kardeşlerin İngiliz esprisinin kaynaklarına işaret eden kitabı:
Önemsiz Bir Adamın Günlüğü. Sanırım Anglo-Sakson kültüründe anlamlı bir yeri var ve bir
İngiliz biraz Charles Pooter‟a bakarak kendini doğrultuyordur.
Kuşkusuz bu ironi katmanıdır ve bunu en iyi geliştirmiş halk İngilizlerdir diyeceğim
neredeyse. Gogol‟den sonra Rusça pek sivriltmedi kendisini. En iyi bilenmiş dil kuşkusuz
İngilizce. Türkçe henüz kendine bakıp da deşmedi. Türkçemiz, bayrağımız bakalım ne zaman
dokunduğu yeri cozurdatıp yakacak.
Ortalama tipin ölümcül ahmaklığının sağladığı avantajı çok yabana atamayız sanırım.
Bu iki kardeşin keskin görüsü, bence sahne sanatlarıyla, gösteri dünyasıyla yakınlıklarından
kaynaklanıyor. Onlar sahnede yaşamı sürekli ayrıntılarda gözlemek, yakalamak ve yansıtmak
zorunda kalmış olmalılar. Bu onların tepkisel duyarlıklarını geliştirmiş olmalı. Bununla metin
bu duygu tonunu yakalayabiliyor. Ben Türkçede bile Kaya Genç sayesinde yakalanabilen bu
biçemsel sıradanlığı güvenlik savunmasıyla ilintilendiriyorum. Huzurun bedeli bir bakıma
ahmaklıktır. Konformizm de sürekliliğini sağlayabilmek için çırpınıp durur. Bir sonraki
kuşak, çocuklar bile tehdit gibi dururlar. Yaşam hep bir şeylerin yolunda gitmesini engeller.
Serinkanlı ödenmiş bir bedel heyecanın yitmesine yol açsa bile geleceği güvenceleyebilir.
Orta sınıf İngiliz bu savunmada kendini çok da yanlış görmez. Ama yine de sapmanın
gerekçelerini, dayanaklarını içeriden çok dışarıda arar. İçerisi savunulması gereken kaledir.
Kolay elde edilmemiştir bu kale. Kolay da teslim edilemez. Kendini alaya alma bir tür
hafifletici, yatıştırıcı etkisiyle olanaklıdır. Dil burgaçlanır şöyle bir, tam bu noktada.
Dolayısıyla yerinden oynamış dille insan da yerinden oynar. Bay Pooter değilse de Bay
Pooter‟ı anlatan bu iki kardeş ne yaptıklarını fena halde bilir, ama paniğe kapılmazlar.
Heyecanlanıp sözün etkisinin sıfırlanmasını istemezler. Hatta saflığa vurur, budalalığa prim
verirler. Sonuçta metin başkalarınca okunmalı, aktarılmalı, zamanı aşmalıdır. Bu tip(leme)
konformist öykünün odağına yerleştirilir, olay örgüsünün düğümüne dönüştürülürse kurgu
mizahı ve eleştiriyi yıkabilirdi. Oysa önemsiz bir tarihte, önemsiz bir yerde, önemsiz bir
adamın önemsiz sakarlıklarıyla evrensel izlek mostra verebildi. Görünen o.
Kuşkusuz klasik biçem, parlak söylem, sürükleyici kurgudan söz eden yok. Ama
yazanın amacı da bu olmamış hiç. İyi ki de olmamış. Yoksa eleştiri yolunu yitirmiş şaşkın
tavuğa döner, bu etkiyi gerçekleştiremezdi. Punch Dergisinin hangi mizahı yaptığı da buradan
çıkıyor. Bir kişisel insan davranışına bağlı belki çok da gülünç espriler, gaglar değil, ama bu
benzer kümelenmelerin ortak duyusu, paydasını ele veren, ele geçiren özsel mizah. Bir sınıf
davranışı olmasa bile bir toplumsal grup, alan davranışı. Toplumsal bir tepkeye dönüşmüş,
kendini dayatan ve rastlantısallık ötesi bir „koruma, muhafaza‟ çabasının traji-komik deşifresi.
O zaman düşünmeden edemiyoruz işte. Vay canına, aynaya baktığımda yalnızca
kendimi görmekle kalmıyor, arkamda beni yapan tüm bir toplumsal varlık katmanının izini
sürebiliyorum. Doğrusu kendimi bir an babama benzetiyorum (Ayfer Tunç; Aziz Bey
Hadisesi), bu bir yandan da dehşet verici, hoşluğu yanı sıra. Ona karşı çıkarak kendimi
yaptığımı, kişiliğimi güçlendirdiğimi sanıyordum ya…
Alain de Botton Görmek ve Bakmak Üzerine son denemesinin ilk yazısı da tam bununla
ilgiliydi işte. O şu sıkıcı İsviçre Cenevre‟sinin insanı güvende duyumsatan güzelliğine
dokunduruyordu. Bu güvenceyi yedeğe aldıktan sonra bu kahraman (!) insanoğlunu
tutamazsın, yelkenlerini rüzgarla dolduracaktır. Yeter ki şu sıkıcı Cenevre‟si arkada bir
yerlerde duruversin, onu beklesin. Odysseus da eşsiz serüvenlerini biraz o bekleyenlerine
borçlu değil mi? (İthaka‟da yolunu gözleyen karısı Penelope). Tamam Bay Pooter tek gözlü
kikloplarla savaşmıyor ama bazen tam da gediğine oturttuğu espriler yapıyor işte, çoğu kez
esprilerine yalnızca kendisi gülse bile.
Bu çok yalınkat görünen metin çok özenli bir okumayı şunun için hak ediyor: ancak
böyle tadına varabilirsiniz. Unutmayın bunu yazan kardeşler Tristram Shandy‟yi okumuştular
büyük olasılıkla ve Lewis Carrol çok uzaklarda değildi. Unutmayalım, Thomas More‟un da
bize çok katı bile gelse ironik bir mizah anlayışı vardı ve espri, uğruna ölünebilecek kadar
ciddidir. Swift‟i, Defoe‟yu saymıyorum bile. Henry Fielding‟i de unutmadım. Joyce‟sa bu
geleneğin izinde armut dalında karpuz gibi durmuyor elbette.
Hoş, anlamlı bir kitap. Türkçede bir kazanç sayılır. Kendimizi tanımada çok yardımcı
olabilir. Bugün ülkemizde bu tipler, yaygın tipler var. Behiç Ak çizgileriyle (Cumhuriyet
Gazetesi) bir tipoloji oluşturuyor ama yazımız, yazınımız ne yapıyor çok merak ediyorum.
Neden şiir yıllıklarını okurken olmayan bir yerde, olmayan bir zamanda, olmayan
duygulanımlar içerisinde görüyorum kendimi (birkaç kişi dışında) ve anlatılarda aynı şey…
Toplumun bedeni, çapı küçüldü. Bireylerin düşlemi buna bağlı olarak daraldı, sığlaştı. Birey
(!) zekadan kurtuldu, buna ne kadar kurtuluş diyebilirsek…
Çok yazık.
***
Arsel, İlhan; Şeriatçıyla Mücadelenin El Kitabı (2008),
Kaynak yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 84s.
Arsel‟in çalışmalarında beni sinir eden şey tekniği. Afişleme yapıyor.
Kötü mü bunu yapması. Aslında iyi. Militan bir tavır da söylemin parçası biliyorum.
Ama ben „ajite‟ edilmesi gereken biri gibi görülmekten hoşlanmıyorum. Dolayısıyla bu tür
çalışmalara uzak durmalıyım.
İkinci bir sorun da, daha önemli olarak, şu:
Biz genellikle İslamcı, dinci yaklaşımların kurnaz bir kaynak kullanımı politikası
izlediklerini biliriz. Bu kanıtlanmıştır da (Bkz. Turgut Özakman.) Şimdi Arsel‟in kaynak
politikası eleştirdiğimiz politikanın aynı. Bir çalışma yandaşın kaynaklarıyla güçlenmez ya da
ikinci elden kaynaklarla. Kaynağın titizce seçikleştirilip, özenle kabul edilebilirliğinin
sağlanması gerek. Üstelik Arsel tezleri açısından birincil kaynak sıkıntısı yok.
Sıfır numara sokağa seslendiğinden olacak, bir „budalanın‟ bile anlamasını sağlamak
için bitmez tükenmez yinelemeler, gevelemeler dolu çalışma. Belli ki bir ara çalışma. Ne
olursa olsun, o zaman bir tablo yaparsın, sav bu, gerçek bu, kaynak bu dersin, olur biter.
***
Bayramoğlu, Zeynep; Huzursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler (2008),
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 192s.
Beni doyurmayan, bunaltan çalışmalardan biri daha… Kariyer zaten dünyayı etkisi
altına almış postmodernizm kasırgasıyla, anlamını yitirmiş çoktan. Bayramoğlu kim, ne
bilmem.
Yazınsal çözümlemeyi ilginç, egzantrik tezler dolayında laf ebeliği oyunu gibi görmek
moda oldu, ayrımındayım. Ama katlanamadığım şeyin kaynağında Tanpınar tezleri
diyemeyeceğim, yargıları var zaten. Tanpınar, eleştirel bir yazın ortamında olağanüstü bir
katkı olarak sivrilebilecekken, çorak, eleştirisiz, inanç temelli bir toplumsal bağlamda bir
fetişe, külte, hatta tabuya dönüşmüştü yıllardır. Bu nedenle, daha önce de yazmıştım, onun
beylik yargıları denli zararlısı da olmamıştır Türk yazını için.
Tanpınar hiç kuşkusuz yetenekli, yaratıcı ve bir çelebi. Bunlar ayrı şey. Ama boşluğu
görmüş, temellendirilmemiş ama kapsayıcı yargılarla bu boşluğu doldurmuş, herkes
kurtarılmışlık duygularıyla dört elle sarılmışlardır Tanpınar yargılarına, yoksa önyargıları mı
demeliydim.
Kesin olan, Tanpınar yargılarının o güne değin üretilmiş, kendi içinde en tutarlı,
açıklayıcı ve kapsar tezler oluşu. Ama bunlar tartışılması, yanlışlanması gereken tezlerdi, ama
daha Tanpınar „bohem‟ marjinalitesiyle bir yanlışlama kaygısı duymamışken, bunu
ardıllardan beklemek düş görmek olur.
Şu Doğu/Batı karşıtlamı… Ne çok gevezelik üretilmiş, nasıl da ciddi ciddi tartışılmış,
insanlar çok önemli şeyler söylediklerini düşünerek ahkam kesmişler. Ama bu ikilem, birçok
açıklayıcı ikilem gibi sıkı bir eleştiriden geçirilmemiştir. Sanki Osmanlı-Türkiye yaşamıştır
bu özgül deneyimi. Sevsinler. Yanlış, anlamsız şeyler bunlar. Bizim bir Edward Said‟imiz, bir
Terry Eagleton‟ımız yok. Bu.
Tanpınar geçmiş ve güncel Türk yazını için iyi ki bir şeyler söylemiş de, bize de
çiğneyecek sakız çıkmış böylelikle.
Efendim, Sayın Bayramoğlu ilk çalışmada Huzur (Tanpınar) romanının müzikal yapısı
üzerinde bir tez geliştiriyor. Bir ayağı Beethoven, yanılmıyorsam 4. Yaylı Çalgılar Kuarteti,
ötekisi Dede Efendi‟nin yine yanılmıyorsam Ferah Feza Saz Semaisi. Bu tür tezler Batıda da
ileri sürülmüştür. Ezgisel tınıları olan metinler yok değil (yeni roman,örn. Sarrault, Huxley,
vb.). Bir metin sessel ve biçimsel bir özellik vurgusu yaparak mı müzikalleşir, yoksa müzikal
yapıya uyumlu bölümlemeleriyle. Bu biraz saçma bir tartışma. Yandaşı olmak istemiyorum.
Ha, Tanpınar‟ın Doğu/Batı ikileminde, aradaki boşlukta tedirginliğin, gerilimin yazarı olduğu
savı dikkate değer. Ama bilim adamı titizliği, araştırma, emek istiyorum ben. Bilimsel
yaklaşım, tutumdur beklediğim.
Dedim oldu‟ya katlanamıyorum. Gaz alıp gaz vermeye. Ortalık pis kokudan geçilmiyor.
İkinci bölümse, elbette Cumhuriyetin düşkırıklığının acı eleştirisi olarak nitelenen
Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile ilgili. Müzikal tümlük, uyum yitmiş (yani Doğu/Batı
Tanpınar: Huzur sentezi), Cumhuriyet bu uyumu, huzuru bozmuş, yozlaştırmıştır. Bu nedenle
Saatleri Ayarlama Enstitüsü bölük pörçük bir yapıda, ironiktir. En azından, Tanpınar‟ın
eleştirisini başka ve kabul edilebilir çerçevelere çekmeye, yatıştırmaya, uyuşturmaya çalışan
bir anlayış payını almış oluyor. Bence Bayramoğlu haklı. Bu Türk yazınının en iyi
romanlarından, birkaç karayergi başyapıtından biri olan yapıt, „cumhuriyet‟e itirazı gizli
kapaklı bir dille temellendirmektedir. Başka türlü okunamaz, anlamlandırılamaz. Adını
koyalım. Ha, bu özelliğini yüceltiyorlarmış… Ne yapalım. Yüceltsinler. İdeolojik şarkılar
bunlar. Bunların sıkı eleştirileri yapılmalı. Ama en önce bu köklü, sarsılmaz denilen beylik
yargılarla (birçoğunun kaynağında da Tanpınar var) savaşılmalı. En az Tanpınar kadar ciddi
olmalıyız.
***
Sadeghi, Cafer Modarres; Ben Sabaha kadar Uyanığım (1992/2004), Çev. Maral
Jefroudi
Metis yayınları, Birinci basım, Nisan 2007, İstanbul, 149s.
İki uzun öykü ya da kısa roman içeriyor kitap. Gavhuni (Bataklık, 1992) ve Man ta Sob
Bidaram (Ben Sabaha Kadar Uyanığım, 2004). Sadeghi İranlı bir genç (?) yazar (Doğ.1954)
İran‟ın önemli yazarlarından olduğu söyleniyor.
Aslında Batılı ve gelişmiş bir yazı tekniğinin sahibi olduğu çok iyi anlaşılan Sadeghi
(Sadık), Gavhuni‟de bir Batı izleğini (Baba/Oğul) düşsel bir kurgu içerisinde aktarıyor. Çok
da keyif almadığım öykü gevşek dokusu, ucu açıkta kalan örgüsüyle fantezinin sınırında
duruyor. Ben açıkca İran gerçeğinin yazıyı sindirdiği izlenimi edindim, demekle haksızlık
yapmayacağımı düşünüyorum. Belki alegorik bir sıçrama yapmıyoruz, ama epeyce bir
soyutlamayla „mesel‟e, klasik doğu öyküsüne yaklaşıyoruz.
Bence ikinci öykü daha modern ve eleştirel… Yazar biraz daha cesur. Yine toplumsal
bağlam yeterince iz bırakmayacak siliklikte. Ama bilen gerekeni anlayacak, çıkaracaktır.
Toplumsal çürüme daha derin yaşanmaktadır, çünkü insanlar açıktan ikiyüzlü olmaya ve
davranmaya zorlanmaktadır. Bu durumda takım elbise ve kravat için söz veriyor olsa da
öykünün kahramanı, babasının istediği gibi biri olacağını söylese de, bunu yapabilmesi için
gerekli „ertesi gün‟ hiç olmayacak, gece hiç bitmeyecektir. Üstelik bu gece sessiz, kıpırtısız,
yaşam belirtisi vermeyen bir gecedir. Karasu‟nun da bir gecesi vardı.
Meryem‟le, onu anlayan, yalana tanıklık etmiş ve uyanmış Meryem‟le gece hiç
bitmeyeceğinden, düşlediği gibi evlenemeyecektir. Bu gece sonsuzdur. Tıpkı gecede saklı
yalanın sonsuz olduğu gibi.
Bu kitap varsa gücünü burada belirtmeyi kaçınılmaz görüyorum, çevirisinden
almaktadır. Olağanüstü güzel bir çeviri bu… Hem de büyük olasılıkla bir İranlı çevirmen:
Maral Jefroudi. Türkçeyi bu yetkinlikte, yaşamsal gücüyle ve ruhuyla nasıl kavramış olabilir.
Bence Jefroudi tarafından has Türkçe yazılmış bir anlatı bu.
Sodeghi hakkında bir yargı verebilmek içinse yetersiz bir okuma. Batıya karşı gelişmiş
bir duyarlık hissediliyor, makamsal olarak doğu perdelerinde tınlasa da yazı.
Şu da bir gerçek ki, İran kültürü derin, boyutlu bir kültür. Belki de Türk kültüründen
daha çok işlenmiş, kavrayıcı. Türklerin Farsça öğrenmesi kolay olmalı. Neden böyle seçmeli
izlenceler yoktu Türk ortaöğretiminde. Ben Farsça, Arapça öğrenmek isterdim açıkcası.
Mevlana‟yı, Sadi‟yi, vb. okumak için.
***
Suarez, Andre; Üç Ölümsüz: Tolstoy-Baudelaire-Cervantes (1910), Çev. Tahir
Yücel
Hece yayınları, Birinci basım, Kasım 2007, İstanbul, 247s.
Tolstoy‟u çağdaşlarıyla anlamak olanaksız bunu öğrendim. (Romain Rolland bile bunun
içinde bence.) Hece Yayınevinin kapak sayfasında şişirdiği bu Suarez (yanılmıyorsam
Fransız) tıpkı daha önce okuduğum Rus Çestov gibi Hristiyanlık zemininde Tolstoy
düzeltmesi yapıyor. Kesin olan, Tolstoy‟un paçalarına yapışan bu asalaklarla çoktan
hesaplaşmış olduğudur. Rus Kilisesi son nefesine kadar onu yola getirememiştir. Suarez
gibilerinin hiç şansı yok bu durumda.
Dolayısıyla okunmaya değmezdi. Kendini ilk sayfalarda ele vermişti.
***
Tunç, Ayfer; Kapak Kızı (1992),
Can yayınları, Dördüncü basım(Yeniden gözden geçirilmiĢ), 2005, İstanbul, 243s.
Kapak Kızı 1992‟de yayınlandı. Ayfer Tunç 2005 Can Yayınları baskısına bir sonsöz
ekliyor: Kapak Kızı‟nın Yeniden Yazılışı Hakkında Birkaç Söz.
Yeniden sözcüğünü düz anlamında yorumlamayın, aslında birçok yönden ilkyazıma
bağlı kalınmıştır, demeye getiriyor Tunç. Saygı duyuyorum kuşkusuz. Şöyle diyor: „Neden
yeniden sözcüğüne yüklediğim geniş anlamda yeniden yazmadım? Bu, ilk Kapak Kızı‟nın
sözü savuran haliyle kalması ve geniş anlamıyla yeniden yazılmış Kapak Kızı‟nın başka bir
metin haline gelmesi demek olurdu.‟ (243)
Bu Ayfer Tunç‟un ilk kitaplarından biri ve ilk de romanı olmalı. (Daha sonra da romanı
denemedi yanılmıyorsam.) İçeriğin biçim ve biçemle uyumuna, birbirlerine verdiği açık
desteğe rağmen, bunu altı çizilmesi gereken bir özellik olarak vurgulamayacağım. Sonuçta
yazardan ve taşıdığı yazı duygusundan, keskin duyarlığından (kökleri çocuk, gençlik
özyaşantılarına değin inen) söz etmek bir şeyleri yinelemek olacak. Ayfer Tunç bu anlamda
sıra dışı zaten…
Anlam, içerik katmanlarına gelince burada çok da yeni bir şey olmadığını, bu içeriğin
biçime dönüşmesinde doğum süreci ciyaklamalarının, cıvıldamalarının, sancılarının daha
önemli olduğunu, aynı zamanda daha anlamlı olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Demek
istediğim, deneyleri, deneylemeyi öne çıkaran bir yazar Ayfer Tunç. Onun serinkanlı,
yumuşak duruşuna çok da aldanmayın. Yazıya karşı tutumunda sürekli bir heyecanı, sınamayı
diri tutuyor anladığımca. Önde koşuyor. Bundan ne mi çıkar? Yazısı üzerinde düşündüğü,
adım adım, emekle, yoğun emekle, titizce yazdığı elbette. Bilmem yanılıyor muyum?
İçerik üzerinde duruyordum, olabildiğince soyutlamalar yaparak. Burada içhesaplaĢma
dediğimiz kavram öne çıkıyor ve Tunç‟un görünmez kusuru da. Derununa gömülmüş
aydınımızın yine kendi iç hazinelerini eşeleyen karakterleri daha önce de bu türden
hesaplaşmalarını yapmışlardı, hem de çok yetkin örnekler içerisinde. Uşaklıgil‟e, yirminci
yüzyıl başına değin uzar ucu. Öyle harika (anlatı)larla ortaya konuldu ki bu, özgün ve daha
gelişmiş, kavrayıcı bir içhesaplaşma anlatısını ortaya koymak handiyse olanaksızlaştı. İlk elde
usuma gelenler, Erbil, Ağaoğlu, Atay, vb. Türk sinemasına hiç bakmak istemiyorum hele.
İçim bulanıveriyor. Yani, Ayfer Tunç‟un yaptığı bu anlamda bir yineleme, hem de öyle
olağanüstü olmayan bir yineleme. Olabilir, önemli değil ve bir anlatı en az içeriğine
borçludur. Hele Ayfer Tunç gibi bir yazarda, özellikle…
Gelelim, yapıda denediği ve özgün olan şey, çokodaklılık, çokprizmalılık bu
içhesaplaşmaları gevşek bir roman dokusunun kaynağına dönüştürüyor. İçeriğe şundan
takılıyorum. Mistik arınma, kurtuluş duyguları, sezgileri basıyor okuru sonunda. Bünyamin,
Ersin, Selda ağırlığını taşıyamadıkları bir sınavla (Şebnem) derin hesaplaşmalarını yaşamakla
kalmıyorlar, rastlantı bu hesaplaşmaları yan yana getirip buluşturuyor, hatta birlikte arınma
ayini çok da gecikmiyor. Evet, biliyorum „rastlantı‟ bir romanın her şeyidir gerçekte.
Açıklanabilir şeylerle değil açıklanamaz olanlarla yürür has roman. Benim ayağıma takılan da
„rastlantı‟ değil zaten.
Sormak gereği duyuyorum yazara. Belki de haklı olan odur. Yaşam bu denli gevşek mi
dokunmuştur, bu denli kolay mıdır „karar‟ vermek, „sıçramak‟… Mersault (Camus),
Raquentine (Sartre) vb. nin varlıksal (ontolojik) katına yükselebilmek için gereken işçilik
düzeyi (düşünce işçiliğinden söz ediyorum) sanırım görünenin çok ötesinde.
Bu romanı benim gözümde önemli kılan şeye geçmek istiyorum. Belli ki „yazınsal
değer‟ içerikten gelmiyor. Hatta içerik açıktan eksiltiyor sanki bu değeri. Olsun. Ben anlatı
tekniği üzerinde kafa yoran, özel çaba harcayan Tunç‟un araştırmacılığına, arayışına büyük
saygı duyuyorum. İşte Dünyada birçok şey denendi biliyoruz, anlatı ormanları (Eco, vb.)
üzerine. Bir kere Tunç tek odak, birlik ilkesini parçalıyor. Onu postmodern çizgilere
yaklaştıran bir anlatı tekniğini deniyor. Yalnızca odaksal anlatıyı parçalayıp (odak
kaydırması) birkaç odaklı anlatı(cı) oluşturmakla kalmıyor, fotoğrafçılıkta odak figürü
netleştiren, figür arkasını bulanıklaştıran çekim tekniğine benzer biçimde çift katmanlı bir
yazı alanı oluşturuyor. Görsel bir etkiyle anlatılan şey ön/arka diye ikilenip sıralanıyor. Buna
elbette değer yüklemesi yapılmıyor. Önemli, anlamlı, önemsiz, anlamsız ayrımı değil yapılan.
Günlük yaşamın uzam/zaman algısına ilişkin bir deneyim yazıya aktarılmış oluyor. Böyle bir
çiftkatmanlılık hemence çiftboyutluluk, hatta çokboyutluluk, çokseslilik olarak
yorumlanmamalı. Yanılabiliriz. Ayfer Tunç şimdilik çoksesli bir yazar olmamakla birlikte
(arkadan yazdığı kitaplarını da bilerek söylüyorum bunu), yazısının özgün bir ses tonu var,
hatta gerçekten özgün bir yazı rengi var. Metin, okurca, yüzeyde düşük, naif tonlarda yazgıcı
bir içerik yüklüymüş gibi algılanırken, diplerde direşken, hatta inatçı bir güce işaret ediyor
gerçekte. Bu onun özellikle de dil tutumunun üzerinde yoğunlaşılması, durulması gerektiği
anlamına da gelir.
Çokodaklılık dokuyu gevşetir. Her odakla kurgu yenilenir çünkü. Postmodern yaklaşım
bunu sorun olarak tanımaz. Tersine. Amaca ulaşmışlık göstergesidir bir bakıma bu. Ama eğer
değişik ışık filtreleme noktaları olan prizma ya da odakların eşdeğerliliğinden söz ediyorsak,
bu bizi fiziksel doğanın tekdüzeliğine (yeknesaklık) değin sürükler. Üst anlatıcı, alt anlatı
odaklarının benzeş süzme (filtreleme) yeteneklerini belirler. Yanıltıcı bir çokseslilik izlenimi
doğmuştur ama üst ses, renklerin karışımından beyazı bir üst ya da alt bağlamda çoktan ortaya
koymuştur bile. Baskın ses ve onun tonudur anlatının sesi. Bu sese itirazım yok elbette, hele
Ayfer Tunç sesiyse bu. Savsızdır bir bakıma (sınırlı anlamda), bir öneri ses‟tir, beni de
tanıyın, dikkate alın, der gibidir. Aslında eğer bir karşı sesi tetiklerse kendisini
geliştirebileceğine ilişkin pırıltılar, olumsallıklar, bir umudu da taşımaktadır. Gizliden derdi
de budur sanki. Tam burada yazarın yine gizli ahlakçılığı belirir.
Yanlış anlaşılmamalı. İyi tanımlanıyor, doğru gösteriliyor, suç cezalandırılıyor, diyen
yok. Birçok aydın, sanatçı, yazar için bu söylenebilir belki ama Ayfer Tunç için söylenemez,
hem de hiç. Onun ahlakçılığı çokça Dostoyevski çağrıştırır. Yaptığımın doğruluğundan emin
olabilir miyim? Yazısının ses tonu da bu sorudan kaynaklanır ve kendine özgüdür.
Yazarın belki ironik değil, ama yaratıcı zekası da burada kendini gösterir. Bir figür, bir
eylem (jest), bir duruş, bir poz, bakış „yerinden oynatır‟. Menteşesinden bir kez çıkmış hayat
(out of joint, Derrida-Shakespeare) birçok şeyi kendisi ve bağlamında yeraldığı çevresi
hakkında yeniden düşünmeye zorlar. Bünyamin, Ersin, Selda Kapak Kızı Şebnem
fotoğraflarına tanıklıktan sonra artık eskisi gibi değillerdir, olamazlar. Bütün yaşamları ağa
takılacak, sorguç gibi dikili gözleriyle Şebnem onları yaşamla hesaplaşmaya zorlayacaktır.
Bence roman türü için hala daha geçerli bir kurgu türüdür bu. Bu acılı bir eleştirel sürecin
deneylenmesidir. Canlı, acılı, derin yaşanır. Sığınılacak, savunulacak pek bir şey yoktur.
Çırılçıplak bedenini ve ruhunu ortaya koyman gerekecektir. Kurda, kuşa bırakacaksın neyin
varsa. Yanmaksa bu, sonuna değin…
Böyle bir atmosferde göz (okurun gözü) sisin pusun içerisinde ayrıntıları yakalar ve
üzerine anlamlı, imalı öyküler yerleştirebilir. Bu da tüm yaşamı kucaklayan bir çoğulluk
izlenimi verebilir insana. Ama pek de doğru değildir bu. Hala daha bilincin algısı diziler,
matris, bütün (gestalt) algısı biçiminde çalışır. Herşey görülmez ama bu duygu yaşanabilir. O
zaman eğer bu duygu yaşanabiliyorsa çizgisellikten, tekboyutluluktan söz etmek niye, diye
sorulabilir burada? Üstelik yaşamak seçmek eylemidir. Ayıklamaktır kim ne derse desin.
Postmodern durum olanaksızdır. Ayfer Tunç da anlatı tekniğinde uyguladığı çokodaklı
bakışlılığıyla bir anlamda „rastlantı‟nın da payını tanımış (hakkını vermiş), yaşamı bir şeyin
yerine konabilecek eşdeğerde (?) herhangi bir şeyle değil de, bir şeyi daha anlamlı kılabilecek
her şeyle, yani seçili bir yanılsamayla aydınlatmış olmaktadır. Kim böyle seçili bir anlatı
yanılsamasının anlam imparatorluğunun peşine düştüğünü savlayabilir ki? Erki (iktidar) onun
kadar, Ayfer Tunç kadar kıran az yazarımız vardır. İş, yazısında saklı „asi‟liği görebilmekte…
***
Nothombe, Amelie; Ne Adem Ne Havva (2007), Çev. Yaşar İlksavaş
Doğan yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 138s.
Bir yazarın aynı düzeyi her kitabıyla tutturması zor biliyorum. Bu kitap özyaşamöyküsel
bir çalışma belli ki. Beni rahatsız eden bir yanı var, bu da egzotizmi, gizli oryantalizmi.
Yazarın ben‟i karşısında „şu sevimli Japoncuk‟ hoş, eğlenceli bir oyuncak gibi duruyor.
Sonuçta daha önce de belirttiğim gibi Nothomb‟un yazısının sıradanlık dışında bir
erdemi, bir özelliği de yok. Çatışma tipolojisi özgün ve oldukça inceltilmiş, tamam. Ama bu
kitapta ara ki bulasın. Yalınlık çok yüksek bir anlakla kendini bağışlatabilir. Bunun için de
gerçek anlamda bir olgunlaşma deneyimi gerekir.
Japon kültürünün kendi içinde, bir yeryüzü (beden) kültürü olduğundan, barındırdığı
hoşluk/aşk farklılığı, Batılı Nothomb‟un çok da işine gelmiş belli ki. Kayganlık, kaypaklık
Japon kültürünün içeriği, özü olabilir mi? Bundan kuşkuluyum aslında.
„İki sözcüğün, koi ile ai‟nin arasında yoğunluk farkı yok, temel bir bağdaşmazlık var.
İnsan hoşlandığı birine vurulur mu? Düşünülemez bile. İnsan katlanamadığı insanlara, karşı
konulmaz tehlike oluşturan insanlara aşık olur. Schopenhauer aşkta bir dölleme, dünyaya
getirme içgüdüsü kurnazlığı görür. Bu kuramın bende yarattığı dehşeti anlatamam. Aşkta
başkasını , başkasını öldürmemem için içgüdümün bir kurnazlığını görüyorum: iyi belirlenmiş
birini öldürme ihtiyacı hissettiğimde, gizemli bir mekanizma ortaya çıkıp –bağışıklık tepkisi?
Suçsuzluk hayali? Hapishaneye girme korkusu?- beni bu kişinin çevresine çeker. Bu sayede
de kendimi bildim bileli cinayet işlemedim.
Rinri‟yi öldürmek? Ne korkunç ve ne saçma bir düşünce! Böylesine kibar ve benim için
yalnızca en iyisini isteyen birini öldürmek! Zaten, onu öldürmedim de, bu da bunun gerekli
olmadığını kanıtlıyor.
Kimsenin kimseyi katletmediği bir öykü yazmam önemsiz değil. Bu şöyle bir şey olmalı,
bir koi öyküsü.‟ (46)
Belki asıl tartışılması gereken şey „özgürlük‟ kavrayışının kültürel farklılığı. Bu farklı
kavrayış, kavramın içerikle ilişkisini belirleyebilir mi?
Nothomb‟un anladığı şeyin „yaşamın karşısında etik ve estetik olarak nasıl bir duruş
sağladığı‟ önemli. Ben bir değer yüklemesi yapmıyorum, çünkü değerin önselliğine (a priori)
değil, yükleniyor oluşuna yatkınım. Yapıp edip seçerek değer yüklemesi yaparız.
İki kültür keskin köşeleriyle karşı karşıya gelince anlatı yapay(lık) belirtilerini çokca
taşır oluyor haliyle. Karşıtlıklar öne çıkıyor. Bu da turistik bir çerçeve getiriyor ister istemez.
Nothomb‟un Japon turist niteliklerini kendi üzerinden aktarması da „Japonlaşmasının‟
imgesini çıkarıyor ortalık yere. Neresinden baksanız hoş değil, yer yer de oldukça çirkin.
Aldatan ve aldatılan olmamak iyi de, nereye değin durumu „idare edeceğiz‟.
Özgürlük duygusu Batılının genetik koduna işli diyemez Nothomb, demiyor da. Durduk
yerde niye huylanıyorum o zaman.
„Tersine, bu sert davranışları göstermekten uzak, ilerlemek için ancak ustaca sızabilen,
süzülebilen, çevresini dolaşabilen yaratıklar vardır. Onlara böyle biriyle evlenmek isteyip
istemedikleri sorulduğunda nişan isterler, serbest evlilik isterler. Taşlaşmış saygın kişiler
onları alçak ya da yalancı olarak görürler, oysa onlar su kadar içtendirler. Ben suysam, sana
evet dememin ne anlamı var, seninle evlenecek miyim? Bu yalan olurdu işte. Su zapt edilemez.
Evet, seni sulayacağım, zenginliğimi senden esirgemeyeceğim, seni serinleteceğim,
susuzluğunu gidereceğim, ama ırmağımın hangi yönde akacağını bilemem. Aynı nişanlı kızda
iki kez yıkanamayacaksın.‟(122)
Ha, şu Japon işi kültür tanıklıkları (iş, nesnelerle ilişkiler, yaşam biçimi, tüketilen çevre,
vb.) yeterince eğlenceli, değil mi? Eğlendiremeyecek kadar hem de. Kötü olan bu.
Sevmek, aşık olmaktan farklı olmalı:
„Onu çok seviyordum. İnsan bunu sevgilisine söyleyemez. Çok yazık. Benim açımdan,
onu çok sevmek, çok fazlaydı.
Beni mutlu ediyordu.‟ (44)
***
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Günlükler (1847-1910), Çev. İbrahim Kapaklıkaya
Anka yayınları, Birinci basım, Ekim 2005, İstanbul, 749s.
Takdim, R.F. Christian, s. 5-18
*
Tolstoy, Sophia; Günce (1862-1910), Çev. Muzaffer Kuşuloğlu
Düşün yayınları, Birinci basım, 1985, İstanbul, 717s.
Önsöz, Tania Albertini Sukhotin Tolstoy, s. 5-29
Tolstoy‟la Sofya‟nın güncelerini koşutlu okudum. Öyle de gerekiyor bana kalırsa. Daha
anlamlı oldu. Yazıda, yorumda da aynı koşutluğu kurmak istiyorum. Bu Sofya‟yı değil (çünkü
dünya onunla ilgili değil kuşkusuz) ama Tolstoy‟u anlamak için önemli bir girişim olacak.
Ama önce sunuları kısaca değerlendirmek istiyorum.
Tolstoy günceleri, İngilizce baskıdan Türkçeleştirilmiş. İngilizce baskının editörü R.F.
Christian, aynı zamanda sunumu da yazmış.
Bu sunuma göre, Tolstoy‟un doksan ciltlik 1928-1958 toplu yapıtları baskısının onüç
cildi günlük ve defterlerinden oluşuyor. Dolayısıyla genellikle yapılan iş bir seçme, ayıklama
baskısı oluyor ister istemez. Batı dillerinde tam çeviri yok bilindiği kadarıyla.
Christian, yazısında günlüklerin tarihsel bölümleme mantığını açıklıyor. Daha önce
mektuplarını yayınladığını da bu arada öğreniyoruz. Günceler için temel aldığı Rusça baskıyı
(1965, 19-20.ciltler) belirtiyor. Günlükler için, „paha biçilmez bir bilgi madeni‟, deyimini
kullanıyor ki, ben de katılıyorum. İçtenliklerine, cilasızlıklarına işaret ediyor. İlk
günlüklerinde evrenin odak noktasında duran Tolstoy, günlükler ilerledikçe odaktan kayma
çabası içine girmiş, bu kez çevresi onu odağa doğru itelemiştir.
Sofya 1862‟de Tolstoy‟la evlendikten sonra günlük tutmaya başlıyor. Birbirlerinin
günlüklerini ilk yıllarda birbirlerine açıyorlar. Tolstoy‟un günlükleri bir noktadan sonra
(Tolstoy‟un Rusya ve dışarıda yazarlığının teslim edilmesinden ve ünlenmesinden sonra) artık
belgelik metinlere dönüşüyor ve daha da sonra Tolstoy da bunları öyle görüyor. Zaten
Sofya‟nın nevrozunun kaynaklarından biri de, son yılların Tolstoy güncelerinin sahibinin kim
olduğu. Artık Tolstoy‟un her sözcüğü para demektir.
Sofya Tolstoy Güncesi‟nin sunuşu ise torunu Tanya Albertini Sukhotin Tolstoy‟a ait.
Büyükannesinin dramına serinkanlı bir tanıklık yapıyor torun Tanya, nesnel ve yansız
kalmaya çalışıyor diyebilirim. Sanırım ABD yurttaşı.
Tanya, çiftin anormal davranışlarından biri olarak, birbirlerinin güncelerini okumalarını
gösteriyor (8) Sofya‟nın Tolstoy‟u kıskanması üzerinde durarak, Sonia Behrs‟in kim olduğuna
kısaca değiniyor. Büyükannesi, doğurduğu on üç çocuğundan yedisinin ölümünü gördü.
Dördü daha küçücükken ölmüşlerdi. Hele 1895‟te Vaneçka‟nın ölümünden çok etkilendi.
Yaşamı boyu da yıkımının izini taşıdı benliğinde. Beniçinci ama bencil olmadığını söylüyor
Tanya büyükannesinin. Ben de katılıyorum bu yargıya. Davası, daha çok içgüdüsel bir soy
savunması gibiydi. 1910‟da Sofya‟nın güncesi torunu Tanya‟yla ilgili bir not içeriyor: “Bütün
günümü, torunum Taneçka ile birlikte geçirdim. Birbirimizi çok seviyoruz.” (21)
Büyükannesi „Benim YaĢantım‟ projesini gerçekleştiremedi. Bu çalışkan kadın,
yeterince zaman bulamadı belki de bunun için. Son yılları acılar içinde, yoksunluklar içinde
geçti. Mülk dağıldı, bölündü. Ekim Devriminin rüzgarı, Yasnaya Poliyana‟yı sarstı. 1919‟da
öldü. “Sızlanmadan, inlemeden, herkese elveda dedi.”(29) Birkaç ay önce ölümünden, sevdiği
torununa; "Elveda güvercinim… Mutlu ol… Sevgine ve sevecenliğine teşekkür ederim. Seni
seven Babuşka‟nı unutma… S.Tolstoy.”, dediği bir mektup yazmıştı.
Tostoy 1847‟de 21 yaşındadır. Doğum tarihi 22 Ağustos 1826. Kazan, 17 Mart‟dır
güncesinin ilk sayfası. Klinikte yatmaktadır (Firengi). Geleceğe ilişkin büyük tasarıları olduğu
anlaşılır, çünkü katı kuralları olan yaşam izlenceleriyle doludur güncesi.
Aşağıda Tolstoy‟u anlamada yararlı olacağı düşünülerek, izleksel bir günlük dökümü
yapılmıştır.
1847-1855
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
Yaş: 21-29. Beş kardeşin dördüncüsü. 2 yaşında, 1830‟da annesi Prenses Marya
Volkonskaya‟nın ölümü. Babası Emekli yarbay Kont Nikolay Tolstoy‟un 1837‟de ölümü.
Teyzeler. Kazan. Sefih ve frengili gençlik dönemi. Hukuk fakültesinden ayrılma. Puşkin,
Gogol, Turgenyev, Rousseau, Dickens, Sterne, Schiller hayranlığı. 1852‟de düzenli orduya
katılma. 2 yıl Kafkas ordusunda Kazak köyü yaşamı.
Yapıt: Dünün Öyküsü, Çocukluk, Baskın, Gençlik, Aralıkta Sivastopol, Mayısta Sivastopol,
Ağaç Kesme, Ağustosta Sivastopol.
*
1856-1862
LEV NĠKOLAYEVĠÇ TOLSTOY
(Yaş: 30-36, Bekar. Yurtdışı geziler. Köylüsü bir kadından yasadışı oğul. Turgenyev‟le
tartışma. Moskovalı hekimin kızı Sofya Behrs‟e aşk.
Yapıt: Ağustosta Sivastopol, Birlikte Moskovalı Bir Tanıdığa Rastlamak, Bir Toprak
Sahibinin Sabahı, Aile Mutluluğu, Lucerne ile Albert, PolikuĢka )
*
1863-1887
LEV NĠKOLAYEVĠÇ TOLSTOY
(Yaş: 37-61, Evlilik. Oniki çocuk. İkisi bebekken öldü.
Yapıt: SavaĢ ve BarıĢ, Anna Karenina, Kafkaslarda Bir Tutsak, Tanrı Gerçeği Görür ve
Bekler, O Zaman Ne Yapmalıyız?, Sevgi Neredeyse Tanrı Oradadır, Ġvan Ġliç‟in Ölümü )
SOFİYA TOLSTOY
(1844 doğumlu. Yaş: 18-43. 1862‟de evlendiğinde 18 yaşındaydı.)
1888-1894
LEV NĠKOLAYEVĠÇ TOLSTOY
(Yaş: 62-68, Rusya‟da kıtlık ve Tolstoy‟un çabaları. 1881: Sofiya‟ya rağmen tüm telif
haklarından vazgeçme. Et yeme, içki ve tütünü terk. Sansür. 3.Aleksanadr‟ın kişisel rica
üzerine Kreutzer Sonata sansürünü kaldırması.
Yapıt: Kreutzer Sonata, Aydınlanmanın Meyveleri, Karanlığın Gücü, Tanrının Ġçimizdeki
Krallığı, Ġnsanlar Neden Kendi Kafasını KarıĢtırır?, Ġlk Adım, Hristiyanlık ve
Vatanseverlik)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 44-50)
1895-1902
LEV NĠKOLAYEVĠÇ TOLSTOY
(Yaş: 69-76. Dini baskı kurbanı Duhoborların Kanada‟ya yerleştirilmeleri. Sofiya‟nın
Taneyev‟le ilişkisi ve kıskançlık. Tula Köylülerine açlık kampanyası. Hastalık ve Kırım‟da
Maksim Gorki, Anton Çehov‟la geçirilen dinlence. Hacı Murat, Işık Karanlıkta Parlar
üzerinde çalışmalar. Çar II. Nikola‟ya mektup.
Yapıt: Baba Sergey, DiriliĢ, ġeytan, Sanat Nedir?, Kutsal Sinodun Kararına Bir Cevap, Din
Nedir ve Dinin Temel Doğası Nedir?)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 51-60)
1903-1910
LEV NĠKOLAYEVĠÇ TOLSTOY
(Yaş: 77-84. Japonya savaşı. Kanlı Pazar. 1905 Devrimi. Potemkin isyanı. İlk Duma. Dünya
çapında tanınmışlık. Gözdesi, kızı Maşa‟nın 1906‟da ölümü. Sofiya‟nın artan histeri krizleri.
Evi terk. Astapova Tren İstasyonu ve ölüm.
Yapıt: Shakespeare ve Drama, Sessiz Kalamam)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 61-68)
Bir Açıklama:
Sofiya Tolstoy günlükleri aynı yazı karakteri (Times New roman) ile ama koyu (bold)
yazılmıştır. Her izlek bölümünde zamandizinine bağlı kalınmıştır.
GG, Gizli Günlük (L.Tolstoy) kısaltmasıdır.
KADIN HAKKINDA
16 Haziran 1847 güncesi: „Kadınlar toplumunu toplumsal yaşamın gerekli bir
sevimsizliği olarak gör ve onlardan olabildiğince kaçın. Gerçekten de onlardan tensellik,
kadınsılık, her şeyde hafiflik ve daha bir çok kötülük alıyoruz, öyle değil mi? Cesaret,
kararlılık, sağduyu, adalet vb. gibi içsel duygularımızı yitirmemizden kadınları sorumlu
tutmazsak, kimi sorumlu tutacağız?‟. Bu yazı Tolstoy‟un delişmen döneminin, kadınları
tutkuyla aradığı ve frengi vb. hastalıklara yakalandığı dönemin geçici pişmanlıklarıyla ilgili
olsa gerek. Çünkü Tolstoy çok ileri yaşlarına değin bu ikilemi yaşayacak, bunun acısını
çekecektir. Başlık atar: Sevgi duygusunu isteme bağlı kılma kuralları. Altına düştüğü not şu:
„Birinci kural: Kadınlardan uzak dur. İkinci kural: sıkı çalışarak arzularını öldür.‟ (29)
25 Haziran 1853: „Şaraptan ve kadınlardan uzak dur. Zevki çok az ve son derece
bulanık; oysa pişmanlığı son derece yüksek.‟(100)
19 Eylül 1855, Kermençik: „Kadınlar konusunda hiçbir umut yok gibi görünüyor.‟(149)
20 Eylül 1855: „Birçok güzel kız ve tensellik bana işkence ediyor.‟(149)
8 Haziran 1856: Bahçede dolaştım. Harika bir güzelliğe sahip çok hoş bir köylü kadın
gördüm. Dayanılmaz bir kötülük arzusuyla dolup taşıyorum. Kötülüğün kendisi bile bundan
iyidir.‟(167)
23 Kasım 1856: „Aleksandra Petrovna‟yı düşünürken, bir yandan da Valeriya hiç
aklımdan çıkmadı.‟(180)
26 Mart/7 Nisan 1857: „Prenses oradaydı. Ondan çok hoşlanıyorum ve onunla
evlenmeye çalışmadığım için aptal olduğumu düşünüyorum. Eğer çok iyi bir adamla evlenirse
ve çok mutlu olurlarsa, umutsuzluğa düşebilirim.‟(190)
18/30 Mayıs 1857, Interlaken: „Hizmetçi canımı sıkıyor. Utangaçlığımdan dolayı
Tanrı‟ya şükrediyorum. Şaşa beni sıkıyor.‟(195)
20 Mayıs/1 Haziran 1857, Grindelwald: „Hizmetçi birkaç kez koşarak geçti ve ben beni
beklediğini düşündüm; zira herkes yatağındaydı.‟(195)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: „Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe
değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar‟dan iki sayfa yazdım.‟(197)
11/23 Haziran 1857, Evionnaz: „Kahveden şikayet ettiğim için garson kız ağladı… Çilli
bir güzel. Şiddetle bir kadın arzuluyorum. Ama güzel bir kadın.‟(197)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: „Pansiyonda korkunç derecede
utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.‟(199)
17 Eylül 1858: „Öğle yemeğini Behrs‟lerde yedim. Ne kadar tatlı kızlar!‟(216)
1 Ocak 1859, Moskova: „Bu yıl evlenmeliyim- ya da bir daha asla.‟(218)
31 Ağustos 1884: „Ve aniden kadınların güçlü noktalarının ne olduğunu buldum:
soğukkanlılık ve bundan dolayı sorumlu tutulamazlar, çünkü düşünce güçleri çok zayıf;
aldatma, hile ve yağcılıkla dolu.‟(306)
1 Eylül 1884: „Tanya ile kadınların nadiren ya da hiç aşık olmadığı –yani yaşam
görüşlerini sevgililerine teslim etmedikleri- konusunda konuştuk. Kadınlar daima soğuk.
Benim, hilelerini açığa çıkarmamdan dolayı gerçekten utandı.‟(307)
3 mart 1889, Moskova: „Evet, kadınlar alemi bir felakettir. Yalnızca kadınlar (o ve
kızları) böylesine aptalca ve pis işi bu kadar temiz ve hoş bir tarzda yapıp, tamamen tatmin
olabilirler. Başkalarının kendi kafalarında kuşku uyandırabilecek fikirlerine hiçbir saygı
göstermiyorlar.‟(325)
4 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: „Evet, dün köylüler kızların değil, yalnızca
kadınların histeri nöbetine yakalandığını ileri sürdüler. Bu yüzden bunun cinsel aşırılığın
sonucu olduğu doğru.‟(342)
4 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: „Bir kadın için az para ya da şeker olması çok
önemliyken, hakikatın olup olmaması pek önemli değil. Zira kadın samimiyetle bunun
önemsizliğine inanır.‟(379)
13 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: „Kadınları yüceltmenin entelektüel modası, onların
manevi kapasiteleri bakımından erkeklerle yalnızca eşit olduklarını değil, onlardan çok daha
yüksek olduklarını söylemek. Bu çok kötü ve zararlı bir moda (…) Kadınları oldukları gibi
görmek –manevi bakımdan daha zayıf yaratıklar olarak görmek- kadınlara karşı bir zülum
değildir. Asıl onları eşit olarak görmek bir zulümdür. Zayıflık ya da daha az manevi güçle
bedenin ruha daha az itaat etmesi ve özellikle aklın emirlerine daha az güvenmenin kadının
ana karakteristiği olmasını kastediyorum.‟(407)
12 Ağustos 1891, Yasnaya Polyana: „Yaşamlarımızın absürdlüğü kadınların gücünün
sonucudur; ama kadınların gücü erkeklerin kendisini tutamamasının sonucudur, bu yüzden
yaşamın aptallığının nedeni erkeklerin kendisini tutamamasıdır.‟(409)
18 Temmuz 1893, Begiçevka: „İnsanlık daima kadınların erkekler tarafından yönetildiği
düşüncesiyle yaşadı; sonra aniden kadınların yönetilmediği, yönetenlerin onlar olduğu ortaya
çıktı.‟(423)
5 Ekim 1893, Yasnaya Polyana: „Kocaların nefret ettiği aslında karılarıdır. Lessing‟in
dediği gibi: tek kötü kadın vardır, o da benim karım.” Bunun suçlusu kadınların kendileridir;
çünkü bunun nedeni onların aldatmacılığı ve samimiyetsizliğidir. Hepsi de diğerlerinin
önünde bir komedi oynarlar; ama bu oyunu sahnenin ardında kocalarının önünde
sürdürmezler. Böyle yaptıkları için de koca, kendi karısı hariç bütün kadınların iyi ve makul
olduğunu düşünür. Hepsi bu.‟(427)
22 Aralık 1893: „Kadın ressamlar, kadın müzisyenler. Kadınlar her şeyi yapabilir. Ve
tıpkı maymunlar gibi her şeyi erkeklerden kopya ediyorlar. Kadınların yapamayacağı tek şey
ahlaki itiş gücü sağlamak.‟(429)
2 Haziran 1894, Yasnaya Polyana: „Bir husus (1) Kadınlar, cinsel organları kalplerinin
üzerinde olan insanlardır.‟(436)
24 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: „Bütün zor işleri, kadın işi deyip ona veriyorum ve
kendim avlanmaya gidiyorum. Hatamı anladığıma memnunum.‟(443)
6 Nisan 1895, Moskova: „Kadınlarla erkeklerin birlikteliğinden doğan ıstırapların
büyük bir kısmı, bir cinsin diğerini tamamen yanlış anlamasından kaynaklanmaktadır. Çok az
sayıda erkek, çocukların kadın için ne anlama geldiğini, onun yaşamında nasıl bir yer işgal
ettiğini anlayabilir. Daha az sayıda kadın, topluma ya da dine karşı görevlerinin bir erkek
için ne anlama geldiğini anlayabilir.‟(462)
25 Nisan 1895, Moskova: „Bir annenin durumu korkunç derecede trajik: Doğa onu
dayanılmaz bir arzu ile donatmış (erkeği de benzer şekilde donatmış; ancak erkek aynı ağır
sonuçları yaşamıyor); bunun sonucu olarak çocuklar dünyaya geliyor. Kadın çocuklarına
karşı çok daha güçlü bir sevgiyle, fiziksel bir sevgiyle donatılmış. Zira çocuk taşımak, onları
beslemek ve onlara bakmak fiziksel bir olay. Bir kadın, iyi bir kadın bütün ruhunu çocuklara
verir; kendisini tamamen onlara adar. Ruhunda yalnız onlar için ve onlarla birlikte yaşama
alışkanlığı (herkesin yalnızca onaylamakla kalmayıp, övmesi nedeniyle en şiddetli ayartma
budur) kazanır. Yıllar geçer ve sevginin karşılığı öfkeyle verilir. Bu öfke, boyunlarında bir
değirmen taşı gibi gördükleri, yaşamlarına müdahale ettiklerini düşündükleri anneye
karşıdır. İkinci hal –ölüm yoluyla ayrılık ise-, anında korkunç bir sancıya neden olur ve
geriye bir boşluk bırakır. Kadının mutlaka yaşaması gerekir, ama yaşamak için tutunacak bir
şey kalmamıştır. Kadın manevi bir yaşam alışkanlığından ve hatta bir yaşamın gerektirdiği
güçten yoksundur. Çünkü bütün gücünü, artık yanında olmayan çocuklarına harcamıştır. İşte
bir anneye dair olarak yazacağım romanda bundan söz edeceğim.‟(463)
5 Ağustos 1895, Yasnaya Polyana: „İyi bir aile yaşamının kadınlarda (her şeyde, elbette
ruhsal sorunlar –dini sorunlar hariç- sürekli itaat etme ihtiyacının bilinçli olarak beslenmesi
halinde mümkün olacağını söyledim (…) Peki kadın daima erkekten aşağıda mıdır? Hayır, hiç
değil! Her ikisi de bakire oldukları sürece eşittirler. Peki kadınların şimdi yalnızca eşitlik
değil, üstünlük talep etmesinin anlamı nedir? Aile gelişiyor ve bu yüzden eski aile formu
dağılıyor. Cinsiyetler arasındaki ilişkiler yeni bir form arıyor ve eski form
parçalanıyor.‟(472)
4 Şubat 1897, Nikolskoye: „(1) Son tahlilde daime hükmedenler zulmün kurbanı olan
insanlar, yani direnememe prensibine uyan insanlardır. Kadınlar hak istiyorlar; halbuki
yönetenler onlar. Çünkü güce tabi olmak zorunda bırakılanlar onlar –eskiden de öyleydi, hala
öyle-. Kurumlar erkeklerin elinde, ama kamuoyu görüşü kadınların elindedir. Ve kamuoyu
her türlü yasa ve ordudan milyonlarca kez daha güçlüdür. Kamuoyunun kadınların elinde
olduğunun kanıtı, yalnızca evlerin ve gıdanın örgütlenmesinin kadınların elinde olması –
parayı harcıyorlar ve böylelikle erkeğin emeğini kontrol altında tutuyorlar- değil, aynı
zamanda sanat eserlerinin ve kitapların başarısı, hatta iktidarın atanmasının onların elinde
olmasıdır. Kamuoyu görüşünü de kadınlar belirler. Birisinin gayet güzel bir şekilde dile
getirdiği gibi, kadınların erkeklerin egemenliğinden değil, erkeklerin kadınların
egemenliğinden kurtulma yolları araması gerekir.‟(499)
16 Şubat 1897, Nikolskoye: „Kadınlar, aklın taleplerinin kendilerini bağladığını
düşünemiyorlar ve bu yüzden ilerleme kaydedemiyorlar. Bu yelken onlara açılmamış.
Dümensiz seyrediyorlar.‟(499)
8 Haziran 1897: „Kroyçer Sonat‟ın provalarını, hep aynı acı duygu içinde düzelttim:
insan yaradılıĢının kötü yönünün gerçek sergileniĢi ve hayasızlık simgesi bu. PozdniĢev her
yerde açıklama yapıyor: biz, biz hayvansal isteklerin tutsağıyız, biz doyum tecrübemiz var,
her yerde bu “biz”. Oysa, kadın değiĢik bir yaradılıĢtadır ve cinsel de olsa, duyguları
değerlendirme konusunda, bir erkekle kötülük bulaĢmamıĢ bir kadın arasında büyük bir
farklılık vardır.‟(273)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: „Bir kadına, bir şeyi anlamadığı için ya da anladığı
ama aklının söylediğini yapmadığı için kızarsınız. O bunu yapamaz. Tıpkı bir mıknatısın
demiri çekmesi ve ağacı çekmemesi gibi, aklın vardığı sonuçlar da Sonya‟yı bağlamaz; onlar
motivasyon gücü oluşturmazlar.‟(506)
18 Şubat 1898: „ĠĢte dün, kadının uğraĢısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun
bir tek amacı vardır: cinsel aĢk; ona ulaĢtığı zaman, geri kalan her Ģey kendiliğinden
çözümlenir, dedi.
„Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.‟nin kadın hakkındaki
bu sürekli ve hayasız görüĢ ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını
bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaĢına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı
bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim
bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaĢantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla
yoğunlaĢıp açığa çıkmasının yaĢantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düĢkırıklığına
uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.‟(382)
18 Mart 1898: „L.N. kadın eĢitsizliğinde söz etmezden önce genel olarak, insanlar
arasındaki eĢitsizlikten söz etmenin gerektiğini öne sürdü. Eğer bir kadın bu problemi
kendisi ortaya atıyorsa orada uygunsuz, kadınlığa karĢıt ve saygısızca bir Ģeyler var
demektir, dedi. Ona hak veriyorum. Biz kadınların özgürlüğe değil, yardıma ihtiyacımız
var.‟(392)
21 Mart 1898, Moskova: „Peşkova ile kadın sorunları hakkında bir konuşma yaptım.
Kadın sorunu yok. Bütün insanlar için özgürlük ve eşitlik sorunu var. Ama kadın sorunu çok
sinir bozucu bir husus.‟(518)
22 Haziran 1898: „Bugün L.N.‟nin not defterinde kadınlarla ilgili, Ģu satırları
okudum: “Eğer bir kadın Hiristiyan değilse, korkunç bir yırtıcı hayvandır.” (…) Kocam
her yerde hayvanca kabalık görüyor. Oysa, gerçek hayvanca davranıĢ bencillikle,
karılarının, çocuklarının, dostlarının ve önlerine çıkan herkesin yaĢantısını çekilmez hale
getiren erkeklerde vardır.‟(409)
3 Ağustos 1898, Prigovo: „Efsaneler kadının şeytanın aleti olduğunu söylerler. Kadın
genelde aptaldır; ama şeytan kendisi için çalıştığı sürece kadına beynini ödünç verir. Ve
böylece Tanrı korusun, kadın kötü bir şeyler yapmak için mucizeler yaratır, ileri görüşlülük
ve sebat gösterir; ama en basit şeyi anlayamaz, mevcut anın ilerisini düşünemez ve tahammül
ya da sabrı yoktur (çocuklara bakmak ve onları yetiştirmekten başka.)‟(523)
20 Kasım 1899, Moskova: „Yetmiş yıldır kadınlar hakkındaki görüşüm gittikçe alçalıyor
ve daha da alçaltmam gerekecek. Kadın sorunu! Elbette bir kadın sorunu var! Yalnızca
kadınların yaşamımızı mahvetmeyi durdurma sorunu var.‟(536)
1 Ocak 1900, Moskova: „Havva, Adem‟i ayarttı ve daima böyle olur. Her şeye kadın
karar verir.‟(538)
6 Nisan 1900, Moskova: „Bir kocanın, özellikle de karısı kendisinden çok genç olan bir
kocanın karısını eğitebileceği ve şekillendirebileceği yolunda naif, popüler bir görüş var. Bu
tam bir aldanış. Kadınların kendi gelenekleri, onları kontrol etmenin kendisine ait metotları
ve kendi dilleri vardır ve bu yüzden hiçbir kadın onun kendisini cezp etme arzusu hariç hiçbir
şekilde bir kadını etkileyemez. Kadınlar, erkeklerin manevi yaşamından tamamen bağımsız
yaşarlar (elbette çok nadir de olsa bunun istisnaları vardır) ve hiçbir zaman erkeklerin
nüfuzuna teslim olmazlar. Bu arada kadınlar ısrarları ve hileleriyle bütün yaşamın üzerinde
dolaylı bir etkiye –erkekler kadınların dilinden anlamadığı için dolaylı bir etki değilsahiptirler.‟(541)
19 Mart 1901, Moskova: „Toplumdan din duygusu kaybolduğu anda kadınların gücü
artar. Tamamen dindar bir dünyada kadınlar güçsüzdür; bizimki gibi dinsiz bir dünyada
bütün güç onların elindedir.‟ (556)
29 Kasım 1901, Gaspra: „Kadınların cesaret ve güzelliği sevdiği ya da bunları seven
insanları sevdiği söylenir. Bu gerçeğe aykırıdır. Kadınlar kendilerini, ne yapacaklarından
emin olanlara teslim ederler. Ve kendilerini teslim ederken, kendilerini teslim ettikleri kişileri
sevmekle haklı olduklarını kanıtlamak isterler.‟(561)
7 Aralık 1901: „Biz kadınlar, karĢılık görmeden ve yoğun bir yaĢamı tadamadan,
sevebilme yeteneğine sahibiz.‟(490)
26 Eylül 1902, Yasnaya Polyana: „(3) İlya sordu: Kadınlar zeki midir? Cevap
veremedim, ama sonra anladım: Kadınlar çok zeki olabilir; genel olarak erkeklerden daha
zeki olabilir ya da onlar kadar aptal olmayabilir. Ama akılları doğru yerde değil. Tıpkı
çatının altına konulması gerekirken üzerine konulmuş kiriş gibi. Erkek ise; aklı nasıl olursa
olsun, onun eylemlerini yönlendirir. Kadın aklı ise bir oyuncak, bir süstür. Kadının yaşamını
siz ne isterseniz o yönlendirir –kibir, annelik, açgözlülük, aşk- ama asla akıl değil.‟(566)
1 Temmuz 1903: „Eğer L.N., Rousseau‟nun, doktorlar hep kadınlarla birleĢerek
tuzak hazırlarlar sözlerini eklemeseydi, ben sesimi çıkarmayacaktım. Bu demektir ki, ben
de doktorlarla birlik olup tuzak hazırlıyorum. Bu beni isyan ettirdi.‟(559)
19 Aralık 1903, Yasnaya Polyana: „Kendisine bahşedilen annelik fedakarlık gücünün
tamamını, Tanrının ve erkeğin hizmetine adayan gerçek anlamda erdemli evlenmemiş kadın
en iyi ve en mutlu insandır (Teyzem Tatyana Aleksandrovna.)‟(578)
10 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: „Erkek ile kadın arasındaki fark şudur: Erkek
daima şehvet hisseder, ama onu bastırabilir. Bir kadın ise –ancak zaman zaman- şehvet
hisseder, ama onu bastıramaz.‟(602)
12 Nisan 1908, Yasnaya Polyana: „Eğer erkekler bütün kadınları, kocaların karılarını
tanıdıkları gibi tanısalardı, hiçbir zaman onlarla tartışmayacak ve hiçbir zaman onların
fikirlerine değer vermeyeceklerdi.‟(638)
2 Ağustos 1909: „Kadınlarla birlikte bulunmak, onlar gibi olmamanız gerektiğini
görmeniz açısından yararlıdır.‟(680)
20 Temmuz 1910: „Evet, kamuoyu görüşünün kadınlar tarafından değil, erkekler
tarafından belirlendiğini bu olaydan daha iyi hiçbir şey gösteremez. Erkek hiçbir olumsuz
sonuçla karşılaşmazken, günahının sonuçlarının –çocuk doğurma, utanç- bütün yükünü
üstlenmiş olması nedeniyle, kadınlar erkeklerden daha fazla suçlanmaz. “Eğer
yakalanmamışsan, hırsız değilsin.”‟(712)
28 Ağustos 1910: „Tam bu sırada L.N. Ģu ürkünç sözleri söyleyerek kapıya fırladı:
“Bırak beni, Tanrım, gidiyorum…” “Senin yaptığın gibi, insanlığın yarısından nefret
edilirse, mutlu olmak olanaksızdır.” ġu sözleri onu ele verdi: “Yarısından söz ederken
yanıldım.”‟(675)
14 Eylül 1910: „(6) Bir kadın için annelik en yüce çağrı değildir.‟(718)
1863
AġK HAKKINDA
25 Ocak 1851: „Aşka düştüm ya da öyle olduğunu sanıyorum. Bir partiye gittim ve
usumu yitirdim. Hiç gereği yokken bir at satın aldım.‟ (40)
29 Kasım 1851, Tiflis: „Genellikle kadınları çok kıskanırdım. İdeal aşkı, kişinin
sevdiğine karşı tam bir özveri içinde bulunması olarak anlıyorum. Ve ben de böyle
yapıyorum.‟(62)
13 Ekim 1852: „Aşk yok. Yalnızca cinsel ilişkiye yönelik fiziksel bir gereksinim ve bir
yaşam arkadaşına duyulan rasyonel gereksinim var.‟(90)
1 Ekim 1856, Yasnaya Polyana: „Ama Tanrıya şükür Valeriya‟yı daha az düşündüm.
Ona aşık değilim; ama bu ilişki yaşamımda daima bir yer tutacak. Ve eğer aşkı tanımıyor
olsaydım, şimdi hissettiğim küçük başlangıçlardan yargıya vararak, çok şiddetli bir aşk
yaşayabilirdim ve Tanrı korusun aşık olduğum kişi Valeriya olabilirdi. Son derece sığ,
prensipleri yok ve buz kadar soğuk. Bu yüzden de dikkati hep başka yerde.‟(174)
23 Kasım 1856: „Aleksandra Petrovna‟yı düşünürken, bir yandan da Valeriya hiç
aklımdan çıkmadı.‟(180)
29 Nisan/11 Mayıs 1857, Cenevre: „Aşık olmaya son derece hazırım. Bu korkunç bir
şey!‟(194)
12/24 Mayıs 1857, Clarens: „Aşk –hem de fiziksel aşk- beni boğuyor. Mariya Yakovlevna
çok çekici bir kadın. Aşırı derecede kendimle ilgileniyorum. Hatta kendime aşığım bile
diyebilirim; çünkü içinde başkaları için çok fazla aşk var.‟(194)
17 Eylül 1858: „Öğle yemeğini Behrs‟lerde yedim. Ne kadar tatlı kızlar!‟(216)
22 Eylül 1861, Moskova: „Liza Behrs (Sofiya‟nın ablası) beni ayartıyor; ama bundan
bir şey çıkmayacak. Yalnızca hesaplarla olmuyor ve aramızda bir duygu yok.‟ (228)
23 Ağustos 1862, Moskova: „Kendimden korkuyorum –ya bu aşk değil, yalnızca aşk
arzusu ise? Onun (Sofiya Behrs) yalnızca zayıf yönlerine bakmaya çalışıyorum; Ama yine
de… Bir çocuk! Neden olmasın!‟(230)
24 Ağustos 1862: „Sonya‟yı daha az düşünüyorum; ama düşündüğüm zaman mutlu
oluyorum.‟(230)
12 Eylül 1862: „Aşık olmanın mümkün olacağına hiç inanmadığım halde aşık oldum.
Çılgına döndüm; eğer böyle giderse kendimi vuracağım… Evet Dublitski‟yim ama aşk beni
güzelleştiriyor. Evet, yarın evlerine gideceğim.‟(235)
8 Ekim 1862: „Dünden beri benim aĢkıma inanmadığını söylediğinden buyana
gerçekten korktum: Sevgime neden inanmadığını biliyorum.‟ (31)
11 Kasım 1862: „Ben kendiliğimden bana tutkun olduğunu ama beni sevmediğini
öğrendim. Tutkunluğunun cezasının kendisine pahalıya malolacağını anlayamadı mı
acaba? Çünkü sevilmeyen bir kadınla nasıl uzun süre bir arada olunabilir, nasıl bir ömür
birlikte sürdürülebilir? Herkesin sevdiği bu adamı, bu seçkin adamı ben niye yıktım?‟ (36)
13 Kasım 1862: „Onu (LN) deli gibi seviyorum, ama henüz etkisini pek az
duyuyorum: ne tuhaf… Ama gene öyle bir uykuya daldım ki…beni canlandıracak, beni
uyaracak çareyi bilmeyi çok isterdim.‟(37)
8 Ocak 1863: „Beni sevmekten vazgeçecek. Bundan neredeyse eminim. Beni kurtaracak
tek şey onun başkasını sevmemesi; ama bunun nedeni ben değilim. Benim nazik olduğumu
söylüyor. Bunu işitmek istemiyorum; belki de yalnızca bu nedenle beni sevmekten
vazgeçecek.‟(246)
9 Ocak 1863: „Bana inanmamakta direniyor, oyalanmam için eğlence gerektiğini
düĢünüyor.‟(42)
24 Nisan 1863: „Bana olan sevgisi kurulmuĢ makinadan farksız: elimi öpmesi ve
bana iyi davranmasından ibaret.‟(53)
29 Nisan 1863: „V.V.‟nin bir zamanlar bana aĢık olduğunu anımsayınca hoĢuma
gitti. Bugün gene birisi bana aĢık olsaydı hoĢuma gider miydi? Ne bayağılık, ne iğrenç…
Gün geçtikçe Liova benden uzaklaĢıyor. Onun anlayıĢına göre, aĢkın bedensel yönü
önemli.‟(54)
8 Mayıs 1863: „Sevilmek istenen bir köpeğe bile acınır, kovulmaz.‟(55)
22 Mayıs 1863: „Ne aptalmıĢım… ona inandım ve kısmetime de sadece piĢmanlık
düĢtü. HerĢey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim
DonaĢa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her Ģey ölü.
Eğer Liova…‟(57)
3 Ağustos 1863: „”Sonya, küçük sevgilim benim, ben suçluyum çünkü kötüyüm, ama
bende zaman zaman uyuklayan bir iyi insan da var. Onu sev ve onu azarlayıp sitem etme
Sonya.”‟[Sofiya‟nın Güncesine Liova‟nın düştüğü nottan] (61)
10 Eylül 1863: „Piyano çalarken, Liova‟nın bakıĢı hiç aklımdan çıkmıyor. Hiç böyle
bakmamıĢtı, ne düĢünüyordu acaba? Anılar mı, kıskançlık mı? Seviyor…‟ (63)
12 Eylül 1867:‟ Bende bir Ģeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da,
onunla baĢ baĢa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de
sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaĢtım? Bu sevgi, bundan
sonra ne iĢe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.‟(88)
16 Eylül 1866:‟Ben, gerçekten sevilmeyi istiyor ama, sevilmeyi istemesini
bilmiyorum.‟(89)
17 Eylül 1857: „”Niçin cezalandım, niçin?” “Neden bu denli sevdim?” demekten
kendimi alamıyorum. Mutluluğum yok oldu ve aĢk coĢkumu L. Gene baskı altına aldı diye
sinirleniyorum.‟(102)
9 Aralık 1890: „Dans la Revue de deux Mondes‟ta bir roman okudum: Bir genç kız,
sevdiği erkeğin evine gidiyor ve onun yaĢadığı ortam ve eĢyalar arasında bulunmaktan
mutluluk duyuyor. Nasıl da gerçeğe uygun… Ama ya bu “eĢyalar” çizme, bot, su dolu
leğen ve çöp gibi, kunduracı alet ve malzemesi ise o zaman ne olacak? Hayır, asla
alıĢamayacağım.‟(146)
14 Aralık 1890: „L.‟nin güncelerini kopya ederken, Ģunları kaydettiğini gördüm:
“AĢk diye bir Ģey yoktur, sadece cinsel iliĢkiler gereksenmesi ve anlayıĢlı bir kadına ihtiyaç
vardır.” Bu açıklamayı ben yirmi dokuz yıl önce okusaydım, hiç kuĢku yok ki, asla onunla
evlenmezdim.‟(149)
27 Aralık 1890: „Birden cesaretimi toplayıp, L.nin beni bunaltan öğütleri dıĢında,
kendi öz ruhsal yaĢantımı yaratabileceğimi anladım (…) Odama gittim, pencereyi açtım ve
soğuk ama açık ve yıldızlı gökyüzüne bir göz attım ve olacak Ģey değil ama, ölen U.‟yu
(Prens Leonid Urusov) düĢündüm. O öldüğü ve bu tür iliĢkilerden bundan sonra yoksun
kalacağım için çok, çok üzüldüm. Onunla iliĢkilerim saygılı, temiz ve ölçülü ama kesin
olarak, dostça olmaktan daha ileriydi; o iliĢkiler, bana en ufak bir piĢmanlık duyurmadığı
gibi, yaĢamımın çok yıllarını mutlulukla doldurdu. Benim yaĢamama, Ģimdi kimin ihtiyacı
var? Ġlgi ve sevecenliği ben nerede bulabilirim? Belki sadece Vaneçka‟nın yanında (ölen
kızı). Bu da güzel ve Tanrıya Ģükrediyorum.‟(155)
7 Ocak 1891: „Anladığım kadarıyla L.‟nin günceleri hiçbir aĢkı içermiyor. GörünüĢe
göre, bu duyguyu hiç tanımıyor.‟(162)
12 Şubat 1891: „Ben de ona karĢılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine
acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalıĢmaya hiç
önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtı Kroyçer Sonat‟la beni,
herkesin yanında küçük düĢürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu
söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını,
beni herkesin gözünde alçalttığını ve karĢılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini,
kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaĢantım süresince, kocama karĢı beni suçlu
duruma düĢürecek bir davranıĢta bulunmadığım ve herhangi bir kiĢiye ne bir bakıĢ, ne bir
hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, baĢka birisini sevme olasılığı
bulunmuĢ da olsa, bende bir iç mücadele geçmiĢ de olsa, bu baĢka bir sorun, bu benim,
iĢim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona
dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.‟(174)
21 Mart 1891: „L. ġaĢılacak derecede sevimli, sevecen ve neĢeli. Ama ne yazık ki
bunlar hep, tek ve aynı nedenden… Kroyçer Sonat‟ı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aĢk
yaĢantısına bir göz atabilseydiler, onu neĢeli ve iyi yürekli yapanın sadece aĢk yaĢantısı
olduğunu anlarlar ve taptıkları kiĢiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aĢağı atarlar,
ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alıĢkanlıklarında
zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde
bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…‟(184)
23 Nisan 1891: „Prens Urusov‟u düĢündüm (…) Benim, mutlu olmaya hak
kazandığımı, giriĢtiğim her iĢte baĢarıya ulaĢacağımı, yaptığım her Ģeyin kusursuz
olduğunu bana inandırarak ve sürekli olarak ilgilenerek beni öylesine Ģımartırdı ki…
Bizimkiler ise sadece ilgisizlik, bencillik ve kıskançlıklarını belirtiyor ve beni hor
görüyorlardı.‟(202)
15 Ağustos 1891: „Bizimki nasıl geçti? Sürekli bir soğukluğun takip ettiği tutku
alevleri… Yeni bir tutku ve yeni bir soğukluk... Arasıra da sakin ve tatlı bir dostluk
gereksinmesi ve karĢılıklı bir sevecenlik duyulur (…) Nasıl Hiristiyanca bir yaĢantıdır ki
bu, ne çocuklarına, ne bana ve ne de kendinden baĢka kimseye bir parçacık sevgi
duymaz.‟(227)
4 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: „Sevgi ancak nesnesi çekici olmadığında
gerçektir.‟(470)
25 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: „Sonya ve Şaşa yeni ayrıldılar. Sonya arabaya bindiği
anda ona karşı korkunç bir acıma hissettim; ayrıldığı için değil, onun için, ruhu için.
Gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. Keyifsiz, mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorum.
Tutunabileceği tek insan benim ve kalbinin derinliklerinde benim onu sevmediğimden
korkuyor. Bunun nedeni de dünya görüşlerimizdeki farklılık. Onu sevmediğimi, çünkü
kendisinin bana yakınlaşmadığını düşünüyor. Böyle düşünmemelisin, seni çok seviyorum ve
seni anlıyorum. Biliyorum ki sen bana gelemezsin ve bu yüzden yalnız kaldın. Ama yalnız
değilsin. Ben seninleyim, tıpkı senin benimle olduğun gibi. Seni seviyorum, seni sonsuza
kadar büyük bir aşkla seveceğim.‟(478)
5 Haziran 1897: „Evde fazla konuk ve hareket yok. Ben özellikle Taneyev‟i
özlüyorum.‟(270)
7 Haziran 1897: „Ah bu romanslar, birisi gerçekten yüreğimde iz bıraktı.‟(273)
21 Haziran 1897: „Bu gürültü yerine, geçen yaz yaĢadığım tatlı müzik sesini duymak
(Taneyev) için neler vermezdim. Evet, o zaman yaĢam bir Ģenlikti. Bu anılar için de kadere
teĢekkürler.‟(284)
21 Temmuz 1897: „Kocama ve çocuklarıma karĢı, yeni doğmuĢ bir çocuk kadar saf ve
temizim. Hiç kimseyi, L.N.‟yi sevdiğim kadar sevmediğimi, sevemeyeceğimi biliyorum.
Onunla karĢılaĢtığımda içime sevinç doluyor ve onu her Ģeyiyle seviyorum: boyunu posunu,
gözlerini, gülüĢünü, tatlı konuĢmasını (kızdığı zamanlar hariç, ama bundan söz etmeyelim)
ve sabırlı olgunluk esinini seviyorum.‟(298)
13 temmuz 1897: „Taneyev konusunda da beni çok eleĢtirdiler. Ne yapalım… Bu
adamın, bana verdiği zevk yaĢantımı renklendirdi. O bana müzik dünyasının kapılarını açtı
ve ben o sayede avunmayı öğrendim. Taneyev‟in müziği, Vaneçka‟nın ölümünden sonra,
beni tümüyle terk eden yaĢama kavuĢturdu. Tatlı ve neĢeli varlığı, ruhumun sıkıntısını
hafifletiyordu. ġimdi bile, onu ne zaman görsem, kendimi rahat ve sakin hissediyorum.
Bunların hepsi, beni Taneyev‟e aĢık sanıyorlar.‟(300)
1 Ağustos 1897: „Tüm sanat yapıtlarında aĢka çok büyük pay ayrıldığını (“Ģehvet
manisi”) hoĢnutsuzluk ve öfkeyle eleĢtiriyor. Bu sabah SaĢa “Babam bugün çok neĢeli, o
neĢeli olunca bizler de neĢeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle
eleĢtirdiği bu aĢk yüzünden neĢeli olduğunu bilebilseydi…‟(307)
19 Eylül 1897: „Seven hep bir kiĢidir, öteki ise sevilmesine izin verir.‟(330)
22 Ocak 1898: „O (Lev N. Tolstoy) bana ne denli acımasız davranırsa davransın,
yüreğim hala onun sevgisiyle dolu.‟(371)
18 Şubat 1898: „ĠĢte dün, kadının uğraĢısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun
bir tek amacı vardır: cinsel aĢk; ona ulaĢtığı zaman, geri kalan her Ģey kendiliğinden
çözümlenir, dedi.
„Bu inanç benim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.‟nin kadın hakkındaki
bu sürekli ve hayasız görüĢ ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını
bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaĢına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı
bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim
bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaĢantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla
yoğunlaĢıp açığa çıkmasının yaĢantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düĢkırıklığına
uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.‟(382)
19 Mayıs 1898: „Ben kocamın kiĢiliğinde coĢkulu bir aĢık veya acımasız bir yargıç
buldum ama hiçbir zaman bir dost bulamadım. Hala da bulamıyorum…‟(403)
28 Haziran 1898, Yasnaya Polyana: „Aşık olmak tamamen iffetli kalmayı başaramayan
gençlere uygundur; evlilikten önce gelmeli ve gençleri onaltı yaşından yirmi ya da daha ileri
yaşlara kadar uzanan çok kritik yıllarda kurtarmalıdır. İşte aşık olmanın yeri burasıdır. Ama
eğer evlilikten sonra insanların yaşamlarında patlak verirse, yanlış yerde ortaya çıkmış olur
ve iğrençtir.‟(521)
20 Haziran 1898: „Arasıra bana, boĢ yere sıkıntılar çektirdi ama gene de o sadece
beni sevdi –yalnız çocuklarıma karĢı da olsa- o benim dayanağım ve koruyucumdu. Ama o
olmayınca? Durum çok güç ve çok hüzünlü olacak…‟(408)
30 Ağustos 1898: „Taneyev sabahleyin gitti. Hastalığım L.N.‟yi öyle korkuttu
ki…Benim nazik ve sevgili ihtiyar kocam… Bana ihtiyacı olan kocamdan baĢka kim beni
sevebilir? Ġçtenlikli davranıĢı gözlerimi yaĢarttı ve yattığım yerde, benim için çok değerli
olan bu yaĢantımızın uzun sürmesi için Tanrıya dua ettim.‟(417)
15 Eylül 1898: „Söylediğim acı sözler için özür dilediğimi, beraber ve dost olmak
istediğimi açıkladım. Ġkimiz de ağlamaya baĢladık ve dıĢtan görünen tüm uyuĢmazlıklara
rağmen, otuzaltı yıldır birbirimize içten ve sevgimizle bağlı olduğumuzu ve bunun her
Ģeyden önemli ve değerli olduğunu anladık.‟(421)
23 Eylül 1898: „BaĢkalarını bir baĢka biçimde sevebilirim ama, bu dünyada hiç
kimseyi kocamla ölçüĢtüremem bile. YaĢantım boyunca o, benim yüreğimde çok önemli bir
yere sahip olmuĢtur.‟(423)
22 Ekim 1898: „Bugün L.N.‟nin fotoğrafını seyrettim, beni çok kez okĢayan ve sık sık
öptüğüm, zayıf ihtiyar ellerine baktım ve onu düĢünerek hüzün duydum. O ellerin beni
okĢamasını istedim ama aĢık olarak değil, yaĢlı olarak.‟(426)
30 Mayıs 1899: „Ölümü göze aldığına göre, T…‟yi çılgınca kıskanıyor demektir.
Zavallı sevgilim…baĢka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık
yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az Ģeyden mi yoksun kaldım? Ġnsanların en
iyileriyle iliĢki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca geliĢme, ilginç ve değerli, bilgi ve
görgü arttıran her Ģeyden yoksun kaldım.‟(449)
26 Mart 1901: „Bana karĢı sevecen ve tutkulu. Ne yazık ki genellikle, bunlardan biri
öteki olmadan olmuyor.‟(475)
3 Temmuz 1901: „Çok sevdiğim ellerini öptüm ve onun bakımını yapmanın ne büyük
bir mutluluk verdiğini, onu yeterince mutlu edemediğim için ne denli kendimi suçlu
bulduğumu, kendisine vermeyi bilmediklerim için beni bağıĢlamasını rica ettim.
Birbirimize sarılarak ağlaĢtık, uzun süredir gönlümün beklediği, otuzdokuz yıllık evlilik
hayatımızda hissettiğimiz yoğun duyguların içten ve gerçek bir itirafıydı bu…‟(482)
26 Ocak 1902: „Benim Liovoçkam ölüyor… Ġnancım o ki, yaĢamımı onsuz
sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaĢıyorum. BaĢkaları ve herkes için, o bir
ünlü kiĢidir, benim için ise tüm yaĢantımın simgesidir o, yaĢamımız içiçe geçti, geçti ama
aman Tanrım, ne kadar çok kusur, piĢmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben
onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla
ona pek çok acı çektirdim. Beni bağıĢla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eĢim beni
bağıĢla…‟(506)
4 Kasım 1902: „Pek çok sevdiğim bu ünlü adam öyle yaĢlı, öyle zayıf ve öyle acınacak
durumda ki…‟(543)
8 Kasım 1902: „Genel olarak ben erkekleri sevmiyorum, onlara yakınlık duymuyor ve
onlardan tiksiniyorum. Benim için değerli olmadan ve onu sevmeye baĢlamadan önce ve
uzun bir süre bir adamın ruhuna ve yeteneğine hayran olmam gerek.‟(544)
18 Aralık 1902: „Onu bir deri bir kemik kalmıĢ yüzünü, ellerini sevecenlik ve kaygıyla
seviyor ve öpüyorum ama o bana ilgisiz ve soğuk bir biçimde bakıyor.‟(551)
19 Ocak 1903: „Dün Taneyev‟i de görüp onunla tartıĢtım ve sonuç olarak onu niçin
çok beğendiğimi ve sevdiğimi anladım. ġaĢılacak derecede iyi ve yüce gönüllü bir
adam.‟(554)
21 Ocak 1903: „Ona karĢı öylesine bir sevgi ve saygı duydum ki ellerini öperek
ağlamaya baĢladım; ona karĢı duyduğum ve Ģimdi beni kaçınılmaz bir yola sürükleyen o
bilinçsiz suçluluk duygusu gene etkisi altına aldı beni.‟(554)
17 Kasım 1903: „Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını
biliyorum.
„Önceden tahmin ettiğim Ģey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı,
o halde Ģimdi nasıl olabilirdi?
„Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da
mutlulardır… Bencillerin, büyük adamların eĢleri, gelecek kuĢakların acımasız ve
hoĢgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…‟(563)
14 Ocak 1905: „Briukov‟a her koĢulda yanından ayrılmayıp ona yardımcı olmamın,
kendisine düĢünemeyeceği kadar büyük bir aile mutluluğu verdiğini ve beni sevdiği kadar
hiç kimseyi sevmediğini söylemiĢ… Bunu Briukov bana anlattığı zaman engin bir sevinç
duydum.‟(575)
9 Mayıs 1910: „Ve sonra sözlerimi yumuşatmak için, onu sessizce öptüm. Bu dilden
gayet iyi anlıyor.‟(705)
4 Temmuz 1910: „Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.‟nin kısman terk ettiği
bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaĢmayı, yaĢlanmayı, coĢkulu ve karma
karıĢık ruhumu yatıĢtırmayı, onunla birlikte dünya yaĢamının hiçliğini anlamayı öyle
österdim ki…‟(602)
7 Temmuz 1910: „Tüm üzüntülerim, ona karĢı duyduğum ateĢli aĢkın tüm gücü,
birkaç gündür aramızda meydana gelen buzları kırmayı baĢardı. Yüreklerimizi birleĢtiren
bağı hiçbir Ģey koparamaz. Biz birbirimize, uzun bir yaĢam ve güçlü bir sevgiyle sımsıkı
bağlanmıĢız. Odasına yatmaya gittiğinde yanına vardım ve: “Bir daha gizlice beni bırakıp
gitmeyeceğine dair söz ver,” dedim. “Öyle bir niyetim yok, yemin ederim ki seni asla
terkemeyeceğim, seni seviyorum,” yanıtını verdi; sesinin titrediğini hissettim. GözyaĢlarımı
tutamadım ve onu kaybetmekten korktuğumu, onu pek çok sevdiğimi ve –yaĢamımdaki saf
ve saçma tutkularıma rağmen- dünyada en çok onu sevmekten asla vazgeçmediğimi ve
bunun hep böyle sürüp gideceğini söyleyerek onun boynuna sarıldım. L.N., durumun
kendisi için de aynı olduğunu, korkmam için bir neden bulunmadığını ve bizi birbirimize
bağlayan bağın kopmayacak kadar sağlam olduğunu söyledi. Gerçeği söylediğini anladım
ve engin bir sevinç duydum. DıĢarı çıktım ama tekrar yanına giderek, beni, yüreğimi ezen
ağır bir yükten kurtardığı için kendisine teĢekkür ettim.‟(606)
10 Temmuz 1910: „Ben bahçeye çıkıp bir meĢe ağacının altına uzanmak istiyordum;
orada, odamdakinden daha rahat olacağımı sanıyordum. Sonunda L.N.‟nin elinden
tutarak, gidip yatmasını söyledim; onu odasına götürdüm ve gene odama döndüm; ama
onunla konuĢmak istiyordum ve bu nedenle gene odasına gittim. Kendi elimle ördüğüm
yatak örtüsünü üstüne çekmiĢ ve baĢını duvara çevirmiĢti. Ġçimde engin bir acıma ve
sevecenlik duygusu kabardı ve çok sevdiğim avuçlarının içini öperek beni bağıĢlamasını
söyledim. Aramızdaki buzlar çözüldü, ikimiz de ağlamaya baĢladık ve sonunda onun
sevgisine kavuĢtum.‟(611-613)
24 Temmuz 1910: „Kendisine en yakın olan yaratığı, öz karısını hoyratça ve
acımasızca kıvrandırırken, AġK ve SEVGĠ konusunda yazı yazmaya nasıl cüret
edebiliyor?‟(635)
15 Ağustos 1910: „Bizim aile cehennemimizin aksine, burada birsürü saygılı ve
içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karĢı duyduğum sevginin azaldığını
anlamaya baĢladım. Bana karĢı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye baĢladığı bu
kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi
sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin
beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan
kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaĢam çok kolay olur ve kendimi çok özgür
hissederdim. O zaman ġaĢa ve Çerkov‟u büyücülükleriyle baĢ baĢa bırakırdım.‟(658)
20 Ağustos 1910: „At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor.
Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
„Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir
zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]‟(737)
28 Ağustos 1910: „Soyfa Andreyevna ile ilişkilerim gittikçe daha fazla güçleşiyor. Bu
aşk değil; nefrete yakın bir aşk talebi ve gittikçe nefrete dönüşüyor.
Evet, egoizm çılgınlıktır. Eskiden çocuklar onu kurtarıyordu –hayvani bir sevgi, ama
yine de diğerkam bir sevgi. Ama bu sevgi sona erdiğinde, geriye kalan yalnızca bir egoizmdi.
Ve egoizm en anormal haldir –çılgınlık.[GG]‟(739)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sükunet bulamıyorum.
Yollarda yürüdüm.‟(716)
2 Eylül 1910: „Schopenhauer: “İnsanları sevmeye zorlamak nefreti tahrik eder, bu
yüzden…”[GG]‟(739)
10 Eylül 1910: „Kötü niyeti ve bağırmaları beni periĢan etti. Gidip onun odasına
uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya
baĢladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya baĢladı. Tatlılıkla
bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya baĢladı. Ben kendi kendime :”ġükür sana Tanrım,
geçmiĢte kalan aĢkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.‟(684)
15 Eylül 1910, Koçeti: „(11) Bana karşı duyduğu, şimdi izi bile kalması sevgiye ihtiyacı
olmadığı gibi, benim ona duyduğum sevgiye de ihtiyacı yok. Tek ihtiyacı olan şey,
başkalarının benim onu sevdiğimi düşünmesi. Ve bu son derece korkunç bir durum.‟(718)
16 Ekim 1910: „L.N. kötü yüreklilikle bağırmaya baĢladı: “Senin kaprislerine boyun
eğmek istemiyorum, özgür olmak istiyorum; sekseniki yaĢında bir çocuk gibi olmak,
karımın elinde kiĢiliksiz bir oyuncak durumuna düĢmek istemiyorum…” dedi. Çok acı ve
onur kırıcı öyle Ģeyler söyledi ki, pek çok üzüldüm. Ben de dedim ki: “Sorun o değil, sen
her Ģeyi ters yorumluyorsun. Bir insanın en önemli iĢi, önem verdiği kiĢinin acı çekmesini
önlemek için sevgisini feda etmesidir””(707)
21 Ekim 1910: „Kocamın bu gönül tutkusunu yok etmesi ve sevgisini karısı olan bana
geri vermesi için Tanrıya içtenlikle yalvarıyorum.‟(712)
KISKANÇLIK HAKKINDA
3 Mayıs 1865: „ KızkardeĢime kızdım, çünkü L.nin yaĢantısına burnunu fazla
sokuyor. Nikolskoye‟de, avda, at ve yaya gezmelerinde L.nin yanından hiç ayrılmıyor. Dün
ilk kez kıskançlığım patlak verdi. Bugün atımı Tanya‟ya verdim. Ġkisi ormana, ağaç
kesimini görmeye gittiler. Aklımdan geçenleri Tanrı biliyor…‟(79)
17 Eylül 1876: „Yazmayı tasarladığım yaĢamöyküsünü (Tolstoy‟un)
beceremeyeceğimi anladım çünkü tarafsız olamayacağım. Güncesinin sayfalarını
karıĢtırırken, doymazcasına, bir aĢk iliĢkisiyle ilgili bir anıĢtırma arayıp durdum,
kıskançlıktan kıvrandım ve kafam karıĢtı. Ama arayacağım.‟(101)
12 Şubat 1891: „Ben de ona karĢılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine
acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalıĢmaya hiç
önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtı Kroyçer Sonat‟la beni,
herkesin yanında küçük düĢürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu
söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını,
beni herkesin gözünde alçalttığını ve karĢılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini,
kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaĢantım süresince, kocama karĢı beni suçlu
duruma düĢürecek bir davranıĢta bulunmadığım ve herhangi bir kiĢiye ne bir bakıĢ, ne bir
hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, baĢka birisini sevme olasılığı
bulunmuĢ da olsa, bende bir iç mücadele geçmiĢ de olsa, bu baĢka bir sorun, bu benim,
iĢim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona
dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.‟(174)
2 Haziran 1897: „L.N. beni gerçekten tasalandırıyor çünkü zayıflıyor, baĢı
ağrıyor…ve Ģu marazi kıskançlık… Suç bende mi? Bilemiyorum. Taneyev ile birlikte
olduğum zamanlar, yaĢamımın bu son günlerinde, onun gibi bir dostumun olması, böyle
sakin, yetenekli ve iyilik dolu bir dosta sahip olmak ne iyi diyordu (...) AyıĢığı, nem,
soğuk… ve ne hasret…‟(268)
25 Haziran 1897: „Makalesi hoĢuma gitmiyor ve üzülüyorum. Bu makalede, hiç
hoĢuma gitmeyen bir tür kötü niyetli kızgınlık buluyorum. Gerçek dıĢı bir düĢmana (bu
kıskandığı Taneyev olabilir) kızdığını ve tek amacının onu yok etmek olduğunu
hissediyorum.‟(286)
16 Ocak 1898: „Evet, genel kural olarak bir despotla yaĢamak, onun buyruğu altında
olmak, zaten yeterince zordur, ama özellikle kıskanç bir despotla yaĢamak ise
korkunçtur.‟(368)
12 Şubat 1898: „Ama ölmüĢ insanlara karĢı duyduğum sevgi bile, L.N.nin onlara
karĢı nefret duymasına neden oluyor.‟(379)
2 Nisan 1898: „Ben böyle olduğum için kocam, canlı, neĢeli ve mutlu!.. Ben sanat,
müzik veya birisiyle ilgili ve canlı olduğum zaman, kocamın mutsuz, endiĢeli ve öfkeli
olduğunu kimse anlamayacaktır.‟(393)
30 Mayıs 1899: „Ölümü göze aldığına göre, T…‟yi çılgınca kıskanıyor demektir.
Zavallı sevgilim…baĢka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık
yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az Ģeyden mi yoksun kaldım? Ġnsanların en
iyileriyle iliĢki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca geliĢme, ilginç ve değerli, bilgi ve
görgü arttıran her Ģeyden yoksun kaldım.‟(449)
26 Haziran 1910: „Arazi konusunda, ben Henry George‟un ilkesini anlamıyorum,
hepsi bu kadar; çocuklarımız varken topraklarımızı bağıĢlamak bence haksızlık. Din
sorununa gelince, aramızda bir düĢünce ayrılığı olamaz, çünkü ikimiz de Tanrıya
inanıyoruz, iyiliğe ve Tanrı iradesine boyun eğmek gerektiğine de inanıyoruz. SavaĢtan ve
ölüm cezası uygulanmasından, ikimiz de nefret ediyoruz. YaĢadığımız kırsal yaĢantıyı
seviyoruz. Ne o, ne de ben lükse düĢkün değiliz… Tek anlaĢmazlık noktamız, benim
Çerkov‟u sevmeyip L.N.(yi sevmem, onun ise beni sevmeyip Çerkov‟u gözbebeği gibi
sevmesi.‟(595)
1 Temmuz 1910: „Çerkov‟u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı
çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmıĢlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle
yarıĢırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaĢılması güç sözler söylediler
ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuĢtuklarını söylemedi. ġaĢa‟ya gelince sadece
sıvıĢıp gitti.‟(…) Çerkov, L.N.‟nin TĠNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve
bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)ġunları ekledi: “YaĢamını, kocasını
mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.‟ye öyle acıyorum ki despot
Çerkov‟un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.‟(598/9)
5 Temmuz 1910: „L.N. kanapeye, Çerkov da hemen onun yanına oturdu. Ben de
küskünlük ve kıskançlıktan allak bullak oldum.‟(603)
19 Temmuz 1910: „Kocamın Ģu andaki Çerkov‟a karĢı duyduğu büyük tutku
konusunda gözlerimi açtı; sonsuza dek gönlüm tiksinti ve kötü düĢüncelerle dolu olacak.
[Sofiya, Tolstoy‟un 29 Kasım 1851 yılında bir kağıda yazdığı şu sözleri anıştırıyorDİPNOTU: “Ben hiç aşık olmadım… Erkeklere ise çok sık gönlümü kaptırdım (…) Bana
göre, sevginin en önemli belirtisi, sevdiğin kişiyi üzmek ya da onu gücendirmek korkusudur,
sadece korkudur.]‟(629)
21 Temmuz 1910: „Benden baĢka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar;
yaĢamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına
bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka‟m
iyileĢsin ve bana kızmasın.‟(631)
27 Temmuz 1910: „Bir köpek birisinin ardından havlıyor, onun ardından koĢuyor ve
öteki köpekler kurbanı parçalıyorlar. Benim baĢımdan geçen de bunun gibi bir Ģey. Tümü
birden beni L.N. den ayırmayı denediler. Ama amaçlarına ulaĢamayacaklar.‟(639)
28 Temmuz 1910: „Hayır Bay Çerkov, artık L.N.‟nin benden uzaklaĢmasına ve sizin
olmasına izin vermeyeceğim.‟(640)
5 Ağustos 1910: „Çerkov bana karĢı kaba davrandığında, kocamın beni korumamıĢ
olması beni pek çok üzdü ve gururumu kırdı. Bu adamdan öyle çok çekiniyor ki… Öylesine
söz dinler ve boyun eğmiĢ bir duruma gelmiĢ ki… Ne ayıp ve ne acınacak Ģey…(…) Gece
oldu ama uyuyamıyorum. Diz çöküp uzun süre dua ettim. L.N.‟nin Çerkov‟u sevmekten
vazgeçirmesi, bana geri döndürmesi ve bana karĢı soğuk davranmaması için Tanrıya
yalvardım.‟(648)
26 Eylül 1910: „Geri döndüğümde Sofiya Andreyevna‟yı öfke içinde buldum. Çerkov‟un
fotoğrafını yakmıştı.‟(720)
21 Ekim 1910: „Kocamın bu gönül tutkusunu yok etmesi ve sevgisini karısı olan bana
geri vermesi için Tanrıya içtenlikle yalvarıyorum.‟(712)
24 Ekim 1910: „Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuĢku içinde ona pusu
kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov‟u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da
çalıĢmama engel oluyor.‟(715)
CĠNSELLĠK HAKKINDA
19 Haziran 1850: „Yalnız bir şeyden memnun olmadım: Şehvetimi yenemiyorum. Bu
tutku bende bir alışkanlık durumuna gelmeye başladığından bu yana bu savaşımım daha da
güçleşiyor.‟ (34)
13 Haziran 1851: „Tensellik dışında, kendimden hoşnut olmakla birlikte…‟ (55)
20 Eylül 1855: „Birçok güzel kız ve tensellik bana işkence ediyor.‟(149)
6 Haziran 1856: „Fiziksel ağrı düzeyine varacak derecede korkunç bir şehvet.‟(166)
8 Haziran 1856: Bahçede dolaştım. Harika bir güzelliğe sahip çok hoş bir köylü kadın
gördüm. Dayanılmaz bir kötülük arzusuyla dolup taşıyorum. Kötülüğün kendisi bile bundan
iyidir.‟(167)
5 Temmuz 1856: „Geceleyin saat 2‟ye kadar belirsiz bir tensel arzu içinde yürüyüp
durdum.‟(171)
5 Eylül 1856: „Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni
mahvediyor.‟(173)
27 Kasım 1856: „Tensel amaçlarla dolaşıp durdum. Nevski‟de sarhoş bir fahişe buldum.
Hamama gittim.‟(180)
12 Aralık 1856: „Çok üzgünüm. Rüyamda yerde kan gölü vardı. Ayrıca göğsüme esmer
bir kadın oturmuş, çıplak bir şekilde bana doğru eğilmiş bir şeyler fısıldıyordu.‟(181)
20 Mayıs/1 Haziran 1857, Grindelwald: „Hizmetçi birkaç kez koşarak geçti ve ben beni
beklediğini düşündüm; zira herkes yatağındaydı.‟(195)
2/14 Haziran 1857, Chambery: „Yanımda oturan kadına teklif etmek istedim; ama
reddetmesinden korktum.‟(196)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: „Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe
değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar‟dan iki sayfa yazdım.‟(197)
11/23 Haziran 1857, Evionnaz: „Kahveden şikayet ettiğim için garson kız ağladı… Çilli
bir güzel. Şiddetle bir kadın arzuluyorum. Ama güzel bir kadın.‟(197)
8 Ekim 1862: „Kocamın (Tolstoy) tüm geçmiĢi bana çok iğrenç görünüyor. Bu
duygudan hiç kurtulamayacağım sanırım…Benim geçmiĢimde de kötü Ģeyler var ama
onunkiler kadar değil. ‟(31/32)
16 Aralık 1862: „L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmiĢi iğrenç. Benim
geçmiĢim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aĢk ve kadının
sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü
yakmak isterdim. Yeterki onun geçmiĢini bana anımsatacak bir Ģey, asla bir Ģey kalmasın.
Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yok olmasına ben
üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu iĢi kıvançla
yapardım.‟(41)
13 Kasım 1863: „Onun, karĢısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini
kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eĢyası, bir kadınım
ben… Çok önemsiz bir kiĢiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaĢamı, bir uğraĢısı,
yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaĢma sezmeye
baĢladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz
oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.‟(67)
22 haziran 1884: „Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim.
Karıma ve Seryoja‟ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.‟(299)
4 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: „Evet, dün köylüler kızların değil, yalnızca
kadınların histeri nöbetine yakalandığını ileri sürdüler. Bu yüzden bunun cinsel aşırılığın
sonucu olduğu doğru.‟(342)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: „Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve
kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne
kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet
duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.‟(350)
6 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: „Evet, tıpkı bir hastalık gibi cinsel arzuyu da
öldürmek gerekir. Aynı şekilde kibiri öldürmek için de aşağılanma ve utanç gerekir.‟(380)
21 Mart 1891: „L. ġaĢılacak derecede sevimli, sevecen ve neĢeli. Ama ne yazık ki
bunlar hep, tek ve aynı nedenden… Kroyçer Sonat‟ı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aĢk
yaĢantısına bir göz atabilseydiler, onu neĢeli ve iyi yürekli yapanın sadece aĢk yaĢantısı
olduğunu anlarlar ve taptıkları kiĢiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aĢağı atarlar,
ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alıĢkanlıklarında
zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde
bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…‟(184)
9 Haziran 1891: „Ben onu sevecen, ilgili ve dost görmekten mutluluk duyacağım ama
o ya kaba bir biçimde kösnülü ya da ilgisiz.‟(213)
1 Ağustos 1897: „Tüm sanat yapıtlarında aĢka çok büyük pay ayrıldığını (“Ģehvet
manisi”) hoĢnutsuzluk ve öfkeyle eleĢtiriyor. Bu sabah SaĢa “Babam bugün çok neĢeli, o
neĢeli olunca bizler de neĢeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle
eleĢtirdiği bu aĢk yüzünden neĢeli olduğunu bilebilseydi…‟(307)
7 Kasım 1897: „L.N. yatağı kendi yaptı ve bu yorucu at yolculuğundan sonra,
istekliliğini bana kanıtlamak için, oldukça dinç göründü… Bunu ben, onun olağanüstü
gücünün bir kanıtı olması için not ediyorum ve de yetmiĢ yaĢında.‟(344)
18 Şubat 1898: „ĠĢte dün, kadının uğraĢısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun
bir tek amacı vardır: cinsel aĢk; ona ulaĢtığı zaman, geri kalan her Ģey kendiliğinden
çözümlenir, dedi.
„Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.‟nin kadın hakkındaki
bu sürekli ve hayasız görüĢ ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını
bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaĢına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı
bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim
bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaĢantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla
yoğunlaĢıp açığa çıkmasının yaĢantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düĢkırıklığına
uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.‟(382)
16 Ocak 1900, Moskova: „Cinsel arzuya en iyi yaklaşım (1) Onu tamamen bastırmaktır.
Sonraki en iyi ise (2) yalnızca tek kadınla ilişki kurmak, iffet ve iman ve hep birlikte çocuk
yetiştirip birbirine yardım etmektir. (3) Bundan sonraki kötü yaklaşım, cinsel arzu
zorladığında geneleve gitmektir; (4) Birlikte yaşamaksızın çeşitli kadınlarla olağan ilişkiler
kurmaktır. (5) Bir kadınla ilişki yaşayıp sonra onu terk etmektir. (6) Hepsinden kötüsü kendi
sadakatsiz ve ahlaksız karınızla yaşamaya devam etmektir.‟(540)
26 Mart 1901: „Bana karĢı sevecen ve tutkulu. Ne yazık ki genellikle, bunlardan biri
öteki olmadan olmuyor.‟(475)
10 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: „Erkek ile kadın arasındaki fark şudur: Erkek
daima şehvet hisseder, ama onu bastırabilir. Bir kadın ise –ancak zaman zaman- şehvet
hisseder, ama onu bastıramaz.‟(602)
9 Temmuz 1908: „Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım
çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale
geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
„Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci
emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği
ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı
hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye
kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman
sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya‟ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri
biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.‟(652)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: „Eğer hem cinsel ilişkilerin kendilerini hem de onların
yol açtığı duyguları ve ayrıca evliliği, özellikle güzel ve mutluluk getiren bir şey [aslında
evlilik, kişinin bütün yaşamını daima olmasa da, on bininden dokuz bin dokuz yüz doksan
dokuzunda mahveden bir olaydır] olarak şiirleştirmeseydik, cinsel arzuyla mücadele etmek
yüz kez daha kolay olabilirdi. Keşke insanlara çocukluğunda ve sonra da tamamen
olgunlaştığında; cinsel eylemin (kişi yalnızca bu eyleme teslim olmayı seven bir kişi hayal
etmelidir) ancak her iki taraf da onları çocuk yetiştirme ve onları mümkün olduğunca eğitme
güç ve karmaşık sorumluluğuna götürecek sonuçları olduğunun bilincinde olmaları halinde
insani bir anlam kazanan iğrenç, hayvani bir eylem olduğu aşılansa.‟(663)
28 Ağustos 1910: „L.N. insan bir hayvandır ama düĢünen bir hayvan olduğu için
usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve Ģunları ekledi: Tinsel olarak
esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düĢünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir.
Ġnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keĢiĢ, kendini dine adamıĢ bir kiĢi olsaydı
ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek Ģu ki, kocamın istek ve
iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve onüç çocuk doğurdum.‟(674)
BEDEN HAKKINDA
12 Haziran 1851: „Beden, yaşamın çirkin yanı yeniden üste çıktı … Sesin nereden
geldiğini biliyordum… o sese karşı savaştım ve teslim oldum. Ün ve kadın düşleri görerek
uykuya daldım. Ama bu benim hatam değildi, benim yapabileceğim bir şey yoktu.‟(54)
5 Eylül 1856: „Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni
mahvediyor.‟(173)
10 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: „İnsanlar yiyor ve berbat bir koku
yayıyorlar.‟(380)
18 Şubat 1898: „ĠĢte dün, kadının uğraĢısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun
bir tek amacı vardır: cinsel aĢk; ona ulaĢtığı zaman, geri kalan her Ģey kendiliğinden
çözümlenir, dedi.
„Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.‟nin kadın hakkındaki
bu sürekli ve hayasız görüĢ ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını
bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaĢına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı
bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim
bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaĢantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla
yoğunlaĢıp açığa çıkmasının yaĢantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düĢkırıklığına
uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.‟(382)
22 Ağustos 1910: „Bugün doğum yıldönümüm, altmıĢaltı yaĢındayım ve hala
abartılmıĢ bir duygusallık ve büyük bir tutku sahibiyim; bunların yanı sıra da hep genç
görünüyorum.‟(666)
[Böyle düşünmesine rağmen genç Tolstoy huzurlu değildir. Durumun birden çok
açıklamasına yatkın olacaktır yaşamı boyu. Kendini aldatmak, kandırmak mı, dürüst olmak
mı?-ZK]
HASTALIK HAKKINDA
5 Eylül 1856: „Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni
mahvediyor.‟(173)
23 Eylül 1861: „Yine tüberkülozum; ama artık buna alıştım.‟(228)
11 Temmuz 1881:‟Sonya bir kriz geçirdi. Bu kez daha iyi karşıladım; ama yine de
kötüydü. Onun hasta olduğunu anlamalı ve ona acımalıyım. Ama insanın bir kötülüğe sırtını
dönmesi imkansız.‟(276)
3 Mayıs 1884: „Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret
ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım
ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.‟ (290)
21 Haziran 1887: „Ruhsal yönden de, bedensel olarak da çok bitkinim, kendimi çok
güçsüz buluyorum. Anılar ve özlemler bitiriyor beni ve en kötüsü de bu.‟(137)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: „Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzumsuz bir telaş
var ki; beni depresyona soktu.‟(388)
2 Haziran 1897: „L.N. beni gerçekten tasalandırıyor çünkü zayıflıyor, baĢı ağrıyor…
ve Ģu marazi kıskançlık… Suç bende mi? Bilemiyorum. Taneyev ile birlikte olduğum
zamanlar, yaĢamımın bu son günlerinde, onun gibi bir dostumun olması, böyle sakin,
yetenekli ve iyilik dolu bir dosta sahip olmak ne iyi diyordum.‟(268)
27 Kasım 1900: „O neĢeli ve canlı, çünkü ben hasta ve hareketsizim. Benim
canlılığımı hiç sevmez ve hep ondan korkar.‟(457)
7 Aralık 1902: „Zavallı yorgun gözleri, çok sevdiğim o değerli ve akıllı gözleri bana
acılı olarak bakıyor ama, iyileĢmesi ve yaĢaması için canımı seve seve verebilirdim ancak
ona yardımcı olamıyordum. ġeytanlarla ilgili menkıbeyi yazdığı için Tanrının onu
cezalandırıp yaĢatmayacağı düĢüncesi aklıma takıldı. Acaba ne olacak?‟(547)
18 Aralık 1902: „Onu bir deri bir kemik kalmıĢ yüzünü, ellerini sevecenlik ve kaygıyla
seviyor ve öpüyorum ama o bana ilgisiz ve soğuk bir biçimde bakıyor.‟(551)
11 Temmuz 1910: „Hayattayım, hemen hemen…(…) Hala hastayım. Sonya, zavallı
kadın, sakinleşti. Zalim ve moral bozucu bir hastalık.‟(711)
26 Ağustos 1910: „ġimdi herkes benimle, sanki anormal, histerik ve yarı deliymiĢim
gibi konuĢuyor ve söz ve davranıĢlarımın tümünün hastalığımdan kaynaklandığını sanıyor.
Ama bu konudaki kararı insanlar ve daha adaletle Tanrı verecektir.‟(671)
ĠKĠLEM, ÇELĠġKĠLER HAKKINDA
29 Aralık 1850: „Akşamları ise-kurallar ya da Çingeneler.‟(38) [Burada Çingeneler,
eğlence ve kadın (cinsellik) demek.-ZK]
18 Nisan 1851: „Geri duramam. Uzaktan bana çok hoş görünen pembe silüete işaret
ettim ve arka kapıyı açtım. İçeri girdi. Kendisini göremedim. İğrenç ve iticiydi.‟ (45)
„Korkunç bir pişmanlık.‟ (45)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: „Tensellik tamamen çelişkili bir temele dayanır: ne
kadar uzak durursan, arzu o kadar güçleniyor. Bu tutkunun iki nedeni var: beden ve
hayal.‟(67)
30 Mart 1852: „Sıkıntıdan aklımı kaçıracağım. Bütün tutkuları küçümsüyorum; yaşamı
küçümsüyorum. Ama yine de küçük tutkulara kapılıp gidiyorum ve yaşam dikkatimi
dağıtıyor.‟(74)
21 Ekim 1857, Moskova: „Ve Tanrım, ne kadar yaşlıyım! Her şey beni sıkıyor; hiçbir
şeyden iğrenmiyorum; hatta neredeyse kendimden memnunum. Ama hiçbir şey beni
etkileyemiyor. Hiçbir şeyi arzulamıyorum. Ve bu tatasız varoluşa gücüm yettiğince
katlanmaya hazırım. Yalanızca neden olduğunu bilmiyorum. Tuhaf olan, Tanarı‟nın bir
ekmek parçasının Kendi Oğlunun teni olmasını emretmesi değil; ondan yüz bin kat daha tuhaf
olanı yaşamamız, ama neden olduğunu bilmememiz. İyiliği seviyoruz; ama hiçbir yerde şöyle
yazmıyor: “Bu iyidir, şu kötüdür.‟(206)
16 Aralık 1862: „L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmiĢi iğrenç. Benim
geçmiĢim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aĢk ve kadının
sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü
yakmak isterdim. Yeterki onun geçmiĢini bana anımsatacak bir Ģey, asla bir Ģey kalmasın.
Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben
üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu iĢi kıvançla
yapardım.‟(41)
11 Ocak 1863: „Okudu mu günceyi bilmiyorum.‟(43)
24 Mart 1863: „Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık
hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var.
Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.‟(249)
22 Mayıs 1863: „Ne aptalmıĢım…ona inandım ve kısmetime de sadece piĢmanlık
düĢtü. HerĢey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim
DonaĢa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her Ģey ölü.
Eğer Liova…‟(57)
7 Ekim 1863: „Zeka, eriĢilmez yetenek, erdem ve fikirleri kiĢiliğinde toplamıĢ bir
kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik”[Tolstoy
notu]‟(65)
13 Kasım 1863: „Onun, karĢısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini
kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eĢyası, bir kadınım
ben… Çok önemsiz bir kiĢiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaĢamı, bir uğraĢısı,
yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaĢma sezmeye
baĢladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz
oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.‟(67)
19 Aralık 1863: „Onun iĢi baĢından aĢkın ve yaĢlı, halbuki ben, bugün kendimi çok
genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuĢmak ve taklalar
atmak isterdim… Ama kiminle?‟(68)
12 Eylül 1867:‟ Bende bir Ģeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da,
onunla baĢ baĢa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de
sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaĢtım? Bu sevgi, bundan
sonra ne iĢe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.‟(88)
13 Şubat 1873: „Oysa ben, suçlu, budala, cansıkıcı bir insanım. Her konuda en
doğru, en açık düĢüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L.
Olmasaydı, ben ne hallere düĢerdim? Arasıra, bakıĢlarımı ruhumun derinliklerine
çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle Ģu yanıtı
veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve Ģık giysiler istiyorum; hoĢa gitmek, herkesin benim
güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine
kapanık yaĢantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaĢantısını sürdürmesini
istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva‟yı kandırdığı gibi, ġeytanın
önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel
olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düĢünmedim, Ģimdi
ise çok geç. Üstelik ne iĢime yarardı ki?‟(96)
9 Nisan 1884: „Aptalca. Bu pis, aylakça yaşam yine beni yakalıyor.‟(287)
11 Nisan 1884: „Gittikçe daha fazla batağa saplanıyorum ve çırpınışlarımın faydası yok.
Batmadıkça tepki göstermiyorum. Kızgın değilim. Herhangi kibir de duymuyorum. Ancak bu
günlerde tam bir zayıflık, ölümcül bir zayıflık duyuyorum. Gerçek ölümü arzuluyorum.
Umudumu kesmedim. Yaşamak istiyorum ve yaşamımın nöbetçisi olmak istemiyorum.‟(288)
3 Mayıs 1884: „Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret
ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım
ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.‟ (290)
30 Ocak 1889, Moskova: „Fet‟lere gittim ve öğle yemeğini orada yedim. Her şey
korkunç derecede aptalcaydı. Durmaksızın yedik, içtik ve şarkı söyledik. İğrençti.‟(322)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: „Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve
kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne
kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet
duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.‟(350)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: „Yani Tanrı‟ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle
değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek
istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine
karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok
edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir
yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa‟nın dinine yabancılaştıran kötü,
soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi
biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca
bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.‟(376)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: „Yani Tanrı‟ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle
değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek
istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine
karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok
edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir
yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa‟nın dinine yabancılaştıran kötü,
soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi
biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca
bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.‟(376)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: „Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzumsuz bir telaş
var ki; beni depresyona soktu.‟(388)
15 aralık 1890: „Biraz önce Ġlya‟ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren
raylarının üstüne yavaĢça bırakmayı düĢündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku
veriyor:‟(150)
12 Ağustos 1891: „Gerisi önemli değil: yaĢantımız ayrıldı: ben çocuklarımla
yaĢıyorum, o ise düĢünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep
kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaĢamıma son verme ve bu ikili yaĢantıyı
bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.‟(226)
22 aralık 1893: „Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan
kısmını Tanrı‟nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim
yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir
pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap
çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.‟(427)
24 Ocak 1894, Grinyovka: „Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp
atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda
olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam:
Tanrı‟ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı‟yı
sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikatı mı?‟(431)
1/2 Ocak 1895: „Neden acaba, hasta ve normal yaĢantıdan sapmıĢ kiĢiler, neden zayıf
ve budalalar L.N.‟nin doktrinlerine dört elle sarılıyor ve Ģöyle ya da böyle… ama geri
dönüĢü olmayan bir biçimde kendilerini yitiriyorlar? (…) O, insanların mutluluğu için
vaazlar verip, onları mutlu kılmak için uğraĢırken, benim yaĢamımı o denli güçleĢtiriyor ki,
yaĢantım gitgide zorlanıyor (…) Tanya‟yı –kızı-, eskisine göre daha az seviyorum. Popov ve
Koklov gibi siliklerin aĢkıyla onun lekelendiği kanısındayım.‟(250)
5 Ocak 1895: „Her yerde sıkılıyorum. Benim yapım böyle, ya faaliyet, ya duygulanma
istiyor, aksi halde bitkin oluyorum. ġu anda, hasta olan çocuklarımın yanında kalmak beni
sıkıyor, en kötüsü de bu. N L.yi ne de Tanya‟yı özlemiyorum.‟(252)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: „Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar;
çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven‟i tartışıyoruz. Tanrı‟ya beni bu yaşamdan azat
etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve
saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey
yapamıyorum.‟(489)
15 Temmuz 1897: „YaĢamım boyunca olduğu gibi, baĢkalarının iĢiyle uğraĢmak
yerine, kendime ait bir iĢ, özel yaĢantı ve kiĢisel zevkler istiyorum. ĠĢte o zaman cesaretimi
yitirip fena oluyorum.‟(294)
8 Mart 1898: „Ben yaĢantımın neĢeli olmasını değil, bir içeriği olmasını ve huzurlu
geçmesini istiyorum. Halbuki huzursuz, kararsız ve güç bir yaĢantım var.‟(389)
2 Nisan 1898: „Kocamın mutluluğu uğruna, bende canlı olan her Ģeyi içime atmak,
coĢkulu mizacımı yatıĢtırmak, yaĢamamak ama yaĢantıya dayanmak zorundayım.‟(394)
21 Haziran 1898: „Dün akĢam L.N.‟nin beni merak ettiğini ve tasalandığını
öğrenince hoĢuma gitti. Aniden bir fırtına çıktığında, ben dıĢarıdaydım. L.N. akĢam
yemeğini yememiĢ ve bana araba ve giysi gönderilmesini söylemiĢ. ĠĢte, o ölünce kimse
benimle ilgilenmeyecek ve bu da bana zor gelecek.‟(409)
1 Ocak 1899: „L.N. dahil oyunlar oynadık. Bunlar neĢeli Ģeyler ama benim gönlüm
baĢka Ģeyler istiyor, ruhumun baĢka özlemleri var ve bu beni üzüyor ne yazık.‟(440)
23 Haziran 1900, Yasnaya Polyana: „Daima şükreden ve neşeli olmak nasıl mümkün
olabilir?‟(542)
18 Mayıs 1901: „Çok acı çektim, L.N.‟nin gücünün azaldığını görüyorum, iç yaĢantım
karma karıĢık ve her Ģey üzüntü ve sıkıntı; bana öyle geliyor ki, bir Ģey sona eriyor. Ama
diğer taraftan enerji, daha yaĢamak, daha çalıĢmak ve hareket etmek isteğim ve
duygularımın değiĢik oluĢundan kaynaklanan, büyük bir ruhsal karıĢıklığın da
kurbanıyım. Ve bunların tümü uyanıyor ve ölüyor, fıĢkırıyor ve sönüyor. L.N.‟nin tükeniĢi,
beni de birlikte sürüklüyor; benim de onunla beraber ihtiyarlamam gerek, ama
yapamıyorum ve istesem bile beceremezdim…‟(478)
7 Aralık 1901: „Benim görevim bu, her zamanki görevim; görevimi yapabilmek için
tüm enerjimi bitiriyor ve kiĢiliğimi yok ediyorum.‟(490)
26 Ocak 1902: „Benim Liovoçkam ölüyor… Ġnancım o ki, yaĢamımı onsuz
sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaĢıyorum. BaĢkaları ve herkes için, o bir
ünlü kiĢidir, benim için ise tüm yaĢantımın simgesidir o, yaĢamımız içiçe geçti, geçti ama
aman Tanrım, ne kadar çok kusur, piĢmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben
onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla
ona pek çok acı çektirdim. Beni bağıĢla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eĢim beni
bağıĢla…‟(506)
5 Ağustos 1902: „Hayret verici bir şey: Kendimin ne kadar kötü ve aptal birisi olduğunu
biliyorum; ama yine de insanlar beni bir dahi olarak görüyorlar. Peki o zaman diğer insanlar
nasıl?‟(565)
9 Temmuz 1908: „Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım
çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale
geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
„Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci
emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği
ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı
hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye
kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman
sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya‟ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri
biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.‟(652)
6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: „Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini
görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen SavaĢ
ve BarıĢ gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.‟(648)
2 Ağustos 1909: „Dün yağmurda d‟une humeur de chien (asabi bir ruh hali içine)
yürüdüm. Kötü bir şey yapmadım, ama kalbim acıyor ve hiçbir sevgi hissetmiyorum.‟(680)
10 Mart 1910: „Akşam yemeği, satranç, dedikodu, iskambil, gramofon; bunlardan büyük
bir utanç ve iğrenme hissettim. Bunu bir daha yapmayacağım. Okuyacağım.‟(701)
27 Mayıs 1910: „Neden benim gibi böylesine açık, sade, rasyonel ve iyi bir adam;
böylesine karmaşık, kafası karışık, çılgın, kötü bir dünyada yaşıyor? Neden?‟(706)
4 Temmuz 1910: „Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.‟nin kısman terk ettiği
bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaĢmayı, yaĢlanmayı, coĢkulu ve karma
karıĢık ruhumu yatıĢtırmayı, onunla birlikte dünya yaĢamının hiçliğini anlamayı öyle
österdim ki…‟(602)
21 Temmuz 1910: „Benden baĢka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar;
yaĢamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına
bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka‟m
iyileĢsin ve bana kızmasın.‟(631)
20 Ağustos 1910: „At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor.
Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
„Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir
zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]‟(737)
10 Eylül 1910: „Kötü niyeti ve bağırmaları beni periĢan etti. Gidip onun odasına
uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya
baĢladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya baĢladı. Tatlılıkla
bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya baĢladı. Ben kendi kendime :”ġükür sana Tanrım,
geçmiĢte kalan aĢkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.‟(684)
27 Eylül 1910: „İçinde yaşadığım çelişki ne kadar da komik. Sahte bir tevazua
sığınmaksızın çok önemli ve ciddi fikirler idrak ediyor ve dile getiriyorum. Aynı zamanda bir
kadının kaprisleriyle uğraşıyor ve vaktimin bir kısmını onlarla mücadele etmeye
harcıyorum.[GG]‟(743)
24 Ekim 1910: „Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuĢku içinde ona pusu
kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov‟u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da
çalıĢmama engel oluyor.‟(715)
26 Ekim 1910: „Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç
Günceyi Ģu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağıĢlasın, ama çektiklerime
neden olan Çerkov‟a lanet olsun.‟(716)
26 Ekim 1910: „Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma
ihtiyacım arttı.‟ [GG]‟ (748)
ÖZELEġTĠRĠ, KĠġĠLĠK HAKKINDA
8 Aralık 1850‟de artık kendi usuna saltık bir biçimde güvenemediğini, ortak toplumsal
kanıları küçümsememeyi öğrendiğini yazıyor. Sıkılganlık duygusunu artık bırakmıştır,
kendine daha güvenlidir.
20 Mart 1851: „Kendimde dikkat çeken iki ana tutku, kumar ve kibir. En tehlikelisi
kibir.‟ (43) Moskova‟ya üç amaçla gelir: Kumar oynamak, evlenmek, makam elde etmek.
Kendisiyle ilgili olarak belirlediği birçok kuralın ortak paydası: kibirli olmamak,
önemsiz şeyleri horgörmek.
23 Mart 1851: „Bir biçem oluşturmaya çalış: Sohbette, yazıda.‟ (44)
Mart-Mayıs 1851: „Gülünç olmak korkusundan kurtulmak kesinlikle bir nimettir.‟ (48)
2 Haziran 1851: „Sorun, yaşamımda ciddi işlere çok erken başladım. Henüz bu işler için
yeterince olgunlaşmadan daldım. Ama anlıyor ve hissediyorum ki, bu yüzden dostluğa,
sevgiye ve güzelliğe güçlü bir inancım yok…‟ (49)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: „Artık kendimi tanıyorum. Bana üç kötü tutku egemen
gibi görünüyor: kumar, tensellik (şehvet), kibir.‟ (67)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: „Şan, şöhret sevgisi. Bu tutkudan çok çektim.‟ (68)
30 Mart 1852: „Bütün tutkuları küçümsüyorum; yaşamı küçümsüyorum. Ama yine de
küçük tutkulara kapılıp gidiyorum ve yaşam dikkatimi dağıtıyor.‟(74)
8 Temmuz 1853: „Evet, benim başlıca talihim muhteşem zekamdır.‟(101)
18 Temmuz 1853: „Neden hiç kimse beni sevmiyor? Ben aptal, tipi bozuk, kötü bir adam
değilim; cahil de değilim. Bunu anlayamıyorum.‟(102)
2,3 Kasım 1853: „Benim bir istisna olduğum fikrine tamamen alışmam gerekiyor. Ben
ya çağımın ilerisindeyim ya da hiçbir zaman tatmin olmayan bağdaşmaz, rahatına düşkün
mizaca sahip olanlardan biriyim.‟(109)
28,29,30,31 Ocak, 1,2 Şubat 1854, Yasnaya Polyana: „Hatalarım şunlardı: 1. Diğer
yolcular karşısında zayıflığım, 2.Yalan söylemem, 3. Korkaklığım, 4. İki kez çok
sinirlenmem.‟(119)
7 Temmuz 1854: „Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline
geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar
hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir
tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu
yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.‟(124)
13 Temmuz 1856: „Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla
eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi
üzerimde çok çalışmama ihtiaç var.‟ (172)
4 Ocak 1857: „Turgenyev‟e bir mektup yazdım. Sonra sofada oturdum ve nedensizce,
ama mutluluk dolu şiirsel gözyaşları içinde ağladım. Ahlaki ilerlememim hızından sarahoş
oldum.‟(184)
26 Mart/7 Nisan 1857: „Prenses oradaydı. Ondan çok hoşlanıyorum ve onunla
evlenmeye çalışmadığım için aptal olduğumu düşünüyorum. Eğer çok iyi bir adamla evlenirse
ve çok mutlu olurlarsa, umutsuzluğa düşebilirim.‟(190)
12/24 Mayıs 1857, Clarens: „Aşk –hem de fiziksel aşk- beni boğuyor. Mariya Yakovlevna
çok çekici bir kadın. Aşırı derecede kendimle ilgileniyorum. Hatta kendime aşığım bile
diyebilirim; çünkü içinde başkaları için çok fazla aşk var.‟(194)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: „Pansiyonda korkunç derecede
utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.‟(199)
15 Eylül 1858: „Hızla yaşlandım ve bu yaz yaşamdan bıktım. Zaman zaman kendime
dehşet içinde şu soruyu soruyorum: neyi seviyorum? Hiçbir şeyi. Kesinlikle hiçbir şeyi. Bu
hastalıklı bir durum. Yaşamda mutluluk ihtimali yok.‟(215)
8 Ekim 1862: „”Kedi fareyle oynuyor ama fare ağlıyor…” Bana yavaĢ yavaĢ iĢkence
edilmesi ve tedirgin edilme düĢüncesine dayanamam… Eskiden ben iyi olan güzel olan her
Ģeye o kadar tutkundum ki, bu durumdan bütün benliğim hayran kalırdı. ġimdi ise her Ģey
dondu sanki. (LN‟nin) NeĢe kaçırıcı bir Ģey yapması için benim bir parça keyifli olmam
yeterli.‟(34)
9 Ekim 1862: „Sanki istesem de uyanamadan uyuklar gibiyim… Moskova‟ya yerleĢir
yerleĢmez tekrar uyudum ve o zamandan beri hemen hemen hiç uyanmadım. Ġçimde hep
sanki biraz sonra ölecekmiĢim gibi bir duygu var. Evli olduğum Ģu sırada bu halin çok
tuhaf. O (LN) uyuyor ve ben korkuyorum tek baĢıma. Beni sırdaĢ oçlarak kabul etmiyor
ben ise üzülüyorum. Bu fiziksel belirtiler beni öylesine iğrendiriyor ki…‟(34)
13 Kasım 1862: „GeçmiĢ, geçen ve gelecek zaman arasında kararsız durumdayım…
Yeniden uyanacağım, o zaman o (LN) da, ben de, benden hoĢnut olacağız.‟(38)
23 Kasım 1862: „L.‟ye kızmak istemiyordum ama birden ikimizin karĢıt dünyalarda
bulunduğumuzu sezinledim..Benimle konuĢmuyor. Onunla birlikte yaĢamak
ürkütücü.‟(39/40)
16 Aralık 1862: „L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmiĢi iğrenç. Benim
geçmiĢim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aĢk ve kadının
sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü
yakmak isterdim. Yeterki onun geçmiĢini bana anımsatacak bir Ģey, asla bir Ģey kalmasın.
Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben
üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu iĢi kıvançla
yapardım.‟(41)
3 Ocak 1863, Moskova: „Hiç kimseye gereksinim duymadığımı görmekten şaşkınım;
yalnızlık şaşırtıyor beni, ancak ket vurmuyor. Ama Sonya daima vakit boşa geçiyormuş gibi
hissediyor.‟(245)
14 Ocak 1863: „Bütün yaĢantım onda ve onun için. Bense onun için her Ģey
değilim.‟(45)
24 Mart 1863: „Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık
hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var.
Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.‟(249)
24 Nisan 1863: „Liova ile iliĢkilerimden hoĢnut değilim. KiĢiliğimle ilgili konular beni
tedirgin ediyor ve utandırıyor, acaba neden? PiĢmanlık duyacak bir Ģey yapmadım, ona
karĢı suçlu da değilim… Ama bu satırları onun okuyacağını düĢününce de tedirgin
oluyorum. Benim istediğim nedir?.. Açıklanamaz bu.‟(53)
29 Nisan 1863: „V.V.‟nin bir zamanlar bana aĢık olduğunu anımsayınca hoĢuma
gitti. Bugün gene birisi bana aĢık olsaydı hoĢuma gider miydi? Ne bayağılık, ne
iğrenç…Gün geçtikçe Liova benden uzaklaĢıyor. Onun anlayıĢına göre, aĢkın bedensel
yönü önemli.‟(54)
22 Mayıs 1863: „Ne aptalmıĢım…ona inandım ve kısmetime de sadece piĢmanlık
düĢtü. HerĢey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim
DonaĢa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her Ģey ölü.
Eğer Liova…‟(57)
2 Haziran 1863: „Düşünüyorum da, hiç güçlü ilgilerim ya da tutkularım olmadı… Hiçbir
şeyi sevememenin korkunçluğunu düşünüyordum. Kendim ve yalnızca para ya da rezil bir
zenginliğe ilgi duyduğum gerçeği karşısında dehşete düştüm. Bu bir kış uykusuydu.
Sanıyorum şimdi uyandım.‟(250)
18 Haziran 1863: „Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir
şeyler arıyorum.‟(251)
7 Ekim 1863: „Zeka, eriĢilmez yetenek, erdem ve fikirleri kiĢiliğinde toplamıĢ bir
kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik”[Tolstoy
notu]‟(65)
13 Kasım 1863: „Onun, karĢısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini
kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eĢyası, bir kadınım
ben… Çok önemsiz bir kiĢiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaĢamı, bir uğraĢısı,
yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaĢma sezmeye
baĢladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz
oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.‟(67)
19 Aralık 1863: „Onun iĢi baĢından aĢkın ve yaĢlı, halbuki ben, bugün kendimi çok
genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuĢmak ve taklalar
atmak isterdim… Ama kiminle?‟(68)
3 Kasım 1864: „Oysa, onu mutlu etmek yeteneğinden yoksun olduğumu biliyorum,
zira ben çok iyi bir çocuk dadısıyım, hepsi o kadar. Ne zeka, ne eğitim, ne yetenek hiçbiri
yok bende…‟(71)
6 Mart 1865: „O, yaĢam ve güç, ben ise yerde sürünen bir solucanım.‟(73)
9 Mart 1865: „Sık sık kusurlarımı yüzüme vurmaya baĢladığı için Liova beni
korkutuyor. Yetenekli ve değerli olmadığıma inanmaya baĢladım.‟ (75)
12 Eylül 1867:‟ Bende bir Ģeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da,
onunla baĢ baĢa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de
sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaĢtım? Bu sevgi, bundan
sonra ne iĢe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.‟(88)
13 Şubat 1873: „Oysa ben, suçlu, budala, can sıkıcı bir insanım. Her konuda en
doğru, en açık düĢüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L.
Olmasaydı, ben ne hallere düĢerdim? Ara sıra, bakıĢlarımı ruhumun derinliklerine
çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle Ģu yanıtı
veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve Ģık giysiler istiyorum; hoĢa gitmek, herkesin benim
güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine
kapanık yaĢantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaĢantısını sürdürmesini
istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva‟yı kandırdığı gibi, ġeytanın
önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel
olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düĢünmedim, Ģimdi
ise çok geç. Üstelik ne iĢime yarardı ki?‟(96)
17 Şubat 1874: „BoĢu boĢuna geleceği düĢündüm. Benim için gelecek yok ki.
Petya‟nın küçük mezarının üstündeki otlar daha yeĢermeden, o mezar tekrar ve benim için
açılacak. Benim sürekli ve karamsar önsezim bu.‟(98)
12 Ekim 1875: „Issız köy yaĢamı çekilmez oldu. Her Ģeye bu uyuĢukluk, tasalı bir
ilgisizlik var bende. Bugün, yarın, aylar ve yıllar hep aynı olacak. Sabah uyanıyorum,
yataktan kalkmaya cesaret edemiyorum. Beni kim bekliyor? (…) Beni bu uyuĢuk ve tasalı
hali, onun soktuğunu biliyorum.‟(99)
9 Ekim 1878:‟Her Ģey bana tiksinti veriyor: kendi benliğim, yaĢantım ve sözde
mutluluğum… Her Ģey beni sıkıyor ve midemi bulandırıyor.‟(107)
10 Kasım 1878: „Dönen bir makine gibiyim, kiĢisel bir yaĢamım olsun isterdim, ama
yok ki… Bu konuda söylenecek tek söz yok… Sus…‟(115)
16 Kasım 1878: „AkĢam, balkonlu odada, karı koca ve altı çocuk toplandık. Birden,
birgün ayrılacağımız ve sadece bu anın anısının kalacağı düĢüncesiyle üzüldüm.‟(116)
19 Kasım 1878: „Benim, hastalık derecesindeki, sonbahar melankoli sürem gene
baĢladı. Hiç ses çıkarmadan ya iĢ iĢliyorum ya da kitap okuyorum: herkese karĢı soğuk ve
ilgisizim; cansıkıntısı, bitkinlik ve karamsarlık var.‟(117)
4 Nisan 1884: „Aile içindeki hava çok sıkıcı. Sıkıcı, çünkü onlarla duygularımı
paylaşamıyorum. Onların bütün neşelerini, sınavlarını, sosyal başarılarını, müziklerini,
eşyalarını, alışverişlerini onlar için bir talihsizlik ve bir kötülük olarak değerlendiriyorum;
ama bunu onlara söyleyemem. Aslında söyleyebilirim ve söylerim de:; ancak benim sözlerim
kimseye tesir etmiyor. Benim sözlerimin anlamını bilmiyor gibi görünüyorlar; ah keşke
onların anlayacağı biçimde konuşma kötü huyuna birazcık sahip olsaydım. Zayıf anlarda –
şimdi onlardan birisi- onların kabalığı karşısında şaşırıyorum. Üç yıldır sadece acı çekmekle
kalmayıp, yaşamdan da koparıldığımı kesinlikle biliyor olmalılar. Bana dırdırcı adam rolü
verildi ve onların gözünde bu rolden kurtulamıyorum. Eğer onların yaşamına katılırsam,
hakikatı terk edeceğim ve bunu ağzımdan ilk duyan onlar olacak. Eğer şimdi olduğu gibi,
onların çılgınlıkları nedeniyle üzgün görünürsem –ben dırdırcı bir adamım, tıpkı bütün yaşlı
adamlar gibi.‟(285)
5 Nisan 1884: „Bütün akşam yemeği boyunca alışveriş ve bize hizmet edenlerden
şikayetten başka bir şey konuşulmadı. Her şey gittikçe daha sıkıntı verici hale geliyor.
Etrafımdakilerin körlüğü şaşırtıcı.‟(286)
11 Nisan 1884: „Gittikçe daha fazla batağa saplanıyorum ve çırpınışlarımın faydası yok.
Batmadıkça tepki göstermiyorum. Kızgın değilim. Herhangi kibir de duymuyorum. Ancak bu
günlerde tam bir zayıflık, ölümcül bir zayıflık duyuyorum. Gerçek ölümü arzuluyorum.
Umudumu kesmedim. Yaşamak istiyorum ve yaşamımın nöbetçisi olmak istemiyorum.‟(288)
3 Mayıs 1884: „Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret
ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım
ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.‟ (290)
29 Mayıs 1884: „Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum;
ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve
onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum.
Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim
ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.‟(296)
4 Haziran 1884: „Seryoja‟ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları
gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi,
muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani
sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu
üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca
konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok
incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü
başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı‟nın rızasını kazanmak için çaba
göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle
sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele
ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç
saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla
sürüyor.‟(296)
22 haziran 1884: „Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim.
Karıma ve Seryoja‟ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.‟(299)
25 Ekim 1886: „YaĢamaktan, uğraĢmaktan ve acı çekmekten bıktım Tanrım…
Yakınlarımın bilinçsiz hınçları ve bencillikleri öylesine korkunç ki…‟(125)
21 Haziran 1887: „Ruhsal yönden de, bedensel olarak da çok bitkinim, kendimi çok
güçsüz buluyorum. Anılar ve özlemler bitiriyor beni ve en kötüsü de bu.‟(137)
3 Temmuz 1887: „…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir
aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı
bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya Ģükrettiğim benim yaĢantım bu iĢte.‟(138)
24 Ocak 1889, Moskova: „Sevdiğim ve merhamete sahip olduğum sürece gerçek
yaşamın sakin coşkusunu hiçbir şeyin bozamayacağı gerçeğinin sıcaklığını
hissediyorum.‟(321)
11 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: „Whitman, bazı aptal şiirler ve De Quincey. Geç
yattım. Yaşamın baskısı çok ağır geliyor.‟(338)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: „Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve
kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne
kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet
duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.‟(350)
3 Ocak 1890, Yasnaya Polyana: „Bir peygamberin, gerçek bir peygamberin ya da daha
iyisi bir öncü şairin, ben dahil insanların hissettiklerini önceden düşünen ve anlayan birisi
olması gerekir. Ben böyle bir peygamberim. Daime kimsenin henüz hissetmediğini,
zenginlerin yaşamlarındaki adaletsizliği, sıkı çalışmanın gerekliliğini vb. ben önceden
hissetmeye başlarım.‟(364)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: „Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzumsuz bir telaş
var ki; beni depresyona soktu.‟(388)
27 Aralık 1890: „Birden cesaretimi toplayıp, L.nin beni bunaltan öğütleri dıĢında,
kendi öz ruhsal yaĢantımı yaratabileceğimi anladım (…) Odama gittim, pencereyi açtım ve
soğuk ama açık ve yıldızlı gökyüzüne bir göz attım ve olacak Ģey değil ama, ölen U.‟yu
(Prens Leonid Urusov) düĢündüm. O öldüğü ve bu tür iliĢkilerden bundan sonra yoksun
kalacağım için çok, çok üzüldüm. Onunla iliĢkilerim saygılı, temiz ve ölçülü ama kesin
olarak, dostça olmaktan daha ileriydi; o iliĢkiler, bana en ufak bir piĢmanlık duyurmadığı
gibi, yaĢamımın çok yıllarını mutlulukla doldurdu. Benim yaĢamama, Ģimdi kimin ihtiyacı
var? Ġlgi ve sevecenliği ben nerede bulabilirim? Belki sadece Vaneçka‟nın yanında (ölen
kızı). Bu da güzel ve Tanrıya Ģükrediyorum.‟(155)
12 Şubat 1891: „Ben de ona karĢılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine
acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalıĢmaya hiç
önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtı Kroyçer Sonat‟la beni,
herkesin yanında küçük düĢürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu
söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını,
beni herkesin gözünde alçalttığını ve karĢılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini,
kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaĢantım süresince, kocama karĢı beni suçlu
duruma düĢürecek bir davranıĢta bulunmadığım ve herhangi bir kiĢiye ne bir bakıĢ, ne bir
hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, baĢka birisini sevme olasılığı
bulunmuĢ da olsa, bende bir iç mücadele geçmiĢ de olsa, bu baĢka bir sorun, bu benim,
iĢim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona
dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.‟(174)
1 Haziran 1891: „Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek
neden Kroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düĢürdü. Bazıları, bu öykünün bizim
yaĢantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı
karısına acıyorum,” dedi. Moskova‟da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve
herkesin bu kanıyı paylaĢtığını söyledi. ĠĢte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda
olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve
içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüĢmede önceden baĢarılı olacağımı
biliyordum. Ġnsanları etkileme gücümü kaybetmemiĢtim ve esinlediğim sempati ve konuĢma
biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka
ulaĢtırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes
biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik iliĢkilerimizle ilgili olsaydı, kuĢkusuz
yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düĢünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların
tümü, benim kadınlık gururumu pekiĢtirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı
zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraĢan
kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.‟(208)
12 Ağustos 1891: „Gerisi önemli değil: yaĢantımız ayrıldı: ben çocuklarımla
yaĢıyorum, o ise düĢünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep
kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaĢamıma son verme ve bu ikili yaĢantıyı
bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.‟(226)
8 Ekim 1891: „Bir yere gizlenip saatlerce ağlıyorum. Son günlerde baĢıma gelenlere
ağlıyorum. Birisi çıkıp da üzüntümün nedenini sorsaydı, sadece beni anlamayıp iĢkence
etmekle yetinmeyen ve beni asla sevmemiĢ olan L. Yüzünden derdim. Bu durum, ailesine
ilgisizliğinden, çocuklarının yaĢantı ve öğrenimlerinden, iliĢkilerimizden, kısacası her
davranıĢından anlaĢılıyor.‟(235)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: „Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın
kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel
ifadeyle ülkemizde Hristiyanlık‟la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak
verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.‟(420)
24 Ocak 1894, Grinyovka: „Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp
atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda
olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam:
Tanrı‟ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı‟yı
sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikatı mı?‟(431)
6 Temmuz 1894, Yasnaya Polyana: „Gençlik dönemi safahatım, lüks, oburluk ve
aylaklık beni yozlaştırmıştı. Eğer böyle olmasaydı, şimdi bu altmışbeş yaşımda genç ve diri
olacaktım. Ama bu yozlaşma kesinlikle boyuna değil. Bütün ahlaki taleplerim bu yozlaşmadan
doğdu.‟(438)
19 Temmuz 1894, Yasnaya Polyana: „Tanrı‟nın nazarı altında yaşadığımı sürekli
anımsıyorum; ama hayatım inandırıcı değil. Tamamen bir hileden ibaret... Keşke saf
olsaydı.‟(439)
5 Ocak 1895: „Her yerde sıkılıyorum. Benim yapım böyle, ya faaliyet, ya duygulanma
istiyor, aksi halde bitkin oluyorum. ġu anda, hasta olan çocuklarımın yanında kalmak beni
sıkıyor, en kötüsü de bu. N L.yi ne de Tanya‟yı özlemiyorum.‟(252)
9 Ocak 1895: „Ve ona adadığım duygularıma kaç kez acımasız darbeler indirmiĢti.
Artık neĢeli değilim, sevmekten yorulduğum, her Ģeyi yoluna koymaktan, herkese
yaranmaktan, herkes için acı çekmekten yorulduğum için neĢeli değilim.‟(254)
21 Şubat 1895: „Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düĢüncesi gittikçe benliğimi
sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı iĢlemekten beni korusun. Az
daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son
kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.‟nin beni ve çocuklarını sevmeyiĢi
(…) Aklıma ilk gelen baĢka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden
önce gitmesini önlemek için dıĢarı fırladım ve evin önündeki yolda koĢmaya baĢladım. O da
arkamdan koĢtu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koĢuyorduk. Geri dönmem için
bana yalvarıyor, bense, Ģu ya da bu Ģekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…)
Beni içimden, benliğimde öldürdü, Ģimdi ben yaĢamıyorum, yokum artık.‟(261-264)
27 Mart 1895, Moskova: „Ama eğer eserlerimi araştırmak istiyorlarsa, içinde Tanrı‟nın
kudretinin benim aracılığımla konuştuğunu bildiğim pasajları dikkatle okusunlar ve onları
kendi yaşamları için kullansınlar. Tanrı‟nın iradesinin halifesi haline geldiğimi hissettiğim
anlar oldu. Çoğu zaman kusurlu, kişisel tutkularla dolu idim ve hakikatın ışığı benim
karanlığımla gizlendi. Yine de bu hakikat bazen benden geçmeyi başardı ve bunlar benim
yaşamımın en mutlu anlarıydı. Tanrı bu hakikatlerin benim vasıtamla ulaşmasını nasip etti ve
insanlar, benim onlara verdiğim yapay ve kusurlu biçime rağmen, bu hakikatlerle
beslenebilirler.‟(461)
14 Nisan 1895, Moskova: „Aylak ve kötü olmaya devam ediyorum. Hiçbir duygu ya da
düşüncem yok.‟(463)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: „Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar;
çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven‟i tartışıyoruz. Tanrı‟ya beni bu yaşamdan azat
etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve
saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey
yapamıyorum.‟(489)
24 Haziran 1897: „Ve ben, yaĢamım boyunca olduğu gibi, kendimi onun yanında
yalnız hissediyorum. Onun bana, gece ihtiyacı var ama gündüz değil, ne üzücü, ve elimde
olmadan geçen yılki sevimli yoldaĢım ve konuĢma arkadaĢımın (Taneyev) özlemini
çekiyorum.‟(285)
15 Temmuz 1897: „YaĢamım boyunca oılduğu gibi, baĢkalarının iĢiyle uğraĢmak
yerine, kendime ait bir iĢ, özel yaĢantı ve kiĢisel zevkler istiyorum. ĠĢte o zaman cesaretimi
yitirip fena oluyorum.‟(294)
17 Temmuz 1897: „YaĢamdan çok az zevk aldım ve Ģimdi bu daha da azalıyor.‟(295)
18 Temmuz 1897: „Bir isteğim kalmadı artık.‟(295)
22 temmuz 1897: „Ben tüm gücümü aileme, kocamın ve çocuklarımın isteklerine
harcamaya mecbur edildim.‟(299)
4 Eylül 1897: „Yakınlarının neĢe ve tasalarına ailenin çıkar ve yaĢamına katılmadan,
sevgisiz, bencil ve düzensiz yaĢantısı her gün sürer gider. Beni yitiren iĢte bu soğukluktur.
Tinsel yaĢamımı nasıl dolduracağımın arayıĢı içersine girdim. Kendimi müzik ve müzik
konulu kitapları okuma tutkusuna kaptırdım. Özellikle, müzikte gizlenmiĢ olan karmaĢık
insancıl duyguları açıklamaya ve daha doğrusu sezmeye koyuldum. Oysa benim müziğe
karĢı olan tutkumu, bizim evde baltalamakla kalmayıp, herkese öfkeyle karĢı çıktı; ben de
kendimi anlamsız ve boĢ bir yaĢantı içinde buldum. Boyun eğerek, saatlerce ve sekiz on kez
Ģu cansıkıcı sanat denemesini kopya ettim. “Görevimi” zevkle yapmak için bir formül
arıyorum ama dayanıklı yapım isyan ediyor ve kiĢisel bir yaĢantı ve uğraĢı istiyor.‟(324)
20 Ekim 1897: „Kocam bana karĢı iyi ve sevecen davrandı; ağrıyan omzuma kompres
yaptı, kopyalar için teĢekkür etti ve hatta, uzun zamandır yapmadığı bir Ģey, veda ederken
elimi öptü.‟(337)
10 Kasım 1897: „”Seni düşündüm, seni anladım(?) ve sana acıdım” diyor. Önce: beni
nasıl anlamıĢ? Beni hiçbir zaman anlamaya çalıĢmadı ve beni hiç tanımıyor (…)Ve Ģimdi
birden bire beni anlıyor ve bana acıyor… Onun acıması benim onurumu kırıyor,
istemiyorum. Benim için dostça ve temiz bir sevgi duymuyorsa, baĢka bir Ģey istemiyorum.
Ben güçlendim artık, mutluluğu da, yaĢantının anlamını da tek baĢıma
bulabileceğim.‟(346)
7 Mart 1898: „Ben çalıĢmayı seviyorum ama, kocam ve çocuklarım tarafından
düzenlenen yaĢantımı sevmiyorum.‟(387)
8 Mart 1898: „Ben yaĢantımın neĢeli olmasını değil, bir içeriği olmasını ve huzurlu
geçmesini istiyorum. Halbuki huzursuz, kararsız ve güç bir yaĢantım var.‟(389)
2 Nisan 1898: „Kocamın mutluluğu uğruna, bende canlı olan her Ģeyi içime atmak,
coĢkulu mizacımı yatıĢtırmak, yaĢamamak ama yaĢantıya dayanmak zorundayım.‟(394)
21 Haziran 1898: „Dün akĢam L.N.‟nin beni merak ettiğini ve tasalandığını
öğrenince hoĢuma gitti. Aniden bir fırtına çıktığında, ben dıĢarıdaydım. L.N. akĢam
yemeğini yememiĢ ve bana araba ve giysi gönderilmesini söylemiĢ. ĠĢte, o ölünce kimse
benimle ilgilenmeyecek ve bu da bana zor gelecek.‟(409)
30 Ağustos 1898: „Taneyev sabahleyin gitti. Hastalığım L.N.‟yi öyle korkuttu
ki…Benim nazik ve sevgili ihtiyar kocam… Bana ihtiyacı olan kocamdan baĢka kim beni
sevebilir? Ġçtenlikli davranıĢı gözlerimi yaĢarttı ve yattığım yerde, benim için çok değerli
olan bu yaĢantımızın uzun sürmesi için Tanrıya dua ettim.‟(417)
15 Eylül 1898: „Söylediğim acı sözler için özür dilediğimi, beraber ve dost olmak
istediğimi açıkladım. Ġkimiz de ağlamaya baĢladık ve dıĢtan görünen tüm uyuĢmazlıklara
rağmen, otuzaltı yıldır birbirimize içten ve sevgimizle bağlı olduğumuzu ve bunun her
Ģeyden önemli ve değerli olduğunu anladık.‟(421)
10 Aralık 1898: „L.N. ile iliĢkilerimiz daha iyi ama, ben onun ne saflığına ne de
sağlamlığına inanmıyorum artık.‟(434)
1 Ocak 1899: „L.N. dahil oyunlar oynadık. Bunlar neĢeli Ģeyler ama benim gönlüm
baĢka Ģeyler istiyor, ruhumun baĢka özlemleri var ve bu beni üzüyor ne yazık.‟(440)
30 Mayıs 1899: „Ölümü göze aldığına göre, T…‟yi çılgınca kıskanıyor demektir.
Zavallı sevgilim…baĢka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık
yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az Ģeyden mi yoksun kaldım? Ġnsanların en
iyileriyle iliĢki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca geliĢme, ilginç ve değerli, bilgi ve
görgü arttıran her Ģeyden yoksun kaldım.‟(449)
1 Ocak 1900, Moskova: „Erişkinliğimi, özellikle ilk ve sonraki gençlik dönemimi
anımsadım. Bana hiçbir ahlak kuralı aşılanmamıştı-hiç. Etrafımdaki yetişkinler kendilerine
güven içinde sigara içiyorlar, içki içiyorlar ve (özellikle sonraki gençlik döneminde)
ahlaksızca bir yaşam sürüyor, insanları dövüyor, onlardan güç işler istiyorlardı. İstemeden
birçok kötü şey yaptım –ben yalnızca büyükleri taklit ediyordum.‟(538)
7 Ağustos 1900, Yasnaya Polyana: „Sanıyorum yapmam gerekeni ve yapabileceğimi
yaptım.‟(543)
29 Aralık 1900, Moskova: „Üzüntü Tanrı‟nın seni ziyaret ettiğini ve hatırladığını
gösterir.‟(551)
12 Şubat 1901: „Olga, kendini yalnız hissediyor. Ama bu dünyada kim yalnız değil
ki?‟(469)
14 Haziran 1901: „Genellikle herkes beni güzel bulur, ama ne gariptir ki, resim,
heykel ve fotoğraflarda çirkinim. Neden olarak da yüzümün düzgünlüğü, gözlerimin
parlaklığı ve rengimin güzelliğinin belirlenemediğini söylüyorlar‟(479)
3 Temmuz 1901: „Çok sevdiğim ellerini öptüm ve onun bakımını yapmanın ne büyük
bir mutluluk verdiğini, onu yeterince mutlu edemediğim için ne denli kendimi suçlu
bulduğumu, kendisine vermeyi bilmediklerim için beni bağıĢlamasını rica ettim.
Birbirimize sarılarak ağlaĢtık, uzun süredir gönlümün beklediği, otuzdokuz yıllık evlilik
hayatımızda hissettiğimiz yoğun duyguların içten ve gerçek bir itirafıydı bu…‟(482)
7 Aralık 1901: „Benim görevim bu, her zamanki görevim; görevimi yapabilmek için
tüm enerjimi bitiriyor ve kiĢiliğimi yok ediyorum.‟(490)
12 Ocak 1902: „ġu yaĢlılık günlerim çok sıkıntılı geçiyor. Ama gene de, ruhumun
derinliklerinde bir sürü istek var; daha üst düzeyde, daha tinsel ve zengin bir Ģeylerin
özlemini duyuyorum. O özlemini çektiğim Ģeylere ne zaman ulaĢacağım? KuĢkusuz öteki
dünyada.‟(501)
26 Ocak 1902: „Benim Liovoçkam ölüyor… Ġnancım o ki, yaĢamımı onsuz
sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaĢıyorum. BaĢkaları ve herkes için, o bir
ünlü kiĢidir, benim için ise tüm yaĢantımın simgesidir o, yaĢamımız iç içe geçti, geçti ama
aman Tanrım, ne kadar çok kusur, piĢmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben
onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla
ona pek çok acı çektirdim. Beni bağıĢla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eĢim beni
bağıĢla…‟(506)
13 Mart 1902: „Ve bu yakınlar gençliklerini, güzelliklerini ve güçlerini –bunların
tümünü o dahilere hizmet etmek için- harcadıkları zaman da, bu kiĢiler büyük adamları
anlayamamakla suçlanırlar; büyük adamlar ise, kendilerine özdeksel yaĢamlarını,
gençliklerini ve namuslarını vermekle kalmayıp aynı zamanda, geliĢtirme olanağını
bulamadıkları zihinsel yeteneklerini de feda edenlere teĢekkür bile etmezler (…)
„Bana denecek ki. “Sen önemsiz kadının birisin, neden düĢünsel bir yaĢam
istiyordun?” Buna bir tek yanıt verebilirim: “Bilmiyorum ama, Ģunu söyleyebilirim ki, bir
dahinin özdeksel yaĢamıyla uğraĢabilmek için bu düĢünsel ve artistik özlemi sürekli olarak
baskı altında tutmak büyük bir üzüntü, dayanılmaz bir acıdır.” Herkesin dahi kabul ettiği
bu adamı boĢuna sevmek, yaĢamını çocuk doğurmakla geçirmek, onları büyütmek, dikiĢ
dikmek, yemek iĢiyle uğraĢmak, lavman yapıp kompresler koymak, özdeĢsel
gereksinimlerini yerine getirmek için çağırılmak üzere sesini çıkarmadan oturmak –
bunların tümü korkunç derecede zor Ģeyler ve üstelik karĢılığında basit bir teĢekkür
edilmediği gibi sık sık azarlanmak da var. Bu acımasız çalıĢmaya ben dayandım ve
dayanıyorum da, ama yoruldum artık.‟(527)
5 Ağustos 1902: „Hayret verici bir şey: Kendimin ne kadar kötü ve aptal birisi olduğunu
biliyorum; ama yine de insanlar beni bir dahi olarak görüyorlar. Peki o zaman diğer insanlar
nasıl?‟(565)
23 Haziran 1903, Yasnaya Polyana: „Birçok kötü niteliği olan, iyiliği çok zor anlayan,
tam bir serseme dönüşmemek için büyük çaba sarfetmek zorunda olan birisiyim. Yuri
Samarin, bir zamanlar kendisinin matematiği çok geç anladığı için mükemmel bir matematik
öğretmeni olduğunu söylemişti. Ben de matematikte aynen onun durumundayım; ama daha da
önemlisi, iyi olan her şeyde öyleyim –çok yavaşım- ve hiç de kötü bir öğretmen değilim –
hayır, cesur olacağım ve iyi bir öğretmen olduğumu söyleyeceğim.‟(575)
1 Temmuz 1903: „L.N. son günlerini kendi inanç ve isteği doğrultusunda yaĢasın.
Paravana rolü oynamaktan yoruldum, bana zorla kabul ettirilen rolümü
bırakıyorum.‟(560)
14 Ocak 1904, Yasnaya Polyana: „Kendi kötülüğü ve değersizliğimin, şimdi ve geçmişte
yaşadığım kötü yaşamın ağır bilinci altında eziliyorum.‟(580)
3 Şubat 1904: „L.N.‟nin inançlarının olumlu yönlerinin tümünü sevdiğimi, ama
olumsuz yönünü, onu hep karĢıt olmaya iten huyuna hiç katlanamadığımı anladım.‟(567)
17Ağustos 1904, Pirogovo: „Uğruna fedakarlık yapacağım tek şey vardı: Arzular; hatta
bir hayvanca yaşam arzusu (bir savaş ya da düello için kendimi daima hazırlıyordum) ve
yalnızca bir tek şey vardı. Aksi halde her şey mümkündü. Ve elli yaşına kadar böyle sürdü.
İnsanları bundan kurtarmayı ne kadar çok istiyorum.‟(590)
10 Mart 1906: „Böylesine sarılabileceğim hangi varlık var? Sevdiğim bütün insanları
gözden geçirdim –hiç kimse bu işlevi üstlenemez. Kime sarılabilirim? Yeniden küçüklüğüme
dönmek ve anımsadığım gibi anneme sarılmak istiyorum.‟(611)
11 mart 1906: „Özel bir şeyler istediğimden değil; ama bir şeylerden şiddetle rahatsızım
ve bunun ne olduğunu bilmiyorum. Sanıyorum rahatsızlık veren şey yaşam; ölmek
istiyorum.‟(611)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: „Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir
anarşist değilim, Hristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hiristiyanlığın insan ilişkilerine
uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de
geçerli.‟(617)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: „İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel
çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini
ayırt etmek güçtür.‟(625)
14 Ocak 1907, Yasnaya Polyana: „Oğullarımda kınadığım her şeyi kendimin yaptığını
gayet canlı bir şekilde anımsadım: Kumar tutkusu, avcılık, kibir, sefahat, zalimlik… Esas
husus benim ahlak, zayıflık, zeka ve özellikle bilgi açısından ortalamanın altında bir adam
olduğumu anlamaktır. Hem de zihinsel yetenekleri güçsüzleşen ve bunu unutmayan bir adam
olduğumu anlamak. İşte o zaman yaşam çok kolay olacak. Tanrı‟nın ölçüsüne değer ver,
insanlarınkine değil. İnsanların bana verdiği düşük değerin adaletini kabul et.‟(627)
3 Haziran 1908, Yasnaya Polyana: „Her zaman manevi “benliğime” uygun
yaşamıyorum. Ve bu şekilde yaşayamadığım zamanlarda, her şey beni rahatsız ediyor. Tek iyi
şey kendimden memnun değilim ve utanıyorum; ama bundan dolayı gurur
duymamalıyım.‟(641)
8 Eylül 1908: „Bana öyle geliyor ki günler boĢu boĢuna uçup gidiyor ve bu da beni
üzüyor. Çok değerli bir Ģeyleri kaybettiğim duygusu içindeyim, kaybettiğim bu değerli Ģey
zaman, benim ve yakınlarımın yaĢamının son yılları.‟(581)
30 Eylül 1908: „Yüreğim üzgün ve yalnız, kimse beni sevmiyor. Bu duruma
üzüldüğüm kuĢku götürmez. Bende baĢkalarına karĢı pek çok coĢku ve içgüdüsel bir acıma
var ama iyiliğim yeterli değil. Benim en önemli özelliklerim analık duygusuyla görev
anlayıĢım.‟(586)
8 Aralık 1908: „Bizi hırsızlık tehdidi altında yaĢatan halktan nefret ediyorum, ama
hepsi hükümetin tutarsızlığından kaynaklanan uygulamalardan da nefret ediyorum.‟(587)
6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: „Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini
görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen SavaĢ
ve BarıĢ gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.‟(648)
9 Temmuz 1908: „Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım
çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale
geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
„Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci
emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği
ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı
hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye
kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman
sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya‟ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri
biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.‟(652)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: „ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda
konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak
gerektiğini anladım.‟(659)
20 Mayıs: „Roosevelt‟in benim hakkımda yazdığı bir makaleyi okudum. Makale aptalca,
ama ben memnun oldum. Gururumu okşadı. Dün daha iyiydim.‟(669)
2 Ağustos 1909: „Dün yağmurda d‟une humeur de chien (asabi bir ruh hali içine)
yürüdüm. Kötü bir şey yapmadım, ama kalbim acıyor ve hiçbir sevgi hissetmiyorum.‟(680)
4 kasım 1909: „Ancak konuşurken kendimi kontrol edebilirim. Ama kalbimde rancune
(küskünlük) var.‟(692)
4 Ocak 1910: „Çok mutsuzum. Etrafımdakiler bana tamamen yabancı. Dünyamızın
insanlarıyla, dinsiz insanlarıyla olan ilişkilerimi düşündüm. Bunlar tıpkı hayvanlarla olan
ilişkilerim gibi. Onları sevebilir ve onlara acıyabilirim; ama onlarla manevi bir ilişkiye
giremem.‟(698)
10 Mart 1910: „Akşam yemeği, satranç, dedikodu, iskambil, gramofon; bunlardan büyük
bir utanç ve iğrenme hissettim. Bunu bir daha yapmayacağım. Okuyacağım.‟(701)
27 Mayıs 1910: „Neden benim gibi böylesine açık, sade, rasyonel ve iyi bir adam;
böylesine karmaşık, kafası karışık, çılgın, kötü bir dünyada yaşıyor? Neden?‟(706)
1 Temmuz 1910: „Çerkov‟u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı
çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmıĢlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle
yarıĢırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaĢılması güç sözler söylediler
ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuĢtuklarını söylemedi. ġaĢa‟ya gelince sadece
sıvıĢıp gitti.‟(…) Çerkov, L.N.‟nin TĠNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve
bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)ġunları ekledi: “YaĢamını, kocasını
mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.‟ye öyle acıyorum ki despot
Çerkov‟un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.‟(598/9)
4 Temmuz 1910: „Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.‟nin kısman terk ettiği
bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaĢmayı, yaĢlanmayı, coĢkulu ve karma
karıĢık ruhumu yatıĢtırmayı, onunla birlikte dünya yaĢamının hiçliğini anlamayı öyle
österdim ki…‟(602)
15 Temmuz 1910: „Yüreğim acıyor çünkü beni kocam öldürüyor.‟(621)
21 Temmuz 1910: „Benden baĢka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar;
yaĢamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına
bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka‟m
iyileĢsin ve bana kızmasın.‟(631)
27 Temmuz 1910: „Bir köpek birisinin ardından havlıyor, onun ardından koĢuyor ve
öteki köpekler kurbanı parçalıyorlar. Benim baĢımdan geçen de bunun gibi bir Ģey. Tümü
birden beni L.N. den ayırmayı denediler. Ama amaçlarına ulaĢamayacaklar.‟(639)
5 Ağustos 1910: „Çerkov bana karĢı kaba davrandığında, kocamın beni korumamıĢ
olması beni pek çok üzdü ve gururumu kırdı. Bu adamdan öyle çok çekiniyor ki… Öylesine
söz dinler ve boyun eğmiĢ bir duruma gelmiĢ ki… Ne ayıp ve ne acınacak Ģey…(…) Gece
oldu ama uyuyamıyorum. Diz çöküp uzun süre dua ettim. L.N.‟nin Çerkov‟u sevmekten
vazgeçirmesi, bana geri döndürmesi ve bana karĢı soğuk davranmaması için Tanrıya
yalvardım.‟(648)
6 Ağustos 1910: „(1) Benim kadar bütün kötü huylarla donatılmış bir insana nadiren
rastlıyorum: şehvet, bencillik, kötülük, kibir ve hepsinden öte kendini sevme. Tanrı‟ya şükür,
böyle olduğumu biliyorum ve kendimdeki bütün bu kötülükleri gördüm ve görmeye devam
ediyorum. Hala bu halimle mücadele ediyorum. Eserlerimdeki başarının sırrı budur.‟(715)
11 Ağustos 1910: „Bugün bana L.N. bir mektup yazdırdığı için çok sevinçliyim.‟(655)
20 Ağustos 1910: „At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor.
Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
„Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir
zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]‟(737)
22 Ağustos 1910: „Bugün doğum yıldönümüm, altmıĢaltı yaĢındayım ve hala
abartılmıĢ bir duygusallık ve büyük bir tutku sahibiyim; bunların yanı sıra da hep genç
görünüyorum.‟(666)
28 Ağustos 1910: „Oyalanacağı bir Ģey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede
yaĢamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla
uyuĢmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiĢ süsü vermek için bir
bahanedir.‟(675)
12 Eylül 1910: „Çok ama çok yorgunum. Akşamleyin kitap okudum. Karım için
kaygılanıyorum.‟(718)
22 Eylül 1910: „Yasnaya‟ya gidiyorum ve orada beni bekleyenleri düşündükçe
korkuyorum. Yalnızca fais ce que dois (yapman gerekeni yap)… Asıl husus sessiz kalmak ve
onun da bir ruha sahip olduğunu, Tanrı‟nın onun içinde olduğunu unutmamak.‟[GG]‟(741)
27 Eylül 1910: „İçinde yaşadığım çelişki ne kadar da komik. Sahte bir tevazua
sığınmaksızın çok önemli ve ciddi fikirler idrak ediyor ve dile getiriyorum. Aynı zamanda bir
kadının kaprisleriyle uğraşıyor ve vaktimin bir kısmını onlarla mücadele etmeye
harcıyorum.[GG]‟(743)
16 Ekim 1910: „L.N. kötü yüreklilikle bağırmaya baĢladı: “Senin kaprislerine boyun
eğmek istemiyorum, özgür olmak istiyorum; sekseniki yaĢında bir çocuk gibi olmak,
karımın elinde kiĢiliksiz bir oyuncak durumuna düĢmek istemiyorum…” dedi. Çok acı ve
onur kırıcı öyle Ģeyler söyledi ki, pek çok üzüldüm. Ben de dedim ki: “Sorun o değil, sen
her Ģeyi ters yorumluyorsun. Bir insanın en önemli iĢi, önem verdiği kiĢinin acı çekmesini
önlemek için sevgisini feda etmesidir””(707)
18 Ekim 1910: „Onun için gerekli olan tüm özveride bulunmaya ve hatta Çerkov‟la
görüĢmesine bile izin vermeye hazırlandım.‟(710)
24 Ekim 1910: „Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuĢku içinde ona pusu
kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov‟u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da
çalıĢmama engel oluyor.‟(715)
26 Ekim 1910: „Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç
Günceyi Ģu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağıĢlasın, ama çektiklerime
neden olan Çerkov‟a lanet olsun.‟(716)
26 Ekim 1910: „Bu tımarhanede aşırı depresyon içindeyim. Yatmaya gidiyorum.‟(727)
26 Ekim 1910: „Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma
ihtiyacım arttı.‟ [GG]‟ (748)
28 Ekim 1910: „Belki kendimi haklı görmede hatalıyım; ama kurtarmaya çalıştığım
kendim, Lev Nikolayeviç değil, bir şey, içimdeki küçük bir şeydi.‟(728)
BĠRBĠRLERĠ HAKKINDA
11 Ocak 1863: „Okudu mu günceyi bilmiyorum.‟(43)
23 Ocak 1863: „Zaman zaman onun çok genç olması dolayısıyla beni anlayamayacağı
ve beni çok sevemeyeceğinden; ama benim hatırıma duygularını bastıracağından
korkuyorum. Ve bilinç altında bütün bu fedakarlıklarını benim adıma borç yazdığını
düşünüyorum… Teyzemlere ve Gorçakov‟lara gittim (Helene harika.)‟ (248)
3 Mart 1863: „Ya yazıyor ya da düĢünüyor. Onu kızdırmaktan korkuyor ve her zaman
ve her yerde kendisini kaygılandırdığımı unutmasını istiyorum.‟(49)
24 Mart 1863: „Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık
hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var.
Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.‟(249)
24 Nisan 1863: „Bana olan sevgisi kurulmuĢ makinadan farksız: elimi öpmesi ve
bana iyi davranmasından ibaret.‟(53)
18 Haziran 1863: „Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir
şeyler arıyorum… Birisinin onu duyabileceğini anladığında inliyor, halbuki şimdi huzur
içinde horluyor. Ve sabahleyin benim ona haksızlık ettiğime ve benim vefasız kaprislerimin –
bebeğin beslenmesi ve bakımı konusunda- talihsiz kurbanı olduğuna katiyetle inanmış halde
uyanacak… Hayır, o beni asla sevmedi ve sevmiyor. Şimdi buna çok üzülmüyorum; ama bu
kadar zalimce aldatılmak için ben ne yaptım ki?‟(251)
31 Temmuz 1863: „ĠliĢkilerimiz tüyler ürpertici, ben ise sıkıntıdan patlıyorum. Kocam
öylesine çekilmez oldu ki, ondan kaçıyorum.‟(60)
3 Ağustos 1863: „Ben ise acı çekmediği ve yazı yazdığı için, artık onu görmek
istemiyordum. ĠĢte kocaların tiksinç bir görünüĢü daha.‟(61)
17 Ağustos 1863: „Budala kocam ise kıskanıyor, hey Tanrım, kıskançlığının sanki en
küçük bir nedeni varmıĢ gibi.‟(62)
10 Eylül 1863: „Piyano çalarken, Liova‟nın bakıĢı hiç aklımdan çıkmıyor. Hiç böyle
bakmamıĢtı, ne düĢünüyordu acaba? Anılar mı, kıskançlık mı? Seviyor…‟ (63)
7 Ekim 1863: „Zeka, eriĢilmez yetenek, erdem ve fikirleri kiĢiliğinde toplamıĢ bir
kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik”[Tolstoy
notu]‟(65)
13 Kasım 1863: „Onun, karĢısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini
kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eĢyası, bir kadınım
ben… Çok önemsiz bir kiĢiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaĢamı, bir uğraĢısı,
yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaĢma sezmeye
baĢladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz
oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.‟(67)
19 Aralık 1863: „Onun iĢi baĢından aĢkın ve yaĢlı, halbuki ben, bugün kendimi çok
genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuĢmak ve taklalar
atmak isterdim… Ama kiminle?‟(68)
24 Aralık 1863: „YavaĢ yavaĢ L.‟yi bana sadece baskı yapan, beni engelleyen bir
insan olarak görmeye baĢladım. Bu baskının sonucu olan çekingenlik, her tür sevgi gösteri
ve atılımına da engel oluyor. Tüm tutum ve davranıĢlar ölçülü, dingin ve akılcı olunca nasıl
sevmeli? Monoton bir yaĢam, hem de sevgisiz.‟ (68)
22 Nisan 1864: „Onun ne yaptığına gelince, düĢünmek istemiyorum ama kuĢkusuz,
canı sıkılmıyor ve benim gibi ağlamıyordur. Bunları yazarken utanmıyorum, çünkü ben
yalnızım.‟(70)
6 Mart 1865: „O, yaĢam ve güç, ben ise yerde sürünen bir solucanım.‟(73)
9 Mart 1865: „Sık sık kusurlarımı yüzüme vurmaya baĢladığı için Liova beni
korkutuyor. Yetenekli ve değerli olmadığıma inanmaya baĢladım.‟ (75)
10 Mart 1865: „Biraz önce L. Bana sevgi gösterisinde bulundu ve uzun zamandır
yapmadığı bir Ģey yaptı, beni öptü. Elyazmalarını kopya ediyorum ve bir konuda ona yararlı
olduğum için mutluluk duyuyorum.‟(75)
20 Mart 1865: „Ben bir bitiĢ, bir sona eriĢim, oysa onun yaĢamı, gençliği ve aĢkı, genç
Kazaklara ve öteki kadınlara adanmıĢtı.‟(76)
26 Mart 1865: „O beni az seviyor, benim bağlılık ve sevgime de alıĢtı, ya ben de ona
karĢı soğuk davransam acaba ne yapardı?‟(77)
15 Ekim 1865:‟Dün Sonya ile konuştum. Hiçbir yararı yok. Sonya hamile.‟(263)
19 Nisan 1872: „Bütün gece, Ģafak sökene dek L. Yıldızları seyretti.‟(94)
13 Şubat 1873: „Oysa ben, suçlu, budala, can sıkıcı bir insanım. Her konuda en
doğru, en açık düĢüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L.
Olmasaydı, ben ne hallere düĢerdim? Ara sıra, bakıĢlarımı ruhumun derinliklerine
çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle Ģu yanıtı
veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve Ģık giysiler istiyorum; hoĢa gitmek, herkesin benim
güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine
kapanık yaĢantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaĢantısını sürdürmesini
istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva‟yı kandırdığı gibi, ġeytanın
önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel
olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düĢünmedim, Ģimdi
ise çok geç. Üstelik ne iĢime yarardı ki?‟(96)
12 Ekim 1875: „Issız köy yaĢamı çekilmez oldu. Her Ģeye bu uyuĢukluk, tasalı bir
ilgisizlik var bende. Bugün, yarın, aylar ve yıllar hep aynı olacak. Sabah uyanıyorum,
yataktan kalkmaya cesaret edemiyorum. Beni kim bekliyor? (…) Beni bu uyuĢuk ve tasalı
hali, onun soktuğunu biliyorum.‟(99)
11 Temmuz 1881:‟Sonya bir kriz geçirdi. Bu kez daha iyi karşıladım; ama yine de
kötüydü. Onun hasta olduğunu anlamalı ve ona acımalıyım. Ama insanın bir kötülüğe sırtını
dönmesi imkansız.‟(276)
23 Mart 1884: „Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz… Akşam yemeğinden sonra
karımla konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir
diken... Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine
gitmek; gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10‟a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla
konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…‟(283)
31 Mart 1884: „Kendisi akıl bakımından ciddi anlamda hasta. Her şeyden önemlisi de
hamile. Büyük günah ve utanç.‟(284)
3 Mayıs 1884: „Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret
ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım
ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.‟ (290)
26 Mayıs 1884: „Bütün bunlar saçma. Tek neden, seven ve sevilen bir eşimin
bulunmayışı… Her şey on dört yıl önce, bende şafak atıp yalnızlığımın farkına varmamla
başladı. Ama bu da bir neden sayılmaz. Mutlaka Sonya‟nın içindeki kadını bulmalıyım.
Bulmam gerek, bulabilirim ve bulacağım. Tanrım bana yardım et!‟(294)
29 Mayıs 1884: „Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum;
ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve
onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum.
Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim
ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.‟(296)
4 Haziran 1884: „Seryoja‟ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları
gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi,
muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani
sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu
üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca
konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok
incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü
başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı‟nın rızasını kazanmak için çaba
göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle
sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele
ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç
saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla
sürüyor.‟(296)
26 Ağustos 1884: „Mantar toplamaya gittik (…) Karım beni izlemedi (…) Tıpkı bütün
yaşamımız boyunca olduğu gibi benim ardımda değildi.‟(306)
5 Eylül 1884: „…Dırdır etti (Sofiya). Hiçbir şey söylemedim ve hiçbir şey yapmadım;
ama çok üzüldüm. Histeri içinde fırlayıp gitti. Ardından koştum. Çok yorgunum.‟(307)
25 Ekim 1886: „Bana ihtiyacı kalmadığını belli etti ve iĢte gene yararsız bir eĢya gibi
atıldım (…) Ara sıra kendi kendime, hiçbir suç iĢlemediğim halde, neden L., sürekli olarak
suçlu durumuna sokuyor diye sorarım? Öyle sanıyorum ki, benim rahat yaĢamamı değil,
yoksulluk, hastalık ve mutsuzluklar görüntüsü karĢısında acı çekmemi, bu kötü Ģeyler
yoksa da onları aramamı istiyor. Çocuklardan da aynı Ģeyi istiyor. Buna ne gerek var?
Sağlıklı bir insanın hastaneye gidip, hastaların acı çekmelerini seyretmesi, iniltilerini
dinlemesi gerekli ve yararlı mı? Ġnsan, yaĢantısı içinde bir hasta ile karĢılaĢırsa, ona
acıması ve yardımda bulunması gerekir ama durup dururken neden arasın?‟(126)
18 Haziran 1887: „Çerkov, Feinerman ve benzerleri gibi etrafını saran “Havariler”
olmayınca, L. Eskisi gibi sevimli, neĢeli ve aile babası oldu.‟(135)
3 Temmuz 1887: „…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir
aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı
bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya Ģükrettiğim benim yaĢantım bu iĢte.‟(138)
24 Ocak 1889: „Zavallı, eziyeti seven Sonya geldi ve beni incitecek bir şeyler
söyledi.‟(320)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: „Bir süreliğine uzanmıştım. Sonya içeri girdi ve
dedi ki: “Çok sıkıldım!” Onun için üzgünüm, hem de çok üzgün.‟(348)
30 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: „Biraz düşündüm, başkalarıyla birlikte olmuyor.
Yalnız olmayı tercih ediyorum. Ama Sonya benimleyken yalnız değilim.‟(348)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: „Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve
kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne
kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet
duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.‟(350)
18 Mart 1890, Yasnaya Polyana: „Sonya geldi ve yeni eserlerin satışından söz etmeye
başladı ve ben kızdım. Utanıyorum.‟(369)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: „Yani Tanrı‟ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle
değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek
istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine
karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok
edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir
yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa‟nın dinine yabancılaştıran kötü,
soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi
biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca
bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.‟(376)
24 Ekim 1890: „Yatacağım. Mutsuzum. Tek neşe veren husus Sonya‟ya karşı hissettiğim
güzel sevgi. Karakterini ancak yeni yeni anlamaya başladım.‟(388)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: „Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten
bir anlaĢma oluĢturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraĢtım. Güncelerini gizlice
okuyarak, bizi tekrar birleĢtirebilecek bir Ģey bulabilir miyim diye can atıyordum ama
günceler beni daha çok umutsuzluğa düĢürdü. Onları okuduğumu anlamıĢ olacak ki, Ģimdi
güncelerini benden saklıyor. Bana da bir Ģey söylemedi (…) Onda, nefis düĢkünlüğünden
baĢka bir Ģey bulunmadığını çok geç anlamıĢım. ġimdi gözüm açıldı ve yaĢantımın boĢa
gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden
günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim Ģeylerden,
düĢüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir Ģeyden sözetmek istiyorum ama
sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir Ģey mi umuyorsun?”
demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakıĢla karĢılaĢıyorum (…) Oysa suçsuz
olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karĢın, bir cani gibi ondan
korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu bitemlerden
korkuyorum. Genç yaĢlarından bu yana sevmeyi bilememiĢ, öğrenememiĢ ve
alıĢmamıĢ.‟(142-43)
16 Aralık 1890: „ĠĢin en ĢaĢırtıcı yönü, beni kendisine acındırmaya çalıĢıyordu. Ama
boĢuna uğraĢtı, çünkü içten gelen hiçbir davranıĢta bulunmadı, kendini benim yerime
koyup, onu kırmak ve hırsız mujiklere de bir kötülük yapmak niyetinde olmadığımı
anlamak istemedi.
Kendine hayranlığı, tüm güncelerinde açıkça görülüyor. Onun gözünde, kiĢilerin,
sadece onu ilgilendirdiği oranda, varoluĢlarını saptamak, çok ĢaĢırtıcı (…) Güncelerinde
bugün beni etkileyen baĢka bir Ģey var: Serseri yaĢantısına karĢın, L. Her gün iyi bir iĢ
yapmaya uğraĢıyordu.‟(151)
3 Ocak 1891: „Onun dini ve felsefi yazılarını anlama yeteneğim yok. Ben onu hep
sanatkar yönüyle seveceğim.‟(159)
18 Ocak 1891: „L.‟nin günceleri çok ilginç; Kırım ve Sivastopol savaĢları dönemi.
Defterin arasında, ikiye katlanmıĢ ayrı bir kağıt, sefilliğin, sapıklığın ve edep kurallarını
hiçe sayma saygısızlığının belirtisi olarak, beni çok ĢaĢırttı.‟(167)
4 Şubat 1891: „Hiç kimsenin piyano çalıĢı beni L.‟ninki kadar etkilemiyor. Engin bir
duyguya sahip ve seslerin akıĢını doğru ve tempolu çıkarıyor.‟(171)
21 Mart 1891: „L. ġaĢılacak derecede sevimli, sevecen ve neĢeli. Ama ne yazık ki
bunlar hep, tek ve aynı nedenden… Kroyçer Sonat‟ı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aĢk
yaĢantısına bir göz atabilseydiler, onu neĢeli ve iyi yürekli yapanın sadece aĢk yaĢantısı
olduğunu anlarlar ve taptıkları kiĢiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aĢağı atarlar,
ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alıĢkanlıklarında
zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde
bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…‟(184)
2 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: „Sonya yüzünden çok sıkılıyorum. Bütün kaygısı para
ve mal; beni anlamada tam manasıyla başarısız.‟(405)
1 Haziran 1891: „Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek
neden Kroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düĢürdü. Bazıları, bu öykünün bizim
yaĢantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı
karısına acıyorum,” dedi. Moskova‟da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve
herkesin bu kanıyı paylaĢtığını söyledi. ĠĢte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda
olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve
içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüĢmede önceden baĢarılı olacağımı
biliyordum. Ġnsanları etkileme gücümü kaybetmemiĢtim ve esinlediğim sempati ve konuĢma
biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka
ulaĢtırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes
biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik iliĢkilerimizle ilgili olsaydı, kuĢkusuz
yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düĢünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların
tümü, benim kadınlık gururumu pekiĢtirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı
zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraĢan
kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.‟(208)
9 Haziran 1891: „Ben onu sevecen, ilgili ve dost görmekten mutluluk duyacağım ama
o ya kaba bir biçimde kösnülü ya da ilgisiz.‟(213)
19 Eylül 1891: „GözyaĢlarım onu ĢaĢırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği,
insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmıĢsa eğer, benim kederimi
ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi
bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı
olduğunu biliyor ve bunu o Ģekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16‟sında, L. ile,
Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere
gönderdiği mektup konusunu görüĢtük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor:
öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme
gereksinmesi. Hiç kimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz
ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla
yaĢayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
„Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düĢündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı,
onun önünde diz çöker ve ona her Ģeyi verirdim.‟(230)
8 Ekim 1891: „Bir yere gizlenip saatlerce ağlıyorum. Son günlerde baĢıma gelenlere
ağlıyorum. Birisi çıkıp da üzüntümün nedenini sorsaydı, sadece beni anlamayıp iĢkence
etmekle yetinmeyen ve beni asla sevmemiĢ olan L. Yüzünden derdim. Bu durum, ailesine
ilgisizliğinden, çocuklarının yaĢantı ve öğrenimlerinden, iliĢkilerimizden, kısacası her
davranıĢından anlaĢılıyor.‟(235)
5 Kasım 1893: „Ben iyi ve kötü ruhlara (meleklere ve cinlere) inanıyorum. Kötü
ruhlar, benim sevdiğim adamı egemenliği altına almıĢlar, ama o, hiç de bunun farkında
değil. Etkisi uğursuzluk getiriyor. Oğlu, kızları ve onunla iliĢki kuran öteki kiĢilerin tümü
mahvoluyorlar.‟(246)
21 Nisan 1894, Moskova: „Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa‟ya
karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne
kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.‟(434)
14 haziran 1894, Yasnaya Polyana: „Sonya kasıtlı olarak benim otoritemi yıkıyor ve
onun yerine kendi komik görgü kurallarını koyuyor. Bunları yerine getirmek de çocuklar için
çok kolay. Hem çocuklar hem de Sonya için üzülüyorum. Son zamanlarda özellikle onun için
üzülüyorum. Yaptığı her şeyin yanlış olduğunu görüyor, ama iyi olan hiçbir şeye izin
vermiyor. Ama beni izlememekle bir hata yaptığını itiraf etmek onun için neredeyse imkansız.
Pişmanlığı korkunç olacak.
„Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye devam ediyorum.‟(437)
4 Ağustos 1894: „Çocukları, malikane iĢlerini, halkla iliĢkileri, ev ve kitap konularını,
her Ģeyi omuzlarıma yükleyen ve tüm bu yaptıklarıma karĢılık olarak eleĢtirici ve bencil bir
ilgisizlikle benden nefret eden kocamın, uzun süredir benim yanımda olmayıĢı, bitiriyor
beni. Ya o nasıl bir yaĢam sürdürüyor? Geziyor, ata biniyor, biraz yazıyor, hoĢuna giden
yerde ve istediği gibi yaĢıyor. Kızlarının hizmetinden, konfordan, etrafındakilerin
dalkavukluğundan, benim gücümden ve kendisine karĢı olan bağlılığımdan yararlanıyor
ama, ailesi için ciddi hiçbir Ģey yapmıyor. Hiç doymak bilmeyen o ünü için ise, elinden
gelen her Ģeyi yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Sadece yüreksiz yaratıklar böyle
yaĢayabilirler.‟(248)
½ Ocak 1895: „Kocam buradan ayrıldığı, bir yere gittiği zaman hemen rahatlıyor ve
kendimi Tanrı karĢısında yalnız buluyorum.‟(250)
8 Ocak 1895: „Bana çok iyi davrandı ama, ilke gereği, yazdıklarında asla açık yürekli
ve iyi olamadığı güncesinde, beni ayıplayacaktır.‟(254)
9 Ocak 1895: „Ve ona adadığım duygularıma kaç kez acımasız darbeler indirmiĢti.
Artık neĢeli değilim, sevmekten yorulduğum, her Ģeyi yoluna koymaktan, herkese
yaranmaktan, herkes için acı çekmekten yorulduğum için neĢeli değilim.‟(254)
10 Ocak 1895: „Gece, siliklerin gurup fotoğrafının negatiflerini kırdım; önce elmas
bir küpeyle, L.N.‟nin fotoğraftaki yüzünü kesmeye çalıĢtım ama sonuç alamadım. Sabahın
üçünde yattım.‟(255)
20 Ocak 1895: „Bunun içindir ki kocamın düĢüncelerini paylaĢamıyorum. O, ne
samimi ne de gerçekci. Onda, her Ģey yapay, uydurulmuĢ, zorla yapılmıĢ ve dayandığı temel
kötü, her davranıĢında özellikle bir gurur ve zafer susamıĢlığı ve ününü daha çok, daha çok
arttırmak için önüne geçilmez bir istek var. Kimse buna inanmayacak ve ben bile
anlamakta güçlük çekiyorum ama, bu duruma üzülüyorum, halbuki baĢkaları, hiçbir Ģeyin
farkında değiller ve üstelik bu durum onları ilgilendirmiyor bile (…) Ey Tanrım, bize karĢı
hiç de iyi davranmıyor. Sert ve ilgisiz. Ama ileride, yaĢam öyküsünde, kapıcısı yerine
kendisinin kuyudan su taĢıdığı yazılacak, ama çocuğuna su vermediğini, karısına nefes
aldırmadığını ve otuziki yıldır, benim uyumam, dinlenmem, gezinmem ve daha açıkcası
iĢlerimden biraz baĢımı kaldırmam için, hasta çocuğunun baĢında beĢ dakika bile
beklemediğini, hiç kimse ve asla bilmeyecek.‟(259)
15 Şubat 1895: „Ondan sonraki günlerde işler kötüye gitti. Sonya kararlı bir şekilde
delirmeye ve intihara kalkıştı.‟(453)
21 Şubat 1895: „Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düĢüncesi gittikçe benliğimi
sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı iĢlemekten beni korusun. Az
daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son
kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.‟nin beni ve çocuklarını sevmeyiĢi
(…) Aklıma ilk gelen baĢka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden
önce gitmesini önlemek için dıĢarı fırladım ve evin önündeki yolda koĢmaya baĢladım. O da
arkamdan koĢtu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koĢuyorduk. Geri dönmem için
bana yalvarıyor, bense, Ģu ya da bu Ģekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…)
Beni içimden, benliğimde öldürdü, Ģimdi ben yaĢamıyorum, yokum artık.‟(261-264)
134 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: „Nehludov‟un Sonya‟ya dokunaklı bir biçimde nasıl
veda edeceğini düşündüm (…) Şimdi bunu bir kez daha bu günlüklere rastlayacak herkes için
tekrarlıyorum. Sıklıkla onun aceleci, düşüncesiz asabiyeti yüzünden çileden çıkıyordum. Ama
Fet‟in eskiden hep söylediği gibi, her koca layık olduğu eşi bulur. O –ve şimdi bunu bir
şekilde görebiliyorum- benim ihtiyacım olan eşti.‟(476)
25 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: „Sonya ve Şaşa yeni ayrıldılar. Sonya arabaya bindiği
anda ona karşı korkunç bir acıma hissettim; ayrıldığı için değil, onun için, ruhu için.
Gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. Keyifsiz, mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorum.
Tutunabileceği tek insan benim ve kalbinin derinliklerinde benim onu sevmediğimden
korkuyor. Bunun nedeni de dünya görüşlerimizdeki farklılık. Onu sevmediğimi, çünkü
kendisinin bana yakınlaşmadığını düşünüyor. Böyle düşünmemelisin, seni çok seviyorum ve
seni anlıyorum. Biliyorum ki sen bana gelemezsin ve bu yüzden yalnız kaldın. Ama yalnız
değilsin. Ben seninleyim, tıpkı senin benimle olduğun gibi. Seni seviyorum, seni sonsuza
kadar büyük bier aşkla seveceğim.‟(478)
10 Haziran 1897: „Bu yüzden benim evrenim boĢ. Çünkü L.N.‟yi putluk tahtından
indirdim. Ona büyük bir bağlılığım var, onsuz yaĢayamam. Nerede olsa, ne yapsa hemen
gelip beni arar ve her seferinde, onu görmek benim için bir zevktir ama artık bana
mutluluğu, gerçek mutluluğu veremez.‟(274)
26 Haziran 1897: „Maria Schmidt L.N.‟yi TanrılaĢtırıyor: L.N.‟ye gelince, onun her
Ģeyden çok sevdiği ve üstün tuttuğu Ģey ün…‟(287)
21 Temmuz 1897: „Kocama ve çocuklarıma karĢı, yeni doğmuĢ bir çocuk kadar saf ve
temizim. Hiç kimseyi, L.N.‟yi sevdiğim kadar sevmediğimi, sevemeyeceğimi biliyorum.
Onunla karĢılaĢtığımda içime sevinç doluyor ve onu her Ģeyiyle seviyorum: boyunu posunu,
gözlerini, gülüĢünü, tatlı konuĢmasını (kızdığı zamanlar hariç, ama bundan söz etmeyelim)
ve sabırlı olgunluk esinini seviyorum.‟(298)
29 Temmuz 1897: „Bu zihinsel yıkıcılıktan, bu yadsımadan, gerçeği değil de –ki bu iyi
bir Ģey olurdu- insanlığın henüz duymadığı, yazılmamıĢ, ĢaĢırtıcı ve olağanüstü Ģeylerin
aranmasından bıktım. Usanç verici bir Ģey bu… Acı çeken insanların, kendileri için
gerçeği aramaları, saygın ve güzel bir Ģey, ama bu, baĢkalarını ĢaĢırtmak için yapıldığında
son derece gereksiz. Herkes gerçeği kendisi için aramalı…‟(305)
1 Ağustos 1897: „Tüm sanat yapıtlarında aĢka çok büyük pay ayrıldığını (“Ģehvet
manisi”) hoĢnutsuzluk ve öfkeyle eleĢtiriyor. Bu sabah SaĢa “Babam bugün çok neĢeli, o
neĢeli olunca bizler de neĢeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle
eleĢtirdiği bu aĢk yüzünden neĢeli olduğunu bilebilseydi…‟(307)
13 Ağustos 1897: „Kendisiyle konuĢtum ve onu öğretecek uzmanlaĢmıĢ okullar
olmadan, sanatın nasıl var olabileceğini sordum. O bunları kabul etmiyor. Ama onunla
konuĢulamaz ki, hemen sinirlenir ve bağırır.‟(314)
16 Ağustos 1897: „Arasıra bir yerlere kaçıp gitmeyi düĢünüyorum, yaĢamaktan
yoruldum. Korkunç derecede yoruldum. Ama öyle anlaĢılıyor ki, bu çok zor iĢin yükünü
sonuna dek taĢımam gerek –evet bu sadece çok zor bir iĢ. Kopya iĢine koyulmam gerekirdi
ama Ģu anda gücüm yok. YaĢantımı tutsaklığa çevirdiği, ne benim, ne de çocukları için hiç
tasalanmadığı ve özellikle, onun bin türlü iĢine yarayacak ve uğraĢacak gücüm olmadığı
halde hala bana tutsak gibi davrandığı için, L.N.‟ye karĢı büyük bir hınç duyuyorum.
Bütün gece MaĢa‟ya baktım ve beĢinci bölümün tümünü kopya ettim.‟(316)
4 Eylül 1897: „Tümümüz L.N.‟nin hizmetinde yaĢamaktan yorulduk… Ġki kızım ve
ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla
ilgilenip uğraĢıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaĢık otoburluk rejimini
uygulamak için bütün gayretimizle uğraĢıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız
bırakmıyorduk. ĠĢte Ģimdi ve birdenbire hepimiz kiĢisel bir yaĢam hakkı istiyoruz.‟(323)
19 Eylül 1897: „Ve kocam, ölçüĢtürelemeyecek kadar daha yetenekli; insanların
psikolojisi ve yaĢayıĢı konusunda, ne akıl almaz bir anlayıĢ (yazılarında) ve kendisine en
yakın olan insanlara karĢı da, ne anlayıĢsızlık ve ilgisizlik. Ne beni, ne çocuklarını, ne
dostlarını ve hatta ne de diğer yakınlarını anlamıyor ve tanımıyor.‟(329)
22 Eylül 1897: „Gürültü patırtı çıkarmaya, kendini göstermeye ve tehlikeye atılmaya
çok heveslidir. Onun ne iyiliğine ne de hümanistliğine inanıyorum. Onu tanıyorum ve
davranıĢının nedenini biliyorum: ün…sınırsız, doymak bilmez ve çoĢkulu ün. Ne
çocuklarını, ne torunlarını ne de ailesinden hiç kimseyi sevmeyen L.N.‟nin sevgi ve aĢkına
nasıl inanılır? Ama bakın, birden Dubokhor ve Molokan‟ın çocuklarını sevmeye
baĢladı….‟(330)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: „Bir kadına, bir şeyi anlamadığı için ya da anladığı
ama aklının söylediğini yapmadığı için kızarsınız. O bunu yapamaz. Tıpkı bir mıknatısın
demiri çekmesi ve ağacı çekmemesi gibi, aklın vardığı sonuçlar da Sonya‟yı bağlamaz; onlar
motivasyon gücü oluşturmazlar.‟(506)
20 Ekim 1897: „Kocam bana karĢı iyi ve sevecen davrandı; ağrıyan omzuma kompres
yaptı, kopyalar için teĢekkür etti ve hatta, uzun zamandır yapmadığı bir Ģey, veda ederken
elimi öptü.‟(337)
7 Kasım 1897: „L.N. yatağı kendi yaptı ve bu yorucu at yolculuğundan sonra,
istekliliğini bana kanıtlamak için, oldukça dinç göründü… Bunu ben, onun olağanüstü
gücünün bir kanıtı olması için not ediyorum ve de yetmiĢ yaĢında.‟(344)
7 Kasım 1897: „Ona göre de evren, dehasını, yaratıcılığını saran bir Ģey; etrafını
kuĢatan Ģeylerden sadece yetenek ve çalıĢmasına yarayacak olanları alıyor ve geri kalanını
atıyor. Örneğin, benim kopye etme iĢimi, yaĢantısının fiziksel yönleri için ilgimi, bedenimi
alıyor… Benim ruhsal yönüm ise onu hiç ilgilendirmiyor, buna ihtiyaç duymuyor ve bunun
içindir ki, o yönümü tanımayı, öğrenmeyi denemedi bile (…) Bunlar bizi üzüyor ama tüm
dünya, onun gibiler önünde eğiliyor.‟(345)
10 Kasım 1897: „”Seni düşündüm, seni anladım(?) ve sana acıdım” diyor. Önce: beni
nasıl anlamıĢ? Beni hiçbir zaman anlamaya çalıĢmadı ve beni hiç tanımıyor (…)Ve Ģimdi
birden bire beni anlıyor ve bana acıyor… Onun acıması benim onurumu kırıyor,
istemiyorum. Benim için dostça ve temiz bir sevgi duymuyorsa, baĢka bir Ģey istemiyorum.
Ben güçlendim artık, mutluluğu da, yaĢantının anlamını da tek baĢıma
bulabileceğim.‟(346)
16 Ocak 1898: „Evet, genel kural olarak bir despotla yaĢamak, onun buyruğu altında
olmak, zaten yeterince zordur, ama özellikle kıskanç bir despotla yaĢamak ise
korkunçtur.‟(368)
12 Şubat 1898: „Ama ölmüĢ insanlara karĢı duyduğum sevgi bile, L.N.nin onlara
karĢı nefret duymasına neden oluyor.‟(379)
2 Nisan 1898: „Ben böyle olduğum için kocam, canlı, neĢeli ve mutlu!.. Ben sanat,
müzik veya birisiyle ilgili ve canlı olduğum zaman, kocamın mutsuz, endiĢeli ve öfkeli
olduğunu kimse anlamayacaktır.‟(393)
5 Nisan 1898: „Bilmem hangi gerçekleri, tüm dünyaya anlatmaya çalıĢan kocam, her
zaman olduğu gibi, çocuklarına bir Ģey söylemek veya karısına yol gösterip yardım etmek
yeteneğine sahip değildi.‟(395)
15 Nisan 1898: „Örneğin, L.N.‟nin benim yanımda, Moskova‟da, hatırım için
yaĢadığını oysa onun için bir iĢkence olduğunu söyleyip durması zor bir durum değil mi?
ġu halde ona ben iĢkence ediyorum. Halbuki, Yasnaya Polyana‟da daha çok tasalı oluyor,
Ģehir yaĢantısı ise ona daha ilginç ve eğlendirici geliyor ve daha az yoruluyor.‟(397)
19 Mayıs 1898: „Ben kocamın kiĢiliğinde coĢkulu bir aĢık veya acımasız bir yargıç
buldum ama hiçbir zaman bir dost bulamadım. Hala da bulamıyorum…‟(403)
20 Haziran 1898: „Arasıra bana, boĢ yere sıkıntılar çektirdi ama gene de o sadece
beni sevdi –yalnız çocuklarıma karĢı da olsa- o benim dayanağım ve koruyucumdu. Ama o
olmayınca? Durum çok güç ve çok hüzünlü olacak…‟(408)
28 Haziran 1898: „ÇalıĢma odasında tek baĢına oturup, sürekli olarak her yere
mektuplar yazarak gelecekteki ününün ağlarını özenle örüyor.‟(410)
13 Eylül 1898: „Nehlüdov‟un kiĢiliğinde L.N.‟nin kendisini görmem de bana acı
veriyor. Ama, tüm bu kurtuluĢları, kitaplarında çok güzel anlatmasına karĢın, kendi
yaĢantısına hiçbir zaman uygulamamıĢtır (…) Daha önce düĢündüğüm gibi, bu romanda
genel olarak dahice ayrıntı ve anlatımlar var ama, kadın ve erkek “kahraman” konusunda,
ölçüsüz ve batıcı bir sahte durum da var.
„Bu roman beni üzdü. Ve birden Moskova‟ya gitmeye karar verdim, çünkü kocamın
bu yapıtını sevemezdim ve aramızdaki düĢünce birliği gitgide azalıyordu (…) L.N. tüm
yaĢantısını bana yabancı olan kiĢi ve tasarılara adadı, ben ise her Ģeyimi aileme
verdim.‟(420)
23 Eyül 1898: „BaĢkalarını bir baĢka biçimde sevebilirim ama, bu dünyada hiç
kimseyi kocamla ölçüĢtüremem bile. YaĢantım boyunca o, benim yüreğimde çok önemli bir
yere sahip olmuĢtur.‟(423)
6 Ekim 1898: „L.N. yine eski alıĢkanlığına döndü ve yazınsal eserler yazıyor ve büyük
paralar kazanmak istiyor.‟(424)
22 Kasım 1898: „Onun yardımına, yaĢama ve kendime karĢı beni korumasına öyle
ihtiyacım vardı ki… O, insanlığa karĢı haklı; büyük bir yazar o, ama onun büyük
yazarlığının bana yarar ve yardımı olmayacak: o, yardım edecek bir koca değil ve özellikle
yeni yetme çocukları için bir baba değil, oysa bir ana için korkunç bir Ģey bu…‟(431)
25 Kasım 1898, Yasnaya Polyana: „BİR DİYALOG: (…) O: Diğer insanlar kocalarına
sadık kalmıyorlar; ama benim kadar işkence görmüyorlar. Peki bunun nedeni ne? Çünkü
müziği seviyorum. İnsanları eylemlerinden dolayı paylayabilirsin, ama duygularından dolayı
değil. Bunlar bizim kontrolümüzde değil. Ve ortada herhangi bir eylem yoktu (…)
„Yarı isterik bir hale geldi. Uzun süre sessiz kaldım ve sonra Tanrı‟yı hatırladım. Dua
ettim ve şöyle düşündüm: “Duygularını terk edemez; duygularını etkilemek için aklını
kullanamaz. Bütün kadınlarda olduğu gibi, onda da duygular zirvede ve duygulardaki her
türlü değişim akıldan bağımsız olarak gerçekleşir… (…)
„Ben: Ama dua ettim ve sana yardım etmek istedim.
„O: Bütün bunlar yalan, ikiyüzlülük, aldatmaca. Sen diğer insanları kandırabilirsin,
ama ben senin içini görebiliyorum.
Ben: Senin derdin ne? Ben yalnızca iyilik yapmak istedim.
„O: Senin içinde iyilik yok. Sen kötüsün, sen bir canavarsın. İyi ve seçkin insanları
seveceğim, ama seni sevmeyeceğim.‟(529)
30 Ocak 1899: „YaĢamı boyunca aĢırı derecede çeliĢkiler içinde bulunmaktan, nasıl
oluyor da L.N. hiç utanç duymuyor diye, arasıra kendi kendime soruyorum.‟(445)
27 Kasım 1900: „O neĢeli ve canlı, çünkü ben hasta ve hareketsizim. Benim
canlılığımı hiç sevmez ve hep ondan korkar.‟(457)
14 Ocak 1901: „Ben öylesine onun için yaĢadım ki, o ölecek olursa, yaĢamda
kaybolur giderim, gözlerim de gittikçe az gördüğü için yazılarıyla uğraĢma olasılığını dahi
kaybetme tehlikesiyle karĢı karĢıyayım.‟(465)
2 Aralık 1901, Gaspra (Kırım): „Onu ilgilendiren ve tasalandıran tek bir Ģey var:
özdeksel alanda-ÖLÜM; tinsel ve ruhsal alanda ise- çalıĢması ve yazması.‟(488)
8 Aralık 1901: „Üzülerek saptıyor ve anlıyorum ki, kocamla ben, yabancılar gibi
yaĢıyoruz.‟(491)
12 Mart 1902: „Kocamın güncesini okuduğum zaman onun güç ve etkinliğini
anladım; kendi ününü korumak için durmadan bana sövüp saydığını o zaman gördüm;
Ģatafatlı yaĢamını Ģu ya da bu biçimde haklı çıkarmak, bana kabul ettirmek ihtiyacını
duyuyordu. Vaneçka‟mın öldüğü yıldı; çok periĢandım, kocama yaklaĢtım ama yüreğim ve
umutlarım kırılmıĢtı.‟ (527)
13 Nisan 1902: „ġimdi dehĢetle izliyor ve görüyorum ki dindarlıkla ilgili hiçbir iz yok
onda.‟(529)
4 Kasım 1902: „Pek çok sevdiğim bu ünlü adam öyle yaĢlı, öyle zayıf ve öyle acınacak
durumda ki…‟(543)
8 Kasım 1902: „Bu deha sahibi adam yapıtlarında, kendi yaĢantısına oranla öylesine
çok daha iyi ki…‟(545)
12 Aralık 1902: „Kendi özyaĢamımdan üstün tuttuğum ve yüzünü avuçlarımın
arasına alarak öptüğüm bu acınacak durumdaki insana tüm dünya hayranlık
duyuyor.‟(548)
1 temmuz 1903: „Eğer L.N., Rousseau‟nun, doktorlar hep kadınlarla birleĢerek tuzak
hazırlarlar sözlerini eklemeseydi, ben sesimi çıkarmayacaktım. Bu demektir ki, ben de
doktorlarla birlik olup tuzak hazırlıyorum. Bu beni isyan ettirdi.‟(559)
10 Temmuz 1903: ‟23 ġubat 1895 de kaybettiğim Vaneçka‟cığımın öldüğü yıldı (…)
ĠĢte [yazdığım] mektup (…)Esas mektubun müsveddesi:
“(…)Gelecek kuşakların, beni düşüncesiz, kötü niyetli ve kocasını mutsuz eden bir eş
olarak tanımalarını neden istiyorsun?
(…)
“İkimiz de bu dünyadan göçtükten sonra, herkes bu uydurukluğu kendine göre
değerlendirecek ve karına çamur atabilecek, çünkü sen öyle olmasını istedin ve bu durumu
sen kendi söylerinle yarattın ve kışkırttın (…)‟‟(561)
17 Kasım 1903: „Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını
biliyorum.
„Önceden tahmin ettiğim Ģey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı,
o halde Ģimdi nasıl olabilirdi?
„Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da
mutlulardır… Bencillerin, büyük adamların eĢleri, gelecek kuĢakların acımasız ve
hoĢgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…‟(563)
14 Ocak 1905: „Briukov‟a her koĢuluda yanından ayrılmayıp ona yardımcı olmamın,
kendisine düĢünemeyeceği kadar büyük bir aile mutluluğu verdiğini ve beni sevdiği kadar
hiç kimseyi sevmediğini söylemiĢ… Bunu Briukov bana anlattığı zaman engin bir sevinç
duydum.‟(575)
7 Temmuz 1908: „Onda bütün manevi yükümlülük duygularının kaybı derecesine varan
vücut sevgisinin, benlik sevgisinin bütün dehşetini açıkça görmek mümkün. Hem başkaları
için hem de kendisi için kötü bir şey. Ona acımalıyım. Bunu yazabildiğim kadar yazmaya
çalışacağım-bunları ona söyleyeme (…) Ama kuşkonmaz konusunda haklı [Sofiya
Andreyevna‟nın, Tolstoy‟un kuşkonmaz yerken sadelik vaaz etmesini eleştirmesine
gönderme]‟(652)
14 Temmuz 1908: „Hiç kimse ona hiçbir şey söylemiyor; o da mükemmelliğin zirvesinde
olduğunu sanıyor.‟(653)
16 Eylül 1908: „L.N. hep daha aklı baĢında ve daha Ģanslı oldu. Zorunlulukla değil
zevkle çalıĢtı. Canı isteyince yazı yazıyor canı isterse tarla sürüyordu.; kendine çizme
dikmeyi aklından geçirdiyse, oturup özenle yapıyordu. Çocuklara ders öğretmeyi
tasarladıysa onlara ders veriyor, canı sıkılınca da bırakıyor ve bir daha onları
düĢünmüyordu. Ben onun gibi yaĢayıp onun gibi davranmayı deneyebilir miydim acaba? O
zaman çocukların ve hatta L.N.‟nin hali ne olurdu?‟(583)
17 Eylül 1908: „Yeni, yabancı ve uzak bir Ģeyler fark ediliyor onda; yaĢamında,
benimle ve baĢkalarıyla iliĢkilerinde neyin kaybolduğunu düĢünerek arasıra çok
üzülüyorum. BaĢkaları bu durumun farkında mı acaba?‟(584)
30 Eylül 1908: „L.N. için çiçek topladım ama onun artık hiçbir Ģeye ve hiç kimseye
ihtiyacı yok. Bunun nedeni ne, niçin böyle oldu? Onu eve bağlayan ve etkileyen hastalık,
yaĢlılık mı, yoksa Tolstoycuların ve özellikle sürekli olarak bizde kalan ve hemen hemen
L.N.‟yi hiç yalnız bırakmayan Çerkov‟un ördüğü duvar mı? Bilmiyorum ama hem bana,
hem de ötekilere karĢı yabancı ve hatta kötü davranır oldu. Dün kızkardeĢi Marya‟dan çok
güzel ve duygusal bir mektup aldık. L.N. o mektubu okumadı bile (…)Hiç kimse onu ne
tanıyor, ne de anlıyor. Onun karakterini ve düĢünce ve amacını ben, herhangi bir kimseden
daha iyi tanıyor ve biliyorum. Ama ne yazarsam yazayım kimse bana inanmayacak. L.N.
büyük bir zeka, engin bir yetenek adamı; imgeleme yetisi, duygusallığı, alıĢılmamıĢ
derecede inceliği olan bir adam onda yürek, gerçek iyi yüreklilik yok. Onda bir ĠLKE iyiliği
var, ama ZORLAMASIZ değil.‟(585)
14 Ocak 1909: „KuĢkusuz, Hiristiyanlığı öne sürerek L.N. bu devrime sarılır;
iktidardan tiksiniyor (…) Daha nazik olsaydı, kadın kahramanına Aksinya [Tolstoy‟un
iliĢki kurduğu köylüsü] adını vermezdi.‟ (588)
22 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: „Bu yüzden burada belirtiyorum ya da sanıyorum
tekrarlıyorum ki; ölmeden önce tamamıyla müstehcen sözler söylemek veya müstehcen
resimlere bakmak gibi bir Ģey ve bu yüzden insanların benim ölüm yatağımda tövbe ettiğim
ve kutsal Ģarablı ekmeği yediğime dair söyleyecekleri hiçbir Ģey doğru değil.‟(657)
10,11 Mayıs 1909: „(5) Karısına [Sonia] şunları yazıyor: “Beni affet. Seni affettim,
ama bunu ancak öldükten sonra söyleyebilirim; hayattayken söyleyip sana yardım etme
imkanını ebediyen kaybetmek istemiyorum: Kötü bir yaĢam sürüyorsun, kendin için kötü
bir yaĢam sürüyorsun; kendine ve baĢkalarına iĢkence ediyorsun ve kendini en büyük
iyilikten –sevgiden- yoksun bırakıyorsun. Halbuki sen en iyiyi yapma yeteneğine –hem de
çok- sahipsin. Sende bunun çekirdeklerini defalarca gördüm. Kendine yardım et sevgilim.
Yalnızca baĢla –ve o zaman kendinin, senin en iyi ve gerçek- benliğinin sana yardım
edeceğini göreceksin.‟(667)
26 Mayıs: „Zavallı kadın. Onu sevdiğinizde ilginç bir yaratık; sevmediğinizde ise son
derece basit… Bu herkes için gerekli.‟(670)
12 Temmuz: „Keşke yaşamımın son saatlerini, günlerini, aylarını tek başına
zehirlediğini bilse ve anlasaydı! Ama bunu söyleyemem ve hiçbir sözün onun üzerinde etki
yaratmayacağını biliyorum.‟(674)
17 Eylül 1909: „Onu tamamen sakinleştiremedim, ama sonra son derece nazik ve
yumuşak konuştu, merhamet etti ve beni affettiğini söyledi. Çok mutlu oldum ve derinden
etkilendim.‟(686)
9 Mayıs 1910: „Ve sonra sözlerimi yumuşatmak için, onu sessizce öptüm. Bu dilden
gayet iyi anlıyor.‟(705)
26 Haziran 1910: „Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı
ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.‟nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma
adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi
(…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov‟un yardımıyla yavaĢ
yavaĢ beni öldürüyor; artık benim sonum yakın(…)
„Ona karĢı bir kin duydum ve :”ġu anda gördüğüm senin gerçek kiĢiliğindir,” dedim.
Bu sözüm üzerine hemen sakinleĢti.
„Ertesi gün benim söz dinlemez ve önüne geçilemez aĢkım geldi. L.N. beni görmeye
geldi ve ben onun boynuna sarılarak beni bağıĢlamasını, bana acımasını ve sevecen
davranmasını rica ettim. Beni kollarının arasında aldı ve ağlamaya baĢladı. Bundan böyle
her Ģeyin değiĢmesine, ve birbirimizle ilgilenmeye karar verdik. Ama bu, ne kadar
sürecek?‟(590)
4 Temmuz 1910: „Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.‟nin kısman terk ettiği
bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaĢmayı, yaĢlanmayı, coĢkulu ve karma
karıĢık ruhumu yatıĢtırmayı, onunla birlikte dünya yaĢamının hiçliğini anlamayı öyle
isterdim ki…‟(602)
11 Temmuz 1910: „Hayattayım, hemen hemen…(…) Hala hastayım. Sonya, zavallı
kadın, sakinleşti. Zalim ve moral bozucu bir hastalık.‟(711)
24 Temmuz 1910: „Kendisine en yakın olan yaratığı, öz karısını hoyratça ve
acımasızca kıvrandırırken, AġK ve SEVGĠ konusunda yazı yazmaya nasıl cüret
edebiliyor?‟(635)
25 Temmuz 1910: „Zaten çok tuhaftı ve söylediklerimi daha anlamadan, sadece
Çerkov‟un adını duyar duymaz ürkünç bir havaya giriyordu.‟(637)
27 Temmuz 1910: „Kötülüğe karĢı direnmemek boĢ bir laftı ve böyle olması da
beklenmeliydi.‟(638)
31 Temmuz 1910: „L.N.‟nin değiĢik kiĢilere yolladığı mektupları tekrar okudum ve
onun içtenlik eksikliği beni ĢaĢırttı.‟(643)
2 Ağustos 1910: „Ve zavallı Tolstoy, ermiĢ bir kiĢi iken, Çerkov tarafından, durumuna
pek uymayan bir hale sürüklendi. L.N. ile Çerkov her Ģeyi herkesten saklamak
zorundaysalar, davranıĢlarında kötü ve kötü niyetli bir Ģeyler var demektir.‟(646)
6 Ağustos 1910: „Sürekli saklanma ve ona karşı duyduğum korku çok rahatsız edici.
[GG]‟(734)
15 Ağustos 1910: „Bizim aile cehennemimizin aksine, burada bir sürü saygılı ve
içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karĢı duyduğum sevginin azaldığını
anlamaya baĢladım. Bana karĢı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye baĢladığı bu
kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi
sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin
beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan
kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaĢam çok kolay olur ve kendimi çok özgür
hissederdim. O zaman ġaĢa ve Çerkov‟u büyücülükleriyle baĢ baĢa bırakırdım.‟(658)
16 Ağustos 1910: „Teselli edilmek istiyor ve acınması gereken birçok yönü
var.[GG]‟(736)
17 Ağustos 1910: „Güzellik, nefis düĢkünlüğü, değiĢkenlik, sonu gelmez bir dindarlık
ve gerçek arayıĢı, iĢte benim kocamın özellikleri. Bana karĢı büyüyen soğukluğunun, benim
kendisini anlamamamdan kaynaklandığını, kocam sinsi sinsi kanıtlamaya çalıĢıyor. Oysa
tam aksine, onu rahatsız eden, benim kendisini birden bire ve çok iyi anlamıĢ olmam ve
Ģimdiye dek görmediklerimi gereğinden çok anlamıĢ olmamdı (…) Okumak için
Tanya‟dan, basit bir Fransızca roman istedi. Dindar düĢünür, inanç yayıcı rolünden bıktı,
bu onu çok yoruyor.‟‟(660)
22 Ağustos 1910: „Benim kocam gerçek bir dahi sanatçı. Eğer Çerkov ve onun kötü
etkisi olmasaydı ve onu, Gereksinmeleri Karşılamak İçin Birleşmek Gerek ya da buna benzer
broĢürleri yazmaya itmeseydi, Leon Tolstoy‟un yazdığı yazınsal yapıtlar bu son yıllarda çok
değiĢik olurdu.‟(667)
26 Ağustos 1910: „ġimdi herkes benimle, sanki anormal, histerik ve yarı deliymiĢim
gibi konuĢuyor ve söz ve davranıĢlarımın tümünün hastalığımdan kaynaklandığını sanıyor.
Ama bu konudaki kararı insanlar ve daha adaletle Tanrı verecektir.‟(671)
28 Ağustos 1910: „Soyfa Andreyevna ile ilişkilerim gittikçe daha fazla güçleşiyor. Bu
aşk değil; nefrete yakın bir aşk talebi ve gittikçe nefrete dönüşüyor.
Evet, egoizm çılgınlıktır. Eskiden çocuklar onu kurtarıyordu –hayvani bir sevgi, ama
yine de diğerkam bir sevgi. Ama bu sevgi sona erdiğinde, geriye kalan yalnızca bir egoizmdi.
Ve egoizm en anormal haldir –çılgınlık.[GG]‟(739)
28 Ağustos 1910: „Oyalanacağı bir Ģey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede
yaĢamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla
uyuĢmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiĢ süsü vermek için bir
bahanedir.‟(675)
29/30 Ağustos 1910: „Dün sabah korkunçtu; ama hiç nedensiz yere. Bahçeye gitti ve
orada uzandı. Sonra sakinleşti. Güzel bir konuşma yaptık. Ayrılırken çok dokunaklı bir şekilde
benden af diledi. [GG]‟(739)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sukünet bulamıyorum.
Yollarda yürüdüm.‟(716)
10 Eylül 1910: „Kötü niyeti ve bağırmaları beni periĢan etti. Gidip onun odasına
uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya
baĢladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya baĢladı. Tatlılıkla
bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya baĢladı. Ben kendi kendime :”ġükür sana Tanrım,
geçmiĢte kalan aĢkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.‟(684)
8/9/10 Eylül 1910: „Sabahleyin bunlara katlanamayacağımı ve onu terk edeceğimi
düşündüm. Onunla birlikteyken hayat yok. Yalnızca işkence var. Ona söylediğim gibi:”Benim
talihsizliğim farklı birisi olmam.”[GG]‟(740)
12 Eylül 1910: „Çok ama çok yorgunum. Akşamleyin kitap okudum. Karım için
kaygılanıyorum.‟(718)
16 Ekim 1910: „Meselenin aslı Çerkov‟lara gitmemi önerdi ve gitmem için yalvardı. Ben
gitmeyi kabul ettiğimde ise çılgına dönüp bağırmaya başladı. Çok ama çok güç bir durum…
Tanrım bana yardım et![GG]‟ (746)
17 Ekim 1910: „Tüm insanlık onu, davranıĢ ve yaĢantısına bakarak değil, kitaplarına
(sözcüklere) göre sevip değerlendiriyor. Ġyi ki öyle.‟(709)
25 Ekim 1910: „Sofya Andreyevna için hem üzülüyor hem de ondan dayanılmaz
derecede iğreniyorum. [GG]‟ (748)
7 Kasım 1910: „L.N. bu sabah saat altıda öldü.‟(716)
KAÇIġ HAKKINDA
1881: „Asıl arzum her Ģeyi baĢkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani
ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek… Bütün
gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaĢamımın maksadı ve neĢesi olarak görme (…)
YaĢama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her Ģeyi –piyano, mobilya, arabalar,
arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaĢılabilecek bilim ve sanat üzerinde
çalıĢ. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı Ģekilde davran. Tek amaç mutluluk –
kendinin ve ailenin mutluluğu... Bu mutluluğun çok az Ģeyle yetinmek ve baĢkalarına iyilik
etmekten oluĢtuğunu bil.‟(277)
4 Haziran 1884: „Seryoja‟ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları
gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi,
muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani
sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu
üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca
konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok
incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü
başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı‟nın rızasını kazanmak için çaba
göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle
sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele
ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç
saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla
sürüyor.‟(296)
18 Haziran 1884: „Oradan ayrıldım ve bir daha dönmemek üzere ayrıldım; ama
Sonya‟nın hamileliği Tula‟nın yarı yolundan döndürdü.‟(298)
14 Temmuz 1884: „Çekip gitmemekle hata yaptım. Sanıyorum bunu yapmak zorunda
kalacağım. Ama çocuklar için çok üzülüyorum. Onları gittikçe daha fazla seviyorum ve
onlara acıyorum.‟(303)
15 Aralık 1890: „Biraz önce Ġlya‟ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren
raylarının üstüne yavaĢça bırakmayı düĢündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku
veriyor:‟(150)
21 Temmuz 1891: „Ġçimde bir Ģeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı.
“Beni öldürün, yeter ki iĢimi çabuk bitirin.” ĠĢte böyle düĢünüyorum.
Benim peĢimi bırakmayan gene Kroyçer Sonat. Bugün L.‟ye artık kendisiyle karı koca
olarak yaĢayamayacağımı bildirdim, o da aynı Ģeyi isteğini belirtti ama buna
inanmıyorum.‟(223)
19 Eylül 1891: „GözyaĢlarım onu ĢaĢırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği,
insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmıĢsa eğer, benim kederimi
ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi
bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı
olduğunu biliyor ve bunu o Ģekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16‟sında, L. ile,
Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere
gönderdiği mektup konusunu görüĢtük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor:
öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isiteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme
gereksinmesi. Hiç kimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz
ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla
yaĢayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
„Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düĢündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı,
onun önünde diz çöker ve ona her Ģeyi verirdim.‟(230)
21 Ağustos 1892, Yasnaya polyana: „Ama bir öfke anında değil, son derece sakin bir
anımda: evden ayrılabilirim ve muhtemelen ayrılacağım‟.
21 Şubat 1895: „Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düĢüncesi gittikçe benliğimi
sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı iĢlemekten beni korusun. Az
daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son
kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.‟nin beni ve çocuklarını sevmeyiĢi
(…) Aklıma ilk gelen baĢka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden
önce gitmesini önlemek için dıĢarı fırladım ve evin önündeki yolda koĢmaya baĢladım. O da
arkamdan koĢtu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koĢuyorduk. Geri dönmem için
bana yalvarıyor, bense, Ģu ya da bu Ģekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…)
Beni içimden, benliğimde öldürdü, Ģimdi ben yaĢamıyorum, yokum artık.‟(261-264)
134 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: „Nehludov‟un Sonya‟ya dokunaklı bir biçimde nasıl
veda edeceğini düşündüm‟(476)
16 Ağustos 1897: „Ara sıra bir yerlere kaçıp gitmeyi düĢünüyorum, yaĢamaktan
yoruldum. Korkunç derecede yoruldum. Ama öyle anlaĢılıyor ki, bu çok zor iĢin yükünü
sonuna dek taĢımam gerek –evet bu sadece çok zor bir iĢ. Kopya iĢine koyulmam gerekirdi
ama Ģu anda gücüm yok. YaĢantımı tutsaklığa çevirdiği, ne benim, ne de çocukları için hiç
tasalanmadığı ve özellikle, onun bin türlü iĢine yarayacak ve uğraĢacak gücüm olmadığı
halde hala bana tutsak gibi davrandığı için, L.N.‟ye karĢı büyük bir hınç duyuyorum.
Bütün gece MaĢa‟ya baktım ve beĢinci bölümün tümünü kopya ettim.‟(316)
2 Temmuz 1908, Yasnaya Polyana: „Zaman zaman kendime soruyorum: Ne yapmalıyım
–herkesten kaçmalı mıyım? Nereye? Tanrı‟ya, ölmeye. Ölümü günahkar bir tarzda
arzuluyorum.‟(650)
11 Haziran 1909: „Sonra akşam yemeğinde Sverbeyeva ile Fransızca konuşmak ve
tenisten söz ettik. Aç, üstü başı dökülen, çalışmanın altında ezilen kalabalıklarla yan yana.
Kaçmak istiyorum.‟(673)
21 Temmuz 1909: „İmkansızlığı, makul ve sevgi dolu bir ilişkinin imkansızlığını
hissediyorum. Halen tek istediğim her şeyden çekilmek ve hiçbir şeye katılmamak. Başka
hiçbir şey yapamam ve şimdiden uzaklara kaçma konusunda ciddi ciddi düşünüyorum.
Öyleyse göster Hiristiyanlığını. C‟est le moment ou jamais (Ya şimdi ya da hiçbir zaman!)
Ama uzaklara gitmeyi şiddetle istiyorum. Buradaki varlığımın kimseye pek yararı yok. Ben
zavallı bir kurban ve herkese zararlı bir insanım.‟(675)
28 Ağustos 1909: „Uzaklara gitmeli miyim? Bu soruyu kendime daha sık sormaya
başladım.‟(684)
13 Nisan 1910: „Saat 5‟te uyandım ve nasıl kaçacağımı, ne yapacağımı düşünmeye
koyuldum. Ve bilmiyorum. Yazmayı düşünüyorum. Ama bu tür bir yaşamı sürdürürken
yazmak iğrenç bir iş... Onunla konuşmalı mıyım? Uzaklara gitmeli miyim?‟(703)
26 Haziran 1910: „”Ġki ihtiyar, biz Ģimdi nereye gidebiliriz?” dedim –“Paris, Yalta,
Odoyev…nereye olursa. Tabii ikimiz gideceğiz,” dedi (…) L.N. ile birlikte sade bir yaĢam
sürdürmek istediğimi ve buna hazır olduğumu ve bu nedenle nerede yaĢamayı istediğini
sordum kendisine. Bana “güneyde, Kırım ya da Kafkasya‟da,” yanıtını verdi. “Pekala,
gidiyoruz, ama acele etmemiz gerek,” dedim. Bu iĢe giriĢmezden önce ĠYĠ OLMAK gerek,
dedi. „(594)
4 Temmuz 1910: „Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.‟nin kısmen terk ettiği
bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaĢmayı, yaĢlanmayı, coĢkulu ve karma
karıĢık ruhumu yatıĢtırmayı, onunla birlikte dünya yaĢamının hiçliğini anlamayı öyle
österdim ki…‟(602)
12 Ağustos 1910: „GidiĢi, benden kurtulmak isteğinden baĢka bir Ģey değil. Ama ben,
ondan uzakta yaĢayamam ve yaĢamak istemiyorum.‟(655)
12 Ağustos 1910: „GidiĢi, benden kurtulmak isteğinden baĢka bir Ģey değil. Ama ben,
ondan uzakta yaĢayamam ve yaĢamak istemiyorum (…) Güncemi tekrar okudum ve kendi
öz yaĢantım ve kocamınki karĢısında dehĢete kapıldım. Bu tür yaĢamayı sürdürmem
olanaksız‟(655)
20 Ağustos 1910: „At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor.
Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
„Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir
zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]‟(737)
28 Ağustos 1910: „Tam bu sırada L.N. Ģu ürkünç sözleri söyleyerek kapıya fırladı:
“Bırak beni, Tanrım, gidiyorum…” “Senin yaptığın gibi, insanlığın yarısından nefret
edilirse, mutlu olmak olanaksızdır.” ġu sözleri onu ele verdi: “Yarısından söz ederken
yanıldım.” (…) Oyalanacağı bir Ģey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede
yaĢamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla
uyuĢmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiĢ süsü vermek için bir
bahanedir.‟(675)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sükunet bulamıyorum.
Yollarda yürüdüm.‟(716)
8/9/10 Eylül 1910: „Sabahleyin bunlara katlanamayacağımı ve onu terk edeceğimi
düşündüm. Onunla birlikteyken hayat yok. Yalnızca işkence var. Ona söylediğim gibi:”Benim
talihsizliğim farklı birisi olmam.”[GG]‟(740)
11 Eylül 1910: „Kaçmaya çok yaklaştım. Sağlığım iyi değil.‟[GG]‟(741)
16 Ekim 1910: „Meselenin aslı Çerkov‟lara gitmemi önerdi ve gitmem için yalvardı. Ben
gitmeyi kabul ettiğimde ise çılgına dönüp bağırmaya başladı. Çok ama çok güç bir durum…
Tanrım bana yardım et![GG]‟ (746)
26 Ekim 1910: „Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma
ihtiyacım arttı.‟ [GG]‟ (748)
1910: “Gidişim, sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı
anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı
koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların
göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde
geçirmek istedim (…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı
yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim
kararımı değiştiremez.
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırksekiz yıllık yaşam yaşam için sana teşekkür
ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin
bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle,
senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan
Şaşa‟ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede
olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz
verdi.”(717)
28 Ekim 1910, Optima Manastırı: „Burada yatmaya devam edemem ve aniden ayrılma
kararı verdim.‟(728)
ÖZKIYIM (ĠNTĠHAR) ÜZERİNE
1881: „Asıl arzum her Ģeyi baĢkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani
ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek… Bütün
gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaĢamımın maksadı ve neĢesi olarak görme (…)
YaĢama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her Ģeyi –piyano, mobilya, arabalar,
arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaĢılabilecek bilim ve sanat üzerinde
çalıĢ. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı Ģekilde davran. Tek amaç mutluluk –
kendinin ve ailenin mutluluğu… Bu mutluluğun çok az Ģeyle yetinmek ve baĢkalarına iyilik
etmekten oluĢtuğunu bil.‟(277)
3 Mayıs 1884: „Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret
ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım
ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.‟ (290)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: „Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve
kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne
kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet
duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.‟(350)
15 Aralık 1890: „Biraz önce Ġlya‟ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren
raylarının üstüne yavaĢça bırakmayı düĢündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku
veriyor:‟(150)
21 Temmuz 1891: „Ġçimde bir Ģeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı.
“Beni öldürün, yeter ki iĢimi çabuk bitirin.” ĠĢte böyle düĢünüyorum.
12 Ağustos 1891: „Gerisi önemli değil: yaĢantımız ayrıldı: ben çocuklarımla
yaĢıyorum, o ise düĢünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep
kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaĢamıma son verme ve bu ikili yaĢantıyı
bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.‟(226)
15 Şubat 1895: „Ondan sonraki günlerde işler kötüye gitti. Sonya kararlı bir şekilde
delirmeye ve intihara kalkıştı.‟(453)
21 Şubat 1895: „Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düĢüncesi gittikçe benliğimi
sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı iĢlemekten beni korusun. Az
daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son
kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.‟nin beni ve çocuklarını sevmeyiĢi
(…) Aklıma ilk gelen baĢka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden
önce gitmesini önlemek için dıĢarı fırladım ve evin önündeki yolda koĢmaya baĢladım. O da
arkamdan koĢtu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koĢuyorduk. Geri dönmem için
bana yalvarıyor, bense, Ģu ya da bu Ģekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…)
Beni içimden, benliğimde öldürdü, Ģimdi ben yaĢamıyorum, yokum artık.‟(261-264)
21 haziran 1897: „Kendimi iyi hissetmiyorum. Buraya geldiğimden beri içimde bir
Ģeyler kırıldı ve hala o duygu içerisindeyim. Sanki kendimi öldürmek için bir gerekçe
ararmıĢım gibi, içimde garip bir duygu var. Uzun süredir, bu duygu içimde geliĢiyor ve
gittikçe de olgunlaĢıyor. Delirmekten korkuyormuĢum gibi ürkünç bir baskı duyuyorum,
ama gene de ona bağlıyım, ama boĢ inanç ve daha doğrusu, din duygusu bana engel
oluyor. Günah olduğuna inanıyorum ve intiharın ruhumu Tanrıyla ve onun sonucu olan
melek ruhlarla ve de Vaneçka ile buluĢmama engel olacağından korkuyorum (…) Ve
kafamda öyle dokunaklı bir itiraf taslağı hazırladım ki, içimden kendime ağlayasım
geldi.‟(283)
6 Haziran 1898: „Akrabaları, genç bir kadın olan Tulibevia sinir krizi geçirip kendini
suya atmıĢ ve boğulmuĢ. Cesaretini kıskandım. YaĢam çok, çok zor.‟(405)
29/30 Temmuz 1898: „Beni görmeye geldiler ama ölümden baĢka bir Ģeyi istemiyor ve
sevmiyordum.‟(413)
1 Aralık 1898: „Kendimi, trenin altına atmaktan alıkoyan düĢünce, sadece benim
saplantım olan, Vaneçka‟nın yanına gömmemeleri endiĢesiydi.‟(433)
26 Haziran 1910: „Hayır bu böyle sürüp gidemez, yaĢamıma son vermem gerek.
L.N.‟ye, “Benim neyimle savaĢacaksın?” dedim. “Bizim tüm anlaĢmazlığımıza neden olan
her Ģeyle; dinsel sorunlardan tut da, toprak konularına kadar, her Ģeyle.,” dedi.‟(593)
10 Temmuz 1910: „Zaten hasta olan ben, umutsuzluğa kapıldım. Balkonun çıplak
tahtaları üzerine uzandım ve bundan tam kırksekiz yıl önce ve bu aynı yerde, genç bir kız
olarak L.N.‟nin aĢkını ilk kez tattığımı anımsadım. Gece soğuktu ve aĢkı bulduğum bu aynı
yerde ölümü de bulabileceğim düĢüncesi hoĢuma gitti. Ama görünüĢe göre henüz onu hak
etmedim.
„Kımıldadığımı duyunca, L.N. dıĢarı çıkarak uyumasına engel olduğumu ve buradan
gitmem gerektiğini bağırmaya baĢladı. Bunun üzerine bahçeye çıktım ve sırtımda ince bir
entariyle nemli toprakta iki saat yattım. Çok üĢüyordum ama ölmek istiyordum; gene de
istiyorum(…)
„Ben bahçeye çıkıp bir meĢe ağacının altına uzanmak istiyordum; orada,
odamdakinden daha rahat olacağımı sanıyordum. Sonunda L.N.‟nin elinden tutarak, gidip
yatmasını söyledim; onu odasına götürdüm ve gene odama döndüm; ama onunla
konuĢmak istiyordum ve bu nedenle gene odasına gittim. Kendi elimle ördüğüm yatak
örtüsünü üstüne çekmiĢ ve baĢını duvara çevirmiĢti. Ġçimde engin bir acıma ve sevecenlik
duygusu kabardı ve çok sevdiğim avuçlarının içini öperek beni bağıĢlamasını söyledim.
Aramızdaki buzlar çözüldü, ikimiz de ağlamaya baĢladık ve sonunda onun sevgisine
kavuĢtum.‟(611-613)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: „Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek
nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz
edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muĢamba kaplı dört beĢ
defteri kocamın çalıĢma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye
cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçı adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni öldürmek
için birleĢmiĢler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıĢtırıyor. Bu mengeneden
kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum… (…) Eğer
defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaĢamak ya da ölmek
hakkına sahip olacağım.
„Kendimi öldürmek düĢüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok Ģükür… Yakında acılarım
sona erecek.‟(617)
14 Temmuz 1910: „L.N. beni görmeye geldi. Ona, terazinin bir kefesinde defterler,
ötekinde ise benim yaĢamım var dedim. Güncenin defterlerine karĢılık benim yaĢamım,
ikisinden birini seç, dedim.‟(618)
12 Ağustos 1910: „GidiĢi, benden kurtulmak isteğinden baĢka bir Ģey değil. Ama ben,
ondan uzakta yaĢayamam ve yaĢamak istemiyorum (…) Güncemi tekrar okudum ve kendi
öz yaĢantım ve kocamınki karĢısında dehĢete kapıldım. Bu tür yaĢamayı sürdürmem
olanaksız‟(655)
19 Ağustos 1910: „Hiç kuĢku yok, onlar bana iĢkence etmeyi sürdüreceklerdir, ama
ben L.N.‟yi Çerkov‟a bırakmamak için intihar etmek istiyorum.‟(664)
29/30 Ağustos 1910: „Dün sabah korkunçtu; ama hiç nedensiz yere. Bahçeye gitti ve
orada uzandı. Sonra sakinleşti. Güzel bir konuşma yaptık. Ayrılırken çok dokunaklı bir şekilde
benden af diledi. [GG]‟(739)
10 Eylül 1910: „Kötü niyeti ve bağırmaları beni periĢan etti. Gidip onun odasına
uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya
baĢladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya baĢladı. Tatlılıkla
bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya baĢladı. Ben kendi kendime :”ġükür sana Tanrım,
geçmiĢte kalan aĢkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.‟(684)
27 Eylül 1910: „Bana oyuncak tabancayı gösterdi ve ateşledi ve yere uzandı.[GG]‟(743)
9 Kasım 1910: „L.N.‟nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve ġaĢa‟dan öğrenince,
derin bir umutsuzluğa düĢtüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, ġaĢa ve Bulgakov gelip beni
sudan çıkardılar. BeĢ gün, ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat
7.30‟da Ruskoye Slovo‟dan Ģu telgrafı aldım: “Leon Nikolayeviç Astapovo‟da hastalandı,
ateşi kırk.” Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula‟dan Astapovo‟ya gittik.
Beni L.N.‟nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana
iĢkence edip yüreğimi parçaladılar. Leon Nikolayeviç 7 Kasım sabahı altıda öldü. 8
Kasımda, Yasnaya Polyana‟da toprağa verildi.‟(716)
ÇOCUK(LAR) HAKKINDA
11 Kasım 1873: „Onu (Petya) dün gömdük, Ģimdi her yer bomboĢ. Ölü Petya ile diri
Petya‟yı birleĢtiremiyorum; ikisi de bana yakın ama öylesine farklı ki… IĢıl ıĢıl, seven bir
canlı ve hüzün verici soğum bir ceset. Bana çok düĢkündü, beni bırakıp gittiğine üzgün mü
acaba?‟(97)
18 Aralık 1879: „Bir yıldan fazla geçti. AkĢama sabaha, yeni bir doğum bekliyorum,
gecikti. Yeni bir çocuk, çok zor, beni bunaltır… Ufkum daraldı, bu yaĢantı sıkıcı ve
sıkıntılı. Çocuklar ve tüm ev halkı sinirli. Yortular yaklaĢtı, doğum belli değil. Her taraf
don, ısı sıfırın altında 20.‟(119)
19 Haziran 2008: „Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok
ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu
kazanmak için çok çalışmalısın.‟(299)
22 haziran 1884: „Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim.
Karıma ve Seryoja‟ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.‟(299)
14 Temmuz 1884: „Çekip gitmemekle hata yaptım. Sanıyorum bunu yapmak zorunda
kalacağım. Ama çocuklar için çok üzülüyorum. Onları gittikçe daha fazla seviyorum ve
onlara acıyorum.‟(303)
3 Temmuz 1887: „…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir
aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı
bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya Ģükrettiğim benim yaĢantım bu iĢte.‟(138)
6 Şubat 1891: „Çocukların hepsiyle oyalanıyor ama hiç biriyle ilgilenmiyor.‟(172)
22 Nisan 1891: „Bizim çocuklar, köylü çocuklarına, oyun arkadaĢı gibi değil, aynı
düzeydeki çocuk gibi davrandılar: hoĢ değil, tuhaf ve yazık…‟(189)
14 Haziran 1894, Yasnaya Polyana: „Sonya kasıtlı olarak benim otoritemi yıkıyor ve
onun yerine kendi komik görgü kurallarını koyuyor. Bunları yerine getirmek de çocuklar için
çok kolay. Hem çocuklar hem de Sonya için üzülüyorum. Son zamanlarda özellikle onun için
üzülüyorum. Yaptığı her şeyin yanlış olduğunu görüyor, ama iyi olan hiçbir şeye izin
vermiyor. Ama beni izlememekle bir hata yaptığını itiraf etmek onun için neredeyse imkansız.
Pişmanlığı korkunç olacak.
„Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye devam ediyorum.‟(437)
23 Şubat 1895: „Sevgili yavrum, küçük Vaneçka‟m, bu akĢam saat onbirde öldü. Ey
Tanrım ve ben hala yaĢıyorum…‟(266)
30 Haziran 1897: „Tanya gitmiĢ, babasına gelince…çocuklarım, uzun süredir
babasız.‟(288)
17 Mart 1898: „Ama çocuklara fazla bağlanmamak gerek, çünkü ölümle onları
kaybetmek zor ve acı oluyor.‟(391)
10 Ekim 1902: ‟18 Eylülde yüreğim sızlayarak Tanya ve kocasını Montreux‟ye
Ġsviçre‟ye uğurladım. Smolensk garında bagajları ve hasta kocasıyla uğraĢan kızım çok
üzgün ve bitkindi.‟(540)
17 Ekim 1910: „Yalnızca tek şey yazacağım: Şaşa benim neşe kaynağım; çok tatlı ve
benim için çok değerli.‟ [GG]‟ (747)
TOPLUMSAL ĠLĠġKĠLER VE ELEġTĠRĠLER HAKKINDA
15 Aralık 1850: „Toplumsal kabalığı, alayı hoşgörme, iki katıyla geri ver‟
7,8,9,10,11,12,13,14,15 Kasım 1853, Starogladkovskaya: „Bu sabah o kadar iğrenç bir
şey yaptım ki; aklım başıma geldi.‟(110)
7 Temmuz 1854: „Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi…
Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve
bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih
yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden
içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.‟(124)
13 Temmuz 1856: „Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla
eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi
üzerimde çok çalışmama ihtiYaç var.‟ (172)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: „Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe
değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar‟dan iki sayfa yazdım.‟(197)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: „Pansiyonda korkunç derecede
utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.‟(199)
1 Ocak 1859, Moskova: „Bu yıl evlenmeliyim- ya da bir daha asla.‟(218)
16 Ağustos 1881: „İnsanlar güvende olduğu sürece, makinelerin canı cehenneme.‟(276)
22 Ağustos 1881: „Pis koku, taşlar, lüks, yoksulluk, israf. İnsanları soyan bir grup
soyguncu... Askerleri ve yargıçları da kendileri alem yaparken mallarını korusunlar diye
tutuyorlar. Bu insanların bütün yaptığı insanların tutkularından yararlanmak ve onlardan
çaldıklarını geri almak... Erkekler bu işte daha usta. Kadınlar evde oturuyor; erkekler yerleri
siliyor; hamamlarda telalık ve taksicilik yapıyorlar.‟(277)
5 Nisan 1884: „Bütün akşam yemeği boyunca alışveriş ve bize hizmet edenlerden
şikayetten başka bir şey konuşulmadı. Her şey gittikçe daha sıkıntı verici hale geliyor.
Etrafımdakilerin körlüğü şaşırtıcı.‟(286)
10 Nisan 1884: „Devrimcilerin faaliyetinin de bir imgesel, dışsal faaliyet olduğunu
anladım.‟(287)
27 Mayıs 1884: „Pavlus‟un, Augustine‟in, Luther‟in ve Radstock‟un tövbe öğretilerinin
–kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli
olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü
azaltıyor.‟(294)
28 Mayıs 1884: „Sanki delilerle dolu, delilerin yönettiği bir evdeki tek akıllıyım.‟(295)
29 Mayıs 1884: „Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum;
ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve
onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum.
Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim
ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.‟(296)
26 Haziran 1884: „Kriketten sonra herkes çay malzemelerini kaldırmaya yardım etti ve
bu durum hizmetkarları güldürdü. Sanki gayet iyi beslenen, sıkıntıdan patlayan insanların
oturup vakitlerini önemsiz şeylere harcamaları gülünç değilmiş gibi.‟(300)
18 Haziran 1887: „Çerkov, Feinerman ve benzerleri gibi etrafını saran “Havariler”
olmayınca, L. Eskisi gibi sevimli, neĢeli ve aile babası oldu.‟(135)
19 Temmuz 1887: „L.N.nin doktrinine bağlanan bu kiĢiler ne kadar da az sempatik
inisanlar. Ġçlerinde tek bir normal kiĢi yok. Kadınların ise çoğunluğu isterik (…) Bunların
tümü çok gürültücü, zahmetli ve usanç verici… Ailemle birlikte olmayı, yaĢantımız ve
eğlencemizde tehlikeli Ģeylerin bulunmamasını isterdim. Konuklar her zaman tüm
zamanımızı alıyorlar.‟(139)
27 Ocak 1889, Moskova: „Kölelerden kurtuldular –belgeler sizin köle sahibi olmanıza
izin verdiği halde. Ama buna karşın her gün iç çamaşır değiştirmeye, duş almaya, arabalarla
gezmeye, akşam yemeğinde beş çeşit yemek yemeğe devam ediyoruz –biz on odalı evde
yaşıyoruz. Bütün bunlar kölesiz yapılamaz. Bu şaşırtacak derecede aşikar; ama hiç kimse
bunu görmüyor.‟(322)
30 Ocak 1889, Moskova: „Fet‟lere gittim ve öğle yemeğini orada yedim. Her şey
korkunç derecede aptalcaydı. Durmaksızın yedik, içtik ve şarkı söyledik. İğrençti.‟(322)
15 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: „Çalışmayı –sıkı çalışmayı- bir erdem olarak gören
dünyamız ne büyük bir aldanış içinde! Halbuki sıkı çalışma bir erdem değil, kötülüktür. İsa
sıkı çalışmadı. Bunun açıklanması gerekir.‟(350)
22 Mayıs 1891, Yasnaya Polyana: „Ve birden bütün bu zavallı insanlar, paçavralar
içindeki inisanlar, yangın kurbanları, dullar ve yetimler ortaya çıkıyor ve onların
varolmasına rağmen yokmuş gibi devam edemem. Utanıyorum.‟(404)
24 Ekim 1891, Yasnaya Polyana: „Her şey için nezaket ne kadar gerekli bir baharat. En
iyi erdemler nezaket olmaksızın hiçbir değer taşımıyor. Buna karşın nezaketle en ağır
kötülükler affediliyor.‟(411)
21 Nisan 1894, Moskova: „Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa‟ya
karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne
kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.‟(434)
14 haziran 1894, Yasnaya Polyana: „Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye
devam ediyorum.‟(437)
1/2 Ocak 1895: „Neden acaba, hasta ve normal yaĢantıdan sapmıĢ kiĢiler, neden zayıf
ve budalalar L.N.‟nin doktrinlerine dört elle sarılıyor ve Ģöyle ya da böyle… ama geri
dönüĢü olmayan bir biçimde kendilerini yitiriyorlar? (…) O, insanların mutluluğu için
vaazlar verip, onları mutlu kılmak için uğraĢırken, benim yaĢamımı o denli güçleĢtiriyor ki,
yaĢantım gitgide zorlanıyor (…) Tanya‟yı –kızı-, eskisine göre daha az seviyorum. Popov ve
Koklov gibi siliklerin aĢkıyla onun lekelendiği kanısındayım.‟(250)
5 Kasım 1895, Yasnaya Polyana: „Anladım ki köylülerin yaşamı ile başlamalıyım.
Anladım ki onlar özne, olumlu unsur ve geri kalanlar ise gölge, negatif unsur. Ve aynı
hususun DiriliĢ için de geçerliği olduğunu anladım. Mutlaka onunla başlamalıyım.‟(479)
5 Haziran 1897: „Evde fazla konuk ve hareket yok. Ben özellikle Taneyev‟i
özlüyorum.‟(270)
4 Eylül 1897: „Tümümüz L.N.‟nin hizmetinde yaĢamaktan yorulduk… Ġki kızım ve
ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla
ilgilenip uğraĢıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaĢık otoburluk rejimini
uygulamak için bütün gayretimizle uğraĢıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız
bırakmıyorduk. ĠĢte Ģimdi ve birdenbire hepimiz kiĢisel bir yaĢam hakkı istiyoruz.‟(323)
10 Kasım 1897, Yasnaya Polyana: „Kanları emilmiş ve yok edilmiş insanların, kendi kan
emicilerini hararetle savunduklarını ve onlara karşı çıkanlara saldırdıklarını görüyorsunuz.
Bizde Çarla ilgili tavır böyledir.‟(508)
25 Kasım 1897: „Hayattayım.
„”İstakozlar canlı haşlanmayı sever.” Bu bir şaka değil. Bunu çok sık işitmiş ya da
söylemişsinizdir. İnsan görmek istemediği ıstırapları görmeme yeteneğine sahiptir. Ve insan
kendi neden olduğu acıları görmek istemez. Sık sık bekleyen arabacılar, aşçılar, uşaklar ya da
köylüler hakkında “işlerinden ne kadar memnun oldukları”nın söylendiğini duyarız.
Istakozlar canlı haşlanmayı severler.‟(510)
3 Şubat 1898: „Güç emekçilerin elindedir. Eğer baskıya tahammül ediyorlarsa, bunun
nedeni hipnotize olmuş olmalarıdır. Meselenin özü budur-mutlaka bu hipnozun yok edilmesi
gerekir.‟(516)
20 Şubat 1898: „L.N. iki mujiği kabul etti onlarla konuĢuyor, onlarla ne konuĢabilir
ki…‟(383)
19 Ocak 1901, Moskova: „En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların
duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla
yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin
çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.‟(553)
22 Temmuz 1901: „Bugün Romanya Kraliçesi Elizabeth‟ten, çok akıllıca ve kibarca
yazılmıĢ bir mektup aldık. Kısa bir süre de olsa, bu kitaba “ustanın eli” değerse mutlu
olurum, diyerek de L.N.‟ye bir broĢür göndermiĢ.‟(485)
10 Nisan 1902, Gaspra: „Geçmişte dinsizler toplumun düşmanları idi; şimdi ise liderleri
oldular.‟(563)
20 Şubat 1903, Yasnaya Polyana: „Sosyalizmin destekçileri, daha çok kentli nüfusu göz
önüne alan insanlar. Kırsal yaşamın ne güzellik ve şiirselliğini ne de ıstıraplarını
biliyorlar.‟(572)
18 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: „Aylaklık korkunç bir felakettir. İnsanlar çalışmak
üzere yaratıldılar; ama kendileri için köleler yarattılar ve kendilerini ağır işlerden
kurtardılar. Şimdi ise ıstırap çekiyorlar; hem de yalnızca aylakça konuşmalar ve sıkıntıdan
değil, aynı zamanda kasların ve kalbin dumura uğramasından, sıkı çalışma alışkanlığını
kaybetmekten, sakarlıktan, korkaklıktan, cesaretsizlikten ve hastalıktan da ıstırap
çekiyorlar.‟(588)
24 temmuz 1904, Yasnaya Polyana: „İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan
saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit
bir şekilde yapacağım.‟(588)
29 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: „Fransızların 1790 yılında yeni bir dünya yaratma
çağrısı yapmaları gibi, Ruslar da 1905 yılında aynı görev için çağrı yaptılar.‟(601)
31 Temmuz 1905, Yasnaya Polyana: „Aldığım not şu: Rusya‟da pasif bir devrim başladı
(…) Şimdi Rus devrimini yapan insanlar da bir ideale sahip değil; ekonomik idealler ideal
değildir (…) Tek devrim, sonuç veren devrim; durdurulamayandır.‟(601)
18 Aralık 1905, Yasnaya Polyana: „Devrimin ana motiflerinden birisi, çocukların
oyuncaklarını kırmasına neden olan duygu, yıkma duygusu.‟(607)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: „Her türlü politikacı, sosyalist ve devrimcinin,
toplumun daha iyi örgütlenmesine ilişkin kanaatleri beyhude olduğu gibi, benim kanaatlerim
de beyhude. Kendi yetkin olduğun alanda kendin için yapabileceğini yap ve sonuçları
bunların dayandığı güce bırak.‟(624)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: „ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda
konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak
gerektiğini anladım.‟(659)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: „Bir köylü kendi aklıyla neyi düşünmeye ihtiyacı varsa
onu düşünür. Bir aydın ise başkasının aklıyla kendisinin hiç düşünmesine ihtiyaç olmayan
şeyler hakkında düşünür. Ama bir köylü ancak kendi evinde, kendi ortamındayken böyle
düşünür. Entelijensiya ile ilişkiye girdiği anda, oldukça farklı bir kişinin aklıyla düşünür ve
yine başkasının sözleriyle konuşur.‟(663)
28 Temmuz 1909: „Bu yaratıklar hayret vericidir. Bu yaratıklara insan adı
verilir.‟(679)
4 Ocak 1910: „Çok mutsuzum. Etrafımdakiler bana tamamen yabancı. Dünyamızın
insanlarıyla, dinsiz insanlarıyla olan ilişkilerimi düşündüm. Bunlar tıpkı hayvanlarla olan
ilişkilerim gibi. Onları sevebilir ve onlara acıyabilirim; ama onlarla manevi bir ilişkiye
giremem.‟(698)
26 Haziran 1910: „Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı
ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.‟nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma
adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi
(…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov‟un yardımıyla yavaĢ
yavaĢ beni öldürüyor; artık benim sonum yakın.‟(590)
1 Temmuz 1910: „Çerkov‟u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı
çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmıĢlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle
yarıĢırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaĢılması güç sözler söylediler
ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuĢtuklarını söylemedi. ġaĢa‟ya gelince sadece
sıvıĢıp gitti.‟(…) Çerkov, L.N.‟nin TĠNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve
bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)ġunları ekledi: “YaĢamını, kocasını
mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.‟ye öyle acıyorum ki despot
Çerkov‟un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.‟(598/9)
KURUMLAR: YÖNETĠM POLĠTĠKA ĠDEOLOJĠLER HAKKINDA
25 Kasım 1888: „Kennan‟ın Rus hükümetine ilişkin resmi açıklamaları çok eğitici: Çarı
korumak için, onaltı yaşındaki kızlar dahil, binlerce insanı Sibirya‟ya sürme dışında bir yolun
bulunmadığı bir ülkenin çarı olmaktan utanırdım.‟(314)
27 Ocak 1889, Moskova: „Kölelerden kurtuldular –belgeler sizin köle sahibi olmanıza
izin verdiği halde. Ama buna karşın her gün iç çamaşır değiştirmeye, duş almaya, arabalarla
gezmeye, akşam yemeğinde beş çeşit yemek yemeğe devam ediyoruz –biz on odalı evde
yaşıyoruz. Bütün bunlar kölesiz yapılamaz. Bu şaşırtacak derecede aşikar; ama hiç kimse
bunu görmüyor.‟(322)
26 Şubat 1889, Moskova: „Sosyal sistemde siyasal bir değişiklik yapılamaz. Tek
değişiklik, kadınlar ve erkeklerde gerçekleştirilecek ahlak değişimidir.‟(325)
10 Nisan 1890, Yasnaya Polyana: „Ve alt sınıfların, zenginleri mallarını onlarla
paylaşmaya zorlamak için yapacakları her hareket (devrimler, grevler) çatışma
doğurmaktadır ve çatışma zenginliğin lüzumsuz yere israf edilmesidir.‟(371) [Tolstoy‟un
sosyalizm hakkında düşünceleri son derece çocuksu. Doğal sınıf konumuyla bunu açıklamaya
kalkmaksa ahmaklık olur. O kapitalizmin doğanın ırzına geçme zorunluluğunu sosyalizmin
hedefi olarak algılıyor. Sosyalizmin üretimcilik indirgenmesine oturtuyor eleştirisini. Oysa
sosyalizm üretimci mantığın kırılabilmesinin kaynaklarına işaret etmektedir gerçekte-ZK.]
(…) Yalnızca tek çözüm vardır: İnsanlara gerçek iyiliği ve zenginliğin iyi olmadığını, onları
gerçek iyilikten uzaklaştıran bir oyalama vasıtası olduğunu göstermektir. Tek bir çözüm
vardır: Bütün dünyevi arzular deliğini tıkamak. Ancak bu halde düzenli bir ısı sağlanabilir.
Ve sosyalistler, verimliliği ve böylece genel mal birikimini artırmaya çalışmakla bunun tam
tersini söylüyorlar ve yapıyorlar.‟(373)
16 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: „Bir devlet, mahkemeler ve ordu vs. olmaksızın
yönetimin nasıl mümkün olacağı sorusuna hiçbir cevap verilemez. Çünkü soru kötü sorulmuş.
Soru, hangi devlet biçimi olması gerektiği değil, mevcut yönetimi mi yoksa yenisi mi sorusu.
Ne ben ne de başka birisi bu soruyu çözecek bir konumda değiliz. Ama ben bunu çözebilecek
yetkinliğe sahibim.‟(442)
7 Şubat 1895, Moskova: „Geriye tek şey kalıyor: Hükümete karşı fikir, söz ve yaşam
tarzıyla mücadele etmek; bundan ödün vermemek. Ne hükümetin saflarına katılmak ne de
kendi gücünü arttırmak.‟(452)
5 Mayıs 1896: „Daha fazla sermaye, daha fazla karlılık, daha az masraf demektir. Ama
bunlar Marx‟ın söylediği gibi kapitalizmin sosyalizme götüreceği tezini desteklemiyor. Belki
götürecektir, ama ancak güç kullanarak. İşçiler hep birlikte çalışmaya mecbur edilecekler;
daha az çalışacaklar ve daha fazla ücret alacaklar. Ama aynı kölelik düzeni sürecek. İnsanların
hep birlikte özgürlük içinde çalışması, birbirleri için çalışmayı öğrenmeleri gereklidir. Ama
kapitalizm onlara bunu öğretmez. Aksine onlara kıskançlığı, açgözlülüğü –egoizmiöğretir.‟(484)
31 Ağustos 1897: „L.N.‟nin saygısızca ve kıĢkırtıcı bir biçimde Rus Hükümetine
saldırdığını ve bunu zamansız ve uygunsuz bir biçimde ve sadece kıĢkırtma zevki için
yaptığını öğrenmeseydim, bu mektuba hiç karĢı çıkmazdım.‟(321)
10 Kasım 1897, Yasnaya Polyana: „Kanları emilmiş ve yok edilmiş insanların, kendi kan
emicilerini hararetle savunduklarını ve onlara karşı çıkanlara saldırdıklarını görüyorsunuz.
Bizde Çarla ilgili tavır böyledir.‟(508)
3 Şubat 1898: „Güç emekçilerin elindedir. Eğer baskıya tahammül ediyorlarsa, bunun
nedeni hipnotize olmuş olmalarıdır. Meselenin özü budur-mutlaka bu hipnozun yok edilmesi
gerekir.‟(516)
7 Mart 1898: „Bugün açık ve seçik olarak anladım ki, L.N. nin son yıllardaki tüm
yapıtları, kesin bir karĢı koyma ve karĢıt olma özelliği taĢıyor. Bütün insanlığa, tüm kurulu
düzene karĢı çıktığına göre, zavallı ve zayıf bir kadın olan bana, neden karĢı
çıkmasın?‟(387)
21 Mart 1898, Moskova: „Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği,
yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en
zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hiristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin
kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu
anlaması.‟(517)
3 Ağustos 1898, Prigovo: „Marx‟ın öngörüleri gerçekleşecek olsa bile, olacak tek bir
şey var; o da despotizmin transfer edilmesi olacak. Şimdi kapitalistler iktidarda, o zaman
işçilerin patronları iktidarda olacak.
„Marksistlerin hatası (yalnızca onların değil, sosyalizm ekolüne mensup olanların
hatası) insanoğlunun yaşamının; ekonomik nedenlerle değil, bilincin gelişimiyle, dinin
gelişimiyle ve yaşam anlayışın daha genel ve daha fazla gelişmesiyle ilerleyeceğini
görmemeleridir.
„Marx‟ın temel yanlış yargısı, ana hatası; sermayenin özel bireylerin elindein hükümetin
eline, hükümetin elinden halkın temsilcilerinin eline, emekçilerin eline geçeceğini
varsaymasıdır. Hükümet halkı temsil etmiyor; iktidara sahip olan, güce sahip olan,
kapitalistlerden bir şekilde farklı ama kısmen de onlarla çakışan özel bireyler egemen olacak.
Ve hükümet hiçbir zaman sermayeyi emekçilere devretmeyecek. Hükümetin halkı temsil ettiği
fikri bir hayal, bir aldatmadır.‟(522)
20 Şubat 1903, Yasnaya Polyana: „Sosyalizmin destekçileri, daha çok kentli nüfusu göz
önüne alan insanlar. Kırsal yaşamın ne güzellik ve şiirselliğini ne de ıstıraplarını
biliyorlar.‟(572)
20 Ağustos 1904, Pirogovo: „Sivil vatandaşlar, asla hükümetler yani öldürme ve soyma
hakkını elinde bulunduranlar tarafından öldürülen ve soyulanların binde biri kadar insanı
soymaz ya da öldürmez. Belki de Fransız toplumu o zaman böyle bir devrime hazır değildi;
belki de şimdi bile hazır değil. Ama bu devrimin gerçekleşmesi gerektiğinden bir kuşku yok.
Ama insanoğlu kendisini bu devrime gittikçe daha iyi hazırlıyor ve insanoğlunun devrime
hazır olduğu bir zaman gelecektir.‟(590)
29 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: „Fransızların 1790 yılında yeni bir dünya yaratma
çağrısı yapmaları gibi, Ruslar da 1905 yılında aynı görev için çağrı yaptılar.‟(601)
31 Temmuz 1905, Yasnaya Polyana: „Aldığım not şu: Rusya‟da pasif bir devrim başladı
(…) Şimdi Rus devrimini yapan insanlar da bir ideale sahip değil; ekonomik idealler ideal
değildir (…) Tek devrim, sonuç veren devrim; durdurulamayandır.‟(601)
18 Aralık 1905, Yasnaya Polyana: „Devrimin ana motiflerinden birisi, çocukların
oyuncaklarını kırmasına neden olan duygu, yıkma duygusu.‟(607)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: „Her türlü politikacı, sosyalist ve devrimcinin,
toplumun daha iyi örgütlenmesine ilişkin kanaatleri beyhude olduğu gibi, benim kanaatlerim
de beyhude. Kendi yetkin olduğun alanda kendin için yapabileceğini yap ve sonuçları
bunların dayandığı güce bırak.‟(624)
14 Ocak 1909: „KuĢkusuz, Hiristiyanlığı öne sürerek L.N. bu devrime sarılır;
iktidardan tiksiniyor.‟ (588)
21 Ekim 1910: „L.N.‟nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma
göre sıkıcı ve monoton. SavaĢa, Ģiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karĢı oluĢuna
katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. Ġnsanların ġeflere, yetkililere ve
yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki
baĢtaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.‟(712)
KURUMLAR: YARGI HAKKINDA
25 Mart/6 Nisan 1857: „7‟de kendimi hasta hissederek uyandım ve bir idam cezasının
infazını seyretmeye gittim. İriyarı bir adam, beyaz, güçlü bir boyun ve göğüs… Kutsal Kitap‟ı
öptü ve sonra öldü. Ne kadar anlamsız! Bu olay bende çok güçlü bir etki yarattı ve bu etki
boşa gitmedi. Ben bir politikacı değilim. Ahlak ve sanat adamıyım. Biliyorum, seviyorum ve
sevilebilirim. Kendimi kötü ve depresyonda hissediyorum.‟(190)
KURUMLAR: EVLĠLĠK VE AĠLE HAKKINDA
13 Temmuz 1856: „Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla
eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi
üzerimde çok çalışmama ihtiyaç var.‟ (172)
8 Ocak 1863: „Beni sevmekten vazgeçecek. Bundan neredeyse eminim. Beni kurtaracak
tek şey onun başkasını sevmemesi; ama bunun nedeni ben değilim. Benim nazik olduğumu
söylüyor. Bunu işitmek istemiyorum; belki de yalnızca bu nedenle beni sevmekten
vazgeçecek.‟(246)
24 Nisan 1863: „Bana olan sevgisi kurulmuĢ makinadan farksız: elimi öpmesi ve
bana iyi davranmasından ibaret.‟(53)
18 Haziran 1863: „Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir
şeyler arıyorum.‟(251)
23 Temmuz 1863: „Evleneli on ay oldu. Korkunç biçimde düĢ kırıklığına uğradım.
Çocuğumun meme araması gibi, hiç düĢünmeden bir destek aradım. Acı beni iki büklüm
etti. Liova‟nın durumu çok acıklı. Malikanesini yönetmeyi beceremiyor: sen bu iĢ için
yaratılmamıĢsın dostum… Ona neyin gerekli olduğunu biliyorum ama, çırpınmasına
rağmen, vermeyeceğim. Hiçbir Ģey beni ilgilendirmiyor. Bir köpek gibi, onun okĢamalarına
alıĢtım ama bana karĢı soğuk davranıyor… Sabır.‟(59)
31 Temmuz 1863: „ĠliĢkilerimiz tüyler ürpertici, ben ise sıkıntıdan patlıyorum. Kocam
öylesine çekilmez oldu ki, ondan kaçıyorum.‟(60)
2 Ağustos 1863: „Aslına bakılırsa ben burada ne yapıyorum? Buralardan gitsen iyi
edersin Sofiya Andreyevna… Beni huzursuz ve mutsuz etmek için, acımasızca
hırpalıyor.‟(60)
3 Ağustos 1863: „Ben ise acı çekmediği ve yazı yazdığı için, artık onu görmek
istemiyordum. ĠĢte kocaların tiksinç bir görünüĢü daha.‟(61)
13 Kasım 1863: „Onun, karĢısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini
kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eĢyası, bir kadınım
ben… Çok önemsiz bir kiĢiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaĢamı, bir uğraĢısı,
yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaĢma sezmeye
baĢladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz
oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.‟(67)
26 Ekim 1865: „Ama genellikle, neden kocalar baĢlangıçta sevip de, yıllar geçince
eĢlerinden soğuyorlar? Bunun nedenini biraz önce anladım: çünkü her kadın, ancak
evlendikten yıllar sonra gerçek kiĢiliğini buluyor.‟(81)
10 Kasım 1878: „Dönen bir makine gibiyim, kiĢisel bir yaĢamım olsun isterdim, ama
yok ki… Bu konuda söylenecek tek söz yok… Sus…‟(115)
18 Aralık 1879: „Bir yıldan fazla geçti. AkĢama sabaha, yeni bir doğum bekliyorum,
gecikti. Yeni bir çocuk, çok zor, beni bunaltır… Ufkum daraldı, bu yaĢantı sıkıcı ve
sıkıntılı. Çocuklar ve tüm ev halkı sinirli. Yortular yaklaĢtı, doğum belli değil. Her taraf
don, ısı sıfırın altında 20.‟(119)
26 Ağustos 1882: „Evlilik yaĢantımızda ilk kez L. Kaçtı ve çalıĢma odasına yatmaya
gitti (…) Asıl neden…bana ve çocuklara karĢı isteksizlik ve ilgisizliği. Bugün en büyük
isteğinin, evi ve aileyi bırakıp gitmek olduğunu bağırarak söyledi. Ġçten gelen ve yüreğimi
parçalayan bu haykırıĢını, ömrüm oldukça unutamayacağım (…) Bana yardım et Tanrım,
aklım karma karıĢık, kendimi öldürmek istiyorum. Saat dördü çalıyor… (…) Ancak
yirmidört saat sonra barıĢtık. Ġkimiz de ağladık ve mutlulukla anladım ki o korkunç gece
boyunca yok oldu diye ağladığım aĢk ölmemiĢ. Uykusuz geçen gecenin bu pırıl pırıl ve
soğuk sabahını hiç unutamayacağım. Banyo yaptığımız yere giden orman yolunu takip
ettim. Uzun süredin doğayı böyle güzel, böyle utkulu görmemiĢtim. Soğuk alıp ölmek
amacıyla, uzun süre soğuk suyun içinde kaldım, ama bir Ģey olmadım. Eve döndüm ve beni
görünce mutlu olan AlyoĢa‟ya meme verdim.‟(121)
23 Mart 1884: „Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz. Akşam yemeğinden sonra karımla
konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir diken.
Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine gitmek;
gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10‟a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla
konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…‟(283)
4 Nisan 1884: „Aile içindeki hava çok sıkıcı. Sıkıcı, çünkü onlarla duygularımı
paylaşamıyorum. Onların bütün neşelerini, sınavlarını, sosyal başarılarını, müziklerini,
eşyalarını, alışverişlerini onlar için bir talihsizlik ve bir kötülük olarak değerlendiriyorum;
ama bunu onlara söyleyemem. Aslında söyleyebilirim ve söylerim de:; ancak benim sözlerim
kimseye tesir etmiyor. Benim sözlerimin anlamını bilmiyor gibi görünüyorlar; ah keşke
onların anlayacağı biçimde konuşma kötü huyuna birazcık sahip olsaydım. Zayıf anlarda –
şimdi onlardan birisi- onların kabalığı karşısında şaşırıyorum. Üç yıldır sadece acı çekmekle
kalmayıp, yaşamdan da koparıldığımı kesinlikle biliyor olmalılar. Bana dırdırcı adam rolü
verildi ve onların gözünde bu rolden kurtulamıyorum. Eğer onların yaşamına katılırsam,
hakikati terk edeceğim ve bunu ağzımdan ilk duyan onlar olacak. Eğer şimdi olduğu gibi,
onların çılgınlıkları nedeniyle üzgün görünürsem –ben dırdırcı bir adamım, tıpkı bütün yaşlı
adamlar gibi.‟(285)
21 Mayıs 1884: „Konuşmak olanaksız. Anlamıyorlar. Ve benim için de suskun kalmak
olanaksız. Sigara içtim, hem de çok.‟(293)
28 Mayıs 1884: „Sanki delilerle dolu, delilerin yönettiği bir evdeki tek akıllıyım.‟(295)
29 Mayıs 1884: „Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum;
ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve
onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum.
Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim
ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.‟(296)
4 Haziran 1884: „Seryoja‟ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları
gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi,
muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani
sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu
üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca
konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok
incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü
başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı‟nın rızasını kazanmak için çaba
göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle
sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele
ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç
saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla
sürüyor.‟(296)
19 Haziran 2008: „Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok
ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu
kazanmak için çok çalışmalısın.‟(299)
22 haziran 1884: „Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim.
Karıma ve Seryoja‟ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.‟(299)
5 Nisan 1885: „Bugün mutsuz ailemi düşündüm: Karım, oğullarım ve kızlarım benimle
yaanyana yaşıyor; ama kasıtlı olarak benimle kendileri arasına hakikati ve iyiliği görmemek
için bariyerler koyuyorlar. Çünkü bu hakikatler yaşamlarının sahteliğini onlara gösterecek;
ama aynı zamanda onları ıstıraptan kurtaracaktır.‟(309)
19 Ağustos 1887: „L.‟nin ünü ve yeni fikirleri adına katlanılan bir tutsaklık bu.‟(140)
24 Ocak 1889: „Zavallı, eziyeti seven Sonya geldi ve beni incitecek bir şeyler
söyledi.‟(320)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: „Bir süreliğine uzanmıştım. Sonya içeri girdi ve
dedi ki: “Çok sıkıldım!” Onun için üzgünüm, hem de çok üzgün.‟(348)
30 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: „Biraz düşündüm, başkalarıyla birlikte olmuyor.
Yalnız olmayı tercih ediyorum. Ama Sonya benimleyken yalnız değilim.‟(348)
24 Ekim 1890: „Yatacağım. Mutsuzum. Tek neşe veren husus Sonya‟ya karşı hissettiğim
güzel sevgi. Karakterini ancak yeni yeni anlamaya başladım.‟(388)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: „Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten
bir anlaĢma oluĢturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraĢtım. Güncelerini gizlice
okuyarak, bizi tekrar birleĢtirebilecek bir Ģey bulabilir miyim diye can atıyordum ama
günceler beni daha çok umutsuzluğa düĢürdü. Onları okuduğumu anlamıĢ olacak ki, Ģimdi
güncelerini benden saklıyor. Bana da bir Ģey söylemedi (…) Onda, nefis düĢkünlüğünden
baĢka bir Ģey bulunmadığını çok geç anlamıĢım. ġimdi gözüm açıldı ve yaĢantımın boĢa
gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden
günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim Ģeylerden,
düĢüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir Ģeyden sözetmek istiyorum ama
sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir Ģey mi umuyorsun?”
demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakıĢla karĢılaĢıyorum (…)Oysa suçsuz
olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karĢın, bir cani gibi ondan
korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu sitemlerden
korkuyorum. Genç yaĢlarından bu yana sevmeyi bilememiĢ, öğrenememiĢ ve
alıĢmamıĢ.‟(142-43)
1 Haziran 1891: „Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek
neden Kroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düĢürdü. Bazıları, bu öykünün bizim
yaĢantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı
karısına acıyorum,” dedi. Moskova‟da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve
herkesin bu kanıyı paylaĢtığını söyledi. ĠĢte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda
olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve
içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüĢmede önceden baĢarılı olacağımı
biliyordum. Ġnsanları etkileme gücümü kaybetmemiĢtim ve esinlediğim sempati ve konuĢma
biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka
ulaĢtırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes
biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik iliĢkilerimizle ilgili olsaydı, kuĢkusuz
yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düĢünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların
tümü, benim kadınlık gururumu pekiĢtirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı
zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraĢan
kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.‟(208)
21 Temmuz 1891: „Ġçimde bir Ģeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı.
“Beni öldürün, yeter ki iĢimi çabuk bitirin.” ĠĢte böyle düĢünüyorum.
Benim peĢimi bırakmayan gene Kroyçer Sonat. Bugün L.‟ye artık kendisiyle karı koca
olarak yaĢayamayacağımı bildirdim, o da aynı Ģeyi isteğini belirtti ama buna
inanmıyorum.‟(223)
15 Ağustos 1891: „Bizimki nasıl geçti? Sürekli bir soğukluğun takip ettiği tutku
alevleri. Yeni bir tutku ve yeni bir soğukluk. Arasıra da sakin ve tatlı bir dostluk
gereksinmesi ve karĢılıklı bir sevecenlik duyulur.‟(227)
23 Mayıs 1893, Begiçevka: „Hatırlamaya çalıştım: Evlilik bana ne verdi? Söylemesi
korkunç. Belki de herkes için aynı.‟(421)
5 Ekim 1893, Yasnaya Polyana: „Kocaların nefret ettiği aslında karılarıdır. Lessing‟in
dediği gibi: tek kötü kadın vardır, o da benim karım.” Bunun suçlusu kadınların kendileridir;
çünkü bunun nedeni onların aldatmacılığı ve samimiyetsizliğidir. Hepsi de diğerlerinin
önünde bir komedi oynarlar; ama bu oyunu sahnenin ardında kocalarının önünde
sürdürmezler. Böyle yaptıkları için de koca, kendi karısı hariç bütün kadınların iyi ve makul
olduğunu düşünür. Hepsi bu.‟(427)
21 Nisan 1894, Moskova: „Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa‟ya
karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne
kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.‟(434)
22 Temmuz 1897: „Ben tüm gücümü aileme, kocamın ve çocuklarımın isteklerine
harcamaya mecbur edildim.‟(299)
13 Temmuz 1897: „Aile iliĢkilerim bana çok acı çektirdi:‟(300)
4 Eylül 1897: „Tümümüz L.N.‟nin hizmetinde yaĢamaktan yorulduk… Ġki kızım ve
ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla
ilgilenip uğraĢıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaĢık otoburluk rejimini
uygulamak için bütün gayretimizle uğraĢıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız
bırakmıyorduk. ĠĢte Ģimdi ve birdenbire hepimiz kiĢisel bir yaĢam hakkı istiyoruz.‟(323)
13 Ekim 1899, Yasnaya Polyana: „Ailevi mutsuzluğun ana nedeni, insanların evliliğin
mutluluk getireceğini düşünerek yetiştirilmiş olmalarıdır. Cinsel cazibe evliliği teşvik
niteliğindedir ve mutluluk vaadi ya da umudu biçimini alır. Onu kamuoyu ve literatür
destekler. Halbuki evlilik yalnızca mutsuzluk değil, aynı zamanda daima ıstıraptır; cinsel
arzunun tatmininin bedeli olarak çekilen ıstıraptır (…) Ve insanlar evlilikten daha fazla
mutluluk bekledikçe, daha çok ıstırap çekerler.
„Bu ıstırapların ana nedeni aslında beklenenin olmaması ve daima beklenmeyenin
olmasıdır. Ve bu yüzden bu ıstıraplardan tek kaçış yolu evlilikten mutluluk beklememek,
aksine kötü olan beklemek ve buna katlanmaya hazırlanmaktır.‟(536)
8 Aralık 1901: „Üzülerek saptıyor ve anlıyorum ki, kocamla ben, yabancılar gibi
yaĢıyoruz.‟(491)
8 Kasım 1902: „L.N. öyleyse, dedi, evlilik Kilisenin yasadıĢı iliĢkilere bir marka
koymasından ibarettir. Bu sadece kötü niyetli insanlar için geçerlidir, dedim. Acımasızca
karĢılık vererek herkes için geçerlidir, dedi ve ekledi: “Evlilik nedir? Bir kadına ilk kez
sahip olmak, evlilik budur iĢte.” Evliliğimizi L.N.‟nin nasıl değerlendirdiğini içim
sızlayarak anladım; baĢka bir sorumluluk söz konusu olmadan bir erkekle bir kadının
cinsel birleĢmesi, L.N. için evliliğin anlamı iĢte bu ve bu iliĢkiler dıĢında, eĢi olan kadını
anlamak, tanımak onu ilgilendirmiyor. L.N. insanın bir kez evlenmesi gerektiğini ve bunun
da kızlığını bozduğu ilk kadın olmasını söyledi ve bu sözü de benim canımı sıktı.‟(544)
17 Kasım 1903: „Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını
biliyorum.
„Önceden tahmin ettiğim Ģey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı,
o halde Ģimdi nasıl olabilirdi?
„Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da
mutludurlar… Bencillerin, büyük adamların eĢleri, gelecek kuĢakların acımasız ve
hoĢgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…‟(563)
9 Temmuz 1908: „Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım
çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale
geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
„Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci
emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği
ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı
hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye
kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman
sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya‟ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri
biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.‟(652)
30 Haziran 1910: „Hata mı? Sanki evlilik zihinsel yaşama bir engelmiş gibi buna bir
“hata” diyor.‟(597)
14 Temmuz 1910: „Bu sabah bana verdiği mektubu (…) Ġyi ki bu mektubun birkaç
kopyası var. Tanya‟da da bir suret var:
“Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla
seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik
ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin
benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan
kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğraşları sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor ve
ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere
götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın
anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam
anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını
değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul
ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan
kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç
olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.”(619)
7 Ağustos 1910: „Biz Çerkov‟suz nice onyıllar yaĢadık ve mutluyduk. Bugün ne oldu?
Biz hep aynıyız, bununla beraber oğlan ve kızkardeĢler kavga ediyorlar, baba oğullarına
düĢman, kızlar annelerine karĢı kötü yürekli, koca karısından nefret ediyor, karısı da
Çerkov ve onunla ilgili her Ģeyden nefret ediyor, çünkü bu budala, can sıkıcı ve kaba kiĢi,
yaĢlı adamı tatlı sözlerle tavlamak, mutluluğumu ve yaĢantımı altüst etmek için yaĢamımıza
burnunu soktu…‟(651)
20 Ağustos 1910: „At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor.
Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
„Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir
zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]‟(737)
28 Ağustos 1910: „L.N. insan bir hayvandır ama düĢünen bir hayvan olduğu için
usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve Ģunları ekledi: Tinsel olarak
esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düĢünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir.
Ġnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keĢiĢ, kendini dine adamıĢ bir kiĢi olsaydı
ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek Ģu ki, kocamın istek ve
iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve onüç çocuk doğurdum.‟(674)
KURUMLAR: EĞĠTĠM HAKKINDA
23 Kasım-1 Aralık 1853: „Bir askeri sınıfın varolması için disiplin gerekli ve disiplinin
varlığı için de eğitim gerekli. Eğitim insanları küçük tehditler yoluyla mekanik olarak itaat
eder hale getirme aracıdır. Bunun sonucu olarak eğitim alışkanlığının ürettiği itaati, en
zalimce cezalar bile sağlayamaz.‟(113)
6 Mart 1905, Yasnaya Polyana: „Tarih. Tarihle, hiçbir şey yapmamış çeşitli krallar,
imparatorlar, diktatörler ve komutanların kötü yaşamlarının anlatılması yani hakikatin
saptırılması anlaşılıyor.‟(597)
PARA, MALVARLIĞI (MÜLKĠYET) HAKKINDA
11 Aralık 1852: „Para ya da aptalca bir yazınsal ünün (şan) ne yararı var? İnanç ve
coşkuyla iyi ve yararlı bir şeyler yazmak daha iyi değil mi?‟(92)
1881: „Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani
ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek... Bütün gücümü bu
amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme
içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya
da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen
sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve
ailenin mutluluğu... Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten
oluştuğunu bil.‟(277)
9 Mart 1887: „Bugün benim yanımda, üçüncü kiĢilerden sözederek ama kasıtlı
olarak, para ve mülkün kötülüklerini açıkladı ve benim her Ģeyi çocuklarım için saklamak
isteğime anıĢtırmada bulundu.‟(132)
26 Şubat 1889, Moskova: „Sözleşmeler ve mülkiyet bir yalan. Ama bunlardan nasıl
kaçabiliriz ki?‟(324)
18 Mart 1890, Yasnaya Polyana: „Sonya geldi ve yeni eserlerin satışından söz etmeye
başladı ve ben kızdım. Utanıyorum.‟(369)
2 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: „Sonya yüzünden çok sıkılıyorum. Bütün kaygısı para
ve mal; beni anlamada tam manasıyla başarısız.‟(405)
14 Temmuz 1891, Yasnaya Polyana: „Sonya anlamıyor ve çocuklar da anlamıyor.
Kitaplardan elde edilen ve onlar tarafından harcanan her ruble bir utanç ve bana ıstırap
veriyor. Utencı bir yana bırakın; peki ama neden hakikatin yayılmasının etkisini azaltalım?
Kaçınılmaz olarak böyle olacak. Ve hakikat işini bensiz görecek.‟(408)
19 Eylül 1891: „GözyaĢlarım onu ĢaĢırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği,
insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmıĢsa eğer, benim kederimi
ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi
bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı
olduğunu biliyor ve bunu o Ģekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16‟sında, L. ile,
Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere
gönderdiği mektup konusunu görüĢtük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor:
öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme
gereksinmesi. Hiçkimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz
ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla
yaĢayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
„Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düĢündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı,
onun önünde diz çöker ve ona her Ģeyi verirdim.‟(230)
22 aralık 1893: „Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan
kısmını Tanrı‟nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim
yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir
pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap
çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.‟(427)
19 Haziran 1897: „Ġçimden ağlamak geldi ve isteğime aykırı da olsa, malikaneyi
yönetmeye zorlandığım ve baĢka bir deyimle ormanlarımızı korumak ve bunun için de
acınacak durumdaki köylüleri cezalandırmak zorunda olduğum için (kime olduğunu kesin
olarak bilmiyorum) kızıyordum. Bir malikane yönetmeyi hiçbir zaman ne istedim ne de
öğrendim, bu iĢ, yaĢantımız için sürekli halkla savaĢmayı gerektiriyordu. Ben ise savaĢa,
hiç de elveriĢli ve yetenekli değildim.‟(281)
27 Nisan 1898, Grinyovka: „Para alemi, yani paranın herhangi bir şekilde kullanımı bir
günah.‟(519)
23 Temmuz 1909: „Arazilerimi dağıtmaya karar verdim. Dün İvan Vasileviç‟le
görüştüm. Bu rezil, bu günahkar mallardan kurtulmak ne güç. Yardım et, yardım et, pardım
et!‟(676)
SAVAġ, ASKERLĠK HAKKINDA
6 Ocak 1853, Grozni: „Savaş öylesine adaletsiz ve kötü bir olay ki; savaşanlar
içlerindeki vicdanın sesini boğmaya çalışıyorlar. Ben doğru mu yapıyorum. Ah Tanrım! Bana
doğru yolu göster ve eğer hata yapıyorsam affet!‟(94)
30 Nisan 1889, Moskova: „Geri dönerken bir başçavuşun “yasak” dediğini duydum. Ne
kadar korkunç bir söz! Çünkü burada Tanrı‟nın kelamını değil, anlamsız derecede zalim ve
saçma askeri kuralları ifade ediyor.‟(334)
13 Eylül 1890, Yasnaya Polyana: „Birisinin emriyle birbirlerini öldürebilecek düzeyde
olan insanlar merhamete değmez; aklı başında insanlar merhamet edemez. Bu bir
teselli.‟(386)
28 Ocak 1904, Yasnaya Polyana: „Savaşa ilişkin olarak ne yapmalıyız? Din hariç
mevcut olan hiçbir şeyin kötülüğe çare olamayacağının en iyi ve en açık göstergesi bu
olaydır.‟(581)
4 Haziran 1904, Yasnaya Polyana: „(2) Savaş despotizmin ürünüdür. Eğer despotizm
olmasa, savaş olmazdı. Kavgalar olabilirdi, ama savaş olmazdı. Savaşı despotizm üretir ve
savaş despotizmi destekler.
„Savaşa karşı mücadele etmek isteyenler, yalnızca despotizme karşı mücadele
etmeliler.‟(585)
8 Ağustos 1904: „Bir sopayla karınca yuvası altüst edilirse karıncalar ölür,
yumurtalarını ve tozları baĢka yerlere götürürler ama, ne sopayı, ne eli ve ne de yuvalarının
yıkılmasına neden olan insanı görmezler. Bunun gibi biz de, savaĢ denilen suçu iĢleyen
gücü görmüyoruz.‟(574)
14 Temmuz 1909: „Eğer askerleri alır ve onlara öldürmeyi öğretirsek, barış lehine
söyleyebileceğimiz her şeyi çürütürüz.‟(674)
ÜN HAKKINDA
11 Aralık 1852: „Para ya da aptalca bir yazınsal ünün (şan) ne yararı var? İnanç ve
coşkuyla iyi ve yararlı bir şeyler yazmak daha iyi değil mi?‟(92)
7 Temmuz 1854: „Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline
geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar
hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir
tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu
yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.‟(124)
17 Eylül 1855: „Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce
amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve
uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle
yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez‟e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise
Gençlik‟e devam edeceğim.‟(149)
19 Ağustos 1887: „L.‟nin ünü ve yeni fikirleri adına katlanılan bir tutsaklık bu.‟(140)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: „Askeri sınıf hiçbir yararı olmayan bir kalıntıdan –
bir kör bağırsaktan- ibaret.‟(533)
AHLAK HAKKINDA
Mart-Mayıs 1851: „Kötülük kaynağı her insanın ruhundadır.‟ (48)
29 Haziran 1852: „Vicdan bizim en iyi ve en emin rehberimizdir. Peki vicdanın sesini
diğer seslerden ayırt edecek işaretler nerede? Kibirin sesi de aynı güçte çıkıyor.‟ (83)
26 Ekim 1853: „İyiliğin nedenlerine bakmak kötülüğün nedenlerini aramaktan daha
doğal ve asildir.‟(106)
7 Temmuz 1854: „Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline
geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar
hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir
tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu
yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.‟(124)
17 Eylül 1855: „Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce
amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve
uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle
yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez‟e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise
Gençlik‟e devam edeceğim.‟(149)
4 Ocak 1857: „Turgenyev‟e bir mektup yazdım. Sonra sofada oturdum ve nedensizce,
ama mutluluk dolu şiirsel gözyaşları içinde ağladım. Ahlaki ilerlememim hızından sarhoş
oldum.‟(184)
3 Mart 1863: „Sözde özveri ve erdem, yalnızca kişinin ölesiye eğilim duymaya başladığı
tatmin yollarıdır. İdeali uyumdur. Bunu yalnızca sanat hissettirir. Ve yalnızca gerçek şu
sloganı benimser: dünyada suçlu insan yoktur. Mutlu olan haklıdır! Özveride bulunan kimise
diğerlerinden daha kör ve daha zalimdir.‟(249)
1881: „Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani
ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek. Bütün gücümü bu
amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme
içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya
da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen
sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve
ailenin mutluluğu. Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten
oluştuğunu bil.‟(277)
4 Haziran 1884: „Seryoja‟ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları
gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi,
muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani
sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu
üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca
konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok
incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü
başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı‟nın rızasını kazanmak için çaba
göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle
sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele
ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç
saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla
sürüyor.‟(296)
26 Şubat 1889, Moskova: „Sosyal sistemde siyasal bir değişiklik yapılamaz. Tek
değişiklik, kadınlar ve erkeklerde gerçekleştirilecek ahlak değişimidir.‟(325)
15 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: „Çalışmayı –sıkı çalışmayı- bir erdem olarak gören
dünyamız ne büyük bir aldanış içinde! Halbuki sıkı çalışma bir erdem değil, kötülüktür. İsa
sıkı çalışmadı. Bunun açıklanması gerekir.‟(350)
11 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: „Soru şuydu: Kişi büyük ve çok muhtemel bir hayır
uğruna, küçük ama kesin bir kötülüğü yapabilir mi? Hayır!‟(351)
13 Eylül 1890, Yasnaya Polyana: „Birisinin emriyle birbirlerini öldürebilecek düzeyde
olan insanlar merhamete değmez; aklı başında insanlar merhamet edemez. Bu bir
teselli.‟(386)
21 Ağustos 1892, Yasnaya Polyana: „Müzik hakkında konuştuk. Yine müziğin yemek
yemeden biraz daha üstün bir zevk olduğunu söyledim. Müziği gücendirmek istemiyorum;
ama durumun berraklaşmasını istiyorum. Ve insanların muğlak ve şüpheli bir biçimde
konuşmasını; yani müziğin bir şekilde ruhu yücelttiğini söylemesini hazmedemiyorum.
Buradaki husus, müziğin bir ahlak meselesi olmadığıdır. Ve yemek yemeden daha ahlaksız bir
şey de değil. Yansız, ama ahlaklı değil. Bu konuda direniyorum. Ve eğer müzik bir ahlak
meselesi değilse, kişinin ona yaklaşımı oldukça farklı olacaktır.‟(417)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: „Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya
hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve
söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet
etmek için. Peki insanlara hizmeT etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten
bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı‟nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine
hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan
başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk
yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.‟(418)
28 Mayıs 1896, Yasnaya polyana: „(1) Ne kadar çok insanın kötülükte çözülemez bir
sorun gördüğünü görmek şaşırtıcı. Ben hiçbir zaman kötülükte bir sorun görmüyorum.
Kötülük olarak adlandırdığımız olayın, henüz etkilerini bizim görmediğimiz iyilik olduğu
konusunda kanaatim gayet berrak.‟(486)
1 Ocak 1900, Moskova: „Erişkinliğimi, özellikle ilk ve sonraki gençlik dönemimi
anımsadım. Bana hiçbir ahlak kuralı aşılanmamıştı-hiç. Etrafımdaki yetişkinler kendilerine
güven içinde sigara içiyorlar, içki içiyorlar ve (özellikle sonraki gençlik döneminde)
ahlaksızca bir yaşam sürüyor, insanları dövüyor, onlardan güç işler istiyorlardı. İstemeden
birçok kötü şey yaptım –ben yalnızca büyükleri taklit ediyordum.‟(538)
15 Aralık 1900, Moskova: „Benim için çok önemli ve değerli bir düşünce: İnsanlar
genellikle ahlakın, tıpkı bir çiçek gibi, kültürden beslendiğini düşünür. Halbuki durum tam
tersinedir. Kültür ancak din olmadığından ve dolayısıyla ahlak olmadığında gelişir. (Yunan,
Roma, Moskova.) Tıpkı gür bir ağaç gibi. Cahil bahçıvan bol bol dalı olmasından dolayı
ondan çok fazla meyva bekler. Halbuki meyvesi olmadığı ve olmayacağı için birçok
mükemmel dalı vardır. Ya da kısır bir inek gibi.‟(550)
19 Ocak 1901, Moskova: „En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların
duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla
yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin
çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.‟(553)
8 Şubat 1901, Moskova: „Eğer insanlara ölümsüz bir manevi özü öğretiyorsam; kişinin
başkalarına karşı, onların kendisine karşı davranmasını isteyeceği tarzda davranması
gerektiğini öğretiyorsam, baskı mı yapıyorum?‟(554)
10 Ekim 1901, Gaspra: „İnsanların yargılarında yaptıkları en yaygın ve ciddi
hatalardan birisi; hoşlandıkları şeylerin iyi olduğunu düşünmeleridir.‟(559)
24 temmuz 1904, Yasnaya Polyana: „İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan
saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit
bir şekilde yapacağım.‟(588)
17 Nisan 1906, Yasnaya Polyana: „Makul, ahlaklı bir yaşam ancak herkes tarımla
meşgul olduğunda mümkündür. Tanrı neyin en gerekli, neyin de az gerekli olduğunu gösterir.
Makul bir yaşamın rehberidir. İnsanın toprakla teması olmak zorundadır.‟(613)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: „İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel
çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini
ayırt etmek güçtür.‟(625)
17 Mart 1907, Yasnaya Polyana: Başkalarının sana yapmalarını istediklerini onlara
yap.‟(628)
20 Temmuz 1907, Yasnaya Polyana: „(15) Bir kimseye rastladığında, bir şakayla
konuşmaya başlamak ne kadar kötü bir alışkanlıktır. Tanrı o kişinin içindedir ve Tanrı‟yla
şaka yapmamalısın. Bir kişiye rastladığında, onunla daima bütün ciddiyetinle konuş.‟(630)
15 Kasım 1908, Yasnaya Polyana: „Bir adam adam gibi davranmalıdır. Ve adam için ilk
ve en doğal olan tevazudur, mütevazi olmayı dilemektir.‟(647)
Tolstoy‟u yaşamı boyu kıvrandıracak kuşku virüsü için örnek. O kendinden emin
göründüğü anlarda bile dilemma (ikilem) içinde oldu. Yaşamının son saniyeleri bile.
YALAN HAKKINDA
19,20,21,22 Kasım 1853: „Benim başlıca ve en rahatsız edici kötü yanlarımdan birisi
yalan söylemek. Motifi genellikle övünmek- kendini göstermek arzusu.‟(111)
17 Aralık 1853: „Yalnızca doğrudan yalan söylememek yeterli değil; aynı zamanda kişi
dolaylı olarak da yani sessiz kalarak da yalan söylememelidir.‟(114)
26 Şubat 1889, Moskova: „Sözleşmeler ve mülkiyet bir yalan. Ama bunlardan nasıl
kaçabiliriz ki?‟(324)
DÜNYA GÖRÜġÜ HAKKINDA
28 Şubat 1852: „Güvenilebilecek tek şey gerçekten yaşanmış olanlardır.‟ (65)
25 Ocak 1863: „Yaşamdaki ve bütün insan ilişkilerindeki her şeyin temeli
çalışmaktır.‟(248)
23 Mart 1884: „Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz. Akşam yemeğinden sonra karımla
konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir diken.
Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine gitmek;
gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10‟a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla
konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…‟(283)
27 Mayıs 1884: „Pavlus‟un, Augustine‟in, Luther‟in ve Radstock‟un tövbe öğretilerinin
–kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli
olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü
azaltıyor.‟(294)
25 Ekim 1886: „Bana ihtiyacı kalmadığını belli etti ve iĢte gene yararsız bir eĢya gibi
atıldım (…) Ara sıra kendi kendime, hiçbir suç iĢlemediğim halde, neden L., sürekli olarak
suçlu durumuna sokuyor diye sorarım? Öyle sanıyorum ki, benim rahat yaĢamamı değil,
yoksulluk, hastalık ve mutsuzluklar görüntüsü karĢısında acı çekmemi, bu kötü Ģeyler
yoksa da onları aramamı istiyor. Çocuklardan da aynı Ģeyi istiyor. Buna ne gerek var?
Sağlıklı bir insanın hastaneye gidip, hastaların acı çekmelerini seyretmesi, iniltilerini
dinlemesi gerekli ve yararlı mı? Ġnsan, yaĢantısı içinde bir hasta ile karĢılaĢırsa, ona
acıması ve yardımda bulunması gerekir ama durup dururken neden arasın?‟(126)
30 Ekim 1886: „Bu olaydan sonra da, L.nin zorla kabul ettirmek istediği: “Herkes
herkesi sevmeli,” formülünün uygulanıp uygulanmayacağını, kendi kendime sordum,
örneğin, köyde eĢyasını çalmadığı kimse kalmayan, iğrenç bir hastalığı olan ve üstelik
korkunç derecede antipatik olan Ģu hırsız Ganya‟yı sevmeli mi?‟ (128)
6 Mart 1887: „Tüm dünya adına, tüm dünyaya adanmıĢ bir sevgi adına, dünyadan el
etek çekmekte, benim görüĢüme göre, aklın kabul etmeyeceği ve adaletsiz bir Ģeyler var.
Bana göre, Tanrı tarafından verilen ve hiç kimsenin geri çevirmeye hakkı olmayan ve
eleĢtiri kabul etmeyen görevler vardır. Bu görevler, tinsel yaĢamı engellemediği gibi, ona
katkıda da bulunur.‟(131)
7 Aralık 1888: „Tek yararlı ve gerekli olan şey; bir kimseye iyi yaşamasını öğretmek.
Peki bunu nasıl yapacağız? Tek yolu, kişinin kendisinin iyi yaşaması…‟(315)
5 Ocak 1889, Moskova: „Zverev‟in çılgınlığı korkutucu. Homo homini lupus (insan
insanın kurdudur); Tanrı yok, ahlak ilkeleri yok, yalnızca değişim var. Korkunç ikiyüzlüler,
kitap kurtları ve bu yönleriyle zararlılar.‟(319)
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: „Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne
çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir
inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.‟(336)
1 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: „Eğer Tanrı‟ya hizmet edeceksek, o zaman lüksü ve
medeniyeti terk etmeli, onu yarın bütün insanlar için eşit olarak yeniden inşa etmeye hazır
olmalıyız.‟(341)
14 Temmuz 1891, Yasnaya Polyana: „Sonya anlamıyor ve çocuklar da anlamıyor.
Kitaplardan elde edilen ve onlar tarafından harcanan her ruble bir utanç ve bana ıstırap
veriyor. Utencı bir yana bırakın; peki ama neden hakikatin yayılmasının etkisini azaltalım?
Kaçınılmaz olarak böyle olacak. Ve hakikat işini bensiz görecek.‟(408)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: „Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya
hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve
söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet
etmek için. Peki insanlara hizmek etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten
bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı‟nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine
hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan
başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk
yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.‟(418)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: „Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın
kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel
ifadeyle ülkemizde Hİristiyanlık‟la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak
verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.‟(420)
4 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: „Sevgi ancak nesnesi çekici olmadığında
gerçektir.‟(470)
28 Mayıs 1896, Yasnaya Polyana: „(1) Ne kadar çok insanın kötülükte çözülemez bir
sorun gördüğünü görmek şaşırtıcı. Ben hiçbir zaman kötülükte bir sorun görmüyorum.
Kötülük olarak adlandırdığımız olayın, henüz etkilerini bizim görmediğimiz iyilik olduğu
konusunda kanaatim gayet berrak.‟(486)
26 Ekim 1896, Yasnaya Polyana: „Hakikat iyidir … Güzellik de iyidir; ama iyinin güzel
olduğu (genellikle güzel değildir) ya da doğru olduğu (daima doğrudur) söylenmemelidir.
„Yalnızca bir iyi –iyi ve kötü- vardır; ama hakikat ve güzellik belli nesnelerin iyi
sıfatlarıdır.‟(491)
29 Temmuz 1897: „Bu zihinsel yıkıcılıktan, bu yadsımadan, gerçeği değil de –ki bu iyi
bir Ģey olurdu- insanlığın henüz duymadığı, yazılmamıĢ, ĢaĢırtıcı ve olağanüstü Ģeylerin
aranmasından bıktım. Usanç verici bir Ģey bu... Acı çeken insanların, kendileri için gerçeği
aramaları, saygın ve güzel bir Ģey, ama bu, baĢkalarını ĢaĢırtmak için yapıldığında son
derece gereksiz. Herkes gerçeği kendisi için aramalı…‟(305)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: „Bizler yeryüzünün yaşamını bilmiyoruz ve onun için
de onu ölü kabul ediyoruz.‟(507)
11 Aralık 1897, Moskova: „Hiristiyan olmayan bütün insanlar gibi zihinsel olarak
hasta…‟(512)
20 Şubat 1898: „L.N. iki mujiği kabul etti onlarla konuĢuyor, onlarla ne konuĢabilir
ki…‟(383)
21 Mart 1898, Moskova: „Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir
değişim.‟(518)
28 Eylül 1899, Yasnaya Polyana: „Bir çiçek kopardım ve fırlatıp attım. Onlardan o
kadar çok var ki buna üzülmedim. Canlıların taklit edilemez güzelliğinin değerini bilmiyoruz
ve acımaksızın yok ediyoruz. Yalnızca bitkileri değil, hayvanları ve insanları da… Zira
onlardan çok var. Kültür, medeniyet, bu güzel şeylerin ve onların yerine gelenlerin yok
edilmesinden başka bir şey değil. Peki ne ile? Meyhane ile, tiyatro ile…‟(534)
7 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: „İleri bakmak ve zihninizde geleceği düşünerek
çalışmak kötülüğün kaynağıdır. Ama aynı zamanda yaşam için böyle bir bakış
gereklidir.‟(544)
22 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: „Bana öyle geliyor ki, bir kritik cinsel yaş olması ve o
yaşta çok şeye karar verilmesi gibi, bir de kritik manevi yaş var –yaklaşık elli yaş. Bu yaşta
kişi yaşam hakkında ciddi olarak düşünmeye başlar ve yaşamın anlamı sorununu çözmeye
çalışır. Genellikle bu anda verilen karardan dönülemez. Verilen bu kararın yanlış olması kötü
bir şeydir.‟(545)
19 Ocak 1901, Moskova: „En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların
duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla
yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin
çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.‟(553)
8 Şubat 1901, Moskova: „Eğer insanlara ölümsüz bir manevi özü öğretiyorsam; kişinin
başkalarına karşı, onların kendisine karşı davranmasını isteyeceği tarzda davranması
gerektiğini öğretiyorsam, baskı mı yapıyorum?‟(554)
10 Ekim 1901, Gaspra: „İnsanların yargılarında yaptıkları en yaygın ve ciddi
hatalardan birisi; hoşlandıkları şeylerin iyi olduğunu düşünmeleridir.‟(559)
10 Nisan 1902, Gaspra: „Geçmişte dinsizler toplumun düşmanları idi; şimdi ise liderleri
oldular.‟(563)
29 Nisan 1903: „Kendimize, emeğe ihtiyacı azaltan bu icadın mutluluğumuzu arttırıp
arttırmadığını, güzelliği yok edip etmediğini sormuyoruz.‟(573)
13 Haziran 1904, Yasnaya Polyana: „Yoksulluktan hoşlanmıyorum; özellikle de diğer
insanların yoksulluğundan hoşlanmam imkansız. Ama zenginliği getiren şeyden daha fazla
nefret ediyorum: toprak sahipliği, bankalar ve faiz. Kötülük beni öylesine tuzağına düşürdü
ki, bütün yoksulluk sıkıntılarını gözlerimin önünde görebiliyorum; ama insanları kendisinden
kurtaracağım adaletsizlikleri göremiyorum. Bütün bu adaletsizlikler gizli ve hepsi de
çoğunluk tarafından onaylanıyor. Eğer soru doğrudan sorulsa, beni ne kadar incitirse
incitsin, yoksulluğun lehinde olduğumu söylerdim.‟(585)
18 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: „Aylaklık korkunç bir felakettir. İnsanlar çalışmak
üzere yaratıldılar; ama kendileri için köleler yarattılar ve kendilerini ağır işlerden
kurtardılar. Şimdi ise ıstırap çekiyorlar; hem de yalnızca aylakça konuşmalar ve sıkıntıdan
değil, aynı zamanda kasların ve kalbin dumura uğramasından, sıkı çalışma alışkanlığını
kaybetmekten, sakarlıktan, korkaklıktan, cesaretsizlikten ve hastalıktan da ıstırap
çekiyorlar.‟(588)
24 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: „İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan
saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit
bir şekilde yapacağım.‟(588)
29 Ocak 1905, Yasnaya Polyana: „Ve neşenin kutsal niteliğini açıkça hissettim. Neşe ve
mutluluk –bunlar Tanrı‟nın iradesinin yerine getirilmesi araçlarından birisidir.‟(596)
6 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: „Rousseau‟ya çok şey borçluyum ve onu seviyorum;
ama aramızda büyük bir fark var. Bu fark; ben yarı Hiristiyan medeniyeti reddederken, o her
türlü medeniyeti reddediyor. İnsanların medeniyet olarak adlandırdığı şey insanlığın
gelişimidir. Gelişim gereklidir ve hiç kimse gelişimin iyi ya da kötü olduğundan söz edemez.
Vardır ve yaşam ondan oluşur. Bir ağacın gelişimiyle aynıdır. Ama dallar veya dalların
geliştirdiği yaşam gücü, eğer büyümenin gücünü emerlerse kötü ve zararlıdırlar. Yarı
medeniyetimizle ilgili durum budur.‟(600)
18 Şubat 1906, Yasnaya Polyana: „Aksine ileri yaşta yaşamı hem kendisi hem de
başkaları için yaşamak çok değerli ve gereklidir. Yaşamın değeri ölümle ters orantılıdır. Eğer
yaşlıların kendileri ve yakınları bunu anlayabilirlerse çok iyi olur.‟(610)
17 Nisan 1906, Yasnaya Polyana: „Makul, ahlaklı bir yaşam ancak herkes tarımla
meşgul olduğunda mümkündür. Tanrı neyin en gerekli, neyin de az gerekli olduğunu gösterir.
Makul bir yaşamın rehberidir. İnsanın toprakla teması olmak zorundadır.‟(613)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: „Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir
anarşist değilim, Hiristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hiristiyanlığın insan ilişkilerine
uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de
geçerli.‟(617)
24 Eylül 1906: „Yazmaktan çok daha değerli ve önemli olan konu yaşamaktır –
insanlarla doğrudan ilişki kurmaktır. Bu durumda insanlar üzerinde doğrudan bir etkiye
sahip olabilirsiniz, başarı ya da başarısızlığı görebilirsiniz; hatalarınızı görebilir ve
düzeltebilirsiniz. Ama yazarken hiçbir şeyi bilmiyorsunuz. İnsanlar üzerinde bir etkiniz
olabilir ya da olmayabilir. Belki de sizi anlamadılar, belki yanlış bir şey söylediniz. Bunların
hiçbirini bilemezsiniz.‟(618)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: „Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi
olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse
her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı‟nın kulu olarak gören ve ancak
Tanrı‟nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı
işler) (…) Aslında fikirleri değiştirmemek utanç vericidir. Çünkü yaşamın anlamı kişinin
kendisi ve dünyayı gittikçe daha iyi anlamasında yatar. Bu yüzden kanaatleri değiştirmemek
utanç vericidir.‟(620)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: „İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel
çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini
ayırt etmek güçtür.‟(625)
8 Ağustos 1907, Yasnaya Polyana: „Zeka ancak tevazudan doğar. Aptallık ise
aldatmadan. Mütevazi bir kimse zekası ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman ondan
hoşnut olmaz –daima arayış içindedir. Kendine güvenen kimse ise, her şeyi bildiğini sanır ve
daha derinlere inmeye çabalamaz.‟(631)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: „(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
„Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye
insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve
iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların
yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara
zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda
reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten
yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu
yapabilir ve yapmalıdır.‟(632)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: „ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda
konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak
gerektiğini anladım.‟(659)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: „Çok büyüdüğümüz için sırtımızdaki kazak bütün dikiş
yerlerinden patladı; ama onu çıkarıp atmaya, bize uyan birisiyle değiştirmeye cesaret
edemiyoruz. Onun yerine, altın çağların aşkından neredeyse çıplak bir dille söz
ediyoruz.‟(662)
23 Ekim 1909: „Entelektüel dünyamızdaki insanların dargörüşlülüğünün ana
nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını
öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi
kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle
bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der:
“Peki, Chelpanov, Kun, Breding‟i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda
konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele,
kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli,
gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata
olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan
en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın
eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan
kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed,
Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve
birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama
yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına
geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.‟(691)
26 Haziran 1910: „Arazi konusunda, ben Henry George‟un ilkesini anlamıyorum,
hepsi bu kadar; çocuklarımız varken topraklarımızı bağıĢlamak bence haksızlık. Din
sorununa gelince, aramızda bir düĢünce ayrılığı olamaz, çünkü ikimiz de Tanrıya
inanıyoruz, iyiliğe ve Tanrı iradesine boyun eğmek gerektiğine de inanıyoruz. SavaĢtan ve
ölüm cezası uygulanmasından, ikimiz de nefret ediyoruz. YaĢadığımız kırsal yaĢantıyı
seviyoruz. Ne o, ne de ben lükse düĢkün değiliz… Tek anlaĢmazlık noktamız, benim
Çerkov‟u sevmeyip L.N.(yi sevmem, onun ise beni sevmeyip Çerkov‟u gözbebeği gibi
sevmesi.‟(595)
14 Temmuz 1910: „Bu sabah bana verdiği mektubu (…) Ġyi ki bu mektubun birkaç
kopyası var. Tanya‟da da bir suret var:
“Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla
seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik
ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin
benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan
kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğraşları sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor ve
ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere
götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın
anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam
anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını
değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul
ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan
kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç
olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.”(619)
27 Temmuz 1910: „Kötülüğe karĢı direnmemek boĢ bir laftı ve böyle olması da
beklenmeliydi.‟(638)
28 Ağustos 1910: „L.N. insan bir hayvandır ama düĢünen bir hayvan olduğu için
usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve Ģunları ekledi: Tinsel olarak
esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düĢünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir.
Ġnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keĢiĢ, kendini dine adamıĢ bir kiĢi olsaydı
ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek Ģu ki, kocamın istek ve
iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve on üç çocuk doğurdum.‟(674)
21 Ekim 1910: „L.N.‟nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma
göre sıkıcı ve monoton. SavaĢa, Ģiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karĢı oluĢuna
katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. Ġnsanların ġeflere, yetkililere ve
yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki
baĢtaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.‟(712)
YAŞAM/ÖLÜM HAKKINDA
17-18 Şubat 1858: „Ölümün yaklaştığı düşüncesi bana ıstırap veriyor. Aynada son
günlerini yaşayan kendimi seyrediyorum. İsteksizce çalışıyorum.‟(210)
15 Eylül 1858: „Hızla yaşlandım ve bu yaz yaşamdan bıktım. Zaman zaman kendime
dehşet içinde şu soruyu soruyorum: neyi seviyorum? Hiçbir şeyi. Kesinlikle hiçbir şeyi. Bu
hastalıklı bir durum. Yaşamda mutluluk ihtimali yok.‟(215)
11 Kasım 1873: „Onu (Petya) dün gömdük, Ģimdi her yer bomboĢ. Ölü Petya ile diri
Petya‟yı birleĢtiremiyorum; ikisi de bana yakın ama öylesine farklı ki… IĢıl ıĢıl, seven bir
canlı ve hüzün verici soğum bir ceset. Bana çok düĢkündü, beni bırakıp gittiğine üzgün mü
acaba?‟(97)
14 Mart 1887: „Çocuklarla kayak yerine gittim ama kaymadım. Gençlik zevklerimin
tümü yavaĢ yavaĢ kayboluyor.‟(133)
7 Aralık 1888: „Tek yararlı ve gerekli olan şey; bir kimseye iyi yaşamasını öğretmek.
Peki bunu nasıl yapacağız? Tek yolu, kişinin kendisinin iyi yaşaması…‟(315)
29 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: „Ölmeye hazırım. Geceleyin rüyamda insan kadar
büyük bir fare gördüm ve çok korktum. Asıl korktuğum ölüm gibi görünüyor. Ama hayır,
korktuğum şey saf ve basit terördü.‟(340)
8 Ocak 1891: „Genel olarak Ģu anda her Ģey eksiksiz bir düzen içinide. Bu, benim
ölümümün önsezisi olmasın sakın?‟(162)
23 Mart 1894, Moskova: „İnsanları kaybetmek mi? Öldüklerinde, “Karımı, kocamı ya
da babamı kaybettim” deriz. Ama aslında genellikle kaybettiklerimiz henüz ölmemiş
insanlardır: Onlardan koparız ve bu onların ölmesinden kötüdür. Ve tam tersi; ancak
insanlar ölürken onları bulur ve onlara yakınlaşırız.‟(433)
23 Şubat 1895: „Sevgili yavrum, küçük Vaneçka‟m, bu akĢam saat onbirde öldü. Ey
Tanrım ve ben hala yaĢıyorum…‟(266)
26 Şubat, Moskova: „Vaneçka‟yı defnettik. Korkunç-hayır, korkunç değil büyük- bir
manevi olay. Sana şükürler olsun, Babam! Sana şükürler olsun!‟ (455)
12 Mart 1895, Moskova: „Vaneçka‟nın ölümü, benim için tıpkı Nikolenka‟nın ölümü gibi
–hayır, hayır ondan çok daha ileri derecede- Tanrının bir tezahürü, O‟na daha fazla
yakınlaşma idi. Ve yalnızca üzücü, acı veren bir olay değil; aynı zamanda kesin olanak
söyleyebilirim ki, sevinçli bir olaydı- hayır, sevinçli değil, bu kötü bir sözcük, ama rahmet
dolu bir olaydı. Tanrı‟dan gelen, yaşamın yalanlarından kurtaran ve beni Tanrı‟ya
yaklaştıran bir olaydı.‟(455)
29/30 Temmuz 1898: „Beni görmeye geldiler ama ölümden baĢka bir Ģeyi istemiyor ve
sevmiyordum.‟(413)
28 Eylül 1899, Yasnaya Polyana: „Bir çiçek kopardım ve fırlatıp attım. Onlardan o
kadar çok var ki buna üzülmedim. Canlıların taklit edilemez güzelliğinin değerini bilmiyoruz
ve acımaksızın yok ediyoruz. Yalnızca bitkileri değil, hayvanları ve insanları da… Zira
onlardan çok var. Kültür, medeniyet, bu güzel şeylerin ve onların yerine gelenlerin yok
edilmesinden başka bir şey değil. Peki ne ile? Meyhane ile, tiyatro ile…‟(534)
22 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: „Bana öyle geliyor ki, bir kritik cinsel yaş olması ve o
yaşta çok şeye karar verilmesi gibi, bir de kritik manevi yaş var –yaklaşık elli yaş. Bu yaşta
kişi yaşam hakkında ciddi olarak düşünmeye başlar ve yaşamın anlamı sorununu çözmeye
çalışır. Genellikle bu anda verilen karardan dönülemez. Verilen bu kararın yanlış olması kötü
bir şeydir.‟(545)
26 Ocak 1902: „Benim Liovoçkam ölüyor… Ġnancım o ki, yaĢamımı onsuz
sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaĢıyorum. BaĢkaları ve herkes için, o bir
ünlü kiĢidir, benim için ise tüm yaĢantımın simgesidir o, yaĢamımız iç içe geçti, geçti ama
aman Tanrım, ne kadar çok kusur, piĢmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben
onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla
ona pek çok acı çektirdim. Beni bağıĢla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eĢim beni
bağıĢla…‟(506)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: „Ölümü hoş karşılayamam. Korkum yok, ama yaşam
doluyum ve bu yüzden hoş karşılayamam. Kant‟ı okudum ve çok etkilendim.‟(581)
27 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: „Yaşamak ölmektir. İyi yaşamak iyi ölmek anlamına
gelir. İyi ölmeye çalış.‟(603)
18 Ocak 1906, Yasnaya Polyana: „Ölümü ve ölmeyi görevimin sona ermesi olarak değil,
görevin kendisi olarak görmeye alışıyorum.‟(610)
18 Şubat 1906, Yasnaya Polyana: „Aksine ileri yaşta yaşamı hem kendisi hem de
başkaları için yaşamak çok değerli ve gereklidir. Yaşamın değeri ölümle ters orantılıdır. Eğer
yaşlıların kendileri ve yakınları bunu anlayabilirlerse çok iyi olur.‟(610)
10 Mart 1906: „Böylesine sarılabileceğim hangi varlık var? Sevdiğim bütün insanları
gözden geçirdim –hiç kimse bu işlevi üstlenemez. Kime sarılabilirim? Yeniden küçüklüğüme
dönmek ve anımsadığım gibi anneme sarılmak istiyorum.‟(611)
11 mart 1906: „Özel bir şeyler istediğimden değil; ama bir şeylerden şiddetle rahatsızım
ve bunun ne olduğunu bilmiyorum. Sanıyorum rahatsızlık veren şey yaşam; ölmek
istiyorum.‟(611)
23 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: „Evet, geçmiş yaşamıma bir çizgi çekip, yeni, çok
kısa ama saf bir son bölüm yaşamak istiyorum.‟(622)
19 Nisan 1908, Yasnaya Polyana: „Ölmek geldiğin yere dönmektir. Orada ne var?
Oradan gelen harika yaratıklara, çocuklara bakılırsa, iyi bir şeyler olmalı.‟(638)
2 temmuz 1908, Yasnaya Polyana: „Zaman zaman kendime soruyorum: Ne yapmalıyım
–herkesten kaçmalı mıyım? Nereye? Tanrı‟ya, ölmeye. Ölümü günahkar bir tarzda
arzuluyorum.‟(650)
26 Haziran 1910: „Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı
ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.‟nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma
adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi
(…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov‟un yardımıyla yavaĢ
yavaĢ beni öldürüyor; artık benim sonum yakın.‟(590)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: „Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek
nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz
edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muĢamba kaplı dört beĢ
defteri kocamın çalıĢma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye
cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçı adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni öldürmek
için birleĢmiĢler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıĢtırıyor. Bu mengeneden
kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum… (…) Eğer
defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaĢamak ya da ölmek
hakkına sahip olacağım.
„Kendimi öldürmek düĢüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok Ģükür… Yakında acılarım
sona erecek.‟(617)
7 Kasım 1910: „L.N. bu sabah saat altıda öldü.‟(716)
9 Kasım 1910: „L.N.‟nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve ġaĢa‟dan öğrenince,
derin bir umutsuzluğa düĢtüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, ġaĢa ve Bulgakov gelip beni
sudan çıkardılar. BeĢ gün, ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat
7.30‟da Ruskoye Slovo‟dan Ģu telgrafı aldım: “Leon Nikolayeviç Astapovo‟da hastalandı,
ateşi kırk.” Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula‟dan Astapovo‟ya gittik.
Beni L.N.‟nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana
iĢkence edip yüreğimi parçaladılar. Leon Nikolayeviç 7 Kasım sabahı altıda öldü. 8
Kasımda, Yasnaya Polyana‟da toprağa verildi.‟(716)
FELSEFE HAKKINDA
19 Ocak 1858, Moskova: „Çiçerin‟in felsefesi de dahil olmak üzere, tüm felsefe yaşamın
ve şiirin düşmanıdır. İçine ne kadar çok gerçek girerse, o kadar genelleşiyor ve
soğuklaşıyor.‟(208)
27 Mayıs 1884: „Pavlus‟un, Augustine‟in, Luther‟in ve Radstock‟un tövbe öğretilerinin
–kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli
olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü
azaltıyor.‟(294)
26 Ekim 1896, Yasnaya Polyana: „Hakikat iyidir …Güzellik de iyidir; ama iyinin güzel
olduğu (genellikle güzel değildir) ya da doğru olduğu (daima doğrudur) söylenmemelidir.
„Yalnızca bir iyi –iyi ve kötü- vardır; ama hakikat ve güzellik belli nesnelerin iyi
sıfatlarıdır.‟(491)
9 Ağustos 1897: „Estetik ve etik ayanı kaldıracın iki koludur. Bir taraf uzadığı ve
ağırlaştığında, diğer taraf kısalır ve hafifler. Bir kimse ahlak duygusunu yitirdiğinde, özellikle
estetiğe cevap verir hale gelir.‟(504)
3 Ağustos 1898, Prigovo: „Marx‟ın öngörüleri gerçekleşecek olsa bile, olacak tek bir
şey var; o da despotizmin transfer edilmesi olacak. Şimdi kapitalistler iktidarda, o zaman
işçilerin patronları iktidarda olacak.
„Marksistlerin hatası (yalnızca onların değil, sosyalizm ekolüne mensup olanların
hatası) insanoğlunun yaşamının; ekonomik nedenlerle değil, bilincin gelişimiyle, dinin
gelişimiyle ve yaşam anlayışın daha genel ve daha fazla gelişmesiyle ilerleyeceğini
görmemeleridir.
„Marx‟ın temel yanlış yargısı, ana hatası; sermayenin özel bireylerin elindein hükümetin
eline, hükümetin elinden halkın temsilcilerinin eline, emekçilerin eline geçeceğini
varsaymasıdır. Hükümet halkı temsil etmiyor; iktidara sahip olan, güce sahip olan,
kapitalistlerden bir şekilde farklı ama kısmen de onlarla çakışan özel bireyler egemen olacak.
Ve hükümet hiçbir zaman sermayeyi emekçilere devretmeyecek. Hükümetin halkı temsil ettiği
fikri bir hayal, bir aldatmadır.‟(522)
15 Aralık 1900, Moskova: „Çağımızın en kötü iki belası: Kilise Hristiyanlığı, daha
doğrusu, insanlara çocukluklarında aşılanan ve hipnozla yaşamları boyunca etkisi sürdürülen
doğmatik, doğaüstü Hristiyanlık ile materyalizm; psikolojik, antropolojik ve her şeyden önce
tarihsel materyalizmdir, yani her şeyin mekanik, fizik, kimya, biyoloji ve hatta (materyalist
psikoloji anlamında) psikoloji kurallarına göre otomatik olarak geliştiği, bu yüzden bütün iyi
olma ya da iyilik yapma çabalarının boşuna ve anlamsız olduğu kanaatidir. İnsanlar
Kilisenin ahlaksız yalanlarından kurtulur kurtulmaz, materyalizmin daha kötü yalanlarının
kucağına düşmektedirler.‟(550)
29 Aralık 1900, Moskova: „Nietzsche‟nin Zarathustra (Zerdüşt)‟sını ve kızkardeşinin
onu nasıl yazdığına ilişkin notlarını okudum. Kesinlikle kanaat getirdim ki; Nietzsche bu eseri
yazdığında tamamen deliydi; ama metafizik anlamda bir deli değil, doğrudan ve tam
anlamıyla deli. Tutarsızlık, bir fikirden diğerine atlama, neyin karşılaştırıldığına ilişkin
herhangi bir işaret olmaksızın yapılan karşılaştırmalar, başı olan ama sonu olmayan fikirler,
kontrast ya da benzerlik için bir fikirden diğerine geçme ve bütün bu deliliğin pointe‟si (en uç
noktası), idee fixe‟si: insan yaşamının ve düşüncesinin bütün yüksek prensiplerini inkar
ederek, kendisinin insanüstü bir dahi olduğunu kanıtlaması. Böyle bir deli ve kötü bir deli
adam öğretici olarak kabul edilirse, onun eğiteceği toplum nasıl bir şey olur?‟(552)
21 Mart 1902: „Hatırlayabildiğim üç rağbet gören filozof var: Hegel, Darwin ve şimdi
Nietzche. İlki varolan her şeyi gerekçelendirmeye çalıştı; ikincisi insanı hayvanlarla aynı
sınıfa koymaya ve mücadeleyi, yani insanın içindeki kötülüğü haklı çıkarmaya çalıştı;
üçüncüsü ise insanın içinde kötülüğe direnen mizacın yalnızca yanlış yetiştirilmenin sonucu
ve bir hata olduğunu ileri sürmektedir. Bundan daha ileri nasıl gidilebilir,
bilemiyorum.‟(563)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: „Kant‟ı okudum ve çok etkilendim.‟(581)
6 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: „Rousseau‟ya çok şey borçluyum ve onu seviyorum;
ama aramızda büyük bir fark var. Bu fark; ben yarı Hristiyan medeniyeti reddederken, o her
türlü medeniyeti reddediyor. İnsanların medeniyet olarak adlandırdığı şey insanlığın
gelişimidir. Gelişim gereklidir ve hiç kimse gelişimin iyi ya da kötü olduğundan söz edemez.
Vardır ve yaşam ondan oluşur. Bir ağacın gelişimiyle aynıdır. Ama dallar veya dalların
geliştirdiği yaşam gücü, eğer büyümenin gücünü emerlerse kötü ve zararlıdırlar. Yarı
medeniyetimizle ilgili durum budur.‟(600)
19 Eylül 1905, Yasnaya Polyana: „Kant‟ı okuyorum. Çok güzel.‟(603)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: „Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi
olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse
her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı‟nın kulu olarak gören ve ancak
Tanrı‟nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı
işler).‟(620)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: „(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
„Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye
insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve
iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların
yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara
zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda
reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten
yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu
yapabilir ve yapmalıdır.‟(632)
26 Mart 1909: „Kant‟ı okudum: Yalnızca Aklın Sınırları Ġçinde Din. Bana çok
yakın.‟(663)
2 Eylül 1910: „Schopenhauer: “İnsanları sevmeye zorlamak nefreti tahrik eder, bu
yüzden…”[GG]‟(739)
17 Ekim 1910: „Sri Sankara‟yı okudum (…) Ama bir bütün olarak öğretisi bir batak,
benimkinden daha kötü. [GG]‟ (746)
SANAT HAKKINDA
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: „Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne
çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir
inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.‟(336)
5 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: „Bilim ve sanatın nasıl şer olgusu olduğunu
göstermeliyim: Bilim enfeksiyonlar teorisi, kalıtım teorisi, hipnotizma teorisidir; sanat ise
şehvet arzularını ateşlemektir. Yeni defterime, düzeltmesiz makaleler yazmayla başlamak
istiyorum. Sigarasız bir defter.‟(355)
7 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: „Sanat yoluyla aldanmış bir adamın kontrolünü ele
geçirir, toparlar ve gitmesi gereken asıl yöne yönlendirebilirsiniz. Bir fikirden akli muhakeme
yoluyla yeni sonuçlar çıkarabilirsiniz; ama asla tartışmamalı ve çürütmemelisiniz, yalnızca
fikri cazip hale getirebilirsiniz.‟(356)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: „Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya
hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve
söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet
etmek için. Peki insanlara hizmet etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten
bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı‟nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine
hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan
başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk
yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.‟(418)
22 Aralık 1893: „İlk kez sanatın, hatta drama sanatının gerçek önemi kafamda
berraklaştı.‟(428)
24 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: „Eğer bütün insanlar iyi olsaydı, her şey güzel
olacaktı. Çirkinlik günahın bir işareti, güzellik ise günahsızlığın göstergesidir. Tabiata ve
çocuklara bakın! Bu yüzden güzelliği sanatın gayesi yapmak yanlıştır.‟(443)
7 Aralık 1895, Moskova: „Sanat bir oyun olarak başladı ve hala yetişkinler için oyuncak
olma işlevini sürdürüyor. Bunu sık sık işittiğim müzik doğruluyor. Bu müzik hiçbir etki
yapmıyor. Aksine eğer ona genelde yapıldığı gibi hak etmediği bir önem verilirse, kişiyi
oyalıyor.‟(480)
28 Mayıs 1896, Yasnaya Polyana: „Müziğin yolunu kaybetmesine neden olan kişi harika
müzisyen Beethoven oldu. Şurası çok önemlidir: Sanatı, estetik duygusundan yoksun
yetkililire ve insanlar yargılıyor. Goethe? Shakespeare? Onların adını taşıyan her şey iyi
olmak zorundadır ve bu yüzden insanlar aptal ve başarısızda güzeli bulmak için on se bat les
flancs (elinden gelenin en iyisini yapıyor). Böylece zevk tamamen yoldan çıkıyor. Ama bütün
bu büyük yetenekler –Goethe‟ler, Shakespeare‟ler, Beethoven‟ler, Michelangelo‟lar- çok
güzel eserlerin yanı sıra yalnızca sıradan değil, aynı zamanda itici eserler de ürettiler.
Sıradan sanatçılar sıradan kalitede eserler üretirler; ama asla çok kötü bir şey üretmezler.
Ama tanınmış dahiler ya gerçekten büyük eserler üretir ya da mutlak anlamda süprüntüler:
Shakespeare, Goethe, Beethoven, Bach,vs.‟(487)
19 Haziran 1896, Yasnaya Polyana: „Güzellik bizim sevdiğimizdir. Onu güzel olduğu
için sevmiyorum. Ben onu sevdiğim için güzel. Asıl problem şudur: O neden seviliyor? Biz
neden seviyoruz? Bir şeyi güzel olduğu için sevdiğimizi söylemek, tıpkı hava hoş olduğu için
nefes aldığımızı söylemek gibidir. Havayı hoş buluruz, çünkü nefes almak zorundayız. Ve
benzer şekilde sevmek zorunda olduğumuz için güzelliği keşfederiz.‟(487)
19 Temmuz 1896, Pirogovo: „Şiirler, romanlar ve müzik genel olarak insanlar için
önemli ve gerekli olmaları anlamında sanat değil; yalnızca yaşamla ortak hiçbir yönü
bulunmayan soyguncular ve asalakların arsız oyunlarından ibaret: Kötü aşk ilişkilerine dair
romanlar ve öyküler; aynı konuda ya da sıkıntıdan patlayan insanlar hakkında yazılan şiirler.
Ayrıca müzik de aynı konuları işliyor. Ama yaşam, bütünüyle yaşam; gıda, barınma, iş, inanç,
insanlar arasındaki ilişkilere dair kendi problemleriyle kaynaşıyor… Bu utanç verici bir
durum. Babam, bana yardım et; bu yalanı ortaya koyarak Sana hizmet etmeme yardım
et!‟(488)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: „Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar;
çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven‟i tartışıyoruz. Tanrı‟ya beni bu yaşamdan azad
etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve
saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey
yapamıyorum.‟(489)
13 Ağustos 1897: „Kendisiyle konuĢtum ve onu öğretecek uzmanlaĢmıĢ okullar
olmadan, sanatın nasıl var olabileceğini sordum. O bunları kabul etmiyor. Ama onunla
konuĢulamaz ki, hemen sinirlenir ve bağırır.‟(314)
27 Ekim 1900, Koçeti: „Masalların şiiri, yaşamdaki gerçek olayların ve efsanelerin
şiiri. Hayvanların güzelliğinin, emeğin ürünlerinin, şekilli panjurların ve yelkovanların,
şarkıların ve dansların sanatı. Ve bir de gerçek Hiristiyanlık dini var.‟(547)
3 Aralık 1909: „Söz sanatçısı olmak için, kişinin ruhsal bakımdan zirvelere yükselme ve
derinliklere düşme yeteneğine sahip olması gerekir. Sonra bütün ara aşamalar bilinir ve kişi
hayal içinde, çeşitli basamaklarda duran insanların yaşamlarını yaşayabilir.‟(695)
BĠLĠM HAKKINDA
26 Mart 1858: „Jeoloji ölümcül bir bilim.‟(212)
16 Ağustos 1881: „İnsanlar güvende olduğu sürece, makinelerin canı cehenneme.‟(276)
5 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: „Bilim ve sanatın nasıl şer olgusu olduğunu
göstermeliyim: Bilim enfeksiyonlar teorisi, kalıtım teorisi, hipnotizma teorisidir; sanat ise
şehvet arzularını ateşlemektir. Yeni defterime, düzeltmesiz makaleler yazmayla başlamak
istiyorum. Sigarasız bir defter.‟(355)
3 Mayıs 1894, Yasnaya Polyana: „Yani bilim yalnızca ne olduğunu tanımlıyor ve bu
yüzden aslında bilim değil. Çünkü şu ya da bu şekilde hepimiz ne olduğunu biliyoruz ve hiç
kimsenin onun tanımına ihtiyacı yok. İnsanlar şarap ve tütün içiyor; bilim de şarap ve tütün
kullanımını psikolojik olarak haklı çıkarma görevini üstleniyor. İnsanlar birbirini öldürüyor;
bilim ise tarihsel olarak bunu haklı çıkarma görevini üstleniyor. İnsanlar birbirini aldatıyor
ve çok sayıda insanın uğruna bütün diğer insanlar topraktan ve emek aracından yoksun
bırakılıyor; bilim ise bunu ekonomik olarak haklı çıkarıyor. İnsanlar saçmalığa inanıyor ve
teoloji bilimi bu davranışı haklı çıkarıyor.
„Bilimin görevi ne olması gerektiğine dair bilgi olmalıdır; yoksa ne olduğuna dair değil.
Ama günümüz bilimi, aksine kendisine ana görev olarak insanların dikkatini olması
gerekenden saptırıp olana çeviriyor ve bu yüzden hiç kimsenin bilime ihtiyacı yok.‟(435)
28 Temmuz 1909: „(…) Herkes için daha iyi ulaşım yollarından çok, nasıl yalnızca çok
az sayıda insanın mümkün olduğu kadar hızlı seyahat etmeleri ve uçmalarıyla
ilgilendiklerinden (…)‟(679)
MÜZĠK HAKKINDA
4 Şubat 1891: „Hiç kimsenin piyano çalıĢı beni L.‟ninki kadar etkilemiyor. Engin bir
duyguya sahip ve seslerin akıĢını doğru ve tempolu çıkarıyor.‟(171)
21 Ağustos 1892, Yasnaya Polyana: „Müzik hakkında konuştuk. Yine müziğin yemek
yemeden biraz daha üstün bir zevk olduğunu söyledim. Müziği gücendirmek istemiyorum;
ama durumun berraklaşmasını istiyorum. Ve insanların muğlak ve şüpheli bir biçimde
konuşmasını; yani müziğin bir şekilde ruhu yücelttiğini söylemesini hazmedemiyorum.
Buradaki husus, müziğin bir ahlak meselesi olmadığıdır. Ve yemek yemeden daha ahlaksız bir
şey de değil. Yansız, ama ahlaklı değil. Bu konuda direniyorum. Ve eğer müzik bir ahlak
meselesi değilse, kişinin ona yaklaşımı oldukça farklı olacaktır.‟(417)
7 Aralık 1895, Moskova: „Sanat bir oyun olarak başladı ve hala yetişkinler için oyuncak
olma işlevini sürdürüyor. Bunu sık sık işittiğim müzik doğruluyor. Bu müzik hiçbir etki
yapmıyor. Aksine eğer ona genelde yapıldığı gibi hak etmediği bir önem verilirse, kişiyi
oyalıyor.‟(480)
20 Aralık 1896, Moskova: „Kilise müziği kitlelerin anlayabilmesi nedeniyle iyiydi.
Yalnızca herkesin anlayabildikleri inkar edilemez derecede iyidir. Ve bu yüzden ne kadar çok
anlaşılabilirse o kadar iyi olduğu doğrudur.‟(494)
4 Eylül 1897: „Yakınlarının neĢe ve tasalarına ailenin çıkar ve yaĢamına katılmadan,
sevgisiz, bencil ve düzensiz yaĢantısı her gün sürer gider. Beni yitiren iĢte bu soğukluktur.
Tinsel yaĢamımı nasıl dolduracağımın arayıĢı içersine girdim. Kendimi müzik ve müzik
konulu kitapları okuma tutkusuna kaptırdım. Özellikle, müzikte gizlenmiĢ olan karmaĢık
insancıl duyguları açıklamaya ve daha doğrusu sezmeye koyuldum. Oysa benim müziğe
karĢı olan tutkumu, bizim evde baltalamakla kalmayıp, herkese öfkeyle karĢı çıktı; ben de
kendimi anlamsız ve boĢ bir yaĢantı içinde buldum. Boyun eğerek, saatlerce ve sekiz on kez
Ģu cansıkıcı sanat denemesini kopya ettim. “Görevimi” zevkle yapmak için bir formül
arıyorum ama dayanıklı yapım isyan ediyor ve kiĢisel bir yaĢantı ve uğraĢı istiyor.‟(324)
4 Ocak 1899: „Ama, yaĢamım boyunca hep nefret ettiğim bu akordeonu, gerçekten
istemiyorum.‟(440)
3 Ekim 1910: „Hiçbir şey sanatın gerçek önemini empatik olarak müzikten daha fazla
gösteremez: Başka insanlara nüfuz ediyorsunuz ve onlar aracılığıyla hissetmek
istiyorsunuz.‟(722)
AV HAKKINDA
25 Ağustos 1852: „Bir su çulluğu vurdum.‟(87)
26 Ağustos 1852: Ava gittim. Beş suçulluğu vurdum.‟(87)
DĠN HAKKINDA
17 Mart 1890, Yasnaya Polyana: „Ama Hİristiyanlar hem o zaman hem de şimdi devletin
yalnızca düşmanı değil, aynı zamanda devletle bağdaşmayan bir doktrinin savunucularıdır.
En korkunç ve tehlikeli aldanmalardan birisi; Constantine, Charlemagne ya da Vladimir
tarafından vaftiz edilen insanların, kendilerinin Hiristiyan olduğuna inanmasıdır. Bunlar
hiçbir zaman Hiristiyan halklar olmadı ve olmayacak. Bu insanlar ancak Türkler, Çinliler ve
Hintliler arasında bulunabilir.‟(368)
3 Ağustos 1890, Yasnaya Polyana: „Eğer kilise mensupları Hiristiyan iseler, ben
Hiristiyan değilim; eğer onlar değilse ben Hristiyanım.‟(382)
25 Aralık 1890, Yasnaya Polyana: „Bu son günlerde rahatsız edici mektuplar alıyorum.
Yasnaya Polyana sahte dindarlığı.‟(393)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: „Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın
kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel
ifadeyle ülkemizde Hiristiyanlık‟la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak
verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.‟(420)
20 Şubat 1897, Nikolskoye: „Otoriteyi tanımaktan –yani insanların, kitapların ya da
sanat eserlerinin sarsılmaz hakikat olduğunu kabul etmekten- daha büyük bir hata ve fikirleri
karıştıran neden yoktur… Bu hatanın en çarpıcı örneği ve en korkunç sonuçlarından birisi,
asırlar boyu Hiristiyanların ilerlemesine ket vuran Kutsal Kitapların ve İnciller‟in
otoritesidir.‟(500)
21 Mart 1898, Moskova: „Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği,
yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en
zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hiristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin
kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu
anlaması.‟(517)
21 Mart 1898, Moskova: „Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir
değişim.‟(518)
27 Ekim 1900, Koçeti: „Masalların şiiri, yaşamdaki gerçek olayların ve efsanelerin
şiiri. Hayvanların güzelliğinin, emeğin ürünlerinin, şekilli panjurların ve yelkovanların,
şarkıların ve dansların sanatı. Ve bir de gerçek Hristiyanlık dini var.‟(547)
15 Aralık 1900, Moskova: „Çağımızın en kötü iki belası: Kilise Hristiyanlığı, daha
doğrusu, insanlara çocukluklarında aşılanan ve hipnozla yaşamları boyunca etkisi sürdürülen
doğmatik, doğaüstü Hristiyanlık ile materyalizm; psikolojik, antropolojik ve her şeyden önce
tarihsel materyalizmdir, yani her şeyin mekanik, fizik, kimya, biyoloji ve hatta (materyalist
psikoloji anlamında) psikoloji kurallarına göre otomatik olarak geliştiği, bu yüzden bütün iyi
olma ya da iyilik yapma çabalarının boşuna ve anlamsız olduğu kanaatidir. İnsanlar
Kilisenin ahlaksız yalanlarından kurtulur kurtulmaz, materyalizmin daha kötü yalanlarının
kucağına düşmektedirler.‟(550)
19 Mart 1901, Moskova: „Toplumdan din duygusu kaybolduğu anda kadınların gücü
artar. Tamamen dindar bir dünyada kadınlar güçsüzdür; bizimki gibi dinsiz bir dünyada
bütün güç onların elindedir.‟ (556)
9 Ağustos 1902: „Papazlar bana hep, tinselliği iĢleyen ve L.N.‟ye hakaret eden
kitaplar gönderiyorlar. L.N. haksız ama papazlar da haksız; hepsi aĢırılığa kaçıyor, olumlu
ve sağduyulu bir davranıĢ izine rastlanmıyor.‟(538)
6 Ocak 1906, Yasnaya Polyana: „Yahudilik en din dışı inanç. Ortak paydası sonsuzluk
olan bir din. Mensuplarının, kendilerini Tanrı‟nın seçilmiş halkı olduklarına inandığı gururlu
bir din.‟(609)
22 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: „Bu yüzden burada belirtiyorum ya da sanıyorum
tekrarlıyorum ki; ölmeden önce tamamıyla müstehcen sözler söylemek veya müstehcen
resimlere bakmak gibi bir Ģey ve bu yüzden insanların benim ölüm yatağımda tövbe ettiğim
ve kutsal Ģarablı ekmeği yediğime dair söyleyecekleri hiçbir Ģey doğru değil.‟(657)
3 Aralık 1909: „Hristiyan olmak istemiyorum: aynı şekilde insanlara Brahmancı,
Konfüçyüscü, Taocu, Müslüman vs. olmalarını tavsiye etmeyeceğim ve istemeyeceğim gibi.
Herkes kendi dininde hepimiz için ortak olan yönleri bulmalı ve kendisine münhasır olanı terk
edip, ortak olana sarılmalıdır.‟(696)
7,8 Mart 1910: „Kişinin kendi dinini benimseyip, başkalarının dinini mahkum etmesinin
dışsal görünümünün ne kadar tehlikeli ve inandırıcılıktan uzak olduğunu hissettim.‟(700)
ĠNANÇ HAKKINDA
2 Temmuz 1852: „Tanrı dualarımızı yanıtlar mı ve bu dua etme gereksinimi bütün
insanlarda var mıdır? Duanın yararına ilişkin işte size iki kanıt ve tersi yönde hiçbir kanıt
yoktur. Yararlıdır; çünkü zararlı değildir ve manevi inzivadır.‟ (85)
[Tolstoy sıkça pragmatik akla güvenmiştir, kuramsal akla rağmen. Bunları karşı karşıya
getirmekten de çekinmeyecek kadar donanımsızdı. Bunu açmalıyım-ZK]
28 Mart 1884: „Aklım ve kalbim dolu, ama Tanrı‟dan kesin bir emir işitemiyorum.‟(283)
31 Mart 1884: „Kendisi akıl bakımından ciddi anlamda hasta. Her şeyden önemlisi de
hamile. Büyük günah ve utanç.‟(284)
27 Mayıs 1884: „Pavlus‟un, Augustine‟in, Luther‟in ve Radstock‟un tövbe öğretilerinin
–kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli
olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü
azaltıyor.‟(294)
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: „Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne
çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir
inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.‟(336)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: „Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın
kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel
ifadeyle ülkemizde Hiristiyanlık‟la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak
verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.‟(420)
5 Kasım 1893: „Ben iyi ve kötü ruhlara (meleklere ve cinlere) inanıyorum. Kötü
ruhlar, benim sevdiğim adamı egemenliği altına almıĢlar, ama o, hiç de bunun farkında
değil. Etkisi uğursuzluk getiriyor. Oğlu, kızları ve onunla iliĢki kuran öteki kiĢilerin tümü
mahvoluyorlar.‟(246)
11 Aralık 1897, Moskova: „Hiristiyan olmayan bütün insanlar gibi zihinsel olarak
hasta…‟(512)
21 Mart 1898, Moskova: „Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği,
yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en
zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin
kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu
anlaması.‟(517)
21 Mart 1898, Moskova: „Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir
değişim.‟(518)
30 Ağustos 1900, Yasnaya Polyana: „Ve bu soruya kesin olarak inanmadığım cevabını
vermeye zorlandım. “Peki ben neye inanıyorum?” diye sordum kendime. Ve buna
samimiyetle, iyi olması gerekene inandığım cevabını verdim: mütevazı olmaya, affetmeye ve
sevmeye. Bunlara bütün varlığımla inanıyorum.‟(544)
13 Nisan 1902: „ġimdi dehĢetle izliyor ve görüyorum ki dindarlıkla ilgili hiçbir iz yok
onda.‟(529)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: „Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir
anarşist değilim, Hiristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hiristiyanlığın insan ilişkilerine
uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de
geçerli.‟(617)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: „Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi
olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse
her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı‟nın kulu olarak gören ve ancak
Tanrı‟nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı
işler).‟(620)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: „(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
„Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye
insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve
iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların
yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara
zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda
reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten
yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu
yapabilir ve yapmalıdır.‟(632)
17 Ağustos 1910: „Okumak için Tanya‟dan, basit bir Fransızca roman istedi. Dindar
düĢünür, inanç yayıcı rolünden bıktı, bu onu çok yoruyor.‟‟(660)
TANRI HAKKINDA
1 Şubat 1860, Yasnaya Polyana: „Zihinsel gelişimin fiziksel olarak yüksek bir derecesi
olduğunu öğrendim. Ben o düzeye aitim. Mekanik olarak dua etmeyi düşünüyorum. Peki kime
yakaracağım? O‟ndan açıkca bir şey isteyebileceğim ve O‟nunla iletişim kurabileceğim bir
Tanrı‟yı nasıl hayal edebilirim? Ve eğer O‟nun böyle bir varlık olduğunu düşünürsem; o
zaman da benim için bütün yüceliğini kaybedecek. Kendisinden bir şeyler istenebilen ve
kendisine hizmet edilebilen bir Tanrı, aklın zayıflığının ifadesidir. Halbuki Tanrı benim O‟nun
bütün varlığını hayal edememem nedeniyle Tanrı‟dır. Bunun yanı sıra O bir Varlık değildir;
O bir yasa ve kudrettir. Bırakalım bu sayfa benim aklın gücüne olan inancımın bir anısı
olarak kalsın.‟(220)
28 Mart 1884: „Aklım ve kalbim dolu, ama Tanrı‟dan kesin bir emir işitemiyorum.‟(283)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: „Yani Tanrı‟ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle
değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek
istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine
karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok
edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir
yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa‟nın dinine yabancılaştıran kötü,
soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi
biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca
bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.‟(376)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: „Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya
hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve
söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet
etmek için. Peki insanlara hizmet etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten
bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı‟nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine
hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan
başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk
yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.‟(418)
22 Aralık 1893: „Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan
kısmını Tanrı‟nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim
yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir
pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap
çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.‟(427)
24 Ocak 1894, Grinyovka: „Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp
atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda
olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam:
Tanrı‟ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı‟yı
sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikati mi?‟(431)
27 Mart 1895, Moskova: „Ama eğer eserlerimi araştırmak istiyorlarsa, içinde Tanrı‟nın
kudretinin benim aracılığımla konuştuğunu bildiğim pasajları dikkatle okusunlar ve onları
kendi yaşamları için kullansınlar. Tanrı‟nın iradesinin halifesi haline geldiğimi hissettiğim
anlar oldu. Çoğu zaman kusurlu, kişisel tutkularla dolu idim ve hakikatin ışığı benim
karanlığımla gizlendi. Yine de bu hakikat bazen benden geçmeyi başardı ve bunlar benim
yaşamımın en mutlu anlarıydı. Tanrı bu hakikatlerin benim vasıtamla ulaşmasını nasip etti ve
insanlar, benim onlara verdiğim yapay ve kusurlu biçime rağmen, bu hakikatlerle
beslenebilirler.‟(461)
12 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: „Benim kararım; insanlarla ilişkilerim zayıflamaya
başladığında, daima Tanrı‟yla ilişkimi gözlemlemekti. Hala bunu yapmaya çalışıyorum. Ve
bazen yardımı oluyor.‟(470)
29 Aralık 1900, Moskova: „Üzüntü Tanrı‟nın seni ziyaret ettiğini ve hatırladığını
gösterir.‟(551)
6 Haziran 1906, Yasnaya Polyana: „Tanrı‟yla doğrudan ilişki kurmaya çalışıyorum.
Nadir hallerde bunu yapabiliyorum.‟(615)
30 Temmuz 1906, Yasnaya Polyana: „Tanrı var mı? Bilmiyorum. Benim manevi
benliğimi yöneten bir yasa olduğunu biliyorum. O yasanın kaynağı ve nedenini Tanrı olarak
adlandırıyorum.‟(616)
20 Temmuz 1907, Yasnaya Polyana: „(15) Bir kimseye rastladığında, bir şakayla
konuşmaya başlamak ne kadar kötü bir alışkanlıktır. Tanrı o kişinin içindedir ve Tanrı‟yla
şaka yapmamalısın. Bir kişiye rastladığında, onunla daima bütün ciddiyetinle konuş.‟(630)
17 Eylül 1908: „Tanrıyı kavrayıĢ ne denli derinse, ondan söz ediĢ o denli azalır, böyle
oluĢu ise hem daha sağlam, hem daha iyi bir inanç olur.‟(584)
5 Temmuz 1909, Yasnaya Polyana: „(2) Tanrı‟nın insanlarla konuşmak için neden
benim gibi itici bir yaratığı seçmesine hayret etmekten kendimi alamadım.‟(673)
DĠL HAKKINDA
5 Temmuz 1854: „Kendimi Fransızca ifade etmek ve yazmak günden güne güçleşiyor.
Peki kötü konuştuğum bir dilde konuşma ve yazma aptalca adetine neden ihtiyaç duyuyor? Ve
bu adetten dolayı ne kadar çok sorun, zaman israfı, düşünce bulanıklığı ve kişinin kendi ana
dilinde kusurlar doğuyor.‟(123)
YAZIN, YAZMA, OKUMA HAKKINDA
7 Mart 1851: „Yapacak bir çok şey varken, roman okudum.‟(41)
27 Mart 1851: „Mutlaka tenselliği yazmalıyım.‟ (44)
10 Ağustos 1851: „İmgeleye başladığımda, hiçbir zaman kafamda tek bir geçerli
düşünce bulgulayamıyorum. Tersine imgelemime doluşup duran bütün düşünceler her zaman
en önemsiz olanlar. Kesinlikle dikkat çekmeyecek olanlar. Ama bir düşünceyi
aydınlattığımızda bu bir dizi başka düşünceye götürüyor.‟ (59)
2 Ocak 1852: „Her yazarın usunda, her yapıt için özel bir ideal okuyucu kategorisi
vardır. Bu ideal okuyucuların isteklerini açıkça belirlemek ve eğer dünyada o türde iki
okuyucu varsa bile, yalnızca onlar için yazmak gerekir (…) Yazar asla olağan karakter ve
kişileri gözden uzak tutmamalıdır- onları esas almalı ve tuhaf olanlar, onlarla karşılaştırarak
tanımlamalıdır.‟(64)
1 Nisan 1852: „Olaylara onları kaleme dökme niyetiyle bakan insanın gözünde her şey
sahte bir ışık altında görünüyor. Bunu kendimde yaşadım.‟(75)
28 Kasım 1852: „Kesinlikle bir amaç ya da yararlı olma umudu olmaksızın
yazamam.‟(91)
29 Haziran 1853: „Eğer yazarsanız, bunun doğrudan bir avantajı olmasa bile, en
azından sizi çalışmaya alıştırır ve tarzınızı biçimlendirir. Ama eğer yazmazsanız, dikkatiniz
dağılır ve aptalca şeyler yaparsınız.‟(101)
24 Ekim 1853: „Bir eseri, özellikle de tamamen edebi bir eseri okurken, asıl ilgi
duyduğum yazarın esere yansıyan karakteridir. Ama içinde yazarın kendine ait bir bakış
açısını vurguladıktan sonra, onu birkaç kez değiştirdiği eserler var. En kabul edilebilir olanı;
yazarın kendi kişisel görüşlerini gizlemeye çalışması, ama gereken her yerde kendi
görüşlerine sadık kalmasıdır. En tatsız olanlar ise, içinde görüşlerin çok sık değişmesi
nedeniyle hangisinin gerçek görüş olduğunu bulmanın imkansız olduğu eserlerdir.‟(106)
19,20 Aralık 1853: „Bir eserin çekici olması için yalnızca tek bir düşüncenin egemen
olması yetmez; aynı zamanda tamamıyla tek bir duygunun etkisinde olması gerekir. Ġlk
Gençlik‟te böyle olmadı.‟(115)
17 Eylül 1855: „Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce
amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve
uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle
yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez‟e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise
Gençlik‟e devam edeceğim.‟(149)
18 Ağustos 1857: „Kafkasya Masalı‟ndan hiç memnun değilim. Bir fikir olmaksızın
yazamam. İyi olan heryerde iyidir; her yerde aynı tutku vardır ve ilkel devlet iyidir fikri
yeterli değil.‟(204)
19 Ocak 1858, Moskova: „Çiçerin‟in felsefesi de dahil olmak üzere, tüm felsefe yaşamın
ve şiirin düşmanıdır. İçine ne kadar çok gerçek girerse, o kadar genelleşiyor ve
soğuklaşıyor.‟(208)
23 Mart 1865: „DüĢünceleri ve yazarlık planları konusunda benimle de konuĢuyor ve
bu konuĢmalar beni mutlu ediyor. Onu anlıyor ve çok seviniyorum ama, bunlar bana ne
kazandırır? Romanı ben yazmıyorum ki…‟(77)
3 Ekim 1865: „Hevesim kırılıyor. Okuma ve hayal görme volupte (tutkumu)
engellemeliyim. Bu güçlerimi yazmak için kullanmalı, onların yerine fiziksel çalışmayı
koymalıyım.‟(263)
17 Eylül 1876: „Yazmayı tasarladığım yaĢamöyküsünü (Tolstoy‟un)
beceremeyeceğimi anladım çünkü tarafsız olamayacağım. Güncesinin sayfalarını
karıĢtırırken, doymazcasına, bir aĢk iliĢkisiyle ilgili bir anıĢtırma arayıp durdum,
kıskançlıktan kıvrandım ve kafam karıĢtı. Ama arayacağım.‟(101)
15 Mart 1884: „Son kitabımın (Neye İnanıyorum?) iğneleyiciliğinden iğrendim.‟(281)
23 Kasım 1888: „Hala yazmıyorum. Beni masamın başına oturtacak bir nedenim yok ve
bu durumda kendimi zorlamıyorum.‟(313)
25 Kasım 1888: „İyi değilim. İyi uyuyamadım. Hapgood geldi. Hapgood sordu:”Neden
yazmıyorsun?” Ben:”Boşu boşuna meşguliyet” dedim. Hapgood; “Neden?” dedi. Ben:”Çok
fazla sayıda kitap var ve bugün ne tür kitaplar yazılırsa yazılsın, dünya aynı şekilde sürüp
gidecek. Eğer İsa gelse ve Kutsal Kitap‟ı bastırsa, bayanlar yalnızca onun imzasını almaya
çalışacak ve başka bir şeyle ilgilenmeyecekler. Yazmayı, okumayı ve konuşmayı bırakmalıyız;
harekete geçmeliyiz.‟(314)
1 Aralık 1888: „Gazete ve roman okumak, tıpkı tütün içmek gibi- her şeyi unutma aracı.
Boş sohbetler de aynı şekilde. Kişi bunları yapmamalı; bunların yerine sessizce oturup
düşünebilmeli ya da bir çocukla oynayıp onu rahatlatmalı ya da birisiyle samimi bir şekilde
konuşup ona yardım etmelidir.‟(315)
5 Ocak 1889, Moskova: „Zverev‟in çılgınlığı korkutucu. Homo homini lupus (insan
insanın kurdudur); Tanrı yok, ahlak ilkeleri yok, yalnızca değişim var. Korkunç ikiyüzlüler,
kitap kurtları ve bu yönleriyle zararlılar.‟(319)
10 Şubat 1889, Moskova: „Gerçekten hem bir çağrı yapmalı, hem de bir roman [DiriliĢ]
yazmalıyım. Yani düşüncelerimi ifade edeceğim ve kendimi yaşamın akışına teslim
edeceğim.‟(323)
29 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: „Yazmak istediğim ve yazmaya ihtiyaç duyduğum çok
şey var; ama gücüm yok.‟(337)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: „Mükemmel derecede tamamlanmış bir öykü, benim
argümanlarımı daha inandırıcı kılmayacak. Ben eserlerimde de kutsal aptal (yurodivi)
olmalıyım.‟(348)
18 Temmuz 1893, Begiçevka: „Roman formu kalıcı değildir; şimdiden ölmeye başladı.
Kişi yalanları yazmaktan, olmayan bir şeylerin olduğunu söylemekten utanıyor. Eğer bir şey
söylemek istiyorsan, bunu dürüstçe söyle.‟(423)
26 Eylül 1895: „Yazma işinde de bir ilerleme kaydedemedim. Çok fazla değişiklik yaptım
ve her şey karıştı. Ve bütün bu uydurmaları yazmaktan utanıyorum.‟(475)
21 mart 1898, Moskova: „İnsanın değişen doğasını; aynı kişinin şimdi bir melek, şimdi
bir bilge kişi, şimdi bir aptal, şimdi bir güçlü kişi ve şimdi dünyanın en aciz yaratığı olduğunu
açıkca ifade eden bir sanat eseri yazmak ne kadar güzel olurdu.‟(518)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: „Bir yazarın, bir sanatçının insanların ıstırap
çektiğini gördüğünde, onlara sempati göstermeyip yalnızca bu ıstırapları anlatabilmek için
gözlemlemesi tuhaf ve ahlaksızca görünüyor. Ama bu ahlaksızlık değil. Sanat eserinin –eğer
iyi bir eserse- manevi etkisiyle karşılaştırıldığında, bir kimsenin ıstırabı çok önemsiz
görünecektir.‟(533)
7 Mayıs 1901, Moskova: „Tiplerin birbiri üstüne cesurca bindirilmiş gölgelerden
kazandığı gücü ilk kez açıkça anladım. Bunu Hacı Murat ve Marya Dimitriyevna‟da
yapacağım.‟(557)
13 Haziran 1902: „ġimdiye dek yazdıklarını bugün kopye ettim ama mantıksız,
anlamsız ve soyut bir sürü Ģey var.‟ (534)
13 Aralık 1902: „Eleştirmenler entelijensiyası halk kitlelerine rehberlik edebilecek bir
hareket olarak görerek hata yapıyorlar (Milyukov). Bir yazarın, eserleriyle kitlelere bilinçli
bir şekilde rehberlik edebileceğini düşünmesi daha da yanlıştır.‟(567)
24 Eylül 1906: „Yazmaktan çok daha değerli ve önemli olan konu yaşamaktır –
insanlarla doğrudan ilişki kurmaktır. Bu durumda insanlar üzerinde doğrudan bir etkiye
sahip olabilirsiniz, başarı ya da başarısızlığı görebilirsiniz; hatalarınızı görebilir ve
düzeltebilirsiniz. Ama yazarken hiçbir şeyi bilmiyorsunuz. İnsanlar üzerinde bir etkiniz
olabilir ya da olmayabilir. Belki de sizi anlamadılar, belki yanlış bir şey söylediniz. Bunların
hiçbirini bilemezsiniz.‟(618)
6 Aralık 1908, Yasnaya Polyana: „Edebi bir şey yazmak istiyorum; ama başlangıç
yapamıyorum. Çünkü beni yazmaya itecek, yazmadan duramayacağım bir şey yok.‟(647)
21 Ekim 1909: „Evet, edebi çalışma yapmak istiyorum. Kişinin hiç kimseyi
suçlamaksızın her şeyi ifade edebileceği ve yükünden kurtulabileceği bir çalışma.‟(690)
23 Ekim 1909: „Entelektüel dünyamızdaki insanların dar görüşlülüğünün ana
nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını
öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi
kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle
bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der:
“Peki, Chelpanov, Kun, Breding‟i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda
konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele,
kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli,
gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata
olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan
en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın
eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan
kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed,
Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve
birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama
yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına
geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.‟(691)
3 Aralık 1909: „Söz sanatçısı olmak için, kişinin ruhsal bakımdan zirvelere yükselme ve
derinliklere düşme yeteneğine sahip olması gerekir. Sonra bütün ara aşamalar bilinir ve kişi
hayal içinde, çeşitli basamaklarda duran insanların yaşamlarını yaşayabilir.‟(695)
6 Ağustos 1910: „(1) Benim kadar bütün kötü huylarla donatılmış bir insana nadiren
rastlıyorum: şehvet, bencillik, kötülük, kibir ve hepsinden öte kendini sevme. Tanrı‟ya şükür,
böyle olduğumu biliyorum ve kendimdeki bütün bu kötülükleri gördüm ve görmeye devam
ediyorum. Hala bu halimle mücadele ediyorum. Eserlerimdeki başarının sırrı budur.‟(715)
11 Ekim 1910: „Bizim kitaplık tam bir rastlantı sonucu oluĢtu: dünyanın dört bir
yanından ithaflı, imzalı ve kuĢkusuz bedava kitaplar gönderildi; bunların içinde iyileri
olduğu gibi, hiçbir değeri bulunmayanlar da vardı. L.N. kendisi çok az kitap satın aldı,
çoğu ona gönderildi; bu durum, belirli bir özelliği ve yönlendirici görüĢü olmayan bir
kitaplık oluĢturdu.‟(700)
BELGE(LER) HAKKINDA
22 Nisan 1891:
Haşmetli İmparator,
Kocam kont L.N.Tolstoy ile ilgili bir dilekçeyi Majestelerine, kendim sunmak
üzere, Majestelerinden bir görüşme istemek cesaretimden ötürü beni bağışlayın.
Majestelerinin iliyik sever ilgisi bana, eşimin eski yayınsal çalışmalarına dönmesini
sağlayacak koşulları açıklamak ve onun çalışmasına yönelik bazı suçlamaların zaten
sağlığını kaybeden ama yapıtlarıyla vatanının onuruna yararlı işler yapabilecek bir Rus
yazarının son ruhsal gücünü yok ettiğini ortaya koymak olasılığını verecektir.
Haşmetli İmparatorun sadık ve saygılı uyruğu
Kontes Sofiya Tolstoy
14 Temmuz 1910: „Bu sabah bana verdiği mektubu (…) Ġyi ki bu mektubun birkaç
kopyası var. Tanya‟da da bir suret var:
“Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla
seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik
ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin
benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan
kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğrasışalır sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor
ve ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere
götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın
anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam
anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını
değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul
ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan
kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç
olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.”(619)
1910: “Gidişim, sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı
anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı
koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların
göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde
geçirmek istedim (…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı
yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim
kararımı değiştiremez.
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırksekiz yıllık yaşam yaşam için sana teşekkür
ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin
bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle,
senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan
Şaşa‟ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede
olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz
verdi.”(717)
GÜNCE HAKKINDA
11 Ocak 1863: „Okudu mu günceyi bilmiyorum.‟(43)
24 Nisan 1863: „Liova ile iliĢkilerimden hoĢnut değilim. KiĢiliğimle ilgili konular beni
tedirgin ediyor ve utandırıyor, acaba neden? PiĢmanlık duyacak bir Ģey yapmadım, ona
karĢı suçlu da değilim… Ama bu satırları onun okuyacağını düĢününce de tedirgin
oluyorum. Benim istediğim nedir?.. Açıklanamaz bu.‟(53)
18 Haziran 1863: „Onun benim omuzlarımın üzerinden bunları okuduğu düşüncesi
yazdıklarımdaki gerçeği azaltıyor ve lekeliyor.‟(259)
26 Mart 1865: „ġu anda sanırım o da kendi güncesini yazmaktadır. Onun güncesini
artık hiç okumuyorum. Birbirimizin yazdığını okuyunca açık yüreklilik ve içtenlik
kalmıyor.‟(78)
19 Haziran 2008: „Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok
ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu
kazanmak için çok çalışmalısın.‟(299)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: „Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten
bir anlaĢma oluĢturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraĢtım. Güncelerini gizlice
okuyarak, bizi tekrar birleĢtirebilecek bir Ģey bulabilir miyim diye can atıyordum ama
günceler beni daha çok umutsuzluğa düĢürdü. Onları okuduğumu anlamıĢ olacak ki, Ģimdi
güncelerini benden saklıyor. Bana da bir Ģey söylemedi (…) Onda, nefis düĢkünlüğünden
baĢka bir Ģey bulunmadığını çok geç anlamıĢım. ġimdi gözüm açıldı ve yaĢantımın boĢa
gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden
günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim Ģeylerden,
düĢüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir Ģeyden sözetmek istiyorum ama
sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir Ģey mi umuyorsun?”
demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakıĢla karĢılaĢıyorum (…) Oysa suçsuz
olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karĢın, bir cani gibi ondan
korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu sitemlerden
korkuyorum. Genç yaĢlarından bu yana sevmeyi bilememiĢ, öğrenememiĢ ve
alıĢmamıĢ.‟(142-43)
16 Aralık 1890: „ĠĢin en ĢaĢırtıcı yönü, beni kendisine acındırmaya çalıĢıyordu. Ama
boĢuna uğraĢtı, çünkü içten gelen hiçbir davranıĢta bulunmadı, kendini benim yerime
koyup, onu kırmak ve hırsız mujiklere de bir kötülük yapmak niyetinde olmadığımı
anlamak istemedi.
Kendine hayranlığı, tüm güncelerinde açıkça görülüyor. Onun gözünde, kiĢilerin,
sadece onu ilgilendirdiği oranda, varoluĢlarını saptamak, çok ĢaĢırtıcı (…) Güncelerinde
bugün beni etkileyen baĢka bir Ģey var: Serseri yaĢantısına karĢın, L. Her gün iyi bir iĢ
yapmaya uğraĢıyordu.‟(151)
7 Ocak 1891: „Anladığım kadarıyla L.‟nin günceleri hiçbir aĢkı içermiyor. GörünüĢe
göre, bu duyguyu hiç tanımıyor.‟(162)
18 Ocak 1891: „L.‟nin günceleri çok ilginç; Kırım ve Sivastopol savaĢları dönemi.
Defterin arasında, ikiye katlanmıĢ ayrı bir kağıt, sefilliğin, sapıklığın ve edep kurallarını
hiçe sayma saygısızlığının belirtisi olarak, beni çok ĢaĢırttı.‟(167)
12 Şubat 1891: „Ben de ona karĢılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine
acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalıĢmaya hiç
önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtı Kroyçer Sonat‟la beni,
herkesin yanında küçük düĢürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu
söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını,
beni herkesin gözünde alçalttığını ve karĢılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini,
kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaĢantım süresince, kocama karĢı beni suçlu
duruma düĢürecek bir davranıĢta bulunmadığım ve herhangi bir kiĢiye ne bir bakıĢ, ne bir
hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, baĢka birisini sevme olasılığı
bulunmuĢ da olsa, bende bir iç mücadele geçmiĢ de olsa, bu baĢka bir sorun, bu benim,
iĢim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona
dokunmaya, söz etmeye hakkı olamaz.‟(174)
6 Şubat 1898: „Günce defterini nereye sakladığını bilemiyorum, belki de Çerkov‟a
göndermiĢtir. Kendisine sormaktan da çekiniyorum.‟(377)
19 Şubat 1898: „L.N. güncesini bilmediğim bir yerde ve özenle saklıyor. Eskiden de
saklardı ama, sakladığı yeri bilir ya da bulurdum. ġimdi ise bilmiyor ve
bulamıyorum.‟(383)
12 Mart 1902: „Kocamın güncesini okuduğum zaman onun güç ve etkinliğini
anladım; kendi ününü korumak için durmadan bana sövüp saydığını o zaman gördüm;
Ģatafatlı yaĢamını Ģu ya da bu biçimde haklı çıkarmak, bana kabul ettirmek ihtiyacını
duyuyordu. Vaneçka‟mın öldüğü yıldı; çok periĢandım, kocama yaklaĢtım ama yüreğim ve
umutlarım kırılmıĢtı.‟ (527)
3 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: „[Günlüğüm, onu okuyan insanlara karşı yaklaşımım
bana zarar veriyor. Lütfen okumayın.]‟(654)
26 Haziran 1910: „Günce defterlerinde L.N., beni hep iyi davranarak savaĢılması
gereken bir zorba gibi gösteriyor. Kendisi ise yüce gönüllü, büyük, sevgi dolu ve dindar
görünüyor.‟(593)
1 Temmuz 1910: „Çerkov‟u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı
çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmıĢlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle
yarıĢırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaĢılması güç sözler söylediler
ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuĢtuklarını söylemedi. ġaĢa‟ya gelince sadece
sıvıĢıp gitti.‟(…) Çerkov, L.N.‟nin TĠNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve
bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)ġunları ekledi: “YaĢamını, kocasını
mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.‟ye öyle acıyorum ki despot
Çerkov‟un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.‟(598/9)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: „Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek
nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz
edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muĢamba kaplı dört beĢ
defteri kocamın çalıĢma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye
cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçıo adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni
öldürmek için birleĢmiĢler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıĢtırıyor. Bu
mengeneden kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum…
(…) Eğer defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaĢamak ya
da ölmek hakkına sahip olacağım.
„Kendimi öldürmek düĢüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok Ģükür… Yakında acılarım
sona erecek.‟(617)
14 Temmuz 1910: „L.N. beni görmeye geldi. Ona, terazinin bir kefesinde defterler,
ötekinde ise benim yaĢamım var dedim. Güncenin defterlerine karĢılık benim yaĢamım,
ikisinden birini seç, dedim.‟(618)
18 Temmuz 1910: „Güncesini bana vermesini istemiyorum; ölünceye dek onu
saklasın. Ben sadece, onu okumamı önlemek için ġaĢa‟da, Sergeyenko‟da, Çerkov‟da ve
nerede olursa olsun saklamıĢ olmalarına ve yalnızca karısının okuma hakkı olmamasına
üzüldüm ve onuruma dokundu…‟(628)
12 Ağustos 1910: „Güncemi tekrar okudum ve kendi öz yaĢantım ve kocamınki
karĢısında dehĢete kapıldım. Bu tür yaĢamayı sürdürmem olanaksız‟(655)
15 Ağustos 1910: „Bu demektir ki, daha önce söylediğim gibi kocamın şimdiki
güncesi Bay Çerkov için yazılıyor ve içeriğinde hiçbir açık yüreklilik yok. Gizlilikleri,
aldatmacaları ve gizleme meraklarıyla canları cehenneme. Zaman, gerekli açıklamayı
yapacaktır (…) Ben L.N.‟nin Günceyi benden sakladığı için kuşkulanmıyorum; bu usa
yakın ve tümüyle haklı ve onu herkesten saklamak gerekirdi. Hayır, beni tasalandıran
bu değil ama Çerkov ve Şaşa onu okuyabildiği halde, karısının, benim bu hakka sahip
olmamam. Öyleyse, Çerkov ve kızımı yargıç yerine koyarak L.N. benim hakkımda atıp
tutuyor, kötü niyetli ve acımasız olan da bu.‟(658)
15 Ağustos 1910: „Bizim aile cehennemimizin aksine, burada bir sürü saygılı ve
içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karĢı duyduğum sevginin azaldığını
anlamaya baĢladım. Bana karĢı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye baĢladığı bu
kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi
sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin
beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan
kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaĢam çok kolay olur ve kendimi çok özgür
hissederdim. O zaman ġaĢa ve Çerkov‟u büyücülükleriyle baĢ baĢa bırakırdım.‟(658)
26 Ekim 1910: „Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç
Günceyi Ģu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağıĢlasın, ama çektiklerime
neden olan Çerkov‟a lanet olsun.‟(716)
ĠMGE(LEM) HAKKINDA
11,12,13,14,15,16 Aralık 1853: „Bazı nedenlerden dolayı güç fikri bende kendiliğinden
el şekliyle –özellikle de güzel bir elle- özdeşleşmiştir. Bazen güzel bir ele bakarken şöyle
düşünülebilir: “Acaba şu adama bağlı olsaydım, ne olurdu?”(114)
3 Ekim 1865: „Hevesim kırılıyor. Okuma ve hayal görme volupte (tutkumu)
engellemeliyim. Bu güçlerimi yazmak için kullanmalı, onların yerine fiziksel çalışmayı
koymalıyım.‟(263)
DÜŞ(LER) HAKKINDA
12 Aralık 1856: „Çok üzgünüm. Rüyamda yerde kan gölü vardı. Ayrıca göğsüme esmer
bir kadın oturmuş, çıplak bir şekilde bana doğru eğilmiş bir şeyler fısıldıyordu.‟(181)
11/23 Ağustos 1860: „Rüyamda bir köylü gibi giyindiğimi ve annemin beni tanımadığını
gördüm.‟(223)
29 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: „Ölmeye hazırım. Geceleyin rüyamda insan kadar
büyük bir fare fördüm ve çok korktum. Asıl korktuğum ölüm gibi görünüyor. Ama hayır,
korktuğum şey saf ve basit terördü.‟(340)
7 Mart 1904, Yasnaya Polyana: „Ben genellikle kendimi asker olarak görürüm; sık sık
karıma ihanet etmiş olarak görürüm ve bu beni dehşete düşürür.‟(582)
29 Kasım 1908, Yasnaya Polyana: „Dün gece rüyamda İsa dramasını kısmen yazıyor ve
besteliyor, kısmen de oynuyordum. Ben İsa ve bir askerdim. Kılıcını çektiğini gayet iyi
anımsıyorum. Hem de çok canlı.‟(647)
YAPITI HAKKINDA
19,20 Aralık 1853: „Bir eserin çekici olması için yalnızca tek bir düşüncenin egemen
olması yetmez; aynı zamanda tamamıyla tek bir duygunun etkisinde olması gerekir. İlk
Gençlik‟te böyle olmadı.‟(115)
18 Ağustos 1857: „Kafkasya Masalı‟ndan hiç memnun değilim. Bir fikir olmaksızın
yazamam. İyi olan heryerde iyidir; her yerde aynı tutku vardır ve ilkel devlet iyidir fikri
yeterli değil.‟(204)
9 Nisan 1859, Moskova: „Anna‟yı (Aile Mutluluğu) bitirdim; ama güzel olmadı.‟(218)
16 Aralık 1862: „L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmiĢi iğrenç. Benim
geçmiĢim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aĢk ve kadının
sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü
yakmak isterdim. Yeterki onun geçmiĢini bana anımsatacak bir Ģey, asla bir Ģey kalmasın.
Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben
üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu iĢi kıvançla
yapardım.‟(41)
12 Kasım 1866: „Arasıra L. Ġle birlikte, bu yapıttan (Savaş ve Barış) söz ediyoruz ve
nedenini bilmiyorum (ama gurur duyuyorum) bana güveniyor ve eleĢtirilerime önem
veriyor.‟(86)
10 Şubat 1889, Moskova: „Gerçekten hem bir çağrı yapmalı, hem de bir roman [DiriliĢ]
yazmalıyım. Yani düşüncelerimi ifade edeceğim ve kendimi yaşamın akışına teslim
edeceğim.‟(323)
2 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: „Kroyçer Sonat‟a devam ettim. Kötü gitmiyor.
Hepsini bitirdim. Ama şimdi başından itibaren gözden geçirmeliyim. Onun çocuk sahibi
olmasının yasaklanması ana konu yapılmalı. Çocuksuz başarısız olmaya mahkum bir hale
indirgeniyor. Annenin egoizminden daha fazla söz edilmeli. Annenin fedakarlığı ne iyi ne
kötü. Yalnızca çalışmaktan ibaret. Her ikisi de sevgi ve anlayış olduğunda iyi. Ama kişinin
kendisi için çalışması ve yalnızca kendi çocukları için fedakarlık yapması kötü. Erken
yattım.‟(341)
24 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: „Kroyçer Sonat ve Sanat Üzerine‟yi yazıyorum.
Ama her ikisi de negatif ve kötü. İyi bir şeyler yazmak istiyorum (…) Biraz Kroyçer Sonat
üzerinde çalıştım. Onu kabaca tamamladım. Şimdi tamamını nasıl yeniden düzenleyeceğimi,
kadın için şefkat ve sevgiyi nasıl dahil edeceğimi buldum.‟(344)
10 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: „Bütün bu eserden [Kroyçer Sonat] iğrendiğimi
hissediyorum. Büyük depresyon yaşıyorum.‟(351)
6 Aralık 1889, Yasnaya Polyana: „Kroyçer Sonat‟ı baştan sona gözden geçirdim; bazı
yeri çıkardım; düzeltmeler ve eklemeler yaptım. Bu işten korkunç derecede bıktım. Esas
husus, bu eserin sanatsal açıdan yanlış ve sahte oluşu. Koni‟nin öyküsü (DiriliĢ) konusunda
sihnim gittikçe daha çok berraklaşıyor.‟(361)
18 Ocak 1890, Yasnaya Polyana: „Butkeviç‟le sohbet ettik. Bana birçok insanın Kroyçer
Sonat‟dan nefret ettiğini, onu bir seks manyağının öyküsü olarak gördüklerini anlattı. Bu beni
ilik başta rahatsız etti; ama sonra en azından insanlarda uyandırılması gereken bir duyguyu
uyandırdığını düşünerek memnun oldum. Elbette daha iyisi olabilirdi; ama ben
yapabileceğimin en iyisini yaptım.‟(365)
9 Mayıs 1890, Pirogovo: „Örneğin Kroyçer Sonat‟ın temel fikri ya da duygusu bir
kadına, bir Slav‟a (bir manastırdan Tolstoy‟a imzasız mektup yazan bir Çek kadın) ait. Bana
kadınların cinsel taleplerle baskı altına alınması konusunda dili bakımından komik, ama
içeriği önemli bir mektup yazmıştı. Sonra beni ziyarete geldi ve üzerimde güçlü bir izlenim
bıraktı.‟(374)
3 Ocak 1891: „Onun dini ve felsefi yazılarını anlama yeteneğim yok. Ben onu hep
sanatkar yönüyle seveceğim.‟(159)
6 Ocak 1891: „Ama yazınsal olmayan, dinisel ve belli bir amaç güden bu tür
makaleleri beğenmiyorum: bende bir Ģeyleri yıkıyor, anlamsız bir korku uyandırıyor ve beni
sıkıyor.‟(161)
25 Ocak 1891: „Kroyçer Sonat‟ın, genç kadınla ilgili bölümleri yanlıĢtır. Bu ilk
gençlik yaĢlarında, kadının cinsel tutkusu yoktur, özellikle çocuk doğuruyor ve emziriyorsa,
zira ancak iki yılda bir kadın olabilir. Tutku, otuz yaĢlarına doğru uyanabilir.‟(170)
26 Ocak 1891, Yasnaya Polyana: „Evet, şimdi çok anlamlı bir roman yazmaya
başlayacağım. İlk romanlarım bilinçsiz üretimlerdi. Anna Karenina‟dan bu yana on yıldan
fazla bir süredir ayrıntılı olarak inceliyorum; analiz ediyorum. Şimdi neyin ne olduğunu
biliyorum ve her şeyi tekrar karıştırabilir ve bu karışımın üzerinde çalışabilirim. Tanrım bana
yardım et!‟(395)
12 Şubat 1891: „Ben de ona karĢılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine
acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalıĢmaya hiç
önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtı Kreutzer Sonat‟la beni,
herkesin yanında küçük düĢürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu
söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını,
beni herkesin gözünde alçalttığını ve karĢılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini,
kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaĢantım süresince, kocama karĢı beni suçlu
duruma düĢürecek bir davranıĢta bulunmadığım ve herhangi bir kiĢiye ne bir bakıĢ, ne bir
hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, baĢka birisini sevme olasılığı
bulunmuĢ da olsa, bende bir iç mücadele geçmiĢ de olsa, bu baĢka bir sorun, bu benim,
iĢim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona
dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.‟(174)
10 Mart 1891: „M.de Vogue‟nin, Kroyçer Sanat‟la ilgili makalesini okudum, çok
akıllıca kaleme alınmıĢ ve değerli. Tolstoy‟un, tüm kiĢisel ve yazınsal yaĢamı yok eden,
didikleyici bir analize ulaĢtığını ve buna benzer Ģeyler yazmıĢ.‟(182)
1 Haziran 1891: „Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek
neden Kroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düĢürdü. Bazıları, bu öykünün bizim
yaĢantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı
karısına acıyorum,” dedi. Moskova‟da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve
herkesin bu kanıyı paylaĢtığını söyledi. ĠĢte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda
olmadığımı göstermek ve herkese kendimden söz etmek istedim: bunu, nedenini bilmeden
ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüĢmede önceden baĢarılı olacağımı
biliyordum. Ġnsanları etkileme gücümü kaybetmemiĢtim ve esinlediğim sempati ve konuĢma
biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka
ulaĢtırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes
biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik iliĢkilerimizle ilgili olsaydı, kuĢkusuz
yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düĢünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların
tümü, benim kadınlık gururumu pekiĢtirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı
zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraĢan
kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.‟(208)
9 Ağustos 1894: „Yeni bir Tom Amcanın Kulübesi yazmalıyım.‟(440)
30 Ağustos 1894, Yasnaya Polyana: „Romanlar baş kahraman ile kızın evlenmesiyle
sona erer. Halbuki evlenmeleriyle başlamalı ve boşanmalarıyla, yani özgürleşmeleriyle sona
ermeli.‟(441)
25 Nisan 1895, Moskova: „Bir annenin durumu korkunç derecede trajik: Doğa onu
dayanılmaz bir arzu ile donatmış (erkeği de benzer şekilde donatmış; ancak erkek aynı ağır
sonuçları yaşamıyor); bunun sonucu olarak çocuklar dünyaya geliyor. Kadın çocuklarına
karşı çok daha güçlü bir sevgiyle, fiziksel bir sevgiyle donatılmış. Zira çocuk taşımak, onları
beslemek ve onlara bakmak fiziksel bir olay. Bir kadın, iyi bir kadın bütün ruhunu çocuklara
verir; kendisini tamamen onlara adar. Ruhunda yalnız onlar için ve onlarla birlikte yaşama
alışkanlığı (herkesin yalnızca onaylamakla kalmayıp, övmesi nedeniyle en şiddetli ayartma
budur) kazanır. Yıllar geçer ve sevginin karşılığı öfkeyle verilir. Bu öfke, boyunlarında bir
değirmen taşı gibi gördükleri, yaşamlarına müdahale ettiklerini düşündükleri anneye
karşıdır. İkinci hal –ölüm yoluyla ayrılık ise-, anında korkunç bir sancıya neden olur ve
geriye bir boşluk bırakır. Kadının mutlaka yaşaması gerekir, ama yaşamak için tutunacak bir
şey kalmamıştır. Kadın manevi bir yaşam alışkanlığından ve hatta bir yaşamın gerektirdiği
güçten yoksundur. Çünkü bütün gücünü, artık yanında olmayan çocuklarına harcamıştır. İşte
bir anneye dair olarak yazacağım romanda bundan söz edeceğim.‟(463)
9 Ekim 1895: „Nehludov‟un (DiriliĢ) çifte kişiliği hakkında düşündüm. Bunu daha açık
ifade etmeliyim.‟(476)
134 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: „Nehludov‟un Sonya‟ya dokunaklı bir biçimde nasıl
veda edeceğini düşündüm.‟(476)
24 Ekim 1895: „Yeniden DiriliĢ‟i ele aldım ve tamamen kötü olduğuna karar verdim.
Çekim merkezi olması gereken yerde değil; toprak sorunu dikkatleri dağıtıyor ve zayıflık
oluşturuyor. Eserin kendisi de zayıf olarak ortaya çıkacak. Sanıyorum, onu bırakacağım. Eğer
yazmaya devam edersem, başından itibaren tekrar başlayacağım.‟(477)
28 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: „Ve DiriliĢ‟te yapmaya başladığım ebebi saçmalığa
devam etmek için vakit yok.‟(478)
5 Kasım 1895, Yasnaya Polyana: „Anladım ki köylülerin yaşamı ile başlamalıyım.
Anladım ki onlar özne, olumlu unsur ve geri kalanlar ise gölge, negatif unsur. Ve aynı
hususun DiriliĢ için de geçerliği olduğunu anladım. Mutlaka onunla başlamalıyım.‟(479)
19 temmuz 1896, Pirogovo: „Dün kara bir topraktan, nadasa bırakılmışken yeni
sürülmüş bir tarladan geçtim. Gözlerin görebildiği yerde kara topraklardan başka hiçbir şey
yoktu –tek bir yeşil çimen bile yoktu. Ve tozlu gri yolun kenarında üç dallı bir Tatar deve
dikeni. Bir dalı kırılmış ve üzerinde kirli beyaz bir çiçek sallanıyor. İkincisi de kırık ve siyah
çamura bulanmış; çizgili ve kirli izler var üzerinde. Üçüncüsü ya doğru yatmış; o da siyah
ama hala canlı ve orta kısmı kırmızı. Bu bana Hacı Murat‟ı hatırlattı. Bu konuda yazmak
istiyorum. Koca bir tarlanın ortasında tek başına sonuna kadar yaşamı için mücadele ediyor
ve bir şekilde mücadeleyi kazanıyor.‟(488)
5 Ocak 1897, Moskova: „DiriliĢ‟i yeniden okumaya başladım ve başkahramanın
evlenme kararı verdiği yere kadar gelince tiksinerek bıraktım. Hepsi gerçek dışı uydurma ve
zayıf. Kusurlu olan bir şeyi düzeltmek çok güç. Ama bu kitabı düzeltmek gerekecek1)
Kadının ve erkeğin duyguları ve yaşamını nöbetleşe olarak anlatmak gerekli. Ve kadını
olumlu ve ciddi; erkeği ise olumsuz ve alaycı bir biçimde. Bu kitabı bitirebileceğimden
kuşkuluyum. Her tarafı kusurlu.‟(497)
4 Nisan 1897, Moskova: „Dün Hacı Murat‟a dair bazı güzel fikirler geldi aklıma. Esas
husus, güvene ihanet edilmesini bu eserde ifade etmeliyim. Eğer ihanetler olmasaydı, Hacı
Murat çok başarılı olabilirdi.‟(501)
8 Haziran 1897: „Kroyçer Sonat‟ın provalarını, hep aynı acı duygu içinde düzelttim:
insan yaradılıĢının kötü yönünün gerçek sergileniĢi ve hayasızlık simgesi bu. PozdniĢev her
yerde açıklama yapıyor: biz, biz hayvansal isteklerin tutsağıyız, biz doyum tecrübemiz var,
her yerde bu “biz”. Oysa, kadın değiĢik bir yaradılıĢtadır ve cinsel de olsa, duyguları
değerlendirme konusunda, bir erkekle kötülük bulaĢmamıĢ bir kadın arasında büyük bir
farklılık vardır.‟(273)
25 Haziran 1897: „Makalesi hoĢuma gitmiyor ve üzülüyorum. Bu makalede, hiç
hoĢuma gitmeyen bir tür kötü niyetli kızgınlık buluyorum. Gerçek dıĢı bir düĢmana (bu
kıskandığı Taneyev olabilir) kızdığını ve tek amacının onu yok etmek olduğunu
hissediyorum.‟(286)
28 Ağustos 1897: „Dün hep onun Sanat denemesini düĢündüm. Bu makale benim
aklımı kurcalıyor, çünkü öylesine çok gerçekdıĢı, karĢıt ve kıĢkırtıcı fikirler içermeseydi çok
baĢarılı olurdu.‟(320)
7 Mart 1898: „Bugün açık ve seçik olarak anladım ki, L.N. nin son yıllardaki tüm
yapıtları, kesin bir karĢı koyma ve karĢıt olma özelliği taĢıyor. Bütün insanlığa, tüm kurulu
düzene karĢı çıktığına göre, zavallı ve zayıf bir kadın olan bana, neden karĢı
çıkmasın?‟(387)
10 Mart 1898: „L.N.‟nin yeni Kafkasyalısı „Hacı Murat”ı zevkle kopye ediyorum. Bu
öykünün çok güzel olacağını sanıyorum. Destan biçiminde bir yapıt; kanımca hiçbir gizli
polemik ve tahrik içermeyecek.‟(389)
21 mart 1898, Moskova: „”Peepshow” adı verilen bir İngiliz oyuncağı var. Bir camın
altından önce bir şey, sonra başka bir şey görünüyor. Hacı Murat‟ı göstermenin yolu bu. Bir
koca, bir fanatik vs. olarak.‟(518)
11 Ağustos 1898: „L.N.‟nin makalesinin tümünü kopye ettim. O ise, nefret ettiğim bir
roman olan Diriliş üzerinde çalıĢıyor, belki değiĢiklik yapar.‟(414)
28 Ağustos 1898: „Sabahleyin L.N. “Diriliş”e çalıĢtı ve yazdıkları çok hoĢuna gitti.
Bana: “Onunla evlenmeyecek, bugün hepsini bitirdim, yani olduğu gibi kalmasının iyi
olacağı kanısına vardım…” dedi. Ben de: “Onunla evlenmemesi doğaldır, bunu sana daha
önce söyledim; o kadınla evlenseydi, yapmacık ve uygunsuz olacaktı,” dedim.‟(416)
12 Eylül 1898: „Nehlüdov (Diriliş) ile hapsedilen sokak kadını arasındaki iliĢkiler,
yazarın bir kadına karĢı olan tutumu bende, gerçek olmayan yapmacık ve tumturaklı
duygularla, bir tür duygusal oyun izlenimi bırakıyor.‟(419)
13 Eylül 1898: „Nehlüdov‟un kiĢiliğinde L.N.‟nin kendisini görmem de bana acı
veriyor. Ama, tüm bu kurtuluĢları, kitaplarında çok güzel anlatmasına karĢın, kendi
yaĢantısına hiçbir zaman uygulamamıĢtır (…) Daha önce düĢündüğüm gibi, bu romanda
genel olarak dahice ayrıntı ve anlatımlar var ama, kadın ve erkek “kahraman” konusunda,
ölçüsüz ve batıcı bir sahte durum da var.
„Bu roman beni üzdü. Ve birden Moskova‟ya gitmeye karar verdim, çünkü kocamın
bu yapıtını sevemezdim ve aramızdaki düĢünce birliği gitgide azalıyordu.‟(420)
2 Kasım 1898: „Ben tamamen DiriliĢ‟e dalıp gittim; bütün enerjimi tasarruf ediyor ve
DiriliĢ için kullanıyorum. Oldukça iyi olacağını düşünüyorum. İnsanlar övüyor; ama ben
onlara inanmıyorum.‟(524)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: „DiriliĢ üzerinde çalıştım ve hala da çalışıyorum.
İçinde çok iyi şeyler var. Zaten bu roman o iyiler uğrunda yazıldı.‟(533)
23 Haziran 1900, Yasnaya Polyana: „Şiddetle edebi bir şeyler yazmak istiyorum.
Dramatik değil, epik bir eser –DiriliĢ‟in devamı: Nehludov‟un köylü olarak yaşamı.‟(542)
15 aralık 1900, Moskova: „Kroyçer Sonat‟ı, Karanlığın Gücü‟nü ve hatta DiriliĢ‟i
insanlara vaaz etmeyi düşünmeksizin, onlara yararlı olacağını düşünmeksizin yazdım. Ama
hepsi de, özellikle de Kroyçer Sonat çok yararlı oldu. Aynı şey Ceset‟de de olacak mı?‟(550)
7 Mayıs 1901, Moskova: „Tiplerin birbiri üstüne cesurca bindirilmiş gölgelerden
kazandığı gücü ilk kez açıkca anladım. Bunu Hacı Murat ve Marya Dimitriyevna‟da
yapacağım.‟(557)
23 Ekim 1902: „Hacı Murat‟ı bitirdi ve bugün okuduk: bu yapıtın destansı özelliği
inkar edilemez, birçok artistik bölümler var ama heyecanlandırıcı bir Ģey yok. Yarısına
kadar okuduk, yarın bitireceğiz.‟(542)
6 Mart 1903: „Anna Karenina‟nın provalarını ikinci kez okuyup bitirdim. Onun ruh
halini adım adım izleyerek kendi benliğimi anladım ve bu beni korkuttu. Birisinden öç
almak için intihar edilmez. Hayır, artık yaĢama gücü kalmayınca insan canına kıyar. Önce
çatıĢıp kavga edilir, sonra yalvarılır, yazgıya boyun eğilir, umutsuzluğa düĢülür ve sonunda
irade zayıflığı ve ölüm gelir.‟(557)
6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: „Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini
görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen SavaĢ
ve BarıĢ gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.‟(648)
22 Ağustos 1910: „Benim kocam gerçek bir dahi sanatçı. Eğer Çerkov ve onun kötü
etkisi olmasaydı ve onu, Gereksinmeleri Karşılamak İçin Birleşmek Gerek ya da buna benzer
broĢürleri yazmaya itmeseydi, Leon Tolstoy‟un yazdığı yazınsal yapıtlar bu son yıllarda çok
değiĢik olurdu.‟(667)
26 ağustos 1910: „AkĢam; baskıya gönderilecek Diriliş üzerinde çok çalıĢtım. Bu
yapıtı sevmiyorum, çünkü insanlarla ilgili sinsice söylenmiĢ yalan ve kötülüklerle
dolu.‟(671)
RUS YAZINI HAKKINDA
27 Temmuz 1853: „Turgenyev‟den (Bir Avcının Notları) sonra yazmak biraz güç
geliyor.‟(102)
25 Temmuz 1856: „Ölü Ruhlar‟ı (Gogol) büyük bir zevkle okudum.‟(172)
8 Eylül 1857: „Gogol‟den yakın dönemde aldığım mektupları okudum. İnsan olarak
yalnızca süprüntü. Korkunç bir süprüntü.‟(205)
16 Mayıs 1895, Yasnaya Polyana: „Bütün bu büyük adam makamına terfi etmiş
Granovski‟ler, Beliniski‟ler, Çernişevski‟ler ve Dobrolyubov‟ların hükümete ve sansüre
teşekkür etmeleri gerek. Zira onlar olmasaydı, en önemsiz magazin sayfası müdavimleri
olacaklardı.‟(485)
11 Mayıs 1901, Yasnaya Polyana: „Gorki bu yüzden insanların ilgisini çekiyor. Hepimiz
dilencilerin insan olduğunu ve kardeşlerimiz olduğunu biliyoruz; ama bunu yalnızca teorik
olarak biliyoruz. O ise bize onları her yönüyle gösterdi ve onları sevmemizi sağladı ve bize bu
aşkı aşıladı.‟(557)
2 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: „Nehludov‟un [DiriliĢ] ikinci kısmını yazmak
istiyorum. İşi, yorgunluğu, yeni büyük toprak ağalığı, kadınların ayartması, düşüş, hatalar ve
bütün hepsi bir Robinson topluluğu arka planında gerçekleşiyor.‟(587)
9,10 Kasım 1909: „Akşam evde Gorki‟yi okumayı tamamladım. Tamamen hayali, doğal
olmayan ve muazzam derecede kahramanca duygular ve sahtelik. Ama büyük bir yetenek. Ve
tıpkı Andreyev gibi söyleyecek hiçbir şeyi yok. Şiir ya da –Andreyev‟in yapmayı seçtiği gibitiyatro oyunu yazmalı. Şiirde makul görülen muğlaklık, dramada ise sahne ve aktörler onları
kurtarabilir. Aynı şey Çehov için de geçerli. Ama onda komik bir yan var.‟(693)
14 Ekim 1910: „Dostoyevski‟nin Karamazov Kardeşler‟ini okudu ama hoĢuna
gitmedi. Anlatımlar güzel ama konuĢmaları yansıtan bölümler gerçekten kötü. Çünkü
konuĢan, romanın kahramanları değil, hep Dostoyevski. KiĢilerin anlatım biçimlerinin
hiçbir özelliği yok.‟(705)
18 Ekim 1910: „Dostoyevski‟yi okudum ve onun üstünkörü tarzı, yapaylığı ve
uydurmacılığı karşısında hayrete düştüm.‟(725)
19 Ekim 1910: „Dostoyevski‟nin Karamazov Kardeşler‟ini ilgiyle okudu ve :”Halkın
Dostoyevski‟yi neden sevdiğini anladım, çünkü çok görkemli düĢünceleri var.” Dedi. Sonra
da eleĢtirerek, romandaki kiĢilerin tümünün Dostoyevski‟nin ağzıyla konuĢtuklarını bir kez
daha vurguladı ve o kiĢilerin düĢünme düzenlerinin uzun olduğunu belirtti.‟(710)
21 Ekim 1910: „L.N.‟nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma
göre sıkıcı ve monoton. SavaĢa, Ģiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karĢı oluĢuna
katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. Ġnsanların ġeflere, yetkililere ve
yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki
baĢtaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.‟(712)
DÜNYA YAZINI HAKKINDA
8 Nisan 1852: „Sabahleyin Sterne‟den bir bölüm çevirdim.‟(76)
31 Mayıs 1855: „Gecenin 11‟i. Sabahleyin Faust‟u okumayı bitirdim.‟(145)
16 Kasım 1856: „Henry IV‟ü (Shakespeare) okudum. Hayır!‟ (179)
3/15 Nisan 1857: „Geç kalktım –Hamama gittim. Orada Comedie Humaine‟i (Balzac)
okudum: saçma ve küstahça.‟(192)
12,13 Ekim 1859: „Rabelais‟i okudum.‟(219)
23 Ekim 1878: „Dickens‟ın Martin Chuzzlewitz yapıtını okuyarak dinleniyor. Ben
iyice biliyorum ki L., Ġngiliz romanları okumaya baĢladığı zaman, yazmaya da baĢlayacak
demektir.‟(111)
28 Ağustos 1884: „Akşamleyin Maupassant‟ı okudum. Renkler konusundaki ustalığına
hayran oldum. Ama yazacak konusu yok; zavallı adam.‟(306)
7 Şubat 1889, Moskova: „Ben Hur‟u (Lewis Wallace) okuyorum. Zayıf.‟(323)
11 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: „Whitman, bazı aptal şiirler ve De Quincey. Geç
yattım. Yaşamın baskısı çok ağır geliyor.‟(338)
27 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: „Whitman‟ı yeniden okudum. Tantanalı ve boş birçok
şey var.‟(352)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: „Kant‟ı okudum ve çok etkilendim.‟(581)
19 Eylül 1905, Yasnaya Polyana: „Kant‟ı okuyorum. Çok güzel.‟(603)
31 Ocak 1908, Yasnaya Polyana: „Shaw‟ı okuyordum. Saçmalığı beni şaşırtıyor. Kentsel
kitlelerin saçmalıklarının üzerine çıkabilen, kendisine ait tek bir fikri olmadığı gibi, aynı
zamanda geçmişin büyük düşünürlerinin görüşlerinden birini bile anlamıyor. Onun tek özel
yanı, en banal saçmalıkları çok zarif bir şekilde saptırılmış, yeni bir tarzda, sanki yeni ve
orijinal bir şey söylüyormuş gibi ifade edebilmesi. Ana karakteristiği korkunç derecede
kendine güvenmesi. Bu güven onun felsefi cehaletini tamamlıyor.‟(635)
26 Mart 1909: „Kant‟ı okudum: Yalnızca Aklın Sınırları Ġçinde Din. Bana çok
yakın.‟(663)
20 Mayıs: „Roosevelt‟in benim hakkımda yazdığı bir makaleyi okudum. Makale aptalca,
ama ben memnun oldum. Gururumu okşadı. Dün daha iyiydim.‟(669)
23 Ekim 1909: „Entelektüel dünyamızdaki insanların dargörüşlülüğünün ana
nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını
öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi
kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle
bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der:
“Peki, Chelpanov, Kun, Breding‟i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda
konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele,
kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli,
gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata
olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan
en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın
eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan
kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed,
Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve
birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama
yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına
geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.‟(691)
***
Nazım Hikmet; Elyazmaları ve Basılı Kitaplarda Saman Barısı(1961),
Yapı Kredi yayınları, Kitap-lık Dergisi ayrıbasım, Birinci basım, Ocak 2008,
İstanbul, 77s.
„Saçları saman sarısı kirpikleri mavi‟: Nazım‟ın son yıllarında yazdığı şiir üzerinde
şimdi durmayacağım. Zamansızlıkta birçok şeyi atlamaktan korkuyorum. Üstelik Nazım bir
çırpıda yorumlanacak biri değil.
Kuşkusuz defalarca okumuşluğum vardır. Değişik yaşlarımın Nazım duyguları da
değişikti.
Bu görkemli ve Türkçede aşılamamış Nazım şiiri için söylenebilecek şey; bunun
gerçekten içerikle biçimin diyalektik bir çoğulluk içinde kusursuz buluşması olduğu. Burada
tikel tümelle, ben toplumla (aynı zamanda sen‟le), sol sağla, sosyalizm kapitalizmle, şiir
düzyazıyla, kurulum yıkımla kusursuz bir uyum/uyumsuzluk içre dans ediyor. Şiir hiçbir
dizesi ya da bütün olarak tamamlanmıyor ama hiçbir dizesinde ya da tüm olarak eksik değil.
Bütün duyguları acemi, yeni yetme ve sonuna değin olgun ve yaşanmış.
Türkçe ve Nazım ve şiir ve sanat ve insan ve…
Kişisel olan politiktir, politik olan da kişisel.
***
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 1. Justine (1957), Çev. Ülker İnce
Can yayınları, Birinci basım, 1984, İstanbul, 275 s.
*
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 2. Balthazar (1958), Çev. Ülker İnce
Can yayınları, Birinci basım, 1984, İstanbul, 272s.
*
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 3. Mountolive (1958), Çev. Ülker İnce
Can yayınları, Birinci basım, 1985, İstanbul, 366s.
1984 Azra Erhat Çeviri Ödülü
*
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 4. Clea (1960), Çev. Ülker İnce
Can yayınları, Birinci basım, 1985, İstanbul, 320s.
Lawrence Durrell‟la KonuĢma, Magazine Litteraire, 1982
Ġskenderiye Dörtlüsü (The Alexandria Quartet), Durrell‟i dünyaya kabul ettiren romanı.
Dörtlü, adı üzerinde: Justine (1957), Balthazar (1958), Mountolive (1958), Clea (1960).
1984‟de Can yayınları çeviriyi üstlenmiş ve olağanüstü bir çeviriyle (Ülker İnce) Türkçeye,
dilimize kazandırmış. Çeviri yapıta bir kat daha değer kazandırmış bu açık. Bu da Lawrence
Durrell‟in şansı, diyelim. Bir çeviri olayından söz ediyorum (her zamanki gibi geçiştirilmiş
kuşkusuz) ve bu dörtlü yalnızca çevirisi için bile okunur, okunmalı demek istiyorum. Baskı
daha nitelikli olabilirdi. Bugün basılsa farklı olur sanırım. Belki dört cilt bir arada, ciltli bir
baskı olabilir. Neden olmasın?
Akşit Göktürk, bu ada (İngiliz) yazınının uzmanı küçük bir sunu yapmış. Bir küçük
mücevher... Durrell‟ı poetikasıyla dünya ve İngiliz yazını içerisinde durduğu yerde
saptayabilmek, bunun anlamını ortaya çıkarabilmek için. Yetersiz kuşkusuz. Çünkü bir sunu.
Durrell‟in yazısının Freud ve Einstein‟a borcu ve göndermelerine işaret etmiş yeterince.
Hoş bunu Balthazar‟ın girişinde yazarın kendisi yapmış ki, bu hiç hoşuma gitmedi ve Durrell
hakkında olumsuz düşüncelerimi pekiştirmekten başka bir şeye yaramadı. (Evet, sevgili
okurum, her kimsen, ben kim oluyorum, senden daha sık bunu ben kendime soruyorum, hiç
merak etme.)
Durrell‟in İngiliz Gizli Servisinin belki „kültürel açılım‟ başlığı altında Ortadoğu
politikalarının aracılığını yapan aynı zamanda maaşlı görevlisi olduğunu sandığım Lawrence
Durrell (Attila İlhan açıkca İngiliz casusu olduğunu yazmıştı, yanlış anımsamıyorsam),
Balkanlardan, Yunan Adaları, Kıbrıs derken Mısır İskenderiye‟ye değin uzanıyor ve arkada,
belli belirsiz, çağrışımsal politik ortamı gölgede bırakarak, emperyal Birleşik Krallığın yüksek
çıkarları için görevini yürüttüğü sıralarda bir yandan da kendini kapalı bir oryantalizmin
gizemli diline ve dünyasına, yeni dil deneylerine bırakıyor. Göktürk, en azından İngiliz dili
yazınının bunalım yaşadığı, büyük geçmişini sürdüremeyip popülerleştiği dönemde Durrell‟in
anlatısının o görkemli „kanon‟a eklemlendiğini, süreği olduğunu belirtmeden geçmiyor.
Görelilik Kuramının (Einstein) üç boyutlu uzam ve dördüncü boyut, uzamın üzerinde
evrildiği zaman açıklamasını yazıda deneylemek istediğini, Dörtlü‟nün ikinci cildinin
girişinde yazarın kendisi söylüyor zaten ve eleştiriyi bu anlamda kilitliyor bana kalırsa.
Eleştirinin bunu bulgulamasını, yorumlamasını baştan önlemiş, belirlemiş oluyor. Dolayısıyla
bu sakız, önsözden bu yana Durrel denince usa ilk gelen anahtara dönüşüyor. Bir yazarın ne
yaptığını, neyi başardığını, bunu hangi araçlarla gerçekleştirdiğini „böyle‟ söylemeye hakkı
olmamalı (gerçekten mi?) Okumayı yazarın biçimlendirmesi bir tür „iğfal‟ gibi geliyor bana
da ondan. Okuru kirleten bir yazar (anlatıcı) konumudur bu. Eğer bu deneyim kendisini
ayrıca açıklamasaydı, okurun ve eleştiri kurumunun Dörtlü‟yü hangi paradigmalar içerisinde
kavrayacağını bilemeyeceğiz bu durumda. Neyse, gene de bu çok önemli değil. Sonuca
bakabiliriz.
Bence bu dörtlü, ki Lawrence Durrell‟ın başyapıtı sayılıyor yanılmıyorsam, gencecik
yaşında yazdığı ilk kitabın, yani Kara Kitap‟ın taşıdığı esinlerin mirasıyla gücünü ve etkisini
sağlıyor hala. Ben öyle görüyorum. Gerçeküstünün keskin ve dolayımlı bir yergi(sel dil) ile
buluştuğu , İngilizceyi yerçekiminden kurtarmış Kara Kitap‟ın dili ve biçemi, bir tohum gibi
geleceğin dallı budaklı, görkemli ağacını içinde barındırıyor (gibi geldi bana.)
Yoksa anlatıda görelilik, aynı olgunun, olayın, ruhun farklı görünüm ve
nesneleştirmeleri , çok da yeni, denenmemiş bir şey değil. Anlatı varolduğundan beri belki de
sözkonusu (belki bu ileri gitmiş bir sav olabilir.) Öte yandan çağrışımsal kurgu, öznenin anlatı
kişisi, anlatıcı, üst anlatıcı, yazar, üst-yazar olarak dizilişi de, içinde epeyce bir çeşitliliği
barındırabilen bir olanak olarak değerlendirilmiştir (daha önce de.)
Bu son zamanlarda „anlatmak‟ üzerine çok düşünmeme karşın, bu çelişkinin kurgusal
bir anlatıda çözümsüz olduğuyla olası ama sınırlı çözümlerin bulunabileceği seçenekleri
arasında yalyapalayıp duruyorum. Eco okumuştum (Anlatı Ormanlarında Yedi Gezgin
miydi?) . Tabii başka şeyler de…
Sinema nasıl en „hiper‟inde bile soyutlamadan kaçamıyorsa, anlatı demiyorum, anlatıcı
„konumlandırması‟ da soyutlamaya mahkum, bu belki de yazana olduğunca okura da bir
başvuru (referans, merci) sağlıyor. Çünkü anlatmanın uzam /zamanaşırı kurgusu belki de
olanaksız, çünkü eşzamanlı(lık) altyapı üzerine izdüşürülmek zorunda. Tuvalin üzerine
düşürülmek zorunda olan yaşam, yani resim gibi. Kurgu düzeyinde, teknik düzeydeyken bile,
bu aldanış‟ı mutluluk, haz kaynağı gibi görüp gösterebiliyoruz. Bu bir erdem mi, yoksa bir
üst-üst-gerçek olanaklı mı? Belki de sanat dediğimiz şey, varsayılmış ve az çok üzerinde
uzlaşılmış başvuru noktalarına borçlu varlığını.
Peki, Durrell‟in çokseslilik izlenimi veren romanı gerçekten çoksesli mi, değilse neden?
Kuşkusuz, dil, sözcükler belki de tür olarak, bir tek şiirde her türden yerlemi, dil(sel)
düzeneklerini kırma gücüne sahip. Şiir bir şeymiş gibi görünürken bir şeymişliğini yadsır.
Şiiri anlatıdan ayıran belki de budur. Anlatıya gelince yerçekiminden kurtulması olanaksız
olsa gerek. Evet, Einstein Büyük Alan (Kuramı) peşindeydi. Orada yerçekimi, çekirdek gücü,
elektromanyetik güç, vb. tek bir evrensel alanın görünümleri olarak „hiç‟i, „yokluk‟u
imleyebilirdi. Yani diyeceğim, dizgeiçi olduğumuz sürece „yerçekimsiz karanfil‟ şiir imgesi
olarak bir tek, serseriliğini duyumsayacak, özgürlüğü yaşayacak ve yaşatacaktır. Buraya
şundan geldim. Tüm bu açıları, görüleri buluşturan şey, bu farklılıklara da işaret ederek,
bireşimsel açıklamaların konusu olmuştu ve demek ki Lawrence Durrell, yerel, yatay,
mimetik bir ufuk çizgisinde eşdeğerliliğin tartışmaya gelmez, sigaya çekilemez dizilerine
başvururken, yani dizge yıkıcılığına soyunurken günümüz postmodernizminin öncülüğünü
yapıyordu bir yandan. İşin tuhafı en büyük anlatıya, „güneşin üzerinde batmadığı
imparatorluğa‟ vererek sırtını… Anlatı(sı)nın bu noktasında o bir „efendi‟ kuşkusuz. Ama bir
o kadar da geride duruyor, Conrad‟ın çok çok gerisinde. Anlatmaya çalıştığım, burada bir
çelişki olduğudur. Çözülüşe tanıklık eden yazar, umutsuz, ama daha çok da kayıtsız izleyici
konumundan bütünlük ideasından elinde kalanın hesabını yapıyor. İlginçtir, Woolf da bir
hesaplaşmaya girmemiştir. Ruhu didik didik bölünür ufalanırken…
Çokseslilik dediğimiz, böyle bildiğimiz şey, izleğin kendi içinde yarılması, tümlüğünü
koruyamaması, yürürken kendiyle çatışması, ama yine de anıştırıp çağrıştırarak,
göndermelerle kendine yollaması (ölüp ölüp dirilme diyeceğim buna): Yeniden Doğuş
umudunu taşır hep. Durrell‟a bakıyoruz, daha çok algı üzerine bir çeşitleme onun anlatısı.
Olgu, farklı algı açıları içerisinde farklı nicel, nitel tanımlarıyla kübizme özgü bir „çokluk,
bolluk‟ izlenimine yol açıyor. Oysa değişen cephedir ve olgunun gerisinde, „bilinemez‟ varlık
(Kant) boylu boyunca durmaktadır. Ama içine sızılmaz, verili bu nesne (kent, insan, vb.) bir
idea olarak başkalarının belleğinde taşınır durur. Olgu kendini „böyle‟ göstermiş, algı olguyu
uzam ve zaman boyutlarında „böyle‟ kavramıştır. Yani bir resim, çağrışımla aktarılmış, yazıya
geçmiştir. Şimdi bundan Freud meselesi çıkabilir. Aslında tam öyle görünürken Lawrence
Durrel‟da psikoloji yok (belki de.) Pozitivizmdir baskın nitelik. Olgu bir öyle görünür, bir
böyle. Yerlemlere (zaman içinde farklılaşan yerlemlere) bağlı olarak, ışığın açısı, rüzgarın
yönü, göğün rengine bağlı olarak başka başka görüntüler sunar. Oysa giysi değiştiren aynı
oyuncudur sözkonusu olan. O zaman bir boyut düşmesi, eksilmesi gibi görmeye başlıyorum
bu metinleri ve ilginçliği de buradan geliyor olabilir. Sözcüklerle tuvali boyamak gibi bir şey
bu. Geldik Lawrence Durrell‟da betimlemenin gücü ve önemine. Bu kaçınılmazdı tam bu
noktada. Koleksiyon için, toplum için kelebeği yakalayıp öldürmek, sonra çok iyi tanımlamak
gerekiyordu ki varlığı kaçınılmaz kabul edilebilsin. Tür ulamsal çerçevelerde kendine doğru
yeri bulabilmeliydi ve bunun en iyi yolu „sadık betim‟di. Sorun, her bakış, her algıda olgunun
farklı tanımlanabileceği olasılığıydı. İşte bu olasılıktı üzerinde durulmaya değer olan.
Bundandır yazarın dilinin gökkuşağı renkleri taşıması. Dehlizlerinde, sokaklarında yol alırken
burnumuza çarpan kokuların bin türlülüğü. Bundandır ciddiyetin komikle bu enfes evliliği,
bir aradalığı. Dilin frekans salınımı belirli bir aralıkta (algı sınırları içerisinde) titreşen varlık
etkisi verir. Titreşen evren. Aslında tanımlamakla başlıyor her şey, her bakış bir titreşim, bir
salınım (uzun ya da kısa), ama sonunda titreşen ortak ve hiç anlaşılamayacak belki de,
varlığın temelinde duran bir payda. Yani uzlaşım kurmacadır, paradigmatiktir, bağlamsaldır.
Pursewarden, yazarı yansılayan roman kahramanı olarak bu sorguların, bu arayışların da
karakteri, kişisidir.
Ġskenderiye Dörtlüsü öyle sanıyorum öncelikle anlatı(cı) teknikleri açısından özel ilgiyi
hak ediyor. Burada anlatıcı konumunun yeri, sanal metinsel göndergeler, anlatma ritüelleri,
vb. romanı özellikle Anglo-Sakson ve Frenk geleneğinin 17. ve 18. yüzyıllarına bağlarken
geçmişin, hatta kurucu geleneğinin nasıl yeniden yorumlanıp çağcıl bir araca
dönüştürülebileceğinin de iyi, etkili bir örneği verilmiş oluyor. Bu anlamda Cervantes‟in
Durrell‟a verdiği şey üzerinde durulabilir. Ama metinden metine gönderme, yorumbilgisi,
değer basamaklarını, hiyerarşileri göz ardı eden (yıkan demiyorum, böyle bir savı varsa da
yazarın, galiba var, bunu anlatısında dışa vurmuyor) eşdeğerlilik, ağ yapılanması gibi
sonsuz(luğ)a gözkırpan açık yapı tasımı biz okurları yeterince kandıramıyor (ikna), biz yine
de bütün bu ilmekleri atan, bu görüntüleri oraya değil de buraya yerleştiren bir seçimin
kaçınılmazlığına ilişkin ustalıklı bir kurucu oyun ve arkasındaki kavrayıcılığı (yani yazarı:
Lawrence Durrel) yakalıyoruz. Tam da böyle oluyor, çünkü Durrel çıkış noktası olarak
Einstein‟ı gösterse de, tıpkı Einstein‟da olduğu gibi saltık bir göreceliğin onu İskenderiye
Dörtlüsü‟nü yazmaya değil, hiçbir şey yazmamaya götüreceğini bilecek denli zeki ve
deneyimli bir yazar. İyi düşünülürse onun çabası da ve onun altında yatan niyeti de okudukça
tersiymiş gibi geldi bana. Bunca oyunu, hileyi, engeli aşıp da, çölü büyüsüne takılmadan
geçip de, sonunda ulaşacağımız şey Büyük Usta‟nın kendisi olmalıydı (bunca marifetin sahibi
yani). Bir alt basamakta roman kişileri aynı zamanda metnin de üreticileriyken, tüm alt
metinlere damgasını vuran bir üst metin, kuşkuyu derinleştirme görevi üstlenmiş olarak,
metinler arası dolambaçlarda bizi bakışın sonsuz olabilirliğine, seçeneklerine uğrata uğrata,
„salah‟a (kurtuluş) diyemem, kendine ulaştırıyor. Gizliliği (Britanya gizli servislerinde
yaşama biçimine dönüştürmüş) dilsel bir tutuma yedirmiş yazarın aynadaki imgesi,
sömürgecilik-sonrası (Post sömürgecilik) bir yitiklik, boşvermişlik, elinden kurtulmuşa, kayıp
gidene sığınma, bir tür anımsama ve yitirilen şeyi son izleriyle dondurarak, yazıya geçirerek
saklama ve tüm bu karmaşaya bağlı, bunun kaynağına ve sonuçlarına sızmış şu „hüzün‟le
yakından ilgili…
Justine, bu Yahudi „kadın‟ imgesi dinsel bir içerik taşıyor elbette (aynı zamanda). O
„evreni yutabilecek karadelik‟e çokca benziyor. Meryem anayla femme fatal‟i ve daha nice
şeyi içinde taşıyan bu karaktere tüm roman kişileri nerede duruyorlarsa ve hangi zamanda,
oradan bakarlar. Yalnızca bu yüzden o sıradan, çok sıradan, yalınkat olduğunca zengin bir
evrensel ekinin (kültür) şeytani bir bileşimi, iyilik ve kötülüğün belki biricik kaynağı. Onsuz
edilemez ve onunla da. O sonuna değin bağlı (sadık) ve sonuna değin haindir. Masumdur ve
aldatır. Aldatışı erili (erkeği) ardı sıra sürükler. Hem kendini bilir hem ne dediğinin egemeni,
sahibi değildir.
Evet, yanılmıyoruz, oryantalizmin yarattığı bir karakterdir bu. Bu noktada Aziyade
(Pierre Loti) ve diğerleriyle bir karşılaştırma yerinde olabilir. Bizi Durrell‟in şair ve bıkmış
dili yanıltmasın. Justine Doğu düşü, karabasanı, yoğun çekim odağıdır. Şiiri kendine çağırır
durur, şairi de. Bu şair onu varetme, düşleme gücünün sahibi, efendisi Batılı (yazar) „dır.
Justine‟in durduğu yer gök (melek katı) ya da yer, çamur (ayartıcı şeytan) katı olsun, sonuç
değişmez: o evrensel tuzaktır ve beyaz efendi o tuzağa düşmeden edemez. Bu tuzak
serüveniyle, bu yolculukla varlığı gerekçelenir, kendine döner, bağışlanabilir çünkü. Odysseus
bir ilkörnek kuşkusuz. Durrel‟ın yaptığı da tam bu yolculuk işte. Yani Justine, sirenlerden
biridir aynı zamanda, çağrılarına dayanılamıyan. Ee, bu durumda ve Nessim‟e vb. ye rağmen,
Doğu (burada Orta‟sı, yani Ortadoğu) dişidir. Böyle olmak zorundadır. O delici, emperyal
erkek için Sina, İskenderiye, delta ve Justine, bütün bunlar kaçınılmaz imgelerdir. Çölün
oynaklığı, değişkenliği, hainliği ise Batı(lı)ya uygundur, hatta onun düşleminin bir
tasarımıdır. Mimar Batılıdır.
İyi de Doğunun içinden baksak, eğer Doğuluysak (kuşkum var) ne görürüz? Bu Yahudi
kadında, Justine‟de ne görürüz? Böyle bir kadın(ı) görür müyüz? Böyle bir sorunun yanıtını
veremem, hele burada hiç.
Yazarın kitabın (ciltlerin) sonuna eklediği „çalışma notları‟ birçok anlama gelir. En başta
metnin sahibi konusunda yanılmamızı önler. Metinlerarasında serseme dönmüş biz okurlar,
usumuzu yitirmek üzereyken, tüm bunların arkasında duran masa başındaki adamı, yaratıcıyı
görürüz ve ufkumuzda güneş doğmuş gibi olur. Hem kaynak imgelere (Ritsos, vb.) bu vurgu
bir hedef şaşırtması niçin olmasın? Bir dürüstlük gösterisi olarak mı almalıyız bu belgesellik
izlenimlerini. Öyle de olabilir. Kötü mü? Hayır, bunu söylemiyorum, bence iyi bile. Ama
diyorum, bir yazar bunu boşuna koymaz kitabına. Doğrudan etkilerine değil, dolaylı etkilerine
yönelmiş olmalı. Bunlar okurun, anlatıdan başka şey değil, bir şey anlamasını sağlama
sınamalarıdır olsa olsa. Eh, iyi işte! Görelilik Kuramı yeterince yara alsa da bu torpido
gemiyi batırmaya yetmez.
Ben (kimim acaba?-ZK) dörtlüyü bitirip, umarım tüm yapıt üzerine topluca yazabilme
şansına sahip olabilirim. Niyetim bu. Tek cilte takılıp kalmam doğru değil. Yine de:
Bir Yunan adasına (her şey olup bittikten sonra geçmişin çatışdığı bu üs) sığınan yaralı
geminin şu sözleri yazarla anlatıcıyı sanılandan fazla yaklaştırıyor: “Bu kış gecelerinin derin
sessizliğinde bir tek saat var: Deniz. Onun zihinde süren bulanık salınımının fügü üzerine
yazıldı bu satırlar. Kendi yaralarını yalayan, delta ağızlarında somurtan, o ıssız plajlarda
fokurdayan deniz suyunun boş ahengi.”(15) Kuşkusuz bu yaranın en iyi ilacı, ruhun gerçek
onarımı sanatla olası. Proust‟ta olduğu gibi: “Sanatın yararsızlığından söz ettim ama
avundurucu yönleri üstüne doğru bir Ģey eklemedim. Beynim ve yüreğimle yaptığım bu iĢin
avuntusu da Ģu: Ancak orada, ressamın ya da yazarın sessizliklerinde gerçeklik yeniden
düzenlenebilir, yeniden yoğurulup önemli yanıyla sergilenebilir. Aslında gündelik
eylemlerimiz, altın sırmalı ipet üzerine giyilmiĢ çuval bezinden bir giysi gibidir – derindeki
anlamı gizler. Bir sanatçı, sanatı aracılığıyla gündelik yaĢamda kendisini yaralamıĢ,
yenilgiye uğratmıĢ Ģeylerle mutulu bir uzlaĢmaya varabilir; sıradan insanların yapmaya
çalıĢtıkları gibi alınyazısından kaçmak için değil, imgelem aracılığıyla, onu daha tam ve
daha uygun bir biçimde gerçekleĢtirmek için. Yoksa neden incitelim birbirimizi? (…)
Acının sanata dönüĢeceği ana kadar yeniden yaĢamalarını istiyorum. Belki de boĢuna bir
giriĢimdir böylesi bilemem. Ama denemeliyim” (15)
Durrell‟ın anlatım zenginliğine bir örnek vermek istiyorum: “Capodistria elinde
olmadan her şeyi kadına dönüştürür; onun bakışları altında bir iskemle bile bacaklarının
çıplaklığından utanır. Eşyalar gebe kalırlar. Masada onun bakışıyla bir kavunun uyanışına
tanık olmuştum ben; karnındaki tohumların uyanışını duyumsamıştı kavun! Kadınlar, ince
dudakların üstünde gezinen diliyle o dar, yassı yüze baktıkları zaman, engerek yılanıyla
karşılaşmış kuşa benzerler.” (40)
Peki, romanın asıl kahramanı, kent, İskenderiye (ki onu Justine‟den ayırmak olanaksız)
ne anlama geliyordu: “Onu şimdi bu kentin bir evladı olarak daha iyi tanıyordum, bulmaktan
korktukları şeyi aramaya yazgılı kadınlarına hazdan değil, acıdan şehvet duymayı buyuran
bir kentti bu!” (51) Oldukça egzotik (bir meyveye benziyor değil mi?) “Bir kent, orada
sevdiğiniz biri varsa bir evrendir.‟(68) “Ertesi ilkbahar öyle kötü bir hamsin rüzgarı oldu ki,
öylesini ömrümde görmedim. Güneş doğmadan önce çöl gözü cilt bezi gibi kahverengileşmiş,
daha sonra, bir yanardağdan dökülen kül yığınları gibi Delta‟nın üstünde toplanan ve koyu
sarının bütün toplarını taşıyan bulutun kıyılarına dokunmadan yavaş yavaş kararmıştı. Kent
sanki bir fırtınaya karşı bütün kepenklerini kapıyordu. Ani rüzgar esintileri, incea hırçın bir
yağmur, bunlar göğün ışığını örten karanlığın ilk habercileridir. Şu anda kepenkleri
kapatılmış odaların karanlığında görülmeyen kum her şeyi kaplamaya başlıyor; çoktandır
dolaplarda kilitli duran giysilerde, kitaplarda, resimlerde, çay kaşıklarında, sanki sihirliymiş
gibi birden ortaya çıkıyor. Kapı kilitlerinde, tırnak altlarında... Sert, hıçkırıklı rüzgar burun
deliklerinin, boğazların zarlarını kurutuyor, gözleri iltihaplanmış gibi acıtıyor. Suyu kurumuş
bulutlar sokaklarda kehanet gibi dolaşıyorlar; kum eski bir peruğun buklelerinin arasına
dolan pudra gibi denize doluyor. Mürekkebi kurumuş dolmakalemler, kuru dudaklar –Venedik
panjurlarının tirizleri boyunca ince beyaz kar gibi yığıntılar. Kanaldaki hayalet filikalar
başları sarılı gulyabanilerle dolu. Arada bir tam üstten inen çatırtılı bir rüzgar bütün kenti fır
fır döndürüyor, insan sankiu büyük bir girdabın anaforuna yakalanan her şeyin –ağaçların,
minarelerin, anıtların, insanların- sonunda, geldikleri yere, çöle yeniden yavaşça
döküleceklerini, dalgaların yonttuğu, bir yapıcısı olmayan kum tepecikleri kökenine geri
döneceklerini sanıyor.”(161) Bu kent, yitik Batılı için aynı zamanda bir teselli kapısı, artık
avutamayan Tanrının yerini dolduran bir ruhun, uyuşmayı ve unutmayı da sağlayan bir ruhun
barınağı: “Umutsuz bir kendine-acıma duygusuna kapılmayıp, kent tarafından sahip çıkılmayı
–eğer isteği buysa- önemsiz ya da acıklı anılarının arasında yer almayı arzu ettiğim için,
kendimi olgunlaşmış sayıyordum.” (208) Ve artık geride bir anıdır kent, tükenmiş, yapayalnız
kalmış, dingin yazarın acılı anımsamaları içinde: “Ta oralarda bir yerde, leylak rengi ufuk
çizgisinin ötelerinde Afrika var, yavaş yavaş unutkanlığın erittiği anılar yoluyla insanın
duyguları üstünde ince etkisini sürdüren İskenderiye var; dostların, çok eski olayların anısı.
Zamanın, ağır işleyen gerçekdışılığı onları kıskacına alıyor, çizgilerini bulanıklaştırıyor –öyle
ki bazen bu satırlar gerçek insanların davranışlarını mı anlatıyor diye kuşkuya düşüyorum;
yoksa çevrelerindeki dramı hızlandıran birkaç cansız nesnenin öyküsü mü- yani siyah bir göz
bandının, bir saat anahtarının ve de bir çift sahipsiz evlilik yüzüğünün…”(267)
Bir de Justine‟in neliğine ilişkin yaklaşımlara bakalım: “Bir bakıma onun aradığı şey
yaşam değil, yaşamın amacı olabilecek önemli bir ipucuydu.”(76) “Clea bir keresinde onun
için şöyle demişti (onun yargıları genellikle acımasızdır): „Gerçek bir orospu, bir erkeğin
gerçek sevgilisidir-Justine gibi; onda erkekleri yarabayabilecek güç var. Ama elbette bizim
dostumuz, o görkemli eski zaman yosmalarının yirminci yüzyıldaki sığ bir kopyası… Toplum
Justine‟e kendi rolünü oynama izni vermedi, türlü sıkıntılarının üstüne bir de suçluluk yükünü
ekledi. Çok yazık. Çünkü o tam bir İskenderiyeli.‟ (84) Ona güvenilemez ama ondan
kaçılamaz da: “Ama ne tuhaftır ki, beni tekin olmayan bu devingen kadına çeken şey onun
kişiliğindeki kusurların ta kendisi, ruhundaki bayağılıklardı. Belki de onlarda kendi
kişiliğimdeki güçsüzlükleri buluyordum, belki benim tek şansım onları daha iyi
gizleyebilmemden geliyordu. Bizim için cinsellik, her gün çevremizde tomurcuklanıp dal
budak salan zihinsel bir yakınlıktan perdeye yansıyan imgenin ancak küçük bir parçasını
oluşturuyordu.”(148) “Yani Justine‟in durumu için konuşursak, düşlerinin, korkularının
getirdiği düşünsel hastalıklardan kurtulunca, bir torba gibi içi boşalıverdi. Boş düşler
yaşamında öylesine uzun süre ön planda kalmışlardı ki (…) Onu sürekli devindiren şey
hastalıktı, hastalık ortadan kalkınca yerini tam bir tükenmişlik aldı. Deyim yerindeyse,
yaşamdan isteklerini cinsellikle söndürdü –neredeyse usunu bile. Özgür istencin en son
sınırına giden bu tür insanlar bir yerden yardım istemek, kesin kararlar vermek zorunda
kalırlar. Bir İskenderiyeli olmasaydı (yani bir kuşkucu) bu iş din değiştirme biçimini
alabilirdi (…) Sanırım Nessim, Justine yaşadığı sürece başka hiç kimseyle en küçük bir
insansal ilişkiye asla dayanamayacağı kanısındaydı.”(284)
Romanın 18.yüzyıl Avrupa romanının söylem biçimini yansıladığını (dönüştürerek)
belirtmiştim bir yerde. İçerik ve duygusal ton olarak da bunun böyle olduğunu, Dörtlü‟nün
gerçekte bir aşk (hatta tutku) romanı olduğunu belirtmek yerinde olur. Aşkın nesnesine dönük
göreli bir kuşkuculuk, bir açıdan aşkı tanımlama girişimi diyebileceğimiz (ki bir oyuntudan,
bir yontudan bile söz edebiliriz) metine aykırılık niteliğini verse de, onu aşk söyleminin
kanonuna bağlamada yapısal denemelerle de ilgili olarak güçlük çekiyor olsak da, sonuçta aşk
üzerine bir roman bu. Bir atmosfer, kendini kent, bir kadın, çöl, tutku, güven arayışı, vb.
olarak dışa vursa da, aşktır etrafında dolanılan şey. Yerel ya da evrensel tüm algoritmaları
kapsadığı varsayıldığına göre, aslında bir „Babil söyleni‟ olarak da, köpük köpük bir
sodome‟ye, baştan çıkmışlığa da göndermeleri bulunmaktadır. İzlenen, gözlenen, gösterilen
bir şeydir daha çok da. Kökü kentin bağırsaklarında, İskenderiye‟nin, çölün Bedevi
kıyıcılığında gizli kan soyluluğunda pırıltılar saçan, alev alev yanan şehvetin değerli incisidir
bu belki de. Bir takınak, sapkın bir tutkululuk, kültürü yıkıp aşmış evrensel omurdaki haz
titreşimi olarak dalgalanan…arzu. “İşte o zaman aşk denen şeyin tüm gerçeğini anladım: Aşk
her şeyi alan ya da her şeyi veren bir saltıktır. Acıma, sevecenlik gibi öteki duygular yalnızca
dış çemberde yer alırlar, toplum ve töre yapılarına aittirler. Sert, acımasız Afrodit‟in
kendisiyse bir putatapıcıdır. O, beyinlerimizi, içgüdülerimizi değil, asıl kemiklerimizi
gagalar.” (115) Kuşkusuz arzulu aşk içinde: “Gerçekten, sevdiklerimizi kesmek için
birbirimizi balta gibi kullanıyoruz.”(123) Başka nasıl olabilirdi. Sevmek cinayet girişimi
olacaktır bir yerden sonra. Çünkü budala, aşağılık yaratıklarız: “İki bacak üstünde yürüyen
kendini beğenmişlikten başka bir şey değiliz!” (127) Aşk neydi? Onu şu sürtüşmeden, cinsel
eylemeden, mekanik deviniden ayıran bir şey gerçekten var mıydı?:”Sorum kuşkusuz cinsellik
denen olağanüstü boğuşmayla ilgiliydi, yani Levantenlerin renkli argosunda dendiği gibi, bir
croissant‟ı (ayçöreği) iki de memesi olan yaratık adına bir erkeği umutsuzluğa
sürükleyebilecek içe girme edimiyle ilgiliydi. İçerideki ses gittikçe yükseliyor, cilveleşmeli bir
iniltiye, bir bağırtıya dönüşüyordu –eski tahta tirizli karyolanın gıcırtılarına, hemen
parlamaya hazır bir insan sesi ekleniyordu. Sanırım üyesi olduğumuz sıradan insanlar
dolayısıyla Justine‟le ben işte bu edimin tıpkısını paylaşıyorduk. Fark bunun neresindeydi?
Duygularımız bizi, şu basit, şu boş, şu hayvanca edimin gerçeğinden ne kadar
uzaklaştırabiliyordu? O alçak akıl –yüreğin bitmez tükenmez catalogue raisonne‟siyle
birlikte- ne oranda sorumluydu? Yanıtı olmayan bir soruyu yanıtlamak istiyordum; ama kesin
bir şey öğrenebileceğimden öylesine umutusuzdum ki, aşka değil, bilimsel bir şey olan paraya
dayanan, ama henüz bu düşünceden zarar görmemiş aşk ediminin ansızın karşısına çıkarsam,
belki de kendi duygu ve arzularımın gerçeğinin de karşısına çıkmış olurum diye
düşünüyordum. Kendimi bu sorudan kurtarmanın sabırsızlığıyla perdeyi kaldırıp, parafin
lambasının titrek, kısık, cizirdayan aleviyle kesik kesik aydınlanmış küçük hücreye yavaşça
süzüldüm.”(203) “Onu severken bile aynı zamanda ölmekten başka hiçbir şey istemediğimi
sanmaktan kendini alamıyordu! İşte dayanılmaz olan buydu.”(216) “[Nessim] Nefretin,
amacına ulaşamamış aşktan başka bir şey olmadığını anlıyordu.”(227) “Aşıklar arasında
asla denklik olmuyor.”(265) “Ġçimden geçeni söyleyeyim mi? AĢkın bu yakasında arayıp
bulabileceğimiz bir dostluk olabilir mi? AĢk sözcüğünü daha çok kullanmak istemiyorum –
o sözcük, o sözcüğün bütün uzlaĢmaları benim için iğrençleĢti. Ama ondan daha derin,
buna karĢın sözcüklerin, düĢüncelerin ötesinde bir dostluk bulunabilir mi? Ġnsanın sadık
kalabileceği birini bulması gerek galiba, bedence sadıklıktan sözetmiyorum (o papazlara
kalsın) ama suçlu ruhumuzla.”(266)
*
Balthazar ve sonraki ciltler de yanılmıyorsam Marquis‟den alıntılarla başlıyor. En
azından Balthazar‟da da iki alıntı var. Balthasar‟ı annesine sunuyor Durrell. Ve belli ki
Justine‟i yazarken geliştirdiği düşünce, romanın tekniğiyle ilgili, anlatıda görelilik kuramını
uygulamaya dönük yöntemi ikinci cilde (Balthazar) başladığında kesinlemişti. Çünkü bu
cildin girişine bir not koymuş yazar: “Üç ölçek uzama karşılık bir ölçek zaman.” Üstelik hangi
cildin kuramın hangi boyutuna denk geldiğini de belirterek. İlk üç cilt uzama yayılmaktadır.
Doğalcı roman geleneğine bağlı kalan üçüncü ciltte (Mountolive), ilk iki ciltin anlatıcısı yer
yer nesne ya da özne konumundadır. Son cilt zamana ilişkindir bu durumda. Bu önemli notta
Durrell, kendisini Proust ve Joyce‟dan ayıran şeyi bir tümceyle şöyle belirtiyor. Onlarda
zaman, Henri Bergson‟un „süre‟sini açımlar, „uzam-zaman‟la ilgili değillerdir. Sonuç gerçek
anlamda bir „bilim-kurgu‟ olsa da, denemeye değer diye bitiriyor notunu.
İkinci cildin sonunda gelişen okurluk kanım, yazarın katkısının İngiliz dilinin yetkin ve
özgün kullanımıyla yakından ilgili olduğuna ilişkindir.
Gerçekte yazın kanonu içerisinde bir Faulkner‟ın yaptığına benzer bir şey, kendi kentini,
yokülkesini yaratmıştır bu dörtlüde Lawrence Durrell. Emperyal devletin temsilcileri yerel
kültürlerle bağlarını derinleştirmiş, kişiselleştirmişlerdir. Bu hem kaynaklardan bir kopuşa,
hem de her şeye rağmen dışarıdalığa uygun bir yapısal çelişkiyi taşıyan göstergeye (imgeye)
dönüşmüş, bu çelişik yapının ruhsal titreşimleri yine de çöküşü, çürümeyi önlememiştir.
Egzotizm, oryantalizm kurtulunamayan bir etiket gibi tüm öykünün dibacesinde kalakalmıştır.
Bundan belki de en çok nefret edenler bu dünyanın göstergelerini taşımak zorunda
kalmışlardır. O zaman daha geceye ve daha diplere umutsuz bir kendini bırakıştan başka bir
gerçek ve bunun karanlık anlatısından başka ne kalır geriye. İmparatorluk tarihini
tamamlamıştır. Uzaklardaki kalıntıları Conrad‟ın (Apocalips Now) asi generali gibi yerel ve
geçici sapmalar, aykırılıklar, sağlıksız dokular olarak bir süre rengarenk tavus kuyrukları gibi
dolanacaklardır usun sınırlarının eşiğinde. Us ölüdür çoktan. Cenaze töreni yapılmaktadır.
Ben Durrell‟in yapıtını bu „batak‟ bağlamı içerisinde okuyorum açıkcası. Durrell
„doymuş‟ insanlarıyla dramatik bir kurgu çatmamıştır gerçi. Bataklık ya da çöl (Sina) içine
çekebilirdi böyle bir yapı ve çatıyı. Bunu ve ötesini kavrayacak zeka ve ustalığın sahibi
kuşkusuz, yazarımız.
Bu yüzden atmosfer, kent, çöldür anlatılan aslında. Daha dürüst bir hesaplaşmayı Paul
Bowles yapmıştır (Çölde Çay).
Ama Durrell‟in yapıtını uzama kilitlemek yanıltabilir yine de. O bir yandan da anlatı
üzerine bir anlatı, yazı üzerine bir yazı, kendi üzerine düşünen ve bu düşünceyi bilinçle
geliştiren bir deneysel çalışmadır. Belki saygıdeğer yanı budur. Çünkü diğerinin örnekleri,
hem iyi örnekleri az değil.
Romanındaki, sonunda kendine kıyan İngiliz yazar Pursewarden kendisidir. Çünkü
kendi tezlerini Pursewarden‟le dile getirir yapıtı boyunca sık sık. Örneğin, “‟Sonunda,‟ diyor
Pursewarden, „her şeyin herkes için doğru olduğu anlaşılacak. Aziz ile Kötü Ruhlu kişi, ikisi
iki ortak.‟ Haklı.
“Gerçeklerden ayrılmamak için elimden geleni yapıyorum.” (11) Yine:
“Şöyle söylüyordu: „Uzayla zamanın evliliği, işte çağımızın en görkemli kavuşma öyküsü
bu. Eski Yunan‟da Eros ile Phsyke‟nin birleşmesi bize nasıl şiirsel geliyorsa, bu da
torunlarımızın torunlarına öyle şiirsel gelecek. Biliyorsun Eros ile Phsyke Yunanlar için bir
olguydu, kavram değil. Çözümsel düşünmenin tam karşıtı örneksemeli düşünme! Ama çağın
asıl şiirselliği, en üretken şiiri, n ile başlayıp n ile biten gizemde!” (154)
İlerde bir yerde de, üst anlatıcının hiç unutmadığı bir şey söylüyor Pursewarden: “Eğer
şeyler hep göründükleri gibi olsalardı, insan imgelemi ne kadar yoksullaşırdı!” (21)
Genel yöntem üzerine bir alıntı daha: “Ama olayların birbiri üstüne çakıştığını, bir
sepetin içindeki ıslak yengeçler gibi birbiri üstüne tırmandığını görmek hoşuma
gidiyor.”(134)
“Birbiri üzerine yığılmış, biri ötekini bozan ya da tamamlayan değişik doğrular.” (199)
Üstanlatıcı bocalamaktadır:
“Şimdi bu yeni gerçeğin her zaman değerli bir hazine olması gerekir –ne yapsam? İlk
gerçeğin [Justine-ZK] sınırlarını genişletsem, yeni kuracağım İskenderiye‟nin temellerini bu
bilginin moloz taşlarıyla doldursam mı? Yoksa ilk düzenlemeyi, roman kişilerini aynı mı
bıraksam- değişen, eskisiyle çelişen yalnızca gerçeğin kendisi mi?”(200)
“‟Biz yaşayanlar için sorun daha başka –bir yürek biçemi oluşturmaya çalışırken
zamanın dizginlerini nasıl kullanmalı- bunun gibi bir şey? Ben yalnızca anlatmaya
çalışıyorum. Güçsüz kişilerin yaptığı gibi zamanı zorlamamak –çünkü bunun sonu kendi
kendini incitme, büyük iç acısıdır- ama dizginleri elimizde tutup ritmini istediğimiz gibi,
işimize geldiği biçimde ayarlamak. Pursewarden, „Tanrım, bize sanatçıların kararlılığını,
ustalığını ver,‟ derdi, benim buna ekleyeceğim tek sözüm, yürekten bir Amin olurdu.” (265)
Peki, yazmasının amacı, Pursewarden‟inki olabilir mi Durrell‟ın: “Çünkü bir keresinde
bir zarfın arkasına „Yazmanın amacı nedir?‟ sorusunun yanıtını yazmıştı:‟İnsan sanatın
ötesine geçebilecek bir kişilik geliştirmek için yazar.” (152) Yani Proust‟un yaptığı gibi mi?
Olayörgülerinin izini sürecek, romanın anlatı da içinde olmak üzere katmanlarını
ayıracak, seçikleştirecek değilim. Bu başlı başına bir iş... Geniş zaman, özel amaç gerektirir.
Ben genel izlenimlerle yetiniyorum.
Metinlerarasılık, yorumsallık yapının kurmaca temelini oluşturuyor. Bir metin dışarıdan
özel bakışın içine sızarak olan biteni başka bir açıda ve anlamda yeniden biçimlendiriyor ya
da bunu sağlıyor. İşte Balthazar bunu açıkca söyleyerek, üst anlatıcıya (yazarın bir altındaki)
birlikte yaşantılanmış zamana ilişkin bir metin gönderiyor. Üst anlatıcı kendisini farklı
yorumlanmış olaylar içerisinde aslında saltık bir özne değil, bazen öyle olsa bile, çoğu kez de
öznelerarası bir ağın nesnesi gibi görüp yazıya geçiriyor. Bu durumda roman kendi anlatısına
(anlatışına) bakıyor. Hareket eden kim, gözlemlenen tren mi, gözlemci mi? Birbirlerine göre
nasıl dönüşürler?
Böyle bir görel çoğaltmalar, yansımalar dünyasında sesin de tartımı anlatının
koyaklarında, görünür ışıkaltı bölgelerinde, yakınlaşıp uzaklaştıkça değişip dönüşür, ses de
kulağın yerine göre değişik renk ve anlamlar üstlenir. Bu anlatıyı süreklilik duygusuyla koşut
gelişen bir sesakışına, yer yer tekdüze bir fısıltıya, arabesk bir Ümmü Gülsüm şarkısına
dönüştürür. İngilizcenin ses düzeninin bunun üstesinden geldiğini sanıyorum. Ama ben
Arapça gırtlağına daha komşu bir dilden, ama yapıya içkin müzikalite duyarlığı taşıyan bir
çeviri Türkçesinden okudum romanı. Bir şey yanıltıyorsa beni, bunun ne olduğunu kestirmem
olanaksız. Ama sonuç, önümdeki bu Lawrence Durrell‟i temsil eden metin, bir müzikal yapı
olarak da varoluyor bir yandan.
Justine bölümünün kişileri üzerine Balthazar‟da ışık ayrı açılardan düşmekte, bu onların
tanıdığımızı sandığımız ama şimdi şaşkınlıkla hiç de tanımadığımızı anladığımız yeni ya da
farklı diyelim gerçekliklerini ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçeğin önceki gerçekten daha
önemli, daha sahih, daha gerçek olduğunu söyleyememek: İşte bu noktaya getirmek, kanırta
kanırta bunu itiraf etmemizi sağlamaktı yazarın yapmak isteği. Peki, bu ne denli yeni? Bu
soruyu sormak zorundayız.
Justine portresine bakalım bir: “Gençlik işte. Ama gene de o sefil yaratığın içinde
kötülük yoktu. O yalnızca Doğu‟ya özgü hoşa gitme isteğinin kurbanıydı, kendi yaşamında
biriktirdiği ve sözün kısası, henüz kendisi için anlamı olmayan hazineden bu altın saçlı
dostunu yararlandırmak istiyordu. Her şeyini verdi, çünkü hiçbir şeyin değerini bilmiyordu,
ruhça gerçek bir parvenue‟ydü (sonradan görme). (Nereden gelirse gelsin) her sevgiyi
kanıtlayabiliyordu, ama yalnızca dostluğun çok kullanılan kalıplaşmış sözleriyle yapıyordu bu
işi. Gövdesinin kendisi için hiçbir anlamı yoktu. Böylesine bir veriş gerçekten çok
etkileyicidir, çünkü bir Arap insanı kadar sadedir, erken olgunluktan uzaktır, köylüler
arasındaki içki içme alışkanlığı kadar inceliksizdir. Avrupalıların parçalanmış ruhunda aşk
kavramı doğmadan çok önce doğmuştu o –aşk bilgisi (ya da yalanı) canlı varlıklar
merdiveninde insanı, ancak doygunlukla öldürebilen, ama asla doymayan açlıkların tutsağı,
en kolay incinen yaratık yapacaktı; yapmacık bir yazını beslememiş olsaydı- asıl yürürlük
alanı olan –dinin konusu olurdu. Böyle şeyleri insan nasıl bilebilir?” (60) Yine Justine:
“Bütün kadınlar gibi Justine de kendisine yüzde yüz inan duyduğu birinden nefret ederdi;
sana belki tuhaf gelecek ama, onun eksiksiz hayranlık duyduğu biri hiç olmamıştı. Sonunda
hiç değilse aldatarak cezalandıramayacağı birine çatmıştı –bağışlanamaz, ama sevindirici bir
yenilik. Kadınlar derinlikli oldukları oranda ahmaktırlar.”(131)
Hiç kuşku yok, bir aşk romanı İskenderiye Dörtlüsü. Ama bütün anlatılar gerçekte aşk
romanıdır, aşkın içine ne koyduğunuza, doldurduğunuza büyük ölçüde bağlı kalsa da bu.
Durrell‟da aşkı büyüleyici kılan şey, bu duygudan artık güvenle söz edememek, „emin‟
olamamaktır. Bütün roman budur aşağı yukarı. Bence has romanların da kaynağında, kökünde
böyle bir ikileşme yatar. “Benim ona olan „aşkım‟, Melissa‟nın bana olan „aşkı‟, Nessim‟in
ona olan „aşkı‟, onun Pursewarden‟a olan „aşkı‟- aşk sözcüğünü nitelemek için pek çok sıfat
olması gerekir çünkü aynı nitelikte iki aşk bulamazsınız; ama hepsinde anlatılması güç ortak
bir nitelik var, ihanetin ortak bilinmezi. Ay gibi hepimizin birer yanı karanlık – bizi en çok
sevmiş, bizi en çok gereksinmiş kişiye „aşksızlığın‟ yalancı yüzünü dönebiliriz: Justine nasıl
benim aşkımı kullandıysa Nessim de Melissa‟nınkini kullandı… „Bir sepet yengeç gibi‟ biri
ötekinin sırtına tırmanarak.” (140)
“Sevdiğim,
“-Ne düşünüyorsun? Diye sordu.
“Ne düşünüyordum? Proclus‟ta rastladığım bir bölümü. Orpheus‟un gümüş bir soya –
yani „gümüş bir yaşam sürmüş olanlara- hükümdarlık ettiğini söylüyordu; Balthazar‟ın
şöminesinin üstünde, galiba Pitagoras‟ın beş köşeli yıldız biçimindeki tılsımının altında, pipo
temizleyicileriyle kötülüğü hiç görmemiş, hiç duymamış, hiç konuşmamış olan tahta oyma
Kızılderili maymunlarının arasındaydı. Ne mi düşünüyordum? Yumuşak torbanın içindeki
dölütü, buğdayların arasına çömelmiş çekirgeyi, insanın kafasında yankılanan bir Arap
atasözünü: „İnsanoğlunun belleği mutsuzlukla aynı yaştadır.” Kapısı açılan kafesten yere bal
gibi yumuşacık yayılan, kaçmayı hiç düşünmeyen bıldırcınları. Koku Pazarında Acem leylağı
kokusunu.” (244)
“Pursewarden‟ın kitabında şöyle bir bölüm: „Birbirlerine baktılar, birbirlerinden
ayrılmalarını önleyebilecek kadar ne gençliklerinin, ne de güçlerinin kaldığını anladılar.‟”
(245)
“‟İlkin‟ diye yazıyor Pursewarden, „kişiliğimizdeki boşluğu aşkla doldurmaya çabalarız,
kısa bir süre bütünlendiğimizi sanır, seviniriz. Ama bu, yanılgıdan başka bir şey değildir.
Çünkü bizi dünyayın bütününe bağlayacağını sandığımız bu şaşılası yaratık, sonunda bizi
ondan büsbütün koparmayı başarır. Aşk önce birleştirir, sonra ayırır. Başka nasıl
büyürdük?” (256)
Çok az ipucu verse İngiliz kibiri yerli halka tepeden bakmaktadır: “.. kadınların
kendilerinin, kötüye kullanılmaya teşne oldukları bir kentte.” (142)
Balthazar‟ın dilinden, kendine kışmış, yatağında ölü Pursewarden‟le Justin‟in
karşılaşma sahnesi denli etkileyici bir görüntü azdır. Justin halının üzerine işer. Ölüyü
tokatlar: „Uyan, Pursewarden!‟.
*
Durrell, Kara Kitap‟la başlayan Ġskenderiye Dörtlüsü‟yla süren, Avignone BeĢlisi‟yle
bittiğini düşündüğü bir onludan söz ediyor söyleşilerinden birinde. Gerçekte aradaki kitaplar
bir yana ben de ilk kitabı Dörtlüye bağlayan kanbağını azçok sezmiştim. Bir odak figür
çevresinde uğuldayan yaşam tanıklığı uzamı ve zamanı yeniden örgütlüyor, bir gizli, ama o
denli benmerkezci, hatta kibirli denebilir kişisel öykü, tarihsel, toplumsal, siyasal bir öyküyle
eşleştiriliyor. Bu yazarın birebir öyküsüdür aynı zamanda. Yalnızca budur hem de. Dizginleri
elinden kaçırmış, dişleri dökülmüş imparatorluğun bilgi, casusluk servislerindeki çifte kişilikli
görevlilerin çırpınışları, yürüyen yaşamı kavramada ve biçimlendirmede geride kalışları ve
kof gururlarının paçalarından süzülüp akışı, yazar bunu göstermeyi amaçlamasa da ister
istemez ortaya çıkıyor. Ben bu romanı ve genel olarak Durrell‟i gecikmiş bir „ağıtçı‟ gibi
gördüm (şimdilik). O öncülerinin de biraz gerisine düşüyor, ısrarla geçmişin ipliği pazara
çıkmış değerlerine tutunuyor, Ortadoğu satranç tahtası gibi görmekle kalmıyor, insanlarını
(Arap), kadınlarını tipik WASP süzüşüyle aşağılıyor, ama bu bataklıktan, bu çölden ve
İskenderiye‟den başka yerde de nefes alamayacağını biliyor. Yargılı neredeyse Doğuya…
Oryantalizm bu bakıştan geriye kalan en boktan, pis kokan tortu, şey…
İskenderiye‟yi, Mısır‟ı görmek:
“Düşman bir ülkede, insan aklının küçük bir yanılgısı yüzünden kocaman bir toplama
kampından farkı kalmamış bir ülkede, küçük bir Hristiyan azınlığıydılar.” (Mountolive, 81)
“‟Bütün bu iç baskılara biz, doğrudan doğruya körüklediğimiz bağnaz dindarlığa
dayanan bir ulusalcılığın ağırlığını da bir güzel ekliyoruz. Doğrusu ben diyecek söz
bulamıyorum, ama bu dinin fizikötesiyle değil, yalnız ve yalnız etikle uğraşan bir savaş dini
olduğunu unutmayın. Arap Birliği falan… Kardeşim, kendi sorunlarımıza yenilerini ekleyecek
bu saçma sapan icatları nereden çıkarıyorsunuz (…) Siyasetimize yeni bir yön vermemiz,
burada sahne gerisinde bir Yahudi gücü oluşturmamız gerektiğine inanıyorum. Hem de vakit
yitirmeden.‟” (Mountolive, 120)
“Doğulu kadının Avrupa‟daki anlamında kösnü düşkünü olmadığını bilinçaltıyla
biliyordu; onun hamurunda yalancı duygululuk yoktur. Kendisi ne kadar kabul etmese de,
onun gerçek tutkusu güç, siyasbet ve mülktür. Cinsellik hep düşüncesinde tıkırdar durur, ama
cinselliğin devinimlerini paranın kinetik hoyratlığı kızıştırır. Bu ortak davranış alanında
Justine ilk kez kendi olmayı başarmış, bir çiçeğin ışığa tepkisi kadar doğal bir tepki
göstermişti. İşte tam o sırada, sakin sakin, serinkanlılıkla konuşup dururlarken, başları iki
çiçek gibi birbirlerine doğru eğilmiş ve sonunda Justine şu görkemli sözleri söyleyebilmişti:
„Benim yalnızca bana inanan insanlar için yaşadığımı nereden bildin?‟.” (Mountolive, 235)
Arkada bir büyük duygu var, tüm anlatının arkasında. Ortadoğu‟nun kaderi Türklerden
koparıldı, ama Araplara bırakılabilir miydi? İskenderiye bir Arap kenti olabilir miydi? Bu
seçkin, inceltilmiş soylu ekinin Avrupalı temsilcileri karşısında Memlik Paşa, Leyla, Navruz
rüşvetle, baskıyla kullanılacak bir araç denli değer taşıyabilirlerdi. Avrupalıların çoğu
yakışıklı, güçlü, akıllı kişilerdir, ama artık Yahudileri de, Ortadoğu sahnesinde ortaya çıkıp
İngiltere‟nin durumunu da, özellikle başlangıçta güçleştiren ve silahlı ayaklanma hazırlığı
içindeki şu Yahudileri de Batının yanında görmenin zamanıydı. İngiltere karar veremiyordu.
1940 sonları, 50‟li yıllar… Manda yönetimlerini ve rüşvetle istediği gibi yönettiği Arap
yönetimleri mi, yoksa Batı ekininin parçası Yahudiler mi? Rum ekini ve siyasetleri konusunda
da bu ikircimi yaşamaktadırlar bir yandan (Acı Limonlar).
İşte yazarlığı denli Durrell‟i önemli bir tarihsel figür yapan şey de bu. Casus
Lawrence‟in görevini kaldığı yerden sürdüren aydın, yazar, Dışişlerinde istihbaratçı Lawrence
Durrell. Tüm 20. yüzyılı kesen aydın, sanatçı ve gizli servis görevlisi olarak tanıklık Durrell‟i
ve kuşkusuz yazısını da özel kılıyor. Bu tanıklığı önemli bulduğumu belirtmeliyim. Hem de
değerlendirmeleri merkezin gerçeğe uzak düşmüş köhne yargılarından daha gerçekci ve
inandırıcıdır. O zamanın eğilimini, Ortadoğu‟nun gelişme dinamiklerini çok doğru görmüş,
sonradan onu haklı da çıkaran kestirimler yapabilmiştir. Yugoslavya‟dan, Kıbrıs‟a, oradan
Ortadoğu ve Filistin sorununa… Yanlılığı ikincildir, önemli de değildir. Siyasal, hariciyeci
kimliği onu Avrupa‟daki „yitik yazarlar kuşağı‟ üyesi olmaktan korumuş olmalı. Zengin
tanıklığı zengin bir dil biçemi olarak gerçekleşmiş, çok özel bir kesişimin ayrıtından bu koca
yapıt filiz sürmüş, çiçeklenmiş… Dil, egemenliğini yitiren bir imparatorluğun çakımlı,
gitgelli, umutsuz, zevke gömülmüş dilidir. Tanrı ölmüş, dil bağlarından kurtulmuş, ten teni
acıtarak, çizerek izini bırakmaya yeltenmiştir. Ama acıtanla canı yakılan farklı ekinlerin
niteliklerini taşımaktan ötürü çekici, büyüleyici bir dansın içindedirler. İskenderiye bir
sırçaköşktür. Kozmopolitizm bu huzursuz, gerekçesiz kalmış, güçlerini hala koruduklarını
inatla kanıtlama çabası içerisindeki seçkin Avrupalılara sığınak olmuştur. Kuşkusuz bir yere
değin geçerlidir bu anlatı. Beyaz Efendi‟nin kendisinden vazgeçişinin bir sınırı vardır. Üstelik
alttan alta gerçek yürümesini sürdürür. İsrail Devleti kurulacaktır. Memlik Paşaların ömrü
uzun olamayacak, Arap Birliği kurulamayacaktır.
Bütün bunlar yapıt için açıklayıcı mı? Bir yere değin, evet.
Bir aşk öyküsü olduğunu, oldukça gizemli bir aşk öyküsü olduğunu yinelememe izin
verin. Mountolive, dörtlünün beni belki de en çok heyecanlandıran bölümü oldu. Acaba
diyorum bunda, anlatıcı-metin ilişkisinde geleneksel çerçeveye özenle ve özellikle bağlı
kalınmış olmanın rolü olabilir mi? Kendi zevkimden kuşku duymam için iyi bir deneyim
aslında Durrell okumak. Çünkü o, yazısının birçok dolayıma bağlı olduğunu, bir geçiş yazısı
olduğunu biliyor, belirtiyor. Büyükelçi Mountolive ile Leyla Hosnani‟nin bu tuhaf aşkının
dünya yazınında belki bir eşi daha yoktur. Ama yalnızca bu aşkın mı, Mountolive‟de öyle
sahneler, öyle konuşmalar (diyalog) var ki, bir yazı ustasıyla karşı karşıya olduğumuzu
anlıyoruz.
Mountolive‟le birlikte üstanlatıcı, anlatıcı, yazı ilişkileri daha önceki ciltlerden farklı
düzenleniyor. Burada önceki anlatıcı roman kahramanı yazar (David), üzerinde konuşulan,
yorum yapılan, ikincil bir roman kişisi. Yazar, değişik anlatıcı katmanlarındaki anlatıcılarla
yer yer buluşuyor, örtüşüyor, ayrışıyor. Onun Pursewarden‟a (kendine kıyan bir başka yazır
roman kişisi), David‟e, kimi kez Balthazar‟a yakınlaştığı açık. Ama Durrel‟ın yapmak istediği
„genel görelilik‟ kuramının yazınsal karşılığını oluşturmak.
Bu durumda uzamın zamanla ilişkisinin gözlemci noktasına göre değişkenliği, Lawrence
Durrel‟i anlatıcı (yeri, kişisi, uzaklığı, vb.) konusunda odaktan kuşku duyurtacak denli
zorluyor bizi. Bu teknik onun anlatısına inanılmaz bir devingenlik, canlılık, renk katıyor. Öte
yandan olay örgüsünün ilineksel ve ussal akışı zorlaması, terslemesi, akış yukarı, akış aşağı ya
da enine yayılması, toplanması, zamanın anlatıcının durduğu nokta ve açısına (ufuk) göre
kurgulanması, algının çokparçalılığı ve nesnellik izlenimi arkasında yanıltıcı izlenimlere
yatkınlığı, yargılarımızın, köklü yaşantılarımızın, belleğimizde birikmiş anılarımızın
güvensizliği, vb. birçok ve karışık görünen, ama bence daha çok yoğun emeğe ve yapılmak
istenen şeyin doğrudan bilincine borçlu uygulamalar (yazma tekniği) bir oyuna değil, böyle
düşünmek istemem, tümlüğü ve tamlığı konusunda yanılmazlığına ta başından beri inanmış
ama yanıldığını gören, parçalanan, dağılan bir emperyal bilincin „saltık‟ olanı yitirmesinden
kaynaklanan bir „son görev‟e, bir „ayin‟e çıkarıyor dönüp dönüp bizleri…
Buna yazının Rokoko biçemi desem, Barokla iç içe bir Rokoko uygulaması ya da
Gaudi‟nin mimarlıkta karşılığı bir tür Yeni-modernist bir teknikten söz etsem yanılmış olur
muyum acaba? 20. Yüzyıl başlarında İstanbul, İzmir, İskenderiye vb. Osmanlı kentlerinde
etkin mimari biçemin Durrel gibilerini nasıl biçimlendirdiğini kestirmek zor. Ama anlatılan
kent, İskenderiye, onun coğrafyası, kokusu, karanlığı, denizi belki de romanın çıkış noktası.
Kuşkusuz bir yerde büyülü bir çekicilik olarak görünen şey öbür sayfalarda bir siyasal
izlenceye adanmışlığa bağlanabilir. Orada gizlenmiş olan burada açığa çıkarılabilir. Nessim,
Justin her ciltte başka kişilerdir. Değişmeyen, ki bunu izlemek, yakalamak önemli olabilir,
yazarın (Lawrence Durrel‟in) en çok örtüştüğü kişi, Pursewarden‟dır. O büyük anlatının esini,
kaynağı gibi durur. Birçok kişi açıktan ya da gizli onun çevresinde örgülenir. Ama özkıyımı
görev anlayışı ve sorumluluk duygusuyula ilintilendirilir hemence. Biz daha soylu, felsefi
seçimlerde takılı kalmışken… Öyle sanıyorum bu roman karakterlerinin gerçekliğini
kurtarırken, bize „kendine gel!‟ türünden bir çağrıdır. Önemlidir.
Mountolive‟in Tanrı-yazarı klasik sağlamlığa ne denli egemen olduğunu kanıtlar bize.
Yapı kusursuz, kurgu doğrudur. Ölçülere uyulmuştur. Ama biz artık biliyoruz ki, hala
bildiğimiz, gördüğümüz şeye güvenemeyiz, hala yanılıyor olabiliriz. Kipti Nessim, kardeşi
Naruz‟un davasına ihanet etmiştir. İsrail projesine, Hristiyan olmasına rağmen bağlanmıştır.
Justine‟in David, Pursewarden aşkları Nessim‟in bu ikisinden bilgi sızdırma operasyonunun
bir uygulamasıdır. Justine İsrail davasının bir militanıdır ve bu ikna etmiştir Nessim‟le
evlenmeye böyle bir kadını.
Bu büyük sevgi anlatısından iki alıntı yapacağım, aşka ilişkin. Bir kanı bu, yanılgı payı
da taşıyan… Çünkü Nessim‟le Justine‟in arkasında duran aşk bir araç olarak kullanılabilmiş,
belki de elimizde bir tek gerçek kalakalmışızdır: yaşam tanıma gelmez, indirgenemez bir şey.
İşte:
“Söyleyecek yeni şeyler bulma sıkıntısına düşmeden bir düzineden çok mektup
yazamazsınız. İnsan deneyimlerinin en zengini olan şey, aynı zamanda anlatım olanakları
bakımından en sınırlısıdır. Sözcükler her şeyi öldürdükleri gibi aşkı da öldürürler.”
(Mountolive, 53)
Ve:
“Ġnsan aĢıksa, aĢkın ne kadar utanmasız bir dilenci olduğunu bilir; aĢkın olmadığı
yerde insan acıma duygusunun tepkileriyle, düĢlediği mutluluğun kalpıyla avunabilir.”
(Mountolive, 357)
Durrell bir estetik kuramı geliştiriyor olabilir mi? Genellikle Pursewarden‟ın (gölge
yazar, Durrell‟i karşılıyor sıkça) ağzından, evet. Bu roman uygulaması (Dörtlü) bir tez ve
Pursewarden‟da roman kahramanı yazar olarak bu tezi kendi poetikasının temel dayanağı
olarak ileri sürüyor. (Bkz. Justine, Balthazar) Mountolive‟den bir alıntı çok ilginç bir savı da
atıyor ortalığa. Sanatçı için sanat diye bir şey yoktur. Eğer Durrell‟in öne sürdüğü gibi, sanat
bir „adını koyma, ad verme‟ işi ise:
“Bence sanatçı için –toplum için de öyle ya- sanat diye bir Ģey yoktur; sanat yalnızca
eleĢtiriciler, önkafada yaĢayanlar için vardır. Sanatçı olsun, toplum olsun bir sismograf
gibi hiçbir mantıklı açıklaması olmayan elektromanyetik bir yüklemeyi kaydederler. Ġnsan
doğru ya da yanlıĢ, baĢarılı ya da baĢarısız, bu tür bir iletinin rastgele sürdüğünü bilir.
Ama onları öğelerine ayırmak, burunüstü yere çakmak –insanı hiçbir yere götürmez.
(Sanata teslim olamayanlara özgü bir yaklaĢım bu, sanıyorum.) Mantığa aykırı gibi mi?
Neyse.” (Mountolive, 133)
Aşağıda eşsiz diyalogda bir retorik, yapaylık duygusundan sözetmek acımasızlık olur.
Bu konuşma insanın içini yakıyor. Melissa yalnızlığa karşı kendini savunmuyor, çünkü o
yalnızlıktan ibaret:
“Yeniden dans ederlerken, ama sarhoş bir alaycılıkla, şöyle dedi: „Melissa, comment
vous defendez-vous countre la solitude?‟ (Melissa, yalnızlığa karşı kendinizi nasıl
savunuyorsunuz?) Onun verdiği yanıt, tuhaf bir nedenle, yüreğine bıçak gibi saplandı.
Melissa, ona, deneyimsizliğinin bütün yalansızlığıyla bakarak sakince cevap verdi:
„Monsieur, je suis devenue la solitude meme‟ (Bayım, yalnızlığın kendisi oldum ben).”
(Mountolive, 195)
Kişiler roman boyunca aslında dönüşmezler. Bu anlamda bir „gelişim romanı‟ değil
Dörtlü. Bu izlenimi bize veren şey farkındalığın, algının, bakış açısının değişmesi, değişik ışık
altında gerçeğin ve kişilerin farklı görünmesi. 1. Ve 2. Kitabın Justine‟i 3. Kitapta,
Mountolive‟de nasıl da değişir. İlk kitapta Justine İskenderiye‟yi terk eder, İsrail‟de yeni
yerleşme bölgelerinden birine gider. Bambaşka biri olur çıkar. Biz bir aşktan çıkmış çekici,
olağanüstü kadın öyküsüyle burulur, kalırız. Mountolive‟de Justine‟i yeni İsrail Devleti
düşüne kendini adayan tam bir Jean D‟Arc gibi bulur, görürüz. Öykü de zaten artık aşk
öyküsünden çok inanç ve adanma öyküsüdür:
“Justine‟in içinde zenginliğin ve entrikanın güc, tutkunun elçileri harekete geçmişti.
Yüzünde, ancak kendilerini dine adamışılarda görünebilecek bir arılığın parıltısı vardı!
„Senden talimat almaya geldim, yeni bilgiler almaya geldim,‟ dedi.” (Mountolive, 237)
“Bir yandan da kendi kendine hep şöyle düşünüyordu: „Bütün bunlar bitince, yitik
çoçuğunu bulduğum zaman –o zaman birbirimize öylesine yakın olacağız ki, artık beni
bırakması diye bir sorun kalmayacak.‟ Kucaklaşmalarındaki coşku suç ortaklığından
geliyordu, etin ya da ruhun gelişigüzel kışkırtamalırdan çok daha derin, çok daha acımasız
olan bir şeyden. Nessim, ona göstermelik bir evlilik, ama aynı zamanda ikisini de ölüme
sürükleyebilecek bir amacın biçimlendirdiği bir evlilik önererek kazanmıştı onu! Justine için
cinselliğin bütün anlamı bu olabilirdi şimdi! Ölümlerini beklemek nasıl da büyük bir heyecan,
cinsel bir heyecan veriyordu!.” (Mountolive, 240)
Tanrı-yazar anlatısı suların durulduğu ve öykünün saydamlaştığına ilişkin bir
yanılsamaya yol açıyor olsa gerek bu ciltte (3.ciltte). Yoksa Durrell‟ın doludizgin sözcük seli
kolay „zaptürapt‟ altına, geme alınır gibi değildir.
Geri çekilme, gururla çöküş döneminde imparatorluk da Mısır‟da sanırım Mountolive
gibi, İngiliz büyükelçiliği gibi görünürdü. Yazar bu fotoğrafı kusursuz çekiyor.
*
Clea, bu dördüncü cilt ikinci savaş yıllarında İskenderiye‟den geriye kalanlara umutla,
özlemle bir dönüş, bir tanıklık, umutsuz sayılabilecek bir çözülmeyi de taşıyor bağrında.
Mountolive‟in Leyla‟ya ilişkin yıkımının benzerini, ben anlatıcısı yazarımız Darley, Justine‟le
yaşıyor. Anlatı, insanlar bunu kabullenmekte zorlansalar da kapanmıştır çoktan. Yaşam,
örtünmüş, kendini çekmeceye bohçalayıp kaldırmıştır. Geriye kalan şey, anımsanan ve
özlenen şey değildir.
Ama yine de bir şeyler sürmektedir. Savaş yankılanmakta (bütün roman için zok belirsiz
ve uzakta duran bir savaştır bu. Dünyayı kasıp kavurmasına karşın), karartmalar,
bombardımanlar olmakta, insanlar olağandışı koşulların bambaşka insanlarına dönüşmüş
bulunmaktadır. Balthazar ve Clea‟yı belki birazıcık ayırabilir. Çünkü önceki İskenderiye‟den,
oradaki öyküden az çok süren iki çizgi bu ikisi denebilir. Özellikle Clea.
Clea‟nın, bu ressamın Darley‟e sokuluşu aslında biraz yadırgansa da bunu savaş
koşullarında güvence aranışına bağlamak olanaksız değil. Clea dört cilt boyunca diğerleri gibi
bir dava parçası olmak yerine, bilgece bir uzaklığı korudu (her şeye rağmen).
Bu dördüncü ciltle, Clea ile birlikte Durrell, okuruna bir kez daha yanılabileceğini,
yanlış kanılarla bir öyküyü eksik, kusurlu okuduğunu söylüyor. Yine Durrell‟in bize
sunduklarıyla oluşturduğumuz yapı, ayrı bir zamansal bağlamda yeniden eklemleniyor, belki
bir yapısöküm değil de, yeniden tasarımla, öykü kendi içinde, benzer kişilere, uzamlara, aynı
zamansallığa karşın dönüşüme (metamorphoses) uğruyor.
“-Çünkü tam sözcüklerle bir yüzünü mumyaladığım sırada yeni bilgiler işin içine
karışıyor, ilişkiler çerçevesi kırılıyor, her şey darmadağın oluyor, ancak hiç umulmadık,
önceden kestirilemeyecek biçimlerde yeniden bir araya geliyorlardı…” (Clea,10)
“Ölen Pursewarden gibi ben de çok yakında bütün yüreğimle şunu söyleyebilmeyi
umuyordum: „Kendi kendine, gerçek yaşam hangi noktada başlar? Sorusunu hiç sormamış
olan insanlar için yazmıyorum ben.” (13)
Kuşkusuz Durrell yaklaşımında bir başvuru, bir açıklama noktası korunuyor. Buna belki
görelilik kuramında „referans‟ denmektedir. Bu belleğin, ortak belleğin taşıdığı yaşanmışlık
deneyiminin paylaşılmasına ilişkin beklenti, niyet ya da iradeyle ilgili olabilir. Çünkü bitiş,
kapanış duygusunu çokça veriyor bu son cilt, okura. Böyle bir imgenin varlığını sezdirdiği
yerde, başlangıçlara, kurmaca yapılara azçok yer vardır.
Ama sahneye düşen ışıkta nesneler, insanlar, duygular, ilişkiler, öyküler bambaşka
görünmektedirler. Pursewarden‟ın özkıyımı beklenmedik bir nedene kavuşmuş, önceki
gerekçelerini (anlatısal gerekçeler bunlar) silmiş, atıvermiştir bir kenara. Ensest‟tir bu neden.
Hem aslında özenli, titiz okur için çok da yeni bir şey değildir Pursewarden‟la kızkardeşi Liza
arasındaki tensel aşk, daha önce ipucu verilmişti.
Clea, yaşadığı çöküntülerle; Nessim yitirdiği varlığı ve davasıyla, Justine (o muhteşem
ve gizemli Yahudi kadın) pırıltısızlığıyla, İskenderiye‟nin de hem bir yandan o eski kent
olduğunu, ama öte yandan artık asla olamayacağını yeterince kanıtlamaktadır.
Evrensel göreliliğin içerisinde rastlansallığın bir yürek atışı olarak yaşam belirtisi gibi
algılanmaması beklenmemeli. Clea‟nın başına gelen deniz kazası, onun öyküsünün,
çöküntüsünün yaşattığı açmazı İskender düğümü gibi çözüvermiş, biraz roman da derlenip
toparlanma aşamasına getirilebilmiştir. Çünkü göreli bir yaşam açıklamasının bir sınıra
gereksinimi var, okurun sabrını zorlamamak böylesi durumlarda iyi olabilir.
İnsanlar, diğerlerine bunun için kulak verirler. Yoksa gündelik yaşamımızda çokça tanık
olduğumuz gibi herkes herkesi dinliyor görünür, ama kimse kimseyi dinlemez gerçekte.
Durrell‟in de, bu İngilizce anlatma ustasının da buralara gelinceye değin, bunu çoktan
öğrendiğinden kuşku duyamayız.
Dörtlü sonuçta bir sevgi romanı, anlatısı… Sevginin özneleri, nesneleri çok değişse de,
bunlardan daha önemli olan şey sevmenin imgelem gücüyle olan ilişkisi. Bunu Durrell,
kanıtlıyor bence: “Benim kendi Justine‟imin bir gözbağıcının uydurması olduğunu, yanlış
yorumlanmış sözlerin, davranışların, hareketlerin hatalı iskeleti üzerine kurulduğunu şimdi
anlıyordum. Gerçekten de suç onda değildi; asıl suç kendine bir imge türetip onunla beslenen
benim aşkımdaydı. Dürüst olmama diye bir sorun yoktu, çünkü imge kendisini türeten aşkın
gereklerinin rengini taşıyordu. Tıpkı doktorlar gibi, gafillere kolayca yutturmak için tadı kötü
bir ilacın üzerini şekerle kaplayan aşıklar! Hayır, başka türlü olamazdı, bunu iyice anladım.
“Bir o kadar düşündürücü başka bir şey: Gerek sevenin, gerekse sevilenin, gerek
gözleyenin birbirlerinin çevresine manyetik bir alan yaydıklarını da anladım (Pursewarden‟ın
dediği gibi, „Algı sarılışma biçiminde bir şeydir‟ –sarılışma sırasında içeri girer zehir). Daha
sonra onlar kendi aşklarının özelliklerini gösterirler, bilinmeyenle çevrili sınırları çok geniş
(„ışık kırılması‟) olan bu dar alandan bakarak yargılarlar onları, nitelikleri bakımından
sürekli, işleyişi bakımından evrensel bir şeyin genelleştirilmiş kavramına dayandırmaya
başlarlar. Hem sanat, hem de yaşam için ne değerli bir dersti bu! Bütün yazdıklarımda,
yalnızca Justine‟i görmek olgusuna dayanarak istemsiz olarak yarattığım imgenin gücünü
kanıtlamaktan başka bir şey yapmıyordum. Yanlışlık, doğruluk diye bir şey yoktu. Su perisi
mi? Tanrıça mı? Vampir mi? Evet, bunların hepsiydi, hiçbiri değildi. Bütün kadınlar gibi o
da, bir erkek („Erkek‟i tanımlayalım: Kendi varlığına karşı sürekli olarak fesat çeviren bir
ozan) zihninin düşlemek isteyeceği her şeydi. Sonsuza dek vardı, hiçbir zaman var olmamıştı!
Bütün bu maskeler altında bir başka kadından, her kadından daha başka bir şey yoktu, bir
terzihanedeki manken gibi, ozan tarafından giydirilmeyi, yaşam verilmeyi bekleyen. Bütün
bunları anladığım zaman hayatımda ilk kez kadının sonsuz yansıtıcı gücünü dehşetle
kavramaya başladım –elden düşme ışığını tıpkı ay gibi erkek güneşten alışındaki verimli
edilginliği. Böylesine önemli bir bilgiye teşekkür etmez de ne yapardım? Ne önemi vardı
yalanların, aldatmacaların, budalalıkların, bu doğruyla karşılaştırıldıkları zaman?” (Clea,
60) Ve sevme hakkında, sevgi üzerine daha güzel bir metin olabilir mi? “İçinde bir sevdiğiniz
yaşıyorsa bir kent dünyaya dönüşebilir. Clea sayesinde İskenderiye, eski anlamları tazeleyen,
yarı unutulmuş sevinçleri anımsatan, parlak renkli bir boya tabakası gibi eskinin yerini
alacak yeni bir tarihin, yeni bir yaşamöyküsünün temelini oluşturacak yeni bir coğrafya
edinmişti. Bronz renkli ayışığında deniz kıyısındaki kahvelerin anısı, gece yarısı meltemiyle
oluşan çizgili tenteleri. Önünüzdeki kadehlerin silme ayışığıyla dolduğu geç saatlere kadar
oturup yemek yemek. Bir minarenin gölgesinde ya da bir karpit lambasının titrek ışığıyla
aydınlanan dar bir kum şeridinin üzerinde ya da İncirlik Burnu‟nda yalınkat ilkbahar
çiçeklerini kucak kucak toplamak –parlak renkli tavşankulakları, gelincikler. Ya da Kom el
Şugafa mezarlığında birlikte dikilip uzun yıllar önce ölmüş İskenderiyelilerin yeraltındaki o
tuhaf dinlenme yerlerinden yükselen karanlığın yaydığı ıslaklığı içimize çekmek; kara
çukulata renkli toprağın içine, gemilerdeki yataklar gibi, üst üste kazılmış mezarlar. Havasız,
küflü ama nedense insanın içine işleyecek kadar soğuk. („Elimi tut‟.) Ama onu titreten ölümün
önsezisi değil, üstümüze metrelerce yığılmış toprağın ağırlığıydı yalnızca. Bütün güneş
yaratıkları böyle titrerdi. O parlak renkli yazlık giysisini karanlık yutmuştu. „Üşüdüm. Haydi
gidelim.‟(…) Evet, ama ölüler her yerde vardır. Onlardan öyle kolay kolay kaçılmaz.(…)
Öpüşmelerimizin en basitinde bile ölümün soyağacı vardır. Yeniden doğmak için çabalayan
unutulmuş aşklara onlarla yardım ediyorduk. Bütün bu iç çekişlerin kökleri toprağa
gömülüdür.” (Clea, 249). Durrell‟in ne demek istediğini bilincimin derinliklerinde, sezgiyle
kavrıyor, anlıyorum sanki. Dudaklarda buluşan ölüm aynı zamanda… Zaten çiftin (Clea,
Darley) ilişkisinde ölüm duygusu bir gölge gibi kendisini duyuruyor. Yüzmeye gittikleri
adada, danizaltında eski bir kazadan kalma zincirlenmiş gemici ölülerinin anlatıldığı sayfalar
bence yazın tarihinde oldukça yeni bir izleğe de işaret ediyor. Ve az bulunur yazınsal nitelik
taşıyorlar. Sevgi topraktan, onun bağrında çürüyen ölüden yükselir, sarıp sarmalar
bedenimizi. Besleniriz.
Gerçeğin göreli yapısı, insan yaşamının bir çok boyutunda kendini gösterir. Etik ve
inançlar dizgesi kuşkusuz bunun dışında kalmamaktadır. Doğru‟nun ne olduğundan
gereğinden çok emin olmuştur tarihsel bakış: “Neden örneğin İsa‟nın büyük bir Alaycı, bir
komedi oyuncusu olduğunu fark etmiyorlar? Büyük Mutluluk sözlerinin üçte ikisinin şaka ya
da Chuant Tzu‟vari iğneli alaylar olduğuna inanıyorum. Bilgiç, yorumcu kuşaklar bu
duyguyu yitirdiler. Ben gene de buna inanıyorum, çünkü Doğru‟nun söylendiği zaman
yokolduğunu herhalde biliyordu o. Doğru yalnızca iletilebilir, söylenemez, böyle bir şeyin
üstesinden ancak alayla gelinebilir.”(Clea, 156) Aynı tez bir başka biçimde şöyle aktarılıyor:
“Bütün iyiniyetimle sorduğum sorulara yanıt yoktu. O çok haklıydı. Kör bir köstebek gibi
göreli olgu mezarlığını kazıyor, verileri üst üste yığıyordum, bilgileri yığarken olgunun
altında yatan mitsel göndermeyi kaçırdığımdan habersiz. Bunun adına da doğruyu aramak
diyordum! Bu konuda bilgilenmemin başka yolu da var mıydı –son derece yaralayıcı
bulduğum alaylar dışında. Çünkü şimdi onun alaylarının bir eldiven gibi tersine çevrilmiş
sevecenlik olduğunu anlıyordum! Pursewarden‟ı ilk kez böyle görürken, yapıtları aracılığıyla
mantıkta ve Nesnelerin Durumu‟nda sevecenliği aramış olduğunu görüyordum, aradığı
kıyasın mantığı ya da coşkuların ulaştığı sınırlar değildi; o, olguları bulgulamanın gerçek
özünü, çırılçıplak gerçeği, Sezgi‟yi… o anlamsız Şaka‟yı arıyordu. Evet Şaka‟yı! Silkinerek
uyandım, bir küfür savurdum.” (Clea, 192)
Ama unutmamalı ki, Durrell‟in bu romanını yazmasının nedeni, aynı zamanda bir
kuramı geliştirmektir ve tıpkı Proust gibi bir sanat-estetik kuramıdır bu. Büyük yazarlarda
peşine düşülmüş tek bir soru vardır, bunu biliyorum. Durrell‟in sorusu, neden yazılır? Evet,
neden yazar insan? Belki de daha çok şu: Yazı neyi gösterir? Kuşkusuz bunun varlıkbilimsel
kaynağını (ontoloji) burada göz ardı ediyorum. Durrell, varlığa ilişkin bir sorgulama
yapmaktadır gerçekte. İşte bu yüzden İskenderiye gibi bir özne, konu (subject) bu denli etkili
bir çerçeve, atmosfer olarak romanda yer alabiliyor. İskenderiye‟nin zamana ve uzama ilişkin
göreli konumu, belirlenimidir Ġskenderiye Dörtlüsü‟nün tam da özü, başka değil. Sanata
ilişkin sorgulamayı, Clea‟dan bir alıntıyla göstermek istiyorum: “Kendisinin dediği gibi: „Bu
dünyayı tek bir umut ışığıyla donatmaya yetecek kadar inanç, iyilikseverlik ya da
sevecenlikten yoksunuz –gene de şu tuhaf, acı feryat, bir sanatçının doğum feryatları bütün
dünyada yankılandıkça – her şeyi yitirmemiz olanaksız” Yeniden doğmanın bu acı viyaklama
sesi her şeyin hala dengede durduğunu söyler bize. Sözüme kulak ver sevgili okur, çünkü o
sanatçı sensin, hepimiziz- kendisini barındıran duygusuz mermer kitlesinden kopup çıkarak
yaşamaya başlaması gereken yontu. Ama ne zaman? Ama ne zaman?‟ Sonra başka bir yerde
şöyle diyor: „Din tanınmayacak derece yozlaştırılmış sanattan başka bir şey değildir,‟ –tam
ona göre bir söz. Onun Balthazar‟dan ve Kabala‟dan ayrıldığı en önemli nokta buydu.
Pursewarden temel öneriyi tepetaklak çevirmişti.” (Clea, 128) Okumayı öğrenmemiz
gerekiyordu bunun için: “Satırların arasını okumayı öğrenmeliyiz, yaşamların arasını.” (Clea,
155) Ve sözcükler içeriden, alttan itmekte, zorlamaktadır üst ve alt anlatıcıları: “Sanki
vücudunun her gözeneğinden sözcük fışkırıyordu –lanetler, iniltiler, umutsuzluk ve kıvanç
karışımı gözyaşları- hepsi, amacından dolayı yetkinleşmiş bir dilin ateşli, hızlı müzik
notalamasıyla kaynaşmıştı. Hiç değilse sevgililer burada çırılçıplak soyunmuş olarak karşı
karşıya gelmişlerdi.” (Clea, 192)
Durrell, dilin temelinde belirsizliğin yattığını düşünüyor. Yazarın derdi ise, belirsizlikten
çıkan bu aracı açıklıkla kullanma savaşı vermek: “Dil! Bir yazarın savaşı, temelinde
belirsizlik yattığını bildiği bir aracı elinden geldiğince açıklıkla kullanmak savaşı değil de
nedir?” (Clea, 201) “Ama aslında umutsuzluğa karşı türetilmiş olan sözcükler, kendisiyle
böylesine barışık, kendisiyle böylesine birlik içinde bir şeyin niteliklerini yansıtamayacak
kadar ham. Sözcükler ancak hoşnutsuzluklarımızı yansıtırlar ve dünyanın bütün acılarının
henüz kabuğu açılmamış devsel yumurtalarını kapsarlar.” (Clea, 241)
Varoluşumuzun kaynağı anlatmadadır. Durrell, yazarın bir toplumsal işlev gördüğünü
anıştırıyor. Bu bir tür dinsel seçilmişlik olarak neden yorumlanmasın? “Evet, bir gün kendimi
titreyen parmaklarla, dünya kuruldu kurulalı insan soydaşlarının dikkatini çekmek için her
öykü anlatıcısının tehlikeye atmaktan çekinmediği o dört sözcüğü yazdım. Hani şu eski
hikayeyi, bir sanatçının olgunluk çağına geldiğini haber veren sözcükler. „Bir varmış, bir
yokmuş…‟ diye yazdım.” (Clea, 306)
*
Lawrence Durrell‟la yapılan söyleşide, söyöleşiyi yapan Durrell‟ı tanıtırken şöyle bir laf
ediyor: „Bu incelikli Batılının amacı, düşsel yaratısını Doğu‟ya yerleştirmek.” Bu nokta
önemli görünüyor. Çünkü İskenderiye‟nin de doğusu, çocukluğun doğusu var. Budizmin,
belki de Hinduizmin derin izleri var. Bir soruyu yanıtlarken de, 10 kitabı içeren çalışmayı
şöyle açıklıyor, Yunanlı bir düşünceye yaslandığını vurgulayarak: “Agon, pathos ve
anagnorisis. Kara Kitap benim agon‟umdur, yani savaş alanım. Pathos bir tanım tarzıdır;
anagnorisis ise gerçekleştirme ve bütünsel kabüldür. İnsanın, nevrozunun tıkanmış
karbüratörü açması için bu üç evreden geçmesi gerekir kuşkusuz. Ġskenderiye Dörtlüsü,
benim için pathos‟tu. Yakın zamanda her şeyi kabul etme umuduyla benim anagnorisis‟im
olan Avignon BeĢlisi‟ni tamamlamaya çalışıyorum.” Dörtlü bir Avrupa romanıdır ona göre,
kişilik belki bağıntılı ve belirli değildir, ama bir özel nitelikler bütününden oluşur yine de.
BeĢli ise, kişilik ayrımını tartışma konusu yapan bir Tibet romanı. Anlam belirsizliğini
özellikle kovaladığını söylüyor. Asıl derdinin Avrupa romanı yazmak olmadığını,
matematiksel dört Yunan boyutuyla, Çin Budizminin beş skandası arasında bir birleşme
noktası kurmaya çalıştığını, bireysel bilincin beş algıya bağlı beş kaynağından süzülen
kavrama yetisini öne çıkararak, dört boyutlu anlatının yetersizliğini göstermek istediğini
ekliyor sözlerine. Kara Kitap‟la başlayan ve BeĢli‟de sonlanan 10 kitap, „bir sanatçı yaşamı‟
anlatır. Durrell‟in kendisidir bu sanatçı. Değişmezlik kavramı çözünmeye uğratılmıştır.
Durrell Tibet açısı içinde kendisinden bir yaşayan-ölü ürettiğini söylüyor. Doğumla
başlar ölüm. Yaşamak bir karmaşadır ve ölüm reddine dayanır. Ölümü bastırdığımız yer ve
nasıl bastırdığımızı kavramak belki de en önemli deneyim. Doğru soluma, insanı tensel
kılıfından kurtarabilir, diyor yazar.
Bütün bunlar Lawrence Durrell‟in yazısının yetkinliği denli yetersizliğini de açıklıyor
bir ölçüde. Doğulu arınma ritüelleri onu Batı emperyal siyasetlerinin aracısı olmaktan
yeterince korumamış belli ki. Üstelik yazısını da Batı tüketmiş (olmalı).
Bakalım Avignon Beşlisi de, kara Kitap‟ın kalıtını mı tüketecek?
***
Thomese, P.F.; Gölge Çocuk (2003), Çev. Kevser Canbolat
Sel yayınları, Birinci basım, Ocak 2008, İstanbul, 85s.
Thomese Hollandalı olabilir mi? 1958 doğumlu bu yazar ilk öykülerini 1991‟de
yayınlamış. Gölge Çocuk 2003‟de yayımlanmış ve çok yankı yapmış. İnternette Thomese‟nin
bir fotoğrafını bulmalıyım. Yüzünü, yüzündeki görünümü bilmem gerekiyor.
Yüzünde alaycı gülümseme yanıltabilir. Dikkatli bakan arkasında yatan bir şeyi, ne
olduğunu söylemeyeceğim, o şeyi görebilir belki.
Geçen yıl Fransız yazar Philippe Forest‟in Sarinagara (2004) adlı romanını
okumuştum. Özyaşamöyküseldi. Acıydı. Ender bulunur bir sayrılıktan küçücükken yitirdiği
kızı için yakılmış bir ağıttı. Daha büyük ağıtlarla anlaşılmaya, dengelenmeye çalışılan bir ağıt.
Türkçesi sorunlu olsa da insanı sarsan bir yanı vardı.
Bu kısa roman da öyle. Vurgun gibi, kısa, keskin, avuntusuz. Anlatılamayan, yalnızca
kişisel olarak yaşanabilen bir şey…
Canlı varlık, bu türden bunalımları atlatıyor, biliyoruz. Atlatılamayan şey geride kalıp
yaşamak zorunda olmaktır. Geride kalmak, bu acıyı diri diri yaşamak zorunda kalmaktır.
Öyküsü, bağlamı kalmasa da diplerde içten içe işler yaşam boyu.
Ve bu büyük saldırıya direnmenin bir biçimi, uygun bir biçimi, en uygunu mudur acaba
yazmak? Bu sorunun da açık, aydınlatıcı bir yanıtı yok. Aslında bu acıyı karşılayabilecek bir
yanıt yok.
Anlatan (kişi) minicik çocuğunu kurtaramamıştır. Geleceğin biricik vaadi birden
çekilmiştir yaşam dediğimiz öykünün içinden. Eşine, karısına bile ulaşamamaktadır. O da
yitmiş gitmiştir kendi kabukları içerisinde. Teselli, avuntu yoktur. Çağrışımlar, görüntüler her
şeyin arkasında saldırı için bekler. Dokunmak, koklamak anımsamak için yeter. Ve çengel
soru anımsatır kendini: nasıl oluyor da benim varlığım sürüyor?
“Her şeyden çok onsuz ulaşamayacığımız dünyayı özlüyoruz.: kaybolan, hala yüceliğini
muhafaza eden ama hiçbir kalıba girmeden kaybolan sonsuzluk. Oraya ulaşmamız için ona
ihtiyacımız vardı. Oraya inanmamız için ona ihtiyacımız vardı, yaşamanın sadece bir
başlangıcının olduğuna inanmak için: pencereler, kapılar savrularak açılıyor, güneş ışığının
içine dalıveriyorsun, çevrende birdenbire, arabaların hareket etmeye başladığı bir sokak
beliriyor, geçtiğin her yerde çiçekler açmaya, insanlar selamlaşmaya başlıyor. Nereye işaret
etsen parmaklarının ucunda öylesine mucizevi şekiller oluşuyor ki isimlerini hatırlamayı
unutuyorsun. Ve arkandan yine her şey titizlikle sarılıp sarmalanıyor ve paketleniyor ki bir
dahaki sefere yine yepyeni kalsın.”(20)
Acının kristalize olduğu noktayla şiirin ve felsefenin bir ilişkisi, kesiştiği bir an olmalı?
Çünkü acı çekme, bir varlık, bir nesne olarak nasıl belirir? Kendi başına bir anlamıyoksa onu
taşıyan şey nedir ve anlam nasıl giydirilir acıya? Acının bir sorusu, sorgusu var mı? Bir
gösterge, bir tansık, bir öndeyi olarak nerelere sürükler bizi? Bir çağrı mı yoksa?
“Hiçbir yerde, hiçbir zaman ilk ve tek olmak mümkün değil. Her şey daha önce
yapılmış, görülmüş, yaşanmış. Sen sadece her şeyi taklit etmek, bir kez daha hafifçe
üzerinden geçmek için dünyaya gelmişsin. Artık ilk ve tek olmanın ne demek olduğunu bile
bilmiyorsun, çünkü bir yerde ilk ve tek olduğunda, örneğin bir restoranda, burada bir iş var
diyorsun. Ya aşkta? Kıskanıldığını bilmek, sönmüş arzuları bir kor gibi alevler. Hiçbir kadın
yoktur, başkalarından ilgi görmeyen bir erkeğin yanında yürümekten zevk alan. Hiçbir erkek
yoktur karısını yabancı bir kadın gibi görmekten zevk almayan; yani, başkalarının elinden
kapıp sahiplenmek isteyeceği bir kadın olarak. Her zaman ve ebediyen şu lanet olası
başkaları.. Yalnız kaldığın olursa da, sana öğretilmiş ve başkalarından gördüğün gibi olmayı
tercih edersin: şarkıcının şarkısında anlattığı gibi, aktörün beyaz perdede gösterdiği gibi. Evet,
sözde yalnızlığın bir taklitten ibarettir.” (24)
Görüldüğü üzere, bu nokta yalnızlığın bile bittiği, tükendiği noktadır. Ancak sezilebilir,
bilinemez.
Böye bir konunun (acı) anlatımı da ancak bu denli yalın, bu denli keskin ve süssüz
püssüz olabilirdi. Çırılçıplak, olabildiğince az sözcükle ve bedenle.
Yokluğun bir dili var mı, olabilir mi?
“Şu odadan bir çıksaydım, nihayet, her şey kendi halinde yıkılabilecekti.”(85)
***
Gorki, Maksim; Tolstoy‟dan Anılar (1911), Çev. Akşit Göktürk
Bilgi yayınları, Birinci basım, Ağustos 1967, Ankara, 68 s.
Gorki‟nin Tolstoy anıları belki de Tolstoy hakkında en doğru görüntüyü veriyor. Bunda
Gorki‟nin ustalığının ve yazarlığının, yazarlığın ne anlama geldiğini bilmenin büyük rolü var
kuşkusuz.
Tolstoy‟un önünde ne olursa olsun „öğrenci duruĢu‟ bir kere yakışıyor, gözümde
Tolstoy denli neredeyse, büyük yazar Maksim Gorki‟ye. Tolstoy‟un sözgüsüne, aşağılamasına
bile razı. Öte yandan ikisinin mayası, kökü aynı: Rus köylüsü, halkı. Birbirinin diline
tanışlıkları buradan.
Tolstoy ileri yaşlarında ağır bir hastalık geçirirken doktor önerisiyle Kırım‟a (Gaspra
dolayları), yazlığa gidiyor. Çehov anılarında da okumuştum, orada üçü bir araya geliyor.
Yanılmıyorsam bir Çehov oyunu da (Martı mıydı) sahneleniyor. Atıyor olabilirim. Ama üçü
bir arada, o kesin. Tolstoy‟un bu iki yazarı yakından izlediğini güncesinden biliyorum. Birkaç
olumlu yargı yanı sıra birçok da eleştirisi olmuştur. Ama sevdiği belliydi. “Çehov‟a sevgisi
babaca bir sevgi”(8)
Ama Gorki‟nin Tolstoy sevgisi hiçbir ideolojik bakışla gölgelenemeyecek kerte saf ve
sevgiyle dolu. Tolstoy‟u sarıp sarmalayan o bitmez tükenmez dedikodular, sinir savaşları
arasında bir Gorki‟nin, bir Çehov‟un beklentisiz, saygılı duruşları belki de Tolstoy için
bulunmaz, paha biçilmez değerde yaklaşımlardı. Ona güç vermiş olmalı.
Bu anılar, ki Akşit Göktürk‟ün güzelim Türkçesiyle, 60‟lı yıllarda Bilgi Yayınevinin ilk
kitaplarından biri olarak yayınlanmıştı. Kapakta Tolstoy‟un yüzünden yakın plan bir fotoğraf
var. Bilginin kitaplarına bayılırdım. O zaman okuduğumu anımsıyorum bu Gorki kitapçığını.
Kanırta kanırta çizmişim (yazık da etmişim) kırmızı kalemle kimi satırların altını. Yeni
baskısını bulsam iyi olacak…
Gorki Tolstoy‟u içten içe kemiren düşünceyi hemen anlamıştı aslında. Notlarının
girişinde, yekten yazıyor: Tanrı düĢüncesi (7). İnsanların Tanrı ile yüzleşmesindeki o
yalınkat sığlık Tolstoy‟u çıldırtmış olmalı. O başkaldırmadan, inanmayanlardan… “İsa‟yı
sevdiğini pek sanmıyorum ben” (10) Ve ikinci bir keskin gözlem: Tolstoy‟un muhteşem
elleri… İşte bunu görmek için Gorki olmak gerekiyor.
Ya konuşmasından çok susuşundaki görkem… Güncesinde bir notunu Gorki‟ye okutur:
„Tanrı benim isteğimdir‟ (15) Kadınlar hakkında çok konuşur, bir Fransız yazarı gibi, ama
her zaman bir Rus köylüsü kabalığıyla. “Bir gün Gorki‟ye sorar: “Çok zamparalık yaptın mı
gençliğinde?‟ (17) Kadınlar hakkında düşüncelerinden ve sözlerinden tiksindiğini belirtiyor
bir mektubunda Gorki (55) Diyalogları (günlük) dönek, kaypak ve şakacıdır. Karşı çıkılmaya
katlanamaz. (62)
Gorki‟ye göre, kadınlara karşı büyük bir düşmanlık besliyor, onları cezalandırmak
hoşuna gidiyor. (20) Kadın gövdesiyle erkekten daha içten, ama kafasıyla yalan söyler.
Balzac‟ı, Dickens gibi yazdıklarından (kötü yazdıklarından bile) sonradan utanmayan bir
dahi, Gorki‟yi yapay dilli, geveze bulur. (Gorki‟nin) Kişilerine kendini yansıtmasını eleştirir.
Onu doğal değil, kitabi bulur. Kişilerinde gerçeklik, sahihlik bulamaz, bunu da yüzüne söyler.
“Evet, bir uydurmacısın sen, bir romantik, açıkça söylemelisin bunu”. (60) Sosyalistliğini
sugötürür bulur Gorki‟nin, romantik olduğunu söyler.
Notları Gorki‟nin bu kadar. Kitabın ikinci yarısında bir dostuna Tolstoy‟un ölümünden
sonra onun hakkında yazdığı bir mektubu var.
Gorki bu mektubunda Tolstoy‟un anarşizmini, geleneksel Slav devlet karşıtlığına
bağlıyor (36) “Ondaki her şey ulusaldır”. (36) Tolstoy‟un olağanüstü gelişmiş bireyselliğini
korkunç dayanılmaz bulur. Ölümden dehşetli korkusuna işaret eder. “Ölümden korktu, nefret
etti.”(39) Sürekli hesaplaştı. Özledi, sevdi, nefret etti ondan.
İsa‟nın çelişkilerini unutalım diye Tolstoy bize kutsal kitaplar sundu.
Bir gün şöyle dedi Gorki‟ye: “İnancı olmayan kişi sevemez … Böyle adamlar, ruhça
kısır bir yaşamı sürdüren serserilerdir.”(67) Ve Gorki şöyle bitirir mektubunu:
“O zaman, Tanrı‟ya inanmayan ben, bilmem neden, epey sakınarak, biraz da ürkerek
baktım ona, baktım, düşündüm: „Tanrı gibi bir adam‟.” (68)
***
Baldwin, James/Cezzar, Engin; Dost Mektupları (2007), Çev. Seçkin Selvi
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Kasım 2007, İstanbul, 161s., Fotoğraflı
Gerçekte bu özenli çalışma ve çeviri (Seçkin Selvi) bir yayıncılık olayı sayılabilir.
Cezzar ve Baldwin karakterleriyle ilgili birinci elden ve çok önemli bilgiler içermekle
kalmıyor, bir „ruh durumunu‟ da yansıtıyor.
Gelgelelim beni bu mektuplarda rahatsız eden bir şey var. Ortaya serilen Baldwin
portresi. Eşcinselliği, edilgin eşcinselliği (ibne mi deniyordu?) değil, hayır. Ben 20-30 yıl
önce Baldwin okuduğumda (önemli romanlarını) yazıları üzerinden biliyordum onun
eşcinselliğini. İstanbul deneyimini de. Öyleyse ne? Haksızlık etme korkusu tutuyor dilimi.
Onu bir „kara öfke‟ olarak kazıdım belleğime o yıllarda. Bu kafa tutan, başkaldıran öfkeyi bu
öfkeye yakışan bir yaşama biçimiyle buluşturmuş işte mantığım. Bu mektuplarda ortaya çıkan
şeyse Harlem‟den çıkıp dünyadan, dünyayı ele geçirerek (ırzına geçerek diyeceğim) öç
almayı kafasına koymuş, dünya nimetleri (ün, şan, para, vb.) ve onları ele geçirme konusunda
açgözlü bir tip. Üstelik döneminin tüm demokrat (!) Amerikalıları gibi de Dünya algısı çarpık,
inanılmayacak kerte çocuksu, hatta aptalca.
Engin Cezzar‟ın burada şeyi şeyine denkken bile, dışarıdan Türkiye‟yi demir bir
hapishane olarak gören, acımasız faşizmin çizmeleri altında devrimci (aslında bohem)
Cezzar‟cıkların tüm özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarına, açık cezaevi tutukluları
olduğuna iman etmiş Baldwin‟i, sevgili Türkiyeli dostları da nedense yeterince ve doğru bir
biçimde bilgilendirme gereği duymuyorlar. Ben asıl şaşırtan da bu. Yoksa böyle duyarlı bir
yürek taşıyan yazarın bilgisi oranında tepki koymasında şaşıracak çok da bir şey yok. En iyi
Batılının bile Doğu aynası çarpık görüntü veriyor ya, acaba neden? Bu görüntüye kimin, ne
düzeyde katkısı var, bunu eşelemeli. Mağdur görüntüsü çoğu kez ve çoğu nedenle insanın
işine gelebilir, buna diyeceğim olmaz. Üstelik kimsenin 60‟ların, 70‟lerin yarı faşizan
toplumsal travmalarını savunacak hali yok. Benim hiç yok. Ben onları yaşadım. Baldwin
doğru bilgilendirilebilir miydi? Elia Kazan‟la yakındılar o dönem (mektuplaşma dönemi).
Bundan da bir şey çıkmaz. Ama Cezzar‟ın ve çevresinin bir sanatçı boheminin tüm
olanaklarını tepe tepe kullandıkları, yaşntılarının yoksunluklarıyla bile özel ve ayraca olduğu
açık. Sonuç.
Sonuç bendi James Baldwin imgemi korumam gerek ve bu konuda inadediyorum.
Ayrıcalıklar peşinde manevra çeviren bu uluslar arası bohem bana göre değil, bir şey
ifade edemiyor.
Ama özellikle Baldwin için çok çok önemli bir tanıklık olduğunu, kaynak niteliği
taşıdığını bir kez daha belirtme gereğini duyuyorum.
***
Türker, Sibel K.; Üç Ağula (2007)
Doğan yayınları, Birinci basım, Haziran 2007, İstanbul, 134s.
Sibel K. Türker‟le yeni tanıştım. Üçüncü kitabı olmalı bu. 1968 doğumlu. Dergilerde
şiirleri, öyküleri yayımlandı. 2005 Yunus Nadi ödülünü ikinci öykü kitabı Öykü Sersemi
(2005) ile kazandı.
Anladığımca, yazısını hesaplaşma üzerine oturtan biri. Aynı safta olduğumuzu hemen
çıkarıyorum buradan.
„İçine akıttığın sadece birkaç damla.
„Yazarın içtiğinden…
„Öldürmez.
„Öyleyse bu kitabın okuyanı da içsin.‟ (11) Okurunu ağuyu birlikte içmeye davet ettiğine
göre iş var Siber K. Türker‟de. Suskun Bir Çocuk öyküsünün girişi şöyle: „Bir yazardan şu
sorunun yanıtını beklerler: Yazdıklarınız ne kadar sizsiniz?‟ (13) Yazara katılıyorum. Bunun
yanıtı o kadar kolay değil. Çocukluğunun durgun Feryal‟i anlatarak bu soruyu yanıtlamak,
öyküyle yanıtlamak en iyisi. Arkasından gelen zeki, buruk bir Çehov duyarlığı. Sonunda
soruyor yazar/anlatıcı: bu öyküdeki ben miyim? Yanıtı okur olarak ben vereyim: evet ve
hayır. Bu denli de basit (!) Sonuç: „Yazarın hastalığı doğruyu söyleme saplantısıdır.‟ (25)
Görüldüğü üzere aslında Türker, izlenmesi gereken bir yazarımız.
Bir yazıcı olarak kendisini de anlatısının içine yerleştirip bir hesaplaşma nesnesine
dönüştürmesi, yazarının etik kaygılarına da işaret ediyor. Bu benim için en önemli konulardan
biri. Callinicos‟da mı okumuştum, günümüzün postmodern bağlamının „estetik‟i etik‟in
yerine ve önüne koyduğunu. Buna direnen bilinci, aydın sorumluluğu olarak görebiliyorum
bugün.
İşte bu duyarlığı onu sınırlarda gezinmeye, bu cesareti göstermeye ve bunu yaparken
ironisini yitirmeyecek denli dayanıklı, güçlü kılmaya zorluyor. Hayat-Memet Meselesi,
Sevmek Öldürmek öyküleri bir kanıt. Bu öyküler birer çıkış noktası, başlangıç noktası olarak
alınıp buradan toplumun ruhuna göz atılabilir. Biz orada görünüyoruz. Alay, acı baltasını
indirmeyi sürdürüyor. Yazan Kişi, bir toplumsal tip, ortamanın ürünü, ortalama denli. Öyle
içten pazarlıklı, öyle hin… Öyle beylik.
Yıldızların IĢığı, benzer bir toplumsal paranoyanın üstün bir mizah kavrayışıyla
yakalanmasının örneği. Gizemle üçkağıdın, inanma gereksinimiyle inançsızlığın buluştuğu
arakesitte duruyor.
Acı bir tek, alayın tarlasında boy veriyor. Acı alay bitek toprak. Neyi görmek istediğini
bilen görü, gördüğünü tohum olarak katarsa bu toprağa, dil sürgünü metin, karşımıza
üstesinden zor geleceğimiz, yenmez yutulmaz bir nesne gibi dikilecek. Bu da iyi, hatta bugün
budur iyi olan.
Şairin değişmeceleri (metafor) da payını alır, en çok değişmeceli tepedenlik. Balta
iniyor, incesine kalınına bakmadan, ama incelikle. Us çizgisinde, ağrıyan, sızılı, kanlı…
Ev mi, evlilik mi kurtulacaktı bu savurtulardan (Ġade-i Hürriyet.) Ya aşk. Dokuz köyden
sonra, artık Onuncu Köyde: Kimdi?
Ve öykümüzün yüz aklarından: Film ġeridi. Yazılış sürecini de saydamlaştıran bu öykü
saçmanın kıyılarında bu kez, yakalıyor bize özgü olan gerçeği. Gerçek mi dedim?
Sibel K. Türker, Yazar, Anlatıcı:
“Bu arada, son karede taşı unuttuğumu fark ettim.
“Sahi, o nerede?” (134)
***
Asiltürk, Baki, Haz.; Yapı Kredi 2007 Şiir Yıllığı (2008)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 279s.
Türk şiirini ağırlıklı olarak yıllıklarla izlemek belki utanılacak bir şey. Ama dergileri
bıraktığımından bu yana, ki çok oldu, güncel Türk şiiriyle ilgili pusulam şaştı. İşte bu
yıllıklarla doğru yolu kestirmeye, izlemem gereken şairleri, şiirimizin genel doğrultusunu,
neyi ne düzeyde karşılayabildiğini kestirmeye çalışıyorum. Bir yere varabildiğimi de
sanmıyorum ayrıca. Çünkü yıllıklar değil, dergilerdir doğru adres. Ama bunun keçi boynuzu
yemekten, büyük çöp dağlarını eşelemekten bir farkı da yok.
Şiir(imiz) konusunda çıkmazdayım. Ama hiç olmazsa şiir(imiz) kadar çıkmazdayım.
Şiirimiz ortalamasının umut kırıcı olduğunu söylemek yanlış mı olur bilmem. Deyişin, deme
biçiminin öne çıktığı, ama bunun da bir eda‟nın henüz gerisinde kaldığını görüyorum. Bir
edası olsaydı birçok şey bağışlanabilirdi. Şairin ruhu yok, çünkü dilin ruhu yok, çünkü yaşam
ruhsuz. Dil ortada, çıplak ve utanmıyor. Adap‟tan yoksunluk, işi cambazlığa vardırıyor
handiyse. Arada bir üzeri açılmış, derin bir yara, bir ürperti çıkıveriyor karşıma.
Bunları yan yana koyup ölçeklendirsem, bir istatistiksel doğrultu yakalayabilir miyim?
Şiir ülkem(iz)e ne zaman uğrayacak?
Kesinlikle izlenmesi gereken şairler: Sait Maden, Gülten Akın, Özdemir Ġnce, Müslim
Çelik, Veysel Çolak, Hüseyin Ferhad, Haydar Ergülen, Salih Bolat, Yavuz Özdem,
Emirhan Oğuz, Mustafa Köz, Çiğdem Sezer, Tuğrul Keskin, Birhan Keskin, Tozan Alkan,
Emel Ġrtem, ġeref Bilsel, Özlem Tezcan Dertsiz, Cuma Duymaz.
İzlenmesi gerekenler: Kemal Özer, Süreyya Berfe, Sennur Sezer, Hüseyin Peker,
Ahmet Telli, Hulki Aktunç, Sina Akyol, Nuri Demirci, Gültekin Emre, Erdal Alova, Roni
Margulies, Turgay FiĢekçi, Adnan Azar, Adnan Özer, Ahmet Özer, Enver Ercan, Osman
Hakan A., Metin Celal, Adnan Satıcı, Aydın Afacan, Uluer Aydoğdu, Ġbrahim Tenekeci,
Cevdet Karal, Mustafa Muharrem, Baki Ayhan T., Mehmet Can Doğan, Gökçenur Ç.,
Alphan Akgül, Özcan Erdoğan, Nurduran Duman, Cengiz ġenol.
İzlense iyi olur şairler: Ahmet Ada, Abdülkadir Budak, Ayten Mutlu, YaĢar Miraç,
Hilmi HaĢal, Osman Konuk, Ġlhan Kemal, Sinan Oruçoğlu, Onur Akyıl.
***
Furuğ; Yeryüzü Ayetleri (1952-1974)), Çev. Makbule Aras
Can yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 111s.
Makbule Aras‟ın Farsça‟dan başarılı çevirisi ve Asuman Susam‟ın doyurucu önsözüyle
Furuğ‟un tüm yapıtlarından yapılmış güzel bir seçki.
Furuğ duyarlığına yıllardır yatkın olan ve hemen tüm çevirilmiş şiirlerini okumuş biri
olarak bu „uyumsuz‟ kadının, başkaldırısının arkasında nelerin yattığını hep merak
etmişimdir. Bize özgü Doğu toplumlarında hani bir orta-üst sınıf kadın vardır. Gündelik ve
biçimsel yaşamında özgür takılır (serbest) ama onu mahsunlaştıran, daha diplerde etkili bir
gelenek çizgisinden de tam kurtulmuş değildir. Sınırlarda bir yerlerde önüne bir duvar dikilir,
çarpar, kırılır, ufalanıp dökülür bu duvarın önünde.
Furuğ bu kırılmanın acılarını yaşamış belli, bu kırılmadan kırılganlık üretmiş, kişiliğinin
yapısal bir ögesine dönüştürmüş, bu da tamam.
Ama hep daha fazla bir izlenim veriyor. Yani varoluşçu bir krizin belirtileri, göstergeleri
çıkıyor su yüzüne. Belki her iki kırılganlığı narinliği içinde bütünleştiriyor.
İşte bundandır onun şiirinin içtenliği, dürüstlüğü. Şiir bu denli içtenliği, açıksözlülüğü
kaldırabilir mi?
Şimdi buradan Birhan Keskin‟e, hatta Tuğrul Keskin‟e bir köprü kurabilir miyim?
Alanları iyi belirlemek, tanımlamak koşuluyla…
Ha, unutmadan, onda her şey biraz aykırı duruyor. Güzelliğini ve çekiciliğini, küçük bir
bakışımsızlıktan alan o yüz gibi.
Eğer yaşayabilseydi, ölümü bu denli özlemese, istemeseydi, sonunda gencecik
ölmeseydi Furuğ, Birhan Keskin‟in şiir diline ulaşabilirdi, dememi engelleyen şeyse Furuğ‟u
Farsçasından değil, çeivirisinden okuyor olmam.
Farsça onun şiirinde nasıl bedenlenir?
Onunkisi bir başka sevmekti:
Aşk masalı mırıldandım kulağına:
Seni istiyorum ben ey sevgili
Seni istiyorum ey koynu can bahşeden
Ey divanem, ey aşığım seni (Günah, 1956)
ey kanımın bataklığının altın balığı
sarhoşluğun hoş olsun beni içiyorsun zira (gazel, 1963)
eğer evime gelirsen ey sevgili
bir lamba getir bana
ve küçük bir pencere
ki oradan
mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim (hediye, 1963)
kimse aşkı düşünmez
kimse fethi düşünmez artık
ve kimse
hiçbir şey düşünmez oldu artık (Yeryüzü Ayetleri, 1963)
***
Tunç, Ayfer; Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek (2001)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Mayıs 2001, İstanbul, 417s.
Ayfer Tunç beni düşkırıklığına uğratsın, olacak şey mi? Evet, olabilirmiş. Bu döküm,
envanter çalışması kuşkusuz bir yazı insanı çalışmasıdır. (Bunu son kitabında da yapmıştı.)
Bir yazı insanı derlemesidir. Bir iki derken, farklı şeylerden sözedilirken, bu yineleme
duygusu, bu içsıkıntısı da nereden geliyor? Bir kere dilden, daha doğrusu dilin tonundan
geliyor. Teksesli, tekrenkli (monokrom) dil üç beş sayfa sonra yavanlaşıyor. Üstelik bu
kaçınılmazdır. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz belki de. Bir yazarın çalışması başka şey,
çalışmasının çalışması başka şey…
Tabii bu yayınlandığı dönemde küçük bir çalkantı (sansasyon) yaratmış, nostalji
duyarlığını yemleyen (yazarın nostaljiyle işi yok bana kalırsa, orada yazar gibi duruyor,
bunun kanıtı da okuduğum diğer tüm kitapları) Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek
anlatısı beni toplayıcılar (koleksiyoner) için yararlı bir kaynak niteliğiyle değil, hayır, Ayfer
Tunç‟un tüm anlatılarında sezinlediğim, sezmek de nesi, aslında bildiğim, ama yine de yazar
kimliğine konduramadığım, yazarlığından ayrı tutmaya çabaladığım ve bunu da bir ölçüde
başarabildiğim; „Cumhuriyet‟e bakışındaki olumsuzluğun derin gibi görünen, ama yüzeysel
bulduğum kaynakları açısından zengin ve sonul bir sunum olma niteliğiyle etkiledi. Hoş
olmayan, rahatsız edici bir biçemle her fırsat Cumhuriyeti gagalamak için bir bahaneye
dönüşebilmiş anlatıda. Vurmak bu nedenle sıkça anlamanın önüne geçmiş. Yüzeysel
sözcüğünü özellikle kullandım. Çünkü arkasında gerçekten sığ bir politik kavrayış yattığını
düşünüyorum. Hani şu ünlü ve komik soru ve onun inanılmaz basitliği var ya: „Neden
demokrasiye geçilmedi?‟ Bu kadar basit ve aptalca işte… Tarihe herhangi bir disiplinin saltık
bağlam olarak girdi biçiminde zorlanması diyebileceğim bu tutum, insanları (aydınları),
birörnek önlük giymeyi faşizmle buluşturan imalara kadar taşıyabiliyor. Ben insaf
demeyeceğim. Yüreğim buz kesiyor bu aymazlık karşısında. Bu ülkede artık bunlara
şaşırmamayı da öğrendik. Teşekkür etmesini bilmeyen bir toplumuz. Toplum ortalaması, bu
aptallıkları görünmez kılacak denli düşük. Ama „aydın‟ dediğimiz şey, yerini iyi tanımlamalı.
Aydın dediğimiz şey, bu ülkede ancak buralardan sonra aydın olabilir. Oysa çöpte eşelenme,
yaygın bir özdoyum (mastürbasyon) biçimi ve yöntemi olarak salgın(laşmış durumda). Bunu
yakıştırmam, uygun bulmam ve hoşgöremem. Elin şeyiyle gerdeğe girip, kişilikten, tutumdan,
haklardan söz etmek, yaratıcılıktan dem vurmak belki de doğal evrimin dışında bir sürece
bağlanabilecek bir türel gelişim örneği (kurmaca elbette). Kimin ne olduğu, yapıp ettiğinden
aslında bellidir. Kimseyi hafife almayalım yeter.
Bu açıklamalar genelleştirilmiş açıklamalardır. Belki de sorun „kadın duyarlığı‟ vb. bir
ulam (kategori) oluşturup örtbas etme, gizlemedir temel çatışmayı, çelişkiyi. Yazımız ve
yazarlarımız, en iyisi bile yıllardın, siz deyin 30 yıldır bunu canla başla yapmaktadırlar.
Sinemamız geri mi duracak. Bunun büyümeyle, yetişmeyle bir ilgisi yok. Daha neler.
60‟ların sonu, 70‟ler, göstergeleriyle yakalanmaya çalışılmış ya bu çalışma yukarıda
dediğim şeye bahane (kurban) edilmiş, bir anlamı olabilecekken bundan yoksun kalmış.
Yalnızca bir örnek vererek bu notu bitiriyorum: Woody Allen‟ın Radio Günleri (Radio Days).
***
Baran, Ethem; Yarım (2008)
Doğan yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 210s.
Ethem Baran‟ın öykülerini izleyen ilk roman çalışması. Unuttuğum Bütün AkĢamlar,
Bozkırın Uzak Bahçeleri gibi özel duyarlıklar taşıyan, rengi ve kendilerine ait kokuları olan
öykülerden sonra Baran‟ı izlemeye almıştım. Ama arkadan gelen bir öykü kitabı ve bu
romanla yaşadığım düşkırıklığı sürüyor. Demek ki benim Baran‟da bulduğum şey Anadolu
kasaba, kent yaşamında belli bir yaş aralığı insanlarının (çocuk, genç) öykülerinden gelen
şeydi. Bunu özel bulmuştum. Baran başka uzamları ve insanları denediğinde, belki de ben
koşullanmışlıkla aradığım şeyi bulamamanın tedirginliğini yaşıyorum. Yine de özgün bir
duyarlığı taşımanın dışında gerek biçeme, dile ilişkin, gerekse dünya kavrayışı, görüşüne
ilişkin bir farklılığı taşıyabilseydi sonraki üretimleri, bunları yakalayabilirdim sanırım. Bu
kadar okurluk deneyimim olduğu kanısındayım.
Baran‟da hep dikkatimi çeken, benim daha çok örnek aldığı ustalarına gönderilmiş bir
selam, saygı duruşu olarak algılamaya çalıştığım tutumunda, bir tür taklit olmasa bile
seçmeciliği (eklektizm) oldu. Baskın etkiler Baran‟ın kendine özgü bir biçem geliştirmesini
önlüyor. Oysa taşıdığı duyarlık ona hak ettiği özgünlüğü sağlayabilir. Onu okuyunca usuma
Alain Fournier‟nin Adsız Köşk‟ü (Nurullah Ataç çevirisiyle) gelir. O romanı hiç unutamam.
Selim İleri vb. zaten „duyarlık‟ı son noktalarına değin, melodramın sınırlarına değin
zorlayan yazarlar. Onların kaynak alındığı metinler bu yazarların düşmediği tuzaklara
rahatlıkla düşebilirler. O yüzden onların ustalıklı metinleri, aynı zamanda biricik, yinelenemez
metinler de. Tıpkı Fassbinder sineması gibi. Bunalım ve içerdiği ince yergiyledir ki
melodramı onlara bağışlarız. Ama bunun bir sınırı vardır. Bir sınırı vardır.
Taklitte ise eğreti durur. Usandırır. Çekilmez.
Ha, eğer ara(lık)da kalmaksa ana izlek, bak bu büyük bir konu. Büyük örnekleri olan,
çok da eski bir konu. Belki de tüm yazının ana izleği bu. Yarımlık, aralıkta, arafta kalma
duygusu. İkircim. Ama bunca usta anlatımdan sonra, tümünden daha iyisi olmalı ki okumaya
değsin. Cervantes‟den bu yana başla saymaya… Musil‟i unutma. Çapek‟i bile.
***
Kocagöz, Samim; Doludizgin (BE 4) (1962)
Dünya yayınları, Birinci basım, Mart 2005, İstanbul, 336s.
Samim Kocagöz‟un yazısı zaman içinde ilerliyor, daha iyileşiyor. Özellikle de yapıyla
ilgili olarak. Kurgu daha sağlam, üzerinde düşünülmüş, özenli bir kurguya dönüşüyor. Bunu
okur, hele zamandizinsel mantıkla okursa apaçık görüyor. Öykülerinde daha önce
ayrımsamıştım bunu.
Kalpaklılar‟ı sürdürüyor bu ciltte Kocagöz. Batı Cephesinden tipik karakterler, cephe
insanları ve savaş sahneleri belki epik bir anlatıya yükselemiyor. Bunu şunun için
söylüyorum, savaşın epikle ilişkisinin seyri de zaman içinde değişki. Artık 20. yüzyılla
birlikte savaşın yiğitçe, adilce olmayan boyutu kitlesel ölçekte su yüzüne vurdu. Troya‟dan,
1812‟den, Waterloo‟dan, İç Savaş‟tan (ABD), vb. çıkan epik geçen yüzyılda biraz zor çıkardı.
Günümüzde ekran savaşlarına dönüşmüş gösteriliyor ki neresinden tutmalı. Remarque‟ın
savaşı da epik değildir. Fransa ve Sovyet direnişleri son epik kavgaydılar. Milli
Mücadelemizden epik çıkabilirdi. Onu da beceremedik sanırım.
Dolayısıyla „epik‟ bir değerleme ölçütü değil. Kocagöz bir gerçekçi zaten, hem
ABD‟nin toplumsal gerçekciler kuşağından esinli. Steinbeck‟ten çok etkilendiğini
düşünüyorum. Örneğin Bitmeyen Kavga‟yı Samim Kocagöz yazabilirdi ya da Samim
Kocagöz‟ün yazdıkları da bir tür Anadolu uyarlaması ABD büyük gerçekçilerinin.
Kitabın bölümlemesi us çizgisinde, kusursuz pürüzsüz yürüyor.
İzmir‟e, yanan İzmir‟e girer kahramanlarımız, çember kendi üzerine kapanır, yapı biter.
Roman da. Duygulu sahneleri, yer yer şaşırtıcı ve gerçekçi cephe sahneleriyle Samim kocagöz
romanının (Kalpaklılar ve Doludizgin) okunması, okutulması yerinde olur, gerekir sanırım.
Konusuyla sevgiyle yaklaşması bile okumak için yeter nedendir. Kocagöz önce bu toprağın,
Anadolu‟nun insanı ve bununla gurur duymuş olmalı. İşte bu yüzden bugünün yazarlarının
birçoğuyla karşı karşıya oturtmalı onu, karşılaştırmalı ve öpmeliydi büyük, mübarek
ellerinden…
***
Kocagöz, Samim; İzmir‟in İçinde (BE 1) (1973)
Dünya yayınları, Üçüncü basım, Nisan 2004, İstanbul, 424s.
Öyküleri bir yana (Yağmurdaki Kız‟la gelen sıçrama) romanları içinde sanırım en iyisi
Ġzmir‟in Ġçinde. Bunu yazıyorum ama 70 sonrası romanlarını okumuş değilim. Ama belli
belirsiz bir izlenim, grafiğinin giderek düştüğü yönünde… Belki de yanılıyorum.
63-71 arasında 8 yılda yazmış Kocagöz romanı.
Kocagöz‟de bizim (Cumhuriyetin) büyük roman geleneğini izliyor, örneğin Yakup
Kadri yolundan giderek tarihsel dönemleri romanlaştırıyor. Okurlar için öyle yararlı ki bu.
Demokrat Parti dönemi ve ilişkilerine bakıyor, 27 Mayıs‟ın mayalanışını ve etkilerini
izliyoruz roman boyunca. Dönemin yaratılmış zenginlerinden İzmirli ailenin Cumhuriyetin
devrimci geleneklerini koruyup taşıyan asker kökenli bir aileyle karşılaşmasının da metaforik
bir anlamı olmalı. İki dinamik karşı karşıya durmaktadır.
Benim bu romanda dikkatimi çeken ve üzerinde konuşmak gerektiğini düşündüğüm şey,
Kocagöz‟ün sınıfsal kararlılık ve katılıktan çok geçirgen, akışkan karakter ve tipleri öne
çıkarması ve genelde bakışının olumlu bir değer taşıması. Bu yanını çok seviyorum
Kocagöz‟ün. Zengin kızı Gülseren aşkını yeğler, sınıfını reddetmeyi göze alır. Buna karşılık
romanın anlatıcı kahramanı Emre, baştan Gülseren‟e biraz tepkiliyken, o dönüştükçe daha
fazla bağlanır.
Bütün bunlar, aslında Kocagöz‟ün arketiplerin belli çizgeler içerisinde seyrettiğini, tezli
roman yazdığını göstermek için. Kötü mü? Hayır, böyle bir şey demem, demiyorum. Yine de
son (ikinci) dönem öykülerinden yanayım, o da ayrı.
Tüm Kocagöz romanlarında olduğu gibi Aşil Topuklarından geçilmiyor kuşkusuz. Hani
üzerine gitseniz geriye ne kalır bilmem. Ama yaşam dediğimiz şey ne kadar gerçek ve sağlam
ki, anlatıya bu beklentiyle bakalım. Onun kenine özgü mantığı yaşamınkinden farkı olmalı ve
öyle zaten.
Tipler (tip olamadıkları için) yalpalıyor, tamam. Ama ben yazıya artık tek tek tanımam
gereken milyarlarca kişiden biri gibi bakmıyorum. Baktığım ve görmeyi umduğum şey, bir
sahne, bir konuşma, bir ses, çakan şimşekle bir anda belirip sonra karanlığa gömülen şu anlık
görüntü, bir tümce, bir sözcük bile…
Benim umduğum şey o bir sözcük. Kendimi avutuyor muyum acaba? Umutsuzluğun
tesellisi mi bu? Artık ne fark eder ki?..
Ha, unutuyordum. Bir kere İzmir romanı (uzam). Sonra içinde spor var: Tenis. Bunlar
da romanı ayrıca özel kılmaktadır.
***
Hobsbawm, Eric; Küreselleşme, demokrasi ve Terörizm (2007),
Çev. Osman Akınhay
Agora yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 182s.
Osman Akınhay‟ın başarılı Türkçesiyle Hobsbawm‟ın yakın dönemlerde Avrupa‟nın
değişik kentlerinde sunduğu bildirilerin, yaptığı konuşmaların izleksel bir toplu sunumu kitap.
Ünlü tarihçi, savaştan sonra gemiyi terk eden komünist aydınlardan olmadı. İngiltere
komünist Partisi üyeliğini sanırım 1999‟lara değin sürdürdü. Gerekçesi çok yalın:
duygusallık… Bu hoş bir şey elbette, ama daha geçerli gerekçeler bulamamasında da iç
burkan çok şey var.
„Söz‟un gerçekle bağının koptuğu‟ dünyamızda 20.yüzyılı boydan boya kesen
yaşamöyküsüyle geldiği noktada Hobsbawm, artık sözünü esirgemeyecek ve sakınmayacaktır.
Genel olarak yaklaşımında malzemeye yönelik bir dikkati sezinledim ve bütünsel (total)
açıklamalara yüz vermiyor. Bu anlamda bağımsız ve özgür bir kişilik, bir yetke olarak
görülebilir. Kimseye, onu destekleyecek tezler sunmuyor. Kafasında dünyayı karmaşık
ilişkileriyle çerçeveleyecek bir „aydınlanma‟ geleneğini taşıdığı ise açık. Birçok „yeni‟ olguyu
özenle dikkate almasına karşın, bunların parlak gösöterileriyle büyülendiğini sanmıyorum.
Duruşu eleştiriden vazgeçmiş değil, tersine… Benim için değerli, iyi olan da bu. Hobsbawm,
küreselleşme tanımlarında benim için tartışmalı olsa da, kılavuzluk yapmayı sürdürüyor.
İdeolojik körlüğe yüz vermeyişi ve olgunun yeni bir ışık altında öne çıkarılışı bence
artılarından. O zaman küreselleşme, demokrasi, emperyalizm, vb. bir çok kavram içerik
terslenmesi, değişimi, bozunumuna uğramıyor onda, yalnızca zenginleşiyor.
20,Yüzyılda savaĢ ve barıĢ‟a baktığı ilk yazıda, ABD‟de içinde olmak üzere yeryüzünde
bir tek devlet gücünün, kalıcı bir denetim oluşturamayacağını, merkezi (teritoryal)
hükümetlerin zayıflamasını savaş olasılığını güçlendirdiğini saptıyor ve 21. Yüzyılın bir barış
yüzyılı olma şansı düşüktür, diyor.
21. Yüzyılın BaĢında SavaĢ, BarıĢ ve Hegemonya makalesinde, tarihin hızlandığını,
kent nüfusunun arttığını, egemen teoloji serbest piyasa imanı sayesinde devletin
taşeronlaştığını (ordunun bile), yurttaşların yönetime kendilerini bağlı sayma (boyun eğme)
eşiklerinin düştüğünü, küresel bir denetimin günümüzde zor olduğunu (1. Kontrolsüz serbest
piyasa küreselleşmesi, 2. Çoklu uluslar arası Büyük Devlet sistemi yokluğu nedeniyle)
belirttikten sonra, asıl sorunun, tarihsel bakımdan benzeri görülmedik bir proje olan tek bir
devletin dünya çapında egemenliğinin mümkün olup olmadığı biçiminde sorulması
gerektiğini söylüyor. Bunun yanıtı ABD olamaz, çünkü imparatorlukları sürdürmek için onu
kurmak için gerekenden çok silah gerekir. Napoleon‟dan bir alıntı yapıyor burada Hobsbawm:
“Süngülerle her şeyi yapabilirsiniz, ama onların üstüne oturamazsınız”. ABD hoşumuza gitsin
gitmesin emperyal bir güç olarak kalacaktır. Umabileceğimiz tek seçenek, onun dünya için
daha az tehlikeli bir seçenek olarak kalmasıdır. (42)
Amerikan Hegemonyası Britanya Ġmparatorluğundan Neden Farklıdır? Sorusunun
yanıtını aradığı bu yazısında, Hobsbawm 21. Yüzyılın eşiğinde bir Dünya İmparatorluğu
arayışına gönderme yapar. Bu eğilimin kaynakları arasında; küreselleşme ile geleneksel
siyaset arasında büyüyen gerilimi, uluslar arası güç dengesinin çöküşünü, ulus devletin kendi
egemenlik alanı üzerinde denetimi sürdürmede içine düştüğü krizi, toplumsal/insani
faleketlerin geri dönüşü ve genel korku atmosferinin artışını sayar. Dünya daha fazla ulusüstü
çözümler arayışı içine girmektedir, ama bunun için gerekli güç olmadığı gibi siyasal kararlar
alma yeteneğine sahip küresel çapta bir otorite de yoktur (48) Dolayısıyla dünya barışı bir
düştür. Arkasından Hobsbawm ABD‟nin egemenliğinin geçmişte ve bugünkü kaynaklarını,
niteliğini çözümlüyor, gelecekte ABD barışınını olanaksızlığını göstermeye çalışıyor.
Ġmparatorlukların Sonu Üzerine baĢlıklı yazı, önemli bir şeye işaret ediyor:
imparatorlukların varlıkları süresince kendi tebalarına taşıdıkları faydaları abartma yönünde
güçlü bir eğilim etkili olmaktadır (76). Tarihi ayakları üzerine dikmek gerekirse, “gerçek
şudur ki, imparatorlukları sona erdiren etkenin, tek başına bağımlı halkların başkaldırması
olduğu durumlar çok enderdi.”(79) İmparatorluklar şiddet kullanarak yerleşseler de, bu onları
gittikleri yerde kalıcı yapamaz. Bunun için gereken, yerel çıkar çevreleriyle işbirliği yapmak
ve fiili gücün meşruiyetini elde etmek… ABD, Irak‟ta verdiği örnek buna aykırıdır. Yani,
imparatorluklar çağı bitmiştir. “Dolayısıyla, 21. Yüzyılın küreselleşmiş dünyasını organize
etmenin başka bir yolunu bulmalıyız.”(82)
Hobsbawm‟ın geliştirdiği tez, Negri, Huntigton vb. tezleriyle de çatışarak, deneyimli bir
tarihçiye yakışan bir olumsuz yargıya bağlanır. Geleceği tek bir güce bağlı bir imparatorluk
olarak tasarlayamayız. Bu önemli bir katkıdır bence.
Yeni Yüzyılda Milletler ve milliyetçilik, milliyetçilik konusunda uzman Hobsbawm‟ın
bir başka önemli yazısı. Benim ve birçok insanın düşünce geleneklerine aykırı düşen, şaşırtıcı
ve yeni, öğretici yargılarını, tabuları kırarak apaçık dile getiriyor. Acı olan bu denli çok
önyargıyı nerede ve ne zaman biriktirdiğimizdir. Onun da işaret ettiği gibi, ulus tasarımı, ama
birçok topluluk tasarımı da, ideolojik bir kabukla kendini dışavuruyor, gösteriyor.
Benedict Anderson‟dan bir aktarma yapıyor Hobsbawm. 21. Yüzyılın belgesi doğum
kağıdı değil, pasaporttur. Ulus devletin meşruiyetinin kendi toprakları üzerinde aşırı
zayıfladığına altını çizerek bir kez daha değinen yazar, „ulus devletin bittiği‟ tezlerine de çok
sıcak değil.
Çözümlemesini özellikle futbol örneği üzerinden, ilginç gözlemler yaparak
sürdürmektedir.
Demokrasinin Geleceği, yine bir çok kemikleşmiş yargıyı fiskeliyor. Demokrası
hakkında rasyonel denebilecek kamusal tartışmaların yürütülmesi, hem zorunlu, hem de alışık
olunmadık düzeyde güçtür (99) Örneğin, oy kullanma özgürlüğü, hakları güvence altına
almaya yetmez, ama halkların sevilmeyen hükümetlerden kurtulmasını sağlar (101) Birkaç
gözlem yapar: 1) Liberal demokrası, ulus devlet tasarımıyla bağlıdır, 2. Öyle etkenler vardır
ki, bunlar devredeyken liberal demokrasi her zaman ve ipso facto (yalnızca bu nedenle)
demokratik olmayan yönetimlerden üstün olmayabilir. Ülkelerin refahı hiç de kurumsal
düzenlemelerden bir çeşidinin varlığı ya da yokluğuna bağlı değildir (103), 3. Demokrasi tüm
yönetim biçimlerinden en az kötü olanıdır (Churchill).
Bu konuda temel ölçütü, halk kavramının devlet idare etmenin tüm yollarının temeli ve
ortak referans noktasını oluşturmasında, görüyor Hobsbawm. Halkın rejime katılma, onu
benimseme isteğini sürdürmesi ya da kaybetmesi bir çok şeyi açıklayabilir. 20.yüzyılda
gerçek bu ama ya 21.yüzyıl? Yazının temel argümanı da bu: küreselleşmiş kapitalist gelişme
bu sürecin temelini yıkmaktadır? Liberal demokrasi kriz içindedir ve bu artacaktır. Nedeni
demokrasi kavramanın ulus potasıyla yakın, zorunlu ilişkisidir. Ulus devlet ise geçmiş
dayanaklarını tek tek yitirmektedir. “Azami kara dayalı özel şirketin çalışma tarzı, hükümetin
bile özlemini duyduğu model haline gelmiştir.”(109) Sonuç, egemen territoryal devlet bugün
dünden daha zayıftır. Faaliyetlerinin kapsam ve etkinliği daha az, yurttaşlarının pasif itaati ve
aktif hizmetiyle sağladığı hakimiyet iniştedir. Bölünmez cumhuriyet artık tartışmalıdır. Bütün
bunlar demokrasinin geleceğini etkileyecektir kaçınılmaz olarak.
Ulus devlet mevzilerini korumalı, küresel şirketin gündelik yaşama müdahelesini
dengelemelidir. Konumlarını terk etmemelidir. Referandum vb. teknikler ulus devlete aradığı
desteği her zaman sağlamayabilir. Motorlu taşıtların çevre sorunları yaratması referandum
konusu yapılmamalıdır. “Kısacası, hükümetin özgül görevlerini fiilen –nasıl ifade edilmiş
olursa olsun- „halkın iradesi‟ belirleyemez.”(115) Sovyet sistemini başarısız kılan halkın
çıkarları adına kararları alanlar ile o kararların zorla dayatıldığı kesimler arasında çift yönlü
bir trafiğin olmasıydı.. Son yılların laissez-faire küreselleşmesi de aynı hataya düşmüştür. Bu
küreselleşme ulusal hükümetlerin önlerini temizlemesiyle, açmasıyla olmuştur.
Hükümetler yine de varlık ve etkilerini (belirleyicilik anlamında) sürdüreceklerdir.
“21.yüzyılın sorunlarını, onlarla başa çıkmaya hiç uygun düşmeyen bir dizi siyasal
mekanizmalarla karşılıyor durumda olacağız.”(120)
Demokrasiyi Yaymak, demokrasinin ordularca yayılmasının fiilen mümkün olabileceği
tehlikeli ve yanıltıcı görüşünü eleştirmektedir. Global köyde siyaset niye tektipleşmesin,
kolaycılığı günümüzde yaygın bir düşüncedir. “Çağımızın barbarlaşması hem iyi hem de kötü
imparatorlukların eseridir ve „teröre karşı savaş‟ sloganı da bu barbarlığın değirmenine su
taşımaktadır.”(125) Birçok alan seçmenin etki alanının dışındadır artık. Demokrasi, arzu
edilse de, küresil ve ulusaşırı sorunları çözmenin etkili aracı olmaktan çıkmıştır (127) Seçim
demokrasisi ve temsili sistemler, kararların demokratik yollarla alınması konusunda en ufak
bir güvence sağlamazlar gerçekte. Kararlar hep özel ve gizli gruplarca alınır. Etkili ölçüde
basın özgürlüğünü, yurttaş haklarını ve bağımsız yargıyı güvenceleyen şey, seçim
demokrasisi değildir (127)
Terör, yine 1960‟lardan sonra ulus devletin yurttaşlar gözünde meşruiyetini yitirdiği
tezine yaslanıyor (haklı olarak). Şiddet görüntü, ses ve anlatım olarak gündelik yaşama
yayılırken, toplumsal denetimler süreç içinde azalmaktadır (135) “İşlerin seyri daha kötü
doğrultuda değişmişse, bunun sebebi teröristlerin eylemleri değil, ABD hükümetinin
eylemleridir.”(145) Tehlikenin kaynağı, Müslüman intihar bombacıları değildir (147)
ġiddet Çağında Kamusal Düzen, şiddetin en önemli kaynaklarından biri olarak
silahların neredeyse serbestçe dolaşımını gösteriyor. Birkaç gözlemini aktarıyor. İlki daha
önce de sıkça dile getirdiği, toplumsal kuralların ve uzlaşımların zayıflaması (Bkz.Rene
Girard). İkincisi, devletin (teritoryal) krize girmesi.
11 Eylül şiddetin nicelik ve niteliği açısından bir dönüm noktası olmuştur. Koşullar artık
normal değildir. Kitle üzerinde paranoya belirleyici olmaktadır.
Ama ne olursa olsun, terör bir savaş değil ve olmayacak Hobsbawm‟a göre. “Temelde,
son derece ciddi bir kamu düzeni sorunudur.”(164)
Ġmparatorluk Gittikçe ve hala GeniĢliyor, küreselleşmenin işlemeyen tek yönü
çağımızın hala ulus devletler çağı olması, diye başlıyor. “Bugün yeryüzünde, insanlığa hayır
işledikleri inancıyla kendi çıkarını kovalamaktan başka bir şey yapmayan imparatorluklardan
daha tehlikeli bir şey hemen hemen hiç yoktur.” (171) Hobsbawm için asıl tehlikeli olan
Pentagon arkasındaki ideolojiden nefret edip de, başarılı oldukları bazı yerel ve bölgesel
adaletsizliklerin ortadan kalkmasını sağlayacağı gerekçesiyle ABD projesine destek
verenlerdir. Bu modele „insan hakları emperyalizmi‟ adı verilebilir. Balkanlar örneği açıktır
(179) “Şu andaki başlıca uğraşımız, ABD‟yi –kontrol altında tutmak mümkün olmasa bileher şartta eğitmek, ya da yeniden eğitmek yönünde tasarlanmalıdır.”(182)
***
Atılgan, Yusuf; Aylak Adam (1959)
Bilgi yayınları, İkinci basım, Aralık 1974, Ankara, 228s.
*
Atılgan, Yusuf; Anayurt Oteli (1973)
Bilgi yayınları, İkinci basım, Mayıs 1974, Ankara, 173s.
Atılgan (Yusuf) okumam başladı sonunda. Birkaç kitabı var, gözümde büyütmüş
değilim. Sıra gelmedi.
Aylak Adam ilk romanı… Büyük bir birikime (daha çok Batı) yaslandığı belli daha işin
başında...
Ben Atılgan‟a topluca bakmak istiyorum. Ne mutlu bir rastlantı ki, sıcağı sıcağına, yani
Anayurt Oteli‟ni aldığımda Nurdan Gürbilek çalışması yayımlandı (Mağdurun Dili, 2008,
Metis y.) ve ele aldığı birkaç yazar var. Biri Oğuz Atay, öteki Yusuf Atılgan... Eh, ne
diyeyim, ibre benden yana seyretti bu kez. Hemen başladım onu da okumaya. Koşutlu sürüyor
şimdilik. Bakalım „mağdur‟ kimliği ne kadar oturuyor Atılgan‟ın ve tiplerinin üzerine.
İlk elde Aylak Adam‟ı (ki 1959‟da yayımlanmış. Yankısını yaman merak ettim. İnsanlar
bir tepki gösterdi mi? Nasıl tepkilerdi bunlar? 60‟ların sonları, 70‟lerin başında Atılgan‟a
dönük acımasız eleştirileri iyi anımsıyorum) bizde bir geleneğe bağlayabilir miyim sorusunu
sordum kendime. Yakup Kadri (Yaban,1942) olabilir mi? Ya Kemal Bilbaşar? (Denizin
ÇağırıĢı, 1943). 40‟ların sonu 50‟lerde yazan varoluşçular. Samet Ağaoğlu, vb.
Güçsüz, zayıf bir kanon bu… Ama Atılgan bir devrim yapmış gibi davranmadı. Birden
koydu masanın üzerine Aylak Adam‟ı. Peki bakalım, Camus‟nun kitabı ne zaman
yayımlanmış (L‟Etranger:Yabancı, 1942). 1942‟de. Batı, Fransız ekininden beslendiği açık
Atılgan‟ın... Hatta kimi çağdaş, moda düşünce akımlarının birebir etkisini taşıdığı izlenimi
edindim okurken.
Sorun şurda. Sartre, Camus kendi ekinsel bağlamlarında yadırganmayacak işler yaptılar
da, Atılgan‟ın Mersault‟su çalışmak zorunda olmayan zengin ve aylak karakteri burada (C.),
İstanbul‟da (hem de 50‟lerin İstanbul‟unda) yadırganmayacak mıydı en hafifinden?
Bohemin uçlarına, duyguların dibine, özkıyımın eşiğine bizim „yabancı‟mızı getiren şey,
toplumsal yalan (riya) olabilir mi? Okurun, toplumun tepkisi derken sormak istediğim bu?
Yani Atılgan‟ın romanının toplumbilimi kesinlikle yapılmalıdır. İşte bir doktora tezi
konusu daha… Yine eminim, yapılmıştır.
Bu kopuk, gelgeç izlenimlere dayalı yaşam algılarına, parçalarına, kesintili ve geçici
izlenimlere dayalı Türkçeyi neredeyse bulmuş daha ilk yapıtında Atılgan. Ama Türkçenin
buna yatkın olduğunu, dizgeleşmeye çok direndiğini, bunun için çok yoğun düşünsel
kaynakları seferber edebilmek gerektiğini düşünüyorum. Tüm dolayımları kaldırır
kaldırmasına da, bizim zihin içeriğimizin kaç kattan oluşabildiği ayrı bir soru. Zaman içinde
katlar yükselmiştir, yükselmektedir.
Bu dil, romanın dünyasını hem tümcelerin kopuk kopukluğuyla, hem de ayrıca öznenin
duruşu, yüklemle (eylemle) ilişkileri açısından yansılıyor. Aslında bir tür hiperrealizm,
toplayıcı (koleksiyoner) titizliğine ulaşıyor, bilincin bozulduğu, zedelendiği, çoştuğu,
sınırlarını aştığı yerde doğaçlamada yankılanıyor. Hemingway‟i anımsamamak elde değil.
Ama nasıl? Atılgan, ne kadar sahici bu yazılarında? Örneğin, Salinger (Gönül-çelen, 1951) ne
kadar sahici, sorusunun bir anlamı olabilir mi?
Bir soru daha: Atılgan bir „başkaldıran insan‟ mı? Bu sorunun peşini bırakmayacağım.
Bir soru daha: Oğuz Atay‟ın Atılgan‟la ilişkisi (yazınsal) ne olabilir?
Son olarak: Postmodernist Türk yazınının ilk örneğini Atılgan vermiş olabilir mi?
Düşüncelerimi geleceğe erteliyorum şimdi.
Yazı, yazmada cesaretine mutlaka değinmeliyim. Cinsellik önemli. İzleyelim.
22 05 2008, Perşembe. Anayurt Oteli de, sanırım Türk Yazınının en önemli
yapıtlarından olan bu Atılgan romanı da arkada kaldı. Çok toz kaldıran konularla
yüzleşebilmek için tozun inmesini, ortamın yatışmasını, görüş alanının saydamlaşmasını
beklerim. Parlak, güncel, yankılı şeylere uzak dururum. Bu kez, Atılgan‟da bu uzun sürdü.
Anayurt Oteli 1973‟de yayınlandığına göre, aşağı yukarı 35 yıl. Uzun değil, hayır. Belki daha
uzun da beklenebilir, hatta bazen vazgeçilebilir bile. Nagazaki‟ye atılan bombanın
serpintilerinin bir yerlerde bugün de etkili olmadığı söylenebilir mi? Demek ki onunla ilgili
olarak (1945‟le) hesaplaşmamız sürüyor, sürmeli. Tavır almadan edemeyiz. Şu sonuç çıkar
bundan da. Durulmayı beklemek, hesaplaşmayı beklemek değil. Çoğu kez de tersidir
sözkonusu olan. Çünkü yanlı bakış, insan ve toplumların yaşamında nesnel, duru bakıştan
hemen her zaman önemli olmuştur. Hem nesnel, yansız bakış sandığımızca olanaklı mı
bakalım? Benimkisi kişisel bir yordam… Yaşamın verimli kullanımıyla ilgili doğruluk savı da
taşımayan bir kişisel bir izlence… Belki de Yusuf Atılgan‟a haksız etmiş olabilirim. Ama
tartışma gözükara, acımasız ve dayatmacıydı yanılmıyorsam. Saldırı belleğimde, „küçük
burjuva gericilik‟, „cinsellik‟ vb. kavramlara bağlı olarak hayal meyal biçimleniyor. Önemli
değil. Oğuz Atay bu ülkede 20-30 yıl bekler, yeniden bulgulanmayı. Halit Ziya 100 yıl bekler,
ama yakalanır mı bilemem. Ya Reşat Nuri. Yakup Kadri‟nin Ankara‟sı, hele Panorama‟sı…
Pamuk‟un da üzerinden yıllar geçmesini beklemeliydim, ama her zaman kendim için karar
verebildiğimi söylemek çok şey söylemek olur. Uzattım.
Varoluşçu Batı yazını etkilerini doğrudan, Yer altı izleğiyle (Dostoyevski) buluşturarak
yaşayan biri olduğu çok açık Atılgan‟ın. Bir artçı olduğunu, kimse adına değil, kendi yaşamı
adına, canının istediği gibi konuştuğunu, bunu azçok içtenlikle yaptığını kesinlemeli baştan.
Sait Faik de böyle değil miydi? İplemeyişinden duruş çıkarmıştı, ama o bu duruşunu düşünce
köklerine, dizgelerine değin genişletiyordu. Hayır, bir şey yaptığı yoktu. Düşünce dizgelerini
de iplemiyordu o kadar.
Ama Atılgan‟ın kaygısı, kuramsal, belli bu… Bunun kuramsal sağlamlığı, coğrafyası,
tarihi bir başka konu. Siyasete ise tam açıklanmamış, ipucu verilmemiş bir konformizm
eleştirisinde (Aylak Adam) bulaşıyor Yusuf Atılgan, ama bunu söylerken bir çok şeyi
zorladığımın ayrımındayım. Kuramsal çerçeve, gündelik eleştirisini tümlemiyor,
yankılamıyor tam. Bundan bir gerilim çıkıyor elbette, ama buna yazınsal bir gerilim demek
nereye değin doğru olur?
Çünkü bu seçili duruş, biçeme de kişisel, özgün bir bakışı kapsamalı, değil mi?
Konformizm eleştirisini, kentli sürünün gündelik koşuşturmacasıyla kitlemek bir noktadan
sonra ikiyüzlülük, gizli bir hazcılık, dolaylı bir kenterlik düşkünlüğü anlamına da gelir ve bu
bilen, gören için anlaşılmaz, aşağılık bir durumdur.
Ama Atılgan biçemi, yapısal karışmayı (müdahele) daha çok akışa bırakmış, iyi ki
eleştirel içerik (oldukça güçlü etkiler taşıyan içerik) bu biçemi zorlayarak kendine uydurmuş.
Çünkü biçem üzerine özel olarak düşündüğü yönünde bir işaret almış değilim Atılgan‟ın.
Düşünmek zorunda da değildi ayrıca. Sonuçta düşüncesi kendiyle çelişmeyen bir akak, vadi,
yapı bulmuş işte.
Bulanıklık, hesaplaşmanın niteliği, düzeyi, kapsamında… Sorun tutarlılıkta… Ama
sanat yapıtı dediğimiz şeyin en az ilgi duyacağı, duyması gereken şey de bu „tutarlılık‟,
„örtüşme‟, „bağdaşma‟ değil mi? Bağrında yakalanamayan, kayıp giden şeyden büyük destek
alır sanat yapıtı ve çoksesliliğe, dilliliğe geçişin yolu buradan geçer.
Bugün yazabilseydi Yusuf Atılgan bu yapıtlarını değişik düşünür müydü ve kaynak
olarak kullandığı tinbilimini (Freud tabii) yorumu nasıl olurdu? Freud, roman karakterlerinin
biçimlenmesinde gereğinden yalın bir şablon sundu. Yaşam önemli ölçüde Freudiyen
anlatılarla indirgenmiş oldu. Bu da beni hemen hemen her zaman rahatsız etti. Atılgan‟ın
romanının çıkış noktası işte bu kaynak. En azından eleştirisine bir tutamak, dayanak
aradığında her iki romanının da sonlarına doğru oedipus‟a (Freud) dönmesi bunun kanıtı.
Ama bugün baktığımda bu iki romanın aşil topuğu da burası duyorum, zayıf halkalar. Bu
Atılgan anlatısının değerini azaltmaz kuşkusuz.
Ama varoluşçu esinin Avrupa‟da ve dalgacıklarının vurduğu ülkemiz kıyısında yüzeysel
yorumunun getirdiği yaşama biçimi (sahte yer altı kimliği) romanları değerlemede bir ölçüt
olarak beliriyor. Genel olarak bir şeyler başka şeylerle karıştırılıyor. Sartre‟ın popüler
açıklamalarında dönüp dönüp üzerinde durduğu şey, Camus‟yle çatışması da bunlarla ilgili.
Ama her ikisi de değişik kaynak ve nedenlere bağlı olarak seçimin (vicdani) sorumluluğu
üzerine açık vurgu yaptılar. Yanlış anlaşılmak istemediler. Zaten Atılgan‟ı Freud‟a başvurmak
zorunda bırakan da biraz bu…
Marx mı söylemişti, tarih ikinci kez yinelendiğinde „komedi‟ye dönüşür diye.
Dostoyevski gerçekten yazınımızı sarstı, 50 sonrası özellikle. Silkeledi. Yazınımız ona karşı
duruşuyla biçimlendi, gelişti. Atılgan‟ın yapıtı da bir tür Dostoyevski yorumu, çeşitlemesi…
Kendisinin bunu yadsıyacağını sanmam. Kıyım/Özkıyıma eninde sonunda çarpan, toslayan
yaşamların çıktığı kapı Dostoyevski. Kafka değil ilginçtir. Oysa Avusturya-Macaristan
bürokrasisi, 19.yüzyılı benzer bir biçimde Osmanlı‟da da vardı. Dizge (Kapı, Yargıç) küçük
insanın yaşamını bizde de karattı. Bunun üzerinde düşünmeli.
Dostoyevski‟nin Hristiyanlık kaynakları onu sorgulamasında büyük yazarlığa taşırken,
bizim böyle bir „vicdani‟ kaynaktan yoksun oluşumuz (aslında bu beylik bir yargı gibi
duruyor ve tartışılmalı) neden bizim Dostoyevski‟lerimizin kopya olduklarını açıklayabilir
(belki). Bizim kameramızın daha devingen olma zorunluluğu var, diyeceğim. Yakın plan,
başçekimi yetmez bize. Genel planlara, uzam içerisinde kütlesel devinimlere gereksinim
duyarız. Bu bizi soyutlamalara sürüklemiştir: fluid, akışkan kaligrafilere. Atay ironisinin
böyle görsel bir kaynağı olsa gerek. Çok zeki bir insan, gerçek bir yaratıcıydı. Bunları
düşünmüş, hesaplamıştı. Bunlüarı o yaptığı için ben bugün saptayabiliyorum kimi şeyleri
(doğru yanlış).
Yakınlaştırıyor objektifini nesnesine Atılgan. Yakından bakıyor ve malzemeden ne
çıkarabilirse onu resimliyor. Bir kararsızlık, adi suçla felsefi suç (oysa ikisi de örneğimizde
bedene kıymaktadır) arasında bir ikircim, toplumdaki yankıya keskin duyarlılık, vb.
Şimdi yazın dışı gerekçelerle eleştirildi Atılgan. Genel olarak etik bir yükleme yapıldı
yapıta. Siyaseti içinde barındıran bir etik sorgu… Bu ahlaksızlık, bu tekinmişlik övgüsü,
insana olan umutların kıyıcı ve etkili bir söylemle yerlebir edilişi. Borcumuz budur Yusuf
Atılgan‟a, katkısı buradan gelir. Boşversenize siz. İnsan odaklı açıklamalarınızla gizlediğiniz
nedir acaba? Kaçınızın usundan, bilincinden (alt, derin bilincinizden de değil üstelik)
akadurmamıştır bu düşünceler, imgeler. Yalan söylüyorsunuz. Hep beraber yalan söylüyoruz.
Yalancıyız. Bunu da bize „yalana tutkuyla bağlı‟ bizlere Yusuf Atılgan gibileri (Oğuz ÜAtay‟ı
da belirtmek zorundayım, ama Vüs‟at O. Bener‟i atlamadan) yekten gösteriyor. Kaçacak
delik, en ufak bir bahane fırsatı tanımayarak. Bunun için onlara teşekkür borçluyum. Beni ve
benim gibileri doğru dürüst insanlar olmaya zorladıkları için. Görüldüğü üzeri aslında bunlar
değer karşısında duruşlu (tavırlı), etik söylemleri taşıyan yazarlarmış gerçekte. Yani
sandığımızın tersine…
Atılgan kaç yerde de belirtmiş, açığa vurmuş bunu. Sidik, bok, kusmuk da
yaşamlarımızın tutkuyla bağlı olduğumuz yanları. Bu anlatının kahramanları (!) otuzbir
çekerler, pisliğe bulanırlar, lanetlidirler. Hepimiz kadar.
Bakalım kendimize. Atılgan‟ı okuyup da bunu yapmamak olanaksız.
“Yeryüzünde canlı kalmanın birbakıma suç işlemeden olamıyacağını bilmeyen,
kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.” (Anayurt Oteli, 152)
Bununla yüzleşemeden insan kendinden daha iyi bir şey çıkarabilir mi? Ha, bu retorik
daha canlı, parlak Batıda vardı. Biliyorduk bunları. Eee, biliyorduk da n‟oldu? Bir de Yusuf
Atılgan aynasında baksak ne olur kendimize? Üstelik, bakmak zorundayız da.
[Devam edeceğim –ZK]
***
Tüzün, Ahmet/Büyükuysal, Yüksel, Haz.; Birhan Keskin Şiiri ve Ba (2008)
Metis yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 131s.
10. Altın Portakal Şiir Ödülünü (2006) alan Birhan Keskin şiiri için yapılan sempozyum
metinlerini içeriyor derleme. Birhan Keskin‟i keşfetmekte çok geciktiğim açık, bu Türk
Yazınının da ne denli gerisinde olduğumu kanıtlıyor. Ama yazın dergileri almayı bıraktığımda
bunu az çok seziyor, biliyordum zaten. İlk şiirlerini 1991‟de yayınlamış Keskin (Delilirikler),
yani 16-17 yıl önce. Oldukça uzun bir süre.
Çok önem verilmiş, çok değişik kültür katmanlarından insanların ilgisini çekmiş bir
şairden söz ediliyor demek.
Paniğe kapılmayacağım kuşkusuz. Çünkü yarışmaktan vazgeçtim, hep daha çoğunun bir
„daha‟sı var. Rastlantıya güvenmek ve tatmaktan çekinmemek, biraz serseri bu serüven
duygusuyla yetinmek, kendi kurgunu aynaya yansıtmak, biraz da bunu denemek, hepi topu
bu… Kaçırdığım için üzmeyeceğim kendimi, yakaladığım, yakalayıp hem de geride
bıraktığımı sandığım şey için de yersiz bir sevince kaptırmayacağım kendimi. Bir süredir
yaşamdan bunu anlıyorum. Okumalarım da ister istemez başkalaştı kendiliğinden.
Peki, Birhan Keskin şiirinin bendeki izinin karşılığı olabilir mi bu derleme? İçinde
önemli, anlamlı çalışmalar var tabii. Ama genel olarak elimde darasını alıp tarttığımda kitabı,
yine de bir hafiflik, buna bağlı düşkırıklığı temel izlenimim. Emek var, saygı, sevgi var,
anlama çabası, ululama, destek, coşku da. Ama yapıt ülkemizde tüm bunlarla kendine bir
yörünge bulsa da, yazının evrensel derinliği içerisinde olması gereken yeri bulamıyor. Belki
bunun için gereken yazının evrensel çıpası denli, eleştirinin de evren ölçekli bir çıpa
kullanması. Bunu söyleyen ben, bütün bunların uzağındayım. Beni böyle konuşturan, yarı aç
bırakan şey de deneyimsel bir sezgi. Doğruluğunu tartışmasız savunamam.
Gelelim yazılara.
Ha, unutmadan. Birhan Keskin şiirimize ve şairlerimize bir yandan şiiri öğretiyor. Bu
korkunç komik ve trajik. Öğretmen olmayı ne düşünmüş, ne istemiştir. Sorun onda değil.
Üstelik bir sorun mu bu?
Betül Tarıman; Penguen 1, Penguen 2 ġiirleri Dolayımında Bedenin YoksullaĢması
ve Birhan Keskin ġiirini Anlama Çabası, s. 17-25
Bu yazıda, Keskin‟in şiirinin (bu bana Simone de Beavoir‟ın Özgürlüğe Doğru
Kadın‟ını anımsattı) beden işlevlerine, fizyolojiye indirgenmesi, ipuçları anıştırsa da, beni
rahatsız etti. Bir kadın şairin çıkış noktası menapoz olabilir mi? Böyle bir şiir kendini
açıklayabilir mi? İyi de neden olmasın? Bana öyle gelir ki, beden çok keskin, ötesi olmayan
bir sınırdır. Geriye söz, tez vb. kalmaz. Gerisi olmayan şeyin şiiri de olmaz. Yoksa olur mu?
Şiir diyalojik bir dilden yoksun mudur? Bakhtin biraz da bunu mu söylemişti? Ben şiirin
kendi tartışmasını pek yüze vurmadığı, göstermediği kanısındayım. Ama açıktan bedeni
gösteriyorsa, kısa zamanda ışığını yitirip tükenebilir.
Birhan Keskin‟de böyle bir korkum oldu mu? Evet, oldu. Onun şiiri ölebilir.
Hüseyin Cahit Kerse; Baba Dedim, Ba Dedim…, s. 26-32
Keskin‟in şiir serüvenini, Kerse, çocuk saflığından, masumiyetten ermiş olgunluğuna
geçiş olarak özetliyor. Saflık, masumiyet döneminin anlaşılma beklentisi bu nedenle, yerini,
anlaşılmanın olanaksızlığına bırakmış olmalı. Bu bir tez. Dayanakları da daha çok, şiirin
yanında, şairin söyleşileri…
Birhan keskin şiirindeki „ben‟lerin çokluğuna da değinmeden geçmemiş Kerse.
Deniz Keskin; Birhan Keskin ġiiri, s.33-38
Gonca Özmen; “Eninde Sonunda Bunların Hepsi Bir Dünya Macerasıydı. Ne
Olsundu…”, s. 39-46
Keskin şiirinde, göç-göçebelik, yolculuk izlekleri, ses yapıları üzerinde duruyor Özmen.
Gitme hali, yolculuk isteği şiirinin vazgeçilmezidir.
Hüseyin Ferhad; Siyah Bir IĢık Damlası, s. 47-51
Birhan keskin, 80 sonrasının heterodoks hareketine destek veren, reel politikaya, slogan
tacirlerine dudak büken şairlerinden… Şiir lisanımızın bir hafıza etüdü, fezlekesi (47) İmge
saplantısından kurtulmuş bir şiir.
Kemal Varol; Kusur, Ġroni ve Oyun, s.52-60
Kusuru, Keskin‟in şiirinin yapısal bir öğesine dönüştürdüğü görüşünde Varol… Bu
oldukça tehlikeli bir tez… Ona göre asıl soru, „kusur‟ ve „bölünmüşlük‟ten şairin neyi murat
ettiği (56) Yadırgatıcı olan, liriğin kesintiye uğradığı, belki de lirik olmak istemediği nokta.
İroni de şiirinde böyle bir işlev görüyor olabilir.
Kemal Varol Orhan Koçak‟a başvuruyor. Onun „yüce duygusu‟ ile „bayağı‟ arasında
kurduğu ilişkide, geçirgen, ince bir zara işaret ettiğini belirterek; sahiden kof, sahte, bayağı
karşısında da .yücenin verdiği yaşantıları deneyleyebileceğimiz görüşünü aktarıyor. Yüce, ilk
aşk‟ta sezinlenir ve yüceye gönül düşürmek ya da ona yönelmek bir „zevk düşkünlüğü‟dür.
Liriğin sürekli saplanıp kaldığı „zevk düşkünlüğü‟ne karşı Keskin‟in kimi savunma önlemleri
aldığı, bunların arasında duygulanımın maddesizleştirilmesi, isteği iştah ve kızışmadan
ayrıştırma gibi yöntemleri uyguladığı, yine Koçak tezlerinden. Ona göre, bu durum „arıtma
çabası‟… Sonuç: Birhan Keskin şiirinde „şiirsel dil iletişimsel dile kaçmaktadır‟ (58) Bir
Adorno alıntısı durumu açıklamaya yeter mi? “Şiirsel dille iletişimsel dil arasındaki ilişki
şiddetlendikçe, lidik şiir de kişinin sadece kaybetmek için oynadığı bir oyuna dönüşmüştür.”
Şiir iyi şiir olma gayretinden kaçmaktadır, her türden şiirsel yükten arınma çabası baskındır.
Söz sanatından, „şiirin verili imkanlarından özenle uzak durulmakta, hatta belki de şiir dışı
bir alan aranmakta‟dır (59) Filan sözcüğü bunun bir kanıtı olarak durmaktadır Y‟ol
(2007)‟da. Bu ifadeyle şiirsel yükten kurtulmaya çalışan şiir, kendini savunuyor. Bu durumda
ne tam bir lirik şiirden, ne de tersine anti-lirik şiirden ve onun cesaretinden söz edilebilir.
“Belki de bu durum, kendi tıkanıklığının, imkansızlık ve tahkiyesinin farkında olan şairin
yazgısıdır.”60)
Mehmet Taner; GümüĢ Nehir, s.61-65
Kendi davulunu çalan bir şiir… Bu yüzden bıçkın… O vurgular, o sesler, „sadakat ile
ilintiliymiş ve sağır vicdanlara yöneltilmiş meydan okumalarmış gibi geliyor‟ Mehmet
Taner‟e.
Nuri Erkal; Birhan Keskin ġiirinde Bir Yolculuk, s.66-72
„Tiryakisi oldum‟ (66), diyor Erkal. Çağıyla bir derdi olan, yaşadığıyla çelişen biridir
şair, diyor öte yandan bir söyleşisinde Birhan Keskin. Devam ediyor: „Her şiir anlaşılsın
diyedir… Şiir hem evim, hem örtüm, hem de edebimdir.” (72) Onun şiirini okumak „hayatı
okumak gibi‟(72)dir.
Olcay Akyıldız; Birhan Keskin ġiiri Ġçin, s. 73-79
Birhan Keskin şiirinde Bachelard‟ın izlerini sürüyor Akyıldız. İmgeye bakarak ve
söylediği şu: „Gaston bachelard ustanın mihmandarlığında Birhan Keskin şiirinin patronunu
çıkarma denemesi‟ (78) Su durmuş, göl olmuştur.
Olcay Özmen; Olmanın Kederinde ve Hasar Burcunda Bir ġair: Birhan keskin, s.8084
„Hasar derecesi yüksek bir şiir‟ (81) Keskin‟in şiiri „kusur‟dan güç alır. Doğa, insan
hasarlı, öyleyse kusur‟a bakalım. Görünür kılalım. Biraz böyle bir şey… Peki, dünyada
bulunmanın bahanesi ne o zaman? Şaşkınlık ve şefkatle bakıyorum, ona bakmaya geldim, bir
süre kalıp gideceğim, kimseyi incitmeden, yazmak da bir bahanedir zaten, der gibidir Birhan
Keskin (84)
Veysi Erdoğan; Birhan keskin ġiirinin Topoğrafyası, s.85-131
Bu derlemenin en uzun yazısı. Keskin‟in şiirin dizgeli bir yaklaşımla çözümlüyor. İlk
bölümünde, Birhan Keskin şiirinde „beden‟ imgesine bakıyor ve kırklı yaşlar konusu yeniden
önümüze çıkıyor. Bedene yönelik geri dönüşler ruhun dağılmışlığını işaret eder. Eksilme
(bedensel) patolojik bir hal alır. Bedenin klinikleşmesi karşısında duyulan endişe dışavurur.
İçte hasar görmüş bir bedenin doğa karşısında pek güc yoktur. Şiir ben‟i, içteki hapislikten
kurtulmayı, doğa gibi üretiyor olma konumuna geçmeyi diler. Ba‟daki şiir ben‟i, „eski
zamanlar‟ına dönme konusunda içteki karmaşanın, doğanın içselleştirilmesiyle
çözümlenebileceğine inanır (92)
Birhan keskin şöyle diyor: “İnsan zihninde dünya, bir daha bütünlük kazanamayacak.
Bunun için çok geç. Ben kendimi çoğu zaman, kırılmış bir eşyanın rastgele herhangi bir
parçasına bakar gibi hissediyorum. Ve o baktığım herhangi bir parçaya bir ömür boyu bile
baksam bana bütünü anlatmayacak.”(93; 1996) Şiirinin kaynağında büyük bir ıstırap öğesi
barındırır ve şiiri tam bir varlık sancısıyla temellenir. Şiir, bu kaygunun birinci tekil bir
eyleme dönüşmüş halidir.
Onun şiiri bir „hafıza‟ şiiridir. Eski‟yi şimdi‟de sorgulamanın kendiliğindeliği. Zaman
imgesi, kumar imgesiyle örtüşür. Şiirinde hep varolan öteki, bir arzu nesnesi olarak
duygulanımların kaynağıdır. Bu bir yazgısal bağlılıktır. Yol ve yolculuk te buradan gelir.
Yeryüzü Halleri‟nde okumak, insanın varlığını görünür kılmak anlamı taşır. Varlık
üzerinden insana ulaşma izleği öne çıkar. İnsana, insan hatırlatılır (111) Bir iyilik istemidir bu
bağlamda. Çünkü yeryüzü bir iyilik öğretisidir.
Onun şiirinde „araf‟ta olma, hiçbir zaman teolojinin algısına dayanmamıştır. Buradaki
araf, tinsel olanın sıkışmışlığına dair bir „ara‟dır. Kaybolma halinin mevcudiyetini dile getiren
bir „ara‟ (114) Özne, hep bir uçurumda, kıyıda, arada, susgundur. Aşkın incinmişlik
durumları, keskin şiirinin duyargalarıdır (117)
“Keskin şiirinin diyagramına baktığımızda acının ölçeğinin bütün şiirlere yayıldığını
görürüz. Ontolojik bir yayılmadır bu. Otobiyografiktir ayrıca. Şairin yaşantısından gelip,
kendi şiirinin dibine döşediği ve bunu şiirin bütün duyargalarına dahil ettiği tikel bir algıya
yaslanmıştır acı. Bu nedenle acı, Keskin şiirinin birincil ikametidir.”(118) Acı onda malzeme
değildir, yaşanır. Yaşandığı için oradadır. Y‟ol‟un temel izleği, aşktan gelen her beladan acıyı
başat öğe seçmek‟tir. Acısını aramaya çıkmış ben‟in ötekine ya da „uzak arzu‟ya dair
anlatısıdır Y‟ol. Aşkte eşitlik olanaksızdır. Arzu mekanizmasının işlevselliği, „iki kişi arasında
asla eşitlenmeyen‟de yatar (128)
“Keskin „ol‟ fiilinin anlam alanında gezinir hep. Kendini şiire iliştirme, „ol‟mayı
sağlamak içindir onda. Çünkü kendine yürümek, şiirle mümkündür. Keskin bu hususta
„maksadım şiire giderken kendimi de oldurmaktı‟, der!” (130)
“„Ol‟mak hayatın yarıklarında bir anlam bulmakla ilgilidir. Onun endişesi kaçmak
değildir. Bunun farkında olan Keskin, hayatı şiire davet eder. Bundan, şiiri hayatın olmazları
üzerine inşa edilen bir iyilik olarak algılar. “Benim şiirden başka sarınacak bir örtüm yoktur.
İyiliğim onadır, iyiliğim de ondandır”, demesinde bir mana yatar. Şiiri kendine kıble kılma,
Keskin şiirinde bir iyilik şeklinde varolagelir böylece.”(130)
“80 sonrası Türk şiiri içinde „kendine gitmek‟ endişesini birinci tekil şahsın samimiyeti
üzerinden kurmuş ve bunu şiirin imkanları doğrultusunda ileriye taşıyabilmiş bir şairdir.
Onun şiirinin en büyük ve önemli özelliği, empatinin gövdesine insanları davet edebilme
kabiliyetidir. Şiirinin gücü de buradan gelir.”(131)
***
Kuban, Doğan; Osmanlı Mimarisi (2007), Fotoğraflar: Cemal Emden
Yem yayınları, Birinci basım, Mayıs 2007, İstanbul, 719s.,
Citli, Büyük boy, Resimli
Türk ve Dünya ekinine bir katkı ve bir yayıncılık olayı… Eşsiz bu yapıt, umarım
hakettiği yeri bulur. Ben umuyorum ama umutsuz olduğumu belirteyim hemence.
Önemi yapıtın tezlerle ilerlemesinde, düşünce taşımasında… Özgünlük, kavrayıcılık
sıradan niteliklerinden... Kolayca anlaşılabileceği gibi ortalama, ölçünlü bir mimarlık tarihi
değil, olamazdı da. Mimarlık düşüncesinin arkasında gündelik yaşam ve ekinin yarattığı uzam
algısı ve yaşantılanmasının, kavrayışının da gelişim sürecini anlamayı denemiş oluyoruz
Kuban‟la birlikte. Kuşkusuz uzam, zamanı da peşi/yanısıra sürüklemektedir. Zamanı
toplumun, insanların algılaması ve deneylemesi de değişip dönüşmektedir. İşte Kuban‟ın
yaptığı budur. Diplere, yerel, coğrafi etkileşimin başlangıçtaki kaynaklarına inebilmiş,
mimarlığı toplumun, onun ekininin kendini dışavurma, açıklama, anlatma ve aktarma biçimi
olarak, biçimlerinden biri olarak sentezleyebilmiştir. Dinamik, devingen bir yaklaşımı
uygulamış, ilişki ve etkileşimi karşılaştırmalı bir yöntemle görünür kılabilmiştir.
Ben temel sorgulamasına dönük bir özetleme yapmayı denemekle yetineceğim. Çünkü
soru sormasını bu denli iyi bilen bir bilim adamı, aslında bir bilgeyle karşılaşmak pek kolay
değil. Bu benim yaşamıma sunulmuş bir „lutuf‟tur olsa olsa.
Mimarlık tarihi, hatta sanat tarihine yeni bir bakış açısı, yorum getirmekse disiplin içi
tezlerinden hiç de daha az önemli sayılamıyacak bir başka önemli katkısı olarak belirtilmeli
Kuban‟ın. Bir olgusal düzgüden sözedilmiyor burada asla, nesnelerin ardı ardına
sıralanmasından. Mimarlık kavramı tartışılarak geliştiriliyor. Bu biraz Nermi Uygur‟un felsefe
tarihi yorumunu çağrıştırmaktadır.
Ayrıntıya geçmeden, çalışmanın Türkçede bir biçem denemesi, aynı zamanda yazınsal
bir deneme olduğunu da belirtmek gerek. Doğan Kuban bir üslupçu aynı zamanda.
Önsöz
Kuban bu kısa ama olağanüstü önsözünde; yapıtının amacını, “genel bir didaktik
çerçevenin gereklerini yerine getirdikten sonra, katı bir eleştiri disiplini içinde, Osmanlı
tarih, kültür ve sanatına ilişkin, bilincine vardığım bütün önyargıları deşmek, klişeleri
ortadan kaldırmak”, (7) olarak tanımlıyor. Bu nedenle mimarlık tarihi ile tarihin ilişkilerini
irdeleyerek Osmanlı tarihine de eleştirel bir bakış yöneltiyor. Bu bakış açısında, evleri,
sarayları, camileri yaratan iradelerin arkasındaki istek ve arzuların içeriğini irdelemek,
yapıları bir vitrine kültür gösterisi olarak dizmekten önemli kuşkusuz.
Özetle Kuban‟ın yöntemi; 1. Bir tarihsel dönemin yaratım sürecindeki ağırlığının
belirlenmesi, 2. Yapının evrensel nomenclatura içindeki kavramsal konumunun tanımıyla
ilgili.
Sinan‟dan Önce Osmanlı Osmanlı mimarisi
Kuban işe Mimarlık Tarihi Yazını‟nın eleştirel bir dökümüyle başlıyor. Sözkonusu olan
Osmanlı Mimarlık Tarihi‟dir. İlk çalışma Avusturyalı Barok mimar Fischer von Erlach‟ın
1721 tarihli çalışmasıdır (Entwurf Einer Historischer Architectur).
“Genel Osmanlı tarihçiliğinde; kent, yapı, fiziksel çevreye ilişkin ilgi, olağanüstü
yapıtlarda bile kültürel söylemde işlevsel amaçlar dışında, kendi varlığına dayalı özel bir
sözlüğü, Rönesanstan öteye Avrupa‟da görülen kuramsal, tematik, felsefi bir söyleme
ulaşamamıştır.”(21)
Son yarım yüzyıla gelinceye değin, tarihsel olguyu (fiziksel/kuramsal) dört parametre
belirlemiştir: 1) Mekansal komşuluk (coğrafya), 2) Öncelik (zamandizinsellik), 3)Niceliksel
boyut (nicel/nitel dengesi), 4) Devingenlik (göçerlik etkileri).
[Burada Kuban‟ın tarihsel olguyu açıklarken konuya olgucu (pozitivist) bir bakış içinde olduğu eleştirisi
yöneltilebilir belki. Çünkü bu ayıklanmış ve indirgenmiş dört parametre, aslında ayrıntılandırıp çoğaltılabilir.
Oysa bu parametrelerin arkasında bunları devinime, ilişkiye zorlayan başka dinamikler sözkonusu olabilir. De
facto yapı ve ilişkiler ağı bir veri olarak alınıp soyutlanıyor. Aslında fiziksel ortam temel girdi ya da değişmez
(sabit) katsayı olarak yorumun, biçimlendirmenin başlangıcına yerleştirilebilir. Belki Kuban‟ın da yaptığı budur.
O model kurmak için gereken soyutlama aracına (enstrüman) başvuruyor olsa gerek. Yoksa tarih dediğimiz
kavramı açıklamak için fiziksel parametreler bir etken olarak, kuşkusuz değişik ağırlıklarıyla devreye girerler.
Açıklama da hep eksik kalır-ZK.]
“Osmanlı mimari ortamı, estetik özgünlük dışında hiçbir boyutu ile Avrupa‟yla
karşılaştırılamaz.” (27)
Tarihsel olguyu yöntemsel bir temele oturttuktan sonra toplumsal kimlik (Osmanlı
kimliği) üzerine odaklanıyor. Ne anlamalıyız? Kuban‟a göre: Müslüman kimlikli bir Doğu
Akdeniz ve Balkan devleti. Yani, gerçekte bir Avrupa Devletidir Osmanlı. Yakınlaştığımızda
bu tarihin iki farklı düzeyi yakalanabilir: Başkentlerin, özellikle İstanbul‟un kültür ve tarihi ile
eyaletlerin değişik geleneklere dayalı kültürü ve tarihi.
[Bunu önemli bir saptama olarak bir kenara yazıyorum. Tekbiçimli (homojen) bir yapı varmış gibi
davranamayız karşımızda. ZK]
Üstelik Osmanlı kimliği gizli kapaklı bir kimlik değildir ve onu anlayabilmek için,
günümüzün aşırı duyarlı ulusçuluk kaygılarından kurtulmak koşuldur. Çok parçalı kültürel
yapı dikkate alınmadan Osmanlı sanat ve mimarlık tarihi de yazılamaz. Bir egemenlik alanı
kavramıdır Osmanlı mimarisi. “Bugün, birçok içeriksiz tartışma ulus temeli üzerine Osmanlı,
Selçuk ya da Akkoyunlu tarihi tasarlamaktan kaynaklanır. Oysa Osmanlı bir ulus devleti
değildir. Türk katmanın diliyle egemen olduğu kozmopolit bir imparatorluktur.”(36)
Kuruluştan Kanuni‟ye geliş sırası: Osman ve Orhan Beyler-I. Murad-Yıldırım Beyazit
(Fetret Dönemi)- Çelebi Mehmet – II. Murad – II. Mehmet (Fatih) – II: Beyazit – I. Selim
(Yavuz): İmparatorluk imgesi tamamlanır.
Anadolu‟ya göçerlerin yerleşmesi 11. Yüzyıldan başlar. Göçer/Yerleşim
simbiyotiğinden söz edilebilir. Kentlerin fethini, Ahilerin zaviyelerinin ve çalışma
tezgahlarının kuruluşu izler, kilise mescide dönüştürülür. Türk-Rum köylü bütünleşmesinde
Orta Asya kökenli Sufi tarikatların heterodoks inanç sistemlerinin rolü büyüktür. Fethedilen
yerde tututnmayı Gaza ve Cihad inancı sağlar. Sürekli bir savaş sürecidir yaşanan. Bir
noktadan sonra Devletin Göçerle çatışması, gerilimi başlar.
“Malazgirt‟den Viyana kuşatmasına değin, fetih, gaza ve cihat söylemleri içinde göçer
ideolojisi bir altyapı ögesi olarak Osmanlı Tarihine egemen olmuştur.”(48)
Türkmen göçerin yerleşik topluma geçişinde Gaziyan konumu belirsizdir. Sınıf
kimlikleri açığa çıkarılamamıştır. Abdalan tarikatları ve dervişler Anadolu ve Balkanlarda
yerel halkın örgütlenmesinde rol oynarken, halktan bağımsız devlet örgütlenmesi, kendi
Sikkesini basarak, Kanunname‟sini yayınlayarak gelişir. “Türkmen kökenli Osmanlı, göçer
Türkmeni dışlayarak Osmanlı olmuştur.”(50) Ahiyan örgütlenmesini özel konumu da
önemlidir süreç içerisinde. Ahi örgütleri devletle sıkı bağlantı içindedir.
Bu kaba tarihsel çerçevede Erken Osmanlı dönemi mimarisinin (sanatının) bileşenlerini
oluşturan öğeler belirginleşir: 1) Yerleşikleaşen göçerin taze belleğinde henüz korunan
biçimler, imgeler, çevre, 2) Yönetici sınıfların (kendileri de göçer olan aşiret beyleri)
oluşturduğu bürokrasi ve ilişkili toplum sınıfları, 3) İslamlaşan ve Türkleşen yeni toplumda
fatihin yerli üretime olan gereksinimi, yerli halkın geleneklerine sahip çıkılması.
Kuşkusuz, aşiretin imparatorluğa dönüşümü, buna uygun imge ve simgelerin
yaratılmasını gerektiriyordu: Ön-Osmanlı adıyla bağlamsallaşan dönemdir bu.
Bu dönemde, yani erken Osmanlı döneminde sanat ve mimari simgelerin temelini, 12.
Yüzyılda Doğu/Orta Anadolu‟da başlayan, hem bölgesel, hem Selçuk gelenekleri anılarıyla
ortaya çıkan sinkretik sanat üretimi oluşturur. Ayrıca Bizans halkının bir bölümünün
Müslümanlaşması etkili olmuştur. Bu dönemin tipik sanatsal etkinliği, kiliselerin camiye
çevrilmesi, zaviyelerin yapılmasıdır. Zaviye; moloz taş ve duvarla, yerel ustalarca inşa edilen
ibadet mekanlarının adıdır.
Orhan bey‟le birlikte yapı programı üst-kültür ürününe dönüşmeye başlar. Orta Anadolu
(Selçuklu) mimarisinden farklılaşma sürmektedir, ama bir biçemden (üslup) söz edebilmek
için Yıldırım Beyazit dönemini düşünmek gerekir. Dönem mimarisi, iddiasız, işlevsel ve
başlangıç dönemlerinin kaba pitoreski içinde etkilidir. İşçilik yerel, yapı konstrüksiyon tekniği
Bizans dönemi taş ve tuğla almaşık duvar örgüsü, tuğla tonoz ve kubbe biçimindedir.
Beylikler döneminin geçiş mimarisinden sonra, 14. Yüzyılda oluşan kent toplum yapısı
Doğuda görülmeyen yapı tipini gerektirmiştir. İmaret-Zaviye bileşimi.
Osmanlı tarihinin simge yapıtları Osmanlı başkentlerinde yapıldı (İznik, Amasya,
Manisa‟ nın özel durumu sözkonusu.) Bunun nedeni, imparatorluğun tek merkezli yapısıdır.
Osmanlı sanatı diyecbileceğimiz şey, Saray‟a aittir.
Genel olarak İslam kentinde ekonomik yaşantı örgütlendiğinde, çarşı ve birlikte Cuma
camisi düşünülür ilk elde. Bursa bunun ilk önemli örneğini verir. Tarikat/zaviye ikilisi toplum
örgütlenmesini, medrese ise yeni Sunni devletin örgütlenmesini temsil eder. Devlet
güçlendikçe medrese yapıları öne çıkar.
“Zaviye yapımı toplumun fetih ve örgütlenme paralelinde bir etkinliği idi.” (76) Ahilerle
beylerin 14. Yüzyılda ilişkileri genel bir sürecin kentlerdeki görüntüsünü biçimlemiştir.
Türkmen tarikatları daha çok köylere yerleşmiştir. Sultan ve yöneticilerin yönelimi ise imaretzaviye, tabhaneli zaviye, tabhaneli cami doğrultusunda olmuştur.
Zaviye, camiden farklıdır. II. Beyazit döneminde zaviyeler gözden düşmüştür.
Sultanların imaret adı verdikleri Ahi zaviyeleri, genel olarak zaviye, öncül yapı olarak
tanımlanabilir.
Örnekler: Orhan Bey İmareti (Bursa), Postinpus Baba Zaviyesi (Bursa), Murat
Hüdavendigar İmareti (Bursa), I. Murat: Nilüfer hatun İmareti (İznik), Ebu İshak Zaviyesi
(Bursa), Yıldırım Beyazıt İmareti (Bursa), Firuz Bey İmaret/Zaviyesi (Milas), Pir İlyas
Zaviyesi (Amasya), I. Mehmet, yap. 1413-21: Yeşil İmaret Zaviye; çini bezemesiyle
olağanüstü tasarım ve kalitesiyle önemli. Tasarımda Selçuklu geleneği sürdürülmüştür.
Kubbe açıklığı 15 m. (Bursa).
Ebü‟l Hayr, Ebü‟l Hayrat diye de anılan II. Murat, Osmanlı mimarlık tarihine en çok
yapı kazandıran sultan oldu. Bunlardan önemlileri: Muradiye İmaret Zaviye (Edirne),
Muradiye İmaret Medrese (Bursa), Yurgünç Paşa zaviyesi (Amasya), Beylerbeyi İmareti
(Edirne), Yahşi Bey İmareti (Tire-İzmir).
Tek Kubbeli Cami, tipoloji olarak Konya bölgesinde 13. Yüzyılda ilk örnekleri verdi.
Bunların ortak özellikleri: 1) Giriş cephelerinde harim duvarı uzatılarak giriş revakının
yanlarda kapalı olması sağlanmıştır, 2) Tek kubbeye geçişin konstrüktif öğesi Türk üçgen
kuşaklarıdır, 3) Minare vazgeçilmez değildir, 4) Minareler başlangıçta bağımsız temelli kule
yapılardır (genellikle girişin solunda), 5) Az pencereli, yüksek kasnaklı, almaşık duvarlıdırlar,
6) Bezemede özensizlik baskındır. Örnekler: Hacı Özbek Cami, yap.1333 (Bursa), Yıldırım
Beyazıt Camisi, yap.1390 (Mudurnu), Yeşil Cami, yap.1391 (İznik).
Dönemin Ulu Cami örnekleri: Yıldırım Beyazıt: Ulu Cami (Bursa), Musa Çelebi: Eski
Cami (Edirne), II: Murad: Üçşerefeli cami, yap.1437; bu camiyle geleneksel cami planı tek
kubbeli orta mekan geleneğiyle buluşur. Taşıyıcı sistemin altıgen kurgusu, kuramsal bir
soruyu biçimlendirmiştir. 27 m. Kubbe açıklığı, minare kaidelerinde taş yapıda artistik düzey
dikkati çekmektedir (Edirne).
Osmanlı mimarisinin ilk çağından başlayarak kubbe pragmatiği ve simgeselliği temel bir
olgudur. Simgesel niteliği neredeyse tüm mimari vizyonun temelini oluşturur. Bu toplum
kültürünün pragmatizmini ve sinkretizmini yansıtır. Pragmatik gerekçe, aynı açıklıkta
kubbenin tonozdan daha iyi yük dağıtan geometrik biçim oluşudur. Bu altyapıyı hafifletir.
Taşıyıcı duvar yerine ayak olabilir. Osmanlı mimarisi kagir yapı tarihinde kubbe-kare
modülünü kullanan en zengin yapı geleneğini yaratmıştır. İkinci gerekçe ise, simgeselliktir.
14. Yüzyıldan sonra kagir yapının vazgeçilmez örtü öğesi olması simgesel gücünden
ötürüdür, kubbenin. Büyük mekan etkisi kubbeli çardakla yaratılabilmiştir.
İstanbul‟da ilk Osmanlı simgesi Yıldırım Beyazıt‟ın, 1395‟de yaptırdığı
Anadoluhisarı‟dır. Karşısında Fatih‟in 1451-52‟de yaptırdığı Rumelihisarüstü yer alır. Bir
fetih simgesidir.
Bir rönesanstan söz edilemese de Fatih ve çevresi, Kuzey Avrupa/Rusya egemen
sınıflarından daha çok İtalya‟daki gelişmelere duyarlı olmuşlardır. Fatih‟in, imparatorluk
kültürünü, İslam şampiyonluğundan vazgeçmeden kurmak istediği açıktır. Ayasofya cami
yapılır. Osmanlı genelde fethettiği topraklarda kenti ve tapınaklarını yakıp yıkmamıştır.
Osmanlı sarayı Beyazıt‟da (İstanbul) yapılmıştır. Ticaret anlayışı Konstantinopolis
„kapan‟larıyla buluşur. Ayasofya, tüm Osmanlı tarihi boyunca dinsel/toplumsal statüsünü
arttırarak sürdürmüştür. 1457-58‟de hazinenin saklanması için savunmalı yapı olarak Fatih,
Yedikule Hisarını yaptırır. Fatih dönemi yapı örnekleri: Eyüp Sultan camisi; 1766 depreminde
yıkılmış, yerine 1798‟de bugünkü cami yapılmıştır, Mimarının Atik Sinan olduğu kabul
edilen Fatih Külliyesi; Ayos Apostelaion (Havariler Kilisesi, (diğer adıyla Justinianus
Kilisesi) yerinde yapılmış, yerin seçiminde simgesellik belirleyici olmuş, 1766 depreminde
yıkılan külliye III. Mustafa döneminde yeniden yapılmıştır.
Obmanlı klasik döneminden iki saray kalmıştır: Topkapı ve Edirne Sarayları. Bunlar
değişik küçük yapılardan kurulu komplekslerden oluşur. İstanbul‟da ilk saray Tayri
Forumu‟nda (bugünkü Beyazıt İstanbul Üniversitesi alanında), ikincisi ise eski Byzantion‟un
ve ilk Roma kenti kalıntıları üzerinde kuruldu.
Dönemin İstanbul‟unda sadrazam/vezir külliyelerine örnekler: Mahmut Paşa Camisi,
Rum Mehmet Paşa Külliyesi, ayrıca Gedik Ahmet Paşa Külliyesi (Afyon).
II. Beyazıd Külliyeleri: II. Beyazıt Külliyesi (Amasya/Edirne/İstanbul). İstanbul Beyazıt
Külliyesinde mimar olarak başlangıçta iki isim öne çıkar: Mimar Hayreddin ve Yakubşah bin
İslamşah. 1500-05 yılları arasında yapıldı. Modüler sistemin en radikal örneklerinden biridir
yapı. İç mekan 16 eşit modül üzerine kuruludur. Osmanlı mimarisinin en dengeli, en güzel
avlusu ile Rönesans estetiğine en çok yaklaşan revak tasarımına sahiptir. Fatih külliyesinde
olmayan simetri burada tamamlanmıştır. Ayasofya‟ya öykünme belirgindir. 15. Yüzyılın bir
özetidir. En güzel mimari öğeleri ise, Edirne geleneğini sürdüren anıtsal minare kuleleridir.
II. Beyazıt dönemi vezir yapılarına örnek: Atik Ali Paşa, Davut Paşa Külliyeleri.
Camiye çevrilen kiliselere örnek olarak da Kariye Camisi (Khora Manastırı), Zeyrak
Kilise Camisi (Pantokrator Manastırı), vb. verilebilir.
Doğan Kuban çalışmasında döneme ilişkin diğer yapı örnekleri ve öğeleri olarak
Medreseler, türbeler, ticari yapıları (çarşı, bedesten, arasta, han), hamamları, kaleleri, çini ve
alçı bezeme, mukarnas, vb. yi de irdeliyor.
Kanuni döneminde Sinan öncesi başyapıtlara özel bölüm ayrılmıştır. 1522‟de
İstanbul‟da yaptırılan Sultan Selim Camisi, 1522-23‟de Manisa‟da yaptırılan Sultaniye
Külliyesi, 1523-24‟de Gebze‟de yaptırılan Çoban Mustafa Paşa Külliyesi.
Klasik dönemin çini ve alçı bezemesi Doğu kökenlidir. Alçı mukarnas, 13-15. Yüzyılda
İran, Mısır, Türkiye‟de yapı bezemesi olarak kullanılmıştır.
Osmanlı dünyası iç içe yaşadığı Avrupa‟ya bakarak ve 18. Yüzyıldan sonra onu taklit
ederek yokolmuştur. Hiçbir Osmanlı, Avrupa‟yı eleştirel bir gözle değerlendirmemiştir.
Rönesansın dini temalı sanatı „insanı yüceltir‟. Osmanlı kültürünün, 19. Yüzyılda, medresenin
düşünsel despotizminin her bilimsel açılımı engelleyen ortamında, Avrupa mimarisinin ve
sanatının sultasına girmiş olması ise ilginç bir olgudur. Ama genelde Avrupa‟nın kıyısında
ama onu görmeden sürdürmüştür varlığını.
Sinan‟dan Sonra Osmanlı Mimarisi
“Sinan‟ın sanatı mimariyi bugün en yüksek olduğunu kabul ettiğimiz noktaya
eriştirir.”(251)
Dönemin sultanları sırayla Kanuni, III. Mehmet, I.Ahmet, IV. Murad, II. Mustafa, III.
Ahmet (Lale Devri)‟dir.
Mimar Sinan‟la ilgili bilinen iki yazılı kaynak sözkonusudur: 19 NakkaĢ Sai Mustafa
Çelebi‟nin yazdığı Tezkiretül Bünyan‟la Tezkiretül Enbiya.
Sinan 1587/88‟de ölmüştür. Bir idealist, pürist değildi. Kavramsal bir uğraşın kanıtlarını
görebiliriz onda. Her işi, yapısı bir deneme niteliğindedir. Kare, altıgen, sekizgen tabanlı
kubbe çözümleri arayışın göstergeleridir. Sinan‟dan hareketle Osmanlılarda bir mimarı
kavramdan söz edilemez. Ama mimarisi böyle bir varsayımı gerekli kılacak kadar gelişmiştir.
Sinan‟ın mimarisinde pragmatizm (işlevsel, anlaşılabilir geometriye oturan, temel
biçimleriyle sade ve rasyonel, bezemeyi ikinci plana iten bir üslup) Osmanlı kültürünün diğer
alanlarında da var mı, bu tartışılabilir. Sinan büyük bir artiste-constructeur‟dür. Fantezi
peşinde koşmaz. Öbür dünyalılık, uhrevilik yoktur onda. Bir şey varsa, o estetik kalitenin
algılanmasının yarattığı bir „sublime‟ duygusudur.
Sinan ve dönemi mimarisi Rönesans rasyonalizmine ne kadar yaklaşsa da Batılı
kültürün etkilerine sırtını dönmüş bir mimaridir. Bu durum, III. Ahmet döneminde, Damat
İbrahim Paşayla birlikte ortadan kalkacaktır.
“Eğer Şehzade‟deki strüktürel idealizm ve Süleymaniye‟de büyük politik gösteri bir
yana bırakılırsa, tüm yapılarında, mekan tasarımı kubbeyi doğrudan algılamak üzerine
kurulmuştur.”(261)
Kanuni dönemi ilk Sinan yapı örnekleri: Haseki Külliyesi, yap. 1538-39; Sinan‟ın
mimarbaşılığının ilk yapısı (İstanbul), Mihrimah Sultan külliyesi, yap. 1539
(Üsküdar/İstanbul), Şehzade Külliyesi, yap. 1548; Cami bir tasarım dehasının doğşunu
müjdeler. Orta kubbe dört yarım kubbeyle desteklenerek merkezi bir mekan etkisi yaratılması
eskiden beri vardır. Caminin modüler ve tam simetrik merkezi planı, Ayasofya şemasının, bu
ilk büyük yapısında Sinan‟ı etkilemediğini gösterir (271) Sinan, çıraklık yaptım, diyor bu
camide.
Osmanlı mimarisinin simge yapısı Süleymaniye‟dir. İstanbul‟u, Kanuni‟yi, Sinan‟ı ve
imparatorluğun bir cihan devleti olduğunu simgeler. Kanuni 56 yaşındadır. Osmanlı
mimarisinde orta mekan örtüsü Ayasofya‟ya benzeyen üç camiden biridir. Diğerleri II.
Beyazıt ve Kılıç Ali Paşa camileridir. Süleymaniye, Beyazıt camisinin bir çeşitlemesidir. Çok
vurgulanmış bir bezemesi yoktur.
Selimiye bir taçyapıdır. Osmanlı mimarisinin özgün niteliklerini ve dünya mimarisi
içerisinde özel statüsünü belirleyen bir başyapıttır. Sinan‟ın yazılmamış mimari kuramının da
uygulanmasıdır. Osmanlı kültürünün sentetik niteliğini daha iyi temsil edecek, daha iyi bir
nesne yoktur. [Kuban bunu çok açık ve kesin bir dille belirtiyor. ZK] II: Selim‟in isteğiyle 1568-75
yılları arasında yapılmıştır. “Ayasofya kubbesi büyüklüğünde bir kubbe yapmak ve bunu
Pantheon‟un ilkel gücü ile buluşturmak ve bütün bunları bir Sultan Sancar‟ın ya da Sultan
Olcaytu Hudabende Han‟ın, dünyaya seslenen yapı imgeleri gibi etkili kılmak ve bütün bu güç
simgelerini günde beş vakit namaz kılınan bir toplanma yerinin insancıl, pratik boyutlarıyla
birleştirmek. Sinan‟ın Selimiye‟de yaptığı budur.”(302) Cami, bir bütünlük, dinginlik hissi
verir. Mekanın tek yönelimi merkezden kubbeye doğru yükselmedir. Dış plastiğinde görülen,
devamlı, ama bütünleşmiş kademelenme iç mekanda da aynen hissedilir. Kubbe ile altyapı
karşıtlığı yoktur. Kagir duvar bir kütle mimarisidir. Ama duvar kütlesiyle bir heykel gibi
oynamaz Sinan. Doğu rasyonelini temsil eder. Strüktürel manipülasyonunun ustalığına karşın,
sonuçta, ilk Sasani tromblu kubbesinin genel şemasına sadık kalınmıştır. Karenin dünyasallığı
ile kubbenin sonsuzluğu arasında, estetik açıdan doyurucu bir poligon yerleştirmek,
Selimiye‟nin kavramsal rasyonelini oluşturur. Selimiye, tüm Sinan öğretisini özetler ve onun
bıraktığı en açık sanat mesajıdır. Aynı zamanda Osmanlı kültüründeki rasyonalizasyonun da
en üst aşamasıdır. Sinan‟ın mekansal kurgularına örnek olarak; altıgen çardakta, Kara Ahmet
Paşa Camisi (Topkapı/İstanbul), Semiz Ali Paşa Camisi (Babaeski), Sokollu İsmihan Sultan
camisi (Kadırgüa/İstanbul); sekizgen çardakta, Rüstem Paşa Camisi (Eminönü/İstanbul),
Sokollu Cami (Azapkapı/İstanbul), Sinan Paşa Camisi (Beşiktaş/İstanbul), Piyale Paşa Camisi
(Kasımpaşa/İstanbul) verilebilir.
Kuban‟ın mercek altına aldığı Sinan‟dan seçme yapılar ise şöyle: Kılıç Ali Paşa Camisi
(Tophane/İstanbul), Zal Mahmut Paşa Camisi, Şemsi Paşa Camisi (Üsküdar), Atik Valide
Külliyesi (Üsküdar), Mağlova Sukemeri, Büyük Çekmece Köprüsü, Haseki Hamamı.
Bu noktada Osmanlı imparatorluğunda mimarlığın kurumsal yapısına değiniyor Doğan
kuban. Osmanlı devlet örgütünde bir Hassa Mimarları Dairesi ve buraya mimar yetiştiren bir
Mimar Ocağı vardır. Mimarbaşılar da Ocaktan yetişirler. 16. Yüzyıl, II. Mahmut zamanında
kurulmuştur. Sorumluluk zinciri yukarıdan aşağıya: hassa başmimarı, hassa mimarı üstadları
(halifeler), hassa mimarları, suyolcular, duvarcılar, dülgerler, bıçakcılar, demirciler. Kurum
sarayın özel mimarlık örgütüdür. Sinan‟ın halifesi Davut Ağa‟yı, Mehmet Ağa, Dalgıç Ahmet
Ağa, Sedefkar Mehmet Ağa izlemiştir.
Osmanlı imparatorluğunda büyük yapı etkinliği vakıf sistemi içinde gelişir. Bir vakfiye
örneği Hafsa Sultan Vakfiyesi, bir patron örneği de Sokollu Ailesi‟dir.
Sultanahmet Cami ve Külliyesi, I. Ahmet tarafından Davut Ağa ve ardından Mehmet
Ağa‟ya yaptırılmıştır. Şehzade Cami şemasına bağlı kalınmıştır. “Eğer Sinan bir mimarsa, bu
duyarlılığı ile Mehmet Ağa bir heykeltıraştır.”(363)
Yeni Cami ve Külliyesi de Davut ve Mehmet Ağalar tarafından 1597-1603 yılları
arasında Mısır Çarşısı külliyesiyle birlikte yapılmıştır. Çarşı L biçimli bir arastadır.
İstanbul‟da Klasik Çağ‟ın (1588-1720) işaret yapıları örneklenirse: Nişancı Mehmet
Paşa Camisi, Cerrahpaşa Camisi, Kazasker İvaz Efendi Camisi (Eğrikapı/İstanbul), Yeni
Valide Camisi (Üsküdar/İstanbul), Gazanfer ağa Külliyesi (Saraçhane/İstanbul), Bayrampaşa
Külliyesi ve hanlar, çarşı ve arastalar, menzil külliyeleri, kervansaraylar belirtilebilir.
Topkapı Sarayı (Saray-ı Cedid-i Amire); saray-ı hümayun, babüsselam ve divan
meydanı (orta kapı ve ikinci yer), sultan ve saray çevresi, kasr-ı adl (Adalet kasrı), mutfaklar,
babüssaade (akağalar kapısı), Enderun avlusu (harem, II. Murad köşkü, Hünkar sofası,
köşkler, Sepetçiler kasrı, Revan köşkü, Bağdad Köşkü) gibi bölümlerden oluşur. Sarayı üç
temel özelliğiyle ayırmak olanaklı: 1) İnsanı ürkütmeyen, çağıran, insan ölçeklilik, 2) heykel
ve resim yokluğu, 3) pavyonlu tipoloji (Saraylarda sürekli tek yapıya ancak III: Selim
zamanında geçilmiştir.)
Topkapı Sarayı yanı sıra bugüne kalmayan Edirne ve Manisa Sarayı da sayılabilir.
Osmanlı mimarisinde anıtsal mimarinin (ki temel referans camilerdir) tasarım ilkeleri
nedir? Bu soruyu Kuban şöyle yanıtlıyor: taşınan (eğrisel örtü, kubbe) ile taşıyan (düşey
taşıyıcı, altyapı) geometrisindeki karşılaşma strüktürel kurgunun temelini oluşturur. Doğrusal
altyapıyla eğrisel üstyapı ikileminden bir Osmanlı üslubu doğmuştur. Mimari çözüm, kubbe
ve kübik altyapı arasındaki armoninin kurulmasıdır. Bu çözümde ışıklı duvarın önemli rolü
unutulmamalıdır. (451) Taşıyıcı duvarlarda eğri reddedilmiştir. Örtü, kubbe ve kubbe
parçalarından oluşur. Batı ve Hristiyan mimarisi, değişik tonoz öğelerini kubbeyle birlikte
kullanırken Osmanlının tek ve değişmez bir öğeye bağlı mekan vizyonu Bizans, Rönesans
ve barok üsluplara aykırı düşer. İslam mimarisinde tek öğeli örtü sistemi yoktur. Bir başka
farklılık da küresel kubbenin dolaysız/mutlak kullanımıdır. Osmanlı camisi „kubbeye bağlı‟
olarak şekillenir. Yani kubbe, bir strüktür ve biçim ilkesidir. “Osmanlı mimarisinin tutkusu ve
alfabesi budur”(452) Kubbe, dışyapıda olduğu kadar iç yapıda da (mekan morfolojisi
açısından) kompozisyona egemendir. Sinan‟daki mekansal bütünlük ideali (merkezi mekan
kompozisyonu) bir geometrik şema arayışı niteliğinde değil, işlevden ödün vermeyen bir
biçimsel bütünlük arama şeklindedir. Yön (kıble) belirleyici olmamıştır. Mekan bütündür,
parçalanmaz. Mekan sınırlarının her yerde kesin olarak belirgin oluşu camilerin önemli bir
özelliğidir. “Sinan‟ın yaratıcı büyüklüğü de bu bütünleşmiş mekan vizyonuna her yapısında
değişik bir yanıt bulması olmuştur.”(452) Gotik-Rönesanstan ayrılan bir başka şey, yük ve
yüklenen arasında bir karşıtlığın değil, organik bir ilişkinin yaratılmasını kolaylaştırır (…)
Hiçbir mimari öğe, yataylık ve düşeylik hissini özellikle güçlendirmek için
vurgulanmamıştır.”(453) Mühendis mimara ağır basmıştır. İlk strüktürel karar, sonucu saptar.
Ama cami mekanı içinde aldığı biçim estetik duyarlık ifadesidir.
Pencereli duvarda iki büyük üsluptan biri Mısır/Memluk, diğeri Osmanlı üslubudur.
Osmanlı duvarı bir plastik etki aracı olarak değerlendirmedi ve görmedi. Nedeni, daha çok,
duvar tasarımının içmekan ve yapının volumetrik tasarımı yanında çok daha önemsiz bir yer
tutması. Duvar, ışıklı perde demekti. Ön cepheden çok yan cephelere önem verilmiş, Batı
geleneğinden burada da uzaklaşılmıştır. 14. Yüzyıldan sonra Osmanlı mimarisi bir pencereli
duvar mimarisi yaratmıştır.
“Kubbeli yapının Sinan‟ın ve izleyicilerinin yapılarında ulaştığı anıtsallık, ulaşmak
istedikleri bir biçimsel idealin varlığına inanarak anlaşılabilir.”(456) Tümel ve eğrisel
hareket, altyapıyla bütünleşerek zemine indirilir, böylece olağanüstü siluetler, etkileyici iç
mekanlar elde edilmiş olur. Kubbe, her şeyi yönlendiren bir biçimsel şema, bir kök fikirdir.
Bu mimaride sayı simgeselliği ve mistisizmi kanıtlanmıştır. Kubbeyi yapısal saflığı ile
kullanan tek uzun ömürlü üslup Osmanlı dönemidir. Yarım küre, bir tarihi prototipin insan
iradesinden bağımsız varlığından kaynaklanan bir potansiyel gelişmeye işaret eder. Kubbe
konstrüksiyonu Anadolu‟da çok eski bir geçmişe dayanır. Osmanlı mimari üslubunun birincil
özelliği, merkezi tümel mekanıdır.
İslam düşüncesi, yapı ya da herhangi bir artifaktın biçimlendirilmesinde derin sırlı
anlamlar aramaz. Felsefe/kuram bağlamında Sinan dahil tüm Osmanlı mimarları Ortaçağ
ustaları olarak görülebilir.
Türk mimarisinin rasyoneli strüktüreldir, mekan yeni strüktür kavramları üzerinde
biçimlenir. Rönesans rasyonalizasyonu ise kuramsaldır. Mekan organizasyonu plandan başlar.
Oysa Osmanlı mimari kompleks bir mekan sonrası düşünmemiştir. Planlarda izlenen bir
simgesellik yoktur. Rönesans yapısında ölçüye planda, yani yatayda karar verilir. İnsan
boyutları dikkati alınmaz. Sinan‟ın camisinin boyutları, ayaktan duran/namaz kılan adamın
ölçülerine göre düşeyde saptanmıştır. Kolay anlaşılır bir geometrik rasyonel üzerine
kurulmuştur. Buna karşılık Batıda mimarinin yapı, malzeme ve ayrıntılı çözüm olarak
nitelikleri Osmanlı ile karşılaştırılamayacak kadar itinalı ve zengindir. İslam camisi, Osmanlı
mimarisinde bütünleştirici bir amaca yönelmiştir.
Anadolu, Osmanlı Konut geleneğine de göz atıyor Kuban. Anadolu‟da dünyayın
herhangi bir bölgesinden daha çeşitli ve zengin bir gelenektir sözkonusu olan. Düz, toprak
dam ve kiremit örtülü çatının evrensel bir konumu vardır ve temeldir neredeyse.
Taş temel üzerinde ahşap taşıyıcı çatkı, kerpiç dolgu ve kiremit örtülü ahşap çatı
değişmez konstrüksiyon öğesi olan iki katlı Hayatlı Ev Tipolojisi doğal olarak öne çıkar.
Hayatlı evde plan tipolojisini birinci kat belirler. Hayat denilen açık bir galeriyle mekansal
olarak bütünleşen bir eyvan etrafında iki bağımsız oda, planın temel kurgusunu oluşturur.
Tarımsal toplumun kırsal hayatta geliştirdiği bir konut tasarımıdır. Göçerin yerleşme sürecinin
ifadesidir.
Ev, kadının mikrokosmozudur. Avlu yüksek duvarla dışarıya kapanır. Bu konut geleneği
Osmanlı mı, Türk mü sorusunun yanıtını Osmanlı olarak verir yazar. Tarihsel köken olarak,
Asya‟nın üç bin yıllık tarihini gösterir. Revak, eyvan yerel kültürel bileşen olarak konutu
çeşitlendirmiştir. İki örnek: 15.yüzyıl Güpgüpoğlu Konağı (Kayseri), 1640 Halil Ağa Evi
(Mudanya). Doruk örnek ise, Çakırağa konağı (Birgi).
Erkek konukların ağırlandığı büyük salon divanhane olarak adlandırılır.
Diyarbakır, Urfa, Mardin, Bağdat, Erzurum evlerinden ayrı ayrı söz edilmelidir.
Avrupa‟ya Öykünme:1720-1929. Tarihsel Çerçevesine Oturan Dönem
Padişahların sırası aşağı yukarı şöyle: III.Ahmet, I.Mahmut, III.Osman, III.Mustafa,
I.Abdülhamit, III.Selim, IV.Mustafa, II.Mahmut, Abdülmecit, Abdülaziz, II.Abdülhamit,
Sultan Reşat, II.Abdülhamit, Sultan Vahdettin.
III. Ahmet döneminde Avrupa‟ya ilk sürekli elçi gönderilmiştir: Yirmisekiz Çelebi
Mehmet Efendi.
Dönem, eskiyle yeninin çatışmasının tarihidir. Matbaa 1727‟de Osmanlı devletine
girmiştir. I.Mahmut‟un padişahlık yaptığı 1730-1754 arası Lale Devri olarak adlandırılır.
Barok/Rokoko etkileri belirgindir. Köktenci sanat ortamının değişimine olağanüstü örnek,
Nurosmaniye Cami ve Külliyesi‟dir. Dönemi, açılan humbarahaneler, elçilikler, kışla/okul
yapıları, 1766 büyük depremi, 18.yüzyılın kenti bitiren yangınları, 1793‟de Nizam-ı Cedid‟in
kurulması simgeler. Ayrıca II. Mahmut zamanında, 1826‟da Yeniçeri Ocağı kaldırılır. Fransız
hayranlığı doruktadır. “Avrupa‟dan ithal edilen her yeni kurum mimarisini de birlikte
getirmiştir.”(501)
Orduda yenilenmeye rağmen, Abdülmecit tahta çıktığında Osmanlı bir yarı sömürgeydi.
93 Harbi (1877-78) Rus ordusunu İstanbul Yeşilköy‟e kadar taşımış, Zafer Anıtı dikilmiştir
buraya. Savaşların sonucu Rumeli‟den İstanbul‟a büyük bir göç dalgası olmuş ve sürmüştür.
1881‟de Duyun-ı Umumiye kurulmuş, 1889 İttihad-ı Osmani gizli jöntürk örgütünü 1908
ikinci Meşrutiyet izlemiştir.
III.Mustafa zamanında 1773‟de Bahr-i Hümayun açılmıştır.
1760‟dan ilk savaşa kadar Avrupa mimarisinin imgesi, klasisizm, romantizm,
historisizm, jugendstil (art nouveau) kanalında dönüşmüştür (Nikolaus Pevsner). Batıya aşırı
duyarlı bu dönemde Osmanlı‟da sıra biraz farklılaşır: Rokoko, Baroktan önce gelir.
Nurosmaniye olağanüstü bir tasarım olarak barokun yerel bir yorumudur.
Osmanlı Lale Devri üslubu, Türk yorumlu Rokoko ve barok üslubudur. II. Mahmut
döneminde Ampir Üslubu olarak adlanır. Bezeme de, dönem içinde büyük değişikliklere
rağmen mimari tasarımda geleneksel bezeme tipolojileri pek değişmemiştir.
Lale Devri, çiçek devridir. Bezeme kökeni Safevi İranıdır. Kısa ömründe hem taş oyma,
hem boyalı bezemede zarif bir bitkisel bezeme üslubu yaratmıştır. Yeni üslubun izlenmesinin
en güzel aracı bu dönemden sonra ağırlıklı olarak çeşme ve sebiller olacaktır (509): III.Ahmet
Çeşmesi (Sultanahmet/İstanbul), Tophane Çeşmesi (İstanbul) vb.
Lale Devrinin bir başka karakteristiği de Sadabad Sarayı ve Kağıthane Çevre
düzenlemesidir.
Rokoko, Fransız rokokosunun uzantısıdır. Bezemesel abartı ve maniyerizmden
sözedilebilir. Özellikle çeşme aynalarının bezemeleriyle I.Mahmut zamanında (1740) ortaya
çıkmıştır. Akant motifleri, S/C kıvrımları, deniztarağı motifleri, vb. uygulanmıştır. Mehmet
Emin Ağa Sebili ve Çeşmesi (İstanbul), Kara Yusuf Paşa Sebili Çeşmesi, Nurosmaniye
Çeşmesi ve Sebili, I.Abdülhamit Çeşmesi ve Sebili, Mihrişah Valide Sultan Sebili, ilginç
örneklerdir.
Mahmut dönemi yapıları içerisinde Hekimoğlu Ali Paşa Camisi (İstanbul), Nurosmaniye
Külliyesi; yap. 1749-55 (İstanbul), Mimarı Simon kalfadır. Yenileşmenin doruğu olup,
Selimiye‟den sonra en önemli anıtsal yaratmadır Osmanlı geleneğinde. Yapıya barok
özellikler kazandıran geniş eğrisel biçimlerle, zengin silmeleridir. İlk taş külahlı camidir;
Fatih Camisi: III.Mustafa tarafından yenileme, Laleli Cami, yap.1764; III.Mustafa tarafından
Kara mimar ve Mehmet Tahir Ağa‟ya yaptırılmıştır, Selimiye Camisi (Üsküdar/İstanbul),
Eyüp Sultan Camisi, sayılabilir.
Ayrıca Şahsultan türbesi, Nakşidil Sultan Türbesi, II.Mahmud Türbesi sayılabilir.
18/19.yüzyılda Batılılaşmayı simgeleyen yapılar arasında ise Kışla mimarisi örnekleri
arasında Selimiye Kışlası, Kuleli Askeri Lisesi, Maçka silahhanesi bulunur.
Kütüphane olarak Köprülü, Damat İbrahim Paşa, Ahmediye ve Atıf Efendi
Kütüphaneleri öne çıkar (mimari tasarım açısından).
Beşiktaş, Tersane, Ahşap Çırağan Sarayları ahşap geleneğin saraylarıdır. Bebek Kasrı
öne çıkar.
Doğan Kuban buraya bir bölüm açarak 1520-1920 arasında eyalet mimarisini,
Diyarbakır, Mardin, Urfa, Adana, Van, Erzurum, Tokat, Kayseri, Orta-Batı Anadolu, Mısır,
Suriye, Filistin, Irak, Balkanlar (Saraybosna / Bulgaristan / Yunanistan / Arnavutluk/ Eflak
Boğdan / Macaristan), Ege, Rodos, örneklerinde irdeler. Örnekler arasında İshak Paşa Sarayı
(Doğu Beyazıt/Ağrı) vardı.
“Kent ve mimari ilişkisi bir kültürü tanımlayan olguların önemli bir bileşenidir.”(597)
Büyük/küçük kavramları işlevsel ayrıma göre biçimlenir. Yataylık baskın öğedir Osmanlı
kent tasarımında. Yangın ve kısa ömürlülük anıtsal konutu önlemiştir. “Kentin büyümesini
denetleyen bir planlama sözkonusu değildir.”(599) Moleküler tasarım, 19.yüzyıla kadar
kentlerde egemen olmuştur. Kent mekanına doğrudan açılan yapı yoktur. Sokaktan eve
girilmez. Avludan geçilirdi. Bu içe dönüklük kentte meydan olgusunu önlemiştir. Batılılaşma
ile bu içe dönüklük ortadan kalktı. Sokaklarla bütünleşen yapılara geçildi.
Osmanlı kentini asıl tanımlayan mimari öğe konutlardır. Konutun bulunduğu mahalle
çevresinde mescit, çeşme, mektep, zaviye/tekke yer alır. “Sokak bir negatif olgudur. Çünkü
önceden tasarlanmış bir biçimi yoktur.”(601) Ticaret merkezleri, hamamlar, türbeler,
külliyeler, mahalle mescitleri, liman ve kaleler göze çarpan yapı stoğunu oluşturur.
19.yüzyılı bir seçmecilik yüzyılı olarak adlandırmak yanlış olmaz. Art Nouveau
(=Secession, Liberty, Modernismo, Jugedstil de denir) Raimondo D‟Aronco (İtalyan mimar)
ile geldi. 1930‟lara kadar Birinci Ulusal Mimari Akımı ile birlikte etkili oldu. Dönemde
etkisini gösteren Oryantalizm, Türkiye‟de bir islama dönüş gibi algılandı.
19.yüzyıla ve 20.yüzyıl başlarına Hristiyan mimarlar damgalarını vurmuşlardır. Hem de
tartışmasız biçimde. Bunların kimi Osmanlı uyruğu, kimi yabancıydı (İtalyan, Fransız,
İngiliz). Balyan Ailesi‟nin kökü Kayseri‟ye dayanır: Kalust Kalfa (Öl.1779), Sarkis Kalfa
(Öl.1796), Krikor Amira Balyan (1764-1831), Garabet Amira Balyan (1800-1866), Sarkis
Bey Balyan (1831-1899), Nikogos Balyan (1826-1858). Fossati Kardeşler, Gaspare ve
Giuseppe İtalyan mimarlardır. William James Smitht İngiliz, Alexander Valleruy (1850-1921)
Fransız, Raimondo D‟Aronco da İtalyandır.
19.yüzyıl saraylar yüzyılıdır bir yandan. Tek merkezli saraylardır bunlar. Dolmabahçe
Sarayını Abdülmecit, hassa mimarı Garabet Amira Balyan‟a, Abdülaziz ise Çırağan Sarayını
Sarkis Bey Balyan‟a, Beylerbeyi Sarayını Sarkis Bey ve Agop Balyan‟a, II.Abdülhamit Yıldız
Sarayını ve Hasbahçeyi yine bu ikiliye Sarkis Bey ve Agop Balyan‟a yaptırmıştır.
19. yüzyılın dinsel yapılarından camiler arasında Beylerbeyi, Nusretiye, Dolmabahçe,
Mecidiye, Ortaköy, Sadabat, Teşvikiye, Pertevniyal Valide, Hamidiye Camileri sayılabilir.
Mimarları hristiyan mimarlardır. Ayrıca kilise, sinagog ve tekkeler yapılmıştır.
İstanbul için ilk kentsel plan Molkte Planıdır. 1866‟da kentin bir bölümü Luigi Storari
tarafından haritalanmış, Suriçi kadastro planı çıkarılmış; 1867‟de kent çıkarılan bir
yönetmelikle 14 bölgeye ayrılmıştır.
Avrupa etkisinde yeni konut mimarisi etkili olmuş; konak ve yalılar, sıraevler, kagir
villa ve apartmanlar gündelik yaşama karışmışlardır. Yeni kamusal işlevler yeni yapı
gereksinimi doğurmuş; bakanlıklar, okullar (mühendishane, dar-ül fünün), ticari yapılar
(Sergi-i Umumi Osmani), saat kuleleri, tiyatrolar, sanayi yapıları, tren istasyonları, hastaneler,
vapur iskeleleri, bankalar, işhanları, oteller, kulüpler, pasajlar yapılmıştır.
20.yüzyıl başlarında iki mimar öne çıktı. Giulio Mongeri (İtalyan), Konstantin
Kiryaladis (Rum). Aynı dönemde ulusal mimari arayışlarını; Ahmet Kemalettin Bey (18701927), Mehmet Vedat Tek (1873-1942) temsil etmiştir.
Sonuç
Osmanlı mimarisinin 16.yüzyıldan sonra, başkent dışındaki sınırlı varlığı, aristokrasinin
şenlendirdiği Avrupa‟yla kıyaslanmayacak bir mimari boşluk görüntüsü sergiler. (679)
Ekonomik gücün tek merkezde toplanması buna neden olmuştur.
Sinan‟a kadar Osmanlı mimarisi patlama yapmamış, ama içten olgunlaşmıştır. Sinan,
Osmanlı kültüründe mimarın vizyonunu patlatan yaratıcı sanatçı olmuş, evrenseli üretmiştir.
Yaratıcı dönem onunla başlar ve biter. Sonrakiler izleyicilerdir. “Sinan‟ın halifelerinin artık
emin oldukları grameri saptanmış bir dille yapıtları üretmişlerdir.”(680) “Klasik sözlük ve
sentaks sıradan ustalara da doğru konuşmasını öğretmiştir.”(680)
Lale Devriyle birlikte geleneksele yeni bir elbise giydirilmiştir. Bu alıcı kültür
döneminin kilit yapısı Nurosmaniye‟dir.
18.yüzyılda çevrenin fiziksel değişimi mentalite değişmesi yaratmamış, sultan ve
çevresince (küçük bir elit) temsil edilmiştir. “Bu açıdan bakınca bu kitapta sunulanlar, bütün
mimari tarihlerindeki gibi, idare edenler ve tüketenler sınıfının mimari tarihidir.”(680)
Osmanlı son dönem mimarisi, Vaka-i Hayriye‟den Cumhuriyet‟e kadar bir sömürge
mimarisi niteliği taşır.
Doğan kuban‟ın bu görkemli başyapıtı, sonunda bir Osmanlı mimarlık Sözlüğü (s.681684), Dipnotlar (s.685-697), Kaynakça (s.698-710), Dizin (s.711-719) içermektedir.
***
Zweig, Stefan; Dünya Fikir Mimarları Cit III. Kendi Hayatının Şiirini
Yazanlar: Casanova/Sendhal/Tolstoy (XXXX), Çev. Ayda Yörükan
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, 1990, İstanbul, 392s.
Tolstoy, s. 229-392
Zweig‟ı ben uzun bir sıçramayla Erasmus‟a bağlıyorum. Yarattığı karakterler
galerisinde gerçeğin kopyasını aramak yerine, onun bakışıyla yorumlanmış ve çoğalmış bir
dünya geliyor önüme. Onu okumak hiçbir okumayla olmadığı denli zevkli bir edim… Yazdığı
ne olursa olsun.
Onu alanında usta bir karikatüriste benzetiyorum. Ele aldığı, çizdiği karakterinin özünü,
tipik ve onu ele veren özelliğini bir kalem, fırça darbesinde ortalığa bırakarak senin o karakter
ve temsil ettiği her şeyle (bu fiziksel, tinsel her şeyi kapsar) bütünleşmeni, buluşmanı
sağlayan… Ben „usta‟lık terimine de tam bu anlamı yüklüyorum. Bu biraz bakmasını bilme
ile ilgili, birazdan da çok. Ender insanlardan, düşünürlerden biri Zweig, „bakmasını bilen‟…
Bu Kolomb, Marie Antoinette, Fouche, Balzac, Tolstoy olabilir. Evet, Tolstoy. Tolstoy
hakkında yaşamöyküsel çalışması, tüm diğer yaşamöyküsü çalışmalarında olduğu gibi çılgın
esinler taşıyor.
Böylece okuyan biri, imgelemin peşine takılıp sürüklendiğini nice sonra bilince
çıkartabiliyor. Kapılıp gitmiştir çünkü. Bu Zweig‟ın Tolstoy‟udur. Beni şaşırtan şeyse,
özellikle Tolstoy çalışmasıyla ayrımsadığım bir şey. Bu imge, Tolstoy hakkında yazılmış
bildiğim hiçbir çalışmada gerçeğe bu denli yaklaşmamış, bu denli ikna edici ve kavrayıcı
tezleri barındırmamış bir düşgücünden çıkıyordu. İnanmak zor. Bir sanatçı gibi gerçek kişiye
yaklaşan ve bu sırada yöntembilimin kurallarına çok da aldırmayan Zweig, canalıcı portreler,
doyurucu ve inandırıcı tezler ileri sürebiliyordu. Onun imgesi sanılandan daha çok sağlam bir
imge olarak durabiliyordu önümüzde. Biraz karışık oldu belki, ama söylemek istediğim
Tolstoy hiçbir yazıda onun önüme getirdiğince gerçeklik kazanmadı. Bu, imgelemin, gerçeği
bozmadan çoğaltabileceği, gerçekten daha gerçek yapabilme gücüyle ilgili olsa gerek. Bu
anlamda bir büyücü, bir halk sanatçısı Zweig. Olağanüstü.
İnsan tarihinde Tolstoy‟un üstlendiği, taşıdığı soru nedir? Bunun yanıtıdır aradığı Stefan
Zweig‟ın.
O, hiçlik‟le karşılaştı, yani Tolstoy. Nesnelerin arkasındaki hiçliği fark etti. Ve bu andan
sonra da kederli ve sıkıntılı biri oldu. Ruhu şimdi parçalanmıştır. Büyülenmiş gibi geçicinin
arkasındaki bu ebedi hiçlikten ayıramamaktadır gözlerini. Ve hiçbir irade bu hiçliği ta içinde
hissetmiş bir insanı huzura kavuşturamaz. Zweig Tolstoy‟a böyle başlıyor. İşte, daha
başlangıçta her şeyi görmüş ve biliyor dolayısıyla. Evet, bence de Tolstoy bir boĢluk‟u, bir
hiçlik‟i yaşamı boyu içinde taşıdı.
Portresi‟ni çizdiği bölüm usta bir ressamın göz kamaştıran bir yağlı boya çalışmasından
ayırt edilemez. Yazı bir insan ruhunu böyle kavrayabilir mi? Zweig‟ın usu ve kalemiyle
olabiliyor. Atletik beden, Tolstoy‟un da pek beğenmediği yüzü ve bu yüzün bakışı: gözler;
korkunç, delici, sert, ama biraz sonra ışıyan, parlak, iyilik dolu. “Böyle bir göze sahip olan
bir kimse gerçeği görür; dünya ve bütün bilgiler onun olur. Ama insan bu çeşit gözlerle…
mutlu olamaz.”(243)
Zweig onun en temel ve keskin çelişkiyle izi sürer. Yaşamla dolu olmak ve ölümden
korkmak... Nasıl açıklanabilir bu? Aslında burada çelişki yok. Çelişki bir yandan da
yaşamdan vazgeçme eğilimi ve ölüm aranışında… „Son lifine değin özsuyla dolu bu dev meşe‟
(247) duygularının derin ve esrarlı dalgalarını çok fazla uyardığı için müzikten ürker, çünkü
ondan şiddetli bir biçimde etkilenir. Algısında bir keskinlik, aşırı duyarlık vardır. Şehvetini
dizginleyemez. Bu yüzden cinsel içgüdüsünden nefret eder. Bu sözde Hiristiyan için (dikkat!)
müzik, kadın ten günahlarına çağrı gibidir. „Ondan bir şeyler istemektedirler‟. Onun
uyandırmaktan korktuğu tehlikeli bir şeye dokunuyorlar (249) Kadından, bu „baştan çıkarıcı‟
varlıktan duyduğu korku, her şeyin ötesinde bir anlam taşımıştır, onu arzuyla kitleme de
içinde olmak üzere. Bu zehirini akıtmak için kendini ava vurmuştur zaman zaman. Orada
bütün duyularını başıboş bırakabilmiştir. Çünkü tene, bedene ve onun ısısına bağlıdır Tolstoy.
İşte yaşamını karartan şey de bunun düşüncesi olmuştur. Zweig bunu zekice ortaya
koymaktadır birkaç sayfanın içinde. (Zweig‟ın genel yaklaşımı içinde Avusturya ruhbiliminin,
özellikle Freud‟un yeri ve ağırlığını burada konu etmek istemiyorum. Çözümlemesi
psikanalizin yöntembilimiyle koşut akıyor, ama bu onu tartışmalı kılmıyor, ne de yargılarını
anlamsız…) Bu bedeni bastırmak, bu bedeni altetmek, silmek, sindirmek, ezip ufalamak,
görünmez kılmak (yani Nietzsche‟nin Zerdüşt‟ünün yaptığının tam tersini yapmak, oysa bir
hedonist, belki de bir diyonizyak Tolstoy.) Whitman‟dan bile ileriye gittiğini söylemeden
edemiyor Zweig, Tolstoy‟un: “Ben tabiatın ta kendisiyim.”(255) Gelgelelim, yaşam tutkusu
denli, ölüm korkusu da insanüstüdür Tolstoy‟un. Yaşamı bu denli güçle duyumsayan biri
ölümü de benzeri bir şiddetle yaşantılar. Mantıklı bir sonuçtur bu. Ölüme karşı savaşmaktan
yorulup kaldığında bir yaşam dönümünde acaba onunla birlikte yaşayabilir miyim sorusunu
sormuştur kendine, artık ondan kurtulmaya çalışmaz bu döneminde. Ölüm, hayatın manevi bir
unsurudur şimdi.
“Tolstoy‟u okurken, açılmış olan bir pencereden gerçek dünyaya bakmaktan başka bir
şey yapmadığımız izlenimine kapılırız.”(265) Bu tümceyi Tolstoy hakkında ben ne kadar
isterdim yazabilmeyi. Onun yazma deneyimi de Balzac gibi ölümünedir. Yorucu, yıpratıcıdır.
Tamamlandığında sanatçı bitkin düşmüştür. Yalnızlığa koşar.
Yazarken duyular dünyasına bağlıdır. Yeryüzünün özüdür yazdığı. Metafiziğe hiç
girmemiş, başvurmamıştır. Düşgücü öylesine yeryüzüne bağlıdır, açık seçikliği de bununla
ilgilidir. Sanatı her zaman nesnel, saydam, insanı bir sanattır, günlük yaşamın ışığıyla
aydınlanır, gizilgüç durumunda kalmış gerçek olarak kalır (271) Sanatı karşısında, her zaman
gözlerimiz her şeyi görecek biçimde apaçıktır. Nesnelere evrensel bir görüş açısından
bakmaktadır (antropomorfik), izlenimleri sanatçı Tolstoy‟da bir panteist izlenimidir.
Dünyanın varlığı karşısında ayrım gözetmez, sevgisinin yeğlediği özel bir şey yoktur.
Napoleon‟da, bir at ya da köpek de eşdeğerlidir yapıtında. Denizin tekdüze ama yüce ritmini
duyumsarız bu kavrayışla birlikte (274) Anormal ve patolojik kişilerle işi yoktur. En sıradan
varlık bile (bir köylü) belli bir çekiciliğe bürünür. Dokunduğu şeyi güzelleştirmez, hayır,
derinleştirir. Onun tekniği görmenin tamlığı, kusursuzluğuna dayanır. Gösterdiği şeyin
arkasındaki varlık vaadini duyumsamamak olanaksızdır. Varlık sağanağı gibi… Bundan şiir
yazmamış, şairaneliğe uzak durmuştur. Onun için güzellik ve gerçek tek ve aynı şeydir (275)
Görünüşte insana sanattan yoksunmuş gibi gelen Tolstoy‟da, qualis artifex” (nasıl bir
sanat)… Beden, her zaman, olanca ağırlığı ve katılığı ile ruhu aşağılara doğru çeker. Ruh
rahat bir soluk alamaz onun yapıtında. Yerçekiminin acımasız yasası sürekli işler. Kanatları
en açık kahramanları bile bu yüzden Tanrı‟ya yükselemezler bir türlü. Dünyadan
kurtulamazlar. Ağır yükleriyle, günahlarıyla yükselmeye çalıştıkça [belki de-ZK] batarlar.
Ondaki acılı karanlık da işte buradan gelir, bedenin ruh üzerindeki egemenliğinden. Media in
vita (hayatın ortasında) hiçlik ve yoklukla kıstırıldığımızı, gerçeğin tutsağı olduğumuzu ve
kurtulu yolu bulunmadığını anımsatır bize (280) Sanatı ne çoşku tanır, ne de avuntu. Duru bir
su gibi kutsal bir ciddilik içindedir. Tolstoy düş kuramaz, düşlemi kuru, yeryüzüne, gerçeğe
bağlı, köledir. Şair değildir o. Dünyaya bağlı yazgımızın tutsağı olduğumuzu görür, bilir,
yaşarız onun yapıtıyla. Onu okuyan ciddileşir, düşünceli biri olur, ama mutlu olamaz. Bu
yaratma sürecinin onu sürükleyeceği yer bellidir baştan: yaşamın şairliğinden adaletin
yargıçlığınadır (ahlak doktrinciliği) gidiş. Eğitmelidir, gerçeği aktarmakla yetinmemeli, yeni
bir dünya yaratmalıdır. Ya Kitty-Levin evliliği ve mutluluğu. Bunu nasıl açıklamalı? İlk kez
yarattığı kahramanların tarafını tutar Tolstoy. Bir etik önerir. Demek daha SavaĢ ve
BarıĢ‟tadır vaazın tohumu. “İnsanlığın portresini çizen eşsiz sanatçı, insanlığı düzeltmek
isteyen reformcunun ve ahlakçının önünde, bilinçli ve saygılı bir şekilde eğilerek geri
çekiliyor.”(284) Bununla gelen şey daha kusurlu, sorunlu, eksikli yapıtlardır kaçınılmaz bir
biçimde. Sanatı heyecanını yitirmiş, kendisi de karakterlerinden daha acınası bir duruma
düşmüştür.
Kendinden, kişiliğinden hiçbir zaman kurtulamayan Tolstoy, doğaya bırakamaz kendini.
Sürekli kendini incelemek, kendine bakmak, hayatının başında nöbet tutmak zorunda kalmış
olan Tolstoy için „yaşamöyküsü‟ takınaklaşır. Çağımızda hakkında en çok şey bilinen, en çok
fotoğrafı olan sanatçıdır. Bir Prusya astsubayı gibi kendi başında nöbet tutan adam, kendine
uyguladığı disiplinin kölesi olarak, „tembelliği ve gevşekliği‟ kendinden uzaklaştırmaya
çalışmıştır. Günlüğünün ne anlama geldiği burada ortaya çıkıyor. O bir kamçı, çilecinin
(kietism)kendi bedenine indirdiği kamçılardan biri. Gençlik yapıtlarında kendi portresini bu
denli içtenlik ve başarıyla çizen Tolstoy, ileri yaşlarında ünlenip, nimetlere ve günaha
bulandığında kendini çizmekten, anlatmaktan hemen vazgeçer. İçindeki ahlakçının
duruşundan kaynaklanır bu. Ve Stefan Zweig bunu ayrımsamış, ortaya koymuştur. Bu kitabın
erdemlerinden biri de (katkı diyelim) bu. Son yılların Tolstoy‟u, kendini anlatmak değil,
küçültmek, „itiraf etmekten utanç duyduğu şeyleri söylemek‟ istiyordu, böylece sözde
alçaklıklarının ve günahlarının kefaretini ödeyecekti. Ama bir yandan mektupları, günceleri
içinde kişiliği ortaya çıkar, portresi netleşir. Reambrandt kadar kendi benliğiyle meşgul
Tolstoy, yaşamının tüm evrelerini yapıtında karakterlere yansıtmış, kendini tartışmıştır.
“Goethe‟nin şiiri gibi Tolstoy‟un nesri de, bütün bir hayat boyunca, imajdan imaja geçerek
gelişen ve birbirini tamamlayan bir tek ve büyük itiraftan başka bir şey değildir.”(298)
Gölgenin bedeni izlemesi gibi Tolstoy da yarattığı kişilerin peşinden gitmiştir.
Evlendiği tarihten (1862) iki büyük romanını bitirdiği tarihe değin kendiyle barışıktır
Tolstoy. Bu dönemde 13 yıl boyunca günlüğü de susmuştur (1865-1878).
“Böylece 1879‟da bir kağıt üzerine „bilinmeyen sorular‟ olarak şunları yazıyor:
a.Niçin yaşamalı?
b.Hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne?
c. Hayatımın ve başkalarının hayatının gayesi ne?
d. Kendi içimde hisbettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne anlama geliyor ve niçin var?
e. Nasıl yaşamalıyım?
f. Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim?”(309)
Bu bunalımı izleyen Zweig yeni bir başlık atar izleyen sayfada: sözde Hiristiyan. Bu
başlık bile çok şeyi anlatmaya yeter. Bana inanç ver Tanrım, diye umutsuzca haykırıyor
Tolstoy (311) İnsan bu inancı, tohumunu nereden bulacak? Nereden öğrenecek onu?
Tolstoy‟un yaşamı bu arayışın da tarihi… Öyle ki „hayatın anlamını‟ arayan Tolstoy, hiçbir
açıklayıcı cevap bulamamıştır. Dinsel tedirginliğini giderecek huzura ulaşamamıştır. Ama bir
sanatçı olarak Tanrıyı bulamamanın uyumsuzluğunu, acısını insanlığa yayabilir,
yansıtabilirdi, onu evrensel bir sorun kılabilirdi. „Halim ne olacak‟, diye sora sora „halimiz ne
olacak?‟ sorusuna gelmiştir. Ortalığa fırlatmış, uzaklaştırmıştır kendisinden. “Dindar bir
Hiristiyan olamamıştır. Olamayınca dünyayı nihilizmin verdiği acıdan kurtaracağını,
kendisinin hiçbir zaman olmadığı biçimde dünyayı daha inançlı kılabileceğini savlamıştır. Bu
onun peygamberlik evresidir. Kendisine aman vermeyen soru uyarıcı bir çığlık ve doktrin
halinde bütün insanların gözleri önüne serilmiştir (322).
İyi de şiddete başvurmadan savaşmamız gereken kötülük nedir o zaman? İnsanın içinde
duran, bulunan şiddet… Şiddetin amacı „sahip olmak‟tır. Tolstoy için her türlü eşitsizlik
mülkiyetle başlar. Mülkiyet devleti yaratır, devlet de gücü örgütlemiştir, kendini devlete
bağlayan insan ruhunu bu güç ilkesine teslim etmiş demektir (325) “Değiştirilmesi gereken
şey, milletle hükümet arasındaki politik ilişki değil, insanların kendisidir; devletin yaptığı
şiddetli baskını yerine, kardeşlikten oluşan ve içten gelen ahlaki bir bağ her topluluğa
sağlamlık kazandırmalıdır.” (326) İnsan devlete uzak durmalı, gereken dinsel bir devrimdir.
Onun doktrini devlete karşı en ateşli doktrinlerden biridir. Bütün bağlardan kurtulmayı
gerektirir: yasa, ahlak, kural, adet, mülkiyet gibi… Troçki, Lenin bu mirasa sahip çıkarlar işte.
Zaman gelecek, doğru bir tarih anlayışı Tolstoy‟un eleştirisinin Bolşevizme nasıl anlamlı bir
öncülük yaptığını, belki ondan da sert ve etkili olduğunu gösterebilecektir. Ama devrimin
sonrasında Bolşevik devletin karşısında Tolstoy‟un konumu farklı olmazdı. Aynı eleştiri sürer
giderdi. Tıpkı Nietzsche gibi, Tolstoy da, “teorik ve sistemli bir filozof olarak aynı şekilde
içler acısı bir şekilde yanılgıya düşmüştür.”(331) “Tolstoy‟un doktriner incelemelerinin dünya
tarihi içindeki en tatsız bağnaz eserler arasında yer aldığını söylemek için yeterince kuvvetli
deyimler bulmak imkansızdır; telaşlı, karışık, kendini beğenmiş ve keyfine göre hareket eden
ve hatta evet hatta dürüst olmayan bir düşüncenin kötü örnekleridir bunlar.”(332) Kabul
edilemeyecek taktikler de geliştiren Tolstoy, başkalarına serbestçe saldırabilmek için, her
zaman, önce kendini küçültmüş, kendine hakaret etmiştir. Buna karşılık Avrupa bu sinir
krizlerini anlayışla karşılayabilmiş, Tolstoy‟u ayırabilmiştir tüm bunlardan. Dostoyevski gibi
Tolstoy da dünyanın manevi ufkunu genişletmişler, ama insanlar onların çözümlerini hemen
uygulamayı düşünmemişlerdir. Nihilizmden duydukları korkuyla sarıldıkları dinsel yanıt, bu
ilkel endişe, Rus dünyasınını gökyüzünü bulutlarla örterek karartmıştır bir yandan (339). Son
yıllarında bir mektup alır Tolstoy, şöyle başlayan: “Hayır Leon Nikolayeviç, ben sizin gibi,
insanlar arasındaki ilişkilerin ancak sevgiyle düzeltilebileceğini düşünemiyorum (…) Sakin
bir ölüm dilerim size.” (341) Tolstoy‟un davası gözlerinin önünden akmıştır belki de. Kendini
gülünç bulmuş, üzülmüş olmalı. Tanıklara göre yüzü asılmıştır bu mektubu okuduktan sonra.
Modern bilim çağında bile insanlar kurtuluş vaatlerine açlıklarını sürdürür. Tolstoy‟un
çağrısı yankılanmıştır. Tansık her zaman umulur, beklenir. Ben gerçeği biliyorum diyen biri,
her zaman kendini feda etmeye hazır bir yedek kuvvet bulur karşısında. Lenin de bir yazısında
belirtiyor. Ölümünü izleyen günlerde Rusya‟nın büyük kentlerinin birçoğunda işçiler,
emekçiler Tolstoy için gösteriler düzenliyor. Aslında Tolstoy‟un fiilen yaptığı şey sembolik
bir şeydi. Alçakgönüllü ve iyi niyetli bir girişim. Hepsi bu. Anlayabileceğimiz gibi yaşamına
kararsızlıkları damgasını vurmuştur. Giriştiği korkunç denemede en çok etkilendiğimiz şey,
kararsızlıklarıdır. Kaçınılmaz başarısızlığı bizi heyecanlandırır. Doktrini bir yana, bunun için
çektiği acı tasarılarının yüceliğine inandırır bizi. Onun büyük kopuşu (devletten, aileden,
soyluluktan, mülkiyetten, yasalardan) büyük bir yara açılmadan olanaksızdır, kendini ve
yakınlarını yaralamadan gerçekleşemezdi (350) Buna karşılık, acıyı bir noktadan sonra
bilinçle arayan bu insanın, “Tolstoy‟un acı çekme isteği hiçbir zaman
gerçekleşmemiştir.”(352) Bu tümcesi ne ne denli önemlidir Zweig‟ın. Tolstoy‟u anlamak
isteyenler, bu tümceyi aklınızda tutun. “Tolstoy‟un zayıflığının bu sırrı, ilkelerini koyduğu
radikalizmi kendi hayatında gerçekleştirmeyi başaramayışı, bence onun en güzel
tarafıdır.”(354) Karısına, çocuklarına gerektiği zamanda gerekli tepkiyi gösterememiş, onları
terkedemiştir bu zayıflığı nedeniyle. Maddi dünyaya bağlı bu topluluğun etkilerine açık
kalmış, inançlarına ters bir yaşamı sürmenin acısını derinlerinde duyumsamıştır. Kitaplarının
satışı, vasiyetname konularında ne kadar ödün verse de dünyanın ondan beklediklerinin de
sonu gelmemiş, son nefesine değin onu izlemiştir. “Kaya gibi sert bir insan olmaktansa, acı
çeken kusurlu bir insan olarak kalmakla yetiniyordu.”(355) “Kutsal bir kişi değil, ama kutsal
bir irade ve istek; tam olarak inanmış biri değil, ama dev gibi bir inanma gücü, sakin, huzurlu
ve kusursuzluğu içerisinde düşünceye dalmış tanrısal bir görüntü değil, hiçbir zaman tatmin
olmayan, durup dinlenmek nedir bilmeyen, daha saf, daha temiz bir şekle ulaşabilmek için her
gün, her saat, sonsuza kadar savaşan bir insanlığın sembolü…” (359)
İzleyen bölüm Tolstoy‟un yaşamının bir gününe bakan, parlak sayfalardan oluşuyor. Bu
bölüm Tolstoy‟un tüm yaşamının ve davasının da bir özeti… Bu yaşlı beden tüm öyküsünü
üzerinde taşıyor.
28 Ekim 1910. „Kalk ve doğrul, paltonu ve asanı al!‟ Bu çağrıya Tolstoy şimdi yanıt
verecek. Büyük kaçış. “Hayır, şan ve ün, mahpusunun kaçıp kurtulmasına fırsat vermiyor.
Leon Tolstoy kendisiyle yalnız kalamaz ve kalmamalıdır; insanlar onun kendisine ait
olmasına ve kendisini kutsallaştırmasına katlanamıyorlar.”(387)
Gorki onun için „bir insanlık örneği‟ demişti. Haklıydı. “Tolstoy‟un hayatta yapmak
istediği temel iş, ortaya koymak istediği temel eser, bu ebedi insan imajını saf, temiz ve
kusursuz bir şekilde gerçekleştirmekti –hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyecek ve
bitirelemeyecek, bu yüzden daha da kahramanca bir nitelik kazanan eser buydu işte!”(392)
***
Özakman, Turgut; Diriliş: Çanakkale 1915 (2008)
Bilgi yayınları, Otuzyedinci basım, Mart 2008, Ankara, 686s.
Harita-krokili, Fotoğraflı
Zamanın ruhu (Zeitgeist) değil bu, zamana ruhunu vermek. Gözyaşlarımız neyin
karşılığıdır. Bir yurt duygusunun, bir mitolojik kaynak arayışının kabarması mı?
Eğer, Turgut Özakman, böyle soğukkanlı, bu denli bilimsel bir yönteme başvurmasa,
duyguların önündeki engelleri kırsa, açsaydı kapıları. Hayır, Özakman bu ülkede ne yaptığını
bilen ve bunu iyi yapan ender insanlardan biri. Çanakkale, Milli Mücadele ve Kuruluşu
ruhunun tam da kendisi… Yaptığı şey bu çünkü… Bize çok önemli, unutmamamız gereken
ama unutmuş gibi davrandığımız bir şeyi çok doğru bir zamanda anımsatıyor. Biz kimiz
sorusunun yanıtını çocuklarımız ve gençler için arıyor? Öneriyor.
O bu büyük gerçeğin, bizim gerçeğimizin, bizim gerçek tarihimizin, duygularla,
mitlerle, (kör) inançla bozulmasını, zedelenmesini, anlamını ve ruhunu yitirmesini istemiyor.
Buna izin vermeyecek. Bu yüzden de onlarca kişinin, üniversitelerin, kurumların işini tek
başına yapıyor. Yaptı zaten.
Çanakkale direnişinin anlamı tarihsel, toplumsal, tinsel anlamı ne ise bu kitapta o var.
Bu nedenle okullarımızda tarih olarak okutulacak kitaplar bunlar, böyle kitaplardır. Ama
geçer not almak, sınıf geçmek için değil. Bunu da yozlaştırabilir böyle bir yaklaşım.
Gerçek budur, buradadır ve anlaşılmıştır. Tansık gerçekten daha anlamlı, daha önemli
değil.
Beni de Çanakkale ile buluşturan, onu, arkasında yatan şeyi anlamamı sağlayan
Özakman‟ın bilge ellerinden öpüyorum bir kez daha. Bu bağlamda, bu arayışlar içerisinde
„roman‟ değil sözkonusu olan. Roman yazmak ve okumak için, roman yazabilecek ve
okuyabilecek insanlar gerek. Yaşam politikadır. Özakman yaşamın arkasında duran o büyük
politik devinimi kavramış bir düşünce adamı, aydın. Ecce Homo!
Kitap üzerine dönüp yazmayacağım, ayrıntılara girmeyeceğim. Yalnızca herkese
önereceğim okumasını. Tarihi, dünyayı, insanı anlamaları, kavramaları için.
Bir eksiğe işaret edeceğim. Bu bilgi yayınevinin, yayıncının kusurudur. Bu kitap
dizinsiz olmaz. Böyle bir kitapta dizin bulunmaması (adlar, kavramlar) bağışlanmaz. Bunu bir
biçimde Bilgi Yayınevine duyurmalıyım.
***
Nakazawa, Keiji; Yalınayak Gen 3. Bombadan Sonra (1975), Çev. Levent Türer
Tudem yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İzmir, 271s.
Önsözde Nakazawa‟nın yaklaşımında dil boyutunda bir açıklık getiriliyor ve benim
açımdan çok önemli. Olgunun kendisinden çok adlandırılmasının, anlatımının tartışılmasıyla
ilgili konu… Atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki‟ye “düşmesi”, “bombalar atılmıştı”
deyişleri ne anlama geliyor? Jun Işiko bu kitap için yazdığı önsözü şöyle bitiriyor:
“Japon hükümeti de sorumludur. Japonya günümüzde bile kendi sorumluluğundan
kaçmaya yönelik bir duruş sergiliyor. Ayrıca atom bombasından sağ kalanlara yeterli yardımı
yapmış değil. Bombaların “düştüğünden” değil de “atıldığından” bahsederken sadece kelime
oyunu yapmıyoruz; bu bizim, sorumluları, olayı sahiplenmeye zorlamak için gösterdiğimiz
kararlılığın bir sembolü.
“Keiji Nakazawa‟nın çizgi romanlarını, okul kitaplarında yer alan atom bombası
hakkındaki üstü kapalı ifadelerden ve bazen de diğer çizgi romanlardan ayırn şay “düşme”
ile “atılma” arasındaki temel farktır.”
Ve Keiji Nakazawa duyduğu acıyı bize de geçirerek albümün girişinde şunu yazıyor,
paramparça ederek içimi:
“Ġnsanlar aptal. Darkafılılık, dini fanatiklik ve açgözlülük yüzünden, dünya asla barıĢ
içinde olamıyor ve bir nükleer savaĢın gölgesi asla çok uzaklarda değil. Umuyorum ki
Gen‟in hikayesi okuyuculara barıĢın değerini ve yaĢamak için ihtiyaç duyduğumuz cesareti
anlatır. Yalınayak Gen‟de buğday, gücün ve cesaretin simgesi. Buğday, baĢaklarını
karların altından fıĢkırtıyor, sadece üzerine tekrar tekrar basılsın diye. Ama üstüne
basılmıĢ buğday, dünyaya güçlü kökler yolluyor ve sonunda büyüyor. Ve bir gün buğday,
baĢak veriyor.”
***
Callinicos, Alex; Postmodernizme Hayır. Marksist Bir Eleştiri (XXXX),
Çev. Şebnem Pala
Ayraç yayınları, Birinci basım, Ekim 2001, Ankara, 269s.
İlk Callinicos okumam. Şebnem Pala çevirisi ne yazık ki metni içinden çıkılmaz bir
duruma getirmiş olsa da. Ben Türkçe ustalarının elinde bu kitabın nasıl akıcı ve zevkli
olabileceğinin düşünü kurmakla yetinmek zorunda kaldım. Üzülmemek elde değil. Belki tüm
bunlar iyi düşüncelerle kotarılıyor, belki özveriyle. Ama yetmez. Bu kitap önemlidir.
Postmodern maskeli saldırının karşısında bize dayanaklar, korunaklar sağlayan bu türden
kitaplar çok çok önemlidir. O zaman dilimizde okunabilir olmalıdırlar. Metnin güçlüğü
içeriğinden gelmiyor. Benim için böyle en azından.
“Bu kitap (…) kültürel ve siyasal karamsarlığın tuhaf karışımına ve görünürde kendi
yüzyılımızın sonunu selamlamaya niyetlenen çağdaş Batılı aydınların ciddiyetsizliğine karşı
çıkma denemesidir.” (11) Önsözün ilk tümcesi bu. Güzel.
Yapıtın temel teziyse, anladığımca şu: Postmodernizm denilen şey modernist geleneğin
bir uzantısı, bağlamsal bir belirişi (tezahür). “Yani gerçekten de sanat tarihinde modernizm ve
postmodernizmin birbirinden kesin bir şekilde ayrı olan iki devir olarak görülüp
görülemeyeceği sorusu. Eğer ileri süreceğim gibi, bu ayrım yapılamıyorsa ve gerçekten de
postmodern bir çağın varlığı ya da başladığı yolundaki değişik iddialar yanlışsa, daha sonra
da ileri süreceğim gibi, ikinci bir soruna varırız. Postmodernizm üzerine bu yazılı ve sözlü
ifade çokluğunun kaynağı nedir?” (19) Callinicos‟un amacı postmodernizmin entelektüel
yetersizliğini göstermek değil, onu kendi bağlamı içine oturtmak: “İşte ancak o zaman
postmodernizm en iyi şekilde bir hastalık belirtisi olarak görülür.”(20)
Birinci bölüm, Postmodernliğin Jargonu, postmodern söylemin temel özelliklerini
araştırmaktadır.
2. bölüm (Modernizm ve Kapitalizm) modernizmin seçenek bir açıklamasını yapıyor.
Perry Anderson, Peter Burger ve Franco Moretti yapıtları eleştirel okumadan geçirilip,
modernist sanatın 20.yüzyıl başlarında görkemli bir biçimde çiçek açmasının Ekim Devrimi
rüzgarlarıyla avante-garde bir radikal açılım (sürrealizm, konstrüktivizm, vb.) olarak özgül bir
tarihsel bağlama oturtulabileceği savlanıyor. Sosyalizmin yenilgisi avant-garde‟ın da yenilgisi
olmuştur ve postmodern sanatı, yalnızca bir çeşitlemesi olduğu daha sonraki modernizmin
tarihi belirlemiştir (20)
Nietzsche‟nin karakteristik temalarını daha önce açıkladığı, Deleuze, Derrida ve
Foucault‟nun izini sürdüğü modernizmin en iyi ifadesi sayılan yapısalcılık konusunu,
Callinicos 3.bölümde ( Yapısalcılık Sonrasının Çıkmazları) ele alıyor. Ortak paylaştıkları
zorlukları vurguluyor: söylemin nesnelliğini yadsımak, eklemlendiğini savladıkları güce karşı
koymayı temellendirmede yeteneksizlik, insan öznesi için bağımsız eylem ya da tutarlılığın
varlığını reddetmek. Baudrillard‟ın yazısının ise tüm bunların üzerine bir karikatür etkisi
oluşturduğunu belirtiyor. Foucault‟nun Nietzsche‟nin öznesini son anda keşfetmesi de
durumu kurtarmıyor. Akılcılık, Direniş, Özne konusunda çıkmazdadır postyapısalcılar.
4. bölümde (ĠletiĢimci Aklın Sınırları) Modernliğin Felsefi Söylemi (1985) adlı önemli
çalışmanın sahibi Jürgen Habermas‟ın postmodernizm eleştirisi çözümleniyor. Ne yazık ki bu
eleştiri yine Habermas‟ın ilerlemeci akıl kavramıyla ciddi bir biçimde yara alıyor. Doğalcı
olduğu kadar iletişimsel de olan bu (Habermas) düşüncea v bir dil açıklaması ile güçlenmiş
klasik tarihsel materyalizm, Habermas‟ın da bağlı kaldığı „radikalleştirilmiş Aydınlanma‟
savunusu için güvenli bir temel sağlayabilir Callinicos‟a göre (ve haklı.)
5.bölüm (Ġyi De Yeni Olan Ne?), Frederic Jameson, Scott Lash, John Urry gibi Marksist
ya da bu çizgide düşünürlerin yeni bir „çokuluslu‟ ya da „örgütsüz‟ kapitalizm evresinin
postmodern sanatın ortayı çıkışının altında yattığı savlarıyla ilgili. Saptanan dönüşümler çok
abartılmazsa, bunlar uzun vadeli eğilimlerin sonuçları ya da 1980‟lerin istikrarsız ekonomik
yapılarla ilgilidirler. Bu Callinicos‟u postmodernizmin bağlamsal köklerini bulmaya
yöneltiyor. Ve ona göre kökler; Batıda 1968 sonrası düşkırıklığında, Reagan-Theatcher
ikilisinin üst beyazyakalılara sundukları aşırı tüketimci yaşambiçimi fırsatlarının
bileşimindedir.
Yukarıdaki özet doğrudan Callinicos‟un kendi özeti. Bu önemli yapıtın daha ayrıntılı
çözümlemesini yapamayacağım (zamansızlıktan). Ama tezi açık ve doğru... Benim kendi
çapımda düşüncelerimi de doğruluyor. Bu kitabı ve yazarı Callinicos‟u ben David Harvey‟in
(Postmodernliğin Durumu) , Donald Kuspit‟in (Sanatın Ölümü) yanına koyuyorum.
***
Avril, Nicol; Yüzün Romanı (1999), Çev. Sema Rıfat
Doğan yayınları, Birinci basım, 2005, İstanbul, 204s.
1939 doğumlu Fransız kadın yazar Nicole Avril şiirli, hoş bir dille tarih boyunca yüze,
yüzün anlatımına, anlatısına bakıyor. Eğlenceli, aynı zamanda öğretici, ama bir yazınsal ürün,
deneme sayılabilecek kitabı, Türkçe‟de de karşılığını buluyor. Çok güzel bir çeviriyle
önümüzde…
Sevdiğince terk edilecek Korinthos‟lu kızın, fenerle yüzünü aydınlattığı sevgilisinin
duvara düşen gölgesinin etrafını çömlekci babası Butades kille çizivermiş. Görüntü böylece
gerçekten ayrılabilmiş. Gölgenin gölgesi. Aşkın izi. Yüz kalmış geride.
Böyle başlıyor kitap. Plinius aktarmış bu öyküyü (Naturalis Historia). Hem, “yüz ister
istemez başkasının yüzünden hareketle öğrenilir.”(12, Levinas)
BağdaĢ KurmuĢ Katip‟i, bu Mısırlı kil yonutu (heykel) ortaöğretim tarih ders kitabından
çok iyi anımsıyorum. Avril, ona bakarken şöyle düşünür: “Görmek ve görülmek. Yüz budur
işte.”(17)
Avril öyküsü boyunca bir yandan da bedenin (yüzün) süslenmesini anlatır. Bu yüzdeki
anlatımla ilgili olduğundan kuşkusuz…
Musa‟nın dini yüzü (kadının yüzünü) kapatır.
Atinalı Apollodoros freski bırakır, şövale resmine geçer. Üçüncü boyuta geçmek
(derinlik) bir perspektif sorunu, resim tekniği değildir yalnızca. Konunun (yüzün) içine
sızmak arzu ya da isteğidir. Fırça burada eti yaran neşterdir (34)
Kozmetik giderek bir gizleme sanatına dönüşür. Önce saklanmak istenen şey
gizlenmelidir (örtülmeli). Roma‟da portre resmi bir sanat haline gelir. Aile galerileri.
1-2. yüzyıl Mısır geleneğinde ölülerin taşıdığı Fayyum yüzleri (resimleri, portreleri) bize
yakın gelir. Onlarda bir aile havası vardır. Ressam bir gerçekliğin peşindedir. Yüzler önder
görünür. Bir ifade taşırlar.
İsadan sonra dinsel freskler yayılır. 2.yüzyıldan sonra… Sina. Azize Katerina
Manastırı‟ndaki İsa‟nın yüzü. Farklıdır. Yüzündeki bakışımsızlıkla o bir insandır. Sorar
gibidir.
İkonalar savaşı.
Yüzyıllar geçer.
Massaccio. Giotto.
Ha. Maske beş bin yıl önce Uzakdoğu‟da doğmuştur (97).
Sonra Van Eyck‟in portreleri, Antonella de Messina (İtalyan kadın ressam), Leonardo
daa Vinci (La Gioconda), Dürer (portreleri), Giovanni Bellini, Tiziano (Süslenen Kadın),
Sofonisba Anguissola.
Suret tapınaktan kovulmuştur. Calvin katıdır bu konuda.
Rembrandt (Anatomi Dersleri), Velasquez (Aynaya Bakan Venüs), Aragonlu Goya
(Dona Antonia Zarate).
Fotoğrafla gelen ve değişen nedir? Fotoğrafla yüzün ilişkisi nasıl kurulmuştur?
Edgar Degas, Picasso (Yo, Picasso).
Ve karşımızda Sinema… Omuz çekimiyle görünen…
İslamın sanatı ve onun yüzde gördüğü: “Amaçlarının yaşamı ve doğayı taklit ederek
Yaratıcı‟yla yarışmak olmadığını göstermek için gerçeğin bayağı bir kopyasını
düşündürebilecek olan her şeyden, perspektiften, modelden, gölge-ışık oyunlarından
vazgeçtiler (…) Evrensel bir tip, bir karakter betimlenebilir ama asla bir bireyin resmi
yapılamaz, çünkü yaşamı bir tek Tanrı verir.”(176) Bu tutum yapıtın dünyasını gerçekten
ayırarak, modern Batılı resim geleneğine esin kaynağı olmuştur (soyut, kaligrafik, nonfigüretif sanat, vb.). Örneğin, Maleviç.
Frida. Frida Kahlo. Beden ve resim… Yüz ve resim…
Yüz estetiği: “XX. Yüzyıldaki dış görünüş kaygısının kural olduğunu söylemek yetmez.
Bu diktatörlüktür –kuşkusuz öbürlerinden daha az acımasız ama daha uzun ömürlü ve daha
geneldir- kadınlar üstünde ağırlığını fazlaca duyurmuştur; kadınlar çoğunlukla rıza gösteren,
kimi kez de eğlenen kurbanlardı.”188) Buna karşılık kadının erkeğe bakışının sınırları son
derece esnetilmiştir.
TV ile gelense bir yüzdür: ikon. Bu yüzün nasılı yoktur. Yüzler akar gider. Çılgınca
zaping (192).
“…Bizi „öteki‟nin yaşamını uzatma isteğinde, daha canlı kılan şey gibi!” (201)
***
Hobsbawm, Eric; Yeni Yüzyılın Eşiğinde (2000), Çev. İbrahim Yıldız
Yordam yayınları, Birinci basım, Ocak 2007, İstanbul, 190s.
İtalyan gazeteci Antonio Polita ile 1999 yılında hemen her konuya değinen bir söyleşi
yapıyor Eric Hobsbawm. İbrahim Yıldız kusursuz denebilecek çevirisinden tüm Hobsbawm
okumalarım gibi zevkle okuduğum bir kitap oldu bu da. Aslında bir önceki Hobsbawm okuma
daha sonraki bir tarihe ait (2007). Üstelik içerik hemen hemen ortak… Ama bu söyleşide
üçüncü binyılın eşiğinde izlekler daha genel, geleceğe dönük ve toplu bir çerçevede
irdeleniyor. Uzmanlığının bilgelik aşamasında bir aydının dünya ve insanlık durumu üzerine
kapsayıcı ve kavrayıcı bakışının önemli olmadığını kim söyleyebilir. Ne denli önemli
olduğunu anlatmaya da benim sözüm yetmez.
Savaş, Barış, imparatorluk, küreselleşme, sol, yeni insan, gelecek gibi kavramlar ele
alınıyor. Önemli bir kitap…
Olan biteni aktaran değil, çözümleyen (analitik) bir tarih(çi) duruşu olduğunu belirtiyor
söyleşinin başında Hobsbawm.
Ulus devletin tarihsel gerekçesini yitirmesi savaş ve barışın yeniden değerlendirmesini
zorunlu kılıyor. Yeni bağlamlarda yeni kavrayış ve kurumlaşmalar tarihi zorluyor. ABD‟nin
bu çerçevede yeni kimliği oldukça endişe vericidir. Onun sırf iyilik olsun diye, kendi
çıkarlarına rağmen savaşa giriştiği tek bir örnek gösterilemez, diyor bu büyük tarihçi.
Balkanlar ve ulus devletin bölünmesi konularını değerlendiren Hobsbawm, kendi kaderini
belirleme hakkı, böyle bir ayrılma gerçekte hiç yaşanmadı, diyor. Aşağıdan gelen güçlü bir
halk hareketi asıl tetikleyici olmamıştır, anlamında söylüyor bunu (35). Ulusal mitler
insanların gerçek deneyimlerinden ve kendiliğinden doğmaz. Dışarıdan gelir. [Bu bence ufuk
açıcı bir yargıdır-ZK] Verdiği İsrail örneği çarpıcıdır. Yaratılmış bir ulus arkeolojisinin, yerel
arkeolojiyi nasıl tarümar ettiğini göstermektedir. Tarihsel yeniden inşaya çarpıcı diğer bir
örnek de Yunanistan‟dır.
İmparatorluk kavramının yeniden yorumlanmasını değerlendirirken, biraz serinkanlı
olmaya davet ediyor insanları Tarihçi. Acaba, diye soruyor. Acele sonuçlar çıkarılmaktadır
ona göre. Bugün tek bir gücün dünya politikasını denetleyebileceği düşüncesi yanlıştır. ABD
bunu yapmaya kalkışıyor. Bunun nedeni tarihseldir (kuruluş ideolojisinde yatan devrim
taşıma, dönüştürme misyonu ve dengeleyecek bir başka güç eksikliği). Bu tehlikeli bir kumar,
risk taşıyor.
Teknoloji, iletişim araçları ve ekonomide küreselleşme eğilimine karşın politikada bu
sözkonusu değildir. Küreselleşme eşitsiz ve değişken bir dünyada, ürünlere eşitlikçe bir
erişimi temin etme emeli beslemesi. Bu iki soyut kavram arasında bir gerilim oluşmaktadır
(78). [Bu noktada bir Hobsbawm eleştirisi yapabilirim. Marksist geleneklere bağlı bu tarihçi, küresel refahın
artışına ve tüketimin eşitleyici boyutlarına gönderme yaparken, ekonomi politikin içkin ve çelişik özünü pek
dikkate alıyor görünmüyor. Somut tarihsel olguyu açıklıyor açıklamasına, ama altında yatan ve somut tarihsel
olguyu zorlayan, güdümleyen „artık-değer‟ meselesine „kar‟ terimiyle bakıyor ve ve onun da azalma yönünde
eğilimine ilişkin kapitalist-emperyalist (bunu küresel olarak da okuyabiliriz) çözümü piyasa ve değişim
ölçeğinde değerlendiriyor. Yani sistem içi bir reformist bakışı taşıyor. Bu belki böylesi popüler metinlerde
derinleştirilmeyen alanlarla ilgili olabilir. Ama canalıcı nokta, tüm sistemi açıklayabilecek ve oldukça zor elde
edilmiş, sınanmış bir kavram(laştırma) devre dışına çıkarılmış oluyor. O zaman, o kaynaklarla tanışmış insanlar
bocalıyor. Bir başka bence vahim nokta da, üretimde insan faktörünün azalma eğilimini saltık sınırlarına değin
olanaklı görmesi. Yani amaç dünya için üretmek mi, kar mı? Burada, yaklaşımda bir çelişki var.-ZK]
Uluslar
arası örgütler ancak ulus devletlerin izni sayesinde varlıklarını sürdürürler. Bunların bağımsız
güçleri yoktur. Sorun, hükümetlerin uluslar arası şirketleri kendi sınırları içinde
denetleyebilmesi değil, küresel denetime ilişkindir. Hükümet-küresel şirket çatışmaları hangi
düzlemde çözülecektir?
ABD küresel bir finans sistemi kurmada yeterli ve yetenekli değil. Orta boy ülkeler ise,
küreselleşmeden tümüyle kopmadan, küresel ekonomiye referansta bulunmadan ekonomi
politika uygulama seçeneğine sahip görünmüyorlar. En büyük sorun üretim sorunu olmaktan
çıkmış, bölüşüm sorunu olmuştur. “Asıl sorun bu zenginliğin nasıl paylaşılabileceği
noktasında düğümlenmektedir.”(102) Bu yeniden paylaşımı sağlayacak bir kamu otoritesi
zorunlu. Eh, bunun için de yeni bir düzen, devrim gerekmiyor mu? [Sanki sistem bunu dert
edinmiş, edebilirmiş gibi-ZK].
Solun krizi tüketim toplumu ve özgürlükle bireysel seçimin özdeşleşmesiyle yakından
ilgili. Soru bile kendi içinde bu nedenle tersleşiyor. Muhafazakarlar devrimci, sol gelenek
tutucu çizgilere ve yorumlara muhatap oluyor. Örneğin bir soru şöyle bitiyor: “Sol, işçi
demokrasisi fikrini, tüketici demokrasisi fikrine feda etmeli mi?”(127) Hobsbawm önemli bir
şeye işaret ediyor: Politika giderek azınlıkların yön verdiği bir şey haline geliyor. Bu sol, hatta
kamusal yaşam için hiç iyi değil (131).
Piyasa değerlerine tapınmak uzun sürmeyecektir. Kadınlar yönetimde daha çok
yeralsalar da bu politikanın daha feminen olduğu anlamına gelmiyor. Evde çalışma vb.
yaklaşımlar işten atılmaları haklılaştıran güzellemelerden öteye geçmezler. Dünya besin
kıtlığının falan eşiğinde değildir. Eşitsiz paylaşımdır sorunun temeli. “Yeryüzünün
görünümünü değiştirmek zorunlu olarak bir felakete yol açmaz. Çevre iyiden kötüye korkunç
dikey geçişlerle değil, yatay olarak da değişikliklere uğratılabilir.”(171) Sorun doğayı çekip
çevirmede. Temel soru ise: Kim? Otorite kim olacak?
Hobsbawm, 20.yüzyıl değil de 19.yüzyıl tarihçisi olmasının nedenini Sovyet komünist
Partisi‟nden bağımsız kalma duygusuyla açıklıyor. Dediğinin çok anlamlı olduğu açık… Nasıl
bir baskı altında kaldığını tahmin edebiliriz. “Yaptıklarımdan pişman mıyım? Sanmıyorum.
Şunu çok iyi biliyorum ki, bağlandığım davanın işlemediği kanıtlandı. Belki de onu
seçmemeliydim. Fakat öte yandan insanların daha iyi bir dünyaya ilişkin herhangi bir
idealleri yoksa, bu bir şeyleri yitirmiş oldukları anlamına gelir. Eğer erkekler ve kadınlar için
tek ideal maddi değerler elde etmek suretiyle kişisel mutluluk peşinde koşmak ise, insanoğlu
bu durumda bir aşağı tür olmanın ötesine geçemez.”(179) Ve sürdürüyor:
“Mesele siyasal bağlanma değil, bu bağlanmanın doğasıdır. Bu bağlanma
Aydınlanma‟nın akıl, ilerleme ve bütün insanların daha iyi koşullarda yaşaması gibi büyük
ilkelerine mi, yoksa insanların duygularına sislinmikte bunlardan hiç de aşağı kalmayan
milliyetçilik ya da ırkçılık gibi başka davalara mı dayanmalı? Bunlar aynı şey değildir. Ben
komünizmin; geçmişi Aydınlanma‟ya, Amerikan ve Fransız devrimlerine uzanan modern
uygarlık geleneğinin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla komünistliğimden
pişmanlık duymam mümkün değil. Hem, İtalya ve Büyük Britanya‟daki aktivistler başka
ülkelerde ve özellikle Rusya‟da olup bitenlerden sorumlu tutulamaz. Kendimizle ilgili en fazla
şunu söyleyebilirim: Bazen kendimize sakladığımız şeyler oluyordu, bunlar kesenkes
bildiğimiz ya da sezinlediğimiz şeylerdi. Gelgelelim, söyleyeceğimiz hiçbir şey Sovyetler
Birliği‟ndde yankı bulmaz, orada bir etki yaratamazdı.”(180)
Ve “gelişme, giderek artan sayıda kadın ve erkeği; başvurabilecekleri hiçbir normun,
hiçbir perspektifin ya da hiçbir ortak değerin olmadığı, kendi bireysel ve kolektif varlıklarını
ne yapacaklarını bilmedikleri bir durumun kucağına itmektedir (…) Şu noktada, geleceğe
büyük bir iyimserlikle bakamıyorum.” (186)
***
Plehanov, G. V. ; Kont Tolstoy (1911), Çev. Zekiye Hasançebi
YGS yayınları, Birinci basım, Ağustos 2003, İstanbul, 73s.
*
Luxemburg, Rosa ; Tolstoy‟un Yolu (1913), Çev. Zekiye Hasançebi
YGS yayınları, Birinci basım, Ağustos 2003, İstanbul, 51s.
*
Lenin, Vladimir I.U. ; Sanat ve Edebiyat (1908-1913), Çev. Bülent Arıbaş
Payel yayınları, İkinci basım, Ağustos 1976, İstanbul, 342s.
Plehanov, Lenin,Luxemborg‟un Tolstoy yazılarını birlikte değerlendirmek istiyorum.
Yargım genel anlamda değişmiyor. Çağdaşlarının bulundukları konum değişik de olsa,
Tolstoy bakışları sorunlu, yetersiz ve „içerden‟. Bunu da bir ölçüde anlamak olanaklı…
Tolstoy‟un karşısında „politize‟ olmamak olanaksız. Kaçınılmaz bir biçimde bir açıya
zorlanıyorsunuz. Aynı şey çağdaşı büyük devrimciler için de söz konusu. Ama bunları
(Luxemburg, Plehanov, Lenin, vb.) diğerlerinden ayıran kimi şeyler var. Buna değinmekle
yetineceğim. Kuşkusuz, Jdanov, Lunaçarski vb.nin Tolstoy yorumlarını da bulabilirsem
gözden geçireceğim. Devrimci girişimin eylem zamanlarında (tarih sıkışmıştır) öncü
kadroların, devrimci aydınların eylemi bir ölçüt olarak koymaları, her şeye „yararcı‟ (devrime
destek/köstek olan) bir çerçeve içinde bakmaları anlaşılır şeydir (Ama bir yere değin, diyor
içimdeki şeytanım). Yani „yüksek bir kibirlilik‟ içinde, devrimden yana olmayan onun
karşısındadır, tutumu bir yere dek anlayış görmelidir. Sonsuz değildir bu anlayış…
Ben şunu mu savlamış oluyorum. 20. Yüzyıl başının kaynaşan Rusya‟sında bilenmiş
üstün anlakların (zeka) kavrayışı sığdır, yüzeyseldir. Onlar baktıkları her şeyi anlamamış
olabilirler. Yok, hayır, bu denli ileri gidemem. Tarihin neyi, nasıl doğruladığı da ayrı bir
konu… Rusya‟da bu „Sosyal Demokrat‟ devrimcilerin öncülüğünde devrim başarılmıştır da.
Demek ki, onların dönemin Rusya‟sına ilişkin sınıfsal çözümlemeleri bana bugün çok
zorlama ve çizgesel (şematik) gelse de, gerçeğin doğasıyla buluşuyor, örtüşüyordu. Düz bir
uslamlama çizgisiyle bu sonuç çıkarılabilir.
Yazılar, Tolstoy‟u görmezlikten gelmenin olanaksızlaştığı tarih diliminde yoğunlaşıyor.
Nedeni, Tolstoy‟un toplumsal, siyasal etkilerinin sınırötesine yayılması, yankılanmasıdır.
Sosyal Demokrat (RSDIP) çizgiye göre bir kesinlik (netlik) ayarı yapmak kaçınılmaz,
yaşamsal önemdedir. Daha sonra Duma‟da (kentsoylu demokratik devrim) köylü
devrimcilerin, anarşistlerin (Narodnik?) ağırlığı da bunun bir kanıtı gibi durmaktadır.
Dolayısıyla stratejik bir önemi olmasa da (belki de var, sınıf bağlaşıklıkları açısından: Lenin
tipiktir bu konuda, İşçi Köylü ittifakı üzerine yazıları, kitabı vardır) Tolstoy‟la hesaplaşmak
kaçınılmazdır.
Bu noktada devrimin bu saygın, büyük öncüleri biraz ikiyüzlüdür. Bunu şunun için
söylüyorum. Tolstoy‟u bir ikilik olarak görmek, değerlendirmek zorunda kalmaktadırlar
çünkü. Bu kaçınılmazdı. Tolstoy‟un büyük yapıtı, sanatı tamam da verdiği yaşam örneği ve
öğretisi kötü, gerici… Aslında ne büyük, aşılmaz bir bir yargı verdiklerini sonuna değin
kavramış olabilirler mi? Bu kuşkusuz bu devrimcilerin yazılarındaki bir dizi tutarsızlığı
birlikte getirecektir.
Üçünün ortak yaklaşımı ilginç. Sanki devrimin saati vurdu. Tolstoy gibi biri işi gücü
bırakacak, kolları sıvayıp Sosyal Demokrat devrime kendini adayacak. Bunu yaptı mı,
yapmadı. Öyleyse bir şeyleri yanlış ya da eksik bıraktı demektir bu. Görevini yerine
getirmedi. Bunda insanın içini acıtan bir gülünçlük görüyorum ben. Hiçbirini de suçlamadan,
onlara kızmadan ve bir duruş almadan. Onları Tolstoy hakkındaki yargılarına indirgeyemem
elbette.
Bu konuda en sert, acımasız, toptancı yargıları üretebileni (bir cesaretle mi demeli)
Plehanov. İki yazısı var: Karl Marks ve Lev Tolstoy (1911), Bir Kere Daha Tolstoy Üzerine
(1911?). Ne yazık ki Marks‟ın anlayış derinliğinden yoksun Plehanov, öz olarak Tolstoy‟un
„edilgenlik‟ öğretisine öfkeli ve bunun Tolstoy‟un gerçek yüzünü sergilediğini, gerici güçlerin
bir yandaşı olduğunu kanıtladığını öne sürmektedir. Zaman zaman Tolstoy‟un romanlarına da
başvuran Plehanov, Marks‟ı Tolstoy‟la „tamamlama‟ türünden yaklaşımları (9) hedefliyor.
(Devrimci yararcılık-pragmatizmdir esasta sözkonusu olan).
Plehanov‟a göre Tolstoy, insanların fiziksel acıları ve sıkıntılarını küçümsemiş, hafife
almış, ahlak sorununu öne çıkarmıştır (alay edercesine.) Ünlü Tolstoy duyarlığı „içki ve
sefahat aleminde susan‟, dürüst ve eğitimli insan duyarlığıdır. Kont Tolstoy yalnızca
aristokrasinin çocuğu değil, ideologuydu da (24) Onun tutuculuğu soyluların yaşam biçiminin
olumsuz yönüne vurgu yapıyor, sömürülenlerin gerçeği geçiştiriliyordu. Ezenlerin uğradıkları
ahlaksal yitimin, yüzlerine yansıyan basıncını izlemekle yetinen Tolstoy, ezilenlere şu iletiyi
veriyordu: sana işkence edenlerin ıslahına katkıdan başka bir hakkın olamaz. Soyluların
yanlışlarını sergilemenin kimseye bir yararı yoktu (Plehanov‟a göre).
Hızını alamayan, kimbilir kime de kızmış olan Plehanov, daha sonra bu korkak ve gerici
Tolstoy‟u sergilemesini sürdürüyor (Bir Kere Daha…) Hem de SavaĢ ve BarıĢ‟tan, Anna
Karenina‟dan örnekler getirerek… Halk, Tolstoy‟un bakışının önünde bir „duvar‟ gibidir,
öyle kalmıştır. Onda yaşam hipnotize edilmekte, sömürenler de, sömürülenler de duruma
teslim edilmektedir. İlginç bir biçimde Tolstoy‟un anlatısı (sonradan kendisinin yadsıdığı
anlatı) onun yaşamoın anlamı üzerine sorgusunu uyuşturmuştur. Burada Plehanov, Tolstoy‟a
hak verir gibidir. Benim Tolstoy hakkında bir tezimi doğrulayan ve kendisini her şeye rağmen
kutlamamı sağlayan bir alıntı: “Hiristiyanlık Tolstoy‟a dünya zevklerinden kaçan bir hayat
anlayışı sağladı, bu anlayışın etkisi altında bütünüyle göstermelik bir inaçsızlığa
meylettiğinde de inancından vazgeçmedi. Bunun yanında o sağlıklı görünmeyi ve hayatı
büyük bir heyecanla seviyordu”(64) [Stefan Zweig‟ın da Tolstoy‟un inancı konusunda derin
kuşkuları olmuştur. Bunu daha sonra ele alacağım-ZK]
Zekiye Hasançebi‟nin oldukça kötü çevirisine de dokunmadan geçemem.
Luxemburg daha yumuşak, hak gözetir bir yaklaşım içinde. Ama temelde aynı… Büyük
sahneler, yaşam tabloları, ama devrimci sürecin gözden kaçırılması. Kimden bekleniyor bu?
Tolstoy‟dan. Bunda biraz insafsızlık var mı? Biraz değil, çokca var. Yazılar: Tolstoy ve Doğa,
Sosyal DüĢünür Olarak Tolstoy (1908), Tolstoy‟un Yolu (1910), Tolstoy‟un Mirası (1913).
Tolstoy‟un inanç/inançsızlık ikilemine ilginç bir biçimde işaret eden Luxemburg, „ruhun
ölümsüzlüğüne olan Hiristiyan inancı onu avutacak bir şey olamazdı. O bedenin
ölümsüzlüğüne ihtiyaç duymaktaydı. Böyle bir ölümsüzlüğün asla olamayacağı gerçeği de
onun trajedisini oluşturuyordu‟, diyor (12)
“Özetle söyleyecek olursak, Tolstoy‟un fikir çizgisi, her durum ve koşulda, varolan
ilişkileri ile sosyal mücadelesi sonucu „gerçek hiristiyanlık‟a yüz çevirmesi biçiminde öne
çıkar. Bu ruhani doğrultu daha ilk bakışta gerici bir hal alır.‟(16) Onun toplumsal ideali
sosyalizmdi, ama „ütopik‟ bir sosyalizmdi bu Luxemburg‟a göre. Tolstoy‟un zayıf noktasını,
„ilkel komünizmi ve sosyalist geleceği tarihsel bir perspektiften görememek‟ oluşturmaktadır.
Tolstoy‟a göre, aradaki tüm sınıflı tarih, bir gerçeklik değil, tarihsel bir yanılgıydı.
“Bu nedenle Tolstoy, zayıf yönleri ve perspektifindeki cesur radikalizmle bir bütün
olarakm, objektif bilincin gücüne idealistçe inanan büyük sosyalizmin büyük ütopistleri
arasına konulmalıdır. O körleştiği için, tarihi gelişmeyi anlayamamıştır (39)
Luxemburg, Tolstoy‟un Mirası‟nda şöyle diyor: “ Bu tarz bir yaklaşım, her durumda
Tolstoyu hiç anlamamış olmaktan kaynaklanıyor, çünkü kim onun düşünce yaşamını
anlamıyorsa, sanatını veya en azından sanatının gerçek kaynağını da anlayamaz. Tolstoy
kendi iç dünyası ile sanatının sentezinden kimliğini oluşturmuş olmasıyla belki de dünya
literatüründe tektir; edebiyat, onun için sadece düşünme eylemini ve iç hesaplaşmasını
mümkün kılan bir araçtır”(42) [Bu yargı doğru ve yüzdeyüz katıldığım bir yargı. Luxemburg
çok iyi ifade etmiş bunu-ZK]
“O uzun yaşamı boyunca, ölüm saatine kadar, ne pahasına olursa olsun, idealinden
vazgeçmediği için mevcut olanla katiyen uzlaşmak istemez, fakat aynı zamanda idealinin
gerçekleşmesine götürecek tek yol olan devrimci sınıf mücadelesinin dünya görüşünü de kabul
etmez. Prekapitalist Rusya‟nın gerçek evladı olarak da kabul edemez, böylece hayatının ve
ölümünün özel trajedisini kendi eliyle oluşturur. Onun tarihsel toprağından koparılmış
toplum ideali, en iyi haliyle bile eski Hiristiyan ütopyasının bireysel ahlaki „DiriliĢ‟i ile
belirsiz bir tarım komünizmi arasında gider gelir. Sorunun çözümü açısından Tolstoy kendi
yaşamında ütopist ve ahlakçı olarak kaldı. Ne var ki sanat ve sanatın etki gücü çözüm değil,
sosyal reçete değil, aksine, çözümün gerçekleştirilmesindeki sorun derinlik, dürüstlük ve
cesaretle kendini gösterir. Bu noktada Tolstoy düşüncede ve iç hesaplaşmasında zirveye
ulaştı, bu da onun sanatta doruklara ulaşmasını mümkün kıldı. Toplumsal yaşamının tümünü
ve tüm ilişkilerini kendi ideali önünde eleştirel bir sınava tabi tutmaya onu götüren, işte bu
dürüstlük konusundaki tavizsiz özenidir. Yaşamın yeniden inşasına tam bir sanatçı olarak
bakmayı başarabilmesi onun epikçi olmasını sağladı.”(44)
“Kendi varlığındaki tüm ütopik-ahlaki tarza rağmen mevcut toplumun can düşmanı
olarak, eşitlik, insanlar arasında dayanışma, mülksüzlerin hakları için korkusuz mücadele
adamı olarak, devlet, kilise ve evliliğin bugünkü ikiyüzlülüğünün ve yalanının maskesini
düşüren adam olarak Tolstoy zaman zaman devrimci proleteryayla akraba olmuştur. Onun
sanatı işçi seyirciye, fakat her şeyden önce devrimci aydın olanına aittir, kendini tüm önyargı
ve otorite inancından kurtaracak durumda olan ve tüm korkak uzlaşmaları içinden atma
cesareti bulunan Alman darkafalılığın cürufundan temizlenen işçi seyirciye aittir. Özellikle
işçi gençlik için Tolstoy‟un eserlerinden daha eğitici edebiyat olamaz.”(49)
Bu alıntılar Luxemburg‟un Tolstoy‟a olumlu bir bakış içerisinde olduğunu, taktik
yaklaşımın oldukça gizlenebildiğini yeterince kanıtlamaktadır.
Lenin‟in yazılarının ilki 1908 tarihli: Devrimin Aynası Tolstoy. Lenin bu yazısında
sanatını ve onun büyüklüğünü teslim ederek, Tolstoy‟u Rusya‟daki devrimci süreci
algılayamamakla ilişkilendirir, bunu da sınıfsal bir temellendirmeyle açıklamaya çalışır. Ona
göre işçi sınıfı karşısında geleneksel köylülüğün yalpalayan davranışına tutulan bir aynadır
Tolstoy‟un yapıtı. Lenin, devrimin kaçınılmaz sürecini olgulara bir abak (şablon) gibi
uygulamaktadır. Ama bir strateji ökesi olarak, ama aynı zamanda birikimli bir aydın olarak,
sineğin yağını bile boşa harcamaz. Kaldı kı yapıtıyla Rusya‟nın uyuyan dev ruhunun
kımıldamasını sağlamış Tolstoy‟dur sözkonusu olan. Lenin devrim için Tolstoy‟u sağar.
Sütünün son çözümlemede gerekli, yararlı olduğunu düşünür. Anarşizan köylülüğü mirasını
yadsır, gerçeği kavrayışı ve çelişkilere işaret etmesine saygı duyar. Tolstoy‟a yaklaşımı
olumludur.
Leon Tolstoy (1910) Lenin Tolstoy‟un ölümü üzerine bir dizi yazısının ilki. Siyasal
önderlikin güncel yanıtı boyutunu aşmaması olağan. Kendine güveni tam (yazının). Arkasında
yatan duygu bilgiçlik değil, asla. Bu Lenin‟e zaten yakışmaz. Şu. Devrimin ivedi görevleri
var, önemli sorunları var, bunlara karşı alınacak kalıcı (stratejik), geçici (taktik) konumlar,
duruşlar var. Her konuda devrim(ci önderliğ)in söyleyebileceği sözü olmalı. Kitle (seslenilen
kitle, hatta amaç kitle) bilgilendirilmeli, bilinçlendirilmeli. Tolstoy konusunda yargısı
rastlantıya bırakılamaz. Hiçbir konuda devrimin gizilgücü kitle rastlantıların etkisine açık
tutulamaz. Bunun için önderlik önalır. Her konuda bir şey söyler, söyleyecek bir şeyi olur. Bu
genel bir yaklaşım haliyle. Kuramın doğruluğuna, çerçevesinin açıklama gücüne olan bir
özgüven, bir inanç sorunu. Bir yere değin geçerlidir de.
Sonuçta Lenin, yine de Tolstoy‟u iyi bilen birisi. Ama onun derdi, Tolstoy estetik bir
çözüm üretmek değil. Kapıyı çalan devrime Tolstoy‟un yaşamının ve ölümünün ne yararı
olabileceğini kestirmek… Bunu açıklamak… Buraya değin her şey tamamsa, haksızlık
etmemeye çalışmalı. Sonuçta işin içinde „kandırma‟ya (propaganda) dönük bir yaklaşım da
sözkonusu. Eldeki gereç ne olursa olsun ondan yararlanmak. Buradan bir ilkesizlik
(oportünizm), bu büyük öncüler bağlamında, çıkmaz.
Aslında Lenin, Devrimin Aynası Tolstoy‟daki yaklaşımını sürdürüyor. Tolstoy‟un
sınıfsal bağlam içine oturtmaya, böyle kavranılmasını sağlamaya çalışıyor. Köylülüğün çift
yönlü yüzü onun yapıtında yankılanmaktadır. Tolstoy‟un devrimci sayılabilecek eleştirisi
(aksoyluluğa ve kentsoyluluğa) onu devrimci yapmaya yetmemiştir. Hatta Lenin tarih verir.
1905. Bu tarihten sonra Tolstoy devrimci çizgisini yitirmiş, gerici bir çizgiye oturmuştur.
Onun büyük mirası, bağrında devrimin gizilgücünü taşıyan köylülüğün egemen sınıflara
dönük sert eleştirisidir. Geleceğin işçi sınıfı Tolstoy‟un yapıtını bu bakış açısı içinde
okuyacaktır.
Lenin yine 1910‟da Leon Tolstoy ve ÇağdaĢ ĠĢçi Hareketi adlı kısa bir yazı yazıyor.
Rusya Duma‟sında (3.Meclis) Sosyal Demokrat temsilciler grubu adına, „Tolstoy‟un en
yakını ve dostu‟ Çerkov‟a, eşi Sofya Andreyevna‟ya değil ilginçtir, bir telgraf çekerek,
Tolstoy‟un ölümünün Rusya‟nın işçileri ve köylüleri için ne demek olduğunu dile getiriyorlar.
Lenin yazısında buna değinerek (belli ki telgrafın arkasında o da var) bir kez daha bu büyük
sanatçının; 1861‟de toprak köleliğini kaldıran reformdan 1905‟deki demokratik kenter
devrimine değin geçen sürede köylülerin yaşadığı dramatik dönüşümü yansıttığını, bu
yansıtmada köylülüğün ikilemini taşıdığını ileri sürüyor. Köylülük eyleme geçmiş, toprak
mülkiyetini, çarlık devletini, savaşın yıkımını, işbirlikçi kiliseyi eleştiriyor, egemen sınıf
baskısına karşı ayaklanıyor, ama ulaştığı yer işçi sınıfıyla birlikte kendi devrimini yapmak
yerine Tolstoy‟da dile gelen köylü anarşizmi, sevgi ve direnmeme, şiddet karşıtlığı inancı,
etik bir vaaz, bir tür köylü sosyalizmi, vb. Bunun önemi yok. İşçi sınıfı ve partisi Tolstoy‟un
kalıtını nasıl değerlendirmeli, Tolstoy‟u nasıl okuyup geleceğe taşımalı. Güncel ve acil görev
budur Lenin için. (Haklıdır. Bir yere değin.) Tolstoy‟un başkaldırısını, eleştirisini (kiliseye,
devlete, orduya, aileye, vb.) sahiplenip uzlaşmacı, çözümsüz sonuçlarını eleyerek…
Kuşkusuz, bu kaba bir yaklaşımdır ve Tolstoy‟un insanlık birikimine kattığı şeyi kavrıyor
olmaktan uzaktır. Bunu söylemekle yetineyim. Çünkü derdim Lenin‟i, bu büyük ökeyi (dahi)
eleştirmek olamaz. Ondan bir Karl Marx olmasını da bekleyemem. Çünkü o kendisi…
Sanırım yine 1910‟da yazılmış bir küçük not: Tolstoy ve ĠĢçi Sınıfı Mücadelesi.
Ölümün yankılarını, ölüme ilişkin halk tepkilerini yönlendirmek, rayına oturtmak sıkıntısı
Lenin‟i bir kez daha harekete geçiriyor. Tolstoy‟un ne olduğu değil, Tolstoy‟un nasıl ele
alınacağı, özür dilerim, nasıl kullanılacağıdır önemli olan. Köylü devrimciler, Rus
ak/kentsoylusu Tolstoy‟u belli bir yorumla, gerici bir fotoğrafla sahiplendiklerine göre,
yapılacak şey açık…
Lenin Tolstoy üzerine son yazısı olan Leon Tolstoy ve Dönemi (adını sanırım yanlış
anımsıyorum, sonra düzelteceğim) 1911 tarihli. En uzun yazısı da bu… Tolstoy üzerine kendi
yargısı da gelişmiş, doruğa ulaşmıştır. Artık kesin tanımsal bir çerçeve Tolstoy‟u rafına
yerleştirmekte, işçi sınıfı ve devrimcilere uygun bir „draje‟ye dönüştürülebilmiş
bulunmaktadır. Kimseyi, hele Lenin‟i eleştirmek gibi bir şeye kalkışıyor değilim. Durum
ortada. Bu yazı nokta… Çünkü çok açık… Çözümlemeler sonucu tartışmasız kılacak
saydamlıkta. Köylülüğün aynası olan Tolstoy yapıtı Rus köylüsünün eleştirisini taşıyor
(olumlu), ama geldiği çözümsüz noktada tıpkı köylülük gibi tıkanıyor kentsoylu devrimi
karşısında. Artık devrimci görev, Lenin‟i daha sertleştirmiş, vurgularını acımasız kılmış, onu
daha açık konuşmaya zorlamıştır. Tolstoy‟un gerici yanını (yani dönüm noktası olan 1905
kentsoylu devrimine bakışı, uzak duruşu, vaazıyla başlayan son beş yılındaki belirgin, öne
çıkan tutumu) bağışlamak, ona göz yummak görev olamaz. Yapıt, devrim ölçeğine vurulmuş,
devrim engelini sıçrayarak aşma konusunda sigaya çekilmiştir. Devrim sürecine omuz
vermeyen ütopik, feodal Tolstoy sosyalizmi bir kenara konulmalı, temizlenmelidir (tarihin
çöplüğüne, hak ettiği yere gönderilerek).
1880‟lerde Tolstoy eleştirisini doğru ve yerinde bulan Lenin, 1900‟lerde yanlış ve
gerici, ütopist bulmaktadır. Çünkü tarihsel bağlam terslenmiş, değişmiştir.
Lenin bir estetikbilimci ya da sanat eleştirmeni değil. Üstelik sanata ilişkin temel
yaklaşımında bir dünyalılık, sağlıklı bir bakış açısı sözkonusu. Tarihin sıkışma noktasında
(kendisi devrimi acil görev olarak görüyor ve gösteriyor) Tolstoy‟a ayırabileceği yer ve
yaklaşım bu kadar olabilirdi. Onun derdi yineliyorum Tolstoy‟u anlamak değil (ki orta sınıf
aydın bir Rus aile çocuğu olarak Tolstoy‟u ve yapıtını, hem de çağdaşı olarak, hiç kuşkusuz
bizlerden daha iyi anlamıştır), yaklaşan Rus işçi sınıfı devrimine Tolstoy‟un ne katıp ne
katmadığını anlamak ve anlatmaktır. Devrimin gözüyle Tolstoy muhasebesi yapmaktır.
Devrimden sonra Sovyet Cumhuriyetin‟nde sanatı yönlendiren kişi ve kurumların
zaman içinde gelişen bakış açılarını irdelemek bu noktada önemli olabilir. Örneğin,
Lunaçarski, ne diyor.
Ya Krupskaya (Lenin‟in karısı), ama daha çok Kollontai, Tolstoy hakkında ne
düşünmüştür? Gel de merak etme!
Ben buradan hareketle Kroyçer Sonat‟ı yazan (Lenin gerici içeriğine işaret ediyor)
Tolstoy‟u kadın hareketinin nasıl yorumladığının olağanüstü bir doktora tezi olacağını
düşünüyorum. Bunların da var ve çok olduğu kanısındayım. Juliet Mitchell‟e bakmam gerek.
Özellikle radikal feministlere… Tolstoy‟un feminizm eleştirileri ilk bakışta naif, aptalca gibi
görünse de, gerçekte sıkı eleştiriler…
Ditfurth, Hoimar Von; Bilinç Gökten Düşmedi (1976), Çev. Veysel Atayman
Cumhuriyet yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 528s.
Ditfurth‟un olağanüstü üçlemesinin ikinci kitabı, Bilinç Gökten DüĢmedi, 1976‟da
yayımlanmış. Yani 32 yaşında. Kitabın altbaşlığı Bilincimizin Evrimi. Büyülenmişçesine,
şaşkınlıklar içinde okuyorum Ditfurth‟u. Oysa „populer bilim‟ çalışmalarını sıkça okurum,
hem de değişim dallarla ilgili. Her sayfanın altını çizmekle baş edemedim. Kapsamlı bir
özetini yapmaya çalışmam yanlış olur bunu anladım.
İlk kitapta (BaĢlangıçta Hidrojen Vardı, 1972), evrenin evriminin görkemli öyküsünü
bu çalışmada bilincin (beyin) evriminin öyküsü izliyor.
Üç-dört nokta üzerinde durmak istiyorum.
İlki Ditfurth, aynı zamanda bir tez de geliştirdiği için ben bu çalışmayı sıradan bir
popüler bilim çalışması olarak görmüyorum. Bu popüler bilim uygulamalarını
küçümsediğimden değil, tersine çok önemli ve saygıdeğer buluyorum bu tür çalışmaları.
Büyük bir işlev gerçekleştiriyorlar.
Ditfurth olguları değil düşünce çizgilerini izleyerek, az ama güçlü örneklerden sağlam
kuramsal çerçevelere varabiliyor. Derdi de zaten tanıklık değil, anlamayı anlamak, bilmeyi
bilmek.
Bir ikinci nokta, bu çalışmalar aradan geçen sürede yazarı ya da izleyenlerince
gelişmelerle beslenip güncellendiler mi? Ditfurth 1989‟da Freiburg‟da, 78 yaşında gözlerini
kapadı.
Benim izleyebildiğin daha çok teknoloji ve buluş ağırlıklı son onyılların bilimsel
çalışmalarında ben Ditfurth‟un doğrulanmasından başka bir şey görmüyorum. Genetik,
nöroloji, vb. de bir yanlışlama sözkonusuysa da ben duymadım. Olsa olsa tezleri daha
güçlenmiştir.
Üçüncü bir nokta ruhbilimde Freud‟a getirdiği güçlü eleştiri… Ruhbiliminin ayakları
Jung üzerinden fizyolojiye, bedene, yere, toprağa basıyor. Bu beni çok etkiledi. Psikanalizle
hesaplaşmayı bu yaşıma değin erteledim. Pek ışık da göremediğimden olsa gerek. Oysa
Ditfurth bunu neredeyse 40 yıl önce açıktan tartışmaya sunmuş… Şaşkınlıklar içerisindeyim.
Gözden kaçırılıyor olabilir mi? Freud ve Psikanaliz bir sanayi ne de olsa ve ruh çoktan en
seçkin ve yaygın metalar arasındaki yerini aldı bile.
Ditfurth‟a göre ruh da ve ne ilginç ve doğrudur ki sanat da, evrimin ikinci
basamağındaki ara beynin dışdünya izdüşümleriyle, evrimin şimdilik son basamağında duran
büyük beyin algısı arasındaki boşluktan sızmaktadır (hem de buram buram). Bu nasıl
görülemez diye ben de kendime soruyorum. Taşlar yerine oturuyor, bütün (sandığımız şey)
anlamını (varsaydığımız şeyi) kavrıyor.
İşte dördüncü nokta… Felsefenin epistemoloji (bilgi) tartışması inanılmaz bir yalınlıkla
sona eriyor. Aslında gelinen yer, geçici bu durakta bilincin dışında varlık (kuşku duyulamaz)
hakkında doğru (sözcüğün gerçek anlamında) bilginin olanaksızlığı. Beyin kendini, beyin
olduğunu kavrayabilse bile (ön loblar sağolsun, şu yaz(g)ısız bölümleri beyinlerimizin).
Cumhuriyet yayınlarını ve çevirmen bilge Veysel Atayman‟ı kesinlikle kutlama gerek.
Bu bir yayıncılık örneğidir, olayıdır (Alan yayınlarının ilk baskılarını unutmuyorum elbette).
Atayman Türkçe‟de yeniden yaratıyor çalışmayı ve önemini kavramamızı sağlıyor titizliği,
özeniyle…
Evrimin bir öznesi olmadığını, evrimin bir amacı olmadığını, evrimin sürdüğünü,
evrimin geldiği her aşamasında en doğru ama en geçici çözümü bulduğunu, evrimin geçmişin
birikimini harcamadığını, en az enerjiyle çalıştığını, bu ve benzeri ilkeleri bilmek birçok şeyi
anlamamızı nasıl da kolaylaştırıyor. Doğa bir nedenle önüne çıkan engeli bir çok kayıp
pahasına, rastlantının zorunlulukla buluştuğu kesişim noktasında bir sıçramayla aşıyor.
Uyumlu örne sağ kalıyor ve çoğalıyor, varlığını sürdürüyor. Uyumsuz örnekse eleniyor. Biz
sondan geriye bakınca öyküyü bize gelen, bizde biten bir öykü gibi kurguluyor, okuyoruz.
Büyük bir yanılgı.
Hiç değilse Ditfurth‟dan bunu öğrendim.
Ditfurth‟u ve sıkça kaynak gösterdiği Konrad Lorenz‟i sürekli okumalı ve okutmalıyım.
Hem de ilgisiz alanlarda, disiplinlerde insanlara. Çünkü günümüzün özellikle gençlerinin en
büyük sorunlarından biri, kendi alanının başarılı uzmanıyken, içinde yaşadığı, varolduğu kent,
coğrafya, dünya ve evren hakkında bir düşünce taşıyamamaları. Bu inanılmaz sorun ve
çelişkilere yol açıyor bana kalırsa. Bu konuyu uzun uzun irdelemeyeceğim.
Ditfurth‟un boş bıraktığı bir şey var, evet. Bana öyle geliyor ki biyolojik düzeyde
kesiyor zihinsel çabasını. Biyolojik katmanla toplumsal, hatta politik katman (tarih, vb.)
örtüşmeleri üzerine de çok şey söyleyebilirdi. Hem de önemli şeyler…
Çünkü kitabın sonlarında geliştirdiği tezlerde bir nokta var. Soru işaretleri dolu bir
nokta. İnsan doğasının sınırlı algı yapısıyla sorunlu ilişkisi toplumsal şiddet diyebileceğimiz
(kriz) şeyin yapısal (kronik) kökünü oluşturuyor ve iyi niyet, düzen, uzlaşma vb. çözümler her
zaman doğanın gücü önünde yapay, geçici çözümler olarak kalacaklardır.
Ben belki de bu noktada Ditfurth‟u yanlış değerlendiriyor olabilirim. Ya da onun
gözüyle iflah olmaz bir iyimserim, ki bu çalışmaları okuduktan sonra böyle bir şansım
kalmadığını çok iyi anlamış durumda olmalıydım. Saltık, evrimini tamamlamış bir akıldan
sözetmek gülünçtür. Doğru bu.
Hölderlin‟den aktardığı bir söz var. Şöyle demiş aşağı yukarı: Yeryüzünü insanın onu
kendi cennetine çevirme girişimi kadar kesinlikle cehenneme çevirecek başka bir şey yoktur.
(524)
***
Gürbilek, Nurdan; Mağdurun Dili (2008)
Metis yayınları, Birinci basım, Ocak 2007, Mart 2008, İstanbul, 172s.
Popper‟in en çok gerektiği yer: yanlışlanabilirliğin.
Şu mağdur, kuşkusuz Cumhuriyet‟in mağduru, TC mağduru… Başka ne olabilirdi ki.
Ama neyin olduğu açık: Dostoyevski‟yi, Cemil Meriç‟i bilmem, ama Atay, ama daha
çok da Yusuf Atılgan „kullanılmıştır‟. Ama yayınevinin, yazarlarının çizgisi ve işlevi bu değil
mi? Güneşin altında yeni bir şey yok.
Ele alınan yazarların ve yazdıklarının „mağdurluk‟ları izleğine sıkı sıkıya bağlı birkaç
yazıdarn oluşuyor kitap. Ben Atay ve Atılgan bölümlerini okudum. Atay‟ı önceden
okuduğum, Atılgan‟la şimdi boğuştuğum için.
Çerçeveli, sınırlı izleklere bağlı bu türden yazılar ister istemez indirgeyici (vulger) bir
çizgiye kayıyorlar. Hele de ele alınan yazarlar (Atay, Atılgan) sözkonusu olduğunda. Bunlar
yazıyı da içerikleri, biçimleri yanı sıra ilerletmiş, yazıyla da hesaplaşmış yazarlar. Sınırlı bir
içerik alanına vurgu, yöntembilimsel bir açıklama konusunda daha keskin bir duyarlık
gerektirir kanımca.
Atay‟da mağdurluğun kaynağı biraz bulanık tutulmuşsa da (ama duyarlı okur
Cumhuriyetin hizaya sokma devrimlerinin kokusunu alacaktır) sonucu oldukça kesin: ikilem
kaçınılmazdı ve ancak ironi bu ikilemin üstesinden gelebilirdi. Yani hem Atatürk ve
devrimlerine bağlı kalacaksın (Bir Bilim Adamının Romanı Mustafa Ġnan), nem de sokağın,
ötekinin baskısına direnen bir tutunamayan olacaksın (Tehlikeli Oyunlar, Tutunamayanlar).
Nurdan Gürbilek Yusuf Atılgan‟ı da böyle bir ikilemin mağduru gibi görüyor ve
gösteriyor ki, buradaki zorlama „akıllara seza‟. Cumhuriyet bu zengin eşraf, konak sahibi
piçinin, Zebercet‟in özkıyımının başsorumlusu. Yusuf Atılgan sanırım bu denli ileri
gitmemiştir.
Aylak Adam‟ın Bay C.‟si, Anayurt Oteli‟nin Zebercet‟i ve arkada duran anlatıcı-yazar,
basit bir tinbilimsel (Freudiyen) düzeneğin kurbanı, mağduru olarak „başkaldırmak‟la,
varoluşsal özgürlük savunusuyla „hakiki sevgi aranışı‟, „anne‟ aranışı arasında gidip gelirler.
Ama arkada „baskın ortam‟ TC ve onun yurttaşından (faşizan) beklentileridir. Dizge onları
tükenişe, özkıyıma sürüklemiştir.
Bu yanlış anlaşılmasın, yazarlara göre böyledir demiyorum, Nurdan Gürbilek‟e göre
böyle. Arada yama gibi duran birkaç Adorno, Sartre, Bakhtin alıntısı üzerine gömlek
geçirilivermiş.
Olsun, sızlanıyor değilim, alır okurum da.
Bana bir şey katmadı bu kitap. Umutluydum oysa. Bir kere Atay‟la Atılgan‟ın
ayrıldıkları benzediklerinden çoktur. Güçlü bir ortak izleğe ikisini bağlayıp derin yorumlar
yapmak çok yanıltıcı olabilir. İşte, olmuş da.
Haksızlık değil mi, Yaban‟ı, Denizin ÇağırıĢı‟nı görmezlikten gelmek.
***
Callinicos, Alex/Harman,Chris; Neoliberalizm ve Sınıf (1986),
Çev. Osman Akınhay
Salyangoz yayınları, Birinci basım, Eylül 2006, İstanbul, 160s.
Callinicos‟un ve Harman‟ın bu önemli kitabı teknik bir çalışma ama bu onu çok anlamlı
kılmaya engel değil. Devrimin, öznesinin, sınıfın, işçi sınıfının ne anlam taşıyabileceği
üzerine kafaları iyice karıştıran son 20-30 yılın safsatalarından birine verilmiş doyurucu, kesin
bir yanıt (1986). Elveda Proleterya (Gorz), vb. çalışmalarda cüretkar tezleri anımsıyoruz. İşçi
sınıfı eridi. Tarih bitti. Devrimin lokomotifi hangi sınıflar olabilir? Vb. Hobsbawm‟ın da
benzer tezler ileri sürmesi ilginç.
Efendiler, heyecanlanmayın. İnin alanlara, ölçün. Gözlem yapın. Sonra sonuçlar çıkarın.
İşte Callinicos‟un yaptığı bu.
Çevirmeni de zorlayan, üzerinde özellikle durulan „beyaz yakalı‟ ya da „yeni orta sınıf‟
kategorilerinin İngilizceleri şöyle: Professional (serbest meslek sahibi, avukat, muhasebeci,
vb.); Manuel worker/Manuel working class (Kolla çalışan işçi sınıfı); Non-Manuel Worker
(Kolla çalışmayan işçi); Supervisor/supervisory job (Denetleyici/denetleyicilik).
Statü, meslek ve gelir gibi özellikler bir sınıf belirlemeye yetmiyor. Bunlar bir
kategoriyi diğeriyle hiyerarşik olarak ilişkilendirmekten başka şeye yüaramaz. Callinicos
açıkça Marx‟a dönüyor Sınıf kavramını kesinlerken. Sınıf bir ilişki biçimidir. Üretim araçları
ve onun sağladıkları karşısındaki konum ana belirleyicidir. Kendi düşüncesini ise ABD‟li
Marksist Erik Olin Wright‟ın sonradan terk ettiği bir çözümlemeye dayandırıyor. “Üretimin
öncelikle bir bömürü olarak çözümlendiği toplumsal üretim ilişkileri içindeki ortak
konum”lardan sınıf çıkar (17)
„Yeni Orta Sınıf‟ ve Sosyalist Siyaset, kitabın en canalıcı makalesi (Callinicos).
İngiltere‟de çalışan sınıflarda yapılmış araştırma sonuçlarını kullanıyor yazar. Benim bu
çalışmada en çok dikkatimi çeken şey nicelik azalmasının, işçi sınıfının „etkinlik‟ düzeyiyle
ters oranlı yorumlanabileceği oldu. Bu benim düşünmediğim bir şeydi. Aslında kendim bu
uslamlama çizgisinde bir kuramsal çerçeve geliştirebileceğimi hissediyorum. Artık-değer‟in
sonsuz sayıda parçalanması, dikey yönde bir katmanlaşmayı da getiriyor bana kalırsa ve ana
gövde, dipte kritik emek(çi) kavramına sürüklüyor beni. Sorum şu: bir toplum kendini
genişleyerek yeniden üretmek için en son neden vazgeçebilir? (Vazgeçilemeyecek çekirdek
işgücünden sağılan artık değerdir tüm artık değerlerin de kaynağı ve onun büyüklüğü fiziksel
boyutunu aşar.)
Tüm sabit sermayenin, tüm artık-değer paylarının ayraç içine alındığı temel işgücü.
Fiziksel anlamda olmasa da, tüm artık-değerin kaynağında duran işgücü... Çekirdek. Bu
düşünceyi geliştirmeliyim. Çünkü artık değer üretimi gibi görünen pek çok üretim süreci
gerçekte böyle görünmekle birlikte maddi büyüklüğüyle oransız ve çok daha küçük bir katkı
sağlıyor, (zorunsuz) meta üretiyor. Yani ölçülebilirliğinden asla vazgeçmeksizin, birim
işgücünün kullanım değerinin sektörel dağılıma göre kritik noktalardan (eşikten) başlayarak
farklılaşabileceğini düşünüyorum. Bunu görelilik noktalarına taşımıyorum. Bu çok yanlış
olur. Yalnızca zorunsuz ama üreten işgücünün, işgücü değerini aşağıya çektiğini, aslında
sömürünün sömürüsünün sömürüsü… olarak değerlendirilebileceğini söylüyorum. Bu
yaklaşım sınıf tanımlamalarını sarsmaz, ama devrimci sınıfın seçikleştirilmesini ve devrim
stratejilerini belirlemede işe yarıyabilir.
Belki de çocuksu bir yaklaşım olabilir bu. Geçelim.
Uyarıyor Callinicos (Wright‟a yaslanarak): Üretim araçlarının fiilen denetlenebilmesi
yeterlidir, sahiplik koşul değildir, sınıf tanımlama çalışmasında. Bu doğru.
Bağlama, bağlamsal konuma bağlı gelir (kardan pay sorunu): „Kendileri kapitalist
olmayan, ama simsarlar, araştırmacılar, mali gazeteciler, tahvil satıcıları gibi spekülatörlere
hizmet vererek yüksek gelir elde eden profesyonel tabakası…‟ Önemli.
“Bu çözümlemenin en önemli sonucu, devrimci sosyalistlerin yeni orta sınıfa karşı
takınmaları gereken tutumla ilgilidir. Bu sınıfın, sendikalardan ya da sosyalist örgütlerden
dışlanmaları gerektiğini ileri sürmek aptallık olur.” (80)
Harman, Callinicos‟un bıraktığı yerden alıyor. O sınıf mevzilenmesi, sendikal hareket,
siyasallaşma gibi konular açısından „yeni orta sınıfın‟ stratejik dağılımını fotoğraflıyor.
Sayısal çözümlemeye dayalı olarak sanılanın tersine, İngiltere örneğinde işçi sınıfının nicel ve
nitel olarak en azından öngörüldüğü gibi küçülmediğini kanıtlıyor. Önemli bir çalışma
„Resesyondan Sonra ĠĢçi Sınıfı‟.
Aslında Callinicos yazısından yola çıkarak bir matris hazırlanabilir ve bir abak olarak
değişik toplumlara uygulanabilir. Model kurma, vb. gibi yararlı sonuçları olabilir bunun.
Şöyle bir matris:
Toplumsal sınıf ve katmanlar (eski-yeni) sınıf belirleyici etkenlerle ilişkilendirilir.
Ağırlıkları farklı düzenlenebilir kuşkusuz. Örneğin, cinsiyet, evlilik, yaş vb. Çıkan sonuçlara
göre sınıf ve toplumsal katmanlar kesinlenebilir. Belirleyici etkenlerin gerçekten anlamlı
olması, geçmiş birikim ve eğilimleri içermesi, belli ve değişik işlevsellikleri karşılaması
önemlidir kuşkusuz.
Yanılmıyorsam Harman, bir ölçüt kullanıyor yeni orta sınıfın sınıfsal konumunu
belirlemede yardımcı. Bu konumdaki çalışan gelirinin, işgücünün değerinin en az iki katı
olması yeni orta sınıf bireyinin sınıfsal müttefikini seçmede zorlayıcı bir unsuru oluşturur.
EK:
[Bu çalışmayla ilgili notu biraz geçiştirdiğimin ayrımındayım. Üstelik haddini bilmezlik bu okuma notuna
biraz damgasını da vurdu. Bir gece düşündükten sonra tez diye öne sürdüğüm şeyin Marksist Ekonomi Politiğe
karşı liberalizmin artık eskimiş sayılabilecek „marjinalizm‟ (marjinal değer, marjinal fayda, vb.) yaklaşımıyla
ilgili olup olmadığı beni kaygılandırdı. Kapitalizmin evrensel genel soyut emek kategorisi ve açımlama gücünü
kolayından harcadım mı yoksa? Anlamadığım şeyler konusunda boş gevezelik yapmamalıyım.-
ZK]
***
Yücel, Tahsin; Golyan Devrimi (2008)
Can yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İstanbul, 272s.
Tahsin Yücel gibi büyük yazarlar her şey gibi yazının da geçici olduğunu bilirler.
Yazıdan daha önemli bir şey vardır. Yani yazı da içinde olmak üzere saltık bir varoluş
olanaksızdır. Bu bizi bir tür arççılık‟a (enstrümantalizm) götürebilir. Eğer bağlam doğru
tanımlanırsa varsın bunun adı araççılık olsun.
Bu noktada bir yolayrımı davranışı belirliyor. Genellikle oyun kuramları çerçevesinde
„birşeyi öyle yapıyor gibi görünmek‟ sanatsal bir eyleme biçimi olarak anlayışla karşılanabilir.
Uçlarında züppelik, safi görüntüsellik çıkmazı bulunsa da… Ama sanatsal yaratı, sanırım
kurmaca bir oyunbazlıktan ayrılır bir yerde. Ayrılmak zorunda. Çünkü yaşamın somut
girdisine dönüşmeli sanat ürünü. Zorunda. Oscar Wilde bir örnek olabilir mi bilmem. Ama
konumuz bu değil. Ben yolayrımı derken aydının, sanatçının yazıya bakış, ele alış, onu
kullanış biçiminden sözetmek istemiştim. Yani yazıdan değil, aslında onun öznesi gibi duran
„kişi‟den. Bu özne de az kuşku kaldırmaz, ama yine geçelim.
Bu yolayrımında yazar yapıtını aynı zamanda dünyayla baş etmenin bir aracı gibi görür.
Yolayrımı burada. Bunu bilinçle yaptığı zaman eleştirinin yumuşak gölgeli, utangaç
çizgisinden keskin karayergiye uzanan bir yelpazede biler dişini. Bence Manchalı‟dır. Sanatçı
Don Quijote‟dir. İyisi. Yapıt bahanesidir bir yerden sonra. Onun taşıyabileceği nitelik vurma,
kanırtma, dize getirme, ele geçirme, yeniden biçimleme yeteneğiyle ilgilidir. Bunu yapabileni
yazarın ateşini azçok alır ya da sanatçının. Susamışlığını serinletir. Sterne‟i, Melville‟i,
Tolstoy‟u anımsarsak bir.
Diğer yaklaşımsa yazıdan çıkan bir Tanrı olarak kendini yeniden kurma, yeniden
Tanrılaşmadır. Saltık araçlardan gelmiş saltık varlık. Öyle ya yaratma yoktan kurmaysa,
Tanrıya „şirk‟ koşması gecikmez sanatçının. İslam da bunu zamanında kavramış bana kalırsa.
Ama bu yapay zincirde „kendini yestehleyen‟ bir şey var. Ama olmayan, eksik olan yeterli
kandırma, inandırma gücüdür.
Tahsin Yücel yapıtından dünyanın en güzel kalemtraşını, keskisini çıkarır. Yapıt ortaya
sürüldükten, son biçimini alıp gerçekleşmesinin öteki yandaki koşuluna, algıya bağlandıktan
sonra artık yeni bir yapıtın, bir sonrakinin aracına dönüşmüştür çoktan.
Bunlar yazınsal açıdan (son birkaç yapıtından, Yalan‟dan sonraki anlatılardan söz
ediyorum) öyle büyük değerler taşımıyorlar. Hatta yazınsallık bu yapıtların sanki gizlice
yadsıdıkları şeymiş gibi bir tad, izlenim kalıyor damakta. Çünkü görev güncel, ivedi,
zorunludur. Biçim oyunlarıyla bulandırılamayacak, çarpıtılamayacak denli önemli bir görev
kışkırtmaya dönük olarak yapılandırır yapıtı. Neşter ustaca çekilir, yara kesilir. İçi
boşaltılmalıdır. Tokatı indirmek, uykudakini ölümcül uykusundan uyandırmak gerekir.
Son olarak uzatmadan şunu söylemeliyim. Aziz Nesin‟i sürdüren tek yazarımızdır, onun
düzeyi, eleştirisi, derinliği ve zekasını taşımaktadır Yücel, kendi özniteliklerinin yanı sıra.
Bazı öyküleri oldukça (toplumumuzun kaldırabileceği dozda) hafif, yavan bir ironiyle
sakatlansa da Golyan Devrimi, hele DönüĢ gibi kimi öyküler içinde yaşadığımız dönemde
tam da neye gereksinimimiz olduğunu duyumsatan öyküler olarak öne çıkabiliyor.
Tahsin Yücel sanki bir büyük yapıt hazırlığı içerisinde de, bunlar hazırlık çalışmaları,
taslaklar gibi duruyor. Belki de yanılıyorum.
***
Demirel, Selçuk; Kaleydoskop (2008)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 231s.
Selçuk Demirel olağanüstü bir çizer sanatçı. Çizgisinin arkasında inanılmaz bir emek,
çalışma, iş disiplini var gibi geliyor bana.
Bir Dünya çizeri… Herhangi bir ulusun sınırları içine sığmaz.
Ona bakan herkes hangi ekinden (kültür) olursa olsun onu anlamakla kalmaz, biraz
yerinden oynatılmış da olur. Çizgisinin kışkırtıcı olduğunu, bakanı rahat bırakmadığını
söylemek istiyorum.
Genel olarak gölgeyi bir gerçeklik duygusuna yol açma niyetiyle kullanımı, renklerinin
canlılığı ve uyumu, düşünsel gücü, evrensel ufkuyla ona yalnızca hayran olunabilir.
Selçuk Demirel‟in tüm yapıtlarını derlemeli, toplamalıyım.
Ve bir kitap önereceksem birine, armağan edeceksem bu Selçuk Demirel albümü olmalı
öncelikle.
Albümün genel ve ağırlıklı izleği: kitap, yazı (yazmak).
***
Alemdar, Hüseyin; Vakitler İncelikler (2007)
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Aralık 2007, İstanbul, 96s.
Hüseyin Alemdar şiiriyle buluşamadım ve dolayısıyla okuyamadım. Göz attığım birkaç
şiir gereğinden çok kişisellik duygusu yaşattı bana. Bir başka kişinin ona „ait‟ bölümüne bu
denli tanıklığı röntgencilikten ayırmayı başaramadım. Mahrem sorunu mu? Mahrem politik
değil mi? Kendime souyorum.
Sorun acaba „imge havuzu‟yla mı ilgili? Aslında çiğnenmiş ama hiç çiğnenmemiş bir
sakız izlenimi veren „imge peşinde olmak‟ bir şairi ve şiiri açıklayabilir mi? Bilemiyorum.
Şairin biraz safça buna inanmasını bekliyorum sanırım. Ondan önce hiç kimse bu „aynı‟ şeyi
böyle anlatmamış, dile getirmemiştir, demek. Buna iman etmeli (mi?)
Hüseyin Alemdar ise birçok şair gibi özgün buluşlarının arkasında şiirindeki genel
imgeyi, bütünsel duyguyu harcıyor. Böyle düşündüm. Ona kanmadığım için de şiirine
katlanamadım. Suç onun değil. Kimin öyleyse? Benim olabilir mi?
***
Parini, Jay; Son İstasyon (1999), Çev. İlknur Özdemir
Merkez Kitaplar yayınları, Birinci basım, Mart 2008, İstanbul, 304s.
Tolstoy okumamın belki de sonu. Aslında bu kitabın (Jay Parini; Son Ġstasyon) nokta
olarak konması doğru da…
Bir kere Tolstoy‟un öldüğü yılı (1910) romanlaştırıyor.
İkincisi Tolstoy‟un yakın çevresindeki insanların bakış açılarının kısa bölümleri
oluşturduğu çokyüzlü prizmatik yapısı okura gerçeğe yakınlaştığı duygusunu veriyor.
Üçüncüsü sonsözde Parini‟nin belirttiği gibi ölüme tanık olanların kişisel notları, yani
günlükleri, mektupları, anıları ve sözlü aktarımlar kaynak olarak kullanılmış ve bunlara
biçemi bile gözetecek kerte bağlı kalınmıştır. Bu romanın (demek ne denli doğruysa) değerini
kat kat arttırıyor.
Dördüncüsü Parini‟nin konusuna yüreğiyle, büyük bir sevgiyle yaklaşması olayları saran
büyük insan dramının görülmesini olanaklı kılıyor.
Beşincisi arkadaki insanların duygularının görmezden gelinmemesi, ölüme doğru inen
yaşam akışında bir yandan bir aşkın kendine yer açma, aranış çabalarındaki yükselişten doğan
gerilim, karşıtlam (Bulgakov‟la Maşa‟nın, bu iki Tolstoycunun). Bu çok önemli. Tolstoy
fotoğrafını da daha kesinliyor gerçekte (Tolstoy‟un gerçek fotoğraflarına karşın). Bu fon
Tolstoy düşüncesinin kabarmasını ve görünmesini sağlıyor. Sorun kadınla erkeğin Tolstoy
bakış açısı içindeki yeri, bu büyük çelişki (paradoks). Bulgakov Tolstoy‟un çelişkisini
yineliyor. Bir kadının, Maşa‟nın ruhu ve aynı zamanda bedeni, sevişme, tıpkı söylemine
rağmen, Tolstoy‟da olduğu gibi, çıkış‟ın, kurtuluşun, mutluluğun da yoluna dönüşüyor.
Tolstoy‟un tezi yalanlanıyor, Tolstoy bundan yücelerek çıkıyor. Bu doğru, ben de böyle
düşünüyorum.
Altıncısı bugüne değin okuduğum Tolstoy kaynaklarında Tolstoyculuk kendini bu
kitapta olduğunca ele vermemişti. Tolstoycular, İsa havarileri gibi aynı zamanda insanlar
olarak onları aydınlatan ışıkla yaşamın gerçeklerine arasına kısılmış, kahramanla korkak
arasında gidip gelmektedir. Sofya, Çer(t)kov, Sergeyenko, o güzelim Saşa, Sergey, vb. tümü
de Tolstoy gibi bir devin altında ezilmemek, aynı zamanda bir kişi de olabilmek için, bu
korkunç zor şey için savaşmaktadırlar.
Tolstoy‟u kendisi kılabilecek şey Gorki‟nin, bir ölçüde Çehov‟un şu dindışı, gizli açık
hedonist ve gerilimden uzak, kendine güvenli bakışı olabilirdi. Tolstoy da ancak onlarla rahat
olabilir, Rusça onun ağzından Rusça gibi akabilirdi. Bu büyük adam, Rusçanın, bu büyük
dilin bence Puşkin‟den, hadi Lermontov‟dan sonra, en büyük sahibi. Bir dil siyaseti var onun.
Ama Dostoyevski‟nin, Turgenyev‟in yok bana kalırsa. Gogol hakkında bir şey diyemiyorum.
Yani Tolstoy izleğini zengin Rus dili, Rus köylüsünün, Rus halkının dili belirlemiştir.
Bu yanı üzerinde hiç durulduğunu görmedim (yazık ki.)
Ama dönüyorum İngiliz yazar Parini‟ye. Tolstoy‟u anlamak isteyenlere önereceğim iki
yapıttan biri budur. 1992 yılında basılmıştır, Gore Vidal (ABD‟li yazar) sunmuştur. İlknur
Özdemir‟in harika çevirisiyle Tolstoy‟la neredeyse 100 yıldır birlikte yaşayan Osmanlı-Türk
ekini biraz daha ışımıştır. Diğeri, Zweig‟ın Tolstoy çalışması. Şiirli, değişmeceli diline karşın
Tolstoy‟u böylesine yakalayabilen az çalışma vardır. Tabii Romain Rolland‟ın ünlü
çalışmasını (eskimiş olmakla birlikte) es geçemem.
Bu. Yaşamım içine Tolstoy‟u yeniden (ikinci kez) sıkıştırabilmiş olmaktan ne denli
mutlu olduğumu sözcükler anlatmaya yetmez. Tolstoy‟u (hele Anna Karenina‟yı) okumadan
insan olunamaz.
Parini tüm bunları ayrımsamış, sorumluluk duymuş, böyle incelikli, böyle zarif bir
tanıklık yapmış. Malzeme olarak doğrudan günceleri, Tolstoy yazılarını da serpiştirmiş
bölümlerine.
Çok doğru seçimler yaparak, çok doğru ve zevkle okunan bir kitap yazmış. Benim
gereksinim duyduğum şey bu sırada tam buydu.
Böylece Tolstoy sorularım azalmadı gerçi. Tolstoy‟un onu daha insan yapan çelişkisi,
düğümü çözülmedi bilincimde. Ama eğer böyle olsaydı, Jay Parini‟nin niyeti bu olsaydı,
kalan ömrüm içinde Tolstoy da bitebilir, bu defter kapanırdı. Ne demek bu biliyor musunuz?
Yaşamak için herhangi bir neden kalmadığı, demek. Tolstoy gibi kararsızım: var mı, yok mu?
Parini, duygularının kabardığı, artık dayanamadığı yerde şiire başvuruyor:
Ağıt
Kapla onun üstünü, yonca.
Ot, sen uzun saçlı, hırıltılı örtü,
bastır üstüne.
Senin köklerini yolan,
karanlıktan tekrar tekrar iĢaret eden
o toz, insandı.
O adam her ikimizdi,
benim kibar okurum.
Ġyi biriydi, diyorlar.
Yatağını düzeltmeden, doldurmadan bırakan
senden daha kötü değildi.
Dünyanın baĢka yerlerinde ekmek bayatken
taze ekmek yiyen
benden daha kötü değil.
Ne daha kötü ne daha iyi,
oysa düzeltmeyi denedi.
KonuĢ, Rus rüzgarı.
Bozkırlardan doğru, sertçe es
ve molozları temizle.
Uzun ağaçları yar, ıslık çalan,
yaprakları kopmuĢ keresteye döndür.
Eski dünya çıplak kıĢın, biz ayrılırken. (s.302)
Henry Troyat‟nın Tolstoy yaşamöyküsünü ve belki de en iyi Tolstoy uzmanı olarak
Parini‟nin belirttiği R.F. Christian‟ın çalışmalarını (İskoçya St. Andrews Üniversitesi öğretim
görevlisi) bulmaya çalışmalı.
Ayrıca bir Tolstoy yazısı yazmalıyım. Genel bir değerlendirme, özgün, kişisel, derli
toplu. Böyle bitirmeliyim.
***
Matur, Bejan; İbrahim‟in Beni Terketmesi (2008)
Metis yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 107s.
Türk şiirinden yana hiç şanslı sayılmam, Kürt şiirinden mi demeliydim yoksa.
Bejan Matur ve gibilerini de, yayıncısı Metis Yayınlarını da anladığımı sanıyorum.
Belki de yanılıyorum.
Solu çitilemenin, üzerine sıvanmışı akıtıp durulamanın zamanıdır.
Ya şiiri. Nedir bu „şiir‟in çektiği yahu! Veysel Çolak‟a hak veriyorum ve yeter artık,
diyorum, yeter ama!
Şiir dediğimiz şeyin son soluğunu kendisine bırakalım, rahat salıverip huzur içinde
ölsün diye.
Daha azına razı bir toplum nasıl bir toplumdur. Böyle bir şey olabilir mi?
Doğru dürüst okuyamadım bile. Katlanamadım ki.
Aslında Şaire, internette boy boy „artistik‟ görüntülerine bakılırsa bir „Batı şımarığı‟,
yeri de sanki podyumlarmış gibi…
***
Atılgan, Yusuf; Bütün Öyküleri (2000)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Ekim 2000, İstanbul, 121s.
Atılgan öyküleri genelde romanlarını önceliyor, hatta hazırlıyor diyebilirim. Arayışı
duyumsamamak olanaksız.
Öykücülüğümüzün önemli bir aşamasını simgelediği göz ardı edilmemeli. Asıl Bodur
Minareden Öte öykü kitabına, sonradan iki masal eklenmiş. Kasaba anlatıcısı yargısını haklı
gösterecek Evdeki adlı öykü bence eşsiz bir öykü. Necati Cumali bir ucundan tutmuş olmalı.
Atılgan bir şey deniyor. Köyün genç delisi‟nin (!) gözünden Tutku‟yu yazıyor.
Etkilenmemek olanaksız. Patolojiye, aykırıya sahip çıkıyor. Yazıyı bir tavuğun bakışı içine
yerleştirip onu gözünden dünyaya baktırıyor okurlarını. Bu çocuk anlatıları dışında pek
denenmiş bir şey değildir. Ve Türk Öykü Yazını derlemelerinde yer almalıdır kanımca.
Öte yandan yerel, kırsal dile egemenliği canlı, etkili, inandırıcı konuşmaları (diyalog)
yeterince kanıtlıyor zaten (Dedikodu).
İtilmiş, dışlanmış insanların öyküsüdür genelde bunlar. Bodur Minareden Öte,
olağanüstü bir öykü.
Ama ben yine de roman ve Anayurt Oteli diyorum.
***
Boynukara, Cuma; Yoksun (2008)
MitosBoyut yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 60s.
Cuma boynukara‟yı tanımıyorum. Bu önemli oyunu zevkle okudum. Tepesinde
ölümünü bekleyen akbabayla Afrikalı küçük kızçocuğunu fotoğraflayan ve Pulitzer Ödülü
kazanan Kevin Carter‟ın kişisel tükenişini anlatıyor oyun.
İşiyle insanlığı arasında çarmıhta kalmış ve çözümü özkıyımda bulan Carter‟ı ünlü
fotoğrafının ve fotoğraf önünde kişilerinin yerleşimleriyle sorgulayan bir sahne tasarımı
üzerinden sorgulayan Boynukara, dünya ölçünlerinde bir oyun çıkarıyor ortaya. Bu oyun
içeriği insanı allak bullak etmekle birlikte, ölçünleri tutturmuş bir duygusuzluk tonu da
taşıyor. Burada yerel, bize ait bir şey yokmuş gibi. Bu ayrı. Ama Boynukara bir Amerikalıya,
bir Amerikalı gibi bakmış ve yazmış. Çok başarılı olmasoına başarılı, ama bir şeyler de
birbirini tutmuyor işte.
Mehmet Baydur‟un Sovyet kozmonotlarını anlattığı bir oyunu vardı böyle. Onu
anımsadım birden. Evet, yazar, aydın kendi yerelinin bağımlısı değildir kuşkusuz, ama
Carter‟ın dramı, evrensel insan(lık) dramına nereye değin ulanabiliyor ve biz bunu yalnızca
metine bağlı kalarak nereye değin böyle algılayabiliyoruz? Sorum bu.
Yoksa önemli, anlamlı bir oyun. Evrensel bir izleği sürüyor. Ben okur ve belki gelecekte
izler olarak, buraya yükselebilecek, bunu kavrayabilecek miyim?
***
Calvino, Italo; Klasikleri Niçin Okumalı? (2002), Çev. Kemal Atakay
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Mayıs 2008, İstanbul, 291s.
Lev Tolstoy, “Ġki Süvari Subayı”, s.171-175
Calvino‟nun, genel olarak 70-80 yılları arasında yazıp dergide yayınladığı 35 dolayında
yazısı, ölümünden sonra bir araya getirilmiş. Ben bu derlemede iki yazıya odaklandım.
İlki Tolstoy üzerine yazıydı: Lev Tolstoy, „Ġki Süvari Subayı‟. Tolstoy‟un uzun
öykülerinden biri bu (Rusçası, Dva Gusara, 1856).
Bu askerlik töresini konu edinen uzun öyküde, tam da olmayan şey „savaş‟tır diyor
Calvino. Tolstoy daha SavaĢ ve BarıĢ öncesinde (10 yıl önce) savaşın genel-soyut kavranılışı,
anlamıyla basit askerlerin oluşturdukları köylü yığınlarını, dolaylı bir biçimde karşı karşıya
koyar. Değişik bir tarih duygusuna yönelir. Tarih felsefesi demek te yanlış olmayacaktır.
İlerleme nelere mal oldu acaba?
İşte Tolstoy bu soruyu sorabilmiş, bu cesareti bulmuştur kendinde. Ve önemli yargısı,
son bölümceyi oluşturur Calvino‟nun. Alıyorum:
“Tolstoy yorumcularının çok övdükleri yaşam doluluğu, yapıtının kalanında olduğu gibi
bu öyküde de, bir yokluğun saptanmasıdır. En soyut anlatıcıda olduğu gibi, Tolstoy‟da da
önemli olan, görünmeyen, söylenmeyenler, var olabilecek gibi görünüp var olmayanlardır.”
(174)
Diğer yazı ise: Klasikleri Niçin Okumalı? Sorularını ve bence de geçerli gerekçelerini,
daha sonra kendi denememde de kullanmak ve yorumlamak üzere, aşağıya aktarmakla
yetineceğim.
Evet, klasikleri okumalıyız. Çünkü:
1) Klasikler, haklarında asla „okuyorum‟ sözünü değil, genellikle „yeniden okuyorum‟
sözünü işittiğimiz kitaplardır.
2) Okumuş ve sevmiş olanlar için zenginlik anlamına gelen, ama zevkine varabileceği
daha iyi koşullarda ilk kez okuma şansını bulanlar için de o denli zenginlik demek
olan kitaplara klasik denir.
3) Klasikler, gerek unutulmazlıklarıyla varlıklarını duyurduklarında, gerek kolektif ya
da bireysel bilinçdışı kılığına bürünüp belleğin katmanları arasında
gizlendiklerinde, özel bir etki gösteren kitaplardır.
4) Bir klasiği her yeniden okuma, ilk okuma gibi bir keşif okumasıdır.
5) Bir klasiği her ilk okuma, aslında bir yeniden okumadır.
6) Bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır.
7) Klasikler, bizim okumamızdan önceki okumaların izini üzerlerinde taşıyarak ve
geçtikleri kültür ya da kültürlerde (ya da daha yalın bir dille, dil ya da görenekte)
bıraktıkları izi peşlerinden sürükleyerek bize ulaşan kitaplardır.
8) Bir klasik, sürekli olarak kendisi hakkında bir eleştirel söylemler bütününü tahrik
eden, ama hep onları silkeleyip üzerinden atan bir yapıttır.
9) Klasikler, haklarında duyduklarımızla ne kadar bildiğimize inanıyorsak, gerçekten
okuduğumuzda o kadar yeni, beklenmedik, benzersiz bulduğumuz kitaplardır.
10) Eski çağların tılsımları gibi, evrenin eşdeğeri biçimini alan bir kitaba klasik denir.
11) „Senin‟ klasiğin, kayıtsız kalamayacağın ve onunla bağlantılı olarak, hatta onunla
karşıtlık içinde kendini tanımlamanı sağlayan yapıttır.
12) Bir klasik, öteki klasiklerden önce gelen bir kitaptır; ama önce ötekileri, sonra da bu
kitabı okuyan kişi, hemen onun soykütüğü içindeki yerini fark eder.
13) Güncelliği arka plandaki gürültü konumuna atma eğilimi gösteren, ama aynı
zamanda bu arka plandaki gürültü olmadan yapamayan şey, klasiktir.
14) En uyumsuz güncelliğin egemen olduğu yerde bile, arka plandaki gürültü gibi
varlığını sürdüren şey, klasiktir. (11-18)
***
Atikkan, Zeynep; Amerikan Cinneti (2006),
Yapı Kredi yayınları, İkinci basım, Ekim 2006, İstanbul, 493s.
Bu kitap bir saptama yapıyor. Her gün haberler arasında tanıklığını yaptığımız bir dünya
durumuyla ilgili. Türkiye‟de oldukça da yankılandı, övüldü.
Saptamalarına itirazım yok, yeni olmasalar da, derli topluluk niteliği taşıdıkları için.
Ama uzunluğuna karşıyım. Bu uzunca bir gazete makalesiyle sıkı bir yazı olurdu. İşte örnek,
Ergin Yıldızoğlu. Haftada iki gün Cumhuriyet‟de yazar, ama her makalesinden de aşağı
yukarı bir Amerikan Cinneti çıkar.
Ben zaten güncele belli biçimler (gazete, vb.) dışında katlanamam. Ama hemen tüm
yaklaşımlarına katılsam da, böyle uzatılmış, yinelenmiş doğrularla tıkabasa doldurulmuş ve
biçimsel anlamda şişirilmiş Sayın Atikkan çalışması, beni bunalttı.
Beni bunaltan bu başarılı gazetecilik çabası değil aslında, saptamanın, saptamayla
yetinmenin kendisi. Çıkış noktası, tezi nedir çalışmanın? Daha önce atılmış, savunulmuş bir
tez mi? Yoksa onun sigaya çekilmesi mi?
Bir gazete bilgilendiriminden daha çoğu gerekmez mi?
Necon kavramı, Bush (baba-oğul), 11 Eylül bizler için nereye değin yeni? Türkiye
bakışında bir özgünlük sağlanabilir mi?
Bu konuda söylenmiş şeyden fazlası var mı?
Ben bir konuyu yazmak istersem, daha önce didiklenmiş bir konuyu derli toplu yeniden
sergilemem geçerli, yeterli, uygun gerekçe olur mu?
Buraya değin içerikle ilgili bir şey söylemedim. Ama söylenecek bir şey yok. Amerika
Birleşik Devletleri‟nin gerçekten başarılı bir görüntüsünü, fotoğrafını veriyor bu çalışma.
Bunlar için kaynak arayanlara, biçilmiş kaftan.
Ama ben Cumhuriyet Gazetesi‟nin başından sonuna her gün okuyorum zaten. Başka bir
gazetenin (!) okuru olsaydım başka türlü düşünebilirdim, kabul ediyorum.
11 Eylül 2001: ABD için soğuk savaş sonrası dengenin sona erdiği tarihtir. “Yani cinnet,
cinneti doğurdu.” (17)
***
Touraine, Alain; Kadınların Dünyası (2006), Çev. Mehmet Moralı
Kırmızı yayınları, Birinci basım, Eylül 2007, İstanbul, 305s.
2004 yılında Fransa‟da Touraine‟in yürüttüğü bir projenin raporu bu, sonuçları. 60
kadınla görüşme, üç tartışma grubu içeren araştırma sonuçları konusunda savlı Alain
Touraine. Ben ne yazık ki, Touraine‟in çıkarsamaları, tezleri bağdaşamadım, yaklaşımından
huzursuz oldum, dolayısıyla okumaya gereken özeni, titizliği de göstermedim. Kitap çarpık,
yanıltıcı geldi bana.
“Kadınların yeni bir kültür yarattıklarını göstermek istiyorum, sonra da bu kültürel altüst olmanın tarihsel ve toplumsal doğasını tanımlamak… Bu çalışmayla, kadınları toplumsal
(kadın) oyuncular olarak yeniden keşfetmeyi umuyorum.” (13)
Bu dileğe katılmamak olanaksız.
Araştırmasında, vargılarından biri; „toplumda, kurtuluşun olduğu kadar tahakkümün de
merkezi alanı, konuştuğumuz kadınlar tarafından kişiliğin yaratılmasında en önemli süreç
olarak görülen cinsellik,” olduğu yönünde. Yazara göre kes kin sınırlarla birbirinden ayrılan
sanayi toplumunda belirtken emek‟se, sanayi sonrası toplumda belirtken cinsellik‟tir. O bunu
„merkezi öneme sahip olmak‟ biçiminde tanılıyor. Ama iki durumda da çözümlemenin işçi
sınıfı ya da kadın oyuncularla kısıtlama hatası yapılagelmiştir. Bu hatalardan belki de en
önemlisi, işçi psikolojisini ya da kadın psikolojisine balıklama dalmaktır. Kadın psikolojisi
klişelerine bağımlı kalırsak tarihsel-toplumsal dönüşümü kaçırabiliriz. Giderek bir „kadınlık
durumu ve davranıĢı‟na demirlemek işten değil (Touraine‟e göre). Bu noktada, yapılması
gereken kadını bir nesne konumuna iten çözümlemelerin yerini özne yapmak, daha doğrusu
birer özne (oyuncu) kimliği de taşıdıklarını, esas belirleyicinin de bu olduğunu görmek,
göstermek. İşte Touraine araştırmasının bunu kanıtladığını söylemektedir.
“Buradaki merkezi düşünce, tahakkümün erkek iktidarı çıkarına en doğrudan bir şekilde
cinsellik düzeyinde, tıpkı esas sınıf ilişkisinin sanayi toplumunda işçiler üzerinde işliyor
olduğu gibi işliyor olmasıdır. Bu nedenle kadınlar bir kadınların kurtuluşu hareketi
kurmuştur.” (240)
Feminist hareket kadının bir özne olarak inşasını olası kılmış, ama bu inşa ancak post
feminist dönemde tam anlamıyla gerçekleşebilmiştir. “Kadınların kendi kendilerince inşa
edilme iradelerinin merkezi bir öneme sahip olması da şu andaki kuşakla olmuştur.” (240)
Zurnanın zırt dediği yer buradan sonra başlıyor: “Günümüzdeki postfeminizm, giderek
yaşanmış deneyimden kopan, ama yorumlayıcı söylemlerin sık sık, yaratıcı ve yenilikçi bir
eylemin reddine varacak kadar mutlak bir öncelik verdiği siyasal bir evrenin karşısında
önceliği sivil topluma, öncelikle de kişisel yaşama verir gibidir. E eğer bu kitabın bir tek
erdemi varsa, o da öncelikli olarak kadınların sözlerini duyurması ve bu sözlerin kadınlar
üzerine yazılıp söylenenlerden çok farklı olduğunu, hatta egemen fikirlerle karşıtlık içinde
olduğunu açıklığa kavuşturmaktır.” (243)
İşte bu nokta dağıtmanın, çarpıtmanın başladığı yer.
Touraine‟e göre, toplumsal rolün cinsiyetsizleştirilmesi, kadınların günümüzde kültürel
dönüşümün merkezi (kadın) oyuncuları olarak oluşmaları karşısında bir sav olamaz. Büyük
anlatılar artık yetersizdir (Lyotard‟a gönderme yapıyor AT), “oyuncuların çözümlemesi,
durumların çözümlemesinden daha önemli hale gelmiştir.” [Odaksızlık diyelim biz bunaZK.] (248) Bakın, dikkat edin: “Siyasal yaşam biçimlerini ve ideolojileri belirleyen bir altyapı
fikri bize yabancılaştı.” Neymiş bildiğimiz: “Bir eylemin sonucunun, gerekçeleri üzerine
sahip olduğumuz bilgilere, hayata geçirdiği bilgilenme ve karar süreçlerine, onu çevreleyen
ortamın tepkilerinin kestirilmesine bağlı olduğunu biliyoruz. Bir karar dayatan iktisadi ve
askeri bir mantık yok.” İşitiyor musunuz, „iktisadi‟ sözcüğü yabancımız değil, ya „askeri‟ye
ne demeli. Bu „şeytan‟ın eli öpülür. Sürüyor: “Bu karar, tutumları ve kestirimleri hesaba
katmak durumundadır. Teknik, hatta bsibernetik bir topluma girmiş değiliz, tersine, giderek
daha belirsiz bir hale gelen, karar alıcıların projeleri ve tutumlarının kestirilmesi tarafından
inşa edilen bir evrene giriyoruz.” (248) Artık burası, benim kavrama gücümün ötesinde-ZK.
Touraine‟in çıkış noktası, bir deyi: „kadınlara atıf‟. İnşa derken peşinde olduğu bu… Bir
„kadınlar toplumu‟ yaratmak. Bu en büyük ikilik ve hiyerarşinin, erkeklerle kadınları ayırt
etmeye yarayanların altüst edilmesine dayanır (249) “Bu dünyayı yeniden inşa iradesiyle
kendisini tanımlıyor (toplum) ve bu iradeyi taşıyanlar da özellikle kadınlar, çünkü bu kaynak
ve güç yoğunlaşmasının esas kurbanları onlar.” (250) Touraine, ekonomik ya da askeri
„ilerleme‟ olmasa da, bir bütünleştirme ilkesine bağlı görünüyor. Tarihten ayrılmak aklına
gelmiyor, geçmişten fgarklı ama bağlı da bir bütünleştirme ilkesidir sözünü ettiği. Tarihin
yeni olan bölümünü yazdığını düşünüyor AT. Çünkü, “Eskiye göre çok daha fazla
modernliğin içindeyiz.” (253) Feminizme borcu olduğunu yadsımıyor yazar. Butler, Frazer‟a
başvuruyor, ama feminizmin katı uslamlamasını, gender‟a varan yapısallık yönünde
temellendirmeleri eleştiriyor, bir tür Giddens‟vari „faillik‟ üzerinde duruyor. Bir toplumsal
alan araştırmasının sonuçları olarak da bunu açıklıyor: “Kadınların yaptığı bir şeydir ve bir
kadın kimliğinin yaratılması herkesin yararına girişilen bu yeniden inşanın gerekli aracıdır.”
Bunları arkeolojik bir kazıbilimci gibi, kadın psikolojisinin, toplumsal gender‟in
derinliklerinde önce yapılar olarak konuşlandırıp kadını bir çıktı, kaçınılmaz sonuç olarak
tanımlamak yerine, benliğin yaratılmasını, “bu yaratının en uzağındaymış gibi görünen
tüketim tercihleri, duyu zevkleri, mesleki yaşamın disiplinleri, geleneklere, gruplara ya da
simgelere bağlılıkla sürekli karşılıklı etkileşimde” aramak doğru olacaktır.
Tabii bu benliğin yeniden yaratılması arzusu, bedenin ve cinselliğin özgürlüğüyle
birlikte yeni profesyonel projelerin ve ötekiyle ilişkilerin farklı bir anlayışı olmadan
düşünülemez.
Sonuç bölümünde şöyle diyor Touraine: “Sözün kısası, erkeklerin saldırgan
evrenselciliğiyle, akılla düşsellik arasında bir tercih yapacağına, bunları karıştırmadan
birleştiren kadınların birleştiren kadınların giriştiği bir deneyimin tamamen yeniden inşası
arasında, karşıtlıktan çok bir tamamlayıcılık vardır.” (283) Touraine şunu da söylemeyi göze
alır: “Şu anki dünyada, kadınların erkeklerle ve kendi kendileriyle ilişkilerini değiştiren genel
bir kültürel dönüşüm hareketinin olduğu varsayımını benimsemek, gayrımeşru olmaz.” (287)
Anlıyoruz ki, A. Touraine bir özgürlük sosyolojisi peşindedir, bu kadının öncülük ve
öznelik edeceği bir projedir.
***
Derrida, Jacques; Marx ve Mahdumları (2002), Çev. Alp Tümertekin
Ayrıntı yayınları, Birinci basım, 2004, İstanbul, 106s.
Marx‟ın Hayaletleri‟nın yol açtığı tartışmalara Derrida‟nın yanıtı olan yapıt, Derrida
yaklaşımının da ister istemez kanıtına dönüşüyor. Kendini çizen ele çokça benzeyen bu metin,
aslında kendi söyleyiş biçimini kabartarak ilerliyor ve sanki eleştirilere yanıt, içerik değil de,
bu biçim‟le veriliyor. Derrida‟nın kendi yaklaşımıyla örtüşmesi olanaksız, yazdığı her şey
yazmadıklarının kanıtı gibi durmak zorunda çünkü ve durdukça. İlk okur izlenimi sözcük
oyunları olsa da, Derrida‟nın metinlerini ben düşüncesinin kanıtlanma süreci gibi algılıyorum.
Kendi yöntemine ilişkin yaklaşım şuradan belli: “En azından yirmibeş yıldır kaleme aldığım
tüm metinlerde olduğu gibi, Marx‟ın Hayaletleri‟nde de, edimsel boyutun (yalnız dar
anlamıyla dil yetisinin değil, benim iz ve yazı adını verdiğim şeyin de) hesaba katılması her
yerde tüm kanıtlamalarımı belirlemiş ve üst-belirlemiĢtir.” (27)
Birkaç sayfa sonra ekliyor:
“Kitabımda yazdığım her şey tüm özdeşleşme süreçlerini, hatta genelde belirlenmeyi
(ötekinin saptanması ya da ötekiyle ya da kendi kendimizle özdeşleşme: X kişi Y‟dir, ben
başkasıyım, ben benim, biz biziz, vb.) sorunlaştırmak değil mi?” (33)
Marksgillere rağmen Marx‟a sahip çıkmak gibi bir derdi olmadığını; “Hayır, Marx‟ın
bir tek mirasını talep etmek bir yana, bu mirasın sadece bana düşmesini hiç talep
etmiyorum,” belirtmeye özen gösteriyor Derrida. Şimdi uzun bir alıntı, çünkü burası
Derrida‟nın Marx‟la ilişkisini gösteriyor: “Marx‟tan beri toplumsal sınıflar denilen „şeyin‟
varoluşunu o zamanlar olduğu gibi bugün de ciddiye aldığım, bu „şey‟in mücadelelerin
gerçekleştiği alan, yer, esas mesele, devindirici güç, vb. olduğunu, bu mücadeleleri ciddiye
aldığım açıkça ortada olmalı. Ve de bir kez daha söyleyeyim ki, bu şeyin „yararına‟, bu
mücadeleye inanıyorum, ama bundan dolayı da, bu mücadeleye yönelik çözümlemenin
ilerlemesi „gerekliliğine‟ de inanıyorum. O zamanlar bana sorunlu gelen nokta, „miras
alındığı‟ biçimiyle toplumsal sınıf kavramının yeterince „farklılaşmamış‟ bir kimliğe sahip
olmasıydı. O zamanlar bana sorunlu gelen şey, yineliyorum, özellikle toplumsal bir sınıfın
özdeşleşme ilkesi ve bir toplumsal sınıfın neyse o olması, türdeş, mevcut olması ve „en son
dayanak‟ olarak kendiyle özdeş olmasıydı. Ne var ki, toplumsal gücün belirli ölçüde türdeş
olmaması, kendiyle belirli ölçüde farklılık taşıması bana bir toplumsal mücadele hareketiyle
uyuşmaz gelmiyor, hatta tem tersine gayet iyi uyuĢur geliyor.”(55)
Tabii Derrida‟nın bu Marx okuması kanımca (benim yetersiz, yetersizliği oranında da
gülünç kanımca) yanlış bir okuma. Eğer Marx‟ın ya da Marksçılığın çıkış tezi, şeyin şey
(kendi) olduğu ise, Marksizm kendine saldırıyor demektir. Devrim (tarih) olanaksız demektir.
Marx bunu söylemiş olabilir mi ya da daha doğrusu Marksizm „eleştirme pir aşkına‟ bile
böyle yorumlanabilir mi? Ne olursa olsun, sonuçta, Derrida‟ya göre Marksistler, sınıflar ve
sınıf mücadeleleri konusunda yeni bir kavram öne sürmemişlerdir. Callinicos‟dan daha yeni
okuduğum kitap bile bunun tersini kanıtlamaya yeter oysa.
Yöntemsel açıdan bir saptama yapma gereği duyuyor yazar ve Marx‟ın Hayaletleri‟nde
başvurduğu „hayalet‟ mantığının, metafizik değil, yapıçözümsel olduğunu belirtiyor. Böyledir
ve “Bu mantık; soyutlama, ülküselleştirme, ideolojileştirme ve fetişleştirme, deyim yerindeyse,
metafizikleştirme süreçlerini ve bu süreçlerin etkilerini hesaba katmak için gereklidir.”(67)
Mesihsellik eleştirisinin dayanaklarını anlatırken de, tarih kavramıyla sorununu dile
getirmiş oluyor Derrida. Bekleyişsiz bekleyiş, ufku bir bakıma olay tarafından yırtılmış bir
bekleyiş (beklenmeden beklenen), bir „gelen‟in beklenişi, bütün bunlardan başka gelecek
yoktur, başa gelecek yoktur, başkaca başka yoktur: “bu ada yaraşır olay yok, devrim yok.
Adalet yok.” Yorumunu speech act theory ile tarihsel ya da zamansal varoluşun varlıkgörüngübiliminin kesişme alanına bağlayan Derrida, Benjamin‟den ayrı düştüğü noktayı da
“Mesihçilik olmaksızın bir Mesihsellik” biçiminde ifade ediyor. “Marx da „Marksizmin‟
tümü de, „Mesih‟in bir anlam taşıdığı bir kültürde ortaya çıktı ve bu kültür, „yerel‟ bir kültür
olarak ya da insanlık tarihinde çerçevesi kolayca belirlenebilecek bir kültür olarak kalmadı.
En azından her türden siyasal sonuçlar çıkarmak üzere, bütün bu tortuyu yeniden gün ışığına
çıkarmak yararlı olacaktır.” (89)”Din ile iman arasındaki farkı dile getirmek için, „Mesihçilik
olmaksızın Mesihsellik‟ deyişi de işte bu yüzden, en azından geçiçi olarak, bana uygun
göründü.” (90)
Arkasından yıkıcı eleştirisi geliyor Derrida‟nın:
“İdeoloji kavramı nedir ki? İdeoloji alanının yıkılmazlığı nedir ki? Marx‟taki bu
kavramın ortaya çıkışında dinin böyle örnek, yani yeri başka bir şeyle doldurulamaz bir rol
oynaması da neden?” (90) “Çünkü ideolojik görüngülerin tümü de belirli bir dinsellik
içerecektir (…) Katıksız imanı dinsel belirlenimden ayırmak zordur.” (91)
“Bence, varlıkbilim bir yas çalışması (bazen başarısızlığa da melankoliye de
{[Aristoteles ve Heidegger‟in –ki filozofa özgü melankoliden söz eder zaten- melankolilerinin
iyi bilinen izleği] düşen) içerir, hatta bu yas çalışmasının ta kendisidir, bir kusur değil aynı
zamanda talihli bir duruma göre, şimdiliği içinde varolanın yokmuş gibi geldiği yerde
(ayıram: differance)şimdiki zamanda varolanın dolu mevcudiyetini yeniden kurmak,
kurtarmak, satın almak için bir yas çalışmasıdır.” (101)
***
Walser, Martin; Aşk Zamanı (2004), Çev. Gülfer Tunalı
Can yayınları, Birinci basım, Eylül 2007, İstanbul, 255s.
Martin Walser 1927 doğumlu bir Alman yazarı. İlk kez okuyorum. Almanya‟nın önemli
yazarlarından biri olduğu belirtilmiş. Bu roman (AĢk Zamanı) 2004 yılında basılmış yazarın
ülkesinde. Yeni bir Avrupa romanı… Ama Walser‟ın kendi yazı tarihinde yeni mi, bunu
kestiremem.
Ama ilk tanıştığım bu yazarı ilginç, okunmaya değer buldum. En başta çünkü romanın
izleği benim üzerinde durduğum, düşündüğüm bir izlek. Benim için çok önemli.
Çözümlemesi yapılan, anlaşılmaya çalışılan şey, evlilik içerisinde, ileri yaş (yaşlanma)
eşiğinde bir erkeğin kendisini, eşini, diğer insanları nasıl gördüğü ve arayışlarının, varsa eğer,
nerelere değin uzanabileceği, ama daha önemlisi „güvenlik‟ eşiğinin kaldırabileceği riskin
boyutu, vb. Erkek kahraman bir erkeği (kendini) anlatıyor kuşkusuz ve kadın bundan şöyle ya
da böyle zararlı çıkıyor.
Bu bunalım kaçınılmaz mı? Yaş eşiğinde kadından çok erkek mi kanıtlama gereği
duyardı birçok şeyi ve yitirme duygusunun kaynağında ne var?
Ama Walser‟in romanını ayrıca özel ve ilginç kılan bir şey daha var. Önemli bu izleği
tek başına bir romanı kurmaya, tasımlamaya yetebilecekken (ama sıkça da yazılmıştır) asıl
dipte ve biraz geride diyelim, iki kuşak dünya bakışı arasındaki ayrışma ve aralığı, boşluğu
doldurabilecek tüm şeyler: yanılsama, atlama, pişmanlık, tutku, hoşnutluk, özgüven ve daha
bir çok şey… Ama yaşamın kendi, oldukça da bağımsız çizgisi bir yazgı gibi bu insanlarla yer
yer buluşsa da çoğu kez de ayrılmaktadır, ayrılacaktır. Sanki trajik bir biçimde yazgı, bireyin
dışına taşmakta ve ondan daha büyük durmaktadır.
İşte bu romanı etkili kılan (benim açımdan) nokta da bu olsa gerek. Ben bu ayrışmayı,
kopuşu kuramsal bir çerçevede kavrayamadım.
İşte Wong Kar-Wai‟nin Aşk Zamanı filmi de bununla ilgiliydi. Walser filmi romana
uyarlamış diyeceğim neredeyse.
Aynı şey. Yazgı, her şey buluşmadan yanayken ayırır. Sanki kaçınılmaz, doğal olan
buymuş gibi. Toplum bireye gereksinimi olan cesareti asla vermeyecek, eteklerine yapışıp
onu diplere çekecektir.
Belki de sevme cesareti insanlara ancak bir kez bağışlanmıştır, o da yanlış bir cesarettir
çoğunlukla. Olgun insan (kadın ya da erkek) nasıl sevebileceğini bilmekle beraber, artık
ortada aşılamayacak bir dil sorunu vardır. Nihayet aşkı olanaklı kılabilecek dil
oluşturulabilmiştir, ama çok geçtir, bu bir ölü dildir.
İşte bu burukluk, bu yarım kalma duygusu, bu yine „kürkçü dükkanına kaçınılmaz
dönüş‟ün hüznü, tüm bunlar, benim de bu roman üzerine düşüncelerimi ketleyecek düzeyde
duygusallaşmamı sağlayarak, sesimi kısmamı, susmamı gerektiriyor.
Klasik bir anlatı kalıbına yaslı, ama ötekinin görünür ya da görünmez varlığının
doğrudan/dolaylı işaretlerine incelikli bir dil duyarlığıyla yaklaşan roman, beni hemen
Walser‟in diğer Türkçeleştirilmiş romanlarına sürüklerdi, sürükledi de.
Erotizm denebilecek sahneler içinse birçok açıklama olanaklı ama, bunlar anlatıyı
bozan, zorlayan düzeyde değil, dokuyla bütünleşen sahneler.
Walser, “Gerçek vardır. Anlık olarak. Bu anlara mutluluk deniyor”, derken haklı
sanırım. Kahraman Gottlieb Zürn, diğer romanlarında da yer alıyor.
Romanın sonundaki uzlaşma ise içimi acıttı açıkçası:
“Bay Zürn mü, yoksa Bay Krall mı? Hangisini tercih edersiniz? –Emmek zorunda
olduktan sonra başparmağımızı önce hangi sosa batırdığımızın bir önemi yok. Öyle değil mi?
Diye cevap verdi Gottlieb. Anna: İnsan gün gelir her şeyin cezasını çeker. Gottlieb: Öyle, her
şey imkan dahilinde. Anna: Nasıl isterseniz. Gottlieb: Öyle istiyorum.” (255)
***
Atılgan, Yusuf; Canistan (2000)
Yapı Kredi yayınları, Dördüncü basım, Mayıs 2005, İstanbul, 78s.
Atılgan‟ın, uzun bir aradan sonra, son ve yarım kalmış anlatısı. Birçok bakımdan ilginç.
Önceki iki anlatısından farklılaşan yanı var bu metnin. Dört bölüm olarak tasarlamış
Canistan‟ı Atılgan: Duruşma, Yargıç, Tanık ve Sanık. Sanık bölümü yazılamadı.
Eski bir tarihte (İkinci Meşrutiyet ve Milli Mücadele) yıllarında Manisa köylerinde
geçen bir öyküsü var romanın.
Genel olarak ÜAtılgan kendi ana izleğine, ama daha klasik bir anlatıyı kullanarak, bağlı
kalıyor: insanlar arasında egemen, baskın duygu: kötülük. Ama bu değil tam. Yine Camus‟ye
gidiyorum, bir nedenle bağlanıp açıklanamayacak bir şey. Anlık bir seçimden bir yargı
çıkıyor. Bilinç bu yargıyı yüzeye çıkarınca, kişinin etten, kandan oluşan bedensel ve aç varlığı
bu yargıya bağlanıp sürükleniyor. Bu açıklama yetiyor (ama neden yetiyor sorusunun yanıtı
yok). Çünkü Atılgan, yaşamını yazısının önüne koymuş bu adam (ne yazık ki yaşamıyor), her
türlü akılcılaştırma, onama girişimi, hatta niyetine karşı tetik ve öfkeli. Mazeret yoktur. Bu
kıyımın, bu şiddetin, bu kötülüğün mazereti yoktur. İnsan doğasına uygun davranmaktadır.
Cinayet işler ve elinin altında bu cinayet için uygun gerekçesi hep hazır olacaktır, yetse de,
yetmese de.
Olumsallık da buradan doğuyor ki, asıl dehşet verici olan da budur. Çiftyanlılıktır bu bir
tür. İyi olmakla (davranmak) kötü olmak arasında fark yoktur, ikisi de eşit koşullarda, aynı
kolaylık ve arzuyla bilince yükselebilir, yöneltebilir davranışlarımızı.
Buradan çıkan şeyse, Atılgan‟ın kuramsal yaklaşımı diyebileceğim bir şeydir; tarih
duygusu. Tarihin gizilgücü, olumsallığı… Zemin kaymaktadır. Önceki iki roman taçlanmış,
kuramsal bir çerçeve kazanmıştır. Tarih kaypak, öznel ve genellikle ilkesiz seyretmektedir.
Reasmi tarihimiz ilintilendirilmiş, anlamlandırılmış bir tarihtir ve cinayet kahramanlıkla sık
sık karıştırılmaktadır.
Yargıç adlı bölüm geriye uzanır zamanın içinde. Bundan Selim‟in bugününü
gerekçelendirme girişimi olarak söz etmek yanıltıcı olur sanırım. Böyle değil. Atılgan
geçmişte dayanak aramaya yeltenmez. Açıklaması gerektiğine inanmaz çünkü. Selim öyle
biridir. Acaba bir yem midir okura uzatılan, bu ikinci bölüm. Selim evlenmiş, mutlu olmuş,
ama doğumda karısını yitirmiştir. İçi kararmıştır bundan. Ölümü aranmaktadır deliler gibi. Bu
biraz Atılgan poetikasının zedelendiği nokta gibi durur.
Ve tanık (lık). Tek kişi, duruşmada yargıçtır, tanıktır ve aynı zamanda sanıktır da.
Büyük anlatılarımızla her karakter, tip için bir öykümüz var ama Atılgan‟ın kırmak,
parçalamak istediği de tam bu beklentimizdir. O kadar da rahat olmayalım. Her zaman, o
sözüm ona Adalet yerini bulmayacak, özkıyım iyilikle perdelenecek, kötü mutlu olabilecektir.
Yaşam hiçbir zaman anlattığımız gibi seyretmemiş, olmamıştır.
Bütün bu öykü kendi yazımızdaki temel yaklaşım ve izleklere de bir meydan okumadır.
Kemal Tahir‟in yeltendiği şeyi daha acımasız, daha keskin uç noktalara taşımadır.
Yapılmayalım, yanlış anlaşılacak bir şey yok. Bu öykü tümümüz için olanaklı ve geçerlidir.
Kahramanla korkak, katil arasında soınır çizgisinden bu kadar da emin olmayalım.
Atılgan yapacağını yapmış, görünüyor. Onun maddi anlamda Türk yazınınıdaki küçücük
yeri, yazınsal anlamda kapladığı yeri karşılamıyor. Belki ilk elden Batı etkileri taşıyor, ama
sorusu önemlidir.
Üstelik anlatısı, anlatış biçimi de geleneksel biçimlere ne denli egemen olabildiğini
yeterince kanıtlıyor.
Bir kere usta bir yazıcı… Bunu teslim etmeli. İçeriğine uygun bir biçemi geliştiriyor ve
içerik/biçim uyarlığında onun gibi başarılısı az bulunur. Biçemi öyküsündeki durumla yeniden
biçimlenir onun, akışkan olduğunca devingendir. Ruhsal durumu yankılar.
Gerçekten derslerle dolu bir yazar ve yazı.
***
Ak, Behiç; Uyku Şehir (2008)
İletişim yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 142s.
Yıllardır çizgilerini, Kim Kime Dum Duma başlığı altında Cumhuriyet‟te izlediğim ve
çok etkilendiğim, ama çizgilerinden değil, çok geliştirilmiş düşünce biçimi ve eleştirisinden,
Behiç Ak‟ın, ilk okuduğum yapıtı. Üç uzun anlatı-öyküden oluşuyor ve üç kuşak erkekten
yola çıkarak toplumsal eleştirisini yapıyor.
Merkezdeki Banliyö, KurtarılmıĢ Bölge, Uyku ġehir başlıklarıyla bölünmüş metin.
Benim açımdan, kişisel olarak çok önemli, anlamlı olmakla birlikte çok kötü bulduğum bir
kitap bu. Bir yazın tadı taşımamak için sanki fazladan çaba harcanmış gibi. Olağan
durumlarda böyle bir yapıtı, içerik ne denli yakın olsa da bana, okumam, bırakırım bir yana.
Ama Behiç Ak gibi benim bir avuç insanımdan biriydi sözkonusu olan ve içerik, vurgu
doğruydu, beni yankılıyordu.
Dil özensizliği, bir bıkmışlık belirtisi de olsa, arkasında özel bir tutuma da işaret ediyor
olsa, mide bulandıracak kerte göze batıyor. Böyle bir dili hiçbir düşünce yapısının
savunamaması gerekiyor. Ben bunu bağışlamam ve içeriği koyarım bir yana. Çünkü belli ki
dil zevksizliği kitabı okunmaz kılarak, içeriği de bastırmış apaçık. Bunu Behiç Ak‟a
yakıştıramadım. Dili zorlamamaktan daha kötüsünü yapabilmiş…
Öte yandan, postmodernizm konusunda, ki en güçlü eleştiriyi ondan beklerdim, tutarsız,
çelişik yaklaşımı düşündürücü. Ona göre postmodernizm bile bizim toplumsal yaşamımızın
kaotik yapısı yanında bir dizge gibi kalıyor. Postmodernizmi en iyi anladığını düşündüğüm
biri söylüyor bunu. Günümüz yaşam biçiminin kaypak gerekçesi olduğunu hepimizden iyi
bilir.
Eğer Behiç Ak, bu metnini bir deneme olarak koysaydı ortalık yere, eleştirim çok başka
türlü olurdu. Deneme kaldırırdı bu yapısızlığı, örgüsüzlüğü, doku bozumunu. Eğer metinsel
erke (iktidar) yönelik, başkaldıran bir yaklaşımı, biçemsel bir anlatı diline dönüştürmek gibi
katmanlı bir işe soyunduysa, okurunu zorlamak pahasına, o zaman metin içi çelişkileri
çözmesi ya da içtenliği konusunda doğabilecek kuşkuyu gidermesi gerekirdi.
Aslında „kıyı‟lık (marjinallik) değerlerine fazlaca yaslanmış Behiç Ak, bu biçemsel
postmodernizme içerik ve içeriğe bağlı bir değer yüklemesi yapıyor, bunu çok da utangaç bir
biçimde yapıyor ve okurunu parçalama işlevi(ni) yerine getirmiş oluyor. Yani daha büyük bir
işlemin bir uygulaması işlevi görüyor. Bu herkese yakışır, ama Behiç Ak‟a asla.
Peki, ben haksızlık mı ediyorum. Yıllardır karikatür bantını izlemiş ve başkalarına hep
önermiş biri olarak. Behiç Ak kendini kanıtlamış, göstermiş biri değil mi?
Küçükçü (minimalist) bir bakış açısından, bu metinlerde yanlış olan ne? Böyle
baktığımız sürece bir yanlış yok.
Behiç Ak, Popper yaklaşımıyla, yanlışlama yoluyla, yokluk, olumsuzlama yordamıyla
tipini kurguluyor. Yokluktan bir karakter(sizlik) süzmeyi aslında okura bırakıyor. Bu karakter
yazarın düşüncesinin üzerinden gerçekleştiği bir payanda (karatahta)… Derdi „anlatı‟ değil
belli ki. İyi de, türdışılık, tür erklerini yerle bir etme niyeti, eğer varsa, neyi gösterir. Melezlik
kavramı malum dünyada eşsiz bir kilit kavram işlevi yükleniyor, özel çaba harcanarak.
Postmodernizm tam da „melezlik‟ altyapısına bağ(ım)lı değil mi?
Her türlü yetkeye karşıkoyan bağımsız, özgür ruhlu kişi, kayıtdışıdır, borcu yoktur,
diyorsak, açıklayamayacağımız sayısız şey kalır geriye.
Yazarlığın, yazmanın bu ülkede emekle üst üste konulmuş bir birikimi yok mu? Bu
yokmuş gibi davranabilir miyiz? Behiç Ak‟ın eleştirisini üzerine oturtabileceğimiz bir
gelenek, bir Yusuf Atılgan, bir Oğuz Atay, Bilge Karasu yok mu? Leyla Erbil‟i, Nezihe
Meriç‟i, Ayfer Tunç‟u görmezden mi gelelim? Ama böyle bir metin bu büyük yazarlara ne
kadar da uzak… Öyleyse böyle bir metin de bağışlanamaz diyeceğim.
Şu değer yüklemesi… İşte sorun burada. Biçim/içerik ilişkisizliğinde… Rastgelelik, bir
anlatı biçimi, bir teknik olabilirdi, ama en rastgele biçimde bile „kurgu‟ metnin diplerinde yol
gösterir, çünkü bir metin, bir anlatı, bir aktarım, ne olursa olsun, ötekine‟dir. Kaypak, belirsiz,
sana söylüyorum ama aslında sana değil, türünden çiftanlamlılık, insanı ilkesiz, omurgasız
kılmak bir yana, „niteliksiz‟, „önemsiz‟ de yapabilir. Sonuçta ben Behiç Ak‟ı seçer, yeğler ve
okurum. Benim için yazdığı açık… Yoksa Sayın Ak, benim için yazmıyor musun?
İlk kuşak yaşlı erkeğin yaşama direnişi kuşkusuz saygıya değer. Ama yadsımayla da
(negation) elle tutulur bir kişi çıkmıyor ortaya. Bu kasıtlı bir bakışla ilgili olmalı. 1950‟lerden
beri yazın (yeni roman), kişileri, anlatıları, olayları, vb. kırma, kırmakla kalmayıp kırıp
geçirme denemelerine girişmiştir. Behiç Ak bunu denemiyor olsa gerek. O belki de
paramparça edilmiş, nedenlerinden ve beklentilerinden (düş, vb.) kopmuş, anlara sıkışmış,
klonik bir yaşamdan çıksa çıksa bölük pörçük bir gölge, soluk bir devini, bir noktadan sonra
kaçınılmaz teslimiyet, savsızlık, en çoğu bireysel ve savsız bir deneyleme çıkar diye
düşünüyor olmalı. Bu çok parçalılıktan, anlam yoksunluğundan anlamlı bir metin üretmeye
kalkmak bu berbat yaşam denen şeye hak etmediği bir şeyi (anlamı) vermek olmaz mı?
Uzatmaya ne gerek. Yazı duygusunu bütün duygusundan ayırmak, beklenmeyen ve
istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Behiç Ak‟ın anlatmak istediği şeyden bir Kafka‟dan
fazlası, bir Musil‟den fazlası çıkmalı. Çıkmıyorsa bu bir çöplenmedir.
Bu üstgerçekçilik (hiperrealizm ya da yeni doğalcılık, neonatüralizm) diyebileceğimiz
bir gizli, örtük özsellikle de ilgili. Sanırım en başta yazar buna karşı çıkacaktır. Ama acele
edilmemeli. Geriye olgular ve olgu-insanlar kalmıştır. Olgular karşı karşıya gelir, sürtünür,
etkileşir, geçer giderler. Arkalarında bir iz de kalmaz.
Şimdi bütün bunlardan yazının doğru anlatıcıyı, üst ya da alt anlatıcısını da
yakalayamadığı sonucu çıkıyor. Metnin yalnızca yapısı değil, anlatısı da sorunlu.
Zevksizliğinin, yazın değeri taşıyamamasının nedenleri bunlarla ilgili. Bir tinsel çözümleme,
bir tinsel gönderme de mi yok? Bunu, bu türden göndermeleri, özellikle üçüncü kuşak, ama
ikinci kuşak erkekte de çok sıradan, ilkel buldum. Üzerinde durmak istemiyorum. Üçüncü
kuşağın ödipal krizleri ortaya bir kişi, bir eleştiri (kritik) çıkarmaya yetmiyor ne yazık ki.
Gelelim, bu metinde ve insanlığın bugüne değin ürettiği, kuşkusuz belli nitelikleri de
taşıyan metinlerinde, beni en çok rahatsız eden şeye. Erkeğin (özne) yazmasında değil sorun.
Erkek yazarın, hatta birçok kadın yazarın da, cinsiyeti eril olan, eril bir metin üretmesinde…
Büyük yazının büyük yazarları, erkişi için yazmışlardır. Metinlerinin cinsiyeti açıktır. Bu
metinler, dört-beş bin yıllık insan metinleri, fallus metinleridir. Fallusa tapınç ritülelleridir. E,
Behiç Ak‟ınki türünden kötü metinler bunun dışında mı kalacaktı. Bu sözünü ettiğim, metnin
dokusuna sızmış eril katman, metnin, metnin eleştirisinin kaçınılmaz bir parçası mı, olmazsa
olmazı mı? Ne yazık ki değil. Yani ustaca değil. O zaman eğreti yamalar gibi. Tüm metnin
genel havasında, eril zafer sevinci, yineliyorum Behiç Ak buna karşı çıkacaktır kuşkusuz,
yeterince rahatsızlık verici benim için.
Ayrıntılarda, eleştiri birimlerinde örtüştüğüm, hatta kendimi bulduğum bu metnin
bütünü sakat. Melezliği, çok parçalılığı, yabancılaşmayı yansılamayı bir yöntem olarak
benimsemiş olsa da. Yoksa ulaşımdan İstanbul‟a, vb. birçok konuda sıkı ve çok anlamlı
bulduğum eleştirisinin her zaman arkasındayım ve bu ülkenin birkaç namuslu insanından
biridir Sayın Ak. Bunu hiç unutmuş değilim.
Beklediğim „olumlu kahraman‟ diye bir sonuç çıkartılırsa bu yazdıklarımdan, yazıklar
olsun bana. Derdimi anlatamamış, kötü anlatmışım demek ki…
Evrim nasıl bir ayıklamayla yürürse, anlatı, aktarım da ayıklamalarla yürür. Yanlış
seçimler, yanlış mutasyonlar elbette olur. Yanlış sözcüğü yetersiz, ayrımındayım. Belki
anlatıcı sorumluluğu böyle bir şey, buradan çıkacak, buradan başlanacak bir şey. Evrim, asla
ve asla önceki çözüme dönmemiştir. Buna „ilerleme‟ denmese de.
Behiç Ak‟a bunun için çok kızıyorum ya. Herkes bir ucundan tutsun, ne biliyorsa
cesaretle döksün, demek yeterli değil. Öylesine boca edemezsin arkadaş. Yakışmıyor.
***
Kehlmann, Daniell; Ben ve Kaminski (2003), Çev. Cemal Eren
Can yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 158s.
Alman yazınından uzun süredir bir şey okumamıştım. Bu genç Alman yazarının
(Doğ.1975) eğlenceli sayılabilecek romanı, Cemal Ener‟in başarılı çevirisiyle özel bir
çekicilik de kazanıyor.
Kehlmann, güncel bir Avrupalı tipi oluşturmak istemiş belli ki. Ben anlatımının
güçlüğünü de, amacı açısından göze alarak, kendini safça, sakınmasız, hatta arsızca ortalığa
saçan, kurbanla (av) avcı arasında gidip gelen rollerde parçalı, kaçınılmazcasına düzence
zorlanmış bu yarı açık makyavelist bir yerlerden tanıdık geliyor. Kötü onda bir yargıcıl,
bağımsız bir varlık kavrayışı katında asla algılanmıyor. Her yolun amaç için, amaca bağlı
olduğu sürece doğruluk payı taşıdığı konusunda sonuna değin kaygısız. Böyle öğrenmiş
çünkü. Ama eğer uygun nesne, kişi, durumlarla karşılaşırsa iyi olması, davranmasının da tersi
denli olası olduğu kahraman (gerçekte bir karşı-kahraman), öte yandan bu yalınkat
gerçekliğinin haklı görülebilecek gerekçelerini de, toplumun onu acımasızca kusmasından,
dışarlamasından toplayabilir. Ona onay vermeyle vermeme arasında okurlar olarak gerilir
kalırız. Çünkü geleneğin çoktan oluşturduğu tartışılamayacak değer yargıları bile, onun
gündelik gerçekliği içinde iki yanlı bir değerlilik taşıyabiliyor. Kafalarımız karşılıyor.
Hırsızlık suç değil miydi? Kendini zorla bir ortama zokmüak yüzsüzlük, arsızlık değil miydi?
Peki soralım, bazen varolmak, kendimizi ortaya koyabilmek için arsızlık dışında bir
seçeneğimiz var mı? Daniel Kehlmann kuşkusuz değer yüklemesi yapmaz, yapmıyor.
Hepimizin gözü önünde (bizim Aziz Nesin yaratısı Zübük‟ümüzü unutmayalım,
klasikleşti çoktan) bu tip mayalanıyor, oluşuyor, giderek ağırlığını arttırıyor.
Çoşumsal bitişi anlatının, çok eski ve tatsız bir şeyleri anıştırabilir. Ama bu biraz da
okur gönlünün hoş edilmesi, sektörün da bu işten biraz kazanmasıyla ilgili olsa gerek. Bu
kadarına anlayış gösterebiliriz. Yazar, çünkü bize bu anlatısıyla vermek istediği şeyi, asıl şeyi
yeterince veriyor.
Hoş, eğlenceli bir romandı.
Şöyle bir Latin deyişi romanı da özetliyor aslında:
Mundus vult decipi. Ergo decipiatur (Dünya aldatılmak istiyor. Bu yüzden
aldatılıyor).
***
Keleş, Ruşen; Kentbilim terimleri Sözlüğü (1980)
İmge yayınları, İkinci basım, Mart 1998, Ankara, 224s.
Bu önemli çalışma, Türkçe konusundaki öncü, devrimci tutumuyla benim kendi
çalışmama (Kentiçi UlaĢım Terimleri Sözlüğü) da kaynaklık etti. Yeni baskılarının yapılması
gerekir.
***
Burak, Sevim; Yanık Saraylar (1965)
Adam yayınları, İkinci basım, 1983, İstanbul, 99 s.
Yazınımızın kült kitaplarından biri bu... 1965 yılında basılmış ilk kez kitap, ama öyküler
daha önceki yıllarda dergilerde yayınlanmıştı.
Yazınımızın en büyük eksiği karşılaştırmalı bir tarihinin olmayışı. Burak neyin içine
doğdu, neyle hesaplaştı, ne getirdi bu sorunun yanıtı yok. Ondan önce, ona hangi
yazarlarımız, hangi tarihsel koşullarımız yol verdi? Kime yaslandı? Kimi okumuş, kimi
genişletmiş, aşmıştı? Tek başına, biricik bir yazı mı yoksa onunkisi? Bağlam dışı mı? Bu
olanaklı mı?
Bir ucu AĢk-ı Memnu‟ya uzanabilir zorlansa. Ama konuyu anlatma tekniğiyle
sınırlarsak, Sevim Burak, Türkçe yazdığına göre, Atılgan, Erbil, Meriç, vb. ye göre nerededir?
Oğuz Atay‟la kesişir mi biçim açısından anlatısı. Ardılı çok sanırım, bir çok genç yazar var ki
artık onlar için bu biçem sıradanlaştı. Burak bu anlamda bir öncü sayılabilir mi? (Nilüfer
Güngörmüş ilk aklıma gelen).
Onun güçlü imgelere dayalı bir anlatı kurduğu kanısını edindim. Postmodernizmin belki
de yazınımızda ilk örneklerinden birini vermiştir, denebilir. Ama azınlık dili, söylemi zaten
yeterince özel yaşantılara ait imgelere yaslı bir biçim gerektirebileceğinden,
metinlerarasıcılık, pastiş, vb. teknikleri hemencecik postmodernizme dayamamak yerinde
olabilir. Mizah bile Yahudiliği içkin olarak taşıyor. Zaten bir azınlık dili yansılaması, dil
sınırlarını aşarak öykülerin azınlık tonuna, bir ses perdesine bağlıyor okuru. Özgün bir yaşam
biçimine, egemen olmayan, ama etkin, yoğun bir yaşam biçimine tanıklığa zorluyor bu biçem.
Woody Allen‟in New York‟taki Yahudiye bakışını andırıyor bu. Ama Sevim Burak öncü.
Şimdi iki sessel imgedir anlatının omurgasını oluşturan. Osmanlılık (saraylılık),..
Yahudilik. Ama bu ikisi İstanbul kent atmosferi içinde buluşturulmalı. İşte Sevim Burak…
Dolayısıyla onun anlatısı büyük küçük harflerine, kullandığı sayısız yazı efektine,
kesintililiğine, biçimsel kurgusuna karşın son derece yalın metinlerden oluşuyor. Anlatının
tümünden ortaya çıkan imge, tek bir imge olarak gösteriyor kendisini. Yaşantısallık.
Yokoluşa yazgılılık. Yazgı.
Bütün anlatının altında yatan temel imge bu… Hızla erime, yok olma. Mizah, bunun iç
burkucu mizahıdır. Alaya uzanır sıkça. Şizofreni, keskin bir duyarlıkla tetikte, hiçbir şeyi
kaçırmayan bir Sevim Burak gözü, aşırı yorum, daha aşırı yorumla, ölümcül bir müze anlatı
içine sürüklüyor okuyanı. Bu burgaça yakalanmamak olanaksız, bundan etkilenmemek,
hüzünlenmemek. Mumyalar müzesini birlikte geziyor ürpererek. Bunu özellikle biçimle ilgili
olarak söylüyorum.
Altı öykü var bu devrimci yapıtta: Sedef Kakmalı Ev, Pencere, Yanık Saraylar, Büyük
KuĢ, Ah Ya Rab Yehova, Ölüm Saati.
Yitirilen şey bu öykülerde zamana ve uzama ilişkin bir yaşamsallık olmasaydı böyle
etkili olmazdı bu öyküler. İnsan dediğimiz nesneleri yitirip bulmaya çok da kolay alışır. Ölüm
bile bunun dışında kalmaz genellikle. Eh, çoğun da yitirdiğimiz şeylerin arkasında zamana,
uzama ilişkin bir görü ve yitim duygusundan da habersiz kalırız. Bir sanatçı, ama özel, özgün
bir yerlemin sanatçısı, beklenmedik biçimde bunu yakalar, buna aracılık eder. Bizde başka
örnek var mıdır? Leyla Erbil bir ölçüde. Bilge Karasu, belki… Ya Sait Faik? İşte bu noktada,
bu doğaçlama bir misyon (görev) gibi belirir. Yalvaçlığa yakın, kıyamet haberciliğine yakın
bir bilicilik gibi durur.
Sevim Burak‟ın duruşu bana böyle geldi. Çok genç öldü. Çok az şey yazdı. Ama o
yazmaktan çok, bildiren seçilmiş kişi gibiydi (ya da bana öyle geldi). Fotoğrafında, gözlerini,
kara iri, dolu gözlerini anımsıyorum.
Kendi coğrafyasına öylesine bağlı oldu ki, anlam öylesine kent düşüne bağlı kaldı ki
(İstanbul) kaçmaktan, uzaklaşmaktan başka bir seçeneği yoktu. Yazısı dönüp dolaşıp bir şeye
takıldı. Takınaklı bir yazı mı peki? Nostalji bir şeyleri açıklar mı? Sanmam. O yitirilmiş bir
çok insanla (anne baba, büyükler, teyzeler, akrabalar, vb.), anıları, çağrışımlarıyla yüklü,
dolmuş, kabarmış, ama boşalamamış, tüm bu insanları gündelik yaşama peyderpey sürüp de
içini boşaltamamış, harcayamamış, eli böğründe kalakalmış bir tanık gibi, bilincinden akıtmış
imgeleri. Öyküleri görmüş, ama okuyup tüketememiş, sonra bunca öyküyle ne yapacağını
şaşırmış, kalmış, bir ucundan boşaltmış zembereği. Dilin önünü açmış, alttan süren,
çizgiselliğe aykırı, çoğul bir dile yol vermiş.
Sözcükleri başka türlü dizebilir, yeniden kurgulayabilir miyiz? Ama ne yapsak, Burak‟ın
dile verdiği biçimle yaşam bu denli görünür, kendi olmazdı. O terk edilmişin, ezilmişin, çirkin
olanın, yalnızlığını yazgı gibi yaşamak zorunda kalanın bize komik bile gelen dilini, yazı dili
olarak önerebildi. Cesurdu yeterince. Öyle görünüyor. Tutanak tutup saptama çabasının,
duvara saptanmış olanı çivileyip ilan etmenin de içyakıcı bir tutunamama çabasına işaret
ettiği söylenebilir.
İç acıtan, burkan bir yazı Sevim Burak yazısı. Büyük savları yok aslında, öyle
görünüyor.
Ah, ölüyorum, görüyorum bunu, ölmek istemiyorum ama.
Bu anlamda, gizli dehĢet içeriğine de bir gönderme yapmam hak bilirlik olur. Yaşama,
kıyım, ölüm, özkıyım yok oluş vurmuştur damgasını. Bu yalnızca Yahudi yaşamı için
böyledir deyip de avutabilir miyiz kendimizi? Nereye değin?
***
Kocagöz, Samim; BE 2. Bu Da Geçti Yahu (1989)
Dünya yayınları, İkinci basım, Nisan 2004, İstanbul, 277s.
Bu baskıyı, yapıtlarının Dünya Yayınevince toplu basımına başlanmasını (ama
sürdürülemeyişini) göremedi 5 Eylül 1993‟te ölen Kocagöz.
Bugünlerde Literatür Yayınevi Samim Kocagöz yapıtlarını yeniden basıyor. Umarım
eksiksiz bir baskı olur. Bir Armağan‟la da taçlanır.
Anı türüne hiç sıcak bakamadım. Kocagöz‟ün de sonlara doğru belirttiği gibi kimse
kendini tüm iç/dış gerçekliğiyle anılarında yansıttığını savlayamaz. Böyle bir şey olsa bile
bunu kendi açımdan anlamlı bir yazı deneyimi olarak görmem. Anı türü, bende, taşıdığı
yazınsal niteliklerin düzeyince yankılanabilir. Bu yalnızca yazın dünyası için değil, politika,
vb. dünyalarının insanları için de geçerlidir. Belki haksızlık yapıyorum ama anı türü bende
güven duygusunu yok ediyor. Sahibinin kim olduğu önemli değil. Yazma biçimi olarak anıya
ise bir şey demiyorum. Zevkle okurum. Bir gerçeği yakaladığımı düşünmeden…
Kocagöz kişiliğini bu anılarında sergiliyor. Kendine güvenen birisi… Alçakgönüllü.
İnanç adamı. Kahramanlık peşine düşmemiş. Ama çiftçi olmasına karşın ondan geriye
Ege‟nin göçmen pamuk işçilerinin acıları kalmış. Onları belleğimize yerleştirmiş. Zamanına
elinden geldiğince tanıklık etmiş. Türkiye‟nin zamanının tini onun yapıtının aynasında azçok
yansımış. Belki de kendilerini çok büyük sananlardan daha iyi hem. Ama göz ardı edilmiş,
görülmemiş… Eğer Dünya Öykü Yarışması ödülü kazanmasaydı belli bir çevrede bu denli
yer alabilir miydi, bilemiyorum.
Eleştirimize yönelttiği eleştiriyi son derece haklı ve doğru buluyorum. Doğru dürüst bir
eleştirimizin yokluğunun yazımınımıza nasıl da zarar verdiğini, onun gelişmesini
engellediğini görmemek için kör olmalı. Kapılar, kapıyı tutanlar var, tümü bu. Bugün
yapılansa, belki biraz daha çoğu, bir toplama, derleme (envarter). Ama neyi topluyorsun ki.
İçler acısı durumumuzu, şu anda elimde bir kitap var, o kanıtlıyor. Oğuz Atay‟a Armağan…
Bugün gereken kimse kusura bakması, eleştirel toplam, basımdır.
Samim Kocagöz Türk aydınlanmasının (şu yarım kalmış) bir parçası. Eleştirel tonuna
karşın Kalpaklılar/Doludizgin, vb. neyi üstlendiğini gösteriyor.
Anılar‟a 12 Mart‟ta tutukluluk dönemini anlattığı DavutpaĢa Anıları da ekli. İlgilisine
önemli bilgiler sağlıyor kuşkusuz.
Bu anılar yapıtının ipuçlarını taşıyor mu? Yapıtlarına giriş sayılabilir mi? Işık tutuyor
mu? Hem evet, hem hayır... Yapıt, bunun çok ötesinde.
Samim Kocagöz‟ün yazınımızda doldurduğu boşluk varsa nedir? Benim görüşüm o
Türk yazısının azımsanmaması gereken emekçilerinden biridir. Yazmak onda yaşama aracılık
etmiştir.
***
Galeano, Eduardo; Biz Hayır Diyoruz (2008), Çev. Bülent Kale
Metis yayınları, Birinci basım, Mart 2008, İstanbul, 195s.
Uruguaylı yazar, gazeteci Galeano‟nun bu siyasal seçkisinden etkilenmemek olanaksız.
Bu yazıların içeriğinden çok söylemi çarpıcıydı, vurucu ve anlamlıydı. Bütün yazılar önemli
olmakla birlikte, ben burada iki yazıya özellikle işaret edeceğim ve onları hem yeniden
okuyacağım, hem de başkalarına (özellikle gençlere) önereceğim: ÇalıĢanların Hakları
Arkeolojik Bir Konu Mu? (1999), Onlar Gibi Olmalı (1991).
Latin Amerika‟nın ve aslında Dünyamızın acı öyküsünü yüansıtan bu kitaptan çarpıcı
birkaç alıntı yapmakla yetineceğim, belki bir yerlerde işime yarar, belki okuyan biri olur da,
vay canına, dedirtir.
“Yüksek yaşam düzeyindeki toplumlardan çok şey öğrenmeliyiz ama bu toplumlar bize
aynı zamanda mesela ekonomik gelişmenin asla kendi başına bir hedefe dönüşmemesi
gerektiğini de gösterirler, insanları her zaman daha özgür ve daha mutlu kılmadığını, bazen
bizi eşyaların emrine koştuğunu gösterirler.” (1979, 35)
“Yazar kitap yazandır, der dokunduğunu parçalayan burjuva düşüncesi. Yaratıcı
eylemlerin bölümlendirilmesi için, duvarlar çekmekte ve hendekler kazmakta uzmanlaşmış
ideologlarımız vardır. Bize, buraya kadar roman olur, denir, şurası denemenin sınırıdır,
oradan sonra şiir başlar.” (1980, 37)
“Cezaevi gibi işletilen ülkelerde duvarlarda yazılar ya da resimler ışıldamaz Duvar
yoksulların matbaasıdır: Risk alarak, gizlice, bir anlığına, dünyanın unutulmuşlarına ve
yoksullarına hizmet veren bir iletişim aracı.” (1980, 41)
“Halkın seviyesine „inmeyi‟ reddeden güzelliğin tekelcileri ve halkla iletişim kurmak
için bu seviyeye „inmeyi‟ amaçlayan iyiniyetliler arasındaki polemiğin sahte olduğuna
inanıyorum. İki taraf da aynı fikirde: Tepeden hareket ediyorlar ve bilmeyenleri küçük
görüyorlar.” (1980, 44)
“Ama üslup bir alettir, melodi değil; yeni Latin Amerikan anlatısının gerçek
kahramanları da zamirler ve sıfatlar değil, etten ve kemikten kadınlar ve adamlardır.” (1980,
48)
“Gerçekliği açıklamak onu kopye etmek anlamına gelmez. Gerçekliği kopye etmek ona
ihanet etmek olur; özellikle de gerçekliğin, hayatta kalabilmek için yalan söylemeye zorlayan
ve gündelik olarak şeylerin adlarıyla anılmasını yasaklayan bir sistem tarafından
maskelendiği bizimki gibi ülkelerde. Gerçekliğin içine işleme yetisinde olanlar gerçekliği
döllerler. Picasso‟nun Guernica‟sı gözlerimize bu küçük Bask kasabasının bombardımanının
bütün fotoğraflarından daha fazla gerçeklik sunar. Fantastik bir anlatı, gerçekliği natüralist,
gerçekliğe saygılı davranmaya çalışan bir öyküden daha iyi yansıtabilir.” (1980, 53)
“Yaratıcı hayal gücü, varsayılan sonsuzluğun bir vadesi olduğunu ve karşı yüzü
olmayan yüz olmadığını açıklar.” (1980, 54)
“D‟Amicis‟in –faşizmin edebi peygamberi- dünyası karanlık bir dünya. Üç temel değeri
var: aile, vatan ve bilgilerin düzenli bir özeti olarak eğitim. Çocuk Kalbi‟nin karakterleri
çocuktun ama oyun oynamazlar. Şakaları, eğlenceleri yoktur. Kahraman ve sıkıcıdırlar.”
(1977, 75)
“Paul Nizan‟ın o isabetli saptamasını düşünüyorum: „Dünyaya karşı bir suçlama
olmayan tek bir büyük eser yoktur.‟ Che‟nin ölümüyle mükemmel bir biçimde doğrulanan
hayatı, bütün büyük eserler gibi, dünyaya karşı, insanların çoğunluğunu insanların
azınlığının yük hayvanına dönüştüren, ülkelerin çoğunluğunu ülkelerin azınlığının çıkarı için
hizmetkarlığa ve sefalete mahmuk eden bir dünyaya, bizim dünyamıza karşı bir suçlamadır.
Aynı zamanda bu dünyayı değiştirmeye atılmayan egoistlere, korkaklara ve konformistlere
karşı da bir suçlamadır.
Çünkü Che‟nin ölümü, şu andan itibaren, bu suçlamanın hakkını vermek zorundadır.”
(1967, 97)
“Terleyen biri gibi şiddet üreten ve her ihtiyacı olduğunda devlet terörizmini uygulayan
sistem, bitmeyen yalanlarına bahane olarak terörist şiddeti kullanmaktan çekinmiyor. Ama
gözetlenen ve adaletten yoksun bir demokrasinin gerçek bir demokrasi olmadığını söyleyen
biri terörizm suçu mu işlemiş olur? Onursuz bir barışın bastırılmış bir savaşa fazlasıyla
benzediğini açıklayan biri şiddeti mi teşvik eder? Yüzün suçu aynaya yüklenebilir mi? .”
(1987, 101)
“Demokrasi olduğu şey değildir, benzediği şeydir. Ambalaj kültürünün göbeğinde
yaşıyoruz. Evlilik sözleşmesi aşktan daha önemli, cenaze ölümden, elbise bedenden, ayin
tanrıdan daha önemli. Ambalaj kültürü içerikleri hor görüyor. Söylenen önemli, yapılan
değil. Köleliğin Brezilya‟da bir yüzyıldan beri olmadığı varsayılıyor ama Brezilyalı
çalışanların üçte biri günde bir dolardan az kazanıyor ve sosyal piramit yukarıda beyaz,
aşağıda siyah: En zenginler en beyazlar, en yoksullar en siyahlar. Köleliğin kaldırılmasından
dört yıl sonra 1892‟de, Brezilya hükümeti kökelikle ilgili bütün belgelerin, kitapların
yakılmasını emretti, köle şirketlerinin bilançolarının, makbuzların, şartnamelerin,
kararnamelerin ve her şeyin yakılmasını emretti, sanki kölelik hiç olmamış gibi.” (1987, 110)
“Uzaklardaki kayıp köylerde ölen her ihtiyarın yanan bir kütüphane olduğunu
söyleyenler çok doğru söylüyorlar. Kollektif belleğe miras kalan ve onu zenginleĢtiren halk
kültürü sayesinde, biz Latin Amerikalılar bazı temel kimlik iĢaretlerimizi devam ettirebildik.
Kopyacı ve verimsiz resmi kültür, egemen kültürün ahmak yankısı, bu iĢaretleri bilmiyor ya
da onları tanıyınca hor görüyor. Hatta belki de daha derinde onlardan korkuyor: Bu
iĢaretler onura, hayal gücüne ve iktidar sahiplerinin diğer düĢmanlarına gönderme
yapıyorlar.” (1987, 115)
“Halk kültürü doğası gereği, katılım kültürüdür: Doğası yüzünden, demokratiktir.
Özellikle sözlü gelenekle aktarılır ama teknolojik gelişme verimli olabileceği alanları
daralttıkça –meydanlar, kafeler, meyhaneler, köşebaşları, pazarlar- onu çoğaltmak ve
yenilemek giderek zorlaşıyor. Oysa televizyon kapatır, ayırır, izole eder: Tek yönlü aktarır,
verici makineden alıcı insana doğru dönüşü olmayan bir yolculuk sunar ve alıcı insan ithal
heyecanları konserve sosis gibi tüketir.
Demokrasi düşmanı yapılara karşı mücadele, iktidarsızlık yapılarına karşı mücadele,
halkın yaratıcı enerjisini serbest bırakacak ve halkın görmesini ve görünmesini engelleyen
gözlerdeki örümcek ağlarını kaldıracak özgürleştirici bir ulusal kültürün gelişiminden geçer.
Bizim ülkelerimizde televizyonun yaydığı mesajlar, egemen kültürün üzerinde egemenlik
kurduğu kültüre sattığı simgeler, bizi aşağılayan iktidarın simgeleri, bu özgürleştirici
dediğimiz kültüre pek katkıda bulunmaz. Ama yanlış anlaşılmayayım. Bu anlayış kendi
başına televizyonun reddini içermiyor, yalnızca toplumsal olarak yasallaşmış bir uyuşturucu
olarakm, düşünmemek için valyum olarak televizyonu reddediyor, nasıl Birleşik Devletler‟den
ya da diğer yabancı ülkelerden geliyor diye mesajlarının reddini de içermiyorsa....” (1987,
115)
“AzgeliĢmiĢlik her Ģeyden önce bağımlı halkların kendi kafalarıyla düĢünmelerini,
kendi yürekleriyle hissetmelerini, kendi ayaklarıyla yürümelerini engellemek üzere
kurulmuĢ bir iktidarsızlık yapısıdır.” (1987, 118)
“Şiddet sarmalı şiddet ve belirsizliği doğuruyor: acı, korku, hoşgörüsüzlük, nefret,
delilik.” (2001, 125)
“İktidar nüfusu korumak için işkence yapmaz, onu korkutmak için yapar.” (2004, 133)
“Evrensel güç sisteminin, şu benim çocukluğumda kapitalizm denilen sistemin iki
motorundan yalnızca biri çalışıyor. Hırsı teşvik ediciliği yok oldu, en azından el emeği için.
Artık kimsenin çalışarak zengin olma çağına dair en ufak bir umudu bile yok. Şimdi o iki
motor korku ve korku: işini kaybetme korkusu, iş bulamama korkusu, açlık korkusu, işsizlik
korkusu.” (2004, 147)
“Demokraside kim yönetir, kimsenin oy vermediği büyük sermayelerin uluslar arası
görevlileri mi?” (2005, 144)
“‟Silahları şeytan doldurur.‟ Bu atasözü yanılmıyor. Tanrı bu kadar sikindirik olamaz.
Silahları dolduranın Şeytan olması gerek ya da en azından kitle imha silahlarını, gerçek
olanları, Irak‟ın sahip olmadıklarını, dünyayı havaya uçuranları:
-kamuoyu fabrikalarının yalan bombardımanlarını,
-tüketim toplumunun iklimi çileden çıkartan, havayı kokuşturan kimyasal silahlarını,
-korku fabrikalarının bizi kabul edilemez olanı kabul etmeye zorlayan ve onursuzluğu
kaçınılmaz kadere dönüştüren zehirli gazlarını,
-devlet şefi kategorisine yükseltilmiş seri katillerin ölümcül dokunulmazlığını,
-ve aynı anda hem yoksulluğu hem de yoksulluğa karşı nutukları kat kat arttıran ve aynı
zamanda hem antipersonal mayın hem de protez bacak satan ve gökyüzünden mahvettikleri
ülkelerin üzerine hem füzeler hem de yeniden inşa kontratları savuran büyük güçlerin iki ucu
keskin kılıçlarını….” (2005, 148)
“İstisnasız bütün ilk anayasalar, kadınları, yerlileri, siyahları ve yoksulları dışarıda
bıraktılar.” (2006, 153)
“Yurtseverlik, bugüne bugün baskın ulusların bir ayrıcalığıdır.
Ezilen uluslar uyguladıklarında yurtseverlik popülizm ya da terörizm şüphesi altına
girer ya da basitçe en ufak bir ilgiye bile değmez.” (2006, 157)
“Genel olarak, kendisinden habersiz olan bizim ülkelerimiz, kendi tarihlerinden de
habersizler. Yenisömürgeci statü, köle kendisine sahibinin gözleriyle baksın diye köleyi
tarihten koparıyor. Tarih bize bir mumya gösterilir gibi, tanıdığımız, sevdiğimiz ve acısını
çektiğimiz gerçeklikten çok uzak, zamandan kopmuş tarihler ve veriler olarak öğretilir: Bize
geçmişin elitizm ve ırkçılıkla biçimlenmiş bir versiyonu sunulur. Olabileceğimizden habersiz
olalım diye olduğumuz şey bizden gizlenir ve bize yalan söylenir.” (1987, 163)
“Kurtarılmış yerli itaat ettirilmiş yerlidir. Yerli yok edilinceye kadar itaat ettirilir:
Kendinden boşaltılınca o artık bir yerli olmayandır ve hiç kimsedir.” (1992, 172)
“Bir zaman önce, İspanyol din adamı Ignacio Ellacuria bana şu Amerika‟nın keşfi
hikayesinin ona saçma geldiğini söyledi. Zalimin keşfetme yeteneği yoktur, dedi:
„Zalimi keyfeden mazlumdur.‟
O, zalimin kendisini bile keşfedemeyeceğine inanıyordu. Zalimin hakiki gerçekliği
yalnızca mazlumun olduğu yerden görülebilirdi.
Ignacio Ellacuria kurşunlarla tarandı, bu affedilmez ifşa yeteneğine inandığı ve kehanet
gücündeki inancının risklerini paylaştığı için.
Onu öldüren El Salvador‟lu askerler mi, yoksa kendisini açık eden bakışa tahammül
edemeyen sistem mi.” (1992, 181)
“Hayat, sen baĢka planlar yapmakla meĢgulken baĢına gelenlerdir, diyordu John
Lennon.” (2004, 133)
“Söyledikleri ve sustuklarıyla, egemen kültür yoksulların yoksulluğunun zenginlerin
zenginliğinin bir sonucu olmadığı yalanını söyler, bu kimsenin suçu değildir, bir keçinin
kulağından çıkmıştır ya da yoksulları tembel ve eşek yapan Tanrı‟nın işidir.” (1988, 193)
“Bu dünya tablosunda, biz insan sözünün tarafsızlığına hayır diyoruz. Çevremizde
gerçekleşen gündelik çarmıha germeler karşısında bizi elimizi yıkamaya davet edenlere hayır
diyoruz. Aynada kendini izleyen ilgisiz, soğuk bir sanatın sıkıcı cazibesi karşısında sıcak bir
sanatı tercih ediyoruz; insanın dünyadaki macerasını kutsayan ve ona katılan, umutsuzca aşık
ve kavgacı bir sanatı tercih ediyoruz. Eğer adil olmasaydı güzellik güzel olur muydu?
Güzelliğin ve adaletin birbirinden koparılmasına hayır diyoruz, çünkü bu ikisinin güçlü ve
verimli kucaklaşmasına evet diyoruz.” (2004, 133)
***
Sarup, Madan; Post-yapısalcılık ve Postmodernizm (1988), Çev. Abdülbaki Güçlü
Bilim ve Sanat yayınları, İkinci basım, 2004, Ankara, 278s.
Bu olağanüstü kitabın hakkını verebilir miyim bilmiyorum. Bütün öğrencilerin okuması
gereken, aydınlık, saydam, pırıl pırıl bir kitap… Önemi, ele aldığı konuların anlaşılmazlık
maskesini alaşağı etmesinden geliyor. Sevgiyle, yetkinlikle, bilgiyle yazıldığı belli… Ve bir
başka olağanüstü yanı da, eşsiz bir çevirmenin elinde Türkçe‟de soluk alıp vermesi.
Abdülbaki Güçlü adını bir kenara ve belleğime yazıyorum. Bilim ve felsefe dilinin
oluşturulmasında böyle insanlara gereksinim var işte. Çünkü Türkçeyi geliştiriyor bu
insanlar…
Elimden geldiğince özetleyeceğim. Sarup‟un hemen hemen tüm görüşlerine katılıyor,
benimsiyorum. Çok öğretici bir okuma oldu benim açımdan.
Birçok konu var ki, onları artık doğru yerde, doğru ilintiler içerisinde görebiliyorum.
Madan Sarup (1930-1993) Pencap doğumlu. İngiltere‟de eğitim gördü. Londra
Üniversitesi Goldsmiths College‟de öğretim görevlisi oldu (Eğitim Sosyolojisi). Felsefenin
yaşama inmesi hareketine destek vermesi anlamlı. Marksistti. Postyapısalcı katkıyı göz ardı
etmedi.
Bu kitabın özgün adı: An Introductory Guide to Post-structuralism and
Postmodernism (1988). Bakıma alınan Sita‟ya sunulmuş. Sita kim?
GiriĢ
Yapısalcılık ve post-yapısalcılık ilişkisine değinen Sarup, ortak özellikleri eleştiri olan
bu düşüncelerin, işe özne‟yle başladıklarını (özne eleĢtirisi) belirtiyor öncelikle. Descartes‟la
doruğa çıkarılmış özne: „Düşünüyorum, öyleyse varım.‟ Levi-Strauss, insan öznesi için
„felsefenin Ģımarık veleti‟ deyimini kullanmış, bu çok anlamlı.
Marksçılığın yeniden okunması (örn. Althusser), yapısalcılığın geliştirilmesine ivme
kazandırmıştır (70‟lere değin). Althusser tarihsel öznenin altını yeterince derin oyarken,
Foucault gibi post-yapısalcılar doğrudan bireysel özneyi yapısöküme (deconstruct)
uğratmışlardır. Özneye yapısöküm uygulanması demek, Foucault, Derrida vb. için bir özne
kuramından yoksunluk demek aynı zamanda.
Özne‟nin yanı sıra, tarihselcilik de bu yıkıcı eleştiriden payını almakta gecikmeyecektir.
Ee, arkasından anlamın yapısökümü gelir kaçınılmaz olarak. Gösterilen bastırılmış,
gösteren öne çıkmıştır, yani anlatı her şey olmuştur bir bakıma.
Dördüncü eleştiri, felsefe eleĢtirisidir.
Yapısalcılık, doğruluğu metnin „arkasında‟ ya da „içinde‟ görürken, post-yapısalcılık
okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik olarak (bir tür okuma performansı)
görürler. Post-yapısalcılık durağan gösterge birliğine (Saussure) son derece eleştirel
bakmaktadır. Gösterilenden gösterene doğru bir odak kaymasıdır sözkonusu olan. “Özetle,
post-yapısalcılık bir metafizik eleştirisi, yani nedensellik, özdeşlik, özne ve doğruluk
kavramlarının eleştirisi olarak karşımıza çıkmaktadır.” (13)
Lacan ve Psikanaliz
Lacan‟ın eşsiz başarısı görüngübilim ile yapısalcılığı kaynaştırmasındadır. Hegel ve
Heidegger düşüncelerinden etkilenmiştir. Görüngübilim ısrarla özgür benlik „özne) üzerinde
dururken, yapısalcılık dilin sınırları içinde kalmayı yeğler. Lacan yapısalcılığı kullanır ama
asla özneyi reddetmez. Ayrıca anlamsal bir yorumsama geleneğine de bağlıdır. Ama
yorumlama edimimizde genellikle varsayımlarımızı gerçeğe dayatırız (Psikanalizde olduğu
gibi).
Onun yapıtının en önemli özelliği „biyoloji karĢıtlığı‟dır. Örneğin delilik organizmacı
yaklaşımlarla açıklanamaz, bir söylemdir Lacan‟a göre. Yani yorumlanması gereken bir
iletişim çabasıdır. Biyoloji hep insan öznesince yorumlanıp dilce kırılarak yansıtılır; öyleyse
dilden önce „beden‟ diye bir şey yoktur. Geçerli alan, simgeler alanıdır.
Davranışçı (Pavlov, Skinner,vb.), Amerikan ego psikologlarını (Fromm, Horney, vb.)
eleştirir. Onun nesnellik arayışı matematik ve şiirle ilgilidir daha çok. Freud‟a asla
dönmemiştir. Ona göre, psikanalist bilinçdışının diliyle alıştırma yapmalı, bilinçdışıyla
ilişkiye geçmelidir.
Lacan‟a göre, çocuk önce annesinden gerçeğe, sonra da dile döner. Ben, ilkkez ayna
aşamasında ortaya çıkar. Yabancılaşma ile özne arasındaki tüm diyalektik bu aşamada
canlanır. Aynada kendini tanıma üç aşamalıdır. 1) Aynada kendini yetişkinle birlikte gören
çocuk iki görüntüyü karıştırır. Lacan için de Oedipus Karmaşası, doğal yaşamdan kültürel
yaşama, yasaya, dile, toplumsal örgütlenmeye geçişin insanlaşma eksenini oluşturur. Çocuğun
annede ilk algıladığı, onda eksik olan şeydir (phallus) ve bunu tamamlamayı arzular. Bu
evrede çocuk bir özne değil; bir „eksik‟lik, bir „hiç‟tir. 2) Görüntü kavramına ulaşan çocuk
aynadakinin gerçek olmadığını anlar. Baba devreye girer, çocuğu arzu nesnesinden ve
fallustan yoksun bırakır. (Baba yasası.) 3) Aynadakinin yalnızca görüntüsü değil, kendininin
imgesi olduğunu, Başkasının imgesinden de farklı olduğunu kavrar. Babayla özdeşleşilir.
Baba fallusu anneye sunmuş, çocuk annesinde eksik olan tamamlayamayacağını kabul
etmiştir. Simgesel bir iğdiş etme durumudur bu. “Kişinin ancak tam anlamıyla kendisi
olduğunda ödenebilecek bedeldir bu.” (20) Unutmamalı, Lacan için Oedipus genetik
psikolojideki bir evreye denk gelmez. Özneyi, adıyla birlikte özgürleştirir. Lacan, Freud‟u
dilbilim ve antropolojinin sağladığı geniş çerçeve içerisinde yeniden düşünmüştür. Ama ona
göre dil bilinçdışını yaratmış, yol açmış ve onun kaçınılmaz koşulu olmuştur. Tıpkı bilinçli
söylem gibi bilinçdışı söylem de, söylüyormuş gibi göründükleri şeyden başka bir şey
söylerler. Dil düzenekleri (eğretileme-metaphor, düzdeğişmece-metonymy) aynen kullanılır.
Dil anlamdan bağımsızdır, çünkü söylenenden bambaşka bir şeyi anlamlarız. Gösteren
özerktir.
Dilden bağımsız özne yoktur. Gündelik dilin içine gömülmüş durumdayız. Bundan
kurtulamayız ve üstdil diye bir şey yoktur. Başkalarına ulaşmamızın biricik aracı dildir.
Psikozlu kimse dilin ne olduğunu bilmeyen kimsedir.
Lacan‟a göre, Saussure‟un durağan ilişkilendirmesinin tersine, “anlam, bir anlamlama
zinciri boyunca gerçekleşen yerdeğiştirmelerin bir sonucu olarak yalnızca söylem içerisinde
ortaya çıkar (…) Dilin temsili olmayan değergesi nedeniyle gösterilen her zaman için gelip
geçici olacaktır.” (22) Bir gösteren her zaman başka bir göstereni gösterir. Her sözcük
eğretilemedir. Gösterenden gösterilen kayma‟dan sözedilebilir. Hiçbir tümce tamamen
doymuş değildir.
Kendimizi gördüğümüzde yalnızca bir bakış görürüz. Ne olduğumuza bir türlü
yaklaşamayız bile. Buna „düĢünümün sonsuzluğu‟ denebilir. Bir ikinci Lacanik terim,
tanı(n)manın diyalektiği. Ne olduğumuzu başkalarının tepkilerinden çıkarırız. Bağdaşık imge
olanaksızdır. Her zaman bir boşluk, bir gedik, yanlış bir tanı(n)ma olasıdır. Ayna imgesi
arkadan öne doğrudur. Durağan bir ego anlayışı (Horney, Fromm) yanılsamadır. Tıpkı
Sartre‟da (Varlık ve Hiçlik) olduğu gibi: bilinç kendini kavrayamaz. Düşünüm, her zaman
özneyi nesneleştirir. Lacan‟a göre, özniteliklerimizden (attribute) herhangi biri değiliz.
Temelden bir doğru olanaksızdır. Tasarımı dışında özne yoktur ama, hiçbir tasarım da bizi
bütünüyle kuşatamaz. Kendi kendim için bir serüvenim. Hiçbir betim yetmez. Kimlik
başkasının tanımasına bağlıdır (Efendi/Köle; Hegel). “Lacan hiçbir zaman başkasının
bilincine tam anlamıyla giremeyeceğimizden, öznelerarasılığın (intersubjectivity) da asla
tamamen edinilemeyeceğini öne sürer. Karşılıklı tam bir anlama kısmen de olsa olanaklı
değildir.” (27) Bu durum sevgiyi araçsallaştırır. Kişi özne olduğu sürece başkası nesnedir
(Bkz. Sartre.) Bu varlıkbilgisine taşır bizi. “Bütünlüğe hepimizin ihtiyacı var, hepimiz bir
birlik durumunu özlüyoruz; ama tamlığa ya da doluluğa (plenitude) erişmek manatıksal
olarak bir olanaksızlıktır.” (27)
Freud‟a göre ego, anne baba (aile özyapıları) ile biçimlenir. Freud ego‟nun bir
yanılsama olduğunu asla söylemez. Oysa Lacan, tersine özdeşleşmenin bizi kendimizden
uzaklaştırdığı kanısındadır. Ona göre Freud toplumsal boyutu ıskalar. Çünkü ta başından
itibaren özne-özne ilişkisi işin içindedir.
Freud‟a göre psikanaliz, ego uyumuna dürtüyü de katarak kaynaştırır (sağaltım).
Bilinçdışının korkutucu bir yüzü vardır onda. Oysa Lacan‟da bilinçdışı, doğruluk ve sahicilik
yuvasıdır. Buna karşın bilinçdışı bilgi nesnesi olamayacak, ego ise kendisini hep
yansıtacağından kendini ayrımsayamayacaktır. Bilinçdışı tözel (Freud‟da olduğu gibi) bir
kavram değildir, doğuştan, içgüdüsel olamaz. Yaptığımız her şeye içkindir (örtük). Ama ne
zaman onu kavramaya kalksak, elimizden kayar gider (yitiririz). Bu onu bilmeye çalışmanın
önemsiz olduğunu kanıtlamaz.
Freud‟da süreç şöyle işler., doyum nesnesi yadsındığında yaşam zorlaşır, gerçekle
bağımız kopar, sanrılarımız artar. Bilinçdışı birincil süreç (usdışı) baskındır. Ama çok
geçmeden, Gerçeklik ilkesi devreye girer. Ego devrededir (İkincil süreç) artık. Lacan bunu
eleştirir. İkincil süreç (ussal düşünce) Freud‟un düşündüğünden çok daha birincildir. Örneğin,
düş yalnızca resimli bir tasarım değildir. İmgesellik öne çıksa da, „her düş gerçek bir
metin‟dir.
Freud‟un tersine Lacan‟da doğuştan gelen bir insan doğası yoktur. Doğa, orada duran,
dışarıdaki gerçektir, kendisi olarak kavranamaz (Kant). Çünkü dille dolayımlanır. Trajedimiz
kültürel boyutla ilgili olmayıp (Freud) sonsuza değin sürecek olan bütünlükten yoksun
olmamızla ilgilidir.
Freud‟da Oedipus‟un çalışması: 1) Oral dönemde, bebek cinselliğinde ayrışmamış, istek
dolu düşlemler sözkonusudur. 2)Anal/Sadist dönemde boyun eğme ve hükmetme birlikte
işler. 3)Fallik dönemde, çocuk alttan alta anneyi ister, iğdiş edilme tedirginliği yaşar, korku
geliştirir (Babadan duyulan korkunun içe yansıtılması). Lacan‟sa „Babanın Adı‟ anlayışını
dilin kütüğüne işler. Bu, „Yasa‟dır. Soyad çocuğa aktarılarak kimliksizlik giderilir. Freud‟un
Oedipal aşamaları Lacan‟la birlikte simgesel düzeye taşınır. Artık penis değil, fallus‟tur
sözkonusu olan.
Penis cinsiyetçi bir içerik taşır ama, fallus iki cins için de iktidar simgeler. Bütün
düşlemlerimiz, hangi cinsiyeti taşıyor olursak olalım, bütünlüğe erişme arzumuzun simgesel
bir tasarımıdır. Kendi ya da başkalarının fallusuna sahip olsaydık bütünselliğe ulaşmış
sayabilirdik kendimizi. Eğilimimiz budur. “Başka türlü söylersek, fallus Başkası ile eksiksiz
bir birleşmeye duyduğumuz temeldeki arzunun bir gösterenidir. Fallus doluluğu imler;
yokluğunu çektiğimiz bütünlüğün gösterenidir o.” (31)
Freud için ussal söylem olanaklıdır. Lacan içinse bilinçdışını söylem oluşturur. Bu
nedenle dil ile arzu birbiriyle yakından ilintilidir. Lacanik arzu, cinsel güçten çok bütünleşme
dönük varlıkbilgisel bir çabadır. “Arzu olmasını istediğimizin düzdeğişmece yoluyla
adlandırılmasıdır.”(31, Lacan)
Kendilik bilinci biyolojik kendiliğin dışında gelişir. Bu organik bir eksikliğe konu
olmadan olanaklı olmaz. Eksiklik bir şeyin ihtiyacını duyan bir varlık olarak kendimizin
farkına varmamızı sağlar. Eksiği gidermek için nesneye yönelişimiz arzudur. Belli bir şeyi
değil, başkasının arzusunu arzuladığımızda insan oluruz. Her arzu yadsınabilir ve yine de
yaşamını sürdürür (Hegel).
Lacan‟ın arzusu Hegel kaynaklıdır. Hegel7e göre, kişi daldığı şeyce emilir. Bu
başkalık, Arzu‟dur. Deneyimlenen arzuyla birlikte bilince çıkarılan arzu (öteki) kendinin
bilincini doğurur. Birey arzusunu dışavurmak için Ben sözcüğünü kullanır. Arzuyla
kaygılanan birey, eyler (eyleme yönelir.) Eylem arzuyu doyurmaya çalışır, bunu
„olumsuzlama‟ yoluyla yapar, yani arzulanan nesneyi yok ederek ya da dönüştürerek. Tüm
eylemler birer değilleyici‟dir. Gerçek içselleştirilir, özümsenir, ben yapılır. “Arzulayan „Ben‟,
arzulanan „Ben olmayan‟ı yok etme, dönüştürüp kendine benzetme yoluyla Arzu‟yu doyuran
olumsuzlayıcı bir eylemle gerçek bir olumlu içerik kazanan bir boşluktur.” (33) Arzu
boşluğun su yüzüne çıkması ya da yokluğun buradalığı. “Arzu her zaman başka bir arzuya,
başka bir açgözlü boşluğa, hep başka bir „Ben‟e yönelir. Arzu, yalnızca başka bir bedeni
arzulamakla yetinmiyor, aynı zamanda o başkasının arzusunu da arzuluyorsa insancadır.‟
(33) Bu evrensel ölçekte yaşam ile ölüm arasındaki kavgadan ibarettir. Yaşam yeglenir her
zaman ve hasımlardan biri diğerini kabullenir. Kendisi tanımasa da Efendi ötekidir. Efendi
çelişir. Efendisi için çalışan köle kendisini dönüştürür. Özgürlük alanı açar. Dolayısıyıla
gelecek ve tarih, Efendinin değil Kölenin olacaktır. Köle dünyayı değiştirirken kendini de
değiştirir. İnsan ya Efendi ya Köledir, ama doğuştan Efendi ya da köle değildir. Tıpkı
bütünlüğün kendisi gibi, özdeşlik ve olumsuzlama da yalnızca bir ve aynı varlığın bütünleyici
görünümleridir.
Tikellik bireysel eyleme karşılık gelir. Tümellikse toplumsal yanına. “Ancak toplum
içerisinde, insanın tikelliğinin tümel bir biçimde tanınmasıyla bireysellik kendini
gerçekleştirip açığa vurur.” (36) Hegel‟e göre, tarih, kendi tikellikleri içerisinde tikel,
bireysel, kişisel değerlerin her birinin tümüyle tanınmasıyla, devlet ve toplumun
biçimlenmesiyle gelişecektir.
Lacan Hegel‟i nasıl yorumlar? İstek, her zaman kendine özgü biyolojik bir değer taşısa
da, arzu asla istek ile eşdeğer tutulamaz. İhtiyaç, istek, arzu… bu üç kategori birbiriyle nasıl
ilişkilidir? İstek arzuyu ortaya çıkaran bir aracıdır, ama bunu her zaman dolaylı olarak yapar.
Arzu gerçekte Başkası‟nı arzulamaktır, ancak bu iyi yorumlanmalıdır. “Başkalarının bizi
biricik tikelliğimizden dolayı sevdiğinden asla emin olamayız.” (38) Lacan‟ın özne
kuramında, öykü doğumla başlar, bedenin bölgeselleştirilmesi aracılığıyla ayna aşaması gelir,
en sonunda dile ve Oedipus Komplaksi‟ne ulaşılır. Bu anlatının her bir aşaması bir biçimde
„ben‟in yitirmesi‟ ya da „ben‟in yoksunluğu‟ doğrultusunda kavranır.
Sevgi bizim ilk doğamızı (çift cinslilik, cenin)yeniden bütünler, iki ayrı varlığı
birleştirir. Bu doğumdan önceki ilk cinsellik belirtisine kadar olan bütünlüğün yitirilişidir.
Özne ikinci kez, doğumdan hemen sonra yitirir, ama belli bir dilin kazanılmasını da
önceler. Oedipus Kompleksi öncesinde bölgeselleştirme, denilen şey. Çocuk doğumdan sonra
kendisiyle annesini ayırmaz. Libido yerleşik, önceden belirli yolları izlemek zorunda bırakılır.
Özne kendi libido akışıyla doğal bağlantısını yitirir, kültürün „ayıp ekonomisi‟nin baskısı
karşısında yenik düşer.
Özdeşlik ve ikilikçe bastırılmış özne, imgeyi kavrar. Simgesel düzenden öncedir bu.
Ayna aşaması. (18 ay-6 yaş arası). Özne kendisini (Başkası olarak Kendisini) ve Başkasını
kavramaya başlar. Bu yabancılaşma anıdır aslında, yanlış tanımadır. Özne bir karmaşa
içindedir. Aynadaki imgesiyle buluşur (Da:geldi), ondan nefret eder (Fort:gitti). Karmaşa,
gitgel Dil‟le sona erer. Dürtülerle ilgili bu eksiksiz kopuşu „aphanisis‟ olarak adlandırır
Lacan, yani „hazyitimi‟.
Öznenin simgesel bir düzen içinde ortaya çıkışı ve arzunun törenle işe başlamasıyla
birlikte bilinçdışı da oluşmaya başlar. Arzu ideal tasarımlara yönelmiştir, ama onlara ulaşmayı
beceremez. „Hep başkalarının sevgisi beklenecektir.‟ Öyleyse, temelde Arzu narsist bir
edimdir. “Nesneye duyulan sevgi, yitirilen tamlığı sürekli araştırmaktan öte bir şey
değildir.”(41) Oedipus dilsel bir konu olarak kavramlaştırılır. Örneğin, ensest tabusu, baba,
anne gibi dilsel kategorilere başvurulmadan anlatılamaz. Anne, baba gösterenleri öznenin
tarihi içinde geniş simgesel alanları düzenleyerek, Babanın adı diye adlandırılıp tek bir bütün
olarak tanımlanır. Freud‟unkinden farklı bir cinsel farklılaşma açımlamasıdır bu. Penis yerini
fallus‟a bırakmıştır. Fallus, yoksunluğun karşıtıı olan tüm değerleri göstermek için kullanılır.
Bu noktada fallus ikili bir anlam edinir: bir yandan öznenin oluşumunda bundan ayrı düşene
işaret ederken, öte yandan kültürel temsilin işareti olur. Hem yitirilen, hem kazanılanın
gösterenidir.
Öznenin kendi kimliğini bulduğu söylem her zaman Başkalarının söylemidir. Simgesel
bir düzendir bu söylem. Önemli bir bölümü cinsel ayrım tarafından yönlendirilir, bu da
günlük edimlerimizde fallusmerkezli (phallocentricity) bir bilinç taşımamıza önayak olur.
Öznelik bir öz değil, ilişkiler kümesidir kolayca anlaşılacağı üzere. Öznellik, bir
anlamlama dizgesine etkinlik kazandırmakla oluşur. “Öyleyse söylem, özneyi üreten, varolan
kurulu düzeni koruyan bir aracıdır.” (42)
Oedipus, çocuğun simgesel dünyaya girişinin habercisi. “Dilin yasaları ve toplum;
çocuğun, babanın adını ve onun „hayır‟ yanıtlarını ister istemez kabullendiği bir yuvada
oturması anlamına gelir.”(44) Lacancı simgesel düzen tasarımı, libido çözümlemesi ile dilsel
kategoriler arasında bir karşılıklı geçişler yaratabilme denemesidir. Bir kavramsal çerçeve,
kodlamayı aşan bir şema yaratılabilir böylelikle.
Özne dille belirlenir, bilinçdışı Başkası‟nın söylemidir. Geleneksel bakış açılarına
oldukça ters düşen bir yargıdır bu. Yani dili bilinçle özdeşleştiren yaklaşımlara.
Lacan yaklaşımı Levi-Strauss‟un tüm toplumların temelini oluşturduğunu düşündüğü
„ensest‟ tabusuyla yakından ilgilidir. Onun bu savı kullanması, tartışmanın „Babanın Yasası‟
çerçevesinde döneceğini gösterir. Bu nedenle evrensel geçerlilik savı taşır ve tarihsel olarak
konumlandırılamaz.
Feminizm Lacan‟a çokyönlü yaklaşmıştır. Örneğin İrigaray, fallusmerkezli Lacan
yorumunun Baba Yasasına göre yapılandığını, dişiliğin, yoksunluğun sonucu ataerkil terimler
içinde kalarak tanımlandığını belirtir. Öznenin yapılanmasında, aynanın neden „düzayna‟
olduğu sorusu da anlamlı gerçekten. Belli ki Lacan‟ı daha çok Feministler didiklemişler.
Derrida ve Yapısöküm
Heidegger‟e göre hiçbir anlamlama yetisi varlığa yetmez, onu tüketemez. Önseldir
çünkü, bütünüyle anlamı aşar. “Varlık, bütün gösterenleri gösteren sonul bir gösterilen,
„aşkın gösterilen‟dir.” (52) Derrida için de gösterge bir ayrımlaşma yapısıdır, bir yarısı her
zaman „orada bulunmaz‟, diğer yarısı da her zaman „kendisi değildir‟. Gösteren ve
gösterilenler sürekli yeni bireşimler (combination) içinde bulunarak birbirlerinden kopar, bir
araya gelirler. Saussure‟cü gösterge örnekçesi yetersizdir. Gösterenle gösterilen arasında
değişmez bir ayrım yoktur. Herhangi bir göstergeyi okuduğumuzda anlamı bizim içi apaçık
değildir. Onlar yokluğu gösterirler, anlamları yoktur. Anlam sürekli olarak bir gösterenler
zinciri boyunca devinir, asla kesin „yerlem‟inden emin olamayız, „çünkü anlam asla tek bir
göstergeye dayanmaz.‟ Göstergenin yapısı bir başkasının izince, sonsuza değin yoklukla
eşdeğen olan başkası tarafından belirlenir. “Bir gösterge bir göstergeye yol açar/gönderir”
(53), gösteren gösterilen olur. Gösterge „başlangıç‟ı „son‟a bağlayan türdeş bir birim olarak
ele alınamaz. “Asla görünmeyen, ancak başka bir göstergenin izinde konaklayabilen gösterge
üzerine, „söküme almak‟ gibi bir yordama bağlı kalınarak çalışılmalıdır.” (53) Üstelik
gösterge zamanın da türevidir, işlevsel değişkeni ya da. Sonuçta, anlam kendisine özdeş
değildir, çünkü gösterge birbirine benzemeyen başka başka bağlamlarda geçer.
Derrida, başka Husserl olmak üzere „dolaysız bir kesinlik alanı‟ bulunduğu varsayımına
dayalı düşüncelerle kavgalıydı. Birçok kuram başlangıç ve köklerini „bulunuş‟ düşüncesinden
alır („bulunuş metafiziği‟). Ama Derrida „bulunuş‟ olanağını reddeder, taşları oynatır
yerinden. „Burada‟ ve „şimdi‟ bulunuşumuz anlayışına dayalı olguculuk ve görüngübilimin
karabasanına dönüşür Derride eleştirisi. Husserl‟in tersine gösterme, asla yanlışa düşmeden
başarılı bir biçimde anlatmadan ayrılamaz. „Kendilerinden bütünüyle ayrı bir şeye
göndermede bulunamazlar‟. Yani, koşulsuz „bulunuş‟ olanaksızdır. Bulunuş varsayımına
dayalı düşünce, konuşmaya yazı önünde hep öncelik vermiştir. Çünkü konuşma bulunuşa
daha yakındır, çünkü belli bir dolaysızlık bildirir. Anlam konuşmaya içkin, dolayısıyla
özbilinci doğurabilir, sanki ortak paylaşılan bir bulunuş gerekçesi duygusu yaratır. Derrida‟ya
göre sesmerkezcilik, „bulunuş‟un kaçınılmaz sonucudur bu nedenle. İşte yapılması gereken
bulunuş metafiziğinin örtüsünü kaldırmak, konuşma ile yazı arasındaki karşıtlığı yapısöküme
uğratmak(tır). Bu noktada Saussure eleştirisi beklenir kuşkusuz. Aynı zamanda Jakobson,
Levi-Strauss ve diğer yapısalcılar. Sesmerkezcilik, evrende ilk ve son şey olarak Us‟u, Söz‟ü,
Kutsal Zihin‟i ve bilincin bütünüyle bulunuşunu gören sözmerkezcilikle yakından ilgilidir.
Derrida‟nın temel ilgi alanı „anlam aracısı olarak görünen konuşmanın ayrıcalıklı konumu
karşısında kendisine anlatımın yalnızca bir türevi olarak bakılan yazının göz ardı edilmesi
olgusu‟ olmuştur böylelikle. Batı felsefesi hep konuşma üstüne yoğunlaşmış, sesin üstünlüğü
konusunda ısrar etmiştir. Sesin görüngübilimsel yapısı, bulunuşun önemli bir kanıtı olarak
benimsenmiştir. Batı felsefesi ses merkezli olduğunca sözmerkezlidir. Özlemi duyulan şey
„aşkın gösteren‟le „aşkın gösterilen‟ dengesini sağlayacak bir Düzen. İdea, Madde, Dünya
Tini, Tanrı, vb. Şeyler türeyişlerine bağlı bir telos doğrultusunda kavranabilmek için,
anlamları belli bir anlam sıradüzenine (hiyerarşi) oturtularak düzenlenir. Anlaşılan tüm
metafizik bir ilk ilkeye dayanmaktadır. Ve ilk ilkeler çoğunluk bu ilkelerin dışladıklarıyla,
diğer kavramlara ilişkin bir „karşıtlık‟ yoluyla tanımlanırlar. Bu ilişki ve karşıtlık (kavram
çiftleri) her zaman yapısöküme uğratılabilir. Tüm metafiziklerde içerilen karşıtlıkların asla
değişmeyen göndermesi „buradanın burada olması‟. Derrida‟ya göre belli başlı ikili
karşıtlıklar şunlar: gösteren/gösterilen, duyulur/düşünülür, konuşma/yazı,
söz(parole)/dil(longue), artzamanlı/eşzamanlı, uzam/zaman, edilgenlik/etkenlik. İkili
karşıtlıklar bir şeyi görmenin bir yolunu sunarlar, ideolojilerin yaptığı şeydir bu.
Derrida‟ya göre, özgün, bütüncül, kendisine ek yapılamayacak bir doğa olanaksız.
Tersine doğa, kendisine sürekli yeni şeyler eklenmeden varolamayan, kendisine hep yeni
şeylerin eklendiği bir varoluştur. Metafiziğin dili güvensiz ama kaçınılmazdır da.
Yapısalcılığa eleştiri üç nokotada toplanabilir: 1) Genel yasaların olup olmadığı kuşkuludur,
2) Nesnel tanımların olanaklılığı kuşkuludur (Özne/nesne karşıtlığı tartışmalıdır), 3)
Karşıtlıklarda yer alan her terim diğerinin suçortağıdır. Levi-Strauss eleştirisi, Saussure,
Rousseau eleştirisine benzer. Eldeki terimlerden yalnızca biri sonul olabilseydi, gösteren
gösterilenden ayrılabilirdi. Bu yoksa, geriye kalan sonsuz bir anlamlama oyunu‟dur. Yazının
böyle geniş ölçüde bastırılışı (Sözün önünde) Saussure‟ün önerdiği yöntembilgisiyle ilgilidir.
Oysa Derrida için, yazı dilin önkoşulu olduğundan, konuşmanın da önsel koşuludur. Özgür
bir oyundur, „bütün iletişim dizgelerinde bulunan kararverilemezlik (undecidabilitiy)
öğesidir.‟ “Yazı her zaman belli bir ize dayalı olarak duran yapının adıdır.”(65)
Freud‟un yazıdan alınan örnekçelere başvurması rastlantı değildir bu nedenle.
“Derrida‟nın Freudcu psikanalize başlıca ilgisi, bu yöntemin bize metinleri şifresini çözmeyi
ve kullanmayı öğretmesi temelinde anlatılabilir.” (67) Herhangi bir metine yaklaştığında,
Derrida‟nın yaptığı; „metnin kendisi için kurduğu yasaları ilk çiğnediği bölümceyi hemen
oracıkta belirleyip, hemen o an incelemeye almak. İşte o zaman metin sökülüp gelir çünkü
yapısöküme uğramıştır.‟ (67)”Derrida differance‟ın (ayıram) anlamını sonraya bırakma‟nın
(defer) anlamına dahil eder. Differance‟ın kendisi sonul olmayan bir sonraya bırakma
sürecidir.” (70)
Nietzsche‟nin görececiliğinin bir farkı var. Diğer görececiler ortak değişmez bir
paydaya işaret ederken, Nietzsche yorumumuzun ötesinde fiziksel, tek bir gerçeklik yoktur,
der. Olan, yalnızca bakışaçıları‟dır. Ona göre de dilden başka seçeneğimiz yoktur, hep onun
içinde kalarak işgörmek zorundayız. „Dile ve onun kavramlarına yakalandık bir kere.‟ Bu sav
bile üstelik, dil içidir. Bu tutum karşıtları (eğretileme/kavram, beden/zihin, vb.)
sorunsallaştıran bir tutumdur ve Derrida‟yı Nietzshce‟ye bağlar. Biri karşıtların bağını çözer,
diğeri yapısöküme uğratır. Felsefe tarihi Nietzshce için budur, eğretilemeyle yolalmıştır, ama
Platon‟dan beri bu gerçeği gizlemiştir. Bütün dil köküne kadar eğretilemelidir, benzetme
(trope), değinmece (kinaye), değişmecelerle (mecaz) çalışır. Hiçbir dil kendisi değil. Yazınsal
dil bu anlamda biraz daha dürüsttür, nasıl bir dil (kullanımı) olduğunu azçok gösterir,
sakla(ya)maz. Yazınla felsefe arasındaki duvar tam da bu nedenle yıkılır. Yazınla felsefe,
eleştiriyle yaratma arasında açık bir ayrım yoktur. Eğretilemeler özce temelsiz (gerekçesiz)
olduğundan, dil kurmacaya yatkın ve keyfi doğası yüzünden yanlış yola sapmaya yatkındır.
Felsefe, hukuk, siyaset, vb. en az şiir kadar kurmacalardır.
Eğretileme dilin deyişsel bir özelliği olarak görüldü hep. Oysa konuşmanın özsel
koşuludur. Dil bir gerçeklik türünden başka bir gerçeklik türüne geçerek çalışır, bu nedenle
özce eğretilemelidir. Hiçbir „özel‟ dil bağışık değildir bundan. Felsefe bilmezlense de
eğretileme baştan sona sarmıştır felsefeyi. Anlam çevrede dolanır durur. Eğretileme bu
dolanıp durma sürecinin adıdır işte. “Düzenli dilin korkusu eğretilemeler, anlamın
çoğalmasını sağlarlar.” (74)
“Gündelik dil ağzına kadar eğretilemeyle doludur.” (75) Eğretileme yalnızca benzerliğe
dikkati çekmez, ayrılıkları da açığa çıkarırlar. Yalnızca boş sesler değildir eğretilemeler.
Düşüncemizi yapılandırır, hatta eylemlerimizin daha iyi anlaşılmasını sağlarlar. Üstelik yeni
içgörülerin üreticisi de olabilirler.
Yapısökümcü eleştiri, metnin eğretilemeli yapısına özellikle odaklanır.
“Yapısökümcülerin izlediği yol metnin dilbilgisel yapısını gizlediği noktaya yöneliktir.” (78)
“Yapısökümcü „kapalı okuma‟ metin „sorgulandıkmtan‟ sonra metnin geride kalan
korumalarını yarar geçer. Böylece metnin içinde „yazılı olanlardan‟ bir karşıtlar kümesi
kurulabileceğini gösterir.” (78) Metni yapılandıran karşıtlıklarda ilk ya da öncelikli terimin
(özel-kamusal, eril/dişil, vb. de baskın ilk terim örneğin) diğer terimi dışlamakla oluştuğunu
göstermek, ikinci terimin baskılandığını tanıtlamaktır yapısökümcü eleştirinin işi. Derrida
yöntemi, neredeyse algılanamaz olan yerdeğiştirmecelerin, özellikle de kararverilemezlik
anının anbean incelenmesiyle ilgilidir. Yoksa okuyucu bunları gözden kaçırabilir. Tabii onun
yapmak istediği, kararverilemezlik anını, belirsizlik ya da ironi anı olarak metnin bütüncül
anlam dizgesine değişmez bir biçimde yerleştirmek değil, dizgeyi gerçekten çökertecek
tehlikenin baş gösterdiği bir an olarak yerleştirmeye çalışmaktır. Metafizikte yerleşik
karşıtlıkları tek başına etkisiz kılmak yetmez. Tersyüz etme, yerdeğiştirme vb. yle yürüyen
yapısöküm, ardıl felsefe karşıtlıklarında her zaman bir şiddet sıradüzeninin olduğunu ileri
sürer. Terimlerden biri hep önceliğini pekiştirir, diğerini denetimine almaya çalışır.
Dolayısıyla ilk iş sıradüzeni yıkmaktır (metin içi şiddeti kırabilmek için). Sonra tersyüz
edilmiş terimin yeri değiştirilir, terim söküme alınır. Derrida‟nın yaptığı, dilin hangi biçimler
altında filozofların tasarılarını yolundan saptırdığını göstermeye çalışmaktır. Felsefe
metinlerindeki değişmece araçları ile eğretilemeler üzerine odaklanarak yapar bunu. Felsefe
uslamlamalarının sözsanatsal doğasının altını özellikle çizer. Yöntemi, öncelikle başat bir
eğretilemeye dayalı olarak terimlerin yerlerini nasıl olup da kazandıklarını, sonra da
eğretilemelerin asla sonuca dayalı bir mantığa dayanmadıklarını göstermektir. Eğretilemeler
çoğun, uslamlamanın mantığını bozar. “Manatığı yanlışlamak için aynı anda hem dili
kullanmayı hem onu sökmeyi öğrenmemiz gerekir. Derrida şimdiye dek koruyup sakladığımız
bütün „karşıtlıkları‟ önce sökmemizi sonra feshetmemizi ister bizden.” (81) Yapısökümcüler,
belli bir kesişme noktasını imleyen, durmaksızın genişleyen bir ağı metinlerarasındalık diye
adlandırırlar. Metne ilişkin yorumlar sürekli çoğalır burada. “Üstelik hiçbir yorum kendisinin
en son ve doğru yorum olduğu savında bulunamaz.” (81)
Derrida‟nın sözmerkezcilik olarak adlandırdığı ve en yüksek ironiye konu ettiği bu
merkeziyetçilik anlayışına getirdiği eleştirinin, yapısöküme uğratma üzerinde gereğinden çok,
cansıkıcı ve dizgesel bir biçimde durması onun da başka bir ironi konusu olabileceğini
göstermektedir. “Derrida‟nın çalışmalarının geniş oranda tarih dışı, siyaset açısından baştan
sona kaçamak yanıtlarla dolu olduğu da göz ardı edilemez.” (85) “Kimbilir? Belki de
Derrida yalnızca oyun oynamakla oynuyordur?” (86, H.Lawson,1985‟den)
Foucault ve toplum Bilimleri
Foucault dünyayı tüm yönleriyle açıklama savında olan her türden küresel
kamsallaştırmaya karşıdır. Nietzsche‟nin Ahlakın Soykütüğü Üstüne adlı kitabında „şimdi‟yi
„geçmiş‟ten koparma, „şimdinin meşruluğunu‟ kaldırma çabası Foucault‟da yankılanır.
Soykütüksel çözümleme tarihsel çözümlemenin geleneksel biçimlerinden çeşitli bakımlardan
ayrılır. Doğru bilgiler adına bütüncül bir kuramca süzgeçten geçirilen, sıradüzene sokulan,
düzenlenen birtakım yerel, kesintili, yetkmisiz ve meşru olmayan bilgilere odaklanır
Soykütük çözümlemesi. Bir eleştiri biçimidir, bu tarih görüşünde , hiçbir değişmez dayanağın
ve özün yeri yoktur; ne de geçmişi yapılandıran kesintiye uğramamış değişmez süreklilik
biçimlerine yer vardır.
Foucault tüm yaşamı boyunca usun dışladıklarıyla ilgilendi: Delilik, rastlantı, kopukluk.
Yazınsal metin „başkalık‟ı konuşmalıydı. Felsefe/hukukta bu sessizlik/suskunluk‟tu. Suç ve
günah yazını onun için önemliydi (Sade, Nerval, Artaud, Nitezsche, vb.).
Büyük kapatma‟yı, deliliği ve dilenciliği güven altına alma tarihini incelemekle başladı.
Akıl hastaneleri, klinik (Tıbbi algılamanın kazıbilimi) doğar. Çözümlemeye çalıştığı şey,
„modernleşme süreci‟nin kendisidir. Foucault „aygıtlar‟ üzerine konuşmaya isteklidir. Aygıt,
içinde söylenenler kadar söylenmeyenleri de bulup çıkarabileceğimiz söylemler, yasalar,
kurumlar gibi ayrışık öğelerden oluşan bir yapıdır. “Bu bakımdan aygıt hem bilgi türlerini
destekleyen hem de bilgi türlerince desteklenen güç ilişkileri stratejilerini kapsamaktadır.”
(98)
Çalışması şöyle özetlenebilir: Birer saldırı ve savunma aracı olarak görülen iktidar ile
bilgi arasındaki ilişkilere dayalı söylemlerin karşılıklı etkileşimini yeniden keşfetme. (101)
Disiplin, başkalarının üzerine abanan iktidardır, dolayısıyla başkalarını tanımlamaya
kalkar. Bilgi, özgürleşimin önünü keserek gözetlemeye, düzene sokmaya, disipline etmeye
yönelik bir kip halini alır. Modernizasyon projesi, „denetlenebilen bir yasadışıcılık‟ın her
bakımdan yararlı olduğu varsayımına bağlıdır.‟
Foucault, Weber ile Nietzsche‟nin endişelerini yineler: Bilim dünyadaki
söylenbilgisinin örtüsünü kaldırır, ama tam da bilimin kendisi, yerine başka bir şey konulup
iptal edilmesi gereken bir söylendir. Bilimsel bilgi dünyanın büyüsünü de bozar. “Teknik ya
da araçsal ussallığın yükselişinin açık bir sonucu, büyübozumunu sürekli üreten şeyleştirme
(reification) sürecidir.” (105)
Foucault, ortaya cinsel içgüdü koyarak cinsellik üstünde bilime yeni bir baskı alanı
açmakla suçlar Freud‟u. Foucault için (Cinselliğin tarihi, 1979) cinsellik doğal bir gerçeklik
değil, bireyin gözlem ve denetim altında tutulmasına önemli bir katkıda bulunan bir söylemler
ve uygulamalar dizgesinin ürünüdür. Özgürleşme bir kölelik biçimidir, çünkü „doğal‟
cinselliğimiz de gerçekte bir iktidar söylemidir. Derdi, insanbilimleri alanını irdeleyerek,
modern toplumların denetim ve disiplin altına alınmasına karşı bir eleştiri yolu sağlamaktır.
İnsan bilimleri insanı „devletin öznesi‟ biçiminde resmi bir çalışma konusu yaparak,
günümüzde ussallaştırılmış yönetim ve toplumsal denetim dizgelerinin amansız genişlemesine
yol açarlar.
1971-72‟de Foucault iktidar sorununu yeniden ele alır. Yargısal ve olumsuz bir iktadr
kavrayışı yerini teknik ve stratejik bir iktidar kavrayışına bırakır. Bu, modern iktidar önceden
varolan düzenlerin sınırlaması altında çalışmaktan çok, „yeni‟ kapasiteler ve etkinlik kipleri
oluşturmak amacıyla işleyen bir süreçtir. (111) İkitadar ne bir kapasite, ne sahip olmadır.
Ekonomiye ikincil de değildir. İktidar ilişkileri egemenden yayılmaz ona göre, ya da bir
bireyin, bir sınıfın özel mülkiyetinde olan bir şey de değildir. Elde edilecek ya da gasp
edilecek bir şey değildir iktidar. Daha çok bir ağ niteliği taşır, iplikleri her yere uzanır.
İktidarın uygulanmasına yoğunlaşır bu nedenle. Onun sorusu, „iktidar kimin elinde?‟, „İktidar
sahiplerinin niyetleri ya da amaçları nedir?‟‟le ilgisizdir. Onun sorusu „iktidarın yol açtığı
sonuçlara bağlı öznelerin oluşum süreçleri‟ne ilişkindir. (112) Düzenekler, teknikler, iktidar
yordamları şu ya da bu sınıfın maritfeti olamaz. Bunlar olsa olsa burjuva sınıfının siyasal ve
ekonomik yararını açığa vurdukları andan başlayarak yayılmışlardır. Öyleyse iktidar, yalnızca
bir bastırma, sınırlama ya da yasaklama alanı değildir. “İktidar, „gerçekliği üretir‟; „nesne
alanlarını‟ ve „doğruluk ritüellerini‟ belirler.” (112) Bilgi iktidarın sonuçlarına daha bir
etkinlik kazandırır. Bu ikisi birbirinden bağımsız olamazlar. “Artık özneyi çok yönlü, dağınık
ve belli bir merkezden yönetilemeyecek söylemlerin beşiği olarak anlamak durumundayız.
„Aşkın öznenin‟ ölümü, Chomsky ile Sartre‟ın ilgilendiği doğrunun söylenmesine ilişkin
ahlaksal yetkeyi yerinden etmiştir.” (113)
Tabii, Foucault‟nun üzerinde konuştuğu şey, modern hapishaneye ilişkin özgül bir rejim
değil, modern öznelliğin yapılışıdır. Althusser de benzer bir yaklaşıma sahiptir. Ona göre de,
ideoloji gelecekte son bulmayacak ve asla şeffaf bir topluma ulaşılamayacaktır. Her ikisi için
insancıllık bir yanılgıdır. İroni şurada ki bu söylemin (insancıllık) içindeyiz bir yandan,
dünyayı böyle deneyimleriz, ama bu ille de kuramsallaştırılması gereken bir yol değildir.
Foucault Marxçılık‟a birçok bakımdan ters düşer. Ona göre iktidar devlet aygıtı içinde
yer almaz; çok daha donanımlı belli belirsiz kanallar içinde dolaşır, „çünkü her bireyin
hizmetinde hiç değilse bir parça iktidar bulunur.‟ (119) İktidarı iktidar yapan sürekli „hayır‟
diyen gücü kullanması değil, şeyleri üretmesidir, „bir yandan hazzı teşvik ederkmen, diğer
yandan bilgi biçimleri ile söylemleri üretir.‟ (119) Soykütük yöntemi, „baskıcı söylemler‟in
zülmüne karşı saldırıya geçerek, bölük pörçük edilmiş, boyun eğdirilmiş yerel ve özgül
bilgilerin değerini göstermek adına verilen savaşımın özenli bir biçimde yeniden
keşfedilmesinden oluşur. Büyük doğrulara ve kuramlara karşıdır bu görüş.
Foucault iktidarın neye karşı işlediğini tanımlarken güçlük çeker. Neredeyse metafizik
bir ilkedir iktidar. Her yerdedir. Yaşamın her anında üretilmektedir. İktidarın olduğu yerde
direniş de vardır dese de, bunu yüreklendirecek hiçbir temel önerme sunmaz. Çünkü ona göre
tarihte değişmeden kalan hiçbir özne olamaz. Tarih denetimsiz, yönsüzdür. Boşlukta kalan
soru şu: Direnişi doğuran temel düzenek nedir? „İnsanlar ne demeye direnişte bulunurlar?
Neden boyun eğerler?‟ (123) Direniş, onun çalışmasında gerçekten fazladan bir kategoridir.
Bu nedenle çözümlenmemiş beklemektedir. “Bütün toplumsal ilişkiler gerçekte iktidar
ilişkileriyse, o zaman bir toplum biçimiyle başka bir toplum biçimi arasında nasıl bir seçim
yapacağız?” (126) Foucault‟ya göre iktidar ilişkilerinin varoluşu direniş biçimlerini
öndeyiler. Tüm ilişkilerde belirdiğine göre iktidarın kendisi bir direniştir aslında. Modern
üretim biçimlerinin anonimliğine yoğunlaşan Foucault, sınıf baskısını ihmal etmek
durumunda kalır. Sarup, bir soru daha ekler: “Foucault betimlerini hangi konumdan
yazmaktadır? Kuramının değergesi nedir?” (128)
İnsanların özneye dönüşmelerine önayak olan başlıca üç nesneleştirme kipi sıralar
Foucault: 1) İnsan bilimlerindeki bilimin değergesine başvuran söylem türü (ġeylerin düzeni,
Bilginin Kazıbilimi). Sonuç: „bilen özne‟. 2) Bir kimseyi dışlama, ayırma ve baskı altında
tutma uygulamalarına dayalı özne oluşumu: „ayrımcı uygulamalar‟ (Delilik ve Uygarlık,
Kliniğin DoğuĢu, Disiplin ve Ceza). 3) İnsanın kendini özne olarak görmesi, bastırılan içsel
kipler (Cinselliğin Tarihi).
Günümüzde Post-yapısalcılık Ġçindeki Birtakım Yönelimler
Bölüme Sarip, Nietzsche‟yle başlıyor. Nietzsche‟yi anlamadan postmodernizmi
anlamak olanaksız belki de. Hegel‟i köklü bir biçimde karşısına alan Nietzsche, devlet ile
siyasal liberalizm gibi iki puta tapınılmasına bütünüyle karşıdır, çünkü temelde siyaset
karşıtıdır. Bir parti‟ye bağlı olma düşüncesinden tiksinir. Erkek ve kadın üzerine korku salan
bir iktidar düşündüğünden, devleti uygunsuz görür. “Yaşamının ve düşüncesinin temel
güdülenimi çağcıl dünyadan uzakta kendini yüceleĢtirmeye çalıĢan siyaset karĢıtı bireydir.”
(134) Bir dizgesi yoktur, çünkü her dizgenin kendi içinde sorgulanamayacak bir öncüller
kümesine indirgenebileceğini savunur. Tüm sayıtlılar sorgulanmalıdır. Hiçbir dizge tek başına
doğruluğu ortaya çıkaramaz, olsa olsa her dizge belli bir bakış açısı, görüş önerir. Bu nedenle
farklı bakış açılarını yedeklemeliyiz olabildiğince. Hiçbir sonlu dizge içtutarlılığı, kendi
doğruluğunu garantileyemez. Bu nedenle bilim bitmiş kişi-dışı bir dizge değil, aralıksız süren
küçük ama yürekli denetimlerle donanımlı, tutku dolu bir araştırmadır. Onun „şen bilimi‟
deneyden korkmaz, tasarladığı „iyi istenç‟ ise yeni kanıtları kabullenme pahasına önceki
konumları terk etmeyi göze alır.
Nietzsche‟nin başlıca varsayımlarından biri, „bengidönüş‟ öğretisi. “Bu öğreti bütün
her şeyin hiçbir koşula bağlı olmaksızın sonsuz bir biçimde yinelenmesi anlamına gelir.
Nieteezsche‟nin söz konusu düşünüşü, belli bir ilerlemeye, tasarıya ya da amaca bağlı olarak
tarihe ya da yaşama anlam yüklemenin yadsınması üstüne kuruludur.” (135) Umutları
gelecek çukuruna dolduran her türden inanca yukardan bakar. Şöyle der: „İnsanlığın amacı
zamanın sonunda yatmaz; amaç yalnız ama yalnız insanlığın en üst türlerinde mevcuttur.‟
(Zamansız DüĢünceler)
Bu Nietzshe çerçevesinden sonra Deleuze ve Guattari‟ye değiniyor Sarup. (AntiOedipus: Capitalizm and Shizophrenia, 1977) Foucault gibi bu ikili de Marksizmi, kendisini
ister istemez siyasal ve fiziksel bir baskı aracına dönüştüren bir yorumlama dizgesinin temel
örneği olarak değerlendirir. Onlara göre, “arzunun devrimci karakterinin psikanaliz yoluyla
bastırılması psikanalizi modern devletin bekçi köpeği durumuna sokar.”(139)
Lacancı imgesel siyaset olanağını zihinlerinde canlandıran ikili, bu siyasetin amacını,
insanın özgürlüğüne, arzu duyan bir hayvan olması anlamında geri dönüş olarak tanımlar.
Dolaysızlığa dayalı simgesel öncesi aşamayı göklere çıkarırlar. Çocuklara, yabanıllara ama en
çok delilere simgesel öncesi aşamanın gücüyle bağlantı içinde insan örnekleri olarak bakarlar.
Bu insanlar Odipustan geçmemişlerdir. Onlara simgesel ulaşmamıştır. Deliliğe sempatiyle
yaklaşırlar. Lacan‟ın merkezinden edilmiş özne kavramını ödünç alan ikili, biraz daha ileri
gider. Şizofren sözcük ile şey‟i ayırmaz. Söylemek ve yapmak aynı şeydir. İstekle eylem
arasındaki ilişki doğrudan, dolaysızdır. Yani bir şizofren siyaseti geliştirmişlerdir. Üstün
sayılması gereken bir deneyimdir şizofreni. Şizofren Odipal hapishaneye tutsak düşmez. Olan
biten „arzulayan makinalar‟ arasında birtakım bağlantılardır. Bölük pörçüklük yalnızca
şizofren deneyimi değil, „insan olmanın evrensel koşuludur‟.
Madan Sarup‟a göre ikilinin arzu anlayışları katıksız bir idealizmin ulaştığı en yüksek
noktaya işaret etmektedir.
„Post-yapısalcıların gösterdiği gelişimlerden birisi, aynı anda bütün siyasal
sorunlardan uygun bir yolla kaçınmak olmuştur.”(143) Örneğin, Foucault‟yu Marx‟ın
karşısına çıkaran Nietzshce‟ci izlekler nelerdir? Marksçılık imadı dolmuş küresel, bütüncül
bir kuramdır, çünkü tarih bir süreklilik değildir.
Jean-François Lyotard eski bir Marksist. Temelde söylediği, yaşamda siyasetten önemli
şeylerin bulunduğu… Siyasete gömülürsek, „burada‟ ve „şimdi‟ olanı kaçırırız. İdealler,
insanları her zaman şimdiden koparırlar.
Bir bölüm açarak (Sarup), post-yapısalcılardan etkilenmiş yeni felsefecilere göz atar.
Onların sosyalizm eleştirilerini irdelemektir niyeti. Örneğin, Marc Levy, Foucault‟nun
iktidarlara karşı „direniş‟ten sözedebildiği yerde, özgürlüğün olanaksızlığına takılır kalır. „İyi
bir toplum düşüncesi gerçekleşmeyecek bir düştür.‟ (151) Ruh hastalıkları dışında imgesele
kaçış olanaksızdır, ruh hastalıkları da işlevsel bir çözüm değildir Levy‟ye göre. Ütopya
yoktur, „kaldırım taşlarının altında kumsal bulunmaz.‟ (152) Yeni felsefeciler kendilerine asla
kapitalizmi ve sonuçlarını dert etmemişler, toplumsalı ihmal etmişlerdir. Bilimi de siyasetin
yanı sıra yadsımışlardır. Avuntuyu estetikte, metafizikte, dinde aramışlardır.
“Görünen o ki pek çok post-yapısalcının genel eğilimi şudur: „Marksçılık doğru değilse,
öyleyse başka hiçbir şey doğru olamaz.‟”(156)
Cixous, Irigaray, Kristeva: Fransız Feminist Kuramları
Cixous, romancı, eleştirmen, yorumcu. Kadını fallusun üstün konumuna mahkum
etmelerinden ötürü gerek Freudcu gerekse Lacancı cinsel ayrım örnekçelerini reddetmiştir.
Yerine, „yalnızca cinsel ayrımın yadsınması olarak değil, aynı zamanda çoksesliliğin, erilliğin
ve dişiliğin birey öznede eşanlı bulunuşu olanağından, bireyin içindeki dişilliğin canlı bir fark
edilişi anlamında kullandığı çift cinsiyet olanağından sözeder.‟ (161) Psychoanalyse et
Politique (Psych et Po) topluluğuyla özdeşleşen Cixous, „köstebek‟ çalışmasına katılır.
Feminist topluluklara saldırır, çünkü „onları eril iktidar yapılarına girmeyi başarmak ve
onları yeniden üretmek için uğraş veren reformcu topluluklar olarak görür.‟ (164) Ama
Cixous‟u daha çok kurmaca yazıları etkili kılar. Belirsiz karakteri, oynak görüş açısı,
saydam(laşmış) dile meydan okuma, alaşağı edilen çizgisel zaman anlayışıyla yapıtı
olağanüstüdür. Tüm izlekleri kurmaca yapıtlarında işlenir. Başkasını yok etmeye yönelik ikici
(düalist) düşünceyi eleştirirken, kendisi gibi bir başka kadın yazar keşfetmiştir: Clarice
Lispector (Brezilya).
Cixous, ölümlülüğümüzle yüzleşmemizi sağlıyan Varlığın zamansal görünümlerinin,
dolayısıyla seçim zorunluluğunun (Heidegger) farkındadır. Bu onu tiyatro üzerinden siyasal,
ahlaksal hareketlere taşımıştır: „Dişil bir ekonominin öznel ve kolektif boyutlarını düşünmek,
türdeaşleşmeye karşı kültürel çeşitliliği korumak, çeşitli baskı biçimlerine direnmek.‟ (168)
Luce İrigaray da kadını „erkekleştirecek‟ geçerli dizge terimlerinin tehlikesine işaret
edenlerden… Dizge içi eşitlik yerine, toplumsal ve kültürel düzenin temeline meydan okumak
daha önemlidir. Ona göre erkek, kendi ego‟sunu dünyaya yansıtır, böylece nereye bakılsa
erkeğin kendi yansımasını görmesini sağlayan bir dünya-ayna çıkar ortaya. Bunu saptadıktan
sonra çalışmasının ikinci aşamasında, anneyi arar. Anne erkeğin imgesel sürecine destek verir
ama bu süreçte kendisi asla temsil edilmez. Temsil annenin katliyle eşdeğerdir. “İrigaray‟ın
stratejisi ana katli gib orijinal („doğuştan‟) bir suçu gizleyen dirençler ile savunmaları
araştırmaktır.” (171) Özdeşlik, mantık ve ussallık tasarımları açısından simgesel olarak eril
Batı kültüründa, “kadın ya bu kültürün dışarısında kalmış bir boşluk ya da
simgeselleştirilemeyen bir kalıntıdır. Dişil kendisini bu kültürde daima bir eksiklik, bir
öykünme ya da bir yoksunluk diye tanımlar.” (172) İrigaray, birçok batı söylenini
yorumlamıştır. Ona göre kadını felsefeden ve polis‟ten (kentdevlet) dışlayan hareket bir ve
aynı şeydir. Polis, dışlama edimi üzerine kuruludur (Platon‟dan Hegel‟e varıncaya). Kenara
fırlatılan doğa‟dır. Toplumsal, erkeğin ölüm ve ölümlülük korkularına karşı oluşturulur. Bu
süreçte doğumun dolayısıyla geçiciliğin ve ölümün canlı bir anımsatıcısı olan, kendine
„doğanın göstergesi‟ olarak bakılan yalnızca kadındır. İrigaray, kadınların kendi dil evlerini
yaratmaları gerektiğini söyler. Kendilerine özgü bir dil oluşturmak zorundalar.
Cixous eril yazarların „dişil doğa‟sını örneklerken Mallarme, Lautremount, Joyce‟a
başvurur. İrigaray ise Nietzsche, Hegel, Levinas, Derrida‟yı dişil ve kadınca bulur.
Julia Kristeva Bulgaristan‟dan gelmiştir Fransa‟ya (1966). Kristeva için dil, değişmez,
tekyapılı (monolithic) bir dizge değil, özneler arasında geçen karmaşık ve ayrışık bir
anlamlama sürecidir. “Dil toplumsal ilişkilerin basit bir yansımasından ibaret olmayıp tersine
oldukça üretkendir.” (179) Cixous gibi, simgesel düzenin egemenliği altına alınamayan,
simgesel söylemi tehdit ettiğinden söylemin sınırlarına sürgün edilen dişil anlamlama
biçimlerinin bulunduğunu söyler. Ama dilin dişil görünümüne kadının libidosunda yer
vermez. Olayısıyla dişil, erkek ya da kadın yazarlara açık bir dil kipidir yalnızca.
Onun temel kavramlarından göstergesel, anlamlamanın, bedensel ve libidonal
malzemenin „hammadde‟sidir. Annenin bedeninin kapladığı uzamca tahakküm altına alınan
dişil bir evredir göstergesel. Öznenin hem üretildiği, hem de alttan alta yok edilme gözdağı
verildiği yer, khora (Platon, Timaos). “Annelik, kadının yaşadığı bir dişilik deneyimi
olmaktan çok dişiliğe ilişkin eril bir düşlemin sonucudur.” (180) Kısaca,
simgesel/Odipal/toplumsal varoluş kipi varlığını, dillendirilemeyen ve temsil edilemeyen
göstergesele/anneliğe/dişilliğe derinden borçludur. Küçük kız bir seçimle karşılaşır: Ya
annesiyle özdeşleşir ya da babasının simgesel kişiliğine uydurur kendini. İlkinde Odipus
dönemi öncesi aşamalar (oral ve anal erotizm) etkilerini arttırır. İkincisinde, Odipus öncesi
durum sansürlenir, annenin bedenine bağımlılığın son izleri silinip süpürülecektir. Demek, iki
yaşam yolu var: anneyle özdeşleşme, babayla özdeşleşme. Kristeva, hiçbir cinsel ayrım
gözetmeyen, geleneksel cinsiyet ayrımlarının zayıflamasına önayak olan göstergeselin ne
olursa olsun güçlendirilmesini önerir.
Lyotard ve Postmodernizm
Sarup önce kavramların özet tanımlarını yapıyor bölüme başlarken. Modernlik,
Postmodernlik, Modernleşme, Modernizm.
Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge‟ı 1984‟te yazdı. Lyotard
teknoloji, bilgi üzerinde durarak bir soru geliştirir: Bilginin ne olduğuna kim karar verir?
İhtiyaç duyulan şeylerin neler olduğunu kim bir karara bağlar?
Wittgenstein‟ın „dil oyunları‟ kavramından etkilenen Lyotard, dilin kendi meşruluğunu
taşıyamayacağını, bunun dili kullananlar arası bir sözleşmeyle ilgili olduğunu ileri sürer. Dil
oyunları, üstelik birbirleriyle de karşılaştırılamaz.
Anlatısal ya da öykü anlatan bilgi savları bağlamsal olup yeni durumda geri çekilmek
zorundadır. Bunu tartışır Lyotard. Eski büyük anlatıların çağdaş toplumda bir işlevi olmaz.
Bunlar kurgusal da, özgürleşimle ilgili olsalar da, güvenilmezdirler artık. Bu teknik ve
teknolojilerin kaçınılmaz sonucudur, çünkü ikinci savaş dikkati eylemin amaçlarından
araçlarına çevirmiştir.
Bilim iktidarı yedeklemektedir. Erkin parçasıdır, ticarileşmiştir. “İşlerlik kanıt üretme
yeterliliğini arttırdıkça aynı zamanda haklı olma payını da arttırır. Bu demektir ki teknik ölçüt
doğruluk ölçütünü etkilemeden yapamaz.” (198)
Bu noktada Madan Sarup, Peter Bürger‟den yararlanarak (Theory of the Avant-garde,
1984) burjuva sanatı ve toplumsal işlevini, Herbert Marcuse‟e de başvurarak irdeleme gereği
duyar. Marcuse göre, burjuva kültürü insani değerleri imgelem alanına sürmüş, böylece
sözkonusu değerlerin gerçeklik kazanma olanağını yitirmelerine neden olmuştur. Böylece tam
da sanatın kendisi protesto ettiği toplumsal koşullara istikrar kazandırmış olur.
Ve soru: Aydınlanma tasarısı başarısızlığa uğradı mı, uğramadı mı? Modernlik davası
yitirilmiş bir dava mı? Yoksa tersini mi yapmalı, aydınlanma ve kültürel modernizmin niyet
ve amaçlarına daha sıkı mı sarılmalıyız?
Lyotard‟a dönersek, onun gözünde „postmodern durum‟ tıpkı Tinin Diyaletkiği,
İşçinin Kurtuluşu, vb. türünden bir büyük anlatı (grands recits) dir. Bunlardan herhangi
birine başvuran söylem, moderndir. Ona göre, büyük anlatı, doğayı fethetmek için telos‟unu
arayan insanın geliştirdiği üstanlatılardır. Marksçılık da bunlardan biridir. “Postmodernizmin
gelip kapıya dayanması anlatının meşrulaştırım işlevinide, uylaşıma zorlama yeteneğinde bir
çözülmenin baş gösterdiğinin işaretidir.” (208) Sarup sormadan duramaz: Neden
postyapısalcılar evrenselden bu kadar çekinmekteler? Neden Lyotard büyük anlatıların sonuna
gelmişken büyük anlatıya başvuruyor? Burada, bütünlük ve parçacılık‟ın ünlü tartışması
Lukacs/Adorno‟ya değinilir. Organik bütün ve parçalılık... Lukacs‟a karşı Adorno, avangart
yapıtı çağdaş dünyanın olası en sahici ifadesi olarak değerlendirir. Sanırım sanatın
avangartlığıyla her şeye karşın özgürlüğünü koruyabilmesinin açıklaması bir yandan Adorno,
Barthes, Breton, Derrida çizgisinin temsil ettiği geleneğe, öte yandan Walter Benjamin, dahası
Brecht çizgisine dayanıyor. Sanatın kurumsal varlığı, sanatçının devrimci (yıkma) işleviyle
buluşturabiliyor ikinci çizgide.
Lyotard‟a göre, şeyler ayrışık dil oyunlarına aitseler, karşı tarafı iknaya yönelik her
türden girişim, söz edimi (speech-act) baskısının bir biçimine, bir haksızlığa ya da uzlaşıma
dayalı temel kuralların bozulmasına yol açar. Olgu konusu kesinlikle ahlaksal yargı konusuyla
ilintili değildir. Ona göre, „yüce‟ bizi düşüncenin sınırlarına taşır. Bu noktada daha çok
sözkonusu olan estetik kavrayışa ilişkin kipliklerdir. Gizemselleştirilmiş bir alandır.
Lyotard, Habermas‟ın tersine uylaşıma değil, dengesizliğe vurgu yapar ve amacı
„olağan bilim‟in yönetildiği kavramzsal çerçevenin altını oymaktır.
Neden bütün anlatıları reddetmek zorunda olduğumuz sorusu boşluktadır.
Onun açıklaması cinsiyetsiz, ırksız, sınıfsızdır. Toplumsal eleştiri anlayışları boş olmaya
eğilimlidir. Buna karşılık feministler, temeldencilik ve özcülük çukuruna düşme
eğilimindedirler, toplumsal eleştirileri sağlam olsa da.
Lyotard‟a göre, „toplumsal bağ‟ı bir arada tutan şey çaprazlama bir söylemsel pratikler
silsilesi örgüsüdür, „hiçbirisi tek başına, bütün boyunca sürekli işlemez. Bireyler böylesi
pratiklerin birbiriyle kesiştiği düğümlerdir.‟ Gerçekte toplumsal bütünlük diye bir şey yoktur;
dolayısıyla bütünleştirici bir toplum kuramı da olamaz. (224)
Baudrillard ve Birtakım Kültürel Pratikler
Tüketim toplumu‟nu 1970‟de yazan Baudrillard‟a göre, tüketim kullanım değerlerinin
tüketimi olarak değil, temelde göstergelerin tüketimi olarak anlaşılmalıdır. Radikal soldan
aşama aşama post-yapısalcılığa, oradan da postmodernizme kayan Baudrillard, gereğinden
çok enformasyona karşı gereğinden az anlamla dolu bir dünyada olduğumuzu belirtir. Anlamı
reddetmek olanaklı tek direniş yolu, biçimidir ona göre. Yapacağımız tek şey, imgeleri
yalnızca yüzeysel görünüşler olarak kabul etmek, bunların anlamları ile gösterdiklerini
(gösterilenlerini) yadsımaktır. (234) İşte postmodern deneyim bu olanağı sağlar biraz.
Eşzamanlılık deneyimi olarak, kendi imgelerini oluşturabilmek adına geçmeşe talan eder,
tarihselliklerini görmezden gelir, bunu bir tür bengisel şimdide yapar.
Sonuç
Friedrick Jameson‟a bakılırsa, „bir bütün olarak çağdaş toplum dizgemiz sahip olduğu
geçmişi elinde tutma kapasitesini yavaş yavaş yitirmeye ve sürekli bir şimdide yaşamaya
başlamıştır‟. Ernest Mandel‟in özellikle Late Capitalism (1978) yapıtına dayanan Jameson,
bugünkü görevin, „estetik bilişsel bir harita çıkarmak, birey özneye küresel dizgede alması
gereken yeri hakkıyla verecek pedagojik bir siyasal kültür geliştirmek‟ olduğunun altını çizer.
Madan Sarup bir son değerlendirme yaparken önemli bir şöy söylüyor:
“Postmodernizmi nasıl kavradığımızın, kendimize ve başkalarına geçmişi, bugünü ve geleceği
yeniden nasıl sunduğumuz üzerinde kilit değerde bir önemi vardır.” (260)
Gerçek ve ideal arasında ayrım yapmak insanın ayırtedici bir özelliğidir. Yarının
bugünden iyi olacağını insanlar umudederler. Markçılar bunun için savaşırlar, peşine
düştükleri mükemmellik değildir. Eğitim daha işyi bir geleceğe duyulan inancı imler.
Belki Lacan‟dan yeni bir özne örnekçesi türetebilmek için yararlanabiliriz. Jameson‟un
dediği gibi, „pedagojik bir siyasi kültür geliştirmeye ihtiyacımız var.‟ (264)
“Bilinç anlamın, tarihsel olarak somut bir üretimidir, her tarihsel durum kendi içinde
ideolojik kırılmaları barındırmakla birlikte toplumsal dönüĢüm için gerekli olanakları da
sunar.” (265)
***
Lorenz, Konrad; İşte İnsan: Saldırganlığın Doğası Üzerine (1983),
Çev. Veysel Atayman/ Evrim Tevfik Güney
Cumhuriyet yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 440s.
Lorenz‟in Atayman‟ın dediğine göre neredeyse yarım yüzyıllık bu çalışması yine
olağanüstü. Sorumlu çeviri anlayışı Türkçede yapıtı tadına doyulmaz kılmış. 14 bölümden
kurulu yapıt, hayvanların (özellikle kanatlı ve deniz) davranışlarının gözlemlerinden
çıkarılmış sonuçları insanların davranışlarına ne düzeyde uyguyabileceğimizi sorguluyor.
Sonuçta ben bu yapıtın Hoimar Von Ditfurth‟un çalışmalarıyle bütünlendiğini görüyorum.
14 bölümden oluşan yapıtın 13 ve 14. Bölümleri benim için özellikle önemliydi. Lorenz
12 bölüm boyunca hayvanlar dünyasında, saldırganlık diyebileceğimiz davranışın
kaynaklarını, sınırlarını ve anlamını belirleyip varsayımlarını geliştirdikten sonra çok önemli
ve benim için de çok anlamlı vargılar üretiyor.
Biz insanların, insanmerkmezli çarpıtmalarını bir kenara koyarsak, bir kere „tür içi‟
saldırganlığın hemen hemen tüm hayvanlarda olduğunu apaçık görmüş oldum. Bunun da çok
basit bir nedeni var. Beslenme alanı. Belli beslenme alışkanlıkları olan türün diğer türlerle
paylaşabildiği beslenme havzasını aynı besinleri tüketmeye hevesli kendi türüyle paylaşma
konusunda daha uzlaşmaz olması beklenirdi. Bu denli yalın bir açıklamaydı Lorenz‟inki ve
doğru. Saldırganlık evrimin bulduğu bir çözümdü ve türün sürekliliği için kaçınılmaz bir
içgüdüydü.
“Günümüzde tarihsel-kültürel ve teknoloji durumunda tür içi saldırganlığı bütün
tehlikelerin en ciddisi olarak değerlendirmek içine elimizde yeterli neden bulunmaktadır.”
(65)
Türiçi sandırganlığın en önemli işlevi, aynı tür üyesi hayvanların belli bir bölgede eşit
ağırlıklar oluşturacak biçimde dağılmasını sağlamaktır, denebilir. (80) Öte yandan, aynı türün
üyeleri üarasındaki rekabet, tür dışı çevreyle ilgisiz bir biçimde kendi başına ayıklama
yaptığında, seleksiyon çıkmaza girebilir (Örnek: kemeler).
Saldırganlığı tehlikeli kılan onun kendiliğindenliğidir (spontane oluşu). Dış uyarımlara
gerek duymadan kendiliğinden ortaya çıkar. Yani dış uyarımlara tepki olduğunu düşünmek
yanlış olur.
Ama öte yandan evrimin iki anahtarının türlerin gelişiminde rolü, türün kendini
topyekün yok etmesini önleyecek düzenekleri de zaman içerisinde üretmeyi başarmıştır. Yani
doğal seçme/ayıklama (seleksiyon) ve mutasyon, türün sürekliliğinin motoru olarak, türün
kendini yok etme ve üremesini güvenceye alacak yöntemleri birçok değişik biçimlerde ortaya
koyabilmiştir.
“Saldırının yönünü değiştirmesi ve yeniden yönlendirilmesi, evrimin saldırganlığı
zararsız hedeflere yönlendirme yolunda „icat ettiği‟ en dahiyane çözüm olsa gerek.” (109)
Burada içgüdüsel davranışın varlığını korumakla birlikte türün geleceğini tehdit eden
sorunlara karşı, dönüşerek, Lorenz‟in hayvansal ritüeller dediği yeni ve sosyal davranış
normları yarattığı açık. Bu yeterince ketleyici bir düzenek olarak öne çıkmaktadır.
Evrimsel ritüelleşme, en azından büyük „dürtüler‟ denen yeme-içme, çiftleşme, kaçma
ya da saldırma dürtülerinden herhangi biri kadar bağımsız, yeni ve tamamen baĢına buyruk
bir içgüdü olarak doğmuştur. İşlevi, saldırganlığa karşı çıkma, onu zararsız bir yöne
yöneltme, zararlı etkilerini türün korunması açısından frenleme‟dir. Tümüyle evrimin bir
ürünüdür.
Tam bu noktada, insanoğlunun kültürel ritüellerini (seramonilerini) ele alan Lorenz, bir
sanat kuramına giden dirimbilimsel yolu da (tıpkı Ditfurth gibi) döşemeye koyulur. Bu
seramonilerin görkemi (ritüeller) sembolize edilmek istenenin derindeki anlamını örtmeye,
ona giden yolu engellemeye çalışır, diyen ikonakırıcı tutum yanılmaktadır Lorenz‟e göre.
“Kültürel süreçle oluşmuş, insan toplumuna özgü ritüeller ile filogenetik yoldan ortaya çıkmış
ritüel biçimlerinin en önemli ortak yanı belki, her ikisinin de sosyal davranışlarda aktif itici
güçler olarak etkili olmalarıdır.” (136) “İnsanoğlunun sanat adına yaptığı bütün her şeyin
bir zamanlar belirli bir ritüele hizmet etmek üzere ortaya çıktığına ve sanatın özerk bir
varoluşa, „sanat için sanat‟a, kültürel sürecin ancak ikinci aşamasında ulaştığına hiç şüphe
yoktur.” (139) Bunu Lorenz, filogenetik ritüelden kültürel ritüele değişim diye adlandırıyor.
Bu çerçevede birçok ritüel, birçok kültürel seramoni, hatta bizzat insan dilindeki sözcükler,
varlığının bugünkü biçimini, alıcı ile yollayıcı arasındaki bu uzlaşma, anlaşma sürecine
borçlular. Kültürel ritüellerimiz ikinci doğamız olmuşlardır artık, gündelik yaşamımızı
sürdürürken onların saldırganlığı önleme ve sosyal birliği oluşturmaktan ibaret işlevleri
aklımıza bile gelmez.
Burada, Lorenz‟den öğrendiğim ikinci büyük şey uçveriyor. Kültür, toplumsal davranış
biçimleri (sosyal norm ve biçimler) büyük evrimin (seleksiyon ve mutasyonun) bir adımı
olarak yorumlanmalıdır. Bunu daha önce bir Fransız dirimbilimci çalışmasında görmüştüm.
Anlaşıldığı üzere ritüel yepyeni bir içgüdü yaratmıştır. “Genele yarar sağlayan, türe
yararlı, hatta vazgeçilmez olan dürtü değiştirilmeksizin bırakılırken, zararlı olabileceği özel
durumları önlemek için sosyal engel mekanizması ortaya çıkar” (188)
İzleyen üç bölüm, canlıların birlikte yaşama biçimlerini, izlek çerçevesinde irdeliyor.
Önce „anonim sürü‟ye bakıyor Lorinz. Kişisel, tek tek kurulacak dostluk fikri bu sürü
varlığına yabancıdır, her arkadaş diğerinden farksız, onun kadar iyidir, ne daha iyisi, ne de
kötüsü vardır. Anonim sürü, kişisel dostluk bağını dışlar, bunun nedeni “kişisel dostluğun
saldırgan davranış ile düğümlenmiş halde ortaya çıktığı gerçeğidir. Kişisel dostluk yeteneği
taşıyıp da saldırganlık göstermeyen tek bir canlı varlık tanımıyoruz.” (247)
Kişisel beraberlik ve grup oluşumunun evrim tarihindeki en eski biçimi, kesinlikle,
“soyun geleceği için birlikte çaba gösteren çiftlerin” dayanışma ve bağlarının gelişmesiyle
ortaya çıkmıştır. Eksiksiz, tam gelişmiş seramonide, sembol (simge), sebolleştirdiği şeyden
alabildiğine uzak düşmüş, eylem kendinin amacına dönüşmüş, karşımıza iyice örtük,
motivasyonları belirsiz bir biçimde karşımıza çıkar olmuştur. Evrimin ilerlemesiyle, işlevleri
aşılmış organizasyonlara yeni görevler verilmiştir. Ritüelleşmiş yönü değiştirilmiş davranış
yalnızca saldırganlığı önlemekle (türün devamını sağlamak) kalmaz, dövüşü tetikleyici
anahtar eş uyarımı yeni bir işlev üstlenerek, partneri komşuya karşı kışkırtır. Selamlaşma
dönüşmüş bir ritüeldir. Ontogenetik açıdan aynı biçimi gösteren selamleşme ile tehdit
davranışı, „önce selamlaşma anlamı taşır‟ (hayvanlarda).
“Evli çiftler arasındaki Ģiddetli geçimsizlik kavgalarında karĢılaĢtığımız o gaddarlıklar
da tarafların birbirini çok iyi tanımalarından kaynaklanmaktadır. Sanırım bütün hakiki
aĢklarda, gizli, evlilik ve sevgi bağınca üstü örtülmüĢ öyle fazla saldırganlık içerilmiĢtir ki
bu bağ kopunca ortaya nefret dediğimiz o korkunç fenomen çıkmaktadır. Demek ki
saldırganlık olmadan aĢk ve sevgi, aĢk ve sevgi olmadan da nefret olmaz.” (339) Tür içi
saldırganlık olmadan sevgi düşünmek olanaksızdır. “KiĢi sadece gerçekten sevgi duyduğu ve
inkar etmek istese de, duymaya devam ettiği yerde gerçekten nefret edebilir.” (343)
İnsana gelince, belki de yanılgılarının kaynağında „insanmerkezli‟lik yatmaktadır.
Kendini tanımasına engel olan nedir, sorusunu üç engelle açıklıyor Lorenz. 1) En ilkel engel,
en yakın akrabamız şempanzeye çok fazla benzemek. 2) Herşeyi açıkladığı öne sürülen
bilimsel açıklamaya karşı duygularımızın savunması. Bilgiye karşı koyan duygusallık, 3)
İdealist felsefenin mirası olan beden/ruh ikilemi ve bunun değer içerikleri. Bu engelleri (kibir
engelleri) aşmanın artık sırasıdır, yoksa geç olacak. Tüm bunlara verilecek yanıtlar basit ve
yeterince ikna edicidir aslında: “Bizler için yükselmenin simgesi haline gelmiş olan kartalın
kanatları nasıl ki sadece bir sürüngenin „ön ayakları‟ olarak görülemezse, insan da aslında
sadece bir „maymun‟ olarak görülemez.” (360) Hayvanları gerçekten tanıyan, insanın
biricikliğini çok daha iyi kavrayacaktır. Lorenz, amaç ve hedefler konusuna geçer bu noktada:
“İnsanoğlu hedefler kovalamasa, nedenlere yönelik sorularının da hiçbir anlamı
kalmayacaktır; ve şeylerin nedensel ilişkilerini kavramadığı yerde de, olup biteni amaç ve
hedeflere yönlendirme konusunda, bu amaç ve hedefleri istediği kadar doğru kavramış olsun,
yetersiz kalacaktır.” (364) Nedensellik (ekseksiz bilme) korkusu, araştırılamamış,
açıklanamamış olana abartılı, yüksek değer yüklememizi (burada Kant‟ı eleştiriyor Lorenz)
sağlayan duygusal motifin de temelinde yatmaktadır. Tanrısızlaşma kaygusu, tehlikeli bir
engel olma özelliği göstermektedir. Oysa „hiç kimse insan bilgisinin sınırları olduğunu bir
doğa araştırmacısı kadar bilmez; ama o araştırmacı, bu sınırların nereden geçtiğini
bilmediğimizi de bilir.‟ (369)
„Sorumluluk ahlakı‟nın insanlık tarihinde gerçekleştirdiği ilk iş, kültürel-yapay
silahlanmanın doğuştan getirilmiş türe özgü, önceleri yeterli olmuş öldürme engellerini etkisiz
kılarak bozduğu dengeyi yeniden kurmak olmuştur (390) “Günümüze hakim olan ticari
toplum düzeninin, insanlar arası rekabetin gerçekten de o şeytani, lanet etkisiyle tam da aksi
yönde bir insan türünü seçip ayıklayıp ortaya çıkarabileceğinden korkmakta haklıyız. Demek
ki bu yönden bakıldığında da sorumluluk iyice zorlayan bir görevler alanını
oluşturmaktadır.” (394) Öncelikle yapılacak olan şey, (dürtüsel) eğilimleri değersiz, önemsiz
sayma yanılgımızdan vazgeçmektir. İçgüdüsel olanla sosyal süreçte öğrenilen alabildiğine
karmaşı bir organizasyon oluşturur. Güzellik duygusu, sanatsal yaratıcılığın itkisi ve bilimsel
bilgiye yönelişin kaynağı, hayvansı dürtülerimizin derin kaynağında aranmalıdır, kültürelöğrenilmiş ussal boyutumuz, daha çok şeytanlaştırmıştır bizleri. “Akla aykırılık, ancak bir
içgüdünün iĢlevini hatalı gerçekleĢtirmesiyle ortaya çıkar!” (402) Lorenz‟in önerileri ise,
uygulamalı bir davranışbilim öğretisine dayalı ve genelde basittir: Saldırganlığın en elemanter
biçimiyle canlılar yerine nesnelere yöneltilmesi, libido enerjisinin kanal değiştirmesi
(süblimasyon), vb. Lorenz kesinlikle olanaksız gördüğü, aggredi‟nin (saldırganlık dürtüsü)
ortadan kaldırılması yerine; saldırganlığın nesnelere yöneltilmesini, yüceltmeyi (katharsis),
sporu (“İnsanlığın kültürel hayatında gelişmiş, ritüelleşmiş özel bir mücadele biçimi de
spor‟dur”, 416), heyecanı yatıştırmayı, değer çoğaltımını, bilim ve sanatı ve gülmeyi (mizah,
sorumluluk ahlakının en güçlü müttefiki), öneriyor. Kitabını, akıl ve seleksiyon işbirliğinin,
gelecekte yıkımı önleyeceği umuduyla bitiriyor.
Lorenz‟in spor konusundaki yaklaşımı da benim için yeterince ufuk açıcıydı, bunu da
belirtmeliyim.
***
Weyergans, François; Annemde Üç Gün (2005), Çev. Işık Ergüden
Can yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 175s.
1941 doğumlu, sinema kökenli Fransız yazar Françoiş Weyergans, 2005 yılında
Goncourt ödüllü. Bu romanı da 2005‟te yayınlanmış.
Annemde Üç Gün, 21.yüzyılda Batılı geleneğin romanda gelebileceği yere rahatlıkla
yerleştirilebilecek bir roman kuşkusuz. Okumaya, izlemeye çalıştığım günümüz etkili birçok
batılı yazarla ortak kimi özellikleri paylaşması belki de garip karşılanmamalıdır.
Bu ortak paydayı oluşturan, aslında özgünlük denebilecek şeyi biraz acımasızca alaşağı
edebilen şeyin bir okur olarak sezinleyebildiğim bulanık varlığı, beni endişelendirmiyor değil.
Ben şunu görüyorum, yayıncılık, geriye hemen hemen hiç özgürlük alanı bırakmayacak
düzeyde örgütlü bir büyük sermaye girişimi (özellikle Batıda). Yazar, sanatçı bu yapının
tanımlanmış, belirlenmiş bir parçası. En çok da, kendi bireyliğine, sorumsuz özgürlüğüne,
kendine en çok vurgu yapabildiği yerde, yapıtında böyle bu… Aslında, durumun bizi dehşet
içinde bırakması beklenirdi.
Ne demiştim. Geleneği de yedeğine alacak bir yazı deneyimi, ölçünleri tutturmuş
„okunurluk‟, „geçerlilik‟, „satarlık‟ düzeyi hala yazı diyebileceğimiz, sanat diyebileceğimiz
şeyin bana kalırsa ya biraz ötesinde, ya biraz berisinde kalıyor. Ne yazık kı onunla
örtüşmüyor. Boşuna avazınız çıktığınca bağırmayın. Büyük harflerle başlayan açıklamalara
sığınıyor değilim. Yalnızca bir insanın diğerine neden anlatması gerektiği üzerine anlatanların
da, anlatılanların da daha az düşün(dürül)dükleri kanısındayım.
Sinemaya bakın.
Anlatı kalıplarının egemenliğini görebilmeniz, size yedirileni ayrımsayabilmeniz için
biraz dışarı çıkmanız, açı değiştirmeniz gerekir.
Sanılır ki sanatı, anlatıyı haklı gösterecek en büyük gerekçe, kişiselliktir (bireysellik,
özgün kişi deneyimleri). Bu belki bir açıdan doğrudur, ama tek başına dile getirildiğinde, daha
çok da yanlıştır. Sana, beni anlayabileceğini, ortak köklerimize ilişkin umut vaat ettiğin için
anlatırım. Yoksa tür içinde bile (Lorenz) kimse kimseye katlanamaz birçok nedenle. Birinin
anlattığına benim ilgi duymamın varoluşsal (ontolojik) kaynakları olduğu açık.
Weyergans, Walser, daha genç kuşaktan Kehlmann, vb. günümüz Avrupa (ABD‟yi de
katabiliriz) yazını beni yazıdan, anlatıdan beklenen şeyi karşıladıkları halde doyurmuyor.
Üzülmemek elde değil. Çünkü bunlar aynı zamanda keyifli okumalar, tanıklıklar hatta.
Biraz kendine kıymak, intihar etmek, bir tür düzdeğişmeceyle yerini anlatıya bırakıyor
ve herkesi de rahatlatarak, terapi işlevi görüyor sanki. Bu kitapları okurken bu duygudan
kurtulamıyorum. Bu şımarık insanlar (kaç yaşında olurlarlarsa olsunlar, aç açıkta hiç
kalmamış, karınları tıka basa dolu, dünyayı becermiş tipler) sıra keyfe geldiğinden,
fantezilerini dünyanın sınırlarına değin zorlayarak, ellerinde insan bedeni, kendilerininki ya
da ötekilerinki, fark etmez, ortalığı kendi cinsel eylemlerinin atıklarıyla şereflendiriyorlar. Biz
de hayranlıkla izlemekle yetiniyor, belki çokca da kıskanıyoruz. Bizimkiler de bunu yapıyor,
Batılılar da.
Kutsal çiğnenebilir. Beden hakkını arayabilir, aramalı da. Biraraya gelmeyeceğine
inandırıldığımız imgeler (anne-fahişe) bir araya getirilebilir. Arkasında bizleri, insanları
yücelten bir kaygı, bir niyet de yatabilir tüm bunların.
Ne diyebilirim? Weyergans kendini başta ti‟ye alıyor. Yapış biçimi, bizde eşdeğerliliği
saltıklaştırma sonucunu doğuruyor sonuçta ve ne yazık ki. O kimseye baskı yapmamış,
kimseyi zorlamamış, postmodern tüm sanatçılar gibi kendi „dışkı‟sını da sanat nesnesine
dönüştürebilme becerisini göstermiş, üstelik bununla bile dalga geçebilmiştir. Önemli değil.
Bunun için ona para verecek birileri var ve olacak.
Yazdıklarımdan bu usta ve eğlendirici anlatıcıyı küçümsediğim, hafifsediğim sonucu
çıkarılmamalı. Yanlış anlaşıldığımı düşünürüm böyle olursa. Ben yazarın arkasındaki binlerce
insanın yaşama, yazıya, sanata bakışına ilişkin ipuçlarının peşindeyim.
Bu kitaplarla birlikte, yerginin, hatta karayerginin her zaman da olumlu, yaratıcı bir
işlev gördüğü (ön)yargısından kendimi kurtarmış sayıyorum. Bu benim için önemli bir sonuç.
İroni belki her zaman yaratıcı eleştiri olmayabilir. Bunu bilmeliydim.
Yoksa, Weyergans „ateşle oynama‟, ama daha çok da „yazıyla oynama‟ cesaretini uçlara
taşımış biri gibi görünüyor. Böyle bir şeyi hafife alamam, yineliyorum. O, anne odaklı
anlatısıyla aslında „anne odaklı‟ tüm bir anlatı geleneğini hınzırca yapısöküme uğratıyor
(Derrida) diyebilirim. Görünüş tam tersi bir izlenim verse de. Aslında yazar bunu iyi
maskeliyor. Anne figürü görünüşte yara almıyor, hatta yaşamın kökünde varlığını koruyor.
İnsan, bu kökle ilişkisini asla doğrultamıyor. Hep bir borçluluk, hep bir kusurlulukla „yokanne‟ boşluğu, arayışlarımızın (erkek ya da kadın olmamız anlatının biçimini etkileyebilir
olsa olsa) eksenine oturuyor, varlık gerekçemize dönüşüyor.
Böyle bir ironi, yapıda özgünlüğü kaçınılmaz kılacaktır kuşkusuz. Weyer- ortak
paydasında yazar içinde yazar içinde yazar, yazı içinde yazı içinde yazı, kurgu içinde kurgu
içinde kurgu, biçim içinde biçim içinde biçim gerçekten de dayanılmaz bir mizah duygusu
oluşturabiliyor dikkatli okur gözü için. Ben bunun postmodern tadıyla yetinme yanlısıyım
gerçekte. Kendiyle dalga geçmede bir umut vardır her zaman. Bunu yapanların
nemelazımcılığına pek de aldırmayın, arkasında keskin bir duyarlığın gizli olduğu
kanısıydayım.
Ensest göndermelerine, mastürbasyon ve neredeyse pornografik diyebileceğim,
istenilmiş cinsel anıştırmalarına karşın ben Weyergans‟ın romanını bir cinsellik sömürüsü
olarak yine de görmüyorum (Eleştiri hakkımı bir başka ya da üst bağlamda koruyarak). Tüm
bunlar yapıtın „esprisi‟ne çok da yersiz sayılamayacak „malzeme‟ler olarak katkıda
bulunuyorlar. Ama son çizgiyi çektiğimizde, „neden‟ sorusunun yanıtını vermek yine de kolay
değildir.
“Hayır cevabını verseydi, sarılmasına izin vermezdi belki de. Sizinle evlenmek mi, neden
olmasın sevgilim, düzüşür düzüşmez olur elbette!” (134)
Beklenti karşılanmakta, yazının ağırlığı, varoluşun dayanılmaz ağırlığı, „kendinde‟liğin,
„böyle biri olma‟nın „hafif‟liğiyle dengelenip tatlandırılmakta, uygun dozlarda şırınga
edilmektedir „tüketici‟ye. Alan memnundur, röntgenciliği utanmasını gerektirmemektedir.
Yazar ondan daha cesur davranmış, ilk adımı atmayı ona bırakmamıştır. Veren memnundur,
genel ilke ideolojik bağlamda, güdümleme işlevini yüzde yüz gerçekleştirerek, yani „bir
şeymiş gibi görüneni başka şeymiş gibi kabul ettirmek‟ ilkesi (bu postmodern ilke) varlığını
sürdürmekten öte, kalıcığını tartışmasız kılabilmiştir. Götürüldünüz, ama bir yere gitmediniz
gerçekte.
Weyergans‟ın yaptığı tam budur (diğerlerinin de). Verir gibi yapın, ama vermeyin.
Verirseniz, bir daha sizden kimse bir şey almaz. Zorlayın, tam kıvamına geldiğinde okurunuz,
vazgeçin, ona yanıldığını söyleyin. Yalnızca kişisel bir deneyimdi sizinki. Eğlenceli bir
oyundu. Sonuçta yaşam keyifle doldurulması gereken bir şeydi. Olmadık anlam arayışlarıyla
heder edilmemesi iyi olacak olan, ama neden iyi olacağına da fazla takmamamız gereken bir
şey.
“Geçen gün metroda karşıma çok güzel bir kadın oturdu, bana hayatını anlatsın diye
onu hemen yemeğe davet etti, böylelikle kendiminkini düşünmekten kurtulacaktım.” (67)
Öğrendiğimse şu: ahlak dediğimiz, inanç dediğimiz „görkemli avuntularımız‟ gerçekte
çok kırılgan. Bu hınzır Fransız, hiçbir şey yapmadıysa işte bunu yapmıştır. Biraz da böyle
diyerek, „postmodernizm‟i kastediyorum. Ama tüm bu kabul edilebilir girişimlerin arkasında,
sahteliği dürüst bir yaşama biçiminin yolu olarak saltıklaştırmanın tehlikesine de işaret etmek
isterim. Son bir alıntı:
“ „Herkesin yaşamı kendine, herkesin boku kendine.‟ Woglinde yirmi yaşında saptamıştı
bunu, çok üzüntülü olduğu bir gece, kırık dökük bir sesle söylemişti, kimsenin bir başkası için
bir şey yapamayacağını her düşündüğümde bu lafı hatırlarım.” (163)
***
Çolak, Veysel; 2007 Şiir Yıllığı: Şair Vur Kendini (2008)
Digraf Şiirden yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 184s.
Çolak‟ın şiir anlayışına az çok yakın olduğumdan, bu yıllık biraz öne çıkıyor. Ama
Çolak ne yapsa, Türk Şiirinin genel bunalımı (kimliksizlik) sürüyor.
Seçkilerde öznel tutum, beğeni etkindir ama Çolak‟ın nesnel davranmaya çalıştığı ve
bunu seçkisine yansıttığı da açık. Ama Türk Şiiri denizinde yüzen şair balıklar kendileri
olarak okuru yeterince çekemiyorlar, yazık ki. Toplamdan bu çıkıyor, anlaşılıyor. Bir dize,
çarpıcı bir vurgu, eşsiz birkaç sözcük, hatta bir şiir bile geçicilikle, rastlantıyla „malül‟. Arkası
yok, Dağlarca, Akın, vb. kuralı bozmuyor.
Birden kuşlar sürüleşiyor (anonimleşme), sonra sürü birden saçılıyor, yeni ve bellekte
tutulsa mı tutulmasa mı karar verilemeyecek yeni yeni adlar, eskilerle kucak kucağa. Ortada
ayrışmış çizgiler, Türkçeyi havalandıran bir duyuş keskinliği, dille ilgili yaratıcı bir tutum
yok. Kolay değil, söylediğim bu değil. Belki benim haddim de değil bunları söylemek. Ne
dergi okurum, ne sıkı bir izleriyim Türk Şiirinin, ne de yeterince donanımım var. Şiir okuma
inceltilmiş, geliştirilmiş bir yetenek gerektirir kanımca. Çokca emek gerektirir.
Ama (aptal‟ bir dışarıdan bakışla bile, artık genellemeler yapılabilir, kimi sonuçlar
çıkarılabilir gibi.
60 ve 50 doğumlularda bir kümeleşme var. Bu tür akımlaştırma girişimlerinden hiç
hoşlanmasam da, böyle dememin nedeni bu her iki doğum tarihi kümelenmesinde ortak
paydada buluşturulabilir bir dil, şiir yaklaşımının belirginleşmesi. Ya da rastlantıyla (seçki)
ben böyle duyumsamış olabilirim. 60 doğumlular için şiir ve yaşam hala daha bir proje gibi
dururken ve heyecan sürüyorken, 50 doğumlularda bir doymuşluk, bir kanıksama, dille
oynama eğilimi öne çıkıyor. Epeyce bir inançsızlık şiiri yeterince sakatlamış. En uçlarda bir
örnek olarak İsmet Özel‟i niye vermeyelim. Dil oyunları şaşırtıcı sonuçlar veariyor olsa da,
genel olarak seçkiden şiir çıkmıyor ya da şöyle diyeyim, benim şiirden umut ettiğim şey.
Çolak 2007‟nin gerçekten belki de en iyi örneklerini derlemesine karşın. Bu şiirle bu toplum
ruhunu kazanamaz. Bu şiir kendine öyle gömülmüş, kendi etinin tadına öyle bulanmış ki, dili
(Türkçeyi) öyle hafife almış ki, benlik davasına öyle ahmakça bağlanmış ki…
İtiraf ediyorum, bu yargılar bir şiir bilmez densizin saçmalamalarıdır. Böyle bakın. Bu
şiirin kusuru benimdir. Diyeceğim bu.
***
Durrell, Lawrence; Labirent (1947), Çev. Gülderen Tuğcu
Telos yayınları, Birinci basım, Mart 1997, İstanbul, 275s.
Sırayı şaşırarak Ġskenderiye Dörtlüsü‟nün öncesine dönmüş oldum. Ama bir bakıma iyi
oldu. Dörtlü‟nün hazırlık çalışması, ön taslağı denebilir bu roman için. Ama şu izlenimi
edindim, şu yazınsal görelilik kuramını Dörtlü‟yü yazarken geliştirdi bir yandan Durrell.
Çünkü Labirent, dağınık eklemli yapısına rağmen kurgusal olarak görelilik kuramının
esintilerini taşımıyor pek. Yani bu düşünceyi arkada (yazar bilincinde) taşımıyor. Dörtlü‟yü
önemli yapan da bu deneyselliği zaten.
Grek kavramı ve çağrışımlarıyla ilgili sapkınlık, yazara özgüdür demek yanlış olur
biliyorum. Bu bir dönem (19-20.yüzyıl, Byron döneminden başlayarak hatta) sayrılığı ve tüm
Birleşik Krallık‟ta (üstsınıflardan söz ediyoruz kuşkusuz) salgın. Bunun siyasal, ideolojik
zorunluluklarına hiç girmek istemiyorum. İngiltere‟nin seçkinleri zaten başka türlü (eleştirel)
bir yaklaşım geliştirme olanağına sahip değildiler. Bu tüm bir kültür yaşamını, sanat
yaklaşımlarını, entelektüelin tarihsel misyonunu vb. belirledi. Lawrence‟i Durrell‟dan ayıran
çizgi çok ince. Durrell İngiliz Gizli servisi için Ortadoğu‟da, Kıbrıs‟ta ve Girit‟de görev yaptı.
Bu yazısı açısından hem önemli, hem değil. Yazısı Akdenizin mavisini ve göğünü
Yunan mavisi ve göğü olarak aktarsa da (Böyle görmek ve göstermek istediği çok belli) genel
olarak zengin bir dil göreneğinin kalıtını sürdürüyor olması insanı etkiliyor. Tüm İngiliz
(Avrupa) yazın birikiminin doruğu gibi duran bir dil ve anlatı gücüdür sözkonusu olan.
Bu roman ayrıntılarda zengin bir görünüm sergilemesine, duyarlı tinsel yansımalarına
karşın çok iyi bir roman sayılmaz. İnceliğe bir örnek:
“Yine de evrende insaflı bir kural vardır, buna göre, insana dayanabileceğinden fazla
yük yüklenmez. Bunu unutma! Sana acı veren şey, aşırı duyarlılığın yaptığı baskı değil, bunun
sorumluluğunu yadsıyışın. Sende gerginlik ve çelişkiye yol açan şey bu. Çok inanılmaz
görünüyor, değil mi?” (84)
Bir taslak gibi duruyor daha çok. Çünkü Akdenizi yazıyla fetih görüntüsünün arkasında
daha derinlerde, diplerde gizli bir Asyatik (Hint, Budizm) düşünce, bir Arınıklık özlemi, hatta
teknikleri diyeceğim romana damgasını vuruyor. Aslında Truman çiftinin, ama özellikle
Bayan Trumanın bedensel ve tinsel dönüşümleri tam da bu temel tezlerle örtüşüyor. Biliyoruz
ki, Durrell Hindistan‟da doğdu ve Hint düşüncesine sanılandan çoğunu borçlu.
İki karakterde bunun ipuçları (aşkınlık) açık, gerçekte tüm karakterler için bu
hesaplaşma sözkonusu. Birisi Campion, ressam. Olumsuz bir karakter ve gündelik yaşamı
ihanetlerle dolu. Ama Graecen‟in ayırdığı gibi, bu onun çok iyi bir ressam olmasını
önlemiyor. İşte Durrell‟ın bu romanı yazmasının gerekçesi ya da temel sorusu da bu: Kötü biri
iyi bir sanatçı olabilir mi? Daha doğrusu, kötü bedenlenme içinden iyi (sanat) nasıl yükselir?
Campion‟un bilincinde olmadığı ve ötekilere yansıyan bu görünmez salgısı, herkese ihanet
etmesine karşın herkesi büyüleyici bir biçimde kendine çekmektedir. Özellikle de kadınları.
Bayan Truman, ideal eş, romanın sonlarında öğreniyoruz ki, portresini gemide yaptığı sürece
didişmesine, sonunda portreyi kaldırıp denize atmasına rağmen, kamarasına gidip Campion‟la
sevişmiştir. Ve Campion‟u değil, kocasını sevdiğini anlamıştır. Öyleyse neden? Bunu
anlatmakta güçlük çeker Bayan Truman, Campion‟un onda gördüğü ve dile getirdiği,
yakalamak, kağıda geçirmek istediği bir şeyden söz eder. Kocası ve diğerlerinin
ayrımsamadığı bir şey. Bu onda Campion‟un gördüğü güzelliktir ve bedensel buluşma,
sevişme bu güzelliği yaralamıştır. Campion‟un istediği bu değildir, ama Bayan Truman için
bu deney, onun kendisini kavraması için yetmiştir.
“ „Ne olur?‟ diye sordu kadın. Adamın bu rahat görüntüsünün altında başka, belki de
çok önemli bir şeyler var gibi geldi kadına.
„Nesne ile sevişmeye başlarlar.‟
„Nasıl?‟
„Resimde. Senin şu yüzün ne kadar hoş. Adeta her fırça darbesi bana içimden seninle
sevişiyormuşum duygusu veriyor. Bundan daha saf bir aşk olamaz, değil mi? Belki de özel
yaşamımda bu kadar kuralsız olmamın nedenini de açıklıyor bu. Ama seninle düpedüz
yatmaktan çok daha derin bir anlamı var.‟
Bayan Truman kıpkırmızı oldu. Campion belli ki kadına onu rahatsız eden bir şey
söylediğinin farkında değildi. Elleri hızla hareket ediyor, boyaları karıştırıp sert tuvali küçük
fırça darbeleriyle dolduruyordu. Ansızın, her fırça darbesi gerçekten yumuşak bir öpücük ya
da küçük bir sevgi sözcüğüymüşcesine utandığını hissetti kadın; bu duygu onu boğuyordu
adeta. Çalışma bitince bir kez daha kamarasına gidip aynadan yüzünü inceledi. Bildiği
özelliklerini hafifçe görebiliyordu; iyi huyu, dürüstlüğü, becerikliliği oradaydı. Güzellik var
mıydı bu nitelikler arasında? Varsa, neredeydi?
Ranzasında elinde gazeteyle uzanmakta olan kocası sorgularcasına baktı. „Görüyorum,‟
dedi. „Yine kendine hayransın, ha? Sıra Hollywood(da mı?‟
Bayan Truman adamın yanına oturup, en ciddi tavrıyla sordu. „Sence ben güzel miyim?
Yani sözcüğün gerçek anlamıyla soruyorum; Güzel miyim?‟
Kocası dalgın dalgın omzunu okşayarak „Evet,‟ dedi dalgın dalgın, „Kuşkusuz.‟ Bayan
Truman soylu bir tavırla ayağa kalktı. „Bana yalan söylemek zorunda değilsin,‟ dedi. „Hiç
değilsin.‟ Güverteye çıktı. Campion ve Graecen sigara içerek resmi inceliyorlardı.
„Kuşkusuz,‟ diyordu Campion, „Burnun kanatlardaki iriliğini yakalarsam, kökü de yüz
kemiğine doğru kalınlaştırınca yüz gerçek biçimini alacak.”
Düş kırıklığına uğrayıp geri döndü ve A güvertesinde sevdiği yere doğru yürüdü. Sanki
bu kadın duyguları ve incelikleriyle bir insan değil de kendilerinden çok ayrı, tamamıyla uzak
bir şeymişçesine söz ediyorlardı ondan.” (146)
Bayan Truman düşünüyor:
“Adamın ona „güzel‟ derken ne demek istediğini ansızın anlayıvermişti; onun
resmetmek istediği şey, kadının gerçek benliğiydi; bu kirli bereli, küçük hırçın adam dışında,
gerçek Elsie Truman‟la kimse ilgilenmemişti o zamana kadar. Bu olaydan alınacak çok
önemli bir ders var gibiydi; resmin ortadan kaldırılması eylemi, sanki kadının kendinisi
öğrenmesine izin vermeyen düşüncesizce bir çabayı yansıtıyordu.” (166)
Campion‟sa bu huzursuzluğu ile yaşamla alışverişini kesecektir. Uçurumdan atlamadan
önce Virginia onu dudaklarından öper, o da Campion‟daki içsel yücelme çabasını sezmiştir
sanki. Kötü beden içindeki iyilik aranışını. Üstelik kötü beden, kötülükle tanınmayı seçmiştir
başından beri. Kabalık bir tavır gibi durur onda.
“Bir yandan da, böylesine çılgınca kuralsız bir insanın nasıl olup da huzursuz, kararsız
ve asi kimliğinin tam tersine bunca güçlü bir sağduyuyu yansıtan saf eserler verebildiğini
merak ediyordu.” (113)
Graecen, bu soylu ölüme yargılıdır, öleceğini bilerek yaşar.
Baird suçunun peşine düşmüş, eşikte bocalamaktadır. Bayan Dombey, bu varlığını
Tanrı‟ya adamış kadın, ölümün karşısında Tanrıya hiç inanmadığını itiraf edecek denli
cesurdur. Fearmax, bu medyum, terk edilmiştir. Sonuçta bütün kişiler yaşam labirentinin
dehlizlerinde büyük sınavın içinde, Minotaur‟la bir biçimde karşılacaklardır.
Kurtuluş nedir? Nasıl bir şeydir? Geçici, aldatıcı kurtuluşlar bizi nereye değin
avutabilir? Bizim yaşam dediğimiz şey, mutluluğu unutmanın, unutmaya çalışmanın adı
olabilir mi gerçekte?
Trumanlar kurtulduklarını sanır, rahatlarlar. Labirentten çıkmışlardır. Ama sonra
anlarlar ki, daha büyük bir labirentin içinde kısılıp kalmışlardır. Bu onların yaşamı
sorgulamalırını olanaklı kılmış, yaşamın anlamını başka bir bağlam içerisinde yeniden
tanımlayabilmişlerdir. Bundan çok da emin değiliz. Ama romanın arkası nasıl gelirse gelsin,
bu çift nerede olurlarsa olsunlar, bu yeni bakış, düşünce onları bırakmayacaktır. Zaman,
uzam, toplum vb. çok başka içerikler yüklenmiş, ölüm bizim dünyamıza özgü anlamını
yitirmiştir. Bayan Truman bu deneyden öyle güçlü çıkar ki, iç burkucu bir biçimde, kocasına
bile gerek duymaz olur. Bunu Bay Truman anlayacaktır, anlamazlıktan gelmeye çalışsa da.
Durrell, tüm yapıtlarında olduğu gibi sanatsal yaratma sürecine odaklanır. Sanatın
işlevidir tartıştığı şey. İnsanı (varlığını) kaldırmada, yekindirmede, öteye taşımada sanat bir
işlev görür mü? Proust gibi, bir tek sanatın bunu yapabileceğine inanan biridir Durrell, baştan
söyleyeyim. Gerekçeleri de tutarlı, doyurucudur.
Durrell‟ın yapmak istediği şey belli ki varlığa gömülü kalmış bedenin „dışardan‟ bir
„misyon‟la yüklenebileceği, bu bedenin bir amaç tarafından kullanılabileceği, çekilebileceğini
kanıtlamak, göstermek. Bu çokca Tanrı elçilerini usa getiriyor, ama Durrell‟in tek tanrılı
dinlerin bağlamından taştığı kanısındayım. Gautama Buda belki bir örnek oluşturabilir.
Çünkü Dörtlü de zaten boydan boya bunun bir kanıtı gibi durur. Hiçbir roman kişisi
roman süreçlerinin sonunda kendisi olarak çıkmaz, başkası olarak bedenlenip çıkar.
“Kadın uzunca süre bir şey söylemedi; içindeki ırmağın kaynağını bulmaya
çalışıyormuş gibi kaşlarını kaldırmıştı. Sonunda, „Bilmiyorum,‟ dedi. Gözlerini kapatmıştı.
„Belli bir olumlu yol yok. Daha çok olumsuz bir iş bu. İnsanın içinin, bu duyguyu kavrayıp
alabilecek kadar sessizleşmesi gerekiyor. Onu arayamazsın ama onun için kendini
hazırlarsan koca bir kelebek gibi gelip konar sana. Aslında İncil‟de yazdığı gibi „Ara.
Bulursun,‟ değil, „Hazırlan, bulunursun,‟ diyebilirim. Daha fazla açıklayabileceğimi hiç
sanmıyorum.” (254)
Buna yazınsal transandantalizm (aşkıncılık) demek yanlış mı olur?
***
Kocagöz, Samim; Gecenin Soluğu (1985)
İzlem yayınları, Birinci basım, Kasım 1985, İstanbul, 152s.
Yazın tarihimizde hak ettiği yeri alamamış bu „büyük‟ yazarımızın belki de öncülük
ederek, 12 eylül ve öncesini anlattığı öyküleri gerçekten etkileyici. Bunlar 80 öncesi ve
sonrası birkaç yılın öyküleri.
Reşat Nuri‟nin şefkat‟i, Kocagöz‟de sevecenlik‟e dönüşüyor. Aile içi dayanışma ve
sevgi motifi ağırlığını baştan koyuyor ortaya. Onun yazısının temelinde yatan düşünce insanı
insana ulayan şeyin öncelikle çatışma olmadığı. İnsan insana engellenmedikçze, olumlu
yaklaşır. Kocagöz‟ün olumlu anlatısının omurgası bu düşünceyle örgülenir.
Yazısı „misyon‟a hemen bağlanır. Duru, sağlam, içgörülü olur. Bu nedenle özelliksiz bir
yazı gibi durur. Çünkü taşıdığı duygunun yitirmesini asla istemez o.
Samim Kocagöz „iyi bir insan nasıl olunur?, „toplumsal barış nasıl kurulur? Sorularının
yanıtını ararken, estetik kaygılarını belirgin geleneksel ölçütler üzerine kurgulamıştır. Önceki
deneyimin sağlamlığına, dayanıklılığına, kanıtlanmışlığına yaslanır. Dünya yazı pratiğini
gözetir. Gerçekte donanımlı, birikimli bir aydın yazardır.
Dolayısıyla bir insan okur olarak Samim Kocagöz‟den etkilendiğimi söylemeliyim.
Bana uçlarda yazınsal deneyimler yaşatmaması bir kusur, eksik gibi görülmeli mi? Böyle
görmemekte direneceğim.
Hepimizin bir görevi varken, sanatla uğraşmak sanatçıyı bağışık mı kılar bundan. En iyi
olduğu şeyle yaşama katılıyorsa ancak ellerinden öpülür böylesinin. Ve daha iyisini,
anlamlısını, önemlisini yapmış, gerçekleştirmiş demektir.
Yaşlı çiftlerin birbirlerine sevgisi, mahalle insanının dayanışması, yaşlıların çocuklarına
özlemi, bu küçük şeyler belki de en „büyük‟ şeyler.
Sevgili Samim Kocagöz‟e teşekkür borçluyum. Bunu da en iyi yapıtlarını okuyarak
yaptığımı düşünüyorum.
***
İnci, Handan, Haz.; Oğuz Atay‟a Armağan: Türk Edebiyatının „Oyun-Bozan‟ı
(2007)
İletişim yayınları, Birinci basım, 2007, İstanbul, 453s., Büyük boy.
Oğuz Atay hak ettiği eleştiriye kavuşamadı, ama bunu hangi yazarımız için
söyleyebiliriz ki. Bu armağan kitap, beklenir ki, zamanımıza değin, Atay hakkında en özgün,
yaratıcı çalışmaları derlemiş olsun (böyle olduğunu varsaymak zorundayım), beni birkaç
açıdan doyurmadı, düşkırıklığına uğrattı.
Bir kere baştan söyleyeyim, sorun Oğuz Atay hakkında kusursuz yargılar, aforizmalar,
sezgisel ve tansıklı yorumların eksikliğinde değil. Bunlarla karşılaşmak olası. Ama dizgeli,
karşılaştırmalı, kapsayıcı ve kavrayıcı bir yazın eleştirisinin konusu olmamıştır Oğuz Atay,
bunu diyorum. Yine belirtmeliyim ki, yazarların bir çoğu öğrenimli, donanımlı uzmanlardır
ve konularına da yeterince egemenlerdir. Ama sonuç değişmiyor. Neden mi?
Sığlık. Aydınımız (!) sığ, derinlikten ve içgörüden yoksun. Kendini kuruluş‟un tarafı
olarak görme takınağından kurtulamadığından, neye el atsa kuruluşu sorgulamaya dönüşüyor
bu. Peki, öyleyse olması gerektiği gibi tüm bu eleştiri (ve aynı zamanda yapıt) siyasal mı
yeterince? Hayır, ne gezer, düzmantık bu sonucu getirse de, yakından baktığımızda siyasal
referans öylesine hazır bir nesne kalıp işlevi görüyor ki, yaşam ve onun anlatısı ve bunu
çoğulluğu inanılmaz bir aptallık düzeyinde indirgeniyor. Bu aptallıktan kurtulmamızın tansık
olduğuna iyice inanmaya başladım. Gürbilek‟e bakıyorsun, Atılgan‟ı eşelerken Cumhuriyet‟i
almış karşısına, kime baksan böyle. Atılgan, Erbil, Meriç, Kocagöz, Atay, vb. bu
eleştirmenlerimizden çok daha içtenlikli insanlardı kuşkusuz.
Bu yöntembilim açısından geçmişin araştırmacılık kalıtına derin bir saygısızlıktır. Bunu
saptamam gerekir öncelikle.
Ele aldığımız konuyu nesneleştirmek, incelememiz için yararlı olabilecek bir yöntem,
uygulamayken, bu nesneleştirilmiş yapıtı (yazarı) kendimizi gerçekleştirmenin plastik
malzemesi gibi görmek, kullanmaya kalkmak mide bulandırıcı. Murat Belge‟nin, Orhan
Pamuk‟un ve daha nicelerinin tutumunda bu var.
Berna Moran‟ı özellikle ayırmam gerekiyor. Onun Türk Yazını tarihi çalışmasının
Atay‟a ilişkin bölümü sağlıklı bir ipucu, doğru bir başlangıç noktası gibi görünüyor.
Gelelim, yıllardır Atay hakkında yazılmış. Ama hiçbir yazan, öncesinin kritiğini
yapmıyor. Genelde kaynak olarak kullanıyor, kendi düşüncesine göre düzeltiyor, ama kendi
yaklaşımının, o güne kadarki çalışmalardan ayrıştığı ve aştığı nokta ve gerekçeyi
sergilemiyor. Çünkü böyle bir şey yok. Gördüm ki köryer fili yoklamış, elleriyle. Oğuz
Atay‟ın yazınımızdaki yerini bu iyi tanımlıyor.
Oğuz Atay‟a (onun temsil ettiği yazıya) hakaret ediliyor, Atay bir doğrulama ya da
yanlışlama aracı gibi değerlendiriliyor.
Bu durum beni mutsuz etti. Bir okur olarak bu usdışılığı sindiremiyor, kördöğüşünü
reddediyorum.
Bir armağan kitaptan (2007) beklenecek şey Oğuz Atay‟ın cumhuriyetle nasıl altalta üst
üste boğuştuğu, yenilip yenilmediği değil, Oğuz Atay‟ın Türk Yazısı içerisinde neyi, neden,
nereye, kimlere taşıdığı sorusunun yanıtının araştırılması, sorgulanmasıdır.
Bakalım:
Ben şu sorularımın yanıtını bulamadım Atay hakkındaki en son kaynak kitapta.
Oğuz Atay dünya ve türk yazınından hangi etkileri nasıl taşımış? Kime, neyi borçlu?
Oğuz Atay özgün bir yazar mı?
Oğuz Atay‟ın „küçük burjuva dünyasının içhasepleşmesı‟ görüntüsünün arkasında yatan
derin çatışma (izlek) nedir? Gerçekten bir Cumhuriyet hesaplaşması mıdır?
Oğuz Atay‟ın Kemal Tahir‟le ilişkisi organik mi? Yapay mı?
Oğuz Atay geleneği arkasından gelen yazınımızı kimler üzerinden, nasıl etkiledi?
Oğuz Atay modernist mi, postmodernist mi? Türk yazınında postmodernizm Parla,
Ecevit irdelemeleriyle yeterince açığa kavuşmuş oluyor mu?
Hem bir armağan kitap çalışmasından beklentiyi karşılamadığı, hem de Oğuz Atay‟ı
Türk Yazınınına bir kez daha kazandıramadığı için kınıyorum bu çalışmayı. Kınasam ne olur?
Birileri, Türk Yazınının çarları, baronları, efendileri oturdukları yücelerden zevkimizi
yönlendirmeye, gerçekte beğenimizin düzeyini düşürmeye, boka çamura belemeğe
çabalıyorlar bizi. Hangi dönemde Türk Yazısı içerik ve biçimde son yıllarda olduğunca
geriledi? Bunu başardık işte. Daha azına razı olduk, böyle olduğu için Çarlarımız var.
Kitap üç bölümlü. Birinci bölüm, Oğuz Atay hakkında anısal dost yazıları var.
İkinci bölüm, onun yapıtını değerlendirmeye yönelik bir toplam. Yakın yazı tarihimizde
genellikle yankılanmış yazılar bunlar. Bunların içinde benim için ilginç olanlar Mungan
(2007), Moran (1989), Gürbilek (1990), Parla (2000), Ecevit (2001), Akay (2007), Aygün
(2007), Gülsoy (2007).
Üçüncü bölüm Oğuz Atay‟ın yazı ve söyleşilerini derliyor.
Murathan Mungan‟ın bir saptaması var:
“Şimdi malına, mülküne, makamına, „tutunduğu‟ iktidar çeşidine bakmadan her önüne
gelen kendini, senin „tutunamayanlar‟ından biri sanıyor. „Tutunamayanlar‟ nicedir bir
edebiyat hali! Zaten sen hep oyunlardan söz etmez miydin?” (102) Sonra acı bir yargısı:
“Çocuk kalmış toplumların katilleri de çocuk oluyor; kibritle oynarken çok sık yangın
çıkarıyorlar. Senden sonra çok yangın çıktı bu memlekette, nice zalim anı birikti, hangi birini
sayayım! En azından Madımak Oteli‟nde yananlara rastladıysan oralarda, anlatmışlardır.”
(109)
***
Balzac, Honore de; Evde Kalmış Kız (1836)
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Haziran 2008, İstanbul, 152s., Ciltli.
Birkaç yıl önce Balzac okumamı (Ġnsanlık Komedyası) tamamlamıştım. Yeni gelen bir
roman, Balzac‟ın 1836‟da yazdığı ve Türkçemize başarıyla ilk kez çevrilen „Evde kalmıĢ Kız‟
beni yeniden onunla buluşturdu. Ve ben bir kez daha Balzac okumamdan gerekeni
çıkaramadığım, bu okumayı yazıya dönüştüremediğim için hayıflandım, ama öte yandan bu
büyük yazma ökesine (deha) hayran kaldım. Neredeyse 180 yıl önce böyle bir roman
yazılmışsa, ben anlayışlı ve hoşgörülü olamam güncel yazarlara karşı. Hiç kimse bunu benden
beklemesin.
Onun hakkında, karar veremiyorum, sayfalarca sürebilecek bir inceleme kotarabilirim,
ama sözü uzatmalı mı?
Onun romanı, yaşam (tarih) kurucu bir roman. Tıpkı yeni „toplumsal‟ yapının bir
bölümünün sorumluluğunu üstlenmiş mimar gibi, görevini yapıyor yazarak. Toplumun
dökümünü çıkarıyor. Bu aynı zamanda tip dökümü, ruh dökümü, davranışlar dökümü,
gelenekler dökümü, ulaşımdan eğlentilere yaşamın tüm boyutlarının Fransa dökümü. Bir
ulusal döküm... Harç karıyor Balzac, kalıp çıkarıyor, mermer kütlesini alıyor önüne, yontuyor,
kalıplıyor, biçimliyor. Yeni Fransız toplumunu ortaya çıkarıyor. Bunu bilerek, isteyerek
yapıyor.
Bu büyük bir emek gerektiriyor başta. İnsanüstü bir çaba… Balzac bunun altına yaşamı
pahasına giriyor.
Sonra hiçbir ayrıntı atlanmayacaktır. Yüz ifadeleri, zihinden geçenler, anımsananlar,
halkın şakaları, dili, sokak, çıkarlar, duygularla altlarında yatan davranışların ilişkileri, eğitim,
askerlik, ticaret, bankacılık, tefecilik, evde kalmışlık, kilise, katolisizm, mühendislik, vb. Bu
büyük arka görünümün önünde bir halkın ve bu halkı oluşturan insanların zengin, rengarenk
yaşamları, öyküleri.
Balzac‟ın matematiksel yaratıcılığı tüm boşlukları gidermiş, başka türlü algılamanın
bütün olasılıklar hesabını yapmış ve sonuçlarını çıkarmış, ortaya bir Fransız, diyelim ki Taşra
Sahnesi çıkarmıştır: Evde KalmıĢ Kız. Kralcılarla Cumhuriyetçilerin hesaplaşması bitmemiş,
sürmektedir ama günlük hayat en güzel anlatımını Balzac‟da olduğu üzere tüm karmaşası,
tüm girişkenliğiyle bulumaktadır burada. İnsanların bir de özlemleri, beklentileri, çıkarları
sözkonusu ve bu da siyasetle şöyle ya da böyle bir ilişki kurmayı gerektirmektedir. İnsanın
ruhu esner, eğilir, bükülür, ağız doğruyu yalanla harmanlar, beğeniler, duygular, aşklar
tarihseldirler, zamana ve duruma bağlı seyrederler, bedenlerin kendi öyküleri konuşur bir
yandan, ruh kendi ırasını, ruhbilimini yazar. Balzac yazı devi. Onun yontuları, şu Fransızlar
dediğimiz, Fransız ruhunun belirmesini, hatta oluşmasını sağlar. Ruh yontucudur gerçekte o.
Ama bilim, fizyoloji karakterle bedeni ilişkilendirir. Ruhçuluk gizleri açıklama peşindedir.
Saray ve çevresi çözülmüş, yozlaşmış (Monsieur de Valois), burjuva yalanmaktadır (Du
Bosquier). Malvarlıkları el değiştirecektir. Şu burjuvaya bakalım. Soylu evde kalmış kızı
(Matmazel Cormon) sonunda kafese koymuş, malını yönetmektedir işte. Geçkince ama güzel
Matmazel mi? Artık o gururla, belli etmeden içten içe üzülebilir, pişman olabilir.
Ne mutlu bir okuma! Gerçek, anlamlı, yücelten bir okuma.
Balzac‟ın sıkı dokulu metninde mizah fırtınalar estirir. Kolay kahkaha atmayan ben
bunu Balzac metninde tutamam. Onun bilim adamı tutumu, her şeye, tüm yandaşlığına
(Kralcılığına) rağmen nesnel bakışını koruma konusundaki namusluluğu, bu tutum, bize
gerçeğe saygı duymamız gerektiğini öğretir. Balzac bize, doğaya ve insanlara nasıl bakmamız
gerektiğini öğretir. Kaç yazar yapmıştır, yapabilmiştir bunu? Ancak Balzac gibi „yaşama karşı
yaşam‟ öneren biri, bu denli cesur ve çalışkan biri yapabilir bunu. Balzac yaptı. Fransız bir
yazı ama evrensel…
Mizah, hüzün, acı, alay vb. ne varsa insanlık durumuna ilişkin hep bedenle belirir,
bedenin bir duruşu, yansımasıyla ilintilidir. Neye baksanız (diyalog, betim, ruhçözüm,
açıklama, vb.), neye baksanız arkada duran bir beden ve onun özel bir duruşu gelir usunuza.
Roman budur diyeceğim.
Balzac okumak kolay değil, tamam. Ama birazcık özen karşılığı alacağınız zevkin sonu
yok. Balzac‟ın o büyük çabasını, alınterini bekleyen yok sizden. Azıcık bir damla. Bunu hak
edenden (Balzac gibilerinden) esirgememelisiniz. Balzac‟ı okumak kendini tanımakla
kalmayıp aşmak demektir aynı zamanda. Balzac‟ın bundan kazanacağı bir şey yok. Ama
bizim ruhumuzun…
Birkaç Balzac alıntısı yapmadan geçemeyeceğim. Bunlar onun üstün zekasının da
kanıtları olacaktır:
“Kadınlarda bir içgüdü vardır ki, bu sayede yalnızca eketlik giydikleri için onları seven,
yanlarında oldukları için mutlu olan ve çapkınlıklarından budalaca yarar beklemeyi hiçbir
zaman düşünmeyen erkekleri keşfederler. Kadınlar bu bakımdan köpeklere özgü koku alma
yetisine sahiptirler; köpek bir toplulukta doğrudan doğruya hayvanları kutsal sayan insanın
yanına gider.” (Evde KalmıĢ Kız, T.İş Bankası, 2008, s.15)
“Bu sırada, Athanase, düşünceli düşünceli dirseklerini masaya dayamış, karoları
kırmızı, sandalyeleri hasır, tahta büfesi boyalı, dama tahtasına benzeyen perdeleri pembe ve
beyaz renkli, duvarları eski bir meyhane kağıdıyla kaplı ve mutfağa camlı bir kapıyla açılan
bu zavallı salonu dikkatli bakışlarla seyrederek kaşığını boş kasesinin içinde oynatıp
duruyordu. Arkasını annesinin karşısındaki şömineye verdiği, şömine de neredeyse kapının
önünde bulunduğu için, solgun ama sokağın ışığıyla adamakıllı aydınlanmış, güzel siyah
saçlarla çevrili bu yüz, umutsuzlukla canlanmış ve sabah düşüncesiyle alevlenmiş bu gözler
ansızın Suzanne‟ın bakışlarına takıldılar. Kuşkusuz yoksulluğun ve yürek acılarının
içgüdüsüne sahip bu işçi kız, nereden fışkırdığı bilinmeyen, açıklaması olmayan, yerleşmiş
inançlara karşı gelen kimi insanların yadsıdıkları, ama o sempatik darbesi birçok kadın ve
erkek tarafından sınanmış bir elektrik kıvılcımını duyumsadı. Bu aynı zamanda geleceğin
koyu karanlıklarını aydınlatan bir ışık, paylaşılmış aşkın o arı hazlarının bir önsezisi,
birbirini anlamanın kesinliğidir. Bu, özellikle de, duyguların klavyesi üstüne bir usta elinin
becerikli ve güçlü bir biçimde dokunması gibidir. Gözler karşı konulmaz bir çekimle
büyülenir, yürek hop eder, mutluluk melodileri ruhta ve kulaklarda yankılanır; bir ses: „Bu, o‟
diye haykırır. Sonra, düşünce soğuk sularını bu kaynayan heyecanın üstüne püskürtür ve her
şey söylenmiş olur.” (Evde KalmıĢ Kız, T.İş Bankası, 2008, s.41)
“Kız, ağzının tadını bilen bir kişinin iştahını kabartan tombul bir dişi keklik gibiydi.
Borçlanmış birçok Parisli kibar genç, Matmazel Cormon‟u tam olarak mutlu etmeye pekala
razı olurdu. Ama zavallı kız şimdiden kırkını geçemişti! Bu sırada, tüm kadınlığın yararlarını
yaşamına sokmak için uzun süre savaştıktan sonra yine de kız kalmak zorunluluğu karşısında,
en katı dinsel uygulamalarla erdemini güçlendiriyordu. İyi korunmuş bekaretlerin büyük
avutucusu olan dine başvurmuştu!(…) Böyle saçma uygulamalar, beyaz teninin olgunluğu
belirten sarı toplar aldığını görerek oldukça sık umutsuzluğa kapılan rose Cormon‟un yüzüne
manastırlarda görülen yüzlerdekini andırır bir hava veriyordu. Üst dudaığını köşelere doğru
süsleyen hafif tüyler uzamaya meylediyor ve bir duman gibi beliriyordu. Şakaklarının rengi
hareli toplara bürünmekteydi. Kısacası, çökme başlıyordu!.” (Evde KalmıĢ Kız, T.İş Bankası,
2008, s. 59)
“Eksiksiz insanlar o kadar az görülüyorlar ki, İnsanlık‟ın eşsiz kişilerinden biri olan
Sokrates, çok rezil bir adam olmak üzere doğduğu konusunda zamanının bir frenoloğu ile
aynı düşüncede idi. Bir büyük general ülkesini Zürich‟de turtarabilir ve müteahhitlerle
anlaşabilir. Namusluluğu kuşkulu bir bankacı devlet adamı olabilir. Büyük bir müzisyen yüce
şarkılar besteleyebilir, ama bir sahtekar da olabilir. Duygulu bir kadın da koca bir budala
olabilir. Kısacası, sofu bir kadın yüce bir ruha sahip olabilir, ama yanında güzel bir ruhun
ilettiği tınıları tanımayabilir. Bedensel sakatlıkların yol açtığı kararsızlıklara ahlaksal
düzeyde de rastlanır.” (Evde KalmıĢ Kız, T.İş Bankası, 2008, s.66)
“Zavallı şair, Şövalye de Vaolis gibi kendisini bu budala sözlerden uzaklaştıracak,
prenseslerle süslü enfiye kutusu da olmadığından, kızın şu mutlak huzura, büyük kütlelerin
özelliğine sahip devasa göğsüne bakarak, budalaca bir hava içinde taptığı kişiyi dinliyordu.
Cinsel arzuları, içinde, evde kalmış kızın o tiz sesini tatlı bir mırıltıya ve o tatsız tuzsuz
fikirlerini zeka yüklü motiflere dönüştüren sanki bir sarhoşluğa yol açıyordu. Aşk büyük
meteliklerden her zaman altın liralar, çoğu zaman da altın liralardan büyük metelikler yapan
bir kalpazandır .” (Evde KalmıĢ Kız, T.İş Bankası, 2008, s.90)
“Evliliğini çabuklaştıracak ve ne Madam Granson‟un, ne du Bousquier‟nin, ne Şövalye
de Valois‟nın, ne de kendisinin öngörebildiği bir olay onu Prebaudet‟de hazırlıksız
yakalayacaktı. Rastlantı sanatçıların en büyüğüdür.” (Evde KalmıĢ Kız, T.İş Bankası, 2008,
s.97)
“Matmazel, değerini düşürmek gibi bir budalalık yapmadı. Tüm yelkenlerini fora etti,
tüm bandıralarını çekti, kendisine Alençon kraliçesi süsü verdi ve reçellerini övdü. Kısacası,
sanki tüm dalkavukları yok olmuşlar gibi, kendisinden övgülerle söz etti. Vikontun hoşuna
gittiğini fark etti, çünkü arzusu onu o kadar olumlu bir biçimde değiştirmişti ki, neredeyse
kadın olmuştu.” (Evde KalmıĢ Kız, T.İş Bankası, 2008, s. 112)
“-Öyleyse Mösyö, dedi titrek bir sesle, bir Hristiyan gibi yaşayacağınıza, benim dinsel
alışkanlıklarımı engellemeyeceğinize, günah çıkaran rahiplerimi seçmekte beni özgür
bırakacağınıza söz verin, ben de sizinle evlenmeyi kabul edeyim, dedi ona elini uzatarak.
Du Bousquier para dolu bu iyi tombul eli tutup kutsal bir eli öper gibi öptü..” (Evde
KalmıĢ Kız, T.İş Bankası, 2008, s. 119)
***
Arslanoğlu, Kaan; Devrimciler 2. Karşıdevrimciler (2008)
İthaki yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İstanbul, 244s.
1959 doğumlu klinik ruhbilimci, şimdi yazar Kaan Arslanoğlu‟nu ilk okumam (anlatı
olarak). Son çalışması.
Arslanoğlu‟nun yapıtı düşkırıklığına uğrattı beni. Alımlı, roman geleneğinin ucunda, bir
filiz gibi durmuyor. Kullanılan tüm anlatı teknikleri ve bunların kullanılışı yavan… Kişiler
kendi yerlerinde doğru ve inandırıcı duramıyor. Onları kişi yapacak eylem, sözce ve betimden
yoksunlar. Olmadıkları şey gibi davranmaları, romanın kişilerinin sahte, ikiyüzlü bir dünyanın
sahte, ikiyüzlü kişileri olmalarıyla ilgilidir, demek doğru olmaz. Arslanoğlu bu dünyaya
güncel, dürüst, namuslu bir tanıklık peşinde. Bunun ayrımındayım. Çok da saygılıyım. Ben de
onun yanında, onunlayım. Ama bir savrulma var. Zamanın ruhunu bu anlatı, kirlenmeyi
önleyecek, okura görü sağlayacak düzeyde yakalayamıyor. Çünkü bir anlatıdan beklenen şey
önce iyi bir anlatı olması… Oysa bu gevşek, dağınık, amaçsız bir anlatı.
Dönekliğin ifşası, toplum önderlerinin geçmişleriyle bugünleri arasındaki kopukluk,
uyumsuzluk, uluslar arası oyunların figüranına dönüşmüş insanlar, iyi niyetliler, az
iyiniyetliler, vb. eylemsiz, boş bir kurgu içerisinde laflayıp duruyorlar. Bunca laflama
sıkıntısını giderici olarak da, belki de kaçınılmaz olarak cinsellik (üstelik bence belli ölçülerde
de doğallaştırılarak) bağlayıcı, sürükleyici çimentoya dönüşüyor. Çünkü gereksiz MetinMeral cinsellik izleği olmasa romanı sürükleyecek bir şey da kalmaz geriye. Öyle sanıyorum
Arslanoğlu, bu çevrenin insan davranışlarının tipik yönsemesi, eğilimi olarak sergiliyor bunu.
Aslında belki dolaylı bir eleştiridir yapmak istediği (cinsellik eleştirisi). Ama sonuç
değişmiyor. Meral‟in bir roman kişisi olarak davranışını bir yere koymak olanaksız. Ben rafa
koymaktan söz etmiyorum, paketlemekten, anlaşılır kılmaktan. Hayır, anlatı zamanı içinde
karakter bir şeydir, kendisidir. Ama Meral için „kendisi‟nden söz etmek zor, olanaksız. Ama
işte yitik, değerlerinden yoksun insanların kararsızlığı diyemez miyiz buna? Bence diyemeyiz.
Avrupa (postmodern) güncel anlatıları birkaç gün içerisinde „olmadık çelişkili özü, biçimi‟ bir
araya getirerek çekici kılabiliyorlar anlatılarını. Okur da buna koşullandırılmış zaten.
Gündelik yaşam da bu „norm‟u fabrikasyon üretiyor. Alan razı veren razı… Şimdi Kaan
Arslanoğlu toplumun önünde tavırla duran bir yazar. Karşısına neyi aldığını biliyorum,
kendime yakın görüyorum onu. O zaman kullandığı malzeme, araç gereç konusunda daha titiz
olması beklenir. Yanlış yapma hakkı daha azdır.
Ben onda anlatıya, anlatı geleneğine ilişkin daha temel bir sorun gördüm. Hesaplaşması
yetersiz görünüyor. Çıkış noktası, duyguları, tepkileri anlamlı olsa da.
Onu haklı kılabilecek tek şey, Türkiye‟de yaratılan bulanıklığın güncel bir anlatıyı
gereğinden çok etkilediği olabilir. İnci Aral‟ın da temel sorunu buydu. Anlatmaya değer, bir
öyküsü olabilecek toplumsal kesimler artık bir avuç seçkinler gibi görünüyor (onlara). Geriye
kalan yığınlaştırılmış kitle içinde karakter oluşamıyor. Ama ağzınla kuş tutsan lüks içerisinde
bu bir avuç toplum asalağı (sözde seçkinle) ile bu dünyayı kavrayamayacaksın. Ortaya çıkan
şeyde eğlence olacak eninde sonunda aranan şey, yani Facebook‟da aranan her ne ise.
Ben diyorum ki altta, dipte akan hepimizin yaşamlarından oluşan bir ırmak var.
Yarattığımız her karakterin bir coğrafyası, zamanı, başvurusu (referans) olmalı. Bu yazılmasa
da, okur bilincini devinime sokmalı yazar „ima‟sı. Buna imge diyebiliriz.
Bu roman yoksun ve yoksul, zevksiz bir roman. Dil zevki yok. Hatta bir ruhu bile.
Tamam, günümüz birçok anlatısı böyle. Bu bağışlatır mı?
İçerik basit olunca teknik haydi haydi…
Sonuçta eksik olan, yaratıcılık…
***
Korkmaz, Doğan; Kadınca (2008)
MitosBoyut yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 95s.
Dünyadan ve kendi kültürümüzden seçilmiş yirminin üzerinde gerçek ya da kurmaca
kadın örneği üzerinden sahne monologu tekniğiyle yaşam tanıklığı. Örneklerin çoğunun etkili
bir sahne oyununa dönüşebileceğini düşündüm düşünmesine ama arkada tüm örneklyeri
kavrayan bir düşüncenin ışığı yok. Matild Manukyan‟ya tekstil atölyesinde işçi kadın,
akademi öğrencisi kızla özkıyımın eşiğinde alkole boğulmuş kadın, Keloğlan‟ın annesiyle
Rahibe Teresa bir araya gelebilir gelmesine de, neden? Hepsinin arkasında ortak(laştırılabilir)
bir kadın duruşu olsa, ki olması gerek, o zaman başka…
***
Burak, Sevim; Afrika Dansı (1982)
Adam yayınları, Birinci basım, Ekim 1982, İstanbul, 87s.
Yanık Saraylar‟dan (ilk öykü kitabı) daha çok etkiledi beni. Duygu tonu mizahtan
hüzne kaymış anlatısının, belli. Çok hüzünlendim, kederlendim bu öykülerle.
Ama bendeki etkisi taşıdığı duygu tonuyla ilgili değildi sanırım, daha çok yazısı üzerine
kendi düşüncesinden kaynaklanan bir etkiydi bu. Yazı üzerine düşünen bir yazı, hem de
yetkin, üst düzeyde.
Burak ısrar ederek, perçinleyerek, yineleyerek bir tutamak kolu yaratmaya, ortaya
çıkarmaya çalışıyor. Bir kurgu bu ve ayrımında… Hüzün nereden geliyor sanıyorsunuz? Öyle
de umutsuz bir yazısı var. Yazı içinde tutsak deli (çılgın) sığmıyor yazının içine, duvarları
zorluyor, nesnelerin yerlerini bozuyor, kapıları tekmeliyor.
Bu isyanı belki Rock ya da Heavy Metal yakalamış, anlatabilmiştir. Yaşam bir
hapishane… Sevim Burak için böyle özellikle. Yaşam önüne geçilemeyen çoğaltma, artma
duygusu taşıyor Burak‟a, o bunun önünde duran engel her ne ise, bir anı, bir ilan, bir insan,
söz, kırıntı onu evire çevire anlatıyor, var kılmaya, üstesinden gelinebilir yapmaya uğraşıyor
yaşam engelini.
Yani bir ağır kol işçisi… Öteki Yahudilerden… Yaşam katman katman yığılıyor üst
üste, her katman taşıdıklarıyla bugünü yokluyor, sarsıcı bir yoklamayla hem de. Bundan,
anlatısına nostalji demek imkansız.
Koleksiyon yapıyor. Yaşantılar koleksiyonu. Epifani‟ler diyebilir miyim? Bilmiyorum.
Yine dönüyor, bir daha. Bir daha. Sözcük yetmiyor da ondan. Ne denli yinelense
anlaşılmadan kalan, eksik kalan bir şey var. Sevim Burak yaşadığımız şeyde, yaşamda eksik
olan şeyi, yokluğu en iyi anlayan ve dolaylı da olsa anlatan biri. Yokluk duygu taşır mı, onda
taşıyor. Yaşamı onu dolduran aptal şeylerle, onu da bir aptal kutusuna dönüştürerek
anlatanlardan (hem de dolu dolu, şehvetle) değil o. Erbil, Meriç duyarlığına yakın buluyorum
onu.
Onun yazısı bir eskil fotoğraflar albümü. Bir koleksiyon. Fotoğraf bir boşluk gibi
duruyor onda. Çerçevenin dışı dolu, bir yığın şeyle. Ama içi boş… Kederlenmek için yeterli
neden yok mu o zaman?
Kitaba adını veren Afrika Dansı peki, yanlış durmuyor mu? Bu iç burkan öykü, bir
direnişi anlatıyor. Tanı konmuş, mahkum edilmiş hasta „sağlık dizgesine‟ direniyor. Hekimler
soğuk robotlardan başka şey değiller. Raporlar, insanoğlundan bir şey anlamıyor. Herşey
aşağılıyor insanı, özellikle onu iyileştirmeye hevesle çalışan bilim. Teknoloji. Durun, bir
dakika. Orada duvar, duvarın üzerinde bir resim, çivi, komodin var. Duvar, resim, komodin.
Duvar, resim, komodin…
Bir çığlık bu denli umutsuz olabilir. Bu denli acı yüklü, safran sarı ve uzun.
Delirmeyi seçmiş anlatıcı coğrafyayı (tüm yerlemleri) tepe taklak etmede gecikmeyecek.
Zamanın çizgisi düzgün akmayacak, bunu kimse Burak denli iyi bilemez. Başka bir yaşam
boyutu var mı? (Ötegeçe var mı?) Sevim Burak‟ta yok görünüyor. Dehşet içinde kalabilir
okur, ben kalıyorum.
Öyleyse anlatı durmadan yeni perspektif açıyor. Üstüste bindiriyor derinlikleri.
İkileniyor. Ses ayrışması anlatıyı iki kanalda akıtıyor. Kalın ince, ayrı renklerde sesler,
kakışma izlenimine rağmen birbirine destek vererek uzanıyor, akıyor. Çoksesliliğin en somut
örneğini Sevim Burak veriyor Türk Anlatısında. Onda ses perde perde kırılıyor, ayrışıyor ve
bunlar birer konçerto. Belki küçük bir orkestra için yazılmış.
Bir tutaç. Kapı tokmağı. Onu tuttuğunda yaşadığına inanabilirsin. Kendinden hoşnut bile
olabilirsin. Tokmağı yakalar, avucunun içinde sıkarsan, koca bir evren çıkarabilirsin içinden.
Ah, o tokmağı bir tutabilse. Fotoğrafa bakılır. Bir fotoğraf. Foto Febüs. Öykü başlar.
Anımsanırken kurulur, yükselir yapı.
Dil de kabarır. Ayrışır. Kendini bir nesne gibi görür. Sihirli aynada eğilir bükülür.
Yahudi Türkçe aksanı dünyayı bize özgülleştirir. Özel bir toplumsal duyarlığın algılaması
içine yerleşir, bilincimizi zorlarız bu algılama biçimine. O ağzın bir tini vardı ve bu tin başka
bir yaşama tanıktı. Onların sesi, edişi ayrıydı bizden ve bu ton, bu tını bize bunu kanıtlıyordu.
İçi, içeriği, özü tıpatıp aynıydı üstelik bizimkiyle. Bunu görüyor, şaşırıp kalıyorduk apansız.
Kediyi bizim gibi çağırdığını anlayabilirdik, birazıcık özenle verirsek kulağımızı ona.
Sevim Burak en güzel bunu yaptı. Öteki sese, diğer sese kanal açtı. Onun varolma
hakkını koydu bizimkinin karşısına. Bayraklar açmadan. Bağırıp çağırmadan. Israr ederek,
yineleyerek, inatla…
Kaderi özel olan insanları mı öyküledi Sevim Burak? Yahudilik‟i birçok Yahudinin
gördüğü gibi bir kader olarak yorumlarsak, bir açıdan öyle. Belki de bizi yanıltan şey budur.
Belki tüm insanlar içinde birden çok insanı barındırırlar. Belki tümümüzün kaderi özeldir. Eh,
en azından bunu anlıyoruz onu okuyunca.
Onaltıncı Vay, Afrika Dansı‟nın yanı sıra eşsizdi. Başyapıt desem yeri… Bu kitap zaten
Öykü tarihimizin özel bir yerinde duruyor olmalı. Baba eğretilemesi, imgesi bir anlatıda anca
bu denli sarsabilir insanı.
Yaşamak denemektir. Dağıtmaktır biraz. Bunun için acı çekmeye değer (mi?)
Sevim Burak acı çekmiş biri olmalı. O dünyayı duvara çivilercesine çaktığı sözcüklerle
sabitlemek, kaçıp gitmesini önlemek istiyordu. Birşeyleri korumak, anlam denebilecek şeyi bu
yüzden olmadık yerden çıkarmak istiyordu. Çünkü daha derinde „anlam‟a ilişkin olarak
kuşkuluydu bence. O bu nesneyi, görüntüyü, sözü oraya koyarak „kalıcılık izlenimi‟
oluşturmak istiyordu. O, sözü teselli olsun isterdi. Geçici de olsa. Bu öyküyü okurken,
okuduğumuz sürece… Avutuyordu bizi. Ta ki kitabın kapağını kapayana dek... Sonrası olsa
olsa gözden damlayacak bir damla gözyaşı, umutsuz bir veda olabilirdi. O denli yanıltmaya
sanırım onun da gücü yetmezdi.
***
Çetinkaya, Hikmet; Çağımızın Üç Tanığı: H.V.Velidedeoğlu/M.İzgü/S.Kocagöz
(2004)
Günizi yayınları, Birinci basım, Ekim 2004, İstanbul, 150s.
Kocagöz bölümü okundu. Bu söyleşiden sonra Kocagöz burada Çetinkaya‟yı
anlattıklarını kendi anılarında (Bu Da Geçti Yahu, 1989) kullandı, dile getirdi. Anılarını daha
önce okuduğumdan benim için yineleme oldu yalnızca. TİP‟le ilgili bir anısı (Ankara‟da genel
kurul ve eski tanış: polis) ilginçti (Bu anılarında yoktu). Ve üzücüydü yeterince.
***
McCall Smith, Alexander; Sosis Köpeklerin İncelikleri (XXXX),
Çev. Ufuk Boran Kaptan
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Ocak 2008, İstanbul, 124s.
Portekizce Düzensiz Fiiller‟i geçen yıl okumuştum. Bir dizi bu ve ikinci kitabı Sosis
Köpeklerin Ġncelikleri… Daha önce de yazmış olmalıyım, Prof. İgelfeld (Alman dilbilimci)
akademisyen tipiyle kutsal bilim tapınağında işlerin yaşamın diğer alanlarından, hatta
sokaktan çok da değişik yürümediğinin, yer yer dayanılmaz gülmece duygusuyla aktarımı
diyebilirim roman için. Yazınsal değeari belki tartışılabilir, ama humoruna, yergisine diyecek
yok. Belki de çağımızın sayrılığı ciddi, ağırbaşlı söylemlerin, maskelerin arkasında uslu uslu
yatan inanılmaz naiflik (budadalık kertesine varan diyebilir miyim?) olabilir. Yaşam kuralını
sokakta olduğunce, en seçkin, en ayrıştırılmış zeminlerde de bildiğimiz biçimde uyguluyor.
İnsan doğası, nerede olursa olsun şaşmaz bir saat gibi ve budalaca çalışıyor.
İnsanlar büyümediler. Büyümezler. Belki de canlılık evrimimin en kötü, en oyunbozan
basamağı insan.
Böyle okunursa McCall Smith yergisi oldukça eğlenceli, hatta dayanılmaz oluyor kimi
bölümleriyle.
Ben zevkle okudum.
Şu Grossmith kardeşlere benzettim biraz. İngiliz beyefendisiyle fane halde dalga geçen
ünlü kitaplarını anımsadım.
Vapur ve konferans bölümü dayanılmazdı. Sosis köpek ameliyatı da…
***
Aksan, Doğan; Türkçeye Yansıyan Türk Kültürü (2008)
Bilgi yayınları, Birinci basım, Haziran 2008, Ankara, 224s.
Aksan‟ın kitaplarını çıkar çıkmaz alır okurum. Benim Türkçe‟yle bağımı uzun süredir
onun eşsiz kitapları sağlıyor.
Bu kitap dille kültür bağlantısını işliyor. Dil, kültür göstergesi olarak serimleniyor. Bu
çerçeve içerisinde dilsel göstergelerine göz atılan kavramlar; Kadın, Erkek, Evlenme, Düğün,
Gelin, Güveyi, Doğum, Erkek Çocuk, Anne, Baba; Ekmek, Et, Süt ve sütlü yiyecekler (Peynir,
Yoğurt, Ayran), İçkiler (Kımız, Şarap); Ev, At; Konuk, Konukluk, İlişki; Tanrı, Ölüm (Cenaze
Töreni, Mevlid).
Birçok antropoloji, tarih araştırmalarından daha yararlı, öğretici gibi geldi bana. Kendi
kültürünün izini sürenlere içtenlikle salık vereceğim.
***
Özkılıç, Hasan; Şerul‟da Beklemek (2002)
Can yayınları, İkinci basım, 2002, İstanbul, 139s.
1951 doğumlu, Iğdır‟lı Özkılıç. İlk kez okuyorum. Dört beş kitabı (öykü) yayınlandı. Bu
ikincisi, ilki KuĢ Boranı (1988). Bu kitabından sonra yayınlanan iki öykü kitabı sırada, onları
okuduktan sonra hakkında bir düşünce geliştirebilirim.
Ama ilk izlenimim, Özkılıç‟ın kendi kişisel tarihini yazınsallaştırabildiği, bu gizilgücü
içinde taşıdığı yönünde.
Bu öykülerde, yerel ve evrensel yazın açısından katkı niteliğinde sayılabilecek bir şey
olmamakla birlikte, gelecekteki yazıya yapılmış bilinçli bir yatırım, uzun erimli bir izlence
algıladım ben.
Özkılıç akademi öğrencisi gibi yazı(n) dilini ustalardan okuyor önce. Bu öyküler
gerçekte yazıdan çok okuma öyküleri. Başyapıtları yansılayarak, yineleyerek, yoklayarak
Özkılıç klasiğin dengesini, sağlamlığını sınıyor. Bu çerçevede anlamlı, doğru bir yaklaşım
gördüm Hasan Özkılıç‟ta. Çünkü alçakgönüllü, çünkü emeğini esirgememiş…
Duyarlı, etkileyici görüntülerine, duyarlı aktarımlarına, acıyla yüklü ve inandırıcı
başkaldırısına karşın ben yine de bu kitabı, yazarın geleceğe dönük yöntemsel araştırmalarının
özgün, yazınımızda pek rastlanmayacak türden örneği olarak gördüm ve gerçekten çok
beğendim.
Belli ki Özkılıç sonraki kitaplarında yazısını geliştirdi. Yanılmadığımı sanıyorum.
Şerul‟da Beklemek tam da bununla ilgili çünkü.
Yoksa birçok öykü var ki kitapta (aslında tümü denebilir) bugün ortalamanın çok
üzerinde. Yeni öykü izleklerini, yeni yerlemleri, karakterleri, ilişkileri yoklayan bir arayışın
güzelliğini apaçık taşıyorlar.
Atlara gösterdiği duyarlık ise çarpıcı diyebilirim. Bunun ne olduğunu bir kentlinin
anlaması ne zor. Atın insan yaşamına eklediklerini asla göremezdik, bu anlatılar da
olmasaydı.
Bir an bana öyle geldi ki, Hasan Özkılıç at için, atı yazdı. Belki yanlış bir izlenimdi.
***
Goethe, Johann Wolfgang Von; Genç Werther‟in Acıları (1774), Çev. Arif Gelen
Sosyal yayınları, Birinci basım, Ekim 2002, İstanbul, 169s.
*
Goethe, Johann Wolfgang Von; Werther (1774), Çev. Mediha Sayar
Hayat Neşriyat Anonim yayınları, Birinci basım, 1968, İstanbul, 251s.
Die Leiden des jungen Werther (1774) Goethe‟nin 23 yaşında yanılmıyorsam
Strasbourg‟da Charlotte adlı bayanla yaşadığı umutsuz aşkın duygularıyla döndüğü
Frankfurt‟da yazdığı ilk yapıtlarından. Bir gençlik yapıtı kuşkusuz…
Bende iki çevirisi vardı. 1960‟lardan Mediha Sayar, 2000‟lerden (çeviri eski olabilir)
Arif Gelen. Ben bu romanın da Türkçesini bulamadığı kanısındayım.
Benim Goethe‟yle ilişkim pek sağlıklı seyretmedi. Eckermann‟ın Goethe‟yle
SöyleĢiler‟i okurken Goethe‟ye bir bakmak gereği duydum.
Yanılmıyorsam yıllar yıllar önce Werther‟i okumaya çalışmıştım ve çevremde birçok
insanın (ki onların bir bölümüne ben önermiştim bu romanı okumalarını) tersine, şimdi
kestiremeyeceğim nedenlerle bir türlü ısınamamıştım bu coşkulu gençlik romanına. Bunun o
yıllarda coşumculuğa (romantizm) tepkili oluşumla bir ilgisi var mıydı? Duygulardan utanan
biri miydim? (Utanmak bende bir varlık katmanıydı, bunu biliyorum.) Yoksa korkak, ürkek,
zengin içdünyasında tıkanmış, tam da Werther‟lerden biri miydim? Bundan mı sevememiştim
Werther‟in yazgısında kendi yazgımı. Öte yandan Shakespeare‟e, Chateaubriand‟a (Atala ile
Rene) öyle tepki duyduğumu da anımsamıyorum. Paul ve Virginie‟i de okumamış mıydım?
Goethe benim büyük boşluğum olarak benimle birlikte hep yaşadı. Ve bugün, ileri
yaşlarımda, ne denli aykırı da olsa Werther‟in acılarına gömülmem, bu roman hakkında artık
yerleşikleşmiş kanımı, ne denli sarsılmış olsam da, pek değiştirmedi. Evet, bu yapıt toplumsal
etkisini belki de acemiliğinden, dönemine göre yazınsal yetersizliğinden alıyor olsa gerek.
Belki de anlatılan aşk acısı ve özkıyım, böyle çıplak, böyle ilk ağızdan döküldüğü gibi
anlatıldığından insanları etkiledi. Yoksa bu olayörgüsü hiç yabancım olmadığı gibi, herkesin
de tanık olduğu şey. Bu öykü çok yaşandı ve anlatıldı. Belki de aşk (öyküsü) dediğimiz şey
bu. Çünkü olağan seyreden ilişkilerde anlatılmaya değer ne olabilir ki?
O dönem Avrupa‟yı (romantizm), Almanya‟yı (Sturm und Drang) kasıp kavuran duygu
taşkınlığını bilmez değilim. Artık bu bir duruş, gestus, kendini anlatma, aktarma biçimi, ifade
olarak, bir moda gibi algılanıyor, yaşanıyordu.
Zaten Goethe, Lotte‟yle kötü biten aşkının düşkırıklıkları içerisinde yine de
düşüncelerini kendini öldürmeye değin taşımamıştı. Bir gazete haberi onu uyardı. Aşk için
kendini öldüren genç bir adamın haberi, yankılandı. Bu, Werther‟in çıkış noktası.
Duyguların retoriği birçok insanı rahatsız eder sanırım, ama yine birçok insan kendi
içdünyalarında bu retorikle konuşur. İçsesleri, Werther‟in dışlaşmış, çılgın dilinden ayrı
düşmez. Belki de tinsel anlamda beni rahatsız eden yanı romanın, bu boyutuydu. Beni
kendimle gençliğimden bu yana yüzleşmeye zorlamış olmalı. Bu bana olanaksız, hatta bir suç
gibi görünmüştü.
İnsan kendi duyguları için yaşayabilir ve ölebilir miydi? Bu haksızlık olmaz
mıydı?
Goethe romanın tezinin karşısında yeralan, sağduyulu biri. Bu romanı yazarken de
öyleydi. Roman onun için arınma (katharsis) ayini işlevi görmüş olmalı, yoksa usundan
geçirmemiştir bu kibirli Alman aydını özkıyımı(nı).
Goethe Türkçe‟ye yansıma açısından şanssız bir yazar. Onu doğru dürüst ele alan bir
yayınevi ne yazık ki yok. Türkçeye kazandırılması gereken bir düşünür, yazar Goethe.
Özellikle Faust‟u düşünüyorum.
Sonunda genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım eğer sürdürebilirsem Goethe
okumamı. Aslında araya girdi, ama daha geciktiremezdim.
Yukarıdaki çerçeve içerisinde, şöyle çelişkili bir yargıya ulaştığımı ayrımsadım. Bu
gençlik romanı beni hem çok etkiledi, hem de hakkındaki olumsuz düşüncem değişmedi.
Bunda Tolstoy‟un Goethe tepkisinin gizli rolü olabilir mi? Sanmam…
Bir tarihsel karakter olarak Goethe‟ye ısınmam zor. İnsan olarak (Eckermann‟dan
tanıdığımca) kendisini sevemedim. Dünyanın odağında duruşu ve her şeyi (nesne, özne) bu
odağa göre titizlikle tanımlama çabasında birçok şey yatıyor olmalı ve bunlardan çok azı bana
sevimli görünüyor. Seçkinciliği ne denli çabalasam da, yeterince irkiltici…
Bu roman geride kalmış sevgiliye bir bildirge (manifesto). Bir ileti. Sevgilisini
arkadaşıyla evlendiren Goethe, yüzüğü de kendisi takmış.
Karasevda, çirkin görünebilecek, yadırganacak birçok şeyi olanaklı kılabilir. Demek,
sıra dışı bir yaşam bağlamıdır. Onun etki alanı içine girmiş kişi, dünya değiştirmiş gibidir.
Dünyanın ve toplumun yasaları burada geçersizleşmiş, ama karasevdalı aynı zamanda bu
dünyanın içinde eylemek zorunda kaldığından, dayanılmaz bir çelişkiyi de yaşar. Lotte,
Werther‟e, olanaksız olmayasaydı bu aşkı böyle güçlü yaşamazdın, der.
Lotte‟nin varlığı, bir meleğin ruhani varlığı gibidir. Soluk, bulutsu, maddesiz… Lotte
bir insan gibi durmaz romanın ortasında. Adanmış bir varlıktır, ama gizli biçimde aslında
Tanrısına yol alan, yükselen bir ruhtur. Öte yandan Albert‟le evlenir. Dünya içinde, dünyayla
bağlıdır, evkadını, kutsal bağla bağlı eş, erdem örneği bir kadın. Romanın sonlarına doğru
öyle sözler eder ki, kendi kararlı ve sarsılmaz görünen yaşantısının (aile) bir yerlerde, diplerde
su aldığı sanılabilir. Werther‟e başka kadınları layık görmez, bunu kendine itiraf eder. Bu an
meleğin biraz çamura bulandığı andır, ama Goethe yine bel verir, ruhu kurtarmaya çalışır.
Çünkü Werther‟in ruhudur taşıdığı… Hayır, Werther çekilecek (ölecek), yüce ruh yükselişini
sürdürecektir. Eğer bu yapılmazsa, dünya kötü bir dünya olur. Sevenler birbirine kavuşur, aile
düzenleri bozulur, toplum sarsılır. Aman uzak dursun!
Öte yandan Werther de somut, gerçek biri değildir. Romantik idea, maddeden (tarihsel
içerikten) nereye değin kurtulabilir? Ele avuca gelmez. Okur onu sabitleyemez. Tek boyutlu,
bir eskiz gibidir. Yine de bu onun sevme cesaretini göstermesini önlemez.
Ben burada yalnızca onurdan sözetmek isterdim aslında. Lotte, Albert, Werther onuru
nasıl taşımışlardır? Üç karakter de arzuladıkları, istedikleri gibi değil arzulamadıkları,
istemedikleri gibi yaşıyorlar. Bunu seçmek zorunda kalıyorlar. Bunda gerçekte komik bir
çelişki var. Bu acaba gerçekliğe değil de, anlatıya (öykülemeye) ilişkin bir katmana mı işaret
eder? Bu doğal değil, yapay bir katman mı ve gerçeğin izdüşümü burada sığ ve iki boyutlu
mudur?
Romantizmin derdi budur zaten. Romantizm iki boyutlu olmak, bayrak gibi
dalgalanmak demektir. Simge, sürükler. Adanma tamdır. Adanma, adanılanın önüne geçer.
Adanmanın gereği yapılır, bir yazgı gibi yaşanır bu. Ölümden saniye önce, dalgaların
insan(lar) üzerinde etkisiyle belki son bir kez doyuma ulaşılır.
Bunca şeye karşın ben kendimi hep bir romantik olarak gördüm, yakaladım. Gerçekle
örtüşememek bunun bir nedeni olabilir. Werther‟in yazgısıdır asıl beni ilgilendiren. Bu doğru.
Gerçek (dediğimiz şey) bir anlam katı olmadı bende, onun içinde durup, ondan hız alıp
savurdum hep kendimi öteye, uzağa. Düştüğüm yerde gülünç de olmuşumdur, aykırı da. Bu
bir cesaret, bir ayaklanma, bir başkaldırı niyeti taşıdı diyemem. Ama ben bu titremeyi
yaşadım, çokca kimsesizlikti. Ama geri dönüş olanaksızdı. Werther belki en kolay yoldan (ki
bunu söylemek ne kolaydır ve ne acımasızlıktır) kurtuldu, tabancalar… Ya geri dönüşsüzlüğü
bir yazgı gibi, bir boyunduruk gibi taşımak... Ya bu?
Tek tek sözcükler, bölümceler, mektuplar vb. ye odaklandığımda olanaklı olmayan
hiçbir şey yok, görüyorum. Tümü bu dünyalı sözlerin, sahnelerin, gözyaşlarının… Ama
bunların eklemlendiği dünya kaçınılmaz bir biçimde kurmaca. Nedeni sıra dışılığın,
olağanüstünün bütün gücünü tam da sıra dışılığından, olağanüstülüğünden alması…
Fırtına (Sturm) dindiğinde, deniz yatıştığında ve geceyi cehenneme çeviren gök
yırtılmaları kesildiğinde, o dil orada yabancı, kimsesiz kalakalır. Kendi sesimizi tanımaz,
yadırgarız. Başka dünyaya ait bir öyküdür o. Aykırı, çılgın ve ürkütücü.
Biz korkak, ödlek insanlarız. Sevmeyi de kendimize uydururuz, ölmeyi
uydurduğumuzca… Kendimize benzetemediğimiz şeyle asla bir arada olamaz, yaşayamaz,
ona katlanamayız.
Karnımızı doyururuz. Ayıp olmasın diye, yanımıza yöremize bir göz atar, kimse yoksa
üzerine geğiririz bir de.
Geğiren bir Werther‟i düşünmek mi? Onu yemek yerken bile düşünemedim.
Lotte‟ye gelince, o dünyayla kirlenmemeli.
Lotte‟siz, Beatrice‟siz kalmayalım derim ben yine. Onlar bizi iyi, doğru, güzel, aşık
yapar. Belki, anlam aşktadır.
Bir aşık için de Werther‟in iyi kılavuzluk yapacağına inanıyorum. Aşık insan fetişisttir
ve bunu ona bağışlayabiliriz.
Aşk gözyaşı döktürebilir. Bırakalım dökülsün gözyaşları.
Aşk bir açıdan görüdür, ama bir başka açıdan körlük. İkisidir.
Aşk‟da düşünce sınır tanımaz. Kendini aşar. Olmadık dehlizlere, karanlıklara dalabilir.
Aşk umutsuzdur, umutsuzluktur. Gerçekte olanaksızdır. Öykülerin tümü bunu anlatır.
Aşk amacına ulaşmaya görsün, geriye onulmaz bir kin, öç özlemi kalır. Aşığın istediği
gerçek değildi ki… Gerçek aşkı boğar, katleder.
Aşık sevdiğine değil, kendisine yalan söyler. İnanması gerek çünkü. Çılgınca
inanması…
Ve:
Aşk içine koyduğun şeydir. Yalnızca budur, kendi başına ayrı, içkin bir öz taşımaz.
İçine koyduğumuz şeydir.
Aşağıda romandan alıntıları arka arkaya sıralıyorum, yukarıdaki düşüncelerimi az çok
doğrulayacak örnekler olarak:
Bir toplantıda ondan bahsedilmeye görsün… Suratımın nasıl da budala bir ifadeye
büründüğünü bir görsen! Hele, hoşuma gidip gitmediğini sorarlarsa… Hoşuma gidiyor mu?..
Bu sözden nefret ediyorum. Kalbini tümüyle Lotte ile doldurmayıp, ruhunu onunla
kaynaştırmayıp da Lotte‟den yalnızca hoşlanan insan nasıl bir şey olmalı?.. (Johann
Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y,
1968, s. 80)
Bir taş varmış, uzun zaman güneşte bırakılırsa güneşin ışınlarını emer, gece
karanlığında bir süre pırıldarmış. İşte uşak gözümde öyleydi benim için. Sevgilimin gözlerinin
bu adamın yüzünde, yanaklarında, ceketinin düğmelerinde, yakasında gezindiğini düşünmek,
onu gözümde adeta kutsal, değerli bir hale getirmişti. O anda uşağımı, bin taler‟e bile
kimseye satamazdım. Varlığı o derece beni mutlu ediyordu. (Johann Wolfgang von Goethe,
Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 85)
Evet, sevgili Lotte, istediklerini hemen ısmarlayıp sağlayacağım. Yeter ki sen bana
hizmet edebileceğim işler buyur… hem de daha sık olmak üzere. Yalnız, senden bir ricam
var… Yazdığın pusulaları, n‟olur, rıhla kurutmaktan vazgeç. Onları dudaklarıma götürdüm,
dişlerim hala gıcırdıyor… (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev.
Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 87)
Büyükannemin bir masalı vardır: Yanından geçen gemilerin demirlerini, çivilerini
kendine doğru çeken mıknatıslı bir dağın masalıdır bu. İçindeki zavallılar da, gemiden arta
kalan tahta parçalarına tutunarak kıyıya vururlarmış… (Johann Wolfgang von Goethe,
Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 88)
„Lotte meselesinde ya umudun vardır, ya da yoktur‟ diyorsun. „Ufacık bir umut
besleyebiliyorsan, istediğini yaptırmaya çalış, kendin de bu isteğinin neler olduğunu
anlamaya bak. Umudun yoksa, o zaman da erkekçe davran, gücünü tüketen bu zavallı
duygulardan kendini bir an önce kurtar‟ diyorsun. Bunları söylemesi çok kolay azizim!
(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat
Neşriyat y, 1968, s. 91)
Bedbaht adam!.. Sen bir budalasın… Kendi kendini aldatan bir budala! Yalan mı, kendi
kendini aldatmıyor musun sanki? Bu çıldırtıcı, sonu olmayan sevginden ne bekliyorsun? Ne
çıkabilir acaba?
Ondan başka taptığım yok… Hayal kuvvetimin tek konusu o… Çevremdeki her şeyi
onun gözüyle görüyorum. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev.
Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 108)
Burada tek bir kadına rastladım: Bayan von B… Sizinle ölçüalebilecek bir kimse
olsaydı, size benzediğini söyleyebilirdim, sevgili Lotte. Şimdi „Ah! Adamcağız tutmuş bana
iltifatlar yağdırmaya başlıyor!‟ dersiniz. Pek de yalan değil doğrusu. (Johann Wolfgang von
Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 129)
Kadınlar benden daha iyi övmesini bilen bir erkeğe hiç rastlamadıklarını söylüyorlar.
Benim kadan kimse de iyi yalan söyleyemezmiş, onlara göre… Yalansız ben onlara ne
anlatabilirim, nasıl iltifat edebilirim! Anlıyorsunuz beni, değil mi?.. (Johann Wolfgang von
Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 130)
Albert yanınızda mı? Yanınızdaysa, ne yapıyor?.. Bu sorumu Tanrı affetsin! (Johann
Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y,
1968, s. 91)
Hayır!.. Her şey mükemmel, her şey. Yalnız… Ben onun kocası olabilseydim… Beni
yaratan Tanrı‟m! Beni bu mutluluğa ulaştırabilseydin, bütün ömrümü sana şükretmekle
geçirirdim. Senden bir şey istemiyorum. Yerine getirilemeyecek istekler uğruna döktüğüm
gözyaşlarını bağışla. Benim karımı… onu… dünyanın en sevimli mahluku kollarımın asına
alabilseydim, güneşin altında…(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları,
Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 146)
Acaba… kaç kere boynuna sarılıp, öpmek isteğine kapılıp da kendimi tuttum?
Karşısında, bu kadar sevilen, içten davranan bir insanı görüp de ona yaklaşamamanın ne
demek olduğunu yalnızca Tanrı bilir. Yaklaşmak insan için en doğal eğilim. Çocuklar
akıllarına gelen her şeyi ellerine almak istemezler mi? Ya ben?.. Ya ben?.. (Johann
Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y,
1968, s. 162)
-“Böyle yapmamalısınız” dedi. “Lotte‟yi düşünmelisiniz…”
-“Düşünmek mi?” dedim. “Bunu bana söylemeye gerek var mı? Düşüneyim,
düşünmeyeyim, hep kalbimdesiniz… Bugün arabadan indiğiniz yerde oturdum…”
Bu konuda daha ileri gitmemem için başka laflar karıştırdı. Bana olanlar oldu
Wilhelm… İstediği biçime girebilirim artık.(Johann Wolfgang von Goethe, Genç
Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 164)
Durdu, gözlerini bana dikti. İçime işleyen bir sesle, “Werther” dedi, “Werther! Siz
hastasınız. Sevdiğiniz her şeyden tiksiniyorsunuz adeta… Artık gidin!” Sonra sesini biraz
yumuşatmaya çalışarak: “Rica ederim sakin olun! Dedi.
Ondan uzaklaştım… Ey Tanrım… neler çektiğimi görüyorsun. Buna bir son ver artık…
(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat
Neşriyat y, 1968, s. 175)
-“Benim huzurumu düşünerek bunu yapmamanızı rica edeceğim sizden. Bu böylece
sürüp gidemez zaten…”
Werther, odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamıştı. Bir yandan da dişlerinin
arasından bir şeyler mırıldanıyordu:
-“…Böyle sürüp gidemez… böylece sürüp gidemez zaten… Böylece…
Lotte sözlerinin kendisini seveni ne duruma soktuğunu anlamıştı. Bir sürü sorular sorup
Werther‟in düşüncelerini başka şeylere çekmeye çalışıyordu; ama boşunaydı çabası.
Werther: “Hayır, Lotte!..” diye haykırdı. “Sizi artık görmeyeceğim!”
-“Neden görmeyecekmişsiniz? Bizi her zaman göreceksiniz… Hem de görmelisiniz,
Werther! Yalnız, sakin olun… Ah! Neden duygularınızı bu kadar güçle belirtiyorsunuz?
Neden her temas ettiğinize karşı bu derece ihtiras duyabilecek yaradılıştasınız?.. Neden,
neden?”
Lotte uzandı genç adamın elini tuttu.
-“Yalvarırım size… sakin olun… Ruhunuz, bilginiz, yeteneğiniz ne kadar çeşitli
uğraşlar sağlayabilir size! Erkek olmaya çalışın, dostum… Size acımaktan başka elimden bir
şey gelemeyen bu kadına karşı taşıdığınız duyguları başka şeylere yöneltmelisiniz…”
Lotte gene onun elini tutarak: “Bir an sakin olun Werther dedi. “ Kendinizi
mahvettiğinizin farkında değil misiniz? Neden benimle ilgileniyorsunuz? Hem de… bir
başkasının karısı olan benimle?.. Korkarım ki, bu istek bana sahip olamadığınız için sizi bu
derece çıldırtıyor!”
Werther elini hızla genç kadının elinden çekti. İstemeyerek, dik dik onun yüzüne baktı.
-“Çok akıllıca bir söz…” dedi. “Çok makul. Yoksa, Albert mi bu fikri ortaya attı? Çok
diplomatça bir fikir doğrusu! Çok makul!.. Hiç diyecek yok!”
Lotte: “Bunu herkes düşünebilir” dedi. “Bütün dünyada, kalbinizin isteklerine karşılık
verecek hiç mi bir genç kız yok? Kendinizi yenmeye çalışsanız-a! Böyle bir genç kız
aramalısınız. Emin olun, bulursunuz…
“Çok uzun bir süreden beri burada bulunduğunuz için, kendinizi bu dar çevreye
zincirlemiş gibi yaşıyordunuz. Bu durum sizin için olduğu kadar bizim için de ürkütücüydü…
Bir seyahat yaparsanız, çok iyi gelir size. Kendinizi kurtarın… Sevginize layık bir karşılık
bulun. Sonra dönüp buraya gelin. Sonra dönüp buraya gelin, hep birlikte gerçek bir
dostluğun sevincini tadalım.”
-“Bunları soğuk bir gülümsemeyle bastırıp mabeyincilere tavsiye etmeli. Sevgili Lotte,
bana biraz vakit bırakın. Her şey düzelecek.”
-“Werther, gene de şunu unutmayın. Noel akşamından önce buraya
gelmeyeceksiniz!”(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha
Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 200)
Ah n‟olurdu Werther bir ağabey yerine geçebilseydi! Lotte ne kadar mutlu olurdu o
zaman! Arkadaşlarından biriyle evlenmesine yardım eder, Albert‟le olan ilişkisinin de
bambaşka bir şekle girebileceğine inanırdı.
Birer birer arkadaşlarını gözünün önüne getiriyordu ama, herbirine de bir kusur
buluyor, hiçbirini Werther‟e layık göremiyordu…
En sonunda iyice düşündükten sonra, ilk defa olarak, kendinden bile saklamaya çalıştığı
halde, en gizli isteğinin, Werther‟i kendisine alıkoymak olduğunu hissetti. Yalnız bunu da
yapamayacaktı. Böyle bir şeye hakkı yoktu. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç
Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 210)
Son defa olarak… Evet, son defa olmak üzere gözlerimi açıyorum.
Artık gözlerim güneşi görmeyecek. Bulanık, sisli bir hava ile örtülecekler…
Tabiat, artık yasımı tut benim!.. Oğlun, dostun, sevgilinin son dakikaları yakın…
Lotte bu öyle eşi olmayan bir his ki? Oysa, bu alaca karanlık hayallere en yakın şey,
insanın „bu benim son sabahım‟, diyebilmesi…
Son sabah! Lotte, son kelimesine aklımermiyor. Bütün kuvvetimle durmuyor muyum
burada? Yarın toprakta uzanmış yatacağım.
Ölmek! Bu ne demek? Bak, ölümden bahsedince sanki rüyada gibiyiz… İnsanları
ölürken gördümdü. Fakat, insan öylesine dar bir çerçeve içindeki, varlığının başı, sonu
hakkında hiçbir fikri yok…
Şimdi, ben senden, ah! Senden, sevgilim… ebediyen ayrlacağım… Hayır, Lotte, hayır!
Bu dünyadan nasıl göçebilirim?
Biz varız… Ölmek mi? Bu da ne demek?.. Sadece kelimeden ibaret değil mi? Boş bir ses
mi yoksa? Kalbimde duyamayacağım bir his mi?
“Ölmüş” diyecekler Lotte…toprağı kazıp içine gömecekler, daracık karanlık bir
toprağa…(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar,
Hayat Neşriyat y, 1968, s. 232)
“O da beni seviyor.. O da beni seviyor” diyordum kendi kendime. Dudaklarından
fışkıran kutsal ateş hala dudaklarımı yakıyor… İçimi yepyeni, sıcacık bir zevk sarıverdi…
Affet beni, affet, sevgilim!
Beni sevdiğini biliyordum. İlk defa bana bakışından… İlk defa elimi sıkışından… Fakat,
yanımdan uzaklaşınca, Albert‟i senin yanında görünce, gene şüpheye düşüyordum işte.
(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat
Neşriyat y, 1968, s. 233)
Albert‟in kocan olması ne demek olabilir ki? Kocan! O yalnız bu dünyada kocan
senin… Bu dünyada seni sevmem de günah sayılıyor ya! Albert‟in kollarının arasından seni
çekip kendi kollarıma almam… Günah! Günahmış! (Johann Wolfgang von Goethe, Genç
Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 234)
Artık genç adam Lotte için kaybolmuş sayılabilirdi. Gerçekten de bir daha
görünmeyecek olursa, kendisini artık büsbütün kaybederse, hayatta nesi kalacaktı Lotte‟nin?
(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat
Neşriyat y, 1968, s. 238)
Albert yanınızda mı? Yanınızdaysa, ne yapıyor?.. Bu sorumu Tanrı affetsin! (Johann
Wolfgang von Goethe, Genç Werther‟in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y,
1968, s. 91)
***
Burak, Sevim; Sahibinin Sesi (1982)
Yapı Kredi yayınları, Y.K.‟de Birinci basım, Ocak 2004, İstanbul, 71s.
Yanık Saraylar‟ın (1965) Ah Ya Rab Yehova öyküsünü Burak oyunlaştırmış 17 yıl
sonra. Aynı yılda Afrika Dansı adlı öykü kitabını da yayınlıyor.
1983‟te, 52 yaşında ölüyor kalp büyümesinden Burak. Evliliklerinden birisini yaptığı
Ressam Ömer Uluç‟la Afrika‟da (Nijerya) bir süre yaşamış.
Uzun epik anlatıların oylumlu izleği, burada küçük bir sahnenin boyutları içine
sığdırılmış diyeceğim. Evet, çağ, toplum değişmekte, Paşaların dünyası sona ermekte, ama
paşazadelerin bir yanları açıkta kalmaktadır. Bu açıkta kalan yanlarıyla üşütür bu paşazadeler.
Kendi yurtlarının yurtsuzları gibidirler. Kenarda kalmışlara sığınırlar, sığınak olurlar bir
yandan. Ama çocuk geri zekalı doğacaktır. Ama tüm Kuzguncuk, ihtilalci bir prova gibi,
benzin tenekeleriyle kundaklanacaktır. Şehit, kendi kimliğini geri isteyecek, bunun için tüm
geçmişi yakmayı göze alacak, aldıracaktır. Bilal için hayat, içinde dolanıp duran dikiş
iğnesinin ona anımsattığı gibi sık sık, yokluğa yaklaşmaktır.
Çift kişiliklilik, bir tarihsel çağa denk düşer, onun bir göstergesine dönüşebilir mi? Bu
öznenin yarılması değil pek, daha çok birken iki olma. Kendini böyle bulma. O zaman,
delirmeyle herkesle iyi geçinmenin yolunu bulma (yüzsüzlük) arasında fazla bir seçenek
kalmıyor.
Burak‟ın bence kendi öyküsü bu. Temsili bir öykü. Bir kültürün kendi erimesini
izlemesi. Güldürür insanı ya, daha çok da üzer.
Sevim Burak aynı zamanda bir kültür antropoloğu. Döküm almış.
***
Pamuk, Orhan; Masumiyet Müzesi (2008)
İletişim yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 592s.
“Sonra Füsun‟un karnını öptüm. Arada bir yol sessizliğe bürünüyordu. O zaman çok yakında bir
yerden ağustosböceklerinin cırcırlarını duyuyordum. Daha uzaktan kurbağa vıraklamaları mı geliyordu,
yoksa Füsun‟un dokundukça dünyanın narin iç seslerini, otların ortasındaki hıĢırtıyı, toprağın içinden gelen
derin ve sessiz uğultuyu, hayatın içinde hiç fark edemediğim doğanın belli belirsiz soluk alıĢ veriĢlerinin
sesini mi keĢfediyordum, bilmiyorum: Karnını uzun uzun öptüm, kadifemsi teninin üzerinde aylakça
dudaklarımı gezdirdim.” (531)
“…Her Ģeyine ne kadar dikkat ettiğimi (…) görünce aĢkın büyük bir dikkat, büyük bir Ģefkat olduğunu
hissederdiler!” (578)
Sanırım 2006 Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk‟un son romanı Masumiyet
Müzesi‟nin ilk beş yüz okuru arasına girerim. Çok gecikmeden aldım ve kısa bir sürede
okudum bu aşk (!) romanını. Bu arada birkaç köşe yazarı ve yazın adamı-eleştirmenin öncü
denebilecek ve ivecenlikleri oranında yetersiz bulduğum yazılarını da okudum. Ve bu yazı
bittiğinde internette yaptığım bir taramada onun bir gazeteye (Hürriyet?) “Bu da benim Anna
Karanina‟m! Orhan Pamuk‟un Anna Karanina‟sı!” dediğini okudum (Nedense internette
Karenina değil, Karanina yazıyordu, Orhan Pamuk‟un böyle bir hata yapması olanaksız.) Ve
içimde korkunç bir kahkaha dalgası yükseldi. Tolstoy‟u iki yıldır okuyordum. Anna
Karenina‟yı (bu eşsiz başyapıtı) kimbilir kaçıncı kez okumuştum. Masumiyet Müzesi‟ni de
bir ay önce okudum. Sonra bu tümceyi bir kez daha düşündüm. Dehşet içinde kaldım.
Bayanlar baylar, tümünüze sesleniyorum, zırcahilliğimizin ve buna rahatça yaslanan şu usdışı
cesaretimizin bir sonu yok mu? İlle duvara toslamamız, ölümcül bir kaza yapmamız,
yaşamımızı yitirmemiz mi gerekir bunun için. Olacağı bu çünkü. Tolstoy gibi her karakteriyle
yüreği ayrı çarpan bir yazarı bile teksesli bulan Bahtin‟i düşündüm sonra. İçim kıyıldı. Bu,
ülkemizde siyaset nasıl yürü(tülü)yorsa sanatımızın da öyle yürü(tül)düğünü acı bir biçimde
gözler önüne seriyor. Demek Kemal Vronski, Füsun da Anna ha! Korkunç bu! Ben bu
karşılaştırmayı yapabilirim, yapabilecek durumdayım, ama asla yapmam, yapmayacağım.
Kimbilir kimler kendilerini kimbilir ne sanıyorlar?
Orhan Pamuk kişisel bir kült de (hadi yarı-kült ya da popüler kült diyelim)
sayılabileceğinden, onu ve yazısını özellikle yazı dünyası içinde karşısına alabilecek babayiğit
çok olmayacaktır. Benim de elimi özgür kılan şey tam budur: yazımın zorunsuzluğu.
Ben de Ergin Yıldızoğlu‟na katılıyorum (2007): Orhan Pamuk‟un da içinde onu yazının
önüne taşıyan bir yazma sancısı olmalı. Bunun olup olmadığı değil, genellikle bir türlü ortaya
çıkarılamayan (genel, dizgeli bir çözümleme gerekiyor bunun için) bu sancının ne olduğudur
asıl yanıtı aranması gereken şey. Orhan Pamuk‟un da eğer varsa başarısı bu sancıyı bir
sihirbaz yeteneğiyle yokmuş gibi göstermesidir, ama daha da doğrusu okurunu inandırarak
sancısının kaynağı olduğunu ileri sürdüğü bir yerlere götürüp orada yalnız bırakmasıdır: Bu
yalnızca bir oyundu. Ama kabul edin iyi bir oyundu. Bu kolayca anlaşılabileceği gibi Türk
(Doğu) uslamlaması değildir, Batı (Anglosakson) uslamlamasıdır. Batı (özellikle ABD
kültürünün) kavrayışıdır. Güçlü olan haklıdır (tartışmaya gerek yok.) Bu noktada Kaan
Arslanoğlu‟nun (2007) NLP izlencesi açıklayıcı oluyor. Postmodernizmle açıklamayı hele
denemek bile istemiyorum (yazıdaki sancıyı).
Onun bugüne değin yazdığı hemen her şeyi okudum, birkaç çalışması dışında. Bir
deneme, senaryo (Ömer Kavur için), Nobel konuşması: Babamın Bavulu (ama TV‟de
dinledim). Asıl ilgilendiğim şey bir bütün olarak anlatısı.
Televizyonda (NTV) Masumiyet Müzesi‟nin yayımlanmasını izleyen günlerde uzun bir
söyleşisini dinledim. Canla başla romanının ne de güzel bir roman olduğunu, zekice
buluşlarını, inceliklerini şehvetle (artık apaçık söylemeliyim bu reklam dili şehvetidir bir
noktadan sonra ve şu da unutulmamalıdır: reklamın dili ürünün ötesine taşmıştır epeyce bir
süredir, kendi ürününe dönüşmüştür reklam) anlatıyordu karşısındaki hanıma (Banu Güven).
Türk olan hemen her şeye uzak duran, kendi kişisel coğrafyasını ayırma konusunda özenli
Sayın Pamuk, nedense kendi reklamını yaparken yeterince titiz, özenli değil. Daha rafine,
daha sofistike bir „kampanya‟ dili umulurken bu ülkenin insanlarına Türkçe yazdığı bu roman
için çok da dil dökmeye gerek duymuyor ola ki. Belki içtenlik (samimiyet), sevimlilik etkisine
(effect) başvuruyordur.
Şimdi bunu söylemek, Orhan Pamuk para için yazıyor, anlamına hiç gelmez. Bana
kalırsa o para için yazmak zorunda kalmadı başından beri. Yazma tutkusu taşıyan birisi. Yazı
onda tüm dünyaya meydan okuyabileceği bir araç olarak geliştirilmiş sanki. Bir öcalma, hırslı
bir sövgü (doyum aynı zamanda), aşağılama silahı. Tüm bu nedenle elindeki silah konusunda
duyarlı, özenli denebilir. Aynı şeyi dili (Türkçe) için söylemekse olanaksız. Birkaç örnek:
“Sarhoş aklım…” (79)
“Füsun her zamanki vaktinde geldi.” (114)
“Füsun‟a olan aşkımın da en sonunda bu çeşitten bir inat ve içe kapanma hikayesi olduğunu da
hayal meyal hissettim.” (424)
Ama genelde Türkçe zevksiz, sevgisiz bir Türkçe olarak akıp durur tüm metin boyunca.
Hatır hutur, arılıktan yoksun, şiirsellik taşımayan (yer yer bu izlenimi veren bölümcelere
rağmen, özellikle sevişme sahneleri) bir dil kullanımı, ki bizim Türkçe yazın geleneğimizin
nasıl görmezlikten gelindiğinin açık bir kanıtıdır, görmesini bilene. Türkçe yüz yıllık yazı
geleneğimizde büyük bir emekle, çabayla bir yerlere getirildi. Günümüz yazarına düşen şey
bu bayrağı daha öteye taşımaktır. Bunun tartışması bile olamaz. Yazı, dil (bilinci taşımak)
demektir. Gerisi (öykü) ikincildir. Dilsel ataklarla kavrayış ve soru derinleşir. Evreni kavrama
biçimi ve girişimidir aynı zamanda dil. Orhan Pamuk ve son yıllarda acı duyarak tanık
olduğum birçok yazarımızın özensiz, duyarsız Türkçe kullanımı ulusal, toplumsal
varlığımızın büyük bir yokoluşun kıyısında dengesini yitirekoyduğunu yeterince
göstermektedir. Türkçe (dil) bulunan değil, bulunduğu yerden kapıp kaldırılan, ötelenen
şeydir (anlatma aracıdır). Ötelemeyen dil, yazı (dili) değildir. Yazar yazarsa eğer tam da
buradan başlamalıdır, ne yazdığından, nasıl yazdığından önce. Kullandığı aracın (dil) değerini
ne düzeyde ayrımsamış?.. Orhan Pamuk‟un tüm yapıtı göz önünde tutulduğunda Türkçeye
(yazdığı dile) saygı duyduğunu söylemek zor. Ama bu saygıyı gösteren kaç yazarımız (tüm
türlerde) var derseniz buna yanıt vermem çok zor. Birkaç adın ötesine ulaşamıyor belleğim…
Bu bana gerçekten acı veriyor. İçeriği asla dilden (dil duyarlılığından) ayrı düşünemiyorum ve
bu da benim kusurum olsun… Bir ilke kararı alma konusunda kendimi hep zayıf
bulmuşumdur. Eline geçen metinde (ne olursa olsun) dile kötü davranılıyorsa, gereken en az
(asgari) özen gösterilmiyorsa onunla işini bitir, uzatma. Zamanın bundan değerlidir. Zaman
sana dil üzerinden, dil duygusuyla gelir, kendini verir. Boşuna tüketme onu.
Romanına, takıldığı aygıta ileri teknoloji çözümleri sağlayan tansıksı (mucizevi) bir
değişken parça (moduler kit), bir bilgi yongası (çip) gibi yaklaşan, insanlara istedikleri zaman
takıp çıkaracakları, boşluklarını doldurabilecekleri ya da enerji gereksinimlerini
giderebilecekleri bir „ürün‟ sözü (vaat) sunan söylemiyle Orhan Pamuk, özgün biri. Bunu
özgünlük saymayacak insanları dışarıda tutarak söylüyorum. Belki de haklıdırlar.
Yazmak çok az yazarımızda onunki denli yaşamla örtüşür (yani „yazmak yaşamak‟
anlamında, yanlış anlaşılmasın). Profesyonel bir yazıcı. Bunun sağladıkları kuşkusuz
yazısının düzeyi ve niteliğini belirliyor. Kendine ait yazı güvenlik (egemenlik) alanı onu
başkalarıyla kıyaslanamayacak ölçüde özgür ve özgüvenli kılıyor olmalı. Bu nedenle
yazısının yazısı dışında bir gerekçesi olmadığı izlenimini (bir tür yazı keyfi denebilir buna)
okur duyumsuyor ama iyiye mi kötüye mi yorması gerektiğini bunu, benim gibi
kestiremiyordur büyük olasılıkla.
Kurumlaşma eğilimini yapıtlarıyla ilgili bir müze oluşturma noktasına taşıyan, bu açık
özsever (narsist), tüm girişimlerinde olduğu gibi yazın toplumbilimi ve ruhbilimi açısından
yeterince inandırıcı değil. Ama ben ortaya konulmuş bir yapıttan sonra, yazarın eksik algısına,
yanlışlar da yapabilme olasılığına sığınma yanlısı hiç olmadım. Ortada bir yapıt varsa
arkasında (her satırının) duran bir yazar da vardır. Orhan Pamuk da kendi yazısının
arkasındadır zaten. Burada önemli olan onun gücünü ve etkisini, kamuoyu önünde bu
çelişkiye bağlaması. Bu çerçevede ülkemizin (!) en yetkin züppelerinden (snob, dandy)
sayabiliriz onu. İnanmadan inandırmaya çalışmakla yetinmeyip üstelik tuzağa yakalanmışlarla
sonuna değin eğlenmek (ama ne eğlenmek) başlıca tutkusu olduğundan... Yalnızca bu
nedenle.
Bunu söylememin nedeni Masumiyet Müzesi‟nin de daha önceki anlatılarının temel ve
stratejik yaklaşımlarını sürdürmesi, bir yazar kesitinin (profil) buradan üretilebilmesinin
olanaklılığı. Kendisinin de biraz haksız yere özgünmüş gibi dile getirdiği, zaman ve uzama,
bunların toplumsal algısına ilişkin müze kavramlaştırmasına da uzanan yaklaşımı, algıyı
kendinden kuşkulandırmaya yönelik bir hınzırlık boyutunu da (postmodern zekanın
erişebileceği düzeylerde) boşuna içermiyor. Romanda her şeyin (olayörgüsü) 'ilineksel‟
(nedensel) akışı da bir başka yanıltma boyutu ve düzeyi. Tüm roman temel kavramlardan
eylem ve ifade biçimlerine (temsil) değin yanıltma çemberlerinden oluşturuluyor, hemen tüm
düşünce kaynakları ve de somut belirtkeler (imge) dayanılmaz ve eğreti (yapmacık) bir çift
yanlılık kurgusu üzerinden sergileniyor. Bu özellikle damgalanmamış, yapaylaşmamış,
sahteleştirilmemiş (made in Orhan Pamuk‟laşmamış) hiçbir kavram çifti (ki bu terim bile
kendi anlamında değildir, diyalektik bir içsel zorunluluk taşımaz eğer kavram çiftinden biraz
bunu anlamamız gerekiyorsa) Orhan Pamuk metinleri içerisinde yer alamaz, çıkış teziyle,
varsayımıyla ilgilidir. Yani bu tutumun, bir tür Pamukizm (yöntembilim, metodoloji)
olduğunu söylemeye çalışıyorum.
Zaman kaydırılmış, zamansal gösteren gösterilenle açılı kalınca gösterge krize girmiştir,
en azından belli bir okur kuşağı için. (Uyarı: Burada Derrida differentia‟sından
sözetmediğimizi belirtmeye gerek var mı?) Bu durumda sözkonusu kuşak bu tutmazlığı
bitiştirmeye, yerleştirmeye uğraşadursun, 80 ve sonrası Orhan Pamuk okur kuşağı açısından
sorun yok gibi görünüyor. Sonuçta zamanı Orhan Pamuk gibi duyumsar ya da duyumsamaz.
Ama neyin duyumsandığı bir yana, ortada anlatılan zamana bir değer yüklemesi, bir nostalji
(kuşkusuz sahte, kalp) sözkonusu. Kitabı okuyup zevk alan bunu kabul eder. Tarihsel zamanla
anlatı zamanının genel anlamda örtüşmezliğinden yaşanacak eski kuşak travması geleceğin
okuruna yatırım yapan Orhan Pamuk için ikincil bir konudur. Hele tarihsel yanlışlıktan söz
edilmesi zaten abestir postmodernist takımına göre. Uzama bağlılık (mekan sadakati) zaman
kaymasına bağlı olarak olanaksız olmasına karşın, Masumiyet Müzesi‟nde zamanın sonsuz
oyunu uzamın yoğunlaşmasına, iyice sınırlanmasına yol açarak yerel (noktasal)
yoğunlaşmanın sağlayabileceği gerçeklik ve inandırıcılık beklenmedik bir biçimde yok
edilmiştir üstelik. Çünkü İstanbul, Nişantaşı (mikroskopik dalış) noktalaşması (odaklaşma),
romanın önümüze çıkardığı imgelerin gösterge özellik ve gücünü kırmaktadır. Okur bilinci
sonuçta bu zamana ve uzama (yapıtın başvurusu, referansı) yaslanarak tarihsel bir anlayışa
kavuşabileceğinin ve dolayısıyla şu anda kendi bulunduğu zamanı ve uzamı anlama şansının
kuşkusunu derinlemesine, iliklerine değin yaşamaktadır. Tam da istenen, gereken, amaçlanan
şey budur. Tarih dediğimiz şey bir anlatıdır (genellikle büyük harfle yazılır) ama bakın Orhan
Pamuk‟un da bir romanı var, onun da bir zamanı ve uzamı, yani başka bir tarih ve coğrafya
olasıdır. Bu yalnızca keyfi ve keyifli bir okuma ve yazmayla ilgilidir. Sanaldır.
Buradan şöyle bir sonuca ulaşmak olası. Bu roman, dayandığı ben anlatısı, zamanı
uzama zorlaması, tarihlemede gösterdiği patolojik duyarlık vb. ile dikey, eril, odakçıl, kenter
(burjuva), kurucu, yani metaforik bir anlatı. Nesnelerin yan yana gelişleri bu dikey
basamaklanmayı (hiyerarşi) kırmıyor, ilginç bir biçimde pekiştiriyor. Mimetik, yatay,
demokratik bir eşitlik ideası (müze) eril kurucunun, sahip‟in düşleminde yanıltma etkisi
olarak kullanılıyor. Ben buna „sahtelik‟ diyorum. Siz isterseniz „kalp‟ sözcüğünü kullanın.
Sonuçta işaret edilen içerik saymacadır, değer nesneye geçici olarak, oyunun kurallarına göre
yüklenmiştir. „Tekinsiz anlatı‟ (Jameson, 1975-76) alanındayız kuşkusuz.
Bu kolayca anlaşılabileceği üzere Orhan Pamuk‟un karşı siyasallaştırma
(apolitikleştirme) işini de yerine getirdiği demektir. Köksüz yeni kuşaklar önlerine konan,
başvuru gibi görünen başvuru yoksamalarını (iptal) birer girdiye dönüştürüp yaklaşımlarını,
yaşam anlayışlarını bu popüler kültür kurgusu üzerinden örgülemeye çalışacaklardır. Ortaya
çıkan şey (imgelemsel kurgu) kurulabildiği oranda kolay dağılabilen bir şeydir kuşkusuz. Ve
kimse bulunç (vicdan) acısı çekmeyecektir bu yüzden.
Bence Orhan Pamuk romanı (metni) ideolojisi yapısal değil ama Jameson‟vari bir
okuma bekliyor. Buram buram ideoloji kokan Pamuk metni, bir yanıltma katmanı da buraya
koyuyor. (Ortaya çıkan şey baklava olmayacak kuşkusuz, romanda epeyce ilerledik ve
başımıza ne gelebileceğini kestirebiliyoruz az çok.) Onun siyasetle, toplumla ilgisizliği derin
bir ilginin ve buna bağlı bir (gerçekte tarihsel, çünkü zaman Orhan Pamuk için de
geçmektedir) hıncın da işareti. Ama oyuna gelmeyelim. Orhan Pamuk yalnızca yazan biri, bir
davaya bağlanırsa yazıya ihanet etmiş olacaktır. Kendisinin böyle gördüğü açık... İşte bu
stratejik konumun sağladığı rahatlık, avantajla „küçük, mikro‟ siyasetler uygulayabilir
(yapabilir), çeşni olarak siyasal malzemelere sıkça başvurabilir. Çünkü bağlam yeterince
yitirilmiştir okur gözü önünden, kaygılanacak bir şey kalmamıştır. Zaman yeterince
kaydırılmış, uzam fazla fazla kişiselleştirilmiştir (çarpıtılmıştır). Kendi sınıfına, onun
vurgunculuğuna yaptığı gönderme havada kalır. Çünkü çerçeve, küme belirsizliğinde her şey
bir anda bir başka şeye dönüşme yeteneği ve gizilgücünü taşıyabilir (Bir kılavuzumuz, bir
karşılaştırma noktamız yoktur.) Dolayısıyla Nişantası kenteri (burjuvası) aslında eleştirilmiş
olmaz bunca alaya, yıkıcı küçümsemeye karşın.
Bu noktada koza, yuva metaforları üzerinde durulabilir belki. Pamuk‟un romanlarında
belirleyici coğrafya olarak Nişantaşı (kenterliği) kaçınılamayan çıkış yeri (yola, başka
coğrafyalara). Anne gibi. Bu da ondan nefret etmek için yeterli nedeni sağlıyor. Bu
kaçınılmazlık; oyunu, ele avuca sığmazlığı engelliyor. Yazar yakalanıyor. Bu kara delik (her
şeyi yutabilecek bu çukur) yazıyı doğuruyor. Yazı bir kaçış eylemi. Çekimden kurtulma
girişimi. Kök duygusunu Orhan Pamuk denli yadsımış bir Türk (?) yazarı var mı bilmiyorum.
Atılgan çok masumdur Pamuk yanında. Pamuk vahiyle gelmiş Tanrısal bir sunu olarak
görülmek ister. İnsandan olma bilinmeyi reddeder. Bu yapıtının bir tansık gibi algılanması
arzusuyla ilgilidir. Zamansız, ölümsüz nesne-varlıkla ilgili bir şey.
Demek istediğim dönemsel göndermeleri bu denli sahte ve kırılgan olunca, öyküsü
keskin bir duyar(sız)lık olarak çalımlaşıyor yazarın. Perspektif güvenilmez kılınınca
yüzeydeki örgü etkileme (effect) modunu belirginleştiriyor. (Yeşilçam sinemasının bilinçsiz
yaptığı şey…) Öykü keskin ışımalar, yansımalar, duyarlıklarla çocuksu bir doğaçlamayla
akıyor. Yaldızlanmış, cilalanmış bir naiflik anlatının özündeki boşluğun etkisini çoğaltıyor.
Duygusallık (sapına kadar sahte bir biçimde) kaçınılmaz okur tepkisidir bu koşullarda. Işığa
(gerçekte boşluğa) takılmış pervane etkisi… (Donanımsız okurdan söz ediyoruz.) İşte bu da
öyküsel katmanda abartılmış (arabesk) büyüleyici bir basitliği kaçınılmazlaştırıyor. Pamuk
okurlarını büyüleyen şey (büyülenenler için söylüyorum) bu boşluktur. Kaç(ırıl)an şeyin ne
olduğunu da anlamadan düşeriz peşine.
Eğitilmemiş bir halk (okur kitlesi) fotoromanla büyülenebilir. Basit çatışmalar ekseninde
akan sığ çizgiromanlarla rahatlayabilir. Kar romanı böyle bir çizgiroman mantığıyla
yürüyordu. Orhan Pamuk‟un düşüş romanlarından biriydi. Bu basit mantığı metninin
omurgasına yerleştiren yazarın bunu bilinçsiz yaptığını düşünmek saflık olur. Türkiye gibi
ülkelerde (Türkiye‟de demiyorum) ifadenin yaygın, basit, etkili bir biçimi kitleselliği
güvenceye alır. Orhan Pamuk Fransa‟da böyle yazmazdı, ama Fransız okur dışarıdan gelen bu
egzotik basitliği geçici ve dışarıda kaldığı sürece hayranlıkla okuyacaktır. Çünkü bu onu
gevşetecek, böyle toplumlar insanlar ve ilişkiler de var ama şükürler olsun orada bilinmeyen
bir yerde uzakta, dedirtecektir ona. Oysa burada anlatıldığı gibi değildir hiçbir şey. Eğer
derdimiz kendi yaşadığımızın gerçekliği, onunla baş edebilme ve dönüştürme yeteneğimiz ise,
parça (fragman) bizi bütüne bağlamak zorunda ve ancak o zaman bir parçadır o.
Bu ülkenin, bu toprağın (coğrafyanın) yazarı olmayan, bunu benimsemediğini son
romanındaki dilsel tutumu, vurgusuyla da saklamayan Pamuk öyleyse evrensel bir yazar mı?
“Benim durumuma düşen Türk erkeklerinin çoğu gibi ben de…” (280)
“Uzak ülkelere gitmiş, orada yıllar geçirmiş biri gibi görüyordum kendimi: Sanki Yeni
Zelanda‟da yerliler arasında yaşamış, onlarla çalışma, dinlenme, eğlenme (ve televizyon seyrederken
konuşma) alışkanlıklarını, törelerini gözlerken bir kıza aşık olmuştum. Gözlemlerim ile yaşadığım aşk
iç içe geçmişti. Şimdi tıpkı bir antropolog gibi, topladığım eşyaları, kap kacağı, incik boncuk ile
elbiseleri ve resimleri sergilersem, yaşadığım yıllara bir anlam verebilirdim ancak.” (548)
Türk sözcüğü birkaç kez üstanlatıcıyı (yazarı) dışarıda, yabancı biri olarak açıktan ima
edecek biçimde kullanılmaktadır. Elbette bundan Türkçülük savunusuna geçecek değilim,
yazarın kışkırtıcı tutumunun bu ve benzeri konularda yapısal bir teknik araç olarak bilinçli
kullanımına karşın…
Soruya dönmek gerekirse, Nobel ödülü kazanmış Türkçe yazan Orhan Pamuk için
sorduğumuzu unutmuyoruz soruyu. Hemen ikinci soru geliyor arkasından gerçi: Türkçe yazan
yazar, Türkçenin arkasında duran özne hakkında ne düşünüyor? Bir kültürden ve onu taşıyan
bir toplumdan söz ediyoruz. Burada kendisini, „konumu belirlenemez‟ bir egemenlik, bir erk
noktasında gören, ama görülemezlik avantajını kullanırken yakalıyoruz bir kez daha. Onun
dışarıda ve bizim etki alanımızın dışında kalacağı bir varsayım olarak benimsenmek zorunda.
Masumiyet Müzesi‟nin maraziliğindeki sahtelik de bu noktaya hiç uzak değil. Verem ona
bulaşmayacaktır, bulaşamayacağına göre veremi anlatabilir (Yani sonuna değin meloya
dalabilir.) Her şey bir nesne olarak önünde eşittir, o her şeyin üzerinde dışındadır. Bu bir
ayrıcalık (avantaj)… İyi de ne(reye) kadar?
Çok tartışılmıştır. Az çok üzerinde uzlaşılan ve örneklerle de kanıtlanan şey, evrenselin
yerelle olan sıkı bağı, ilişkisi. Ama bu bağ özümseme süreçlerinden geçmiş, emek verilmiş bir
geleneğe yaslı. Sanatçı kendisini iliklerine değin farklılaştırarak „monad‟a (özgüne, kendine,
özüne) vardığında, evrensel yapının vazgeçilmez yapıtaşına dönüşebilmiş demektir. Böyle bir
öz var, tarihselliğe bağlı bir öz, bir bireşim, bir buluşma, kesişme alanı olarak (yapılan, hep
yeniden yapılan bir şey olarak). Bu saltık (mutlak) bir öz değil. Kendi yerine doğru, sıkı
bağlanmış kişi evrenselleşmeye de yatkın, yakın durmaktadır. Pek çok görünürde
evrenselleşme örneği sahtedir. Evrensel izleği yerele bağlayan kolay kavranamaz bir ilineksel
bağ var. Homeros, Shakespeare, Tolstoy rastgele örnekler. Tolstoy Yasnaya Polyana‟da kendi
çizmesini dikmenin peşindeydi. Tüm insanoğlunu kavrayacak en soyut, en genel sorunun bu
(bir) ayrıntıda, yalınlığın içinde ve „şimdi ve burada‟ yankılandığını ayrımsamıştı.
Örneğimizdeyse evrenselleşme niyeti (politikası demeliyim aslında) sürüye vahiyler salma
ayrıcalığına yönelik. Dışardalıkla ilgili, kardeşlikle değil. (Aforizmik bir şey...) Dünya
(okuru) Orhan Pamuk‟u evrensel izlekler bağlamı içinde mi kavrıyor? Evrensel değer arayışı
onu Pamuk yapıtına taşıyor diyebilir miyiz? Dünya okurunun bugüne gelindiğinde ne
aradığının çözümlemesi yaşamsal önemdedir. Kurulu (stabil) kararlı Batı toplumu, kendi
motiflerini öyle kanıksamış, içerikten boşaltmıştır ki serüven tutkusu bir yana, bu izlekleri
yeni ve gelişmemiş biçimler, yapılar içinde bulmak onu eğlendirebiliyor. Buna belki arkaizm
denebilir. Orhan Pamuk Batılı izlekleri Doğulu yaşam biçimleri (formları) içerisinde bir tür
yeni egzotizm, hatta yeni oryantalizm (içerik biçim açısı daha açılmış, genişlemiş,
aykırılaşmış olarak) anlayışıyla sentezleyince (bir tür küresel arabesk bireşim) „garip nesneler
tutkunu‟ Müzeci Batı ilgisiz kalamıyor bu ilk bakışta çekici ürüne. Demek istediğim, Orhan
Pamuk‟un evrensel bir yazar olduğu düşüncesi tartışmalıdır. Bu çevrilme ve değişik dillerde
yayınlanma, hatta okumayla biten bir konu değildir. Enver Aysever‟in dediği gibi, Necip
Mahfuz‟a yakından bakmalı. Mısırlı bu yazar evrensel bir yazardı, çünkü derinlemesine
Mısır‟ın yazarıydı.
Kullanılan teknik tümüyle batılı (ya da batıda suyu çıkarılmış) bir teknik. Yazarı da
kurgunun bir parçası yaparak romanın içinde dolaştırmak, romanın kişileri, anlatıcı, üst
anlatıcı ilişkilerini belirsizleştirerek okurun „merak ve eğlenme‟ arzularını doyurmak, ayrıca
doğrudan okura seslenerek, geleceğe gönderme yaparak, imalarda bulunarak „saydamlık‟
izlenimi vermek, metni sevimli kılan (aynı zamanda tartışmalı da kılan) üstelik hiç de
postmodernizme doğrudan bağlanamayacak, kusursuz örnekleri daha önce verilmiş
teknikler…
“[Yazar Orhan Pamuk anlatıyor] Tuhaf, başdöndürücü dimdik bir duruşu vardı. Yıllarca
unutmadım. Bazı anlar kemiklerini, gövdesinde güçle gezen kanı, canlılığını, bir an yeni bir şeyle
ilgilenişini, iç organlarının kıpırtılarını, bütün iskeletinin zarafetini parmaklarının ucunda hissediyor
ve ona…” (571)
“Orhan [Pamuk] Bey, Kemal‟i hatırlatıyorsunuz bana,” diyerek ağladı.” (584)
Bizde de bu teknikler belki üzerinde çok çalışılmış olmasa da (ustaca) kullanılmıştır.
Orhan Pamuk‟da teknikler bir tür parodi etkileriyle (effect) karışık kullanıldığından
postmodern bir kurgudan sözetmek yanlış olmaz. Pikaresk anlatıdan romansa, populer
melodrama değin geniş bir „malzeme‟ye başvurmuştur Pamuk. Geleneksel birçok anlatı
tekniği baskın boyutun izini süren genellikle yalınkat anlatılardır. Çizgisel, tek boyutlu… Bu
günümüz anlatısı içinde yeniden yorumlanırken „klişe‟ler kendilerini aşabildikleri, çoklu,
olumsal anlamlandırma ve kavrama gücü sağlayabildikleri oranda, bizi yeni bir yaşama
hazırlayabildikleri oranda yaratıcı bir sanat algısından söz edebiliriz. Yoksa „yitirilmişin
hüznüne‟ kilitlenir kalırız. Geleneksel halk hikayeciliğimiz, özellikle karasevda öykülerimiz
(Leyla ve Mecnun, Tahir ile Zühre, Yusuf ile Züleyha, vb.) birçok şeyin yanısıra burada
yankılanıyor. Yankılanan kalıp, biçim çağdaş dünya içeriğiyle öyle buluşuyor ki (tekinsizlik),
bizim modern toplumsal hayatımızın sapıklığı, patolojisi bir kez daha hortlatılmış oluyor
(Hortluyor demiyorum.) Burada yalnızca bir izlenim veriliyor (Mış gibi). Yoksa bu patoloji
dışavurumu bu denli eğlenceli olmaz, gözyaşlarımızı (şu akmaya teşne) koyuverirdik
hemence. Ben buna „kabukta kalmak‟, „kabuk yaşamı‟ diyeceğim izninizle. Bunu ayrımsayan
kullanır (Orhan Pamuk gibisi). Selim İleri kullanmadı, büyülenmiş bir biçimde bu yüzeysel
duygulanımın parçasına dönüştürdü, buradan sahih bir hayat çıkarmış gibi geldi ona.
Yanıldığını anladı mı bilmiyorum. Yazarımızsa çok ötelerdedir, bütün bunları çoktan aşmıştır.
Ve bütün bunlar büyük yapıtının ancak malzemeleri olabilirler. Toplumun Aşil topuğunu
yakalamıştır o, nereden öldürebileceğini çok iyi bilmektedir bu kırılgan toplumu (!). Toplum
demeye dilim varmıyor. Nasıl bir toplum ki bu, hakikilik semtine uğramamış; öfkesi de sahte,
sevgisi de. Böyle bir utanç verici naiflik „profesyonel‟ olan her şeyin (tutumun, iradenin)
kolayca elastik malzemesine dönüşebilir ve dönüşüyor zaten. Ülkemizde örneğin bir siyasal
yaşamdan, bir kültürel yaşamdan vb. söz edilebilir mi? Kendimizi kandırmayı sürdürelim mi?
Friedrick Jameson‟ın (Metnin İdeolojisi, 1975-76) „tekinsiz hikaye‟ kavramı üzerinde
durmak istiyorum. Eğer yanlış anlamadımsa (Barthes‟ın S/Z‟de Balzac‟ın novellası olan
Sarrazine çözümlemesinin eleştirisi) Jameson bu kavramla, yeni burjuva dünyasına ve onunla
gelen roman kahramanlarına bakış açıları ve mesafe anlayışlarındaki değişikliklere ayak
uyduramayan, vazgeçilememiş eski unsurların birer hortlak gibi ortada dolandıkları melez
anlatıları kastediyor olmalı. Şöyle diyor: „Gelgelelim tekinsiz hikaye, kendi tarihsel durumu
içine, yani yeni piyasa sisteminin hem yerleştiği, hem de eski bir üretim tarzına ait, henüz tam
anlamıyla tasfiye edilmemiş olan kurumlar ve ideolojilerle geçici olarak bir arada olduğu
bağlam içine tekrar yerleştirildiğinde, epey farklı ve semptomatik anlam kazanacaktıryapısal olarak birbirleriyle bağdaşmayan, ama zorla yan yana getirilmeleri sonucunda
ortaya melezleşmeden çok anamorfosis açısından ele alınması gereken bir metin çıkan iki ayrı
kültürel ilkeye yapılan bir tür müdahale ya da lekeleme anlamı kazanacaktır. Hatta, tekinsiz
hikaye, üç boyutlu bir sisteme yansıtılmış iki boyutlu bir geometrik düzlemin bazı özelliklerini
gösterir: burada, Olay kategorilerinin hükmü altındaki bir anlatı, artık, Kişi ya da Özne
etrafında organize edilen bir anlatı sürecinin çok farklı temsil kategorileriyle temsil edilmek
durumundadır.” (s.147, Metis y., 2008) Bir sayfa önce ise: “ Demek ki bu kültürel üretimde,
birey özne hala olayların odağı olarak görülmektedir ve ancak psikolojik olmayan anlatı
yoluyla dile getirilebilir.”(s.146)
Orhan Pamuk ülkemizde Cumhuriyet dönemiyle birlikte akan çift zamanlılık olgusuna
neredeyse diyeceğim tüm anlatısını borçlu. Cumhuriyetin devlet eliyle zengin ettiği kenterin
(burjuva) sınıfsal anlamda bir parçası olmakla birlikte kişisel olarak bir „reddi miras‟
hırçınlığı içerisindeki durumu, az çok anlaşılabilir bir şey. Bunun toplumsal ruhbilimle
açıklanabileceği kanısındayım. Bence sorun onun bize özgü kenter (burjuva) eleştirisini
yaparken durduğu yer. Bu sınıfsal anlamda yine emekçilerin yanı değil, bu açık. Peki, ne?
Balzac için kolayca anlayabileceğimiz, Goethe ve diğerleri için anlayabileceğimiz şey
Pamuk‟ta boşlukta kalıyor. Çünkü kendisine olmayan bir seçkinci kişisel geçmiş yükle(n)miş
gibi davranıyor. (Yazısından söz ediyorum kuşkusuz.) Sanki yara almış bir Rus soylusu gibi
yazıyor. Devrim onun ruhunu çalmış, avama teslim etmiştir. Cumhuriyeti toplumsal siyasal
tarihsel koşullarından soyutlayan bu yaklaşımın onunla geleni karikatürleştirmesi, olayları ve
insanları naif bir karşıtlık ve duygu tonu içerisinde kavramasına şaşmamalı. Sınıfının ve
Cumhuriyetin ona sağladıklarının çok iyi farkında olan yazı, nefret ettiği bu kaynaklarla
ilişkisini görünmezleştirebilmek için kendini şaşırtıcı, olağanüstülükler anlatısı, harikalar sirki
gibi (ilk kez olmuş, biricik) sunar. Sonuçta yazar (Pamuk) okuruyla, toplumunun insanıyla
arasındaki mesafeyi yeterince hesaplayamamaktadır. Toplum (kenter) ana belirleyicisi,
ruhunun ve maddesinin temel yapıcısı sınıfsallık niteliğinden soyulunca, geriye bir çocuk, bir
hayran, bir inanç topluluğu (cemaat), kolay aldatılabilir bir kitle kalmaktadır. Bu kitle
„sınıfsallık‟ dışında birçok nitelikle tanımlanabilir kuşkusuz. Bu özgün yakın tarihimizin
çiftyanlılığıyla ilgili, belirtmiştim. Tarihsiz (zamansız ve gerçekte uzamsız) kalmış aydın
yazar yeni Özneyi eski biçimler, çerçeveler içerisinde gezindirerek, „tuhaflıklar‟ seyircisine
dönüştürmektedir okurlarını. Yeşilçam sinemasının gerçeği de bu kavrayışsızlık noktasına
(buluşamamak) bağlı. Ama onu yine de bağışlayabilir miyiz, bilemiyorum. Orhan Pamuk,
Türk okur kitlesinin alıştığı „kalıpların‟ içinde, ki bunlar Batılı okurun da tam aradığı
şeylerdir bir yandan, yeni tipleri dolaştırarak yazısını çekici kılabilmektedir. Yani üç boyutlu
bir dünyanın içinde (belki de Türkiye‟nin gerçeği düşünüldüğünde dört, beş boyutlu) iki
boyutlu ilişkileri, tipleri de kolay algılanabilir, benimsenebilir, olumlanabilir süreç ve
kahramanlara dönüştürüyor, bu kadar basitliği bir türlü kabul edemeyen eğitimli okurlar da
görünenin altında ne kerametler var diye eşinip duruyor. Salman Rushdie‟de de böyle bir
basitlik olduğu kanısındayım.
Masumiyet Müzesi‟nde karakterler inanılmayacak (ve de ortalama bir okur kesiti için
kabul edilemeyecek) ölçüde tekboyutludur. Giyim kuşam, çevre, davranışlar, konuşmalar
modern olmakla birlikte bir gölge oyunu gibi akan romanda tek bir bakış açısı, tek bir
karakter (Kemal; zengin, erkek, çekici) her şeyi gözleriyle biçimlendiriyor, kendi kişisel
çizgisine katıyor. Burada bir çoğalma, bir farklılaşmadan söz edemeyiz. Bir değişim,
dönüşüm yok. Müze de bunun kanıtı zaten. Kemal kendi kurgusundan öylesine emin ki neden
yitirdiğini bile tartışmayacak, yitirişini bile nesneleştirerek, saltık Özne-Yazar olarak sonsuza
değin varlığını kalıcılaştıracak. (Sanki bir Türk tepkisini genetik bir kod yazısı gibi
saltıklaştırıyor bir yandan bu oryantalizm.) Kemal sevmeyi öğreniyor diyemeyiz, çünkü
kendisi iki boyutlu ve çoğu kez de çelişik bir (karton) tipken, sevdiği kadın Füsun iki boyutlu
bile değil, tek boyutlu. Diğer insanlar ise Kemal‟ın göz algısı içine girdiklerinde görünür (var)
oluyorlar.
Pembe diziler, fotoromanlar, Yeşilçam ya da Hint Sineması, vb. buydu büyük ölçüde.
Çokboyutlu ve belirsizliklerle bir tehdit gibi algılanan küçük insan yaşamının büyük
karabasanı olan hayat, böylelikle anlaşılır kılınıyor, baş edilebilir, üstesinden gelinebilir bir
öyküye dönüşüyordu. Ama daha fazlasını da yapıyorlardı. Algıyı biçimliyor, bunları tüketen
kitlelerin zamanı ve uzamı algı biçimlerini de kırarak, kendilerini görmelerini, kavramalarını
engelliyordu. Türkiye‟de olduğu gibi her sınıftan insan çok farklı ve arkaik ama benzer
yaşantıları bir arada deneyimliyor, çok açık (grotesk denebilecek) çelişkiler bile bu nedenle
sindirilebiliyor, tepkisiz kalabiliyordu. Ülkemizde tarımsal (feodal denebilir) yaşantının
kentleşme ve kenterleşme (burjuvalaşma) süreciyle dayanışmalı ve eklektik işbirliği „çift
zamanlılık‟ dediğimiz kavramı toplumun değişik coğrafyalarda, uzamlarda, ortamlarda somut
yaşantılamasına, bu çelişkiyi kişisel olarak deneylemesine yol açmıştır. Bu sürmektedir. Bu
çiftzamanlılık (Metin Celal buna değiniyor, Cumhuriyet Kitap Ekinde, Eylül 2008) birey(ler)
anlatısında bir olumsallığa da zemin hazırlıyor kuşkusuz. Öykülerken insanlarımız
beklenmedik sıçramalar, boyut değiştirmeler, kabuksu ortaklıklar (paylaşımlar), kaçışın,
yanlış anlaşılmış olmanın özrü kolayca ikame edebilmesi, bir gerekçeler (mazeretler)
silsilesine sığınabilme, sahicilik yitimi ve bundan kaygılanmama, konuşmanın anlaşma
anlamına gelmemesi, en geniş anlamda sadakatsizlik, özsüz duygudaşlık, marazi duyarlık vb.
vb. birçok düzeneği devreye sokabilmekte; seçkin bir öykü berbat bir fotoroman duyarlığıyla
yan yana gelebilmektedir bu yüzden… Ulusal proje, aynı zamanda „tek zaman, tek yer‟
projesiydi. Bilinç iki zamanlı akarken, bilinci taşıyan tek varlık, insan beden ve ruh olarak
çocuk kalmakta, aşırı kırılgan olmaktadır. Bu kırılganlık olumlu bir nitelik olarak
yorumlanamaz. Bunu daha çok yüzeysellik, dayanıksızlık, kendi olamamak gibi anlıyorum
ben.
Şimdi Orhan Pamuk tezi (romanında ileri sürdüğü tez) çıkmaza giriyor bana kalırsa.
Zamanı parçalayıp dondurabiliriz, nesnelerde yoğaltabiliriz, kendimiz için biricik nesneye
dönüştürebiliriz. Oysa zamanın çiftyanlılığı nesnenin çiftyanlılığını yankılar. Zaman çok
parçalıysa nesne de çok parçalıdır. Çünkü ontik nesnenin öyküsü yoktur. Eğer konumuz
öyküyse, bir kullanımdan, nesneyi kullanan iki parçalı bilincimizden, iki parçalı zaman
kavrayışımızdan söz ediyoruz demektir.
Bu ikileşme zengin bir izlek olarak, başka konulara taşıyabilir bizi. Örneğin, uzaklık
(mesafe), aralık. Kabuk anlatıları (fotoroman, arabesk, vb.) perspektifi (rasyonalizm) siler.
Her şey hem çok yakın (ben, kendim), hem çok uzak (o, öteki) görünür. Dolayısıyla cogito
boşa düşer. Ben kendimi ben olarak göremedikçe, onu da o olarak (dışımda) göremem.
Buradan mistifiye bir sonuca ulaşmak zor değil. Bu romanı da mistik bir roman yapan şey
içerdiği bu belirsizliğin (daha önceki romanlarda olduğu gibi tıpkı) saltık varlığıdır. Orhan
Pamuk gizemselleştirme (mistifikasyon) işlevi de görmektedir bir yandan.
“Füsun‟a olan aşkımın da en sonunda bu çeşitten bir inat ve içe kapanma hikayesi olduğunu da
hayal meyal hissettim. Ona olan aşkım, takıntım, her neyse başka biriyle özgürce bir dünyayı
paylaşmak yolunu bir türlü tutamıyordu bir türlü. Bunun şu anlattığım alemde olmayacağını ruhumun
derinliklerinde daha başta anlamış, içime dönmüş, Füsun‟u kendi içimde arama yolunu tutmuştum.”
(424)
Ee, ne demek istiyorum yani, sanat toplum için olmalı mı? Olabilir, ama burada konum
bu değil.
Ben Pamuk‟un ideolojik bir işlevi bir üçüncü dolayımdan sonra (bir dizi aşamadan
sonra) gerçekleştirdiği kanısındayım. Dur, şu insanların bilinçlerini bir çarpıtayım, diye yola
çıktığını elbette söylemiyorum. Ama sonuçta tek tek roman içeriklerinin değil, romanların
yazarı olarak Orhan Pamuk eyleminden doğan sonuç budur. Onun bir yazar olarak (okunmak
isteyen bütün yazarlar gibi) istediği şey, buluş gücüne güvenerek birçok insanın ilgisini
çekecek bir roman yazmak olmalı. Ama Balzac‟ın kişisel iradesinin romanına ne kadar içerik
sağladığı tartışılabilir. 19.yüzyıl Fransa‟sının Balzac‟a göre olduğu tartışılabilir. Bunlar
birbirinden sandığımız denli kopuk ve uzak şeyler değil.
Orhan Pamuk bir melodram yazarı değil (aslında). Romanında üç boyutlu karakterler
yaratamayacak bir yazar da değil. Sorun bu değil. Sorun Orhan Pamuk‟un, gördüğü dünyayı
nasıl yansıtmak istediği ve bunun için başvurduğu araçların ne olduğu?
Ama Orhan Pamuk‟un bir postmodern romancı olduğu, Türkiye‟de hiçbir yazarın
olmadığı denli postmodern olduğu, bir gerçek. Yoksa bu akıma kapılmış gizli açık birçok
yazar çizerimiz var. Dolayısıyla ben şunu rahatlıkla öne sürebilirim, yazarımızda başından
beri özgün bir „biçim‟ de yok. Buluş gücü yok demiyorum, bu fazlasıyla var. Belki de bu onu
özgün yapmaya yeter. Ama ben biçimden sözediyorum, kullanılan tekniklerden, yazı
sanatlarından. Beyaz Kale‟den başlayarak bütün romanlarından… Kar bir dönüm noktasıdır.
Postmodern anlayış bu romandan sonra anlatıyı baştan çıkarmış, „oyun‟ anlatının parçası değil
kendi olmuştur.
Masumiyet Müzesi‟ni de baştan aşağı „sahte‟ yapan şey (başarısız, kötü demiyorum,
başka bir şey söylüyorum) yazarın savının (bu bir oyundur) bir takınağa dönüşmüş olmasıdır.
Pamuk, denenmiş, kullanılmış bir biçimi, davranışı, ilişkiyi, kalıbı alıp iliklerine değin kanını
emiyor. Bundan, belli bir amaca dönük çözümleyici bir girişimden sözettiğim sonucu
çıkartılmamalı. Hayır, „bilim‟ bu dünyanın dışındadır. Çünkü (bilim) buyruk kipinde
algılanmaktadır.
Tristram Shandy, Yusuf Atılgan, yeni romancılar, Amarcord, Woody Allen, vb.
kimsenin usuna gelmez. İngiltere, ABD, Fransa gibi yayıncılığın sanayileştiği ülkelerde yazı
için yarışma daha büyük güç ve özgünlük gerektirir. Birçok şeyle (hem zaman içinde geriye
doğru, derinlemesine; hem de uzamda sınırsız uçlara değin) boğuşmak, hesaplaşmak gerekir.
Biz Türkiye okurları böyle bir zihin yapısı (karşılaştırmalı bir zihin) içinde değiliz.
Ölçütlerimiz yerel ölçütler. Pamuk‟u ne ulusal yazarlarımızla karşılaştırabiliyoruz ne de çağiçi
dünya yazarlarıyla. Bu kadarıyla yetiniyorum. Bu Pamuk şansını ve şanssızlığını oluşturuyor,
gerçi kendisi dünyada ne olup bittiğini kuşkusuz izliyor bir yazar olarak. Ama „zorunda
değil.‟ Eğer zorunda olsaydı sanırım Türkçe de yazmazdı.
Zamanı ve uzam algısı oturuşmamış, sınıfları kendilerini kavramamış toplumumuz
„tekinsiz anlatı‟yı gündelik yaşamında da başat ifade biçimi olarak kullanmaktadır. Daha önce
ufacık değinmeme karşın, bunun üzerinde durmak toplumbilimcilerin işi. Temel soru,
yazar(lar)ımızın „rasyonalizm‟ e tepkisinin nasıl ve neden olduğudur?
Şimdi, müze düşüncesi bu romanın devini noktası. Zoruma giden bir şey var, müzecilik
kavramı öyle geliştirilmiş, tartışılmıştır ki (özellikle Batıda) bu konuda oldukça popüler kalan
Pamuk yorumunun özgün bir yaklaşımmış gibi gösterilmesi ve görülmeye çabalanması hoş
değil. Kökü antik çağa değin uzanan, Ortaçağ sonlarında dizgeselleşen, rönesansla birlikte
yüzyıllarca Batı insanının zamanla yüzleşme uzamları olan Müze, 20. yüzyılla birlikte enine
boyuna tartışılmıştır. Bu düşüncenin bir roman konusu yapılması aslında oldukça parlak bir
buluş… Pamuk‟un yaptığını tartışmıyorum.
Romanın ana kahramanı Kemal eklektik bir iki boyutluluk taşır. Bir yanı geleneksel
anlatı, biçim (karasevda, fetişizm), diğer yanı koleksiyonculuk (rasyonalizm) oluşturur. Ama
sorun şurada ki Tanpınar‟da olduğu gibi bundan bir drama çıkmaz (İyi ki de çıkmaz belki de.)
Çünkü bu da yanıltıcı, sahte bir kurgudur. Önemli olan ayağı takılmadan okurun yazı
içerisinde ilerlemesidir. Okur öyle rahat ilerler ki yazının içinde, gizli bir konformiste
dönüşür. Herşey tümüyle bildiği şeylerdir. Ama resmin altındaki imza büyük, olağanüstüdür.
Bu durumda değmeyin keyfine okurun... Zahmetsiz Picasso seyretmek gibi bir şey… Aslında
okurun sandığından daha çok birikimi olan Masumiyet Müzesi, tüy gibi hafiflik efektine
vermiştir sırtını (yani Pamuk aslında.) Bu, temelde yazarın içinde yaşadığı dünyaya karşı
duruşuyla kuşkusuz ilişkilidir ama aradaki dolayım Orhan Pamuk sözkonusu olduğunda
göründüğünden fazladır. (Romanları emek işidir.) Nişanlısıyla (Sibel) işyerinde sevişen ve
yakında evlenecek olan Kemal uzak akraba kızı (kendisinden on beş yaş kadar küçük)
Füsün‟a, bir butikte aşık olur. Sosyetesine hiç itirazı olmayan kahramanımız, okurun çok da
açıklama için kafa yormayacağı aşamalardan geçer, Füsün‟la sevişir. Pragmatik bir sosyete
gencidir. Ama artık seçim yapmak zorunda kalır. Füsun onu bıraktığında onsuz
yapamayacağını anlar. Füsun‟a ait hayatı (tüm nesneleriyle birlikte) kendine katmaya başlar.
Kendisine rağmen sevdiği kadının her şeyini, başkasıyla (Feridun) evliliğini bile bağışlar.
Okurun tüm bunlar için geçerli gerekçeler aramaya çalışması okuma hızı ve akışını
keseceğinden gereksizdir. Tıpkı Yeşilçamda, pembe dizilerde olduğu gibi öyle şeyler vardır
ki, bunları anlamak değil, doğrudan yaşamak (ne demekse) gerekir. Saçma da olsa ısrar
kazanacaktır. Füsun‟un iradesinin neden yana çalıştığını anlamaya, sormaya çalışıyorsunuz
ama yineliyorum boşunadır bu… Anlamayın, hamağın keyfine bırakın kendinizi. Ama
anlamadığınız şeyden keyif alamıyorsanız da her şeye rağmen, sorunun kaynağını
deterministik koşullanmanızda arayın. Romanın suçu yok. Eğer bu romanın suçu varsa,
dünyanın gelmiş geçmiş tüm popüler fantazmalarının, anlatılarının (büyü temelli romansların)
suçu var demektir. Neden soru sormamız gerekiyor ki? (Bunun için sevgili okur, neden
okumamız gerekiyor ki, sorunusun yanıtının peşine düşsün öncelikle.)
“Romanımızın bu kısmını okutan lise öğretmenleri endişeye kapılırsa öğrencilerine bu sayfayı
atlamalarını önerebilirler.” (38)
E, tabii, happy end yakışmaz, böyle bir tutkuya. Tam kazanmışken kaybetme
duygusunun tadından kim vazgeçebilir? Geçmiş ve günümüz dizi film mantığı kadar sağlamı
var mı? Seni kaldırıp kaldırıp çalar yere. Pamuk da bildik kalıpları kullandığına, bunun
hakkında bir deneme yaptığına göre, „beis yok!‟
Füsun tılsımlı, gizli nesnelerin de ortalıkta yeterince yer aldığı (küpe) adı konulamayan
bir atmosfer içinde, her şey yolunda iken, trafik kazasında ölür. Kemal‟i ayakta tutan düşünce,
müze düşüncesidir.
“Müze fikrine de; düşünmek ile hatırlamak, kaybetme acısı ile kaybetmenin anlamı arasındaki
bu noktalarda vardım.” (542)
Herkesin boşa harcadığını düşündüğü hayatımı Füsun‟dan kalanlarla ve hikayemle herkese ders
olacak bir müzede sergileyip anlatabileceğimi…” (547)
Şimdi eğer bir ruhbilimci olsaydım, buradaki „fetişizmi‟ çözümlerdim. Çünkü bir okur
olarak her şey gibi bu fetişizm de gerçek fetişizm olarak durmuyor, diyeceğim. Ben Orhan
Pamuk‟un buluşçu zekasını buralarda görüyorum. Bunu olumsuz bir yargı olarak öne
sürmüyorum. Bu ikili ve kaypak doku, yazara ve yapıtına niteliğini veriyor (başından beri). O
asla okurunu doyurmayacak, rahatlatmayacaktır. Bu yapıtının açık yapıt olduğu anlamına
gelir mi, tartışılabilir. Benzer şey „kleptomani‟ için de geçerli. Ama bir yazarın bilimsel
normlara uymasını beklemek gerekmez. Okur anlatıyı benimsiyorsa sorun yok.
Teselli gücünün en yüksek olduğunu bildiğim eşyalar arasından Füsun‟un kurşun kalemini ve o
kaybolduktan sonra hiç yıkamadığım çay fincanını yanıma alıp yatağıma uzandım. Bu eşyalara
dokunmak, onları tenimin üzerinde gezdirmek kısa sürede acımı azalttı, beni rahatlattı.” (253)
“…filtrelerinin ucundaki ruj izini de hafifçe tadarak hayat hakkında, Füsun hakkında derin
düşüncelere dalardım.” (441)
“Flaubert‟in Madam Bovary‟yi yazarken kendisine ilham veren ve tıpkı romandaki gibi kasaba
otellerinde, at arabalarında seviştiği sevgilisi Luise Colet‟nin saçlarından bir tutamı, mendilini,
terliğini bir çekmecede sakladığını, arada onları çıkarıp sevip okşadığını, terliklere bakıp nasıl
yürüdüğünü düşlediğini mektuplarından mutlaka biliyorsunuzdur, Orhan Bey.” (567)
Onun en gizli ve güçlü tezi, hiçbir okurunun ona ulaşamayacağıdır. En iyi okuru bile
onu ele geçirdiğini sandığı anda, onun karşıt yönde açıklaması yetişecektir. Bu tutum, yapıt
çok zenginmiş izlenimi oluşturmuyor değil. Bir taşla kaç kuş vuruluyor Yarabbi! Yazısı bu
nedenle kaygandır, yakalanamaz. Demek istediğim, bu Pamuk emeğinin çokça harcandığı
başlıca konulardan biridir.
Pamuk kışkırtıcılığının tüm bunlarla kuşkusuz ilgisi var. Kesintisiz bir tahrik motoru
gibi çalışıyor (yazıyor) ve bu ona tüm ilgiyi üzerine toplama olanağını sağlıyor. Herkes ilgi
çekmek ister biliyorum. (Neden ve nasıl?) Yadırgadığım bu değil. Bu yazarımızda bir
disiplin… Bir yöntem. Yazısı asla masum bir yazı değil (yine, iyi ki değil.) Polisiye yazının
tekniklerine hiç yabancı kalmayan Orhan Pamuk, inandırıcı olma, güvenilme baskısını
üzerinden kaldırıp atmış oyunbaz ve tahrikçi bir biçemle, okurunu ustalıkla yakalıyor.
Duyguları kabarmış, diken diken tüyleriyle Pamuk okuru biraz da nereye saldıracağından
şaşkın, dur bakalım, diye diye kitabın son sayfasını buluyor. Ama rivayet odur ki, Türk gibi
başlayıp sonunu getiremeyen, bitiremeyen okur çöplüğüymüş sözde ülkemiz. Artık
bilemiyorum, kimi kez Türkçesi katlanılmaz olmuyor değil, ama bu kadarı beni yıldırmaya
yetmiyor.
Beni onun okuru yapan şey, onun temsil ettiği tutuma karşı yeterince dikkatli olma
gereği yanında, inandığım yazma duygusudur.
Romanda bir izlek dikkat çekici…Kurban-kan motifi romanda çocuksu ve yanıltıcı
örneklerden birini oluşturur. Biraz fazla basit bir gönderme olsa da (Freud, kutsal öyküler,
kızoğlankızlık, vb.) roman(s)ı toplumun derin bilincinde kolay yutulur duruma getiren şey
„kulaktan dolma‟ bu yarı bilgisel (ham bırakılmış, olgunlaşmadan koparılmış) göstergelerdir.
Orhan Pamuk Freud‟u, kurban mitini, kan tabusunu yalnızca yazısı için gereç olarak değerli
bulabilirdi. Bu göstergelerin bilimsel gerekçelerine onun anlatısında yer yoktur. Ama yazı(sı)
uğruna da kullanamayacağı şey yoktur (hatta hedefi bana kalırsa, her şeyi kullanmaktır).
Yani okurunu yöneten biridir o. Yazısını nasıl anlayacağını, okuması gerektiğini yönetir.
“Bu antropolojik bilgiyi buraya…” (76) Takvim özellikle gösterilmiş, sayılar kurgunun yapısal
parçaları gibi işlev görmüşlerdir. Bunlar biraz abartılmış olsa da (ki saplantılı tutkunun
kanıtları gibi döşenmişlerdir metin boyunca) anlayışla karşılanabilir. Ama tüm bu ve benzeri
kanıtlara karşın romandaki hayatı yeterince inandırıcı bulamayız. Sanki (benzeri tüm köpük
yapılarda içine düştüğümüz yanılsama) hayatımızın köpükten bir izdüşümü içinde, üstelik
hoşlanarak, yüzer gibiyizdir. Bu kurmaca yadırgatma efekti değildir (epik). Orhan Pamuk‟un
işi olmaz bununla. Olayörgüsü yaşamın klasik anlatı kalıplarına çok uygundur uygun
olmasına, ama aksayan ve tüm bu insanlığın ortak deneyiminin davranış kalıplarını
yinelemesine rağmen, „hafif‟, „yüzeysel‟ kalan bir şey vardır. Şablon uymakta, ama dokunun
içinde kan akmamaktadır ya da mavi ya da sarı bir sıvıdır akan şey. Bu anlatı erkinin (burada
Pamuk) kullandığı zamanla bizim (biz okurların) zamanının açılaşması, örtüşmemesiyle
yakından ilgilidir. Ama ben bir üst, genel bağlama ve açıklamaya bakarım Frideric
Jameson‟un yapabileceği gibi (böyle durumlarda). Zamana en aykırı görünen anlatı, zamana
en uygun anlatı(dır). Orhan Pamuk, işte bunu yapmaktadır. Zamanı aşmak ideallerine boşuna
takılmamıştır o. Zaman onun kafesidir. Zaman ona nitelik verir. Oysa o kendi sınıfı dahil, bir
şey gibi olmak, görünmek istememektedir. Nedeni, Türkiye‟de böyle görünmenin yeterince
„büyümeye‟ engel olacağıdır (erk sahibi olmaya). Dünya yazarı, „ezeli ve ebedi‟ şanın önünde
hiçbir engel bulunmamalıdır hem.
Eril anlatıcının (kahramanın) merkezi yayını, uzun sağlam dalgaboyuyla romanı bir
uçtan diğerine katediyor. Hollywoodvari büyük dekorlar önünde kurulu sahneler, romanın
sentetik algısını (yineliyorum, bu amaçlanmıştır) güçlendirirken, bu erillik, romanın taşıdığı
ironi gizilgücünü (potansiyel) fane halde zedelemektedir. Bana göre erili hedefine
koyamadığı, eleştirmediği sürece ironi ironi olamaz (bugün hele). Dolayısıyla ironisinin de
yeterince çekici olmakla birlikte „sahte‟ olduğunu es geçemem. Masumiyet Müzesi, naif bir
eril egemenliğine yatırım yapıyor. (Ki bu metroseksüel, vb. kavramların geçtiği günümüz
yaşamında doğrusu fena da bir yatırım sayılmaz.) Bu romanı etkili ve geçerli kılacaktır.
Yine bir şeye dönmek istiyorum. Çizgiroman basitliği ve sertliği içerisinde, Orhan
Pamuk metninin çekirdeğinde yatan bir hıncın, öç duygusunun beni her zaman tedirgin
ettiğini belirtmem kaçınılmaz. Onun seçtiği ve hince naifleştirdiği „kahraman‟ıyla
özdeşleşerek, dünyayı görünüşte ikici, özdeyse tekçi bir kurgu içerisinde yeniden
biçimlendiriyor. Bu tek Orhan Pamuk‟un başkalarına iki olarak sunduğu şeydir. Buradan
çıkan şey sonuç olarak ilginçtir. Hiç Orhan Pamuk‟un istemeyeceği şeydir. Bir bildiri
(manifesto); ama basit, bana kalırsa oldukça yavan, tekbenci (solipsist), inançsız
(inandırıcılıktan yoksun ve özellikle yoksun), kuru bir bildiri (içi boşaltılmış bir yaşam
kalıbı). Yapıtı budur.
Bunun (yazarın ve yapıtın) bir ruhbilimi elbette vardır. Ama açıklama için yetersizdir.
Bir tekniği, donatısı, elbette… Ödülleri, onayı, benimsenişi, aklanışı, eleştirisi, bir poetika,
gündem, vb. Bu durumda yapılacak şey, geçmişle ve günümüzle karşılaştırmaktır yazarı ve
yapıtı. Ve artık ulus tüm bir (tamamlanmış) dünya da değildir. Kimse kusura bakmasın.
Öte yandan Türk yazınının bir parçası da Orhan Pamuk‟tur. Hak ettiği eleştiriyi artık
görmelidir.
Onun yazısı „ölüm emri‟dir. Natürmorttur. Yaşamın canını süzer yazarak. Hemen tüm
yapıtlarında bunu yapmıştır. Buna ölüsevicilik dersem (nekrofili) kimse kızmasın. Ben bir ruh
halinden sözediyorum ve bundan ille de kötü yazı çıkmaz. İlgisi yok. Yaşamın yazı önündeki
direniş noktalarını alaycı, sinik bir ruhla (bu yüzden incitici de) kırıyor. Kalem onun elinde
çünkü. Bir ölüm kulesi yükseltiyor. Daha doğrusu yaşamın içinde mumyalandığı bir firavun
gömütü yükseltiyor. Yapıtında yaşam sevinci yoktur, ben görmedim. Çok okuyan da biriyim
üstelik. Türk ve dünya yazınını izlemeye çalışırım.
Tüm bu yaklaşımda belki de asıl sorunun, sanatı algı biçiminin yapı ve düzeyi olduğunu
(ülkemiz bağlamında) belirtmeyi burada görev sayıyorum. Sanatın (anlatı) algısı içeriği
(sanatı) belirler bir yandan. Ama bir başka boyuttan (dışarıdan, referans noktasından) yapılan
gözlem bir uygunluğa işaret eder şaşırtıcı biçimde: algıyla (tarzlar, modeller, içselleştirmeler,
yorumlar, vb.) sanat birbirlerinin burunlarından düşmüşçesine andırırlar birbirlerini.
Denktirler, denkleştikleri anda sapar saptırırlar birbirlerini. Saltık özdeşlik yoktur. Benzerlik
dışarıdan bakılınca yakalanabilecek bir şeydir. İçeriden bakıldığında ise seçkincilikle
dalkavukluk arasında koca bir yelpaze açılır: tavuskuşu kuyruğu. Ama her tavuskuşu kuyruğu
bir tek tavuskuşuna aittir. Bunu unutmamalıyız.
Bir şey daha… Çok etkilenen, ayılıp bayılan, hayatlarında okudukları en iyi „aşk
romanı‟ndan, Orhan Pamuk isterse harika bir aşk romanı da, kolayca anlaşılabilir bir „hafif‟
(bu sözcük pek kullanılmıyor) roman da yazabileceğinden söz edenler, bu söyleminizi çok da
sürdürmeyin derim. Çünkü bu söylemden çıksa çıksa, dile getirenin çok da bir şey okumadığı
sonucu çıkar. Benden söylemesi. Hiçbir şey bu denli bayağı ve ucuz olmamalı. Yargılar bu
denli kolay bırakılmamalı ortalığa.
***
Durrell, Lawrence; Avignon Beşlisi 1. Monsieur ya da Karanlıklar Prensi (1974),
Çev. Seçkin Selvi
Can yayınları, Birinci basım, 1992, İstanbul, 318s.
Bir Okuma ġöleni, Özdemir Ġnce, s. 5-11
Bu olağanüstü güzel çeviri, Özdemir İnce‟nin hoş bir sunusuyla başlıyor. Ġskenderiye
Dörtlüsü bir Avrupa romanıyken, Avignon BeĢlisi bir Tibet romanıdır diyor Durrell‟dan
hareketle. Budizmin beş scandhas‟ı beş cilt olarak somutlaşır: özdeksellik, duygu, algı,
zihinsel biçimlenme, farkındalık… 1974-1985 aralığına yerleşen beşli odağına bir kent
yerleştirir dörtlüde olduğu gibi. Bu kez İskender yerine Avignon (Fransa güneyinde) söz
konusudur. Ortaçağ ve Rönesans düşüncesinin odaklarından olan, banker ve asker niteliğiyle
öne çıkan Temple tarikatının da merkezi olan Avignon tüm bu özellikleriyle gnostik (bilinirci)
çağrışımlar yapar, Ortadoğuya bağlar öyküyü. Her şeyin kaynağında bir üçlü (Bilge Akkad
açıklar bunu) vardır: iki erkek bir kadın.
İnce, beşlinin ilk kitabı Monsieur için, onun birden fazla roman içerdiğini, kapsadığını,
bir bölümün diğer bölümlerin (romanesk) malzemesine dönüştüğünü, prizmatik görme
tekniğine göre biçimlendirildiğini (ayna oyunları) söylüyor.
Dörtlünün görelilik kuramına (Einstein) yaslanmış kurgusu beşlide artık tez olmaktan
çıkmış olmasına karşın, daha geliştirilmiş yapısal yaklaşımlar hemen göze çarpıyor. Bence
Durrell yazdığı dili uçuruyor en başta. Giderek yerleşik bir dil. Özellikle uzamla bütünleşen,
bu konuda tüm kuşkuları giderecek kerte yerelle tümleşen bir dil. Dil metinsel çerçevede
ayrışarak (daha alt ya da üst düzeyde değil) çoksesli olmasa da çok kanallı akıyor.
Metinlerarasılık postmodern anlatının yapı ögelerinin başında geliyor. Değişik öznelerle
ilintili değişik metinler, yine de bütünlük kaygusunu Durrell‟da yok etmeden, zamanı ve
uzamı (özellikle zamanı) parçalıyacak biçimde birbiri üzerine katlanarak, gerçekle öykü
arasındaki ince, belli belirsiz çizgiyi iyice görünmezleştiriyorlar.
Durrell‟in özgün kurgusunun kaynağında kuşkusuz yaşamın „tansıksı‟ belirişlerine bağlı
bir anlamlandırma niyeti yatıyor. İçedoğuş, vahiy denebilecek bir belirim, varlıksal bir
görünüş, ortaya çıkış bir dizi an olarak yapılaşıyor. Bunları algı (okur imgelemi) kendince
bütünlüyor (yazar da tabii.) Doğunun anlamak‟tan kay(ç)an varlıkbilimi sezgisel ve
çağrışımsal canlandırmalarla yeni varlık türleri, yeni duygusallıklar, yeni algı katmanları
üretiyor. Ama unutamadığımız (Durrell‟in da unutamadığı şey) tüm anlatıların bir anlatanı
olduğu, anlatarak bir öznenin de yapılandırıldığı gerçeği. Bunu biliyorsak Avignon BeĢlisi‟nin
toprakları bataklığa dönüşüp bizi yutmayacaktır.
Bu birinci cilt (Monsieur ya da Karanlıklar Prensi) “bir elin çizdiği elin çizdiği el”
(kimindi bu çizim? Duschamp?) döngüsüne (bir biçime) işaret etmekten öteye gitmiyor bana
kalırsa. Yazar burada aslında sarmal denebilecek (ucu biraz açık yatay ya da dikeyde),
sonuçta kendini içeren sonsuz döngüselliğe (yükselen çemberlere) yatkın bir algıyı
pekiştirmeye, güçlendirmeye ya da oluşturmaya çabalıyor. Metin metin içinde, kişiler bir
başka anlatının yazarı, yazarlar bir başka metnin kişileri, vb.
Roman kahramanlarının yaptığı gibi, düşüncelerini ve duygularını nesnelleştirmeye
çalışıyor olmalıydı, ama beceremiyordu. Aslında, Rob Sutcliffe‟in bizi konu ettiği ünlü
romanında her şey aynen böyle başlar. Şimdi ben de tıpkı onun romanında kendisine önemli
şeyler söyleyecek olan ölüm döşeğindeki (tek fark buydu) arkadaşının yanına çağrılan kişiye
benziyordum tuhaf bir biçimde. Sylvie‟de orada, her zamanki gibi konunun merkezindeydi.
Deliliği, dokunaklı biçimde tanımlanıyordu. Kuşkusuz, romandaki kişiler bir bakıma bizim
karikatürümüzdü, ama olaylar gerçekti; gidiş gelişlerimiz arasında bir serüveni yaşadığımız
eski şato, Verfeuille de gerçekti. Bruce, Sutcliffe‟e çok benzeyen roman kahramanlarıyla
kendisini de biraz özdeşleştiriyordu. Yazar, onun için şöyle demişti: “Şimdilerde gerçek,
yazarın işine yaramayacak kadar çağdışı oldu. Gerçeği canlandırmak ve güncelleştirmek için
sanattan medet ummalıyız.” (16)
Toynakları takırdıyor, soğuk hava soluklarını buzlu buğu sütunlarına dönüştürüyordu.
Üç ayrı yalnızlığın buluşması, onlar için ne anlam taşırdı ki? Bu arada, hayali roman kişisi,
romancının kalemiyle günlüğüne şöyle yazıyordu: “Bütün aşkların sonunun ayrılık ya da kin
ya da dehşet olduğunu bildikleri halde, sevmek cüretini gösterdiler; aşkın umutsuzlukla
biteceğini biliyorlardı, hatta intih… Bu sözcüğü yazmaya bile cesaret edemiyorum.” Rob, hiç
değilse bu kadarcık kehanette bulunmuştu; ama bunun dışındaki hiçbir şey gerçeğin
kıyısından köşesinden geçmiyordu. (64)
Önemli olan nedir? Bütün bunlardan zamana (dolayısıyla uzama) ilişkin (farklı) bir
duygu geliştirilebiliyor mu? Bu romanı (Durrell‟ı) okuyan ben zaman üzerine yeniden
düşünüyor, zaman algım yeni bir biçimde yapılanıp „sezgisel ve esnek‟ denebilecek bir nitelik
kazanıyor mu? Zamaniçrelik ya da zamanüstülükten hangisine yakınlaştırıyor kendi
özneliğimi. Avignon hangi zamanıyla benim avuçlarımın arasında kuruluyor (ya da
İskenderiye)? Çünkü kesin olan şey zaman içinde deviniyi anlatımsal olarak olanaklı görmesi
yazarın. Dün bugünün içinde mayalanıyor, ayrıca uzam da (mekan) zamanın bütün
öyküselliğini kaprisli ve aşırı duyarlı bir canlı varlık gibi üstleniyor, yansıtıyor.
Uzamın tini diyebileceğim bir varlık katmanı çıkarıyor ortaya bu biçem. Durrell roman
(anlatı) yapısı üzerine bu deneysel çalışmalarıyla gözümde büyük önem kazanıyor. Belki
diğer sanat dallarında (özellikle sinema, resim) kendini göstermiş bu tür denemeler anlatıda en
iyi örneğine kavuşuyor.
Benim için önemli olan şu. Durrell Avignon‟u 1974‟ten sonra yazıyor. Dolayısıyla
tanıklığımız kesişiyor. Şu. Lawrence Durrell anlatıyı yalnızca bir „oyun‟ olarak görmüş
müdür? Bu izlenimi doğurduğu için geliyor soru. Gerçi „oyun‟ fenomenolojisi belki bu soruyu
yersizleştiriyor. Ama benim dediğim bir „insan pratiği‟ ile ilgili. Öyküleme, anlamlandırma
pratiği ile. Benim tüm Lawrence okumasından çıkardığım sonuç, anlatıyı özerkleştirmeye
çalışmış olsa da (modernizmin birçok öncüsü gibi) onu „yüce‟ başlığı altına girebilecek bir
duyguya, inanca (ya da inanma gereksinimine) ulama çabasının baskın olduğudur. Batı ve
Doğu geleneğinden süzdüğü bir İskenderiye, bir Avignon ülkesi (düşü) kurguladı, ona
varlıksal bir temel örgüledi, bir imge yurt(luk) yarattı.
Batının emperyal niyetinin en uç noktalarında bu niyetle ilişkisi kuşkulu oldu. Yeni
bireşim bir düş imge olabilirdi ancak. Bu çağcıl özne, yitirmeye yazgılı. Kendisi ve aynadaki
görüntüleri bir bir yiterken tüm öznelerin tininden yükselen bir uzam, bir coğrafya bir veda
şarkısı gibi genişliyor. Sesler anlaşılmazlaşıyor, ama onların bütününden bir ezgi(yitik,
karanlık bir ezgi) yükseliyor ve dolduruyor uzamı.
Daha önce de yazdığım gibi „sevgi‟nin Durrell‟ın yapıtında yeri önemli. Özünde aşkı
sorgulamış, yazmış ve anlamaya çalışmış. Bu acının ne olduğuyla yakından ilgili kuşkusuz ve
ilişki yapısal. Aşağıdaki alıntılar çokca bunu anlatır.
Bu konuda hiç pişmanlık duymadım. Bu üç köşeli tutku, yaşamım boyunca beni
büyüledi, ölünceye kadar da büyülemeye devam edecek. Bana can verebilecek kişileri
bulduğumu biliyordum. Shakespeare‟in sonelerindeki temaları ve karşı temaları, kendi
yaşamımda yeniden yaşıyordum. (20)
Kütlenin yapısında nasıl yerçekimi varsa, aĢkın yapısında da acı vardır. (99)
Ne akıl sır ermez bir iş.
Günün birinde zemberekli bir oyuncak gibi kurulup
Şunca yıldır tıkır tıkır yürüdüğüm
Tozlu yolun üzerine bırakılmışım.
Önüne aynı yem atılmış
Ve tıpkı benim gibi kurulmuş
Başka oyuncaklara rastlarım zaman zaman.
Aynı varoluş düşüncesini paylaşarak
Tik tak diye selamlaşırız birbirimizle.
Onlar bana benim kadar gerçek görünmezler;
Ve günün birinde yaşamdan uzak, paslı bir kenar köşede
Paslanıp çürüyen bir otomobil yığınının üstünde
Her şeyin biteceğine hiçbirimiz inanmayız.
Yılların açtığı gediklerle tıpkı bir kalbur gibi
Ve yarının demir bitki örtüsünün bir parçası olarak. (188)
Ama varlığı ya da eksikliği ile Sutcliffe‟i tedirgin eden, çevrenin görünümü değildi.
Onun huzurunu kaçıran arkadaĢtan, sevgiden yoksun kalmaktı. O iriyarı adam, tek başına
masaya çökmüş, ağzında sönmüş sigarası, yanıbaşında kapatılmış kitabıyla suya bakıp
duruyordu. Alacakaranlık. Sonra gece. (193)
Sezgileri güçlü iki kiĢi, konuĢma dilini bir engel, aĢılması zor bir barikat gibi görürler.
Gözler, sözcükler olmadan da anlarlar- çünkü sözcükler, açıkladıklarından daha çoğunu
gizlerler. Deli gibi aĢık, ama kör olmak ne zor olmalı! (273)
Büyük yenilgiler öylesine derine işler ki, yüzeyde gülümseyişin ötesinde hiçbir şey
görünmez. Ve büyük, özel deneyimler de yalnızca bir kez yaşanır, ne yazık!
Evet, kiraz yalnızca bir kez dişlenebilir. Uzun gece bastırıyor ve karanlık
belirginleşiyor. Karanlık, kaplanların su içişi gibi sinsi sinsi sokuluyor. (280)
Ufak tefek papaz dedi ki: “Yaşam hep doğru yönü gösterir, almasını biliyorsak mutluluk
yüzü hep üste, bize bakan yana gelir.” Belki. Belki öyledir. Ama mutluluğu alabilmek için,
vermekle işe başlamak gerek; vermeyi öğrenmek te zordur. (282)
Örneğin şair Tobor‟u alalım. Genç karısı bir yanardağın içine düştü. Adam bir daha
evlenmedi ve kadın zaman içinde ondan uzaklaştığı oranda, adamın sevgisi giderek arttı.
Acısını, kurşun gibi ağırlaşan şiirlere döktü. Sonunda dünyaya nam salınca, karısına borçlu
olduğu şeyin, onun ölümünü bilinçli olarak aklından çıkarmamak olduğunu fark etti. Kadın
yaşasaydı, onun yapıtlarına bu denli katkıda bulunamazdı. Şiirlerine can veren, kadının
ölümüydü. Tobor öylesine utanç duydu ki, şiir yazmayı baktı. (299)
***
Burak, Sevim; Everest My Lord/İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar (1984/1995)
Yapı Kredi yayınları, Y.K.‟de Birinci basım, Ocak 2006, İstanbul, 96s.
***
Burak, Sevim; Ford Mach I (2003)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Kası 2003, İstanbul, 145s.
Sevim Burak sözcüğe (mantıksal birime) sığınmaktan öte, sözcüğün tınlamasına
tutunmaya çalışmış, sözcüğün taşıdığını çözgülemiş, büyünün nereden geldiğini anlamaya
çalışmış biri.
Her iki oyunda da Burak‟ın saptama, yoklama, elindeki bilinmez nesneyi (sözcüğü)
evirip çevirme ve onu bir ruha yansıtan denklemi çözme eğilimini, bu güçlü eğilimi
görüyoruz. O yaşamın sözcük ilmeklerine asılı olduğunu, bunun bir idam mı bir kurtuluş mu
olduğunu kestiremeyeceğimizi kanıtlar gibi. Bir daha söylemek ve bir daha… Herkes kabul
etse, onaylasa da Sevim Burak yine rahatlayamamıştır.
Asıl sorun onda „eşitsizlik‟. Yazgı yası buradan geliyor belki de.
Yas taşıyan metinler onun yazıları. Çünkü tutunmak isteyen, yaşama hakkını savunan
bir dil taşıyor. Oysa bir şeyler „ölümcüllük‟ damgasıyla doğuyor. Ölüme baştan yargılı…
Daha fazla sözcük ve onların yinelemesi, belki yaşamın, şu acımasız yaşamın dikkatini,
ilgisini çekecektir. Çeker mi?
Ford Mach I bu direnmenin kendini yükseltmesinin öyküsü. Bir öç, bir intikam olur
yitirmekle gelen şey. Hayalet imgeler, yaşamı imgeler. Ford Mach olur. Bela gibi iner
acımasız yaşamın üzerine. Bu yeni bir yaşamdır. Onun içinde bize yer yoktur. Tüm
sözcüklerimizi defalarca boşaltsak da önüne… Bizi kabul etmeyecek.
***
Kocagöz, Samim; Tartışma (1976)
Literatür yayınları, Birinci basım, Haziran 2008, İstanbul, 205s.
TartıĢma ciddi yapı sorunları olan, sanki sonra başkalarınca toparlanmış izlenimi veren,
namuslu bir roman. Bir romanı tanımlarken, her zaman söylediğim gibi, yazınsal, yapısal
özellikleri denli, toplumbilimsel boyutu da gözönünde tutulmalıdır. O zaman bu roman, 12
Mart Türkiye‟sine bakmaya, onu anlamaya çalışan dürüstlüğüyle önemli. Ama işte o kadar...
Kendisinin gerisinde Samim Kocagöz.
***
Satrapi, Marjan; Dikiş Nakış (xxxx), Çev. Şule Çiltaş
Minima yayınları, Birinci basım, Temmuz 2008, Ankara, ?s.
Persepolis‟ten sonra bir başka çizgi çalışması Satrapi‟nin. Belki çok abartılıyor, ama ben
yine de kadınlararası özgül (gizli) denebilecek bir dünyayı (İran‟ın kadınları) basit çizgiler ve
inandırıcı diyaloglarla biz erkekler dünyasının suratına çarpan bu romanı beğendiğimi
söyleyeceğim. Güçlü bir hesap sorma geleneğine (ve kadının fendi‟ne) dayanması açısından.
***
Özkılıç, Hasan; Orada Yollarda (2006)
Can yayınları, Birinci basım, 2005, İstanbul, 158s.
***
Özkılıç, Hasan; Gönlümün Şirazesi Bozuldu (2008)
Can yayınları, Birinci basım, Mart 2008, İstanbul, 1148s.
Hasan Özkılıç‟ın belki yazısı daha gelişecektir. Daha önceki anlatılarının ilerisinde
olmamakla birlikte kimi öyküleri var ki gerçekten Türk yazınına katkı niteliğinde.
Sorun, Özkılıç‟ın ortaya çıkardığı anlatısal dünyanın bir okur olarak somut deneyimine
sahip olamayışım. Türkiye‟nin reel gerçekliği içerisine kimi tipleri ve ilişkilerini
yerleştirmekte güçlük çekiyorum. Bu benim eksikliğim olabilir.
Orada Yollarda bence daha önemli bir kitap… Özellikle Ah Ahuzer, Güzel Günler
Ġçin, Katar, „Uzayıp Giden Tren Yolları” dikkatimi çekti. Güzel Günler Ġçin öyküsünü
Erden kıral şu sıralar gösterimde ve Antalya‟da yarışan son filminde senaryo olarak kullandı.
Şu dönemde Türkçe öyküden beklediğim şeyi karşıladığını söyleyemeyeceğim Hasan
Özkılıç‟ın. Çünkü daha iyisi daha önce bu yaklaşımlar içerisinde yazılmıştı. Öyküye katkısını
(yazınsal anlamda) ayırmak çok güç… Duyarlık, coğrafya, sınır, arkadaşlık (erkek) belki…
Gönlümün ġirazesi Bozuldu ise son kitabı. Bu uzun hava, hoyratlar üzerine kurulu bir
dizi öykü. Su Da Yandı gibi çarpıcı öykülere karşın, kitap bir bütün olarak beni çok
etkilemedi. Bir katkı olarak görünmedi bana. Ama her öykünün başına konan uzun havalara
diyecek yok.
***
Kocagöz, Samim; Mor Ötesi (1986)
Literatür yayınları, Birinci basım, Eylül 2008, İstanbul, 98s.
Kocagöz, güncel tarih tanıklığını bu romanıyla da (namusluca) sürdürüyor. Derli toplu
bir roman olmakla birlikte, kurguda ustalığın, yazma deneyiminin dışında yazınsal açıdan çok
önemli olmayan roman, yoğun bir uzun öykü olarak da yazılabilirdi ve belki daha iyi
olabilirdi.
12 Eylül tanıklığı bu. Emekli, aydın bir ailenin darbeyi göğüslemesinin ve çektiklerinin
dramatik öyküsü.
Bir kere konu Kocagöz olunca hep söyleyeceğim şey. Şimdilerde yok 12 Mart, yok 12
Eylül romanı vb. iri iri sözleriyle ortalığı velveleye verenler bu yaşlı ve dirençli çınardan ve
yazılarından utanmalılar öncelikle.
Okumuşlar mıdır acaba? Lütfedip Samim Kocagöz okurlar mı?
Benim görüşüm açık: Nobel almaktan önemli olabilir, içinde yaşadığın toplumun
acılarına verdiğin tepki, duyarlık, bunu sanat üzerinde anlatma kaygısı.
70 yaşlarında bile bu duyarlığın sahibi bir insan, bir sanatçı olarak görülmeyi kuşkusuz
fazlasıyla hak etmiş olsa da, insan olarak çoktan sınırın ötesine geçmiş, elleri öpülesi bir
gerçek insandır Kocagöz. Gerçek bir insandır.
Onu okumak bana ne verdi, diye sorsam kendime, bunu verdi, derim. Bir insan, yazan,
yazısıyla kafa tutan, tartışan bir insan örneği… Biçim oyunları onun için bir lükstü. Kendinde
bu hakkı görmemiş olmalı.
Yazısının benim yazı havuzuma ne kattığı, beğenimi nerelere taşıdığı ise bir noktadan
sonra anlamlı bir soru değildir. Böyle düşünüyorum.
Kalemini sonuna değin parmakları arasında tuttu ve yazmaktan vazgeçmedi. Demek,
onun için yazmak direnmekti.
İyi insanlarımıza, özveride bulunan insanlarımıza işaret etti. Onlara borçluyduk.
Devrimci romantizm denemez buna. Daha alçakgönüllü bir şey (eleştiri). Yaşamak Kocagöz
gibi insanlarda hep bir görev ve sorumluluktu, yazı sorumluluğu da buradan gelir.
Onun ilk büyük, az çok epik anlatıları giderek yerini güncel tarihe tepkinin dile
getirilişine bıraktı. Gündem zora başvurunca, yazı direnmenin aracına haliyle dönüşecekti.
Son romanlar, öyküler böyledir.
Ama sorsalar bana, Samim Kocagöz‟ü yazısının taşıdığı değer açısından neyle
anımsamak istersin, diye, genel olarak öyküler (ama özellikle Yağmurdaki Kız, 1968;
Alandaki Delikanlı, 1979; Gecenin Soluğu,1985) ve romanları Kalpaklılar/Doludizgin,1962;
Ġzmir‟in Ġçinde, 1973 ile anımsarım. Ege‟nin tarım işçilerini anlattığı kimi ilk öykülerinde
Türk yazınının en iyi örneklerini vermiştir. Ama tek bir yapıt derseniz: Yağmurdaki Kız.
Bunu derim.
***
Bachelard, Gaston; Uzamın Poetikası (1957), Çev. Alp Tümertekin
İthaki yayınları, Birinci basım, Mart 2008, İstanbul, 343s.
1884-1962 yılları arasında yaşamış bu düşünür-yazınbilimci Bachelard‟ın yaşamının son
yıllarında çalışmalarından biri, bu. Bana neyi ifade ettiğinden önce, onun hakkında „Mumun
Alevi‟ adlı çalışmasının çevirisine (İthaki y., 2008) sunum hazırlayan Savaş Kılıç‟ın
yazısından yararlanarak bir iki noktaya değinmem gerekiyor.
Bachelard‟la ilgili bir konu beni şaşırttı. Yeni yordamlar, bakış açıları taşımasına
rağmen vardığı sonuçların eski oluşu. Bir tür pekiştirme işlevi taşıdı, demek geliyor içinden.
Örneğin felsefe de içinde olmak üzeri birçok disiplinde, bilimsel bilgi ile gündelik bilginin
oldukça eskilerden bu yana ayrıştırılabildiğini ve artık bir daha birbirine karıştırılmadığını
kendimce düşünürken, Bachelard konuya cepheden yaklaşarak, bir tür bulunmuş bir şeyi
yeniden bulma (ya da bana öyle geliyor) işine, ki bu yer yer bir kazı işlemine dönüşüyor,
dalıyor balıklama. Kesin anlamları ereğine koyan girişim, sabırla bulanık kavrayışı
durultmaya çabalıyor. Şaşkın olan ben olmalıyım, belki de Bachelard‟ın ne yapmak istediğini
tam anlayamadım.
Bilimsel bilgi ile gündelik bilgi ayrımı (tam da zaten bildiğimiz türden) onu bilim‟le
yazı (şiir) arasındaki ilişkiye taşıyor. Bu ilginç, ama yeni mi peki? Yoo, imge dili şiirin,
açıklanamayacağını, açıklanmaması gerektiğini ben de zaman zaman düşünmüşümdür.
Serimlemez şiir, ortaya bir nesne (stonehang) diker. Epistemolojik kopuş, bilimsel bilginin
gündelik dilden kopuşuna işaret eder. Bilim gündelik dille konuşamaz. Dünya bu dille
kavranamaz. Ama gündelik dil, imge mayası tutar. Bilimin en soyut ve evrensel dili ise cebir
(matematik)dir.
İrrasyonel (usdışı) engeller olarak adlandırdığı epistemik engeller nelerdir: Başta kanı,
sonra „birincil deneyim‟, „genel, yaygın bilgi‟, „bizzat dil(in kendi)‟, „felsefenin genelleme
eğilimi‟, „tözcülük‟. Bunlar gizli açık bilimsel açıklığı ketleyen epistemik engellerdir. Bu
koşullarda bilim adamını duraklatan şey nedir? Mitolojik ya da mistik fikirler ve hayaller.
Düşgücünün eleştirisi burada sürece katılır. Ona göre zihnin değişmesinin önündeki
epistemolojik engellerden biri olan düşgücü, anlatımını şiirde bulur (15). “Şiir ve bilimin
üzerine kurulu olduğu eksenler birbirinin tam tersidir.” (G.B.) Şiir irrasyoneli dile
getirmekteydi. Psikanaliz, bilimi düşgücünden kurtaracak bir araçtı.
*
Yukarıdaki ipuçlarıyla Uzamın Poetika‟sına kısaca göz atmak istiyorum. Uzamsal
imgeleri, şiir anlatıları içinde sınıflandıran ve aktardığı fenomenolojik duyguya işaret etmekle
(yine metaforik bir anlatıyla, demek ki imgeden imge çıkar) yetinmeyi ilke olarak öne çıkaran
Bachelard, bir yanlış kanı (beklenti) ile başlıyor söze. Şiir okurundan, neden imgeyi bir nesne
gibi algılaması beklenmez de, barındırdığı varsayılan özsel içeriği (özgül gerçekliği diyor o)
yakalaması beklenir? (9) Oysa imge yalınlığı içinde, bir bilgiye gerek duymaz. Safyürekli bir
bilincin malıdır. Şair yarattığı imgelerin yeniliği ile dil yetisinin kökenidir hep. (9) Ruh‟u
tin‟den ayıran Bachelard, ilkinin varlığını şiirsel imgeyle ortaya koyduğunu, ikincisinin ise
bunu tasarımladığını, anlattığını (ruhbilim) belirtir. Şiir, bir biçimin kapısını açan ruh, der
Pierre-Jean Jouve. Psikanaliz imgeyi anlar, sorun da budur zaten. „Psikanaliste göre şiirsel
imgenin bir bağlamı var hep. Bu bağlam, imgeyi yorumlarken, onu şiirsel logostan başka bir
dile çeviriyor (Traduttore, traditore)‟.(15) Bu durumda şiir anlaşıl(a)maz. Olan biten,
„birbirinden ayrılmış imgeler düzeyinde fenomenolojik olarak yankılanmak‟tır (16). Okuma
sevinci, yazma sevincinin bir yansımasıdır (tüketilmesi değil-ZK). Görkemli bir dize dile iz
bırakmaz mı peki? Böyle bir dize silinmiş imgeleri canlandırır. Sözün önceden
kestirilemezliğini onaylar. Bu özgürlük deneyimidir de. Çağdaş şiir bu nedenle özgürlüğü
dilin bağrına taşır. Böylece şiir de bir özgürlük fenomeni olarak ortaya çıkar.
Şiirin kendine özgü bir mutluluğu vardır (varlıksal). Yapıt, yaşamın üstünde öyle bir
kütle kazanır ki, yaşam artık onu açıklayamaz olur. İmgeler anılarla özdeşleştirilmemeli ve
insan doğasının önemli güçlerinden biri sayılmalılar. Sergiledikleri capcanlı eylemlerle, bizi
geçmişten de gerçeklikten de koparırlar. Kapıları geleceğe açar. İmgelemeden nasıl
öngörebiliriz ki? (27)
Bachelard bu çalışmada (Uzamın Poetika‟sı) ne yapmak istediğini burada belirtiyor:
“Gerçekten de çok basit imgeleri, mutlu uzamın imgelerini incelemek istiyoruz.
Soruşturmalarımıza bu çerçevede yer-severlik diyebiliriz. Bu soruşturmalar, sahip
olduğumuz uzamların, sevdiğimiz uzamların insanca değerini belirlemeyi amaçlıyor. Bu
uzamlar, çoğu kez çok farklı nedenlerden ve şiirsel ince ayrımların sunduğu farklılıklardan
dolayı, övülen uzamlardır. Pozitif olabilecek koruma değerlerine, imgelenmiş değerler de
eklenir ve bu değerler kısa sürede egemen değerler olur çıkar. İmgelemin kavradığı uzam,
geometricinin ölçümüne ve düşüncesine açık kayıtsız uzam olarak kalamaz. Yaşanmış bir
uzamdır bu. Yalnızca olumluluğuyla değil, imgelemin tüm taraf tutuculuklarıyla yaşanmıştır.
Tikel olan yanı, neredeyse hep kendine çekmesidir. Varlığı, koruyucu sınırlar içinde
yoğunlaşır. İmgeler aleminde dış dünya ile iç dünyanın oyunu dengeli bir oyun değildir. Öte
yandan, ilerdeki sayfalarda düşmanlık uzamlarından çok az söz edilecek… Biz şu anda çeken
imgeler karşısında bulunuyoruz… İmgeler dingin düşüncelerle, özellikle de kesin
düşüncelerle nerdeyse hiç rahat edemezler. İmgelem, durmaksızın imge üretir ve yeni
imgelerle zenginleşir. İşte biz de imgelenmiş varlığın sunduğu bu zenginliği keşfetmek
istiyoruz.” (29)
İmgenin (şiirin) fenomenolojisi üzerine ve bunun logosla (us) ilişki ve ayrımlarını
belirledikten sonra, kitabını temel uzam imgelerine açıyor Gaston Bachelard.
İlk kök (temel) imge hepimizin ilk usuna takılacak imgedir: Kulübe. Ev.
Evlerden kalan anılarımızdan mahrem ve somut bir öz çıkarabilir miyiz? “Her konutta,
hatta şatoda bile, ilk kabuğu bulmak, budur işte fenomenoloğun en başta gelen görevi.” (38)
Uzakta, diplerde bir yerde, bellek ile imgelem birbirinden ayrılmaz. Her ikisi de birbirlerinin
derinleşmesi için çabalar durur. Değerler düzeni içinde anı ve imge cemaati oluştururlar.
Öyleyse amaç açıktır: “Evin, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük tümleştirici
güçlerden biri olduğunu göstermek. Söz konusu tümleştirmenin bağlayıcı ilkesi ise,
düşlemdir.” (41)
Haklı olarak Bachelard şöyle der: „İnsan bazen zaman içinde kendini tanıdığını sanır,
oysa tanıdığını sandığı şey varlığın, geçmişte bile, yitik zamanın peşine düştüğünde, zamanın
akışını „durdurmak‟ isteyen varlığın, istikrarına ilişkin uzamlara bir dizi saplantıdır yalnızca.
Uzam, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıĢtırılmıĢ olarak tutar. Uzam buna yarar.”
(43) Buna katılmamak elde değil. Psikanalizin yaptığının tersine, tutkuları zamana değil
„yer‟e yerleştirmek doğru olur. Bu uzamların (ki çoğu mahremlerdir) varlıkları erinç içindedir.
Bundan, yerçözümleme, yersevme‟ye (barınak, oda sevme) dönüşür. Artık gelinen noktada,
okur, mahremiyet değerlerini anımsamak için, göslerini kitaptan ayırmalı.
Doğduğumuz ev düşleri barındıran çatıdır. Çocuk gerçeklikten büyüktür. Çocukluğumuz
olgular düzleminde değil, düşlem düzleminde belirir. Yalnızlıklarını ele geçirmiş, gerçekten
ele geçirebilmiş çocuklara ne mutlu.
Ev hem dikey, hem yoğunlaşmış varlık olarak düşünülür. Somut (olgusal) evin yanı sıra
herkes kendi imgesiyle kendine ait evini kurgular.
Ev konusunu (imgesini) tek bölümde bitiremeyen Bachelard ev ve evren başlıklı ikinci
bölümünde izleğini sürdürür. Burada büyük yazarların ev imgelerine değineceğini baştan
belirtiyor (örnekler). Ama önce önemli bir alıntı yapmamız gerek: “İmgelem fenomenolojisi,
imgelerin doğrudan yaşanmasını, imgelerin, yaşamın beklenmedik olayları olarak kabul
edilmesini bekler. Ġmge yeniyse, dünya da yenidir.” (91) Henri Bosco, Jean Wahl, Rene
Char, Rilke, Jules Superville, vb. şiir örneklerinden birkaçı.
Çekmece, Dolaplar ve Sandıklar bölümünde eğretileme (metaphore) ile imge
arasındaki ayrıma iyaret eder Bachelard: “Eğretileme kendinden farklı psişik bir varlıkla
ilintilidir. Saltık İmgelemin yapıtı olan imge ise tersine, varlığını tümüyle imgelemden alır.”
(126) Bu nedenle ve haklı olarak Bachelard, eğretilemenin fenomenolojisinin
yapılamayacağını söylüyor. Haklı, çünkü zincirin ucu (sonu) yoktur. Her eğretileme bir başka
eğretilemedir. Bu nedenle fenomenolojik bir değer taşımaz. İmge ise kendi başına
varolduğundan (ontolojik gerekçeli) fenomenolojinin konusudur.
İmgeden psikoloji yapılmaz değil, yapılır. Ama katıksız anı paylaşılmaz, giz olarak
saklanır (çekmecede), yalnız bize ait imgeyi başkalarına açmak istemeyiz. Pitoresk
ayrıntılarını açarız bir tek. Bu bir bastırma değildir. Bastırma beceriksiz bir dinamizmdir. Sıkı
sıkıya kapatılmış saltık giz hiçbir dinamizmin eline düşmez. Mahrem yaşam Bellek ile
İrade‟nin bileşimini yaşar burada. “Varlığımıza iliĢkin bazı anıların çevresinde, saltık bir
mahfaza güveni sağlamıĢız.” (139)
“İmgelem asla „bu kadarmış işte‟ diyemez. Hep daha fazla bir şeyler vardır. Daha önce
de birçok kez söylediğimiz gibi, imgelem imgesinin, gerçek tarafından doğrulanması
gerekmez.” (140)
Yuva, bir başka yer imgesi olarak dördüncü bölüm konusudur. “Bir yuva keşfetmek, bizi
gerisin geri çocukluğumuza, bir çocukluğa, sahip olmamız gereken çocukluklara götürür.
İçimizde, yaşamın kendi acunsal yanını tümüyle verdiği kişiler pek azdır.” (151) “Şişen,
kabuğunu dışa doğru zorlayan bir meyva‟ dır yuva.
Beşinci bölüm, Yerlemsellik bağlamında „Kabuk‟ fenomenolojisine ayrılır. Özellikle
şiirden örneklerle (bunlar birincil imgelerdir, özgün imgeler) „kabuk‟u keşfetmemizi
(görmemizi) sağlar Bachelard. Bir şey der geçerken. Eylem kipine de çok güvenmeyelim
(Fiil). Adlar kadar dondurucudur eylemler de. Eylem kipini (fiilleri) imgeler harekete
geçirebilir yalnızca. (173) Yaşam, kabuğun ardına gizlendiğinde, imgelem korunan bu
uzamda barınan varlığa yakınlık duymaya başlar. “Bir renkte güvende olmak, oturmanın
dinginliğini doruk noktasına vardırmak, ihtiyatsızlığa vardırmak değil midir? Gölge de bir
yerleşmedir.” (199)
“İmgelem, şiirsel bir ayrıntı üzerinden bizi yepyeni bir dünyayla yüzleştirir. Ayrıntı
görününün önüne geçer, Basit bir imge, yeniyse eğer, bize bir dünyanın kapılarını açar.
İmgeler dünyasının binbir penceresinden bakıldığında değişkendir dünya. Dolayısıyla
fenomenolojinin sorunu yeniler dünya. Küçük sorunları çöze çöze büyük sorunları çözmeyi
öğreniriz.” (202)
Köşeler, insanın kendi köşesinde huzur içinde olma bilincinden, hareketsizliği ışın ışın
yayan imge olarak altıncı bölümün kaçınılmaz konusudur. Hughes, Milosz, vb. örnekleriyle
açıklar Bachelard.
Küçüklük, küçük model anlamında Minyatür imge olarak tasarımlamayla ilişkilidir
yazarımızda. Tasarımlama minyatür üzerinden kendi imgelerimizi başkalarına iletmek için
kullandığımız anlatım biçimleri bütününden başka bir şey değil. „Dünya benim
imgelemimdir/Schopenhauer‟. “Büyük küçüğün içinden çıkar; karşıtların diyalektiğini
yöneten mantık yasası uyarınca değil de, boyuta ilişkin her tür zorlamadan kendini kurtardığı
için çıkar; öyle ki, bu kurtuluş, imgelem etkinliğinin ayırıcı özelliğidir zaten.” (231)
“Aşırılaştırılmış bir imge, özerk bir imgelemin ekseninde kalmamızın güvencesidir.”
(236)
Fenomenolojisinin psikanalizden ayrımını kıskançlıkla bir kez daha vurgular Gaston
Bachelard: “Ne var ki, psikanaliz, sık sık yinelediğimiz gibi, yazarın derinlerde yatan doğası
üzerine değerli görüşler sağlamakla birlikte, bazen bir imgenin sahip olduğu dolaysız
erdemin incelenmesinde bizi yolumuzdan saptırabilir. Öyle uçsuz bucaksız imgeler vardır ve
bu imgelerin iletim gücü o denli büyüktür ki, bunlar bizi yaşamdan, yaşamımızdan çok
uzaklara götürür, işte bu nedenledir ki psikanalitik yorumlar da, değerlerin kıyısında
gelişebilir ancak.” (246) Parmak Çocuk izleği, minyatür konusunda ilginçtir ve yazar bunu
atlamaz. Yineler. Yaptığı şey, insanları değil imgeleri incelemektir. Ve de yalnız aktarılabilir
imgeleri, bize ulaşan imgeleri, fenomenolojik olarak inceleyebiliriz. Yaratıcısı açısından bir
sanrı olsa bile bu, biz onunla yüzleşenler açısından imgeleme isteğimizin doyurulmasıdır bu.
Olgu, değeri açıklamaz. Şiirsel imge karşımıza çıktığında, onunla taşınan değerler öyle
bir yenilik mührü gösterirler ki, bu değerler açısından baktığımızda geçmişe ilişkin her şey
hareketsizdir. Belleğin tümüyle yeniden imgelenmesi gerekir. (255)
Ve mahrem Uçsuz Bucaksız bir başka bölümün konusudur. Bu imgeyi çözebilirsek,
kendimizi fenomenonoljik çözümlemenin en katıksız bölgesinde bulabiliriz: fenomenleri
olmayan fenomenoloji. Bu bölgede artık „dünyaya atılmış‟ değilizdir, onu düş kurmaya
başlamadan önce olduğu biçimiyle „aşma içinde açarız‟. Uçsuz bucaksızlık çünkü,
içimizdedir. Yaşamın yavaşlattığı, ama yalnız kaldığımızda yeniden işe koyulan bir tür varlık
genleşmesi. Uçsuz bucaksızlık hareketsiz insanın hareketidir. Dingin düşlemin dinamik
özelliği…
“İçinde gerçekten yaşanılan dingin bir yaprak, görülerin en alçakgönüllüsünü genersiz
yakalayan, dingin bir bakış: uçsuz bucaksızlığın işlemcisidir bunlar. Bu imgeler dünyayı
büyütür, yazı büyütür. Şiir dinginlik dalgaları yayar bazen (…) Uçsuz bucaksızlık temaşa
etmeyle daha da büyümüş olur. Ama şiir imgesi „uçsuz bucaksız‟, yani şiirsel uçsuz
bucaksız‟ı, psikolojik izlenimlerle açıklamamalıyız.” (300)
İçerisi ile Dışarısının Diyalektiği, uzam poetikasının bir başka kök vurgusudur.
“Varlığın içine kapanıp kaldığınızda, kendimizi dışarı atmamız gerekir hep. Varlıktan çıkar
çıkmaz da gerisin geri girmemiz gerekir. Dolayısıyla, varlıkta her şey çevrimdir, dönemeçtir,
geri dönüştür, söylemdir, her şey oyalanmak için çekilen tespihtir, her şey sonu gelmez
nakaratların yeni baştan yinelenmesidir.” „306) İmgelerinin en ucuna yollanan
(Bachelard‟ça) şair, kendine Rilke‟den (Clara rilke‟ye bir mektup) destek alır: “Sanat
yapıtlarını ortaya koyanlar her zaman, bir tehlikeye göğüs germiĢ, bir deneyimi sınırına
kadar, hiç kimsenin aĢamayacağı noktaya kadar götürmüĢ kiĢiler olmuĢtur. Bir yaĢam, ne
kadar ileri götürülürse, o ölçüde temiz, kiĢisel, benzersiz bir yaĢam olur.” (313)
Özetle olay şudur: “ġiirsel dil sayesinde yenilik dalgaları dolaĢır varlığın yüzeyinde.
Ve dil, açık olan ile kapalı olanın diyalektiğini taĢır içinde. Dil, anlamla içeri tıkar, Ģiirsel
anlatımla açılır. (…) Bu durumda, varlığın yüzeyinde, varlığın kendini göstermek ya da
gizlemek istediği o bölgede, kapanma ve açılma hareketleri o kadar çok, o kadar sık tersine
döner, ayrıca o kadar duraksama yüklüdür ki, Ģu anlatımı sunup sonuçlandırabiliriz:
Ġnsan, aralık duran bir varlıktır.” (315)
Gelinen yerde Yuvarlağın Fenomenolojisi‟ne geçmek kaçınılmazdır artık. Yöntem
(ilke) açısından bakıldığında, fenomenoloji her tür aracıyı, fazladan eklenmiş her tür işlevi
geçersiz kılmalı. En üst fenomenolojik arılık için, (Jaspers) kendi ontolojik değerini
maskeleyecek, taşıdığı köklü anlamı karmaşıklaştıracak her şey çıkarılmalıdır. Yani, „varlık
yuvarlaktır‟. İçi dolu yuvarlaklığa ilişkin imgeler, kendi üstümüzde toplanmamıza, kendimize
bir ilk kuruluş oluşturmamıza, varlığımızı içerden, mahrem biçimde ileri sürmemize yardımcı
olur. “Çünkü içerden, dıĢtalık olmaksızın yaĢanan varlık, yuvarlak olabilir ancak…” (332)
“ĠĢlenmiĢ bir imge ilk baĢtaki hassalarını yitirir.” (332)
Ve bir başka imge tanımlama darbesi daha:
“Bu durumda, „felsefeden arınmayı‟ öğrenmeden, yeni imgelerin (varlığın gençliğine
iliĢkin birer fenomen olan bu imgelerin) varlıkta yol açtığı sarsıntıları yaĢamayı nasıl
umabilirdik? Ġmgeler kurma çağındayken, nasıl ve neden imgelediğimizi açıklayamayız.
Nasıl imgeler kurduğumuzu söyleyebildiğimiz çağda ise, imgeler kurmayız artık.
Dolayısıyla, eriĢtiğimiz olgunluğu üstümüzden atmamız gerekir.” (334)
Sonuç olarak Bachelard terminolojisi (fenomenoloji diyelim) ve soyutlayım yöntemiyle
çok da uzlaşabildiğimi, barışabildiğimi sanmıyorum. Saf ya da kök imgenin bir varsayım
olduğunu, hiçbir varoluşçu yaşantılama ya da doğrudan deneyimlemenin (şairlik diyelim
ama…) şiir için yetmeyeceğini, şiirin katmanlı ve deyim yerindeyse aynı zamanda „ağdalı bir
kurgu, biçim-leme olduğunu ileri süreceğim. Gerçi buna Bachelard da katılabilirdi, bir yere
kadar. Çünkü o yaptığı işin benim bıraktığım yerden sürdürmek olduğunu, fenomenoloji
olduğunu, özellikle bunun varlıksal algısının bir izlenimden (psişe) farkının peşine düştüğünü,
açıklamayla yaratma arasındaki ayrımı seçikleştiremeye çalıştığını söyleyebilir, itiraz
edebilirdi. Eğer, fenomenoloji saltık bir bakış yetkinliğini sağlayacak bir araç olarak
görünebilseydi... ikna olurdum. Felsefeden felsefeciye zemin kayıyor ve felsefeci; kendi
çözümlemesinin bir eseriklik, esrime olduğunu, „dil‟ içinde nasıl anlatabilir de, ikna edebilirdi
bizi. Benim de sorum bu?
Bunun politik karşılığı, mistisizmdir. Yuvarlak‟ın, İçle Dış‟ın, Köşe‟nin, Yuva‟nın,
Ev‟in, Uçsuz Bucaksız‟ın büyüsü de buralarda türetiliyor. Yani varlıkla arınık yüzleşme, ya
başatan, birden „içedoğuşla‟, „esinleme‟yle, „vahiy‟le olur ya da varlığın öyküsü, dilinden
çileli geçiş, yürüyüşle, yani daha kirlenerek… Şiir Bahcelard‟a göre ilk biçimde (ilksel)
varolur, varlık katına gelir.
Tüm bu süreçte felsefenin toplumsal dolayımının eksikliği çarpıcı. Sonuçta, Gaston
Bachelard da, bir üslupçu, bir biçimci, bir retorik ustası değil mi? Cümbüşlü, karnavalesk de
olsa dili kullanmıyor mu? Dilin tükendiği yere dille varmak değil mi olanca çabası?
Yanlış mı anlıyorum?
***
Barthes, Roland; S/Z (1970), Çev. Sündüz Öztürk Kasar
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Eylül 1996, İstanbul, 242s.
Başta bu kitabı Sündüz Öztürk Kasar çevirisi için kutlamalı. Çeviriye bir katkıdır. Böyle
olunca okuma hazzım dorukta oluyor.
S/Z, Barthes‟ın göstergebilimsel bir okuma projesi, girişimidir. 1968/69 Ecole pratique
des Hautes Etudes seminerlerine dayanıyor. Ele aldığı metin, bir Balzac (çok da önemli
sayılmayan) metnidir: Sarrazine.
Sarrasine‟i parçalayarak, her parça için düzgüsel bir çözümleme yapıyor ve „eylemli bir
okuma‟ gerçekleşmiş oluyor. Okunabilirlik açısından yapıt yinelenmiş, ama yenilenmiş de
oluyor. Kuşkusuz bu okumalardan bir okuma, okuma denemesidir.
Giriş‟te kuramsal yöntemini açımlarken, şöyle diyor Barthes: “(Yazın, bile isteye
yapılmış bir yanlış yazımdır). Yapısal olarak, farklılığıyla bilinen iki dizgenin, düzanlamla
yananlamın varlığı, her dizge belli bir yanılsamanın gereklerine göre ötekine gönderme
yaptığından betiğin bir oyun gibi işlemesini sağlar”. (20)
Okumanın kendi dizgesinin niteliği ve sağlamlığından başka kanıtı da yoktur. “Okumak
aslında bir dilyetisi işidir. Okumak anlamlar bulmaktır, anlamlar bulmak da onları
adlandırmaktır; ama bu anlamlandırılmış adlamalar başka adlara doğru kayar; adlar
birbirini çağırır, toplanırlar ve bu bir araya gelmelerinin yeniden adlandırılması gerekir:
adlandırıyorum, adlandırıyorum, yeniden adlandırıyorum: betik böylece geçip gider: oluşum
içindeki bir adlandırma, usanmak bilmez bir yaklaştırma, düzdeğişmecesel (metonimik) bir
çalışmadır.- Çoğul betik göz önüne alındığında, bir anlamın unutulması demek ki bir hata
olarak değerlendirilemez. Neye göre unutmak? Betiğin toplamı nedir? Anlamlar pekala
unutulabilirler; ama yalnızca betiği tekil bir bakışla görmeyi seçmişsek eğer. Yine de okuma,
dizgeler dizisini durdurmak, betiğin bir gerçeğini, bir yasallığını oluşturmak ve bunun
sonucunda okurunun „hatalar‟ına neden olmak değildir; okuma bu dizgeleri sınırlı
niceliklerine göre değil de çoğulluklarına göre çevrime sokmaktır (çoğulluk bir hesap özeti
değil bir varoluştur): geçiyorum, geçip gidiyorum, söylüyorum, başlatıyorum, saymıyorum.
Anlamların unutulması özür dilenmesi gereken bir konu değildir, bizi üzmemelidir çünkü
yeteneklerimizin eksikliğini göstermez; olumlu bir değerdir bu, betiğin sorumsuzluğunu,
dizgelerin çoğulculuğunu dile getirmenin bir biçimidir (bu dizelgeyi kapatsaydım eğer, ister
istemez, tek, ilahi bir anlam oluşturacaktım): unuttuğum için okuyorum.” (22)
Okumanın da çoğul olması, bir giriş düzeninin bulunmaması gerek ve : “Yeniden
okumayı savsaklayanlar her yerde aynı öyküyü okumak zorunda kalırlar.” (25) Ve: “Sanki
okumanın bir başlangıcı varmış, sanki her şey çoktan okunmamış gibi: ilk okuma diye bir şey
yoktur.” (26)
Çözümlemesine geçtikten sonra, kullandığı düzgüleri (code) sıralıyor Barthes.
1)Yorumbilgisel düzgü (code hermeneutique), 2) atasözü (özdeyişsel) düzgü (code
gnomique), 3) Ekinsel düzgü (code culturel), 4) Gönderim düzgüsü (code de references), 5)
Gösterim düzgüsü (code de represantation). Her sözel birim bu beş düzgü içerisinde yerini
bulabilir.
Gerçekte „sözkonusu olan bir yapıyı açığa çıkarmak değil, olabildiğince bir yapılaşma
önermek‟tir. “Burada Düzgü olarak adlandırdığımız şey bir dizelge değil, ne pahasına olursa
olsun yeniden kurulması gereken bir dizidir.” (29) Düzgü, daha önce olmuşun izi‟dir. Seslerin
çekişmesi yazıya dönüşür, yazı beş düzgünün, beş sesin bir araya geldiği izdüşümsel uzamdır:
“Deneyin sesi (özgür seçim edimleri), Kişinin seçimleri (anlambirimcikler), Bilimin sesi
(ekinsel düzgüler), Gerçeğin sesi (yorumlar), Simgenin sesi).” (30)
“Sanki unutulması gereksizmiş gibi, anlatımın sessiz sedasız geçmesi ve daha sonra bir
başka biçimde ortaya çıktığında bir anı oluşturması gerekmektedir; bu, okunabilir olan,
bağlılık işlemleri üstünde temellenmiş bir izlenimdir (okunabilir „yapıştırır‟); bu bağlılık ne
denli gevşekse, anlaşılabilir olan da o denli akıllıca görünür. Bu uygulayımın (düşünyapısal,
ideolojik) amacı anlamı doğallaştırmak, böylece öyküdeki gerçeği inanılır kılmaktır: çünkü
(Batıda) anlam (dizge) dogaya ve gerçeğe sevimsiz gelir. Bu doğallaştırma, ancak, homeopati
tedavisine uyan bir hızla bırakılan –ya da çağrılan- anlamlı bilgiler, „doğal‟ diye bilinen bir
özdek tarafından; yani dil tarafından taşınmış, getirilmiş olduğu için olanaklıdır; ne gariptir
ki, anlamın eksiksiz dizgesi olan dilin işlevi; ikincil anlamları dizgesellikten uzaklaştırmak,
üretimlerini doğallaştırmak, düşleme gerçeklik kazandırmaktır; yananlam, tümcelerin birbiri
ardına gelen gürültüsünün altına, „varsıllık‟ da, tümüyle „doğal‟ sözdiziminin (özne ve durum
tümleçleri) altına gömülüverir, öyle ki, semtin birindeki bir konakta şölen verilir.” (31)
Barthes‟ın önemli bir yargısı daha var. Klasik yapıt, çizgisel değil tablo gibidir. Ama bu
tablo olma durumu vektörleştirilmiştir. Mantıksal-süremsel bir düzen izler.
Ben burada çözümlemesi boyunca Barthes‟ın getirdiği açılımlara girmeyeceğim.
Örneğin, belirti-gösterge ayrımı (çok önemli, s.46); anlatılarda son‟un bunalım olarak
belirişinin ekinsel modelle ilişkisi (s.55)- “Yalnız, sonu olmayan bir adlandırmanın kurbanı
olan sonsuz bir izleksellik, dilin sürekli niteliğine ve ürünlerinin tablosuna değil de, okumanın
üretilmesine saygı duyabilir. Ama klasik betikte, dilin düzdeğişmeceli üretimi ilke olarak ileri
sürülmemiştir: adların kaymasını durduran ve saptayan bir zar atışının yazgısallığı buradan
gelir: bu izlekselliktir.” (89); her yazınsal betimlemenin aynı zamanda bir görüş oluşu (s.57);
fazladan anlam oluşu (s.63); aşırı yüklenilmiş eğretilemenin bir etkinlik (geridönüşlülük,
yeniden adlama girişimi) olarak oyun özelliği (s.60); romanda üç anlatım düzeni: 1) Anlam
sözcelenir ve eylem ayrıntılara inilmeden adlanır, 2) Anlam sözcelenir, adlanmaktan öte bir
de betimlenir, 3) Eylem betimlenir, anlam susar, edim bir gösterenle sezdirilir (s.77);
gerçek‟in asla gerçekleştirme düzgüsü olamayacağı (s.78); anlatının kökünde yatan arzu
(s.85); yazının, gülünç kılma, bir dilin öteki üstünde gücünü (baskısını) ortadan kaldırma,
daha kurulur kurulmaz her türlü üst-dili dağıtma işlevi (s.93); hiçbir ayrıntılı betimlemenin
(striptiz), tümcenin bütünü kavrayamayacağı, bütünün toplam dil sıralamasının ucunda bir
hayal gibi belirebileceği (s.106); simgenin, örtmecenin dil olduğu ve balzac‟ın yaptığının da,
bir başka yazını, „simge‟yi yazıya geçirmek olduğu (s.110)- “Balzac yazını sonuçta bir başka
yazının, simgenin „yazıya geçirilmesi‟di: örtmece bir dildir. Gerçekte, bir betiğin anlamı
dizgelerinin çoğulluğundan, sonsuz (dönüşlü) „yazıya geçirilebilirliğinden‟ başka hiçbir şey
olamaz: bir dizge ötekini yazıya geçirir, ama karşılıklı olarak: betiğin karşısında, eleştirinin
„ilk‟, „doğal‟, „ulusal‟, „ana‟ dili yoktur: betik, doğarken, kendiliğinden çokdillidir; betiksel
sözlük için ne giriş dili ne de çıkış dili vardır; çünkü betik, sözlüğün, tanımlayıcı (kapalı)
gücüne değil de sonsuz yapısına sahiptir.” (111); yeniden okumanın gösterenleri çoğaltmakla
ilgisi (s.146)- “Demek ki, eğer betiği yeniden okumayı kabul edersek bunun düşünsel bir yarar
sağlamak (daha iyi anlamak, bilinçli olarak çözümlemek) için olduğunu söylemek yanlış
olurdu: aslında ve her zaman oyunsal bir çıkar içindir: gösterenleri çoğaltmak içindir, son
bir gösterilene ulaşmak için değil.” (146); anlama egemen olma (s.153)- “yazar bir tanrıdır
(kaynak yeri gösterilendir); eleştirmene gelince, o, tanrının Yazısı‟nı çözmeye çalışan
rahiptir.” (153); kişilerin söylem türü oldukları (s.157); anlatılmış olan‟ın anlatmak anlamına
geldiği (s.185)- “Sonuçta anlatının bir nesnesi yoktur: anlatı yalnızca kendisi işler: anlatı
kendini anlatır.” (185); vb. konular kendi başına irdelenebilecek yargılardır.
“Okumak (betiğin okunabilirliğini kavramak) addan ada, kıvrımdan kıvrıma gitmektir;
bir ad altında katlamak, sonra betiği bu adın yeni kıvrımlarına göre açmaktır. Özgür edim
seçimi böyledir: adlar arayan okuma oyunu (ya da sanatı) onlara ulaşmak için vargücüyle
çalışır: sözlüksel üstünlük edimi, dilin sınıflandırmasından kalkarak gerçekleştirilmiş
sınıflandırma çalışması: bu, Buddhacı felsefenin diyeceği gibi, bir maya etkinliğidir;
görünümlerden; ancak kesintili biçimler, adlar olarak görünümlerden ortaya çıkarılmıştır.”
(80) “Böylelikle yazının yazardan kalkıp okura gidecek bir bildirinin iletilmesi olmadığını
görürüz; o özellikle okumanın sesidir: betikte yalnız okur konuşur.” (135)
Ve sonuç olarak Balzac‟ın yapıtı Sarrazine:
“Değerdüzenlerinin [ekonomi] genelleştirilmiş bir çöküşünü gösterir (bir okunabilirlik
sanatı içerisindeyiz): dilin, alışılmış olduğu gibi karşıtların birbirinden ayrılmasıyla
korunmuş olan değerdüzeni, türlerin değerdüzeni (yansız insana özgü olmaya can
atmamalıdır), bedenin değerdüzeni (yerleri birbiriyle değişemez, cinsiyetler birbirine denk
olamaz), paranın değerdüzeni (artık toprakla uğraşmayan ve vurguncu yeni bir toplumsal
sınıfın üretmiş olduğu Paris Altını, bu kökeni olmayan altın, her türlü dolaşım düzgüsünü, her
türlü değiştirim kuralını, her türlü sahiplik çizgisini (tamamıyla anlam karışıklığı yaratan bir
sözcük çünkü hem anlamın düzeltilmesini hem de malların ayrılmasını belirtiyor). Bu
yıkımsal çöküş hep aynı biçimi alır.: önüne hiçbir sınır konmamış bir düzdeğişmecenin
biçimini. Bu düzdeğişmece, dizisel engelleri yıkarak, anlamı kuran, kurala uygun olarak
yerdeğiĢtirme gücünü yıkar: o zaman bir karşıtı bir karşıtla, bir cinsiyeti bir ötekiyle, bir malı
bir ötekiyle düzenli olarak karşılaştırmak artık olanaklı değildir; bir doğru eşdeğerlilik
düzenini kurtarmak artık olanaklı değildir; kısacası, göstermek, nesnelere insan kılığına
sokulmuş, ayrılmış, dağıtılmış gösterimcilerini vermek olanaksızdır artık: Sarrazine
gösterimin alt-üst olmasını, göstergelerin, cinsiyetlerin, servetlerin düzeni bozulmuş salgın
gibi yayılan dolaşımını gösterir.” (187)
Barthes‟ın yaptığı göstergebilimsel (düzgüsel) okumanın belli bir sonucu „her zaman ve
her yerde‟ doğurması beklenemeyeceği gibi, rastgele ya da başka bir yöntembilimle yapılacak
okumanın farklı bir sonuç doğurması da gerekmez. Benim tartışabileceğim şey, sıkı
yapısöküm izlenimi veren bu türden okumanını kaçınılmazlık duygusunu ister istemez
taşımasıdır. Oysa sezgim beni yanıltmıyorsa, bu okuma belki de en „zaaf içinde‟, en rastlansal
okumadır. Soru(n) bu düzgüsel işaretleme dilinin matematik gibi evrensel göstergelere benzer
biçimde uzlaşma konusu olmasıdır. Çözümleme tekniği açısından yapıta bağlı, yapıtiçi
görünmesine karşın vargıları açısından yapıtdışına (yazar ve yapıtın dışsal yerlemi)
sürüklüyor (yine de). Ama ben her düzgünün çiftdeğerliliğine yatırım yapmak, buradan
düzgüsel katmanlaşmaya geçmek, çoksesliliği (en azından iki sesliliğe: 1) düzgüsel artalan, 2)
düzgüsel anıştırma, düşlem) gerilimli bir değerleme dizgesine dönüştürmek, yine de bir değer
yargısı üretmek çabası içinde algılıyor, yorumluyorum Barthes yöntembilimini. Bir okuma
seçeneğine daha değil de, okumanın çiftsesliliğine, ikili ırasına yaratıcı bir yaklaşım olarak
görüyorum. Barthes okumasını kıskanmamak elde değil. Bu durumda okuyanımızın da neyi,
ne kadar okuduğunu tartışmak kaçınılmaz.
***
Kayıran, Yücel; Felsefi Şiir: Tinsel Poetika (2007)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Haziran 2007, İstanbul, 529s.
Kayıran 1964 doğumlu. Felsefeden geliyor. Şair. Ama şiir üzerine de düşünen, bu
düşüncelerini dizgeselleştirmeye, belki ileride bir bildiri‟ye (manifesto) dönüştürmeye çalışan
bir şair. İlgili çevre çelişik de olabilen birkaç nedenle, Kayıran tezlerine sanki soğuk kalmış
gibi. Bir oturaklı şairler kesimi var ki (her yaştan) bunlar şiir yazmak (döktürmek) varken şiir
üzerine düşünmeyi en hafifinden „hafife‟ alırlar. Kimi, kavramsal soyutluk düzeyini, somut
şiirin (imge) önünde bir engel olarak görebilir. Fazla çetrefil, fazla aykırı bulabilir „tinsel
poetika‟ türünden bir altbaşlığı. Oysa Felsefi Şiir derken yücel Kayıran‟ın amaçladığı tersidir,
şiirle felsefe yapmak değil, şiirin felsefi bir jest‟i de taşıması ve taşıyabildiği oranda evrensel
bir (varsa eğer) şiir ölçününü yakalayabileceği. Bence onun çıkış noktası çok da doğru, ama
ben felsefeyi şiire taşımak değil de, sözcüğün en genel anlamında siyaseti (felsefeyi de
içerecek biçimde) şiire taşımak derdim, yerinde olsaydım.
Sonuçta Kayıran emeğine uzak duruşlu bir saygı havası ve bir „ayla‟ (kutsayıp rafa
kaldırmak: bizi aşar abi; işimiz şiir yazmak abi, üzerine düşünmek değil; vb.) bu sürecin
çıktısı gibi. Ama yanılabilirim, yıllardır bu tezlerini belli dergilerde yayınlayan Kayıran bir
tartışmaya neden olmuştur belki de. Dergi okuma özürlü biri olarak, bütün bunlardan
doğallıkla haberim yok (Ne kötü!)
Kitap, Evet, Etik! adlı eski bir çalışmayı da içeriyor.
Benim bu çalışmayla, kuramlaştırma girişimiyle ilgili genel yaklaşımım (ki artık bir
noktadan sonra bende de ip koptu, yazılar bir şeyler taşımaz oldu, bitmek bilmez bir gevezelik
–ki bu, bağışlanabilirdi, bir düşünce geliştiriliyor, özgün katkıyı yitirdim ya da göremez
oldum), çalışmanın istenilen kıvama gelmediği, gereken duruluğu yakalayamadığı yönünde.
Bunun da nedeni olarak, tezi için kullandığı felsefe kaynaklarının geniş ve yer yer de
çelişkiler barındırabilecek bir yelpazede dağılıyor olması, ikincisi siyasal tonundaki grilik, bir
üçüncüsü „seçmeci‟ (eklektik) tutumu, gösterebilirim.
Varsayımın doğru ve sınanabilir nitelik taşıması, kanıtlama ya da sonucun (hatta
önermenin yapısal kurgusunun) doğru ve geçerli olacağı anlamına gelmez.
Sözünü ettiğim daha çok yöntembilimsel karmaşa (sanki tüm bir felsefe tarihi,
Kayıran‟ın tezi için işbirliği yapıyor, kolları sıvıyormuş gibi) beni bunalttı, ama (bir de yersiz
gevezelik) belki de ben, tüm tepkici geleneğin bir son özeti gibi durdum ve okudum
Kayıran‟ı… İndirgemeci, klişeci, şabloncu bir tavırı Kayıran tezlerine dayatmış olabilirim
inatla… Bu da benim kusurum deyip geçemem, çünkü önemli (bir tutuculuk örneği).
Yaklaşımında „protest‟ bir tavır okuru sürprizlerle buluşturuyor. Türk şiir geleneğine
kendi ölçütlerini uyguladığında, şiirimiz üzerine üretilmiş genelgeçer yargı ve tezlerin bir
bölümü en azından tartışmalı olabiliyor. Bütün bunlara dokunmakla yetineceğim yazık ki.
Titiz bir çözümleme yapacak ne zamanım, ne gücüm var. Burada yalnızca Kayıran tezini
aktarmakla yetineceğim. Ama dil (Türkçe) yetersizliği ve tutarsızlığına, eski sözcük
düşkünlüğüne değinmeden ve bunu eleştirmeden geçemem. Biz ve sonraki (özellikle) bir
kuşak var ki, Türkçenin olumsallığına, yaratıcı gizilgücüne inançlarını yitirmiş, havlu
atmışlar. Batının büyük dillerinin sözcüklerini ve kavramlarını ille de karşılamak gerekirse
(hani olduğu gibi kullanmak varken), yalnızca Türkçe köklü sözcüklere sıkışıp kalmanın
„alemi‟ yok, Farsça, Arapça, Fransızca, herneyse yan yana kullan gitsin, yedekte, torbada
olanı esirgeme. Bu tutuma (kolaycılığa demeliydim) karşı çok öfkeliyim. Dili bu geliştirmez,
güzelleştirmez. Bunu yapan ister çevirmen, ister araştırmacı, ister şair olsun, hiç önemli değil,
yazdığı şeyin içeriği de bir yerden sonra değer taşımıyor, canım sıkılır, bir an önce kurtulma
isteğimi zor bastırırım.
Yücel Kayıran‟ın önce kendi dili üzerinde düşünmesi gerekir, eğer tezleri inandırıcı
olsun, kabul görsün istiyorsa.
Nedir peki felsefi şiir?
Gelecekteki iyiyi isteme „ideoloji‟, şimdinin arzusu „dünyagörüşü‟ ise, felsefi şiir
poetikası bu iki „tahayyül‟ durumu (istem) arasında oluşan gerginlik ve çatışmayla harekete
geçirilir. (Gizli bir pratico-inerte öneriliyor). İdeoloji bir yanılsamadır ve yanılsama üzerine
kurulmuş bir şiir de yanılsamanın şiiridir. Felsefi şiir aklın ontolojisinin de şiire katılmasını
ister. Aklın ontolojisi denilen şey, geçicinin arkasındaki „varlığı ve ruhu hissetme‟dir.
Bana kalırsa hemen sonuç çıkarmak erken bile olsa, Kayıran‟ın tezinin „gizemsellik‟
(mistification) riski taşıması. Sanırım okuduğum şiirleri de bende bu izlenimi yaratmıştı.
Ona göre, felsefi şiir bir problemli durumunun şiiridir. İnsanın olanaklarını gösterir. Onu
odağına koyar. İnsanın karşılaştığı metafizik (ontik) durum, varolmak istemeyle varoluşun
gerçekleştiği durum arasındaki durumdur. Varlığa yerleşmek… İşte şiir buna aracılık
etmelidir.
Düşüncesi derinleştikçe çıkmaz da koyulaşır. Episteme bağlanan (bağlanmak!) şiir
hümanizma geleneğinin sınıfsal ayrıcalığına sırtını dayar, örnekse Cumhuriyetin kökleri
yadsıyan toplumsal girişimi. Olmadık kaynaklardan olmadık sonuçlar bir kez
çıkarılmayagörülsün? Yazı nerelere uzanmaz ki?..
Ona göre felsefi şiirin temel kaygısı şu: Özne olamamak insana ne yapar? (73)
Tezini destekleyen Türk şiiri örnekleri (burada vermeyeceğim) ilginç bir biçimde „belli‟
bir şiir anlayışını, duygusunu taşıyor ve örneğin ben bu tonla, duyguyla çok da barışık değilim
ya da en azından temsil açısından bu örnekleri yeterli görmem.
Öte yandan, şiirimizin metafizik (felsefe) korkusuna değindiği sayfalar önemli. Ama bu
şairin aynı zamanda toplumunun eleştirel aydını olmasıyla da ilgili değil mi? Metafizik‟i ille
de farklı bir kategori olarak mı görmeli?
Evet, Kayıran‟ı anlıyorum ama ortalamanın üzerinde şairlerimizin, bilincinde olsun
olmasın, metafizik kaygılardan da esinlenmediği, felsefi bir şiir duruşlarının olmadığı biraz
ileri gitmiş bir yargı gibi görünüyor bana, bu duruşun ne‟liği ayrı bir tartışma konusuyken,
entelektüel donanımının yeterlililği doğal olarak tartışılabilecekken…
Has, iyi şiir bu gerilimden yoksun değildir. Sorun şairin aynı zamanda bir insan olarak
duruşuyla da ilgili, seçtiği şeyle ilgili. Çünkü herkes, sokakta yürüyen insan da, ayağıyla yere
basarken usuyla (düşlemiyle diyelim) geleceği çağırır. Sokaktaki adam bile…
Eğer, diyorum son olarak, felsefe aynı zamanda siyaset ise, Moliere‟in kahramanı gibi,
olsa olsa, konuşurken düzyazı konuştuğumuzun ayrımında değilizdir ve „marifet‟ de tam
burada: ne konuştuğumuzu bilmede.
***
Kolcu, Ali İhsan; Yusuf Atılgan‟ın Roman Dünyası (2003)
Toroslu yayınları, Birinci basım, Kasım 2003, İstanbul, 200s.
Kolcu‟nun çalışması, akademik „edep‟li, gerçekten titiz, çözümleyici bir çalışma. Türk
yazını yazın incelemelerinde bir çöldür zaten. Elle tutulur bir şey bulunmaz. Doğru dürüst bir
yazın tarihimiz bile yoktur, kaldı ki monografik çalışmalar… Onyıllar önce Tahir Alangu‟nun
Ömer Seyfettin‟le açtığı (araladığı) yolu izleyen ne yazık ki olmadı denebilir. Nerede bizim
Zweig‟ımız, Troyat‟mız.
Üstelik bir Halit Ziya‟mız (hem imparatorluk, hem cumhuriyeti katetmiş), Ömer
Seyfettin‟imiz, Halide Edib‟imiz, Refik Halit‟imiz, Peyami Safa‟mız, Nazım‟ımız, Yakup
Kadri‟miz, bir Selahattin Enis‟imiz, Orhan kemal(imiz, Yaşar kemal‟imiz, vb. vb. varken ve
üstelik bunlardan birçoğunun birçok yazlarından daha önemli yaşamöyküleri varken…
Monografik yaklaşımlar, yaşamöyküleri bize yakın tarihimizi de yansıtacaktır hiç kuşkum
yok. Yazarlarımız daha günümüze değin yalnızca yazar olarak kalmadılar biliyoruz. Yalnızca
yaşadıkları değil, yazdıkları da „tez‟ niteliğindedir, savlıdır. İşte Yakup kadri, işte kemal
Tahir…
Kolcu Erzurum Atatürk Üniversitesinde öğretim görevlisi (Profesör).
Yusuf Atılgan hakkında aransa bulunabilecek (Dergilerde kalmış yazılar dışında) çok da
kaynak yoktur, hele kitap olarak. En önemli olabilecek kaynak Yusuf Atılgan‟a Armağan‟dı.
İletişimden çıkan bu kitabı bulamadım. Hakkında yazılmış en önemli çalışmaları bir araya
getiren bu derleme, Kolcu‟nun da başlıca kaynağı. Dolayısıyla akademik nesnelliğiyle, elinin
altında önceki kaynakların bulunuşu, bir Atılgan çözümlemesi olarak bu çalışmayı öne
çıkarıyor.
Beklenileceği kadar kuru, yavan bir çalışma değil yine de. Çünkü „saptama‟ bağlamında
Atılgan‟a ilişkin gözden kaçırılmış bir şey yok. Bu da az şey sayılmaz. Atılgan poetikasının
fotoğrafı çekiliyor, onun hakkında yazınsal anlamda hemen her şey belirleniyor.
Bu türden çalışmalara sıcak bakmasam da, Kolcu‟nun tutumunda, yaklaşımındaki
dürüstlük, arılık, ayrıntılılık, dizgesellik insanı doyuruyor, hoşnut bırakıyor. Hemen her
entelektüel okurun Atlıgan‟a ilişkin beklentisini ortalamar düzeyinde karşılıyor, ama yazınsal
ölçünler eşiğinin ötesinde bakış açıları, karşılaştırmalar, yazı tutumu, vb. gibi üst bağlamlara
girilmiyor belki haklı nedenlerle. Çünkü akademik ölçünlere uygunluğu ilk elde öne
çıkarılmış.
Yaşamı ve yapıtlarına özet olarak bakan birinci bölümü, romanlarının izleksel
çözümlemesinin yapıldığı ikinci bölüm izliyor. Bu bölümde romanlar özenle özetleniyor, kimi
yanlarını altı (izleksel açıdan) çiziliyor.
Üçüncü bölümse roman yapıları ve anlatım tekniklerini irdeliyor.
Tüm çözümlemede yazınbilimin geçerli ölçütleri, değerleri ve kuralları etkili bir
biçimde kullanılıyor.
Atılgan‟ın düşünce kaynakları, çevresiyle iletişimi, yapıtına yansıyana ilişkin dünya
durumu vb. konularda biraz da yazarın tutumu nedeniyle (bağlantısız yazar) çok da ayrıntıya
inmiyor Kolcu. Bir başka disipline (ruhbilim, toplumbilim, vb.) olabildiğince az yaslanıyor ve
bunu özenle yapıyor. Bu ilginç (tutarlılık mı aynı zamanda, bilmem).
Yusuf Atılgan‟a bir giriş niteliğinde bu yapıt, kuşkusuz Atılgan‟ın kendi yapıtının ya bir
adım gerisinde ya da bir adım ilerisinde duracaktı. Atlıgan için yetmez, yetecek olan
Atılgan‟ın doğrudan kendi yapıtı, onun okunmasıdır.
***
Eckermann, Johann Peter; Goethe ile Konuşmalar (1835),
Çev. Mahmure Kahraman
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Ağustos 2007, İstanbul, 794s.
Sonsöz, Mahmure Kahraman, 736-794
Bu ünlü yapıtı biraz da Goethe okumasına hazırlanmak için okudum. Nietzcshe‟nin
Eckermann‟ın yapıtıyla ilgili coşkulu sözlerinin kitabı okumamda rolü olmadığını
söyleyemem.
Eckermann kendisi oldukça ilginç ve yaşamda umduğu yere gelemeyen, başarılı
olamayan bir insan olarak görülmüş genellikle. Çok başarılı çevirmenin güzelim sonsözü
konuyu irdeliyor.
Ama ben yaşamım boyu Goethe‟yle ilgili (hep bir kibirlilik anıtı gibi geldi bana. Ama
bu yargıyı verebilecek en son kişilerden biriyim, bunun da farkındayım) hep düşkırıklığı
yaşadım. Bu söyleşiler, ki sonra çok da tartışılmışlar, Goethe hakkında düşüncemi çok da
değiştirmedi diyeceğim. Hatta kimi kanılarım daha bir pekişti. Aristokrat bakış açısında bir iç
tutarlılık görmek, belki de beni utandırmalıydı. Usun, aydınlanmanın yanında yeralan Goethe
bir sağduyu anıtı gibi yükseliyor Weimar‟da.
Aslında Eckermann güvenilir ve doğru bir Goethe portresi oluşturabilmiş gibi geliyor
bana.
SEÇKİNCİLİK, ARİSTOKRASİ, HALK
Goethe‟nin ussal seçkinciliğinin bir kanıtı 26 Şubat 1824 tarihli notta:
„Bir insanda zevk ortalama şeylerle oluşmaz, aksine en seçkin şeylerle oluşur.‟ (89)
Beni Goethe‟de şaşırtan şey, seçkinliğinin ussal temellendirilmesi ve gerçekçiliği…
Onda us, romantizme kaçıp sığınmıyor. Söylem ne denli irkiltici, kırıcı olsa da Goethe
gerçeğe ve doğruya bağlı (sadık) kalıyor. Onda us (akıl) aslında ayrıcalık olarak beliriyor. O
aklı yücelten monarşilerin düşünürü. Şuraya çekilebilirdi. Eğitilmiş, aydınlanmış bir halkla,
ayrıcalıklara gerek ve yer kalmaz. Ama onun (18.yüzyıl) dünyasında bunu öylesine söylemek
hiç kolay değildi.
DÜNYA GÖRÜŞÜ
„İnsanların bizimle uyumlu olmalarını beklemek büyük bir ahmaklık.‟ (2 MAYIS 1824,
108)
„Aslında her şeyin dahiyane olması dünyanın işine gelmez; dünyadaki her şeyin
dayanağı deha değildir. Hatta insanı karmaşaya sürüklemesi, ona tutunacak dal bırakmaması
bakımından da çok zararlıdır.
Ayrıca biz her şeyi bilemeyiz, tüm zekamız her şeyi anlamaya yetmez!
İnsan dünyanın sorunlarını çözmek için doğmaz, ama sorunun neden kaynaklandığını
araştırmak ve kendini kavranabilir bir sınırda tutmak için dünyaya gelir.‟ (15 Ekim 1825,
157)
„Bizi özgür kılan, bizim üzerimizdeki şeyleri bilmemek değil, bizden üstün olanlara saygı
duymasını bilmektir.‟ (18 Ocak 1827, 207)
„Az ya da çok, bize sundukları dar ya da geniş alan ölçüsünde eşyaların kölesiyiz biz.‟
(11 Eylül 1828, 269)
„Önemli olan her şey biz farkına vardığımızda eğitici olur.‟ (16 Aralık 1828, 295)
„Akıl popüler olur diye kimse aklından geçirmesin. Tutkular ve duygular popüler
olabilirler, ama akıl her zaman için birkaç mükemmel insanın mülkiyetinde olacaktır.‟ (12
Şubat 1829, 304)
Gerçekçilik ilkesine bağlı tersi izlenim veren bir alçakgönüllülük onda bir yaşama
biçemine dönüşüyor. Neyi bilebileceğimiz konusunda ayakları yerden hiç kesilmemiştir. Ama
bilebileceğimiz şeyin önemini yadsımaz.
„Biz düşsel adalara doğru varsayımlardan yola çıkarız, ama asıl sentez galiba
keşfedilmemiş bir ülke olarak kalır.‟ (13 şubat 1829, 307)
„Güzel sanatlarda ve doğa araştırmalarında bir kök bulmamış olsaydım, kendimi kötü
bir dönemden ve bu dönemin günlük etkilerinden uzak tutmam zor olurdu; ama bu beni
korudu, ayrıca Schiller‟e de bu yönden faydam dokundu.‟ (23 Mart 1829, 320)
„Sohbet Beranger‟nin tutsaklığından açıldı. „O bunu hak etti.‟ Dedi Goethe. „Onun son
şiirlerinde gerçekten ahlak ve düzenden eser yok, krala, devlete ve huzurlu vatandaşın
bilincine karşı olduğu için cezasını tümüyle hak etti. Oysa onun ilk dönem şiirleri neşeli,
zararsız ve sevinç dolu, mutlu insan toplulukları oluşturmak için çok uygun şiirlerdi, zaten
şarkı dediğin böyle olmalı.‟ (2Nisan 1829, 321)
„Mineroloji dünyasında en basit olan en muhteşem olandır, organik dünyada ise en
karmaşık olandır. Yani her iki dünyada da çok farklı eğilimlerin olduğu, birinden diğerine
basamakları çıkarak ilerlemenin olanaksız olduğu görülüyor.‟ (23 Şubat 1831, 451)
Ayrıcalıklı yaşam biçimine karşın, nesnenin yeri ve vaadi konusunda hayallere
kapılmaz. Bilgeliği deneyim zenginliğinden geliyor. Deneyimlerinden olanca sonucu çıkarma
konusunda gençliğinden başlayarak belli ki bir yöntembilim (metodoloji) geliştirmiş.
„Gençliğinden beri buna alışkın insanlar hariç, ihtişamlı odalar ve şık ev gereçleri,
düşünmeyen ve düşünce sahibi olmaktan hoşlanmayan insanlar içindir.‟22 mart 1831, 475)
„Felsefe ve varsayımlardan oluĢan büyük bir cihazı hep peĢimiz sıra
sürüklediğimizden, içimizdeki saflığı boçuyoruz.‟ (18 Mayıs 1824, 541)
O zaman öğüt verme hakkını sonuna değin taşıyabilecek ender kişilerden biri Goethe:
„Önemli, başarılı, esprili ve güzel olmalı, öncelikle de sağlam ve esaslı bir öze sahip
olmalı. Marazi, zayıf, sulu gözlü, fazla hassas hiçbir şeye, ayrıca ürkütücü, ürpertici, iyi
gelenekleri zedeleyici şeylere kesinlikle yer yoktu; oyuncuları ve seyirciyi yozlaştırmaktan
korkmuş olmalıyım.‟ (22 Mart 1825, 547)
İNSANLAR
„Dünya her konuda gelişmiş olsa da, gençlik her seferinde baştan başlamak ve birey
olarak dünya kültürünün aşamalarını öğrenmek zorunda.‟ (17 Ocak 1827, 200)
„Ġnsanın bir Ģey yapması için, kendisinin bir Ģey olması lazım.‟ (20 Ekim 1828, 287)
„Ama Ģu da var ki, önemli bir Ģahsiyeti hissetmek ve ona saygı duymak için, insanın
kendisinin de önemli olması gerekiyor.‟ (13 ġubat 1831, 437)
„Nefret kimseye zarar vermez, ama aĢağılanma insanı yıkar.‟ (15 ġubat 1831, 440)
Çağı, toplumu üzerine son derece yalın, dürüst gözlemlerde bulunur Goethe. Alman
ruhunun ipliğini pazara çıkarmıştır ki, belki de bu konuda Nietzsche ona çok şey borçludur:
„Şu Almanlar garip insanlar doğrusu! Derin düşüncelere dalıp fikirler üreterek, bunları
da her yerde arayıp, her şeye uygulayarak yaşamı olduğundan daha zor hale getiriyorlar.
Yahu, bir kerecik olsun kendinizi izlenimlere kaptırmaya, başkalarının sizi eğlendirmesine,
duygulandırmasına, yüceltmesine, bilgilendirmesine, önemli bir şey için ateşlemesine ve
yüreklendirmesine cesaretiniz olsun; eğer sıradan soyut bir düşünce ya da fikir değilse, her
şeyin boş olduğunu düşünmekten vazgeçin artık!‟ (6 Mayıs 1827, 618)
„Ġnsan doğasında mucizevi güçler vardır, en umutsuz olduğumuz durumda, bizim için
iyi bir Ģeyler hazırlanıyor demektir. YaĢamımda gözyaĢları içinde uykuya daldığım
zamanlar olmuĢtur; ama rüyalarımda en sevimli insanlar beni avutmaya ve mutlu etmeye
gelmiĢlerdir, ertesi gün yine sapasağlam ve huzurlu bir Ģekilde ayaklarımın üzerinde
durmuĢumdur.
„Ayrıca biz yaĢlı Avrupalılar, az ya da çok kendimizi iyi hissetmeyiz; içinde
bulunduğumuz Ģartlar çok yapay ve zor, aldığımız gıdalar, yaĢam tarzımız gerçek doğadan
uzak, etrafımızdaki insanlarla aramızda gerçek bir sevgi ve iyilikten eser yok. Herkes zarif
ve kibar, ama kimsenin samimi ve dürüst olmaya cesareti yok, doğal eğilimlere ve ruh
haline sahip dürüst bir insan gerçekten kötü karĢılanıyor. Bir kez olsun, insan yaĢamının
tüm yapaylıklardan uzak ve saf halinin tadına varmak için, insan sık sık güney
denizlerindeki adalardan birinde ilkel insan olarak doğma arzusuna kapılıyor.‟ (12 mart
1828, 664)
Ve usu onu gerçekçi bir biliciye dönüştürür:
„(İnsanlık) daha akıllı ve daha anlayışlı olacaktır, ama daha iyi, daha mutlu, daha
azimli olmayacaktır ya da dönem dönem böyle olacaktır. Tanrının insanlıktan hoşnut
olmadığı ve evrenin yenilenmesi için her şeyi bir kez daha yok edeceği dönemin yaklaştığını
düşünüyorum. Her şeyin buna göre ayarlandığından eminim, bu yenilenme döneminin
gerçekleşeceği zaman ve an uzak bir gelecekte saptanmış durumda. Ama o zamana daha çok
var, biz binlerce yıl daha bu sevgili eski toprakta her zamanki gibi çeşitli zevklerin tadına
bakabiliriz.‟ (23 Ekim 1828, 67)
„Asıl önemli olan, bir insanın, insanlığın terazisinde kaç kilo geldiğidir; geriye kalan
her şey boş. Madalyalı bir ceket, altı atlı bir araba olsa olsa cahil kitleyi etkiler.‟ (23 Ekim
1828, 677)
„Ünvanlar bir tarafa bırakıldığında, geriye kalan Ģey çok daha önemli ve değerlidir.‟
(23 Ekim 1828, 681)
Sanki okudukları bir romanmış gibi, hiçbir ön çalışma yapmadan, bir konuya hazırlayıcı
bilgileri edinmeden, her felsefi ve bilimsel yapıtı okumak isteyen birçok insanın kendini
beğenmişliğiyle ve okumanın zorluğuyla alay etti (Goethe).
„Ġyi insancıklar, okumayı öğrenmenin, bir insanın ne kadar vaktini aldığını, ne
çabalara mal olduğunu bilmezler. Ben bu iĢe seksen yılımı verdim, hala da amacıma
ulaĢtığımı söyleyemem.‟ (25 Ocak 1830, 688)
„Aslında hepimiz, kendimizi nasıl gösterirsek gösterelim, kolektif yaratıklarız. Çünkü
tam anlamıyla biz buyuz veya bu bizim diyebileceğimiz çok az şey vardır! Bizden önce ve
bizim zamanımızda söylenmiş her şeyi dinlemek ve öğrenmek zorundayız. En büyük deha bile
her şeyi kendine borçlu olduğunu düşünseydi, fazla gelişemezdi. Fakat birçok önemli insan
bunu kavramaz ve özgün olma düşleriyle yaşamlarının yarısını emeklemekle geçirir. Her şeyi
kendi dehalarına borçlu olduğuyla, hiçbir ustayı izlememekle övünen sanatçılar tanıdım.
Çılgınlar! Sanki böyle bir şey olanaklıymış gibi! Sanki dünya her adımlarında karşılarına
çıkmıyormuş ve kendi aptallıklarına rağmen onları adam etmiyormuş gibi! Hatta şunu da
iddia ederim, bunları söyleyen bir sanatçı, bu odanın duvarlarının önünde dolaşsın ve
duvarları süslediğim birkaç büyük ustanın yaptığı resimlere şöyle bir baksın, her yönden belli
bir dehaya sahip biri olsa bile, buradan daha farklı ve daha düzeyi gelişmiş biri olarak
çıkacaktır.‟ ‟17 Şubat 1832, 746)
„Aslında bir Ģeylerin insanın kendisinden mi, yoksa baĢkasından mı kaynaklandığı;
kendi sayesinde mi, yoksa baĢkalarının sayesinde mi baĢarılı olduğu gibi Ģeyler tamamen
ahmaklık: Asıl önemli olan, insanın büyük bir istencinin olması ve bir şeyi yapacak
yetenek ve azme sahip olmasıdır; geri kalan hiçbir şey önemli değil.‟ (17 Şubat 1832, 748)
SEVGİ
„İnsan her konuda, ancak sevdiği insandan bir şey öğrenir.‟ (12 Mayıs 1825, 153)
YAZIN SANAT
Kendi yazısı ve genel olarak sanat, yazın üzerine önemli şeyler söylüyor. Etkili olmuş
(özellikle popüler kültür içinde) „yazmak için yaşamak gerek‟ yargısını eleştiriyor:
„Yazmak için dünyayı tanımayı beklemiş olsaydım, yazdıklarım bir felaket olurdu.‟ (91)
„Schiller‟in üslubu, şu sıralarda elimdeki oldukça önemli mektuplarında bugün de
gördüğüm gibi, felsefe yapmadığı sürece en muhteşem ve etkili üsluptur.‟(14 Nisan 1824, 104)
„Gerici ve modası geçmiş akımların hepsi özneldir, oysa ileriye dönük akımların hepsi
nesneldir. Bizim içinde bulunduğumuz çağ gericidir, çünkü özneldir. Bunu sadece şiir
alanında değil, resim gibi başka birçok sanat dalında da görmek mümkündür. Her başarılı
yapıt iç dünyadan yola çıkıp dış dünyaya yönelir, gerçekten büyük bir çabayla ileriyi
hedeflemiş ve nesnelliği ön planda tutan büyük akımlarda bunu görürsünüz.‟ (29 Ocak 1826,
165)
„Dünyaya ancak olağanüstü şeylerle yararlı olunabilir.‟ (29 Ocak 1826, 167)
„Hakikat isteniyor, gerçek isteniyor ve bu şekilde de şiir mahvediliyor.‟ (27 Aralık 1826,
186)
„Ben birisine her defasında konuyla ilgili, sadece ona özgü ve ona uygun bir şeyler
söylemeyeceksem, hiç yazmam daha iyi. Yüzeysel lafları kimseye layık görmem, bu yüzden
kendilerine yazmak istediğim bazi değerli insanlara bir yanıt veremediğim zamanlar
olmuştur.‟ (21 Ocak 1827, 211)
„Mesele çok basit. Düzyazı yazmak için insanın söyleyecek bir şeylerinin olması gerekir;
söyleyecek bir şeyiniz yoksa, bir sözcüğün diğearini çağrıştırdığı, sonuçta hiçbir şey olmayan,
ama sanki bir şeymiş gibi duran bir şeyin ortaya çıktığı dizeler, uyaklar yazabilirsiniz ancak.‟
(29 Ocak 1827, 217)
„Herkesin kendi kendine söyleyeceği şey, şiir yazma yeteneğinin çok nadir rastlanan bir
şey olmadığıdır, eğer biri iyi bir şiir yazmışsa, bu kendini bir şey sanması için özel bir neden
oluşturmaz.‟ (31 Ocak 1827, 219)
Ama elbette basit bir konuyu ustaca bir anlatım tarzı ile bir yapıt olarak ortaya koymak
zeka ve büyük yetenek ister, eksik olan da bu aslında.‟ (31 Ocak 1827, 222)
„Ama şair gerektiği gibi kullanmayıbilirse, aslında gerçek olup şiirsel olmayan konu
yoktur.‟ (5 Temmuz 1827, 244)
„Eğer hayalgücü sayesinde aklın hep anlayamadığı şeyler ortaya çıkmasaydı, hayal
kurmanın bir anlamı olmazdı. İşte düzyazıyı şiirden ayıran budur, düzyazıda akıl duruma
hakimdir, hakim olmak ister, olmalıdır da.‟ (5 Temmuz 1827, 246)
„İnsanın ihtiyaç duyduğu şey berraklık ve neşe, bu da onda mükemmel insanların iyi bir
eğitimden geçtiği sanat ve edebiyat akımlarına yönelme gereksinimini doğurur, böylece insan
kendini iyi hisseder ve sahip olduğu kültürün hazzını başkalarına aktarmaya hazır hale gelir.‟
(3 Ekim 1828, 270)
„Benim kitaplarım popüler olamaz; bunu aklına getiren ve bunun için çaba gösteren
yanılır. Kitaplarım kitle için yazılmamıĢtır, benzer Ģeyler isteyen ve arayan, birbiriyle
benzerlik gösteren tek tük insan için yazılmıĢtır.‟ (11 Ekim 1828, 283)
„İnsan ve yurttaş olarak şair yurdunu sevmelidir, ama edebi başarısının yurdu, özel bir
bölge ya da özel bir ülkeye bağlı olmayan, bulduğu yerde alıp biçimlendirdiği iyi, soylu ve
güzel olan her şeydir. Bu konuda o bir kartala benzer, keskin gözlerle ülkelerin üzerinde
süzülür, o arada üzerine çöreklendiği tavşanın Prusya‟da mı, yoksa saksonya‟da mı
koşuşturduğu onun için fark etmez.‟ (1832, 496)
„Sonra, yaĢam kötü geçen yüzyıldan beri oldukça güçsüz ve zayıf düĢtü! BozulmamıĢ
bir insanın maskesiz olarak karĢımıza çıktığı bir yer yok artık! Hiç kimsenin gücünü,
dürüstlüğünü, kendini olduğu gibi ortaya ortaya koyduğu bir yer yok! Bu da dıĢ dünya
tarafından yalnız bırakılan Ģairi, her Ģeyi kendi içinde aramak durumunda bırakıyor.‟ (2
Ocak 1824, 530)
„Diğer yandan ana konunun hem oluşumuna, hem biçimine, o anki resme konu olan
yönüne çok az etkisi olan her çeşit sıradan rastlantının resmedilmesi ise aptalca olur.‟ (5
Haziran 1825, 581)
„Sanatçı dünyaya bir bütün olarak seslenmek ister; ama bu bütünü o doğada bulamaz,
isterseniz bunu onun kendi zekasının meyvesi ya da üretken tanrısal bir nefesin esintisi olarak
değerlendirebilirsiniz.‟ 18 Nisan 1827, 606)
„Sanatçı dünyaya bir bütün olarak seslenmek ister; ama bu bütünü o doğada bulamaz,
isterseniz bunu onun kendi zekasının meyvesi ya da üretken tanrısal bir nefesin esintisi olarak
değerlendirebilirsiniz.‟ (18 Nisan 1827, 606)
„Her bakımdan, bir ressamın fırça darbesinin veya bir şairin sözlerinin üzerinde
inceden inceye durmamamız gerekiyor; bize düşen daha çok, cesaretle ve özgür bir ruhla
ortaya çıkarılmış bir sanat yapıtına olabildiğince benzer bir ruhla bakıp zevkine varmaktır.‟
(18 Nisan 1827, 607)
„Genellikle, şair olarak bir kavramı somut hale getirmek benim tarzım değil. İçimdeki
izlenimleri duyumsarım, bunlar bana düşgücümün sunduğu haliyle şehvetli, yaşam dolu,
sevimli, renkli, çeşit çeşit izlenimlerdir; şair olarak bana düşen, içimdeki bu düşüncelere ve
izlenimlere sanatsal açıdan bir biçim vermekten, onları oluşturmaktan, başkaları benim
yazdıklarımı dinlerken veya okurken bunları alılmasınlar diye, canlı bir anlatımla her şeyi
gözler önüne sermekten başka bir şey değil.‟ (18 Nisan 1827, 618)
„Yazınsal bir ürün ne kadar ölçülemez, ne kadar akılla kavranamaz olursa, o kadar
iyi demektir.‟ (18 Nisan 1827, 619)
„Başarılı! Ama okuyucu bu bol baharatlı yemeği bir kez tadıp buna alıştıktan sonra,
daha çoğunu daha baharatlısını istemeye başlar.‟ (14 Mart 1830, 704)
„Konuyu gerektiği gibi toparlamak ve konuya karşı bir mesafe koyup tamamen gerekli
noktalar üzerine yoğunlaşmak, elbette bir edebiyat devinin gücüne gerek duyar ve
düşünüldüğünden daha zordur.‟ (17 Mart 1830, 714)
YAPIT
„Werther çığır açtı. Bu, Werther o dönemde yayımlandığı için olmadı. Her dönemde o
kadar çok ifade edilmemiş acı, o kadar çok insanın kimseye söylemediği huzursuzluk,
hayattan bıkmışlık, her insanın içinde dünyaya karşı o kadar çok dengesizlik, kendisi ve
toplumsal kurumlar arasında o kadar çok çatışma var ki, Werther bugün yayımlansa, yine
çığır açardı.
„…Bu yüzden kitap belli yaĢtaki gençliği, bugün de aynı o zaman etkilediği gibi
etkiliyor. Ayrıca ben, bazı Ġngiliz yazarlarının metinlerinden ve yaĢadığım dönemin genel
etkilerinden kaynaklanan kendi gençlik karamsarlığımdan sonuç çıkarma gereğini
duymadım asla. Beni harekete geçiren, bana bir kitap yazdıran, bana o ruh halini yaĢatan
Ģeyler, Werther‟i ortaya çıkaran Ģeyler, daha çok kiĢisel, yakın iliĢkilerdi. YaĢadım, sevdim
ve çok acı çektim! Hepsi bu.
„Yakından incelendiğinde, çok konuşulan Werther‟in yaşımlandığı dönem, elbette dünya
kültürünün bir dönemini oluşturmuyor, aksine doğuştan özgür bir ruha sahip, eskimiş
dünyanın sınırlandırıcı normlarını görmek ve bunlara uymak durumunda kalan her bireyin
yaşamından bir kesit sunuyor. Engellenmiş mutluluk, tutuk davranışlar, tatmin edilmemiş
arzular özel bir dönemin sakat yönleri değil, her insanın özellikle zayıf olduğu düşüncesinin
geçtiği bir dönem geçirmemiş olması kötü olurdu doğrusu.‟ (2 Ocak 1824, 531)
„Şu günlerde onun Notre-Dame de paris‟ini okudum, bu kitabın bende yarattığı
sıkıntılara katlanmak için az sabır göstermedim. Bence şimdiye dek yazılmış en iğrenç kitap!
İnsanın katlanmak zorunda kaldığı işkenceler, insan doğasına ve insan karakterine ilişkin
anlatılan gerçeklikten algılayabileceği sevinç duygularıyla bir kez olsun giderilmeye
çalışılmıyor. Aksine onun kitabında insanlardan ve gerçekten eser yok! Sunduğu anlatı
figürleri kanlı canlı insanlar değil, aksine canının istediği gibi yönlendirdiği tahtadan
yapılmış zavallı kuklalar, istediğ etkiyi uyandırmak için, onların yüzlerini ekşitip suratlarını
çarpıtıyor. Bu nasıl bir çağdır ki, böyle bir kitabı sadece olanaklı kılıp, ortaya çıkmasını
sağlamakla kalmayıp aynı zamanda onu çok hoş ve eğlendirici bulur.‟ (27 Haziran 1831,
737)
TARİH
Tarih, özellikle Fransız Devrimi hakkında yerleşik, sarsılmaz bir kanısı vardır:
„Fransa‟da her şeyi rüşvetle elde etmeniz olasıdır, Fransız Devrimi bile başından
sonuna rüşvetle yönetilmiştir.‟ (29 Şubat 1824, 95)
Ayaktakımı eylemi olarak, düzenden yana değil düzensizlikten yana olduğu için halk
ayaklanmalarına (bu arada Fransız Devrimi) karşıdır. Ayaktakımının insanlığı
ilerletebileceğine inanmaz soğukkanlı gerçekçiliğiyle. Ama bundan, ayrıcalığın, doğuştan
gelen hakların her koşulda Goethe‟ce onaylandığı çıkmaz. Aristokrasi ince zevklerin
geliştirilmesi için uygun bir topraktır ona göre ve ince zevk derken de ritüellerden çok insanı
insan eden sanat etkinlikleri gözetir gibidir.
Onda yaşlılık da, yaşlılığın getirdiği aristokratlık da gururla taşınıyor. Goethe‟de bu
doğru duruyor.
TOPLUM VE SİYASET
„Sürekli aristokrasi ve demokrasiden bahsediliyor, konu çok basit bir şekilde şu: Hiçbir
şeye sahip olmadığımız ya da sahip olsak bile değerini bilmediğimiz gençlik döneminde
hepimiz demokratız. Ama uzun bir yaşam boyunca mal mülk sahibi olmuşsak, varlığımızı
güvence altına almakla yetinmeyip çocuklarımızın ve torunlarımızın da bu varlığın keyfini
sürmesini isteriz. Bu nedenle yaşlılıkta istisnasız hepimiz aristokratız, gençliğimizde farklı
görüşlere eğilimli olmuş olsak bile.‟ (15 Temmuz 1827, 251)
„Dünyanın sayılarla idare edildiği söylenmiĢti, ama ben de dünyanın iyi idare edilip
edilmediğini bize gösteren Ģeyin sayılar olduğunu biliyorum.‟ (31 Ocak 1830, 380)
„Güçsüz ve abartılı liberalizm yüzünden her bakımdan lüzumsuz yere ılımlı
davranışların sergilendiği şimdiki gibi bir zamanda, yasaların uygulanması için sertlikten
yanayım.‟ (19 Şubat 1831, 444)
„Bir ulusun içinden kaynağını almayan, başka ülkelere ait bir yeniliğin uygulamaya
sokulması ile ilgili tüm çabalar aptalcadır, bu tür amaçların hedeflendiği devrimler, böyle
yarım yamalak işlerden kaçınan Tanrı‟dan yoksundur. Ama bir halk büyük bir reforma
gerçekten gereksinim duyuyorsa, Tanrı o halkla beraberdir ve o zaman reform başarıya
ulaşır.‟ (4 Ocak 1824, 535)
„Hırsızlık yapan, cinayet işleyen, yangın çıkaran, halkın huzuru denen kalkanın arkasına
gizlenip adi kişisel çıkarlarının peşinde olan devrimci ayaktakımının dostu elbette değilim. Ne
böyle insanların, ne de XV. Louis‟nin dostuyum. Elde edilen şeylerden daha çoğunun
kaybedildiği, şiddete dayanan her devrimden nefret ederim. Böyle devrimleri yapanlardan,
böyle devrimlere sebep olanlardan da nefret ederim. Bu yüzden mi ben halk dostu değilim?
Doğrudan yana olan herkes başka türlü mü düşünüyor?
Gelecekte payımıza düşecek her iyiye gidişten ne kadar mutlu olduğumu siz
biliyorsunuz. Ama söylediğim gibi şiddete dayalı, aniden ortaya çıkan şeyler benim ruhuma
aykırı, çünkü bu doğaya aykırı.‟ (27 Nisan 1825, 560)
İNANÇLAR
Tanrı hakkında biraz bilinemezcidir (agnostik). Üstelik pragmatik bir bakış açısı taşır.
Onca Tanrı kavramını temellendirecek şey, ontoloji ya da epistemoloji değil, etik ya da
estetik‟tir (yani iyi ve yüceye ilişkin şey.)
„Müslümanların eğitimlerine hangi öğretilerle başladıkları da oldukça ilginç... Dinde
esas aldıkları şey, gençliği, her şeyi denetimi altında tutan Tanrı‟nın onun alnına yazdığı
şeylerden başka hiçbir şeyle karşılaşmayacağı fikrine inandırmak; yaşamlarının tümünü bu
düşünce ile donatıp, huzur içinde yaşıyorlar, başkaca da gereksinim duydukları hiçbir şey
yok.‟ (11 Nisan 1827, 235)
Goethe en yüce varlığın nasıl olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını düşünüyordu.
Onun bütün yazılı ve sözlü ifadeleri, Tanrı‟nın araştırılabilecek bir varlık olmadığına, insanın
Tanrı hakkında sadece bazı yaklaşımlar ve tahminlerde bulunabileceğine değinir.
Ayrıca doğanın ve biz insanların içine tanrısal güç öylesine nüfuz etmiş ki, o bize destek
oluyor, biz onun içinde yaşıyor, hareket ediyor ve var oluyoruz, her zaman geçerli olan
yasalarla acı çekiyor, mutlu oluyoruz, biz bu yasaları uyguluyoruz, bu yasalar bize
uygulanıyor, bizim onları biliyor ya da bilmiyor olmamız, hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Çocuk fırıncıyı tanımasa da pasta yemekten, serçe nasıl olgunlaştığını bilmese de kiraz
yemekten hoşlanıyor.
Goethe en yüce varlığın nasıl olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını düşünüyordu.
Onun bütün yazılı ve sözlü ifadeleri, Tanrı‟nın araştırılabilecek bir varlık olmadığına, insanın
Tanrı hakkında sadece bazı yaklaşımlar ve tahminlerde bulunabileceğine değinir.
Ayrıca doğanın ve biz insanların içine tanrısal güç öylesine nüfuz etmiş ki, o bize destek
oluyor, biz onun içinde yaşıyor, hareket ediyor ve var oluyoruz, her zaman geçerli olan
yasalarla acı çekiyor, mutlu oluyoruz, biz bu yasaları uyguluyoruz, bu yasalar bize
uygulanıyor, bizim onları biliyor ya da bilmiyor olmamız, hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Çocuk fırıncıyı tanımasa da pasta yemekten, serçe nasıl olgunlaştığını bilmese de kiraz
yemekten hoşlanıyor.(28 Şubat 1831, 456)
Eckermann‟ın Goethe için yetmeyeceğini kestirebilirdim, önemli bir boşluğu dolduruyor
olsa da. Öte yandan bu önemli ve gölge eşlikçinin yaşamına tanıklık da az şey sayılmaz. Belki
kimi açılardan Eckermann Goethe‟den bile ilginçti.
Değinmeden geçemem. Çeviri kusursuz ama Türkçe eskiydi ve düşünebildiğim tek şey
arı, duru Türkçeyle bu kitabın olağanüstü olabileceğiydi. Çünkü Arapça, Farsça düşkünlüğü
bu çeviride çokca gerekçesiz duruyor. Anlamsız…
Goethe‟yi Türkçe yeniden kazanmalı. Faust bence hala çevirmenini bekliyor.
***
Honore, Carl; Yavaş (2004), Çev. Esen Gür
Alfa yayınları, Birinci basım, Ekim 2008, İstanbul, 288s.
Kanadalı, ama İngiltere‟de yaşayan gazeteci Carl Honore‟un küresel yavaşlık eylemini
irdeleyen, yavaşlığın felsefesine (hızın eleştirisi) de değinen çalışması popüler kalıpları çok
zorlamasa da benim yıllardır taşıdığım sorulara bir duruluk, açılım getirdi kendince.
Hız kavramıyla zaman içinde gerilere dayanan bir inatlaşmam hep oldu. Acelesi olan
insanlar beni her zaman sinirlendirdi ve sinirlendiriyor. Nedeni üzerinde çok düşündüm.
Yavaşlığın bende bir teze dönüşmesi, gizli bir Oblomovluk savunusu mu? Ayak
uyduramamak mı çağa? Yetersizlik telafisi mi?
Buna başkaları karar vermiştir, verir. İstifimi bozacak değilim ya da daha doğrusu, olsa
olsa Carl Honore‟u okuyup frene biraz daha basabilirim. Çünkü konu öyle sıradan bir konu
değil. Yaşamın özünde boylu boyunca yatan „siyaset‟le ilgili... Devinim, uzamsal/zamansal
yayılımı içinde varlık edindiğine göre, gerçekte gündelik yaşamın üzerine oturduğu
zaman/uzam algısıyla, bu algının erk (iktidar) tarafından sınıf çıkarları ve dengelerine göre
biçimlendirilmesiyle doğrudan ilgili ve canalıcı bir konu. Honore derinleştirebilecekken, hatta
bu gerekliyken konuyu kaba ve genel çerçeveler içerisinde, ama yine de canyakıcı soruları
sorarak ele alıyor. Gündelik yaşam deneyimleri ve onun içinde açılmış ayraçlar, bu ayraçlar
konusunda ısrar vb. türünden zararsız, az zararlı niyet ve grişimlere daha bir açık.
Ama belli ki Yavaşlık gibi bir konuyu küresel üretme/tüketme mantığından, çevre
sorunlarından, çalışma yaşamı ve kadının onun içinde yerinden, insanoğlunun yabancılaşma
ve patolojilerinden, kitlesel toplum projeleri ve mühendisliğinden, üretim dışı populasyonların
toplum içindeki tartışmalı yerlerinden, ırkçılığın yeni biçimlerinden, mutluluk ve keyfin
doğrudan deneylenmesinden ayrı düşünemeyiz. İşte Honore bunu verdi bana. Uyarıcı oldu.
Sorun sadece otomobile karşı olmakla giderilecek gibi değil. Neden daha hızlı olmalı,
sorusunu tersine çevirmek, neyi hangi hızda yaşamalı sorusuna dönmek gerekiyor. Zaten
Honore de saltık bir hız kavramıyla bozmuyor kafasını. Göreli bir hızın yaşamımıza katacağı
şeyin peşine düşüyor, bol örnekle. Kapitalizmi aşma düşünü günümüzde sol mu (siyasetinin
temelinde bulunmasına rağmen) kuruyor ki, Carl Honore‟dan bekleyelim bunu. Ama yer yer
eleştirisi öyle sivriliyor ki kapitalizm hedef olmaktan kurtulamıyor. Bu satırlar kuşkusuz en
zevkli satırlardı. Bölümlere kısaca bir göz atalım:
Giriş: Öfke çağı
Kitabın zaten en önemli iki bölümünden biri bu… Diğeri ise sonuç bölümü.
Bu bölümde kendi kişisel deneyiminden yola çıkarak (çocuğu için bir dakikalık
masallar) içinde yaşadığımız öfke çağını sorguluyor genel olarak Honore. Notlar aşağıda:
***
Bir dakikalık masallar. 90 dakikalık Felsefeler. Hızlı okuma teknikleri. Roman özetleri.
Paket turlar. Mikrodalga. Ye sürdür. Yerken sürdür.
*
Zaman Hastalığı (Dr. Larry Dossey, ABD, 1982): „Zaman sizden kaçıp gitmektedir.
Daha fazla zaman(ınız) yoktur ve (zamana) yetişmek için daha çok koşturmalısınız.‟
*
Klaus Schwab: „Güçlü olanın güçsüzü yendiği bir dünyadan, hızlının yavaşlığı yendiği
bir dünya düzenine geçiyoruz.‟
*
Guy Claxton (İngiliz ruhbilimci): „İçimizde günden güne güçlenmekte olan bir hız,
zaman kazanma ve yeterliliği arttırma psikolojisini geliştirdik.‟
*
„Hızlandırılmaması gereken şeyleri hızlandırdığınız, yavaşlamayı unuttuğunuz zaman
ödenecek bir bedel olduğunu unutmayın.‟ (5)
*
Karoshi (Japonca): iş nedeniyle ölüm.
*
1990‟da 26 yaşında çok çalışkan (firmanın gözdesi) Kamei Shuji‟nin kalp krizinden
ölümü tipik bir karoshi örneğidir. 2001‟de 143 kişi Japonya‟da bu nedenle ölmüştür.
*
En hızlı ülkelerin en şişman ülkeler olması yalnızca bir rastlantı olabilir mi? ABD‟nin
üçte biri.
*
Dünyada ölümlü kazaların sayısı yılda 1,3 milyon. 1990‟ın iki katı… BM
kestirimlerinde 2020 yılında trafik kazaları üçüncü sırada ölüm nedeni.
*
„Hızlı yaşanan bir hayat önüne geçilemeyecek derecede yüzeysel olabilir.‟ (9)
*
Milan Kundera (Yavaşlık, 1996): „Olaylar çok hızlı geliştiği zaman kimse ne olduğunu
tam olarak anlayamaz, hatta kimse kendisi de dahil olmak üzere hiçbir şey hakkında emin
olamaz.‟
*
„Sonuç olarak da geriye hıza bağlı bir silahlanma yarışından başka bir şey kalmıyor;
bunun nelere mal olacağını gayet iyi biliyoruz. Herkesin sonunun yıkım olduğu, acımasız bir
çıkmazda sıkışıp kalacağız.‟ (11)
*
Daha tatlısını yerken hesabını isteyen, taksi çağırtanlar…
Trafiğe takılmamak için maç bitmeden stadı terk edenler…
Film bitmeden ayaklanan seyirciler…
Kendilerine sorulan sorulara anında rahatça yanıt veren kişiler (fast thinker).
*
„İki şeyi aynı anda yapma fikri bizlere çok akıllıca, etkili ve modern geliyor. Ancak bu
iki şeyi o kadar da iyi yapamama anlamına geliyor.‟ (11)
*
Cansıkıntısı: çağdaş bir buluş. Uyaransız kaldığımızda kurtlanıyor, panikliyoruz.
*
„En son ne zaman bir trenin penceresinden öylesine dışarıya bakan birini gördünüz.‟
(12)
*
„Önümüze çıkan, bizi yapacağımızdan ve istediğimizi o anda elde etmekten alıkoyan her
şey veya herkes düşmanımız olur. Bu yüzden en ufak bir aksilik, en kısa gecikme, en hafif
yavaşlama aslında akıllı olan kişilerde bile… öfke yaratıyor.‟ (12)
*
„Hız sayesinde artık bir öfke çağında yaşıyoruz.‟ (13)
*
„Hız tacirlerinin gerçekleşen kehanetlerini unutun; daha yavaş olmanın anlamı
genellikle daha iyi sağlık, aile yaşamı, egzersiz, yemek ve seks demektir.‟ (14)
*
„Artık her yerde insanlar daha hızlı olmanın daha iyi olduğu söylemini reddediyorlar.‟
(14)
*
„Yavaşlık terimi her zaman yavaş davranmak anlamına gelmez.‟ (15)
*
„Bu hareket sizin ve benim gibi hızlı ve çağcıl dünyada daha iyi yaşamak isteyen
kişilerce oluşturulmaktadır. İşte bu nedenle Yavaşlık felsefesi tek bir sözcükle tanımlanabilir:
denge. Hızlı davranmak mantıklı olduğunda hızlı olun, yavaş davranmak gerektiğinde de
yavaş olun. Müzisyenlerin doğru hız dedikleri tempo giusto yaşamaya çalışın.‟ (16)
*
Carlo Petrini (Yavaşlamanın öncülerinde Slow Food hareketinin İtalyan önderi):
„Endüstriyel uygarlığın bir belirtisi olan içinde bulunduğumuz yüzyıl, önce makineyi bulmuş,
sonra da bunu yaşam modeli olarak kullanmıştır. Bizler hızın kölesiyiz ve aynı sinsi virüse
boyun eğmiş durumdayız: alışkanlıklarımızı bozan, evlerimizin gizliliğine karışan ve bizleri
Fast Food (Hızlı Yiyecek) tüketmek zorunda bırakan Hızlı Hayat.‟
„ġayet her zaman yavaĢsanız aptalsınız demektir; bu da bizim hiç amaçlamadığımız
bir Ģey. YavaĢlık hayatınızın ritimlerini denetlemeniz demektir. KarĢılaĢtığınız herhangi bir
durumda ne kadar hızlı olacağınıza siz karar veriyorsunuz. Uğruna savaĢ verdiğimiz Ģey
kendi tempomuzu belirleme hakkına sahip olmaktır.‟ (16)
*
Slow Food (İtalya,Bra), Citta Slow (İtalya), Miskinler Kulübü (Japonya), Şimdi İste
Derneği (ABD), Zamanı Yavaşlatma Topluluğu (Avrupa), vb.
1.Her şeyi Daha hızlı yapın
Doğal zamandan kurmaca (yapay) zamana zamanın insanlarca yoğaltılmasının,
kullanımının tarihi. Saat ne zaman ve neden günlük yaşamda kullanıldı, önem kazandı? 14.
Yüzyıla, Avrupa‟ya (kent meydanları, Köln, saat kuleleri, vb.) inmek gerek. 1370‟de Köln‟de
dikilen Halk Saati ve 1374‟de çıkarılan yasa: İşe başlama ve bitiş saatleri.
*
Benjamin Franklin: „Vakit nakittir.‟
*
Electric Signal Clock Company 1891 Katalogu: „Hayatta başarılı olmak isteyen bir
kişinin tek geliştirmesi gereken fazilet dakikliktir; yapılmaması gereken tek yanlış ise zamanın
gerisinde kalmak.‟
*
1876: Kurmalı alarm saatleri. Birkaç yıl sonra fabrikalarda kart basma uygulaması
başlar.
*
McGuffey‟s Readers (1881): „En iyi hazırlanmış planlar, en önemli ilişkiler, kişilerin
servetleri, gurur, mutluluk ve hatta hayatın kendisi her gün feda ediliyor, çünkü birileri ağır
davranıyor.‟
*
Frederic Taylor: „Geçmişte öncelik insana aitti, gelecekteyse öncelik sistemin olacak.‟
*
Batının zamanı düz bir çizgide ilerler. Doğunun zamanı ise döngüseldir.
*
„Tüm dünya artık büyük bir market gibi olmuş, insanlar sadece alışveriş yapan
varlıklara dönüşmüşlerdir. Her köşeyi döndüğümüzde baştan çıkan ve içi giden bizler
olabildiğince fazla tüketmeye ve deneyim yaşamaya çalışırız. Parlak kariyerler dışında, sanat
kurslarına katılmak, spor kulübüne üye olmak, arkadaşlarımızla yemek yemek, kulüplere
gitmek, spor yapmak, saatlerce televizyon seyretmek, müzik dinlemek, ailemizle zaman
geçirmek, en son modayı izleyip yani aygıtlar satın almak, sinemaya gitmek, eşlerimizle
yakınlaşmanın ve harika seks yapmanın keyfini çıkarmak, uzak diyarlara seyahat etmek ve
hatta hayatımıza anlam katacak gönüllü işler yapmak istiyoruz. Sonuç, hayattan ne
istediğimizle gerçekçi olarak ne elde edeceğimiz arasında sıkıntı verici bir iletişimsizliğin
oluşması ve zamanın hiçbir şeye yetmeyeceği hissidir.‟ (33)
*
Otomatik çamaşır makineleri işimizi ne ölçüde kolaylaştırdı?
Elektronik posta haberleşmemiz getirdiklerinden daha çoğunu götürüyor olmasın?
*
Milan Kundera: „Çağımız unutmayı istemeyi saplantı haline getirmiĢ; hız iblisine
teslim olan da iĢte bu istek. Bu unutma isteği bizlere artık hatırlanmamayı seçtiğini,
kendisinden usandığını ve o titrek bellek ateĢini üfleyip söndürmek istediğini gösteren hıza
eriĢir.‟
*
Mark Kingwell (Toronto Üniversitesi): „Öleceğimiz gerçeğini düşünmek zor, tatsız bir
konu, bu yüzden sürekli faniliğimizden bizi uzaklaştıracak şeylere yöneliriz. Verdiği duyumsal
akımla birlikte hız dikkatimizi başka yerlere yönelten bir stratejidir.‟
*
Epinefrin, norepinefrin: hız yaparken ve seks sırasında salgılanan kimyasallar. Hız, haz
verir. Üstelik bu kadar değil, buna alışırız ve „hızlandırılmış‟ oluruz. Otoyolda ototmobil
kullanımı, internette sörfün tarihi yeterince fikir verir.
*
1899: Belçikalı Mühendisin hız rekoru kırmasını beklediği ilk araba tasarısına verdiği
ad, Asla Doymayan (La Jamais Contente).
*
Zamanın doğası da değişmiştir artık. Cep telefonlar, internet, çağrı, ulaşım, gıda
teknolojileri, vb. ile hayat 24 saat emrinize amadedir.
*
Cervantes: „Que no son todos los tiempos uno: Bütün zamanlar birbirinin eĢi
değildir.‟
*
Sleep Learning Web Sitesi: „Uyanık olmadığınız saatler , yani hayatınızın üçte biri,
verimsiz geçirdiğiniz zamanlardır. Kariyerinizi, sağlığınızı ve mutluluğunuzu geliştirmek için
bu fırsatı kaçırmayın.‟
*
Ve karşınızda zaman danışmanlığı yapan gurular:
175 Ways to Get More Done in Less Time (Daha Çok Şeyi Daha Az Zamanda
Yapmanın 175 Yolu; David Cotrell/Mark Loyton, 2000
2.Yavaşlık Güzeldir
Avusturya Alplerinde bir kasaba: Wagrain. Wagrain Zamanı Yavaşlatma Cemiyeti.
*
„Yavaşlık güzeldir.‟ Japonya yavaşlık hareketi, Miskinler Külubu‟nün (2001)
kurucularından antropolog Keibo Oiwa‟nın kitabının da aynı zamanda adı.
*
Long now Foundation (Şimdi İste Derneği), San Francisco. Dernek, yılda bir işleyen ve
zamanı on bin yıllık dönemde ölçen saatler yapıyor.
*
“DüĢüncelerimiz, duygularımız ve aĢklarımız bir kasırgaya benziyor. Hayat her yerde
sanki bir süvari birliği saldırısı gibi delice akıp gidiyor… Ġnsanoğlunun etrafındaki her Ģey
kendi geliĢimi dıĢında zıplıyor, dans ediyor ve dörtnala koĢuyor.” (Octave Mirabeau, 1908)
*
Voluntary Simplicity (Gönüllü sadelik) Hareketi. 1980‟lerin sonunda New York
merkezli Trends Research Institute (Eğilim Araştırma Enstitüsü) „downshifting‟ (aşağı
çekme) kavramını üretti.
*
Oxford English Dictionary‟de „yavaş‟ sözcüğünün tanımı: “Hemen kavrayamayan,
sıkıcı, ilginç olmayan, kolay öğrenemeyen, usandırıcı, tembel, uyuĢuk.”
*
„Off, çok doluyum (meşgulüm), iki ayağım bir pabuca girdi, hayatım kayıp gidiyor,
hiçbir şey için zamanım yok‟un çevirisi: „Bana bakın: ben çok önemli, heyecan verici ve
enerji dolu bir kişiyim.‟ (51)
*
“Zamanı yönetin, kölesi olmayın.” (Golda Meir, İsrail eski başbakanı)
*
“Sanayi devrimi sırasında hayat iĢ tarafından ele geçirildiğinde zamanı kullanmaya
yönelik denetimimizi yitirdik. ġimdi gördüğümüz durum belki buna karĢı bir tepkinin
baĢlangıcı olabilir. Ġnsanlar zamanlarının daha da kesinlik içeren ufak parçalara
ayrılmasını istemeyecek noktaya geldiler. Zamanla ilgili bir takıntıları olmasını veya
zamanın kölesi olmayı istemiyorlar. „Patron zamanı bilir‟ fikri hala mevcut olabilir.”
(David rooney, Londra bilim Müzesi Zaman Bölümü Müdürü)
*
Bir kitap: „Time Wars, Zaman Savaşları, Jeremy Rifkin, 2987)
3.Yemek: Hızı masaya yatırmak
Amerikan yemek yeme tarzı: „Ağzına at, tut ve yut.‟
*
1954. Swanson Firması: İlk TV yemeği.
*
1970‟ler: mikrodalga istilası.
*
“Ülkelerin kaderi kendilerini doyurma biçimine bağlıdır.” (Anthelme BrillatSavarin, 19.yy Fransız gastronom).
*
Şeker ve yağ dolu hazır besinlerin sonu: Obezite.
*
Slow Food (Yavaş Yemek). Carlo Petrini: “Hızlı yaşamın evrensel saçmalığına karşı
gelmenin tek yolu, sakin bedenin keyfini sonuna kadar savunmak… Savunmamız Yavaş
Yemek ile sofrada başlamalı.” (Slow Food Bildirgesi‟nden)
*
2004. Bra yakınlarında Pollenzo‟da: Gastronomi bilimleri Üniversitesi.
*
2003. Avrupa çapında pastörize işlemlere karşı kampanya.
4.Şehirler: Eskiyle Yeniyi karıştırmak
1999. İtalya. Bra ve diğer üç kent arasında bir anlaşma: Citta Slow (Yavaş Kent).
Kârdan önce zevk, genel müdürden önce insan, hızdan önce yavaĢlık.
*
Citta Slow‟un 55 ilkesinden birkaçı:
Gürültüyü ve trafiği azaltmak
Yeşil alan ve yayalara ayrılmış bölgeleri arttırmak
Kendi ürününü satan yerel çiftçileri, dükkanları ve aşevlerini desteklemek,
Çevreyi koruyan teknolojileri geliştirmek
Yerel estetiği ve yemek geleneklerini korumak
Konukseverliği, komşuluk ilişkilerini yaymak.
*
“Bir Ģeyi açıklığa kavuĢturalım: YavaĢ Kent olmak demek, her Ģeyi durdurup zamanı
geri almak demek değil. Müzelerde yaĢamayı, fast food‟u günah saymayı istemiyoruz. Ġyi
yaĢamı destekleyen çağdaĢ ve geleneksel arasında bir denge kurmayı istiyoruz.” (Citta
Slow İnternet Sitesi).
*
Tokyo‟nun merkezinde Yavaş Yaşam mahallesi: Shidome. Yapımı 2006‟da bitti.
Yavaş yerleşim kooperatifleri.
*
Kent zaman politikası. 1980‟de İtalya‟da başlayıp, Almanya, Fransa, Hollanda,
Finlandiya‟ya yayılan hareket. Günlük yaşamı daha az telaşlı kılacak biçimde çalışma
saatlerini ilişkilendirmek.
*
Gerçek dünyada en yaygın sivil itaatsizlik eylemi: hızlanmak.
*
„Hız hepimizi ikiyüzlü yapıyor.‟ (99) Hızın ölüm getirdiğini biliyor, daha çok
hızlanıyoruz.
*
„Bir bölgede trafik ne kadar az ve yavaşsa, o bölgenin yerleşikleri arasında daha çok
toplumsal ilişki oluyor.‟(101)
*
1896. Bridget Driscoll dünyada motorlu bir aracın çarpmasıyla düşüp ölen ilk yaya.
(Londra Crodyon)
*
1904. Britanya Parlamentosu otobanlarda saatte 30 km hız limiti koyar. Hıza karşı
savaş.
*
2002. Amerika Kuzey Carolina‟da bir anne ( Sherry Williams Charlotte) evinin önüne
bir tabela dikti: “Mahallenin her sokağında, o sokak kendi sokağımmıĢ gibi; en sevdiğim
insanlar eĢim, çocuğum, komĢum orada yaĢıyormuĢ gibi hız sınırına uyacağıma yemin
ederim.” (Yavaşlama Andı).
*
Hız Bilinci Programı. İngiltere.
*
Yeni Kentçilik. ABD.
*
Yavaş Kentleşme.
*
Maryland Gaithersburg‟da örnek uygulama: Kentlands.
*
„Az önce bir polis beni durdurdu. Yürüdüğüm için.‟
5.Zihin/Beden: Menssana in Corpore Sano
Bir kitap: „Hare Brain, Tortosie Mind-Why Intelligence Increases When You Think Less
(Tavşan beyin, Kaplumbağa Zihin: Az Düşündüğünüzde Zekanız Neden Yükselir?), Guy
Claxton, Psikolog, İngiltere.
Hızlı düşünme akılcı, analitik, doğrusal, mantıklı.
Yavaş düşünme, sezgisel, dağınık ve yaratıcı.
*
Zihne rahatlatmayı öğreten ilk yöntem: meditasyon. Tansiyonu düşürür, beyne daha
yavaş alfa ve teta dalgaları yollar.
*
Yoga, Sanksritçe: Birleşme.
*
Chi Kung: meditasyonlu ve hareketli yoga.
*
„Yürüdüğümüz zaman…çevremizle bir bağ kurarız.‟ (137)
*
Edward Abbey; “YürüyüĢ hakkında söylenebilecek bazı güzel Ģeyler vardır. Örneğin
yürüyüĢ yapmak, emeklemek hariç, diğer hareketlere göre daha uzun sürer. Böylece
zamanı ve hayatı uzatır. Hayat zaten hızlı harcamak için fazlasıyla kısa…YürüyüĢ yapmak
dünyayı daha büyük yapar, dolayısıyla daha ilginç kılar. Ayrıntıları gözlemleyecek kadar
vaktiniz kalır.”
*
Süper Yavaş Hareketi (ABD, Florida/Orlando).
6.Tıp: Doktorlar ve Sabır
Hızlı tedaviye yönelen bir tıp kültürü…
*
Alternatif tıp (DAT).
*
Tamamlayıcı tıp.
*
Bitkisel tedavi.
*
“Hastalara zaman ayırdığınız ve ilgi gösterdiğiniz zaman, onların rahatlayarak
iyileĢme sürecine geçmelerini sağlıyorsunuz.” (Ingrid Collins, İngiliz psikolog).
*
Reiki (Elleri beden üzerinde tutarak enerji yollama): Hale Kliniği (ABD) Danila Caleta.
7.Seks: Eli Yavaş Bir Sevgili
„Seks, gülmekten sonra en keyifli eylem‟, Woody Allen
*
„Ama seks, orgazma ulaşma çabasından çok daha fazla şey ifade edebilir‟. (170)
*
“Erkeklerin konuĢtukları konulara bakın; her Ģey yattıkları kadınların sayısı, kaç
defa yattıkları ve seks pozisyonları hakkında. Her Ģey sayılarla ilgili. Elinizde yapmanız
gerekenleri gösteren bir liste, hop, yatağa giriyorsunuz. Seksten keyif alabilmek için, çok
sabırsız ve kendinize dönük oluyorsunuz.” (Alberto Vitale, Yavaş Seks Hareketi).
www.slow-sex.it
*
“Bence yavaĢlamaya baĢlamanın en iyi yeri de yatak odası.” (Vitale)
*
Tantrik seks (www.tantra.com)
*
Tantrik felsefe: insan bedeni enerjiyi yedi şakra aracılığıyla yayar. Bu yedi şakra cinsel
organdan başın tepesine değin omurga üzerinde hareket eder. Çiftler, tantra uygulayarak
cinsel enerjilerini korur ve aktarabilirler.
*
Alice Bunker Stockham. ABD‟li ilk kadın doktorlardan… Hindistan‟da Tantra eğitimi
aldıktan sonra Kutsal (Tantrik) Seksi ABD‟de uyguladı, geliştirdi.
*
Koku. Dokunma. Görme. Evet-Hayır-Belki-Lütfen. Aşk Kasları (pubokoksijea)
güçlendirme egzersizi. Kundalini titremesi.
*
Tantra, kasıklardan cinsel enerjiyi alıp bunu etrafa yayarak hazzı uzatmayı ve yaymayı
amaçlar (Tüm beden orgazmı).
*
Az çalışın, çok sevişin (seks yapın).
8.İş: Daha Az Çalışmanın Faydaları
„Acı gerçek şu ki, milyonlarca insan aslında istediklerinden daha fazla çalışıyor.‟ (191)
*
“Peki Ģimdi ne değiĢti de herkesin günde yirmi dört saat tetikte olma durumu ortaya
çıktı?” (Marylin Machlowitz, Workaholics:İşkolikler, 1980)
*
„Üretkenliği ölçmek zor bir iş ama…aşırı çalışma eninde sonunda insanları tüketiyor.‟
(193)
*
Hayatın anlamı ne?
*
„Çalışmanın hayatımızı ele geçirmesine izin vermek aptallıktan başka bir şey değil.‟
(193)
*
2003.ABD. Zamanınızı Geri İsteyin Günü.
*
„İş ve özel hayat arasında denge kurmaya en çok heves edenler kadınlar. Yeni kuşaklara
aile, kariyer, ev, tatmin edici bir sosyal hayat gibi, birçok şeye birden sahip olmanın hakları ve
görevleri olduğu öğretildi. Ancak bu “her şeye birden” sahip olma fikrinin, bir tuzak olduğu
ortaya çıktı. (Bkz.The Bitch in the House:Evdeki Şıllık; I D‟ont Know How She Does It:
Bunu Nasıl yaptığımı bilmiyorum, Alison Pearson) Artık insanların olaylara yaklaşımları
değişiyor. Kadınlar şık akşam yemeklerinde işyerlerinde aldıkları primlerden bahsettikleri
kadar, doğum izinlerinin ne kadar olduğundan da gururla bahsedebiliyorlar. Hatta çoluk çocuk
sahibi olmayan uçarı tipler bile haftada dört gün çalışmayı destekliyor.‟ (195)
*
“Yeni kuĢak, aĢırı çalıĢmanın gerekli olmadığını, yavaĢlığın da o kadar kötü bir Ģey
olmadığını anladı.” (Keibo Oiwa, Slow is Beatiful:Yavaşlık Güzeldir)
*
1993. AB çalışma saatlerini haftada 48 saate düşürdü.
*
2002. Fransa çalışma saatlerini haftada 35 saate düşürdü. (Les 35 heures).
35 saat kuralı herkes için geçerli. Dolayısıyla, ortaya çıkan tam bir keyif devrimi. „Daha
az çalışmanın Fransız ekonomisini çökerteceğine dair kehanetler ise gerçekleşmedi. Brüt iç
üretim arttı ve hala Avrupa ortalaması üzerinde olan işsizlik düştü.‟ (199)
*
“ÖğrenmiĢ olduğumuz en önemli Ģeylerden biri, insanların daha az çalıĢtıkları
zaman, eskiye oranla daha verimli oldukları, hatta bazı durumlarda daha da verimli bir
biçimde çalıĢmalarıydı.” (Marriot Yöneticisi Bill Munck)
*
Konu sadece çalışma saatlerinin azaltılması değil. „İnsanlar ne zaman çalışacaklarını da
kendileri düzenlemek istiyorlar ve bunu kendilerine sağlayan işyerleri de işin semeresini
alıyor. Vakit nakittir kültüründe, çalışanlara bu tip bir özgürlük tanınması geleneksel anlayışın
dışına çıkıyor. Sanayi Devrimi‟nden beri, insanları ürettikleri şeyler için değil, ne kadar
çalıştıklarına göre ödüllendiriyorlar. Ancak sıkı zaman çizelgeleri, bilgi ekonomisiyle oldukça
uyumsuz, çünkü iş ve özel hayat arasındaki çizgi 19. Yüzyılda olduğundan çok daha belirsiz.‟
(209)
*
2004. Ernst & Young Muhasebe Firması, ABD‟de çalışan personeline, gelen e
postalarına ve sesli mesajlara hafta sonu bakmak zorunda olmadıklarını duyurdu.
*
“O zaman farkında değildim ama sürekli telefonuma cevap verebilecek durumda
olmam beni tüketmeye baĢlamıĢtı. Hepimizin kendimize ayıracak zamana ihtiyacı var.” (Jill
Hancock, Yatırım Uzmanı, İlgiltere)
*
Masajes a 1000 (1000 Masaj). İspanya‟da siesta salonları. Giriş 4 Euro.
9.Dinlenme: Hareketsiz Durmanın Önemi
1948. Dinlenmek temel insan haklarından biri. BM.
*
“Ġnsan ancak zamanını keyifli geçirdiği zaman yaĢar.” Agnes Repplier
*
“Evden çıkmanız bile gerekmiyor. Masanızın baĢında öylece oturun ve dinleyin.
Yalnız dinlemeyin, öylece bekleyin. Hatta beklemeyin bile, tek baĢınıza kımıldamadan,
sessizce durun. Dünya maskelerini atıp kendini bize sunacak. BaĢka seçeneği yok ki.
Ayaklarınızın dibinde hazla yuvarlanacak.” (Franz Kafka).
*
„Russell 1935 tarihli makalesi Aylaklığa Övgü‟de, dört saatlik bir günlük çalışma
süresinin hepimizi “daha nazik, daha yufka yürekli, başkalarına daha az kuşkuyla yaklaşan
kişiler” yapacağını söylüyordu. Boş zaman arttıkça yaşam tatlı, yavaş ve uygar olacaktı.‟
(221)
*
Örgü örmek: artık havalı bir iş. Bir kitap: Zen and the Art of Knitting (Zen ve Örgü
Örme sanatı), Bernadette Murphy, 2002
“Örgünün en güzel yanı yavaĢlığı. O denli yavaĢ ki kazağı oluĢturan her ufak
hareketin içindeki güzelliği görebiliyoruz. O kadar yavaĢ ki iĢin bugün bitmeyeceğini
biliyoruz. Belki birkaç ay veya daha fazla sürecek. Bu da yaĢamın zorlukları ile
barıĢmamızı sağlıyor. Ördükçe yavaĢlıyoruz.”
*
„Her şeyin en yüksek verim düşünülerek zamana bölündüğü aceleci bir dünyada,
insanların kendilerini doğanın ritmine teslim etmesinin şifa verici etkileri olabilir.‟ (225)
*
Bahçıvanlık (kültürü).
*
TV. „Televizyon izlerken başkaları ile bağ kurmuyoruz. Tersine kanepeye gömülüp geri
hiçbir şey vermeden, sünger gibi imge ve sözcük emiyoruz. Çoğu araştırma çok fazla
televizyon izleyenlerin hayatı keyifli kılacak şeylere, (yani yemek pişirmeye, aile ile sohbete,
egzersize, sevişmeye, sosyalleşmeye, gönüllü yardım işleri yapmaya) zaman ayırmadıklarını
gösteriyor.‟ (228)
*
Okumak. „Örgü örmek ve bahçıvanlık gibi oturup bir yazıyı okumaya boyun eğmek
hıza tapmaya başkaldırmak demek.‟ (229)
*
“Okumak düĢünmeye zaman ayırmak demektir, bu da kitlelerin dinamik verimini yok
edecek kadar insanları yavaĢlatır.” (Pauil Virilio, Franasız düşünür)
*
“Söylemek istediğim Ģu, bir Ģey okunmaya değiyorsa yavaĢ okunmalı. Bunu
SüperYavaĢ egzersizinin zihinsel eĢdeğeri gibi düĢünün. Kas yapmak istiyorsanız,
hareketlerinizi mümkün olduğunca ağır yapın. Gerçekten zorlu bir egzersiz istiyorsanız,
neredeyse duracakmıĢ gibi ağırdan alın. Emily Dickinson‟ı da iĢte böyle okumalı.” (Cecilia
howard, ABD‟li yazar)
*
Müzik ve yorumlama hızı tarihi. Müzik parçaları günümüzde iki kat hızlı yorumlanıyor.
*
Tempo Giusto (Almanya). Besteleri yavaş yorumlama hareketi.
*
Ayrıntıların görünebilir olması.
*
1992. John Cage‟in bestesi ASLSP, As Slowly As Possible (OY, Olabildiğince YavaĢ).
Bestenin yorumuna St. Buchardi Kilisesi‟nde başlanılmış olup, 2640 yılında tamamlanacak.
(639 yıl) Resital Eylül 2001‟de başladı, körükleri aylarca şişirildikten sonra kilise orgunun,
Eylül 2003‟te ilk üç notaya basıldı, bunlar 2004 yazına kadar kilisede çınlamamalarını
sürdürdü. Ve iki nota daha…
10.Çocuklar: Acelesi Olmayan Çocuk Yetiştirmek
2001 Yazı. Harward Üniversitesi Dekanı tüm lisans öğrencilerine, Yavaşlayın mesajı
veren bir mektup yazdı.
*
Bir kitap: The Hurried Child: Up Too Fast Too Soon (Aceleci çocuk: Çok Hızlı, Çok
Erken Büyümek), David Elkind, 1989, ABD
*
„Çocuklar verimliliğe ve hıza saplantıyla doğmuyorlar; biz onları böyle yapıyoruz.‟
(252)
*
„İnsanların birbirlerinin gırtlağına yapıştığı dünyadan okullar da nasibini almış,
okullar en önemli şeyin sınıf birincisi olmak olduğu birer savaş meydanına dönmüş. Bunun en
geçerli olduğu yer Doğu Asya, bu bölgede eğitim sistemleri “sınav cehennemi” ilkesi üzerine
kurulu. Hıza ayak uydurabilmek için bu bölgedeki milyonlarca çocuk akşamları ve hafta
sonları dershanelere gidiyor. Haftada seksen saati akademik çalışmaya ayırmak yaygın
durumda.‟ (253)
*
Bir kitap: Einstein Never Used Flash Cards: How Our Children REALLY Learn- and
Why They to Pray More and Memorize Less (Einstein Asla Ezber Kartları kullanmadı:
Çocuklarımız GERÇEKTEN Nasıl Öğrenir ve neden Daha Çok Oynayıp Daha Az
Ezberlemeliler), Hirsch-Pasek, 2003, ABD.
“Bilimsel kanıtlara bakınca çocukların daha rahat, daha az disiplinli, daha acelesiz
yollarla öğrendiklerinde daha iyi öğrendikleri ve daha uyumlu kiĢilikler geliĢtirdikleri
apaçık.”
*
“Çok fazla oyuncak, onlarla oynayacak çok az zaman” (New Yorker‟da bir
karikatürden)
*
2002. Denver. Colorado Üniversitesi‟nden emekli öğretmen Maurice Hole‟un çağrısı:
Yavaş Öğretim. Ona göre varolan eğitim sistemi Big Mac tıkıştırmaktan farksız.
*
Finlandiya Modeli.
*
Toronto (Kanada): Çocuk çalışmaları Laboratuvar Okulu Enstitüsü.
*
1988. Tokyo Saitama bölgesi. Apple Tree Akademisi. Özgür okul uygulaması.
*
“Apple Tree‟de olmayı yeğliyorum. Çünkü burada kendi takvimimi yaratıp, kendi
hızımda öğreniyorum. Burada yavaĢ olmak suç değil.” (Hiromi Koike)
*
Evde öğrenim. İngiltere.
*
Yapılandırılmamış Zaman: Dünyayı ve ona olan tepkimizi kendi hızımızda keşfetmek.
*
2002. „Bir, iki, Üç Rahatla!‟ Etkinliği. Gelenekselleşti. Tüm programlar ve ödevler bir
gün iptal ediliyor.
*
“Bir anda Ģöyle düĢündüm: „Bu delilik. Yapmak istemediği bir Ģeyi yaptırıyorum.
Kendi çocuğumu tüketeceğim.‟” (Nicola Barnes, İngiltere)
*
„Televizyon çocukların erişkinliğe geçişini hızlandırıyor; çünkü onları erişkin meseleleri
ile erken yaşta muhatap edip, ufak yaşta tüketicilere dönüştürüyor… Şiddet içeren televizyon
görüntülerine ve bilgisayar oyunlarına maruz kaldıkça yerlerinde duramaz ve hiçbir şeye
yoğunlaşamaz hale geliyorlar.‟ (270)
*
Televizyon Karşıtı Hareket.
*
„Eğitimde daha fazla esneklik ve özgürlük, keyif için öğrenme üzerine daha çok vurgu,
yapılandırılmamış oyuna daha fazla fırsat, her saniyeyi doldurma saplantısını daha da
azaltmak, erişkinleri taklit etmek baskısını daha da azaltmak gerekiyor.‟ (273)
*9
“YavaĢlamayı bilince hayat daha güzel.” (Nicola Barnes)
Sonuç: Tempo Giusto‟yu Bulmak
1898. Bir kitap: Futility (Nafile), Morgan Robertson. Batması olanaksız hızlı geminin
batışının öyküsü. 14 yıl sonra Titanik battı.
*
„Dünyamızı ve kendimizi tüketiyoruz. O kadar zaman yoksunu, o kadar zaman
düşkünüyüz ki arkadaşlarımızı, ailemizi, ebeveynlerimizi ihmal ediyoruz. Artık hiçbir şeyden
tat almıyoruz çünkü sürekli olarak sonra ne var diye bakıyoruz. Yediğimiz yemeklerin çoğu
tatsız tuzsuz ve sağlıksız. Çocuklarımız da aynı acele etme yangınına tutulduğundan gelecek
karanlık görünüyor.‟ (276)
*
„Her şeyi hızlı yapmak yerine, her şeyi doğru hızda yapın. Bazen hızlı. Bazen yavaş.
Bazen de bunların arasında. Yavaş olmak koşturmamak, sırf zaman kazanmak için zaman
kazanmaya uğraşmamak demektir. Şartlar bizi hızlanmaya zorlasa da sakin olmak, telaşa
düşmemek gerekir. İç yavaşlığı geliştirmenin bir yolu da hız karşıtı etkinliklere zaman
ayırmak: meditasyon, örgü, bahçıvanlık, yoga, resim, okuma, yürüme, Chi-Kung.‟ (277)
*
„Yavaşlamanın herkese uyacak bir formülü yok, doğru hıza evrensel bir kılavuz yok. Her
kişi, her eylem, her hareketin kendi eigenzeit‟ı var. Bazı kişiler bizi erken yaşta mezara
gönderecek bir hızda yaşamaktan memnun. Hepimizin bizi mutlu edecek tempoyu seçme hakkı
olmalı. Tempo Giusto piyanisti Uwe Kliemt‟in dediği gibi: “Farklı hızlara fırsat verirsek
dünya daha zengin bir yer olur”‟ (277)
*
„Gelişmiş dünyada nüfus yaşlanıyor, yaşlanırken de çoğumuzun ortak bir yanı var:
yavaşlıyoruz.‟ (278)
*
„Yavaşlamanın en büyük faydaları zamanı yeniden ele alma fırsatı sunmanın yanı sıra
insanlarla, kültürle, işle, doğayla, bedenlerimizle ve zihnimizle anlamlı bağlar kurmamıza
fırsat verecek sükuneti sağlaması. Bazıları buna daha iyi yaşamak diyor. Bazıları da manevi
gelişme.‟ (279)
*
„Yavaşlık hareketi kesinlikle küresel ekonominin itici gücü olan ve hiçbir engelle
karşılaşmayan materyalizmi sorgulamayı içeriyor. Bu nedenle eleştirmenler yavaşlamayı
kaldıramayacağımızı veya yavaşlamanın zenginlerin bir lüksü olabileceğini ileri sürüyorlar.
Bazı konuların (örneğin alternatif tıbbın, trafiğin kaldırıldığı mahallelerin, çiftlik etinin) her
bütçeye uymayacağı doğru. Ama çoğu konu bütçeye uygun. Arkadaşlarıyla, aileyle daha çok
zaman geçirmenin bir bedeli yok. Yürüme, yemek pişirme, meditasyon, sevişme, okuma,
televizyon karşısında değil, masada yemek yeme de öyle. Aceleye direnmek bile yeterli ve
ücretsiz.‟ (279)
*
„Yavaş kapitalizm daha düşük bir büyüme demek olabilir, bu da dow Jones endeksine
saplantılı bir dünyada benimsenmesi zor bir şey ama hayatta gayri safi yurt içi hasıladan, bir
hengamede birinci olmaktan daha önemli şeyler olduğu düşüncesi geçerli olmaya başlıyor.
Bu özellikle de gitgide artan sayıda insanın hummalı yaşamlarının yüksek bedelinden
şikayetçi olduğu zengin ülkeler için geçerlidir.‟ (280)
*
„Bu hedonist çağda yavaşlık hareketinin çok iyi pazarlanabilecek bir yönü var: yavaşlık
hareketi keyif satıyor. Yavaşlık felsefesinin merkezindeki öğreti, işleri düzgün yapmak için
zaman ayırmak ve böylece onlardan daha fazla keyif almak. Ekonomik bilançoya etkisi ne
olursa olsun yavaşlık felsefesi bizi gerçekten mutlu eden şeyler sunuyor: iyi bir yaşam, gelişen
bir çevre, güçlü topluluklar ve ilişkiler, sonu gelmeyen telaştan kurtulmak.‟ (280)
*
„Ne zaman yavaşlık hareket

Benzer belgeler